Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

25.11.2013 1822

MUSTAFİN  Gabiden

Язык оригинала: ''Millioner''

Автор оригинала: MUSTAFİN Gabiden

Автор перевода: not specified

Дата: 25.11.2013

Millioner

 

Birinci Bölüm

 

1

 

Amangeldi kolhozunda geçen toplantı bayağı zamana uzadı. Halk içinde ağzını sıkı tutan kolhoz bekçisi Mamet dede bile söz aldı. Geveze Beysen ise iki defa sahneye çıktı. Tartışma tüm insanları ikiye böldü. Birileri Jakıp’ın taraftarlarıydı, diğerleri ise Jomart’ın.

Jomart: Jakıp’ımız küçük düşünür. Kendini beğenmişliğiyle bizi geriye çekiyor. Büyük amaçlara ancak büyük düşünmekle ulaşılır. İleri yoldaşlar, ancak ileri! Uzak yol büyük adımlarla ölçülür derler, bizim sizinle gideceğimiz yol ise çok uzun yoldaşlar!

Jakıp: Nereye fırlamak istiyorsun, çılgın? Önünde uçurum olduğundan haberin var mı?

Beysen Jomart’a: Sen önce Jakıp’ın aştığı tepelere ulaş!

Toplantı coşkun bir şekilde geçiyordu, fakat başkan Jakıp Otagası konuyu oylamaya acele etmiyordu.

Daha konuşursunuz doya doya, – dedi o ve sesinde alay mı takdir mi vardı belli değildi.

Kendi âlemine kapanmış gözleri yerde oturuyordu, ve sanki hem taraftarları hemde aleyhtarları aynı ilgisiz dinliyordu, ancak zayıf esmer yüzü kahvverengine yakın kırmızı oldu.

-           Jake1, nasıl bir kararda duralım söyle, - diye sesler duyuldu.

O anda Jakıp kalktı ve ağırbaşlı konuştu: “Oy çoğunluğuyla karar verilir. Yönetimin onayladığı planı kabul etmek için oy verecek olanlar el kaldırsın”.

Jakıp'ın yönetim adına önerdiği plan kabul edilmişti.

1 Jake —Jakıp’a saygı ile hitap

Jakıp toplantıyı bitirdi. Kendi başına kalırken yüzü somurtuk bir ifade almıştı. Toplantı onun tarafını tutmuşsa da, sıcak konuşmalar gölge bırakmıştı. Toplantıda olanlar içinde kaynıyor oturuyordu ki, Jomart büroya geldi.

-           Bana kırılmayın, - dedi Jomart başkana kararlı biçimde yaklaşarak, – ben ilçe belediyesine gider toplantı kararının onaylanmaması için her şeyi yaparım.

Jakıp ona sandalyeye otur hareketini yaparak:

-           Otur, az zamanını alacağım, - dedi.

Jomart uysalca oturdu. Biraz önce yapılan sıcak tartışmalar içinde küllenip soğumadı, kanın kaynaması yanaklarında görünüyordu. Jakıp’ın lafının bitmesini bekleyip gitmeye sabredemiyordu. Fakat Jakıp acele etmiyordu. Hareketsiz kalıyordu,  ancak parmaklarını çıtırdatıyordu. Sessizlik. Auldaki köpekler bile sustular (Kazakistan’daki köylere aul diyorlar - tercüman notu).

-           Ben elli iki yaşıma geldim, – nihayet başladı Jakıp. Somurtuk bir ifade hala yüzündeydi, hafifçe gözlerini kısıyordu ve her kelimesi net ve inandırıcıdıydı. – Bundan on beş yıldır kolhozumuzun başkanı olarak çalışıyorum. Kolhozu teslim aldığımda burda sadece otuz ev vardı, şimdi yüz elli. Hayvan sayısı otuz baştı, şimdi on bin, otuz hektar arazide ekim vardı, şimdi ise bin beş yüz hektar. Söyle, doğru mu diyorum?

-           Doğru, - çabuk cevap verdi Jomart.

-           O zaman nasıl bir küçük düşünür olmam konuşuldu burada? Nereden çıktı ki kolhozu geriye çektiğim?

-           Başarılık sadece geçmişle ölçünmez, başarı gelecekle de ölçülür.

Konuşma bıçakla kesilmiş gibi kesildi.

-           Anlaşamayacağız görüyorum. Öyleyse git ilçe belediyesine, - dedi nihayet Jakıp ve bürodan çıktı.

Aysız gökte yıldızlar pırıp pırıl parlıyordu. Gök ada artık başucunu geçmişti. Jakıp taze ayazlı havayı içine çekip çekip gidiyordu. Sessizlik, ayaklar altında sadece kar gıcırdıyordu. Geniş beyaz bozkır ortasında aul, sanki kundaklanmış bebek temiz beşikte üyüyordu. Jakıp hızını keserek dikkatlice etrafa bakınıyordu. Şimdi o, bebeğin yattığı beşik yanında duran anneye benziyordu. Her evin kurulması göz önünden geçiyordu. Ağaçlara bakınca çelik olduğu zamanlar göz önünden geçiyordu.

-           Bütün bunlar ortada yoktu, şimdi ise bak nasıl oldu, - diye düşündürücü konuştu Jakıp.

Evet, bütün bunlar göz önünde büyüdü. Kendisi de bütün bunların sorumlusuydu, her ufat tüfek şey ancak kendisinin anlayacağı anlamla doluydu. Kolhozunun eksiklikleri mevcut olmadığını içtenlikle düşünüyordu.

Bugüne dek hem kolhozculardan hem de hükümetten şükran duygusu hariç bir şey duymadı. Şan şeref tanığı olan iki nişan Jakıp göğsünde ışıldıyordu. Şimdi otoritesi sarsılmaz olduğundan emindi. Fakat endişesi onu bırakmıyordu.

Jomart’ın davranışı insanı şaşkına çeviriyordu. Jomart onun yardımcısıydı ve yakın arkadaşıydı. Neden ki birden Jakıp’ı anlamaz oldu?

Jakıp iyice düşünmeden hiç bir zaman hareket etmiyordu. Biçmekten önce bin ölçüyordu. Yıllarca biriktiği tecrübenin kusursuz olduğundan, sevgi ile büyütülen kolhoza eşit olacak başka kolhoz olmadığından emindi. Ve o yüzden kolhozu daha da yükseltmek gerektiğini söyleyen her biri onun gözünde cesaretle ama akılsızca aya atılan çılgın arslan görünüyordu.

“Böyle düşünceleri tutamazsan, - düşünüyordu Jakıp, - direk uçuruma düşegidersin!”

Kendi düşüncelerine kaplanmış o ansızın tökezledi. Eğildi ve kar altında bir tel kangalını bulup çıkardı.

-           İşe yarar, - diye, - demirhaneye götürmek üzere aldı.

Burada makineleri gözden geçirmek için durakladı. Tamiratı yapılmış olanlar biraz uzaktaydı, yapılmış olanların sayısı yapılmamış olanlara göre fazlaydı.

“İyi başa çıkıyor. Maşallah Ahmet’e, herşeyi yetişiyor”, - diye memnuniyetle düşündü.

Aniden kısık sesli bir horlamayı duydu. Jakıp horlamanın geldiği tahıl ambarına yöneldi, orada akranı ve arkadaşı olan kolhoz bekçisi Mamet’i gördü. Mamet mışıl mışıl uyuyordu. Jakıp sine sine yaklaştı ve uyuyan arkadaşına tüm ağırlığıyla yüklendi.

-           İmdat! İmdat! – bağırdı Mamet.

-           Pöf, şeytan! Eşek gibi anırıyorsun! – kalkarak söyledi Jakıp.

-           Çıldırdın mı yahu? Niye korkutuyorsun?

-           Mışıl mışıl uyuyorsun, bu mu senin yaptığın iş?

-           Yaa.. işte, uyuyakaldım, - utanarak aklanmaya çalışıyordu Mamet.

-           Evde uyumalısın, eski tembel!

-           Sen ise, eski eğlence düşkünü, geceleri aylak aylak dolaşıyorsun!

-           Tamam, bak başka uyuma, - söyledi Jakıp ve ahır kilidini kontrol ederek, yavaş yavaş binayı dolandı. Mamet onu takip ediyordu.

-           Toplantı nasıl bitti? - diye sordu o. – Ben gittim de siz daha kalmıştınız.

-           Nasıl bitecekti? Planımızı  kabul ettiler, – cevap verdi Jakıp.

-           İşte doğru. Jomart kendi sazını kendisi çalıyordu. Hem de nasıl! O küçük ölçümle düşünür ve kolhozu geri çekiyor olmanı söylemek... O-oh insan günahları! Kim o zaman bizim kolhozumuzu kaldırdı, söyle bakalım?

-           Önemli değil Mamet, gençliktir bu.

-           Ya Ahmet’e gelince, o da gençleşti mi? Yoook, onların kötü niyetleri var belli.

Jakıp hiç bir cevap vermedi, ayrıldı gitti. Mamet’in bahsettiği demirci Ahmet evinin yanından geçerken bugünkü toplantıda olmadığını hatırladı. Aceba hasta olmadı mı? - diye düşündü. Ev pencereleri aydındı ve Jakıp girip bakmak kararı aldı.

Yaklaşınca Jakıp kapı yanında bağlı bir atı gördü. Ahmet’in alaca kısrağını tanıdı, o terlemiş ve kırçla kaplanmıştı. Köpek havlamaya başladı, bunu duyunca Ahmet kapı önüne çıktı.

-           Kim o? - sordu o, - sen misin Jakıp? Hayırlı mı?

-           Her şey iyi, - sesli bir cevap verdi Jakıp, - sense zenginimiz, niye bu kadar atın canını çıkardın?

-           Oh, batsın bu zenginliğim, - mırıldandı Ahmet ve Jakıp’ı eve aldı.

Sofra hazırdı, ortada parlak semaver patır patır patırdıyordu. Ahmet’in karısı Zılıha meze getirdi ve herkese çay dökmeye başladı.

-           Bize acıdan birer yudum ver, – dedi Ahmet, – yoksa ben çok üşüdüm ve yoruldum.

Zılıha çıktı ve az sonra geri geldi, elinde açılmış votka şişesi bir de yağlı koyun eti lokması vardı.

-           Sanki ikinizin de morali bozuk, - güle güle söyledi o, - teselliyi bulmak için içiniz bakalım.

-           Niye ki zenginimizin morali bozuk? – sordu Jakıp. Zılıha cevabını yetiştirmeden Ahmet konuştu:

-           Batsın bu zenginliğim! Ona bakacak biri yok. Çocuklar daha küçük, biz de karımla birlikte sabahtan kolhozdayız, hayvanımız da çok. Yanında yürüyüp otlatmıyorsan kaybolması belli. Bugün de saydığımda bir tanesinin eksik olduğunu gördüm. Aradım aradım tüm bozkırı araştırdım ama nafile. Bulamadım. Bir kasırga mı götürdü şeytan mı, kimbilir.

-           Bulunur. Bir yerde dolaşıyordur.

-           Onun için demirhanemi bırakamıyorum, onun arkasından koşamıyorum. Salyaya bulaşmış suratlı hayvan, ne istiyor benden!

Jakıp şakrak şakrak gülüyordu:

-           Hayvana gücenilir mi?

Ahmet bir süre sessizlik içinde oturdu bir şey düşünüyor gibi, sonra aniden kararlı şekilde söyledi:

- Doğruyu bilmek istiyorsan, hayvana değil Jakıp, sana güceniyorum. İnek gitmeseydi bile yine ben ve karım huzursuzuz. Bu hayvanlar huzurumuzu ve rahatımızı tamamıyla aldı.

Jakıp gülmeye devam ediyordu.

-           İnsanlara birşey beğendirmek zor! Zengin oldu -  memnun değil, zengin olmasaydı – kesin memnun olmazdı.

-           Dur bekle, - sözünü kesti Ahmet. – Sen beni anlamıyorsun. Kolhoz kalkındı, zenginleşti. Fakat bu zenginliği doğru mu yönetiyoruz, sen söyle!

-           Ne istiyorsun açıkla bakalım, seni anlamıyorum.

-           Söylerim. Dinle. Biz paralarımızı tasarruf sandığına koyuyoruz ve gerektiğinde alıyoruz. Tahvilleri de emanete koyuyoruz ve bunun için ödeme yapıyoruz. Neden ki bizim çiftliğimiz de öyle yapmıyor? Çiftlik, çobanları işe alsın, bu çobanlar sürü baksın, otlatsın, yetiştirsin, biz de bunun için para ödeyelim.

-           Aman Allahım! Ne söylüyor bu? – şaşırdı Zılıha ve kendini yanağından çimdikledi.

-           Bunlar Jomart’la birlikte bir adımla komünizme atlamak istiyorlar, - cevap verdi Jakıp.

-           Canım, senin aklın ermiyor, - öfkeli öfkeli söyledi Ahmet, - sen

kendi malının kölesisin. Edinmiş mal sevindirmeli, bizim bu maldan ancak  koşuşmalarımız arttı. Mal edinmek için ıstırap çekmek, sonra edinip de eziyet mi çekmek? Buna gerek yok.

Sustular. Ahmet yine kadehleri doldurdu. Yan odada çocuk ağlamaya başladı, Zılıha onu sakinleştirmeye gitti. Döndüğünde Ahmet kestiği lafa devam etti:

-           Siz hepiniz benimle alay etmeyi seviyorsunuz, bana kolhoz zengini diyorsunuz. Ama haberiniz olsun ki, benim sizinle şu an paylaştığım düşüncelere zenginllik öğretti.

-           Belki bu düşüncelere Jomart öğretti? – ansızın konuşmasını kesti Jakıp.

Ahmet Jakıp’a endişeyle baktı ve devam etti:

-           Yarın ne yapacağımızı düşünmeyi Jomart değil kolhoz hayatımız öğretti. Jomart’a gelince, o da fayda getirebilecek çok şey önerir. Şimdi çocuk ağlayıverdi de aklıma hemen Jomart geldi. Doğru söylüyor, çocuklarımızın eğitimini hala ayarlayamadık diye. Bak ama ne kadar lazım! Bizim çocuklar için kreş ve çocuk yuvasını cennet haline getirebilirdik. Diğer konuya gelirken de kolhozumuzun elektriğe geçme vakti çoktan geldi.   

Elektrik hem döver, hem çabuk yemek hazırlatır, hem de inek sağırır. Niye ki hala elektriği yararımıza kullanmıyoruz? Jomart’ın söyledikleri hoşuma gidiyor.

-           Bitirdin mi? – sordu Jakıp, kendini zor tutuyordu.

Zılıha Jakıp’a bakıp ne halde olduğunu hemen anlamıştı.

-           Ay, yeter artık, - usulca fısıldadı eşine.

-           Sustum, - diye cevap verdi Ahmet.

O zaman Jakıp da söz aldı:

-           Böyle bir deyim var “koyun kendi yağından eziyet çekiyor” diye. Ben böyle koyunu görüyorum işte. Sen zenginlikten eziyet çekiyorsun. Ya-a sayıklıyor musunuz hepiniz? Sen benden ne talep ediyorsun, bugünden sana komünizm mı saptayayım? Yapılabilecek ulaşılabilecek amaçları koymak gerekir. Geri dön ve on beş yıl öncesinde neyin olup olmadığını hatırla. O zamanlarda evine atı kim çevirdi? Sen çok kurumlandın. Biz zaten standart adımlarla değil tırıs gidiyoruz. Dörtnala geçersek yere serilmek olanağı da var... Yürüyüşümüz yavaş ve emin olursa dağı yakinen aşarız.

-           E-e-e, - diye çekti Ahmet. Seninle aynı yılda doğdum, birlikte büyüdüm fakat hala tanımadım gibi çıkıyor. Senin çelik olduğunu, parçalanmayıp ancak bükülebilir olduğunu düşünüyordum, sen ise kırılgan dökme demir mi çıktın...

Zılıha hayretinden ne yapacağını şaşırdı.

-           Ama da rezalet, - zorla söyledi o, - tüm hayat boyunca birbirinize gönül kırıcı söz söylmediniz, şimdi size ne oldu? Şakalaşıyor musunuz böyle yoksa ciddi mi konuşuyorsunuz?

-           Şaka mı ciddi mi konuştu Ahmet, ama birbirimize içimizde birikmiş olanları söyledik, - dedi Jakıp ve kalktı.

Zılıha daha fazla mahcup oldu:

-           Zilkara, otursana daha... (Zilkara siyah taş demektir, yüzü esmer huyu sebatlı olduğundan Jakıp’a şakalaşarak böyle diyorlardı).

-           Yok Zılıha, artık saat üç oldu. Karımın gözleri yollarda kalmıştır artık,— söyleyerek kapıya yaklaştı Jakıp.

Toplantıdan sonra geveze Beysen Jakıp’ın karısı İrısjan’ı uğurlamaya gitti, yolda başladığı konuşmaya devam ederek evlerine girdi. Mutfakta at eti pişiyordu, onun iştah açıcı kokusu Beysen’in burnunu gıdıklıyordu. Fakat Jakıp hala dönmez olduğundan eti kazandan çıkarmıyorlardı, Beysen de durmadan konuşmaya devam ediyordu.

-           Jomart’ın gözü nerede olduğunu anlıyorum, – söyledi o.

Suskun ve sanki umursamazlıkla konuşmaları dinleyen İrısjan Beysen’in böyle dediklerinde kulağını açtı:

-           Peki neredeymiş?

-           Nasıl nerede? O, başkan olmak istiyor.

-           Nerden çıkardın bunu şimdi?

-           Baymaken’in toplantıda ne dediğini işitmedin mi sen? “Jakıp kolhoz ayağında köstek oldu”, – diye söyledi. Böyle dedikçe de kimi Jakıp’ın yerine oturtmak istiyor, söyle bakayım? Tabi, Jomart’ı!.. Bak sen, Jakıp Baymaken’e ne kadar iyilik yaptı! Belki de hiç kimseye o kadar yapmamıştır! Baymaken cephedeyken Jakıp onun ailesine ne kadar yardım ettiğini söylemiyorum hiç, o bir kenara. Baymaken askerden döndüğünde, Jakıp ona inekle buzağı ve otuz pud ekmek verdi. Fakat doyan biri haddini bilmez oluyor ve tüm iyi şeyleri unutuyormuş...

İrısjan daha fazlasını dinlemiyordu. Onun sarımsı buruşuklarla kesilmiş yüzü karardı. Kaşlarını çatarak kalktı ve sofrayı hazırlamaya başladı. Beysen çürük tahtaya bastığını fark ederek sıradan haberlere geçti. Beysen’in hep bir sürü haberi vardı. Kimin ineği buzağıladığını, kimin şehirden neleri satınalıp getirdiğini, kimin misafiri olduğunu herkesten önce biliyordu.

-           Baymaken’in karısı da hamileymiş, - birdenbire söyledi Beysen.

İrısjan elinde olmayarak gülümsedi:

-           Yine gevezelik yapıyorsun ahlaksız seni!

-           Vallahi gerçektir! Bugün eşime geldi, eşki peynir istedi.

-           Yeter dedim, yakışmıyor sana bu yaşında.

-           Ne demek yakışmıyor? Ben küfretmiyorum ki, dedikodu da yapmıyorum.

Bu arada konuşmalar kesildi. Yan odadan Janat çıktı. Yetişkin bir kız, ailede tek bir çocuk, sadece sevimli kız değil, sevimli oğul yerineydi, şeref misafiriydi. Yorgun gözüküyordu, kitaplarla uzun süre çalıştığı belliydi. Frenküzümü gibi ciddi kara gözlerle annesine ve Baymaken’e bir bakıp odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.

Işık şu anda sadece onun için parlıyor gibiydi. Abajur akisi Janat’ın pembe yanaklı beyaz yüzünü daha da açıyordu ve sağ yanağındaki koyu beni daha da füsunkar görünüyordu. Bazen o, kırlangıç kanatları gibi birbirinden uzak çizilmiş siyah kaşlarını çatıyor ve yüksek alnında kırışıklıkları üşüştürüyordu. Ellerini erkekler gibi arkasında sıkıp ince parmaklarıyla dizlere kadar düşen örülmüş saçlarında gezdiriyordu.

Yüzünün uzunumsu şeklini ve ince düz burnunu annesinden aldı, derisinin beyazlığı ve kara gözlerinin saydamlığı ne babasına ne annesine benzeyerek özgü caziplik yüzüne katıyordu. Yürüyüşü ağırbaşlıydı, tıpkı babasının gibi. Karakterinde hem annesinden hem de babasından çizgiler vardı: bazen sert bazen yumuşaktı, bazen fazla ciddi bazen neşeli ve gamsızdı. Janat yirmi bir yaşına girmişti. Yaşına göre daha eğitime devam etmeliydi, fakat o bir yılda iki yıllık kursunu geçti. Enstitüyü bir yıl önce bitirerek geçen sonbaharda öz Amangeldi kolhozunda ortaokul eğitim bölümünün müdürlüğüne seçilmişti.

Janat kendine de titiz davranan bir insandır. Şimdi de örneğin gece yarısını bile geçtiğine rağmen masasından yeni kalktı, heyecanlı  düşüncelere kaplıydı. Bir bakıştan kızını anlayan annesi, kızın düşünceliliğini bozmadan onu sessiz izliyordu. Beysen bile dilini tuttu. Janat saate baktı.

-           Jakem niye bu kadar geç kalıyor? – kendi kendine sordu o.

Kolhozda Jakıp’a adını kısaltarak saygı ve sevgiyle ‘Jake’ diyorlardı, Janat da son zamanlar ona Jakem demeye başladı, ‘benim Jakem’ anlamında.

Janat’ın sorusu direk kimseye sorulmamışsa da İrısjan alçak sesle cevap verdi:

-           İşinin bittiğini kim gördü ki?

Jakıp’ın üç odalı evinde bu konuşmanın yapıldığı orta oda en büyük odaydı, sadece yemek odası değil aynı zaman misafir karşılama odasıydı.

Bu eve adamlar çok sık geliyordu. Odada, başka odalara geçiş için yer bırakılarak duvarlar boyunca alçak kerevet yapılmıştı. Kerevet üzerinde süyunduk işi desenli keçe ve Alma-Ata halıcı kızların hünerli elleriyle nakışlamış büyük ağdalı motifiyli halı döşenmişti. Kerevet üzerinde keçeyi ayakkabılarla kirletmeden oturulabilirdi.

İrısjan sofranın bulunduğu kerevetin içinde şerefli yerine yakın bir yerde yerleşmişti. Janat onun yanına gelip yerleşti ve elbisesini buruşturmamaya çalışarak ayaklarını uzattı. Elbisenin alçak yakasında çıkan beyaz boynunu çevirerek annesine dikkatlice baktı. Bu bakışta şefkat ile sevgi parlıyordu. Bu bakış çocuğunun annesine bakışı değil annesinin sevimli çocuğuna bakışıydı. Ve doğru, bazen Janat annebabasına anne gözüyle bakıyordu, sanki onlar kendisinin çocuklarıydı. Tabi, annebabası artık uzun hayat yolu geçmişler, fakat ileride zor ve denenmemiş bir yol daha vardı. Janat onlara bilgilerin ne kadar yetmediğini görüyordu ve kendisinin bildiği herşeyi onlara hep aktarmaya çalışıyordu. Janat Jakıp ve İrısjan’ın gururu ve tesellisiydi.

Annebabası da Janat’a küçük çocuğa gibi özenle bakıyorlardı, onu daha genç, tecrübesiz sanıyorlardı ve kendilerinin yaşadığı o acı günleri görmediğine şükrediyorardı.

Üyeleri birbiriyle iyi geçinen bu ailede birçok konular sesli olarak  söylenmiyordu, çünkü bu ailede keyifler ve istekler dudak veya kaş hareketlerinden seziliyordu. Şimdi de annesine yönelen okşayıcı dikkatli bakışında Janat annesinin huzursuz olduğunu anlamıştı. Annesini çenesinden tuttu, yüzünü kendine dorğu çevirdi ve gülümserek sordu:

-           Neyin var anne?

-           Hiiiç, - dedi annesi.

-           Sana birşeyler çalmamı ister misin?

-           Peki, çal...

Janat çabuk kalktı ve kendi odasına girdi, biran sonra odasından piyano sesleri duyuldu.

-           Geç kalıyor... – alçak sesle söyledi İrısjan ve kalktı.

Mutfağa çıktı ve döndüğünde bir tabak pişmiş et getirdi. Kerevetin bir kenarına uzanan Beysen başını yukarı kaldırdı. Davet beklemeden o, kalkıp iyice ellerini yıkadı ve oturup eti maharetle doğramaya başladı, doğradığı her iki parçadan birini ağzına gönderiyordu ve aynı zamanda durmadan konuşmaya devam ediyordu.

-           Janatjan’ın bahtını ne zaman ayarlayacağız? – sorarak yanakları  oynuyordu, eti çabuk çabuk çiğniyordu.

-           Sen uygun bir damat mi buldun? – alaylı alaylı sordu İrısjan.

Beysen alay olduğunun farkına varmadı.

-           Jomart’ı iyi görüyor sanki... – devam ediyordu o. – peki Jomart iyi bir yiğit. Bu işi yoluna koymak iyi olurdu.

-           Oh, sen var ya sen! İkinci eşi olacak mi onun?

-           Alma ile artık yaşayamıyor. Onların genç hayatları mahvedilmiştir.

-           Neler konuşuyorsun sen! Janat ve Alma iyi arkadaştır, iç içe yaşıyorlar. Benden hariç kimse duymasın laflarını – kızgınlıkla söyledi İrısjan.

O ne dediğini biliyordu. Janat ve Alma bir aulda yetişip bir annenin iki kızı gibi yakın, çocukluktan beri arkadaş olup birlikte okumuşlardı, birbirine sırlarını açmışlardı, en gizli düşüncelerle paylaşmışlardı.

-           Janat, Alma hakkında senin ne dediğini öğrenirse, – Beysen’e sert bakarak ekledi İrısjan, - evimize artık burnunu bile sokamazsın!

Beysen bu evde sık sık misafir oluyordu ve mahsus gibi hep yemeğe rastlıyordu. Jakıp tembelleri sevmezdi, fakat Beysen’in samimiyetini bilerek tembelliğine sitem etmiyordu ve bazen onu hatta çağırttırıyordu, haberlerini dinleyerek gülmesine doyuyordu. Gündüz Jakıp’ın vakti olmadığından Beysen genellikle akşamları geliyordu. Bugün ama Jakıp her zaman geciktiğinden daha da fazla gecikti, Beysen onu görmeden gitti.

İrısjan Janat’ın odasında müzik dinlediği sürece dışarıda kar gıcırdadı ve Jakıp metin adımlarıyla eve girdi. Janat babasını karşılamaya çıktı. Ona soyunmaya yardım etti ve giysisini astı.

-           Niye böyle geçe kaldınız? – diye babasına sordu.

-           Hep işler... Bir de dönerken şu kibirliye uğradım ve oturakaldım, - cevap verdi Jakıp.

Janat babasının kibirli dediği kim olduğunu tahmin edebildi fakat şaka mı ciddi mi söylediğini anlayamadı.

-           Ben yemeyeceğim, bana yastık getir bakalım, - diye söyledi Jakıp yemeği getirmeye hazır eşine.

            Janat babasına bakıp onun üzgün olduğunu hemen anlamıştı. İrısjan eşine yastık getirdi ve önemli bir şeyden bahsedeceğini bekleyerek kalktı. Jakıp elleriyle yüzünü ovaladı, yastığa dayandı ve Janat’a baktı:

-           Janatjan, uykun geliyor mu senin?

-           Yok.

-           Peki sen kocakarım, uykunu kestirdin mi?

-           Yok, tembel Beysel’in çenesinden kestiremedim. Yeni gitti.

-           O sana bir sürü haber kesin anlatmıştır. Peki, haberlere doymuşsan git uyu. Sen ise Janatjan gel bakayım buraya.

