Tülibay
Aulumuzun otlağı Korjun-Tomar bataklığına uzak değil. Onun gerçekten korjun ,yani heybe şeklinde olduğu için ona öyle bir isim verilmiş. Bu bataklığı ufak açık bir ada bölüyor. Onun ortasında pamuk kozaları kaplı küçük bir göl var. Buradan da onun diğer Kurakti[1] ismi geliyor. Aulumuz doğu tarafında bulunuyor. Küçük tepe altından bir pınar akıyor. Sabahtan akşama kadar pınarın yanında çocuklar su ile oynar, yüzerler, onlardan en cesur ve uzun boylu olanları ise pınar içinden tâ pamuk kozasının duvar ördüğü göle ulaşırlar. Bu çalılıkların sulak yerlerinde martılar daldan ve kuru sazdan yüzen yuvalar örerler. Ağabeyimle – ki o benden iki yaş büyük olmasına rağmen boyu benimkinden hiç te uzun değil – sık sık sazlıklarda dolaşıyoruz. Orası hiç derin değil. Onun en sık olan yerlerinde yumurtalara bakıyoruz, bizim en çok rastladığımız terk edilmiş yuvalar ve yumurta kabuklarıdır.
“Anlaşılan yavrular artık yumurtalarından çıkmış” diyoruz.
Fakat bazen şans eseri ve yüzen yuvalarda küçük, uzunca ve rengarenk yumurtalar buluyoruz.
Bugün aullularımız yaylaya geç göç ettiler. İki üç günde biz bütün Korjun-Tomar'ı araştırdık. Yumurtalar bulabildik, ama çok değil.
Kara-Kuga adlı küçük göl bataklığın batı kıyısının bitişiğinde bulunuyor. O da derin değil. Sazlar arasında bataklığın altından deve kamburuna benzeyen ufak adacık-tepecikler dışarı fırlıyorlar. Bu tepeciklerde bağırtlaklar yuvalar örer. Onlar geç yumurtlar, o yüzden biz yaylaya geldiğimiz herhangi bir zamanda yumurtaları taze bir biçimde buluyorduk. Her yıl topladığımız yumurtaların sayısı az olmaz. Ördekler yuvalarını göze çarpmayan yerlerde, yani tepeciklerin ucunda örüp onları ot ve sazla örterler.
Auldan Kara-Kuga’ya kadar uzak değil gibi, fakat gene de üç verst olduğu için eve ancak akşama doğru dönülebilir. O zaman biz, çocuklarımız sürüyle bütün gün için de oraya giderdik, ama artık bununla uğraşamayız.
Hepimize akıl öğretmeye karar vermişler. Öğretmenimiz ise bey mollasıdır, kim olduğunu şeytan da bilemez, hoca mıdır, tüccar mıdır? Gri yüzlü, sivri sakallı, bıyıkları özenle tıraş edilmiş, sürmeli kaşları ise öyle bir izlenim veriyordu ki sanki dört gözlüdür.
O zaman ben henüz iyi mollanın ve kötü mollanın ne olduğunu bilmiyordum. Ama artık okuyan çocuklar bu mollanın çok sert olduğunu söylüyorlardı.
Annemin en küçük, en son çocuğuyum. Sanırım ondandır ki o beni diğerlerden daha çok şımartıyor. Biz kışlaktan yurda taşındığımızda o beni mollaya götürüp dedi ki:
“Moldeke[2] , işte bu, en küçüğüm. O kadar ürkek, çekingen. Onu pek cezaladırmayınız…”
Perşembe günleri erimiş sadeyağ olduğu zaman annem incecik pideler yapıp mollayı davet ediyor. Onu çağırmaya hep beni gönderiyorlar. Ve geldiği zaman annem cebine beş kapiklik sokuşturup şefkale diyor:
“Molodke, öğrencinizin hayır duasnı veriniz…”
Bütün bunlardan sonra Allah tabii ki beni bütün dayaklardan kurtarıyordu. Diğer öğrenciler mollayı Cuma günleri davet ederlerdi.
Bir tek Tulibay onu asla davet etmezdi. Tulibay’ın babası komşu aulda Yermaganbet beyin yanında rençperlik yapıyor. Karısı ile iki çocuğu ise aulumuzda sefil, delik deşik bir yurtacıkta yaşarlar. Hepimiz birbirimize benziyoruz.
Tulibay’ın annesi Yermaganbet’in yanında inek sağar. Tulibay dik başlı(kaprisli), yaramaz, söz dinlemez, annesini hemen hemen hiç dinlemeyen biri. Annesi de galiba söz dinlemediği için onu cezalandırmak isteyip ilk defa mollaya götürdüğü zaman dedi ki:
“Şımarırsa, vur, hiç acıma! Eti senin, kemiği benim[3] .”
