Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

25.11.2013 11103

MUKANOV  Sabit, "Nurlu Aşk"

Язык оригинала: ''Nurlu Aşk''

Автор оригинала: MUKANOV Sabit

Автор перевода: not specified

Дата: 25.11.2013

Nurlu Aşk

 

İÇİNDEKİLER

K.Nurgalı. Önsöz

Birinci bölüm VATAN TOPRAĞI

Vatan toprağı

Baba evi hakkında           

Aul üzerindeki bulutlar

Endişeli zamanlar

Memleket memleket gezmenin başlangıcı

Beklenmeyen misafir

Yılan etini nasıl yediğim   hikaye

Acele ile koşuşmalarda toy             

Vatanın göç yollarından giderken 

Turgay’ın ilk komünu      

               

İkinci bölüm SEVGİLİ GELİN

İnci çiçeğinin açılmayan goncası

Sadık aşk                                            

Canımı dişine alıyorum   

Benim kurtarıcım              

Güceniklik                           

En güzeli                           

Mutlu bir gece

Beklenmedik bir bela

 

Üçüncü bölüm MEMLEKET MEMLEKET GEZME

Olgunluk

İftira

Kırmızı Yurta

Bozkırdaki kurtlar

Başarısızlıklar devam ediyor

Beni yine yağmalıyorlar

Yolumu kaybettim

Dördüncü bölüm ÇÖZÜLMÜŞ DÜĞÜMLER

Babamla geçinemiyorum

Anne

Dayım ile temelli olarak ilişkimi kesiyorum

Hayır, ter boşuna dökülmemişti

Buzda açılmış deliğin kenarında

Çözülmüş muammalar

İntikam

Batıh - Mutluluk

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Yaşamın sadık hayat arkadaşıma – sevgili Maka’ya.

VATAN TOPRAK

(Burkut’un ilk defterinden)

 

Benim toprak! Beşiğimizdin. Sonsuza dek seveceğiz seni.

Burada doğduk. Kuşlar yuvasından çıktığı gibi buradan hayat yolumuza başladık.

 

***

Az bir zaman önce çocuktum, şimdi ise bir baktım on sekiz yaşına erdim! Büyük şairimiz Obay söylediği gibi:

Her şey sanki dün oldu,

Dönüp geçmişe bakarsan – çoook zaman geçti!

            Aslında on sekiz yaşı çok fazla değil. Fakat bu yıllar benim için boşuna geçmedi. Küçük yaşımdan başlayarak olaylar bilincimde, ilk bakışta kış sabahı beyaz ve temiz yeni yağmış kar tabakasında gördüğün izleri andıran dağınık ve bazen karışık izleri bırakıyordu. Fakat daha yakın bakarsanız karda istepte yaşayanların bıraktığı sayısız izlerinde çok sürükleyici öyküyü okuyabilirsiniz.

            İşte ben de uzun sürmeyen hayatıma dikkatle bakarak olay ve izlenimlerin düzensiz yığınını görmüyorum. Aklımda çocukluğumun resimleri (görünümleri), tanık olduğum olaylar, tanıdığım insanlar canlanıyor.

            Gücüm ve yeteneğim olduğu kadarıyla hayatım hakkında yazmak istiyorum. Sadece hayatımın görünümleri değil, aklımda bu olaylarla ilgili düşünce ve duyguların uyanma süreci canlandırmak niyetim var.

            Umarım bu notlarımda insanlar için bir fayda olur.

 

VATAN TOPRAK

            Değerli okurumuz! Vatanını sevmeyen insanı bulamazsınız. Her insan vatanını en çok sevdiğinden emin ve herkes vatanını farklı olarak seviyor. Çünkü doğup büyüdüğün yerlerden daha güzel bir şey yok.

            Vatanımda ne dağlar, ne ormanlar, ne de deniz var. Vatanım Turgay düz toprağıdır. Ta ufuğa kadar düzlüktür.

Bitmek bilmeyen istepteki açıklığın tekdüzeliğine (monotonluğuna) tek tük taş tepeler karışır. Onlar, sanki yolunu şaşıran, Turgay ovasının denizinde kaybolanlar için yaratılmıştır.

Bazen tepeler düzlük üzerinde küçük sıra halinde yükselir.

Aulumuz (Kazakistanda küçük köy) Kızbel (Kız beli) geçidi yakınlarında böyle tepe sıraların yanında bulunur. Kızemşek (Kız göğüsü) diye adlandırılan iki büyük taş kaya Kızbel’in biraz yukarısındadır.

Uzaktan tepelerin taş sırası konturlarıyla (çevre çizgileriyle) gerçekten yatan bir kız andırır. Sanki yukarıdan gelen bir ses dikkatini çekti ve kız her tarafını çevirip donup kaldı ebediyete kadar.  Kötü sihirbazın emriyle taşa dönüştürülmüş...

Kızbel’den gürültülü Konırau (Çıngırak) dereciği akar. Bu zayıf  Konırau ilk baharda güneş ısı vermeye ve kar ermeye başlayınca yürüyerek geçilemeyecek kadar taşar. Sıcak yaz aylarında ise derecikten ince su şeridi kalır. Konırau sayesinde civar göllerden en büyük olan Sarıkopa (Sarı kamış) hiç bir zaman kurumazken başka göllerden yaza kadar sadece beyaz tuz lekeleri kalır.

Ben bin dokuz yüz dokuz yılında son baharın sonunda göçen aulların birinde doğdum. Bana aulumuzun adını verdiler – Burkut.

Uzun göçleri hayatımın sonuna kadar hatırlayacağım. Bizi – küçük çocukları – deveye yükleyen tahta sandığa koyup onun içinde bağlarlardı.

Bu adet Kazaklar kırlangıçlardan almış olmalıydı.  Kırlangıçlar yuvalarını ikiye ayrılan desteklerin üstünde yapar. Böyle destekler her kışlağın avlusunda var. Yavrularının yuvadan düşmemesi için kırlangıçlar, onları kıl ile ayağından yuvasına bağlar. Yavruları uçmayı öğrenene dek.

Annem ve babam da kırlangıçlar yavrularını koruduğu gibi beni koruyordu. Ancak bu gözetmeden pek hoşlanmıyordum. Ben yürür yürümez sandıktan nefret eder oldum. Beni bu sandığa koydukları her defa umutsuz umutsuz ağlamaya başlardım.

Bir defa böyle ıstırapalara dayanmak istemeyince gizlice beni tutan ipini söktüm ve deve yürürken ondan yere düştüm. Yere çarptım ve bayıldım. Bu olaydan sonra beni sandığa bir daha oturtmuyorlardı.

Biraz büyüdüğümüz zaman bizi sakin huylu atın eyerine veya devenin hörgüçleri arasında koyulan rulo yapılan koşmaya (deve veya koyun yünden yapılan halı) bağlamaya başladılar. Bu küçük düşürmeye katlanamadım. Belki bu yüzden çok erken kendi kendime  atı sürmesini öğrendim.

Ben iki yaşındayken Turgay istepine hiç yağmur yağmadı. Hayvanlar kurumuş ot ve kamışla besleniyordu, sonra yosunlu taşları kemiriyordu. Babamın yaklaşık bin at, üç bin koyun ve yirmi devesi vardı. Bu kadar büyük sürüleri yemeyi bulmak için istepin dört bir yanında (tüm istepte) sürmek olanaksızdı. O zaman babam bütün koyunlarımızı civar aullara dağıttı. Onlar da koyunları bir sene sonra ‘toynak için toynak’ geri vereceklerdi. Develeri kendi aulun sakinlerine verdi, atları ise Oral dağına sürdü. Onun eteğinde gür otlar vardı.

Yarım sene kadar babamız hakkında hiç bir şey duymadık. Kışın yarısında geri döndü. Bir gece  annemin acı çığlığından ve bir erkeğin öfkeli sesinden uyandım. İstep yaban domuzunun taşkın öfke dolu bağırmasını tasavvur ettim. Babam küfrediyor, annem: ‘Ölüyorum! Yardım edin bana!’ diye bağırıyordu. Büyük annem de babamda tüm vücüdüyle asılıp şiddetli darbeleri annemden bir yana çekmeye çalışıyordu:

-          Kendine gel, kendine gel, Abeujan!, diye söylüyordu, zavallıyı öldürücekeksin!

Uyanan çocuklar bağırmaya başladı. Evimizde akıl almaz gürültü koptu. Komşular  koşarak geldi evimize. Çatık ve öfkeli babam hiç kimseyle konuşmak niyeti olmadığını göstererek eşiğe çekilip çömeldi.

Böyle durumlarda Kazaklar: ‘Talıhsiz adamın kumran(deve sütü)  da kesiliyor ’, diye söylüyor. Sonra ortaya çıktığı gibi babam da şanssızdı.

Hava kuruyken atlar Oral’ın yamaçlarında otluyordu. Fakat çok geçmeden yağmurlar, sonra da kar yağmaya başladı, soğuklar bastırdı. Atlar, kendilerine yemek çıkermek için toynaklarıyla buz ve karın kalın tabakasında delik açamıyordu. Sonra kar fırtınaları başladı ve hemen hemen bütün atlar öldü. Babamın eli boş eve dönmekten başka yapacak şeyi yoktu. Bütün evler bu kadar karla kaplamıştı ki aulu zor bulabildi. Yolumuzu kaybetmemek için kementleri çekiyorduk. Aul halkı uyuyordu. Gecenin geç saatiydi. Evimizin kapısını ve pencereleri karla kaplamıştı. Babam bağırmaya şaladı. Fakat onu kimse duymadı. Karı kaldırmak için aleti yoktu. O zaman da komşulara gidip kürek aldı ve girişi kardan temizledi.

Eve girer girmez anneye atıldı. Onu yataktan çekip dövmeye başladı. Kızgın ve talihsizliğinden hırslanmış babam hıncını birinden çıkarmalıydı.

Babam uzun uzun kızgın ve suratı asık dolaşıyordu. Talihsizliği için çok üzülüyordu.

Ilık bir bahar güneşinin ilk ışınlarıyla yardımcıları alıp hayvanlarını almak için civar aullarına gitti. Bir ay sonra yirmi arık at sürdüler. Büyük sürüden kalan kısmı buydu. O zamandan beri aulumuz uzak yerlere göçmez oldu. Kızbel birkaç yıl için konma yerimiz oldu.

 

BABA EVİ HAKKINDA

Eski aulun töreleri çok tuhaf. Yerli soyların fakirleşmiş torunları, ataların zengin olmasıyla gurur duyar, sakin ve çekingenler, batır (Türk halklarında cesur savaşçı, kahraman, bahadır) olan atalarıyla övünür.  Fakat Kazaklar ne fakirlikten ne de çekingenlikten utanır. Başka kabileden gelmiş olmak, yabancı olmaktan utanırlar. Köle olmak küçük düşürücü bir şeydir.

Sekizinci kuşakta dedem Ernazar Kalmuk’tu. O da başka kabileden gelmişti. Fakat ona ‘köle’ demek cesaret edenler olmadı.

Babamın anlattığına göre Ernazar (onun gerçek Kalmuk adı Subetey-mergen, Subetey-nişancı) Kazaklar’a esire düşmedi – ünlü yiğit ve bahadır olan han Esim’e kendisi gönüllü olarak geldi. Onun en iyi batırlarından biri oldu.

Esim, onu kendi kızkardeşlerinin biriyle evlendirdi. İşte böyle han soyundan geliyorduk. Babam bununla çok gurur duyuyordu ve fırsatı olunca soyluluğumuzla övünmeye başlıyordu. Babam:

-          Yiğitlerimizin hepsi, diye anlatmayı seviyordu, uzun boylu, geniş omuzluydu. Kalmuk neredeydi güç de oradaydı diye söylüyorlardı o zaman. Yiğitlerimiz atlarıyla bir yere giderken onlara saldırmak cesaret edenler olmadı.

Ernazar’ın zengin ve sayısı çok torunları vardı. Soyumuzda – babam genç olduğu zaman – yaklaşık iki yüz kişi vardı. Baba babamın adı Jaman’dı. Fakat buna rağmen babamın Jautik’in oğlu olduğu sayılıyordu. Jaman ve Jautik kardeşlerdi. Jaman sakin  ve ağızsız, Jautik ise batırdı.

Jautik’in karısı benim baba annem Orengbur kaymakamlığının tanınan bay ve biyi Derbesalı’nın kızıydı.

Baba annem Jautik’le çok yaşamadı. Onun evliliğinin ilk yılları soyumuzun Kenesarı Kasımov’la savaşına rasladı. Kenesarı soyumuzun Rusya’ya baş eğdiğini sanıyordu ve bu yüzden bizimle savaşıyordu. Çok sayıdaki çatışmalarda atılgan yiğit Jautik mızrakla öldürülmüştü.

İhtiyarlar, baba annem Norbota’nın da bu mücadeleye katıldığını ve  birçok düşmanlarını öldürdüğünü söylüyordu. Bu hikayelere inanıyorum. Eli büyük ve güçlü baba annem sağlam bir kadın görünüşüyle bir adamı andırırdı. Çok ağır bir şey kaldırmak onun için işten bile değil. Kuvvetli yiğit gibiydi. Sözleri inandırıcıydı. Birini azarlamaya gerek olduğu zaman bunu erkekçe yapardı.

Jautik’in ölmesinden sonra baba annem o zamanki evlilik geleneklerine göre onun erkek kardeşi Jaman’ın karısı oldu. Babam onların oğluydu. Buna rağmen birçok kişi onun şehit düşen Jautik’in oğlu olduğunu sanırdu. Baba anne kendisi, babamın Jautik’in oğlu olduğunu söylerdi. O zamandan beri ona Abeu Jautikov (onun tam adı Abutalip’ti) derlerdi.

Belki bu yüzden babam hayatı boyunca Jaman’ın oğullarıyla kavga ediyor, onlardan uzak yerlerde yerleşiyordu. Babam ergin olduğu zaman da baba annem de Jaman’dan ayrıldı.

Babamın evlenme hikayesi de çok ilginç. Argın’ın en tanınan soylarından biri olan Şakşak Janibek soyundan gelen  annemi AsıltasSoy taş – ilk önce Jaman’ın bir oğlu için istediler. Nişandan kısa zaman sonra damat ani olarak öldü. Ailede babamdan başka uygun damat yoktu. O zaman on altı yaşındaydı. Hem de o zamanda babam Turgay şehrinde okuyordu.  Asıltas’ın akrabaları babamı bir ‘öğrenci’ olduğunu sanarak gelini geri almaya ve kalımı (gelin için verilen para ve mal) iki kat geri vermeye karar verdiler.

Ağile meclisine katılan babam için bu karar küçük düşürücü geldi. Ata binip ihtiyar heyetine boyun eğmeye niyeti olmadığını söyledi ve kendi auluna gitti. İhtiyar heyeti, genç adamın hafif sözlerine bir anlam vermedi.

Buna karşılık aulun tanınan yiğitlerin hepsi babamı destekledi ve hatta onu kışkırtmaya başladılar. Asıltas’ı kaçırmaya karar verildi. Yiğitlerin tarafını baba annem Narbota da tuttu. Kaçırmadan sonra gelini akrabalarında saklamayı teklif etti.

Başka bir olay ateşin üstüne benzin döktü. Mülkiyetindeki toprakları Tobol şehrinin boyunca bulunan Kingan baylarının biri Asıltas’ı oğlu için istedi. Her şeyi çok çabuk hallettiler. Asıltas’ın akrabaları kızını bayın oğluna vermeye razıydı. Fakat yiğitlerimiz, bay maiyetine gelinle beraber geri dönerken onlara saldırdı ve gelini kaçırdı.

Babam kaçırdığı gelinle beraber onun akrabalarına doğruldu. Onlar da genç adamın sebatlılığı ve cesaretinden etkilenerek onu güleryüzle karşıladı ve hatta Turgay valisinin yardımıyla bu olayın üstünü kaplamasına yardım ettiler. Vatan auluna annemle babam çocuğuyla beraber döndüler. Annemle babamın gül gibi yaşayacakları görünüyordu. Ne yazık ki beklenen olmadı. Annem evlendiği zaman artık hamileydi. Babam da bunun için çok üzülüyordu. Akrabaları nezaket icabından kaygılarını göstermiyordu. Fakat kendi auluna dönünce annemi dövmeye başladı. Onu o kadar şiddetli dövüyordu ki halkta söylendiği gibi çil koyuna benzer oldu. Bu dayakları yüzünden annem aylarca evden çıkamayıp evin içinde perde ardında yatıyordu.

Ailenin on ikinci çocuğuydum. Benden önce iki erkek ve dokuz kız doğdu. En büyük erkek kardeşim Kaşkarbay öldü, ikinci erkek kardeşim Tekebay şimdiye kadar sağ. Yedi kız kardeşim de hayatta. Onlara değerli eşyların adlarını verildi. Altın, Kumıs – Gümüş, Gauhar – Pırlanta, Meruert – İnci, Jibek – İpek...

... Annemin hikayesine döneyim. Çok uysal huylu değildi. Dayaklara karşılık olarak küfrediyordu. Bir gün de amansız davranışa cesaret etti.

Ben doğmadan beş sene önce babam eve tokalı – ikinci karıyı getirdi getirdi. Babam annemin onun için yaşlı olduğunu düşünüyordu. Tokal bir fakirin kızıydı. Annem babam ve rakibinden acımasızca  öcünü aldı. Günden birinde annem tokalı kaynayan suyla dolu kazana (kocaman tencere) itti. Zavallıcık korkunç yanıklardan öldü. Annemin yaşamı bu olaydan sonra daha kolay olmadı. Gerçi aulda onu hiç bir kimse suçlamıyordu. Tokalı annem değil bir inek kazana ittiğini söylüyorlardı.

Ailemizin en küçük oğluydum. Belki bu yüzden de en kaprisli ve şimarıktım. Baba annem ben kendisinin ve Jautik’in oğluyum diye söylenti inatla yayıyordu. Baba annemin bana telkin ettiklerini çok çabuk benimsedim ve babama büyük erkek kardeşe dendiği gibi ageke ve anneme onun karısına olarak jeneşe diyordum. Yabancı insanlar bana baba annemin beni nasıl doğurduğunu sorduğu zaman ben, bir gün onun korkunca yüksek sesle ‘ah!’ diye bir çığlık kopardı ve bu anda onun ağzından ben düştüm.

Baba annemin iddialarından biri – beni o kadar seviyordu ki beni beslemek için sütü bile varmış. Annem değil o beni beslemiş. Baba annemin anlattıklarına göre ben dünyaya gelir gelmez o kuvvetli elleriyle beni kucağına alalı birbirimizden hiç ayrılmıyoruz.

Ah büyük annemin bu kucağı! Ellerinde kendimi sıcak yuvadaki kuş yavrusu gibi hisediyordum. Çocukluğumdan beri beni baba annemin doğurup onun gerçek annem olduğunu düşünmeye alıştım. Baba annemden dışında hiç kimsenin beni kucaklamak ve öpmek hakkı yoktu. Hiç kimsenin sözünü baba annemin sözü kadar dinlemiyordum. Bunun sebebi onun beni büyütüp yetiştirmesinde değildi. Büyük annem çok olağanüstü bir kadındı. Halk arasında ona saygılı olarak ‘bizim anne’ derlerdi.  Dış görünüşündeki kabalılığına rağmen bu cesur güçlü iradeli batır kadın alçakgönüllü, nazik ve sarılıydı. Ondan daha cömert ve konuksever  insan yoktu. Aklı ve adleti özel şöhreti kazandı. Öz anneye gibi ona akıl danışıyorlardı.  Onun bilgeliği için önünde saygı ile eğiliyorlardı. Bu yüzden erken çocukluğumda onun bana bu kadar büyük etkisi gayet doğaldı.

Bununla beraber baba anneme sınırsız bağlılığım ve dik başlı olma özelliğim, anne ve babamın çok uğraşmalarına neden oldu. Bir gün sonu çok acuklı olabilen üzücü olay başıma geldi.

Ailemiz cut (yaylaların buzlanmasından dolayı hayvanların kırımı) zamanında bütün hayvanları kaybettikten az zaman sonra babam nagaşıya – annemin akrabasına – gitmeye karar verdi. Söylentilere göre bu akrabamız o korkunç sene bile hayvanları cuttan koruyabildi. Hayal meyal hatırlıyorum ki babam büyük annemin izniyle beni de beraber aldı. O yaz dört yaşındaydım. Önce her şey iyi gidiyordu. Babam beni önüne tek hörgüçlü deveye oturttu. Birkaç saat yavaş yavaş tozlu yoldan gididiyorduk. Tamarisk diye adlandırılan küçük ağaç ve çalılarla kaplı Tosın kumlu tepelerine ulaştığımız zaman sıcak yaz gününün en civcivli zamanıydı. Bu güzel manzaralı tepeler bizim memlekette su düzeyi en yüksek olan nehirlerin biri olanTurgay ırmağını boydan boya geçer.

Ortalık bu kadar güzeldi ve su bizi o kadar çekiyordu ki babam küçük mola vermeye karar verdi. Aniden o baba sevecenliğiyle beni sarıp öpmeye başladı. Büyük annemden başka kimsenin şefkatini kabul etmeyem ben öfkeden ağlamaya başlayıp babamın elinden kurtularak burnumun doğrultusuna koştum.

Bu babamın hislerini çok incitti ve o bena yetişmek için yerinden kımıldamadı. Kaçmaya devam ediyordum. Kumlara doğru, Tamarisk çalılığında tamamen saklanana kadar koşuyordum. Dünyada beni sitemkarıma yani babama döndürebilen kuvvet yoktu. Oysa ki güneş güneş guruba iniyordu. Ben ise dönmeyi düşünmüyordum bile. Dönmek isteseydim bile geri yolu bulmam imkansızdı.

İlk önce babam bir yere gitmeyeceğimden emindi. Fakat zaman gittikçe çok endişelenmeye başladı. Aramaları boşunaydı. Geri dönmeyi yalvararak kısık sesle beni boşuna çağrıyordu.

Son derece üzgün babam kendini amaya veya kendini suda boğmaya hazırdı.

Böyle gece geçti.

Şafak sökereken aramalardan kuvvetten düşünce büyük kervanın izini yakaladı. Kervan Turgay nehrisinin biraz aşağısında gece için durdu. Babam devesine bu izi sürdürdü. Bir tek ümidi vardı.

Yalnız öyleğin babam yabancı aulun kervanına yetişti. Ben develerden birinde rahatça uyuyordum. Babam sevinçten az kaldı delirecekti. Kervancılar ise babamı izleyerek gevrek gevrek gülüyor ve nasıl kaybolduğumu anlatııklarına şaşırıyordu.

Babam, kervancılardan onların beni Tasın kumlarında bulduklarını öğrendi. Aynı yer üzerinde tur atan altın kartal dikkatini çekti. Yaklaştıkları zaman kum çukurunda bir canlı varlığı gördüler. Bu kim olabilirdi? Sürüden geri kalan kuzu veya dana mı? Hayır, çevrede hiç aul yoktu. Bir vahşi hayvan yavrusu mu? Fakat vahşi hayvnlar yavrularını birinde bir bırakıyor. İnsanlarla ürkütüp kaldırılan altın kartal uçup gitti. İnsanlar, develer çukura varınca düşe kalka bilinmeyen yere yürüyen çocuğu gördüler. Onlar:

-          Ona hemen yaklaşmaktan korktuk. Ya çocuğa dönen cinse?, diye konuşuyordu, Yine de aramızda cesur ve iyi kalpli insan vardı. Korkmuş çocuğu kucağına alıp kurtla yani peynirli suyla içirdi onu. Çocuk yedi biraz, ama sorularımıza cevap vermekten inatla vazgeçiyordu. Çok kibirliydi.

Babam kervancılara:

-          İnsanlar bana kaı yürekli diyorlar, diye söylüyordu, Belki bu doğrudur. Fakat oğlumun intçılığı bir şeyle kıyaslanamaz. Bazen annemin iddia ettiği gibi onun benim değil Jautik’in oğlu olduğunu düşünüyorum.

Kervancılar:

-          Gerçekten dik başlı çocuk, diye kabul etti, Hayatta sıkıntı çekecek. Yürekli ataların ruhu bu defa koruduğu gibi oğlunu korusun.

Babam beni hiç bir zaman beraber almamaya yemin etti. Buna rağmen bir gün baba annemin yalvarmalarına ve ağlamsamalarıma dayanamayıp beni Baykonur’a aldı. Orada önemli işi varmış.

            Baykonur’da kömür işçilerin aulunda bir hafta kaldık. Göçmeyen aulu ilk defa gördüm.Yazın kuruyan sığ derenin kıyısında küçük tepenin eteğinde yayılmıştır. Küçük avlusuz aul evleri taştan yapılmıştır. Toplam olarak aulda yaklaşık yüz ev vardı. Buradaki hayvanlara gelince bir ailemizin cuttan önceki hayvanlarının sayısından daha azdı. Yerleşik aullar karşısında istihfaflı olmayı öğretiliyordum. Fakat bu, aulun hayatını gerçek ışığında görmeme engel olmadı. Bizim aulumuzda en zavallı insanın bile deve, inek ve koyunları vardı. Burada ise sütlü çayı şöyle dursun ayran veya deve sütünü bile içen aileyi zor bulabilirsiniz. Ekmek da yetmiyordu.

            Gelişimizin onuruna tek oğlağını kestiler. Bu çok önemli olaydı. Aulun hemen hemen bütün kadınları kazanımızdan keçi etinden yemek için geldi.

            Aulun bütün mal varlığı toprak altından çıkarılan kömürüydü. Kömürü nasıl çıkardıklarına bakmak istedim. İsteğim hakkında babama bildirdiğim zaman bunu duymak bile istemedi. O zaman onun yardımı olmadan bunu yapmaya karar verdim.

            Baykonur çocuklarından biriyle arkadaş oldum. Bir gün yeni arkadaşım, beni kömür almak için yer altına inilen yere götürdü. Demin yeryüzüne büyük kutuyu çıkardılar. İçinde bir genç adam vardı. Onun beni kuyuya içndirmesini istedim. O da gülerek kolayca razı oldu.

            Kızbel yaylasında bir kez temizlenmiş kuyunun dibine indim. O çok derindi, ama ışık dibine kadar ulaşıyordu. Bu kuyu ise mezar gibi karanlıktı. İndikçe iniyoruz, sonu yok bunun!

            Karanlık ve hızlı inmeden başım dönmeye, içim bulanmaya başladı. Benlikten dolayı yoldaşıma bir şey söylemedim. Fakat o, kendimi iyi hissetmediğimi anlamış olmalıydı. O:

-          Sabret, oğlum, sabret!, diye söyledi, Kömür madeninde çalışmak hayvanlar çobanlığı yapmak kadar kolay değil. Baban zengin olmalı. Parasını kolayca kazanıyor. Bir bak ne kadar zor kendi paramızı kazanıyoruz.

Sonuçta kutu katı bir yere değdi. Dibe vardık. Giderek gözlerimiz karanlığa alışmaya başladı. Kazakların söylediği gibi ‘mezara da alışmak mümkün’.

Önce kömür madeninin karanlık korıdorundan hemen hemen eğilmeyerek gidiyorduk. Kah orada kah burada madenci fenerleri vardı. İnsanlr kömürle dolu küçük yük arabalarını çekiyordu. Kazmaların darbeleri duyuluyordu. Şimdi ise sürünmeye zorunda kaldık. Yoldaşım, alnımı incitmemem için uyardı beni. Nihayet karanlık koridor daha geniş oldu ve yine doğrulabildik.

Rehberim çok iyiydi, ama beni aşırı derece gözediyordu. Böyle gözetmeden hoşlanmıyordum. Madende tek başıma sürünmek ve her şeye kendi elimle dokunmak istedim. Yoldaşımı biri çağırdığı zaman kömür işçilerine karıştım. Bütün koridorlarda sürünmeye başladım. Bu gezi kaybolmamla sonuçlandı.

Ortalık kapkaranlıktı. Boğuk seslerin uzak yankılarını duydum. Fakat nereden geldiği belli değildi. Taş çıkıntılara çarparak bana geldiği gibi bu seslerin olduğu tarafına yol açmaya başladım. Bilfiil (Gerçi de) onlardan uzaklaşıyordum.

Sesler yok olup gitti. Yüksek sesle bağırdım. Sesimi çok defa tekrarlayan yankıdan  korktum. Kuyu çok soğuktu. Fakat ben ter içindeydim.

Güçlerim tükendi. Yere düşünce ayaklarıma kalkamıyordum. Yarı uyur yarı uyanık bir haldeydim.  Yüzümden, vücudumdan soğuk yılanlar kayıyormuş gibiydi. Her yerde bilinmeyen yaratığa ait olan ateşli gözleri görür gibi oldum. Küçük, büyük, dar korkunç gözler...

Tostoparlak büzüldüm. Kımıldamamaya çalıştıtm. Yavaş yavaş bayılıyordum.  Yer altında ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Galiba iki-üç gün. Beni zor buldular. Kendine getirip azarladılar. Yiğit de arkadaşları ve babam tarafından haşlandı.

Fakat yaptığımdan pişmanlık duymuyordum. İnatçı ve meraklı olmasaydım da kuyuya inip içinde kaybolmasaydım çok ilginç şeyler hakkında öğrenmezdim. İşte öyle bu kadar ters ve dik başlı olmam bazen bana yardım ediyordu.

Bu bölümü bitirirken ailemizde olan değişimler hakkında söylemek istiyorum. Kız kardeşlerim çoktan evlendirildi. Babamın annemle ilişkileri de deişti. Babam cut yılında eve döndüğü zaman annemi öldürürcesine dövdükten sonra ailemizdeki kavgalar kesildi. Annem ise sanki ailenin ilk rolü oynamaya başlamış gibiydi. Bazen inatçı ve barut gibi annem babamı azarlamaya başlıyordu. Fakat o ya cevap vermiyor ya küfredip ata binerek istepe gidiyordu.

Ben yedi yaşındayken baba annem kalp sektesinden öldü. Fakat bunu sonraki bölümlerden öğrenirsiniz.

 

 

 

AUL ÜZERİNDEKİ BULUTLAR

 

Babam çok rahatsızdı. Darlık yılda cut zamanında kaybettiği hayvanları geri almak istiyordu. O sene bizim eski takvimize göre domuz senesiydi ve uğursuz sayılırdı.

Babamın eski mal varlığı geri almaya çalışmaları uzun zaman boşunaydı. Onun koyun ve develerini yerleştirdiği komşu aulların sakinlerinden hiç biri borcunu veremedi.

Beklenmedik bir sırada ‘felek babama yâr oldu’. Bin dokuz yüz on dört yılında babam nahiye başkanı seçildi. O zamanlarda nahiye başkanı Kazak aulunun kralı ve tanrısıydı. Başkanın sözü herkes için bir kanun gibiydi. Nahiye başkanı beyaza siyah derse  sen de bu beyz değil siyah diye söyle.

Egemenliğini (üstünlüğünü) kulanarak  babam bütün hayvanlarını geri aldı. Hatta onların sayısını iki veya üç kat artırdı. Yağmacılığından ne uzak ne yakın aulların sakinleri kaçınabildi. Onların çoğu memleketini terk edip gitmek zorunda kaldı. Babam bu kadar cimriydi ki son ineği, son deveyi almaktan çekinmiyordu.

Yine refah dolu bir hayat sürmeye başladık. Şimdi babam için sadece hayvan yetmiyordu – satışa yağ yapmak için ayırıcı makinesini satın aldı. Sarıkopa gölünden ark geçirdi ve buğday, darı, yulaf ekmeye başladı. Buğday çuvallarıyla yüklü büyük kervanlar, Turgay, Orenburg, Kustanay, Baykonur, Karsakpay’a gidiyordu. Babama gezilerinde defalarca eşlik ettim. Şimdiye kadar gözlerimin önünde benim için değerli Turgay istepleri var. Anne şefkatiyle beni çağırıyor. Uzun zaman görmediğim zaman onları annemi gibi özlüyorum.

Ailemiz da zengin olmaya devam edebiliiyordu, ama bin dokuz yüz on dört yılında dünya savaşı başladı. Devlet hazinesi gittikçe daha çok alıyordu. Yaşam giderek zorlaşıyordu. Bin dokuz yüz on altı yılında Rus çarı, Kazakların askerliğe çağıracak diye söylenti yayıldı. Aullarda telaş koptu. İnsanlar gece gündüz uyumuyor, bır araya toplayıp dağılıyordu. Korkunç haberi konuşuyordu. Yiğitler atlarını eyerleyip ekipleri (çeteleri) yapıyordu. İşte o zaman istep Amangelda adını öğrendi.

Tabi ki etrafımda olup bitenleri anlayamıyordum. Çünkü çok küçüktüm. Ama buna karşılık endişelenen halkın görünümünü şimdiye kadar hatırlıyorum. Ailemiz de herkesle beraber bu haberleri konuşuyordu.

Şimşek gibi beklenmeyen bu haberler Kızbel yaylasına giderken yani yolda bizi yakaladı. İstepte ve nehrin boyuna endişeli atlı yiğitler geziler yapıyordu. Tek tek veya grup halindeydiler. Aul etrafı çok kalabalıktı. Baba evi de endişe içindeydi. Gece gündüz evimize farklı insanlar geliyordu. Heyecanlı tartışmaların sonu yoktu. İkide bir ağır sözler duyuluyordu. Ben de erkeklerimizi uzak bir savaşa göndermek ve orada onlrı öldürmek isteyen çarın ne kadar kötü olduğunu düşünüyordum.

Babam yine asık suratlı ve rahatssızdı.

Bir gün birkaç yoldaşla beraber acele ile Orenburg’a gitti. Yolculuk acildi. Her atlı daha iki vardiya atı beraber götürüyordu. Çok geçmeden onlar geri döndü. Getirdikleri haberler şöyleydi – Turgay kaymakamlığından beş bin asker isteniyordu.

Yapacak şeyimiz yoktu. Babam birkaç okumuş kazaklara annemin küçük erkek kardeşi Jakaş dahilinde akıl danıştı. Fakat Jakaş ve sayın arkadaşları, çarın emrini yerine getirmek gerketiğine karar verdiler.

Böyle Kazakların askerliğe kaydı başladı. On dokuz ile otuz bir yaşları arasındaki erkekler kayda tabi oluyordu. Bu olay etrafında gerçek çalkantılar başladı. Halkin “Ak saçlı başlar kalanlar destekleyip yaygınlaştırır” diye bir deyimi var. Babam de nahiye başkanı olarak kanunsuzluklar yapmaya başladı. Listeye hem on altı yaşını doldurmayan erkek çocuklar hem de otuz yaşını çoktan aşan erkekler kaydediliyordu.

Aulumuzda Tekebay ağabeyimin yaşıtı olan Erkin Erjanov diye bir delikanlı yaşıyordu. On altı yaşındaydı.Babası Erjan atlarımızı çobanlığı yapıyordu, ama cut yılında Priuralye’de kar fırtınısında öldü. Babam Erjan’ın dulu Kazın’ı beğendi. Onu ikinci karısı olarak almak istedi. Bu fidan boylu güzel kadını şimdi de iyi hatırlıyorum. Uysal huylu ve tabiatı güzel olduğu için herkesçe seviliyordu. Kazina kocasının anısına sadık kalarak babamı reddetti. O çok kızdı. Kazina’yı evimize güç ve egemenliğini kullanarak  zorla getirmeye çalıştı. Fakat işe Erjan’ın küçük erkek kardeşi Nurjan karıştı. Şimdi kinci babam, listeye yeniyetme Erkin’i ve kırkını aşan Nurjanı aldı.

Çok üzgün Nurjan babama gelip yeğenine acımasını istedi. Nurjan:

-          Beni savaşa göndermek bu kadar istersen gönderebilirsin, diye söylüyordu, Erkine’e acımanı istiyorum. Senin Tekebay’ın yaşıtı, hala çocuk! Aynı ilk baharda doğdular!...

Çökük avurtlarında göz yaşları akıyordu.

Fakat babam kesindi.

-          Evrak hazırlanmıştır. Yapacak şeyim yok. Üstelik Erkin on altı yaşını göstermiyor. Yirmi yaşındaki bir erkek gibi görünüyor. Çok büyük o!

İşte boş gitti Nurjan.

İşe baba annem karıştı:

-          Oğlum! Adaletsizlik yapmak günahtır!, diye babamı razı ettirmeye çalıştı, Erkinş muaf tut, gençliğine acı. Dökeceği göz yaşlarını düşün.

Babam:

-          Senin işin değil bu, ap, diye kısa yanıt verdi ve yurtadan (Kazakistan’da insanların kaldıkları çadır) çıktı.

Buna rağmen babam, rüşvetle ödün vermeye hazırdı. Fakat yoksulların gözyaşları ve  kandırmalarından etkilenmiyordu.

Tbi ki babamın ve yardakçılarının yaptığı kanunsuzluklar sonuçsuz kalamazdı. Halkın sabrı taşıyordu. Civar aulların sakinleri atlarına binip bir yere gidip geliyordu. Amangelda ismini çok sık duyuyor oldum. Bizim yiğitler bu adam gidiyordu.

Bir defa istepte olduysanız istep fırtınasının nasıl başladığını bilirsiniz. Sabahtan beri gök açık. Birdenbire bir yerden ufuk üzerinde tokım (eyer altındaki döşek) kadar küçük beyaz bulut çıkıyor. Bulut kararıp büyüyor. Sanki onn davetiyle gökyüzün farklı yerlerinden başka beyazımsı bulutlar çıkıyor. Birbirine çabuk yaklaşarak birinci bulut etrafında topluyor. Çok geçmeden tüm gök mavimsi kır telaşlı perde ile kaplanmış olur. İşte rüzgar esmeye başladı, yağmurun ilk damlaları döküldü. Birazdan istepe sağanak halinde soğuk yağmur boşanacak.

Bu defa böyle olay tabiatın değil insanların yaşamında oldu. Askerlerin kaydı devam ederken civar aulların erkekleri tek tek ve grup halinde evlerinden ayrılıp Amangelda İmanov’un topladığı çeteye katılıdığını duyuldu. Sanki gökte boran bulutlar toplanıyordu.

Her gün ona farklı aullarda insanlar geliyordu. Yirmi yurtası olan aulumuzdan  beş-altı aileden ibaret olan adacık kaldı. Müthiş bir hızla boşalan diğer aullarda durum aynıydı.

Tabi ki mizim gibiler bir yere gitmeyip evlerinde kalıyordu. Tek başına yaşamaktan korkarak başka konma yerlerine yakın olmaya çalışıyordu. Boşalan aulumuzun etrafında yeni sakinler toplandı. Ortak yaşamını utanç verici olarak kabul eden yeni sakinler, bizden uzak olmaya çalıştığı halde aulumuzun yanında yaşamayı tercih etti.

Haberler giderek daha çok endişe verici oluyordu. Amangelda’nın yandaşları çok kararlıydı. Gurbette ölmek istemiyordu. Asker olmaktan vazgeçen insanlar aullarda Rus çarı ile savaşmaya başladklarını fısıl fısıl konuşuyordu. Şimdi ise yerli nahiye başkanların hesabını görmek istiyormuş.

Babam bu ‘buran’ günlerini çok zor yaşıyordu. Fakat endişesini belli etmemeye çalışıyordu. Yine de durumunu çok iyi anlıyorduk. Bu günlerde abam Jılansırt – yılan donu (cinsi) –  diye en iyi atını geme eyere alıştırıyordu. Bu at hem yazın baygada  (at yarışmalarında) birinci oluyordu hem de kışın derin kar tabakasında bir kurdu yakalayabiliyordu. Hayır bu atı hazırlaması boşuna değildi. Kara gün için hazırlıyordu onu.

Beklenen oldu. Bir gün şafak sökerken postacı olarak hizmet eden genç yiğit Kayrakbay’ın bağırmasıyla uyandık. Tüm ev halkımız ayaklandı.  Susmuş istepte bir yandan gürültülü at ayak patırtısı duyuldu. Sık toz perdesinde saklanan atlılar her geçen saniye ile yaklaşıyordu.

Babam Jılansırt’a koşup onu zincirlerden serbest bırakıp ata binince anneme:

-          Tüfeğim!, diye seslendi.

Korkutulan annem ağlamay başladı.

-          Oy voy, ne yapacaksın ona?

Fakat babam başına kamçasıyla vurdu.

Annem tüfekle geri döndüğü zaman yüzünden ince kan şeridi akıyordu.

Babam korkutucu haldeydi. Yüzü korkudan ve öfkeden çarpılmıştı.

At yerinde tepiniyordu. At ayak patırtısı yaklaşıyordu. Babam:

-          Fişeklik nerede?, diye tekrar bağırdı.

Silahlanınca hemen gözlerimizden kayboldu. Bu ata boşuna güvenmiyordu. Jılansırt mükemmel bir attı. Arkasında toz bulutlarını bırakarak atılan bir ok gibi koştu.

Oysa ki aulumuz onlarca atlıların havaya kaldırdığı toz bulutları içindeydi. Toprak at ayaklarının patırtısından uğulduyordu. Yabancı insanların bağırışmaları duyuldu. Biri: ‘Onu yakalamalıyız!’ diye bağırdı.

Koşuşmalarda hiç baba annemi unuttum. Onun annemle beraber yurtanın bir yerinde sakladığını düşündüm. Birdenbire onu görünce istemeyerek bir çığlık kopardım. Baba annem yurtanın arkasında baygın yatıyordu. Yanında kimse yoktu. Font çaydanlığını suyla doldurup  baba annem kendine gelinceye kadar yüzüne su serpiyordum. Kendisine ne olduğunu  ve nerede bulunduğunu anlar anlamaz baba annem:

-          Bir parçam nerede?, diye söyledi.

Kimden bahsettiğini anladım. Baba annemin çok oğlu ve kızı olduğunu biliyordum. Fakat en çok bir tek Abeu’sunu seviyor ve cesur batır Jautik’in oğlu olduğunu söylüyordu. ‘Kızlar ocak için taş, evin dayanağı olamaz, diye konuşuyordu, Oğlum – bu benim tek ümidim. Bir kıymık onun topuğuna değil alnıma saplansa daha iyi!’ Şimdi baba annem:

-          Bir parçam nerede?, diye tekrarlıyordu.

Düşmanların babama yetişip yetişemeyeceğini bilmiyordum, ama zayıflamış kalbine daha acı vermek istemedim.

-          Onu yakalayamadılar, baba annem. Kurtuldu ve yakında evimize dönecek!, diye söyledim.

Sözlerimi doğrulayan at ayaklarının patırtısı duyuldu. Ekip geri dönüyordu. Göçebe aullarında: ‘Evden ayrılmış kız için tekrar baba evine dönmek, zalimliği bildiğin eski düşmana raslamak çok kötü’ diye bir deyim var.

Başka bir deyim vardı: ‘ Aulun üzerinden geçen fırtına tekrar geri dönerse iyi bir şey beklenme – yurtaları yere yıkacak, eşyaları dağıtacak.’

Ekip bize geri dönen fırtına gibi geldi.

İsyancılar, babamı yakalayamayacağını anladı. Her geçen dakikayla sayısı artıyordu. Evet, baba ellerinden kurtulabildi, bu yüzden onlar yuvasını yakıp yıkmaya karar verdi.

Onlardan biri yırtık tozlu çapana (Orta Asya’da uzun kaftan) giyinmiş yer yer ağarmış sakallı iri yarı adam yırtıcı bir kuş gibi baba anneme atıldı.

-          Seni yaşlı dişi köpek! Senin köpek enciğin bizden kaçtı! Olsun ama. Elimize geçeceğinden eminim. Evini yıkmak lazım! Hadi arkadaşlar bağlayın onları! Hem çocukları, hem annesini – herkesi bağlayın! Beraber alırız. Bakalım kuş yuvasına döner mi?

Dehşetli korkuya kapılıp baba annemin arkasında saklandım. Kalabalık  bize yaklaşıyordu. Kulağımda: ‘Enikleri Turgay’ın dibinde su içsin’ diye duyuldu.

Ölüm kaçınılmaz diye düşündük. Atlarından inen erkekler yurtanın çevresini aldı. O onda tanıdığım birinin kuvvetli sesini duydum.

-          Durun! Bırakın onları.

Yanımızda Nurjan’ı gördük. Babamdan bu kadar nefret eden Nurjan! Bir kuş kanatlarıyla gibi bizi kollarıyla korudu. Ona kimse dokunmaya veya bir yana itmeye cesaret eden olmadı.

- Beni dinleyin!, diye konuşmaya başladı, Aubeu – çok kötü bir adam. Onu acımasızca cezalandırmalıyız. Bunu hakk etti. Fakat çocukları, ev halkı ve özellikle onun yaşlı iyi kalpli annesi – onların ne suçu var?

Erkekler ittiraz edecek oldu... Ama çok ısrar etmiyorlardı. Nurjan işaretiyle susmalarını istedi.

- İnanın bana. Aubeu’nun insafsızlığını sizden daha iyi biliyorum. Fakat yaşlı annesi bana sadece iyilikleri yapıyordu. Oğlunun cürümlerinden sorumlu değil. Onu yakalarsanız eğer, bir deyimle cevap tarif ederim: ‘Su bulursanız suda boğun, su olmazsa kızartılmış olarak yersiniz onu’. Fakat tekrarlıyorum – annesine, karısına, çocuklarına dokunmayın!

Baba annem onu iyi ruhlu bir adam olduğunu düşünüyordu. Gerçekten de öyleydi. Nurjan isyancılardan ayrılaşıyordu. Ona saygı duyuyorlardı. Erkeklerin hepsi ona baş eğdiğini görüyordum. Bu insanlar, Nurjan’a karşı onun baba anneme saygı duyduğu kadar sayıyor olmalıydı. Sonra onun isyancıların öncülerinin biri olduğunu kesin olarak öğrendim.

İsyancılar bizi bırakıp gittiler. Fakat aulumuzdan babamın tüm hayvanlarını beraber aldılar.

Domuz yılında başımıza gelen belalardan sonra bir daha cut başladı. Aulumuza yine fakirlilik geldi.

 

TELAŞLI ZAMANLAR

Babam kovalamadan kurtularak köpük içinde kalmış Jılansırt üstünde yaklaşık üç-dürt yüz verst dörtnala giderek Karabutak’a vardı. Bir süre sonra Orengburg’dan Turgay’da başkaldıranları bastırmak için bir ekip gönderildi. Ekibin başında annemin kardeşi Jakan’dı.

Kızbel’e ekiple beraber babam da döndü.

Jakan’ı geçen yazdan itibaren tanıyordum. Aulumuz caylaudayken (yaylada) bir süre bizde kaldı. Yaşlarına göre aşırı şişman, orta boylu, sırtı hafifçe kamburlaşmış oldukça genç bir adamdı.

Derine kaçmış canlı gözlerinde oynak ve kurnaz bir şey vardı. Kalın belirli dudakları üzerindeki ince siyah bıyığı, esmer yüzünde parlayan neşeli kurnazlığını daha bir artırıyordu.

Kıyafeti bayramlık değil günlük olmakla beraber o zaman Jakan aul halkı arasında şehirli şıklık düşkünü gibi görünüyordu. Üstünde siyah sırtı köpek kuyruğu gibi sarkan siyah ceket (sonra ceketin adı ‘redingot’ olduğunu öğrendim), siyah pantolon, siyah papyonlu bembeyaz gömlek vardı. Ayaklarında ise sivri uçlu pabuçlar vardı. Tavrı dha azametli yapmak için  gözlükleri takardı. Ellerinde ise bir baston vardı. Böyle kostüm giymek, belki de gözlükler takmak işi zorunlu kılardı. Jakan gazetede çalışıyordu. İyi konuşmacıymış. Bundan başka Jakan şiirleri yazıyordu. Ayrı bir kitap olarak çıkarılmıştır. Bazılarını özellikle bin dokuz yüz on bir yılındaki cuta ayrılmış şiirleri evimizde okumayı seviyordu. İyi şarkı söyeyen Kayrakbay dombra (halk müzik aleti) eşliğinde okuyordu onları.