Janat babasının yanına çekildi. Jakıp onun saçlarını sıvazlayarak ve ara sıra alnından öperek suskun oturuyordu. Kızından memnundu ve onun için kadere sükrediyordu. Bilhassa bugün gibi günlerde ağır düşünceler huzurunu kaçırdığında kızına daha da müşvikti. İrısjan eşinin bu alışkanlığını ezberlemişti artık ve uyumayı çok istediğine rağmen endişelenip gitmiyordu.

-           Ama da zamanlar geldi! – nihayet laf açtı Jakıp. – Herkes ayağından ısırmaya hazır. Mücadele etmek için gücüm yeter mi aceba? Başımı korumak için sabrım yeter mi? Akıl insana gençlikte verilir kızım, kendi fikrini sen söyle. Sen de kocakarım bu hayattan çok anlıyorsun, sen de buna ne dersin?

Cevap hemen gelmedi. Sessizlikte büyük duvar saati belirgin biçimde tik-tak seslerini çıkarıyordu. Jakıp yastığına dayanarak yatıyordu ve asılı lambanın şahane bezeğini dikkatle gözden geçiriyordu. Sorularına kendi kendine cevap vermiş gibi görünüyordu.

Nihayet Janat konuşmaya başladı:

-           Neden bahsettiğinizi anlamıyorum. Kim ayaklarınızdan ısırmak istiyor?

Jakıp kızına cevap verene kadar İrısjan tutunamadı ve söyledi:

-           Anlayamadın mı kızım bizim Jakemizi? Kendisi ve Baymaken hakkında söylüyor o.

-           Jakemizi neden suçluyorlar aceba?

-           Babanın ne suçu olabilir ki! Öfkeleniyorlar sadece. Biri başkan olmak istiyor, diğeri de onun yardımcısı herhalde.

-           Neyse, bunu herkes istiyorsa öyle olsun, - cevapladı Janat. – Çoğunluk onları seçerse onlar olsun. Nasıl bir mücadele veya dargınlık sözkonusu?

-           Yok ya, siz başka konuya çevirdiniz, - diye konuşmalarını kesti Jakıp. Yastığından kafasını bile kaldırdı ve kaşlarını çattı. Rütbe için tartışacak mıyım? Başkan olmak isteyen başkan olsun, ben bekçi de olabilirim. Önemli olan bu değil. Seni sevdiğim gibi Janatjan, gözümün nuru, kolhozumuzu da öyle seviyorum. Ben onu yetiştirmiştim, şimdi de bu kolhozumuzun güçlü kuvvetli olduğunun zamanı geldi. Söyle bakalım Janat, kendine layık olmayan bir arkadaş bulursan veya yanlış bir hayat yolundan gidersen kendimi iyi mi hissedeceğim? İstekleri olgunlaşmamış olup düşüncesizce ve ihtiyatsızca hareket eden insanlara dizginleri nasıl teslim edeyim? - Bu daha da zor! Terziyi sövmek için kumaş biçmeyi bilen biri olmak zorunlu değil. Hazıra duacı çok olur. Fakat bunlar davetli misafirler mi? Birini bir uğratıversen güceniyorlar, özeleştiriye yol vermiyorsun diyorlar. Kendi başımı mı düşünüyorum? Şöhreti mi merak ediyorum? Ben geleceği düşününce korkuyorum, aulun olacak halini, yeni alemi... kolhozda şu an mevcut zenginlikleri biz uykuya doymadan gece gündüz çalışarak emeğimizle kazanabildik!

Jakıp sustu. Janat biraz gülümseyiverdi, yanaklarında gamzeler gözüktü ve hemen kaçtı. Jakıp gülümsemesini farkedince

-           Ne dersin kızım, yanılıyor muyum sence? – diye sordu o.

-           Yok, haklısınız, Jakem, devam edin. Fakat fazla kıskanır olduğunuzun farkına varıyor musunuz?

-           Olabilir... Hayatımın en güzel yıllarını kolhozumuza bağışladım. On yedi yıl kolhozdayım, bundan on beş yıl başkan olarak. Bunlar hayatımın en verimli yıllarıdır.

Şimdi de emek neticelerini görüyorum. Nasıl kıskanç ve ihtiyatlı olmayayım?

-           Böyleyse neden heyecanlanıyorsunuz? Veya bugünkü toplantıda sizi çok eleştirdiler mi yoksa? Ben hiç bir şeyi bilmiyorum ki. Meşguldüm da toplantıya gidemedim.

-           Ben eleştirileri duymaya alışkınım. Fakat eleştiri de farklı olur.

-           Ne söylemişler ki?

-           Sonunda doğru konuştular. Doğru karar aldılar – planı onayladılar. Fakat Jomart ve Baymaken benim “küçük düşünür” olmamı, “kolhozu geriye çekiyor” olmamı bağırıyorlardı. Onlar ilçe belediyesine gidip kararın iptalini elde etmek istiyorlar, kolhozdaki bütünlüğünü bozmak istiyorlar.

-           Doğru bir kararı kim iptal eder ki? Gerçek bütünlüğü kim bozabilir ki?

-           Beni anlamıyorsun. Senin Jaken için ağır olan bu değildir. Kararın iptal edilmesini elde edemezler zaten biliyorum ve kolhozun bütünlüğünü bozamazlar. Fakat küçük düşünür olmam ve kolhozu geriye çektiğim ifadeleri duymak zor. Onlar bilinçli adamlardır canım, benim neyin ne kadar yaptığımı nasıl görmüyorlar? Veya görmek mi istemiyorlar? – üzüntüyle söyledi Jakıp ve sustu.

Janat babasını nihayet tamamıyla anladığı gibi gözüküyordu. Babası kendisini endişelendiren konuyu net söylemediyse de Janat aklından ne geçtiğinin farkındaydı ve şoyle dedi:

-           Görüyorlar mı görmüyorlar mı – gerçek işi saklayamazsın. Sizin işinizi halk defalarca takdir etmişti. Tabi, kıskanç ve ihtiyatli olmamak mümkün değil. Tek bir şeyi söylememe izin veriniz Jake...

-           Söyle canım, söyle!

-           Bizim kervanımız tarihin ilk dağını aştı ve bunun yönetmeni sizdiniz, fakat bundan sonra yeni yol açılıyor ve şimdi tüm yükleri yeniden yüklemek gerekir. İlk dağı siz şerefle aştınız. Şimdi yeni yola kendimizi uydurmak lazım, eski maharetler yaramıyor artık, bunlarla gerçekten herşey durur. Hakkınızda söyledikleri gibi “küçük düşünmekle bizleri geri çekmek” tehlikesi sizi tehdit edecektir. Aslında bundan korkmak lazım. Jomart yenilikleri uydurmakla aşırılığa kaçıyor mu, bilmiyorum. Bunu iyice incelemek lazım. Benim herşeyi inceleyip yargılamamı ister misiniz?

-           Çok basitsin sen Janatjan, - diye cevap verdi Jakıp ve omuzuna dostça şaplaklar indirdi. Babayla bahse girip de hakem olarak oğlusunu seçmeyi nerede gördünüz?

-           Adalet ve bilgiye hiçbir şey engel olamaz. Belki adalet ve bilgimin yetersiz olduğunu sanıyorsunuz? – diye sordu Janat ve gülüverdi.

Rrt

-           Yendin beni, önerini kabul ediyorum,  gözümün nuru, - söyledi Jakıp ve kalktı.

 

3

 

Ertesi gün Jomart erkenden ilçe belediyesine yol aldı.

Yirmi altı yaşında olup Jomart, hiçbir engelden korkmuyordu, hayat onun kendine fazla güvenliğine artık iki defa darbe indirmiş olsa da o, kendinin zayıf yanı olmadığını sanıyordu. Tarım enstitüsünü tamamlayarak Jomart ana yurduna döndü. Önünde tüm kapılar genişçe açılmıştı. Fakat Jomart’ın ilk adımları bile bir şaşkınlığa uğrattı. Genç tarım uzmanı ilçe yürütme kurulunda yönetici olarak çalışmaktan vazgeçip kolhoza dönmek istediğini ifade etti. Amangeldi kolhozuna başkan yardımcısı olarak işe girdi. Toplumsal faaliyet arzusunun gerçekleşmesine ilk adımdı bu, gönlünün elma bahçesi de Alma idi. Beş yıl devamında kalp gölgesinde bu bahçeyi yetiştirerek, sevgiye ümit besliyordu.

Jomart Alma ile Alma-Ata’da tanışmıştı. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Alma’nın annesi vefat etti, biraz sonra da babası cephede can verdi. Kız Alma-Ata’ya gitti. Orada konservatuvara girdi ve keman sınıfından mezun olarak geçen yıl kolhoza Jomart ile birlikte döndü. Jomart, Alma’nın yüreğine ebedilikle sahip çıkmakta hayatının saadeti olacağına inanıyordu.  Ve tam bu zamanda kader ona umulmadık şekilde dehşetli bir darbe vurmuştur.

Evlendiklerinden az sonra Alma, uçakla Alma-Ata’ya gitti. Uçak kazaya uğrayıp yangına esir oldu. Bu kazada Alma sağ kalabildi fakat uçakta oluşan ateş gözlerini yaktı. Yarım yıl devamında hastanede yattı, ancak görme kabiliyetini maalesef ebediyen kaybetti. Biraz önce Alma geri geldi. Böylelikle Jomart’ın bir elinde saadete, diğer elinde de derde sahip oldu. Kader birden her ikisini sunarak ürkütücü gözlerle bakıyor ve “Hadi bakalım, ne yapacakmışsın?” soruyor gibi oluyordu.

Bu korkunç dert yanında Jakıp ile tartışmalar hayat yolunda ona ancak ufacık bir tümsek görünüyordu. ‘Bana engel olursa üstünden geçerim’ diye Jakıp hakkında düşünüyordu Jomart. Fakat toplantı Jakıp’ın tümsek değil de kök salan yüzyıllık bir meşe olduğunu gösterdi. Evet, dün hayat Jomart’a sanki “Keyfince hareket edersen bak bana!” söylemiş gibi tehdit ederek onun alnına tekrar bir fiske vurmuştur. Ama bu darbe da yiğidi diz üstüne indiremedi.

Hayal denizine dalmış gidiyordu, gözleri inatla parıldıyordu, hiç bir güç amaç koyduğu yoldan onu kıvırmaz olduğu görünüyordu.

Gözün görebileceği kadar etrafta geniş beyaz çöl vardı. Kar derindi ve Jomart beyaz deniz arasında tek kendisi olduğunu sanıyordu. Bakımlı at açılmış yolda hafif kızağı mevzun mevzun sallandırarak hızlı götürüyordu. Sonsuz çöl ve at koşması Jomart’ın düşüncelerini heyecanlandırıyordu.

-           Her şeyimiz olacak! Her şeyimiz! – beklenmedik sesli şekilde kendine söyledi o.

Ve koyu boz at onun ani sesinden korkup ileri atıldığı zaman, Jomart uyanmış gibi oldu. Etrafa bakınca uzakta insanları atlı hem de atsız yaya olarak çölü geçtiğini gördü. ‘Kar biriktirmesi’ – kavradı Jomart, kimi yerlerde biriktirilen kardan yapılan setler görünüyordu. Düzlük büyük kürtünlerle kaplıydı, insanlar da bu kürtünlerde bir görünür bir görünmez oluyordu. Dalgalardaki kayık gibi de görünen de kaybolan tarla bakımı ekip başı Baymaken kayak üzerinde çabuk çabuk koşuyordu. Jomart’ın hizasına gelerek kazıkların yanında koşa koşa gitmeye başladı.

- Yolun açık olsun, Jomart.

- Amin, sözlerin gerçekleşsin.

- Konuyu yorumsuza bağlamak lazım, askerlikte gibi.

Jomart Baymaken’e göz ucuyla bakarak gülümsedi. Fakat Baymaken bunu farketmedi. Mamafih bugün o hiçbir şeyin hatta pek şiddetli soğuğunun farkına varmıyordu, kulaklıklı kalpağı çözülmüştü, yüzü olgun elma gibi kıpkırmızıydı.

-           Sigara içelim mi? – önerdi Jomart.

At bu sözlerini beklediği gibi hemen durdu.

-           Bu adamlar cephe için tüm gerekeni sağlamışlardı, - şaşırıyordu Baymaken. – Savaştan sonra niye böyle şımarmışlar?

-           Dediklerini mi yapmıyorlar?

-           Yok yok, her şeyi yapıyorlar, ama uyuşuk haliyle, burada disiplin zayıftır. Emredersen yaparlar fakat iyi, uygun ve zamanında olmayabilir. İşin yazgısını kesin uygulama saptar. Askerlikte komutan ne söylerse kesindir, burada bambaşka bir şey. Ben disiplini talep ediyorum, Jakıp ise her şeyi kendi keyfine göre yapıyor.

-           Yine işine mi karıştı?

-           Evet işte, dün geveze Beysen standardı tamamlayamadı, karısı tamamladıysa da yaptığı kar seti gereken yüksekliğe göre alçaktı.

Ben ikisini de kovdum, emekgünü olarak kaydetmedim. Bugün ise Jakıp geliyor ve söylüyor: “Sen bu adamları mahvetmek mi istiyorsun? Olmaz böyle, insanlara akıl öğretmek lazım.” Yani, ayaklarda köstek gibi bu Jakıp.

Jomart tutunamadı, gülüverdi.

-           Senin yorumladığın noktadan bakarsak ben de melemeyim...

-           Sen başkasın. Senin hem sezgin, hem de bilgin vardır. Bir de gençsin, gençlerimizin düşünceleri aynıdır. Örneğin, senin planın zihnime sağlam şekilde girdi, sanki kendim düzenledim onu. Planını mutlaka onaylat. Kolhozumuzu bir yıl içinde ayağa öyle bir seviyeye kaldırırız ki...

-           Bakarız, - itidalle söyledi Jomart ve zıvanalı sigarayı bitirip kızağa oturdu.

Baymaken kendini Jomart’ın yakın arkadaş olduğunu sanıyordu, fakat Jomart yolda aklına gelen düşüncelerinin hiç birini onunla paylaşmamıştı. Baymaken çabuk düşünen, bundan iki kat çabuk işi yapan biriydi. Karakteri açıktı, konuşmaları kimi zaman sertti. Beş yıldır cephedeydi, sert disipline alışmıştı. Ona kalsa kolhozda bir gün içinde askeri disiplini saptar. Disiplin saptama yolunda ne Jakıp ne de kolhozcular ona müzaheret göstermiyorlardı. Onu pek sevmiyorlardı, Baymaken tarla ekibi başı görevinde ancak Jomart’ın ısrarıyla kalmıştı. Jomart’a gelince o da içinde Baymaken’den hazzetmiyordu. Jakıp yavaştan alıyor bir adamsa, bu fazla aceleci ve mızmızdı, - düşünüyordu Jomart. Şimdi ise Baymaken’in sürati Jomart’a çok daha uyuyordu, - o yüzden Jomart Baymaken’in eksikleriyle ara bulmaya çalışıyordu.

Kızak yine beyaz çöl üzerinden kaydı ve Jomart Baymaken’in arkadan bağırdığını duydu:

-           İlk önce ilçe kuruluna gir! Yermekov Jakıp’ın taraftarıdır!

Yesjan Yermekov İlçe Yürütme Kurulu Başkanıydı. Jomart kendisi de ilk önce İlçe Yürütme Kurulu Sekreteri Satan Saginbayev ile görüşürdü ancak bunu Yesjan nasıl karşılayacağını bilmeyerek ilk önce İlçe Yürütme Kurulu’na girmeye karar verdi. Şehire yaklaşınca yine şüphelenmeye başladı. Onun gözüne yeni gelen birine olarak ufak tefek şeyler çarpıyordu, yerel sakinler bunlara alışarak artık farketmiyordu. Bu ufak tefek şeyler Jomart’ın asabını bozuyordu. Kıyısında şehrin yerleştiği Kara Nuru nehri üzeri köprüden geçtiğinde Jomart’ı götüren atın bir ayağı köprüdeki tahtalar arasındaki boşluğa az kaldı düşecekti.

- Ama da sahip olmuşlar! – öfkelendi Jomart. Böyle giderse ilçedeki tüm atlar ayaksız kalır! - diye yorumladı o.

Biraz daha geçtiğinde buzda açılmış suvata sürdürülen bir on tane atı gördü. Atlar çivi kesiyorlardı.

Bunlardan biri çok zayıftı, tüm kaburgaları çıkmıştı, diğerinin göğsündeki tüyler aşınmıştı, üçüncüsünün sırtı eğri, kimilerin bacak kimilerin kasık kısmında takılmış kayışlardan nasırları oluşmuştu. Jomart bu atların ilçe yürütme kuruluna ait olduğunu biliyordu.

-           Eyvah zavallılar! – acıdı o yanlarından geçtiğinde. - Size iyi bakacak bir sahip yok. Niye atlara baksınlar ki, etraftaki kolhozlarda o kadar bakımlı at varken...

Parti ilçe kurulu ve ilçe yütüme kurulu bir binada yerleşiyorlardı. Badanası vurulmuş kiremit çatılı bir bina uzaktan göze çarpıyordu, güzel ve hatta heybetli görünüyordu. Fakat çevresindeki bitişik alan, sakalsızın yüzü gibi çıplaktı. Jomart binayı beğenmiştir, ama aynı zamanda hemen eleştiri yapıp “Ne güzel olurdu etrafta ağaç ekilseydi! Bunun için hem çok para gerekmez hem de ekecek adam yeterlidir.” - demiştir.

Ansızın çatıdaki bir kısmının samanla kaplı olduğunu gördü.         

-           Ne çirkin şey, -  öfkelendi o ve Yesjan’a sonbaharın bir gününde geldiğinde yağlı boya ile resimlerle süslenmiş güzel tavandan su damladığı aklına hemen gelmiştir. 

Jomart atı durdurdu, kızaktan çıktı ve ilçe yürütme kurulu binasına girdi.

Yesjan’ın makam odasında Satan ve Yesjan konuşuyorlardı. Onlar Jakıp’ı konuşuyorlardı, söz konusu da Jakıp’a Lenin nişanının verilmesi idi.

Jomart sekreter kızı yerinde görmeyip makam odasına kapıyı araladı.

-           Geliniz, geliniz, – çağırdı Satan Jomart’ı.

Selamı aldıktan sonra Satan ilk önce Alma sağlığını sordu, Jomart anlatmaya başladığı zaman Satan’ın yüzünde Alma’yı ne kadar acıdığı görünmüştü. Sanki önünde iki kız duruyordu; biri dünkü, yüzünde güller açan Alma, diğeri bugünkü, biçare, kör kız.

-           Ona iyi bakmak lazım. Onun için yapabildiğimiz herşeyi yaptık. Daha ne yapabiliriz? - diye sordu o, Jomart hikayesini bitirdiği sırada... – peki niye geldiğini anlat bakayım?

-           İhtiyara şikayet etmek için geldim, – dedi Jomart.

Satan uzak bir yere baktı, Yesjan gözlerini yere indirdi. Jomart bunu farketti, fakat ısrarlı şekilde devam ediyordu:

-           Dün o oy çoğunluğunu kazanabildi ve toplantıda onun düşük planı onaylandı.

Yesjan masasında bulunan dosyayı açtı, oradan büyük kağıt çıkardı ve masaya attı.

- Bu planı mı onayladılar? – diye sordu o.

- Evet, bunu.

- Buna düşük plan mı denir? Neresi düşükmüş? Hayvan sayısı yüzde on beşe artacak, ekimler de yüzde on beşe artacak. Kolhoz bu planı uygularsa, Jakıp bölgede yine birinci olur. Bizim çok daha imkanlarımız var, – dedi Jomart. – Onun planında ancak sayısal artışlar öngörülmüştür, ben bu yüzde on beşine daha da yirmi – yirmi beşi oluşturacak kalitesel artışları katardım. Bakın, bir inekten beş-on litre yerine yirmi-yirmi beş litre almayı kötü müdür? Hektar başına on-onbeş kental tahıl yerine yirmibeş-otuz kental alsak kötü mü? Jakıp’ın planında böyle bir şey yok. İleride kültür seviyesinin yükselmesi ise? Elektrifikasyon yoluyla işin kolaylaştırılması ve verimliliğin arttırılması ise?

- yoldaş Nurlanov, sizin önerdiğiniz şeyler bir yılın planı değil de beş yılın planıdır, - dedi Yesjan. – Planınız şüphesiz güzeldir fakat şimdilik onu saklamak mecbursunuz.

- Bunlar boş hayal değil, - dedi Jomart, - imkanlarımız barizdir.

Yesjan tekrar çağırdı onu:

- Tüm imkanlar gerçekleşemez. Zaman ve gücü de göz önüne almak lazım. Kolhoz yine ürün ve hammade bolluğu elde etsin. Bunu ilk önce savaş döneminde mahvolmuş devlet ekonomisi talep etmektedir. Ve sonra ise sizin hayal ettiğiniz basamağa adım atalım.

- Benim planıma göre ilk hedef her kalemde artışların gösterilmesidir ve aynı zamanda kolhozun yeni basamağa yükselmesidir. Bakın, - dedi Jomart ve planını masaya serdi...

            Bunlar, tasarımlarının gerçekliliğini ıspatlayan zor hesaplar, grafikler ve diyagramlardı. Yesjan bunlara bakmak için eğildi fakat zihnini konu üzerinde topladığı gibi gözükmüyordu. Birkaç gün önce kendisi Satan ile Jakıp’ın planını incelemişti ve çok memnun kalmıştı. Herkesin bildiği gibi kabul edilmiş olandan her zaman kolayca vazgeçilmiyor.

- Özeti anlatınız, - dedi Jomart’a.

- Rakamlarla söyledikten daha kısası olmuyor, - hafifçe gülümseyerek dedi Jomart... – Bu dediğiniz gibi beş yıllık bir plan değil de ancak bir yıllık plandır. Eğer sağılan ineklerden yirmi beşi damızlık inek olursa bunlar, sıradan ineklerin yüz tanesinin verdiği süt miktarını verir. Demek, kalan yetmişbeş inekten kazanılan gelir net karı oluşturacaktır.

 

Ekilen ürünün elli hektarlık arazide tarımbilimini tamamıyla uygulamaksa bu elli hektarlık hasat şu an yüz hektarın hasadına eşitlik yapar. Demek, kalan elli hektarlıktan hasat yine net kar çıkacaktır. İşte burada birinci ve ikinci tablolarda kesin hesaplar gösterilmitir. Şimdi elektrifikasyona geçelim. Değirmenleri, demirhaneleri, hayvan çiftliklerinin ve kolhozcu evlerinin elektrifikasyon sistemine bağlamakla bir yıl içinde en az iki yüz bin çalışma saati tasarruf ederiz. Sayın bakalım bunlar kaç çalışma gününü yapar. Böyle tarifsiz zenginliği gördükçe nasıl susabilirim ki? Böyle zenginlik adına mücadele etmekten nasıl vazgeçeyim?

-           Evet de konuştuğun bu zengillik şu an sadece kağıtlarda, bir de kafanda, - dedi Yesjan.

Jomart darıldı.

-           Gerçek zenginlik her zaman önce kafada tahayyül ediliyor, aynen fakirlik gibi, – itiraz etti o.

Şu ana kadar susarak oturan Satan birden sordu:

-           Peki, düşüncelerinizin bu yıl içinde gerçekleştirilmesi için kolhozda adam sayısı yeterli mi?

-           İlk dönemde tabi yetmez, devletten yardım isteyeceğiz, makineler de dahil olmak üzere.

Anlaşıldığı gibi parayı da istemek zorunda kalacaksınız. Çünkü hem makineler için, hem damızlık hayvan için, hem de inşaat malzemeleri için para ödenmesi gerekir.

-           Kolhozun parada ihtiyacı yoktur, - diye cevap verdi Jomart Satan’a, - ben biran önce burada milyonca gelirleri anlatmıştım. Meralardan kolhoz kısraklarını getirirsek ancak tek bir kımız için günde beş bin ruble kazanacağız. Bunun yanı sıra buradaki kolhozlarda sebzelikler büyük bir arazi almıyor. Kırk-elli hektarlık arazide sebzelik ve kavun karpuz ve diğer kabakgiller gibi bahçelik ürün ekersek bir milyon ruble daha kazanırız. Sadece bu paralar tüm masraflarımızı karşılar.

-           Savaş döneminde kurum ve kuruluşların çoğu cehpe için çalışmıştı. Makine imalatı şu an daha sınırlıdır. Onları size vermeyebilirler. Ve eğer istediğiniz yardımı alamazsanız ne yapacağınızı söyler misiniz? – diye soru sormaya devam ediyordu Satan.

-           Bu durumda bile kolhoz, planımın yüzde ellisini gerçekleştirebilir, bu yüzde ellilik Jakıp’ın yüzde yüzünü aşar.

Jomart sustu. Satan göz hareketiyle ‘ne dersin’ gibi sorayarak Yesjan’a baktı. Yesjan da belirgin şekilde şüpheleniyordu. Jomart’ın argümanları etkileyici şekilde ikna ediyordu. Fakat yine de “evet” demeye cesareti yetmiyordu.

-           Bütün bunlar yapılabilirse tamam da, - düşünüyordu o, - peki yapılamazsa ne olacak?

Yesjan büyük planların ve yeni düşüncelerin ancak yukarıdan gelebileceğini düşünüp de bunlar aşağıdan geldiğinde karardan herhangi bir şekilde kaçınıp sorumluluğu üstlenmemek için mazeret arıyordu. Bu yüzden çaresizliğini hissederek susup oturuyordu.

Satan da susuyordu. Aceba bu bir hayalperest değil mi?" – Jomart hakkında ilk önce düşündü o. Fakat anlattığını dinledikten, hesaplarını gözden geçirdikten sonra bu kendinde emin bir yiğitten çok şeyin beklenebileceğini anlamıştı.

-           Fikirleriniz ilginçtir, - diye yorumladı o, - fakat acele etmeyin. Önerilerinizi incelememiz gerekir. Şimdilik dönün de Jakıp’ın planını uygulayın.

Jomart gittikten sonra Yesjan heyecana kaplandı. Jomart, Jakıp’ın kafası üzerinden ve bu konuya bağlı olup bölgede saptanmış hususlar üzerinden geçmek istiyor, - hararetli bir şekilde söyledi o.

-           Peki, bunun ne kötüsü var ki?

-           Kötü olan insanın demagoji ve boş proje tüccarlığı yapmasıdır, - kesmiş gibi söyledi Yesjan.

-           Ha, Jomart hakkında özellikle bunu söylemezdim, – düşüncelere dalarak konuştu Satan. – Delikanlı bize yeni ve incelenecek kadar önemli fikirlerini açıkladı. Sadece incelenmesi değil, belki pratikte uygulanması da uygun bulunacak fikirlerini. Bu açık bir kafası ve sıcak bir kalbi vardır. Bunu anlamak lazım, Yesjan.

 

4

 

Alma sıkıldı. Odada yavaş aşağı yukarı yürüyerek kendi kendine düşüncelerini ifade ediyordu:

-           Daha değerli neyim var ki? Senden daha neşeli neyim var, gençliğim? Sen nesin? Cevap veriyorum: gençlik – aydınlıktır, bana dünyayı aydınlatan gözlerimdir. Gözsüz halin ne? Cevap veriyorum: gözsüz halim sanki karanlık bir mezar içinde olmaktır. Nasıl bir mucizeyi yaşıyorum şimdi? Görme hissinden daha keskin birşey mi var? Gözlerim gördüğü zaman görüp te bunun farkına varmıyordum, şimdi ise herşey heyecanlatıyor, ilgilendiriyor ve daha da mükemmel şekilde tahayyül ediliyor. Daha önce hayat üzerinden yüzüyordum ve derinliğini bilmiyordum. Derinliğini ancak şimdi ölçebildim. Ve “En değerli ve en neşeli olan ne var dünyada?” - diye sorsaydılar “Hayat!” – cevaplardım ben. Ey hayatım, dipsiz derin uzun ve kıyaslanamayacak kadar güzel hayatım! Seni terkeden insanlara şaşıyorum. Ben ise yaşayacağım. Ben seve seve yaşamak istiyorum. Etrafımda olan herkes: Jomart, Janat, beni eğiten öz halkım yani herkes bana hayatının önemini anlatıyor.

