Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
MAİLİN  Beyimbet, "Anılar"

25.11.2013 1426

MAİLİN  Beyimbet, "Anılar"

Язык оригинала: ''Anılar''

Автор оригинала: MAİLİN Beyimbet

Автор перевода: not specified

Дата: 25.11.2013

Anılar

(aul öğretmeninin yazdığı günlükten birkaç hikaye)

 

Bu Bahit nasıl da istidatlı çocuktur! Belki de büyükler bile onun kadar sabırlı, çalışkan değiller. Yeni olan her şeyi hemen kavrıyor ve hafızasında tutuyor. Ama Nurkan gibileri, yanında oturduklarına rağmen – kütük gibiler.

Eveeet...Bahit’i şehir okuluna göndermek lazım, ama babası oğlunun elini ayağını bağlamış. Hayvanlara bakacak hiç kimsenin olmadığını söylüyor...

Dün Ahat’a, Nurkan’a ve Sapar’a yazılı ödev verdim. Ahat’ın ödevi okulumuzu tasvir etmekti. Bugün hepisi ödevlerini yapıp getirdi. Ahat böyle yazmıştı:

«...Aleke’nin evinin holü dar bir yerdi. Kapılardan biri misafir odasının, diğeri bahçenin kapısıydı.Dış kapı sıkı kapanmıyor, üstelik kapının aşağı kısmı buzlanmış, hol iliklere işleyecek kadar soğuk...Misafir odasının yanında soba var, sobanın üstünde kirli kazan duruyor. Sobanın yanında tezek var, etrafı küle olmuş. Tezeklerin yanında ise dağınık halde kirli kovalar, leğenler, testiler var... Söyleyecek tek bir şey var: bu Altınay aşırı derecede kirli ve çapaçul biri...

Evde yalnızca bir tane pencere var, o da yarısı kırılmış. Camın yerine kaplama yapmışlar. Diğer cam ise çatlamış, o çatlak yeri keçeyle ve paçavrayla tıklamışlar. Acaba akıllarına daha iyi bir fikir gelmemiş mi? Eh, Altay senden yarar gelmez...

Yuvarlak bir masa arkasında oturuyoruz. Benim yerim sobanın yanında, girişte. Altınay ile sırt sırta oturuyoruz. O Allah, ne kadar da beceriksiz, düşüncesiz biri! Çaydanlığı getirip sobanın üstüne koyuyor ya da içinde ekmek olan tavayı sobanın üstüne koyar, her şey kül olur, bulut gibi tavan kül içinde oluyor. Ama akıllanmaz ki! İstemeden parmağı yandımı, suçlu ben oluyorum. Kuduz köpekler gibi bana saldırıyor, beni iterek bağıra bağıra: «Çekil, kaz kafalı!..Zaten senden molla olmaz, olsa da cenaze duası okuyan olursun!..»

Ahat’ın yazdığını büyükler bile yazamaz. Bizim Talkan’da yirmiden fazla öğretmen var, onların çoğu çalıştıkları okulun tasviri ne, basit dilekçe bile yazamazlar. Geçen sene öğretmenler kongresinde devletten maddi yardım isteyeceğiz diye karar verdik. Kusain denilen bir öğretmen vardı, birine dilekçe yazmasını söyledi, sonra kendisi zor o dilekçeyi kendi adından yeniden yazdı.

Ama öğrencilerin arasında akıllıları, başarılıları var. Önemlisi zamanında onlara yardım etmektir. Ama öğretmenleri güçsüz, ilgisiz... Öğrettiklerinin ne hayrı var ki?..

Aleke bey gelmişti bu günlerde, kaşlarını çatmıştı yine, dershanenin kiralık parasını istiyordu. Anlaşılan okul meclisi yapıp bir karar vermek lazım bu açgöz köpeğin ağzını kapatmak için. Hayvanı o kadar çok ki, başa çıkamıyor, ama kokmuş hol için para istiyor! Ama baydan daha dehşetlisi eşi Altınay’dır. Parayı daha ödemediğimizi duyarsa, tabaklarını tıngırtmaya başlayacak, sinirli sininrli eşyaları fırlatacak, derslere engel olacak.