Jakan’ı çok beğeniyordum, ama şehirli kostüm ve kurnaz gözleri beni korkutuyordu. En çok akraba olduğumuzu göstermeketen korkuyordum. Oldukça büyük çocuğum ve yaşlı büyük annemin annem olamadığını anlamaya başladım. Buna karşılık baba annem en değerli ve sevdiğim bir kişiydi. Eskisi gibi oğlu sayılıyordum. Jakan’a daha yakın olursam, diye düşünüyordum, onun yeğeni olduğumu ve baba annemin oğlu olmadığımı ve beni aldattıklarını anlar. Bu beni küçük düşürürdü. Jakan’ın bana iyi davrandığı halde ondan kaçıyordum.

Şimdi ise Jakan aulumuza tenkil müfrezesinin başında geldiği zaman ona yaklaşmak istesem de cesaret edemezdim.

Görünüşü korkunçtu. Neşeli oynaklığı yok oldu! Zarif züppe kıyafetinini bir izi bile kalmadı. Yüzü tozdan kararıp bıyığı uzadı. Jakan tanınmaz oldu!

Babam isyancıların bütün hayvanlarımızı kaçırdığını öğrenince öfkeden kudurdu. Onun öfkeden delireceğini düşündük. Yaralı kurt gibi uluyor, tırnaklarıyla toprağı kazıyordu. Jakan’ı hemen müfrezeyi kuracağına ve bütün başkaldıranları öldüreceğine kandırmaya çalışıyordu.

Fakat Jakan’ın bu konuda başka fikri vardı. Ona en yakın kişilerle görüşüp silahlı askerlerin küçük grubu ile isyancıların kampına gitti. Babam ayak diremesine rağmen Jakan onu da beraber gitmeye zorladı.

Çok geçmeden hep beraber geri döndüler.

Amangeldı’lılar, Kazaklar’ın geri işleri için seferberliği konusundaki emri kaldırılamadan savaşmaya devam edeceklerini ilan etti. Jakan, Amangeldı’nın bir süre için harekatını durdurması koşuluyla bu talebi başkomutanlığa ileteceğine söz verdi. Bu ortak kararıydı.

Bu aralık Jakan, geçici barışmadan yararlanarak Orenburg’a askeri kuvvetlendirme temin etmek ricasıyla postayı gönderdi. Eski masallara göre üzerine muğlak bir düşüncem olan gerçek savaşa hazırlanıyordu. Bu söz aulumuzda çok sık söylenir oldu.

Bütün yetişkin erkeklere takılıp beni savaşa almalarını istiyordum. Babam:

-          Sus, diye bağırıyordu, Savaşın müslümanaların bir bayram mı olduğunu düşünüyorsun?

Baba annem:

-                 Gitme, bir tanem gitme, yapma! Savaşınız kötü bir şey, diye göz yaşlarıyla babam çarpışmaya katılmaması için yalvarıyordu.

-                 Kendi isteğimle gitmiyorum, annem. Hayatının en önemli şeylerinden taze kımız ve yağlı koyun etinin en önemli olduğunu düşünen baylardan (Kazakistan) değilim. Nahiye başkanıyım, bu benim devlet memurluğum. Jakan da kendi isteğine göre gitmiyor. Ona insanları verip git diye emrettiler. O da gitti. Şimdi ne ben ne o vazgeçemez.

Baba annem, vazgeçirmeye çalışmayı bıraktı.

-                 Nasıl istersen, gidebilirsin! Ama bak canım dökülen kan yüzünden olmasın...

Aul endişeli neşesiz hayat sürüyordu. Ne uyumak ne dinlemek vardı. Aul civarı gerçek asker kampına dönüştü. Her gün yeni insanlar geliyordu. Silahla at arabaları sonsuz  dizi olarak birbiri ardından gidiyordu. Küçük toplar getirmeye başlandığı zaman – sadece çocuklar değil yetişkinler böyleleri önce görmediler – herkes işin şaka olmadığını anladı. Aul halkı:

-          Ne olacak?, diye endişeleniyordu.

-          Toplar kullanılırsa altı dağ sırtları arkasındaki bütün müfrezleri yok edecek, diye Amangeldı’nın mümkün bozgununu umarak konuşuyordu.

Diğeri:

-     Halk hep beraber savaşa çıkarsa topların faydası olmaz, diye karar verdi, Kenesar’ı bir hatırlayın! Ruslardan aldığı topların yardımıyla Kırgızları fethetmek istemiyor muydu? Kırgızlar da kendine fazla güvenen Kenesarı’yı tam bozguna uğratmadılar mı?

Bir gün aulumuz bütün sesler kesildi. Gecelerin birinde bu günlerin endişelemeleri yüzünden büsbütün yorulan ben derin uykuya daldım. Uyandığım zaman kısrakların birinci öğle sağımı zamanıydı. Ortalık sessizdi.

Telaş içinde ayağa kalkıp yurtadan fırladım. Ortada ne insanlar, ne silahı getiren at arabaları, ne de atlar vardı. Ortalık bomboş ve sessizdi. Sanki dün korkunç olaya hazırlanarak gürültü, hareket eden, heyecanlanan aulumuz değildi.

Eve dönüp uyuklayan baba annemi uyandırdım. Bana bu gece silahlı erkekler babam dahilinde  amangeldılılarla savaşmaya gitti. Bunu istemeyerek anlatan baba annem baş örtüsünün kenarı ile yaşlarını siliyordu.

Birkaç gün sonra aula ilk yaralı insanlar getirildi. Bize yakın yerde çadırlar kurup nöbetçi diktiler. Şehirden doktor gönderildi. Yaralıların sayısı artıyordu. Kızbel tepelerinin birinde haçlı mezarlar ortaya çıktı.

Rakiplerin çatışmaları hakkında gerçek olay ve masalları anlatılıyordu. Amangeldı’nın ünü tüm istepe müthiş bir hızla yayılıyordu.

Büyüklerin anlattıklarını dinleyerek bütün çocuk hayal gücüyle gerçek batır Amangeldı’nın efsanevi ve azametli hayali kuruyordum. onun kurşun işlemezliği var, ona ya kurşun, ya ateş, ya da kılıç geçmiyor. Düşmanalrını cesurca eziyor, onlar korkuya kapılıp yiğitten kaçıyorlar.

Aulu ara sıra ziyaret eden Jakan’ın arkadaşları isyancıların içine giriveren babamın cesaretini övüyordu. Onun cesur, iyi atıcı olduğunu diyorlardı.

Bu övünmelere çocuk sadeliğimle seviniyordum. Baba annem ve annem göz yaşı dökerek tanrıya yardım için yalvarıyordu. Yaralı babam getirildiği zaman baba annem beyaz çadırlara uçarak gitti.

Kocaman asker önünü kesti – aul halkı için çadırlara girmek yasaktı. Fakat baba annem onu olduğu gücüyle yana itti. İyi ki çadırdan doktor çıktı. Ne olduğunu öğrenince askeri bir yana çekip baba annemi çadıra götürdü.

Baştan başa sargı bezine sargılanan oğlunu onun gibi sarılan sakat adamlar arasında nasıl tanıdığı bi sırdı benim için. Baba annem  dehşete kapılıp durdu. Bu onun Aubeu’sunun olduğuna aynı zamanda hem inanıp hem  inanmayarak donup kaldı.

Doktor baba annemi özenerek yaralarının çok ağır olmadığını, iyi ilaçları olduğunu ve iki-üç hafta sonra sağ olacağına temin etti.

Fakat baba annem ne ilaçlara ne de okumuş doktorlara gerek olduğunu bildirdi. Onu hemen evine alıp götüreceğini ve tedavi edeceğini söyledi.

Doktor sadece elini salladı. Baba annem de en sevdiği çocuğunu hemen hemen kendi kollarında eve götürdü.

İlaçlara güvenmeyip baba anne  baksıyı (köyde tıp adamı) davet etti.

Baksı büyük beyaz kısrağı kestirip yüzdürdü. Baksı:

-          Kötü ruhunu kucağıma alıp deriye sararak götüreceğim, diye söyledi, Oğlun ise çok geçmeden sağ olacak.

Gene de ne olur ne olmaz diye ilaçlar da kullanıldı. Bü yüzden babamı iyi eden ne olduğuna karar vermek zordu. Belki büyük beyaz kısrak , belki de şehirden getirilen ilaçlar...

            Tabi ki annem mucizevi kuvveti bir tek baksıya isnat etti.

            Aulumuza esir isyancıların grubu süre süre getirildiği zaman babam hemen hemen iyileşti. Bu insanların kim olduğunu ve onlara birkaç askerin neden refakat ettiğini bilmedim. İlk sıralarda yürüyen adamın yüzü bana tanıdık geldi. Yaklaşıp Nurjan’ı tanıdım. Yorgunluktan veya galiba halsizlikten düşe kalka yürüyordu. Yüzünde ve kollarında kan kuruyup kalmıştı. Elbise yırtılmıştır. Dehşet ve merhametten kendimden geçerek ona doğru koştum:

-          Nurjan!, diye bağırdım, Nurjan!

Silkinip ban yan baktı ve başını çevirdi.

Onun yanında koşarak anlamsız anlamsız ismini tekrarlıyordum.

Yaşlara boğularak baba anneme koştum ve tutarsızca Nurjan hakkında anlatmaya başladım. Bu onun elinde olduğu gibi bağırarak ayaklarımı yere vuruyor ve Nurjan’ı serbest bırakmalarını talep ediyordum. Baba annem gözlerimde erki sınırsız ve olağanüstü bir yaratıktı. Onun her şey yapabileceğinden emindim.

Beni yetişkin bir insanı gibi dinleyip eve girdi.

Babam tahta yatakta oturup kapanan yaralarına bakıyordu. Bize dalgın dalgın baktı. Baba annem eşikte durup neyle başlayacağını düşünerek oldukça uzun zaman suskun kaldı. Babamın gözlerinde bir saniye için şaşkınlık kıvılcımı yanıp söndü. Fakat bir söz bile çıkarmadı.

-          Senden bir ricam var oğlum.

-          Seni dinliyorum, anne.

-          Onu yapacağına söz ver.

-          Benden istediğini bir defa olsun yapmadım mı?

Babamın, baba annemin konuşmasının törenli olması ve sakinliğinden etkilenmiş olduğu belliydi.

-          Beni seviyor musun, oğlum?

Heyecanlanmaya başlayan babam:

-          Annem sana ne oldu? Neden bu sorular?, diye şaşkın şaşkın soruyordu, Şimdi başıma bir fırtına gelecek!, diye işi şakaya vurmaya çalıştı. Baba annem:

-          Fırtına mı değil mi, diye ittiraz etti, yağmur yağar ama. Yağmurun sağnağa dönüşüp dönüşneyeceği sana bağlı. Babam da:

-          Bekletme, annem!, diye yalvardı.

-          Şimdi esir düşmanların getirildi. Aralarında Nurjan var. Burkut onu şimdi gördü. Onu kurtarmak lazım.

Babam olduğu gibi yatağından fırladı. Sanki yatağu yanıyormuş gibiydi.

-          Nurjan mı? Kazıbay’ın oğlu mu diyorsun?

Gözleri pırıldamaya paşladı. İlgisizliğinden bir şey kalmadı.

Bizde bir atmacanın yaşadığını hatırlıyorum. Yazın yuvasında hareketsiz kalarak uyukluyordu. Ona canlı fare veya tarla sincabı gösterilince hemen canlanıyordu. Gözlerinden kıvılcımlar geçimeye başlaıyordu.

Babam da avdaki bir atmaca gibi silkindi. Harekteleri kararlığı kazandı.  Yaralandığı günden beri aydınlanmayan gözleri rüzgarın şiddetli esimi altında sıcak kömür gibi parlamaya başladı.

-          Yakalandı!, diye sevindi, Şimdi ona gösteririz! Onun sırası geldi. Babam öfkelendi.

Babam büyük annemi sani unutmuş gbiydi. O da:

-          Onu kurtarmalısın!, diye öfkelenerek bağırdı, Nurjan olmasayde ne oğlı ne annesi olurdu şimdi. Sana yapılan bir iyiliğe kötülükle karşılık veremezsin!

-          Annem ricasını yerine getiremiyorum! Böyle işler elimde değil.

-          Allah aşkına yalvarıyorum seni – bu rezaleti önle! Böyle rezalete dayanamam.

-          Yapamam, anne, yapamam, diye soğuk cevap verdi.

Baba annem, onun gönlünü kıran babamı iknaz etmekten aciz kaldı. Kazaklarda büyüklerin istekleri gerçeklenmemiş olarak çok seyrek kalır.

Biz her yere yetişen çocuklar tutsakların komşularımıza ait olan yırtık siyah yurtaya yerleştirildiğini ve yanlarında silahlı muhafızlar koyulduğunu öğrendik.  Öğleden sonra kotana (koyunların gecelenmesi için yer) genellikle altı değneklardan yapılan altıbakana yani bayram salıncaklarına benzeyen bir şey yerleştirmeye başladılar.

Askerler bizi yani çocukları altınbakan yaklaştırmıyordu. Başka çocuklar gibi ben de hiç bir şey anlamıyor, ama bundan iyi bir şey çıkmadığını önceden seziyordum.

Baba anneme koştum. O babamla öfkeli öfkeli ama yavaş sesle konuşuyordu. Ben gelir gelmez sustular. Baba annemin boynuna sarılıp tuhaf salıncaklar hakkında anlattım. O, babama:

-          Görüyor musun, oğlum, diye söyledi, çocuğun yüreği bile oynadı.

Babam, kaşlarını çattı, ama karşılık vermedi. Baba annem, onu rezaleti önlemesi için yine ikna etmeye başladı:

-          Seni sayıyor, sana kulak asarlar, yalvarıyorum...

Önce babama sonra baba anneme ürkek ürkek bakıyordum. Hala bir şey anlamıyordum.Onlara soru sormaya çalıştım – cevap almadım. Yüreğim şiddetle atmaya baladı, nefesim kesildi.

-          Beyaz anne sütüm ile yalvarıyorum seni! Buna izin verme!, diye yalvarıyordu baba annem.

Babam gözlerini yerden kaldırmadı:

-          Elimde değil! Bana eziyet etme boşuna.

Baba annem bayılırcasına ayakları üstünde sallandı ve zayıflamış, ama sert bir sesle :

-          Son ricam şu: aul kotanında asmasınlar onları. Kadın ve çocuklar bunu asla unutmaz. Uykuda korkacaklar! İnsan gözlerinden uzak olsun, diye söyledi.

İşte şimdi her şey anladım.

Demek ki böyle karanlık idamlar sadece masallarda değil. Bu altıbakan ne kadar korkunç bir salıncaktı. Nurjan ve arkadaşları böyle öldürülecekti!

Kendimde değildim. Baba annem beni yavaş sesle ikna etmeye çalışarak evde tutmaya çalıştı. Bu aralık kotan etrafında halk toplanıyordu. Civar konma yerlerinin sakinleri de vardı burada. Yaralı babam da yurtasından bir yere çıktı. Baba annemin yasaklarına rağmen fırastı bulunca kaçtım. Çocukluk budur işte! Bir şey anlamayarak dünyanın korkunç olduğu zaman bile ona meraklı gözlerle bakıyorsun.

İdam sehpasının yanında ellerinde tüfek ile askerler duruyordu. Halkı tutuyordu. Kalabalığın içinde kendime yol açıp enine direkten asan ilmikleri gördüm. Hem sakinler hem de askerler susuyordu. Birdenbire sessizliği çok garip bir ses bozdu. Böyle ilk baharda su baskısı altında nehri kaplayan buz çatlıyor. Toplananlar ürperdi. Askerler idam sehpasına esirleri götürüyordu. Yüzleri görmedim. Çuvalara sarılmıştır. Ancak ayaklarında demir zincirler şıngırdıyordu. Uğultu önce artar sonra gider. Birdenbire kesildi.

Tutsaklar iskeleye ilmikler altında durduruldu.

Başladı!..

Birdenbire mahkumleri refakat eden askerler arasında bu kadar beğendiğim ve aynı zamanda korktuğum Jakan’ı tanıdım. Jakan’ın yanında ilkimle meşgul olan babamdı.

-          Ageke!, diye bağıracak oldum, ama dilim tutuldu.

Dehşetle babamın kendi elleriyle bir tutsağın boynuna ilmik geçirdiğini gördüm. Aniden çatlak sesinden Hurjan’ı tanıdım.

-          Ageke!, olanca gücüyle bağırmaya başladım. Babama atılıp küçük bir kaplan yavrusu gibi saldırdım. Nurja’ın son sözlerini duydum:

-          Tanrı oğluna iyilik versin, Aubeu. Seni czalandırsın!

Bir asker beni kavrayıp idam sehpasından çekti. Ellerinden kurtulmaya çalışıp umutsuz uöutsuz bağırdım. Fakat o benden daha güçlüydü. Beni bir kedi yavrusu gibi yurtaya attı. Yere düşüp her yerimi incittim. Baba annem bana koşarak yaklaştı.

-          Ageke Nurjan’ı astı!, diye daha beter bağırmaya başladım.

Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. Gece uyanıp alışkanlıkla  baba annemi çağırdığımm zaman bana kimse gelmedi. Yattığım yatağın perdesini çekip evimizde çok suskun yabancı insan olduğunu gördüm. Aralarında babam da vardı.

-          Baba annem nerede?, diye ona sordum.

-          Baba annen yok artık, diye içini çekti.

-          Ne demek yok?

-          Baba annen hiç kimsenin dönmediği yere gitti.

-          Nereye diyorsun?, diye hala anlamıyordum.

Bir ak saçlı yaşlı adam:

-          Neden çocuğa eziyet veriyorsun? Doğrusunu söyle!, diye konuşmalarımıza karıştı, Baba annen öldü, oğlum.

Bu kelimenin bütün acı anlamını anlamayarak baba annemin yatağına koştum. Başını biraz arkaya düşmüş hareketsiz upuzun yatıyordu.

-          Baba annemi sen öldürdün!, diye bütün evde duyulan sesle bağırıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak dışarı atıldım.

 

YAD ELLERDE DOLAŞMANIN BAŞLANGICI

O zamanlarda istep aullarında: ‘Yoksulların yurtasını Allah koruyor’ deyimi çok iyi biliniyordu. Şiddetli fırtına zamanında eski delikli koşmadan yurtalar en oturaklıydı. Yurtanın çok deliği varsa rüzgar onun içinden elekten gibi geçiyordu. Zengin sağlam bir yurtanın sık koşmasına çarparak çok sık onu yere düşürüyordu.

İşte bu yüzden Kazaklar, yoksulların yurtasına Tanrının yardım ettiğini söylüyordu. Fakat tanrıya tek bir ümitle yaşayamazsın. Göçebeler şiddetli istep rüzgarlarından bir koruma usulu buldular.

Yurtanın yıkılmaması için tahta iskeletinin (şanırakının) iki tarafına at kılından yapılan kanadı (jelbau) bağlanır. Fırtından önce jelbau bir kazığa bağanıp kazık toprağa çakılır (mıhlanır). Bu rüzgar direği – jel-kazık – yurtanın kutsal şeyidir. Atalardan miras olarak geçerdi ve özenle saklanırdı. Böyle hanımeliden yapılan jel-kazığımız de vardı.

Anne ve babam onun bize dede babası Subetey’den kaldığını söylüyordu.

            İşte baba annem ailemizin böyle jel-kazığıydı. Bin dokuz yüz on altı yılının şiddetli fırtınasından  ve baba annemin ölümünden sonra bir türlü toparlayamıyorduk. Sanki yurtamızın yrtık koşmasının ve yıkılmış iskeletinin parçaları dört bir yana uçuşmuş gibiydi.

            Bunun anlatmadan önce bizim memlekette cenaze töreni hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.

            Ölüler için derin kuyu-mezarları kazmak adeti bize atalarımızdan geçti. Kuyu üzerinde bir kubbe – kumbez kurulur. Atalarımız böyle kumbezi Karakengir nehrinin kıyısında kurmuştur.

            Erimiş keçe yağı esasında yapılan ve at kılıyla güçlendirilen tuğlalar yapılmıştır. Büyüklerin söylediği gibi böyle kumbez ne zaman, ne rüzgar, ne de sudan korkar. Şimdi eski halindeymiş olmalı. Kumbez içindeki kuyu dar tahtalar ile döşenirdi. Bu tahtalara ise ölü koyulurdu. Ceset çürüdükten sonra kemikleri çukura düşerdi.  Kubbe ile kuyuya sagana derler.

            Sadece zengin Kazaklar böyle bodrum mezarları kurabilirdi. Bu yüzden geniş isteplerimizde saganaya çok sık raslanamaz. Fakat yapıldıysa bir kişi istepin herhangı yerinde ölse cesetini soy saganasına götürülür. Bizim batır baba annemin kocası Jautik, sıcak yaz Kenesarı’yla savaşarak öldürüldü. Babası Subetey’in mezarı atlı için ön günlük mesafede bulunuyordu. Fakat Jautik’in cesedini koşmaya sarılıp soy kumbezine götürüldü.

            Baba annem Jaman’la evlendi ve aulumuz kış için Sarıkopa gölünün kıyılarında kaldı. Jaman da orada öldü. Onu sahil tepelirnden birinde gömüldü. O zamandan beri o yer aul mezarlığı sayılırdı. Adetlere göre baba annem de oraya götürülecekti. Fakat böyle olamadı. Bu korkunç günlerde adetlere uymak çok zordu.

            Baba annemin ölümünden sonraki gün şafak çöker çökmez aula babamın posta adamı Kayrakbay geldi. Soluklanmadan:

-          Yurtayı toplamak lazım, diye söyledi. Babam:

-          Ne oldu?, diye endişelenmeye başladı.

-          Kayınbiraderin Jakanbej böyle söyledi.

Babam bu haberden sarsıldı. Baba annem hala gömülmemiş ve başkaları için bir tehdit olarak kotanda hala Nurjan ve arkadaşlarının cesetleri asılıydı. Hiç kimse kotana kurşuna dizme tehditi ile yaklaşamıyordu.

Babam yurtadan fırlayıp – atrafında herkes harıl harıl çalışıyordu. Hemen hemen bütün komşu yurtalar sökülmüştü. Bazıları da onları artık develere yükledi. Babam:

-          Yurtayı toplayın!, diye emretti. Jeneşe de

-          Annene ne yapacaksın?, diye kabaca sordu, Yoksa burada mı bırakırsın?

Babam alışkanlıkla ona bağıracaktı, ama sözler boğazında düğümlendi. Kaşlarını çatıp kamışlardan zorla geçen yaban domuzu gibi bir şey ürkütücü ürkütücü mırıldandı.

-          Ne dikeliyorsun böyle? Burkut haklıydı – onu öldüren sen! Sana demedi mi, insanların canını bağışla, Nurjan’ın canını bağışla! Bir kişi kumla kapayabilirsin. Çok insansa onları kapmamasın, kendin boğulacaksın!

Jeneşe iki gözü iki çeşme ağlayıp sızlamaya başladı.  Babam tamamen şaşırıp ne yapacağını bilmiyordu.

Yurtaya asker gibi giyinmiş silahlı Jakan gelmeseydi bu ne zamana kadar devam edeceği belli değildi.

-          Ağlamayı kes!, diye ağlayıp sızlayan anneme sanki emir veriyor gibi bağırdı, Bir tek yaşlı kadın mı öldü? Çatışmalarda yüzlerce erkek ölüyor. Kocanın hala yaşadığı için tanrıya şükret. Her nasılsa bin yıl yaşayamazdı ihtiyar kadın.

Jakan, gürültü ile uzun uzun annemi azarlıyordu. O baba annemin adetlere göre Sarıkopa’nın kıyısında gömülmesi gerektiğini söyleyince azgınlaştı.

-          Git de yap cenaze töreni! O tarafa gidilemez! Sizden baba annenizle beraber toz yığını kalır! Onu hemen burada gömün. Acele ederek yola hazırlanın. Kısrakların sağım zamanına hazırlanmazsanız çok geç olur!

Annem yaşlara boğuldu. Hayatı boyunca ailesinin namus ve onurunu elinde tutan büyük annemiz Narbota’nın toprakta yakınlarından uzakta tek başına yatacağını düşünerek azap çekiyordu.

Bu en hüzünlü, en aceleyle yapılan cenaze töreniydi. Aulun yanındaki tek tepesinde hiç bir kumbez kurulmadı. Narbota’yı ailemizden başka hiç kimse son yoluna uğurlamadı. Herkes belalardan kurtulacak olan yeni yola hazırlık görmekle meşguldü. Büyük annenin ceseti üzerinde molla dua okumadı bile. O auldan birinci kaçanlar arasındaydı. Az buçuk okumuş ihtiyar duraksayarak aceleyle Kuran’ı okudu. Tutarsız okumasına bitirmeden aula isyancıların yaklaştığıni bildiren haber geldi.

Son ev eşyaları develere yükleyip giden kervana katıldık.

İşte uzun memleket memleket dolaşmamızın başlangıcıydı.

Aylemiz dümen ve yelkensiz dayanıksız kayık gibi zamanın fırtınalı dalgalarına atılıyırdu. Olaylar, rüzgar kuru otu gibi, bizi istepin sınırsız açıklığnda sürüyordu.

Hayvanlarımızı Amangeldı’nın adamları sürüp götürdüyse de  ilk zamanlar et sıkıntısı çekmedik. O zaman istepte kaybolan çok koyun ve inek dolaşıyordu. Fakat Abay’ın söylediği gibi emeksiz yapılan servetten hayır olmaz – erimiş kar gibi yok olacak. Başka biri: ‘Rüzgarın rüzgardan aldıklarını rüzgarla geri gider!’, diye söylüyordu.

Çok geçmeden emek harcamayarak toplanan hayvanları yel üfürdü sel götürdü!

Şimdi ailemiz avcılıkla geçiniyordu. Babam gençliğinde iyi bir avcıydı ve bu işi bırkalı çok geçmedi. İşte avcılığa eğlence diye değil geçinmek için dönmek zorunda kaldı.

Doğrusu artık babam için avlanmak dah zor oluyordu. Amangeldı savaşçılarıyla çatışmada sol kolu sakatlandı – üstünde kılıç darbesiyle kas kirişleri kesilmişti. Fakat babam kendini uyarladı – tüfek kunadğını sakatlanmış kolunun önkoluna yerleştirip nişan alıp sağ elinin parmağıyla tetiği çekiyordu. Babam eskisi gibi iyi nişancıydı. Şimdi asker arkadaşlarının birinin hediye ettiği tüfek üstelik iki tazıtı buldu. Atı da çok hızlıydı – adı Kuray-Kuren. Çatışmada öldürülen Jılansırt’tan çok geri kalmadı.

Kader bizi düşünüp yardım etmeye devam ediyrordu. Yemek sıkıntısı yaşamaıyorduk.

Düşmanlarımla karşılaşmaktam kaçınarak Tosın, İrgiz, Karakum’a gittik. Ayaklarımız altındaki toprak yanıyorcasına hiç bir yerde uzun süre için kalmadık.

Çarın indirilmesi hakkında haber bizi Karakumda’yken yakaladı. O zaman sekiz yaşındaydım. Baba annemin bir kurnaz adam hakkında şunu anlattığını hatırlıyorum: ‘ O bu kadar uzun kovuluyordu ki tilki kuyruğu gibi çevik oldu’. İşte ben öyle oldum. Gitmediğim yer, düşmediğim tehlike, takılmadığım lakap kalmadı. Fakat her şeye dayanıp her yere sızıyor, her şeyi öğreniyordum. Aul halkımızın  çarlık rejiminin kaldırılmasına tepkisi ne kadar farklı olduğunu gördüm. Bazıları: ‘ Özgürlük işte. Beyaz devenin göbeği kesilsin!, diye sevinçten hopluyordu. Başkaları da vatan göçebelik yerlerine dönmek istiyordu. Sürgünde bulundukları için sustalı çakı gibi sinip saklanarak hiç kimseye gerçek duygularını açmıyordu.

Önce ağırbaşlılık ve itidal niteliklerine sahip olmayan babama gelince herkese bir cümle ile:

-          Elipin ne diyeceğine bakalım, diye cevap veriyordu.

Talihe yani koyun gübresine göre fala ima ediyordu. Koyun bilya şeklindeki kırk birinci bilyası yani elipe göre karar verilir.

Kısacası babam bekliyordu.

İlk bahar yerine yaz geldi. Zenginleri koruyan beyaz ve yoksulları koruyan kırmızılardan bahsetmeye başladılar. Şimdi ne yapmalıydık, kiminle gitmeliydik? Fakat babamın cevabı değişmedi:

-          Elipin ne diyeceğine bakalım.

Sonraki kış için de Krakum’da kaldık.

Şimdi Kazakların da kırmızı ve beyazlara ayrılıp beyazların başında Jakınbek Dautov ve kırmızıların başında Amangeldı İmanov’un olduğunu diyorlardı. Beyazlar da yeniyormuş. Babam da hep:

-          Elipin ne diyeceğine bakalım, diye söyleyip duruyordu.

Sonunda kırmızılar beyazları yenip tüm istepte onları kovuyormuş diye haberi aldık.

İşte o zaman babam cidden telaşa düşüp ilk defa elipi dile getirmedi. Bir gün şiddetli Karakum kışı bitmek üzereyken evimize tanımadığım adam geldi. Onlar yavaş sesle uzun uzun konuşuyordu. Fakat babama yapışan aşırı derece meraklı Kayrakbay onları rahatsız ediyordu. Bu tanımadığı adamın kim olduğunu ve köşede ne hakkında fısıldaştıkalrını öğrenmeye hevesliydi. Nihayet babam dayanamayıp meraklı Kayrakbay ve anneme ev işlerine yardım eden karısı Katira’yı evden savdı.

Evde sadece ailemiz kaldığı zaman babam bütün emniyet tedbirlerine uyarak yabancı adamı göstererek:

-          Bu adam bize Jakınbek’ten geldi. Ağzını sıkı tutun ama! Otuz dişlerinden bir kelime çıkıp bütün otuz soy onu öğrendi diy bir deyim var! Bunu hatırlamalısınız. Janaş sağ ve sağlam beyazlardan geri kaldı. Bize ise Turkestan’a gitmemizi söyledi. Janaş Turkestan’da korkacak şeyimiz olmayacağından emin. Amangeldı oraya gitmez. Şimdi o Turgay’da gelişip güçleniyor. Egemenlik elinedir, diye söyledi. Annem korkarak:

-          Turkesatn nedir?, diye yaşlara boğuldu, Yine memeleket memleket dolaşacağız!

-          Neden ağlıyorsun? Turkestan’da iyi yerler var. Sıra kıyısında yaşayacağız. Karmakçı’da işan Maral’ın akrabaları yaşıyormuş. Bizi iyi kabul ederler. Başka çıkışımız yok.

Sonra öğrendiğime göre işan Maral dedemiz Maldıbay’ın kayınbiradriydi. Babam oralara çocukken gitmişti. Sira’nın kıyısında kumbez - işan Maral’ın mezar taşı var. Bu anıda istepin her dört yanından hasta ve talihsiz insanlar akıp gelir. Hem Maral, hem oğlu Kalkan, hem de torunu Tobagıl aziz olarak kabul edilir. Kumbez yanında cami ve medrese inşa edilmiştir.

Ertesi gün babam bütün yakınları ve arkadaşlarını toplayıp koyunu kesti ve Karmakçı’ya gideceğini bildirdi.

Ona böyle ani kararı hakkında sormaya başladılar. Babam kolayca münasip bir bahane buldu:

-          Burkutun okuması lazım. Orada bir medrese var.

-          Turgay’da okusa olmaz mı?

-          Orası daha kötü. Oradakiler hala göç ediyorlar. En önemlisi Turgay’da iktidar Amangeldı elinde. Dişlerimizin gücünü gören Amangeldı bizi rahat bırakır mı? Sıra’nın kıyılarınd bizim için her şey daha iyi olacak. Turkestan’lılar kim olduğumu öğrenene kadar oğlum okulu bitirmiş olur.

Birkaç saniye düşündükten sonra babam:

-          Size bir halk masalı hatırlatayım: bir atayı tehlike tehdit ediyordu. At kendini oradan oraya atmaya başlayıp ok gibi fırladı. Korkunca da tayının geride kaldığını unuttu, diye söyledi, Her birimiz bir barınak bulmaya çalışsın. Birbirimize de kızmayacağız. Benimle gitmek isteyenler varsa yarın sabah eşyalarınızı develere yükleyin.

Ailemiz ortalık ağarırken uyanıp hemen yurtayı sökmeye başladı. Ben uyku sersemliğiyle annemin:

-          Senin yüzünden az mı memleket memleket dolaştık. Yine bizi bilmediğimiz yere götürüyosun..., diye hıçkırdığını duydum.

 

BEKLENMEYEN MİSAFİR

Kayrakbay’ın ailesiyle beraber Sırdarya boyuna yavaş yavaş giderek Karmakçı’ya vardığımız zaman son baharın başlangıcıydı. Uzun olmayan hayatımın boyunca dar istep Turgay’ından daha geniş nehri görmedim. Bu yüzden Sırdarya bana sınırsız deniz gibi geldi. Zaten Sır büyük bir nehir olmasaydı adına Darya kelimesini ekler miydiler? Darya demek suyu bol, büyük.

İşan Maral’ın akrabaları babamın öngördüğü gibi bizi çok iyi karşıladı.

Biz küçük pencereleri olan düz damlı alçak kerpiç eve yerleştik. Yerliler böyle eve tam diyor. Aul arkasında küçük tepede mezarlık vardı.  Aulun alçak kerpiç binaları yanında küçük tepede  diğer mezar taşları arasında camiyi andıran işan Maral’ın kumbezi ayrılıyordu. Kubbe yanında iki kule yükseliyordu. Biri asırlık ağacın gövdesi gibi geniş ama alçak, diğeri iki kat daha ince ve daha yüksek. Her kulenin tepesinde donuk pırıdayan iki hilal vardı.

Aulun sakinleri, ünlü işanla akrabalıklarıyla gurur duydukları halde çok zengin değildi. Maral’ın halefi işan Muhamecan soyun en zengin olarak sayılıyordu. Fakat sadece on deve, yüz kadar koyun ve bir at sürüsü vardı.

Maral’ın bazı torunları Karmakçı’da kalmadı. Onlardan bazıları Turgay kaymakamlığında Kum ağacı vadisinde Kumdı-Agaç’ta, diğerleri kuzeyde Petropavlovsk tarafında Kızıl-Jara’da yaşıyordu. Onların arasında gerçek zenginler varmış.

Maral’ın yerli torunlarından en sayın olanı Muhamecan’dı.

Müslüman, imamın hizmetçi - mürid olmaya karar verenler ilk önce Muhamecan’a gidip izni almalıydı. Hastalar ona tedavi görmek için gidiyordu. Medresede çocukları öğretiyordu. Her din bayramları günleri – aytlarda  ve Cuma günleri bütün civar aullardan insanlar cömert hediyelerle evin yanında bulunan camiye akıp gidiyordu. Tanrıya inananlar işan Maral’ın ruhu derin saygısı olup torunları ise bundan kar alıyordu.

Bin dokuz yüz on sekiz yılının başında Karmakçı’da iktidar Sovyetler’e geçti. Sovyetler iktidarının en gayretli koruyucuları, yerli tanrıya inanan zenginlere korku salan Kerjut diye bir Rus ve Jorabek diye bir Kazak’tı. Kerjut ve Jorabek en çok bay ve molladan nefret ediyordu. Biz gelmeden birkaç gün önce herkes ayt bayramında namaz kılarken aula geldiler. İşan İshak’ı din propagandası yaparak yoksulların başlarına zaralı uydurmaları takmakla suçladılar. Ona burjuva deyerek dövdü ve Ak-Camisine götürüp onu iki ay hapishanede tuttular.

O zamandan beri Tanrıya inananlar işan Maral’ın naşına gönülsüzce gidiyordu. Muhamecan’ı selamlamak için de çok sık gitmiyordu. Maral’ın aziz ruhuna sadık kalanlara gelince artık her şeyi gece karanlığında yapıyordu. Zengin hediyeleri artık kimse beklemiyordu.

Fakat medrese ayakta kaldı. İşan Muhamecan orasını eskisi gibi yönetiyordu. Gerçi medreseye okul ve Muhamecan’a yönetmeni demeye başladılar. Aslında da burada hiç bir şey değişmedi. Dinsel bilgilerden başka bir şey öğrenmek mümkün değildi.

Babam beni Muhamecan’a okumaya verdi. O da:

-          Şimdilik dil alıştırmaları yap, diye söyledi, Burada oku bakalım.

Ben de anlaşılmaz bir şey tekrarlamaya başladım: elip, bi, ti. Rus öğrencileri eski zamanlarda gibi: az, buki, vedi.

            Bu çok uzun sürmedi. Bu babama:

-          Bir daha okula gitmem, diye dik kafalılıkla söylememle bitti.

O ısrar etmedi.

Okul yerine babam ve Kayrakba’yla beraber avcılık yapmaya başladım. Sırdarya’nın tanımadığım kendine özgü doğasına çabuk alıştım.

Bunca tatlı suyu içeren su düzeyi yüksek haşmetli nehre alışmak zordu.

Buranın kışı da bana çok tuhaf geldi. Sonra Puşkin’a ait ‘kuzey yazımız – güney kışlarının karikatürüdür’ satırını okudum. İşte Sırdarya kışı son baharımız karikatürüdür.

BizimTurgay’da kış kış gibi olur! Hemen çok kar yağıyor. Temiz ve beyaz kar kışın sonuna kadar yerde kalıyor. Sırdarya’nın kıyılarında kar yağar yağmaz eriyor ve ayaklar geçilmez çamura batıyor. Fakat buranın rüzgarları ne kadar şiddetli bir bilseniz! Böyle rüzgar esince ayakta kalmak çok zor. Soğuk insanın iliklerine işliyor, yüzü, elleri yıkıyordu. Turgay’da da çok şiddetli kar fırtınaları oluri, ama böylelerini orada bile görmemiştim.

Kış gelmeden üçümüz hemen hemen her gün ava giderdik. Babam koyu al Kuray’a, Kayrakbay sağlam büyük atına, ben ise sünnet düğünüm için hediye edildiğim beş yaşındaki ata binerdik. Yanımıza iki köpek alırdık Babam elinden tüfek düşürmezdi. Kayrakbay’ın sırtında ise çuval ve fişeklikler vardı. Bir yerde gece için kalmak zorunda kalırsak babam ne olur ne olmaz diye içine et kavurmak için küçük bakır kovayla sehpayı sarıp halı çantası olan korjunu yanına alırdı. Beni düçünerek bir miktar yemek alırdı. Bir erkeğin ve bir kurtun yemeği yolda bulunuyor diye hatırlayarak kendisi için bir şey tedarik edip ayırmazdı. Nehir kıyısı boyuna sık rastlanmayan barkanlar, ılgın ağaçlıklarından geçerdik. Burada bol bol sülün ve tavşan vardı.

Suyun yakınlarında çalılık yerliler tarafından kesildiyse yürümeye devam ederdik. Gerçek av sık ormanda başlardı.

Burada çalılık altından köpeklerimizin rahatsız ettiği sülünler ardı ardına gürültüyle uçuşurdu. Babam da onlar havadayken onlardan birini ya da iksini vururudu. Kayrakbay’la ben öldürülen kuşları toplamayı yetiştirmez, bize zağarlar yardım ederdi. Babam kuşları ardı ardına vururdu. Gözü keskindi, hemen hedefini hemen belirirdi. Bir gün içinde yüz sülün vurabilirdi, ama on-yirmi öldürüp avı bitirirdi. ‘Bugün için yeter, sonra Tanrı ne verse... Yemek yiyelim artık’.

Babama bu kadar iyitüfek atmayı nereden öğrendiğini sorardım.

-          Ellerim kendiliğinden kuşları hisseder! Gerçek atıcı uzun uzun nişan almayan, ama isabeti alan atıcıdır, diye cevap verirdi.

Kızılkum çalılıklarında tavşanlar da vardı, ama o kadar küçüktü ki babam tavşan avcılığı yapmazdı – onlara acırdı. ‘Büyüsün’, diye söyleyip zağarlara bile onları takip ettirmezdi. Buna karşılık kurt ve özellikle çakalara karşı hiç bu kadar hoşgörülü değildi. Çakallardan yeminli düşmanlarından gidi nefret ederdi. Bu kırmızımsı tüylü köpeklere benzeyen yırtıcı hayvanları acımasızca kovalardı. Babam vahşi hayvanı öldürünceye kadar takip ederdi. Onların tiksinç huyları hakkında çok anlatırdı. Duyduklarım hiç hoşuma gitmezdi. ‘Çakal kendine yemek bulmayınca mezardan bir ceset çıkarır, silahsız adama raslayınca parçalar’.

            Kızılkum’larda dolaştığımız günlerde avın ne kadar enteresan bir iş olduğunu anladım. Avcılık yalnız günlerce değil haftalarca ve hatta aylarca yapılabilir...

            Sırdarya’nın kıyılarındaki bütün kış bizim için çok enteresan olabilirdi. Bu, bir gün babamla Kızılkum’larda az kaldı kaybolduğumuz güne kadar sürdü.(Ama bir gün babamla Kızılkum’larda şiddetli fırtına sırasında az kaldı kaybolacaktık.) Bu olaydan sonra annem ava gitmeme izin vermedi. Babam da tek başına ava gitmeyi sevmedi, bir de benden ayrılmak istemedi.

            Atın hızlı koşmasına, geceleri yakılan ateşe ve vahşi hayvanları kovuşturmaya alışan yürek küçük kerpiç tamın duvarları içinde çile çekiyordu. Evde boş gezmekten ve kendi işlerimle meşgul olan yakınlarımı rahatsız etmekten hoşlanmıyordum.

            Kayrakbay’la beraber civar aulların sakinlerinin balık tuttukları buzda açılmış deliklere kaçmaya başladık. Günlerce nehirde bulunup böylece bizim zoraki işsizliğimizi gidermeye çalışıyorduk. Babama gelince bir tek onun bildiği işle ilgili Ak-Camiye ve sonra Taşkent’e gitti.

            Eli boş dönmedi – büyük kız kardeşlerimiz – yirmi yaşındaki Meruert ve on sekiz yaşındaki Jıbek için fidye yani kalım (başlık) getirdi. Onları buralı olmayan bayların oğullarına verecekti.

            O zamanlarda hayvanları biryere sürmek çok tehlikeliydi. Sovyetler iktidarı o sene kalıma karşı mücadele etmeye başladı. Hilelere başvuruldu – ipek, kadifei çay ve halıları damatlar getirecekti. Babam ise para getirdi: Nıkolay ve İngiliz parası. Nikolay parası olsa yine neyse. Tabi ki babamın hesabı burada da yanlış çıktı. Fakat İngiliz parası ona niye lazımdı?

            Babamızın gelişiyle evimizde hüzünlük yerleşti. Meruert ve Jibek, evlendirildiklerini öğrnince yaşlara boğuldu. Onlara bakarak annem de:

-          Biraz daha bekleyemedin mi? Jıbek ve Meruert senin öz çocukların değil mi? Onları neden yad ellere gönderiyorsun? Vatanını hiç bir zaman görmeyecekler!, diye sızlayıp ağlamaya başladı.

Babam başını eğerek uzun uzun susuyordu. Sanki kızlarını bu kadar çabuk evlendirdiği için kendine bir özür bulmaya çalışıyormuş gibiydi. Nihayet annem biraz yatıştığı zaman:

-          Eh,  canım benim, bir kızın aile için destek olması olur mu hiç? Kızlarımızı yabancı insanlar için büyütümüyor muyuz? Bir kızı baba avinde kim tutar? Onları geç kalmadan evlendirmeliyiz. Kızlarımı yoksullara vermiyorum ki! Biri bir bayın oğlu, diğeri Taşkent tüccarının oğlu. Bundan başka mutluluk olur mu onlar için? Bir de memleket memleket dolaşmamız ne zamana kadar süreceği belli değil. Vatanımıza ne zaman döneceğimizi kimse bilmiyor.

Çok geçmeden Meruert’in nişanlısı bize misafirliğe geldi. Çok genç değildi.Yaklaşık otuz beş-kırk yaşındaydı. Sinek kaydı tıraşlı olduğu için biraz daha genç görünüyordu. Sonra öğrendiğimize göre Meruert’ten başka iki karısı vardı. Birinci defa çok genç bir kızla, sonra da büyük erkek kardeşinin dulu – jengey ile evlendi.

Zavallı Meruert! Nişanlısına bakıp az kaldı bayılıyordu. Zar zor sıraya oturmasına yardım ettik.

Yalnız kalmamak için balıkçılara gider veya Kayrakbay’la zamanımı geçirirdim. O sadece babamın posta getiren adamı değildi, bizim akrabamızdı. Beşinci kuşaktan dedemiz Saudabay’ın beş karısı vardı. Kayrakbay’ın babası Tuyakbay’ı onun  en genç karısı yani tokal doğdu. Her Kazak ailesinde olduğu gibi birinci karı yani baybişenin çocukları evde egemen durumdaydı. Onlar, genel olarak kadere boyun eğen tokalın çocuklarını elden geldiğince küçük düşürmeye çalışıyordu. Bazen farklı oluyordu. Tokalın çocukları buna dayanmak istemeyince haddini bilmez ve harın büyüyordu. Bazen baybişenin çocuklarını bile boyun eğdiriyordu. İşte böyle dördüncü kuşaktakı dedemiz Moldabay öyleydi.

Saydabay’ın üçüncü karısının oğlu etrafına kardeş ve komşuları toplayıp baybişenin çocuklarını büktü. Ürkek, sessiz ve sakin Tuyakbay, Moldabay’ı koruyucusu olarak görüyor ve hayatı boyunca hayvanlarını gütüyordu. Şöyle bakılırsa o evimizde bir rençperdi.

Söylentilere göre Tuyrakbay’ın karısının babamla ilişkisi varmış. İnsanlar haklıymış. Kayrakbay’ın yüz çizgileri ve karakteri şaşırtıcı derecede babamınkini andırıyordu.  Aynı moğol kavis şeklindeki çekik gözleri vardı. Kayrakbay, babam gibi çevik ve kıvraktı. Belki de sadece babama özgü anerji ve sebat eksikti. Kayrakbay çok iradesiz ve hafifti. Ne hayvanları, ne kıyafeti, ne kendi atı vardı. Babam ona her şey sağlıyordu. Ancak söylemek gerek ki babamın Kayrakbay’dan daha sadık ve çevik adamı yoktu. Kaba iş çoktan verilmiyordu ona. Sadece posta getiriyordu. Buna rağmen annem uzun zaman içinde ona karşı çok soğuk davranıyordu. Fakat zamanla onun antipatisi de geçti ve Kayrakbay evimizde artık yabancı adam sayılmazdı.

Herkes Kayrakbay’ın hava atmayı sevdiğini biliyordu. İyi giyinmeyi ve hızlı ata binmeyi çok severdi. Şakacı ve latifeci, şarkı ve eğlenceyi çok seven Kayrakbay’ın kız ve genç kadınlarda başarısına ne kadar kıymet verdiğini bilerek onun bu zaafına hoş görüyordu.

Şakacı Kayrakbay’ın başka bir zaafı vardı. Başka yetişkinlerden gizlice olarak etrafına küçük çocukları toplayıp okkalı onlara küfürleri öğretmeyi severdi. Sonra bir küçüğün anne ve babasını ve hatta Kayrakbay kendisini hiç bir şey anlamayarak sıçıp savdığı zaman ne kadar eğleniyordu ki! Kayrakbay’ın böyle yetenekli öğrencileri arasında ben de vardım. Yalnız yaşımı alınca bu alışkanlıktan kurtuldum.

Kayrakbay, çocuklara kızlarla erkeklerin ilişkisi hakkında açık ve kabaca şeklinde anlatıyordu. Fakat bu bizi hiç şaşırtmıyordu. Aulda, yurtada büyüdüğümüz için. Kozı-Korpeş ve Bayan-Sulu, kız-Jıbek, Badigul-Jamal, Seypil-Malik, Jusip-Zlih hakkında manzum eserler bambaşkaydı! Onu dinlerken kendim kendime düşünüyordum: ‘Tanrım! Bir gün ben de mi onlar gibi birini seveceğim?’.

