Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

25.11.2013 1583

MAİLİN  Beyimbet, "Beren"

Язык оригинала: ''Beren''

Автор оригинала: MAİLİN Beyimbet

Автор перевода: not specified

Дата: 25.11.2013

Beren

 

Bu derenin adı uzun ve fantezidir. Dolaşım sistemi gibi dallı pek çok sel yarığının biridir. Bu sel yarıkları, uzandıkça daha dik oluyor, sonunda acayip şekilli uzunca büyük bir çukura kaynaşıyordu. “Siyah köpeğin ölüp gittiği sel yarığı” budur.

            Sel yarığının dibinde dere akıyor. Gerçi o içinde bir köpek  boğulabilecek kadar derin değildir. Kamışlıklarla kapalı,  dolambaçlı, ineklerin otlaktan ağır ağır yürüdüğü çığıra benzeyen yatak açan basbayağı, berrak, yavaş akan deredir. Derenin bir kıyısında bir gözün alabildiği kadar toprağa çöken kurt inlerine benzeyen çukurlar var. Çukurların kırık ve yuvarlanmış kenarları yanında  sakalsız yüzünde seyrek kıllar gibi orguç otu boylanıyor. Zeminliklerin izleri bu. Bazılarının etrafında şimdiye kadar uzun, dolambaçlı oturmuş duvallar (Orta Asya’da kerpiç çit veya duvar) var. Sahiplerin sel yarığının kenarında mümkün olduğu kadarıyla sahipsiz topraklar almak istediği belli. Ondan dolayı tembellik etmeden evlerinin bitişiğindeki büyük bir alan çitle çevirdiler. Yamaca çıkıp bu eski ve metruk kışlağı gören her yolcu: ”Burada kim yaşadı ki? Neden bunca topraklar ele geçirdi? Ve kim? Şimdi nerede?”, diye sorar kendi kendine. Tek tük ağaçlar, kargaların sayısız yuvalarının yükü altında bükmüştü. Damları çöken, duvarları da  çürümüş ambarlar ve çeşitli  müştemilatlar şimdi bakımsız mezarlara benziyor. Galiba bu alımsız ıssızlık manzarasını gören herkes: ”Belki kışlığın sahibi, menfur geçmişi lanetleyenler arasında bulunuyor mu? Şimdi başkalarıyla beraber yeni hayatını kuruyor mu? Yoksa erki sınırsız, çalımlı, eski hakimlerden biridir? Binlerce köle ve hizmetlinin kaderini kolaycılık belirten biri miydi? Eski dünya altüst edip, karıştırıp, hekimini çöp veya gereksiz eski püskü eşya gibi atan yırtık pırtık ve lime lime elbiseli, vücutlarındaki nasır ve kabuk olan avamın eski hekimi miydi? ” diye merak edip sorar. Kim bilir... Bir şey kesin: kışlık metruktur. Sahibi kayboldu. Bu  ihmale uğramış, ıssız yer sivrisinek, atsineği, büvelerin  krallığıdır. Sen sel yarığına yaklaşır yaklaşmaz böcekler, şiddetli vızıldayıp sana saldırıveriyor: “Rahatsızzzzzz etme... Kaybol... Yıkıl karşşşşşımdan... ”. Karamsar siyah  kuzgunlar, dallarda konup  iğrendirecek biçimde uzun uzun gaklıyor: “ Bas.. Bas..!..”. Keskin, rahat durmaz saksağanlar, sersem sepelek kendini çalıdan çalıya atıyor: “Yıkıl karşımdan! Yıkıl karşımdan! Yıkıl karşımdan!..”

            ... Sıcak bir gündü. Güneş yükseldikçe ortalığı yakmaya başlıyordu. Rüzgar da aksi gibi soluğunu kesti. Yolcular, ter dökerek kuru dudaklarını yalıyordu. Atları da, sıcaktan ve susuzluktan bunalarak yorgalıyordu. Asıl o tatsız vakit, iki atlı araba, ‘siyah köpeğin öldüğü sel yarığına’  yanında duruverdi. Atlar etli butludur. Doru araba atının yırtılmış bir at olduğu belli. Aygır, sel yarığına inerek toynaklarını yere bastırıp arka ayaklarının üzerine oturup frenledi. Ama buna karşılık, genç, haraketli al kısrak, yolun kenarındaki çalılara ve çopraya ürkek ürkek  göz ucuyla bakıp, kulaklarını kımıldayıp, salmástrayı paralıyor. Esmer tenli, gözleri derine kaçmış arabacı, dizginlerini şiddetle çekerek: ‘Deh, deh, deh!.. Delilik etme!..’, diye onu razı etmeye çalışıyor.

            Araba üzerinde iki kişi oturuyordu. Onlardan biri ihtiyar, kara tenli Kayrolda adlı arabacıdır, öbürü ise genç, esmer, çopur yüzlü, küçük siyah bıyıklı bir erkek, adı Kurumbay. Beyaz ipek gömlek ve gri çuhadan pantolon giymiş. Başında şapka vardı.

            Yolcular sel yarığına inip atlarını durdurdular. Dereden geçeceklerdi. Akışı sakin, yavaş, çağıltılıydı. Büveler, hemen atlarına  azgınlıkla saldırıverip her yanına yapıştı.  Kısrak, hemen sangılamiş gibi,  her yana dönmeye başladı ve artık arabacının bağırışlarını duymadı. Atın gözleri fal taşı gibi açıldıevlerinden fırladı. Kısrak,  kurtulmaya çalışıp tepiyordu. Kayrolda, at arabasından atlayıp al atı yedekledi.

       -    Aman aman! Çıldırdın mı sen?...

            Kurumbay da indi. Araba atı, büveleri azgınlıkla kovmaya çalıştığı zaman somağıyla, Kurumbay’ın temiz gömleğine dokundu. Arabacı:

-          Ay, canım, yaklaşma...Çekil, diyorum, kirletecek seni, kirletecek!.., diye bağırdı.

Kurumbay neşeli neşeli gülümseyip doru aygırın yanlarını şamarladı. At gömleğini tükürüklemeyi  başardı. Kayrolda, ipek gömleğinin üzerinden atın tükürüğünü ot demeti ile silmek zorunda kaldı. Sarımsı lekeler çıktı, yeşil olanlar kaldı. Arabacı: “Kurumbay! Kurumbay! Demek ki tarım uzmanı oldun mu ne?” diye sordu.

- Ne? Ben miyim?.. Evet, tarım uzmanı oldum.

- Şimdi de bizimle kalır mısın?

- Ne? Ben miyim?..

            Kısrak yine şahlandırmaya çalışıyordu. Artık onunla başa çıkamadı. Sel yarığının dibinde tekerleklerin izleri görünüyordu. Fakat oraya gitmek riskliydi. Kısrak, çok hızlı gidip arabayı kırabilir. Böyle olsa hemen söylentiler yayılırdı. “Tarım uzmanı, kolhoza (SSCB’de kolektif çiftlik) gelir gelmez at arabasını kırdı.”

-          Kayrolda ağa, rahat geçilebilen sığ yer arayın. Ben ise sizi karşı kıyıda bekleyeceğim.

Kayrolda hemen bir yana sapıp dere boyuna gitti. Kurumbay yerinde kaldı. Sılası, onu heyecanlandırdı. Anılara kapıldı. Daha dün  görüp duyduğu her şeyi kavramaya çalışıyordu... Henüz o kadar gençtir.

 Kurumbay, alüvyal ova yanında bulunan aula  oğleden önce vardı. Burada Tansığ’ın ekibi çalıştı. Yalnız delikanlı ve kızlar. Tabi ki Kurumbay’ı hemen tanıyamadılar, ama kim olduğunu hayal meyal tahmin ediyorlardı. Kurumbay auldan ayrılalı çok oldu . Bu süre içinde oğlanlar, dayılara dönüştü. Altı yıl kısa süre değildir.

Biri bağırdı: “ Abi geldi! Ne güzel!”

            Gençler  kaşla göz arasında toplanıp sıraya dizilip gürültü ile el çırpmaya başladı. Yeni zamanlar ve yeni tavırlar. Sıra dışı ve ilginç bir şeydir! Herkes gelmesine o kadar içtenlikle sevindi ki, delikanlı ve kızların gözleri o kadar parıldadı ki Kurumbay şaşkına döndü. Ne söyleyip yapacağını bilmeden şaşırdı.

            Sonra ekibin mensupları çalışmaya başladılar. Büyük gözlü, esmer tenli delikanlı, önlük taktı, bileme taşına su döküp,  çayırbiçerin dişlerini bilemeye başladı. Çalışarak basit şarkı  mırıldanıyordu:

“Güneş gökyüzünü ışıl ışıl aydınlattı.

Muhasebeci emekgünlerini sayar. Sevgilimin işinde öncü işçi olmamasına  dair dedikoduyu kim çıkar ?!”.        

Şarkının sözleri yeniydi. Melodisi de bilinmeyen. Delikanlı şarkının ahengine uyarak hareket ediyordu. İşini ustalıkla ve kolaylıkla yapıyordu. Yurtadan (Kazakistan’da insanların yaşadığı çadır) genç bir kadın çıkıp neşeli bileyiciye yan baktı.

-          Şarkı söylemeyi kes. Ders çalışıyoruz!

 Bileyici gülümsedi ama şarkı söylemeyi bırakmadı. Pürtüklü  kalıp, şarkısına dem tutuyordu.

Yurtada on kişi ders çalışıyordu.

Hareketli, yelli kız yanında oturan delikanlının böğrüne dirseğiyle dürttü:” Fısıldaşmayı kes... Kulağını aç!!”.

       Altı yıl önce böyle kızlar, yurtaların gölgelerinde toplanıp, boş laflar edip, çeşitli çaputu nakış işlediler. İşte şimdi siyaset derslerini gayretle okuyor.

Kurumbay, yurtaya girerken bunu düşündü.

Sevimli esmer bir kız ona: “Kurumbay ağa, ne zaman bize rapor okursunuz?”, diye sordu

-            Rapor mu?...Ne konusunda?!

-            Okumanız... Bilimin yeni başarıları hakkında...

Kurumbay,  esmer kıza göz kesilerek baktığı zaman onu tanıdı. Abitay öğretmenin kız kardeşiydi. Kurumbay okumaya gittiği zaman Umsınduk, hiç bir şeye aldırış etmeden oyun oynayan, saçı dağınık olan küçük bir kızdı.

            -Sen... Umsınduk olmayasın?  Sen... Umsınduk musun?!

Karabiber, cevap verip, gülümsedi:

“Evet, beni tanıdınız”.

            Kurumbay insandan oluşmuş çemberin ortasında oturdu. Onun için bu konuşma, sahiden samimi bir sohbet oldu. Fakat kolhozda çalışan gençler, soluğunu  tutup, onu dinlediler.

            Biri, yurtanın arkasından: “Kayrolda ağa kımız getiriyor!”, diye bağırdı.

            Kurumbay  silkinip: “Bu... Kayrolda at çobanı mıdır?”, diye sordu.

-          Ta kendisidir.

-          Nereye kımız getiriyor ya?

-          Buraya. Kısrakları istepte besleyip kımızı da bize getiriyor.

İşte burada, Kayrolda, Kurumbay’a rastladı. Kucaklaştılar. At çobanı, çok duygulanıp gözleri yaşardı. Gençler gülüyorlar,  fakat ihtiyar, içtenlikle duygulandı. İstepe gitmek yerine Kurumba’yı aula götürdü...

...  Azgın kısrağı zorlukla zaptederek sığ yer bulup kazasız belâsız dereyi geçtiler. Kurumbay’ın hatırına birdenbire Beren geliverdi.

Kurumbay: ” Allah'ım! Beren nerede bulunuyor, merek ediyorum. Nasıl oldu da onun hakkında hiç bir kimseye  hemen sormadım? Belki bu kolhozda çalışıyordur... Yoksa.. Yoksa...”diye düşündü.