Kapı arkasında adım sesleri geldi.

- Janat, - kısık sesle söyledi Alma.    

Görme kabiliyetini yitirdikten sonra Alma insanları onların yürüyüşünden, kapı açılış tarzından tanımaya öğrenmişti. Arkadaşlarının keyiflerini ise kelime ve cümle vurgulama tarzından hatasızca anlıyordu. Şimdi de yanılmadı, gelen biri Janat idi. O, masa üstüne birşeyler çabucak koyup Alma’nın kucağına atıldı. Kızlar öyle şefkatle kucaklaştılar, öpüştüler ki, sanki uzun bir zaman görüşmemişler.

-           Gözlük ne yakışıyor sana! – hararetli hararetli konuştu Janat. 

– Sen bugün önceki gibisin!

-           Gerçekten mi yakıştı gözlük? – neşelenerek sordu Alma, önceden olan gülümseme yüzünü kapladı ve hemen kayboldu

-           Öyle bir yakıştı ki! Çok güzel! Nereden aldın bunu?

Valentina İvanovna gönderdi. 

-           Kim o?

-           Alma-Ata Göz Enstitüsü Profesörü. “Mahsus senin için sipariş ettim” diye yazdı. Hangi renkteymiş söylesene...

-           Koyu mavi.

-           Hadi gidelim biraz gezinelim, – ansızın teklif etti Alma.

-           Tamam, gidelim, sen zaten oturakaldın bu evde.

-           Sen neler neler giyinmişsin?

-           Palto ve Astrakhan şapkamı giydim, ayağımda da botlar var.

-           Tamam, ben de öyle giyineyim.

Alma, Janat’ın giyindiği gibi giyinmeyi severdi. O çabuk giyindi ve kızlar dışarıya çıktılar. Birbirine ikiz kuzular gibi benziyordu, tek bir fark Alma’nın koyu renkli gözlükleri idi. Dostlar birbirini tutarak yavaş yavaş yürüyordu ve kısık sesle konuşuyorlardı.

-           Sırgabay’a binelim mi? – teklif etti Alma.

Sırgabay, nehrin bu tarfındaki bulunan tek bir tepeydi, yalnız bir bekçi gibi aulun tam ortasında yükseliyordu. Sanki Nura’nın öbür tarafında bulunan büyük dağlardan kaçıp burada yerleşmiştir.

Kızlar Sırgabay’a bindikten sonra Alma sordu:

-           Bugün hava çok güzel, değil mi?

-           Güzel, hem de çok! – cevap verdi Janat, gözleri yaş doldu.

Evet, gün çok güzeldi, güneşliydi, azametli ve neşeliydi, o bakış okşayıcı ve göz sevindiriciydi. Böyle günlerde Janat ve Alma kaçar defa bu tepeye çıkıp bundan açılan harika manzarayı hayranlıkla izliyorlardı, birbirine gönül sırlarını kaç defa açıyorlardı! “Şimdi ise Almacık bütün bunları artık görmüyor”, – diye düşündü Janat ve gözleri yine yaş doldu...

 tekmeler atiyordu

Fakat Alma kendi düşüncelerine kaplıydı ve Janat’ın heyecanını farkedemedi.

-           Bana bir anlatsana Janatcığım aulda olan biten herşeyi, - dedi o.

-           Şair değilim, aceba etrafımızda olan tüm güzellikleri sözle aktarabilir miyim?

Ve Janat, yaşlarını silerek heyecanlı bakışla etrafı yukarıdan aşağıya süzdü. Sırgabay’ı sihirli bir dağ olduğu, çevresinde de masal alemi olduğu tasavvur etti. Janat güzelliği anlatacak sözleri bulamıyordu ve bazen takılarak bazen de durarak hikayesine başladı:

-           Gökte hiç bir bulut yok. Güneş yavaştan zirveye doğru yükseliyor. Yukarıda her şey saydam, açık mavi. Yer karla kaplı, bembeyaz, üzerinde olan her şey nettir. Biz şu an Batı’ya bakarak duruyoruz. Yavaş bir gidişle suvattan sığır ve at sürüsü dönüyor. İlk inekler aula girmiş, kuyruktakiler yeni sahile çıkıyor. Sürü uzun bir zincire benzedi. Oh, değil, zincir koptu, kolhoz atları nehir sahiline çıktılar ve kuyruklarını uzatıp aula çok çabuk şekilde koşuyorlar, inekleri korkutuyorlar. Bir dana korkusundan kar kürtününe düştü.

-           Kim bakımsız bıraktı hayvanları? – arkadaşın hikayesini kesti Alma.

-           Biraz koşuşsunlar, eğlensinler diye bırakmışlardır. Nihayet “gevezelik yapmayın” ta kendisi göründü.

Alma Janat’ın bu dediğini duyunca kahkahalara boğuldu. Söz konusu “gevezelik yapmayın” lakaplı biri Amanbekti, kızlarla aynı yaştaşıydı. Sayın bir adamdı, hayvan bakımı ekip başıydı, ama gerekli ve gereksiz yerde hep “gevezelik yapmayın” kelimesini ekliyordu. Çocukluğunda yaramaz bir çocuktu, bir çok kez Janat ve Alma’nın bebeklerini, oyuncaklarını çekip alıyordu, kızları ağlatıyordu. Fakat bunlar eğitimlerini tamamlayarak aula döndükleri zaman onları gören Amanbek sevinçten ağlayıverdi.

-           O bana da bir defa “gevezelik yapmayın” demişti, ama da tuhaf biri! – gülmeye devam ediyordu Alma.

-           “Gevezelik yapma!” deseydi tamam da, bu “yapmayın” saygı işaretiyle söylemesi niye ki? Vay be, ne yapıyor o? – ansızın bağırdı Janat, - Alma, ne yapıyor? Atı mı ehlileştiriyor...

-           Amanbek üç yıllık bir gri ata bindi. At başını alçağa indirerek biniciyi üstünden silkilemek üzere tam olan gücüyle tekmeler atıyordu. Atın şiddetli kişnemesi, tüm at sürüsünü kaygıya düşürdü, atlar başlarını çevirip çatışmayı izliyorlardı. Amanbek bacaklarıyla atı sıkıp, güçlü eliyle at yelesinden tutunup, çıldırmış atın arkasına yapışmış gibi oldu. Arka ayaklarına kalkan üç yıllık at bir kaç kez daha vahşi atlayış yaptığına rağmen biniciyi silkeleyemedi.

,tcbkcz

At sağa sola tekmeliyordu. Amanbek onu kamçıyla birkaç kez tüm gücüyle vurdu ve ufuktan kayboldu.

- Ne kadar cesur o! Gerçek bir yiğit! – diye hayran kalarak Janat kar kaplı ovada olduğunu takip ediyordu.

- O iyi biri, - dedi Alma. – Hatırlıyor musun, bir gün Amanbek bizim hakkımızda kötü bir şey söyleyen arsız adamı kamçı ile auldan kovmuştu.

- Cesurluğu fazlasıyla. Çalışırken de öyle. Eğitim alsaydı büyük bir adam olup çıkardı.

- Bildiğim kadarıyla o veteriner sağlık teknisyeni olmak istiyor.

- İyi olurdu.

- Aulumuz çok güzel, - etrafı gözden geçirip sevgi ile anlatmaya devam etti Janat. – Beyaz temiz evcikler duruyor kendi kendine, bacalardan mavi duman çıkıyor. Evler yanında ağaçlar, ağaç içlerinden güneşi yansıtarak pencereler parlıyor. Aulun bir kenarında kocaman hayvan ahırları, daha sonra sıkıca katlanmış saman kütleleri sıra sıra duruyor. Bu hayvan ahırları ne kadar büyük olsalar da, tıpkı fabrika binaları gibi, yine de tüm hayvanları içeremiyor, hayvanların bir kısmı diğer ahırlara gönderiyor.

-  Sürüyü süren çobanlarla devamlı çalışacak radyo bağlantısını kurmak lazım. Niçin bunu Jake’ye tavsiye etmezsin?

- Söyledim, vakti yok... Aulumuzda, değerli Almacıyım, özellikle iki ev süslenmiş güzel duruyor.

- Okul ve kulüp binaları – tahmin ederek buldu Alma.

Arkadaşlar öyle yakın ve öyle mutlu geçmişi akıllarına getirdikçe sustular. Bu binalarda ilk bilgi edinmişler, burada kendilerine ilk kırmızı kravatlar taktırılmıştı ve muzaffer bir edayla türkü ve şarkılar söyleyerek aulun sokaklarında övünerek rap rap yürümüşlerdi. Sonra bu kızlar büyümüş, büyük şehir gürültüsü ne olduğunu öğrenmişler. Fakat çocukluk zamanının cazibeliği ebedi hatıra olarak akıllarında kalacaktır. Alma derin bir nefes aldı.

-           Ne olur gözlerim bir ana bile açılsaydı, dünyanın gerçekten mi bu kadar güzel olduğunu görebilseydim! Veya belki görmedikçe onu daha güzel tahayyül mü ediyorum? Sen felsefecilikte ustasın Janatçığım, bu konuda düşündüğünü söyler misin?

-           Gözler görüyor, can ise tahayyül ediyor. Fakat gerçekte olmayan bir şey tahayyül edilebilir mi?

-           Evet, tabi… Peki devam et, neleri daha görüyorsun?

-           Seninle her zaman orman çileği topladığımız Şolak-Uzek dağ boğazı yanında iri dalgalarla kar kürtünleri yükseliyor. O tarafta insanlar görünüyor, gerçi çok insan var, kara karşı panoları tespit ediyorlar, kar setleri yapıyor, tarlalar için su biriktiriyorlar.

- Şimdi su topluyorlar, sonra bol ekin toplayacaklar, - dedi Alma.

- Önümüzde, durduğumuz tepenin eteğinde kayakçılar geçiyor. Lise öğrencileridir. Herhalde yarışlara katılmışlardı, şimdi yorgun yorgun dönüyorlar. İlk kayakçılar buza indi. Nehirde parlayan buz üzerinde çocuklar paten kayıyorlar. Ha, bize bakıyor, ellerini sallıyor, birşeyler bağrıyorlar – tanımışlar herhalde bizi.

- Ne mutlu çocuklara! - dedi Alma ve çocuklara cevaben el salladı. Sevinç ve sevgi nurları yüzünden geçti.

- Janat kuzeye doğru başını çevirdi. Nehrin öbür kıyısında kırmızımsı tepeler uzanmıştır, onlar eteklerden tepelere kadar çok net görünüyor. En kırmızı ve yüksek olan tepenin ucunda at üstünde elinde altın kartalla avcı Dos Karbasov duruyor.

Dos artık seksen yaşı geçti. Kar yumuşakken zağar ile avcılık yapıyor, kar katılaşırken kartal ile. Bu ihtiyar Doseke en çok kurt avına çıkmayı sever.

Uzun zaman burada görünmeyen tilkiler son yıllardır o kadar çoğaldı ki, gençliğindeki av ihtirası açığa çıktı ve şimdi o kolhozun kürkler ve kürk hayvan derileri planını en az yüz elliye fazla, belki de iki yüze yakın yapıyor. Doseke at üstünde genç yiğit gibidir.

- Jauır tepesinde heykel gibi Doseke bulunarak dikkat çekiyor, - dedi Janat. Ansızın o bir şeyler hatırladı ve güldü. Sanırım Doseke hala küsüyor, - ekledi o.

- Kim onu kırdı ki?

- Porsuk. Geçen yaz Doseke at üstünde arkasında tüfekle ve zağarlarla birlikte ava çıkıp bozkırda geziyordu. Birden önünde porsuğu gördü. Şimdi söyle, kurda hücüm eden köpekler porsuğu mu kaçırır? Onu hemen yakaladılar ve az kalsın kapacaklardı. Doseke koşuşların cazibesine öyle kapıldı ki, tüfek atmadı. Bir an porsuğun yuvasını gördü. Porsuğun bu yuvaya koştuğunu anlayarak attan çabuk indi ve porsuğa yuva içine girme imkanını bırakmayarak çömelerek oturdu, delirmiş porsuk ta hızını alamadan ihtiyara çarptı.

- Peki, Doseke ne yaptı?

- Tüfek atmaya yetiştiremeyip bıçağı çıkardı ve semiz porsuğun yanına vurdu. Porsuk ise Doseke’yi ayağından bir kaptı! Doseke ta zıpladı ağrıdan, porsuk ise yuvasına kaydı.

- Yazık... ne yazık! – gülüyordu Alma.

- Ah, düşecek, düşecek...- korktu Janat.

- Ne oldu? Kim düşecek?

- Doseke düşecek! Atı uçurumun kenarından geçip atlıyor. Kayarsa eğer hemen aşağıya, nehre düşer... Altın kartalını da bıraktı. Kartal çabuk uçuyor, inen yıldız gibi. Yetişti. Tilkiye çarptı.

-           Kaptı mı? Tilkiyi kaptı mı?

-           Abay’ın türküsünü hatılıyor musun?

Düzgün karın beyazlığı gözümde parlıyor

Siyah kartal tilki üzerinde fırdolayı dönüyor

Bu kırmızı güzel, temiz suda çalkalanıyor

Kartal onu kanatlarıyla vuruyor, eziyor..

-           Ya... kaptı mı kapmadı mı söyle! Doseke yetişti mi?

-           Kaptı kaptı! Doseke de geldi, tilkiyi aldı, yere vuruyor.

-           “Üç kere dokuz ile tüm sürüyü alsam bari” büyü sözlerini mırıldanıyordur.

-           Bunu nereden biliyorsun Almacığım?

-           Hoppala! Doseke bana tilki postunu bile hediye etmişti. Ne güzel öykülerini de dinlemiştim. Yok ya, bu şaşılacak şeydir... Hayatta her şey bu kadar güzel mi? Aklıma ancak iyi anlar geliyor.

Sakin temiz ayazlı havada düz monoton bir ses işitildi. Uzaktan gelen bu ses annenin ninnisine benziyordu, sanki sonsuz bozkırı uyutuyordu. Janat saate baktı. Saat beşti, kız arkadaşlar bu sesin dağlar arkasında belki otuz kırk kilometre uzaklıkta Karaganda’nın uğuldadığı ses olduğunu hemen anladılar. Birazdan daha güçlü ses dalgası duyuldu, Temirtau fabrikaları uğuldamaya başladı. Ufukta fabrika bacalarından çıkıp yükselen duman mavi sisle yayılıyordu. Fabrikalar ve kolhozlar arasında geniş yol uzamıştır. Üzerinde aşağı yukarı makineler, at arabaları ve yolcular yürüyordu.

Uzaktan gelen ses dalgalarının gürültüsü, Janat’ın Alma’ya anlatmak istediği herşeyi onun zihninde canlandırılıyordu. Alma’nın ince yüzü konsantre oldu. O kendi elini Janat’ın kolundan yavaşça boşattı... Şimdi desteksiz gidiyordu, adımları emin değildi, bazen durakalıyordu, kısık sesle türküler söyliyordu. Gitgide farkına varmadan Janat’tan uzaklaşıyordu. Alma’nın ne türkü söylediğini duygunlukla dinleyerek Janat, arkadaşın adımlarını takılmasın ve düşmesin diye dikkatlice takip ediyordu.

Hayaller gök çevresinde olan bulutlar gibi! - neşeli, seslice, söz bulmuş gibi şarkıyı söylemeye başladı Alma ve söylerken kafasını kaldırdı ve sırtını doğruladı.

-           Canım Almacığım, yavaş ol, taş! – bağırdı Janat ve Alma’ya doğru koşarak gelip elinden aldı.

-           Ah, ne yaptım, – diye kendine geldi Alma.

El ele verip kızlar aşağıya indiler. Önlerinde kolhoz aulunun geniş bir yolu yayılıyordu. Karşı gelenler sıcak selamlar veriyorlardı ve şefkatli bakışlarla uğurluyorlardı. Herkes özellikle Alma’ya hayırhah ve güleryüzlüydüler. Herkes onu kendi evine misafir olarak çağıryordu. “senin yemek kısmetin seni bekliyor, canım”, - hep ve her taraftan duyuyordu o. Aul sakinleri Alma’nın annebabasını tanıyordu, birçoğu onun doğduğunu hatırlıyordu, Almanın çocukluğu onların göz önünde geçti. Bu güzel tahsilli kıza büyük ümitler bağlıyorlardı ve şimdi onu bu halde görmek mutsuzluk getiriyordu. Alma bunu biliyordu. Kalbi donakaldığı zamanlar veya kendini dünyadan kopmuş hissettiği anlarda çevreden duyduğu bu sevgi hayatın en sevindirici şeyi hayat kendisi olduğunda ikna oluyordu. Alma güleryüzle gülümsüyordu, selam vermek için başını sallıyordu ve sesli şekilde selam veriyordu.

Janat ve Alma kolhoz bahçelerini geçip tarım ürünleri mağazasına yaklaştılar. Vitrin önünde yığışmış alıcıların gürültüsü kız arkadaşlarını ta evlerine kadar uğurluyordu. Giriş kapısı yanında Janat kırçla kaplanmış atı gördü.

Jomart da geldi! – haykırdı o.

Bu anda Alma’nın aklına Janat’a anlatmak istediği şey geldi. - Onun ilçe kuruluna gitme sebebini biliyor musun? - sordu o. – Jake ile anlaşamıyorlar.

-           Evet, biliyorum da onları barıştırmak ümidine düştüm.

-           Sen bir dene. Bana kalırsa ben Jomart’ın planı gerçekleştirilebilir bir plan olduğunu sanıyorum.

            Odaya girdikleri zaman Jomart kolları sırtın arkasında kavuşturup dinleniyordu. Kızları gördükçe kalktı ve onlara soyunmakta yardımcı oldu, önce Alma’ya sonra Janat’a. Paltolarını astıkça kanepeye oturttu, kendisi de ortaya oturdu. Elmacık kemikleri çekik, dudakları kalın, uzun biraz yukarıya doğru bakan burnu ile tıpkı zenciye benzerdi, bir fark deri rengi buğday sarısı bir renk ve küçük çekik gözleri. Saçları bile zencilerde gibi kıvırcıktı. Bu benzerlik için arkadaşlar ona ‘Mağribi’ lakabını koymuşlar. Şimdi yüzü dondan kararmış ve o yüzden zenciye daha çok benzemişti.

-           Peki, Mağribi, anlat bakalım, - dedi Janat.

Jomart’ın asık yüzü açıldı, o gülümsedi. Yerinden hafifçe kalktı ve paltosunun cebinden sigara tabakasını çıkarıp  yine oturdu.

-           Desdemona için Mağribi herşeye hazır, - sigaranın dumanını içine çekerek söyledi o. - Ne hakkında duymak istersiniz?

-           Yolculuğunu anlat, - dedi Alma.

-           Planımı kabul etmediler.

-           Neden?

-           Kabul ettirmek için uğraşmayı bilmiyorum herhalde, otoritem de az. Benim planımı Jake teklif etseydi o zaman saz diğer müzik çalardı. Benim teklif ettiğim planı ise ancak incelemek üzere aldılar, – üzüntüyle dedi o.

Janat soruşturmalara devam etti:

-           Başka bir şey yok mu burada? Otoritenin eksik olması bir sebep değil ki zaten.

-           Burada herşeyin kimin tarafından teklif edildiğine bağlıdır. Bıçak demir ise ister bile ister bileme yine körleşir.

-           Peki kim suçlu: bıçak mı, bileğitaşı mı, bileyici mi?

-           Alma gülümsedi ve gücenmiş çocuk yüzünü okşadığı gibi Jomart’ın yüzünü okşadı.

-           Şikayet etme, çalış, otoriteyi kazan.

-           Otoriteyi kazanmak gerektiğini çok iyi biliyorum. Fakat onu kazanınca saçım ağarır. Zaman ise? Zamana yazık olmasaydı bizim Janat da  hayatın yarısını çalışırdı, diğer yarısını da aşkı yaşardı...

-           Senin hesaplarını evime alırsam olur mu, onları ben de incelemek istiyorum, - sordu o.

Alma kemanı alıp yay ile tellere değdi. Sonra bir şeye karar verdiği gibi kafasını silkti ve Jas-kazah müziğini çalmaya başladı. Yumuşak okşatıcı sesler de şiddetlenerek yükseliyordu, de sakinleşerek iniyordu. Alma önceden iyi çalıyordu, şimdi ise Alma’nın heyecan dolu kalbi bir altın gibi eriyordu, bir ateş gibi tutuşuyordu. Uzun zaman gönlüne tıklım tıklım dolmuş bir ilhamın güçlü sel ile taştığı gibi çalıyordu, keman telleri de bu selin yatağı olmuştur.

-           Vallahi ustün istidat sahibidir, - dedi Jomart, çalmaya bitirdiği zaman. – sen kendi eserini mi çaldın?

-           O sadece müzisyen değil o bestecidir, - ekledi Janat.

-           Ah, besteci olabilsem... - tutunamadı Alma, heyecandan devam edemiyordu.

 

5

 

Ahmet dirgene dayanarak sığır ahırı yanında duruyordu. Gün ayazlıydı, Ahmet ağzından buram buram buhar çıkıyordu.

Onun sağlam malı var. Ahırın bir bölmesinde iki tane damızlık inek, diğer bölmesinde de yuvarlak kuyruk kısımlı on beş tane kazak koyunu. Ayrı bir ahır bölmesinde iri alaca kısrak.

 

Bütün bu mal semizlikten hemen hemen patlar gibi görünüyordu. Tüm yemliklere yulaf ve hazır konsantre yemler tıklık tıklık doldurulmuştur. Arkadaşlar ve tanıdıklar Ahmet’e ‘bay-eke’ yani ‘zengin-abi’ diyorlardı, tüm kolhozcular ise ona saygıyla hitap ederek ‘Stahanovcu Ahmet’ diyordu. O kendi işinin hünerli ustasıdır, hem güç hem de el yatkınlığını talep eden işini çok severdi. Mucit, yerinde durmaz, hep yeni bir arayış içinde yaşayan bir adamdır. Gazetelerden veya şehirlilerden öğrendiği yenilikleri kendi yaşayışına herkesten önce sokuyordu. Gençliğinde ‘şeytan arabasını’ yapmaya çalışıyordu, kazaklar bisiklete önceden şeytan arabası diyorlardı, bu sebepten de aulun alay konusu olmuştur. Şimdi ise sadece bisiklette değil, motosiklette yürüyordu. Kolhozcuların çoğu hayvanlara kurutulmuş otu veriyordu, Ahmet ise yulaf ve hazır konsantre yemler veriyordu.  Diğerlerin inekleri beş veya on litre süt veriyorsa Ahmet’in ibeği yirmi beş otuz litre veriyordu. Mamafih, inekleri otlatan Zılıha idi, dün o Karaganda’ya gidip hala dönmemiştir.

Ahmet bugün şafakla beraber kalktı. Hayvanlara su, yem verdi, gübresini çıkardı, kapı önünde karı kürekle topladı, patikaları süpürdü. Sabahtan beri ayakta, çok yoruldu, iş ise bitmiyordu. Kümes hayvanlarına yem vermek gerekiyordu, sütü separatörden geçirmek, yemek hazırlamak, odaları toplamak, öğleden sonra hemen hemen bütün bu işleri tekrar yapmak gerekiyordu. Yarın da aynı. Öbür gün de aynı. Ahmet kızıyordu. Kolhozdaki onarım işlerini süresinden önce bitirmişti, tatil günü de yorgunluğunu almayı planlıyordu, şimdi ise tüm ev işleri ona kaldı. Ahmet Zılıha’ya, hayvanlarına, tüm zenginliklerine homurdanıyordu:

-           Her şeyi alır bırakırım, gidip gazete okumaya başlarım.

Fakat gazeteye sıra gelmedi. Kazlar, ördekler vakvak ses çıkardırlar, onlara yem vermek lazımdı.

-           Bir de siz varsınız, lanet hayvanlar! – homurdandı Ahmet.

Kümes hayvanlarına yem verirken domuz bağırmasını duydu. Kendisi domuz eti yemiyordu, fakat domuzun canlı para olduğunu sanıyordu. Domuzlara sulu yem dökerken, evcil tavşanlar aklına geldi. Sonra oğlu okuldan döndü ona yemek vermek lazımdı.

-           Ne ile geldin? – her zaman sorduğu gibi sordu o.

Oğlu duraksayarak cevap verdi:

-           Aritmetikten üç aldım.

-           Allah Allah... bugün neyin var ki?

-           Annemden dolayı dün dersimi yapamadım...

-           Ne annesi, ne annesi!!! – gümbürdemeye başladı Ahmet tüm avluya, - gelsin de dünyanın kaç buçak olduğunu gösteririm ben ona, ondan nal döverim. Sen de üç yerine başarılı bir not alana kadar dışarıda oynamayacaksın.

Ahmet ev içinde bir aşağı bir yukarı dolaştı, sonra zincirde oturan köpeği çözdü, burunsalığını giydi ve dışarıya çıktı. Ev etrafında bahçe ağaçları dikilmişti, bu bahçe Ahmet’in en çok sevdiği eserdi. Bahçede elma ağaçları, bu bölgede mutaden büyümeyen ahududu ve frenküzümü vardı. Giriş kapısı önündeki leylağın çiçekler açtığı zaman kokusu yoldan geçen insanları durduruyordu.

Çoban köpeği bahçede koşuyordu. Ahmet arkasından yavaş yavaş gidip büyüttüğü ağaçları dikkatlice gözden geçiriyordu. Her çalı ona diri görünüyordu, her dalı dikkatlice kontrol ediyordu. Bahçede gezdiği sürece Ahmet’in sakalı kırağı ile kaplandı, aynen sevdiği ağaç ve çalıların dalları gibi. Ahmet hala soğumadı ve kulaklıklı şapkasını bağlamıyordu. Kesif buharın yükseldiği gübre yığınına yaklaştı. Bahçenin öbür tarafında kar kürtününde duran ekip başı Baymaken’i gördü. Ahmet ve Baymaken komşu olsalar da çok seyrek görüşüyorlardı. Baymaken onu görünce indi ve Ahmet’e yaklaştı.

Selam, yoldaş Stahanovcu Ahmet! – çalışmakta çok önde gelenlere söylendiği gibi dedi o ve ordu mensuplarının yaptığı gibi kolunu kafasına iliştirdi.

Ekip başı selamında adetlere göre büyüklere saygı belirtisi olan ‘abi’ hitabı yoktu, fakat Ahmet Baymaken’e darılmadı.

-           Aleyküm selam yoldaş! – elini uzatarak güleryüzle cevap verdi Ahmet.

Köpek az kalsın Baymaken’e atlayacaktı, Ahmet onu durdurdu ve gülerek dedi:

-           Korkma ısırmaz, burunsalığı sağlam.

Baymaken köpeğe bakmadan sordu:

-           Yoldaş Ahmet Barantayev, siz askere gittiniz mi?

-           Yok.

-           Miçurin eserlerini okudunuz mu?

-           Yok okumadım, fakat bir şeyler duydum.

-           Şaşılacak bir şey! Askere gitmedi, ordu mensuplarının çalıştığı gibi çalışıyor. Miçurin’i okumadı, bu kadar güzel bahçeyi büyütüyor. Onarım işlerini zamanından önce tamamladı, gübre – al sana hazır artık. Ah ah ah, herkes sizin çalıştığınız gibi çalışsaydı! Bunun için ilk önce ordu düzeni ve disiplini lazım. Bizim kolhozumuzda bunlar yok! Savaş döneminde çok hızlı şekilde fabrikaları ve hatta tam şehirleri başka yere tahliye edebildik ya, bundan daha da fazlası yeni fabrikaları kurabildik! Çünkü o zaman gerçek disiplin vardı. Bütün bunları kendi kendine bırakmak her zaman mümkündür, bunun için hiç bir disipline gerek yok.