İşte biz böyle eğlenirken kış geçti. Babam döndü ve biz kerpiç tamdan yaylaya gri keçe yurtaya taşındık. Bu aralık beklenmeyen misafir geldi, Ak-Cami’de en önemli Kazak eylemcilerden biriydi. Soyadı Aralbayev’dı. Rus gibi giyinmiştir. Bir tek üstü siyah yün şapkası kazak şapkasıydı. Uzun boylu, endamlı, kuru, çökük gözlü bir adam. Hali tavrı sadeydi. Babamın çok iyi bir tanıdığı olmlıydı. Çünkü çok geçmeden babama Abeke, anneme de Jeneşe demeye başladı. O zaman ilk defa garip ve anlaşılmaz bir söz duydum – Antanta. Konuşmanın anlamını bir türlü kavrayamadım. Batının Sovyetleri baskı altında tutttuğunu ve Samarkand ve Buhara yakınında başında bir Anuar-Paşa olan basmaçların geldiğini anlatıyordu. Kuru yabancı adam Batı ve Doğudan sıkıştırılan Sovyet devletinin çok uzun ayakta kalmadığını iddia ediyordu.

-          Abeke, biliyor musunuz, Amangeldı öldürülmüş.

Babam bu habere sevindi. Öldürmenin detayları hakkında sormaya başladı.  Aralbayev:

-          Kimin öldüğünü bilmem, ama bunu yapan bizim adamlarımız, diye cevap verdi ve birdenbire:

-          Abeke! Jakınbek Dautov’un şimdi nerede bulunduğunu bilmelisiniz. O damatınız, değil mi?, diye sordu.

Babam:

-          Bilmiyorum, diye kayıtsız kalmaya çalıştı. Annem de can kulağı ile dinliyordu. Aralbayev:

-          Onun şimdi nerede bulunduğunu söylersem, hediye verir misiniz?, diye şaka yaptı. Annem:

-          İstediğin her şey!, diye yüksek sesle söyledi.

-          Sizin Jakın bizin akın Abay’ın aulunda Çingistau’da yargıç olarak çalışıyor!

-          Her şeye inanabilirim, ama yargıç olarak çalıştığına inanamam!

-          En güvenilir adamdan duydum. Taşkent’te. Bu adam Abay’ın küçük erkek kardeşi, İshak’ın torunu. Adı Daniyar. Şimdi da mı inanmıyorsunuz? Annem:

-          Ağzına yağ, canım!, deyip sevinçten ağlamaya başladı.

Bu Alabayev’in alenn söyleyebildiği bu kadar olmalıydı. Bundan sonra babamla beraber evden çıkıp konuşmalarına devam ettiler. Dönünce kurutulmuş eti yiyip çay içtiler. Alabayev, geri yola hazırlanmaya başladı. Paltosunu giyip yün şapkasını takınca önemli bir şey hatırladı ve Kayrakbay’a:

-          Hey, aslanım! Senin yanında bulunan korjutu getirsene!, diye seslendi.

Kayrakbay, ona korjunuu getirince Aralbayev, onu açıp içinden bir deste küçük gri kapaklı karneleri aldı. Sonra korjundan kalem ve mürekkep hokkasını aldı.

-          Adın Abutalip. Soyadın neydi?, diye babama sordu.

-          Jautikov.

-          Demek Jautikov Abutalip, diye tekrarladı ve karnelerin birine bir şay çabuk yazdı.

Kalan karneleri ve kalemle mürekkep hokkasını geri korjun’a koydu. Demin içinde bir şey yazdığı kitabı ise babama uzattı. Babam:

-          Bu nedir?, diye şaşırdı.

-          Parti cüzdanı.

-          Nasıl? Ne cüzdanı?

-          Al, al. Gerekli olur. Adamlarımızın çoğuna böyle parti kartlarını dağıttım artık. Şimdilik onu sandıkta sakla.

Babam, Aralbayev’i uğurladıktan sonra eve döndüğü zaman elinde gri karneyi uzun uzun evirip çeviriyordu ve inceliyordu.

-          Ne açıkgöz!, diye Aralbayev’a şaşıyordu, Tanınmış bayın oğlu, nasılsa komünist partisine girmiş ve olur olmaz insanlara dağıtıyordu şimdi! Babam:

-          Tanrım ne kadar günahlıyım. Bağışla beni, diye içini çekip karneyi sandığa koydu.

 

 

YILAN ETİNİ NASIL YEDİĞİM HİKAYE

Sırdasya’nın kıyısında kuru yaz olduğu zaman hayvan yetiştiricisi  sürüleriyle beraber Kızılkum veya Karakum kumlrına göç ederdi. Bu çöllerde kalubeladan beri saksaulla güçlendirilen duvarları olan kuyular yapılmıştır. Bu kuyular en zor yıllarda bile Kazak hayvan yetiştiricilerinin birçok kuşağı yıkımdan kurtardı.

Tarımcılar için daha zordu. Hark kazmak ve böylece Sırdarya’dan tarlalarına su götürmek zorundaydı. Sırdarya ise çok kaprisli bir nehir. İki nehirden oluşur – Pamir buzullarından akan Karadarya’dan ve Tyan-Şan dar boğazlarında doğan Narın’dan. Sık sık coşkun olur. Bazı yıllarda civar kıyılara çıkarak kışın taşıyor olur. Bu yüzden insanlar başka yerlere taşınmak zorunda kalır. Bazen de Sırdarya’nın suyu bu kadar  azalır ki eve bitişik küçük toprak parçaları sulamak için su yetmez. Taşma yıllarında toprak bol bol ekmek, meyve ve sebze verir, nehrin sığ olma yıllarında açlık olur.

Bin dokuz yüz yirmi yılı Sırdarya sakinlerine mutluluk değil felaket getirdi. Bütün kış ve ilk bahar insanlar, Sırdarya’nın taşmasını ve kuru toprağı sulamasını bekliyordu. Böylece yıl çok verimli ve tarımcı mutlu olurdu.

Kış ardından ilk bahar geçti. Yaz geldi. Sırdarya’nın ise hiç taşmak niyeti yoktu. Tam tersi suyu çok azaldı. Büyük suyu bol nehrin bazı yerlerinde güneşte parlayan dar bulanık şeritler kaldı.

Zihninden geçen yılki açlığın dehşeti silinmeyen insanlar, her evin yanında bulunan sebze bahçeleri sulamak için kova ile su taşıyordu. Ekinlerin cılız filizleri topraktan uç verir vermez çok çabuk sararıp ölüyordu.

Hayvanlar için yem yoktu. Otlar kuruyup sararıyordu. Sırdarya’nın vadileri yer yer çatlayıp kurudu. Toprakta solonçakların akçıl lekeleri vardı.

O yaz Kazakların bilinen deyimin anlamını kavradım. ‘Kırda (kır – tepelerle kaplı yaylak ve ekinleri olan arazi) bir bela, Sırdarya’da bir bin bela’.

Sırdarya’nın suyunun azalmasıyla ilgili bütün belalar kuraklıkla sınırlı olsa her şey, bu kadar kötü olmayabilirdi. Fakat Sırdarya’nın kıyılarındaki kuraklık, bütün canlıların – insan, hayvan ve ekinlerin – zarar görmesine neden olan bin farklı felaket getirirdi.

Tabiat, istepte her canlı varlık için ayrı tehlikeli düşmanları yaratmış gibiydi.

Yaz yakıcı sıcağı, son kıt otları kuruyunca develer, yem bulmaya çalışarak kıyının boyuna ağdalı killi yerlerinde bulunan kamışlıklara girer. İşte burada onları bir tehlike beklerdi. Onlara tümen tümen büve saldırır. Develer demin kestirilmişse ve üstünde kalın yün tabakası yoksa büvelerin ısırıkları çok hissedilir. Büvelere karşı korunmasız. Dayanılmaz ağrıdan deliye dönen develer yerde yuvarlanır. Onlardan bazıları genellikle halim ve sabırlı olanlar azgınlıkla ayak ve başlarıyla büveleri yere düşürmeye çalışıyor. Sık darbeler yüzünden devenin gövdesi şişer ve hayvanların çoğu ölüyor.

Kuyrukları kaldırıp çılgınca böğürerek istepte dağınık olarak onlarca koşan inekleri çok defa gördüm. Sakin ve yavaş hayvanların böyle koşmaya dayanbileceğine inanmak zordu.İnekleri koşturan şeyin atsineği olduğu inanılmayacak bir şeydir. İlk bakışta zararsız olan atsineği ineğin uzlaşmaz düşmanıdır.

Sadece koyun ve keçiler ne büve ne de atsineğinden korkar. Buna rağmen kuraklık yıllarında keneler keçileri rahat bırakmaz. Koyunlar ise Kazaklar’ın sekirtpe adı verdiği hastalıktan ölür. İhtiyarların anlattığına göre küçük beyaz kurt bu hastalığa neden oluyormuş. Onlar genel olarak bir koyun burun deliğine girip mukozasını tahriş eder. Zavallı koyun artık otlayamaz, somağına ayaklarıyla vurur, zıplar ve kuvvetten kesilip ölür. ‘Sekirtpe’ sözü ‘sıçratan’ anlamına gelir.

Her ilk baharda kar eriyip ilk otlar çıkınca aul halkımız ince esnek dallardan yapılmış süpürgelerle donatıp çekirge kurtçukları yok etmeye gider. Son baharda çekirgeler killi toprakta yumurta yapar. Bütün kış bu yumurtacık toprakta kalır. İlk baharda ise güneş ısıtmaya ve kar erimeye başlayınca yumurtacıklardan kırmızı başlı küçük beyaz kurtlar yani çekirge larvaları çıkar. Sonra çekirgeye dönüşür. Yerliler, bu kurtları kanatları çıkmadan süpürüp bir yerde toplayıp kuru kamışla çevirir ve yakar. Fakat Buna rağmen yaz yarısında bir yerden gelen çekirge bulutları gelip bütün ekinlerimizi yok edebilir.

Sırdarya sakini her adımda ne kadar çok bela bekliyor! Zehirli örümcek, akrep, taranteller şöyle dursun  - ısırıkları öldürücü olabilir. Fakat bunlara bu kadar alışılmış ki öğle yemeği sırasında sofra örtüsünde bir akrep veya örümcek olsa hiç kimse şaşarak yerinden fırlayıp bağırmaz. Eninde sonunda akrep yerinde öldürülebilir – bütün endişeler burada bitsin.

Kuraklık yazında her yurta üzerinde bizde sarı-masa adlandırılan milyonlarca sarı sivrisinek uçuşmaya başlar. Turgay’da da sivrisinek var, ama ısırıkları hemen hemen zararsız. Turgay nöbeti yüzünden bir kişi bile ölmedi. Sarı-masanın ısırıkları ise özellikle öneleri en mahvedici hastalıklardan biri olan tropika hastalığına neden olurdu. Tropika hastalığından kız kardeşimin biri ve Kayrakbay’ın kızı öldü. O zamanlarda bu hastalıktan kurtulmak hemen hemen imkansızdı. Yaz yağmurluysa sivrisineklerin kanatları çabuk ıslanır ve uçmalarına engel eder. Fakat kuraklık zamanında tümen tümen sivrisinek kamışlıktan çıkınca giremeyeceği yer kalmaz.

Kuraklık zamanında binlerce sivrisinek kamışlıktan havaya uçar. Giremeyeceği yer yok. Bütün gediklere siner. O zaman da  ne gündüz ne gece kimsenin huzuru kalır. Zenginler, yazın hafif ama sık dokunuşlu çadırda Kazakça masahanada  yaşar. Fakat her ailenin kendi masahanasına taşınmak imkanı yok ki. İşte zavallılar bütün yaz sivrisineklerden rahatsız olur. O zaman daha çok küçük olduğuma rağmen Sırdarya’nın bin belası bana da değdi. Her şey o sene bizim memlekette çiçek hastalığı salgını kopmasıyla başladı. Mucize kabilinden hayatta kaldım (спасся каким-то чудом).

            Fakat çocukluğumun yaşıtı kız kardeşim Bulis çiçek hastalığından sakat kaldı. O fidan boylu ve güzel bir kızdı. Şimdiyse hastalıktan sonra yüzü sanki kırmızımsı parçalardan dikilmiş gibiydi.

            Çiçekten toparlanıp toparlanmaz bir yılanın kurbanı oldum. Şöyle oldu.

            Bir gün ben evde basit oyuncaklarımla uğraşıyordum. Benden uzak olmayan mesafede bizim yumuşak tüylü kedimiz Jolbarıs uyukluyordu. Birdenbire kedi ayağa fırlayıp endişe ile ve uzun uzun miyavladı. Kendimi oyuna veren ben, başımı kaldırınca kedinin yanında siyah lekeli gri yılanı gördüğümden dehşete düştüm! Jolbarıs, kamburunu çkarıp endişeli endişeli miyavlıyordu, ama yılana yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Kıllarını (diken diken) kabarttı ve kirpiye benzer olup bilinmeyen düşmana kızgın kızgın bakıyordu.

            Korku ve şaşkınlıktan yerimden kımıldayamadım. Jolbarıs, çevik bir hareketle önce bir pençe sonra diğer pençesiyle yılanı vurdu. Bu işi bu kadar beğenmiş olmalı ki çok geçmeden yılanı iki pençesiyle durmadan her yerine vurmaya başladı. Bu aralık kızdırılan yılan Jolbarıs’a dolanmaya başladı. Umutsuz umutsuz miyavladı. Kediye acıdım. Sonuçta cesaretimi toplayınca ileriye bir adım attım ve yılanı başından yakaladım. O beni parmağımdan ısırdı. Acıdan gürültüyle ağlamaya başladım. Tam o sırada yurtaya babam girdi. İşi derhal çaktı:

-          Seni sokmamış değil mi?

Daha da beter ağlamaya başlayıp parmağımı gösterdim. Babam beni avutmaya çalışmak yerine çevik bir hareketiyle yılanı yakaladı ve küçük sık çuval içine koydu.

Parmağımdaki küçük yara kararmaya, ağrı da artmaya başladı. Babam beni elimden tutup yerlileri bütütn bilinen ve bilinmeyen hastalıklardan tedavi eden işan İshak’a koştuk.

İşhak yılanı kuyruğundan asıp başını toprağa çakılmış kazığa bağladı. Sonra yılanın yanında dize çöküp bir şeyler mırıldandı.

-          Bunun sonu nereye varır?, diye düşünüyordum.

İshak, beni ve babamı yanına oturttu, başkalarını da kovdu. Susmamızı ve asla ismini söylememezi emretti. İşan, ta akşama kadar mırıldayıp duruyordu. Sonra gözlerimizi kapatmamazı söyledi. Biz kapattık. Tam bu sırada garip bir ses duyuldu. Gözlerimizi açtığımız zaman yılanı ikiye kesilmiş olarak gördük. İshak:

-          Dua ile yılanı ikiye ayırdım, diye açıkladı, Şimdi yılanın yarsını al ve etinden bir çorba pişir. Yılandan çorbayı içersen Allah bütün hastalıklardan kurtar seni.

Beni ne kurtardığını tam olarak bilmiyorum. Isırık çok ağrılıydı. Şiştim ve sıcaktan ölüyordum. Fakat yılan çorbasından sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım.

ACELEYLE KOŞUŞMALARDA BAYRAM

Sırdarya’nın bütün çekicilikleri annemin hoşuna gitmedi. O giderek daha çok sıkılmaya başladı ve Turgay’a dönmeyi yalvararak babama daha sık yapışıyordu.

-          Endişeli zaman geride kaldığını ve halkın sakinleştiğini söyleyen sen değil miydin? Turgay’a niçin dönmeyelim? (Turgay’a dönsek ne olur). Tok musun aç mısın – yurtta gürbetten daha iyi.

Babam önce:

-          Neden vatana dönmek için acele ediyorsun? Harap evimizden başka şeyimiz yok orada. Bizim Turgay’da şimdilik yapacak şeyimiz yok. Aslında burada da büyük servetimiz yok, ama Allaha şükür geçinebiliyoruz. Masamız boş değil – tereyağı yiyip çay içiyoruz. Sonra ne olacağını kim bilir ki?, diye onu vazgeçirmeye çalıştı.

Bir gün babam:

-          Dün Turgay’dan yeni gelmiş bir tanıdığmla görüştüm. Ona göre beş koyun veya bir inek için sadece bir pud (16,38 kiloya eşit ağırlık birimi) tahıl veriliyormuş. Hayvanlar zayıflamıştır. İnsanlar sefalet içinde yaşıyormuş. Sen de Turgay söyleyip duruyorsun, diye söyledi.

Annem de bu kuvvetli delillere karşılık olarak bir şey söyleyemedi. Ricalarıyla da artık onun canını sıkmıyordu.

Son baharda Sırdarya’nın kıyılarına da açlık geldi. Çok dilenci – yani yıkkın yerlerden mülteciler geldi. Bir yoksul karşılayıp doya doya yedirebilen pek az aile vardı. Yaşmak gittikçe daha zor oluyordu.

Ailemiz, iki ucunu bir araya getiremiyormuş gibi görünüyordu. Ama böyle değildi. Önce anlattığım gibi babam, büyük kızları Meruert ve Jibek’ı Taşkent’te gönderince kocalarından çok pahalı kumaş aldı. Bu kumaşları fırın altındaki çukura yani uraya sakladı.

Bir gece babam, Kayrakbay ve Tekerbay’ın yardımıyla uradan bütün kumaşları çıkarıp zaten derin bir çukuru daha büyük yapmak için kazmaya başladılar. Onlar, onu çok kollu tilki yuvası gibi yapmaya çalışıyordu. Biz, çocuklar ise kili dışarı çıkarıp evimizin avlusunda yığıyorduk. Oracıkta da kimsenin orada ne olduğunu anlamaması için çöple kaplıyorduk onu. Susmamızı emredildi. Böyle birkaç gece içinde çalıştık. Çok geçmeden babamın bu kadar büyük ambar neden gizlice kazdığını öğrendik.

Her gün alaca karanlıkta bize tanımadığımız kişiler gelmeye başladı. Biraz sonra bu kişilerin Ak-Cami’de Öksüzler için evde çalıştıklarını öğrendim. Onlar, tahılla çuvallar ve diğer yiyecekleri getiriyor, babam da tahıl karşılığında giyim ve manifatura veriyordu. Kış daha başlamadan babam manifaturanın büyük kısmını yiyeceğe çevirip kuyu ekmek ile doldurdu. Annem, babama insanların bu kadar çok ekmeği nereden getirdiğini ve bize bunca ekmek niçin gerektiğini çok defa sordu. Babam:

-          Bir kadının saçı uzun, aklı ise kısadır. Anlamıyor musun? Bu tahıl altın olur. Mutluluğumuz doğru büyük adım atıyoruz, diye muammalı muammalı konuşuyordu.

Babam ne yaptığını çok iyi biliyordu. Fakat bu defa nasıl zenginleşebildiğini göremedim. Sırdarya’nın kıyılarında çok sayıda dilenci ve aç vardı. Şişmiş ve solgun sadaka için aulumuza da geliyordu. Kışın başında babam, bu umutsuz manzarasını görmemem ve üstelik okuma-yazma öğrenmem için Ak-Cami’ye götürdü beni. O beni ‘Öksüzler için komün’a yerleştirecekti.

‘Komün’ün ne anlamına geldiğini bilmedim, ama ‘öksüz’ kelimesini bildim. Anlamadığım bir tek şey vardı – hem babam, hem annem vardı. Buna rağmen beni öksüzler için eve göndermek isitiyorlardı.

Babama kabil suali soruyordum, ama babam anlaşılır bir şey söylemedi bana. Ak-Cami’ye geldiğimiz zaman Aralbayev’in evinde kaldık. O da bana her şey detyalı olarak açıkladı. Kaşlarını kaldırıp küçük gözlerini kısarak Aralbayev, bana:

-          Daha iyi anlayabilmen için ‘komün’ kelimesine yerine herkes için anlaşılır ‘ev’ kelimesini kullanalım. Bu evde şimdi dört yüz elli çocuk eğitim görmekte. Fakat bu çocuklar baban gibi zengin insanların çocukları. Gerçek öksüz yaklaşık elli kişidir. Bu zamandan beri bu çocuklarla yaşayacak ve okuyacaksın, diye sırasıyla anlatmaya başladı.

-          Öksüzler için evine gitmek istemiyorum. Babam ve annem var.

Aralbayev, babama hitap ederek:

-          Çok akıllı bir oğln var, diye söyledi.

-          Ya okumak istiyor musun?

Aralbayev, geniş kaşlarını çatıp kötü yılan gözlerini bana dikti.

-          Evet, diye kızarak homurdandım.

Bu adam baktıkça daha az beğeniyorum onu.

-          Sovyetler iktidarı, zenginlerin çocuklarını sevmediğini biliyor musun? Biz takip edilmeye başlarsak ne yapacaksın, sena bay oğluna okula gitmeb için kim izin verecek? İmkan varsa komünde oku. Büyüklerin öğütlerini dinle! Sana iyilik diliyoruz.

Aralbayev’in bana ne telkin etmek istediğini anlamayarak eteğine sığınmaya çalışarak babama başvurdum. Fakat babam Aralbayev’den yanaydı. Komünda kalmam gerektiğini düşünüyordu.

Ertesi gün büyük meyve bahçesi olan büyük ve güzel götürüldüm. Bu, Kokand özerkliği yıkıldıktan sonra yurtdışına kaçan tanınmış Özbek zengininin eviydi. Bin dokuz yüz yirmi yılında ev çocuk komüne bırakıldı.

Öksüzler için ev denilen bu komün çok tuhaftı. Burada üç-dört yaşındaki küçücük çocuklarla beraber yetişkin kız ve delikanlı yaşıyordu. Gerçek öksüz sadece küçük yaştaki çocuklar arasında çoktu. Büyüklere gelince kural olarak zengin ailelerden geliyordu. Kaba beylik elbiseden çekinip dışarı yani şehre çıkınca evlerinden getirdiği elbiseleri giyiyordu.

İlk günlerde komünde gördüklerime çok şaşırıyordum. Bu bay oğlu ve kızların aç, yoksul şehrin sokaklarında onlarca ölen bu gerçek öksüzler için yapılan komüne nasıl girebildiğini bir türlü anlayamıyordum. Sonuçta ben de neden buradaydım? Gerçekten de isteyerek okuyor, derslere gitmeyi seviyordum. Fakat ne aç, ne yalınayak, ne de giysisizdim!

Kışın sonunda bize Taşkent’ten memleketimizde iyi tanınan adam Gani Murtabayev başında kontrol kurulu geleceği hakkında haber geldi. Sadece on sekiz yaşında ve Turkestan cumhuriyetinin Komsomol Merkez Komitesi sekreteriymiş.

Komünde panik koptu. Korkan sadece müdürlerimiz değildi. ‘Öksüzler’ kendileri köşelerde tahminler yürüterek fısıldaşıyordu. Kurul geldiği günde hepimiz aynı giysilere giydirildi ve geniş koridorda bir sıra halinde durduk. Müdür, misafirlerin kapıya girdiği zaman ‘hazır ol’ kumanda verilir. Bu kumanda üzerine hazırolda dikilip selamını alınca hep beraber ve yüksek sesle selam vermeliyiz.

Kalbim şiddetle atıyordu. O kadar endişeleniyordum ki! Aniden duyulan ‘Hazır ol’ kumandası beni bir gök gürültüsüymüş gibi etkiledi. Sarsıldım ve koridordan geçen tanımadığım insanları gördüm. İşte bu kuruldu. Kurul mutlaka bana yaklaşacak ve herkes duracak ve korkunç ve tamiri imkansız bir şey olacak diye bir hissim vardı. İstakoz gibi kırmızıydım. Gözlerimi yere indirdim. Az kaldı ağlıyordum. Utanıyordum. Biri çenemi tuttu. Başımı kaldırdım. Önümde siyah saçlı, kara gözlü ince bıyıklı ve açık yüzlü daha çok genç bir erkek duruyordu. Güler yüzlü delikanlı:

-          Çocuğum adın ne?, diye sordu.

Komün yönetmeni öne geçip pohpolayıp eğrilerek önce bana sonra genç erkeğe bakarak:

-          Bu bizim büyük yoldaşımız, bizim ağa! Onu adı Gani Muratbaev, diye söyledi.

Delikanlı ise yönetmeni kararlı biçimde bir yana itti:

-          Karışmayınız. Yardımınızı olamdan konuşabiliriz. Utanma çocuğum. Adın ne?

-          Burkut Jautikov, cesurce ve yüksek sesele konuşmaya başladım.

-          Burkut – çok iyi bir isim. Annen ve baban var mı?

-          Varç

-          Baban çok mu yoksul? Bir yoksul adamın oğluna benzemiyorsun. Korkma, doğruyu söyle!

Soluğum kesildi. Hemen hemen istemeyerek:

-          Babam baydır!, diye cevap yapıştırdım.

-          Dürüst cevap için teşekkür ederim, diye söyledi delikanlı, Çok iyi bir çocuksun.

-          Hadi çocuklari anne ve babası olmayanlar ellerinizi kaldırın?

Dönüp baktım. Sıra üzerinde birkaç çocuk kolu ürkek ürkek kaldırıldı. Genç adam yol arkadaşlarının birine hitap ederk:

-          Böyle olacağını bildim, diye söyledi, On bay oğluna bir öksüz düşüyor. Kalem odasına gidelim. Yapacak çok işimiz var!

Kurul üyeleri gidince yönetmene çağrıldım:

-          Sen ne ettin?, diye azarlamaya başlandı.

Bu, bardağı taşıran son damla oldu – kendileri her adımda yalan söylediler, dahası benden de yalan söylememi istediler. Gani Muratbayev’i aldatmamı ve öksüzüm diye söylememi istediler!

Ertesi gün komünden kaçıp Karmakçı’ya gittim. Doğru yaptım. Çok geçmeden oradan bütün bay çocukları kovuldu.

Zarzor eve vardım. Babam önce şaşırıp heyecanlandı.Fakat beni dinleyince rahatladı. Bir dereceye kadar bu kadar kolay kurtulduğumuza sevindi.

...Ben yokken ailemizin hayatında büyük değişimler oldu. Evimizin eşiğinden adımımı atar atmaz öğrendiğim ilk şey yirmi yaşındaki ağabeyim Tekerbay’ın evleneceğiydi.

Gelin artık evimizdedyi. Öğrendiğime göre ergin değildi. Babam bunu benden saklayıp kızı göstermek istemedi. Açlıktan şişmiş yoksullardan yarım pud için aldı. Kızın anne ve babası kendileri ve kızını kurtarmak için bunu yapmaya karar verdi.

Babamın katı yürekliliğinden içim karardı. Buna rağmen kıza bakmak istedim. Bunda Kayrakbay’ın karısı Katira bana yardım etti. Onun küçük kayınbiraderiydim. Kazak törelerine göre büyük erkek kardeşimin gelinini bana gösterebiliyordu. Gelini görmek için ona korimdik yani hediye vermek lazımdı.

Fırsat bulunca kızın yaşadığı evine girdik. Katira perdeyi açıp gözlerime inanamadım.

Çok güzel zayıf bir kızdı. Büyük bebeğe benziyordu. Bana inanılmaz derecede aydın geldi. Şınar’ın – bu onun adıydı – yaşını bile tahmin etmeye cesaret etmedim. Sekiz mi? On mu? On iki mi yaşındaydı? Üstünde çok yıpranmış ve ona göre büyük olan elbiseye giyinmişti.

Katira, hayret kaldığıma gülüyordu. Fakat gülecek halim yoktu.

Büyüdükçe her şeyi daha iyi anlayıp babamın katı yürekliliği ve açgözlülüğüne daha çok şaşıyordum. Beni komüne neden gönderdi? Bu kızı anne ve babasından alıp neden haksızlık etti? Her gün birbirinden beter ve daha hain fikirler aklına geliyordu.

Bunu bu küçük aydın geline bakarak düşünüyordum. Bidenbire odaya babam girdi. Ona konuşabilmemiz için beraber çıkmamızı söyledim.

-          Ageke, senden büyük ricam var! Burada ‘Kelin’ diye adlandırılan bu bebeği buradan hemen götürmeni istiyorum, diye sertçe söyledim.

Babam cesaretime ve sözlerime şaşarak:

-          Nereye? Neden? Seni anlamıyorum Burkut, dedi.

-          Şınar’ı Öksüzler için evine götürmeni istiyorum. Neden diye soracaksan. Bunu söylememe ne gerek var. Ricamı yerine getirmek istemezsen, evimizden ayrılacağım. Nereye gideceğim soruyorsun? Gideceğim işte. Gideceğim yeri öğrenemezsiniz.

Kararımı değiştirmeye çalışarak bana en tatlı sözlerle hitap ediyordu. Buna rağmen kendisi soluklaşıp kızıyordu.

-          Her şeyi çok iyi mi düşündün, oğlum? Aklın başında değil.

-          Ageke, sözlerini çok iyi hatırlıyorum: ‘Tanrı, soyumuza fazla vermedi. Fakat sebatlılığımız eksik değildi’. Söylediklerimi duydun, ageke. Evde ya ben ya kelin kalacak. Neden soruyorsan, sana cevabım var. Bu zavallı çocuğu yarım pud darı için satın aldığından utanmalısın...

Ne kadar sıkı durmak istediysem de lafımı şaşırıp ağlamsamaya başladım. Ne de olsa kendim hala çocuktum.

-          Öz çocuğuna bu şekilde karıyı almaktan utanmalısın.

Babam, hiddetini zorla boğmaya çalıştı. Ağzı büküp kazanda kaynayan kurt gibi yüzün kasları titriyordu. Göğsünde çaprazladığı kolları özellikle amansız görünüyoru – taş kesilmiş sıkılmış yumrukları sanki hemen vurmaya hazırmış gibiydi. Aniden gevşedi. Çül yönüne eliyle belirsiz şekilde sallayıp:

-          Tamam, defol git.

Burnumun doğrultusunda yürümeye başladım. Arkamdan: ‘Bekle, dur! Sözümü her zaman dinliyordun’, diye söylediğini duydum.

-          Söylediğini duydum, diye ağlayarak cevap verdim, Kızı öksüzler için eve vermek istemiyosan, evinden ayrılacağım, ageke.

-          Ne seni ne onu koyuverirsem? Babamın sesinde yorgunluk vardı.

-          Beni iple mı bağlayacaksın ne? İnatçıyım babam. Ayrılamazsam kendimi Sırdarya’ya atacağım veya asacağım!

-          Bu kızda ne buldun ki...

-          Kızı işkence ediyorsun. Ne de olsa bir insan o...

Babam sustu. Sonra sanki beni baba sevecenliğiyle sarmak istemiş gibi bana ellerini uzattı. İnleyip kendini toparlayabildi ve taş kesildi.

Kötü bakışını hissedince yine auldan çıkışına doğru yürümeye başladım. Evimizden çok uzak olmayan yerde sık sırdarya kamışlık başlıyordu. Kamışlıkta at ve yaya patikaları vardı. Bu ilk baharda nehrin buzları hala çözülüp harekete gelmeden önce bütün kar eridi ve toprak hemen hemen tamamen kuruydu. Dar patikadan Sırdarya’ya doğru yürüyordum. Arkamdan at ayaklarının sesini duyduğum zaman böyle çok mu uzun değil mi yürüdüğümü bilmem. Tabi bu babamdı.

-          Bokojan!, diye en tatlı adımı söyledi.

Cevap vermedim. Önüme geçip attan indi ve yolumu kesti:

-          Hadi oğlum, yeter artık! Eve dönmelisin.

Bu sözlerin çok sıradan sözler olduğuna rağmen babamın sesinde alışılmışın dışındaki sıcaklık duyuldu. Ona aynı sıcaklılıkla döneceğim diye cevap verdim. Yeter ki kızı ricamı yerine getirsin. Babam daha da yumuşak sesiyle:

-          Oğlum bu kadar endişelenmen boşunadır!, diye konuşmaya başladı, Şınar’ın gençliliğine bakma. On dört yaşında artık. Atalarımız ise bir kızın on üç yaşındayken bile yurtanın iyi ev kadını olabildiğini söylüyordu. Daha on yaşındaki kızların koca evine geldiğini görmüş oldum. Önce ev ilerine bakar, sonra karılar olur.

-          Şimdi o zamanlar değil, ageke...

-          Ah, aptal çocuk, diye söyleyen babamın gülümsemiş gibime geldi, Birkaç ay içinde ağabeyin karısı olmadı mı? Ne yapalım şimdi? Onun gitmesine izin verirsek gerçek günah olur!

-          Günah diye bir şey olmaz! Çocuk yurdunda kendini daha iyi hisseder.

-          Ya kendisi gitmek istemezse?

-          Böyle sadece korkudan yapabilir. Korkmazsa onun için daha iyi yere gider – bir yaşındaki deve yavrusu gibi koşar.

Yine de babam sözünde ısrar edip duruyordu.

-          Ageke, kurnazlığa başvurmayalım, diye parladım, Ne de olsa on iki yaşındayım! Bana ‘Daha on yaşındayken kendimden sorumluydum’ diyen sen değil miydin? Ben ise on iki yaşındayım artık. Kendime yemin ettim. Kıza adilane davranmalısın!

Birdenbire babam pes dedi. Babam dalgın dalgın duruyordu. Sonra içini çekip:

-          İstediğin gibi olsun oğlum. Ancak bize kimse gülmesin diye her şeyi doğru yapmalıyız... Kendisi kaçabilmesi için bir fırsat veririz, diye söyledi.

-          Hayır ageke. Böyle olmaz. Karmakçı’ya gitmek istemiyorsan, kendim oraya gidip her şeyi halledeceğim...

Ertesi sabah babamla ben gittik. Babam kendi işleriyle meşguldu. Ben ise çocuk evine gidip yaşlı güleryüzlü müdürüyle tanıştım. Ona her şeyi detaylı olarak anlattım. Omzuma bir saplak indirdi:

-          Ne kadar iyi bir çocuksun. Kelininizi alayım, mutlaka alayım. Çocuklar arasında olacağı zaman çok iyi bir kız olur!

Daha üç gün geçti ve Adambekov – bu müdürün adıydı – evimize gelince kelin Şınar’ı kendi ellerimle arbaya oturttum.

Bu arada şunu söylemek gerek ki çocuk evine gitmeye çok çabuk razı oldu. Beni üzen tek şey – anne ve babamın cimrililiği – bütün elbiselerini aldılar. Şınar, bizden eski yıpranmış elbise içinde ayrıldı.

Bu günlerde de babamın uramızda saklanan bütün tahılı civa aullara dağıttı. Son baharda da tahılı alan her aile buğdayı beş kat daha çok geri vermeli. O sene Sırdarya çok geniş (разливаться) ve buğdayın çok iyi verimi bekleniyordu. Ekecek tahılları da yoktu. Bu zor senede tahıl nerede çıkaracaksın? Babamın sömürücü koşullarına rağmen köylüler, buğdayını seve seve alıyordu.

Yaz geldi. Babam, anneme bizi yola hazırlamasını söyledi. Ani gezileri sevmeyen annem, babama nereye gideceğini sormaya başladı. Fakat babam mutadı üzerine ona bağırdı.

-          Gidiyorsam demek işim var. Sen de sesini çıkarma. Nereye gittiğimi sorsalar, Turgay’ya de

Babam ne bana ne Kayrakbay’ya da bir şey söyledi. Ancak demir yolu istasyonunda Orenburg yönüne gidip Çelkar istasyonunda inecek, İrgiza’ya at arabasıyla ulaşacak, oradan da vatan Turgay’ımıza gideceğimizi öğrendik.

Çelkar istasyonunda İrgiz ve Turgay’ın açlık çekenleri için yiyecek götüren at arabaları bir sıra olarak dizildi. Arabaları arık at ve develer çekiyordu. Sürücüler yanında yürüyordu. Onlara biz de katıldık.

Zor ve neşesizdi bizim seyahatimiz!

Ta sabahtan beri develer hareket edemeyeceği kadar güneş çayır çayır yakmaya başlıyordu. İnsanlarla beraber kuma yatıp böylece güneş batana kadar kalıyordu. Alaca karanlık çökünce kervan ayağa kalkıp ta şafağa kadar ileri yürüyordu. Aç sürücüler düşe kalka yürüyordu. Bir gün için küçük buğday fincanı alıyordu. İşte bütün yemeğiydi. Bundan çorba pişirip yiyordu.

Su eksikti. Etrafında bir tek tatlı göl veya nehir yoktu. Çelkar ile Turgay’ı bağlayan beş yüz kilomtere boyunca sadece iki göle rasladık, ama suyu bulanık, tuzlu ve sıcaktı.

İçimde üzüntü, öfke ve nefret kaynaşıyordu. Bu verimsiz istepte bizi sürmesine ne gerek vardı. Istıraplı sıcaklık, açlık, susuzluğa dayanmamıza ne gerek vardı? Başında ne kötü fikir barınıyordu? Bu seyahatimizin maksadını neden bize anlatmadı?

Düşüncelerimi babama ilettim. Fakat üzüntüm hiç etkilemedi onu. Sürücülerden biraz geride kalarak sonunda düşündüklerini anlattı.

-          Senin nagaşı – annenin erkek kardeşi – güvenilir insanların vasıtasıyla bana Semipalatinsk ve Akmolinsk vilayetinin Kazakları Turgay’ın açlık çeken insanları için hayvanları sürdüğünü bildirdi. Zamanda gelirsek biz de bundan payımızı alırız.

-          Babam! Aç insanların yemeğini almaktan utanmıyor musunuz!? Diye bağırdım.

-          Eh canım, hala küçük çocuksun! Burada utanacak şey ne var ki? Hayvanlar çok, hem aç hem de tok olanlar için yeter.

Burada da konuşmamız bitti. Turgay’a kadar babamla konuşmamaya çalıştım. Nedense Gani Muratbayev’le geçen olayı aklıma geldi. Bana birkaç soru sordu, ben ise ona yalan söyleyemedim. Burada da böyle biri yanıma gelip gözlerime bakar ve sorarsa:

-          Çok mu açsın, oğlum?

Buna ne diyeceğim? Babam ne yapacak?

Turgay’da babamın uzakakrabalırnda kaldık. Turgay Ak-Camiyle karşılanamaz... Ak-Cami ağaç ve taş binaları olan gerçek şehir. Turgay’daki hemen hemen bütün binalar ise aul kış konma yerlerinde gibi kerpiç, alçak düz damlı evler. Turgay’da beş yüz kişilik çocuk evi vardı. Fakat bu zor kış çok az sağ çocuk kaldı. Çoğu açlıktan öldü. Hem şehirde hem de civar köylerinde açlık vardı. Turgay demir yolundan uzak bulunduğu için şiddetli kış günlerinde yiyecek taşıyan at arabaları istep tipilerinden derin kar yığınlarından geçemiyordu.

      Babam geldiği birkaç hafta içinde Turgay’da görünmemeye çalışarak çok sakin hayat sürüyordu. Evden çok seyrek çıkıyordu. Genellikle bütün haberleri Kayrakbay’dan ve kısmen benden öğreniyordu. Bu günlerde beraber çok zaman geçrmemize rağmen Kayrakbay’ı ne kadar az tanıdığıma kanaat getirdim. Önce şakacı, saf adam ve babamın sadık çalışanı olarak geliyordu bana. Hayır, yanıldım. Bu böyle değildi.  Kayrakbay’ın ayırıcı nitelikleri kurnazlıktı. Başka insanların güvenini kazanıp çok kolayca sırlarını öğrenebiliyordu.

      Babam ise Amangeldı’nın arkadaşları ve düşmanları hakkında bilgi topluyor, hangisinin saygı ve itibar gördüğü, hangisinin de sinip sefalet içinde yaşadığını bilmek isityordu...

      Babam giderek Amangeldı’nın düşmanlarının çok iyi yaşadıklarına kanaat getiriyordu. Bazen onlar, arkadaşlarından daha güçlüydü. Fakat çoğu arkadaşı da iyiydi.

      Turgay’da İç savaşında Amangeldı’nın sağ kolu olan Erkin Erjanov, memleketimizde Sarıkopa’da bir komün kurduğunu öğrendik. İçinde yaklaşık elli yoksul aile topladı. Bu sene komün, Sovyetler iktidarından buğday ve darı alıp Sarıkopa’nın kıyılarında ekti. Erkin’in gölden ekinlere arıkları geçirdiği söylendi. Mahsul iyi olacağa benziyordu.

      Kömüncüler, bizim eski toprağımızda hayatını kurarak bizi yani eski sahiplerini sevmiyordu. Hatta Ak-Cami’ye Sırdarya’nın kıyılarından bizi kovmak talebiyle bir kağıt gönderdiler.

      Amangeldı kurnazlıkla tuzağa düşürülüp ne acımasızlıkla öldürüldüğü anlatılıyordu. Yeminli düşmanları ise Turgay ve Orenburg’un sovyet kurumlarına girip rahat rahat çalışıyordu orada.

        Çoğu durumlar bana garip geliyordu. İsyancı müfrezesinde ve Kızıl ordunda savaşan Amangeldı’nın silah arkadaşları, düşmanları, katillerini cezalandırmak amacıyla dilekçe yazıyordu. Fakat dilekçeler cevapsız kaldı. Babam başka önemli bir şey öğrendi. Alaşordın liderlerinden biri olan Ahmet Baytursunov bin dokuz yüz on dokuz yılının son baharında Moskova’ya teslim olup seçkin sovyet çalışanlarıyla Alaşordın’lıların eski hatalarını bağışlamaları konusunda görüşmeler yaptı. Şimdi eski işlerinin cezasını görmüyordu artık. Ahmet Baytursunov, partiye girip Eğitme Halk Komiseri oldu.

      Bu haberlerden sonra babam artık saklanmayıp Turgay’ın sokaklarında açıkça gezmeye başladı. Daima misafirliğe davet ediliyorduk. Halk açlık çektiği halde zengin evlerde hem kımızlı tulum, hem de koyun boldu. Namlı Kazakların siyah bastonları – karatayaklar – her yerde görünüyordu. Bu toplantılarda da dombracı (müzik aleti), şarkıcı ve şakacı-nğketciler vardı. Aralarında bizim Kayrakbay da vardı.

      Birkaç gün sonra   Amolinsk ve Semipalatinsk tarafından Turgay’a kocaman hayvan sürüleri çoğunlukla inek, at ve develeri sürüldüğü bildirildi. Turgay hemen bütün kaymakamlığın sakinleri ile dolduruldu. Burada sanki ganimete uçarak gelen kuzgunlar gibi hem aç hem de tok olanlar vardı. Şehirde herkes için yer yetmedi. Çoğu da nehir kılılarına konuyordu.

      Babm Turgay’da şeneltmeye başladı. Kendisi, Kayrakbay ve benim için atlar aldı. Kendisine çalımlı ve sağlam bir at, Kayrakbay’a arap atı, bana ise uslu üç yaşındaki bir at aldı. Hayvan payını aldı artık. Atlar olmadan da onları nasıl eve süreceksin?

      Doğal ki biz tok olanlar arasındaydık. Babamın ve hemfikirlerinin konuşmalarını dinlerken istemeyerek kurt huylarını farkediyordum. Bir kurt, yavrularını dişleri çıkarır çıkarmaz koyunları çalmaya alıştırır. Babam da gerçek yırtıcı bir vahşi hayvandı. Biz Turgay’a gelince beni kendisinden hiç uzaklaşmıyor, bana sırlarını açıyordu.

      Tok olanlar korkunç bir plan kuruyordu. Aç olanları Sovyetler iktidarine karşı ayaklanmak niyetindeydi. Bu yüzden de hayvanların yoksulların eline geçmemesi için çabalanıyordu. Bunun için hayvanları bütün nahiylerine sürüp devlet makamlarına giren baylara dağıtmaya karar verildi. Bu hayvanların dağtılacağı bayların listesi yapıldı. Babam ve Kayrakbay bu listede Sırdarya tarafından gelen aç olanlar olarak geçiyordu.

      Sürülerin Turgay’ın doğu kıyısına yaklaştığı öğrenilince ‘Açlık çekenler için yardım komitesi’nden sürücülerini karşılamak için büyük kurul gönderildi. Kayrakbay, bu kurula da girdi.

      Kayrakbay’a göre Turgay’a yirmi bir deve, dört yüz kırk iki at, üç yüz altmış iki inek, sekiz yüz on altı koyun dahil olmak üzere bin altı yüz kırk üç baş hayvan sürülecekmiş. Hayvanları sürenler arasında Semipalatinsk tahsilli kodamanlarından biri olan Junısbek Mauıtbayev vardı.

      Bu kadar kesin sayım yapılması boşuna değildi. Herkes kendisine en büyük payı almak istiyordu. Babamla Kayrakbay, onlara onar inek ayrılacağından emindi.

      Az önce Kayrakbay Turgay, atkaminer ve karatayaklarıyla beraber oldukça kurnaz bir plan hazırladı. Bu plana göre sürücüler şehre davet edilmeliydi. Onlar için en şeref konuklar için gibi Turgay’ın kıyılarında toy yani oyun, at yarışı ve farklı eğlenceler yapılacaktı. Şehrin merkezinde geniş meydanda tumturaklı konuşmalarla selam mitingi düzenlenecekti. Bu aralık güvenilir arkadaşlar hayvanları küçük sürülere ayırıp farklı taraflara sürecekti onları.

      Bu planı hayata geçirmek zamanı yaklaşıyordu. Aniden babam endişelenmeye başladı. Mesele şu ki şehirde Erkin Erjanov’a rastlayıp bir tatsızlık çıkmasın diye korkmaya başladı.

      Babam, Erkin de onu tanıdığını öğrendi. Erkin bununla kalmadı ‘tok’lar arasında Amangeldı’ya karşı savaşında yaralanan ve Sırdarya’ya kaçan Aubeu Jautikov olduğunu bildirdi. Erkin hayvanlarla kurnaz işlerine kaymakamlık çalışanlarının da katıldığından şüpheleniyordu. Aç olanları incitirlerse kabahati kendilerine bulsunlar! Babam paylaşma sürecine karışırsa buradan sağ ayrılmayacak.

      Babamın içi daraldı. Epeyce korktu, ama iyi sonucu ummaya devam ediyordu. En sevdiğini: ‘Elip gösterir’, diye söyledi.

      Bu günlerde Erkin’i görebildim. Çok değişmiştir. Daha kaslı, omuzları daha geniş oldu. Yüzü değirmelendi. Önce dudakları üzerinde ince tüyü bile yoktu, şimdi ise güzel uzun bıyığı bırakmıştır. Kemere sarılmış eski asker kaputu içinde, ayaklarında asker çizmelerle, kılıfında tabanca ile genç endamlı bir erkekti. Çok emin görünüyordu.

      Ona yaklaşmaya cesaret edemediğim halde bu adama hayranlık duyuyordum. Ne de olsa ailemin düşmanı olduğunu düşünüp içimde ona garezimi hissediyordum.

      Sonunda sürücüler, Turgay’a geldi. Hemen bir evine götürüldü. Orada kutlama, konuşmalar başladı. Junusbek Mauıtbayev kısa boylu, hafifçe toplu, zengin yün şapka takılmış, üstünde deve yününden kaftan olan bir adamdı. O özellikle belagatliydi. O zaman otuz yaşındaydı.

      Her şey biliyordu. Atalarımızın eski zamanlarda nasıl yaşadığını ve torunlarımızın gelecelte komünizm zamanında nasıl yaşayacağını biliyordu. Eski zamanlarda bolluk içinde yaşıyordu. Komünizmde her şey yani hem hayvan, hem yemek, hem karı, hem de çocuklar ortak olacak.