Sel yarığının yamacındaki sık, gölgeli ağaçlar, Kurumbay’ı kendine çekti. Fakat çopranın içine girer girmez, kurtarıcı serinliklerinde terini soğutup soğutmaz yanında birinin şarkı söylediğni duydu. Başını kaldırıp kulak kabarttı. Pek yakından kadınlar şarkı söylüyorlar. Şarkılarının melodisi, hoş ve okşayıcıdır. Kadınların gülüşü, temiz ve çınlayandır. Bu sesler, elinde olmadan onu çekti. Eski kışlığın duvalını  dolanıp, yakınlarda sazlar arasında beyaz evler gördü.  Tanıdık bir yer! Bu yerler, ona bir daha gelmeyecek çocukluğunun olaylarını hatırlattı. Delikanlıya hoş ve  nahoş düşünceleri düşündürdü. Kurumbay, sanki çayır üzerinde süzülmüş gibi gitti. Beyaz evin arkasında hantal orak makineleri ve kuru ot toplanma makineleri durdu. Yanında yurgun atlar, birbirine sokulup, kendi başlarını birbirlerinin boyuna koyup, uyukladı. Fakat başka şeyler de dikkati çekti. Akağaç koruluğunun kenarında, otlar arasında beyaz başörtüsü ve jaulıklar (Evli Kazak kadınlarının giydiği beyaz başörtüdür) takmış kadınları gördü. Orada da, otlar üzerinde güneşte güneşlenmiş dövdü gibi kalın saç örgüleri olan kızlar yattılar. Hepsi dikkatle okuyordu.

            Kadın ve kızlardan az ötede, gür, el değmemiş otlarda bir karabiber kendi dizleri üzerendeki defteri koyarak,

oturarak, bir şeyi yazdı. Fakat böyle oturması rahatsız ediciydi.  Yüzükoyun yattı. Kız, defterini otların üzerine koyup özenerek yazdı: “Komünist Partisinin bölge komitesinin dikkatine”. Hafif rüzgar esti, esintiden otlar kımıldayıp, kızın yüzünü gıdıkladı. Kız: “Ben, Beren, Jauke kızı, eskiden Ergaliy’i iyi tanıyorum. Gerektiği takdirde her şeyi açık yüreklilikle anlatabilirim.”diye yazıyordu.

            Beren bunu yazınca içini çekip, kurşun kalemini defterinin üzerine koyup, kendi başını avuçlarının arasına aldı. Sulu, kekre kokulu ot, iyi kokuyordu. Bu koku etkisinden kolaylıkla teneffüs etti.  Başı döndü. Orguç otu, kadının yüzü ve boynunu gıdıkladı. Ham hayallere kapılmış oldu. Bu otu bol çayırda, sel yarığının kenarında, mavi kazana benzeyen engin gökyüzü altında tek başına kalmış gibisine geldi. Düşünceleri istepte oluşan sis gibi akıp, dallı budaklı hafıza ağacının içine yayıldı. Kadının yüzü önce kapanık gün gibi somurtuktu, sonra yüzü, bulutlar arasından çıkan güneş gibi aydınlandı. Geçmişi, gözlerin önünden geçti.  Gerçekten sis gibiydi...

 

            Gölgede oturan, vücudu damarlı  uzun boylu erkeğin adı Jauke. Üzerinde büyük sayıda yama ve söküntü olan kocaman bir yurta, Jauke’nin Jurumbay babasından miras kalan tek şeyiydi. Balday teyze, yurta üzerindeki köhne keçeye yorulmadan bez parçalarını dikmezse bu yurta çoktan beri istepteki çöplükte çürürdü. Fakat teyzenin çabasıyla yurtta hala  duruyordu. İlkbaharda görünüşü göz batmamak için yurdu aulun kenarında koydılar. Orada taşma devrinde, üzerinden buz parçası geçmiş gibi kaykılarak son baharın sonuna kadar durdu.

-          Balday! Balday, hey!... İplikler hazır mı?!

Dört taraftan ona, ayakkabıcıya ayakkabılar getiriliyor. Fakat bu işi yaparak çok mu para kazanılır, acaba?

Géne reddet bakıyım haddin varsa! Bir kimseden korkarak ayakkabılarını tamir ediyorsun. Bir kimsenin ayakkabılarını hiç yoktan tamir ediyorsun. Reddedersen hemen söz çıkar. Rısbike gibi dişlek karılar, hemen makara gibi konuşurlar: “Tabi ki, bize ne ihtiyacı var?! Yalnız korktuğu insanlara saygılı oluyor... Uğursuz serseri... O da burnu büyüyor...”.

                        Hem de şunu: “ İşte bir kimsenin çizmesine hemen pençe vurdu... Benimki ise  alıkoydu. Alay etmeye karar verdi!”, diye söylüyor.

            Fakat  kimseye minnetim yoktu. Jauke dudak sarkıtıp, kızmaya başladığı zaman ona eski lakaplarını kötü niyetle hatırlatılıyor. Jauke’nin lakapları  Jauke  karıştırıcı, Jauke  kavgacı.

            Güneş omuz hizasında doğur doğmaz Jauke gölgede eski deriyi  yere serip, sırtını yurtasının üzerindeki bozca kahverengi keçeye dayanıp, çalışmaya başlıyor. Yanında siyah çekmece duruyor. Neler yok ki bu çekmecede! Çekmecesinde alet, deri parçası, kesim, iplik parçası, kiriş demetleri, bir kırıl iğne var. Her şey ona lazım olurgerekli. Her şey tam yerinde bulunuyor. Her zaman el altındadır.

-          Balday! Balday, hey!... İplikler yaptın mı?

Bayın (Kazakistan’da zengin toprak sahibi veya hayvan yetiştiricisi) baybişesine (Kazakistan’da ilk karı) kılavuzu Konur kentinden konuk geldi. Genç olmadığı halde moda düşkünü, şıklık düşkünü ve yeterince işveli değildi.. Kılavuzu, baya ait olan aulda kadınların rahat, alçak topuklu çizmeler giydiklerini görünce dudaklarını şapırdatıp:” Bu bir çeşit harika! Onları kim yapıyor?”, diye söyledi.

Övüngen baybişe, kılavuzuna bakarak: “ Senin için böyle çizme yaptıracağımı ister misin?”, diye cevap verdi.

-          Lütfet!..

Gözleri ihitaplı olan Kayrolda at çobanı, sarhoş gibi sendeleye sendeleye yürüyerek  Jauke’nin yanına geldi. Gelip, çömeldi. Sıcaklıktan yakındı. Sineklerden, geçen gece sırtında çobanlık yaptığı doru ve azgın kısraktan  şikayetçi oldu. Uykusunu almamasını da şikayet etti. Kayrolda, bütün kırgınlıklarını anlattığı zaman nihayet söyledi:” Baybişe seninle görüşmek istiyor. Kımız içmeye davet ediyor”.

Fakat Jauke acele etmiyor. Yakaladığını sıkı sıkı tutan eğri büğrü parmaklarının derisi o kadar çekti ki az kalsın  kopuyordu. Ve Kayrolda üzüntüyle söyledi: ”Orada ne zaman kımız içtiklerini biliyorsun ya. İşte sormdan geldin!”.

Jauke bu kinayesini anladı. Kayrolda. “Senin yüzünden uyanmak zorunda kaldım...”, diye söylemek istedi.

Yüzü buruş buruş ve sarı olan bir ihtiyar kadın, şeritleri çoktan kopmuş eski Özbek çapanını (Orta Asya’da kışın kadın ve erkeklerin giydikleri palto) ve akağaç, budaklı asasını getirdi. Balday teyze buydu. Kıyafeti çok eskiydi. Kırk yamalı uzun yeleği, o kadar soluk ki ön tarafı beyaz ve arka tarafı şiyah mı,  bozca kahverengi mi, mavimsi mi diye belli değildi. Büyük ihtimalle uzun yeleğinin üzerinde büyük sayıda yama olduğundan dolayı rengarenk görünüyordu. Fakat ona bu  çaput bile mirastan düştü.

-          Baba, saat öğleyi geçti. Gel, kımız iç.

Jauke, omuzlarına Özbek çapanını atarak, asaya dayanarak Serjan bayın evine gitti. Gölgesinde bay ve Aben molla kurumlu bir tavırla oturdular. Kibirli bay, ter basıp, azametli bir tavırla oturup,  hiç bir kimse görmemezlikten geldi. Aben molla, Jauke görünce sahte gülümsedi. Jauke çatıldı, içi büzüldü. Aben molla, Jauke’nin dinsiz ve namussuz olduğunu arkasından söyledi. Fakat yeni çizme ısmarladığı zaman tam tersine söyledi: “O, gerçek mümin... günahsız Jauke...  Allah muinin olsun!”,diye söyledi.  İşte şimdi de molla gülümsüyor, yüzü sevinçten ışıl ışıl parlıyordu: “ Buyurun, Jauke. Buyurun, canım!.. O, günahsız!.. O, aziz!“. Ama gülümsemesi, yapmacık bir gülüşe benzedi. Fakat yurtanın gölgesinde misafirler,   birbirine sıkıca değerek oturdular. Hiç bir kimse, yerini ayakkabıcıya bırakıp çekileceğini düşünmedi bile. Jauke de onların arasında oturup konuşmalarını dinlemek pek istemedi. İşte fısıldaşıp dudaklarını büktüler. Yanlarında Serjan bayın kızıl saçlı olan tombul yüzlü yeğeni  Erkinbek oturdu. Hepsi  kötü marifetleri hakkında konuştular. Fakat kim bay dölüne zıt gitmeyi cesaret edebilir? İşte Erkinbek hindi gibi kabarıp Jauke’ye dimdik baktı.  Erkinbek yanında Erekeş oturdu. Hareketli, kara yüzlü, kurnazca gözlü Erekeş, bayın yeğeninin kulağına bir şey fısıldayıp kahkahalarını tutmak için boğula boğula yutkunuyor. Jauke ansızın dönüverip, gitti. Öfke ve nefret içine boğuldu. Bay çatılarak onu durdurdu: “Jauke, kahrolası! Ne kadar dik başlısın! Yurtaya girsene!

            Jaule, kapıya gitti. Eşiği geçene kadar herkes ona ters bakıyorlardı. Aben molla, mırıldadı:”Bu kâfirin görünüşüne bak!”.

Jauke, kısa bir süre için molanın kır, köse sakalına yapışmışcasına mollaya baktı. Fakat durup, kapının ardında kayboldu.

Kulyaş baybişe, ayakkabıcı görünce:” Gidin buradan, gidin!.. Saygın bir adam gelince çocuklar burada dolanmaz...”,diye çocuklarını yatıştırdı

Jauke daha da somurtarak düşündü: ”Biliyorum, biliyorum neden birdenbire saygı duyulan birilerden oldum”.

Gururlu kılavuz, kendi yanının altına yastık koyarak Jauke oynakça bakışlar fıtlatıyordu. Ayakkabıcı, tası ağzına götürdü, kımız yutkunup yutkunmaz baybişenin tatlı sesini duydu:”Jauke ağa, gördüğünüz gibi bize çok saygın kılavuz geldi... Yaklaşık iki gün burada kalır... Lütfen, ona bu yumuşak deriden iyi çizme yapar mısınız? Kendi aulda giyip caka satsın.”.

Kılavuz, sözlerini uzatarak, göz kırptı: “Ha, o adam bu mudur?!”.

Jauke, ona dimdik baktı. Bakışı:”Ben diyelim... Ne olmuş bensem”, diye söylüyor gibiydi. Kılavuz  mahcup olup gözlerini yere indirdi. Fakat gülümsemeyi dudaklarından kovmadı. Ne düşünüyor, acaba ?..

Misafirler dağıldıkları zaman asık yüzlü, içi kararmış Jauke de deri dürüsünü koltuklayarak bayın yurtasından çıktı. İyi insanlar, sarhoş edici kımız içtikten sonra uyuyorlar. Jauke ise sert posta oturarak siyah çekmecesini çekip yaklaştırıp, çalışmaya başladı.

-          Balday! Balday, hey!... Allah canını alsın! İplikler (kirişler) nerde?

Balday’ın hızlı, hünerli parmaklarına bakılırsa elimde olmayarak: “Belki bu kadın tек bildiği kocası için ömür boyu iplik büktü”, diye düşünülebilir.        Sağlam iplikler ayıklayarak, kocasının yüzünün ifadesini izledi. Arasıra ruh haline göre biraz takıldı.

Balday: ”Baba, Berenjan yalvarıp duruyordu... Duydum ki Erkinbeğ’in annesi tehdit ediyormuş... ”, diye söyledi.

Jauke,  pençe vurarak parmağına  iğne battı. Gözü kapalı olurdu bile ona batmazdı. Daima vakitsiz konuşmaya başlar.

- Allah canını alsın!.. Dili kurusun!.. Beni delirtiyorsun.

İhtiyar kadın: ” Hâşa, baba! Sen ne diyorsun! Hep kızıyorsun. Kız bize yabancı değil ya. Öz, kan... Berenjan yalvarıp duruyordu...”, diye korktu.

Balday hıçkırdı, yüzündeki buruşukler üzerinden yaşlar akmaya başladı. Bunun yüzünden kanatıncaya kadar yine parmağına  iğne battı. Parmağını sargılamak zorunda kaldı.