-       Peki...Ben okul meclisinin başkanına uğrayayım, açgözlere vermek için biraz para isteyeyim...»

-        

***

 

«10 Mart

Bugün Yereke’yi ziyarete gittim. Kendisi de, eşi de – çok iyi kalpli insanlar, kalbe yakın birileri. Hemen aceleyle bir şeyler hazırlamaya başladılar, beni nereye oturtacaklarını bilmiyordular. Ev sahibi çalışkan biridir. Tüm hayatı boyunca ayakkabıcılık yapıyor. Ne zaman gelirsem hep iş başında olduğunu görüyorum, hep birşeyler yapıyor, dikiyor, etraf kesilmiş parçalarla dolu oluyor.  Eşi ipi büküyor, deri dikmek için iplik hazırlıyor. Yereke en fakir fakirlerdendir. Evleri bomboş. Kullanıcak eşya eksiskleri var. Diğer odada yerde iki deri var. Üstünde çıplak çocuklar oynuyorlar. Yereke tüm hayatı boyu insanlara ayakkabı dikiyor, ama ne hayvanı var, ne çocuklarına giydirecek elbise, ne de ayakkabıları vardı. Demek ki, alamamış. Demek ki, fakirlikle yakın arkadaş olmuşlar.

Yereke yaptığı iş için karşılık istemeyen bir kişidir. Birileri bir iş yapmasını rica etsin, reddetmez, hemen yapar. Kendisi dikiyor, eşi ise ip işlerinde yardımcısı oluyor. Ama hiç kimse yaptırdığı işin parasını vermiyor, Yereke kendisi de paramı ver demez. Ama bzaen bazıları yemeğe çağırır, çay içmeye davet eder ve ya yağ verirler. Yereke de bunlarla memnun. Ama eşi buna karşıydı, bir kez değil, çok duydum:

-    Sen niye bay için belini büküyorsun ki?! O sana Allahın teşekkürünü de etmeyecektir. Yazın evlerine gittiğinde mayalanmış kımız bile teklif etmiyor...

Bu gerçek: bayın tüm ailesinin ayakkabılarını Yereke dikiyor, ama bir kez olsun bile beş kuruş vermediler. Bir kez anlaması için imalarla konuşmaya kalkıştım:

-    Mahkemeye verip hakkını talep edebilirsin, - dedim.

Yereke:

-    Benim neyime lazım onların paraları? Allah’ın verdiği bereket ile kanıklanmak lazım, dedi.

Eşi sinirli sininrli:

-    İşte, işte...her zaman öyle diyor... dedi.

  Boş gezen insanlar çalışan kişinin yanında toplanıp durmadan konuşmayı

severler. Yereke’nin de aynı, her gün yanına toplanıp konuşardılar. Ben onlara katıldığımda hemen konuyu değişip benimle alay etmeye çalışıyordular. Bu kez de Tışkanbay bana bakıp kıs kıs gülüyordu:

-   E, öğretmen çocukları gönderdin, şimdi de geziyorsun, değil mi? Korkuyorum bayın evinde kaçacaksın, he?..

Bay evi derken okulu kastediyordu. Artık alışkanlığı olmuştu her beni gördüğünde okul hakkında sormakl. Tabii ki, de ben cevabını veriyordum, hemen Tışkanbay’ın üstüne sorular yağdırıyordum.

-   Hatırladığım kadarıyla tüm kış boyunca yazın çocuklar için okul kurmak lazım diyordunuz. İlkbahar geldi, sözününü tutmayacak mısınız, he?

Tışkanbay ciddi ciddi düşünceye daldı.

-   Evet, gerçekten, lazım! Bu baydan bıktım ben. Cehenneme kadar yolu açık, holünü de götürsün kendisiyle. Haydi hep beraber çözelim bu işi.