      Junusbek’in çenesi kuvvetliydı. Herkes onu soluk almadan dinliyordu. Komünizm’in ne olduğunu anlatmaya başladığı zaman zengin bayın geniş evinde akıl almaz gürültü koptu. Junusbek’in sözleri, herkesi bu kadar şaşkına çevirdi ki çoğu galiba buraya sürülen hayvanları unuttu bile. İnanlar, Junusbek’e daha yakın olmaya çalışarak komüniz koşullarındaki hayatın detaylarını sorup durdular. Fakat Junusbek her şeyin ortak olacağını tekrar tekrar söylüyordu.

      Ertesi gün erken sabah şehir meydanına halk akıp gelmeye başladı. Bazı insanların bu kadar korkunç görünüşü vardı ki onlara bakmak bile zordu. üstü başı dökülen, zayıf, ayaklarını sürüyen yoksullar. Zenginlerden kimsesi meydanda görünmedi. Çünkü meydana gitmeyecek, aç olanlar katılmadan hayvanları paylaşacak, gizli olarak nahiyelere sürecekleri üzerine anlaştılar. Bu yüzden babam evde kaldı. Ben ve Kayrakbay ise meydana doğrulduk.

      Kalabalık rahatsız edilen arı kovanı gibi uğulduyordu. Meydan ortasında yüksek iskelesi yapılmıştı. Bir taraftan atlıların grubu geliyordu. Aralarında kaymakamlık kurulu başkanı Alimbetov ve daha önce tanıştığımız Mauıtbayev. Kalabalık bir geçiş yaparak açıldı. Atlılar atlarda inip kalabalıktan geçip podyuma çıktı.

      Çıt çıkmıyordu. Önce Alimbetov söz aldı.

-          Çok konuşmam için doğru zaman değildi, diye başladı, Semipalatinsk ve Akmolinsk vilayetleri Turgay’ın açlık çekenlerine yardım etmek isteğiyle  bize çok sayıda hayvan gönderdi. Hayvanları paylaşmamız lazım. Fakat burada değil, meydanda değil. Burada bölüşürsek her şey karmakarışıklık içinde olur. Adilane davranmalıyız! Bütün hayvanları Turgay kaymakamlığının nahiyelerine dağıtmaya karar verdik. Nahiyeler ise onları herkese dağıtacak. Şu anda:

-          Yanlış söylüyorsun yoldaş! diyen bir ses duyuldu ve podyuma Erkin Erjanov çıktı. Kızıl ordu kasketini salladı.

-          Hayvanları burada bölüşeceğiz. Bu aç insanlar aralarında. Nahiyelere asla sürülemeyecek! Herkes kendi payını evine kendi sürsün! Böyle yapmak daha doğru olur.

-          Evet, doğru, doğru, diye Erkin’i desteklediler.

-          Kesin şunu! diyen gür pürüzlü bir ses duyuldu.

Uğultu kesildi. Alimbetov, Erkin’i Mauıtbayev’le tanıştırmak istedi, ama Erkin buna gülümseyip:

-          İyi anlaşırsak tanışırız. Şimdi ise işimizi bitirmeliyiz...

-          Sözü bu yoldaşa vermek istiyorum...

-          Sonra. İnsanlar tok olacağı zaman on konuşmasını söylesin.

Mauıtbayev:

-          Onları açlık çektiren kimdi? diye söyledi. Erkin’in gidişini beğenmedi.

-          Çar!.. Beyazla!.. Alaşordın’lılar!.., diye bağırdı Erjanov.

-          Onlara takıl işte!

-          Hayır kusur bulup sana ve arkadaşlarına takılırım. Siz hem çar, hem beyazlar, hem de Alaşordın’lıların takipçilerisiniz!..

-          Ben de mi? diye dimdik baktı Erkin’e.

-          Sen de!

-          Sanki ben değil sen devrim kimitesi başkanısın! diye Erkin Erjanov’a seslendi, Sen emir veriyorsun, ben ise sonuçlardan sorumlu olacağım! Böyle mi? Başkan kim o zaman?

-          Sen!.. Ancak sen kuzu postuna bürünmüş kurtsun!.. Amangeldı’yı gizli olarak öldürenler arasında olduğunu biliyoruz...

Meydanda toplanan halk:

-          Evet, doğru! diye bağırmaya başladı.

Sonra ne olduğunu anlamak imkansızdı. Kayrakbay:

-          Oybay, gidelim, diye beni kolumdan çekti. Sadece kıvrak değil korkaktı.

Ayak diremeye çalıştım. Fakat babamın sadık posta adamı beni zorla eve götürdü.

...Ertesi gün Alimbetovla suç ortakları halk hiddetinden kaçtığını öğrendik.

O gece Orenburg’dan Turgay devrim komitesine telgraf geldi: ‘Cangildin komisyonu gelmeden hayvan dağıtmak yasak. Komisyon arabayla gelecek. Asker garnizonu hayvan korumakla görevlendirildi...’

Olaylar bununla bitmedi. Yerli ve gelen baylar gözaltına alınıp cezalandırılacaktı. Babam acilen kaçmaya karar verdi. Hemen gidecektik, ama gündüz kendimize dikkat çekmek istemedik. Babam sabırlılıkla gece bekliyordu.

O gün babama çok uzun geldi. Güneş doğup başucuna çıktı ve orada hareketsiz kaldı. Babam, ayakları altında yer yanıyormuş gibi odada kendini oradan oraya atıyordu. Kötü muslümandı. Namaz okumadı, oruç (uraz) tutmadı. Tanrı omrunda değildi, ama bugün durmadan: ‘Tanrım! Tanrım! Bana yardım et, kurtar beni Allahım.’

Akşama doğru ev sahibi biz çaya çağırdı. Biz semaver etrafına oturur oturmaz odaya kapıyı vurmadan silahlı insanlar girdi. Aralarında Erkin de vardı. Babam soluksuz kesildi, burun kanatları daraldı ve gözleri kül rengi aldı. Kalkacak oldu, ama yapamadı. Biri onu sanki sandalyeye bağlamış gibiydi. Bir şey söyleyecek oldu, ama sesine sahip değildi artık. Erkin:

-          Dur! diye söyledi, Endişelenmen boşuna değil. Seni şimdi öldürmeliydik. Burada. Fakat bu defa dana dokunmam. Senin uğrunda değil. Oğlun Burkut uğrunda.

Babamın yanağından yaş yuvarlandı. Fakat Erkin ona bakmadı bile.

-          Çocuğum, diye bana seslendi, Seni meydanda tanıdım. Hemen hemen yanımda duruyordun. Sana uzun uzun söylemek istediğim şey söyleyeyim. Bin dokuz yüz on altı yılında ağabeyim Erkin asıldığı zaman bir tek sen idamı engellemeye çalıştın. Bir tek sen ağlıyordun. Nurjan babamın elinde olmasına rağmen ağlıyordun. Senin için kan dökmeyeceğim.

Babam, Erkine:

-          Canım, gözlerimin ışığı, karagım! diye elini uzattı. Erkin ise:

-          Vicdanın var mı? Pis elini al benden! Uzak Sırdarya’dan açlık çeken insanları soymaya geldin. Sizi istep kurtları! Birbirini ulumayla buluyorsunuz. Turgay’da ise bir sürü yaptınız. Burada sizin için tuzka kurulduğunu bilmediniz. Sana tekrar diyoyum, oğlun için kan dökmeyeceğim. Sağyken buradan git. Bu gece git.

Onunla beraber gelenlere dönüp:

-          Burada acele acele koşuşmalarda toy (bayram) yapacaktılar. Olmadı ama! Toyları bitti. Hadi gidelim yoldaşlar. Burada yapacak şeyimiz kalmadı.

 

VATANIN GÖÇ YOLLARINDAN GİDERKEN

Hem Sırdarya’nın uzak kıyılarında hem de tozlu Turgay’da zenginleşmeye niyetleyen babam kendisi az kaldı tuzağa düşecekti. Erkin’le konuştuktan sonra ertesi sabah geri yola hazırlanmaya başladı. Şehirde yaşamak hem tehlikeli, hem de anlamsızdı.

            Üç atımızdan birini sattı babam. Yerine de yüklenmesi daha kolay olan deve aldı. Deve Kayrakbay’a verilecekti. Kayrakbay, her zamanki gibi bu konuyla ilgili şaka yapmaya çalıştı. Fakat o sabah babam şaka yapacak durumda değildi. Öfkeli yüzü soluklaştı. Sadece Kayrakbay değil, yaşlı sayın adam babamın yanına varamazdı.  Kayrakbay, ürkütücü boğa karşısında uzaktan kuyruğunu sallayan genç tosun gibi kurtlanmaya başladı. Babama hangi yoldan gideceğimizi sormaya cesaret edemedi bile. Bunu öğrenmemi istedi. Babam ise bana da kızarak:

-          Senin için ne farkı var? Yolunu bilmiyorsun ha.

Küstüğüm halde korkmadım:

-          Söylesen de bileyim!

O da benden kurtulmak için:

-          Önce Sarıkopa gölünün boyuna gidecek, sonra Kızbel caylausundan Aksuat’tan geçecek, Aman-Karagay ormanlarına ve Auliye-Kol aziz gölüne doğrulacak ve oradan Kustanay’a varacağız. Orada trene bineceğiz...

Konuşmamızı Kayrakbay’a ilettim. Vatan istepini göreceği için ne kadar mutlu oldu! Ne kadar da yüzü ışıldadı!

-          Demek Sarıkopa yanında durmayacağız. Çok yazık. Sana bunun hakkında bir şey söylemedi değil mi? Orada bizim kış konma yerimiz – kıstau var. Gölün yanında birkaç gün dinlensek güzel olurdu. Ondan oraya sapmamızı istesek?

Fakat Kayrakbay’a ricaralıyla zaten çok kızgın babamın canını sıkmamayı tavsiye ettim.

            Yola hazırlanmaya başladık.

            Önce yolumuz killi sıkıcı yaylaya yani takıra düştü. Dökülen süt gibi beyaz solonçaklara sık sık rastlıyorduk. Kayrakbay, bana Amangeldı’nın çar ordusunu bu yerde kuran pusuya düşürüp burada da susuz çöl memleketinde onları bozguna uğrattığını anlatıyordu. Bu savaşta da babam yaralanmıştı.

            Takırdan sonra sorguç otu istepi başladı. Sorguç otu rüzgardan ritmik olarak yavaş yavaş sallanıyordu. Buradaki istep Aral denizinin açıklığını andırıyordu. Geçen yaz babamla Aral’a gitmiştik. Balık yelken gemisiyle kıyılardan uzak hemen hemen denizin orasında bulunan Barsa-Kelmes (Gidersen-dönemezsin) adasına gittik. İlk günkü seferimiz çok sakindi. Gemi suyün yüzünde yavaş yavaş sallanıyordu. Kıyıdan uzaklaştığımız zaman beyaz köpüklü dalgalar giderek daha yüksek oluyordu. Biz ya kudurmuşçasına vuran kabaran dalganın sırtında pek hızlı yükseliyor ya deniz sularına dalıyorduk. Zaman zaman batarız, eve dönmeyiz diye düşünüyordum...

            Sorguç otu turgay dalgaları daha yumuşak daha sakindi. Fakat Aral denizinde olduğu gibi kıyı yanında yüksek olmayan ve seyrek olan dalgalar, merkeze doğru daha sık oluyordu. Takırın güneydoğusu ve Sarıkopa’dan ileriye dalarak kendilerimizi sınırsız sorguç otu açıklığında bulduk. Takır yanında kovıl yeleleri rüzgarın kolay esintisi üzerine duyulur duyulmaz bir sesle fısıldaşmaya başlarken burada ise deniz çatlayan dalgaları gibi kaynamaya başladı. Monoton uğultudan ise başım sıkıntı verecek şekilde dönüyordu... Deniz dalgalarının dibinden değerli taşları kaldırdığı ve bazen onları sahile attığını duydum. İşte böyle Turgay’ın rüzgarı da sorguç otu sallayarak otların kokusunu kaldırıp esnek istep havasını misk güzel kokusu ile dolduruyordu. Oypıroy, ne kadar güzelsin, istep!.. Oypıroy, havası ne kadar şifa verici ve tatlı!

            Sarıkopa’nın doğu kıyısı yakınından geçiyorduk. Çok besili olmayan atlarımıza acıyarak pek acele etmiyor, çok sık duruyor ve günün bitimine kadar Kızbel eteğinde caylaudaki kuyunun adından ismini almış Katın-Kazgan yaylasına (urochosche) vardık. Burada göç aulları konalı çok olduğu için toprak gür yeşil otla kaplandı. Kayrakbay’ın endişesi boşunaydı. Babm acele etmiyordu. Bu yerlere uzun zaman içinde hasret çekip biz sormadan caylauda kaldı. Benim ve Kayrakbay’la yağmurlardan sonra yeşil ve sulu otlarda gezerek açıklığı hayran hayran seyrediyordu. Yanında iki gün geçirdiğimiz kuyu bize göre en çekiciydi.

            Babamın anlattığına göre aulumuzun caylauya gelince ilk baharda bu kuyunun yanında doğdum. Bu yüzden şimdi orası beni özellikle çekiyordu. Yerde deve yatıyor, yorgun atlar dinleniyordu. Çantadan yemeğin pişirilmesi için bir kova çıkarıp kulpusuna ipi bağladım ve Kayrakbay’ı kuyuya su içmek için çağırdım.

            Kuyuya giden patika çığır yoktu. İnsanlar burada su içeli çok oldu. İçine bakıp koyu su gördük. Kovayı atıp hemen suyla doldurdu. Su göz yaşı gibi berrak, buz gibi soğuk, bal suyu gibi tatlıydı. Zevkten gözlerimi kapayarak soluk almadan içiyordum. Birdenbire soğuk ve kaygan bir şey dudaklarıma dokundu. Bakıp ölü bir fare gördüm. İğrenmeyerek onu kovadan atıp su içmeye devam ettim. Kayrakbay buna:

-          Bunu nasıl yapırsun? diye şaşırdı. Fakat cevapsız bıraktım sorusunu. Ancak susuzluğu giderince:

-          Anasütü her zaman lezzetli olur. Fare onu bozmaz. Doğru mu?diye söyledim.

Kayrakbay görüşümü kabul etti ve hatta içini çekti.

Katın-Kazgan’ın suyu benim için anasütü gibi her zaman tatlı kalır!

Burada iki gün dinleniyorduk. Erken sabah biz buradan ayrılmak üzerindeyken kuyuyla vedalaşmaya gittim. Güneşin ilk al ışıkları kenarından kayıp etrafındaki kuru katı toprağı aydınlattı. Bu toprak ilk defa bana fesrengi geldi. Birkaç kuru kum topağı parmağımla çıkarıp avucumda ezdim. Bu toprağın kanımı, atalarımın kanını emdiğini düşündüm. Oradan ayrılırken bir kez daha oraya baktım – kırmızımsı ılık tonu hala vardı. Bu toprağımın rengiydi. Ondan ayrılmak zordu!

Vatan toprağımız...

Aynen bunun gibi istep ıssız, sorguç otu bunun gibi gür ve dalgalıydı.  Birdenbire ufukta  tanımadığım mavimsi ojival pervazın silueti göründü. Bana bunun Aman-Karagay olduğunu söyledikleri zaman önce inanamadım. Sonra daha çok yaklaşınca gerçekten orman, çok büyük orman gördüm. Orada ak ağaç ve çam ağaçları vardı. Ne önce ne sonra bu kadar güzel ormanı görmedim. Kıvırcık ak ağaçların gümüşü beyaz gövdeleri güzelliği ve mevzun oluşuyla çam ağaçlarının düz bakır rengi gövdeleriyle yarışıyordu. Ağaçların gölgesine girince  istep tarafından rüzgarla sallanan yaprak ve çam yapraklar içinden sızan güneş ışınlarını hayran hayran seyrediyordum. Sanki yerde benekli parslar yavaş yavaş sine sine yürüyormuş gibiydi. Attan inip çalılıktan içinden geçer geçmez küçük yapraklar altında güzel kokulu, lezzetli, dilini gıdıklayan koyun al ahududu görürsün.

Kıvrıla kıvrıla giden orman yolu, bizi yuvarlak oldukça büyük aydınlık göle götürdü. Bu zamanda hafif beyaz bulutlar göğü kaplıyordu. Bulutlar gölde yansıyıp onu gölgeledi. Bu yüzden suyu koyun ve civa gibi parlak görünüyordu. Babam:

-          İşte bu Auliye-Kol! diye söyledi.

Ben de onun Aman-Karagay ormanının derinliklerinde temiz tatlı suyu olan yedi göl saklandığı, kıyılarında yaklaşık kırk sene önce yerleşen köylü-göçmenlerinin köyleri yayıldığını anlattığını hatırladım. Bundan daha önce ise yedi göllerden birinin kıyısında Jampıhoja adında bir sayın adamın konma yeriydi.

-          Hoca denilen insanlar peygamber Hazreti Muhammed’in torunları sayılır, diye devam ediyordu babam, Jampı adı önce Jan-Muhammed’di. Fakat Kazaklar’ın bu ismi söylemesi zor geldiği için ona kısa olarak Jampı demeye başladılar. Turkestan tarafından Küçük juza’nın hanı Abulhair’e gelip han onu imam yapmıştı. Kazaklar çok kötü müslümandı. O da onlara oruç yani uraza tutmayı ve namaz kılmayı öğretmiş, gelecekten haber vermiş, çocukları okutmuş ve hastaları büyü sözleri tedavi etmişti. Bu yüzden o aziz olarak kabul edilmeye başlayıp göle Auliye-Kol adını verilmişti. Babam:

-          Hani Turgay’da Mambet’i gördük, diye devam ediyordu, Mambetin babası Karahoja Jampı’nın torunu, büyük babamızın yeğeni. Fakat Karahoja çok az biliyordu. Bildiği şeylere gelince sünnet gibi törenler ve zeket ve kuşır camilerde toplanmaydı. Çok akıllı ve belagat değildi, ikram etmek değil ikram edilmekten severdi. Oğlu Mambet babasına pek benzemedi. Çok yetenkli ve becerikli bir çocuktu. Evde okuma-yazma öğrenip okumaya devam etmeye karar vermişti. Troitsk’e işan Zeynula’nın medresesine gönderilmek için elinden geleni yapmıştı. Orada hem eski kadim okuma-yazması hem de yeni jadşı okuma-yazmasını çok iyi öğrenmişti. O kıpçak soyundan gelen o memlekette iyi tanınan bay Jamaşal’ın oğlu Smayl’ın küçük kızı Karagız’la evlenmişti. Karagız o zamanlara göre oldukça yaşlı bir gelindi – yaklaşık otuz yaşındaydı. Mavi çizmeleri giyen zengin erkekler onu almak istemiyordu. Eski çizmleri giyen erkeklere anne ve babası reddediyordu.

Mambet evlendikten sonra Moskova ve Sankt-Peterburg, Buhara ve Hiva, Omsk ve Semipalatinsk’la ilgili büyük ticaret işinde kahya oldu. Mambet zengin oldu, ama Smayl iflas edince ve ortak mal varlığı müzadere tehlikesi altında olduğu için vatanına dönmek zorunda kaldı. Mambet ticaret yapmaya devam ediyordu. Buna ek olarak molla görevini yapmaya başlamıştı. Bin dokuz yüz on altı yılındaki ayaklanma sırasında Amangeldı’ya karşı çıkmıştı. İsyancılar, bizim hayvanlarımızı gibi onun da bütün hayvanlarını götürmüştü. Fakat o sürüleri olmadan bile babamdan daha zengindi. Devrim olmasaydı da çok da zenginleşecekti. Alaş-Orda zamanlarında yine kalkınmaya başlamış ve imam şeçilmişti. İşte o zaman Sovyet iktidarı temellendiği için planları yıkılmıştı.

Babam:

-          Şimdi zavallı başkalarının işlerine karışmaz, evinde saklandı, diye sesli olarak düşünüyordu, Bir tek ümidi kaldı – açlık çekenler için sürülmüş hayvanların bir kısmını benimsemek...

Babam önce çok sık misafirliğimize gelen Mambet’e darıldı. Erkin’in yapmak başladığı işlerden sonra Mambet hemen bizi uyarmadan ortadan kayboldu. İşte şimdi evi yolumuzda olmasına rağmen babam, ona uğramadı. Fakat Auliye-Kol’ün kıyılarında Mambet’i kendisi ve akrabalarını çok defa hatırladı.

-          Aslında hoja mutlaka zengin olmaz, diye konuşuyordu, ama toprağı fazla ise hayvanların sayısını çoğaltmak daha kolay. Aman-Karagay’da ise yüksek sulu otu bulunan yaylak çok. İşte Jampı’nın oğlu Akhoja ve Akhoja’nın oğlu Karahoja yıldan yıla sürülerini daha da artıyordu. Karahoja’nın iki bine kadar atı vardı. Takır-koyan cut yılı gelince çok hayvan öldü. Karahoja’da sadece yüz kadar atı kaldı. Bu yüzden de mollanın mesleğine yani sünnet yapmaya başladı. Mambet de Alaş-Ordı yıkıldıktan sonra bu çok karlı olmayan işle uğraşmaya başladı. Başka ne yapabilirdi ki? Karakız baybişesi ona çocuk doğurmadı. Küçük karısı tokal sadece kızları doğuruyordu. Sadece tedirgin ve edişe verici zamanımızda oğlu oldu. Kızlar ise ailenin desteği değil ki! İşte şimdi yaşlı ve zengin olmayan, o geçinebilmek için babasının mesleğine başladı.

-          Zaten çok sakin olmasına inancım yok, diye ekledi babam, hali vakti yerinde olmak için imkan bulacak.

Aman-Karagay’da bir hafta kadar kaldık. Hem Rus köylerinde hem de Kazak aullarında konuk olduk. İstemeyerek yoluma devam ettim. Babam değil ben kara verebilsem burada bütün yaz kalırdım. Burada her şey vardı – sık orman, temiz tatlı suyu olan göl ve temiz hava. At yelelerine orman meyvası yapışıyordu. Usanç verici sivri sinek ve büveler yok burada. Bu memleketin aulların soğukluk girdiği halde burada yaşamak daha kolay. Semiozernıy’ın Rus köylüleri yardım ediyor. O günler içinde orada açlıktan ölmekte olan bir dilenciye bile rastlamadık...

...Kustanay, Tobol’un yüksek kıyısındaki büyük olmayan bir şehirdi. Ahşap evler arasında iki katlı evlere çok seyrek raslanabiliyordu. Geniş sokaklarda, kayrak kumlarda yüksek olmayan ağaçlar vardı. Babam:

-          Bu şehir yetmiş veya seksen yaşında, diye beni ve Kayrakbay’ı aydınlatıyordu, Kostanay adını kıpçak soyundan gelen soylu adamlar Kangoja ve Balgoja’ın annesinin adından aldı. İkizlerden biri olan Kostan-ay mezarı şehrin kurulduğu yerde bulunuyordu.

Babamın Kustanay’da bir akrabası vardı – zengin bay Mınaydar. Ona ev, mağaza, cami ve medrese yani hemen hemen bütün mahalle aitti.

Kustanay bayları aylaklıktan şişmanlıyordu. Günlerce bira içip kumar kağıdı oynuyordu. Babam da kart oynayanlara katıldı. Bütün o günlerde önce müslüman orucu tutan ve içki içmeyen babamın kafası dumanlıydı. Kartta şanslıydı. Bir çuval para kazandı. Aslında o zamanda paranın değeri çok ucuz sayılıyordu.

Kustanay’dan trenle Çelyabinsk’e, oradan da Kinel’den geçerek evimize vardık...

Bir eğlence olsun değil

Saat ibreleri birbirini kovarak ileri koşuyor

Bir dakika derken – Bir insanın hayatı bitti artık!

Dakikanın kesri bile geri alamazsın!

Bunu büyük Abay söyledi. İşte biz de evimizden sanki dün çıktık. Bir yerde uzun zaman için kalmadığımız halde yaz artık geçti.

Sırdarya’nın kıyılarındaki kış çok geç başlıyor, ama son bahar çek erken başlayıp hemen hemen Aralık’a kadar sürüyor. Bizde yani Turgay’da genel olarak ekin biçilmeye Auğustos’un sonunda veya Eylül’ün ilk günlerinde başlanır. Buradaysa o zamana kadar bütün ekmek artık ambarlarda.

Biz gelince ekin biçme bitmişti artık. Ailemizle yerli aulların sakinleri arasında kavgalar çıktı. Daha önce söylediğim gibi babam ilk baharda çok insana gizli yuvasından tohumluk buğday borç verip son baharda beş altı kat daha çok almayı düşünüyordu. Fakat verecekliler, söz birliği etmişlercesine sadece babamın verdiğini geri verdiler. Bu savaştan önce babam nahiye başkanı olduğu eski zamanlarda olsa her şey başka türlü olurdu. Borçlular, kendileri evimize buğday getirirdi. Aksi halde babam omuzlarına otururdu. Hiç kimseye gık dedirtmezdi. Fakat o günler geçti. Babam ne yapacaktı? Ak-Cami’ye devamlı akıl hocası Aralbayev’a gitti. Çok geçmeden  iki milis adam ve Kazak Laumulin ile geri döndü.

Laumullin kaymakamlık milis kurmay başkanıymış. Yaklaşık otuz yaşındaydı, ama zor biy hayat yaşadığı dış görünüşünden anlaşılıyordu. Ağzında takma dişler parlıyor, sağ ayağı topallıyordu. Sözleri çiğnerek bağırırken çiçekbozuğu esmer yüzü kanlanırdı. Lamullin ne kadar sert tabiatlı olsa, borçlular da korkak takımından değildi. İradelerini kokand halifeleri bile kıramazdı. Yılmadı. Milisler kuvvet kullanmaya çalışınca az kaldı kendileri dövülecekti. Kısacası babam borcunu geri alamadı. Laumullin Ak-Cami’ye eli boş döndü.

İş bununla bitmedi. Babam ve milis tarafından darıltılan insanlar sadece Turkestan Cumhuriyeti yöneticilerine değil Moskova’ya da dilekçe yazdı. Kışın başında Taşkent’ten bir komisyon geldi. Babam napsedildi. Onu ancak Aralbayev kurtarabildi.

Yine kurnazlıkla edinilen bolluk ellerinden kaçtı. Babam müthiş kızdı. Belaya bak ki ailemizde de dirlik düzenlik yoktu. Babam kalım (başlık parası) almak amacıyla kalan iki kız kardeşimi evlendirmeye karar verdi. Annem inat etti. Buna rağmen büyük kızları Berep damadına verildi. Fakat Bulis’in sırasını gelince babam bir şey yapamadı. Annem onu bir kaplan dişi gibi koruyordu. Babam kızını annesinin elinden zorla almaya çalıştı, ama ben ve Tekebay annemiz ve kardeşimizin hararetli savunucusu olduk. İster istemez babam boyun eğmek zorunda kaldı.

“Geçimsizliğin barındığı yerden mutluluk gidiyor”. Eski Kazak atasözünün doğruluğu kendimiz  hissetik. Evimizde dirlik düzenlik yoktu. Kızıyla ilgili olan olaylardan sonra hiç kimse birbiriyle sakin sakin konuşamıyordu.

Han karşısında durup eğildim,

Han dilimi koparmadı.

Halka hak bulmaya gittim

Halk suç bulmadı

Evimde ise hıkmık edip

Evimde köpekten daha kötü yaşıyorum.

Bir akın şunu söyledi:

Karımdan saygı görmem

Kusurlarımı bilir.

Gerçek yüzümü bilen yakınlarım

Beni hiç övmez.

      Bütün yabancı insanlar için ürkütücü görünen babam, artık karısını korkutmuyordu. Sessizliğin uzun yıllarından sonra dili açıldı. Kendini darıltmıyordu. Evimi düşünerken yine bir aul nüktecisinin sözleri aklıma geliyor:

Kuru gübre içinde bir küçük kıvılcım varsa

Onu söndüremezsin

Tam zamanda alevlenir.

      Sözün kısası eski uyuşmazlıklar bir yangın gibi alevlendi. Annem artık hırs, sebatlılık bakımından babamdan aşağı kalmıyordu.

Bu anlaşmazlıklardan sonra babam daha sık evden ayrılmaya başladı. İlk bahar başlamadan önce Taşkent’e gitmek için beni yanına aldı. Çar zamanında İrgiz ve Turgay’da ticaret yapan eski tanıdığımız özbek Balathan’ın evinde kaldık. Bu şehirlerin her birinde hem mağazaları hem de ev ve aileleri vardı. Aslında karı ve mağazaları başka yerlerde de vardı. Balathan’ın eski arkadaşı olan babam az bir zaman önce ona bir karı olarak genç yeğenini verdi. Balathan yetmiş yaşındaydı. Ak saçlı, derisi sölpük, yüzü buruş buruş bir ihtiyar asaya dayanarak çok yavaş yürüyordu ve gözlüğü olmadan hemen hemen hiç bir şey görmüyordu. Babamın yeğenine gelince bu kadar genç ve güzel görünüyordu... Sadece bir defa bize çıktı. Kalan zaman içinde evin kadın bölümünde bulunuyordu. Yaşlı Balathan onu herkesten kıskanıyordu.

      Biz hem burada hem de genel olarak zengin ve tahsilli Kazakların evlerinde bol bol ikram edildik. Çocuk olmama rağmen bu insanları gözleyip konuşmaları dinleyerek çok şey anlamaya başladım. Taşkent’e Alaş-Ordı’nın kaymak tabakası yerleşti. Batı Kazakistan’ın alaşordın’lıların lideri Jıhanşa Dosmuhammetov, doğu kazak lideri Halil Gabasov ve merkez kazak lideri Aydarhan Turlıbayev buradaydı. Sayısı bir kalemde sayılamayacak kadar çoktu. Ünlü yazarlar Magjan Jumabayev ve Jusıpbek Aymautov da buradaydı.

Hayır, onlar zamanını boşuna geçirmiyordu. Taşkent’te yoğun çalışılıyordu. Yerli ‘Beyaz yol’ yerli gazetesinde ve ‘Yıldız’ dergisindeki makale ve şiirlerden konuşmaları duydum. Basmaçları anlatan hikayelere en çok şaşırdım. Pamir ve Tyan-Şan dağlarında saklanıyordu. Onları türk paşası Anuarbek yönetiyordu. Anuarbek’in kışın başında Taşkent’e gizlice gelip buralı miliyetçilerle karşılaştığı fısıldayarak  anlatıldığını duyduğum zaman ürperdim bile.

Yeni tanıdıklarımızdan biri babama dobra dobra:

-          Sel yarıklarında saklanıp rüzgarla sürülerek yaşamak yerine basmaçlara gidersen daha iyi olmaz mı?diye konuştu.

Babam:

-          Bunu nasıl yapabilirim? diye şüphelenmeye başladı.

-          Yeter ki karar ver! Geri kalan zor olmaz. İstersen basmaç ol, istersen Afganistan ve İran sınırından geç.

Babam şüphelenmeye devam ediyordu. Sonra bana:

-          Taşkent’e bütün alaşordalılar gelmedi. Aralarında dayın yok. O da hem kurnazlık hem de zeka bakımından burada toplananlardan geri kalmaz. Neden acaba uzak duruyor?diye söyledi.

Çok geçmeden babam, dayımın Çingistau’dan Orenburg’a taşınıp orada memuriyete başladığını öğrendi. Babam neden böyle olduğunu düşünmeye başladı. Taşkent’lı arkadaşlarıyla vedalaşırken yakında gelip kararını bildireceğini vadetti.

Trende hiç beklenmedik bir sırada:

-          Cusalı istasynunda inip aula git. Herkese Taşkent’te kaldığımı söyle. Ben ise Orenburg’a gidip dayınla görüşeceğim. Bundan kimseye söz etme sakın!

Babam bir ay sonra geri döndü.

-          Yazın buralı zengin aileler Karakumlar’a göç edecek. Çnce onlara katılıp sonra belli etmeden Sazan-bay yolundan gideceğiz. Ak-kol’dan geçerek Turgay’a gideceğiz. Yazın ikinci yarısını bizm Kızbel’de geçireceğiz.

Böyle babam konuşuyordu.

Gözlerimin önünden vatan topraklarım vardı. Onları rüyalarımda gördüm. Gerçekte beni kendine çekiyordu. Fakat babamın ağır hükmü beni üstünde kanca atılan tayı gibi bağlıyordu. Bu yüzden Turgay’a Kızbel’in caylausuna yolculuğumuza sevindim.

Vatan toprak bekle beni. Yakında çok yakında seni yine göreceğim.

TURGAY’IN İLK KOMÜNÜ

İlk baharda Sırdarya’nın Karakumlarına göç eden aullara katıldık. Turkestan toprağını terkedip Turgay’a dönmeye kararımızı gizli tuttuğumuz halde komşular planlarımızı bulmuşlardır. Babam deve ve donatımı aşırı derece özenerek hazırlıyordu. Uzak göç yapmaya karar verdiği belliydi. Karmakçi aulunda hiç bir şey bırakmak istemedi. Ağıl için çitleri bile. Develere sırık, destek ve tezek bile yüklüyordu. Sonra lazım olur diye. Götüremeyeceklerini de ucuza sattı. Diyebiliriz ki açıkça hazırlanıyorduk, ama kimseye niyetlerimizi anlatmıyorduk. Babama:

-          Neden saklambaç oynuyoruz? Komşularımızdan saklanmamız şart mı?, diye sordum.

-          Kapa çeneni!, diye bağırd babam, Yoksa bizi birinin soyacağını mı istiyorsun?

On develik kervanla yola çıktık. Beş-altı konaklama sonra Karakumlar’a vardık. Pelin, buğday otu ile kaplanan susuz geniş istepten geçmeliydik. Daha sık saksaulluk ve dikenli kamışlığa rasltlanmış olduk.  Yolumuzda hemen hemen kuyu yokru. Kuyulara giden keçiyolları sadece burada uzun zaman içinde yaşayan yerliler bilir. Güneş çayır çayır yakıyordu.

Küçük kum tepeleri geride kalınca yine ilk bahar serinliği hissettik. Burada yeterince yem vardı. İki yıl Karakumlar’ın bu tarafına aullar göçmedi. Belki bu yüzden burada bu kadar uzun ve sulu ot yetişebildi. Kum tepelerinden su bakımından da her şey iyiydi. Derin olmayan bir kuyu kazılır kazılmaz hemen suyla dolmaya başlıyordu. Yerlilerin anlattıklarına göre ingin yerlerde istep keçileri ön toynaklarıyla küçük çukurları yapıyor ve dibinde hemen su çıkıyormuş. Bir seferinde bir atın bu suretle kendine su çıkardığını gördüm. Sırdarya’nın kıyılarında zayıflanan hayvanlar otlakalarda yayılıp çabuk tavlanıyordu. Karakumlar’ın ekşi ve tatlı otları Sırdarya’nınkilerden daha besleyici. Karakumlar’da beslenmiş hayvanların eti ve sütü hem daha lezzetli hem de sağlığa daha yararlı. Kaymaklar daha koyu ve tatlı. Kımız daha sarhoş edici.

Bu sene kumlarda çok av hayvanları vardı. Fakat babam avı bırakıp yorulmak nedir bilmeden ileri gidiyordu. Yazın sonuna kadar Turgay istepinin kenarına çıktık. Yakın sırguç denizinin köpüğünün serpintileri gibi ilk sorguç otu güneşte ışıl ışıl parıldıyordu. Tarlakuş ve istep bülbülleri alabildiğince dem çekiyordu. Bizi sanki saygıyla karşılırcasına binlerce kuş derin mavi göğe havalanıp ve orada gözle görülmez onlar ötüyordu. Hava hemen hemen her zaman açıktı. Ancak bir defa kuzeyden beyazımsı bulutlar geldi ve seyrek yağmur yollardaki tozu yatırdı.

Bu yaz Turgay istepinde her zamankinden daha çok tarla sincabı yani zorman vardı. Eskiden onlar avlanıp sürüyordu. Bu yüzden çok seyrek raslanabilirdi. Şimdi ise toprağa çakılmış küçük sütünler gibi yolların boyuna kımıldamadan yükseliyordu. Biz onlara yaklaşınca kuyruğunu bir sallayıp yuvalarına saklanıyordu. Yuvalarından pelin acılığıyla karışık tatlı bir koku geliyordu. Memleketimizde bazı kızların ve delikanlıların şimdiki  şıklık düşkünleri kolonya ve koku parfüm kullandığı gibi o zaman elbise koluna istep sincaplarının kuyruklarını dikiyordu. Bu kokuya jupar denir.

Vatan topraklarımızın güzelliğine hayran hayran bakarak otlayan büyük toykuşlarının sürülerini gözlüyordum. Onlar da artık insanlardan korkmuyordu. Biz yaklaşınca onlar geniş kanatları çırparak kaçıyordu. Zaman zaman bir adma boyuna kadar havalandıktan sonra yine bize yakın yere iniyordu. Eski zamanlarda babam onları gece gündüz avlamaya hazırdı. Şimdi ise onlara dikkat etmedi.

İstepin diğer favorisi turnalar gökte uçuşarak çağırışıyordu.

-          Bak yavrularını uçmaya öğretiyorlar, diye anlatıyordu babam, İstepte bu kadar yüksek uçan başka kuş yok!..

İşte hayvan ve kuşlar bizi böyle karşılaşıyordu. Fakat Turgay insanlarına – aralarında bu kadar çok tanıdığım var - bu zamana kadar rastlamadık.

Beyaz Ak-kol gölünün kıyılarından geçiyorduk. Onun hakkında çok duydum, ama onu ancak şimdi ilk defa gördüm. Kamışlarında çok kuş barınıyordu. Yosunla kaplanan kıyıları yanında ise balık kaynaşıyordu. Bütün bu zenginlikler boşa gidiyordu.

Düz yol bizi gölden Sarıkopa’ya dökülen Kenjaik nehrine götürdü.  Burada her çalıcık, her otun kokusunu bildiğimi geliyordu bana. İlk baharda Kenjaik suyu ile kıyılarını  kaplar, yazın ise mecrasına girer. Gür kıyı otlar içinde tay saklanabilir. Çiçekler ipek dallı halı gibi yayılır. Burada neler neler yok! Güzel kokulu ve tatlı yaban soğan, uzun saplı beyaz çiçekli buıldık... Külde pişirilmiş buıldık soğanı çok lezzetli bir yemek. İlik gibi.

Daha geçen sene Kenjaik etrafındaki toprakaları Erkin’in yaptığı ‘Kıvılcım’ komünü ile tutulduğunu duyduk. Kervanımız Sarıkopa’ya yaklaştığı zaman babam küçük seyyar yurtaları kurmamızı söyleyip kendisi Kenjaik’te ne olduğuna bakmak istedi. Ben de onunla gittim.

Gözlerimize inanmadık. Etrafımızda yüksek gür ekinler yeşilenniyordu. Bu pirinçti. Daha ermedi. Atlarımızı yedeğinde çekerek ekinlerin sınırlarından geçerek yürüyorduk. Ufukta görünen köyden bir atlı yaklaşıyordu. Atlarımıza binip ona gittik. Babam şaşkına döndü. Bu Erkin’di. Kendini tutarak biraz yabansı bile selamlaştılar. Ancak o zaman Erkin, elimi sıcak sıkıp sağlığımı sordu. Babam sanki bir şey hatırlayıp:

-          Yakınların iyi mi? Sen iyi misin? Hayvanların iyi mi?, diye geleneksel selam sözlerini söyledi.

Babamın hesabına utandım. Babmın her zaman en cesur en kuvvetli adamın olduğunu düşünüyordum, ama şimdi Erkin karşısında ne kadar dalkavukluk ediyor, ne kadar hiçten görünüyordu.

Gergin durumu yumuşatmak için yeşil pirinç ekinlerini göstererek:

-          Bu hangi baya ait?, diye sordum.

Erkin sorumu beğendi. Bana gülümseyerek baktı ama cevap vermedi. Babam mahcubiyetini yenip vatan toprağını ne kadar özlediğini anlatmaya başladı.

-          Özellikle o evinde bulunmaya can atıyor, diye beni eliyle işaret etti. Bakışımla bunun gerçekten böyle olduğunu doğruladım. Erkin:

-          Kıscası taşınıyorsunuz, değil mi?, diye dimdik soru sordu, Aulunuz nerede?

-          Şimdi eskisi gibi aulumuz yok... Sadece iki aile – benim ve Kayrakbay’ın. O sel yarığı yanında kaldık... Burada bir aulun olduğunu öğrenince adetlere göre memleketlilerimizi görmeye karar verdik...,

Erkin:

-          Tamam, diye söyledi, kızgın güneş altında kalmayalım. Hadi gidelim, nasıl yaşadığımızı görürsünüz.

Babam bu zoraki daveti bekliyordu. Komüne bakmak çok istiyordu. Birbirimizin yanında gidiyorduk. Erkin, babama hemen hemen dikkat etmeyerek kendisinden, aulundan söz ediyordu.

Bin dokuz yüz on sekiz yılında Erkin Dutov elebaşıyla savaşan Kızıl Ordusu koluna katıldı. Bin dokuz yüz yirmi yılının ilk baharında Sovyet iktidarı düşmanları bozguna uğrattığı zaman vatanına döndü. Yolda Omsk’a uğradı ve kendisi için beklenmedik bir sırada sovyet ve partı çalışanları hazırlama kursuna kayıt edildi. Kurstan sonra Kustanay’dan auluna döndü. Yaklaşık dört sene içinde Turgay toprağı iç savaşın cephesiydi. Yıkıma uğrayıp ıssızlaştı. Çoğu insanlar buradan göç etti ve şimdiyse geri dönmeye başladılar. Küçük göç çiftlikleri savaşın dört sene içinde geriledi. Ancak şimdi barış zamanında insanlar toparlanmaya, ekin ve hayvanları düşünmeye başladılar. Onlara nasılsa yardım etmek ve yeni hayata çağırmak lazımdı. Erkin:

-          İşte bu yüzden burada yerleşmeye karar verip Turgay vilayeti Orenburg’a gittim, diye devam ediyordu. Turgay özerk cumhuriyetinin binasını kurduğunu gördüm diyebilirim. Yapılması gereken bir şey binanın çatıydı. Orenburg’da kalmamı teklif ettiler. Fakat bu tekliften vazgeçtim. Aul arkadaşlarımla beraber kalmaya karar verdim. Böylece vatanıma döndüm. Bin dokuz yüz on sekiz yılının son baharından itibaren komünistim. Sovyet Rusya’nın farklı yerlerinde kolektif çiftliklerinin yani komünlerin kurulduğunu öğrenince bizde de komün kurumya denemeye karar verdim. Aulumun yoksul köylülere, buraya atalarının toprağına göçmüş başka evsiz insanlara akıl danıştım. İşte Sarıkopa’nın kıyısının yanında yerleştik...Turgay’da ilk komün olarak...

Babam, sanki bunu takdir ediyormuşcasına başını sallıyordu. Fakat kıskançlığı ve azgınlığını saklaması zordu.

Erkin, devletin Semiozyornoye’de yaşayan toprak beyi Çuşkin’in hayvanlarının ve mal varlığının parçasını komüne verdiğini anlattı. Komün, yirmi iki sağımlı inek, sekiz damızlık-boğa ve yedi at aldı...

O zaman Erkin’in her kelimesine kulak veren babam öfkesini saklamayarak:

-          Büyük ganimet!, diye homurdandı.

Erkin, fitil sokuyormuş gibi:

-          Daha iki pulluk, mibzer, at arabaları ve başka teçhizatımız var, diye sakin sakin devam ediyordu.

-          Bu da işe yarar!.. Onu bedava aldınız ya!..

Babam içini öyle çekiyordu ki sanki bu onun mülkiyeti komünün mülkiyeti olmuş gibiydi.

-          Demek ki işleriniz düzelmeye yüz tuttu.

Erkin, babama:

-          Evet, diye istemeyerek cevap veriyordu, Sizin Kenjaik hem ekinler hem de köy için uygun bir yer çıktı.

-          Kaç eviniz var?

-          Yetmiş üç. Diyebiliriz ki kırk soydan gelen insanlarımız var. Çok iyi geçiniyorlar ama. Geçen yılın ilk baharında iki desyatina (alan ölçüsü yaklaşık 1,09 hektar) darı, iki desyatina buğdayı, bir desyatina yulaf ektik. Ekinleri Sarıkopa’nın suyu ile suladık. Aldığımız rekolte iyiydi. Yüz ellişer pud (kitle birimi yaklaşık 16,3 kg) darı, seksen pud buğday ve yüz on pud yulaf. Denemek için yaklaşık bir desyatina potates, havuç, salatalık, karpuz ve benzeri ektik. Başardık. İnsanlar memnun kaldı.

Eski zamanlarda burada kendisi buğday ve yulaf eken babam için bunu duymak zor geliyordu. Gölden ekinlere giden sulama kanallarını bile açtı.

İşte konuşarak farketmeden aula  geldik. İki sıra şeklinde bulunan kerpiç evler sokağa benzer bir şey oluşturmuştur. Erkin, sarı kil ile boyalanan düz damlı evin yanında durup kendini eyerden biraz asarak küçük pencereye baktı:

-          Anne!, diye yüksek olmayan sesle bağırdı, Çık buraya, anne, akrabalarımız geldi.

Atlarımızı kapı yanındaki direklere bağılırken evden üstünde eski kehverengi elbise olan bir kadın çıktı. Erkin’in annesi Kazina’yı hemen tanıdım. O çok güzel kadın sayılıyormuş. Annemin babamı ondan kıskanması asılsız değildi. O zamandan beri Kazina yaşlandı, ama buruşuklar yüzünü bozmuyordu. Mevzun oluşu vardı. Temiz ve berrak gözlerine baktım. Bu gözlerinde her şey okumak mümkündü. Şimdi şaşkın şaşkın bakıyordu. Kimsiniz ve nereden geldiniz diye. Erkin, bizi göstererek annesine:

-          Anne, bu insanları tanıyor musun?, diye sordu.

O da şaşkık şakın babama bakıyordu. Sonra kendisini yanağından hızlı çekip:

-          Aman Tanrım, bu Kesir!, diye bağırdı.

-          Evet, Kesirim!, diyen babam, tarafına bir adım attı.

Ona eski takma adını kullanarak seslendi. Kesir Hain demektir. Bu ad sadece arkasından söyleniyordu, ama tabi ki babam, bu aul lakabını çok iyi biliyordu. Babam, yaşlı kadın hiç bozulmadan onur kırıcı lakabını söylediğinden zamanların değiştiğini anladı.

Zamanlar değişmiş, ama insanlar akrabalık geleneklerine sadık kaldı. Yoksa Kazina geleneklere uymayıp babamla bu kadar sıcak selamlaşmazdı. Aullarda eski zamanlarda olduğu gibi ağlayıp sızlamaya başladı. Ancak şimdi o bağırmak yerine alçak sesle bir sözler mırıldanıyordu. Niçin ağlıyordu? Asılmış Nurjan’ı mı hatırladı?

Sonra parmaklarıyla göz yaşlarını silerek bana baktı ve daha çok şaşırdı:

-          Burkutjan sen misin?!

Alnımı öptü.

-          Ne kadar büyümüşsün. Bir delikanlı olmuşsun. Nazar değmesin!

-          Burkut, bekle biraz! Yağlı bir keçim var, onu sizin için kesmek istiyorum. Bütün aileniz yesin. Sana ise şimdi bir rehber vereyim. Gidip ailenizi ve sizinle göç edenleri getirin.

Erkin’e teşekkür ettim. Kendim de: ‘Gerçekten mi bize yakın bir adam olmak istiyor?’, diye düşündüm.

Komündan bir erkekle konakladığımız yere atla gittik. Tepeye çıkıp onların biz yokken ‘Kıvılcım’a yakın bir yerde artık yurta kurduklarını gördüm.

Annem endişelenerek babamı sordu. Erkin’de kaldığını öğrenince şaşırıp üzüldü. Kazina ismini ihtiyatsızca söylediğim zaman hatta kızmaya başladı. Dudakları titremeye başladı, yüzü karardı, gözleri tutuşan kibritler gibi parladı.

Ona Erkin’in selamını ve davetini iletmem boşunaydı. Onu görmek bile istemedi.