Jauke: “ Ne yapsam?..  Kızımın niyetlendiğini aklına koyduğunu beğenmiyorum. Görülmüş şey mi bu? Gönülüm varmıyor’, diye söyledi.

- Ay, baba! Beni sarıyor mu? Fakat onu bilirsin. Sadece gülüyor.  İşte bu kadar... Yaramaz kız.

- E, Allah canını alsın! İpliklerim nerede?...

Yuvarlak, esmer yüzü kırmızı olan Beren, iki kova taşıyarak, salına salına yürüyerek geldi. Kovalar taşırken kıpkırmızı olmuş. Gelip, annesinin yanına diz çöktü.

Annem! Duyuyor musun, annem? Şimdi Kurumbay’a rastladım. Aula, nehir kıyısına oyunu izlemeye gitmişti. Oyunun çok enteresan olduğunu dedi.  Birinin baya çıktığını başkasının mollaya çıktığını anlattı.

-          Kim bu şölen çekti?

- Dedi ki Komsomol üyeleri bu şölen çekti... Dedi ki Komsomol üyeleri arasında kızlar da var.

Jauke yine içini çekti. Doğrulup, başını kaldırdı ve kızının gülen gözlerinin bakışına rastladı. Ve hemen kızından yüz çevirip gözlerini yere indiriverdi. Fikri maziye gitti.

Tay gibi hareketli, boyu bosu yerinde Beren, yedi yaşından itibaren adı  aulun en güzel kızına çıkmıştı. Lâkırdı yetiştiren kızı, her zaman gülümseyip, şaka yapar. Gerektiği zaman  kendinden emin hali var.

Son zamanlarda Bayın yeğeni Erkinbek onu her yerde takip ediyordu. Rahat bırakmıyordu. Her toyda, her eğlentide, her kermeste laf atıyordu. İki anlamlı söz açıp,  saçmalıyordu. Beren sesini çıkarmamadı, fakat bir gün Erkinbek sarkıntılık ettiği zaman lafı ağzına tıkadı: ”Bırakın! Zanettiğiniz kadar basit değilim!.. Oyunacağınız değilim ya!”.

Sinirine dokunarak canını sıkan Erkinbek: “Ne zaman oyuncağımın olacağını kendi bile fark etmeyeceksin!” diye cevap verdi. Kız, onun bamteline bastı.

Bu kavga yaklaşık iki hafta önce çıktı. Kayrola, Jauke’ye bunu anlattı. Bir gün Kayrolda her zamanki gibi dünyayı şıkayet ederek birdenbire ayakkabıcaya gözleriyle bakıverince: “Çabuk kızını biriye evlendir. Veya Komsomol’a girsin... Çünkü Erkinbeğ’i biliyorsun. Elinden bir kaza çıkmasın!..”, diye söyledi.

O zaman Jauke’nin yüreği ilk kez oynadı. Herkes Erbilek’in konumunu biliyor. Bayın yeğeni, ona hizmet eden külhanbey şebekesiyle kızları kaçırıp ırzına geçtiler. Bu en hoşlandıkları işlerdi. Bu yüzden  at çobanının uyarıda bulunması boşuna değil... Her şey öyledir. Fakat Jauke, kızının rızası almadan onu evlendiremez ya! Ne yapsam? Gerçekten de Komsomol’a girsin?..

-          Balday! Balday, hey!... Allah canını alsın! İplikler hazır!..

Beren annesinin kulağına bir şey fısıldayarak, babasına açıkgöz bir şekilde göz atarak, gülümsüyordu. Bu hınzır kız, babasının üzerindeki kendi egemenliğini biliyor ki! Gülümsemesi vasıtasıyla taviz koparmak istiyor.

Kurumbay, bir şeyi mırıldanarak geldi. Kıyafeti yırtık pırtıktı. Biçare yalın ayak başı kabaktır. Yıpranmış çizmesinin topuklarını koptu, burunlerı ise kızağın demirinin ucları gibi kaldırdı. Şalvarı kırk yamalıdır. Yırtık pırtık çapanının eteği kısadır. Eski kasketi yağlıdır. Uzamış saçlar, kasketinin  altından dışarı fırlamış. Gelip, hiç düşünmeden boş bir kova alıp, baş aşağı koydu. Balday ona baktı, ama sakıt kaldı. Jauke “Hey! İn, hadi! Göçertebilirsin!”, diye homurdandı.

Kurumbay, ancak o zaman kafasına dank dedi. Kızarıverip ayağa fırlayıp kova yerine koydu. Beren babasına yan bakıp genç adamı yurtalarına işaretle davet etti. Bu ayakkabıcıyı daha da kızdırdı. Jauke, karısına: “Görmüyorsun sen, acaba? Bu anneye bak be!”  diye söylüyormuş gibi öfke ile boğuldu. Sonra da ner zamanki gibi bağırdı:

- Balday! Balday, hey! Allah canını alsın! Ne bakıyorsun?! İplik, iplik ver!...

Zavallı kadın nasıl derin derin düşünebilir ki? Beren ve Kurumbay  şarkı o kadar güzel söyledi ki Balday elinde olmayarak hayran hayran dinliyordu. Jauke kızdığı halde gençlerin şarkı söylemelerine kulak verdi. Gençlerin baş başa kalmalarını beğenmedi. Hem de Kurumbay yabancı değildir. Az bir zaman önce bayın çobanıyken sık sık  gelip avlularında oturuyordu. O zaman Balday ona öz oğluna  muamelesi yapıyordu. Elbiselerini yıkıp yamaladı. Jauke da ona yüz göstermış gibi. Fakat son yıllarda Kurumbay birdenbire Komsomol’a girip baydan ayrıldı. O zamandan beri onun hakkında çok çeşitli şeyler anlatıldı. İnsanlar, Kurumbay’ın “Baylar benim düşmanlarım.  Düşmanlarım için çalışamayacağım”, diye söylediğini anlatıyordu.

Jauke:”Bir bay için çalışmak istemediğin için dilenci ol”, diye düşünüyor. Bundan başka insanlar, Kurumbay bir kurslarına gidiyormuş diye söyleyenler vardı.  Jauke bunu da beğenmedi. Jauke, Kurumbay’ın bir şey öğrenebileciğine ihtimal vermedi bile. Ayakkabıcı, yirmisini aşkın olan delikanlının koyun çobanlığı yaparken tümüyle aptallaştığını kanısındaydı. Bazıları, onu bön sayıyor. Jauke onların görüşlarını kabul etmediği halde onu akıllı bir delikanlıdan saymıyor... Zaten Julike, Kurumbay yüzünden, kendi kızının Komsomol’a girmesini izin vermedi. Kurumbay gibi insanların yüşünden aulda yaşayan dişlek kadınlar, Komsomal’a saumal, yani mayalanmış kımız dediler. Saumalın ismi cismi yok, yalnız karın ağırıyor...

Jauke sık sık bel ağrısından ıstırap çekiyor. Bu sefer o kadar kötüydü ki  yere düştü. Kulyaş baybişe bunu öğrenince yurtasından fırlayıp atın toynaklarını yere vurduğu gibi ayaklarını yere vurdu: “Seni moruk seni! Alçak mahsus endini yalandan hasta gösteriyor... Dur ben sana gösteririm! Alacak olsun!..”.

Asık suratlı olan moda düşkünü kılavuz, ters yüz geri döndü. Yeni alçak topuklu çizme giyip caka satmasının nasibi olmadı.

Bayın aulu, siyah köpeğin öldüğü sel yarığına göç etti.  Becerikli genç kadın ve hizmette bulunmaya hazır, çevik dayılar, hemen bayın üç yutdunu söküp atlarını yükleyiverdi. At için bağlama kazığı olarak kullanılan küçük kazık arasında gerilen kement yanında bir tepe kadar büyük bay durdu. Boşuna kapitone çapanının önünü kavuşturdu. Boşuna kocaman göbeğinde çapanını düğmelemeyi çabaladı. Bayın kendini elbseye nasıl sığışabildiği açık değil. Durup memnuniyetle göbeğini arada bir kaşıtı. Etrafında hepsi koşuşup, ona yaranmak için paralanıp at arabasını hazırladı. Yalnız Jauke’nin yurdu, stepte durmaya devam etti. Göçebelik ile ilgili koşuşmalar aidiyeti yoktu. Balday teyze, huzursuz huzursuz bir aşağı yukarı bir dolaştı. Konuşkan komşuları, ayakkabıcının yurduna bakmalarından kaçındılar. Hiç bir kimse, Jauke’nin yaz otlağında yapayalnız kaldığını fark etmemiş gibi davrandı. Hepsine nispet yaparak burada kendisi kalmaya karar vermiş gibi görünüyordu.

Öğleden sonra hepsi yola koyuldu. Kulyaş baybişe kağnısına bindiği zaman dönüp yalnız, kaykılmış Jauke’nin  yurdunu gördü. Balday, boynuzsuz ineğini sürüp eski gevşemiş yük arabasının tekerleğine bağladı. İnek, sürüsüne dönürek hazin hazin, uzun uzun böğürdü. Böğürtüsü sessizliği bozup göl üzerinden yankıladı.

Baybişe: ”Aldın mı, moruk?” diye düşünüp kincilik bir şekilde gülümsedi.

Hepsi gözden kaybolur kaybalmaz Kayrolda, sürüsünü göle, suvata sürüp, step yoluna sürüp yalnız yurta atın sırtında tırıs gitti.

-Jauke! Jauke, hey! Çıksana!

Jauke asâsına dayanarak çıktı. Kenara çektiler. Tek başına kalmaktan daha kötü şey olamaz. Uçsuz bucaksız ovada duran yalnız yurta, iç karartıcı bir manzaradır. Balday, canı canına sığmadı. Yurtasının yanında boşuna koşuştu. Arasıra kalakalıp konuşan erkeklere şaşkın baktı.

Kayrolda: “Erkinbeğ’in şebekesini gördün mü? Ahlaksız herifler! Tobol nehri yönüne doğru gittiler. Toya gitmişler. Sanki buna inandım da! Gözünü dört aç! Kızına göz kulak ol! Az bir zaman önce Baybişe Erkinbek ile fısıldaştıklarını farkettim. Bir şeye kalkıştılar !..”, diye bağırdı.

Kayrolda bunu söyleyince atını kamçılayıp, yorgaladı. Jauke, asâsına dayanarak arkasından uzun uzun baktı. Gerçek, içten dostluğun anlamı budur! Öysa Kayrolda Jauke ile ne ortak işler, ne  akrabalık, ne de başka özel bir şey bağlamadı. Hatta karakterleri farklıdır. Géne de bir şey birbirine çekiyor.  Birbirini kelimesiz anlıyorlar. Aulda çok insan, onun arkadaşları, dostları olmuş gibi davranıyorlar. Fakat onlardan kimi bu at çobanı gibi böyle dostça, çıkar gözetmeden ona çıkar gözetiyor ?...

Fakat Jauke o kadar da korkmuş değildi. Balday’a ne bir bakışla ne de bir sözle kendi halini göstermemeye çalıştı. Postuna oturup, yurtaların üzerine dayayıp, baltasını bilemeye başladı. Sağ uyluğun altında her ihtimale karşı demir bir merdane koydu.

Fakat Balday belki kendisi bir şey hissetti. Kocasına telaşla göz attı durdu. Beren oturup dikiyordu. Onu alargadan seyretmek hoştu. Gür olmayan tiz sesle şarkı söylüyordu. Arasıra gülümsüyordu. Batan gineşin işıklerı, esmer yanakları üzerinde oynaşıyordu. Balday, kızını takılıp kalıp hayran hayran baktı.

Herkesin kendi eğlence, tesellisi var. Jauke ve Baltay’ın tek tesellisi Berendir.

Bulutlar gökyüzüne süründü. Yıldızlar kalakaldı. kapkaranlık gece yaklaştı. Jauke, elinde demir merdanesini sık tutup birkaç kuz yurtaları dolandı. Ay, tek başına yaşamak ne kadar kasvettir! İyi ki yaz boyunca onlarla beraber uzun tüylü, alacalı kopek yaşadı. Erkek köpeğin sesi, kaba ve alçaktır. İnsanları ısırmadı, kurtlar avlamadı,  şan görmedi. Gene münasebetsiz bir zamanda hiç bir kimse yurtalarına yakın yaklaştırmadı. Bugün ise kopek, son derece endişeliydi. Hırıl hırıl havladı durdu. Veya yanlızlık mı ona böyle etkinledi? Veya bir şey önceden sezer mi? Ne de olsa yardımdır. Erkek kopek, sahibini görünce kuyruğunu sallayıp, yanına koşup, ayaklarına yapışıp  tortop oldu. Sahibine: “Sen biraz bekle, ben dilnenirim.”diye  söylüyormuş gibi. Jauke kapıyı açıp eşikten adımını attı. Bir şey gümbürdeyip gümbürdedi. Eğip leğeni gördü.