-   Birlikte olmak iyi. Birlikte her şey yapmak olur. Aulumuzda bayların ailelerinden başka yirmi aile daha var, hepsinin de okutacak çocukları var. Herkes katılırsa çabukça bu işi bitiririz, - Rahmet onu destekledi.

Herkes konuşmaya katıldı.

-   Eğer duvarları siz yaparsanız, çatıları ben koyurum! – Yereke teklif etti ve elindeki ipi öyle çekti ki, ip koptu.

-   İşte, işte...her zaman böyle... – sitemli sitemli eşi dedi, ipi yazık etti.

-           Auldaki yirmi fakir ailelerin arasından bunlar en çalışkanları ve işi bilenlerdir. Eğer bu işe ciddi yanaşırlarsa kolaylıkla yeni okul yapabilirler. Tışkanbay’ı biraz daha sıkıştırmam lazım galiba. Onu «Aul haberlerini» okumasına alıştırdım. Okul hakkında bir kez daha konuşurum onunla. Çocuklar eylüle kadar tatile çıktılar, ama bu o demek değil ki, aul öğretmeninin yapacak işi olmayacak. Bizim hiç bir şeyimiz yok, geleceğimizi düşünmemiz lazım. İnsanların bizi anlayıp öğretmenlere çocuklara eğitim vermekte yardımcı olmaları lazım.

-           Aulnaylardan biri baya gitmiş konuşuluyor. Gideyim öğreneyim, bakalım haberler ne».

 

«20 Nisan

      Apırmay, bu aulnay ile anlaşılmıyor! Bir kez bile olsun gazeteyi

zamanında teslim etmedi. Bir sayı sonra getiriyor. Ve böyle her zaman devam ediyor. Bazen ayırmadan tüm aulun gazetelerini bana gönderiyor. Herkesin gazetesi orada! Gel sonra da ayır insanların gazetesini. Sanki benim başka işim yokmuş gibi onlarla uğraşıyorum...

        Gazetelerin birinde uzun bir makalle vardı, başlığı  «Köy muhabirleri gerçeği yazmalılar». Diğerlerinin ne yazdığını bilmiyorum, ama ben hep gerçek olanı yazıyorum. Ama doğrusu benim yaşamıma yardım etmiyor. Mesela, geçen sene rençperini dövüp, sonra parasını vermeden evden kovan Rahimcan hakkında yazmıştım. Bundan başka Kokbaks’ın keyfiliğini yazmıştım, dul kadının elinden hayvanını aldıklarını yazmıştım. Hatta on dört yaşındaki kızını kırk yedi hayvan için satan Medeubay hakkında da yazmıştım...Ama sonuç yok. Gerçi söylentilere göre Medeubay’a polisler gelmiş, sorgulamışlar, ama bu olayı nasıl çözmişler bilmiyorum.  Eğer aul muhabirlerinin yazdıklarına önem vermeyip tedbir almayacaksanız, yazmaya insanın hevesi kalmaz...»

 

***

 

«20 Мayıs

Bugün çok sevinçliyim. Boş sandığım hayal gerçekleşiyor, okulun yapımı başladı. Tışkanbay beni çağırmal için adam göndermişt. Geldim ve baktım ki, insanlar toplanmış.

-    Öretmen bey, - diyorlar, - haydi müjdemizi ver. Görüyorsun: okul yapmaya başladık.

Başladık konuşmaya: nasıl bir okul yapacağız. Birileri: çimden yapalım diyor. Öyle daha çabuk olacakmış. Diğerleri tuğladan yapmak için ısrar ediyordular. Öyle de karar verdik. Auldaki yeniyetmeler ve işe yardımcı olabilen toplam yirmi kişiydik. Hepimiz başlasak dört gün içinde baya tuğla yapabiliriz. Ben yeniyetmelerle konuştum, her şeyi açıklayıp anlattım. İtiraz eden olmadı.