-          Babana şunu söyle, diye öfkelenerek söyledi, Orada istediği kadar kalabilir. Hepimiz ise yarın erken sabah Kızbel’e gideceğiz!..

Her şeyi kendim bozduğumu anladım. Annemi razı etmekte yarar yoktu. Hiç konuşmadan ‘Kıvılcım’a geri döndüm.

...Erkin’le babam artık çok çay içmişti ve şimdi kazanda pişirilen keçi eti için bekliyordu. Evde konuşmalardan bir uğultu vardı. Bir bardak ekşi darı suyu içip dışarıya çıktım. Bütün aullarda olduğu gibi küçük sürüleri yapan erkek çocuklara katıldım.

Şu halk özdeyişi duydum;

Kartal yavrusunun gözleri açıklığa çevrilmiştir,

Köpek yavrusunun bakışı ise yemek artığında.

Komün auluna ne gözleriyle baktığımı bilmiyordum, ama başka çocuklarla bütün gördüklerim beni son derece ilgilendiriyordu.

Ben öğle yemeğine çağrılmadan çok evi ziyaret ettim. Şimdilik bay bolluğu yoktu, ama sakinler varlık içinde yaşıyordu. Son bahara büyük ümitleri vardı.

Erkin buralı komün başıydı. Çok gençti. Sadece yirmi iki yaşındaydı. Onun yaşıtı ve bizim akrabamız Tekebay’a gelince kendi başını zor taşıyor. Tabi ki başkaları için bir destek olamaz.

Bir akının şaka ettiği gibi:

Orazdı soyundan gelen on beş yaşında erkek artık,

Togışar soyundan gelen ise yirmi yaşında çocuk.

Erkin, bizim Tekebay’ı ta geride bıraktı.

...Uyandığım zaman odada hiç bir kimsenin olmadığını farkettim. Öğle güneşinin ışıkları pencereden içeri sızıyordu. Giyinip dışarı çıktım. Babam gölgede oturup ihtiyarlarla konuşuyordu. Konuşmalarını engellemek istemedim ve yine aulu gezmeye gittim. Çok geçmeden aul işleriyle meşgul olan Erkin’e rasladım.

-          Demek ki oğlum dün hayatımızı merak ediyordun! Bak, izle. Bize daha gel. Mutlaka gel! Yeni hayat için yol açmaya çalışıyoruz. Bunun için kan döktük. Komünümüza neden bu adı verdiğimizi biliyor musun? Turgay’daki ilk komünün adı. Eski hayatı yok edecek kıvılcım bu. Fakat kıvılcımı söndürmeye çalışan çok insan var. Fakat gücü yetmez.

Evet, diye düşündüm, böyle insanlar var. Babam aralarında.

Auldan ayrılırken babam, bana:

-          Biliyor musun, son baharda Erkin Orenburg’a gitmek niyetinde. Üç sene için. Okumaya. Tahsil derecesi yüksek değil ki, diye söyledi.

-          İyi ki gidecek, değil mi?

-          Çok iyi!

Şimdi babamın gözlerinde bana tanıdık kötü ışıltı gördüm.

-          O Orenburg’dayken, komünü yıkılması için çaba gösteririz.

Bu sözler bana korkunç geldi.

-          Neden böyle konuşuyorsun?

-          Bunu anlamak için daha çok gençsin.

Babamın ‘Kıvılcım’ için ne bela hazırlamaya karar verdiğini tahmin edemiyordum. Fakat onu hiç bir şey durduramadığını anladım. Tehlikeyi önceden sezerek yüreğim oynadı. Yine de düşmanlarını yenen Sovyet iktidarı babamdan daha güçlü. Onu da ezer.

Hayır, böyle olmaz. Çocukluğumdan beri ana toprağından koparılan bir istep otu gibi rüzgar beni yerden yere atoyordu. Bahtımı buldum ama, yine Turgay istepinde köklenen yeşil filiz oldum. İçinde vatan toprağıma aziz sevdanın büyüdüğünü hissediyorum. Erkin’in yaktığı kıvılcım bana bu kadar yakın oldu ki! Beni çocuk kalbimi de yaktı o kıvılcım.

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

SEVGİLİ GELİNİM

(Burkut’un ikinci defterinden)

...Genç hayatla dolu, başkaları gibi bir insanım!

M.Lermontov

‘Bay Orşa’

İNCİ ÇİÇEĞİNİN AÇILMAYAN GONCASI

Katın-Kazgan yani kadınla kazılan anlamına gelen kuyusuna geldik. Burada Kızbel’in doğu eteğinde geçen sene mola gece için kaldık.

Şimdi yazın başlangıcıydı. Yüksek ve gür otlar yeşilliğiyle parlıyordu. Hafif rüzgar onların tatlı kokusunu yayıyordu. Dinlenmeye teklifediyormuş gibiydi. Buradan hiç ayrılmamak istiyordum.

Sayısı çok olmayan deve ve atlararımız sulu otu koparıp koparıp yiyordu. Sonuçda uzun yolda yorulan hayvanlar serbest otlayabiliyordu. Gerçekten de bir deve yere uzanınca ot sırtına kadar yükseliyordu. Zavallı deve! Uzun yoldan ve ağır yükten yoruldu. Bu kadar dinlenmek istiyordu ki yere yatıp uzandı, ama otların tatlı kokusu burun deliklerini gıdıklamaya başladı. Deve, başını kaldırıp hapşırdu. Kalkmadan sulu ot saplarını yemeye başladı.

Anneme sevecenlikle baktım. Vatan hasretiyle yandı, geri dönmeyi beklemekten yoruldu. Şimdi Turgay’ın çok iyi tanıdıği havasını içine çekip istepi sarıyormuş gibi kollarını açtı ve sevinçten sızlayıp ağlamaya başladı.

Ben de kurtulan bir tay gibi ayağı yere değmeyerek koşmaya ve tepinmeye başladım. Yerde yuvarlanıp yine ayağa kalkıyordum. Sonra kuyuya koşuyor, koyu derinliğine bakarak soğuk temiz suyu içiyormuşcasına dudaklarımı kımıldatıyordum.

Başkaları da Turgay’a hayranlık duyuyordu. Ama duygularını daha itidali gösteriyordu. Ağırbaşlı insanlar yaptığı gibi. ‘Evet, çok güzel! Güzel! Burada yaşamak güzel olmalı!’. Bir tek babam en el hareketiyle ne de sözle coşkusunu belli etti. Gözlerini yere indirip önüne bakıyordu. Huzurunu tehdit eden ‘Kıvılcım’  komünü hatırlamış ve şimdi onunla nasıl savaşacağını düşünüyor olmalıydı. Annemin ağlayıp sızmaları ve benim koşuşmalarım,rahat rahat düşünmesine engell oldu.

-          Bağırmasını kes, kalk! Senin köpek yavrusunu senden kimse almıyor ki!, diye öfkelenerek bağırdı.

Annem dakikasında sustu. Korkarak başını kaldırdı. Babam:

-          Yurtaları kurmamız lazım, diye homurdandı.

Herkes işe koyuldu. Çalışmalarımız iyi gitmiyordu. Yurtanın kafesli iskeleti dört yana dağılıyordu. Üstüne birleştirici çemberleri çekmek gerçek işkenceydi.

Bu aralık birçok yaya ve atlı etrafımızı aldı. Aulları Kızbel’in çukurlarında yani sel yarıklarında yerleşmiş olmalıydı. Geçen son bahardan Turgay’daki hayat düzene girmeye başladı. Bu yüzden ilk baharda hemen hemen bütün Turgay’lılar Kızbel’in caylausuna göç etmişti.

Sonunda hemşerilerimizin yardımıyla yurtalarımızı topladık, eşyalarımızı develerden indirdik. Bundan sonra erulikten - onurumuza pişirilen ikramiyet –yedik. Caylau’ya herkesten sonra geldik. Vatanımız ve yakınlarımız, bizi çok iyi karşıladı. Aulumuza giden halkta söylendiği gibi at patikaları at toynaklarından dinlenemiyordu.

Annemin öz kız kardeşi Batsapı bize geldi. Anne ve teyzem birbirine şaşılacak kadar benziyordu. Ancak annem, kız kardeşinden beş yaş daha büyük olduğu halde daha az gösteriyordu. Hüzünle gençliğini anımsıyordu, birbirinin hayatını soruyurdu. Küçük kız kardeşinin yeni buruşuklarından ve ak saçından bu son yıllarda güçlük çektiğini anladı.

Batsapı, küçük erkek çocuğunu da getirdi beraber. Adı Musarıp’tı. O ince yapılı ve zarif bir delikanlıydı. Şık giyiniyordu. Burnu yırtıcı kuşunun gagası gibi olmasaydı çekik yüzü çok sevimli olurdu. Ondan daha büyük ve sağlam olmama rağmen Musarıp daha büyük görünüyordu. Gerçekten de benden dört yaş büyük çıktı. Musarıp, Orenburg’da okuyordu.

Ben çocukken dövüşken ve kavgacıydım. Bize misafirliğe gelen bütün erkek çocukları dövüp ağlatıyordum. İşte bu kadar huysuz karakterin sahibiydim. Bu kadar sakin huyu olmasaydı onun başına aynı bela gelirdi. İçimde ona sempati duymuyordum, ama onunla kavga edebilmem için sebebiyet vermiyordu. Musarıp, sakin huyunu sessiz annesinden tevarüs etti. Halkımızda böyle insanlar hakkında bir deyim var; bu kadar ağızsız ki koyundan ot almaya cesaret edemez. Oğlunun annesine benzemesine rağmen onu dövmek istiyordum bazen. Ne yaparsın ki bana her zaman boyun eğiyordu. Köpek bile altta kalanı olanı ısırmaz.

Musarıp’ın en enteresan özelliği herkese yaranılmak kabiliyetiydi. Ben herhangi önemsiz konuşma sırasında ona nedensiz gülümser gülümsemez hemen karşılık olarak gülümsemeye başlıyor. Yine ciddi bir eda ile ona bakmaya başlayınca o da hemen ciddi oluyor. Yüzünün ifadesini bir dombranın tellerini çalmadan önce akord edildiği gibi ayarlamak ve değiştirmek mümkün.

Musarıp, bana okuduğu kitapların içeriğini anlatmaya başlayınca konuşması yavaş akan nehir gibi oluyor. Şiir söylemekten hoşlanıyor. En çok uzak Orenburg hakkında anlatıyordu bana. Elden geldiğince övüyordu onu, ve bana oraya gidip okumamı inandırmaya çalışıyordu. Sözleri kalbime dokunmuyordu ama.

Batsapı Musarıp’la ayrılır ayrılmaz yurtalarımıza yeni misafirler gelmeye başladı. Böylece Batsapı, yurtamıza akraba ve tanıdıklarımız için yol açtı.

Bir gün evimizin yanında üç kişi durdu. İki hörgüçlü deve üstünde bir kadın vardı, bu deveyi dizininden bir adam tutuyordu. İlk deve arkasından buırşın - genç damızlık deve yavaş yavaş yürüyordu. Üstünde büyük deri çuval taşıyordu deve. Bu çuval içinde kımız karıştırılması için karıştırıcı değnek vardı. Bu küçük kervanın en sonunda kestirilmiş kuyruklu ve yeleli üç yaşındaki toy üstünde yolculuk eden küçük erkek çocuk yürüyordu. Ben istepteyken atlılar dikkatimi çekti. Onlar yaklaşınca onları daha iyi görebildim. Yaşlı esmer tenli kadının büyük vücudu devenin iki hörgücü arasında zar zor sığdı. Yüzü o kadar şişmandı ki sadece gözleri değil burnu da yağ bağladı. Bağlamış başı bir kazan gibi büyük görünüyordu. Deveyi dizgininden götüren adama gelince bu kadar kısa boyluydu ki onu on dört yaşındaki bir çocuk sandım. Fakat gür kıvırcık sakalı yaşanmış yılları belli ediyordu. Kervanın sonunda yürüyen erkek çocuğa bakıp şaşırdım. Yüzüyle kıza benziyordu.

Yurtalarımız yakınlarında durdular. Siyah sakallı bacaksızın biri deveden kolayca atlayıp son umutla bağıran deveyi yere yatırdı. Kadını indirmeye çalıştı, ama başaramadı ve çok geçmeden bunu tek başına yapamayacağını anladı. Yardımcı ararak etrafına bakınmaya başladı. Bu zamanda yanlarına yaklaşarak içimde kısa boylu adamla alay ettiğim halde ataların gelenekelerine göre ona selam verdim.

Bacaksızın adam, bana biraz düşmanca bakarak:

-          Aleykum assalam, diye cevap verdi. Yaşlı kadını deveden indirmesine kimse yardım etmediği için kızıyordu, Kimin oğlusun?

Kendimi tutamayıp:

-          Babamın!, diye söyledim.

-          Babasız çocuklar olur mu hiç? Benimle nasıl konuşuyorsun? Gevezelik etme! Bana yardım et, daha iyisi, kısa boylu adam da yaşlı kadını gösterdi. O zamanda babam yurtadan çıkıp yolculara doğru koştu.

-          Aman Tanrım, bu Kareke kendisi!

Esmer kadın alçak adam sesiyle:

-          Abeke!, diye bağırdı. Yere düşmekten korkarak kımıldanmamaya çalışıyordu.

Babam onu sarıp indirmeye çalıştı, ama o da beceremedi. Yardıma koşan annem ve birkaç adam şişman kadını zar zor indirdi deveden. Hem erkek hem de kadınlar arasında çok şişman insan gördüm, ama bu kadar şişman ve uzun boylu yaşlı kadını hayatımda görmedim!...

Hem o hem kısa boylu adam beni bu kadar şaşırttı ki erkek çocuğun attan inip bize yaklaştığını farketmedim bile. Büyükler birbiriyle gürültüyle selamlaşırken mahcup mahcup uzak duran çocuğa dikkatle bakıyordum. Tabi ya, bu bir kız!.. Yüzünün ince çizgileri, fidan boylu vücudu ve kamçayı sıkan zarif uzun parmaklarına bakarak onun benim yaşıtım veyra benden bir yaş küçük olduğunu düşündüm. Kısacası yaşı bir kazak kız olarak giyinmesini gerektiriyordu. O zaman neden erkek çocuk gibi giyinmiştir?

Annem Kereke’yle selamlaşıp adetlere göre biraz ağladıktan sonra gözlerinden gelen yaşları mendille silerek daha sakin konuşmaya başladı. Sonra yeniyetme kızı görünce:

-          Tanrım! Bu Batesjan! Hadi gel buraya canım!, diye yüksek sesle söyledi.

Tatamen mahcup olan kızı sarıp alnı ve yanaklarından öpmeye başladı. Babam da:

-          Haber ve hayatımızı yurta içinde konuşalım. Buyurun, diye davet etti, Kareke yolda yorulmuş olmalı. Hem de bu gün çok sıcak. Yurtamıza hoş geldiniz.

Kareke, gerçekten de yorulmuş ve hasta görünüyordu. Şişman ayaklarında zor durabiliyordu. Annem ve babam onun iki koluna girerek yurtaya götürdü. Kız arkalarından gitti. Kikım ve Kayrakbay ise develerin yanında kaldı ve Kareke’nin getirdiği yük indiriyordu.

Küçük Kikım kendine önem ve ağırlık katmaya çalışarak ağır ağır yürüyordu. Üstünden ‘İşimi yaptım, geri kalan işe bensiz kendiliğinden yoluna girer’ akıyordu. Yurtaya deveyi götüren Kayrakbay’a:

-          Onlar kim? diye sordum.

-          Geçen sene Turgay’da aziz Jampa’nın Mambet hojayı gördün mü? Demek gördün. İşte o şişman kadın Karakız onun karısı – Baybişe. Sakallı kısa adama gelince Mambet’in öz küçük erkek kardeşi Kikım. Erkek çocuk gibi giyinmiş kız Mambetin ikinci karısının ikinci kızı olmalı. Annen ona Bates diye seslendi. Büyük kızın adı yanılmıyorsam Katima, ev halkı ise ona Kaken der. Unutmadıysam bu kızn adı Batima. Bates daha sık kullanılan adı. Kaken’den bir yaş küçük. Kaken ise senin yaşıtın. Belleğim beni yanıltmıyorsa annesinin adı Janiya. Duydum ki evlerinde Bates’in annesi Janiya değil birinci karısı baybişe Karakız olduğu söylenir. Bunu hatırla ve ağzından kaçırma. Yoksa kızı mahcup eder ve baybişenin gönlünü kırarsın!

-          Tamam, aklımda tutarım bunu! diye söyledim ve yurtalarımıza ayrıldık .

Kazaklar, sayın insanlara misafirliğe gitmeye hazırlanırken geleneklere göte en güzel ve eb iyi kıyafet giyer. Yaz kıyafeti veya kış kıyafeti olsun. Misafirlerimizin takıp takıştırdıklarını farkettim. Kareke kumaş yüzü kumaştan yapılan tilki kürkü giyinmiştir. Kikım’ın üstünde kalın kumaştan çekmen ve ayaklarında keçe çorapları ile kendi yaptığı çizmeler vardı. Kız ince taneli astragandan beyaz kürk giyinmiştir.  Yurtaya girdiğim zaman misafirlerimiz ağır kış giysileri çıkarmış artık. Dibinde biraz kaldırılan koşmadan yurtaya istep temiz havası giriyordu. Misafirlerimizin kırmızı ve alev alev yanan yüzleri normal haline girmeye başladı. Demin kıpkırmızı ve siyah görünen Karakız’ın yüzü koyun ve kuru oldu. Bates soluk görünüyordu. Yanaklarının pembeliği yok oldu. Üsünde kürk manto olmayan Bates şaşılacak kadar zayıf ve kırılgan görünüyordu. Ona bakarak: ‘Kımıldarsa veya eğilirse kırılır’ diye düşünüyordum. Önce boynu uzun boylu vücuduya kıyasla biraz kısa geldi bana. Fakat şimdi boynunun da vücuduna göre normal olduğuna kanaat getirdim. Yuvarlak güzel yüzündeki bir tek kusur buldum – gözleri biraz aşırı çekikti. Fakat şunu itiraf etmek zorundayım ki gözlerini de beğendim. Temiz ve berrak, onlar yeşil yaprakları arasındaki siyah frenküzümü taneleri gibi parlıyordu.

Misafirler beş-altı gün kadar yurtalarımızda kaldı. Onlara alıştım. Karakız sert tabiatlı ve amirane bir kadındı. Ailede kendisini sahibe ve sayın bşr erkek gibi davranıyordu. Sözleri sık sık bir emir gibi geliyordu bana. Bizi iyi tanıyıp zıt etmemelisiniz diye. Kısa boylu Kikım da sağlam ve güçlü bir adam gibi görünmek için çaba harcıyordu. Aularımızda denildiği gibi bir başlıklı çivi gibi değilim diye. O, genç yaşlarından beri atları çalıştırarak alıştırmakla uğraştığını ve onun atları baygada (Kazakistan’da at yarışı) her zaman birincilik kazandığını anlatıyordu. Biraz yalan söylemiş olmalı. Yoksa yarış atlarını anlatırken bu kadar sık Kalisa’yı dile getirmezdi. Kalisa kim diye sordum. Her şey bilen Kayrakbay, Kalisa’nın Kikım’ın karısı olduğunu anlattı. Kalisa ev işlerini kaçırmaya çalışan, Kikım’dan iki kat daha uzun boylu, çok güzel, sülün gibi bir kadınmış. Kayrakbay:

-          Ev sahibi bu kısa boylu adam değil, onun  karısı, diye anlatıyordu bana, Gençken Kikım’la evlenmek istemiyordu, ama ‘aziz’ Jampa görüşünü değiştirdi.Evlenmeden önce çok serbest davranıyordu. Evlenince bile alışıklarından dönmedi. Kikım onu biliyordu, ama boşanırsa bu kadar güzel karısını bir daha bulmayacağından korkuyordu. Bir kokarca gibi azgın, insanları rahat bırakmayan azılı kavgacı Kikım karısı karşısında ürkek kayın tavuğu gibi davranıyor hiç bir zaman sözüne karşı çıkmıyor. Bu Kalisa sadece kocasını değil bütün aul gençliği yönetiyor. Oyuncular sırasında bir sözünü dinlemeyen delikanlı veya kız olmadı hiç. Oyunculara katılan bir delikanlının davranışını hoş görmezse: ‘Hadi gitmeliyiz!’, diye yerinden kalkıp arkasından da bütün kızlar gidiyordu. Kızların Kalisa’ya boyun eğdiklerini bilen erkekler önce kendilerini Kalisa’ya beğendirmeye çalışıyorlar. Kalisa’ya yaranan delikanlıya ise Tanrı kendisi yardım eder. Hoşlandığı kızla Kalisa kadar çabuk ve en iyi şekilde kimse tanıştıramaz delikanlıyı.

Fakat bende en çok Bates ilgi uyandırıyordu. Önce birbirimizden kaçınıyor, mahcup oluyorduk. Yavaş yavaş yakınlaştık.

Önce genellikle susuyordu. Gitmeden önce ama benim en iyi akıl hocası oldu. Bates bir sene içinde evde beslendiğimiz keçi yavrusunu andırıyordu bana. Önce çok ürkek kendisine kimseyi yaklaştırmayan keçi yavrusu en tatlı ev hayvanımız oldu. Onu çağırır çağırmaz hemen koşuyor sana, ıslamaya, tepmeye başlıyor ve somağıyla ellerine girmeye çalışıyordu. Onunla oynamadığımız için bize darılıyordu. Oğlağa içten bağlandım ve hatta sevdim onu. Komşularımızın topal tarzının keçi yavrusunu parçaladığı zaman ne kadar acı çektiğimi çok iyi hatırlıyorum. Birkaç gün bir şey yiyemiyor ve tesellesiz ağlıyordum. Sonunda intikamını almaya karar verdim. Çiğ etine iğne koyup köpeğe verdim. Köpek eti yedikten az zaman sonra öldü. Ölümü korkunçtu. Boğazı kasınıyordu, ama artık bir şey yiyemiyordu. Istırapları görünce benim oğlağın ölümü için öcünü aldığımı anladım.

Bates, o keçi yavrusuna ne kadar benziyordu. Hem kaprisli hem de okşayıcıydı. O beni bir deve yavrusunu dizgininden gibi kendisine çekiyordu. İstediği her şey yapıyordu, ona karşı bir şey söyleyemiyordum. Bir erkek çocuk giyinmiş kızı gördüğüm ilk defa değildi. Sırdarya’nın kıyılarında yaşadığım zaman böyle kıza rasladım. Ona Erekşora adı takıldı. ‘Bugün erkeksen, yarın ne yapacaksın?’, ‘Seni evlendirdiklerse kim olacaksın?’, diye yüksek sesle kibirli ve biraz şıklık düşkünü kıza güldüm.

            Kabalığım kızın gönlünü kırdı. Anne ve babası ailemle kavga etti. Bu yüzden annem ve babam burada Kızbel’in eteğinde karakterimden dolayı Bates’i de kırabileceğimden korkuyordu. İlk önce bizi dikkatle izliyordu, sonra da arkadaşlığmızdan emin olup rahatladı. Beraber oynuyor, beraber Turgay istepinde geziyorduk.

            Gitmeden önce Kareke, ‘kardeş-damat’la beraber anne ve babamı evine davet etti. Böyle davetler daha önce de oldu. Bazen anne ve babamla beraber gidiyor, bazen evde kalıyordum. Bu defa nasıl olacaktı bilmiyordum. Babamla beraber misafirlerimizi uğurlamaya gittim. İstepte vedalaşırken attan inip Bates:

-          Burkut sen de gel, gelmezsen darılacağım!, diye söyledi ve ince parmağıyla salladı.

Ona söz verdim.

Belirlenen zamanda annem, babam, ben, Kayrakbay ve daha beş-altı kişi Mambet hojanın auluna gittik. Kızbel’in batı tarafında, Taskuduk yani Taş Kuyu arazisinde bulunuyordu. Etrafında başka aullar da görünüyordu. Hojanın aulunun yurtaları beyazlığıyla ayrılıyordu başklarından. Başka yurtalarında üzerinde büyük tek hörgüçlü deve gibi yükselenen merkez yurta özellikle güzeldi. Böyle zengin aydın yurtalara günlerimizde çok seyrek rastlanabilir. Bana öyle geldi ki aul civarında çok hayvan otluyordu. Özellikle çok at ve deve vardı. Babam hüzünlü kıskançlıkla:

-          Ne kadar iyi yaşıyorlar insanlar! Aulunun konma yerlerini değiştirmiyor, tarlalarını biliyor... Bizim gibi değil! Buradan oraya göç ediyoruz. Onların hayvanlarına ve bizim hayvanlarımıza bak!, diye içini çekti.

Hojasının aulunun yanında iki atlı bizi karşılamaya çıktı. İkinci atlının kim olduğunu düşünmüyordum, ama birinci şüphesiz Bates geliyordu. Atımı coşturarak babamı ve yoldaşlarını geride bıraktım.

Bunun çocukluk mu başka bir şey mi olduğunu bilmiyorum. Nasıl olsa bir tek Bates’i düşünüyordum. Yanına varıp atımı durdurmadan: ‘Yarışalım!’, diye bağırıp atımı doludizgin sürmeye devam ediyordum. Birazdan geriye bakıp Bates’in arkamdan atını sürdüğünü ve atının  başı atımın kuyruğuna hemen hemen dokunduğunu gördüm.

Kazaklar, ‘kız-kuu’ oyununu çok sever. Oyuna iki atlı kız ve erkek katılır. Erkek kızı yakalamaya çalışır. Oyunla belritilen yere kadar kıza yetişirse onu öpmek hakkını alır. Aksi takdirde erkek atını ani geri çevirir. Kız, arkasından gider. Erkeğe yetişince onu varışa kadaronu kamçılır.

Bates’le bu yarış bana bu oyun gibi geldi. Atım baygada çok defa birinci oluyordu. Babam onu en yakın arkadaşlarından birinden aldı. Atıma serbest koşmaya izin verirsem bu yarışta da birincilik kazanacak. Ne çare ki Bates çok onurlu bir kızdı. Geçenki gelişinde karakterini iyice öğrendim. İstediği gibi olmazsa çok darılabilir.

Önüne geçersem veya kendimi yetiştirmezsem üzülür kızmaya başlar. Tabi ki yenilirsem çok üzülmem. İştebu yüzden atımı tutup atlı kızın önüme geçmesine izin verdim. Geride kalmamak için elimden geldiğini yapıyormuşum gibi yaptım. Böyle verstten çok koştuk. At ayak patırtısından dolayı aul köpekleri havlamaya başladı. Onlardan en atılgan biri atıma saldırıp baldırını ısırmış olamlıydı. Korkutulan at durmadan tepip beni eyerden yere attı. Başımı vurup bayıldım bir saniye için sonra güçlükle kalktım. Başım ağrıyordu, yüzümden kan akıyordu. Aul köpekleri sanki seviniyormuş gibi kulak kabartıp yanımda oturuyordu. Bana yaklaşan Bates’i görünce yüzümü elimle kapattım.

-          Ne oldu?, Bates yanımdaydı. Attan inip yanıma yaklaştı, Neyin var? Gözünü mü yaraladın?

-          Hayır. Gözlerm iyi, yüzümden elimi aldım.

Göğüs cebinden küçük aynayı çıkarıp yüzüme götürdü. Sağ kaşım üzerinde sıyrık vardı. Tanımadığım insanlar yaklaşıp beni rahatlatmaya çalışmaya başladı. Herkesin başına gelebilirdi diye. Başım sağ, kemiklerim yerinde, küçük yara et bağlayacak.

Biri atımı yakaladı. Babam geldi. O memnun değildi, hatta kırgın görünüyordu. Nasıl oldu?! Oğlu, bir delikanlı hemen hemen aulun yanında attan düştü! Olur mu hiç!

-          Hadi oğlum, ata bin, ve bir daha attan düşeyim deme.

Kendim beceriksizliğimden dolayı utancından yere geçmeye hazırdım. Ata binip yavaş yavaş aula gittim. Sonunda büyük beyaz yurtaya vardık. Kareke, birkaç erkek ve kadın bizi karşilamaya çıktı. Nasıl düştüğümü gördü ve şimdi acınır sorularıyla üstüme varıyordu.

-          Zavallı çocuk çok mu yaralandı?

-          Başın çok ağrıyor olmalı.

Bizi yurtaya Kareken davet etti. Demek ev sahibi evde değil diye düşündüm, yoksa o da bizi karşılardı. Ben alçakgönüllülükle herkesin arkasından yürüyordum. Yurtada şeref yerlerinde üç dört aksakal oturuyordu. Sağ köşede yatağın önünde serilen postlerinden örtüde yaşlı büyük başlı bir adam oturuyordu. Yatak kazak kemik (diş) oymacılığıyla süslenmiştir. Alışkanlıkla bu adamı dikkatle izlemeye başladım. Bıyığı kısa kestirilmiş, garip sakalı ise üçe ayrılmıştır. Çıkık gözler sarkık kaşlardan bakıyordu. Büyük burnu, kısa kalın boynu ve iri vücudu vardı. Esmer teni ve keskin yüz çizgileriyle Özbeğe benziyordu. Bu benzerlik kıyafeti yani siyah işlemeli takke, sarı çapan, geniş beyaz pantolonla tamamlıyordu. Babam ve yoldaşları, elini sıktığı zaman büyüklerin izni olmadan eşik yanına oturdum. Babam bunu beğenmedi ve bana yan gözle bakıyordu. Özbeği andıran dev boylu adam, çocukça davranışıma, nezaketsizliğime dikkat etmedi bile. Umrunda değildim galiba. Birazdan bu adamın Mambet hojanın öz kardeşiydi. Konır, bu onun adıydı, yaşı ve karşısında gösterilen saygıya göre ‘aziz’ Jampı’nın torunlarından birincisiydi. Çok az ve yayık yayık konuşuyordu, yavaş sesle. Hep hindi gibi kabarıyor, sert bir tavır takınıyor, yere çakılan kazık gibi kımıldamadan oturuyordu. En şaşılacak şey Konır yetmiş sekiz yaşında olduğu halde simsiyah saçlarında bir ak saçını bile olmaması, iri ve sarı dişleri ise sağlam olmasıydı.

Biz yeni ortama alışınca ve kendimizi serin yurtada iyi hisetmeye başladığımız zaman Mambet geldi. Konır hojanınki olduğu gibi gür sakalını kestirildi, ama önce kısacık olan bıyığını uçları burulabilecek kadar bıraktı. Böyle değişikliklerin sebebi kolayca açıklanabilirdi. Geçen son baharda Turgay’da aylık öğretmenler kurslarını bitirdi ve kıştan itibaren aulunda devlet öğretmen yerini aldı.

Kısa zaman içinde burada herkesle tanışabildim. İlk önce annemin öz kardeşi Janiya’yi tanıdım. Benim yanımda olduğu zaman ona hitap edilerek adını kullanılmıyordu. Bates annesinin burnunda düşmüştü. Bates’in bu hiç benzemediği yabancı siyah kadına anne demesinin inanmışlığına çok şaşırıyordum.

Öğrendiğim başka neydi? Janiya, Bates’ten sonra birkaç defa çocuk doğuruyordu, ama bütün çocukları hala bebekken ölüyordu. Bu zamana kadar dört yaşını dolduran Seil’den başka. Fakat Seil de siyah ihtiyar kadının oğlu sayılıyordu.

Janiya otuz yaşında olduğu halde yaşlı bir kadın gibi görünüyordu. Kocası ondan dokuz yaş büyüktü, ama yanındayken özellikle genç görünüyordu. Bu kadar al yanakları vardı ki onlara dokunulsa hemen kan akacağını geliyordu bana. Bir yoksulun kızı olan Janiya hala on dört yaşındayken Mambet’in yurtasına getirildi. Mambet onun için tam kalım yani kırk yedi baş hayvan ödedi. Fakat kalım’ı veren o değildi. Kendisi gelini almak için gitmiyordu oraya. Bir hoja, atkaminer ve zengin tüccar için bir yoksula gitmek küçük düşürücü bir şey sayılıyordu. Janiya’yı almak için büyük karısını gönderdi. Uzun zaman çocuklar beklendiği evde bir kadın önce oğlu sonra kızını doğuruyorsa demek ki sonunda aileye şans geldi. Buna ek olarak o kadın akıllı ve hamaratsa, ona saygı göstermeye başlıyorlardı. Buna rağmen Janiya’ya bu ailede hiç saygı gösterilmediğini farkettim. Oysa ki o herkesten daha çok çalışıyor, şafakla kalkıyor ve karanlık çökmesine kadar ev işleriyle uğraşıyordu. Zavallı Janiya, aile zenginliğine ne kadar çok emek verdi! Kendisine ise edepli elbise için kazanamadı. Günlük kıyafeti olarak yamalı paçavraları vardı.

Hatta kızı, öz kızı Bates, gerçek annesinin Karakız olduğunu düşünerek ondan kaçınıyordu.

Mambet’in ekonomisini onun verdiği görevle Kikım yönetiyordu. Kikım iş adamıymış. Ücretli işçileri elinde tutup sürülerin otladığına ve arttığına gözleyebiliyordu.

Gerçek yönetici ise Kikım’ın karısı Kalisa çıktı.

İki yurtada yaşamasına rağmen bu bir aileydi. Gıda maddeleri ve ev eşyası her bir yurtada ayrıydı. Kikım ve Kalisa’nın yurtası küçük yurta yani otau sayılıyordu.

Mutat günlerde Kalisa büyük yurtanın hayatına karışmıyordu. Misafirler geldiği zaman ise onlara hep birlikte bakıyordu.

Gelir ortaktı, ama onu eşitçe bölüştürmüyordu. Mambet’in aulundaki hayat başka bir özellikle ayrılıyordu. Bütün zenginliğin bir yurtada biriktirildiği halde bu yurta dağınık ve rahatsızdı. Otau ise bütün renklerle boyalanmış ahşap tası andırıyordu. Her şeyin ayrı yeri vardı ve güzel görünüyordu. Kalisa kendisi temiz ve güzel giyinmişti.

Kazaklar, en soyluların az döl döşünün olduğunu söyler. Kuşlar arasında daha üstün olmayan kuğu ve kartal dişileri ikişer yumurta verir. Hayvanların kraliçesi aslan dişi sadece iki yavru verir. Kalisa’nın da özel bir cinsi olmalıydı. Evliliğinin dokuz senesi içinde bir tek oğlunu doğurdu. Adı Aktay’dı. Beş yaşındaki bir erkek çocuğunu bir şehirliymiş gibi çok güzel giyiyordu. Her zaman onun temiz ve saçının kestirilmiş olması için özen gösteriyordu. Yırtık pırtık kıyafetindeki küçük Seil onun yanında bir kölenin oğlu gibi görünüyordu. Kayrakbay’a:

-          Neden böyle?, diye sordum.

O da, işin ana babalarının çapaçulluğunda olmadığını, bazı Kazak geleneklerinde olduğunu açıkladı. Uzun zaman sabırsızlıkla beklenen oğla kötü söz dokunmasın  diye kötü isim verilir. İyi ki çocuklara köpek başı yani İtbas  veya zengin domuz çobanı – Şoşkabay gibi isimleri verilmez. Çocuğu nazar değmesin diye kötü giydiriyorlar!

Bu gelişimde Bates’i daha iyi tanıdım. Ona ve davranışına dikkatle baktıkça: ‘Kız gibi davranıyor. Neden zavallıcık bu zamana kadar kendisini bir erkek çocuk sanıyor?’, diye daha sık düşünüyor oldum.

İtinalı hareketleri, ruhun derinliğinde saklanan karakteriyle bana inci çiçeği açılmayan goncasını andırıyordu. İnce, nazik, soğukluğa karşı duyarlı bir kız, o gerçekten de açılmayan taçyapraklarını güneş ışıklarına vermeyen bir çiçekti. Yarın nasıl olur? Özenle yetiştirilen geniş taçyaprakları olan, ama gerçek kokusu olmayan bir şehir çiçeği gibi mi çiçeklenir? Onun isteplerimizin güzel kokulu mutevazi büyük olmayan bir çiçek olacağına inanıyorum. Şimdi ise ince çiçeğinin yeni oluşan goncasına ne kadar benziyordu ki!

 

SADIK AŞK (İHANET EDİLEN AŞK)

Biraz konuk kaldıktan sonra eve döndük. Şimdi ama Mambet’in aulundaki küçük kazığa bağlanan bir at gibiydim. Farklı bahanelerle Bates’i ziyaret ediyordum. Kurnaz Kalisa, bizden şüphelendiyse de eskisi gibi birbirimize kardeş gibi davranıyorduk.

Bates’le arkadaşlığımız, demin yaklaşmak istemediğim kaleye – okumaya yaklaştırdı beni. Ak-Cami komününden nefret etmeye başladım. Önce doğruluk ve dürüstlüğün okulda aşıldığını düşünüyordum. Ak-Cami’de Aralbayev ve başka dürüst olacak insanlarla karşılaşınca alçaklığı yeter de artar diye anladım. Dürüstlük kıvılcımı boşuna arıyordum. Gani Muratbayev’i ilk defa görünce benim için gerçek ışık parladı. Fakat kısa süre içinde onun nasıl bir insan olduğunu anlayamadım. Dürüstlüğü ve temziliğine inandım. Bu kadar.

‘Ben ne olacağım? Okumam lazım mı? Çok geç değil mi?’, diye düşünüyordum o günlerde. İyi belleğim vardı. Tole biy hakkında hikaye hatırladım. Bu biy hala dokuz yaşındayken yargılıyrdu insanları. Bizim Abay on üç yaşından itibaren babasına sultan işlerinde yardım ediyordu. Genç insanların ancak erginlik yaşına gelince akıllı olup mesleği seçebildiği sayılır. Bu gerçekse Tole biy ve Abay şairle ne yapalım o zaman? Ünlü Kazak okumuş Çokan Valihanov hala beş yaşındaki Kurleut-Kipçak Jamankula’nın sözlerinden ‘Edige’ şarkısını yazdı!...

Demek ki erginlik yaşına gelmeden de kaderi belirlemek mümkün. Bazen zihinsel gelişim insanın yaşının önüne geçiyor. Kanıtlarını gösterdim artık. Kendimi de büyük insanlardan saymıyorum tabi. Benden büyük adam olacağını düşünmüyordum bile.

Kim olacağım acaba? Bunu sık sık düşünüyordum. Uzun olmayan hayatımdan küçük yaştan beri dolambaçlı yoldan gittiğim belliydi. Bana öyle geliyor ki on yaşındayken gerektiği gibi düşünmeyi öğrendim. O zamandan beri evimizi kurumuş ağacının dalında yapılan kuzgun yuvasına benzetiyordum. Yuva rüzgarda sallanıyordu ve şiddetli fırtına kopsa düşüyor gibi görünüyordu. Zavallı babam bunu çok iyi anlıyor ve her zaman ailesi ve kendisini kurtarmak için çaba harcıyordu. Çıkış bulmayıp kendini oradan oraya atıyordu. Hiç bir şey ummayarak vatan Turgay’a dönüp yerleşti burada. Dayım Jakınbek ona zayıf ümit verdi.

-          Şimdi Rusya’da ‘Yeni Ekonomik Politikase’ – NEP diye bir akım çıktı. Bu zenginlerle yoksulların ekonomi cephesindeki savaşı. Bolşeviklerin önderi zaferinden emin. Ama bunu nereden bilebilir? Tabi ki zafer almayı ümit eder, yoksa savaşa hiç başlamazdı. Fakat biz de savaştan vazgeçmiyoruz. Belki bir çare bulup bolşevikleri yeneriz.

Babam sanki dayının tam bu sözlerini duymak için Sırdarya’dan buraya göç etmiş gibiydi. Bunu babamın Turgay’dan arkadaşlarıyla görüşmesi sırasında anladım. Ben ise ya sadece gözlerime inandığım ya bir şey anlamadığım için ya da gençliğimden dolayı dayımın ümitlerin boş olduğunu düşünüyorum. ‘Köpekdişleri çok büyük’ diye konuşulan Turgay’ın eski bay ve biyler bir tek Erkin Erjanov’dan korkardı. ‘O geliyor’ diye söylenir söylenmez hemen farklı taraflara kaçar ve saklanır!.. Bin dokuz yüz on altı yılındaki ayaklanma zamanından beri yoksul insanların hayatını izliyordum. Şimdi yoksullar daha güçlü oldu. Başka türlü olur mu? Sovyet iktidarı yoksul iktidarı değil mi?.. Sovyet iktidarı silahlı düşmanlar tarafından yıkılmadı, silahsız düşman tarafından yıkılmaz. Büyük çoğunluğa yani emekçilere dayanır. Bu çoğunluk azınlığa - sömürücülere yenilmeyecek. Sömürücülere yenemezlerse ne olacaktı?..

Bilinçli hayatımın başlangıcında böyle düşüncelerim vardı. Fakat bu savaşı düşündükçe sonucunu ve geleceğimi tasarlayamıyordum. Bazen fethedilmez bir doruk karşısında durduğumu ve hiç bir zaman onu fethedemeyeceğimi geliyordu bana. Ne yapsam? Önce hayatımın en önemli dayanağı tahsil olacağını karar verdim. Fakat önce anlattığım gibi okumaya ve öğretmenlere inancım kalmadı. Sonra aulda kalmak istedim. Biraz yaşayayım yani sonra ne olacağı belli olur.

Şimdi ise Bates’le görüşmelerimiz, okumak gerektiğini anladığıma sebep oldu. Siz:

-          Neden, diye soracaksınız.

Bates’le bu kadar iyi dost olduk ki tek başıma kalınca kendime yer bulamıyordum. Fakat ona devamlı gitmek yakışık değildi. Önce bana ne olduğunu anlayamıyordum, ama çevremdekiler her şeyi çok iyi anladı. Dedikodu ve konuşmaları duyuyordum. Onlara dikkat etmeyebilirdim, ama sonunda kötü bir dedikodu çıkabilir.

Ne yapsam acaba.

Cevabı kendiliğinden geldi – okumak!

Şimdi okumaya gitmeye davrandığım okulu anlatmam lazım.

Sayın okurlarımız Kazak istepinde geniş aydınlatmanın başlanmasının İbray Altınsarin’ın ismine bağlı olmasını biliyor olmalıdır. O da burada Turgay istepinde doğdu, buradan Orenburg’a okumaya gitti. İbray eğtim gördükten sonra Rus-Kazak adlandırılan okullar kurmaya başladı. O zaman İbray aulumuza da geldi bir defa. O günlerde babam Abutalip doğmuş. İbray babababamız Jaman’a: ‘Oğlunun doğması onuruna aulda bir okul kurunuz’, diye söylemiş. Büyük babam uyuşkan olmayan bir adamdı. Ne evet, ne hayır söylemiş. İbray’dan sayın insanlara akıl danışmasını istemiş ve onların ne söyleyeceğine göre davranacağını vadetmiş. Onların bu konuda görüşleri bir olursa Altınsarin’in ricasını yerine getirecekmiş. Tanatar adında bir adam şöyle söylemiş:

-          Zengin aul insanları çocuklarını okula vermedi. Bazen Rus memurları yoksul öksüzleri okumaya götürmeyi başarabildi. Okuma-yazma bilmeyen cahil Kazaklar arasında kendisi torunu İrbay’ı Orenburg’a Rus okuluna götüren biy (bay) Baygoja vardı. Aullarda çok insan öfkeden taş kesildi. Biy çocuğunu evlatlıktan çıkarmış ve vaftiz etmiş diye. Şimdi İbray karşımızda. Kendileri onu hiç bir kimse vaftiz etmediğini ve gerçek Kazak olduğunu görüyorsunuz. Biz şimdi neden iyi niyetten vazgeçelim? İbray’ın önerdiği gibi yapalım, bir okul kuralım.

Tanatar’a saygı duyulur, sözlerine değer verilirdi. O zaman İbray’a:

-          Okulu nerede kuralım?, diye sordular.

-          Tanatar’ın aulunda, Sarıkopa’nın kıyısında. Orada en çok sakin var, diye cevap verdi Altınsarin.

Herkes İbray’ın sözlerine katıldı. 1875 yılında Tanatar’ın aulunda yanık tuğladan okul binasının inşa edilmesine başlanmıştır. Bina hemen hemen beş sene içinde inşa ediliyordu. 1880 yılında Orenburg’dan iki öğretmen biri Kazak, diğeri Rus geldi. Babam ilk öğrencileri arasındaydı. Ben babam gibiydim. O çok okumak istemedi ve okuma-yazmadan biraz anlamaya başlayınca okulu bıraktı. Babamdan farklı olarak çoğu öğrenci okulu bitirdi. Yerlerine de yeni öğrenci geldi. Sarıkopa’daki okul çok insanın gözünü açtı, bilgi kaynağına katılmasını sağladı. Okuldan bizim memlekette tahsil görmüş ilk insan çıktı.

Sarıkopa okulu 1916 yılındaki aayaklanmaya kadar çalıştı. Amangeldi’nın isyancılarıyla savaşan çar ordusu, beyaz ordu İç savaş yıllarında okul binasını kışlaya dönüştürüp büsbütün bozdu.

Kesin zaferden sonra Sovyet iktidarı okulların tamirini ele aldı. 1922 yılının yazında Turgay’a göç ettiğimiz zaman Sarıkopa’daki okul binasının tamiri sona eriyordu.  Tamir için kapatılan küçük aul okullarının öğrencileri bu büyük okula geçirilecekti.

Böylece beklenmedik sırada Sarıkopa okuluna düşlerim ve isteklerim bağlı oldu. Bizim Kayrakbay’ın küçük şarkılarından birini hatırladım:

Alatau dağları bulutlarla kaplanmış,

Tepeleri kemer dumanı içinde,

Vedalaşmayalım, her saat selamlaşalım yerine.

Tanatar aulundaki okul her gün, her saat Bates’i görmeme, yanında olmama yardım etti. Okul binası hemen hemen yeniydi. Fakat bu aulda bütün öğrencileri yerleştirmek zordu. Çok öğrenci civar aullarında yerleşmek zorunda kaldı. Ben de yapmaya karar verdim ve Mambet’in aulunda yerleştim.

Bates ilk okulun üç sınıfını bitirdim, bilgilerim aynı seviyedeydi. Bu yüzden dördüncü sınıfa girip aynı okul sırası başına oturduk.

Okul yönetmeni Balkaş Jıdebayev’di. Ondan başka iki öğretmen vardı. Söylendiği gibi her şey çok rahattı. Eğtim çok iyi gitti. Yaşam neşeli ve sevinç doluydu!

Değerli arkadaşım! Gelininizi sevdiğiniz zaman kaç yaşında olduğunuzu bilmiyorum. Bayan-Sulu ve Kozı-Korpeş, Mecnun ile Leyla hakkında destanlarına göre onlar birbirini hemen hemen doğuştan sevdiler. Ya ben? Ben ne zaman sevdim?

Bates’le geçirdiğim günleri düşünerek onu bir kardeş gibi sevdiğime emin değilim. İçimde bir erkeğin bir kıza günah aşkı doğdu. Bana ne olduğunu anlayınca mahcup olup kendimden korkmaya başladım.

Neden böyle, diye soracaksınız.

Bunu açıkça söylemekten utanıyorum, yine de bunu açıklamaya çalışırım. Kurnaz Kayrakbay ve onun aynı derecede kurnaz karısının yurtasında sık sık olup bütün yeniyetmelerin bu kadar sevdiği hayatın ‘alfabesi’ni biliyordum. Bates’le bakışım hiç günahsız değildi. Bütün bu işleri çok iyi bilen Kalisa, işi hemen çaktı. Bir gün onun evinde oturuyordum ve konaşmayı seven Kalisa, beni ayıp imalarla mahcup etmeye başladı.

-          Senin saf bir çocuk olduğunu düşündüm, ama sen tilki gibi kurnaz davranıyorsun...

-          Neden böyle karar verdin, diye kurnaz Kalisa’nın sözünü nereye götüreceğini bilmeyerek yapmacık bir şaşkınlıkla sordum.