            -Balday! Ay, Balday! Neden leğen eşik yanında koydun?

-            Kaldırmayı unuttum, baba.

 Jauke tamamen unuttu. Balday her akşam leğeni eşik yanında koyardı. Şimdi de yurtalarına girir girmez karısı, leğeni yerli yerine koyardı. Balday, leğeni eşiğe dayayıp: “ Ya rabbi sen bize acı! Bizi savun!...”, diye içini çekti.

                   Yutranın içi zindan gibiydi. Jauke, yatağında yandan yana döndü. Alımsız, monoton, renksiz, hüzünlü, geçen günler gözünün önünde geçiyordu...

         Jauke, ömründe görüp geçirdikleri pek çok! Çobaydı da, at çobanıydı da, inek çobanlığı da yaptı. Bay Serjan hayvan ticareti yaparken Jauke, hayvanları bir pazardan başka pazara sürdü. Jauke, oldu olası hep çalışıp duruyordu. Her zaman Serjan için çalışıyordu. Dünyada Jauke’nin yaptığı işin izi kalsa! Hiç! Dünyada Jauke adlı bir adam olmamış dibi... Jauke, otuz beş yaşındayken kunduracılık yapıp, bayından ayrılmaya karar verdi. Of, Baybişe bir bunu öğrenince tükürükler saçıp kudurdu ki! Tevekkeli ona kuduz baybişe ad takıldı. O zamandan beri ona gelip kımızını içmek isteyenler, dik başlı Jauke’ i veriştirip hicvettiler. Alaylara pek katlanmayan  Jauke,  ters cevap verdi, zaman zaman cesaretle sitemkârlarıyla dövüştü bile. Gerçi çoğu zaman Jauke kendisi dayak yedi. Tahta  karasabanla  sürülen tarla gibi tıraşlı başının üzeri,   baştan başa yara izi ve yara yerleriyle kaplandı. Kulyaş baybişe, Jauke’nin başını  yarmaya çalışan herkese yüz verdi. Baybişe, onları yağa yatırdı, bala batırdı. Jauke’nin sitemkarlarının ettiği her şey yanına kaldı. Ayakkabıcı daima suçlu çıktı. Ona Jauke karıştırıcı, Jauke kavgacı dendi. Serjan bay, göbeğini sallayarak: kıs: ” Bu kâfir dövüşsüz yaşamaz. Bir kimse onu dövmezse Jauke yiyip içemez. ”, diye kıs gülüp söyledi. 1916 yılında Rus çarı, Kazakları geri işlerine almaya karar verdiği zaman kırk yaşında olan Jauke otuz yaşındaki olarak yazdı. Jauke’den beş yıl daha küçük olan bayı listeye göre birdenbire Jauke’den beş yıl daha büyük çıktı. Jauke azdı. Bayının yardakçıları, ağız burun büküp surat ettiler:”İşte yine bu kavgacı azdı!”.

            Elden ne gelir? Jauke onun gibi biçarelerle başkaldırdılar. Aul  yöneticisinin listesini  yırtıp nahiye idaresini yangına verdiler. Uryadnik (polis) koşarak geldi:” Teptipçi kimdir? ”.

-Kim olabilir ki? Tabi ki Jauke!

Polis Jauke’yi tutup dama  götürdü.

            Çar  alaşağı edildiği zaman Jauke hapishaneden çıkıp evine döndü. Serjan yine::” Sen, kafir, çarın kafasını da nihayet hakladın!’, diye kıs kıs gülüp söyledi. Jauke çarların kafalarını haklasa! İlk önce tüm bay dölünü haklardı!

            Yeni insanlar iktidara geldi. Onlar, insanları toplantıya çağırmaya başladı. Jauke her toplantıya katıldı.

                        - Kim söylemek istiyor?

                        - Ben söyleyecektim!

                        Jauke söz alırken millet gülmekten kırıldı. Hepsi o kadar güldü ki söylediği duyulmadı. Bay Serjan, hoşgörü ile gülümseyip murahhasa dönüp, söyledi: “ Canım, boş ver... Bu yaygaracı, enayi dümbeleğidir...”. Murahhasın gözüne Jauke sahiden de yuları eksik görünüyordu...

            ...Alacalı kopek, bütün step duyuracak şekilde devamlı havlıyordu. Çok yakında temkinli adımların sesi duyuldu.

            Bir kimse, yurtaya  sine sine yaklaştı. İşte biri kapıyı tırmaladı. Jauke, yatağın içinde doğruldu. Yatağın altından demir  merdane  çekip çıkardı. Beren korkuyla sordu:”Bu ne, babam?”.

-                     Hiç… Uyu, kızım…

Kapı kuvvetle hızlı çekildi.

-          Kimdir o?

Hiç bir kimse, ses vermedi. Yurtaların kapı, ise onu rüzgar sallamış gibi sallayıp gıcırdadı. Bu, uzun süre devam edemedi. Yurtaları düşebilir. Gereği de yoktu! Yurtanın altında sürünerek girmek, işten bile değildi. Demek ki yurtada saklanmalarında bir anlam yoktu. Dövüşmek gerek.

                        Jauke, kapının yanına gelip ipi çözmeye başladı. Birinin eli ona dokundu.

-          Baba, Allah aşkına, kapıyı açma!

Jauke, karısını  yobazca bir yana çekti, düğümü çözmeye devam etti. Beren gürültüsüzce yanına geldi.

- Babam, demir parçasını tutayım.

- Tut, kızım…

Demir merdane o kadar ağır ki kız neredeyse elinden kaçırır.

Jauke, ipi çözüp, sertçe karıya itip, geriledi.  Kısa bir süre dışarıda kıpırtının sesini duyuldu. Dünyayı müthiş karanlık bürüyordu. Yürek vurması, toynak patırtıları dibi duyuldu.

İşte yine adımların sesi duyuldu.  Yabancı, kolunu öne doğru dümdüz uzatarak eşiği geçti. Beren, düzgün düşünemiyordu. Kulaklarında gürültü uğulduyordu. Kız, aklı başında olmadan vurmak için elini kaldırdı ve demir  merdanesiyle bir kimseye gümletiverdi. Yabancı, kızın ayaklarına  düşüverdi. O andan beri Beren, hiç bir şey duyup hatırlamadı.

Yabancı, yere düşeni kaldırıverdiler. Ayaklarından tutarak dışarıya sürüklediler. Ortalık duruldu. Alacalı erkek köpeğinin havlamasının sesi, uzaklaştı. Sangı, hayran Jauke, durmaya devam etti. Ayakkabıcı, sinirli sinirli düşündü: “Ne oldu ya? Kimdirler? Nerdedirler?”. Uzakta alacalı erkek köpek havladı.  Ansızın uzaktan da  toynak patırtılarının ve insanların boğuk sesi duyuldu. Jauke, gerginlikle kulak kabarttı. Bu da kimlerdir be? Atlılar, tırıs gidiyordu. Atlarını tam kapının yanında durdurdular.

-Jauke! Sağ salim misin?

Kayrolda sesiydi. Jayke, yurtalarından karşıdan uğradı. Göz pınarlarında yaşlar tanelendi. Bir kimse, attan inip, hantalca yurtalarının  içeri giriverdi.

-Beren! Beren nerde?

Jauke, Kurumbay’ı sesinden tanıdı!

Jauke, baltasını eşiğe dayadı. Balday, kandil yaktı. Beren, yatağında dertop olarak yatıyordu.  Topuk kemiğilarına kadar uzun saçları, kızın vücudunu tepeden tırnağa örttü.

-Balday! Balday! Bak, eşik yanında kan var. Üzerine kül ek.

Balday, kan lekelerinin üzerine kül ekip yerinden yumruk kadar bir demir parçasını kaldırdı.

-          Bu ne, baba?

-          Bir toplu tabanca...

Kurumbay onu uzun uzun dikkatle gözden geçiriyordu. Birdrnbire sevinçle gülümseyiverdi: “Demek ki Erkinbeğ’in başına vurmuşsunuz. Böyle bir şey sadece ona ait olabilir”.

Beren, sesini duyunca ayıldı. Kız, yarı uyur yarı uyanıklık durumunda olmuş gibi (bir an önce uyanmış gibi) şaşkın şaşkın, uyku sersemliğiyle gözlerini etrafa gezdirdi. Kurumbay’ı görünce gülümsedi: “Neden burdasın?”.

            Dayı gülümsedi: “ Senin şeref misafirini karşılamak istedim. Beren’in  yanına oturup saçlarını okşadı. Kız, başını omuzuna koyup birdebire hüngür hüngür ağlamaya başlayıverdi. İhtiyar Balday da, onlara bakınca ağlamaya başladı.

            Gündüz sessizlik hissedilir değildir. Geceleyin sessizlik eziyor. Nihayet ay doğdu. Gökyüzünde saçak bulutlar geçiyordu. Gölgeleri, ayın çehresini lekeledi.  Ayın çehresi, çilli olmuş gibi görünüyordu.

            Gölün yanında hiç bir kimse yok. Kural olarak orada sürüler ve koyun sürüleri geceler. Bugün ise orası ıssızdır. Uzaktan bir kuşun sesi duyuluyor. Martı  mı kızkuşu mu hasretini çekerek ötüyor belli değildir. Jauke ve Kayrolda, yurtadan az ötede oturup konuştular. Fakat şimdi at çobanı, her zamanki gibi şikayet etmedi. Eski ahbabına bir şeyi telaşsız, inanmış olarak laf anlattı.

            -Yok, bu böyle değil, Jauke. Komsomol, hiç kötü değil.

            - Demiyorum ki Komsomol’da her şey kötü. Fakat işte onlardan bazıları...

            - Bazıları kim? Senin için Kurumbay kötü mü? Kurumbay’ın bay sözü dinlemediği, kötü mü? Bay için rençperlik etmek istemediği mi kötü? Bu mudur, nedir?!

            Son zamanlarda Kayrolda, gerçekte, rüyada kendinin baydan ayrılacağına dair hayal kuruyor. Yeni bir dönem başladı. İnsanlar, bay için çalışmadan yaşayabilirler. Baydan ayrılan, tarım üretim kooperatifi kuran rençperleri az mıdır? İşte iyi ve bağımsız yaşıyorlar. Devlet de onlara yardım ediyor.

            Kayrolda yine ateşli ateşli söz etmeye başladı: “Kurumbay tamamen haklıdır! Ondan adam alacak! (O, iyi bir yargıç!).  Başaracak. Kurumbay değil biz yanılıyoruz. Dil gevezelik eder, eller ise korkar. Allahım! Jauke kendin düşün! Bütün bunlara bize ne ihtiyacı var? Yani, atalarımızın yolu, babalrımızın âdetleri... Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı! Boş laflar! Bu atalarımızın yolu, yüzkarası ve aşağılatmadan bize ne verdi be? Hatta şunu düşünüyorum Allah’a inanmamamıza zamanı geldi Bu azizler,  dini bütün kişiler, veliler kimdir? Aben molla mıdır, nedir? Gerçeği bilmek istersin bütün pis işler yapıyor. Aben molla, dini bütün kişi değil, açgözlüdür Aben molla, kızını kaçırmayı el altından tavsiye etti”.

            Jauke korktu: “Hadi canım! Yedi ceddine lanet! Fakat...

-          Söyledim ya. Artık susuyorum. Sonra kendin her şeyi öğreneceksin.

Yurtadan Beren çıktı. Uzun bir yola çıkmaya hazırlamış gibi giymiş. Başında sırma şerit işlemeli takke vardı. Eskiden bu takke üzerinde puhu kuşu tüyleri de vardı. Şimdi yerinde olmadı. Kızı, her zamanki gibi renkli şeridi saç örgüsüne takmadı. Şaşkın Jauke, kızına bakakaldı. Beren’in yüzü, ayın ışığında kararlı ve sarı görünüyordu.

-Babam, gidiyorum.

Jauke, hatta hoplamış gibi, yerinde kurtlandı.

-Nereye, kızım?!

-Abitay’a...

-Abitay’a mı gidiyorsun? Belki ben gidersem daha iyi olur mu? Belki de seni kendi at arabasıyla aula götürmeye razı olan birini bulabilirim de....