Bu işlerin sorumlusu olarak Tışkanbayı seçtik. Bazıları benim sorumlu olmamı istediler, ama ben Tışkanbay’ın olmasında ısrar ettim. Tışkanbay elinden geleni yapacak, güvenimizi hakkedecektir. O güvenilir yiğittir: eğer işe girişti mi - yapacaktır. Ben de tabii ki, boşuna oturmayacağım. Tatile bile çıkmayacağım. İnşada yardımcı olacağım. Eğer kışa kadar bu okulu yapıp bitirirsek, benim için bundan büyük sevinç olamaz.

Percereler, .er.eveler, söveler, kapılar, çatı için para topladık. Ben bir ayımın maaşını komple verdim. Yereke bir rusun ona yaptırdığı çizme için üç rubleyi verceğini söyledi. Zavallı çizmecinin verebileceği o kadardı...

Yazrın tuğlaları yapacakar. Ben de çalışacağım, çocukları neşelendireceğim. Mola zamanı onlara gazete, kitao, şiirler okuyacağım...»

 

***

 

«30 Mayıs

Aulnay toprakları bölmeye geldi. Toplantı yaptı. Ben de katıldım. Srım’ın evinin arkasında yaklaşık yirmi kişi toplandı. Onların yarısından çoğu bizim aulun adamlarıydı. Bizim meclisler on aulun sakinleri katılıyor. Her auldan beş temsilci geliyor, toplam elli oluyoruz. Ama Şolaksay ve Karıkbola köylerinden hiç kimse gelmemişti. Ama tüm aullar toplantısı böyle olur mu ki? Geçen sene de aullar toplantısı böyleydi, toplantıya iki – üç aulun temsilcileri gelmişti. Bizim bu aulnay (toplantıları düzenleyen) hiç bir işe yaramıyor, ağzı havada, beceriksiz, tembel, toplum işlerini de düzenleyemiyor. Ben böyle düşünüyorum.

Aulnay ile birlikte toplantı yapmak için bir öğretmen gelmişti. Onun hakkında kavgacı olduğu ve çocuklara hiç bir şey öğretmediği söyleniyordu. Geçen kış da tüm aulları başkan gibi geziyordu. Toplantıya bir tanesi daha katılmıştı, şişman biri. Bayların toprakların bölünmesiyle ne alaksı, anlayamıyorum?! Aulnay toplantıyı başlattı. Başkanlık divanı hakkında söz açmadı. Anons etti:

-  Otlakları ve arazileri böleceğiz. Bu arkadaş devam edecektir.

-           Aulnay bunları söyledikten sonra gülümsedi. Bu gülümsemenin sebebinin de ne olduğunu anlayamadım.  

-           Bu öğretmen müdür olmak istiyor anlaşılan. Kendinden memnun dosyasını açtı, bir şeyler arıyordu, nihayet tarağını bulup saçlarını taramaya başladı. «Konuşması» ise şuydu:

-           «Bizim topraklara şehirden bir memur gelmiş. Çok ciddi bir kazak! Aulnay bile korkuyor ondan. Bunun kadar sert birinin hayatımda görmedim diyor...işte o bir ay içinde arsaları bölmek istiyor.Arsalar hakkında bilgi toplamam için beni acil aullara gönderdiler...»

-           Bu temsilci öğretmenin eveleyip gevelediğinden hiçkimse hiç bir şey anlamadı. Şehirden gelmiş sert kazağın biziö arsalatla ne ilgisi var? Belki aul sakinlerinden daha fazla vergi mi istiyorlar? Yoksa bu aulnayların aklında başka kötü şeyler mi var?

-   Haydi bakalım, anlatın kimin nerede arsası var, - aullar toplantısının başkanı dedi.

-   Sen önce neyin ne olduğunu açıkla, - canı sıkılmış Tışkanbay dedi. – Ne yazacakmışız? Niye yazacakmışız?

-   Açıklanacak anlaşılmayan ne var ki? Herkes nerede ne kadar toprağı olduğunu yazacak, sonra kurul gelecek, kime ne kadar toprak gerektiğine karar verecek, - aulnay cevap verdi.

-   Tam olarak öğle değil. Ben gazete okuyorum. Orada bu konu hakkında başka tür yazıyorlar...