Disiplini zihniyetle kabul etmek lazım, bir kulağa girsin diğerinden çıksın değil işte. Siz örneğin onarımı tamamladınız ve şimdilik yapacağınız şey yok. Ama yine de şafakla birlikte kalktınız. Ben de öyleyim. Ben sabahtan tüm kolhozu ve çevresini kayakla gezip çıktım. Yatmaya alışkın değilim. İyi alışkanlık başarı getirir, kötü alışkanlık bela getirir, – derdi bizim komutanımız. Haşarılık alışkanlığa geçerse o zaman belaya uğratır. Burada insanların birçoğu bunu anlamıyor. Disiplin ve herşeyin düzenli olması için mücadele etmek lazım.

Ahmet çok sakin kalarak Baymaken’in ateşli nutuğunu dinliyordu. Baymaken bitirdiği zaman Ahmet gözü yerden kaldırmayarak söyledi:

-           Dediğiniz her şey olacak, bazı kalemler şimdi de var. Ben sana başka bir şey söyleyeyim...

O konuşmasını durdurarak Baymaken’e baktı. Baymaken çok hafif giyinmişti. Şapka kulaklıkları şapka üzerinde bağlıydı, ceketi inceydi, ceketin yenlerinden üşümüş kırmızı eller çıkıyordu.

-           Girelim evime de orada konuşalım, – teklif etti o.

Eve yaklaştıkları zaman yoldan hayvan bakımı ekip başı Amanbek at üstünde yavaş adımlarla geçti. Baymaken burada da söyleyeceğini söyledi:

-           Atlar güzel, ama bir bakın onlara; fırçalanmamış, kuyrukları ve kakülleri kesilmemiş, yeleleri karışmış – tamamıyla disiplinsizlik ve kültürsüzlük yani...

-           Amanbek bunu duydu.

-           Gevezelik yapmayın! – bağırdı o geçerek, - ilk önce kendi işlerinizi yapıp bitirin.

Ahmet tutunamayarak güldü. Amanbek ağzından çıkan “gevezelik yapmayın” ibaresi ilk kez duruma uymuş gibi oldu. Bu durumda Ahmet Baymaken’i susturmaya çaba gösterdi.

-           Onun öyle alışkanlığı var ne yapalım. Senin tüm cümlelerin ‘disiplin’ kelimesinden başlıyorsa onunki ‘gevezelik yapmayın’ ibaresinden.

Baymaken’e hayvanlarını gösterip ve köpeğini yerine zincire oturtup Ahmet onu eve davet etti. Ahmet’in evinde Jakıp’ın evinde gibi üç oda vardı. Orta odada kerevet yapılmıştı. Önemli olan şudur ki, Ahmet köyde ilk olarak böyle kereveti yapmıştı. Onları gördükçe Baymaken sordu:

-           Evinizde nedir bu, özbek tarzı mı?

-           Beysen kendi pis ayaklarıyla odayı kirletmeyeceği zaman ben bu kereveti hemen kaldırırım, – gülerek cevap verdi Ahmet, - sular da kaynadı, çay içelim, çaysız nasıl bir konuşma olsun? Kocakarım pişmiş et bıraktım diye birşey söylemişti, onu da yiyelim. Belki acı da bulunur. (‘Acı’ olarak votkaya demişlerdi).

Ancak sen bana yardım et, ben bu konuda bilgin değilim. Oğlum ders yapsın ona değmeyelim. Geç mutfağa. Yardım et bana.

İkisi birlikte çabuk yemeği ve sofrayı hazırladılar. Oturdukları zaman Ahmet konuşmasına başladı:

-           Saat on iki oldu, - dedi o, - ağzıma daha birşey almadım. Neden? İşimden vazgeçemedim. Sen demiştin disiplin diye, hani sabahtan beri aç gezmek disiplin mi bu?

-           Hem yemek yemeyi, hem dinlenmek zamanında lazım.

-           Kendime bakarsam hayvana kim bakacak? Mutfakta bir kova süt, ineğimiz buzağıladı, bu sütü separatörden geçirmek lazım, benim vaktim yok.

-           Diğer insanlar yetişiyor ya!

-           Diğer insanlar yetişiyor evet, diğer iş yerine veya gücü kalmayıncaya kadar çalışıyorlar. Bana bu niye ki? Ben kendi işimi yapmak istiyorum, yaptığım işten de zevk almayı istiyorum. Ben bu hayvanlarımı kolhoz baksın diye kolhoza verebilsem ne güzel olurdu!

-           Kolhoz kolhozcuların özel hayvanlarına mı bakacak? Tüzüğümüzde öyle bir şey yok.

Senin de başkaları gibi sığ yerde yüzdüğünü görüyorum. Jakıp diyor: ‘senin dediğin komünizm oluyor!”, eşim de korkuyor, hayvanı göz önünde nasıl olmayacağı aklı kesmiyor. Her ikisi de tavşan canlı. – Ahmet heyecanlandı. Benim fikrim, tüzüğün amacı kolhozları zengin yapmak. Bu da emeğin doğru kullanımını talep eder, o zaman kolhozun üretim kapasitesi de her zaman artar. Hayvan bakımına giden emek ortak bir işe yarasaydı kolhozumuz çoktan beri şu Jauır dağ seviyesine kadar yükselirdi. O zaman sen de bağırmazdın ‘disiplin disiplin’ diye...

-           Peki sen ne istiyorsun? Kolhozcuların mallarını mı mahvetmeyi?

Ahmet gözlerini sıkıştırdı ve kafasını Baymaken’den çevirdi. Sohbet arkadaşının söylediğini beğenmediği zaman öyle yapardı. Bazen Ahmet konuşmaları beğenmediği zaman hatta sırtını çevirip kalkıp giderdi.

-           Sen benim fikrimi kıvrıyorsun! – dedi o. Sen ne düşünüyorsun? Önünde öğrenim görmemiş, parti üyesi olmayan bir ihtiyar mı düşünüyorsun beni? Ayağımın dibine karpuz kabuğu koyarsan hemen düşer miyim sanıyorsun sen? Yooook! Kolhozcuların ineksizliğini ortadan kaldırmak gerektiği parti sözlerini ben hiç bir zaman unutmam da şimdi bunlar bir kenara. Demek istediğim, kolhozcudan mal mülkünü almak değil, kolhozcuların bu mal mülke ayırdıkları zamanın ve emeğin almamasıdır, bu zamanı inek sahibinin kolhoz uğruna verebilmesidir. Kolhozumuzun en tembeli Beysendir, fakat onun bile ineği, buzağısı ve danaları vardır. Bak, kolhoz malının on binlerce hayvan başını otlatmak için ancak on beş yirmi adam yeterlidir.

O zaman neden kolhozculara ait yüzlerce hayvan başını otlatmak için bunların sahipleri olan yüz tane adam gereksin? Bu emeğimizin boşuna masrafını nasıl görmüyoruz?

-           Peki, siz neyi teklif ediyorsunuz?

-           Sen hala anlamadın mı? Kolhoz çiftliği benim malımı bakacak olsa ben bunun için gerektiği kadar ve istenilen şekilde ödemeye hazırım, çünkü bu durumda ellerim boş olacak ve diğer işleri yapabilirim.

-           Tüm kolhozcular bunu kabul eder mi sizce?

-           Tüm kolhozcular bunu isterse kabul etsin isterse etmesin, şart değil. Zorlamaya gerek yok. Ben bisiklet yapmak istediğimde de herkes benimle alay geçiyordu. Şimdi ben onlarla alay geçiyorum. Mahsus olarak sabah erken veya akşam geç vakitte aul etrafında motosikletle yürüyorum.

-           Görürsün, Ahmet istediğini yapar. Burada değilse ilçe kuruluna gider, ilçe kurulundan destek göstermezse il kuruluna giderim. Arabam düzgün çalışıyor. Orada da el vermezlerse Ahmet uçağa biner Moskova’ya gider.

-           Jomart ile konuştunuz mu bu konuyu?

-           Konuştum, - dedi Ahmet, – o da ne yapar ki?

-           O kendi istediğini yapamıyor. Konuşmada benim tarafımı tutuyor gibi, gerçekte ise...

-           O zaman ilçe kuruluna gidin, - konuşmasını kesti Baymaken. – Jakıp yapar diye ümit ediyorsanız batarsınız.

Başka bir şey tavsiye edemiyordu Ahmet’e. Birlikte sofrayı topladılar, sonra Baymaken gitti. Ahmet mutfağa geçti, sütü separatöre döktü. Kaymağı bir başka fincana ayırıp önce onu mahzene koyup sonra separatörü temizlemek karar verdi. Mahzen yüksekti. Ahmet birkaç basamak indikten sonra kaymak fincanını almak için elini uzattı, bu arada ayağı kaydı ve dengesini kaybetti. Kaymak fincanı bir yana yattı ve kaymak kafasına döküldü.

-           Ah şeytan seni şeytan! – birini sövdü de kimi belli değil – ancak bu eksikti şimdi!

O arada Zılıha şehirden döndü. Mutfağa girince eşinin göğsü ve sakalı kaymaktan beyaz olduğunu görüp kahkahalara kapıldı.

-           Zavallı! Sana ne oldu ki?

-           Yaklaşma! – azgına döndü o, – kaç defa söylemiştim sana uğraşmadan hazır yağı almak lazım!

-           O zaman kolhoza git, kabul ederlerse inekleri teslim et, yoksa durmadan vızıldıyorsun, bıktım artık!

Ahmet sustu. Zılıha gömleğini çıkarmaya yardım etti. Ahmet el yüzünü yıkadı. Ahmet, Zılıha ile şehire gidip dönen iki yaşındaki kızını eline aldı.

-           Söyle bakiyim ne haberler ve ne hediyeler alıp getirdin?

-           Dişlerimi koydurdum, - dedi Zılıha ve ağzını açtı. Önceden aşağıda iki dişi yoktu, şimdi onlar yerine iki altın diş pırıldıyordu.

-           Peki ağzın güzel olmuş, - dedi Ahmet, - daha neler aldın?

-           Piyano aldım. Yarın getirirler.

-           Tamam, bu da iyi, çocuklar öğrensin piyano çalmayı.

-           Bu geveze Beysen peki nerede? O da bildiğim kadarıyla seninle gitmişti.

-           O biraz sonra gelir herhalde, ben aynı yönde giden arabayla geldim.

Zılıha bavulunu açtı ve eşyaları çıkarmaya başladı. Bu oğluma, bu kızıma, - anlatıyordu o. - Bu da bana, – sesinde gurur duyularak dedi o ve Ahmet’e geniş kenarlı moda kadın baş giysisini uzattı.

Zılıha genç yaşından beri moda peşinden koşardı, o yüzden ona ‘sekiz bilezikli’ lakabı koymuşlardı. Şimdi artık dört tane bilezik takar ama şimdilik diğer hırsı ortaya çıktı. Kolhozcularda, özellikle Jakıp ailesinde yeni bir şey görürse aynısından kendine alana kadar dinmiyordu. Gramofon, radyo alıcısı, şeref yerlerinde döşenmiş halılar, - burada her şey Jakıp’ın evindeki gibiydi. Janat’ın Astrahan paltosu vardı, Zılıha da kendine aynısını almıştı, hiç giymese de. Altın saati tıpkı Janat’ın saati gibiydi. Sadece piyano yetmiyordu, onu da bugün aldı. Fakat Zılıha hangi eşyanın kime yakışıp kime yakışmaz olduğunu, ne için gerektiğini çoğu kez anlamıyordu. Zaten bunu düşünmek de istemiyordu. Bugün de işte yakışır mı yakışmaz mı düşünmeyerek kendine moda tarzı baş giysisi almıştı.

Ahmet elinde bu baş giysisini döndürüyordu.

-           Hadi giy bakiyim, nasıl olacak, bunu nasıl giyerler anlamıyorum, - dedi o ve gülümseyerek eşine uzattı.

Zılıha başından şalı alarak bu giysiyi cilveli cilveli giydikçe Ahmet dayanamadı ve bağırdı:

-           Bırak!

Başından giysiyi çıkardı ve kızgınlıkla onu bir tarafa fırlattı. Ahmet yeni şeyleri sevse de bu şeylerin ilk önce sağlam ve kullanışlı olmalarını talep ederdi. Zılıha için önemli olan eşyanın pahası ve parlak renkte olmasıydı.

-           Özenmekte bile akıllı davranmak lazım, - ona Ahmet her zaman diyordu, – göze çarpan herşeye özenmek kafasızlık belirtisidir.

Zılıha ağzını açmadı. Böyle durumlarda o sükunetle alıyordu. Gıcırdayan çizme sesleriyle Beysen geldi. Daha kapıdan girmeden Zılıha’nın almış olduğu daha bir kalemi konuşmaya başladı.

-           Aldığınız mal size mutluluk getirsin! Bu boz dana her iki inek yerini alır.

-           Dur be, neyi konuşuyorsun sen ya? – Beysen’e hayretle baktı Ahmet.

-           Danayı söylüyorum.

-           Nasıl bir danayı?

-           Zılıha daha söylemedi mi sana? Kaybolan şu inek yerine biz dana aldık. Allah’a şükür, eğer ineklerden anlıyorsam bu dana eşsizdir.

-           E..e..e.. – sözünü kesti Ahmet. Siz benden cimriliğinden ne uyku ne rahatlık bilen masal İtbergen’i yapmak mı istiyorsunuz?

O yerinden kalktı ve ses çıkarmadan giyinmeye başladı.

-           Nereye gidiyorsun? – telaşlı gözleriyle baktı ona Zılıha.

-           İlçe kuruluna. Bu hayvanlardan kurtulmam gerek.

Ahmet kapıya doğru ilerledi. Zılıha kıvraklıkla kalktı ve yolunu kesti.

-           Dur, beni dinle, - dedi o, - savaş döneminde sen yüz bini devlete verdin, ben itiraz ettim mi? Hiçbir şey esirgemem, biliyorsun. Allah’a şükür her şeyim yeterli. Fakat avlumuza bakıp da Allah göstermesin bir mal görmezsem avlunun boş olması midemin boş olması gibidir. Çocukluğumdan beri malımız vardı. Onsuz yaşayamam. Sen bu avluyu boş edersen benim yapacak işim de olmayacaktır.

-           Kurdun oğlu kurt olur, âdemle büyüse de! – deyerek Ahmet makaraları koyuverdi. O zaman malınla birlikte sen de git hayvan çiftliğine.

-           Baksanıza, öyle mi yapayım? Oradaki mal bizim olmaz ki!

-           Aman, malınızı bakmakta zorluk çekiyorsanız ben yardımcı olayım size, – Ahmet’e bakarak söyledi Beysen.

Ahmet Beysen’e düşman bakışla baktı.

-           Ne dedin sen şimdi? Kolhozdaki iş sana yetmiyor mu? Daha iyisi git kolhoza yardım et. Bana rençper gerekmiyor. Malı bakmakta zorluk mu çekiyorum? Konu o değil. Malı bakmakta harcadığım emeği kolhoz uğruna harcasaydım kolhozun işleri ne kadar çabuk ilerlerdi, onlarla birlikte benim de işlerim ilerlerdi. Jakıp ise büyük adım yapmaktan korkuyor, hep durduğu yerdedir.

kıvraklıkla

Son derece ifrit kesilerek Ahmet konuşmasını kesti, elini aşağıdan yukarıya atıverdi ve kapıya  doğru adım attı. Zılıha onu eteğinden tuttu:

-           En az malı kolhoza nasıl teslim edeceğini söyle!

-           Kolhozla anlaşırız, - diye çıktı o.

Janat büyük kalın kitapları bir gün içinde okuyabildiğine rağmen Jomart’ın planını tam bir hafta incelemişti. Raporunu baştan sonuna kadar bir kaç kez okudu, kuru ama veciz dille yazılmış bu plan en sürükleyici öyküden ona ilginç görünüyordu. Doğru ürün rotasyonu, sıradan malın damızlık mala değiştirilmesi, kolhozoun elektrifikasyonu – bütün bunlar onun gözünde uzak bir gelecek değil, yapılabilecek güzel bir gerçekti. Janat kolhozda çocuklar için birkaç topluluk yöneticisiydi, parti tarihi dersi vermişti ve uluslararası durum raporlarıyla büroda sahneye çıkıyordu. Her hafta tecrübeli ihtiyarlar toplantısını toplamıştı. Sadece basit bir öğretmen değil, aynı zamanda yetişkinlerin de öğütçüsüydü. O hem kendi bilgilerini aktarıyordu hem de öğrenmeye yatkındı. Bunun için Jomart’ın fikirlerini coşkunlukla kabul etmişti.

-           Akıllı bir adam, çok akıllı! – tekrar ediyordu o ve anlar gözleri parlıyordu.

-           Kendi sevincini babasıyla paylaşmak çok isterdi fakat bir bu konuda bir düşünce onu engelliyordu. “Yok gitme, – diyordu o kendi kendine, - baban bunu farklı şekilde değerlendirebilir”.

Gerçek, insanların ağzından sağanak yağmur gibi dökülebilir, kötü bir söylentiyi de insanlar kasırga çabukluğuyla yayabilirler. Alma’nın gözleri kör olduğundan beri geveze Beysen’in Janat’ın annesiyle konuştuğu söylentiler aulda çok kez konuşmuştu. Bu konuşmalar hakkında hem Alma hem Janat hem de Jomart iyi biliyordu. Fakat her biri başka bir şey kalmadan bunları duymamış gibi hareket ediyordu. Sırlarını birbirine açıyorlardı fakat bu dedikoduya başlamak cesaretleri yetmiyordu. Babasına gidip paylaşmak istediği zaman bunu düşünmüştü. Janat babasının sadece bu Jomart planını değil, kendisini de beğenmediğini biliyordu. Babası da bu tür konuşmaları duymuştu. Janat’a “kendine layık olmayan bir arkadaş bulursan veya yanlış bir hayat yoluna gidersen kendimi iyi mi hissedeceğim” dediğinde ima ettiği kişi Jomart değil miydi? Ne kadar cesur ve kararlı olmasa bile büyüklere saygı olan yüz yıllık kazak adetini bozmazdı ve bu adeti gönül işleri hakkında açık konuşmasıyla ihlal etmezdi. Bilinçli, özgür, batıl inançlardan serbest kız kendini koruma ve aynı anda babasını incitmeme şeklini uzun zamandır düşünüyordu.

İçinde söylemek istediği sıcak konuşmaları hazırlanmıştı fakat bu konuşmayı ne kadar çok düşünse o kadar net olarak içinde olduğunu sözlerle anlatamayacağını anlıyordu. Ellerini erkekler gibi dizlere kadar düşen örülmüş.

Janat her zamanki gibi ellerini arkasında sıkıp ince parmaklarıyla saç uçlarında gezdirerek odada yukarı aşağı dolaşmaya başladı.

-           Yok, - dedi o, - plan konusunu parti talep ettiği gibi çözmek lazım.

Çalışma masasını düzenleyerek Janat kağıtları topladı, sonra da Jomart ve Alma’ya gitti. Tam bir hafta görmediği Alma ile görüşmek ve Jomart’a plan hakkında kendi görüşünü belirtmek istiyordu. Heyecanlı ve neşeli olarak o, yoldan çok çabuk yürüyordu.

Jomart işe gitmişti, Alma ancak ninesi Damet ile kalmıştı. Ninesi gençlikten beri lakırdıcı ve gayet kıvrak biri olarak biliniyordu. Alma yanında o ihtiyatlıydı, imalı ve üstü kapalı konuşyuordu. Bugün böyle konuşmaları çıktı:

-           Yel ortada yoksa ot da sallanmaz, evladım, – şefkatli söyledi Damet.

Alma sakin değildi, ağırdığı yaraya tuz sepmişler gibi oldu, silkindi.

-           Bunu niye söylüyorsunuz, nine?

-           Sen daha gençsin, yavrum, - cevap verdi Damet. – Sana anlatmak istediğimi dinle, - ve Alma’yı yanında oturtarak yakın arkadaşını aldatarak ona hainlik yapmış bir kadın hakkında meşhur masalı anlatmaya başladı.

Alma masalın tamamına kadar dinledi, ninesi bitirdiğinde ise şekerli zehir içmiş gibi kendini hissetti. Düşüncelere daldı, derin nefes aldı.

-           Nine, siz Janat’ın hain olduğunu mu anlatmak istiyorsunuz? Bizim ama her şeyimiz ayrılmaz bölünmez. Bu dedikodular yangına dönse bile ben dayanırım, - dedi o, fakat sesinde teessür duyuldu.

Ninesi cevap vermedi. Öyle suskun suskun oturuyorlardı ki, kapı arkasında sesler duyuldu ve Janat ve Jomart heyecanlı konuşarak içeri girmişler.

-           Soruna yapıcı biçimde parti yaklaşımın yok senin, - dedi Janat.

-           Fakat sadece bir ay geçti ben sekreter olalı, - cevap verdi Jomart.

-           Bunun için sekreter olmak zorunlu mu sence? Ben örneğin sekreter hiç olmadım.

-           Olmadığın çok iyi, - diye cevap verdi Jomart, - sen olsaydın terlerimizi döktürürdün.

Onlar mahzun Alma’yı ortaya alarak kanapeye yerleştirler. Her iki taraftan onu kucaklayarak birbirinin sözünü keserek Alma’ya tatlı sözleri söylemeye başladılar. Alma da onları kucakladı ve derin nefes aldı. Janat hemen Alma’nın ruh halini sezdi:

-           Almacığım, neden sen böyle derin nefes alıyorsun?

-           Bu kucaklaşmalar hayatımızın sonuna kadar devam etseydi! – üzüntülü gülümseyerek cevap verdi Alma.

Alma yumuşak ve sakin söz etmeyi çalışıyordu. Jomart ve Janat’ın bakışları istenmeden kesişti ve hemen aşağıya indi. “Demek, Alma da şu zalim dedikoduyu işitmiş”, - diye düşündü içinden her biri, fakat bu konuda ne Janat ne de Jomart laf açamadılar. Nasıl açsınlar ki? Gençlikte kalbi örümcek ağıyla müşfik utangaçlık kaplıyor ve o ağa değmemek daha iyidir, - biz de bunu yapmayalım, daha iyisi bu üç gencin ne konuştuğunu dinleyelim...

-           Bizi ayırabilen ne olabilir ki? – biraz susarak sordu Janat. –Canım Alma, böyle üzüntülü nefes neden alıyorsun anlamıyorum, ve itiraf edeyim anlamadığım daha iyidir.

-           Bizi ayırabilen ancak ölüm olabilir. Almacık herhalde bunu düşünmüştür, - diye cevap verdi Jomart.

Alma her ikisini daha da sıkı kucakladı ve her birini öptü. Sesinde derin heyecanın olması belliydi.

-           Kelimeleriniz merhamet doludur. Fakat ben çok çok sevindim. Bırakalım bu konuyu. Başka konuya geçelim. Girdiğinizde neyi tartışıyordunuz?

Janat ve Jomart keyiflendiler.

-           Janat benim planımı beğenmiş, onu parti bürosunda konuşmak teklifinde bulunuyor. Bana gelince ise şimdi bu konuyu açmak mümkün mü yok mu bilmiyorum.

-           Kendine güvenin aşırı olduğunu bilerek bu konuyu daha önce açmamıştın, - cevap verdi Janat. Fakat şimdi bunu yapmakta sana engel olan nedir? Parti örgütü kendi fikrini her zaman söyleyebilir ki! İlçe kurulu da genel toplantı kararını daha kesin onaylamamıştır.

-           Onaylamayıp da ne oldu? Onların fikri şimdiden belli.

-           Janat doğru söylüyor, - diye karıştı Alma Jomart’ın sözünü keserek, - parti bürosu bu önemli konuda kendi görüşünü belirtmek zorundadır.

Jomart artık itiraz etmedi. Parti kuruluşunun bürosu tarafından bu planın tartışılması için Jomart konuyu gündeme hemen bugün koyacağına karar verildi. Raporcu Jomart kendisi olacak. Karar taslağını Janat ve Alma yazıverirler.

Kolhozun parti kuruluşu sekreteri odasında akşam saat sekizde büronun tüm üyeleri toplanmıştı: Jomart, kısa zaman önce terhis olunmuş ekip başı Baymaken, Jakıp, Janat ve Stahanovcu İshak. Toplantıya Alma, hayvan bakımı ekip başı Amanbek ve domuzlara bakan dede Baymagambet davet edilmişti.

 Jomart gündemi okudu.

-           Biraz geciksek de, - dedi o, - plan konusunu büro tarafından tartışılmasına koymaya karar verdik.

-           Plan bir defa artık tartışılmıştı, - itiraz etti Jakıp, - aldığımız kararları parti kuruluşu sekreterinin her değişiminde mi yeniden inceleyeceğiz?

            Herkes susuyordu. Jomart bile Jakıp’a ne cevap vereceğini bulamadı. Jakıp’ın planı hem parti toplantısında hem de genel kolhoz toplantısında kabul edilmişti. Sadece ilçe kurulu tarafından bu planın kesinleştirilmiş onay kararını almak kalıyordu. Jakıp’a karşı çıkmak, çoğunlukla kabul edilmiş planını tekrar tartışmak çok zordu. Sadece Janat babasına itirazda bulundu:

-           Jomart’ın planını görüşmek lazım Jake. Bu konu tartışılacak bir konudur, daha önce büro toplantısında planı açıklanmamıştı, görüşülmemişti. Sizin planınızı inceleyip de Jomart’ın planına dikkat etmesek doğru mu olacak? Belki bu plan hiçbir şeye yaramaz, o zaman büro söylesin bunu, fakat plan görüşmekte parti adetlerine hiç bir aykırılık yoktur.

            Genellikle kararlarından vazgeçmeyen Jakıp bu kez vazgeçti. Fakat bu hareket ancak bir hileydi. Bir taraftan kızını kırmak istemiyordu, ikinci olarak büronun iki üyesini Janat ve İshak’ı ‘kesin benim taraftarlarım’ diye sanıyordu ve onların yardımıyla Jomart ve Baymaken’i yenmeyi düşünüyordu. Üçüncüsü olarak Jakıp, ilçe kurulu tarafından destek alacağında emindi. “Yeni planı şimdi görüşürlerse daha iyi olacak” - demişti o kendi kendine, - onun eksiklerini görüp bundan sonra ayak diremeyecekler”. 

            Jomart heyecanlanıyordu, konuşması rapora benzemiyordu, ilginç öyküye daha çok benziyordu. Grafiklerini ve çizimlerini gösteren Jomart sıkıcı rakamları canladırdığında Jakıp bile kafasını kaldırıyordu ve dediklerine istemeyerek kulak kabartıyordu. Diyagramlardan birinde Orlov simental, İsveç kırmızı ve kazak cinsi inekleri gösterilmişti. Üstün cinsli inekler yanında kazak cinsli inekler dana görünüyordu. Damızlık ineklerden sağım miktarı fıçıyla ölçünmüştü, kazak ineklerden sağım kovaya sığıyordu. Amanbek bu diyagrama bakarak sordu:

-           Bizim kazaklar ‘inek-minek’ diye söylüyorlar. Peki burada inek nerede minek nerede?

Jomart soruyu anlamadan şaşkınlıkla susuyordu, Amanbek sorusunu kendisi cevapladı:

-           İşte biraz önce bahsedilen bu üç tane inek cinsi gerçek inekmiş, bizim kolhozdaki inek de işte minekmiş. Ben ancak şimdi bunu anladım.

Herkes güldü ancak Jakıp oturduğu gibi kaldı.

-           Fazla doymuşa koyun eti de kokuşmuş geliyor, burnu havada olana gök kafasına basıyor, - yorumladı Jakıp.

Jomart kolhoz arazisi haritasını eline aldı ve toplantıda bulunan herkese onu gösterdi. Bu harita yeniden hazırlanmıştı. Ekilen büyük alanlar göze hoştu. Ürün rotasyonu tüm kurallarına uygun olarak ekilen araziler tahıl ekilen alanlara, nadasa bırakılan alanlarına ve meyve ile sebze ekilmiş alanlara bölünmüştü.