Yurtadan Jauke çıkıp, cevap veriverdi: “At arabasını merak etmeyin. Kendim sizi götüreceğim.

Balday, şükran ile dayıya bakarak söylüyormuş gibi: “ Haklısın, Kurumbay, tabi ki haklısın!”.

Kayrolda kararlılıkla kalktı:”Jauke! Şimdi bütün sözlerin, yerinde değildir. Kızına zıt gitme. Ona izin ver!”.

Jauke susuyordu. Kayrolda, ona bir süre dimdik baktı. Sonra Beren’e dönüp söyledi:”Git canım. Bol şans dilerim! Baban seni azarlamayacak. Çünkü senin iyiliğini istiyor... ”.

Jauke bu sefer da sesini çıkarmadı. Ay, kızgın kızgın bakıp, ayakkabıcının yorgun, hüzünlü yüzünü aydınlattı. Ay, zafer kazanıp söylemiş gibi:”Ha, dik kafalı adam, nihayet amana geliyorsun!”.

Jauke: “Senin dediğin olsun!” dedi. Yüzü ve sakal üzerinden yaşlar akıyordu. Artık hiç bir şey söylemedi. Dudaklarıyla kımıldatamadı bile.   

Gün doğuyordu. Çiyden ıslak otlar, iri, al iğdiş atın karına kadar boyladı. Sırtında iki kişi gidiyordu. Beren, eyerde oturdu, Kurumbay arkasında oturdu. Sabah rüzgar, yolcuları hoş canlandırıyordu. İğdiş atı, sendeleye sendeleye hantalca yürüyordu. At, atlıları havaya atıp atıp gidiyordu.

-Kurumbay, bana tutun! Düşebilirsin...

Kurumbay’ın kollarını, kızın beline doladı. Onlara bakabilirsiniz hem sevgililer hem özenli, çocukluklarından beri bereber büyüyen, iyi geçinen kardeşler sanabilirsiniz. Hakikat kim olduklarını anlamak zordu. Yolcular da bunu düşünmemeye çalışmış gibi görünüyordu. Kurumbay, oyalanmak için şarkı mırıldanmaya başladı.

-Kurumbay diyorum! Haydi bir şey anlat!

            -Ne anlatmamı istiyorsun?

            -İşte Komsomol’a gireceğim. Sonra ne iş yapacağız?

            -Ne mi iş yapacağız? Bayla uğraşacağız. Bay inini  karıştıracağız. Tórnistan edeceğiz!

            Uzun tüylü bulutlar, büyük bir hızla geçip ufkun arkasında iz bırakmadan kayboluyordu. Şafağı söküp gece karanlığını kararlı biçimde dağıttı. Parlak kırmızı ışıklar stepi ışığa boğdu. Beren, sabah sessizlikte dem çeken tarlakuşuyla çağrışarak tiz sesle şarkı tutturmuş. Temiz, genç, serbest, ses, çok uzaklara uzanıyordu.  Bu ses, eski olanın, dönemini doldurmuşun  köhne ağını deliyordu...

            Beren, Kurumbay’ı dirseğiyle dürttü:

            -Kurumbay! Ne yapıyorsun ya! Küstahlaşma ya!     İkisi güldü. Mutluydular.

            Komsomol zümresinin katibi, adı Abiyat Mahmudov, aradılışından içine kapanık, suskundu. Aulda öğretmenlik yaptı. Sade ve temiz giyinmiş. Saçı, hemen hemen omuzlarına ulaştı. Kendisine ait yurtta ayrı yaşadı. Ev mefruşatı, son derece basitti. Masanın üzerinde kalem kâğıt ve kitaplar vardı. Epeyce yıpranmış kitaplar, masada gelişigüzel durdu. Kitaplar üzerinde de yıkaya yıkaya canını çıkarılan bir bez vardı. Bu bezin kundak olduğunu anlamak zor değildi. Bir insan, kundak görünce elinde olmadan gözlerini öğretmenin karısına cevirdi. Her zamanki karısı gibi buradaydı. Kara yüzlü, burnu basık olan karısının gözleri, ıslamayı seven boğanın gözleri gibi patlaktı. Bugün keyfi, her zamankinden çok yerinde değildi. Kadın, kaşlarını çatıp, kızıp, surat edip, suskun suskun oturdu. Onun kötü ruh halinin sebebi Berendi. Beren, şeref yerinde oturup gülümsüyordu. Kızın yüzü ışıldıyordu. Yurtayı merakla ve dikkatle gözden geçirdi. Kız, Abitay’ın karısının kavgacı bir karı olmakla beraber eteği düşük bir kadın olduğunu tahmin ediyordu. Beren, onun yerinde olsa çabuk derleyip toparlardı...

            Kara yüzlü, genç kadın, yüzüne bakılır misafrinin ne düşündüğünü tahmin etmiyordu acaba? Hem de nasıl! Kadın, tehditkârca kaşlarını boşuna çatmadı ki! Beren’in gelmesinden önce aulda söylentiler, ağızdan ağıza yayıldı. Öğretmen, ayakkabıcının kızını getirtmiş. Genç olmayan karısından ayrılmaya, genç biriyle evlenmeye karar vermiş söyleyenler vardı. Beren oraya gelince hepsi, söylentilerin gerçek olduğunu anladı.  Yoksa gelinlik, birdenbire ne diye Komsomol’a girmeye karar verdi, acaba?

            Kurumbay, eski alışkanlıkla bir şarkı mırıldandı. Söylediği şarkı şuydu: “Beyı ve mollayı koyunları gibi kamçınla sür!”.

            Abitay’ın karısı, kızarak homurdandı:

-                     Sürecekmişsin mi, bak şu işe?... Sussan daha iyi olurdu.

- Ben miyim?.. Tabi ki süreceğim! Gör bak...

Beren, Kurumbay’a bakınca kahkahayı bastı.

Dayı sordu: “Ne oldu?”.

-          Çarpık bacaklıymışsın...

-          Gülme. Belki de çarpık bacaklı biriyle evlenirsin.

-          Hadi oradan sen de!..

Abitay’ın karısı, hırsından suratı simsiyah kesilerek içinden dedi: “Çarpık bacaklı biri, seni sarmazsa kimiyle olmak istediğini biliyorum.

Abitay, lâfı değiştirmeye çalışarak dedi: “Hadi, Kurumbay, söyle”.

-          Söyleyecek ne var bunda?.. Murahhas, bölgeden geldi. Bütün Komsomol üyelerinin toplamalarını emretti.

Beren heyecanlandı. Öğretmenin karısı öfke ile ona baktı. Kırıcı sözeri söyleyecekti, fakat dilini tuttu, bir şey demedi. Beren, bunu hemen farkedip, söyleyiverdi: “Gidelim, öğretmen Bey.  Toplantıya katılalım”.

Abitay kaldırdı. Kara yüzlü olan, atlayacak olan vahşi hayvan gibi gerildi.

-Hiç bir yere gitmeyeceksin! Otur!..

Öğretmenin yüzü, öfkeden kızardı. Kurumbay, Beren’a yaklaşıp kulağına fısıldadı: “Gidelim buradan. Tek başına gelir”.

Beren, eşiği geçip geçmez, kara yüzlü olan genç kadın, bağırıverdi:

- Kahpesin!

            Öğretmen, karısını alıkoymaya çalıp söyledi: “Aimkul! Çıldırma! Sana ne dedim?”.

            - Çıldırma... Bu kahpeyi neden içeri aldın?

            Abitay, sararıp, karısını yüzleyip yüzlemez Aimkul bağırdı:

            -Bana ne yapacaksın ya? Ayrılacak mısın? Ayrıl bakıyım haddin varsa! Kendimi, çocuğumuzu şu bıcağıyla keseceğim!

            Bir yerden bir bıcağı çekip, debelendi.

            Abitay şaşkın sustu. Bu ne biçim kuduz karı! Bu kadınla yaşayarak nasıl rahat çalışabilir ya?

             Esmer bebe, annesinin yanına sürünerek vardı. Annesine sokuldu, fakat Aimkul onu itti. Bebe çıvıp yüksek sesle ağlamaya başladı. Abiyay, küçüğü yerden kaldırarak üzgün içi geçirerek düşündü:” Amma da Komsomol üyesi olan anneymiş! Gelecek piyoner yetiştiyormuş”...

 

***

 

            Kayış gibi, kara yüzlü, kuru bir erkek, beyaz yurtasından çıktı. Çevresine huzursuz huzursuz bakarak çabuk

tandıra doğru gitti. Derisi sölpük olan, yüzü ödemli olan, semiz bir karı, ateşe çırpı daha koyuyordu. Dal gibi erkeğe bakıp hantalca ona her tarafı döndü. O kadar şişman ki elbiseleri neredeyse kopmuş  gibi görünüyordu. Erkek ise endişeliydi. Büyük, solgun, gözleri, endişeyle haraket etti. Her sabah sakalını keserdi, bugün ise tıraş olmayı unuttu bile. Nedense  çuhadan elbiseni giymiş. Önce onu yalnız birine konuk gitmeden önce veya bir toplantıya katılmadan önce giyerdi. Bugün bu resmî kıyafet, korkmuş kırışık erkeğe hiç yakışmadı.

              Erkek sordu: ”Ulbike, kuzu mu kısırlaştırılmış koç mu kesmeyi emredersin?”.

            -Ne yapacağız kısırlaştırılmış koçu? Kuzu olsa da olur.

            - Hadi ama! Yeter olmayacak! Çok insan gelecek.

            Şişko, iğrengence yüzünü buruşturup, kaşlarını çatıp, söyledi: “Ne olacak! Hepsini doyuncaya kadar yedirmem zorunda kalmam ki”.

            Kayış gibi erkek sesini alçaltıp dedi:”Bak, Ulbike! Kızma, sakinleş! Aullu karılar kızdırma! Geceleyin sana uyarıda bulundum... Boyun eğmek lazım... Gördüğün gibi yine misafirler ziyaret ettiler... Kulyaş baybişe gerçekten sayarsan onlarla ortak bir dil bulmaya çalış....

            Bu erkek,adı Ergali Asatov, aul  kurulunun başkanıydı.  Karısı, Kulyaş baybişenin yeğeniydi. Ulbike, sözü dinlemeyinca, isyan edince Ergali her zamanki gibi mütehakkim akrabasının adını karısına hatırlattı. İnsanlar, bu çiftin gül gibi geçindiklerini düşündüler. Birlikte olmadan bir gün bile geçirmezmiş gibi görünüyordu. Gerçekte ömür boyu didişiyordular. Arkadan arkaya ólmayacak şeyler yapıyorlardı...

            Ergali’nin geçen gece öğrendiğinden Ulbike dehşete düşebildi.  Bir atasözü var ki:bela öküzün başına bir bela gelirse dana da bu beladan kurtulamaz  . Bay Serjan’ın ailesini tehdit eden büyük bir tehlike, Ergali’ye çökebilir. Çünkü bu zamana kadar yalnız kendi açıkgözlük ve uyarlama yeteneklerinden dolayı başardı. Onun gibi adamlar hakkında şu atasözü denir: kimin arabasına binerse, onun türküsünü çağırır. Acem kılıcı gibi bir adamdı.  Hem de insanları biribirine dalaştırabildi. Karısı, bunu da çok iyi anladı. Ulbike, kendisinin kocasına yardım etmesinin, kutsal ödevi olduğu kanısındadı. Şimdi kadın, kendinin açıkgöz ve ihtiyatlı olması zamanı geldiğini anladı.

            Anide iyi, konuksever sahbeye dönüverdü. İlk önce aullu karılara gülümsemeler yağdırmaya başladı. Kadınlar da Ulbike’nin beklenmedik lütufunun sevinci içindeydiler. Pervane kesilmeye başladılar. Aullu kadınlar, su taşıyıp ocağında ateş yakıyorlardı. Çabuk semiz kısırlaştırılmış kocu kesip, etini kazanı doldurdular. Hemen aul  kurulunun başkanının yardım ettği bir alay açıkgöz ve hinoğlu, topladı. Bu yardakçılar, önemli bir misafir gelince başkan için      parçalanmaya hazırdılar. Yardakçılar, bir aşağı yukarı bir dolaşarak, bağırarak, altüst etmedik bir yanını bırakmayarak Ergali karşı görevlerini yaptılar.

            Şimdi Ergali durup tandırının yanından koşuşturanlara baktı. Bugün iyi kalpliydi, yaltaklanan bririydi. Herkesin gözü tutmak istedi. Yardımsever, itaakâr görünüşü söylüyormuş gibi:”Beni desteklerseniz mahvolmayacağım”.