-          İlk görüşmelerimizden beri senin görmüş bir oğlan olduğunu farkettim. Şimdi ise bundan eminim.

-          Görmüş mü? Daha açık konuşabilir misin?

-          Bu gün gibi aşikârdır. Senin gibi oğlanlar çok erken olgunlaşıyor. Başkasını da anlıyorum. Olgunlaştın bu belli, ama hala bakir (masum) bir çocuksun. Bu yüzden de niyetlerini yerine getirmeye cesaret edemiyorsun.

-          Bunu nereden çıkardın, Kalisa?

-          Sevgili çocuğum, bir tek senin gözlerin olduğunu, benim gözlerim de olmadığını düşünüyor olmalısın. Gözlerimin önünde ne olduğunu görmeyeyim mi?

-          Gürdüysen, anlat!, diye Kalisa’ya cevap verdim, Aulumuzda benimle aynı yaşta olan çok kız var. Onlarla görüştüğüm zaman şaka yapmayı severim.

Kalisa’nın bunun hakkında konuşacağından emin olarak onu dinlenmeye hazırlanıyorum. O uzaktan başlayıp sanki düşüncelerimi tasdik ediyor gibi ve birdenbire başka tarafa sapıyor:

-          Canım benim, bana öyle geliyor ki bizim Erkejan’ı çok sevdin, diye onun erkek ismini kullanarak Bates’in adını söyleyip güzel kara gözleriyle oynuyor.

Mahcubiyetinden kekeleyerek bunu gerçekten öyle olduğunu söylüyorum, ama kendim Kalisa’nın başka soru soracağını ummuyorum. O zaman ona sadece arkadaş olduğumuzu anlatırım. Fakat kurnaz Kalisa, yaptığım ilmikli kapanlardan kaçınıyor:

-          Bakışın bir şey saklayamaz, diye anlamlı anlamlı söyleyip bir duraklama yapıyor, Fakat canım bu çok erken, çok...

-          Ne erken?, diye soru diktim.

-          Ona bir kız gibi bakmak!

-          Aman tanrım! diye korkarak baba annemin sık söylediği sözleri tekrarladım. Onlar alışkanlık haline geldi.

Kalisa’nın sesi daha sert olup kurnazlığı bir yana atarak:

-          Korkma, oğlum! diye konuşmaya devam ediyor, Ona bir aşık gibi baktığını farke eden bir tek ben değilim. Başkaları da var evde. Örneğin küçük karı tokal Janiya. Bunu sana çok söylemek istedim. Sen dün bir ara vermeden Erkejan’a hayran hayran bakarken tokal bana: ‘Yenge söyle bu oğlana kendini edep dairesinde davransın. Büyükler farkederse onu rezil eder. Evimizde bir gün için kalamaz’, diye fısıldadı.

Belki Janiya gerçekten bu sözleri söylemiş belki Kalisa uydurdu bunu. Tanrı bilir. Fakat gerçeği reddetmeye cesaret edemeyip, mahcup oldum ve ürktüm.

Kalisa, çekingenliğimi hissedince bana cesaret vermek istiyormuş gibi başka türklü konuşmaya başladı:

-          Oğlum bırak Bates’i. Önceden erkek olmak istiyorsan bir çıkış buluruz. Bu çocukla uğraşmakta ne anlam var? Büyük kız kardeşi varken... Yakınlaşmanıza yardım ederim...

-          Kimi konuşuyorsun? diye şaşıyordum.

-          Biz baş başayken sana söyleyebilirim. Kaken, Kakejan. O akranın. Onu razı etmek kolaydır... İster misin?

-          Cehennem olsun! diye kızmaya başlayarak Kalisa’nın otausından çıktım.

Bu konuşmadan sonra benim için Mambet’in ailesinde yaşamak çok zor oldu. Herkesin beni yakından izlediğini, Bates’in tarafına attığım her gözümü yakaladığını düşünmeye başladım. Mahcup olup kendimi nereye saklayacağımı bilmiyordum. Mahcubiyetinden Kikım’ın otau’suna taşınmak zorunda kaldım. Bunu bana Kalisa teklif etti. İyi bir fırsat düştü. Kikım bir iş için Turgay’a gitti ve Kalisa tek başına kalmaktan korkuyordu.

Akşamlardan birinde beni rayında çıkaran o konuşmamıza devam etti.

-          Evet, oğlum. Şimdi Erkejan’a aşık olduğundan eminim. Bana açık söyle. Yaşında da aşık olunabildiğini iyi anlıyorum. Ama sen hayatı görmüşse o hala küçük çocuk. İhtirasın gerçek olabilir, acele etme, tut onu. Bir akının söylediklerini hatırla:

Sabır bir altın külçesi gibi,

Sabırsızlık ise toz, gereksiz çöp,

Beklemesi bilen amacına varır,

Sabırsız olanın nasibi rezalettir.

Çok iyi sözler değil mi? Bunu da hatırlamalısın – Kazakların söylediği gibi bir kız on üç yaşında ev hanımı olur. Bu yaşa çok kalmadı. Bana güven! O buradan uğrlanmadan eğlenmen ve sevinmen için her şey yaparım.

-          Onu mu? Uğurlayacaklar mı?, diye çok üzüldüm, bir anda her şey anladım, Kalisa onun için kalım ödeyen bir adam mı var?

-          Sen duymadın mı?

-          Hayır!.. Aklımın ucundan bile geçmedi...

-          Kazakların gelinlerini hala beşikteyken seçtiklerini bilmiyor muydun? Onun çoktan nişanlıı var. Kim olduğunu mu öğrenmek istiyorsun? Sana söylerim – Sasık adında bir bay.

-          Nereden çıktı o?

Aniden Kalisa önce yaptığı gibi konuşmayı başka yana iterek beni sakinleştirmeye başladı:

-          Burkut her şey istediğin gibi olur. Mikolay çarının zamanı geçti. Şimdi kızlar zorla götürülemez. Yeter ki Erkejan seni beğensin, geri kalan kendiliğinden olur. İhtiyatlı davran ama, sakın niyetlerini gösterme...

Kurnaz Kalisa’nın bu öğüdünü kabul ettim ve daha ihtiyatlı davranmaya başladım. Eğitime daldım. Övünmek gibi olmasın, ama sınıfımızın öğrencilerinden birincisi oldum. Hatta öğretmen hastayken küçük sınıftaki öğrencilere ders anlatmakla görevlendirildim.

Günlerimiz genellikle şöyle geçiyordu. Evde birinci olraka şafakla Mambet kalkardı. Sabah abdesti yapmaya giderdi. Ondan sonra ben kalkardım. Hemen hemen her zaman Kalisa’nın evinde kahvaltı yapardım. Sonra giyinip yurtadan Bates’i karşılamaya çıkardım. Kış günlerinde Tanatar auluna deveyle koşturulan kızakla giderdik. Ona ‘Dur!’ diye söylersen hemen duruyor. ‘Şu!’ bağırırsan yavaş yavaş yürümeye başlıyor. ‘Şok!’ dersen uysalca yere yatıyor. Sakin ve uslu bir hayvan. Samanla sık döşenen geniş kazıkta kayıyoruz. Dik kar yığınında kızak bazen devriliyor ve kara düşüyoruz. O zaman deve sakin sakin yerinde durup biz kızağı normal haline getirinceye ve içine oturuncaya kadar bekliyor.

Aziz aulu ile Tanatar aulu arasındaki beş kilometrelik yol kamışlık buzlanmış gölden geçiyor. Cimri Kikım deveye acıyarak başka çocukları oturtmuyordu kızağa. Bu yalnızlıktan, bu sabah ve akşam gezilerimizden hoşlanıyorduk. O sene göldeki kamış özellikle uzundu. Karşımızdan yaklaşan bir atlı hemen farkedilemezdi.   Bol kırağı ile süslenen kamışın tüylü başları, birbirine eğilip uzaktan beyaz tepeleri andırıyordu. Uzaktan bir deve değil bir yığın kamış yaklaşıyor gibi geliyordu. Böyle giderken ayaz sine sine yaklaşarak yanaklarımızdan ısırıyor. Bates’in soluk yüzü ayazın ısırıklarından istep ilk bahar lalesi gibi al oluyor.

Hayır, ne ben ne o ayazın ısırmalarından korkuyoruz. Yolumuz uzun değil, giysimiz kalın. Devemiz hiç bir zaman yolunu şaşırmıyordu. Sık sık onu serbest bırakıyoruz ve yoldan dar kamışlık patikasına dönüyoruz Ya yarış edercesine koşuyor, ya tepeye çıkıp karda aşağı kayıyor, ya kar yığınına zıplıyoruz. Yorulunca da kızağımızı yetişip birbirimizin yanına oturup kucaklaşarak yüksek sesle şarkı söylüyoruz...

Hatırlıyorum; her zamanki gibi kamış içindeki yoldan eve dönüyoruz. Gün neşe ve sevinçle doluydu. Kış güneşi toprağı ısıtıyordu. Kar biraz eriyip batmaya doğru yine buz bağlayıp biraz sarardı. Deve yavaş yavaş yürüyerek kızağımızı biraz sallıyordu. Yavaşlığından rahatsız olmaya başladık. Yola inip yarış edercesine kar tepesine doğru koşmaya başladık. Ben tepeye birinci çıktım. Geri bakıp Bates’in buzlanmış karda ayağı kayıp düştükten sonra zorla tepeye çıkmaya çalıştığını gördüm. Yardımına koştum, ama kendim kardan kayıp aşağıya yuvarlandım. Yerimizi değiştirdik. Şimdi Bates, tepedeydi ve ben ona doğru çıkıyordum. Ayaz, koşuşmalar ve komik olaydan Bates’in yanakları al rengiydi.

Bates, bana dik tepeden:

-          Tut beni. Yapabilir misin?, diye seslendi.

-          Atla, Batesjan.

O anda elimdeydi. Dudaklarımla dudaklarına dokundum ve birdenbire sıcak yumuşak dilin değmesini hissettim. Öpücükleri tatlı ve sarhoş edici bal gibi içiyorduk. Her şeyi unuttuk ve Tanrı bilir bu ne kadar sürecekti sert alaylı ses bizi korkutmasaydı:

Tebrik ederim! Öpüşleriniz çoğalsın.

Zehirli sözler sivri bıçak gibi çarptı. Ellerimizi açtık ve korkuyla birbirimizden gerileyeverdik. Bates, utancından tıkanarak yüzünü elleriyle kaplayarak kızağı yetişmeye koştu. Kendime hakim olup sitemkarımızı görmek için geri baktım. Bize hızlı rahvan atıyla yetişen erkekte Saudabay’ın oğlu Juman’ı tandım... Küstahça gülümseyerek ellerini eldivenlerinden çıkarınca siyah bıyığını okşayarak:

-          Tebrik ederim seni mırza. Öpüşleriniz çoğalsın!, diye tekrarladı.

Hemen anladım – Juman’ı yenmeye gücüm yetmez. Çarpışmalara sık sık katıldı ve hatta paluan yani pehlivan diye sayılıyordu. Bu daha zayıf biri olsa onu eyerden düşürüp ayaklarımla çiğnerdim.

Güçsüzlüğümün bilincine vararak ve bana yapılan hakaretten öfkelenerek Juman’a bir şey cevap vermeyip Bates’in arkasından gittim. Akıllı deve durdu. Bates buzlanmış küçük toprak tümseklerinden tökezleyerek kazığa yaklaşıyordu. Fakat Juman beni rahat bırakmak istemedi. Atı benimle beraber gidiyordu. Aniden sitemkarım beni çenemden yakaladı.

-          Dur! Konuşmam lazım.

-          Bırak beni!, diye elini ittim.

-          Kime diyorum, dur!

-          Bana neden yapıştın? Senin babana bir şey borçlu muyum?

Juman öfkeden kıpkırmızı kesildi ve kamçıyı kaldırdı:

-          Sen nasıl konuşuyorsun aslanım?, diye söyledi, Seni bir iki kamçılamamı mı istiyorsun ha?

-          Cesaretin varsa vur!

Juman, öfkeyle kamçısını tekrar kaldırdı, ama o anda yılıp yavaş yavaş indirdi onu.  Tabi benden değil babamdan korktu.

-          Tamam, aslanım, bekle, diye dişleri arasından söyledi, seni yakalarım. Bu senin yolundan yılan gibi enine uzanırım. Beni yenmeye gücün varsa bakalım.

Bunu söyleyince atını Tanatar aulunun yönüne çevirip gitti.

Devemiz ise kızağımız ta uzağa çekmiş. Bates hala ona yetişemedi. Ona yetişip kucağıma alıp yüz yüz elli adım attıktan sonra Bates’i özenerek kızağa oturttum.

Deve evine yaklaştığını hissederek daha hızlı yürümeye başladı.

Aula kadar kalan yolda söz bile çıkarmadık. Sonunda eve vardığımız zaman üzgün ve dargın Bates bana bakmadan bile evine gitti. Kikım’ın evinde birtek Kalisa’yı buldum. O tam evden çıkacaktı. Misafirliğe gidecekti. Karanlıkta bana bir şey olduğunu nasıl anlayabildi?

-          Canım, keyfin yerinde değil, sana ne oldu, diye endişelenerek sordu bana.

-          Yok bir şey. Başım ağrıyor, diye belirsiz şekilde cevağp verdim, ama sesimden başkasını anlamak kolay olmalıydı. Kalisa:

-          Neden başın ağırsın ki?, diye bana inanmayark sordu.

Mırıldanmaya devam ediyordum:

-          Derslerim işte. Dün uzun uzun uyumadım. Bugün erken kalktım.

Kalisa, bana inanmış gibi yaptı:

-          Zavallı çocuğum, çok okuyorsun. Başın onu kitap ve defterlerde kaldırmadığın için ağırmaya başladı. Bak zayıflamaya bile başladın. Şöyle yapalım canım. Çok işim var. Sen bu arada akşam yemeğine kadar uyu biraz. Seni kendim uyandıracağım. Uykudan sonra baş ağrın diner.

Bir köşede kalın yumuşak battaniye serdi, yastık verdi ve uyuduğuma emin olup çıktı.

Önce okul derslerinden sonra yatağa yatar yatmaz hemen uyurdum. Bu defa ama kurtasıcı uyku ne kadar onu çağırırsam da bir türlü gelmiyordu. Kalisa’ya geç yattım ve erken kalktım diye yalan söylemedim. Fakat utanç ve öfke azabı çekiyordum. Bütün bunlardan gerçekten başım ağrımaya başladı. Yüzümle yastığa dokununca da yandığımı anladım.

Toparlanmayı alamayarak yatıyordum. Çek geçmeden kapı gıcırdadı ve Kalisa’nın itinalı ayak sesini duydum. Gözlerimi kapayıp, uyuyormuşum gibi yaptım. Kalisa hemen hemen sessizce karanlıkta duruyordu. Sonra soluğuma kulak asarak yavaş sesle: ‘Gerçekten hastalandı, zavallı çocuğum’, diye mırıldadı. Ocaktan gazyağı lambası yaktı, fitilini kıstı. O zaman kürkünü çıkarıp yanıma yaklaştı ve soğuk eliyle sıcak alnımı okşadı. Uyanmışım gibi yaptım. Kalisa endişelenerek:

-          Tanrım, neden seni uyandırdım?, diye yüksek sesle söyledi, Nasılsın? İyi misin, canım?

-          Daha iyiyim, diye düşünmeden cevap verdim, ancak başım hala biraz ağrıyor.

-          Bekle biraz koyu çay içince tam iyi olacaksın.

Ocaktan küçük sarı semaver için sıcak kömür çıkardı.

-          At etiyle böreklerim var. Sanki hasta olacağını önceden biliyormuşum gibi. Semaver olunca sıcak börekler hoşafına gidecek. Ye, iç biraz hemen iyileşirsin.

Kalisa, insanları razı etmesi bilirdi. Akşam yemeğinde onunla beraber oturmak hoştu. Dilinde eriyen kızarmış börekleri yiyerek koyu çayı memnuniyetle yudumluyordu.

Ama ne kadar kurnazdı!

-          Bak, her şey biliyorum, diye piyaleyi bırakarak birdenbire söyledi.

-          Ne biliyorsun?, diye endişelenmeye başlayarak sordum.

-          Juman bana her şey anlattı, canım.

-          Juman?!, diye kalbimin oynadığını hissetti.

Kalisa:

-          Korktuğuna bir bak, diye gözlerime bakarak gülümsedi, Gönül ilerinde sana yardımcı olmaya söz vermedim mi? Bekle, acele etme diye söylemedim mi sana? Tuttun acele ettin. Şimdi yapacak şeyimiz yok. Böyle odluysa metin ol, canım. Pulat gibi katı ol. Beraber düşünelim. Yangının çıkmaması için ne yapmamız gerektiğini düşünelim.

Şaşkınlığımı saklayamadım. Oysa ki Kalisa:

-          Bizim Erkejan’ın başka birine verileceğini sana söylemedim mi? Var böyle adam. Hatırlıyor musun? İşte o Juman nişanlısının babasının yeğeni. Şimdi anlıyor musun? Bu yüzden Juman, kızı kendisinin geleni gibi koruyor. Özellikle senden. Senin geçen sene onun evinde sık sık olduğunu bilmeyen yok. Şimdi ise sen burada yaşamaya ve okumaya başlayınca herkesçe konuşuluyorsunuz sen ve Bates. Güvenilir insanlardan Bates’in nişanlısının babasının Juman’a: ‘Gözüm ve kulağım ol’ diye söylediğini duydum. Juman’ın karısı Biken her zaman bize uğramaya çalışıyor. Bir iş için ve işsiz. Onlar bana: ‘Sen onları yakınlaştırıyorsun!’, diye ima ediyor. Suç izlerini yok edemezsin. Juman sizi yakaladıysa sonra ne olacağını biliyorum. Biken bana rastlayınca: ‘Bak ne yaptın, onları yakınlaştırmaya çalışan sen değil miydin?’ diye söyler. Onları nasıl susturalım? Rezaletten nasıl kaçınalım? Bütün istepine dedikodu yayacaklar. Bütün aullarda fişek atacaklar.

Kalisa abartıyor diye geldi bana.

-          Ne çocuksun hala! Anlamıyor musun?, diye çattı bana, Bu dedikodu durduramazsın. Hem evine hem de Koja-atı’nın ailesine girer. Ne kadar güçlük çekeceksiniz.

Yine Kalisa’nın Juman ve dedikodulara abartılı anlam verdiğini düşündüm. Fakat o adım adım bana onun haklı olduğunu razı ediyordu:

-          Geçen yıl çok zor bir yıldı. Domuz yılıydı. Bunu biliyorsun. İstepe cut ve açlık geldi. Hayvan kırımı. Baban yıkıma uğradı. Bu ev de yıkıma uğradı. Söylendiği gibi elimizde sadece dizgin takımıyla kaldık. Bir tek Sasığa dokunmadı cut. Koja-ata, ondan yardım istedi. Sasık da ona bir sürü at sürdü. İşler düzelmeye başlayınca atları Sasıkbay’a geri vermek istediler. O da:

-           İdare ederim, geri vermeyin, diye cevap verdi, Sizin küçük kızınızın büyüdüğünü duydum. Kırk yedi hayvan başa verilecekmiş. Bu gelin için tam kalım. Benim de oğlum var. Onlara nişanlılar diye söyleyelim. Hayır duasını verelim mi?

Kalisa’nın hikayesinden Molda-ata’nın razı olduğunu ve son baharda sözleşmenin yapıldığını anladım. Sasık’ın at sürüsü ekonomileri için çok yardım etti. Ondan evdeki bütün şimdiki zenginlik başladı. Molda-ata ile Sasık çok iyi arkadaş oldu.

-          Oğlum şunu anlamalısın ki çok insan Sasık’ı azarlıyor. Ne olmuş öyleyse? Eski adetlere sadık kalan insanlar onun kötü bir adam olduğuna bakar mı? Çocuklarının gönül işlerini halletmek kutsal bir iş sayılır. Ancak Sovyet iktidarı başka düzenleri yapmaya çalışır. Yoksa hiç engelleri kalmazdı. Fakat şimdilik adetler daha güçlü. İktidar kalım, çok karılık, kızların genç yaşta evlendirilmesini yasak etti. Belki gelecekte öyle olur. Kim bilir. Amam şimdi bu kanunlara kim baş eğilir? Her şey eskisi gibi kaldı. Hem kalım verilir, hem kızlar zorla evlendirildiği zaman ağlıyor, hem de yaşlı bayların karılarının sayısı bir elde parmaklardan daha çok.

Tabi ki Kalisa doğru söylüyordu. Ama neden bunu bana bu kadar ayrıntılı anlatıyordu? Bütün bunları daha önce biliyordum.

-          Eh, Kaleke! Ne yapmam lazım söylersen daha iyisi.

Kurnaz Kalisa teyze bana rahat rahat baktı.

-          Ne yapman lazım neden soruyorsun? Önce Juman’ı sakinleştirmek, onu susturmak lazım.

-          Ama nasıl yaparız bunu, Kalisa?

-          Çok kolay. Ona küçük hediye yapmak lazım.

-          Onu kabul eder mi?

-          Tabi kabul eder. Tay postu için bir zengin adamı öz kız kardeşiyle tanıştı, birbirine yaklaştırdı. Kız kardeşi de Erkejan’dan daha değerli.

-          Onu neyle yağlayayım?

 Kalisa’nın bütün ne kadar iyi niyetli oluşunu anladım artık. Bununla beraber ağabeyim Tekebay’ın bazı marifetleriyle Juman’a benzediğini hatırladım.

-          Bir tavsiye eder misin?

-          Bir çaresini düşünür buluruz. Sana bir tavsiyem var. Fakat şunu bilmelisin: hediye ile ağzını kapayacaksın. Susacak. Geri kalanı kendin düşünmelisin. Bates ev hanımı oluncaya kadar bekle. Hala bir çocuk o, sen de çok gençsin. Kendine bir bak Burkut. Bekle bşraz canım, sabırlı ol.

-          Oybo-o-oy, Kalisa!, diye o'sunu uzatarak ismini söyledim, Ne kadar uzun bir hikaye!..

-          Git daha kısasını bul, diye şaka etti Kalisa, Ama önce şunu bilmelisin – Juman’ın ağzını kapamalıyız. Yoksa sıkıntı çekeceksiniz. O kötü ve ağzı gevşek bir adam. Her yerde gördüklerini anlatacak. Bir de yalan söyleyebilir. Söylemeyeceği kalmaz! Bu evde ne yaşayabilir ne de ona yaklaşayabilirsin. Bunu düşündün mü? Ve en önemli Bates’e ne olacak? Sen erkeksin, şöhretinin kötü olma sından korkmayabilirsin. Ona gelince bütün hayatını mahvedebilir. Bir gelinin auluna siyah eşeğe ters oturtup eline yanan öksüyü verip geri nasıl gönderildiğini hiç duymadın mı? Bunu düşündün mü?

Bates’e bu kadar acıdım ki az kaldı ağlaıyordum.

-          Kalisa teyzem ne yapmam gerek söyle. Juman’la konuş.

Kalisa, onunla konuşacağına söz verdi.

Sabah Bates’i ateş bastığını öğrendim. Dünkü olayı için çok üzülüyordu.

Kalisa’ya gelince vaadini yerine getirdi. Juman susacağına söz verdi. Buna benden üç yaşındaki tay istedi. Baba auluna gidecektim ve ilk baharda caylau’ya göç başladığı zaman buraya Juman için tayla dönecektim. Tabi ki aulun sakinlerine tayı ona satıyorum diye söyleyecektim. Kalisa’ya:

-          Tamam öyle olsun, diye söyledim, Fakat bana şunu açıkla – neden auldan şimdi ayrılmalıyım? Senden ve Juman’dan başka kimse hiç bir şey bilmiyorsa.

Kalisa, biraz sinirlenerek bana bakıp bana acıyorcasına:

-          Ah, oğlum, oğlum! Hiç bir şey anlamıyorsun. Tehlikeli kıvılcımı söndürmeye zor başarabildik. Buna rağmen duygularını artık saklayamazsın. Gözlerin önünde sürekli olarak Bates olacak. Dün ne yaptığını kendin hala anlamıyorsun. Çocuk olma. Sırrın sadece senin kalabilmesi için git buradan. Okul bekleyecek. Derse gidiyor veya gitmiyorsan bu kimseyi ilgilendirmez. Juman’la her şey halletmemi kendin istedin. Sen de sözleşmemizi yerine getirmelisin. Burada görünme bakalım.

Ertesi gün Kikım beni auluma götürdü.

Hemen çok soru soruldum. Neden döndün, Burkut?  Kurumlanarak şöyle cevap veriyordum; yılın sonuna kadar bu okulda yeni bir şey öğrenebilmemi sağlayabilen dersin olmayacağını anlatıyorum.

            Gerçekte aklımda bir tek Bates vardı. Onu sonuna kadar görmeyecek miyim? Bu uzun ayrılığa nasıl dayanacağım? Dudaklarının tadını, gözlerindeki kanağan ışıltı hatırlıyordum. Sevimli Erkejan! Bir halk şarkısında söylendiği gibi;

            Beni neyle büyüledin?

Neyle gönlümü fethettin?

            Bates’i düşünerek bu satırları gerçekte ve rüyada tekrarlıyordum. Her geçen günle onu daha çok görmek istiyordum. Her geçen günle aşkım artıyordu. Aşkım da babamla ilişkilerimize nifak soktu. Bütün bunlar kendime affedemediğim düşüncesizce davranışla sonladı.

            Ben baba auluna döneli az zaman geçti. Kar eriyordu, dereler akmaya başladı, istepe ilk bahar sıcağı geldi. Evdekilerime mutlaka Tanatar auluna, okula gitmem gerektiğini söyledim. Koyu boz tay seçtim. Tay besili ve oldukça büyüktü. Beş yaşı gösteriyordu, ama gerçekte üç yaşındaydı. Babam da gitmeme izin vermek istemedi. Kararlı biçimde bana bu atı vermeyeceğini söyledi. Babamla uzun uzun kavga ettim, ama boşunaydı. O zaman yasağına bakmadan gitmeye karar verdim. Bir gün giyinip atlara çıktım. Tayımın ön ayaklarında zincirler vardı. Beklenmedik sırada babamla yüz yüze geldik.

-          Tayımı kim zincirlere bağlamış?

-          Ben, diye ağır kızgın bakışla baktı bana babam, Ben ev sahibiyim. Pis karanlık işler için atlarım yok.

-          Ne konuşuyorsun babam? Anlamıyorum seni.

-          Hiç bir şey duymadığımı mı düşünüyorsun? Bana daha yaklaştı. Soğuk öfkeli gözleriyle bana delici bir bakış fırlattı.

Artık babamın her şeyin haberi olduğunu anlamaya başladım. Ne olur ne olmaz diye:

-          Ne hakkında duydun babam?, diye sordum.

-          Bana doğru söyle. Okulu neden bıraktın?

Yalan söylememde yarar yoktu. Nereden öğrendiğini düşünerek yüksek sesle anlamsızca sorusunu tekrarladım:

-          Okulu neden bıraktım?

Babam bana daha sakin ve yumuşak gözleriyle baktı.

-          Bu senin karanlık işlerini bırak, oğlum. Bunun sonu kötü olacak.

-          Karanlık işler mi? Kötü bir şey yapmıyorum ki.

Açık açık babamın gözlerine baktım.

-          Oğlum benim, hiç bir şey anlamıyor muyum? Sana serbest bir kız bulamayacak mıyız? Sen kalımın verildiği başka birinin gelinine bulaştın.

-          Kalım mı, gelin mi... Ne gelini, babam, diye direnmeye devam ediyordum.

-          Çekişme, Burkut. Babanla tartışma. Sen şunu anla göç ettikten sonra yeni hayata başlamak üzereyiz. Gücümüz az. Sasık gibi baylarla savaşamayız.

Babam artık beni razı etmeye çalışıyordu. Sesinde tehdit edici notalar yoktu artık. Buna rağmen kabul edemiyordum, kabul etmek istemiyordum söylediklerinin. Doğuştan inatçılığım ve Bates’i görmek isteğim yendi.

-          Merak etme, babam, diye sözüne karıştım, daha iyisi inan bana. Okulda bir işim var. Süründen bir at almak hakkım yok mu?

-          Bu karanlık bir iş değilse bütün sürü alabilirsin!

Babam yine parladı.

-          Bana şunu söyle, atı veriyor musun vermiyor musun?

-          Hayır, vermem, vermen, diye öfkelenerek bağırdı babam.

Görüşünü yine değiştirtmeye çalıştım, ama boşunaydı. Her şey sezdi. Saudabay oğlu Juman için hayvan toplanıp beslemiyordum. İstediğin gibi olmaz.

Babam da yüzünde kararlı bir tavırla eve doğruldu.

-          Dur, dur!, diye arkasından bağırdım.

-          Söylediğim gibi olacak!, diye bana bakmadı ve adımları yavaşlatmadı bile.

Sonra ne olduğunun bilincinde olmadım. Cebimden hiç bir zaman çıkarmadığım bıçak elimde nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Tayın sağ böğrünü nasıl kestiğimi de hatırlamıyorum. Zavallı tay, keskin bir çığlık kopıp ayaklarıyla teperek yere düştü. Babam yanıma koşuyordu. Ben ise bıçağı ellerimden bırakmadan:

-          Yaklaşma, diye bağırıyordum.

Kendim ise yana çekilip tay üzerinde taş kesilen babama arada bir yan bakıyordum. Zavallı koyu al tayın ayakları sarsılıyordu. Etrafındaki toprak ise kandan koyu rengindeydi.

CANIMI DİŞİNE ALIYORUM

Bazı insanları babamla kavgalarımıza ve tayın ölmesine seviniyor, diğerleri ise üzülüyordu.

Bazıları bana hayranlık duyuyor, cesaret veriyordu: ‘Dedesine benziyor, onun gibi bahadır olur. Kandan korkmaması iyidir’.

Diğerleri: ‘Bahadırlar zamanı geçti. Kötü huyu ile babasına çok bela getirir’, diye kınıyordu beni’.

Evdekilerden hiç beklenmeden annem benden yanaydı. Babam beni cezalandırmak, dövmek isteyince, annem aramızda durup elleriyle babamın göğsüne bastırdı:

-          Dokunma ona. Onun yaşında kendin nasıl olduğunu hatırla iyisi. Burkut yolunu şaşırmadı, kendi yolundan gidiyor. Sen on dört yaşındayken bütün aulda fişek atıyordun. O senden daha iyi davranıyor. Bir tay için oğlunu dövmekte bir yarar var mı? Atı kurtların parçaladığını düşün.

Annem bizi hemen hemen barıştırdı. Babam kaşlarını çatmak ve bana yan gözle bakmayı bıraktı.

Ağabeyim Tekebay – yirmi yaşını geçti o zaman – ev işlerinden başka hiç bir şeyle ilgilenmiyordu. Kızını geçen sene çocuk evine verdi ve tekrar evlenmeye niyeti yoktu. İnsanlar onun hakkında:

-          Tekebay koyun çobanlığı yapıyor ve sütlü ayran içiyor. Gerisi onu ilgilendirmez, diye söylüyordu.

Gerçekten de ne babamdan ne benden yanaydı.

Büyük kız kardeşim Bulis kendini de öyle davranıyordu. Yılgın ve korkak evden çok seyrek çıkıyordu. Daha çok evde oturup susarak dikiyordu.

İlk ot çıktı, çok sıcak oldu ve ailemiz caylau’ya çıktı. Daha önce sevdiğimiz yerde Katın-Azgan yanında durduk.

Birkaç gün sonra bize beklenmediğimiz misafir geldi – Jakıpbek dayı. Bir sene içinde çok değişmiş – şişmanlanmış, omuzları daha geniş olmuş, duruşu daha heybetli olmuş. Yüzü bambaşka olmuş. Yeni buruşuklar dayımı ihtiyarlatmıyordu. Bıyığı ve sakalı özenle kestirlimiş. Yanakları tıraştan sonra parlıyordu. Dayım kahve rengi çerçeveli gözlükler takıyordu ve camları altında kızarmış ve biraz yorgun gözlerini seçmek zordu. Dayım savaştayken gözlerinin kanlandığını söylenmiş. Böyle öyle değil olmalıydı. O çok okuyordu ve gözlerini zorluyordu. Dayımın sesi daha kaba oldu, ama ses yükseltmiyordu, çünkü kendini geçen daha sakin davranıyordu.

Akrabalık ve dostluk adetlerine göre babam Jakıpbek dayıyı büyük şerefle karşıladı. Kısrağı kestirip bizim gibi caylauya çıkan iyi şöhretli insanları toya davet etti. Mambet-hoja da geldi. Dayım onun yaşıtıydı, bu yüzden eski Kazak adetlerine göre hep birbiriyle alay ediyordu. Ertesi gün dayımı misafirliğe davet etmeye başladılar. Onunla beraber ben ve babam gidiyorduk. Birinci toyumuzda olan zengin insanlar davet ediyordu bizi.

Taze et yiyerek ve ilk bahar kımız içerek şimdiki zamanlar ve Sovyet iktidarı konuşuyorduk. Dayım sorulan sorulara detaylı cevap vermeye çalışıyordu. O zaman o kadar saf adam değildim artık ve ‘Emekçi Kazak’ gazetesini ve ‘Kızıl Kazakisatan’ dergisini zaman zaman okuyordum. Bu yüzden bizim istep zenginlerin dayıma oldukça iğneli soru sorduğunu ve onun cevaplarında Sovyet iktidarı hakkında kötü bir şey olmadığını oldukça çabuk anladım.

Kazaklarin bir şaka deyimi var: ‘Bu tayımın dilsiz olduğu ve üç yaşındaki atımın süt dişleri döküldüğü zaman oldu’. Kısacası bu çok uzun zaman önceydi. Dayım da muhataplarına Turgay’da bin dokuz yüz on dört yaşında patlayan kanlı savaşın unutulması ve büyük önemi verilmememesi gerektiğini ispatlamaya çalışıyordu. Buna itiraz ediyorlardı. Münakaşacıların sözlerine kulak vererek bu savaşın devam ettiğini anlamaya başladım. Çok fazla aileler bu iç savaşta yakınlarını kaybetmişti. Çok insanların intikam almak isteğini vardı. Düşmanları bir kardeşliğe birleştirmek kimin gücü yeter?

...Bir gün bizi Mambet-hoja’nın gelecek akrabası Sasık davet davet etti. Saklamayayım ki bu davetiye çok sevindim. Sevinilmez mi? Sadece göklere çıkarılmış Sasık’ı değil onun oğlu ve benim Bates’in nişanlısını da göreceğim.

Aula yaklaşarken onun küçük ve gösterişsiz olduğunu düşündüm. Etrafındaki toprak da bir çöllük bana geldi. İstep nüktecisinin hikayesi aklıma geldi. Yolcu evden çıkınca atının aç kaldığını görüyor. Ev sahibine: ‘Toprağında at için ot bile yok, toprağın çöllük’, diye söyledi. Ev sahibi de: ‘Sen zengin olsan, atların da evinin yanındaki otu çoktan çiğnerdi.’

Sasık’ın evi çok rahtsızdı. Evin yanında birkaç deve ve sağımlı kısrağın silueti görünüyordu. Uzakta ise çok sürü görünüyordu. Dayım rehberimize:

-          Bütün bunlar Sasık’a mı ait?, diye sordu, Demek bütün hayvanlar onundur. Kaç hayvan başı var şimdi?

-          Son yılların belaları ve cut bu ailenin de çok hayvanı aldı!

Fakat dayım Sasık’ın ne kadar çok hayvanı olduğunu öğrnemek istiyordu. Rehberimiz:

-          Koyunları  dört binden çok olmamalı. Atların sayısı ise bir bine varır. Yaklaşık yüz elli devesi var...

-          Bu az mı sayılır?, diye meraklandım.

-          Geçmişiyle kıyasla çok az!

-          Önce ne kadar vardı?

Dayım Argın soyundan Karpık akın’ın sözleriyle cevap verdi:

Doskan’ın sürülerinin sonu görünmüyor,

Esjan Bay’ın da bunun kadar koyunu var,

Asan onlardan daha zengin, Asan, zenginliğiyle zenginleri gölgede bırakır.

Bana anlatıldığına göre Sasık zenginliği ona Asan atasından miras kaldı. Yedi nesil içinde başarı bu aileri bırkamıyordu. Sasık’ın dede babası Tırnak’ın üç bin devesi varmış. Hesabı şaşırmamak için Tırnak her yüzüncü devenin gözünü kör ediyordu. Otuz körün sahibi diye lakabı takılmıştı.

Bu eski övünme konuşmalarını dinleyerek bu ünlü adamı ve evini daha çok görmek istedim.

İki tepe arasında bir girintide bulunan aul isteplerimizde alışılmış sis perdesine büründü. Evler denizdeki kayıklar gibi görünüp kayboluyordu. Aul bizi sanki kendisine yaklaştırmak istemiyormuş gibiydi.

Yol bize yorucu ve yavaş geldi, bu yüzden hedefemize daha çabuk varmak için atları dörtnala kaldırdık.

Sis eskisi gibi sayısı çok yurta-kayıkları olan denizi andırarak sallanmaya devam ediyordu. Aula yaklaşınca da aklıma başka benzetme geldi. Küçük karamlık yurtalar otlayan ördek sürüsüne benziyordu. Birkaç beyaz yurta – sayısı daha azdı – bana kibirli kazlar gibi geldi. Fakat onlar da aulun merkezinde bulunan büyük beyaz yurta yanında gösterişsizdi.

Bu ne kadar aydın, en süslü bir yurtaydı! Başka yurtalar kazlarsa bu beyaz kuğu olmalıydı! Bu kadar süt gibi beyaz koşmalar çocukluğumda hiç görmedim. Keşke oraya daha çabuk girsem. İçinde istep cenneti olmalı!

Umudu boşa çıkarak düş kırıklığına uğradım. Önce ama Sasık hakkında anlatacağım. Ne kadar biçimsiz ve sevimsiz bir adamdı. Böyle çirkin geniş kemikle adamlara çok seyrek raslanabilir. Büyük ağızlı, öne fırlyan düz ve seyrek dişleri olan bay Sasık, misafirlere küçük derine kaçmış gözleriyle bakıyordu. Çeneye yayılan seyrek saçı ve seyrek bıyığı biçimsiz yüzüne yakışıklılık katmıyordu. Bir öküz! Orta boylu bir öküz!

İlk bahar yaza geçiyordu, ortalık ısındı ve hatta sıcaktı. Kalın giysi sandıklara son bahara kadar saklandığı zamandı. Buna rağmen Sasık, deve tüyünden beşmet ve keçe çorapla çizmeler giyip kür şapka takmıştır.

Sasık’ın sesine de şaşırdım – gür deve sesine sahipti. Sağlık, aile hakkındaki kesik sorularından çok konuşkan ve güleryüzlü olmadığı belliydi. Dayımın davranışı beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Sasık karşısında dalkavukluk ediyordu.

Bu Sasık kendisiyse oğlu da nasıl bir adam diye düşünüp onu yurtayı çeviren insanlar arasında gözlerimle aramaya başladım. Nişanlısı on beş on altı yaşında olmalıymış, ama bu yaştaki delikanlı yoktu.

Sonunda Sasık’ın büyük yurtasına girdik. Yurtanın yoksul içeriği ünlü Asan’ın torununun zanginliği hakkında anlatılana hiç uygun değildi. Çapaçulluk, özensizlik. Kırmızı köşede ucuz külrengi koşma ve birkaç at postu – koltuk için döşek. Genel olarak zengin yurta içinde hemen hemen tepeisne kadar değerli eşya yığılmış, yanında ise birbirinden daha güzel sandık varmış. Sasık’ın buna benzeyen bir şeyi yoktu. Sandıkların durması gereken yerde büyük keçe denk vardı. Oradan ne olduğunu kim bilir. Her Kazak ailesinde meydanda olan battaniye ve yastıklar bile bulmadım. Burada nasıl uyudukları, neyle örtündükleri ve misafirlere ne nevresin takımı teklif edebileceklerini anlamıyırdum.

Yurtanın yanında yüksek tekerlekli iki eksenli at arabası gördüm. At arabasında gıda malzemeleri için sandık – kebeje – saklanıyordu. Oradan kurutulmuş et ve peynir kokusu geliyordu. At arabasından uzak olmayan mesafede, çit arkasında daha yiyecek vardı. Sütle tulum, kazan, farklı kapkacak olmalıydı. Onlardan ayrı olarak esnek dik böğürlerine göre kımızla lebalep dolu siyah tulum vardı. İçinden kocaman kımız karıştırıcısının sapı görünüyordu. Farklı eşyalarla kaplanan ve kirli yorgan ile özensize örtülen yatağa dikkat ettim. Bu tahta yatak ile keçe tulum arasında yurtanın kubbesini destekleyen sırık vardı. Adetlere göre böyle sırığa en kıymetli kıyafet asardı. Sasık’ın yurtasında her şey farklıydı. Sırıkta koyun postundan gocuk, yıpranmış kürk, kirli kadın elbisesi ve bakmak bile utandığım başka parçavralar vardı. Ne tilki kürk, ne kurt postu ne kıymetli kıyafet vardı. Yurtanın ayrı kısımlarını çeşitli renkli halı şeritleri ile bağlandığını görmeye alıştım. Bu renkli şeritler eve neşeli ve rahat görünüş katar. Burada kendi yaptığı içine at kılığının geçrilen kaba yünden örülen ipler kullanıldı.

Misafirler için burada konmak çok rahat olmadığını diye düşünüyordum. Dayanması çok rahat yastık ve halı olmadan nasıl olurdu... Bir şey yanlış olmalıydı.

Dayım ve başka misafirler kırmızı köşede kaba koşmalar ve at postlarına oturdu. Ben ise etrafıma hoşnutsuzlukla bakınarak ünlü Akmolda akının sözlerini hatırladım:

Güzellik için içinde biriktirilen pisliği hemen kaldır.

Akın insanlık güzelliği kastediyordu. Fakat bu sözler önce kaz ve ördekler arasında beyaz kuğuya benzettiğim Sasık’ın yurtasına çok uygun geldi bana. Bu aziz adam oğluna Sasık ismini verdiği için çok öngörülü olduğunu söyleyebilirim.

Sasık’a antipatimi zorla saklıyordum. Sadece deve sesi değildi bir hasta deve gibi soluyup öksürüyor ve durmadan tükürüyordu. Bundan başka hep küçük şişeden tütün alıp ağzına koyuyordu. Böyle insanlara çok seyrek raslıyordum.

O da bozuntuya vermeden şeref yerinde oturuyordu. Kirli kıyafeti yurtaya çok uygun görünen küçük yaşlı kadına:

-          Hadı baybişe, misafirlerimiz susamış olmalı. Bize kımız koy, diye buyururcasına seslendi.

Demek bu büyük karısı diye düşündüm tahminime inanarak ve inanmayarak  aynı zamanada. Gerçekten karısı. Kocaman, şişman ve geniş kemikli kocasının yanında ne kadar gülünç görünüyordu.

Küçük yaşlı kadın, hükümdarının emrini yerine getirerek  hemen kalktı. İstep otunun sarı saplarından örülmüş çit arkasında kaybolup girişte duran erkeğe:

-          Yahu, sen hemen çukurdan kersen çıkar, diye seslendi.

Çok geçmeden erkek yurtaya ağzına kadar kımızla doldurulan büyük siyah kersen getirdi. Baybişe de bu zamana kadar kırmızı köşemizde koyun postundan işlenmiş masa örtüsü dastarhan serdi. Burada da renkli desenle süslenmiş kül rengi koşmadan bir çanta ve kavisli saplı kepçe vardı. Baybişe bu çantadan ahşap fincanlar çıkardı. Onlardan herbiri at için küçük tabakları andırıyordu. Fakat korktuğum büyükleri değildi – çok koyu rengi vardı, sanki hiç bir zaman yıkanmamıştı.

Sasık kendisi köpüklü kımızı acele etmeden karıştırıp çalkalıyordu. Hiç konuşmadan dikkatini toplayarak çalkalıyordu. Ancak işini bitirince misafirlerden biraz uzakta çömelerek oturan bir erkeğe:

-          Fincanları buraya getirsene, diye emir verdi.

-          Derine kaçmış küçük gözleriyle ağır beyaz kımıza bakarak onu fincanlara döküyordu.

İlk fincanları dayıma ve bana verdi.

Gençlerin ak sakallılar yemeğe dokunmadan fincanı dudağına dokundurmak veya yemekten almak hakkı olmadığını çok iyi biliyordum. Tabi ki buradakilerden çok daha genç olan dayım da bu adete uyuyordu. Bu yüzden hem ben hem de o fincanlarımızı ak sakallı yaşlı adamlara verdik. Şimdi ise sıramız geldi. Bana verilen fincana bakıp az kaldı bayılıyordum. Hem kımız hem de fincan kirliydi. Ev sahibi kırmamak için bir yudum almaya çalıştım, ama kendimi fena hissettim. Dayım benimle beraber yurtadan çıkarak:

-          Senin yaptığın hiç güzel değildi, Burkut!, diye söyledi.

-          Onlar kendilerini yakışıksızca davrandı ben değil, diye cevap verdim.

-          Kendini iyi davranamaıyrsun.

-          Hayır, misafirleri karşılamayı bilemyen onlardır.

Dayım beni azarlarken ve ben ters cevap verirken yurtaya iki atlı yaklaştı. Biri arkasından tor tayı çekiyordu, diğeri onu zaman zaman kamçalıyordu. Hem iri yapılı, sivri sakalı birinci atlı, hem de arkasından gelen atlet yapılı delikanlı Sasık’a çok benziyordu. O delikanlı oğlu olmalı. Nişanlı, rakibim. Siyah sakallı adam da kim? Gelişi yurtayı canlandırdı. Siyah sakallı ile Sasık  yüksek sesle tay hakkında canlı canlı konuşuyordu. Sonunda ev sahibi birkaç erkekler beraber atlılara çıktı. Sasık: ‘Harın bir at, diye mırıldanmaya başladı, Onu yakalamanız zor olmalıydı. Hızlı ve en önemlisi korkak. Sanki kulandan doğmuştur. Aferin size başardınız’. Siyah sakallı: ‘Dünyada yakalayamadığımız tay var mı’, diye kendini beğenerek övünüyordu. Fakat Sasık ona kulak asmadı, dayıma:

-          Jakıpbek mırza, tedirgin hayat seni ta uzağa gönderiyormuş. Çok seyahat yapmak zorunda kalmışsın. Allaha şükür istepimize sağ ve sağlam dönmüşsün. Sana koyun eti vermek yakışıksız olurdu, bu yüzden şerefine o tayo getirmeye emir verdim, diye hitap etti.

Dayım Sasık’a nezaketle teşekkür etti ve emir vermeye devam ediyordu:

-          Onu hemen yere düşürün, aslanlarım, yoksa eti tatsız olur.

Sasık’ın oğulları gövdeyi kesip parçalara ayırdıklarını uzaktan gözlüyordum. Bir parmak kadar kalın göbek yağı ve taze beyaz et onları hayran bıraktı. Bundan başka onlar damağını şaklatıp şaka ediyor, gülüşüyor yakın yemeği düşünerek gürültü ediyordu.

Dayım bütün bu hazırlanmaları pek sevmiyordu, bu yüzden böyle durumlarda auldan istepe gitmeyi tercih ediyordu. Bundan başka benimle baş başa konuşmak istiyor olmalıydı.

-          Hadi canım yeğenim, oraya o tepelere kadar yürüyelim biraz.

Memnuniyetle kabul ettim. Auldan biraz uzaklaşınca dayıma açık açık ve biraz sinirlenerek:

-          Bu Sasık’ın yurtasına neden geldik?, diye sordum.

-          Yeğenim pisliğe, kapkacaklara dikkat etme. İşlerini öğren önce ve her şey belli olacak.

-          Ne işleri ona ün kazandırdı?

-          Onun hakkında çok anlatabilirdim...

-          Daha açık söyler misin?