Onunla yan yana oturuyoruz. Tulibay’ın yetenekleri bizimkilerden az değildi. Ama nedense (yani bilmiyorum neden) molla onu en başından beri sevmedi. Bulabildiği her fırsatta ona söverdi: “Salak!”, “Hayvan!”. Sonra da kulağını çekmeye başlardı. Neredeyse yirmi öğrenciden mollanın dayaklarının tadını ilk alan Tulibay’dı. Akşama doğru biz uzunca bir süre ve yüksek sesle papağan gibi ezberliyorduk. Bütün aulda uğultu yayılmıştı.
Akşamnamazı öncesinde, sağmal kısraklar bağdan serbest bırakıldığı zaman molla dersleri kontrol ederdi. İlk önce Tulibay’a sorardı. O cevap verebildiyse her şey iyi olurdu. Yoksa, molla onu kamçılardı. Fakat Tulibay’ın iyi bir özeliği vardı; ne kadar vurulursa da hüzünlenmezdi, ağlaması da uzun sürmezdi.
Otlakta aullar bibirlerinden uzak bulunmaz. Ablamın aulu sadece dağ geçidinin arkasındaydı. Bir gün annemle oraya gittik, geceledik ve sonraki gün geri döndük. Biraz daha geç dönseydik derse gitmeyebilirdim. Ama yemek vaktiydi ve annem dedi ki:
“Git, oku!”
Ben itiraz etmedim. Ne olursa olsun, bari bir gün papağan gibi ezberlemekten kurtuldum, biraz kendime geldim. Tükürüklenmiş parmaklarla kirlenmiş dua kitabını koltuğuma koyup yavaş yavaş mollanın yolunu tuttum. Ansızın biri bana seslendi. Döndüm. Tulibay!
“Mollaya mı gidiyorsun?” diye koşarak yaklaştı ve soluklanıp devam etti “Annem hasta düştü bugün, danamız da kaybolmuştu… Zor bulabildik…
Mollanın geç kalan öğrencileri dövmek gibi bir alışkanlığı vardı. Benim korkacağım şeyim yoktu zaten; annem dün onu benim için uyarmıştı. Ama Tulibay’ın geç kalma sebebi şüpheli olduğu için onu nelerin bekleyeceğini ikimiz de tahmin edebiliyorduk.
Gözlerine baktım:
“Molla seni dövecek ya!”
O cevap vermedi. Yürürken susuyorduk. Farklı seslerden ibaret olan uğultu bir güçlenip bir susup duyuluyordu. Onu duymak bile iğrenç. Ama ne yapılabilir ki?
Girdik. Ben ileriden, Tulibay'sa arkamdan. Saygıyla selâmladık. Molla bağdaş kurup, kitabı dizlerine koyup kaz teleğiyle bir şeyler cızıktırıyordu. Alnının altından bize bakıp Tuliba'ya tırnaklarını gösterdi. Molla hiddetlendiği zaman onun kısa kesilmiş, ortasını da tıraş olmuş bıyıkları diken diken olup kımıldıyordu. Bu sefer de öyle oldu. Kitabı sandığa koyup sordu:
“Neden geç kaldın? ”
Tulibay ses çıkarmadan diz çöktü, eğildi ve uysal bir poz verip dua kitabını açtı. Ve o sustukça molla daha çok öfkeleniyordu:
“Ne susuyorsun, domuz?! Hadi buraya yat!”
Ve molla iki uçlu kamçıyla sandığın yanındaki yeri gösterdi.
Tulibay kımıldamadı. Molla onu kızgınlıkla kamçıladı. Ben yanında oturuyordum. Kamçının bir ucu omzuma dokundu ve ben kalkıp keskin bir çığlık kopardım. O zaman Tulibay da bütün sesiyle ağlamaya başladı: “Molodke!”
Diğer öğrenciler önce sessizce ve merakla bizi seyrediyorlardı, fakat başlarının üzerinde kamçı sesi duyulduğu zaman hepsi kitaplarına bakıp hımhımladı.
Hüngürtüleri Tulibay’ı boğuyordu. Bu sefer o hiç bir türlü onları tutamıyordu.
Molla:
“Oku!” diye bağırıp kulağını çekiyor, yanaklarını kırbaçlıyordu, ama Tulibay akşama kadar ağladı.
Akşamüstü molla ödevleri kontrol etmeye başladı ve ezberden okumaya zorladı. Ben, elbette, hiç bir şey öğrenmemiştim. Molla “Aptal” diye bağırıp kamçıyı kaldırdı. O zaman ben öyle bir ağlamaya başladım ki ruhumun vücudumdan fırlayacağını sandım....Fakat molla beni vurmaktan vazgeçti. Herkesi eve gönderdi, benimle Tulibay’ı ise tuttu.