-           Herhangi bir iş kurallara kesin uyulmasını talep eder. Doğru yönde yöneltilmeyen iş kum üzerine dökülen su gibidir, kurallar gereğince işlenmiş toprak ise özen gösteren bir anne gibidir, hem yemek hem su sağlar. Bizde nasıl söylerler: “Karı biriktirmesini bilsen kardan kürtün de yanabilir”. Bu atasözün felsefesi derindir. Dünya aynı olmayan, farklı tuğlalardan yaratılmıştır, onları birbirine uydurmak önemlidir. Yaratıcılık seven insanoğlunun daima yeni hedefi işte budur. Mevcut olduklara şükür etmekle oturmak yeterince gelişmemiş fikir belirtisi olarak bana görünüyor.

Jakıp tutunamadı ve alaylı bi edayla söyledi:

-           Kolhozcular felsefe ile uğraşmıyorlar, onlar çalışıyorlar. Doğru ekmek parçası en parlak fikirden iyidir.

-           O zaman insanoğlu ve hayvan arasında fark nedir? – sordu Jomart. – Görüyorum sadece başkalarını anlamıyorsunuz değil de hatta kendinizi anlamıyorsunuz.

Bununla Jomart raporun üçüncü kısmına geçti. Parti bürosu üyelerine açıp daha bir projeyi gösterdi, gelecekte olacak yeni aulun tasarısını, tanınmayacak kadar görüşünü değiştirmiş çevresiyle. Sık sık dikilmiş ağaçlar ile sokaklarda elektrik hatlar yükseliyordu. Aulun ortasında şose yolu döşenmişti. Bu asfalt döşenmiş yol komşu kolhoza kadar gidip orada zemin yola geçiyordu. Demirhane ve hayvan ahırları ayrı bir kağıtta gösterilmişti. Demirhanede hem çekiçler hem de tulum otomatikle çalışıyordu, projede daha sonra çekiçlerin çalışmasında sıçrayan kıvılcımlar bile gösterilmişti. Ve tüm bu bileşik demirhaneyi ancak bir tane demirci yönetiyordu. Hayvan ahırlarında su otomatikle gereken kısımlarda akıyordu, inekler elektrik yardımıyla süt veriyordu, ve ancak arasıra işçi figürleri gözüküyordu.

-           Tüm bunlar hayal değildir, - yorumladı Jomart en sonunda. – Bütün bunlar en yakın geleceğimizdir. Hatta yemeği elektrikle hazırlayacağız. Nura nehri havzası sadece Karaganda ve Temirtau bölgelerinde değil bize de su sağlar.

Arkadaşlar şimdi kolhozumuzun bir ileriki zenginlik ve kültür basamağına çıkma vakti, hayatın ve işin elektrifikasyon basamağına çıkma zamanıdır.

Ekip başı Baymaken sesli olarak alkışlara başladı.

Baymagambet dede söz almak isteyince eğrilmiş parmaklarıyla elini kaldırdı:

-           Domuzları unutmayın, domuzlar da var onları unutmayın, - dedi o, – domuz ahırlarına da elektriğin bağlanması lazım, domuz olsa bile yine elektriğe bağlı olursa iyi olacaktır.

-           Olur olur Bake, domuz ahırlarında da elektrik olur, - sakinleştirdi onu Jomart.

-           O zaman bu plan iyidir, Vallahi iyi bir plan, – dedi ihtiyar ve yerine oturdu.

Jomart’ın raporunu beğendiler. Bir sürü rakamlarla doğrulanmış kanıtlara karşı kimse çıkamıyordu. Fakat Jakıp’ın inatlığını yenmekten dağda bir delik açmak daha kolay geliyordu.

-           Ben kolhozcuların genel toplantısında kabul edilmiş plan taraftarıyım, - dedi o. - Dediğim plan ilçe kurulunda onaylanmıştır. Mamafih sizlerden hangisi gücüm yeterli diyorsa karşıya çıkabilir, - dedi o ve kaşlarını çatarak oturdu. O kendi otorite gücünde emindi. Bugüne kadar kolhozculardan hiç biri ilçede kurulundan da hiç biri dediklerine itiraz etmiyordu. Şimdi yenileceğinden hiç haberi yoktu, aklına bile gelmiyordu. Oylamaya sıra geldiğinde ilk önce Jakıp’ın planı için el kaldırmışlardı, Jakıp elini kaldırarak sesli olarak söyledi:

-           Benim elim burada, - benim peşimden gelmemeye kim cesaret eder gibi sorarak ısrar dolu bakışla her birini gözden geçirdi. Fakat arkasından ancak İshak el kaldırdı. Yeni plan için oy vermeye sıra geldiğinde herkesin, Janat’ın bile gözleri aşağıda olup Jomart ve Baymaken ile birlikte oy verdiğini görünce kıpkırmızı oldu. Jakıp sanki kayarak düştü de ensesini acıttığı gibi hisseti kendini. Fakat yine de kendine hakim olmaya devam ediyordu.

-           Neyse, - sakin sakin beyan etti o. – ilçe kurulda şefaatte bulunma sırası şimdi bana geldi.

 

7

 

Uzun gecenin tümünü Jakıp gözlerini kapamadı. Evdekilerle bir kelime bile konuşmadı. Son günleri o hastaydı, yatağında yatıp arada bir öksürüyordu. Janatı çok severdi ve çok kırgındı ona.

 

- Oğlum yok benim, - düşünürdü Jakıp,- o hayatta yapamazdı bunu. Kızı ise başkası için doğuruyoruz, bu çoktan belli olan bir  gerçektir».        .

İşin tuhafı ise Janat hakkında en öfkeci düşüncelerden aklına daha çok onun farklı farklı iyi davranışları geliyordu.

«İnanın bana baba, burada bir bilmece var  onu çözmek sizin elinizdedir, kendiniz bunu yapmalısınız»,—kucaklayarak sanki diyordu ona Janat.

 Ve Jakıp ta şafak vaktine kadar çözümü bulmaya çalışıyordu da bulamadı bir türlü.

Ve yine de her şeyi çok ‘hızlı’ yapan Jomart kendi planlarıyla dolu tası kolhoz servetini dökmek ve Jakıpı aldırmadan  kolhozcu adamların yıllar boyu süren ancak mükafatını görebilen sabırlı çalışmalarını aşıp ayaklar altına almak istiyor fikri onun aklından bir türlü çıkmıyordu.

Uykusuz geceye rağmen Jakıp yatağından gayet canlı kalktı. Aceleyle elini yüzünü yıkadı ve kahvaltı yapmadan şafak sökerken eveden çıktı, atına bindi ve semte gitti.

Burada herkes çoktan yaylı binek arabasını kullandığı halde Jakıp bu sefer de al atlarını koşmadı arabasına. Onları sadece sygın insanlar için koşuyorlardı, Jakıp ise kışın da yazın da oklava gibi yuvarlak bakımlı koyu doru rahvan ata biniyordu. Şimdi de doru at sahibini muttarit bir şekilde götürüyordu. Jakıp at üstünde kamburlaşmadan üzengiyi sonuna kadar gerginleşip dik duruyordu.  Semte kadar otuz kırk kilometre vardı ve çok geçmeden Jakıp Yesjanın kapı önündeydi.

Yesjanın ailesi sabah çaylarını içmeyi yeni oturuyordu. Jakıpı görünce Yesjan ayklarına fırladı ve soyunmaya yardım etti ona. Güleryüzle selam verip Jakıpı masa başına oturttu ve kolhoz işlerinden soruşturmaya başladı.

—        Onarımı bitirdiniz mi?_

—        Bitirdik.

—        Tohumlar peki nasıl?

— Tohumlar temizlendi ve  çeşitlerine göre ayrıldı.

—        Çekim hayvanları nasıl?        

- İyi, bedence kuvvetliler, onlar özel bakım altındalar.

- Aferin, Jake! – dedi Yesjan.- Bütün işlerinizi halletiniz ve şimdi dinlenmeye gezinmeye karar verdiniz demek. Biliyor musunuz ne? Bügün Jusupbek şarkıcı gelecek, konser verecek.Kalın bereber dinleriz.  

- Ben size kendi konserimle geldim, - dedi Jakıp.

Yesjan soran bir bakışla misafirin yüzüne baktı. Ama Jakıpın esmer yüzü  sakindi.

-           Ne gibi konserin varmış senin?         

—        Aynı şey: yine de Jomart ve onun grubu iş içinde var. Şu plan tartışmasından dolayı başımı kaldıramıyorum. Ben semt yönergesinin uğrundayım, çoğunluğun fikirlerini savunuyorum,- ama o istemiyor,-  ne istersen yap ama,-  onun planını kabul et ve bu kadar. Ben karşı koymaya çalıştım da sonuçta ne oldu ki? Şu delikanlı sakalımdan tuttu beni yere devirdi başımdan adım atıp üstünden geçti!

Yesjan sözünü kesti:

—        Ve ne oldu ki, Jomartın planı kabul edildi mi?

—        Dün planı parti bürosunda incelendi, demek kabul de edildi

—        Satana gidelim,- dedi Yesjan ve çabuk giyinmeye başladı.

Semt komitesinin sekreteri masa başında oturup sabah postasını gözden geçiriyordu. Bir kağıdın okumasına dalıp  girenlerin farkına varmadı. Ama Yesjan eşiği geçer geçmez, selam vermeden  yüksek sesle konuşmaya başladı:

-           Jake geldi. Şu Jomart «Amangeldide» kimseye çalışmak vermiyor.

Satan başını kaldırdı, girenlere selam verip acele etmeden sordu:

-           Ne oldu?        

—        Jomartın planları parti kurulunun  bürosunda kabul edildi. Nedir bu kepazelik?! O semtin kararını beklemeden kolhozcuların genel toplantısına aykırı çıktı.  Bence onun bu yaptıklarından  dayak yemesi lazım.          

—        Bence ise biz Jomarta da büroya da müteşekkir olmalıyız,- dedi Satan ve az önce okuduğu kağıdı Yesjana uzattı.

Yesjan okudu, başını salladı, damağını şaklattı ve sandalyeye şaşkın oturdu.

-           Başını şaşkın şaşkın sallayacak bir şey yok, şükran ifadesi olarak başını sallamak lazım, dedi Satan.-   Bizim hatamız Jomartın planının değerini vaktinde anlamdığımızdadır. Görüyor musun bölge kurulunun mektubunda: « Jomartın planı kolhoz hareketin  yeni kalkınma başlangıcıdır», diye yazılıyor. Demek planın tasdik edilmesinin geciktirmesinde bizim suçumuz var, ve şimdi biz şu harekete geniş açık yolu açıp bu hatamızı düzeltmeliyiz.

Jakıp ve Yesjan başlarını inerek bir kelime bile söylemeden oturuyorlardı. Satan gözlerine bakıp tekrarladı:

—        Evet, yeni fikir zaferi kazandı, ve şimdi bu plan gerçekleştirilmezse kabahatli Jomart değil biz olacağız. Şimdi biz hatayı yaptık diye düşünmek değil onun planını yerine nasıl getireceğiz diye düşünmek lazım. Parti kurulu bürosunun kararını  ise yarın aynı gün kolhozcu toplantasınında görüşmek lazım.  Sen, Yesjan, prezidyum tolantıyı bügün çağır, siz ise Jake, kolhoza aceleyle dönün ve işinize başlayın.

Jakıp ses çıkarmadan çıktı. Gelmesi aceleydi gitmesi daha acele oldu.

Ayazlı bir gündü. Bakımlı at sıvı civa gibi muttarit akarak denildiği gibi önünde kasırgayı yükselterek arkasından ise fırtınayı bırakarak sahibini alışılmış yoldan götürüyordu. Jakıpın kaşları kırçla örtüldü, yanakarında yaş parlıyordu.  Kulaklıklı tilki kalpağını gözlerine kadar çekip engin stepten gidiyordu o, ve ansızın sanki endişeli beyaz başlı deve önderin sesi gibi yayıldı onun feryadı:

-           Şaşak bir şey ama bu! Demek Jomart planını uygulamazsa kabahatli yine de ben olacağım, değil mi?

Jakıp evine varınca, okuldan yeni gelen Janat odasında oturuyordu. Jakıp odasına girmeden kızın odasına geçti. Şaşırmış Janat ayklarına fırladı ve  soyunmaya yardım etti ona.

-           Bügün hava çok soğuk, üşümüşsünüzdür Jake, değil mi? – sordu o.- Belki ılık kıyafeti getireyim size, ne dersiniz_?

-           Hayır, üşümedim ben , canım benim,- cevapladı Jakıp.- Bügün tüm gece kalbimde suçluyordum ben seni, ruhum da şu suçmalardan karardı benim. Şimdi ise ruhum yine aklandı benim.  Sana da gelmemin sebebi suçumu itiraf emek isteğimdir. Meğer, sen haklıydın, her şeyi önceden görüyordun, hipermetrop şahinim benim, -ve kızını öperek bağrına bastı.

Kapıda geveze Beysen göründü; O çok öfkeliydi. Eşiği daha aşar aşmaz bağırmaya başladı: 

—        Ben kolhozcu yada da yabancı biri miyim? Niçin ekip başı Baymaken her zaman horoz gibi saldırıyor bana?..  Eğer Sarmantay soyundan bizim kırk hanemiz yabancı olan bir Murat kuşağına direniş gösteremiyorsa, hemen kovsun hepimizi öz toprağımızdan. Nasıl isterseniz, ama ben onun  boyunduruğu altında bulunmayacağım!                  

—        Sakin, sakin ol. Sen Murat ve Sarmantayların kulaklarını saymaktansa emekgünlerini hesaplasaydın daha iyi olacaktı.- alaylı gülümsemeyle dedi Jakıp.

-           İşte! Hemen emekgünlerimden söz edilmeye başlanıyor. Hiç çalışmazsam bile açlıktan özleyeceğim ben. Yeter ki kolhozun işleri yolunda olsun, o Beysene özen gösterir

—        Gevezeliği bırak,- sözünü kesti Jakıp.- Senin tüm halkın yararına çalışmalrını biz çok iyi biliyoruz. Sen en iyisi tartışmanızın sebebi neydi söyle bana.

Beysen Janata başını çevirdi, ve Janat o odadayken Beysenin konuşmak iştemediğini anlayınca çıktı odadan.

—        «Jakıpa Tanrıya gibi güveniyorsan.- dedi bana Baymaken,- onun herşeye kadir olduğuna inanıyorsan, o ilk önce tek kızına sahip çıkmaya çalışsın», evet, aynen bunu söyledi o bana, işte ben de dilimi çözdüm. Söylesene Jake, - sesini alçalayıp ekledi Beysen, - Janatcan hep mütevazi biriydi, hangi şeytan aklını karıştırdı onun? Kolhozun herkesi  bunu konuşuyor şimdi.

Beysen kendine göre Baymakenin sözlerinin yorumunu yaptı,- Baymaken Janat ve Jomartın aralarındaki ilişkeye ima ediyor diye karar verdi. Baymaken ise:«Önce tek kızına sahip çıkmaya çalışsın», sözleriyle büro toplantısında Janatın Jakıpa karşı çıkıp Jomartın tarafını tuttuğunu kastediyordu..          

—        Dedim sana, boş boş konuşma, en iyisi tartışmanızın sebebi neydi söyle bana, - soruyu öfkeli öfkeli tekrarladı Jakıp.

—        Yapıştı o bana: «'Niçin, diyor, sana verilen toprakta kar azdır?» - Kudurdu mu o ne? Yoksa toprağı da karı da tipi de ben mi yarattım sanıyor, bütün bunlar sanki benim elimdedir!

—        Demek, yaptığın işinde kusurlar var.

—        Diyorum ya size, adeta takılıp kaldı o bana. Diyor: «Jakıpla düşüp kalkıyorsun sen». Biliyor musunuz nasıl adlandırıyor o sizi? Ağır siyah taş, kara  kapan diyor o size! Nasıl öfkelenmeyim ben bundan sonra?

—        Yeter,- sabrını yitirip Beysenin lafını kesti Jakıp. — Yoruldum ben yoldan, yarın konuşuruz, şimdi ise çekilebilirsin.

Giderken Beysen homurdanıyordu: 

—        Herkesi kışkırtıyor şu Jomart, bir de damat olmak istiyormuş. 

Tek başına kalıp Jomart Beysenin sözleri ona çok dokunmuş olduğunu hisseti. Gerçiyse, o Baymakenle sıkıca kavga yapıyordu, ama  hiç bir zaman onun ağzından şu hakaretamiz sözler çıkmıyordu. Janat odaya girerken babasının yüzüne bakınca tatsız bir şey olduğunu  hemen anlamış oldu.

—        Ne dedi o size? – sordu o.

—        Akıllsız dost akıllı düşmandan daha tehlikelidir,-  kısaca cevap verdi Jakıp, ve onlar yarım yarıda kalmış konuşmayı tekrar başladılar.

—        Gözüktüğü gibi, Jomartın planı semtte tasdik edildi. – dedi Jakıp.-  Bunu bana kabul etmek de zor etmemek de olmuyor. Ne yapsam?

Janat düşünüp cevap verdi:

—        Jomartın planı – zor bir plandır, eğer siz yetirince ona güvenmeden gerçekleştirmeye kalkarsanız, çapraşabilirsiniz. Kabul etmezseniz de yalnız kalacaksınız, tüm halka karşı suçlu olacaksınız. Bence itibarınızı düşürmemek için siz en iyisi şimdi başka bir işe başlayın. 

 Jakıp salıncaklı sandalyede oturup  dinliyordu onu ve sanki bastıran uyku içinde gözlerini kapattı.  Babası uykusuz gece  ve hızlı gidip gelmesi yorgunluğundan gerçekten de uyukluyor mu ya da kendi endişeli düşüncelerine dalmış mı Janat anlayamıyordu. O babasının kırışık içinde  ihtiyar yüzüne dikkatle bakıyordu ve her kırışık ona babasının uzun ve zor yolunun izi olarak geliyordu sanki.

«Bizim için emek veriyordu babam – düşündü Janat.- Ve biz genç,  güç ve kuvvetle dolu nesil bunun değerini bilmeliyiz ve korumalıyız onu».

İyice ısıtılmış oda sessizdi, şiddetli soğuktan pencere kapakları  arada bir çıtırdıyorlardı ancak. Alacalı kedi kuyruğuyla oynayıp onu başarısızlıkla tutmaya çalışıyordu.  Kapıdan adım sesi gelmeye başladı- İrısjandı, işten döndü.

Az bir zaman sonra Jakıp gözlerini yavaş açtı.

— İşte,- dedi o, - demir de eskilip yıpranıyor. Demek ben de yıprandım. On beş sene dinlenmeden çalışıyordum, yerimi başkalara bırakma zamanı geldi. Yaz dilekçeyi...

 

 

İkinci bölüm

 

1

 

Pek şiddetli soğuklar ve kar fırtınalar daha seyrek oldu. Uzun Mart günleri Uraldan Altaya kadar uzanan Sarıarkinin sarı düzlüğünün geniş sırtını  ılık avucuyla okşuyordu. Güneşe yönelen Jauır dağının beyaz yamacında sanki beyaz tendeki  siyah ben gibi kar kalkmış ilk küçük yer kararıyordu. Ilık günlere ve güneşe hasretini çeken insan ve hayvanlar  rüzgardan korunmuş vadinin güney tarafında etkin biçimde uğraşıyorlardı. Berrak kar dişleri evlerin çatı saçağında asılıp duruyordu.

 Kolhozun yeni başkanı – Jomart gözlerini karların kamaştırıcı  parıltığından korumak için bügün mavi gözlüğü takmış. Onun bir çok yeri gezmesi gerekiyordu. Ve şimdi de Karaganda ve Temirtauya gidip gelirken o yorgun ama her şeyden memnun olup evine dönüyordu. Gezisi başarılıydı. Kül gibi koyu atın hızlı koşması, yeleyle arada bir hafifçe sallayarak düz yoldan hafif kızağı kolayca götürmesi,- Jomartın ağzından engin steplere yayılan şen şarkısı, - bütün bunlar Jomartın bügün keyifli olduğunun simgesiydi.   Bölgeden kolhoza iki kamyon, iki safkan aygır, üç soy damızlık boğa ve yirmi beş damızlık inek verildi. Tarla çalışmaları başlayınca ise traktör ve kombayn da vercek vaadinde bulundular. Bir de Jomart Temirtaus elektrik santralından yüksek gerilim hattından kolhoza uzantı yapılacak ruhsatnamesini aldı. Bütün bunlara acil yarım milyon ruble lazımdı. Ama o kadar para kolhozda şimdilik yok. Geçen sene bitti, yeni yıl ise her hangi bir gelir getirmedi. Uzun uzun düşündükten ve hesaplamadan sonra Jomart kusurlu hayvanların bir kısmını kesip Karakandada satmya karar verdi. Böylece kolhozdaki toplam hayvan sayısı azalmıyordu, kalitesi ise yükseliyordu. Et satışından kazanılan para Jomarta bütün proğramının gerçekleştirmesine imkan veriyordu. Her şeyin hesabını yapıp Jomart aynı zamanda hem ekme proğramını hem de elektrifikasyon çalışmaları da yapabileceğine karar verdi.

Bundan dolayı işte, kolhozcular tarla çalışmalardan daha serbest olduğu sürecinde, ağır ilkbahar kampanyasına bütün gerekli olacağını özenle hazırlamak lazımdı.  Sonra ise ekme yapmadan önce ve hasat vakti arasında elektrifikasyon işlerini de bitirmek mimkündü. Düşünce ve hesaplarının  muhasebesini yapınca Jomart o kadar sevindi ki, kolhoza yeni yaz otlakları sanki açmış gibi hissediyordu kendini. Bunun için o yüksek sesle şarkı söylüyordu da şarkısı  uzaklara yayılıyordu.

Bu şarkıyı Jomarta karşıdan gelen hayvan yetiştirici Amanbek duymuş oldu. Onun, alnında nişanla olan doru at sade kızağa koşulmuştu. Kızakta Amanbekle beraber domuzlara bakıp besleyen ihtiyar Baymagambet ve geveze Veysen vardı.

Toynaklarını üşene üşene çekerek gidiyordu doru at. Jomart daha uzaktan ağır binicilikten Amanbeki tanımış oldu ve atını alıkoymaya başladı. Amanbek hızlı biniciliği sevmiyordu. «Çekim hayvanın çekiştirilmesine ne gerek var ki?»— diyordu o.  Jomartın yanına vardığı zaman Amanbek kızağından çıkıp  Jomartın kül gibi koyu atın boynunu şamarlayıp etrafını dolandı. At ağır ağır nefes alıyordu.     

- Vah- vah- vah! – öfkeli öfkeli homurdandı Amanbek. -  Bilmiyorsunuz siz at terin değerini, onun teri su değil ki!

Jomart sigarayı yakıp gülüyordu:

-           Sen bana mahsuz çok terleyen atı vermişsin. Kendin ise terlemeyi bilmeyen bir atı koşmuşsun. Doruya baksana – bir saçı bile yapışmadı bir birine.

- Sen bu külrenginin tüm terini dökmüşsün, benim doru atımın canını çıkarırdın o zaman. Eski bir atasözü biliyor musun: «Patron olup herkese bağır». Sen de başkan olup atları esecek hakkın mı var diye düşünmeye başladın? Peki bu işin sorumlusu kimdir? Düşünsene.

- Sen sorumlusun. Ben bunu söyleyeceğini biliyordum, onun için kolhozun payına daha iki araba düşürdüm,- gururla dedi Jomart ve Amanbeke baktı, sevinecek mi acaba?

-  Damızlık inekler nerede peki? -  sordu Amanbek.

— Yirmi beş baş getirdim, bir de üç damızlık boğa da düşecek bize.         ,           ;

Amanbekin yüzü sevincinden ışıldadı.

-           - Siz peki kalabalık bu halde nereye gidiyorsunuz? - şakacı edasıyla sordu Jomart

-           — «Ekim» kolhozuna gidiyoruz— cevap verdi Amanbek. — Ben Badanbekle yarışma yapıyorum ki. Onların çekim hayvanlarına bakmak istiyorum işte.

-           Siz ise Bake evden ayrılmayı çok sevmiyorsunuz galiba, değil mi?

— Evet, haklısın canım, sevmiyorum, - cevap verdi Baymagambet, - ama diyorlar ki onların özel cins  domuzları  varmış. İşte gidip öz gözümle göreyim dedim.

— Bakın iyice bakın, biz bu sene domuz yetiştiriciliğine sıkıca kuvvet vereceğiz.

-           Olur, onlara iyi bakım sağlayabilsek, herşeye dayanabilirler onlar. Ama şu bakımı benden başka hiç kimse düşünmek istemiyor ki. Bütün bu Beysenler dudak bükerek diyorlar sadece: «Onlar pis, haramdır». Peki onların karşılığına verilen para pis mi? Günah işlemekten o kadar korkuyorlarsa niye o zaman votka içiyorlar? Neyse, boş bir konuşma!

Kızakta oturan Beysen susuyordu. Niye ve nereye gidiyordu Beysen kimse bilmiyordu. Jakıpın başkan görevinden gittiği sürecinden Beysenin hep somurtuk yüz vardı. Şimdi de o Jomarta yan gözle bakarak alnını kırıştırıyordu.

            —Beyseke siz ise nereye gidiyorsunuz? – sordu ona Jomart.

—        Orada karımın akrabası var, onların ziyaretine gidiyorum, bir süre konuk kalmak istiyorum onlar

—        Vah- vah- vah, Beyseke! – yüzüne vurdu Amanbek.- Demek yine de bana bir sürü saçmasapan şeyler söylemişsiniz. İşiniz sizin var orada dediniz ki bana. İşle ilgili gidiyorsunız siz, düşünürdüm ben, misafire gdecek mi zaman şimdi yoksa, olur mu böyle bir şey?

Amanbek kızağına oturmuş. Jomart gülmeye başladı, kızağına oturdu ve Beysene yanındaki yerine gösterdi.

- Buraya oturun, - dedi o Beysene. – Kolhozda acil işler var.

Beysen geri dönmek zorunda kaldı işte. Okun uçuş mesafesine gittikleri zaman kulaklarına ihtiyar Baymagambedin davudi seslenişi girmiş: 

-           Bak, domuz ahırına da elektriği uzatmayı unutma! — hatırlattı o.

Beysen pis pis  gülmeye başladı.  Ona göre domuzlara bakmak hem de onlar için elektriği da uzatmak tamamen bir saçmaydı.

-           Boş bir insan ebedi boş kalacak, istersen yağ içinde yalda değişecek bir şey olmayacak. – dedi o. Baymagambet Rus köylerde eskiden  domuz çobanlığı nasıl yapardı şimdi de yapıyor, budala enayi ise olduğu gibi de kalıyor. 

Ama Jomart ona haddini bildirdi:

-Bizim için Beyseke, kendine ve Vatanına faydası dokunan insan – akıllı insan sayılır, kimseye faydası dokunmayan insan budala enayı olarak sayılır. Akıl da budalalık da topluma getirilen yarar ve zararla ölçülür. Siz de Baymagambete bu bakıştan bir bakıverin.

—        Bıcaksız kestin sen beni canım benim damadım, - dedi Beysen ve derin derin nefes aldı. – Her neyse Baymagambet akıllı ben ise aptal olayım, sen akıllısın biz ise budalayız, ne yapalım.

 - Anlamıyorum seni, hangi «damattan » bahsediyorsun sen «biz» de olan kim?

Ama Baysen susuyordu, arada bir dudakları titriyordu sadece.

Jomart ona baktı ve  başını salladı. Bir süre susup söyledi:

-Bu konuşmaya layık  olan söz değilse, niye söylediniz ki onları  o zaman? Yoksa öylesine mi halt etmişsiniz sadece?

- Evet, halt etmişim.  

- İşte size, pis sözlerdi onlar ama.     