            Beren ve Kurumbay, öğretmenin evinden çıkınca bu Ergali’ye gittiler. Oynuyorlarmış gibi neşeli, hafif gittiler. Beren, koşarak ilerledi sonra durup uzaktan Kurumbay’a bakarak gülümseyerek söyledi:” Çabuk ol ya! Neden ayaklarını sürükleyerek yürüyorsun?”. Kurumbay gülümseyerek cevap verdi:” Ayaklarını sürükleyerek yürüyoru muyum acaba?”.

            Ergali onları görünce daha da koşuşmaya başladı. Gençlerle ne hakkında konuşacağını ve onlara nasıl yakınlaşacağını tahayyül edemiyordu. Başkan, Kurumbay’ın ne biçim adam olduğunu anlamadı. Ona aptal denemez, ama akıllı da denemez. Sayın insanlar sayıp, hey gidi âdetler saymadı. Kurumbay, biraz kırıcı, yabani, kabaydı. Kurumbay’ı evime davet edersem,  bu  delikanlıyla halleşersem ne biçim adam olduğunu anlarım. Fakat bu zamana kadar Ergali’nin at çobanına ihtiyacı yoktu. Başkan, bu delikanlı gibi yaygaracıları beğenmedi. Onlarla hiç ihtilat etmedi. Ya-a... şimdi ise onlara ihtiyacı var. Erhali egemenliği kaybetmek istemezse onlarla ister istemez çalışmada uyuşması gerek. Gecen geçe buna kanaat getirdi. O zaman çok kötü bir haber öğrendi.

            Erganli, kız ve dayı güleryüzlü gülümsemeyle karşılaşıp söyledi: “Neden kızkardeş, evimize uğramıyorsun? Belki babası, tek kızını tanımamış olduğumdan dolayı darılmıyor.“.

            Gençler, Ergali, güleryüzlü gülümsemeyle hoş sözler söylediği halde her sözleri yapmacık olduğunu anlıyorlar. Beren suskun suskun başını önüne eğdi. Avludaki tandır yanında işleriyle uğraşan Ulbike  değerli konukları görünce yanlarına geldi. Kadın haykırdı: “ Nasılsın, kızkardeşim, iyi misin? Sormadan bile bize gelebilirdin. Yabancı değiliz ya...”.

            Beren yine de  sesini çıkarmadı.

            Kadınlar tandır yanında yığışmış olup , dürtüşüp, merakla Beren’a baktılar. Harın ayakkabıcının yurtunda geceleyin ne olduğu burada gün öğrenildi.  Tabi ki gerçekten çok uzak olan ve çok abartılan söylentiler yayıldı.  Bu kadınlar da söylentiyi çok renkli pırpıtla süsleyerek bunu lâkırdı ettiler. Beren, karıların onun hakkında konuştuklarını içgüdüsel olarak anladı. Pancar kesilip yurtanın içine dalıverdi.

             Peşlerine Erkinbeğ’in  ahbap çavuşu, adı Erkeş, doru, etsiz atın sırtında oturarak geldi. Attan inip atını bağladı. Erkeş , münasebetsiz bir zamanda geldiği için Ergali endişelenerek karşıdan geldi.

            - Bir şey mi oldu?

            -Bay ve baybişe, son haber öğrenmem için beni buraya yolladı. Bize ne amirler geldiğini öğren. Ve ne yapalım?...

            Ergali’nin benzi atıp cevap verdi: “Onlara şunu söyle: ortalık yerde ulaklar yollamasınlar. Olanağım varsa tabi ki yardım ederim, fakat... Hem de şunu söyle: Jauke’ye aptalca davrandılar. Korkarım ki bu onlara pahalıya çıkar. Bu olayı öğrenenler, onlara öfkelendi. Hiç bir kimse bunu alkışlamadı. Jauke’nin kızı, Komsomol zümresinin katibine geldi. Katip, bugün bana şunu söyledi: “Esameli alçakları örtbas ediyorsun. Susuyorsun! Hiç bir şey bilmemiş gibi davranıyorsun! ”. Böyle işte!”.

             Ergali, tehevvürden tıkandı. Erkeş ,alçak sesle sordu: “Erkinbek, nasıl? Sağ kalır mı?”.

            -Henüz hastahanededir. Onun ensesine demir parçasıyla vuruldu. Kafatasını çatlatılmış.

            Ergali, arada bir hafifçe sinirli sinirli ısırdı. Ergali, daha sesini alçaltıp söyledi: “Baybişe değerli eşyalarının bir kısmını size kaçırmak istiyor...”.

-          Allah’ım! Tuhaf çocuksun sen! Saklanmadan geldin ve çene çalıyorsun! Bunu gizli gizli yapmak lazım. Kimseye sezdirmeden...

Sonra korkuyla etrafına bakınarak ekledi:” Bay ve baybişeye şunu söyle: derhal Jauke’ye at arabası göndersinler ve Jauke’nin yurtu ve eşyalarını hepsinin taşındığı yerde at arabasını getirtsinler!”.

Ve Erkeşten yana sıçradı.

Yurtadan Kurumbay çıkıp

gülümsemeyle etrafına baktı. Bakışı, sevinçli, taşkın sevinç dolu, umutla doluydu.

            Ergali ona gülümsedi: “Kurumbay, canım, işte buradasın. Çoktan beri seninle konuşacaktım.”

-          Ne hakkında merek ediyorum ya?

Ergali, dayıyı bir kenara çekip söyledi:”Yeni kararname duydun mu? E, şimdi bayların eşyalarını, şey... müsadere edilir”.

-Serjan’ın mı? Evet, makamlara kendim yazdım ki Serjan’ın eşyalarını müsadere etmek lazım.

- Sahi mi böyle yazdın?

Ergali gülümsemeye çalıştı, fakat başaramadı. Gülümseme yerine yüzünde yüzburuşturma çıktı. Kurumbay, kaşlarını çatarak ona yan baktı. Bakışı söylüyormış gibi: “Of, bir koyulaştıruyorsun ki, abi!”.

Güneş alabildiğine ortalığı yakıyordu. Öğle vaktiydi. Birdenbire jeroşak (uzunca tandır) yanına kızılca kıyamet koptu. Tandır gölgesinde oturanlar, dövüştü. Bir kimse, ayırmaya koştu. Ulbike en çok koşuşup işleriyle uğraşıyordu. Gülümseyip, tatlı sözler söyleyip, aralarını düzeltmeye çalışıyordu. (barıştırmaya çalışıyordu). Bir an sonra dövüşken adamlar, tandır yanında oturup hoşbeş ettiler.

Ergali, başını sallayıp göğüs geçirip söyledi:”İşte şimdi, canım, gem ellerimizde. İnsanlar bize bakıyorlar. İleride yapmamız gereken pek büyük işler var. Parmağının ucuyla çevirelim ki hiç bir kimse kararımıza karşı hiç bir şey söylemeye cesaret etmedecek. Makamlar bana imanet edip beni emrediyor. Ben ise tümüyle size güveniyorum...”.

Başkan, Kurumbay’ın içinden geçenini yoklaştırmaya çalışıyordu. Fakat dayı her şeyi hakkında muhatabını dahil unutmuş gibi görünüyordu. Tandır yanında oturanları takılıp kalıyordu. Çoktan beri gürültücü üçlüye, adları Sakembay, Daut ve Karikbol, dikkatle baktı. Aulda her yaşayan, onlardan korkup, onları hor görüyorlar. Daima, her adî, kirli işlere katıldılar. Ergali, hiç de hoş görmüyormuş diye söyleyenler var. Fakat toplantılarda en çok boğazını yırttılar. Hepsine ağız açtırmadılar. Bir kimse, karanlık işi pişirmek isterse üçlüye başvurdu. Bir rezalet, bir hırıltı, nerede ortaya çıkarsa çıksın bu üçlü ortaya çıkarlar.

Kurumbay, Ergali’den yüz çevirip yurtaya gitti. Seninle konuşacak hiç bir şeyim yok! Yurtada çok insan yarım daire şeklinde, oturdu. Şeref yerinde, ortasında siyah saçlı, esmer, kayış gibi bölge murahhası, adı Nugman Kanayev, oturdu. Sade giyinmiş. Hali tavrı etkisiz oldu. Yaygaracı komisera benzemedi. Onların gibi avurtladı, yurtada insanlardan oluşan daireye oturunca en büyük yastığına dayanıp altına almadı.

Otururken gözlerini telaşsız etrafa gezdiriyordu. Nugman’ın bakışından belli ki kendisinin herkesin ne biçim bir adam olduğunu anlıyordu. Hafifçe gülümsüyordu. Ve bu hafif bir gülümseme, herkese cesaret veriyordu. Hepsine cesaret, kendine güven duygusu katıyordu.

Toplantıda yalnız Komsomol üyeleri ve partili, bulundular. Murahhasın  ağzına baktılar. Aulda yaşayan militanların, tecrübeli parti yöneticisinin tavsiyelerine şiddetli ihtiyacı vardı. Arasıra aula boş, şamatalı kalabalığa katılıp, et yiyip, kımız içip, kız ve genç kadınlarla neşeli oyun başlatmayı seven öğretmenler geldiler. Gençler, böyle insanlar saymadılar. Gençlerin işin anlamını anlamaya çalışıp, yanlışlarını açıklayıp, onlarla beraber, omuz omza, yeni mahamların kararlarını uygulayan  yöneticiye ihtiyaçları vardı.

Kurumbay son zamanlarda aullarda meydana gelen kargaşalıklar ve karışıklıklar ayrıntılı olarak anlattı. Hepsi,  onu şaşkınlıkla dinleyerek ağzı açık kaldı. Herkes, dayının hitabeti  karşısında hayretler içinde kaldı.  Nugman  murahhas da, can kulağıyla dinledi. Dinlenirken bir somurtuyordu bir hafifiçe gülümsüyordu.

Nugman, kötü gülümsemesiyle sordu:”Tabi ki iktidar başında olan ukalalar, bütün bunlar hakkında tahmin etmemiş gibi görünüyor”.

 Stepteki yalnız yurtaya gece saldırısından söz ediliyordu . Kurumbay, bu saldırıdan öfke ile, ateşli ateşli söz etti. Beren’in zorbayı nasıl karşılaştığna dair anlatması , büyük ses getirdi. Bazıları, heyecandan  ayağa fırladı bile.

Ulbike, sahici bir baybişe gibi alnının akı ile kımız karıştırıyordu. Beren, erkeklerden az ötede, Ukbike yanında, oturdu. Bir kimse onunla ilgili bir şey anlatırken yüzü kıpkırmızı oldu. Dizlerine baktı, fakat ne en küçük bir pişmanlık ne de bir üzüntü duymuyordu. Fakat şimdi o gün meydana gelebilen olayların ne kadar korkunç olabildiğini anladı. Kim derdi ki, sonuçta ailesi selâmete çıktı. Önceden kendini yalnız ve savunmasız hissetti. Şimdi ise kendisinin o kadar sadık ve güvenilir arkadaşları olduğunu görünce büyük sevinç duydu.  Minnettar kızkardeşin  özenli kardeşlerine sevecenlik hissettiği gibi Beren de bu arkadaşlarına sevecenlik hissetti...

Galiba murahhasın eleştirisi, Ergali’ye dokundu. Silkinip, diz çöküp, bir birine bir başkasına bakıp, zoraki gülmeye çalıştı, ama başaramadı. Şimdi Ergali’nin görüşü, kendisinin pisletiğinden dolayı sahibinin ayakların ucunda sürünen, küçük köpeğinin görünüşüne  benzedi. Başkan, darılarak  söyledi:”Nugman yoşdaş, ne diye suçu aul kurulunun üstüne atıyorsunuz? Aulda Komsomol üyeleri ve partliler da var. ”. Nugman yanında oturan çopur yüzlü esmer dayıya ürkek ürkek baktı hatta ona göz kırptı. Ergali’nin bakışı, söylüyormuş gibi:”Şaka yapıyorum, şaka yapıyorum...”. Esmer dayının adı Jumagul’di, buralı değildi. Son zamanlarda insanlar, Jumagul’u parti zümresinin katibi seçti. Ama Jumagul, kısa zaman içinde Ergali’yi çaktı. Görünüşe göre Ergali’nin bütün iş ve marifetlerinden haberi oldu.

Katip, yüzünü buruşturarak dedi:” Bu, gerçeğin ta kendisi. Parti yöneticiler, aslına bakılırsa işimizde kendini göstermediler. Biri, hatta partiliları işlerinden uzaklaştırmaya çalıştı. Bazıları da suçu Sovyetler Birliği Komünist Partisinin üztüne sevinçle attılar...”.