Dayım:

-          Beyaz çarın kılıcından Kazak kanı döktüğü yılda biz tahsilli Kazaklara renburg’da bir gazete çıkarmaya karar vermdik. Hükümetten izin almak çok zor olmasına rağmen bu izni alabildik. Yayınımız için para bulmak daha da zor bir işti. Sasık’ın öz dayısı Ahmet Baytursunov’la birkaç delikanlıyla beraber gazete için para bulmak için arkadaşlık yardımlaşma derneği kurdular. İşte o zaman bugün gördüğün Sasık Turgay’ın zenginlerinden birincisi olarak bu derneğe kaydedildi ve payını yatırdı, diye beni aydınlatmaya başladı.

-          Neden bu kadar bilinçli? diye zehirimi saklamaya çalışmadan sordum.

-          Bize bundan ne, neden yardım etti diye. Yardım etti. Bu en önemlisi.

-          Çok mu sık cömertleşiyordu?

Dayım endişeyle etrafına bakındı - kulak misafirimiz olmadı mı diye... Tek başımıza olduğumuza emin olup:

-          Yakında olmuş endişeli olaylarda bolşeviklere kırmızı, bize beyazlar denildiği zaman Turgay’da Alaş alayı kurulmuştur. Bu alay için Sasık en iyi atlarını verdi. Neden gülüyorsun? İnanmıyor musun? Bunda gülecek bir şey yok. Sasık’ın masa örtüsü kirli olsun, ama canı temiz. O baba ve ata yolundan gidenler için destek...

Dayımı katılmıyordum, ama sustum. Ona itiraz etmeye kalkışırsam aramızda bir duvar çıkabilirdi, sonra da sohbet edemezdik.

Ben lafı değiştiremeden o susuyordu:

-          Dayım siz önce yazardınız değil mi?

-          Neden vardım? Şimdi yazmadığımdan emin misin?, diye gülümsedi dayım.

-          Şimdi yazdıklarınızı okumadım. Önce bir delikanlı ile bir kızın aşkı hakkında yazdınız. Rüyaları gerçekleşmedi. Öldüler...

-          Doğru, bunu yazdım. Neden ama bütün hikayelerimden bunu seçtin?

-          Ah, dayım, her şey tekerrür ediliyor. Akıllı ve güzel bir kız Sasık’ın oğlu gibi kötü adamla evlendiriliyor. İsteğine ve rüyasına tersine. O da yolunu şaşırır ve kar fırtınasında donar. Dayım Mambet hoja’nın kızının başına aynısı gelirse ne yapalım?

Dayım düşüncelerine daldı. İstepte yürümeye devam ettik. Aulun yurtaları vadide kayboldu. Tepe üzerinde bacadan kıvrılarak çıkan dumandan evlerin yakında bulunduğu belliydi. Dayım:

-          Bunun olabileciğini mi düşünüyorsun? diye sözlerimi ciddi tekraraldı. Hayır, yanılıyorsun. Şimdi böyle zaman değil. Sovyetlerin istepte yaptklarından çok şeyini beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Fakat Kazak kızlarımızın hak eşitliği olduğuna ve sonunda kalım zincirlerinden kurtarıldıklarına seviniyorum. Bu çok iyi yeğenim.

-          Evet iyi. Ama bilmiyor musun kanunu çıkardılar bu bir gerçek, ama kalım hala var.

-          İktidar kalırsa kanunlar yerine getirilecek.

Dayım bu sözleri söyleyince içini çekti. Kalımın şimdiye kadar mevcut olduğuna mı, Sovyet iktidarının temelli olarak kaldığına mı üzüldü belli değildi.

Yine sustuk. Bu defa ama dayım birinci konuştu.

-          Bak yeğenim, inşallah her şey iyi olur, yarın evine döneceğiz, oradan da beraber Orenburg’a gideceğiz.

Ben de bunu umduğunu doğruladım.

-          Ummuyor musun? diye şaşırdı. Babanla bunu konuştuk, sana da söyledim. Artık şehre gitmek istemiyor musun?

-          Yok, bilmiyorum, diye düşüncelerime dalarak mırıldandım.

O anda uzun bir haykırış duyduk. Auldan dörtnala gelen atlı yaklaşıyordu. Bizi yurtaya davet ettiklerini anladım ve Jakıpbek dayımın Sasık aulunda gece için kalmamız için her şey yapmasını istedim.

-          Orada uyuyacak yer yok ya.

Dayım bana katılmadı. Böyle davranışımızı kibir gibi anlayabildiklerini söyledi.

Kuırdak’ın artık kıraztılmış olduğunu bildiren Sasık’ın elçisi bu küçük tartışmamızını bitirmemizi engelledi.

Yurtaya döndük. Orada daha çok misafir vardı. Tanıdığımız ve tanımadığımız. Turgay’ın bay ve biyleri, onların güvenilir insanları, yardımcıları vardı. Yüksek sesle konuşarak kımız içiyordu. Konuşmalarına kulak astıkça Sasık’ın gerçekten çok saygı gösterilen bir insan olduğuna kanaat getirdim. Çok konuşkan biri değildi, ama her kelimesi altın kadar kıymetli sayılıyordu.

Bu sohbet sabaha kadar sürerdi, ama gece yarısında Sasık’ın auluna endişe verici bir haber geldi. Sovyet iktidarının Turgay baylarının caylau’da gizli görüşmeleri hakkında haberi olduğu anlaşıldı. Bazıları, Sovyet Hükümetine karşı çıkan propagandacıları yakalamak için kurulan müfrezenin yaklaştığını iddia ediyordu...

Sasık’ın misafirleri kurt hisseden koyunlar gibi telaşa düştü. Artık tabaklarda buğu buğu tüten kuırdak yiyecek hali yoktu. En korkak olanlar atlarına atıldı. At ayaklarının sesi duyuldu. Kandırmalar kimsyi etkilemiyordu. Cahil aul Kazaklar şöyle dursun dayım çok korktu. Esmer yüzü soluklaştı, çölde bırakılan kemiğin rengini aldı. Sasık: ‘En azından sizin için pişirilen et yemeğinden alın’, diye dayımı razı etmeye çalışıyordu. Fakat dayım da kuırdağa dokunmazdı – ev sahipleriyle vedalaştı artık – beklenmedik bir olay yer almasaydı.

Aul dedikoducularının Sovyet iktidarı’nın tenkil müfrezesi üyesini sandığı bir adam yurtaya girdi. O da Samalık diye mali dairesinin çalışanı çıktı. Vaktiyle buralı baylarında rençperlik etti, sonra iki üç sene Amangeldı’nın müfrezesinde savaştı. Sovyet iktidarı yıllarında ise biraz okuduktan sonra vergi acentası oldu. Turgay’dan hiç bir müfrezinin olmayacak diye Sasık’ın yurtasında kalan misafirleri biraz sakinleştirdi. Fakat bütün baylar, bu alımsız Samalık’tan her Sovyet çalışandan gibi aşırı derece korkuyordu. Onun acımasız bir adam olduğunu düşünüyordu ve herhangi bir yuvada saklanmaya hazırdı. Samalık bunu anlıyordu. Kurumlanmaktan ve korku vermekten hoşlanıyordu.

-          Evet, duydum, duydum ki bay ile alaşordalıların gizli ziyafet verdiğini, diye kamçı ile oynayarak konuluyordu. Demek doğruydu. Ek vergi ödemeyen bayların nerede olduğunu düşünüyordum, onlar da burada eğleniyorlar. Neden bu kadar azsınız. Başkaları nerede?

Bakışı iyi bir şeyin habercisi değildi.  Baylar kamburlaşıp büzülüp sustu. Samalık ise hırsını alabildiği birini arıyordu.

-          Sen de mi buradasın? Seni alaşordalı serseri köpek! diye Jakıpbek dayıma gözlerini dikti. Baylara cesaret vererek masal anlatıyor olmalısın. Sovyet iktidarı bugün yarın zayıflayacak diye. NEP (Yeni Ekonomik Politikası) onu içinden sarsacak. Şimdilik sabır edin, sabırlı olun. Az bekleyeceğiz diye. Doğru mu söylüyorum?

Dayım susuyordu. Söyleyecek şeyi yoktu ya. Samalık:

-          Az bekleyeceğiz diye mi söylüyorsun? diye alaylı alaylı tekrarladı. İstediğin gibi olmayacak. Bayları da ek vergi ile kendim kuvvetten düşüreceğim. Müterakki vergisi ile. Anlatabildim mi?

Son kelimeyi nedense Rusça olarak söyledi. Dayım:

-          Anlatabildin, diye tereddütle söyledi.

-          Şimdi ise Saseke seninle konuşalım, dedi ve ev sahibimizi istihfaf dolu bir bakışla ayaktan başa kadar süzdü. Beni duyuyorsundur, değil mi?

Sasık tek haneli pohpohlayıcı bir ses çıkardı.

-          Kustanay’a otuz inek ve yüz koyun göndereceğine söz verdiğini hatırlıyor musun? Sen buna söz vereli çok zaman oldu, ama hayvanlar hala burada. Yarın onu süreceksin. Daha uzatacaksan hayvanlarla beraber seni de süreceğim.

-          Kendim... Kendim..., diye yaltaklanmaya başladı Sasık. Hayvanları Kustanay’a kendim süreceğim.

Samalık:

-          Tamam! dedi. Sen yokken ben yurtanda kalacağım.

Sasık buna da razı oldu. Vergi acentası:

-          Şimdi ise ne yapcaksın? diye alay ederek soruyordu. Baylarıdavet etmişsin demek, tay kesmişsin. Et pişirildi misafirler ise dağıldı. Doğru mu? Eti köpeklere ni vereceksin?

Sasık:

-          Burada kim kaldı, onlar yiyecek, diye eliyle misafirleri gösterdi. Sen de herkesle beraber.

-          Hayır, böyle olmaz! dedi. Samalık Artık şaka etmiyordu, buyururcasına konuşuyordu. Misafirlerin eti yiyemez, et yarın kokar. Şöyle yap daha iyisi; bütün aul rençperlerini topla – onları NEP sayesinde tutuyorsun – bütün eti yiyip bütün çorba içsinler. Bundan sonra onlara kımız ikram et.

Sasık:

-          Ne kadar iyi şaka yapabilirsin!» diye cevap verirken çok korktu. Sasık, sert, beklenmedik misafirinin şaka yapıp yapmadığını veya ciddi söyleyip söylemediğini hala anlamadı. Vergi acentesi, çabuk açıklık getirdi.

-          Şaka yapmayı düşünmüyorum bile.

Sana dediğimi yap. Yoksa yarın iki yüz koyun ve altmış inek süreceksin. İki kat büyük!

             Dayım, işe karışacaktı, fakat Samalık, kabaca lafını ağzına tıkadı. Vergi acentesi, dayıma auldan gitmesini teklif etti. Derhal gitmesini.

Samalık:« Hakkından geleceğim senin » diye gözdağı verdi.

  Dayımın rençperlerini çağıracak olan Sasık’a söylemekten başka seçeneği yoktu: «Peki, eve dönüyoruz».

-  Yemez miyiz bile?

-  Canım bu da yemek mi? Yemek değil lanet! Bana bir burada, dastarhanda  hırpanilerinle, gündelikçilerinle oturmam eksikti. Bunu gözüm görmesin!

Sasık, içini geçirdi ve dayımı artık razı etmeye çalışmadı.

Hemen eve gittik. Dayım, caylau’muzda (Orta Asya, Kafkas ve Kırım’ın  dağlarındaki yáyla) yalnız bir gün kaldı. Orenburg şehrine gitmek için hazırlanmaya başladı. Baba ve annem, dayımın hiç olmazsa bir hafta için konuğumuz olmasını rica ediyorlardı. Fakat dayım, izninin bittiğini, işine geç kalmak istemediğini söyleyerek bir türlü kabul etmiyordu. Dayımın izin hakkındaki  konuşmalarının düpedüz bahane olduğunu sanıyorum. Açıkça görülüyor ki, Katın Kazgan kuyusuna da sökün etmekle tehdit eden Samalık’la karşılaşmaktan korktu. Maliye dairesinin  baylara (Orta Asya’da büyük toprak sahibidir) karşı uzlaşmaz  bu acente, dayımın başına az mı bela getirebilir?

Dayım, Orenburg şehrine gitmem konusu yine dile getirdi. Gönlümün derinlerinde bunu çoktan kabul ettim, fakat kaprisli yaratılışım yüzünden  nihai olarak karar vermemezlikten  geldim. İlk önce kendimin gerçekten duraksadığımı itiraf ediyorum. Ama artık her şeyi iyice düşündüm. NEP’e; (Rus ekonomisini çöküşten kurtarmak amacıyla Lenin tarafından ortaya konan ekonomik politikadır) büyük ümit bağlayan babama bakınca kimi defa kendimin bay olmamın hayalini kurdum.Ve o zaman şunu akıl yürüttüm: «Öğrenime ne ihtiyacım var?». Yaşayıp zenginleşirim. Böyle hayallere kapıldığımı saklamıyorum.  Seyrek de olsa. Fakat ben, Sasık’ın aulundaki baylara ve aulun sahibine, özellikle bu sahibinin mali dairesi  acentesiyle konuştuğu zamanda bakıp bakmaz kendimin asla bay olmayacağını anladım.

Hem de her bilginlik, beni çekmedi. Mesela, dayımın  bilginliği, beni heyecanlandırmadı. Olmaz olsun!

Ama yine de çok okumak istedim. Kısa zaman önce Erkin’le yine karşılaştım. Dayımla Orenburg şehrine gideceğimi artık duydu. Bana bunun gerçek olup olmadığını sordu. Dik cevap vermekten kaçındığım zaman Erkin, beni  razı etmeye başladı.

Arkadaşım:« Orenburg’a git. Mutlaka git. Zenginliğe  hiç gereğin yok Yalnız bilginlik, seni gerçek bir adam yapacak. Babasını sevmiyorum. Fakat nedense sana inanıyorum. Okulda Sovyet ruhunu kapacaksın. Ve kim bilir? Belki iyi bir işçi olursun.» diye üsteliyordu.

Erkin’in sözlerine daima saygı gösterdim. Bu durumda da  iyi kalpli akıl hocalarımdan biri oldu.

Fakat her şeyi, duraksamalarımı dahil açıkça anlatmak istiyorum.

Dayımla misafirlere gittiğimiz zaman Mambet hócanın aulunda da bize bir gece geçirmek nasip oldu. Beni takip etmeye devam eden Juman’ı hemen farkettim. Fakat onu kurnazlıkta bastırıp Bates’i karşılayabildim. Biraz baş başa kalabildik. Bundan önce uzun süre baş başa kalamadık. Bir iki cümle konuşmayı yetiştik. Bates, Orenburg şehrine gideceğimi artık biliyordu. Bates, beklemedik kararıyla beni şaşırıp sevindirdi. Aynı şehire okumaya gitmeye karar verdi. Lanetli Juman, bizi her şeyi anlaşmayı yine engelledi. Beni bir gölge gibi izledi. Bates’i tekrar  karsılaşmam imkânsızdı.

Bates, bana gizlice bir not bırakmayı başardı. O notta şunu yazdı: «Okumaya gidince beni yanında götürmezsen birbirimizi artık hiç bir zaman göremeyiz. Bates.».

Şimdi her şeyi sonuna kadar dayıma açıklamam lazımdı. Ben öyle yaptım. Dayıma Bates’in notunu gösterip ekledim:«Dayım anla, bu kız gitmezse ben de gitmem».

Dayım, artık alışkılarımı ve karakterimi bildi. Bana cevap vermeden önce düşünceye dalarak uzun uzun sustu. Sonra son derece ciddi bir şekilde konuşmaya başladı:«Bu benim için haber değil. Seninle Bates hakkında konuşmadım çünkü seni darıltmak istemedim. Fakat bugün kendin bu konuşma  başlattın. Ben de açık yürekli olacağım. Bir Rus yazarının yazdığı gibi herkes her yaşta sevebiliyor. Hiç şüphe etmiyorum ki neredeyse çocuk olan bu kızı seviyorsun. Yeni dönemler olmazdı aşkınız kederli bitirdi. Fakat şimdi  bereket versin ki kadınlar özgürdürler. Tek gerçek engeliniz var çok gençsiniz. Söylüyorsun ki kız okumak istiyor, bizimle gitmek istiyor. Peki kızın babasının yaşadığı aulu tutacağız. Tek bir şeye inanmakta güçlük çekiyorum ki anne babası, kızını bırakmayı kabul ederler mi? Duyuyorum ki ona nasıl iyi bakıp, üzerine titriyorlar.»

Neredeyse bağıracaktım: «Ama Bates dedi ki gitmek istiyor».

-          Peki! Tekrar söyleyebilir, fakat nasıl

olsa gitmesi zor olur. Bana söyle, Burkut, Turgay topraklarındaki aullardan şehre okumaya giden hiç olmazsa bir kızı biliyor musun ?

            Hiç bir şey cevap veremem. Bu bir gerçekti. Dayım ise devam ediyordu: «Kız öksüz olurdu  o zaman iş değişirdi. Fakat anne babası var. Zengin, itibarlı insandırlar. Neden karar verdin ki anne babası sevgili kızını sana emanet ederler ?»

-          Fakat kızlarını bana vermezler, okumaya gönderirler.

Dayım yalnız elleriyle sallayıp söyledi: «Onlara göre, yani anne babalarına göre yapılabilecek­lerin hepsi bir kızını sana vermek de seninle beraber şehre, yani okula bırakmak de…».

            Yalvarmaya başladım: «Dayım! Sizden rica ediyorum ki onlara bunun böyle olmadığını anlatın.»

- Burkut! Burkut! Anne babasına açıklayacağım, fakat anlamazlar. Kör değildirler. Düşünüyorsun ki kendinin kızlarına  hayran hayran bakıp, aşık olduğunu fark etmiyorlar mı ?  Sana inanmalarını mı istiyorsun?  Bir düşünsene, beraber giderseniz aullarda insanlar sizin hakkında konuşmaya başlarlar, işte çocukları evlendirmiş  diye söyleyenler olur.

Kızıp kendimi tutamadım: «Dayım, daha gitmedik ilk konuşmaya başladınız. Sözün kısası Bates gitmezse ben de gitmem.»

Ona karşı son şekilde saygısızca ve cüretkâr davrandım. Galiba dayım, beni Orenbug’a almasından vazgeçmeli. Ama anlaşılmayan nedenlerden dolayı bana yardım edip her şeyde kolaylık gösterdi.

Dayım kabul etti: «Tamam, canım, senin dediğin olsun! Mambet hocanın yaşadığı auluna uğrayacağız. Bakalım ne olacak.»

Babam, bir çift kuvvetli atı geniş Tarantas’a (dört tekerlekli at arabasıdır) koşturdu.

Kayrakbay ve Tekebay, bizi Mambet hocanın auluna kadar götürmek zorunda kaldı. Bundan başka Kayrakbay bizi Orenburg şehrine kadar götürmek zorunda kaldı. Babam, atlarını dayıma hediye etti. Bundan dolayı Kayrakbay ilk önce Kustanay şehrinden kalkan trenle sonra  aynı yöne giden at arabasıyla dönecek.              Mambet’inkileri, bizi  güleryüzle karşıladılar. Biz içeri gelince Bates bir kitab okuyordu. Hepsi tarafından görülememesi için bana güleryüzle gülümsedi. Şunu düşünüverdim: «Evet, benimle gider».

Dayım biraz dinlendikten sonra Mambet’e biraz gezinmeyi önerdi. Gittiler. Bates’in kaderini belirlediklerini anladım.  Fakat kısa bir süre sabırsızlandım, çünkü çok yakında beni yanına çağırttı.

Dayım, aula yakın bir yerde, küçük bir tepete oturdu. Mambet artık ayağa kaldırdı. Konuşmanın bittiği çok açıktı. Karşısına yavaş adımla değil koşar adımla gittim.

            - Bana havadis için hediye yani Suünşi vermen lazım.

            - İstediğiniz her şeyi size vereceğim, dayım.

            - Seni tebrik edrim, Bates okumaya gider...

            Kulaklarıma inanamadım, fakat bunun böyle olacağını kanaat getirdim.

-          Sana diyorum ki Bates gidecek. Ne denirse densin Mambet aydın bir adamdır. Gösterdiğim kanıtlarımı çabuk kabul etti. Bugün yolculuk hazırlıklarını bitirmek istiyorlar. Yarın ise Mambet ve kızı bizimle gidecekler.

            Bayıldım. Hatta sevinçten kendi kendime yanlarıma  vuruyordum. Dayım da bana ayrıntıları anlatıyordu:«Burkut, her şeyi bildiğini istiyorum. Tabi ki hatırlıyorsun ki bugünlerde Mambet’e uğradık. İşte biz gittikten sonra Bates,  babasına rahat vermedi. Kız hep:«Okumak istiyorum» diye tekrar ediyordu. Onlar aile içinde ona katılmışlardır her halde. Tek bir adam hala hiç bir şey bilmiyor. Mambet’in ağabeyi Konır.»

            Konır! Bu ad, çok şeyi anlatır. Son derece sevimsiz biridir. Sevincim gölgelenildi. Ben de dayıma öyle dedim.

-          Yeğenim, kahırlanmakta acele etme. Mambet, benden Konır’a her şeyi anlatmamı rica etti.

-          Vay benim halime! Dayım, sanıyorsun ki senin sözünü dinler. Konır, kendinden başka hiç bir kimse sözü dinlemiyor. Haşarı at kadar inatçı. Dineldi. Ondan hayır bekleme!..

Dayım kendi yetilerine inandı: «Yine de Konır insandır. Onunla konuşmam lazım».

            Derken Konır’ın çok inatçı olduğunu sandığımın aksine dayımı hazin hazin yalvarmaya başladım. Ondan Bates’in okumaya bırakılması için elinden geleni yapmasını rica ettim. Dayımı Bates’in bu korkulu soy sopunun evine kadar götürdüm. Bir düşünsenize ki dönüşünü bu kadar bekledim.

-          Hadi, ne söyledi, ne?

Dayım hırçın hırçın dişleri arasından söyledi:« Sözü kıt bir adam. Onu son kararı çıkartamadım. Konır:«Düşüneceğim, düşüneceğim» dedi. İşte hepsi o kadar.

Korkulu soy sopun sadece ret yanıtını geciktirdiğini sezinledim.

Akşam dayım auldan gitti. Konuk gitmek istemedim. Bunun nasıl biteceğini bekledim. Dayımın söylediği gibi Membet’in yine kendi akrabalrına danışacağını bildim.

Sabah hemen değişme fark ettim. Daha dün güleryüzlü olan Mambet’inkileri bugün bana karşı soğuk, itidalli davrandı. Bates hiç bir yerde  görünmedi.  Başarısızlıkla onu aramaya çalıştım. Anlaşıldığı gibi Konır’ın evinde bulundu. Sonra Mambet dayımla tekrar konuştu. Mambet küskündü veya hiç değilse küskün görünmeye çalışıyordu. Mambet Konır’ı şikayet etti:«Bu ihtiyarın kendini nasıl davranacağını sadece Allah bilir. Dün kabul etti ya. Akşam ihtiyar karısı geldi ve söyledi ki Bates evimizde gecelesin. Sandık ki kız gitmeden önce onunla olmak istiyorlar. Sabah kızımızı  yanımıza almaya geldiğimiz zaman onu  salmıyorlar. Kapalı tutuyorlar Bates’imiz. Gece boyunca razı edip gözünü korkutmuşlar her halde. Hatta sorularımıza cevap vermedi. Elinde bıçak olan Konır ise yanında bulunuyor.  Bıçaklayarak öldürebilir ya...»

Dayım tasalanıp üzüldü, kıza  acıdı.

Mambet itiraf etti: «Hiç bir şey yapamam. Ağabeyimi yenmem. İstersen onunla bir daha konuş.»

Dayım:« Denerim. Ya Konır bir cevap verirse? » diye söyip Konır’ın evine yürüdü. Acele ile ardından yürüdüm.

Mambet arkamdan bağırdı: «Canım, gitme! Biliyorsun ki ağabeyim, sert mizaç olan biri. Başı derde girebilir.»

 Kaba bir biçimde şaka yaptım ve ters yüz dönmedim. Mambet bana bir daha uyarıda bulunmadı. Biz giderken sessizce duran adam  göz kesilerek arkamızdan dikkatli dikkatli bakıp, hafif bir biçimde kamburlaştı.

...Konır hocanın yurtunun içi Sasık’ın yurtasının içinden daha karanlıktı. Sahibi ise Güzel köşesine (oturma yerlerindeki aziz tasvirlerinin bulunduğu köşesidir) yakın bir yerde oturdu. Mahzun Bates ise ilmikli kapana düşen ada tavşanı  gibi yatak ve eşyalar arasında büzüldü. Bates yanında yüzü solgun olan şişman baybişe (Kazakistan’da ilk karıdır) sanki kızı beklemiş.

 

Dayım, Konır’la tüm nezaket kurallarına uygun vedalaştı. Ben ise sessizce eşik yanında çömeldim. Konır, ıslamaya hazır olan boğaya andırdı. Bates’la göz göze geldim. Gözleri tuhaf bir şeklinde  etrafı dolaştı. Kızın gözleri, bir yılanın hipnotik gücüyle havadan yere indiren tarlakuşunun gözleri gibiydi. Zavallı Bates !

Dayım konuşmaya başlanmakta güçlük çekti.  Fakat konuşup konuşmaz Konır lafını buyururcasına kesti:

« Pekala biliyorum ki bana ne söyleyecektin, sayın Jakınbek. Boşuna değil adı akıllı ve sağduyulu bir adama çıkıyor. İşte şu kesin bir cevabımı dinle. Turgay topraklarında  yaşayan kızlar öğretim görürlerdi anlaşılır. Fakat şerirde okuyan hiç bir kız yokken bizimki oraya okumaya gidecekti. Neden halkımıza karşı gelmeliyiz? Neden çoçuğumuzu bırakmalıyız? Bu asla olmayacak! Biliyorsun ki bir Akın’ın (Kazak, Kırgız halkının şiiri, anlatıcısıdır) söylediği gibi oğlan büyüceğine halkının bu zamana kadar çözülmediği soruyu tartışıyor. Yok Jakınbek, boşuna saygısını kaybetme»

Dayımn Bates’e arka çıktı: « Fakat kız kendiliğinden  gitmek istiyor.»

-          Size hiç bir şey söylemeyecek, hiç bir şey istemeyecek. Henüz aklı ermez. Kızın dizginleri ise elimizde.

            Kendimi tutamadım ve Konır’ı  yüzleyecektim.  Fakar bana bağırıverdi: « Saçmala. Ömrü oldukça yıkıl buradan!»

            Konır, buçağıyla oynayıp bana delici bir bakış fırlatıp, yeriden kalktı. Yurtasından fırlatarak şu eski sözler hatırladım: « Bahadırın da hayata ihtiyacı var.»

Mambat’ın evine hiç bir şey anlamadan gittim. Ve tabi ki yolumda vergi acentesi, adı, Samalık raslamayı beklemedim. Samalık, nasıl derler, yolumu kestip dedi: «Acele etme, oğlan!» Gülümsedi. Gülümsemesi bana daha  iyi ve basit göründü. Sasık’ın yurtasında ise Samalık gülümsediği zaman gülümsemesi bana o kadar  iyi ve basit görünmedi.

-          Her şeyi biliyorum ya. Üzülme. Evlemenin sırası gelmedi daha. Kızın da Orenburg’a tek başına gitsene.

Ben: «Peki, ya kızı evlendirlerse?» diye sordum.

-          Merak etme, Burkut! Bunu yapmazlar. Kızının çobanı olurum. Uyanık çoban olurum. Bir şey yapmak isterlerse Membet’i vergileyerek yaşatmayacağım. Rahatça oku. Zaman gelecek, o sizin aranızda aşk olacak ve karın olacak.

Samalık emin bir tavırla söyledi. Ümütle gözlerine bakarak ona dayanak bulduğumu anlıyordum. Doğrusu vergi ajentinin bana neden yüz gösterdiğini düşünceye dalıverdim. Mamafih Samalık hemen kuşkularımı gideriverdi.

Erkin senin hakkında her şey anlattı ya. Aradan sana daha iyi davrandım. Hatırlıyor musun Sasık’ın aulunda rastladığımız zaman sana aldırış etmedim ? Öyle olması gerekiyordu, Burkut. Yok Turgay istepinde kalmaman gerek. Senin için ne bulursun? Bay mı olmak istiyorsun? Sen büyüyüne kadar bütün baylar, vergilerden cılızlaşırlar. Sen ise kim bilir, iyi Sovyet işçisi olursun.

Samalık’ın Erkin’in sözlerini tekraladığını anladım.

Ajana teşekkür edip: «Senin dediğin olsun, ağa!» dedim. Geleceğe inancımı günçlendirdi. Riski göze alıp dayımla yola çıktım.

 

BENİM KURTARICIM

Kızbel'den Orenburg'a kadar düz ve geniş bir plato yayılır. Burada Küçük Orda’dan gelen Jagalbayli ve Jannas soylarının yaz otlakları bulunur. Yaklaşık olarak iki yüz yıl önce başında Abulhair Han'ın bulunduğu Küçük Orda’nın beyleri Orenburg’a gelip Rusya’ya sadakat yemininde bulunmuşlar. Onları istepteki açıklıktan buraya getiren Argin soyundan olan Jazi beymiş. O zamanlardan beri bu yola “Jazi’nin büyük yolu” ismi verilmiş. Şimdi “Jazi’nin büyük yolundan” Orenburg’a gidiyorduk.

Yavaş yavaş auldan aula geçiyorduk. Bozkırda küçük adalar gibi yayılan aullar çoğu zaman büyük yolun yanında bulunurdu. Yolumuz hemen hemen iki hafta sürdü.

Hava sıcak ve kuru olduğu için bozkırdaki bütün canlılar göllere, derelere ve küçük pınarlara gitmişti.

Baktığın her yerde deve tüyü kadar sık sorguç otu ve sararan otlar görebiliyorsun. Büyük bir açıklık, verimli bir toprak! Ve Allah bu verimli toprağı susuz bırakmış. Dayım ne sevincimi, ne üzüntümü paylaşmıyordu.

- Bir baksana: buradaki otlar da pis. Sorguç otu! Su olmadan burada hiçbir şey bitemez.

- Birkaç kuyu kazılırsa toprak sulanamaz mı acaba? – diye sordum.

- Sanırım burada ne kadar kazılsa da su bulunmaz. Rus’lar toprağı çok iyi değerlendirir, onu işleyebilirler, ayrıca su da bulabilirler. Ural arkasındaki Rusya’da otlaklar ve ekime uygun topraklar pek çok değil. Biliyor musun, orada danalar da bağlanmış halde otlatılır. Su olsaydı gerçek çiftçiler verimli toprakların boş kalmasına izin vermezlerdi. Ondandır ki burada pek aul yok. Anladın mı, canım?

…O sırada uzaklarda hafif bir sis içinde yeşil büküntülü şeritler görülmeye başladı.

Her zamanki gibi bunlar nedir diye merak ettim.

-          Jayik nehrinin vadisini – ayrıca ona Ural derler – görebiliyorsun, değil mi? Orada sık ormanlar biter, diğer tarafı ise sarp ve diktir.

Yeşil şerit bana çok yakın geliyordu, ama ona ulaşmak bir gün sürdü. Nehir dediğimiz budur ya! Turgay’ın derinliği, şeffaf suyun tadı, kıyıları ve tüylü, bozkır sorguç otu benim için çok değerliydi, fakat her bakımdan Jayik'ten geri kalıyordu. Jayik, Jayik! Su düzeyi bana Seyhun’unkinden daha yüksek geliyor. Ve acaba Ural suları Seyhun sularıyla kıyaslanabilir mi: temiz, berrak ince su şeritleri bulanık, sarı bir suyla kıyaslanabilir mi? Seyhun’un kıyılarında dikenli kamış biter de dikenleriyle sanki içine saplanır. Bu ormanlarda hem boylu servilere, hem dallı budaklı zarif akağaçlara rastlayabilirsin. Buradaki ağaçlar o kadar kudretli, o kadar gür yapraklı ki eğer en tepelerine çıkarsan – çocukken düşündüğüm gibi – kendini besili bir atın yumuşak sırtında oturuyormuş gibi hissedersin. Böyle fevkalâde, güzel bir nehrin kıyısında doğup büyümek ne büyük bir mutluluktur ya!

Küçük çayırdaki sulu otlarda biten al al meyvaları ağız tadıyla yedik.

Nihayet nehrin su basan yerinden Orenburg'un kenarına ulaştık. İlk köprü yıkılmıştı. İç savaş esnasında Beyaz'lar onu patlatmışlardı. Şimdi suda ancak birkaç kazık vardı ki yer yer dışarı fırlıyordu. Demiryolu olan diğer köprü altın kartal için kurulmuş bir tuzağı anımsatıyordu. O da yıkıldıydı, ama sonra onarılmıştı ve gözümüzün önünde ondan yavaş yavaş bir yük treni geçti. Nehrin arkasındayken hızlandı ve hemen gözden kayboldu.

Şehre girdiğimizde ortalık alacakaranlıktaydı. Gördüğüm her şeye şaşırıyordum: hem nehre, hem kıyısına, hem de evlere. Şimdiye kadar böyle büyük, güzel, çok pencereli evler görmemiştim ki…

Kararan sokaklarda uzun uzun dolaştıktan sonra nihayet dayımın oturduğu evin yanında durduk. Biri avlu kapılarını açtı. At arabamızın avluya girmesine kalmadan ayak sesleri, neşeli neşeli haykırışlar ve selâmlamalar duyduk.

-          Lütfen, misafirimizi de unutmayın! Tanışınız, selâmlaşınız: benim yeğenim! diye beni tanıttı.

Bana ilk el uzatan şehirli elbiseli, boylu bir kadındı.

Bu Taslima'ydı: Jakıpbek dayımın karısı.

Kabarmış, kısa kestirilmiş saçlarla küçük bir kız dikkatimi çekti. Heyecanla babasının etrafında dönüyordu. Ancak babası, onu eline alıp göğsüne bastırdıktan sonra sakinleşti.

-          Gulyajan, sen de Burkut’a selâm söyle!

Fakat kız bana şaşkın şaşkın bakıp hemen başını Jakıpbek’in göğsüne sakladı.

Dayımın dairesi üst kattaydı. Üst kat denilmesi bile benim için yeniydi. En geniş odalardan birinde artık sofraya meze ve şarap koymaya vakit bulmuşlardı. Önce çok az misafir vardı, fakat sonra arka arkaya gelmeye başladılar da oturduğumuz yer daraldıkça daralmaya başladı. Buradaki herşey benim için alışılmışın dışındaydı, herşeyden çekiniyordum. Baş ağrımı bahane edip bir yerde dinlenmek için izin istedim. Taslima beni küçük ve karanlık bir odaya götürdü. Orada olan tek şey eski tahta bir sofaydı. Tam buraya yatağımı yaptılar. Uzun zaman uyuyamıyordum. Büyüdüğüm öz aulum, evim, akrabalarım, yakınlarım ve Bates aklıma geldiler. Fakat yorgunluk kazandı ve nasıl uyuduğumun farkında olmadım.

Sabah dayım bana şehri gezmeyi teklif etti. Vakit kaybetmek istemeyip beni okuyacağım yere götürmesini rica ettim. Dayım razı oldu. Yolda bana anlattı ki beni bir deney-manidar okuluna yazdırmaya karar vermişti. Geçen asrın ortasında ilk Rus-Kırgız okulu olan binada bulunurdu. O okulda, gelecekte bozkırımızda ünlü, bilge bir ihtiyar adam olmuş İbray Altinsarin okumuştu. Bu okul Küçük ve Orta Orda’lar arasında çok meşhurmuş da aulumuzdan birçok yeniyetmeler orada eğitim görmüşlerdi. Dayım da burada okumuştu. Rus-Kırgız okulu devrim yıllarında kapanmıştı. Özerk cumhuriyet ilân edildikten sonra yeniden açılıp öncekinden tamamen farklı bir istikamet almıştı. Deney-manidar okulu ilk önce evsiz Kazak çocuklarına eğitim vermek amacıyla kurulmuştu. Son yıllar onlar pek çoğalmışlardı.

Okul binası gerçekten mükemmeldi. Rus-Kırgız okuluna tuhaf bir cömertlik sayesinde verilmiş bu avlulu köşk bir zamanlar Orenburg’lu Neplyuev adlı bir general-valiye – Katerina’nın zamanlarındaki bir memura – aitmiş. Şimdi de bu köşke ve birçok yan bloğuna dört yüz elli öğrenci yerleşmişti: hem yurtta oturabilir, hem de lokantadan bedava yemek alabilirlerdi.

Dayım anlatıyordu ki okulun müdürü nispeten genç bir adam olan Korjau Muzdibaev’miş:

-          Ona çok güveniyorum. Bize karşı çok merhametlidir; hep bizi tutuyor.

''Belki Alaş Orda'lıdır!'' diye içimden düşündüm, fakat, tabii ki, dayıma bir şey söylemedim. Alaş partisinin en ünlü temsilcilerinden biri olan dayım bu tahminime pek sevinmezdi!

Neplyuev sokağından, giriş yerinin önünde mermer aslanlar olan zengin köşke çıktık. Fakat dayım beni avlunun derinlerindeki bodur küçük eve götüreceği yerde köşke götürdü. Okulun yazıhanesi tam oradaydı.

Evi ikiye bölen dar, uzun bir koridordan geçip müdürün geniş çalışma odasına girdik.

Еlmacık kemikleri çıkık yüzü, seyrek bıyıkları ve siyah, reçine gibi saçları onu bir Kalmığa benzetiyordu. Sırtında o zamanların görevlilerinin giydiği moda bir takım elbise vardı: haki gömlekli, geniş bir kemerle sıkı bağlanmış külotlu, parlayacak kadar temizlenmiş küt burunlu, sarı çizmeli. Masası büyük şeflerinki gibi kırmızı çuha kaplıydı.

Müdür, yerinden kalkıp masanın arkasından çıktı ve Müslüman’ların geleneksel selâmını verip dayıma saygıyla Jake dedi.

-          Bu benim yeğenim, eğitim görsün diye getirdim; yetenekli bir çocuk – diye dayım beni tanıttı. – Burkut, Muzdibaev yoldaşla tanış! Adı Korjau. Sana önceden anlatmıştım.

Korjau elimi sıktı ve âdetlere göre sağlığım hakkında sordu. Bizi öyle güleryüzle karşılayacağını hiç beklemiyordum. Esrarengiz bir ifadeyle kapıyı anahtarla kilitledi, dayıma olan sempatisini göstermek için masanın başına değil, yanımıza oturdu.

-          Demek, Burkut! Burkut Jautikov! – diye Korjau tekrarladı – Babasını görmeye hiç fırsatım olmadı, ama duydum.

Bunları dedikten sonra sıcaklıkla bana baktı.

- Babasının gözbebeği, aynı zamanda benim de – diye dayım  nâzik biçimde söyledi. – Kardeşim de az okudu. Hem Müslüman, hem Rus okullarında. Oğlunun eğitim görmesini çok istiyor. Çok huzursuz ve karışık zamanlardı. Okumak oğlan için çok zordu. Bu yaşta daha çok bilebilirdi. Özellikle Rusçası kötü. Fakat sanırım ki öğrenime büyük bir ilgi gösterip çabukça ilerler. Çok yeteneklidir.

- Yazdırırız onu. Zor bir iş değil – diye Korjau bana can verdi.

- Ben şunlara karar verdim – diye dayım sözüne devam etti: - evimizde yaşayacak, dersler ve ek dersler için de okula gidecek.

- İstediğiniz gibi olsun – diye müdür dayıma katılıp okulu gezmeyi önerdi.

Gezintimize kırmızı tuğladan yapılmış büyük iki katlı yurttan başladık. Eskiden burada Neplyuev'in hizmetçilerinin yaşadıklarını öğrenip çok şaşırdım. Bu geniş odalarda, aulumuzun en zenginlerinin evlerinde bile görmediğim nikelajlı karyolalar vardı. Hem yastıklar, hem yeni yatak örtüleri çok temizdi. Özellikle her karyolanın yanında duran komodinler hoşuma gitti. Komodinlerin üstünde de kurşunkalemler, kalemler ve hokkalar vardı. Buradaki lâmbalar gibi lâmbalar hiçbir yerde görmemiştim. Tam tavana asılmış bu lâmbalar uzun saçak buzları gibi sarkıyordu. Keşke burada, bu komodinin yanında, bu lâmbanın ışığının altında yaşasaydım diye düşündüm.

-          Bu odalarda erkekler kalırlar – diye Korjau açıkladı. – Aşağıda ise – yani birinci katta – kızların yurdu bulunur. Gidip bakalım.

Dayım bir şey söylemedi. Belki de önceden söylediği küçük yalan için utanmıştı. Biz henüz auldayken bana bir defa söylemişti ki Orenburg’daki okullarda kızlar yokmuş. Şimdiye kadar yalan söylemesinin sebebini anlayamamıştım. Ne de olsa o, benim isteğimle Bates'i şehre getirmeye razı olmuştu. Ve dayımın inadına Korjau'ya orada kaç kızın okuduğunu sordum.

- Şimdilik doksan üç, ama bu sonbaharda otuz kişi daha yazılacak.

- Ve hepsi Kazak mı?

- Okulumuz bir Kazak okuludur zaten. Bizde diğer milletlerden sadece yirmi kadar oğlan var. Onların Kazakça'ları da çok iyi.

Galiba dayım bu konuşmaya devam etmemizi pek istemeyip bir an önce kızların yurduna gitmemizi istedi.

Orası erkeklerinkinden daha temizdi. Bates aklıma geldi. Burada yaşasaydı ne kadar sevinirdi.

Yurdu gezdikten sonra Korjau Muzdibaev'le vedalaştık.

Dönerken dayım çoğunlukla susuyordu: ben konuşuyordum. Sözlerimin dayıma dokunacağını  bilmekle beraber konuşmaya devam ediyordum:

-          Bazı insanlar Sovyet iktidarını eleştiriyorlar, ama bir düşünsene! Henüz yapılmamış çok şey olabilir, fakat demin gördüklerimiz şaşılacak şey değil miydi acaba?

Dayımın somurtuk bakışını farkettim; konuşmamıza devam etmek istemediğini hissettim; sözlerimin hoşuna gitmediğini anladım, fakat hiçbir şey göstermedim. Onun yerine sakin sakin söyledim:

-          Çarlık iktidarı iki yüz sene bozkırımızda hükümdar olmuş. Fakat o, Kazak çocuklarını bu kadar düşünür müydü acaba? Rahmetli çarlar o kadar fakirlermiş ki okul bile kuramazlardı.

Dayımın “Haklısın” diye söyleyeceğini bekleyerek sustum. Fakat o, başını bile kaldırmadı.

-          İşte Sovyet iktidarı geleli kısa zaman geçti, ama çocukları ne kadar çok düşünüyormuş!

Dayım bu defa da bana katılmadı.

Bir süre ses çıkarmadan gidiyorduk.

- Dayı, bu Korjau önceden nerede çalışırdı?

- Korjau mu? Öğretmendir. Ondan önce on sekiz yılında kurulan Alaş alayında subay olarak hizmet ederdi.

- Savaşa da mı katılmış?

- Sen ne diye bunları merak ediyorsun ki? – diye dayım bana kızdı, ben de artık hiç soru sormadım.

Jakıpbek’in ve Taslima’nın evinde beş altı gün kaldıktan sonra yurda taşınmaya karar verdim. Dayım buna karşı çıkmadı. Bunun için ciddi sebeplerim vardı. Deney-manidar okulunda okumaya başladıktan kısa süre sonra akranlarımdan geri kaldığımı anladım. Onlara yetişebilmek için onlarla beraber hem okumam, hem yaşamam gerekiyordu. 

İlk zamanlar bana herşey, özellikle Rusça dersler çok zor geliyordu. Sıradayken sanki diken üstünde oturuyordum. Rusça kelimeleri o kadar bozuk berbat söylüyordum ki arkadaşlarım her cevabıma dostça gülüşüyorlardı. O zaman Muzdibaev’e başvurdum ve o, Rusça öğretmen Anton Antonoviç’le ek derslere gitmem konusunda anlaştı.

Anton Antonoviç çok iyi bir öğretmen ve insandı. O zaman elli beş yaşını doldurmuştu. Çok şaşılacak bir kaderi varmış. Yetim bir çocuk olan Anton'u Troisk şehrinin pazarında Antsuferov diye Rus bir subay almış. Çocuksuz ve yalnız olan bu insan bahtsız çocuğun eğitimiyle uğraşıp ona ad ve soyadı vermiş.

Çocuk büyüdükten sonra Antsuferov onu Harkov Öğretmen Okuluna yazdırmış. Anton yirmi bir yaşındayken bu okulu başarıyla bitirdikten sonra onun, öğretmen olarak Orenburg’daki Rus-Kırgız okuluna girmesine yardım etmiş. ''Sen milletine hizmet etmelisin'' diye Anton Antonoviç'e söylermiş.

O zamandan beri Orenburg'da öğretmenlik yapıyormuş. Kazakça'yı iyice öğrenmiş. Öğrencileri ona bayılırlardı.

Ben de oğlu gibi ona minnettardım. Pedagojik maharetle, iyi hislerle sanki içime tohumlar ekerdi. Gelecekte bu tohumlar ham toprakta biten ürünler gibi olurlardı. Kısa zamanda başarılı olup öbür ders yılının başlangıcında bayağı iyi Rusça konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyordum.

O zaman Orenburg'da bir sürü okul vardı. İlk önce onlardan üçünün ismini hatırlayabilmiştim. Kısaltmaları şunlardı:  KMEE, TMEE ve BMEE. Tam isimleri şunlardı: Kazak Millî Eğitim Enstisüsü, Tatar Millî Eğitim Enstisüsü, Başkurt Millî Eğitim Enstisüsü. Şakacılar bu üç enstitüyü birleştirip şunu söylüyorlardı: “Şehrimizde üç ‘ama’ var”. Her enstitüde Kazakistan’dan, Tataristan’dan ve Başkurdistan'dan gelmiş üç yüz dört yüz genç okurdu.

O yıllarda Orenburg'da dört okul daha açılmıştı: Sovyet partisi okulu, işçi fakültesi, asker okulu ve polis okulu. Bu okullarda okuyanlar arasında çok Kazak vardı.

Şehirde okuyanlar arasında Turgay bozkırımızdan olan birçok gence rastlıyordum. Özellikle Nurbek Kasimov’u çok sevdim. Benden ancak beş yaş daha büyüktü. Onunla o kadar iyi arkadaş olduk ki çok geçmeden bana tamamen öz gibi oldu. Babası – fakir Kasım – bize yakın otururdu. 1916 yılının ayaklanmasında Kasim,  Amangeldi'nin ordusuna girip tenkil müfrezesi mensubunun kurşunundan ölmüştü. Nurbek, Kasım’in tek oğluymuş. Onun çocukluğu çok zor geçmiş, ama genç yaşlarından beri şarkıyı, dombırayı sevmiş ve büyüyüp çok munis ve şen bir yiğit olmuş. Boylu, mevzun, zayıf, güzel yüzlü, faal ve hareketli Nurbek polis okulundayken bile müzikten ayrılmıyordu. Amatör sanattan da geri kalmıyordu. En sevdiği şarkı da vardı: ''Mayra''. Orenburg'da çok insan ona ''Mayra'' da derdi. Onun soyadını ya da ismini bilmeye hiç gerek yoktu: ''Mayra'' dendiğinde herkes kim hakkında konuşulduğunu anlardı.

Babalarımızın düşman olmalarına ve farklı kamplarda bulunmalarına rağmen çok iyi arkadaş olduk ve hemen hemen her gün görüşüyorduk. 