—        Yok ya, yeter artık! – dayanamadı birdenbire Beysen. - Sen ancak dün buraya omuzunda bir tek valizle yeni gelmiş birisin, Jakıp sana evlenmeye, hayvanları almaya, ev bulmaya yardım etti, bügün ise sen bu ihtiyarı onurlu yerinden  utanmdan alaşağı edip onun koltuğana rahat rahat kurulmuşsun.  Ama görüldüğü gibi sana bu da yeterli değil. Onun tek kızını da almak iştiyorsun. Uzun hayatımı boyunca senin gibi damada raslamadım ben. Janat Almayla   büyülümüş değillerse, dilim kurusun benim,

Jomartın tüyleri diken diken oldu. «Demek onun karısı ve Janat arasında ateş kızıştıran Besendir! Onun ve Alma arasında kışkırtma yapan da o dur!  Pis kokulu dumanı çıkaran  öksü ta buradaymış! Bu öksünün üzerine vaktinde  su dökülmezse büyük bir alev çıkabilir,— düşünürdü Jomart.  Ne yapacağını bilmeyerek onun yüzü  bir kızarırdı bir sararırdı ve en nihayet kendine fazlasıyla içerlerek söyledi:

-           Ben senin saf bir geveze olduğunu düşünürdüm, sen ise iftiracı çıkmışsın. Neyse, başını belaya sokmak istersen yaptıklarına devam edebilirsin. 

Jomart Beysenin evine yaklaşırken atını alıkoyup dedi:

-           Sana vazife: kolhozun mahzenesine  sekiz yüklü araba buz kes. Git. 

Beysen kızaktan zor güç inerken  hızlı gidişle ateşlenen at çekiverdi ve yoluna devam etmeye başladı. Beysenin ayağı kaydı ve o katılaşmış  kardan  yuvarlandı. Ama öfkelenen Jomart faketmedi bile bunu, atını evin yanında durdurdu sadece.

Evden kemen sesi geliyordu. Dünyaya yeni gelmeye hazır olan melodi sanki kuş yavrusu gibi  daha sağlam olmayan kanatlarında uçmaya çalışıp düşüyordu, hareketsiz kalıyordu, kesiliyordu. Jomart nedense hemen sakinleşti, canı da rahatlamış oldu.  Kapıyı sessizce açtı ve hafifçe adım atıp odaya girdi. Alma müziğin cazibesine kapılıp onun gelmesini farketmedi, ve o kederli kederli onu gözetliyordu. Alma yavaş sesle ya da şarkı söylüyordu, ya da konuşuyordu tek başına.

Onun şefkatli ince yüzünden bazen sanki rüzgar esintisiyle suyun düzgün yüzeyini hafif bir dalgır gibi dalgalandıran bir gölge geçiyordu. Sesi onun bu anlarda geriliyordu. Sanki gözle görülmez  pınar daha çok fışkırmaya başlıyor gibiydi.

-           Duygudan daha güzel bir şey yok.- Görüyordum ben, ama anlamıyordum. Şimi ise ben görüyorum, yine görüyorum, - kemanı aşağıya indi o.

-           Alma !— şefkatle seslendi ona Jomart.

—        Jomart!

Biribirinin yanına koştular.

—        Neyle döndün, yolculuğun nasıl geçti? – sordu nihayet Alma. 

—        Bütün planladığımı yaptım.

Alma onun kucağından kurtulup dans etmeye başladı. Böyle Rus köylerde dans ediyorlar, Alma da aklına şimdi tam bu  eğlenceli halk oyunu neden geldi kendisi de  bilmiyordu. Alma çoktan böyle şenlenmiyordu. Onun  şenliği Jomarta  da yayıldı ve kaybettiği saadete sanki yeni kavuşmuş gibiydi

—        Ben şimdi «Kun- şuak »1  melodi üzerinde çalışıyorum, - dedi Alma.- Bu bambaşka bir melodi olacak.  Bu melodi içinde acı, üzüntü, can sıkılması, hainlik  gibi hisler olmayacak. İçinde  sadece bulutsuz, güneşli hayat, gölgelenmemiş mutluluk duyulacak. Onun ritmini kavramak çok zordur, daha önce bildiğim herhangi bir ritme benzemiyor onun ritmi, hayatta bundan daha güzel bir şey duymadım ben.  Ah, gerçek bestecilerle görüşebilseydim ben! Ne güzel olurdu!

  — Niye olmaz ki, sizin bu görüşmenize mani olabilecek ne var ki? – çabuk cevap verdi Jomart.- Eğer doktorlar sana göz nuruna kavuşmayı yardım edemedilerse, sanat insanlar hayatın güzelliğine ve tadına tahayyül yardımıyla kavuşmayı yardım edebilirler belki.

Alma besteci olmak aziz emelini ve bunu yapmak için tecrübeli müzikçilerle görüşebilmesi için Alma – Ataya gitmek istediği düşüncesini söyledi. Defalarca o aklında bütün hal ve şartları ölçüp biçiriyordu ve her defa: «Hayır, imkansız bu» diyordu kendi kendine. Ve şimdi, Jomartın sözlerinden sonra bu istek yine de kalbinde uyandı, hayalin de gerçekleştirilebilir olduğunu anladı. Ama Jomartın onun gitmesine aceleci rızası Almanın Damet ninenin imalı sözlerin aklına gelmesine sebep oldu. Alma hayatta kıskançlık etmeyecek vadettiği halde aklına istemeyerek kara düşünceler geliyordu.

-           Hayır bu yolculuğu erteleyelim, - dedi o ve sesinde acı tonları duyuldu. -  Gerçiyese, Jakıp şimdi evinde sakin oturuyor da ama sen en ufacık bir hata yaparsan hemen söyleyecek: «Ben diyordum ya size ». Sen benim işlerimle şimdi kafanı yorma, en iyisi kendi işlerine bir düzen ver, şimdilik benim işlerimden senin işlerin daha önemlidir. Zaman gelir  ben de seninle ya da Janatla gidip gelirim, tek başıma hiç bir yere yol bulamayacağım ki ben artık.


Kun- şuak  — bulutsuz gündür.

Ama Jamart Almanın şüphelerinden haberi bile olmadan, dedi:

—        Sen beni düşünme canım benim. Jakıp bana düşman değil. Ama gerçek bir düşman yakama yapışsaydı bile  senin düşüncelerini ve hayallerini ben düşünmeye  bırakmazdım. Yoksa sevgimizin değeri ne olacaktı? Benim için ise endişelenme, ben burada yalnız değilim ki, insanlarla bulunuyorum. Sen bu insanları tanıyorsun,onlar işe alışık biriler. Seni refakat edecek kişiyi bulmak lazım sadece.

—        İnsan da lazım olacak hem de bu yolculuğa bir sürü para gerekecek. Ailemiz ise yeni kurulmuş bir ailedir, zor olacak bizim için bu.

—        Yolculuk  masrafları kolhoz karşılayacaktır bence.

—        Olur mu  bu hiç?

—        Neden olmaz ki? Kolhoz kendi isdidatlı çocuklarına hangi alana çalışmaya gitmek istiyorlarsa  gidsinler sanat alanına bile olsun yardım etmeli. Özellikle başı derde olan biri olursa. Hayalini gerçekleştirince ise senin eline kolhozun kulübunu verceğim. İstersen orada opera tiyatrosunu bile kur.

Jomart kalktı ve mutfağa geçti. Orada mutfak ocağında çaydanlık kaynayıp duruyordu. Damet bir yere gitti ve Jomart çayı demleyip Almayı da sofraya çağırdı.

—        Ben şirin öğrencilik hayatı tamamen unutmaya başladım,  gerçek bir bey hanımına dönüştüm, -  oturup, masa başını elle yoklayarak kederli kederli dedi Alma.—Masada şimdi ne var?

—        Beyaz ekmek, tereyağı var. Reçel, şeker, fondan, bisküvi -  her şey var. Porto şişesi bile o da var. Mezelik de var..

— Hangi meze?   

—  Bake gözdelerinin etinden yapılan sucuk.

-  Rus salatası peki var mı?

- Bağışla, getiririm şimdi.

Jomart kalktı, Rus salatasıyla tabağı getirip sofraya koydu. Herşeyi Almanın önüne koyup çocuğa gibi bakamya başladı ona. 

-           Ne mutlusun sen Jomart! Sen beni görüyorsun. Ah! Ben de seni bir kerecik bile görebilseydim, - dedi Alma.

Jomart ne söyleyeciğini bilmiyordu. Alma Jomartın yüzünü görmek hasretini çekiyorsa Jomart da  aşırılık derecede karısının aklıll, şefkatli ve duygulandıran içtenlikli açık bakışını kendi yüzünde görmek istiyordu. Jomart doktorların yardımıyla şu fevkalade bakışın dönmesine,tedavi edilmesine elinden geleni, her şeyi yapıyordu. « Bir çok mucize ortaya çıkardı bilim, ama şu gözlerin sönen parlak ışığını bir daha yakamıyor bana!»—düşünürdü Jomart ve kalbi sızlamaya başlıyordu. Konuşmaya bile gireşemiyordu. Alma onun halini anladı. 

- Dilini yutmuşsun, - gülmeye başladı Alma. – Ama sen boşuna üzme kendini; ben yine de görüyorum seni. Ve bir tek seni değil, bütün bizim Sovyet dünyamızı görüyorum. Deniz dalgaları granit falezi aşınabilir, ama hiç bir şey kalbimden güzel hayatımızın hayalini silemez. Bana dünyayı gösterdiler ve sadece bundan sonra gözlerimi, göz nurumu aldılar. Kendimden ise ben hiç de memnun değilim; «Kun - şuakla» bir türlü başa çıkamıyorum.

Damet nine geri döndü. Neredeydi ve neler neler duymuş belli değildi, ama kaşlarını öfkeli öfkeli çatıyordu. Jomarta itidalle selam verip sofra başına oturdu ve çok uzatmadan konuşmaşına başladı:

-           Janat sanki buradaydı?          

—        Hayır, nine, gelmedi o,- cevap verdi Alma.

-           Girip çıkması onun çok seyrek oldu nedense, babasının onuruna dokundukları için darıldı herhalde.

—  Özlediyseniz nine davet edlim Janatı, ben de özledim onu.

-           - Amma da basit bir insansın sen güzelim, - anlamlı anlamlı uzattı ihtiyar.

Alma ve Jomart onun imalı sözlerinin  anlamını çoktan anlamaya başladılar. Onlar birbirinden kendi tahminlerini gizliyorlardı ve susmaya tercih ediyorlardı. Janat dedikoduların bitmesi için Almaya çok seyrek uğramaya başladı, Jomartla da elinden geldiği kadar seyrek görüşmeye çalışıyordu. Ama bunun da fayadası olmadı. Geveze Beysen ve Damet nine bir türlü rahatlayamıyorlardı ve dedikoduları çıkarmaya devam ediyorlardı.

Jomart ihtiyarın kavgacı ruh halini sezince işlerine bakması gerktiğini söyleyip gitti.

Yönetim binasına gelince  sekretere kohozun muhasibecini çağırmasını hemen istedi.

—        Emekgünlerin hesaplamasını da almayı unutmasın, -  arkasından bağırdı Jomart.

Jomart hareket halinde olmaya alışık biriydi ve şimdi önce kızakta, sonra evde sofra başında alışımamış uzun oturmasından vucudu sanki uyuşmuş gibiydi. Azıcık bile ama  harekette bulunmak için odayı dolaşmaya başladı.

Odaya koltuğu altına  evraklarla kalın dosaysını alıp telaşlı şekilde muhasibeci Aydar girdi. İlk bakışta o gayet rahat görünüyordu, ama daha dikkatli bakılırsa kuşku dolu bir bakışı sezmek  zor değildi. Jomarta dalkavukça selam verip ve yolculuğun nasıl geçtiğini soraştırıp kağıtlarını sofraya koydu.

—        Yolculuğunuz iyi geçti mi? - tekavvüs ederek sordu o. – Keyfiniz yerinde değil galiba, hasta değil misiniz sakın?

—        Ne zamandan beri çalışıyorsunuz siz burada? – soraştırmalarını kesti başkan.  — Saçlarım da sakalım da ağardı benim. On ücünce senedir buradayım ben.

-           Muhasebeci tahsiliniz var mı sizin?

—        Hayır canım, ben pratisyen biriyim, her şeyi çalışarak öğrendim. Daha önce semt yönetim organlarında mektuplaşma yapıyordum, zor bela yetiniyordum. Şimdi ise gözlerim açıldı!

—        Gimnazyumda okudunuz siz, doğru mu bu?

—        Evet canım benim, - yılışarak cevap verdi Aydar. – eski zamanlarda Kazah çocukları zorlayıcı şekilde Rus okullara alınırdı. Bilindiği gibi bay oğulcukları gitmek istemiyorlardı. İşte okula fakir çocuklar gönderiliyordu, onların arasında ben de vardım. Gözü yaşlı olarak okula gittim, ama buna karşılık şimdi keyifli keyifli gülüyorum.

Aydar hiç de Jomartın öğrenmek istediğinden bahsetmiyordu. Jakıp döneminde Aydarın sözü tartışılmazdı. Fare için kediden daha korkunç kimse yok. Aynen Jakipe gibi dünyada mauhasebiceden başka daha bilgili bir adam yoktu. Aydar: «Bu yasadışıdır» söyleseydi, Jakıp ağzını açmaya bile cesaret edemyordu. Bütün tecrübeliliğine rağmen Jakıp rakamlarla her hangi bir kağıt karşısında kendini çaresiz hissediyordu. Jakıp döneminde Aydar bolluk ve neşe içinde yaşıyordu ve olanca gücüyle eski başkanı desteklemeye çalışıyordu. Jomart kolhozda çalışmaya başladığı ilk günden beri muhasebici başakanı parmağında oynattığını çok iyi görürüdü ve onların aralırındaki münasebetlerine karışmamak için kendini zor tutuyordu. Ama şimdi o Aydarı rahvan yürümeyi zorlar. Hayatında çok gören Aydar yeni başkanın sert huyunu çoktan farketti ve şimdi ihtiyar kurt gibi suç izlerini yok ederek koşmaya çalışırdı.

- Kolhozcuların serveti – onların emekgünleridir. İşte ben de emeğin  kayıdı nasıl yapıldığına bakmak istiyorum, - dedi Jomart ve dosyayı muhasebecinin elinden aldı.  Aydarın gözleri Jomarta sonra kağıtlara ve yine Jomarta huzursuz husursuz bakarak sakin duramıyorlardı. 

— Evet, kayıt gayet iyi yapılıyor, - biraz sonra dedi Jomart.

Aydarın yüzü sevincinden ışıldadı. Ama sevinci onun uzun sürmedi. Jomart bir satırın altını kırmızı kurşun kalemle çizip yanında kocaman bir soru işareti koydu. Aydar masa başına eğilip soru işaretin hangi satıra ait olduğunu görünce soluklaştı. Soru işareti Beysen soyadının yanında duruyordu; şu soru işareti Aydara sanki başına acı bir şekilde vuran sert bir cop gibi geldi. 

- Doğru mu bu kayıt? – sordu Jomart ve  araştıran bakışla baktı muhasibeceye.

- Doğru olmalı. Evet, evet doğrudur.

—        Esas evrakları getirsenize bakayım. 

Aydar evrakaları getirmeye itiatli gitti. Ama hangi evrakları getirirse getirsin, Beysene yazılan emekgünlerinin sayısını şimdi temize çıkarmak mümkün değildi!.. Aydarın bodrolarına göre Byesenin hesabına bir sürü emekgünler yazılıydı. Ama Jomart  Beysenin yeni yılın üç ayın içinden toplam bir ay bile çalışmadığını  çok iyi biliyordu. Eski Kazah atasözünde han sıfıra biy ise tokmağa dönüşse bile denildiği gibi, Jomart yine de Aydara inanmazdı. Jomart düşünceye dalıp Aydarı beklerken «Bir hırsızlık ikincisini de açar», eski atasözün anlamını gitgide daha çok anlamaya başlıyordu. Belki şu Aydar çinesi düşük olan Beyseni kışkırtıyor, Beysen ise Damet nineyi, Damet nine de Alma ve Jomart arsında ateş çıkartıyor. «Şu tatlı Aydar bir çok defa zavallı Jakıbı iğfal ediyordu herhalde» - daha önceki nezaretlerin ne kadar doğru olduğuna ikna olup düşünürdü Jomart.

Heyecandan yüzü kızarmış, terlemiş Aydar girdi. Esas evrakları getirdi. Bu üstüne kalem çekilmiş, düzeltilmiş, buruşmuş kağıtlardı. Kim onların üstüne kalem çekmiş, rakamları düzeltmiş  ortaya çıkarmaya olanaksızdı. Evrakların sahte oluşu ise apaçıktı.

-           Bütün bu rakamlar bana ekip başı ve puantörler tarafından verildi. Bu karmakarışıklıkları anlayana kadar saçlarım ağardı – dalkavukça dedi Aydar.

-           Jomart yavaş sesle güldü.

—        Bu karışıklıklar içinde sizin de zihniniz karışmıştır herhalde, değil mi?

—        Hayır, canım benim, karışmadı benim zihnim. On üç senedir raporlarımda hiç kimse her hangi bir kusur bulmadı. Jakıp beni çok iyi tanır. 

—        Ben de sizi tanımaya başlıyorum, - dedi Jomart ve dosyayı çekmecesine koydu. – Siz serbestsiniz, gidebilirsiniz.

-  Serbest miyim, diyorsunuz, canım?

—        Evet, serbestsiniz, hepten serbestsiniz. Kolhoz sizin yardımınıza muhtaç değil artık.

Aydar başka hiç bir şey sormadı. Jomart da susuyordu.      

Jakıp odasında yatıyordu. Yastığa dayanarak gazete okuyordu. Yaşına rağmen o gözlüksüz da gayet rahat okuyabiliyordu. Yatağın önündeki alçak masa  üzerinde büyük bir piala içinde ev birası  köpürüyordu.

 

1             Biy – soy hakimidir. 

 

Ara sıra Jakıp bir kaç yudum yapıyordu. Güneşin parlak ışınları  nikelajlı yatağı aydınlatıp odayı daha aydın ve rahat yapıyordu.

Jakıp gazeteyi bir yana koyup gözlerini ovaladı.

-           İrısjan! – yüksek sesle çağırdı o karısını.

Btişik odada olan Irisjan  ağız açmadan çağırışa geldi. 

-           Neden hiç kimse gelmiyor bize bügün? – sordu Jakıp.- Ölüp kaldı mı herkes yoksa?

—        Gelecekler! Beysen muhakkak gelecektir- dedi İrısjan.

Aynı zaman giriş kapısı açıldı.

- İşte geldi, dedim ya,- gülümseyerek ekledi Irısjan.

Ama gelen Besen değil, bekçi Mametti. O keçe çizmelerini sofada çıkardı, mantosunu bir yana attı ve Jakıpın odasına cekette ve yalınayak girdi. Mamet dedenin sakalı seyrek , yüzü kurumuş ağaç gibi arıktı, yürürken de sırtını kamburlaştırıyordu. Onu görünce Jakıp zevkinden gülmeye bile başladı.

—        Hey, bu ne biçim bir hal? Yoksa biri yağmaladı mı seni yahu? Эй, что это? – şaka etti o.

—        Baksana sen ona, giyimli girersem bu ne biçim nizamsızlık diyor. Soyunsam yağmalanmış diyor. Sen ise niye yatağına sere serpe uzanmış yatıyorsun? Yoksa biri mi başına cop vurup bayılttı mı seni? Çocuğu mu doğurdun yoksa? Bu ne biçim tembelsizlik?

—        İstersem yatarım, istersem kalkarım, kendim bilirim. Ben avulumu yaz otlaklara getirdim. Sen ise şimdi istersen gecenin tümünü tokmağı çal istersen gün boyunca gevezelik yap  Jakıp kılını kıpırdatmayacak  bile.

—        Kurumlanma hadi, yine de kibirli Nurmagambet olmayacaksın sen. Benim tokmağım tüm kolhozun boranıdır. Onun sayesinde düşman arka yandan da saldıramaz, cepheden de vuramaz bize. Dilim benim ise yiğitin keskin mızrakıdır. Sen ise söylesene bana: bizim Jakıpımız o kadar güçlü kuvvetli biriyse niçin zayıf Jamart onun  sırtını yere getirdi? Jakıpımız o kadar güçlü biriyse niçin onun şişmanı ona bir çocuğu daha doğurmaz? – dedi Mamet ve kahkaha ile gülerek   Jomartın göbekli  karnına eliyle vudu.

—        Hey, güdük sakallı, sen niye istihza ediyorsun ki? – dedi Irısjan.

—        Evet, ihtihza ediyorum galiba! – dedi ve yüzü gittikçe somurtuk bir ifade alıyordu. Mamet  gerçekten de zevk alınacak bir şey görmüyordu.O Jakıpıkla yaşıttı ve onun en yakın arkadaşıydı. Küçük yaştan beri onlar birlikteydiler, beraber uzun ve zor yıllar yaşadılar. Onlar birbirine  öz ufak ve büyük işlerini, karılaryla  bile paylaşmadığı sırlarını açıyorlardı. Ve uzun geceler boyunca kolhoz ambarın yanında oturup bazen diyorlardı birbirine: «Bizimle aynı yaşta olanların sayısı gittikçe azalıyor». Bu sözlerden sonra konuşmaları daha uzun ve samimi oluyordu – sanki bu sözler kalan günleri arkadaş olarak geçerecekleri sözsüz anlaşmayı ant içmekle perçinlendiriyordu. Jakıpı kolhozun başkanı olarak seçtikleri zaman Mamet o kadar sevindi ki sanki kendisine saygı gösterilmiş gibi hissdiyordu kendini. Kolhozun başkanı olunca Jakıp Mamete en güvenebilir birine kolhozun sermayesini muhafaza etmeyi emanet etti. 

Uzun hayatları boyunca ciddi bir kavga yapmadan arkadaşlar oynaşan develer gibi birbirini kışkırtıyor ve ısırıyorlardı.

Ama şimdi Mamet kendini mahcup hissediyordu. «Dozunu kaçırmadım mı ben acaba?»—düşündü o. Ona göre Jakıpın haksız yere başkan görevinden alınması çok üzücüydü.  «Dost da düşman da zor saatte tanılır»,— düşünürdü Mamet ve candan yürekten acıyordu dostuna.

Susmuş Mamete ve hüzünlenen Irısjana bakınca Jakıp onların neler düşündüklerini hemen anladı. Ama onların yanında içinde neler olup geçtiğini göstermek istemediği için anlamamaksızdan geldi.

-           Boşboğazlığı yapmaktansa en iyisi yesene benden bir parça «peksimet»,— dedi o ve dama taşları koymaya başladı. – Sen ise ihtiyar kadın gevezelik yapmamak için git de en ıyisi et pişir bize,- şakacı edasıyla ekledi o.

Jakıp ve Mamet dama oyunun eski usatacılarıydı. Gerçiyse ikisi de çoktan beri oynamadı ve şimdi bir Jakıp bir Mamet tutturamıyordu oyunu. Ama bir iki partiden sonra eski maharetleri yerini buldu.

-           Hamle sırası sende, hadi, hadi, - söylüyordu Jakıp.

Ama Mamet zor bir durumdaydı anlaşılan. Bakışı donakaldı, seyrek sakalını durmadan çekip duruyordu.

—        Senin düşenene kadar ben uykuma doyabilirim galiba.

—        Gülmesene. – Alayıcı başıyla taşı parçalamaya çalışır da bunun yerine başını yarılıyor.

—        Seninle alay ettiğim zaman şansım artıyor...

— Oyleyse, buyur sana, - dedi Mamet ve sağ köşeden hamle yaptı.

Jakıp Mamete bir kaç dama taşı almaya imkanı verdi sonra ise ard arda rakibin taşlarını almaya başladı.

—        Bir, iki,üç, dört, beş,- taşları tık tık vurarak sayıyordu o.

—        E, Tanrı kahremesin seni! Alıyorsun tamam al, razıyız buna, ama tıkırdama da sayma onları en azından ya,- dedi Memet ve dama taşları topladı.

Jakıp kahkahalar içindeydi.

Ansızın, odaya yaygarayı koparak koşarak Beysen girdi. Ofkelendiği zaman o kekelemeye başlaıyordu. Şimdi de tükürükler saçarak ve  salyayla boğularak feryat ediyordu:  

-           D- d- övdü b- beni, dövdü,  k- karda yuvarladı,  kızak peşinden sürükleyerek g – götürdü. Ben eceliyle ölmeyeceğim, onun elinden öleceğim!

Feryadına Irısjan Ajnatla koşarak geldiler.

—        Beyseke kim, kim dövdü seni! – fırladı ona Janat.

-           Yeni başkan müstebit başkandır.- kurnaz başkandır. Ben eceliyle ölmeyeceğim, onun elinden öleceğim! Bırakın beni, OLECEĞİM ben!

—        Sakinleşsene! – bağırdı ona Jakıp.- Salak olanı salak. Oleceğim de öleceğim tekrarlayıp duruyor. Niçin o kadar dehşet dayaktan sonra teninde bir iz bir çürük bile gözükmüyor peki?

—        İşte,işte size, bir baksanıza söylediklerime inanmıyorlar, inanmıyorlar! Boşuna demiyordu ki o: «Bakacağım ben nasıl senin Jakıpın sana arka çıkacak». Büyük yemin ediyorum, söylediklerim gerçektir.  

-           Nerede karşılaştınız siz ve ne sebepten o seni dövmeye başladı? Anlatsana hadi?

-           Amanbek, Baymagambet ve ben «Ekime» gidiyorduk. Ansızın o ‘şeytan’ önümüze fırladı ve beni geri götürdü. Dereye gelince ise o beni dövmeye başladı, kızak peşinden sürükleyerek götürdü, sonra da  şevden itti. Ben tam deriye kadar yuvarlandım ve yaklaşık bir saat gibi bilinçsiz yattım orada.  Ama bu da hepsi değil; en gönül kırıcı ise bütün bu yaptıklranından sonra o bana daha sekiz yüklü araba buz kesmeye emretti.

— E- e – e... demek dalaşın sebebi da buydu anlaşılan, - dedi Jakıp.

-           Hayır ya, hayır. «Jakıpı destekliyor musun demek? Kafanı belaya mı sokuyorsun? – dedi. 

Avulda çoktan her hangi bir kavga yapılmadı bunun için bu vaka herkesin işlgsini çok çekmiş oldu. Memet dede Beysene inanmak mı  ya da inanmamak mı daha karar vermeden hükmetti:

-           Bütün bunlar gerçekse, Beysenin aleyhine değil de muhakkak Jakıpa karşı yapıldı. Ama ilk önce herşeyi iyice  öğrenmek lazım yoksa bir kıvılcımdan ateş çıkartmayalım..

Jakıpla Janat ağız açmadan gözlerini yere indirip oturuyorlardı, Irısjan içni çekerek dedi:

-           Rahat yaşamayı vermiyorlar ya!

Beysen Jomartı yerden yere vurmaya devam ediyordu:

-           Senin yüzünden öfkesinden kuduruyor o Janatjan, senin,- bağrıyordu o.

Ama Jakıp hemen durakladı onu:

—        Tamam, yeter artık. İhlal edenlere kanun var, gem vurulmayanlara gem bulunur. Janata niye atılıyorsun? Rahat bırak onu.

Oda yeni sessiz olmaya başlayınca biri kapıyı çaldı. Kazah avullarda girişte kapıyı çalma alışkanlıkları daha yoktu. Bu yüzden kapıya bu çalmayala girişte kimin olduğu hemen belli oldu. Kapıyı bir tek Aydar çalardı ve gerçekten de girişte Aydar vardı. Aydar odaya ağır ağır girdi,  sandalyeye ihtiyatla odurdu ve herkesi kısaca ve uyuşukca selamladı.  Somurtkan yüzünden onun da kötü heberleri getirmesi belliydi. -  -  -      Jomart mı geldi? – sordu Jakıp.

—        Geldi, - homurdandı Aydar.

—        Hangi haber getirdi?

—        İşte, diyorlar ki on beş baş büyük hayvan ve on beş baş domuz satmak istiyor.