Jumagul bunu söyleyince Ergali’ye anlamlı anlamlı baktı. Ergali, bir kimse kendisine yakın mesafeden  ateş etmiş gibi çöktü.

 Murahhas, Serjan’ın aulunda  bir toplantı yapmaya söz verip gitti. Aulda yaşayanlar, evlerine dağıldılar. Bayların malının müsadere edilmesine dair,  gelecek değişikliklere dair haber, henüz ücra aulda yayılmadı. Ve kadınlar, Jauke ayakkabıcının ailesine gece saldırısına dair,  kafatasını çatlatılan Erkinbeğ’in başarısızlığına dair, Beren’in Komsomol’a girdiğine dair söylentilerle kanaat ettiler. Erkinbek’la ilgili olay, hepsine parmak ısırttı. Aullarda yaşayanların hatırına şu eski bir atasözü geliyordu: “Kadının fendi, erkeği yendi”.

 

***

 

Ergali şunu aklına koydu: kendisi oturumu açar ve kendisinin bildirecek başkanlık divanı seçilir, sonra da  murahhas, rapor okur. Ama tam tersi çıktı. Ansızın Abitay öğretmen , söz alıp parti zümresinin adına toplantının yöneticileri listesini okudu. Siyah köpeğin kırıldığı sel yarığının cıvarındaki aullarda sık sık toplantılar yapıldı. Ama bu zamana kadar parti zümresi, toplantıya hiç karışmadı. İnsanlar, parti zümresi olmamış gibi onu hiç hatırlamadılar. Bayların malının müsadere edilmesine dair haberi, tüm aul dolaştı. Fakat hiç bir kimse, bunun ne dediğini iyice anlamadı. Bayının  oy hakkını kaldırılması, bayının malının  vergiye bağlanması, onun toprakların üleştirilmesi, sadece mümkün olan bir olay değil, sıradan bir olaydı. Bir kararnameye göre bayın malının müsadere edilmesine dair, bayın bir yere tehcir esilmesine dair söylentiler o kadar tuhaf ki insanlar, şaştı kaldılar. Birbirine: “Böyle bir şey mümkün mü?”diye sordular.

Jumagul başkanlık etti. İnsanlar, Beren’i de başkanlık divanının mensubu seçidi. Birdenbire Ergali işsiz güçsüz kalıp, gözden kayboldu. Toplantı başlamadan önce Kurumbay ayağa kalkıp. söyledi:”Toplantıda Aben molla bulunuyor. Sanıyorum ki burada olması rahatsız edici”.Molla, böyle  aşağılatmadan  az kalsın tıkanacaktı. Aben, (çaresiz kalarak) afal afal aksakala baktı. Onlardan biri, kararsız bir biçimde mollaya arka çıktı:”Otursun. O kadar büyük molla değil ki...”. Fakat çoğonluk, mollanın eli boş olarak evinin yolunu tutması lehinde oy kullandı. Aben molla, kalkıp, asâsını yanında sürükleyerek sendeleye sendeleye yürüdü. Ve o anda olağanüstü bir olay meydana geldi. Herkes mollayla ilgili olayı unuttu bile.  Toplananlar yanında, göç ve sökülen yurta yüklü at arabası, gıcırdayarak durdu. Denklerin üzerinde Kayrolda, Jauke, ve Balday oturdular. Kayrolda ve Jauke, toplananların sayısına parmak ısırdı. Valday, başında başkanlık divanının mensuplarının oturdukları masanın başında gururlu bir tavırla oturan kızını görünce vay! dedi. Kadın, yük arabasından hantalca inerek kuğuruyordu:” Gözümün içi!... Güneşim!”. Hepsi, onları dikkatle gözden geçiriyordu. Bazıları, Jauke’yi görünce somurtup, başını sallayıp, homurdandı:”Gene düşe kalka vardı, kafir!..”.

-Söylüyorlar ki bay kendisi ona taşınmaya yardım etmiş.

-Bay biliyor ki ne zaman ve kime yardım etmesi lazım!

Kurumbay, kalabalıktan çıkıp Jauke karşıdan geldi. O zamanda Kayrolda ve Jauke de yük arabasından inip, ufak ufak silkinip, acelesiz kalabalığa doğru yürüdüler. Onların Kurumbay’la ve arkadaşlarıyla kendi arkadaşlarına gibi kolay konuşmaları, bazılarını soktu.

- Şu Jauke nasıl caka satıyor bak hele!

Bir kimse merhametli bir biçimde  göğüs geçirdi:” Az mı biçare ıstırap çekti ?”.

Ne var ki, Jauke’nin beklenmedik gelişini dazlayanlar, herkesten önce onu  selamlayıp bağırdı:” Vaktinde yetiştin, Jauke! Geldiğin iyi oldu!”.

Nugman kolay konuştu. Konuşurken her dakika  yani sözcüğünü deyip, söylediğini tekrar edip, seçe seçe konuşmadı. Sadece lafa daldı. Ve bulunanların çoğu, böyle düzgün ve güzel Kazakça konuşabildiğinin farkında bile değildi. O devirlerde aullarda yaşayan herkes şunu saydı : bütün tahsilli insanlar ve büyük yöneticiler öz dilini hor gördüğü için düzgün ve güzel konuşmadılar. Bayların yardakçıları, yalnız kendilerinin Kazak belagatının gerçek taşıyıcı  ve  hafızları olduklarını düşündüler. Yardakçılar, bir murahhas aullarına gelince onunla kırmayacak tarzda zevklenip söylediler:”Na bir yani birisi daha geldi!..”.

Nugman tuz biber etti. Birileri ateş bastı. Bazıları da hayranlıktan bağırmamak için kendisi zor tuttu. Jauke söz aldığı zaman kalabalık, suspus oldu. Bütün gözler, ona merakla çiviledi.

            Jauke’nin sesi titriyordu. Öfke onu boğuluyordu. Gözleri dolu dolu idi. Ayakkabıcı söyledi:”Ah, yoksul köylüler! Yoksullar! Neden cesaretini kaybediyorsunuz ? Neden susuyorsunuz? Kendine mani ol! Avaz avaz bağırın! Seslerinizin kudretinden  siyah köpeğin kırıldığı sel yarığı, titresin! Bu andan beri ağlamıyorum. Yeter! Seviniyorum! Bu sevinç hakkında bugün konuşmakta güçlük çekiyorum”.

Gerçekten de Jauke’nin yüzü mutlulukla ışıldıyordu. Beren babasının yanına gelip, mendiliyle göz yaşlarını sildi. Jauke, kızını sarılıverdı.

-Görüyor musunuz? İşte kızım! Biliyorum ki kızımım Komsomol’a girmesini kınayan var. Ona ahlaksız diyecekler. Boşuna ! Yalan! Jauke’nin kızı, hepsine örnek olur. Jauke’nin kızı Komsomol’un başına geçer!.. Çünkü Jauke, Komsomol kendisidir. Ve karısı , adı Balday da Komsomoldur! Alkışların uğultusu, Jauke’nin son kelimelerinin sesini boğdu. Birdenbire kalabalık kımıldadı. Yüzlerce boğazdan çıkan yaygara, uykuda olan step uyandırdı. Aniden gürültülü oldu. Hepsi bayram kutlamış gibi neşeliydi...  

 

***

 

...Herkes, küplere binen, surat asan Kulyaş baybişe bakınca korkabildi. Şişman, karınlı bay Serjan, nefretten ayakları üstünde sallanıyordu. Bütün ahbap ve sofra arkadaşları, ondan yüz çevirdiler. Hatta Aben molla, yurtasının eşiği yanında durana bir kez bile bakmadı.  Tek başına kalmak gerçek anlamı budur... Serjan göğüs geçirdi. Onun büyüdüğü ve yaşadığı beyaz, ferah yurtası yabancı görünüyordu. Birdenbire yurtadan o kadar şiddetli soğuk geldi ki tüyleri diken diken oldu.

Nugman birkaç kişiyle beraber, bayın malını haczederek sandıklarını karıştırdı. Balday, bir kımız tulum yanında kuruldu. Önünde geniş, tahta, ağzına kadar dolu bir tas kımız durdu. Üstüne resim yapılmış kepçeyle buruk, keskin kokulu içeceği karıştırdı.  Kımızı bakarken başından geçenler ve gördüğünü tam olarak hatırlıyordu ve zaman zaman göğüs geçiriyordu. Burada olup bitenlere inanmamış gibi davranıp, şaşkınlıktan dilini şapırdatıp, nedense gülümsüyordu. Sonra söyledi: “Berejan, kızım kımız istiyor musun?”. Beren, oracıkta oturdu.Yüzünde bir tebessüm dolaşıyordu. Ara sıra Nugman’a arada bir bakıyordu. Erkek yazıyordu. İyi, tertipli elbisesi, ince, nazik parmakları, bütün tavırlarından hoşlandı. Beren, Kurumbay’a bir göz atıp düşündü:”Kurumbay, Nugman kadar tahsilli ve terbiyeli olursa nasıl olur?”.

Bunu düşündükçe gülmesi tutuyordu. Kurumbay, kızın şimdi ne düşündüğünü tahmin ediyormuş gibi gülümsüyordu. Beren, yapmacık bir tavırla  (yapmacık bir şekilde) kaşlarını çattı. Kızın bakışı söylüyormuş gibi: “Bana bakma! Gülme!”. Ve bazıları, sözsüz oyunlarını gözlemleyerek kıskançlıkla Kurumbay talihliye eğri bakıyordu.

Genellikle beyez yurtada sevinç egemendi. Fakat Ergali alışılandan farklı biçimde bir hoşluğu vardı. Erkek, sersemledi,  şaşkındı. Olanca gücüyle renk vermemeye çalışıyordu. Hepsi gibi davranıyordu, ama kendini yalnız ve dışlanmış hissediyordu. Ergali, kendinin  burada  yama gibi durduğunu anladı. Bundan başka toplantıda yediği son darbeden sonra kendine gelebilmedi. Çünkü insanlar, onu başkanlık divanının mensubu seçmediler bile.  Kendisinin konuşmaya hazırladığı insanların ağzını dilini bağlandı. Bambaşka insanlar, bayın malını  müsadere ediyordu. Başkan, lahzada itibardan düştü. Yeni makamlar , onu tanımadı.  Aleni olarak  maskesini kaldırıp, küçük düşürüldü. Ergali rezil oldu.  Bugünlük Ergali resmen aul kurulunun başkanı olup iktidar başındakilerinden biri olduğu halde eski aulun sahibinden tek bir gölge kaldı.

Birdenbire Jumagul, Ergali’yi yanına çağırdı:” Ergali! Ergali, hey!”.

Ergali, yarı uyur yarı uyanıklık durumunda olmuş gibi silkindi.

Jumagal, ona göz kesilerek bakıp söyledi: “Merak ediyorum ki bayın bütün mücevheri, nereye kayboldu? Yani ailesine ait olan bütün altın ve gömüş süs eşyası.”.

-Ne biliyorum?

Hepsi, başkana baktı. Ortalığı ürkütücü bir sessizlik kaplamıştı. Gözlerindeki ifade, söylüyormuş gibi:”Seni doğrunu söylemeye zorlayacağız”. Ergali korkudan büzüldü. Elmacıkları çıkık oldu.

 

...

Bay Serjan’ın babasına Kara kobuzcu (kobuz, eski bir Kazak kemençesidir.) adı takıldı. Bu doğru olsun olmasın, babasının kobuz çalması dolayısıyla servet yapmış diye söyleyenler vardı. Bayın malını çeşidine göre ayırıldığı zaman rengarenk, kakmalı sandıkta eski kobuz bulundu. Serjan, kendisine kobuzunu  verilmesini izin istedi. Aulda yaşayanlardan hiç bir kimse, bayın kobuz çaldığını akılda tutmadı. Durup dururken tutup, öyle çaldı ki hepsi ağzı bir karış açık kaldı. Rüzgar soluğunu kesmiş gibi görünüyordu. Hemen dört taraftan ona ihtiyar ve çocuklar yığıldı. Baya bu kadar yaklaşmaya cesaret etmeden büyülü bir biçimde kenarda durdular.  O, kobuz konuşturuyor. Antik çalgı da, eski, boğuk, ağır bir küy (sözsüz müzik) çıkarıyordu.  Kobuz, ruhun içine girip, hüzün, iç kapanıklığı, kasvet veren kederli ses çıkardı. Kobuzun sesi,  sanki batak, girdap, uçuruma çağırdı....