Tışkanbay bana baktı.

-   O gazetelerde – mazetelerde ne yazıyorlar beni ilgilendirmez. Ben bana verilen görevimi yapıyorum, - suratı asık şekilde aulnay cevap verdi.

      Anlaşılan Tışkanbay’ın bu konuyla ilgili aulnaydan da öğretmen – temsilciden de daha çok bilgisi vardı. fakat o her şeyi başkalarına anlatamıyordu. Anlamasına anlıyordu, ama düşüncesini açıklayamıyordu. Nasıl derler, dili kısa işte bu yüzden bana bakıyordu, yardım istiyor.

Ben konuşmaya başladım:

-   Konuşmanız küdük ve anlaşılmazdı. İnsanlar hiç bir şey anlayamadılar. Üsteli arsa bölme işi – çok zor bir iş. Bu bölmeyle devlet toprak kullanmakla ilgili olan tüm haksızlıklara son vermek istiyor. Devlet toprakları ömür boyu baylara bağlı yaşayan fakirlere vermek istiyor. Bunların hepsini sade insanlara ayrıntılı açıklamanız lazım. Acele edersek zarar görürüz...

Aulnay benim konuşmamı beğenmedi. Kül rengi aldı, kaşlarını çattı:

-   Benim ne yapacağımı ben kendim çok iyi biliyorum. Hiç kimsenin tavsiyesine de ihtiyacım yok!

Tuhaf biri...Ne hırçınlaşıyorsun?!

Burada toplantı bitti. Toprakları bölmek için komisyon seçtiler. Komisyondakilerin hepsi zenginlerdi. Aralarında Rahimberdi bay da vardı... bu komıiyonun hiç bir hayrı olmayacak. En iyisi ben başkana mektup yazayım. Toplantıyı, kural bozmalarını, işkenceleri anlatayım...»

 

***

 

«...Dışarıdan bağırışlar, gürültü patıltı duyuldu. Ne oluyor? Dospol ile Hasen kavga etmişler. Ben ve Tışkanbay onlara yaklaştık... dospol’u iyi haşlamışlar. Yüzü kan içindeydi. Ne oldu ki? Sebep buymuş: Dospol’un tahtadan havanı var, bu havanla o tütün kesiyor, sonra ufalıyor, çiğneme tütün yapıyor. Hasen tütünü inceltmek için yardımını teklif etmiş. Hasen yardım ettiğinde balta ile havanı kırmış. Bunu Dospol’un eşi görmüş, iki kez çocuğu vurmuş, çocuk ta ağlamış. Hasen kadına kızmış: «Çocuğu niye vuruyorsun?!». Kadına sövmüş. O anda Dospol kızmış. Ve...

-    O bizimle hep alay ediyor! – Dospol şikayet etti. – Benim Şırayla’nın eşi geldiğinde hayvan kestik, o ise tüm eti kendine aldı, bir kısmını bile vermedi bize.

Dospol ve Hsen akrabalar. Aslında kavgalarının sebebi havan değildi. Bu işte açıkgöz Nurpeis’in eli vardır. Aç kalabilir, ama insanların arasını bozmadan yapamıyor...

Duyduğuma göre Dospol aulnaya gitmiş. Anlaşılan şikayet edecekti, parasını isteyecekti. Onu üzenden intikam alacağına söz vermişti. Bir kuruşluk bile değeri olmayan ağaç oarçası için. Dospol galiba iki kuzusundan olacaktı. İşte açıkgözler fakirleri böyle kandırıyorlar.

Ah, avanaklar!..Ah, karanlık!..»

 

«20 Haziran

İnşa işleri devam ediyor. Çatıyı yapmaya başlamışlar. Jantak’a testere almak için gitmiştim, köy kenarından gidiyorum, bir de gördüm ki: at arabasının yanında Altınkul inek sağıyor. Beni gördüğünde hep geriliyordu, şaşırıyordu, ne yaptığını unutuyordu...Yanından konuşmadan geçtiğimde - küsüyordu. Yaklaşıp:

-   Sağımın bol olsun! Dedim.