Jakıpın genelde yarım kapanmış gözleri şimdi iri iri açıldı. O her zaman  kendini tutabilme itidalla başkalardan ayırılırdı, ama şimdi, bu haberi duyunca bedeninden sanki pir parçası parçalanmış gibi hissederdi kendini. Aydar Jakıpa neyin daha çok dokunacağını çok iyi bilirdi.

 — Demek, avuç avuç topladığımız mülk  kolhozdan kucak kucak dolusu gitmeye başlıyor?- dedi Jakıp ve kaşlarını çattı.

Derken Aydar çakmak taşından bir kıvılcım daha çıkardı.

—        Bir tek mal ve mülk giderse iyi olur ama, en kısa zamanda çalışacak insan da kalmayacak galiba.

—        Muammalı konuşmasana, açıkça söylesene daha neler oldu?

—        Bügün beni işten attı. Yarın ise beni ve Beyseni de mahkümeye verebilir.  

—        O çıldırdı mı ne, - sessiz dedi Janat.

«Jomart, akıllı Jomart, iyi tabiatlı Jomart kendine benzemiyor gibi oluyor. Belki bütün bu söylenilen yalandır? Ama ikisi de niye yalan söyleyecek ki?»

Bütün bunları Janat havsalamına sığdıramıyordu. Janat kapıdan dışarıya fırladı ve Jomartın evine hemen gidecekti, ama kendine gelip yazıhaneye doğru gitti. Jomart başkan olduğundan beri Janat bir süre için parti bürosunun sekreteri görevini yapıyordu. Ve şimdi o Jomartı çağırıp olup bitenleri inceleyecekti.

 Jakıp kızın yüz ifadesinin nasıl değiştiğini görünce onun nereye gittiğini hemen anlamış oldu. Vah, çevresini oluşturanların da şimdi kim kim olduğunu anlayabilseydi keşke!

İhtiyar admalar gençleri anlayabilir mi acaba? Yeni şarkıları öğrenebilirler mi yoksa hep eskiye başlarını çevirecekler mi? Ama bunu düşünmüyordu o. Dedikodunun dondurucu rüzgarı onun da sabrını tüketti.

-           Damarlarım uyuşuyor, kanım donuyor, çok sabrediyordum ben, ama yeter artık, başka sabretmek istemiyorum.

Yolunuzda engel olmayacağım ben şimdiden, ellerinizi kolunuzu da bağlamayacağım arkadaşlar. Benim sözüm nerede gerekirse ben hakkın tarafını tutacağım. Gidebilirsiniz, niyetleriniz yerleri bulsun.

Beysen bu sözlerin anlamını tam olarak anlamadan şaşırıp kaldı. Aydar gayet iyi anladı ve başını kaldırıp Byeseni peşinden şürükleyerek odadan çıktı. Mamet biraz susup kaygıdolu sesiyle dedi:

—        Dozu kaçırma Jakıp.

—        Burada benimle ilgili bir şey yok artık. Hayvanları çarçur ediyorlar, buna dayanmak bir suç işlemektir. Daha önce kolhoz iyi bir  yoğurt gibi sakindi, milletin malı, serveti dokunulmazdı, o ise her şeyi karmakarışık etti. Şimdi işin içine girme saati geldi. Bunun benim tarafımdan  bir kindarlık, güceniklik olduğunu söyleme,- burada baltalamadan bahsediliyor. Bir zamanlar  baltalamacılar suni dölleme kisvesi altında koyunlarımızı nasıl mahvetmek istediklerini unuttun mu yoksa sen? ..

Dama oyunu unutuldu, şakalar akıllarına gelmiyordu. Beysen ve Aydarla çıkatrılan gürültü eski dostların keyfini bozdu. Mametin tüm konuşkanlığı bir anda yok oldu. Yemeklerini hiç konuşmadan yedikten sonra Mamet de eve gitti. 

Jakıp giyinip dışarıya çıktı. Sanki tek başına yangını söndürmüş gibi Jakıp ağır adımlarıyla Sırgabay tepesine tırmanıyordu. Tepenin başına tırmanayana kadar güneş batmaya başladı. Tüm avul sanki Jakıpın avucundaydı. Akşamın sessizliği içinde Jakıpın kulağına her ses açık açık giriyordu. Tüm sokağa neşeli gürültü çıkartarak üç delikanlı geliyordu.  Ortada dülger Pahriyin oğlu akordeon çalardı, şarkıya katılan traktörcü Tokendi, biçerdöverci Kolya amma da döktürüyordu! Onlar kulübe kadar yürüdüler orada ise onlara gençler katıldı. Tüm avul bu delikanları çok iyi tanırdı onlar akşamları parasız sokak konseri verirlerdi sıkıca, kulüpte gördüklerini gösteriyorlardı. Üçün de anababası kolhozun eski çalışkan adamlarıydı, Jakıpın sadık arkadaşlarıydı.

—        Daha önce beşiklerinde yatan bebeklerden kuvvetli yiğitler büyüdü. Sanki saçramış nehir taşlardan kocaman bir kolhoz büyüdü. Daha ne istiyor ki şu Jomart? – yüksek sesle dedi Jakıp ve gözlerini etrafa gezdirdi. 

Kolhoz avulu ona sanki engin steplerdeki kocaman bir kamış gölü gibi gelirdi, gençlerin keyifli sesleri ise göl üzerindeki kuğu seslenişi gibiydi.

Bu avı sever eski avcının en çok sevilen hayaliydi. Stepteki kamış gölgeden ve  «Amangeldı» kolhozundan onun için daha güzel bir şey yoktu.

Tepe başından gözle görebilecek her şeyi kapsayarak Jakıp inecekti de yanına Janat geldi.

-           Ben az önce Jomartla konuştum, - dedi o. – Meğer, şu alçaklar boş yere gürültü çıkardılar. İhtilaslar bulundu, kabahat ise hep Aydarda, Jomart onu mahkemeye hemen vermek istedi, ama ben  öğütleyip onu vazgeçirdim.  Öneceden her şeyi iyice anlamak, incelemek lazım, eğer o gerçekten de hırzız çıkarsa o zaman hüküm vermek lazım olacak.

Onun daha konuşacak bir çok şey vardı, ama Jomart sözünü kestirdi:

-           Hiç bir şey duymak bile istemiyorum. Şimdi hırsızsa daha önce de elleri bağlı değildi ki niye hırsızlık yapmıyorlardı? Jomart Aydarın pis geçmişi var diye sanıyor herhalde. Ben sana söyleyim, - Aydar  geçmişte eski muhasebicenin ceza marifetlerini meydana çıkardı. Ben de onu işe aldım.  Benimle çalıştığı on üç sene boyunca bir çok revizyon ve kontrol yapıldı ve işimizde her hangi bir kusur bulunmadı. Beysen çalışkanlıkla nam salmış biri olmadığı bilindiği bir şey zaten. Ama avucumuzdaki beş parmak bile bibirinden farklıdır. İnsanı kovmaktan, mahvetmekten daha kolay bir şey yok, lakın sen onu yetiştermeye, iyi insanlarla bir sıraya koymaya, insandan insan yapmaya bir dene. Bütün bu kaygılar saçımın ağarmasına mal oldu. Jomart ise burunun dibinde kolay kolay düşman bulduğuna seviniyor.  Bütün bu insanlar düşman olsaydı biz kolhozu bu zenginlik ve bolluk seviyeye çıkarır mıydık? Baksana sen ona ne sezişli biri bulundu hele! Senden ise kızım utanılır, herşeye onun gözüyle bakıyorsun. Denilir gibi: «Baba malının talan edilmesini görünce – fırsatı kaçırma kendine de bir şey al». Ama her neyse, istediğin olsun.

Jakıpın öfkesi sınırsız gibi görünüyordu.  Tepeden büyük adımlarla hızlı inmeye başladı.

Janat babasının arkasından gitti. Jomartın haklı oldığunu ispatlayacak sözleri arıyordu da bulamıyordu. Babası onun şefkatini şimdi istemeyeceğini, sözlerini de artık dinlemeyeciğini Janat çok iyi biliyordu. «Ancak şimdi ben Jomarta senin ne kadar bağlı olduğunu öğrendim, öyleyse benden uzak dur »,—  bu sözleri duymuş gibi oldu Janat babasının sert sözlerinde. Janat babasına gerçeği söylemek, içini açmak ve açıkça konuşmak onunla tabiki istiyordu, ama bunu  konuşmayı zorlayamıyordu kendine.

Babasının arkasından gelen Janat annesini kendi odaya çağırdı. İrısjan odaya girdi. İhtiyarda  bet beniz kalmadı.

—        Ne oldu canım benim, ne oldu?  

—        Hiç bir şay anneciğim, hiç bir şey. Niye o kadar korktun ki?

—        Kendim de bilmiyorum, şekerim.

İrısjanın azıcık sakinleştiğinden sonra, Janat onunla ithtiyatlı konuşmaya başladı:

-           Söyle anne, bir artık yetişkin biri miyim?     

—        Tabi ki şekerim.

—        Söyle yetişkin biri olduğumun ispatı ise ne?

—        Ben yetişkin biri olduğumda beni senin babana verdiler. Sonra Allah bana seni verdi. Şimdi ise benim nasıl olduğumu sen kendin de görüyorsun...

Janat annesine şefkat dolu gözlerle baktı ve gülümsedi:

—        Ben başka bir şeyden bahsediyorum anneciğim. Ben mesela, kadın olmama rağmen erkek işlerini çekip çevirmek istiyorum.  Söyle, yapabilir miyim ben bunu? 

—        Yapamaz mısın hiç, sağlık selametlik olsun yeter. Sen altınımsın benim.

—        Altına çamur atılırsa ne yapmak lazım anne?

—        Kim sana çamur atma cüreti buldu kendinde? Söyle bana, ben bir an içinde altını pırıl pırıl boyalarım.

—        Öyleyse Beyseni ve Aydarı evimizden uzak tut. Kuruma dokunurken kurumlanmaz mısın hiç? Ben şimdi Jakeden duymaya hiç düşünmediğim bile  şeyleri duymuş oldum. Hayatta canım o kadar yanmıyordu,- kederli kederli dedi Janat ve sustu.

İrısjan acıdan ve öfkesinden kalbinin nasıl yanmaya başladığını hissetmiş oldu. Beysenin lekeleyici ima sözleri aklına geldi, ve o ancak şimdi onun neler söylemek istediğini anlamış oldu.

—        Aman onu,  köpek oğlu köpek! -  bağırdı o ve yanağını çimdikledi. – Aman ahlaksız, utanmayı bilmeyen biri!  Bebeğime iftira atmak dili nasıl vardı onun.  Hele dur, öğretirim sana! Zilkaramızla ne oluyor peki? Dağ yanında düşseydi bile o sakin dururdu. Delirdi, tamamen delirdi.  Aman Allahım, Aydar ne yaptı ki?

—        Bütün dert onun yüzünden zaten, - dedi Janat.- Ama sen anne heyecanlanma. Sen her zaman sabırlı biriydin, şimdi de sabret. Babamızdan onların ayaklarını nasıl kestireceğiz bunu düşünelim en iyisi.   

—        Naıl yapacağız biz bunu?

—        Jake yıllar boyu aralıksız süren çalışmadan yoruldu. Gözleri etrafındaki her gün gördüğüne o kadar alıştı ki o artık hiç bir şeyin farkına tam olarak varamıyor ve neyin iyi  neyin kötü olduğunu sezemiyor. Dünya ise geniştir. Başka yerleri de görsün. Alma- Atada onun uzun zamandır  görmediği arkadaşları var. Onların hepsi saygın adamıdır, onlara akıl danışırdı. Eminim ki bu geziden sonra onun için her şey daha açık olur.

Yarı karanlıkta oturan anne ve evlat uzun uzun sohbet ediyordu. Işığı yakmadan oturuyorlardı. Ansızın bir ses duyuldu:

-           Jakem nerede?

—        Janat ve Irısjan silkindi. Ses bir daha duyuldu:

—        Jakem nerde? Biri var mı?

—        Alma, Alma!- ikisi de sevinç çığlığı atıp içeri girene doğru atıldılar. 

Alma çoktanberi Jakıpın evine gelmiyordu.

 — Sen tek başına mi geldin? – sordu Janat.

—        Hayır, ninem uğurladı beni. Jakeye götürün beni, - ricada bulundum ben.

—        Önce bana gel,- dedi Janat ve odasına götürdü onu.

Orada o Almaya fısıl fısıl konuşup annesiyle hangi karara vardıklarını anlattı ve ekledi:

—        Sen bu geziyi tavsiye et ona, biz ise destekleriz seni.

Bitişik odadan Jakıpın sesi duyuldu:

—        Gerçekten de Almajan geldiyse, ben kendim onu selmalamak için gelirim.  Jakıp çıktı, Almanın alnına dokunup omuzunu okşadı. Sanki uzak  geçmişe  gözlerini kısarak   yumuşak sesle dedi: 

—        İkinizi de el üstünde tutup ve bir şekeri aranızda paylaştığım olurdu, kalpleriniz de şu şeker gibi  şekerli ve bir olacağına umardım. «İkimizden birinin ecelli gelince, sağ kalanı ikinizi de gözbebeği gibi koruyacağını», - vadediyorduk biz Almajan babanla. Ve biz bu vadettiğimizi yerine getirdik. Siz de bütün denemelere karşı dostluğunuzu korumalısınız.

Jakıp dolaşan söylentileri duyunca sadece Jomartı sevdiği için acı çekmiyordu bu vakada en çok o zavallı Almaya acıyordu. Almanın durumunda ona sadece en katı yürekli bir adam acı çektirebilirdi, düşünürdü Jakıp. O şimdi bile içinde olduklarını ona açık açık söylemedi, ama onun sözleri Janatın tam kalbinin içine dokunmuş oldu. Almayı konuşmaya başlaması için dirsekledi.            .

- Size gelmemin sebebini biliyor musunuz Jake? – dedi Alma. – Ben göz nurunu kaybettiğim için dert içindeyim, siz ise kalbinizi karamsar düşüncelerle kapsadığınız için üzgünsünüz. Ben de düşündüm: sizinle bir yolculuk yapsak da ne olur, hava alırız, serinleşiriz, yeni insanlarla görüşürüz, ne dersini buna?

Jakıp hiç bir şey demedi, Irısjan ise söze katıldı:

— O şimdi eskisi gibi değil, Almajan, o artık sert adam olmaya başlıyor. Ona ise, sinirlerini tedavi etmesi için gitmek gerekiyor,  sinir mi deler ona, evet sinir galiba, değil mi?

—        Haklısınız, Alma,- dedi Janat, - Jakem çoktan beri avulumuzdan başka bir yere gitmedi, dünya ise o kadar büyük ki. Jakem Alma-Ataya bir gidip gelseydi ne kadar büyük bir zevk alacaktı ki! Başkenti de görmek eski arkadaşlarının ziyaretine de gitmek mümkündü.

Önce Baken kızları dinleyip ısrarla susuyordu. Nihayet kendini tutamayıp başını salladı ve dudaklarını şapırdatarak söyledi: 

-           Kolhozdaki bütün işler karmakarışık olunca hangi gezilerden bahsedebilirsiniz siz. Kendi ellerimle oluşturduğum bütün bu mal ve mülk darmadağın oluyor,  bütün bunları bakımsız bırakır mıyım ben. Hele kolhozda Jomart gibi sathi adamlar yönetcilik yapana kadar...

Burada ise Janat yerinden fırlamaktan kendimi alamadı, o bir kızarıyordu, bir sararıyordu. «Eğer babası inadından yeni planın gerçekleştirilmesine mani olacak bu sadece kolhoza değil ona da dokunur»,— düşündü Janat ve açıkça söyledi:

—        Siz akıllısınız Jakemim benim, ama gittikçe daha çok çelişkiler içinde bocalayıp durmaya başlıyorsunuz. Yeni planı anlayıp kabul etmek istemiyorsunuz. Siz kendinize sahip çıkmalıydınız ve bu planın pratik uslubunda nasıl gerçekleştirileceğine bakmalıydınız, siz ise buna sabredemediniz. Şimdi ise bir süre için gidierseniz daha iyi olur. – O tahta yataklıkta oturan babasının yanına vardı diz çöküp omuzuna elini koydu. Yanaklarından yaşlar süzüldü. İhtiyar ısrarla susmaya devam ediyordu. Irısjan dayanamadı:

—        Yüreğin katılaştı mı senin ne? Janatjan ağlıyor, görmüyor musun!?

Alma da başka taraftan Jakıpe varıp elini omuzuna koydu

-           Jake! Bize Janatla gözbebeğim diyordunuz. Ben de size Janatın ricasıyla başvuruyorum. Biliyorum durumunuz zor. Ama yine de verelim onlara  bir imkan yararlı bulduklarını yapmaya, ikisine de, bize en yakın olanlara! Yapsınlar istedeklerini,- Janat ve Jomartı kastederek dedi Alma.  

Jakıp içindeki çelişkelerle uzun uzun mucadele ediyordu. Nihayet ısrarlı ve ıstırap verici susmadan sonra konuşmaya başladı: 

«Çıplak ve dilenci olursan bile – yine de senin ailen var, arkadaşlar bu bir ailedir »,— dedi Abay. Sen de benim kızımsın Almajan. Tamam giderim ben Alma-Ataya. Karım haklı galiba sinirlerim bozuldu, biraz gezinmek lazım, gülümsedi Jakıp. Bunu o yüksek sesle söyledi, içinde ise gizli gizli düşünürdü: «Alma- Ataya gideceğim de oradan Jakıpı alt etmeye çalışırım».  

Aktiflerle yönetim toplantısı  akşam saat yedide başlandı, Jomart kısa konuştu. Jakıple tartışmaya gerek kalmadı, o bir kaç gün önce Almayala gitti.

Ama ekip başı Baymaken ansızın Jomarta karşı çıkmaya başladı. O toplantıya başkanlık ediyordu ve hemen rapordan sonra söz aldı. 

-           Bütün yaptıkların biraz durgun gibi görünüyor, - Jomarta hitap ederek söyledi o.- Biz bu sene tüm ürün rotasyonu düzenlebiliriz ve bir sene içinde senin «büyük planını» gerçikleştirebiliriz. Lakin bu görevimize bütün ciddilikle davranmamız gerekecek. Beş kişiyi ilk başta ise Aydar ve Beyseni mahkemeye vermek lazım. Hırsız ve haylazlara kolhozumuzda yer yok. Bize dürüst ve faydalı iş lazım, bize çelik disiplin lazım. Bizim planımız canlı bir varlık gibi sayılır. Onun parçalarsak ve her parçayı  bir seneye ertelersek, planımız hayatını yitirir. Ben açıkça söyleyim size: Jomart bügün liberalizm ve uzlaşmacılık yaptı.

İki ses neredeyse aynı zamanda Baymakenin sözünü kesti:

-           Aşırılığa kaçmayalım, dedi Stahanovcu Ishak.

-           Bütün bunlar  asılsızdır,- ekledi Amanbek.

Ama ateşli  Baymakeni bu sözler sadece daha çok  coşkulandırdı. Oturacak gücü bulmadan o elini kolunu sallayarak odayı dolaşmya başladı: 

—        Önümüzde Sovyet iktidarı otuz yılını dolduracak. Siz otuz sene az bir  süre diye düşünebilirsiniz, ama bu otuz sene ülkemizin tarihini üç yüz seneye ilerlediğini de unutmamalısınız. Biz komünizme doğru ilk adım atmaya başladık artık. Komünizm hızına  yetişmeyenler ise aynen sizin gibi  akıl yürütüyorlardı ve her şeyin hızını kestirmek istiyorlardı. Ben olasılık ve  gerçekleşebilirlik ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Siz ise insanlarımız anayurt savaşında hangi mucize gösterdiklerini unutmuşsunuz galiba.  Bizim olasılığımız (imkanımız) sanki rüzgar yelkenleri şişiren irademizdir. Bu irade ise çelik disiplinle sürünmeli. Ufukta yine savaşın korkunç bulutları görünüyor. Çalışmada da şimdi askeri hızı ve askeri disiplini gerekiyor.

Jomart ziline çaldı ve dedi:

—        Sen bizi savşla korkutma,  sorunun asılını konuş.  Senin sadece iki dakikan var daha. Baymaken konuşma sürenin uzatılmasını istedi, Jomart bir şey demedi, Amanbek ise söyledi: 

—        Sen tartışmada yine de söylemek istediğini söyleyemezsin. Bir rapor hazırlasan daha iyi olur. İşte o zaman biz de seni dinleriz.

—        Bu bir susturmadır! Susturma! – bağırdıBaymake ve oturdu.

İshak.  Yem ürün rotasyonuna hemen geçmek mümkün değil: bu basit bir iş değil çünkü. Jomartın söylediği gibi bu geçişi yavaş yavaş yapmalıyız. Stahanovculardan söz edersek ise, sağlık olsun planı kendimiz de aşırabiliriz.

Amanbek. Baymaken herkese küfretmenin bir ustasıdır, dilin kemiği yok ki  çabuk çekiyor.

Baymaken. Tanıyorum ben sizi. Toplantıda hepiniz siz akıl verme ustasınızdır.

Amanbek.O zaman sana benden bir tavsiye, duvara tırmanma yoksa yüzünle çamura düşersin. Jomartın raporuna ise benim ekleyecek hiç bir şeyim yok,  ancak  damızlık inek lazım bize en kısa zamanda. Jomart satışa planladığı hayvanları ise yarından itibaren besiye çektiriyorum. 

Baymagambet.' Hey, insanlık hali! Domuzlar hakkında hiç kimse bir kelime bile söylemedi. Domuzların da çeşidi birbirinden farklı olur ama. Ve her çeşide özel bir bakım gerekiyor. Domuzlara ne zaman elektrik getirilir ki? Bir de daha dolmuz almak lazım, en iyi ve  yeni çeşidinden olsun. Siz onları bana bir verin, ben ise onlarla ne yapacağımı bilirim.

Son olarak söz Janat aldı:

— İlk başta Baymaken Adambekov yoldaşın konuşması üzerinde durmak istiyorum. O dediki, olasılığımız¬(imkanımız) sanki rüzgar yelkenleri şişiren irademizdir.  Ama elimde olsaydı ben bütün dünyayı kolhozlarla kapsardım aya kadar bile kolhoz hayatının tohumlarını ulaştırabilirdim! Ama yok şimdi bizim böyle bir imkanımız. Demek irademiz imkanlarımıza bağlıdır. Demek o  yelkeni gibi sürebilen bir güce muhtaçtır. İş saatin doğru hesaplanması ve planlaması, kayıt ve sebatlı çalışma başarımızın kalıbıdır. Adambekov yoldaş ise  ilk iki koşulu bir yana atarak bütün ağırlığı sadece çalışmaya veriyor. Ama o şunu unutuyor ki, bizim emeğimiz,  Sovyet insanların emeği- bu basit bir çalışma değil, bu yaratıcı ve  amaca uygun olarak kullanılan bir emektir. Jomart ise bu üç koşulu göz önünde tuttuğu  için  çoğunluk  onun tarafını tutuyor.

Amanbek. Baymakenin elinde olsaydı o kuru taşlarda bile ekim yapmaya başlardı. (Gülüş.)

Baymaken. Disiplinli olalım arkadaşlar! Disiplinli!

Janat. Aynı zamanda Adambekov yoldaşın kolhozumuzdaki beş kişiyi mahkemeye hemen verilmesi gerektiğini düşünceşini de kabul etmek mümkün değil bence.  Kim hata yapmıyor ki? Bence başkanımızın söylediği doğru. Tabiki, Aydara acımamalıyız. O muhakkak hırsızlık yapıyordu. Hiç kimse ona şikayet etmediği için yaptıkları ortaya çıkmadı. Biçimsel olarak emekgünlerinin kayıdı doğruydu ki.

Baymagambet. Hangi hırsızlıktan bahsediyorsunuz siz o zaman?

Janat. Bizzat size kazandığınız ve size ait olan beş kilogramın yerine ücret yapıldığında dört ve   sadece dört kiliogram veriliyordu? Size ait olan bir kilogramı ise Beysen ve Aydar aralarında yarı yarıya bölüşüyordu. Ne dersiniz siz buna peki?

Baymagambet.Amma da hinoğlu şu Aydar! Sülük gibi ortak emeğe yapıştı hem de meyvalarıyla kendisi gibi asalaklarla da bölüştü! 

 

Janat. Asıl bu yüzdendir ki şu sülüğü koparıp atmak lazım.  Bazı yolunu sapıtmış olanlara ise  doğru yola dönme imkanı vermeliyiz bence. Ben konuşmacının önergesini kabul etme teklifiyle bulunuyorum;

Toplantının bittiğinden ve insanların dağılmaya başladığından sonra, Jomart Baymakene dedi:

—        Sen kal.

Odada oluşan sessizlik tuhaftı. Jomart masanın başında oturup toplantıda kabul edilen ekleri kararnameye yazıyordu. Bütünüyle bu işe dalmış gibi görünüyordu, neler konuşacağını sezmek mümkün değildi. 

Janat kapak altındaki altın kartal  gibi büzüldü. Baymaken iki kolunu cebine koyup sanki kafesteki vahşi hayvan gibi odayı dolaşıyordu.

Nihayet Jomart başını kaldırdı.

—        Sen niçin her zaman inat ediyorsun? – sordu o Baymakene. – Peki niçin siz her zaman sitem ediyorsunuz bana? – cevap verdi ona Baymaken ve Jomartın masasına yanaştı.

—        Kazaklar en yabani atlara bile gem vurabiliyorlar. Bak, bırakmazsan, ikili kolanı takmak dudaklarını da ince kayışla paralamak zorunda bırakacasın bizi. 

— Ne demek bu ikili kolan da ince kayıştır! Ben tankları ve bir ton ağırlığında bombaları gördüm da korkmadım.

—        Yeter,- sert sert dedi Janat. – Bırak övünmeyi. Gücünü emekte gösterseydin daha iyi olurdu. Biz defalarca uyardık ki seni. Yoksa komünist davranışını mı eliştirmeye başaldığımızı istiyorsun? 

Dik kafalı Baymakenin yüzü değişti. O sanki sözünün keseceklerinden korkarak çabuk ve ona ait olmayan bir sesle konuşmaya başladı:  

-           Kanatlarım daha sağlamlaşmadıkça feleğin sillesini yedim: annebabamı kaybettim, dünyayı dolaştım, felaket içindeydim. Haytımın  tümünü  orduda geçerdim, bir tek askeri hayatı biliyorum. Ben mesela elbiseyi  iliksiz giyemiyorum: kemerim azıcık bile gevşerse rahatsız oluyorum. Ben hiç bir zaman hedefe sertliksiz ve sebatlılıksızla erişebileceğini mümkün olduğunu görmedim. Her hangi bir müsamaha bana haşarılık  gibi geliyor. Küvvetim nerede? Nerede beni çelikleştiren çelik disiplindir? Malullük beni bu hale getirdi... Ve Baymaken ıkıl ıkıl nefes alarak bürodan dışarıya fırladı.

Jomart düşünceye daldı sonra ise söyledi:

—        Amma da çok inat ediyor. Görevden almamız gerekecek onu.  Sabret! Ne çevik zihni ve temiz ruhu var onun, - itiraz etti Janat.

«Jakıp aşırı derecede yavaş bu ise haddinden fazla hızlıdır,- düşündü Janat,- birini  sıkıştırmak, başkasını ise tutturmak lazım».

—        Biri uyuşuk ikincisi çatak, - yüksek sesle dedi o. – Niye uğraşacağım ki ben onlarla?        _

Janat ona bir göz atıp soğuk soğuk sitem etti:

—İnsanların eksikliklerini görünce onlardan çekilmek yerine bu eksikliklerden sıyrılmaya yardım etseydin onlara daha iyi olurdu. Bu yönetcinin eses vazifesidir.

Konuşma kesileverdi. Sessizlik oluştu. Ansızın kapı yavaşça açıldı ve odaya Aydar girdi.