Kurumbay, yurtadan fırlayıp, bayın elinden kobuzunu kapıp, onun kolundan bir sopa gibi tutarak öyle donup kaldı. Serjan, Kurumbay’dan gerileyiverdi. Kütük parçasına bir sıçrayışta varıp, çalgıyı  tuzla buz etmek için elini kaldırdı.  Ama aniden bir kimse onun kollarını kavratyıverdı. Kurumbay döndü. Beren’di. Gülümseyüp, sordu: “Neye kobuz  kırmak istiyorsun? Çalsan daha iyi edersin. Dinlesinler.”.

-Ne çalmamı istiyorsun?

-Yeni  bir küy.

Kurunbay, kobuzu  çabuk akord edip, tellerini daha sık takıp gerip, çalmaya başladı. Ve dünyanın üzerinde yeni sesler yayılıyordu. Eski kobuzun tellerinden önce duyulmayan melodi uçtu. Eski, ömrünü yaşayıp tamamlamış dünyayı özülmeyen biri değil, sevinç dolu, coşkun, özgür bir melodiydi. Bu melodide galiplerin sevinçleri ve milionca kişinin adımları duyuldu. Bu  özgür küy, fırtına gibi gelip geçti, Yağmur gibi ilham dolu, esnek şeritleri, step üzerine döküldü.

Kurumbay insanlarıyla çevriliydi. Onlar, yeni melodi hayretle dinledi. Mehtap, çevreyi boğmuştu. Sanki insanların mutluluğunun sevinci içindeydi...

Ulbike canı canına sığmadı. Aulda yaşayanlardan hiç bir kimse yurtasına bu kadar yaklaşmadı. Ergali’nin aul kurulunun başkanlığı görevinden azledilmesine dair söylenti yayıldı. Gerçi kendisi henüz evine geri dönmedi. Hen de yeni söylentiler yayılıyordu. Ergali görevinden alınmış, hem de hapse koyulmuş diye söyleyenler vardı. Üstelik   Ulbike, annesi babasının malını da müsadere edildiğini öğrendi.  Hani, bir atasözü var: dert derdi açar. Ulbike’nin başına kadar çok bela geldi ki yakayı kurtarmaz. Serjan’ın ailesi  Ergali’ye tümüyle güvendi. Şimdi Ergali’nin ailesini büyük bir tehlike tehdit ediyordu.

Serjan, malının bir kısmı arkadaşları yardımıyla saklamayı yetiştirdi. Hayvanlarını ise auldan uzak bir yere sürdü. Fakat giderek her şey ortaya çıktı. Bay, hem hayvan ve malını hem de Erkinbeğ’in uşaklarını kaybetti. Ama Ulbike, bayın uşaklarının alıkoyulmasıyla değil zenginliğiyle kendini yeyip bitirmedi. Hem de gelecek keder için endişeledi.

Kurumbay ve Kayrolda Ulbike’nin yurtasına girdiği zaman kadın orada oturken çok üzgün ve şaşkın görünüyordu. Kadın Kurumbay’ın neden geldiğini hayal meyal sezindi. Fakat korkusunu dışa vurmadı. Koşuşup, koşuşmaya başlayıp, davetsiz misafirler teveccühünü kazanmaya çalışmadıktan başka zaptolunmaz ve küstahça görünmeye çalışıyordu.

Girenlerden biri söyledi:”Ulbike hanım, işte kaybolduğumuz bir şey arıyoruz.”. Ulbike cevap verdi:” Allah encamını hayreyliye”.

-O halde sandıklarınızı açın.

-Yok, bunu beklemeyin!

-Ya zorlayacağız!

Aulda yaşayanlar, bir şey bekliyorlarmış gibi kapı ağzında toplayıp, merakla baktılar. Yüzünü asılan Ulbike, yan yan bakıp oturdu.

- Hadi ama, abi, sandıklarıma dokunma.

-Anahtarı verin.

-Vermeyeceğim!

Kayrolda, avucu kapayıp, kapalı yumruğuyla sandığa tek bir darbeyle, kapağına gedik açtı. Ulbike ayağa fırladı. Elinde bir bıçak parladı...

 

***

 

Basbayağı Kasım gecesiydi. Evlerin pencerelerinde ışık hafifçe parıldıyordu. Evlerin damlarındaki bacalarından bunu yapmaya istemiyormuş gibi bozca duman yayılıyordu. Aul üzerinde ilkel sessizlik asılıydı.

Beren okuldan çıkarak, kış gecesine hayran hayran bakarak durdu. Kız kafasında yeni bitmiş Komsomol toplantısındaydı. Toplantının kapanışından önce Kurumbay’ın iyi hizmet belgesini okudu.   İyi hizmet belgesinide delikanlının Komsomol üyesi, etkin üye olduğu ve öğrenimine devam etmek istediği yazıldı. Bugün gençler onunla vedalaşıp, veda konuşmasını yaptılar. Beren, orada otururken çok kederli ve dalgın görünüyordu. Gençler, halini görüp, yanına yaklaşmadılar. Yalnız fırlak gözlü olan Rahim, yanına gelip, gülüp, sordu:”Neden o kadar kederli misin şimdi, Beren?”. Beren, elini sallayarak: “Bırak beni, lütfen”dedi.

Kızı üzülen çok şey vardı.

Birincisi Kurumbay ansızın öğrenimini sürdürmek için aullarından gitmeye karar verdi.  İkincisi yoplantı başlamadan önce Kurumbay, mahcup bir biçimde gülümseyerek söyledi:”Beren! Kızma. Sana bir şey söylemek olmalıyım... Toplantıdan sonra konuşalım mı?”. Beren cevap verdi: “Konuşalım”. Kurumbay ne hakkında  konuşmak istedi?.. Kız sabırsızlıkla onu bekledi, fakat delikanlı nedense gecikiyordu. Beren düşündü:”Tabi ki, Kurumbay, okuldan gider olur mu? Onun yanında Komsomol toplantısının tutanağını yazılıncaya kadar Kurumbay rahatlar olur mu? Galiba şimdi Kurumbay Abitay’la bir cumlenin formülasyonu konusunda tartışıyorlar”.

Kız Kurumbay’ı düşündükça son zamanlarda olan biteni olanca canlılığıyla hatırladı. Kısa bir zamanda

aul tanınmaz oldu. Aul yeni bir yere taşındı. Bay Serjan’ın tahta evinden okul binasını yapıldı. Evini söküp, taşıyıp, başka bir yerede toplamak gerekti. Kurumbay, bu  işi yönetti. Aulda tarım üretim kooperatifi kuruldu. İnsanlar, Jauke’yi başkan seçti. Uzun boylu, korkulu, kararlı Jauke, rahat yaşamaktan alıkoyan fesatçılara dehşet verdi. Jauke’nin hasımlarından her biri bir tarafa kaçtı. Hatta Ergali ortadan kayboldu.

            Beren bu hepsini  hatırlayarak gülümsedi. Fakat sevincin yerini endişe aldı. Erkinbek, yaklaşık bir ay önce hastaneden taburcu edildi. Şimdi aulda haymana beygiri gibi dolaşıp, sakin davranıyordu. Fakat hiç bir kimse içinden geçeni bilmiyor. Beren, Komsomol toplantıda Erkinbek’ten söz açtı. Gençler de bayın yeğeninin auldan taşandırılmasına dair karar verdi. Belki de tüm bunlar doğru. Oh olsun ona!

            Beren göğüs geçirip, tek başına yavaş yavaş evine gitti. Kız gidip, düşündü. Düşünceleri, sürü halinde uçuşup, birbirini kovalıyordu. Kendi düşüncelerin etkisi altında Beren bir  kaşlarını çatıyordu, bir gülümsüyordu. O anlarda bir kara gece gibi eski hayatında aniden geleceğinin rengarenk ışıltıları, parlak parlak parlıyordu. Okul uzaklarda kaldı.

Beren silkinip, donup kaldu. Kızın önünde ve  arkasında gölgeler görünüp kayboldu. Adımların sesini duyuldu.

-Kim o?

Cevap yerinde Beren’in boyunu demet sıktı. Bir kimse ağzına mendil ite ite soktu... 1928 yılı dolmak üzereydi.

...

...Değerli okur! Hatırlıyorsan hikayemizin başlangıçta siyah köpeğin kırıldığı sel yarığının kenarında biçici ekibin mensupları olan kadınlar dinlediği yazıldı. Köşede kurulup  Komünist Partisinin bölge komitesine bir dilekçe yazan biri Beren’di. 1935 yılının Temmuz ayı geçiyordu.

Kurumbay’ın öğrenimini sürdürmeye gittiği gece Erkinbek’in çetesi, Beren’i yakaladı. Beren, kendisinin bu delişçeye katillerinin elinden nasıl kurtulabildiğini, bu olaydan sonra ne olduğunu yazıya döktü. Doğrusu dilekçesini henüz yazıyor, bundan ötürü dilekçesinin muhtevasına gelecek sefer döneriz...

...Uzun tüylü kara bulutlar, giderek dağılıp, çekip durulan bir tutam tüy gibi tiftiklendi. Güneş ışıkları, bulutlar arasında ısrarla kendine yol açıyordu. Bulutlardan biri, girdap yaparak döndü. Birdenbire çisenti başladı, ve Beren’nin dilekçesinin üzerinde kara lekeler ortaya çıktı. Kız, buna aldırmadan yazmaya devam ediyordu. Beren, şaşkın bir haykırış duyunca elinde olmayarak aniden  silkindi.

-Allah’ım, Kurumbay mı geldi, ya?!

Beren, kendisinin ayağa nasıl fırladığını farkında olmadı bile. Önünde Kurumbay duruyordu!...

Okur, hikayenin başlangıcında Kayrolda ve yoldaşının rahatsız ettikleri büve ve atsineklerinden boşuna kendini savunarak siyah köpeğin öldüğü sel yarığını geçtiklerini tabi ki hatırlıyor. İşte bu yoldaşı Kurumbay’dı.

Güneş bir  yumuşak tüylü bulut yana  çekmış gibi başını uzatıp baktı. Güneşin işıklarında yağmur damlaları, mercan boncuktan gerdanlığa döndü. Yaramazca rüzgar gelip ot ve otlarda duran defteri karıştırdı.

Beren ve Kurumbay, kucaklaşarak duruyordu. Beren’nin yüzünün üzerinden bir su damlası kaydı. Bir göz yaşı mı, bir yağmur damlası mı belli değildi...

Kız:” Öğrenimini tamamladın mı?”, diye sordu.

- Tamamladım.

            - Mesleğin ne?

            - Tarım uzmanıyım.

            Beren gözlerini silip, gülümsedi:” Ben de eğitim gördüm”.

-          Mesleğin de ne?

-          Öğretmenim...

Kayrolda sel yarığından gitti. Kısrak, yana dönerek gidip kişnedi. Kayrolda’nın yanında bir atlı vardı. Kır sakalı uçuşuyordu.

-          Bu sayın Jauke olmasa ?

Beren, kollarını Kurumbay’ın omuzuna koyup, gözlerine dikkatle bakıp cevap verdi: “Odur”.

- Bak, gideceğin gece... bana bir şey söyleyecektin.. Bir türlü söyleyemediğin şey...

- Belki şimdi söyler miyim? Yoksa...artık geç kaldım mı?..

            - Yok, geç kalmadın...

            Yüzları mutlulukla ışıldıyordu. Karşılaşma, onları o kadar heyecanlandırdı ki kalpleri bütün dünyada duyuracak şekilde atıyordu.

            Kurumbay, atlıya yaklaşıp atını yedekleyip Jauke’nin inmesine yardım etti. İhtiyar, eski Kazak âdetine göre Kurumbay’ı kucaklarından uzun uzun bırakmadı.   
Kır sakalının üzerinden yaşlar iniyordu.

-          İkiniz için de çok sevindim, benim çocuklarım! Bütün rüyalarınız gerçekleşsin! Hayalim da gerçekleşti...

Heyecenlanan Jauke uzun uzun Kurumbay’ya dikkatle bakıyordu.

            Kolhoz, seni karşılamaya hazırlanıyor. Büyük bayram olacak. Ben işte yerimde duramadım... seni herkesten önce görmek istedim.

            Jauke, dönüp bakarak gülümsüyordu.

             Yakınlarında biçiciler şarkı söyleyerek çalışıyorlardı. Neşeli, aydınlık şarkıları, gökyüzüne kadar yükseliyordu. Gökyüzünde güneş, bulutları dağıtarak dünyaya ışıklarını gönderiyordu.

 

1935