-            Bol olmasın. Ben Tnımbay’a hayır istemiyorum, - o cevap verdi.

-   Niye öyle diyorsun? Yoksa hanım mı bağırdı?

-   Kim bize bağırmıyor ki? Allah bizi bunun için yaratmış, - Altınkul içini çekti.

O çok genç, yirmi yaşına daha yeni girdi. Yanakları elma gibi. Dili kılıç gibi keskin... Babası fakir biri, hayvan için kızını Tnımbay’a ikinci eşi olarak verdi. Altınkul kanlı gözyaşları döküyor. «Kendi yaşıtlatı ile evlenenlerin ne kadar mutlu olmaları lazım!» - kız hüzünle anlatıyor. Beni gördüğünde her kezinde onu Tnımbay’dan kurtarmam için yalvarıyor. Benim bunu yapacağımı umuyor. Ben ise hata yapıp onu  iğrendiği baydan kurtaracağıma söz verdim Peki...fena eş olmazdı. Sözlerimden vazgeçmiyorum, ama yapamayacağımı düşünüyorum. Şu an ben okulun kurulması ile meşgülüm. Benim daha çocukları öğretip eğitmem gerekiyor. Ben onları bırakamam ki. Benim evlenmem şüphesiz okul işlerini aksatır. Aynen Şanbay gibi olacaktım.

O zavallı da öğretmenlik yapıyordu, sonra auldan birinin eşini kaçırdı, kendisini okuldan atıılar, okulu ise kapattılar. Ben böyle bir riskli iş yapamam.

Ah, zavallı Altınkul...Bana o umut, yalvarış dolu, temiz gözlerine bakıyorsun ya...»

 

«25 Haziran

Okulu yapmaya başladığımızda baylar ve onların yanındakiler kötü kötü alay ediyordular: «İş yapmaya kalkışmışlar. Çok eğlenceli olacak!»

Ama gerçekten şimdiye kadar aulnayların haberi olmadan fakirlerin kendi başlarına kalkışıp iş yapmaları hiç duyulmamıştı! Ama işte ürkmedik, hep beraber okul yaptık. Bir tek baylar değil kendimiz bile inanamıyorduk. Okul mühteşem olmuştu: geniş, ışıklı üç ayrı ayrı odası vardı. «Bizim okulumuz! Bizim öocuklar bu okulda okuyacaklar. Haydi kızlar!» - Tışkanbay’ın eşi Ayşegül dedi, tüm gençleri toplayıp on gün sıvadılar, boyadılar, badana ettiler. Okulumuz bembeyaz oldu! Güneşin ışıklarında insanın gözlerini sevindiriyordu. Yoldan geçenler, gelip gidenler ister istemez durup okula bakıyordular...Ben o kadar seviniyorum ki, evde oturamıyorum, yemeğimi bile yiyemiyorum, okula gitöek istiyorum.

Gidip sınıfları gezeceğim, - kalbim seviniyor, sevinçten şakı söylemek istiyorum. A, evet, okulun açılma şerefine parti düzenlememiz lazım. Çocuklar lendi işlerini bitirsinler, hemen başlayacağız...

Okuldaki küçük, ışıklı, rahat odayı öğretmen için ayırdılar. Oda temiz ayna gibi ışıldıyor. Bugün okula girip, pencereden dışarı bakıyordum. Karşıda duran Alimbay’ın evini gördüm. Ev değil, canavar yuvasına benziyor. Bir zamanlar kibirli kibirli aul sakinlerine bağırıyordu, gururlu gururlu eşidi yokmuş gibi geziyordu. Şimdi ise bakacak bir şey yok, zayıflamış, tğrğtleşmiş. Doğru demişler: «Boyuna güvenme. Dev boylusuna rastlarsın – gözlerin yuvarlarnıt!» anlaşılan Alimbay da bunu anlamıştır. Boşuna son zamanlar sık sık içini çekmiyor...».

                   

 

                                                                   1928