Küçük kızın elini tutarak odaya girdi. Bu herkese bilindiği kendine güveni fazla olan ve laubali Aydar değildi. Hayır, şimdi o daha çok dilenciye benziyordu. Kapının önünde durup sandalyeye oturmaya cesaret edemiyordu.

-           Canlarım benim, - konuşmaya başladı Aydar, da devam edemedi gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kız da hüngür hüngür ağlamaya başladı.- Dinleyin söylemek istediğimi lütfen, görüyor musunuz bu gözyaşları, altınlarım benim. Sadece gözlerimi değil canımı da bu gözyaşlarla yıkadım ben. Suçluyum ben, hata yaptım, ama dünyada ayağı hiç sürçmeyen  bir at olmadığı gibi hiç hata yapmayan insan da yok. Ne kadar daha ömürüm var benim! Kart bir keçenin ömründen fazla değil. Yalvarıyorum size mahvetmeyin beni. Bu bebeği ağlatmayın. Hayatımın kalan günlerini dürüstçe ve içtenlikle çalışmaktan ve  kirli  işlerimi namusluca çalışmayla aklamaktan başka her hangi bir isteğim yok artık benim. Yemin ediyorum çocuklar, ak sakalımla gözyaşlarımla, bu bebeğin gözyaşlarıyla yemin ediyorum, siz, Saygılı ve hürmetliler, siz...

Janat dayanmayıp atıldı ona.

-           Sakinleşin dede, - şefkatle dedi o.- Sen ise ağlama bebeğim.

Jomart başını masaya eğip oturuyordu.

-           Jomart, ne susuyorsun ki? – seslendi ona Janat.- Yoksa nasıl ağladıklarını duymuyor musun sen? Söylesene onlara bir şey, teselli et.

—        Jomart susmaya devam ediyordu.

—        Allahım sen varsan, bir göz at zavallı kuluna!- daha yüksek sesle ağlayıp sızlıyordu Aydar.- Bakın,arkadaşlarım bu ipi ant bozulmazın kanıtı olarak boynuma asıyorum.

Kemerini çıkarıp boynuna sarıp düğümledi. Janat Jomarta başını çevirdi: 

—        Sen niye kaskatı oturuyorsun, nerede insankığın senin? Onlar insan ki!

—        Her neyse, - tereddüt ederek dedi Jomart, - kalsın. – Dürüst işiyle pişman olduğunu ispat etsin. 4

İlk bahar geldi, ama sabah donları yere kuruma imkanı vermiyorlardı. Kara – Nur ırmağı eridi ve büğette buz birikmesi peyda oldu. Su geriye boşandı ve  etraftaki her şey su altında kaldı, avulun da su altında kalacak korkunç imkanı vardı. Ama uzaktaki  patlamaları duyarken herkesin canı rahatlamış oluyordu. Çünkü, Kojir dağ eteğinde ırmağın dar ağzında dinamit  buzla boğuşuyordu. Gürültü ne kadar çok şiddetlerse  suyun yüksekliği o kadar olduğundan daha alçak oluyordu. 

Bu günlerde «Amangeldı» kolhozcuları bir kaç grupa bölüştü. Bir grup ekip başı Baymakenle elektrik hatları çalışmalara çıktı. Amanbek bir kaç kolhozcu refakatında arabaları almak, besili hayvanları satmak ve damızlık hayvanları satın almak için Karagandaya gitti. Demirci Ahmet avulda kalan insanları toplayıp yol işlerine başladı. Jomart bütün bu işleri aynı zamanda gerekirse insanları bir önemli alanından başka alanına değiştererek düzenlemeye karar verdi. Ekim vaktinde de tarlaya kim ve nereye gideceği önceden belirlenmişti.

Böylece büyük bir sefer başlandı.

İyi geçinen kolhoz kış zamanında iyice hazırlık gördü ve cömert ilk bahar insanlara vermeyi düşünmediğini bile alacaklarına hazırdı.

Hava kapalıydı, yol çamurdan zor geçilir hale geldi ve Jomart kendi kül gibi atın üstünde elektrik hat çalışmalarını  geziyordu. Bu tüm yapmaya gereken işlerden en zor ve  en ivedi bir işti. Plana göre bu işin ekim işlerle aynı anda bitmesi lazımdı.  Bunun için Jomart bu işin başına Baymakeni koydu.Ve şimdi oraya yaklaşırken daha uzaktan  kolhoz ve Temirtau arasında yayılan  geniş vadide sanki düz yolda karıncalar gibi insanların nasıl aralıksız yürüdüğünü görmüş oldu. Bazen  serap bu hareket eden silsileyi ufuktan daha yükseklere kaldırıyordu -  bunun görünüşü azametliydi. Ama Jomartın düşünceleri daha azametliydi. Ansızın ona beş senelik doru atın üstünde Baymaken yaklaştı ve hemen kötü bir haber verdi: -  Planladığımız gibi dört gün içinde çukurları kazıp direkleri oluşturmaya yetişteremeyeceğiz. Bilmiyorum, hesaplamada mı bir hata var, ya da insanların mı suçu, lakin işleri biz vaktinde biteremeyeceğiz.

- Neden?—  sordu Jomart.

- Nasıl yapabiliriz ki biz bunu? А как закончишь? Kırk kilometre uzunluğunda dört yüz çukur kazmak lazım.

 

1 On beş – yirmi kilometre.

 

 Ekibimin yirmi kişiden yedi kişi günde üç çukur kazıyorlar, üretim normları  ise günde beş çukurdur.

—        Ama normları fazlasıyla yerine getiren de var ki sende, değil mi? 

—        Sadece dört kişi. Başkaların yapmadıklarını nasıl kapatabilirler ki onlar.

Jomart düşünceye daldı.

Yetiştirmeyenlere yaklaştılar. Domuzlara bakan Baymagambet çukurun yanında kurcalanıyordu. Yaklaşanları görünce, onlara döndü.

 — Nasılsın Bake? – daha uzaktan seslendi ona Jomart.

—        Bilmiyorum, ya da bu gücünün üstünde olan bir norm benim için, ya da yaşım bütün mü gücümü oburca yeyip bitirdi, ama ne de olsa benim daha iki çukur borcum var,- dedi ihtiyar ve  mahcup mahcup gülmeye başladı.

—        Evet, ikisin de etkisi var herhalde. 

—        Doğru söylüyorsun. Bu babayiğit ise hiç bir şey duymak bile istemiyor. Az önce sövüp saydı bana hemde emegünümü da hesaba katmayacağını söyledi. Aman, aman insanlık hali! Yoksa  isteksiz mi çalıştığımı düşünüyor o? Ben bu görevi gönüllü aldım ki, domuzlarımı bile bıraktım. Umarım ki bu dört gün içinde  ölmeyecekler onlar bensiz, ne dersin? Ben burada onlar için çaba gösteriyorum ki.

—        Daha çabuk kımıldanmak lazım, - sert sert dedi Baymaken.- Ne demek istiyor o? – seslendi Baymagambet Jomarta.- Gücümü saklıyor muyum ne?

—        Orduda biz böyle çukurları on dakika içinde kazardık.

—        Aman, insanlık günahları! Beş sene boyunca çetin savaş kırıp geçiriyordu, beni ise öyle de cepheye almadılar. Göründüğü gibi o benden askeri şimdi yapmak istiyor.

Jomart gülmeye başladı ve atına dokundu.

Artık yürürken alçak sesle sanki kendi kendine söyledi:

—        Bake hiç bir şey acımayacak, kolhoza herşeyini verir, tüm güçlerini harcar kolhozun iyiliği için.

Baymaken öfkesinden parçalanıyordu. Jomarta sesini yükseltemiyordu, ama incitmek fırsatını kaçırmadı:

—        O kadar iyi bir kolzhozcuysa bari süreyi uzatalım ona, belki o zaman yetiştirebilir.

—        Bügünkü her dakikanın önemi inşaat edilen binanın tuğlayla eşittir.

—        Niye o zaman Baymagambeti destekliyorsun?

- Baymagambet zaten elinden geleni yapıyor. Ne söyleyebilirim ki ben ona?

- Planın gerçekleştirilmemesinde suçlu kim o zaman?

            İşte ben de bunu düşünüyorum. Ben bu işin bir çıkışını buldum galiba, - dedi Jomart.- Kazılmış çukurlara direkleri saptalardan bir kaç insan almalıyız.

—        Ne biçim bir çıkış bu! –dedi Baymaken. – Altı at arabası altı yerde çamura batmış, zorla çıkarbildiler onları. – Onarın on beş kişi var, hem de on beşi daha istiyorlar.         .

—        Saçma! Seçsene onlardan üç sağlam yiğidi, çukurları kazsınlar. Ben şimdi yardıma bir traktör da yollarım, üç at arabası onun yanında kalsın, altı at arabasından ise üçünü sana en lüzumsuz olanından zayıf biriyle derhal avula gönder,- emretti Jomart ve yoluna devam etti.

Baymaken Jomartın basit hesaplamasını hemen anlamış oldu. Ama yine de o memnun değildi.  Anlaşılan, traktör ve iki kişi altı kişi ve üç at arabasından yüz kat fazlasını yapabilirler. Ama traktör tarım makineleri mevkiisinin araçıydı, onlar da bu iki traktörü sadece bir kaç güne yol işlerinde yardım araçı olarak verdiler.  Ekim vakti başlayınca onlar traktörleri geri alacaklar.

-           İşte size, - homurdanıyordu Baymaken, - bize traktör yollar ama yol inşaatının hızını keser. Yolun ise stratejik önemi var ki. 

Jomart bir yorgayla bir dörtnala giderken inşaat yapıldığı yere nihayet varınca, insanlar orada harıl harıl çalışıyorlardı. Jomart ilk olarak taş ocağında çalışan traktörcülara yaklaştı.  Burada Nur nehrin eski yatağı geçiyordu, kumunda çok kaldırım taşı vardı. İki yiğit ve iki kadın cevvalca yarışarak kaldırım taşları iki traktörün römorğuna dolduruyorlardı. Genç traktörcü Token karamsar düşüncelere dalıp traktörün yanında duruyordu. 

— Neyi düşünüyorsun sen Token? – sordu Jomart, ve selam verip atından indi.

-           Traktörümde gaz yağı az kaldı nedense,- gönülsüz cevap verdi Token. -  Fazla harcama olmadığını biliyorum, sanıyorum ki, bu şu gelinin işidir.     

Token başıyla işaret eden bayan geveze Beysenin özellikle öne çıkarılmış etlice dudaklı genç karısıydı.

-           Rahat bıraksana beni! – dedi o.- Bize elektrik uzatılırken, ne yapacağım ben senin gaz yağıyla? 

İki yiğit işle meşgüldüler, ama yine de geline şaka yapmaktan kendilerini alıkoyamıyorlardı.

—        Çekici şey bir tek ihtiyaç içinde mi doğabilir yoksa? – söyledi biri. 

—        Sence o gaz yağa değil Tokene mi göz attı?- gülmeye başladı ikincisi. 

-           Onun gibi yiğide bir tek bayan değil genç kız da aşk olabilir.

—        Sen onu kötüleme, o Besenin karısı olmasına rağmen, genç kızdan kötü değil.

—        Bakın ona hele, tereyağı istemiş. Pek yağlı olur senin için, tıkanırsın, - dedi genç bayan. ,

Somurtkan Token kıs kıs gülmeye başladı.

—        Gitsenize başımdan! – ofkelendi gelin.

Erkekler kahkaha ile gülmeye başladı, konuşmayı ağız açmadan dinleyen diğer bayan ise utandı. Yanağını çimdikleyerek alçak sesle söyledi:

-           Jomarttan utansaydın bari.

—        Niye utanacağım ki ben ondan, o kendisi seve seve evlenecek, onun hiç de buna itirazı yok.

—        Ne saçmalıyorsun sen?

—        Hiç de saçmalamıyorum. Boşuna savmadı ki  Jakıpı Almayla ve kaldı baş başa... ile...

Jomartın kulağına kadar da bu sözler geldi, ama o duymamazlıktan geldi ve konuşmaya devam ederek traktörü kendisi kontrol etti. Jomart  tarım makineleri çok iyi biliyor ve kullanabiliyordu.  Traktörün deposunu açıp söyledi

-           Niçin gaz yağı kullanıyorsun? Solar yağı nerede?

Token başını kaşıdı:

 — O gaz yağıyla da gayet iyi çekiyor.

—        Çekmeyi çekiyor da, ama on sekiz litre gaz yağının yerine sadece on iki litre solar kullanılabilir. Hem de solar gaz yağından daha ucuzdur.

—        Yok şimdi bizim solarımız.

—        Bütün bunlar ihmalciliktir, - dedi Jomart ve  kır çantasından bloknotonu çıkardı

Kağıtta bir şey yazdı ve bloknottan koparıp Tokene verdi.

-           Traktorunla Baymakenin emrine hemen git. Bu kağıda dayanarak depomuzada soları alırsın gaz yağı ise orada bırakırsın. Müdürüne de selam söyle ve ilet ki ona bir daha gaz yağıyla zengin olduğuyla övünmesin. Bu gaz yağı bütün ekmeğimizi yemiş olmasın da.

Token kum ocağından çıkarken Ahmet onu görmüş oldu. Ahmet atını kamçılayıp  bağırışla ona fırladı ve bir an içinde traktörün yanındaydı.

-           Nereye böyle? Dur, davranma!

Jomart yanlarına varıp Ahmeti durdurdu:

—        Bekle, Aha, ben yolladım onu.

—        Nereye, nereye?          ,

—        Elektrik hatları çalışmalara.

—        Biz burada çalışmıyor muyuz yoksa?

—        Sabredin azıcık, Aha.

—        Vah- vah- vah, delikanlı. Sen beni hep sabırla yediriyorsun!

Ama Jomart sorunun özünü anlatınca, Ahmet çabuk sakinleşti...

—        Ben artık otuz beş dakika buradayım Aha, ve gördüğüm şudur: dört kişi römorku doldurup işsiz oturarak traktörün geri dönmesini bekliyorlar. Ve sonra yine de onlar römorku dolduracakları zaman traktör işsiz duracaktır. Şimdiden biz şöyle bir düzen kuracağız, ne insan ne de traktör boşuna işsiz durmayacak. Zincirleme iş sistemine geçiyoruz: bir traktör daha önce yaptığı iki traktörün işini yapacak, - dedi Jomart.

—        Haklısın, - Jomartın görüşünü kabul etti Ahmet.- Her şeyin hesaplnaması gerekiyor. Hesaplamadan bir tek eşek yaşar. Yolların şu zor geçilir duruma gelmesinden dolayı masraflarımız başımızdaki saçlardan daha çok oldu. Bu yolda şimdi her hangi bir at motosikletimi geride bırakır.

Jomart yine bloknotonu çıkardı ve arada bir bakarak Ahmete çekim hayvanlara ve akar yakıta yapılan giderlerden, at arabaların ve  makinelerin kırılmasından kısaca söz etti.

-           Bütün bunlar binlerce ruble masraf etti. İşin de en kötüsü ise ne kadar zaman boşuna kaybediyoruz, - ekledi o.

Jomart için zamandan daha değerli bir şey yoktu. Matemetiği o févkalâde iyi biliyordu, ama zamanın hesaplamasını daha tam olarak yapamazdı. иг

—        Zaman her şeyden daha değerlidir, - tekrarlıyordu o.- Hayatımız saniyelerden oluşur. Boşuna harcanan saniyelerle hayatımız da boşuna akıp bitiyor, - tamamladı o.

Farklı yeniliklere düşkün olduğu için, Rus karekere sahip olduğunu söylenilen Ahmet Jomartı dinlerken, evet anlamında baş işareti yaptı...  '

— Beklesene delikanlı, - ansızın söyledi o, - az kalsın unutacaktım, demirci makinesi ne zaman gelecek ki?

Jomart gülümsedi. Ahmet demirci makinesinden aynen Baymagambet ‘elektriği’ ve Amanbek  soy ineklerinden gibi meraklanıyordu. Günde kaç kere onlara raslamazsa muhakkak her biri kendi isteğini hatırlatıyordu. Ancak bügün sabah Ahmet sordu makinesi hakkında, ve yine de soruyor.

-           Dedim ya en kısa zamanda getirttereceğiz, - cevap verdi Jomart.

-           Evet en kısa zamanda getirtmeliyiz zaten, erkenden çalıştırmak istiyorum onu ya, -  söyledi Ahmet.

El ile işletilen demirci çekicinin  elektrik çekicine değiştirilmesi avulda daha önce hiç görülmemiş bir yenilikti. Ahmet sadece gerçekte değil rüyada bile onu unutmuyordu ve bu rüyalarıyla karısıyla paylaşıyordu.

«Bu rüyaların anlamı şudur: uzun, mutlu ve onur içinde bir hayat yaşayacaksın sen, düşmanların da topukların altında olacak», - böylece çözüyordu bu rüyaların anlamını ona Zıdıha.

«İhtiyar elektrik makinesini o kadar sabırsızlıkla bekliyor ki, hayvanlarını bile unutmuş galiba»,— düşündü Jomart, ama Ahmet onun düşündüklerine sanki cevap vererek sordu:

-           Benim işim ise ne halde?

Jomart cevap vermemek için  atını mahmuzladı ve çabukça dedi:

-           Zaman olunca inceliriz. Şimdilik buna vakit yok.

İyi kalpli Ahmet Jomartın hilesini anlamadı.

—        Gerçekten de şimdilik buna zaman yok,  - razı oldu o.

Biraz uzaklaşıp Jomart dizgini gerginleştirdi ve adeta yürüdü. Kolhozun en verimli toprağı olan Nura nehirin valüvyal ovaya doğru gitti. Ekmeye hazır olan geniş tarlaları geçerek Jomart valüvyal ovaya çıkıp atından indi.

Bir avuç katran gibi siyah toprağı eline alıp sımsıkı sıktı onu. Ama toprak daha tam kurumamış ve eline yapışıyordu. Bu alanın toprağı başka alanların topraklarına göre nemi daha uzun sağlardı.

Yazın ot burada at boyundan  daha yüksek olurdu, ve Jakıp sulu otu koruyarak bu arsayı hiç bir zaman sürmüyordu. Lakin Jomart dedi ki ot başka bir yerde de ekilebilir, burada ise sebze bahçesini ve bostanı  oluşturmaya karar verdi. Kazak kolhozlarda sebze ve bostan bitkisine daha önem verilmiyordu,  ama Jomart bu sene bile bostan ve bahçelerden bir milyon ruble gelir kazanmayı düşünürdü. Seneye ise bu toprağın  sulamasını düzenleyerek iki kat  aşkın geliri kazanmayı niyetinde vardı. 

Şimdi ise yalnız kalıp Jomart seneye sulama sistemin oluşturulmasını bırakmamak için işlerin taksimini en uygun  ve verimli şekilde nasıl yapmak mümkün olduğunu düşünürdü.

«Pompa ve bir az boru lazım. Bütün bunları Karaganda ve Temirtauda kolayca bulmak mümkün. Fazla toprak iş de burada gerekmez. Ne yazık ya, vakitimiz az! En geç bir haftadan sonra ekim vakti başlanıyor. Bu kısa süre için yığınla bir iş var ama! Sulama işlere vakit kazanmaya  ne kadar gayret gözsterirsem bile yapamayacağım bunu. Vakitimiz yok. Peki bu işlere hemen ekim vaktinden sonra bahçe ve bostan bitkilerin ekimle beraber başlarsak ne olur?»

Ansızın o kulağını kabarttı ve etrafabakınıp taş ocağına atlayan bir atlıyı gördü. Orada bir dakika kalıp atlı yol işleri  tarafına atladı.  Jomart atlı onu aradığını anladı.  Dürbüne bakıp atlının bayan olduğunu gördü. «Baljan galiba»,— düşündü o. Atlı artık  alüvyon ovanın tarafına atlıyordu ve Jomart atına binip karşısına atlamaya başladı.

Bu gerçekten de sekreter Bajandı. O heyecandan tıkanıyordu.

-           Janat bir an önce size gelmemi söyledi.

—        Ne oldu ki?

— Aydarı öldürdüler galiba.

Jomart ses çıkarmadan atını dörtnala koşturdu. At yolu tozutarak ve sakin sokağı ayak patırtısıyla doldurarak atlıyordu. Tenha avuldan dörtnala geçip yazıhanenin yanında durdu.

Janat parti bürosundaydı. Telefonu yeni kapattı ve masada yatan öğrenci defterlere bakmak için güç bulmadan şaşkın şaşkın duruyordu. Yüzü alev alev yanıyordu kapıya dört gözle bakıyordu. Jomart girdi.

-           Bütün bunlar gerçek mi? – sordu o.

—        Evet, gerçektir, Amanbek bana telefonla yeni haber verdi.

—        Nasıl öldürdüler ki onu? Kim öldürdü?

—        Öldürüldü mü o değil mi daha belli değil, ama dünden beri onu kimse görmedi. Onun elinde kolhoza ait olan yirmi bin ruble vardı. 

—        Ailesinin haberi var mı?

-           Ailesi onunla gitti. Eve ise onlar henüz dönmediler,- cevap verdi Janat.- Ben de düşünüyorum, niye onlar şehire ailece gittiler ki? Gerçekten de çocuğu hasta oldu mu? Niye o bütün ekmeği, ineği  bile kendisiyle götürdü ki?

—        O kaçtı mı yoksa?

—        Kim bilir onu, - kaçtı mı, yoksa gerçekten de para yüzünden öldürdüler mü onu, hiçbir şey belli değil ki.

Jomart düşündü ve üzüntüyle söyledi:

—        Acımayacaktım ben şu köpeğe ya, sen yalvararak razı ettirdin beni.

—        Şimdi ne üzüntüyle ne de pişmanlıkla bu derde çare bulunmaz. İkimizden birine şehire hemen gitmek lazım. Amanbek  alış verişe para artık yetmeyecek diye gürültü çıkartmaya başladı.

  — Benim şehire gidecek zamanım yok.

—        Benim var mı yoksa? Şimdi öğretim yılın sonu ki. Baksana, defterleri bakmak için buraya getirdim onları.

—        Oyleyse ben giderm,- dedi Jomart.

Gün boyunca Jomartın ağzında bir lokma bile yoktu, eve uğrayıp çabuk bir şey atıştırıp yola koyuldu. Atı da yulafı doyuncaya kadar yemedi.

 Avuldan Karagandaya kadar kırk kiliometre vardı, mamafıh her şey hesaplamaya bağlıydı, istersen seksen istersen de ancak yirmi kilometre hesaplamak mümkündü. Yeni maden ocakları ve iş kasabaları Kara- Nur nehrinden Şerubay – Nur nehire kadar uzandı. Bu nehirler arasında daha önce iki büyük soy yaşardı. Şimdi ise bu koskocaman alana Karaganda denilirdi. Jomart Amanbekin Karagandada tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu, ama büyük bir ihtimalle onu Büyük pazarın yanında bulacağını düşünürdü. Kömür Karaganda denilen yere gitti.  Telegraf hatının yolunu tutarak Toral- At tümseğe binince güneş batmaya başladı. Arkasında bir çok tümsek vardı, ileride ise puslu dağla Karaganda yükseliyordu. Nura nehrin kıyısında göz sevindirici Kraganda elekrik santralı ve Temirtau görünüyordu. «Bizim kolhozumuz bu develerin yanında denizde bir damladır»,— düşündü Jomart.

Şehire alaca karanlıkta geldi. «Kaz- şehirde» Amanbekin akrabası Majit yaşyordu. Amanbek Karagandaya gelirken  hep onun evinde kalırdı. Jomart ona doğru gitti. Majitin geniş avlusuna girerken kazık duvara bağlanan bir kaç soy ineği gördü. Hemen burada at arabaları da duruyordu. Birincisi fidanlarla, ikincisi elektrik donatımıyla, kalanları da kömür ve herhangi bir detaylarla doluydular. İki yepyeni kamyon Jomartın hayran bakışını çekmiş oldu. Amanbek Jomartın karşısına yürüyordu.

—        Aferin Amanbek!- dedi Jomart. -  Sen her şeyi satın almışsın artık.

—        Amanbekiniz bügün geri dönecekti, ama belaya çatmışız, - somurtuk yüzle cevap verdi Amanbek ve olup bitenleri anladı.

Karagandaya gelirken onların ekibi pazarda üç dükkan açmış. Eti çabuk satmışlar, parayı ise Amanbek Aydarla her gün bankaya götürüp kredi kurumları hesabına yatırıyorlardı. Son gün Amanbek çok meşgüldü ve parayı götürmye Aydarı görevlendirdi.

-           Paranın sayısı o kadar çok değildi de, ben ise başka önemli işlerden ayrılmak istemiyordum ki, - dedi Amanbek.-  Şimdi ise o para yüzünden kalan her şey için para verilmesine rağmen aygırları satın alamayız. 

Ama Jomart Amanbekten o kadar memnundu ki, para yüzünden üzülmedi bile. Amanbekin sadece beş gün süresi vardı. Bu süre içinde onun  yarım milyonluk muamele yapması ve farklı yerlerde o kadar çok hayvan alması gerkiyordu ki, Jomart onun bunu yapabileceğinden şüphe ediyordu bile. Ama o her şeyi becerebildi.

-           - Bütün insanlar senin gibi dürüst ve  ödevcil olsaydı! – dedi Jomart.- Para yüzünden ise üzülme. Dönecekler. Parayı biz kazanıyoruz onlar bizi değil. Git şimdi al aygırları, geceleyin ise kolhoza dön.  Vermezler bana aygırları. Bir rublecik bile eksik olursa vermezler.

— Bir şey değil, verirler, ben bunu elde ederim.

—        O zaman bana önce geveze Beyseni bulmak lazım.

—        Nerede o?

—        Aydar ailesinden haber almaya gitti. Hala daha gelmedi.

Jomartın içinde bir kuşku uyandı. «Belki bu da kaçaklık yaptı»,— düşündü o.

—        Git da bul onu, ama çabuk yap bunu, - dedi o ve eve girdi.

Amanbek Jomartın atına binip birinci maden ocağına atladı. Aydarın ailesi sanki «Zagorodnaya» tarafında olduğunu duymuştu. Oraya maden ocağından gitmek lazımdı ama o gidişle yolu bayağı uzuyordu. Amanbek kese yoldan gitmeye karar verdi. Demiryolu hatından geçerken ansızın birinin imdadına bağırışını duymuş:

-           Kurtarın beni! İmdat, ölüyorum! 

— Bırak şu ölmeyi ya, şimdi yardım ederim sana, bekle!- bağırdı Amanbek. 

«Sarhoş biri herhalde»,— düşündü o.

Toprak derin olmayan galeriler altında bazen oturuyordu. Şöyle bir çukurdan imdata çağırıyorlardı. Amanbek yaklaşınca Beysenin dar aralıkta saplanıp kaldığını ve elinden geldiği kadar  bağırdığını görmüş.

—        Siz Beyseke kendiniz mi oraya saklandınız yoksa biri itti mi sizi oraya?

—        Kendim. Kestirme yoldan gidecektim de karanlıkta hiç bir şey görmeden düştüm.

—        İyi ki ben buldm sizi,- gülerek dedi Amanbek.

Beyseni çıkarıp atına oturttu.

-           Ata kıymamak için  yavaş gideceğiz. E, nasıldı, öğrendin mi bir şey?

—        Gitmeye gittim de, ama onları bulamadım, geri döndüler artık onlar!

—        Aydar hakkında ne diyorlar?

—        Hiç bir şey belli değil.

—        Ne oluyor ya! Trenle mi çiğneldi o, yoksa biri öldürdü mü onu? Ya da bir yerde sarhoş mı yatıyor?

Beysen cevap vermedi. Ama eve gelirken Beysen Jomartı görünce baş işaretiyle onu bitişik boş odaya çağırdı.

-           Canım benim, - dedi o, - ben salak briyim. Ama şimdi ben suçumu anlamış oluyorum. Kaçtı köpek oğlu köpek,- ve cebinden gazete çıkardı. – Okusana. Bundan korktuğu için mi kaçaklık yapmış acaba? – dedi ve parmağıyla gazeteye gösterdi.