İkimiz de oturup ağlıyoruz... Ancak güneş batmadan önce molla gitmemize izin verdi. Biz sevinçle koştuk, sanki büyük bir belâdan kurtulmuştuk. Tulibay hâlâ hıçkırıyordu. Aula yaklaştığında gözlerini koluyla sildi:
“Sen yarın gelecek misin?”
“Ya sen?” diye sordum.
“Ben, asla! Vaftiz olmayı bile kabul ederim, ama mollaya gitmem!”
Bunu söyler söylemez yine hüngür hüngür ağladı. Acıdığımdan benim gözlerimden de yaşlar akmaya başladı.
***
O günden beri Tulibay molladan uzak duruyordu. O, bir iki hafta aulu dolaştıktan sonra babası onu almaya gelip ona dedi ki:
“Hadi! Eğer öğrenmek istemiyorsan, koyun otlatmaya gideceksin!”
Söylentilere göre babası Tulibay’ı çoban yamaklığına vermişti.
Huzur ve sükûn içinde geçen yaz hızlıca bitti. Ot biçme zamanı geldi. Olanağı olan herkes gecekondu yapıp bozkıra gidiyordu. Bizde öyle bir olanak yoktu. Her yıl ot biçme zamanında biz nehrin yakınlarına taşınıyorduk. Yine toplanmaya başlayacaktık ki, bir sorun ortaya çıktı; orada eğitimime devam edemezdim. Bazı insanlar:
“Onu beyin yanında bırak. Eğitimini bitirirsin” diye tavsiye veriyorlardı.
Ama hissediyordum ki bütün bunlar annemin gönlüne göre değildi. O zaman ben de inat edip ağlamaya başladım . Nihayet beni kendileriyle almaya karar verdiler.
Taşınmak için beyden birkaç boğa rica etmiştik. Öğleden sonra yurtamızı[4] topladık. Bizimle beraber kırk beş âile daha gidiyordu. Akşamüstü insanlar yola çıktılar. Eniştemin, daha tayken bana hediye ettiği üç yaşındaki doru atımı eyerleyip ihtiyar Tanirbergen’le inek sürüsünü sürdüm. Sıcaktı. Toz duman birbirine girmişti. Çok geçmeden Alakul ovasına vardık. Yolun doğusunda küçük bir kamışlık vardı. Orada, her biri bir tarafa dağılmış bir koyun sürüsü otluyordu. Ben ağır ağır yürüyen ineklerin peşinden gitmekten sıkılıp topuklarımla doru atımı vurup hızla oraya gittim. Sürünün ucundaki koyunlar korkuyla sarsıldılar. O zaman gölün yanındaki çoban göründü. Ellerini sallayayıp koyunlarına “Vehey!” diye bağırıyordu.
“Tulibay” diye bağırdım.
Birbirimizi gödüğümüze ne kadar çok sevindik! Yayan ve yalınayaktı. Dudakları şişmiş ve çatlamıştı. Omuzlarında çoban kaftanından kalan bir bez parçası vardı.
Tulibay aul ve diğer çocuklar hakkında sormaya başladı. Doru atımı dikkatlice süzüp övüyordu. Gözlerinde hem acı, hem de kıskançlık duygusu vardı. Ben onları “Eveet… sen, gerçekten, çok şanslısın” diye okuyabiliyordum.
Bir de hatırlayıverdim ki mollanın bizi cezalandırdığı gün, biz güneş batmadan eve dönerken o bana aynı bakışı atmıştı. O defa da, o bu kelimeleri yüksek sesle söylememişti. Ama herhangi bir durumda ben anlayabiliyordum.
Kamışlığın yanında uzun zaman durdum. Göçen insanlar artık uzaklamışlardı. Fakat yine de pek konuşamadık. Ama sanki ayrılmak da istemiyorduk.
“Sen neden koyunları at üstünde otlatmıyorsun?” diye sordum.
O an birdenbire sandım ki onunla yarış edercesine koşarsak çok eğlenirdik.
O hüzünle içini çekti.
Ve anladım ki bey at vermeyip Tulibay’ı molladan daha az incitmemişti. Fakat o zaman, o “Gerkirse vaftiz bile edilirim, ama mollaya gitmem!” diye söyleyebilirdi, ama şimdi “Açlıktan ölsem bile beyin koyunlarını otlatmam ” diye, tabii ki, söyleyemezdi. Bunun için cesareti yoktu...
Ben göçlenlerin peşinden gittim. Kısa bir süre sonra dağ geçidine çıkıp geriye doğru baktım. Tulibay, göle doğru ağır ağır giden koyun sürüsünün arkasından boynu bükük yürüyüp üzgün üzgün arkamdan bakıyordu…