Nurbek’in aracılığıyla polis okulundan olan bir Turgay genciyle de tanıştım: Nayzabek Samarkanov’la. Yaşı otuza yakındı. Elmacık kemikleri çıkık yüzüne sert, bazen de kötü ifade veren siyah, gür bıyıkları vardı. Nayzabek’in kendisi, Amangeldi'nin müfrezesinde savaşmıştı ve beylere, alaşordalılara, babama karşı olan nefretini her zaman için gönlünde taşırdı.

Bir defa Nurbek’in odasına girdikten ve orada beni gördükten sonra:

-          Meğer bozkır kurdunun yavrusu da buradaymış  – diye bana istihfaf dolu bir bakış attı.

Bu görüşme bana pahalıya çıktı.

1924 yılının ilkbaharında deney-manidar okulunda bir tasfiye olacağı bildirildi. Öğrenciler arasında birçok gizli bey çocuğu vardı, öğretmenler arasında da ters bakışları olanlar vardı. Ve gerçekten okulumuza, başında Partinin Bölge Komitesi ikinci sekreteri Abdolla Asilbekov’un bulunduğu tasfiye komisyonu geldi.

Onu iki üç defa görmüştüm. Sağlam yapılı, çopur yüzlü sekreter bana çok sert  ve kararlı bir insan olarak geliyordu. Dayımdan ve onun arkadaşlarından, Abdolla’nın, Ekim Devrimine ve İç Savaşa katıldığını, Sovyet iktidarını kuranlardan biri olduğunu öğrenmiştim. Fakat çoğunlukla dayımın arkadaşları Abdolla’nın, burjuvalara, beylere ve, özellikle, alaşordalılara acımasız olduğunu vurgularlardı.

Komisyon Korjau Muzdibaev’i görevinden hemen aldı ve onun yerine Kazakistan’ın komsomol örgütünün sekreteri Yergali Aldongarov’u tayin etti. Biz ancak o zaman doğruyu öğrendik: bizim nâzik, kendi halinde olan Muzdibaev, Alaş alayının en acımasız subaylarından biriymiş. Esir olarak eline geçen Kızıl Ordu'nun askerlerini ve komutanlarını kılıçla kesermiş… Okulumuzda Korjau gibi birkaç alaşordalı da varmış. Onların hepsinin iplisini pazara çıkardılar.

Tasfiye komisyonu, öğrenciler arasında da birçok önemli beyin çocuğunu ve birçok alaşordalı bulabildi; onların çoğu, listelere evsiz olarak kaydedilmişti. Korjau beni de bu listeye kaydetmişti. Ve birçok ''evsiz yetimin'' sırrı açığa çıktıktan sonra korkudan nereye kaçacağımı bilmiyordum.

Dayıma sığınmak istedim. Fakat o bana karşılık vermedi:

- Bu konuda sana yardımcı olamam. Bu Asilbekov çok acımasızdır. Fikrini değiştirtemezsin. Kazak âdetleri onun hiç umurunda değil. Ben prensip sahibi bir adamım, ben komünistim diyor. Yerinden oynatamazsın onu. Babanın kim olduğunu bilirlerse seni okulda tutacaklarını umma bile!

- O zaman ne yapayım, ne?

- Sabret ve şansına güven!

İşte dayımın beni avutması bu kadardı. Bir yerde duyduğum sözler aklıma geldi: ''Suya düştüğün zaman yapışabileceğin bir ağaç ara!'' Kurtuluşum olacak bu ağaç nerede? Onsuz boğulurum! Ve ansızın çaresini bulabildim: Erkin Erjanov. Sanırım sadece o bana yardım edebilir. Fakat şu an benden ne kadar uzaktır o! Ona kolayca ulaşamam. Ve bunun suçlusu Erkin değil, suçlusu benim: Burkut!

Şaşılacak bir şeydir, ama öyle oldu ki Erkin benimle hemen hemen aynı zamanda Orenburg’a gelmiş, sınavlarını kazanmış ve Sovyet partisi okuluna girmişti. Bir gün görüştükten sonra birbirimize çabukça yakınlaşmaya başladık, ama dayım bunu öğrendikten sonra beni uyarmaya başladı:

-          Ona güvenme! Sana iyi davranmış gibi yapıyor. O, beylerden ve ilk önce babandan nefret ediyor. Ondan medet ummak gökten avucuna bir yıldız düşer diye beklemektir. Senin için tek yapabileceği şey tuzak kurmaktır. Bu tuzağa düşersen seni tamamen mahveder.

Gençliğim yüzünden kanağan ve tecrübesiz olduğum için bu konuşmadan sonra Erkin'den soğumaya başladım, hatta sokakta ona rastladığımda bile görmemiş gibi yapıyordum. 

Bu şekilde davranmam Erkin'i çok üzdü. Bir gün Nurbek'e, kendisinden boşuna soğuduğumu söylemişti. Burkut'a söyle ki, dediydi, ona hiçbir kötü şey yapmam. Ben kendim onun okumasını tavsiye etmiştim. Şimdi ne diye ayağını kaydırmaya çalışayım? Okuldan tardettirmek en kolay şeylerden biridir! Daha zor olan şey insan uğruna savaşmaktır, dediydi.

Nurbek, Erkin'in bu sözlerini bana iletti; ben de dayıma ilettim. Fakat dayım ısrarında devam ediyordu. Eğer seni okuldan tardettiren biri olursa da Erkin olacak, diyordu.

Fakat telâşım boşuna değildi. Komisyon, işlerini daha bitirmemişti, ama kulağıma artık şunları fısıldamışlardı:

-          Biliyor musun, galiba sana karşı da malzeme bulmuşlar.

Yüreğim hızlıca çarpmaya başladı:

- Bunu kim yapmış? Merak ettim!

- Bunu bilemem…

Acaba Erkin mi yapmış? Yani dayım haklı mıydı? Acaba kendini yalandan mı arkadaşım olarak gösteriyordu? Ya düşmanım çıkarsa ne yapacağım?

Çok şükür ki kuşkularım yanlıştı. Evet, dilekçe gerçekten vardı ve ona babamın bütün işleri hakkında ayrıntılı yazılmıştı. Dilekçenin altında bir imza da vardı: Nayzabek Samarkanov.

Yine dayıma koştum. O yine de fikrini değiştirmedi:

-          Ne de olsa bunu Erkin yapmış. Sadece Nayzabek’in arkasına saklanmış.

Komisyon, işlerine devam ediyordu. Kuşku uyandıran bütün “evsizleri” arka arkaya çağırıyordu. Sıra bana geldi. Yarın komisyonun karşısına çıkacaktım. Her zamankinden daha çok endişeliydim. Okuldan tardedileceğime emin olup bazen körükörüne dayıma katılıyordum ve herşeyde Erkin’i suçlayıp cebimdeki çakıyı yoklayarak onunla görüşmek istiyordum. Polis okulunun yurdunun yakınlarında onu bekliyordum. Ve o gerçekten arkadaşlarıyla beraber yanımdan geçti, bense ona seslenmedim bile.

O zaman Jayik’e gittim. Buzdaki geniş deliğe yaklaşıp az kaldı suya atılacaktım. Fakat hayır! Hayatımdan vazgeçmeye hazır değildim. Ve o anda sanki biri kulağıma fısıldadı: ümidini kesme, bekle! Önceki gün komisyon bir beyin oğlunu okuldan tardetmemişti. Belki yarın da seni tardetmezler.

İşte böylece ümit elimden ihtiyatla tutup beni nehrin buzundan tâ kıyısına kadar götürdü. Nurbek'e gitmeye karar verdim. O, Erkin'in en yakın arkadaşlarından biridir. Üçümüz birlikte konuşalım mı diye düşündüm. Polis okulunun yurduna gittim, ama saat geç olduğu için beni içeriye bırakmadılar. Neyse, diye düşündüm, sabah görüşürüz.

Sabaha kadar göz kırpmadım. Güneş doğar doğmaz yine polis okuluna gittim. Fakat yarı yoldan geri döndüm. Ne olursa olsun. Kimseye yalvarmayacağım.

Kısaca, bana söyledikleri saatte ben artık tasfiye komisyonunun oturduğu odaya giriyordum. Allah’ım, Asilbekov’un yanında Erkin oturuyordu. Yüreğim oynadı. Telâş yüzünden selâmlaşmadım bile ve eşikte donakaldım. Asilbekov asık bir suratla kaymaç Kalmık gözlerini bana dikti.

- Soyadı ne? – diye komisyon üyelerine döndü.

- Jautikov – diye Erkin diğerlerinden atik davrandı.

Asilbekov hemen ona baktı.

- Yani bana anlattığın delikanlı bu mu?

- Evet – diye Erkin alçak sesle söyledi.

''Şu fitneci adama bak! Gerçekten yapmış!'' diye öfkeyle düşündüm.

Aniden Asilbekov’un Kalmık gözlerinde iyi bir pırıltı gördüm:

- Sana şunu söyleyeyim, canım! Sen o kadar kötü bir insanın oğlusun ki seni hiç düşünmeyerek okuldan tardedebiliriz. Fakat Erkin Erjanov – tabii ki onu tanıyorsun – seni kurtardı. Git ve oku!

Ben hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Sonsuz sevincim ve gözyaşlarım yüzünden Asilbekov’ a ve Erkin’e yüksek sesle teşekkür edemedim. Hiç utanmayarak kuşkulandığım değerli Erkin'ime teşekkür edemedim. Yüzümü avuçlarımla kapayıp ok gibi koridora fırladım. “İşte odur benim gerçek kurtarıcım” diye gözyaşlarımı tutmayıp düşünüyordum.

 

GÜCENİKLİK

Seni görüyorum uzak kıyıda,

Küpeden yaptığın o güzel kayıkla,

Gizlice beni uzaklara götür,

Meleğim, ayrılıkla beni korkutma!

Bir halk şarkısından

 

Derslerimde bu kadar başarılı olacağımı kendim de beklemiyordum.

Dayımın keyfi yerindeydi. Gerçi yüksek keyfinin sebebi başka bir şeydi. Ne de olsa sonbahar dersleri başlayana kadar beni kendisiyle Kırım'da yaşamaya ısrarla davet ediyordu.

Bu arada söyleyeyim ki gözlemlerime göre dayımın çok parası vardı. Bir gün, bu para nereden diye ona sorduğumda – tabii ki sormam pek nezaketli değildi – dayım kurnazca gülümseyerek cevap verdi:

-          Ücret denilen bir şey hiç duydun mu, Burkut?

Hayır, bu kelimeyi ne derslerimde, ne de tanıdıklarımla olan konuşmalarda hiç duymamıştım.

-          Benim yazdığım ders kitaplarını gördün mü hiç? Gördün, değil mi? Sen bile onlarla okudun. Ben de onları yazmak için maaş alıyorum. İşte ücret denilen şey budur: basılı eserler için ödeme.

Dayım bana ayrıntılı olarak anlattı ki ücret her basılı yaprak için verilirmiş, basılı yaprak ise on altı sayfaymış. Yani kitabın hacmine göre ücret artarmış. Dayım, kendisine her basılı yaprak için onluklarla elli ya da yetmiş ruble verildiğini söylediğinde ben şaşırdım. Meğer sadece bu yıl onun yazdığı otuz tane basılı yaprak yayınlanmış. Dayımın gelirinin hesabını aklımda çabukça yaptıktan sonra büyük bir tutar çıktı. Kazandığı para yirmi üç yılında çıkarılmış onluklardı ya; binlik ve milyonluk olan eski kâğıtlar değildi.

Yeni paraların değerini iyi biliyordum. Orenburg’da koyun beş rubleye, inek ise yirmi rubleyeydi. Ben Kızbel’den ayrılırken babam cebime yüz ruble koymuştu. Çok iyi hatırlıyorum;  seksen üç rubleye kendime bir sürü kıyafet aldıydım: vidala çizmeler, çuhadan bir palto, pantolon, kaftan, kasket, iç çamaşırı ve gömlekler…

Dayımla bu konuşmadan sonra onun evinin zengin mobilyasına artık şaşırmıyordum. Tanya dediğim karısı Taslima sürekli mağazaya koşup geçmişte zengin olanların sattığı pahalı eşyaları alıyordu. Bir gün Tanya hanım mağazadan rekun kürkü getirmişti. Böyle bir kürkün fiyatı en azından altmış koyundu.

Kırım’dan söz açıldığında dayımın cömertliğine şaşırmadım. Bu arada, dayımın bir sürü kusuru vardı, ama asla cimri biri olmamıştı. Şöyle diyordu: ''Atın varsa dünyayı tanımaya başla! Dünya’yı daha çok gezmen için atın tırıs gitsin. Birikimlerin varsa insanlarla tanışmak için para esirgeme! Misafirlerin tükenmesinler. Parayı sandığa koyarsan hiç faydası olmaz.''

Fakat Kırım’a olan yolculuğun çekici olmasına, dayımın iknalarına rağmen hiçbir sayfiye beni çekmiyordu. Ne diye oraya gideyim? Acaba bozkırımdan daha değerli bir toprak var mı benim için, acaba Bates'ten daha değerli bir insan var mı benim için?

Bazen Orenburg'a gelen tanıdıklarımdan Bates'in sağ olduğunu ve babasının evinde yaşadığını öğreniyordum. Artık uzun süredir kız kıyafetleri giydiğini ve çok okuduğunu biliyordum. Ayrıca bana finans bölümünün acentesi Samalik’in verdiği sözü tuttuğunu söylemişlerdi. Sasik'i hem vergilendirmiş, hem de Turgay cezaevine yollamıştı. Derlerdi ki Sasik ilkbaharda zar zor özgürlüğüne kavuşmuştu. Şimdi de hayatını korumaktan başka hiçbir şey umurunda değil! Kafası karışık Sasik bir zamanlar başlık parası verdiği kızı savaşarak geri almayı hiç düşünmez.

Kışın Bates'e birkaç mektup yazdım, fakat cevap almadım. Belki mektuplarım eline geçmiyordu. Aralık ayında şehre gelen Kayrakbay diyordu ki Bates kendisini benim gelinim sayıyormuş. Aulda da böyle düşünüyorlarmış. Sessizliği gittikçe beni daha çok endişelendirmeye başlıyordu.

Ne de olsa aula gitmem lâzımdı ve dersler biter bitmez yola çıkmaya hazırlandım. Fakat tam o zaman Bates'ten o kadar çok beklediğim mektup geldi.

Holde… Evet, evet! Yurdumuzun holünde - o yıl yabancı kelimeleri, gereği olmadığında bile, kullanmak çok hoşuma gitmeye başladı – hücreli, alfabeli bir mektup dolabı vardı. Genelde “J” harfli hücrede – soyadım Jautikov ya – bana yönelik hiçbir şey olmazdı. Ancak ayda bir defa babamın verdiği görevle Tekebay bana yazıyordu. Fakat ne sıkıcı mektuplardı bunlar! Onlarda kısa şekilde âilemin ve hayvanların sağlığını anlatılıyordu. Ondandır ki haftalarca mektup kutuma bakmaya üşeniyordum. Ve işte tesadüfen mektup dolabının yanında dururken bu zarf gözüme ilişti. Mektubu dolaptan çıkarıp Bates'in el yazısını hemen tanıdım, fakat geri adres yoktu. Fakat neden mektubu okulun adresine göndermiş: dayımın evinin adresine gönder diye demiştim ya ona. Demek ki Bates dayıma pek güvenmiyordu. Zarfı açıp mektubun en sonunu okudum. Senin Akbota, senin beyaz torumun! Bates’e sadece ben öyle diyordum.

Bates’ten bir mektup almaktan çoktandır ümidimi kesmiştim. Ve şimdi onu satır satır okuyacak yerde mührünü kaldırılmış zarfı şaşkın şaşkın ve şefkatle göğsüme bastırıyordum. Galiba yandan çok komik görünüyordum. “Ona ne oluyor?” diye sesler duydum. Bana ne olduğunu anlamayan sınıf arkadaşlarımdı. Odama koştum, sanki Akbotamın yazdığı mektuba saldıracaklardı. İyi ki o anda oda arkadaşlarım orada değildiler. Yalnızdım. Mektupla baş başaydım. Bates hakkındaki düşüncelerle baş başa…

Koridordan sınıf arkadaşlarımın konuşmaları duyuluyordu. Keşke buraya gelmeseler diye düşünüyordum. Hislerimi onlardan kıskançlıkla koruyarak okul defteri yapraklarından ibaret olan mektubu okumaya başladım. Bana seslenişinde de Bates kendisine sadık kalıyordu. Babam çoğu zaman bana Bokejan derdi. Bates de öyle. Mektupta da öyle diyor.

Mektup eksiksiz şöyleydi:

''Bokejan!

Kışın yolladığın on yedi mektubu aldım.

Neden onlara cevap vermedim? Yazdığın mektuplara ve Kayrakbay’ın anlattıklarına göre derslerin çok iyi gidiyor. Seni derslerinden alıkoymak istemiyordum. Ayrıca yazacak hiçbir şey bulamıyordum.

Şimdi yazmamın ciddi bir sebebi var. Kısa zaman önce baban dayından bir mektup almış. Kayrakbay bana iletti ki bu yaz dayın seni kendisiyle Kırım'a gitmeye davet ediyormuş. Meğer sen istemiyormuşsun. Dayın, benim yüzümden gitmek istemediğini sanıp bu yaz sen aula dönmeyesin diye babanın herşeyi yapmasını rica etmiş. Benim yüzümden derslerini bırakmandan korkuyormuş. Ayrıca aul dedikodularından da sakınıyormuş.

Biliyor musun, Bokejan, bence dayın haklı. Beni merak etme! Samalik Sagimbaev sen gittiğinde sana söylediği sözleri bana tekrarladı. Diğerlerine inanmayabilirim, fakat ona inanıyorum.Memleketimizdeki beyler için o şimdi bir tanrıdır. Biliyorum ki sen, Sasik tüm kışı cezaevinde geçirdi diye bir haber almışsın. Sadece vergilerden vazgeçtiği için değil, ergin olmayan bir kız için başlık parası verdiği için de. O çok korkmuş. Biliyorsun ki önceden Sasik evimize sık sık gelirdi, şimdi ise atı evimizin yolunu tutmuyor.

Bir gün Samalik benim huzurumda babama kızıyordu: ''Kızın henüz beşikteyken Sasik onun için başlık parası vermiş. Derler ki siz de onunla beraber kızın evlilik çağına girmesini bekliyormuşsunuz. Ona söyledim, sana da söylüyorum: kızı Sasik’in oğluyla evlendirmeyeceksiniz. Kendim takip edeceğim. Ben de gidersem Sovyet iktidarı kalacak herhâlde. Kızın hayatı bozulursa kabahat sizindir!'' Babam yerin dibine geçecekti. Kendini mazur göstermeye çalışıyordu, eski Kazak âdetlerini hatırlatıyordu. En sonunda da şuna söz verdi: yasanın söylediği gibi olur! Büyüklerin, benim hakkımdaki konuşmalarını dinlemekten utandığım halde gidemiyordum. Samalik’in gösterdiği sebatı çok beğendim. Şimdi artık korkmuyorum. Artık bana bir şey yapamazlar.

Sana gelince yazın bize gelmene gerek yok. Dayın haklıymış. Kendin bana yazmıştın ki Orenburg’da gördüğün eğitimde bir kış kalmış. Sağ selim olursun ve aula temelli dönersin. Fakat ne beni, ne de dayını dinlemezsen bil ki beni bulamayacağın bir yere giderim. Bulursan bile seninle hiç konuşmam… ''

Bu satırlara vardığımda yerimi bulamadığımı hissettim. Acaba bu kanağan, sevimli ve masum bir kızın yazdığı mektup mu? Böyle sırf olgun, tecrübeli ve uzun hayat yaşamış bir insan yazabilir diye düşünüyordum. Nereden bu olgunluk? Neden benimle bu kadar küstahça konuşuyor? Ve bu üzgün mektuba çeşni vermek için şefkatli ve sıcak ''Bokejan''ı neden katıyor?..

Fakat okul defterinin yaprağını çevirip gördüm ki ters tarafına da yazmıştı. Bir an için çabukça mektubun sonuna baktım, sonra dikkâtle okumaya başladım ve en başlangıcında o kadar ihtiyacım olan sıcaklığı hissedebildim.

“Mektubum seni kırabilir, sevgili Boken!.. Fakat ismine ‘jan’ ekini boşuna eklemedim… Kazak’lar on üç yaşındaki kıza ‘ev sahibesi’ derler. Ben on dört yaşımı doldurdum. Belki bazı insanlar beni şimdi de bir çocuk olarak görüyorlar, ama ben biliyorum ki insan on dört yaşındayken artık geleceğini düşünmeye başlar. Şairlere inanırsak insanlar çocukluklarından beri sevmeye başlarlarmış. Âşkım ben çocukken değil, Sarikop’taki ayazlı, karlı bir kışta dünyaya geldi… Ve o zamandandır bu âşkım her ayla ya da her günle değil, her saatle, her dakikayla daha güçlü oluyor. Bu sıcak duygu kalbimin derinliklerinde alevleniyor… Ya seni görürsem? O zaman ne olacak?..

Aklımı kaybetmemeye çalışıyorum. Sanırım, böyle yanma zamanımız daha gelmedi… Önceden âşıklar bir daha birleşmemelerinden korkarlardı. Öyle bir engelimiz yok zaten!.. Öyleyse ne diye acele edelim?.. Babanın en sevdiği atasözünü hatırlasana: “Sabır saf altındır. Sabırlı insan hedefine ulaşır, sabırsız insan ise rezil olur…”

Sen de sabırsız olma, Bokejan!.. Seni gerektiği kadar beklerim. Ve yazın aula gitmene gerek yok. Orenburg’da gördüğün eğitimini bitirirsin ve gelecek yıl biz beraber eğitimimize devam etmeye gideriz.

Senin Akbota’n!”

Bates’in mektubunu uzun uzun düşündüm. Onun sözleri ağırıma gitmişti, fakat Bates'in haklı olduğunu kabullenmeden edemezdim. Bir süre daha tereddüt ettikten sonra Orenburg’da kalmaya karar verdim. Bir müddet sonra arkadaşlarımla beraber bir piyoner kampına gidip bütün yaz boyunca piyoner kolu başı olarak çalıştım.

Bates’i  özlemeye devam ediyordum ve sabrım gittikçe tükeniyordu. Fakat ikinci ders yılı birincisinden daha hızlı geçti. Çok çalışıyordum, boş vaktimi ise okuyarak geçiriyordum: Rus edebiyatı. Bu kış ne kadar kitap okudum be! Dikkâtimi en çok çeken Lermontov'du. Bütün eserlerinden bana en büyük izlenimi veren  “Çağımızın Bir Kahramanı” romanıydı. Onu birkaç defa okudum ve birçok sayfasını ezbere hatırladım. İtiraf edeyim: Peçorin’i çok beğenmiştim. Bazen bana örnek gibi oluyordu. Kendimin Peçorin, Bates’in ise Bela olduğunu hayal ediyordum. Fakat bizim ilişkilerimiz tamamen farklıydı. Ayrıca Bates’i hep seveceğime emindim. Fakat gelecekte kaderimizin nasıl olacağını tahmin edemiyordum…

1925 yılının ilkbaharı geldi. Eskiden Türkistan Cumhuriyeti'ne bağlı Yedisu ve Seyhun bölgelerinin, Kazak Özerk Cumhuriyeti’yle birleştirileceği belli oldu. Cumhuriyetin başkenti Orenburg’dan Akmescit’e taşınacaktı.

Deney-manidar okulunu bitirmek üzereydim. Bazı insanlar bana Orenburg işçi fakültesine girmemi, sonra da bir enstitüye gitmemi tavsiye ediyorlardı. Fakat, doğrusu, artık Kazakistan’ın başkenti olmayan bu şehirde kalmak istemiyordum. Dayım bana katıldı. Ona göre de Orenburg’dan gitmem lâzımdı. Fakat Akmescit'i andığımda dayım itiraz etti:

-Orada teknik okullar var, Burkut, ama teknik okul neyine gerek. Altı sınıflık eğitimin var, Rusça'n çok iyidir. Teknik okul elini kolunu bağlar. Gerçi, Kazak Millî Eğitim Enstitüsü Akmescit’e taşınacakmış. Fakat orada zor olacak: bütün dersler Kazakça sunulmakla beraber Kazakça ders kitapları çok azmış. Orada çok şey öğrenemezsin. Hayır, sen şimdilik Akmescit’i düşünme! O zaman nereye diye sorarsın? Bence Taşkent’e gitmen lâzım. Orada pedagojik bir enstitü var. Oradaki öğretmenler seçkin. Mükemmeller. Dersleri hayran hayran dinlersin. Şehir çok güzel. İşte okuman gereken yer!

Beni ikna etmek, beni heyecanlandırmak zor olmadı. Fakat aklıma böyle bir soru geldi: acaba beni kabul ederler mi? Ve bunu dayıma sordum. Dayım kurnazca bana baktı:

-          Tabii ki, kabul etmezler, fakat saygıdeğer bir insan seni tavsiye ederse ederler, – ve bir dakika sustuktan sonra devam etti: - Fakat birini buluruz. Junusbek Mauitbaev’i tanıyor musun? Evet, evet. O Mauitbaev ki Turgay'ımızda açlık çeken insanlar için Semipalatinsk aullarından yollanmış hayvanları aç insanlara dağıtmıştı. İşte Junusbek'in kendisi Taşkent enstitüsünü yönetirmiş. Alaş'ın en saygılı eylemcilerinden biriymiş. Yazdığım mektupla mutlaka kabul edilirsin.

Kuşkularım dağıldı.

Kısaca, bütün derslerden 'iyi' notunu alıp deney-manidar okulunu bitirdim ve dayımın yazdığı mektupla memleketime gittim.

Benimle beraber Musapir Lusirmainov da dönüyordu. Bu yıl Kazak Pedagojik Enstitüsü'nü bitirmişti. Kuzenimi pek sevmiyordum, ama ne onun, ne de benim başka yoldaşımız yoktu. Ayrıca Musapir'in, aullardaki at araçlarını bedava kullanmaya izni vardı: benim için elverişli bir şey.

Aulumuza giden iki yol vardı: biri trenle Kinel ve Çelyabinsk içinden Kustanay’a kadar gitmeli, sonra da atla bozkır içinden Kutsal gölün yanından geçmeliydik. Diğer yol dayımla geçtiğim Jazi’nin büyük yoluydu. Ben Bates’in aulunda duraklamak için tam bu yolu seçtim. Bu yol daha uzun, ama dediğim gibi, daha caziptir .

Onuncu gün uzakta hafif bir duman bulutu içinde bulunan Kızbel’in tepeleri hayal meyal biçimde göründü. Kızbel, okyanusun dalgalarında sallanan büyük bir gemiye benziyordu. Belki engin yerimiz olan Turgay’ın bir zamanlar deniz olduğu doğrudur diye düşündüm. Şimdi sanki eski manzarası canlanıyordu.

Ve biz yaklaştıkça tepeler bizden uzaklaşıyordu: sıcak yazlarda insana hep öyle geliyordu. Tilki kuvvetten kesilmiş tazıdan tam öyle kaçar.

Hedef  hem yakın, hem uzaktı.

Özellikle ben yorulmuştum. Bu defa yol bana dayanılmayacak kadar uzun geldi.

Nihayet hedefe vardık.

Sis içinden Bates’in beni beklediği aulun yurtaları görünüyordu.

Fakat heyecanımı Musapir’le paylaşmıyordum. O güvenilir bir arkadaş değildi. Bir defa sırlarımı ona açmıştım, o ise dayıma anlatmıştı. O zamandan beri Musapir’den uzak duruyor, sırlarımı ondan saklıyordum. Fakat Sultanmahmut Toraygirov’un dediği gibi:

İnsanın, gizli mahsende her zaman

Saklayabildiği bir sır var mı acaba?

İnsanın gücü yeter mi her zaman

Ve her yerde onu koruyacağa?

Ben tamamen eminim ki Musapir, Jazi’nin yolunu neden seçtiğimi tahmin ediyor. Fakat Orenburg’da ona nasıl darıldığımı bildiği için bana hiç soru sormuyordu.

Yol uzanıyordu. Önümüzdeki bozkır eskisi gibi duman içindeydi.

- Ah, lânet olası, sana  ulaşmamıza izin verir misin yoksa vermez misin? – diye söyledim.

- Ne hakkında konuşuyorsun? – diye Musapir beni itekledi.

- Kızbel hakkında. Uzun zamandır önümüzde tepeler görünüyor, fakat bir türlü oraya varamıyoruz.

- Neden o kadar acele ediyorsun? – diye  Musapir gülümsedi.

Ben cevap vermedim. Musapir dikkatle bana baktı ve gülümsemesi anide kayboldu. Onunla konuşmak istemediğimi anlayıp yüzünü çevirdi.

Tekrar sustuk.

Bates'in aulunun Bazaukan'ın yanında bulunan yurtaları her zamanki gibi çok beklenmedik şekilde göründü.

Tanıdık yurtalar, tanıdık bir aul, tanıdık bir çukur, dere ve tepeler!

Munlık-Zarlık Destanında Şanşar han hakkında anlatılır. Uzun zaman çocuğu olmuyormuş. Ve ancak onun altmışıncı genç karısı gebe kalmış. Doğum zamanı gelmiş. Han kendi evinde asla bir bebek sesi duymamıştı. İlk defa bebeğinin sesini duyacağı zaman kalbi dayanamaz diye korkuyormuş. Han kendisiyle kırk yiğit alıp müjdeyi beklesin diye ava gitmiş.

Bu destanı hatırladıktan sonra bana öyle geldi ki yüreğim Şanşar hanınki gibi parçalanabilir. Hanın tersine ben sabırsızdım. Bu müjdenin önüne geçmek istiyordum…

Düşüncelerim karışık, sinirlerim ise gergindi. Atları durmadan koşturuyordum. Fakat ne diye aulda bizi sessizlik karşıladı? Sanki orada bir insan bile kalmamıştı. Sadece Kikim'in kötü dişi köpeği keskin havlamasıyla önümüze fırladı, ama beni tanıyıp sustu ve kuyruğunu salladı… İlginç: köpek havalarken de kimse çıkmadı.

Atlarımızı Kikim’in ve Mambet’in yurtaları arasında durdurduk. Arabadan inmiyordum. Musapir de bana bakıp yerinden kımıldamıyordu. Kalisa, başında hafif bir başörtüyle bizim karşımıza çıkana kadar öyle kalmıştık.

- Tanrım, ne oluyor burada? – diyerek yere atlayıp haykırdım – Herkes sağ mı?

Kalisa:

- Sağ, sağ, -  diyerek cevap veriyordu biraz şaşkınlıkla bana bakıp. Belki çok değişmiştim ya da çok heyecanlıydım.

- O zaman neden ortalık bu kadar sessiz? İnsanlar neredeler?

- Herkes yerinde, herkes sağ! – diyerek Kalisa gülümsedi.

- Evet… Fakat yine de neredeler?

Kalisa:

- Sen önce selâm söyle! – diyerek elini bana uzattı – Demek sağ salim dönmüşsün?

- Allaha şükür!

- Eskisi gibi seni öpmek istiyorum, ama son iki yılda o kadar büyümüşsün ki yiğit olmuşsun. Hayır, Burkut, bırak sana eskisi gibi sarılayım!

Evet, auldan ayrılalı gerçekten büyümüştüm. Kalisa’nın boyu omzuma kadar zor yetişiyordu. Fakat benden biraz daha uzun olduğu için onun boyunu çok mu geçmiştim acaba?

Kalisa yurtasını gösterdi:

- Hadi gidelim!

Ben biraz şaşırdım , ama o bana davetini tekrarlayan bir işaret yaptı. Ben Musapir’i öne geçirdim, kendimse Kalisa’yla kaldım.

- Sen endişelenme! Erkejan şimdi uzak bir yolculuğa çıktı, - diye Kalisa hızlı hızlı fısıldıyordu. – Karakiz’in akrabalarına gitti. Bir araba dolusu hediye götürdü.

- Ya Bates’le başka kim gitmiş?

- Aulumuzdan Seil diye bir adam. Bildiğim kadarıyla başka biri de gitmiş.

- Bates benim için birşey bıraktı mı?

- İşte bu kâğıdı! – diye Kalisa başörtüsünün ucuna bağlanmış ve buruşturulmuş mektubu çıkardı.

''Boken! – diye acelece yazılmış eğri büğrü satırları okumaya başladım – Bunun öyle olup olmadığını bilmiyorum.  Belki annem geleceğini hissetmişti. O zaman auldan gitmeyi daha çok istedi. Fakat gidip akrabalarını görmeyi uzun zamandır  istiyordu. Bu da doğru. Onunla beraber gitmem için ısrar etti. Bir türlü reddedemezdim. Akrabalarımız Troisk'e yakın oturuyorlar. Orenburg'dan yazdığın mektubu aldım. Seni bekleyeceğime söz vermiştim. Kırılma, ama bir türlü bekleyemedim. Vaktin varsa beni bekle.

Senin Akbota''.

Fakat ben yine de kırıldım.

Kalisa bunu farketti, ben de saklamak istemiyordum zaten. Beni her türlü avutmaya çalışıyordu, ama sözlerini duymuyordum.

Her zamanki gibi asabi olup hemen gitmeye karar verdim.

Kalisa:

- Ama sen bugün bari kalır mısın? – diye üzgün üzgün sordu – Erkejan'dan başka kimseyi görmek istemiyor musun acaba? Ben de bir kuzu kesecektim… Geleceğini biliyordum ya. Bizde ''İnsanı hatırlıyorsan önceki öğle yemeğinden ona pay ayır'' söylendiğini unutmadın, değil mi? Daha kışın kurutulmuş etten senin için biraz sakladım. Onu tat, sonra git!

Kalisa beni duygulandırdı. Onun eski iyiliğini hatırlayıp ona zıt gitmedim. Konuşmamızı dalgın dalgın dinleyen Musapir kımız içip aulda dolaşmaya gitti.

Ben de kımız içtim. Susuzluğumu giderdikten sonra kendimi daha rahat hissetmeye başladım. Yaralarıma tuz biber olan dargınlık ve kızgınlık biraz yatıştı.

Kalisa'ya Mambet'in aulundaki hayatı hakkında sorular sormaya başladım. Şimdilik burada sadece Bates’in gerçek annesi Janiya, Mambet’in küçük karısı Kaken, Bates’in kızkardeşi ve bir ücretli çalışan bulunuyordu.

Şaşkınlık içinde öğrendim ki Mambet  babamın ticaret ortağı olmuştu: aulumuzdaki dükkândan mallar alıp bozkır boyunca dağıtıyormuş. Evde olmamasının nedeni buymuş.

Kalisa’dan bir haber daha duydum. Mambet’in âilesi bölmüştü: Karakiz, Bates ve Seil önceki yurtada oturuyorlarmış.  Mambet’in kendisi, Janiya ve Kaken ise onlardan ayrı oturuyorlarmış.

Bunu hiç anlamıyordum. Fakat Kalisa bana anlattı ki iki karısı olan Turgay beyleri öyle yaparlarmış, çünkü çok eşliliği yasaklayan yeni bir yasa çıkmıştı. Ayrıca vergiler de bayağı artmıştı. İşte beyler farkına vardılar ki hayvanlarını ve varlıklarını ikiye bölerlerse ortak vergi de düşer.

Nasıl ayrıldıklarını merak ettim ve Kalisa bana anlattı:

-Geçen yıl gezici mahkeme bize geldiğinde Molda ağa – Kalisa Mambet'e Molda ağa derdi, - bir dilekçe verdi. Dilekçesinde yasa erkeğin iki karısının olmasını yasaklıyor diye yazmış. Büyük karısını hiç sevmiyordu. Ayrıca büyük karısı kavgacı, ihtiyarlamış ve en sevdiği küçük karısına rahat vermiyormuş. O yüzden Molda ağa mahkemeye kendisini bu karısından boşaması için dilekçe verdi.

- Acaba mahkeme buna inanmış mı? – diye Kalisa’nın sözünü kestim.

Soruma cevaben hafifçe gülümsedi.

- Düşünsene, Burkut! Yargıç Molda ağanın eski arkadaşlarından biriymiş . Bildiğim kadarıyla ona dilekçeyi yazmakta bile yardım etmiş. Mahkeme onları boşadı, âileyi ikiye böldü, varlığını da eşitçe paylaştırdı. Ve şimdi Molda ağa ek vergiden kurtuldu.

- Söylesene, yurtaları birleşik mi yoksa ayrı mı?

- Acaba büyük yurtanın arkasında biraz daha küçük gri bir yurta farketmedin mi? Bu küçük yurtanın kendisi. Anlaşıldı mı?

- A!.. demek ki gerçekten mi ayrılmışlar?

- Allah Allah, ne kadar çocuksun sen hâlâ! Şehirde de iki yıl okumuşsun ya. – Kalisa anlayışsızlığıma sinirleniyordu – Sıradan bir hile. Sovyet iktidarını aldatmışlar. Yabancı kişilere karşı ayrı, fakat gerçekte beraber oturuyorlarmış.

- Ya şimdi büyük yurtada kimler kalıyor?  Dedin ya: herkes bir yere gitti.

- Büyük yurtada Janiya ve Kaken, diğer yurtada ise sadece yiğit Kaynazar kalıyor.

Janiya'yı görmek çok istiyordum. Kalisa'ya onun neden bize karşılamaya gelmediğini sordum.

- Burkut, unutma ki Janiya işinin yüzünden çok yoruluyor. Sanırım sağım yaptıktan sonra uyuyakalmış . Biliyorsun ki Kaken ona iyi bir yardımcı değil, çok uyuşuk ve tembel. Tam sen gelmeden önce Janiya kısrakları sağmıştı ve belki şimdi uyuyordur.

Önceden Janiya'ya biraz acıyordum.  Bates'in öz annesi ya. Kızının hoşuma gittiğini düşünerek bana aynı sıcaklıkla karşılık veriyordu. Ev işleri altında durmadan ezilen, suskun olan Janiya kısa süreli konuşmalarımızda hem aklını, hem de sağduyusunu gösteriyordu. Kalisa öğle yemeğini hazırlarken Janiya'yı bulup ona selâm vermeye karar verdim.

Onun, büyük yurtada dinlendiğini tahmin edip önce oraya girdim. Sağ yanından indirilmiş perdenin arkasından ses ve birinin gülerek fısıldaması duyuldu. Gözlerimi aşağı doğrulttuğumda perdenin alt kenarından gördüm ki yorganın altından ayaklar dışarı çıkmıştı. Hayır, bu hiç de Janiya değildi. İçime küçük bir şeytan girmiş gibi yorganı çektim. Allah’ım, onun altında Kaken’le Musapir uzanıyorlardı. Nasıl yetiştirebilmişti be! Apışıp kaldım. Onlardan daha çok utanmıştım. Ve yorganı acele acele üzerlerine atıp yurtadan dışarı fırladım. İşte köpekler!

Aulda hayatımı düşünerek ne kadar gezdiğimi bilmiyorum, ama Janiya’ın, yurtasından çıktığını görür görmez Musapir hakkındaki bütün hüzünlü fikirlerim uçup gitti. İki yıl geçtiği halde şekli hiç değişmemişti, hatta aynı eski kıyafetleri giyiyordu.

- Geldiğini duydum ya, Burkut can – diye acele ile bana doğru yürüdü. – Seni uzaktan selâmlamadığım için özür dilerim. Akbota yurtada olmadığından dolayı gözlerine nasıl bakacağımı bilmiyordum.

Akbota beyaz torum demek!  Bates'le baş başa olduğumuzda ona öyle dediğimi nasıl hatırlamıştı ya!

- Hadi bana gel! Kıyafetlerimden iğrenme! Bırak seni kucaklayayım.

Ne kadar sıcak geldi bana şefkatli, özenli elleri!

Bates'imin annesiyle öyle sarmaş dolaş halde uzun kalırdım, ama Kalisa bizi yemek yemeğe çağırdı.

Janiya'nın gözlerinde yaşlar gördüm. Analık telâşını hissettikten, hüzünle dolu kesik kesik konuşmasını  dinledikten sonra benim gözlerim de yaşardı:

- İsteme istemeye gitti. Anlasana bunu. O kadar endişeleniyordu ki. Arabalar bozkırda kaybolana kadar görebiliyordum, sürekli dönüp aula bakıyordu. Özlem duyuyordu o. Durmadan özlem duyuyordu.

Kalisa bize yaklaşırken Janiya sustu…

Musapir öğle yemeğine gecikmedi. Hem doyana kadar kurutulmuş et ve taze kuzu eti yedik, hem de bol bol Kalisa’ın hazırladığı kımızı içtik.

 Ben üç yaşında olan bir tay üstüne binen bir erkek çocuğunun refakatinde atla auldan çıktım. Musapir’in payına hızlı bir at düşmüştü, benimkinin ayağı ise nedense sakat görünüyordu. Kuzenimle at yarışına girdiğimde ondan geri kalmaktan korkuyordum ve atıma acıyıp onu adım haline getirdim. Üç yıllık tayın üstüne binen çocuk da benimle aynı şekilde korkuyordu. Biraz kurnaz ve konuşkan biri çıktı. Bayağı ileri gitmiş Musapir bizi tepenin yanında beklerken çocuk farklı komik hikâyeler anlatıp beni güldürüyordu.

Musapir’in yanına vardığımızda  bugün büyük yurtada olan olayı hatırlatıp onunla alay etmeye çalıştım. Fakat görünüşüne göre o kadar sakin ve sabırlı olan Musapir bu duruma kızdı, parladı ve şakamı kabaca kesti.

O zaman ağız kavgası etmeye başladık. Lâf lâfı açar ya. Bates’e dokunmasaydı öyle sonsuzluğa kadar devam edebilirdik.

- Belki sen Kaken’in daha kötü olduğunu mu düşünüyorsun? – diye bana alaylı alaylı sordu.

Son dediği zehirlenmiş bir ok gibiydi. Bates'i melekten temiz saydığım için acıdan ve hiddetten kıpkırmızı kesildim.

- Ne dediğini tekrarla! – diye Musapir'e yaklaştım.

- Duymadın mı acaba? – diye atını kamçılayıp hızla benden uzaklaşmaya başladı.

-Ne duydum al bunu! – diye atımı mahmuzlayıp kamçıyla başına vurdum.

Kamçıyı yine kaldırdım, ama Musapir ikinci vuruştan kurtuldu. Atı benim atımdan daha hızlıydı. Yiğitlikte yapıldığı gibi kıvraklık gösterdim ve anide kavgaya hazır bir biçimde Musapir’in atının arkasında kendimi buldum. Fakat at öyle ürktü ki ben otlara düştüm. Musapir'in şakağından çenesine doğru akan ince kan sızıntısını farkettim. Yüzü asık ve öfkeli bir halde bana bağırarak söyledi:

-Ne oldu? İçin mi yanıyor ? Umurumda değil. Ve şunu bil: Bates'e  senden önce ulaştım!

Diğer sözlerini anlayamadım. Musapir atını öfkeyle kamçılayıp benden büyük bir hızla uzaklaştı. Üzüntüden küfrettim ve artık ona yetişemeceğim için canım sıkıldı. Kavgamızın sonu çok kötü olabilirdi. Zannetmem ki bizden sadece biri hayatta kalırdı.

Öyle surat asmış düşünerek yanmış otlara basıyordum. O sırada kavga etmemize şaşıran çocuk atımı yakalayıp bana getirdi.

Yola ikimiz birlikte devam ettik. Musapir bozkır tepelerinin arkasından görünmüyordu artık.

 

EN GÜZELİ

Aulda büyük değişimler gördüm. İki yılda hayat bayağı iyileşmişti. Ayrıca 1923 yılında birleşik tarım vergisi hakkında bir kanun kabul edilmişti. Vergiden yakalarını tamamen kurtaran fakirler rahat bir nefes aldılar, beylerin ise devlete öncekinden daha çok ödemeleri gerekiyordu. Tarım makinaları almak amacıyla “Yardımlaşma vakfı” diye yeni bir örgütte fakirler için kredi açılmıştı. Hayatları yoluna girmeye başlıyordu.

Ayrıca aullarda ''Fakirlik birliği'' kuruldu. Şimdi beyler işçi kiralarken kendileriyle bir sözleşme imzalamaya mecburdular. Bölgemizin birlik başkanı işçi Saktagan Sagimbaev oldu. Turgay’da altı ay süren kurslarda okuma-yazmanın öğrenmesiyle kalmayıp o kadar ustalıkla ve kıvraklıkla işe başladı ki çevresindekiler şaşırıp kaldılar. Kanunları ezberlediği, herhangi bir belgeyi herhangi bir kâtipten daha iyi düzenlediği söylenirdi. Beyler ondan ateşten korkar gibi korkuyorlardı. Onları, işçilere iş vermeye zorlamaktan başka on beş yılda birikmiş vergileri sonuna kadar ödemeye zorladı. Şimdi babam bir zamanlar evimizde yaşayan işçilere “Fakirlik birliği”nin aracılığıyla ondan fazla koyun, iki boğa, deve ve at vermişti.

Fakat kıskaç içine alınmış beyler teslim olmuyor, sefalet içinde yaşamıyorlardı. Onlardan çoğu kurnazlıkla, uyanıklık yaparak rüşvet vererek yeni kanunlardan kaçabiliyorlardı. Onlar Kustanay vilayetine kımız dolusu tulumlarla ve kuzularla gidiyorlardı. Devlet dairelerinde kendilerine gerekli olan insanlara ağır hediyeler vermeyi çabukça öğrenip istediklerine ulaşabiliyorlardı. Vergileri ödememek ve hayvanları saklamak için Sasik'in varlığına çoktan devlet tarafından el konulmalıydı, kendisi ise birkaç yıl için hapsedilmeliydi. Fakat kısa süre için hapishanede yatıp yakasını kurtardı. Biri ona sürülerini kaybetmemesi için yardımında bulundu.

Babam da kurnazlık yapmaya mecbur kaldı. Göçebe aullarda vergi hayvan sayısına göre ödenmeyi hesaba katıldığını düşünerek o, hayvan sayısını azalttı, ama cinslerini iyileştirdi. Onun iki at sürüsünden sadece biri kaldı. Ama şimdi ne güzel atlardı! Geçen yıl “Vali toprak bölümü” nün yardımıyla devlet ahırlarından bir aygır cinsi üretmişlerdi. Devlet fiyatlarına göre beş tane Kazak soylu aygırdan daha pahalıydı. At pazarında alındığı takdirde ise almaya para yetmezdi! Ne kadar güzeldi o aygır! Boyun kısmına yetişmeyecek kadar boylu, tazı gibi bedeninde ilâve et yoktu. Sadece kaslar vardı. Sırtı yatak yapıp üstünde rahat uyuyabilecek kadar düz, ince yeleli esnek boynunda çıkık, güzel, siyah gözlü, sivri uçlu kulaklı ve burun kanatları yukarı kalkık büyük olmayan heykeltıraş başı duruyordu. Özellikle güçlü, elastik ve düzgün ayakları  uzmanları hayran bırakıryordu.. Bu türlü ayaklar koşu esnasında yere neredeyse dokunmaz.

Bu aygırın taylarını görmüştüm artık. Onlar beş altı aylıktı, ama bizim yerli bozkır soyundakilerin bir yaşında göründüğü gibi görünüyordu.

Aulumuza alnında sakar olan güzel bir boğa da verilmişti. Ona hereford deniliyordu. Boğa son derece saldırgan çıktı. Bir gün o serbest gezmesi için salıverilmişti. O hem hayvanlara, hem de insanlara saldırmaya başlamıştı. O zaman onun için deriden bir burunsalık diktiler ve sıradan bir yular yerine zincirle bağladılar. Tekebay'dan başka kimse ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Bütün danalarımız o boğadan doğmuşlardı. Yeni soyun yerli soydan iki kat daha çok et ve süt verdiğini söylüyorlardı.

Babam ne yaptığını biliyordu. Başarıyı kaçırmaktan korktuğu için ne aygırı, ne de alnı sakar boğayı kimseye damızlık için vermiyordu.

Babam diğer Turgay beylerinin tersine ince yünlü koyunlara aldırmayıp sürülerini onlarla doldurmayı istemedi bile. Ona göre bu türlü koyunlar kuru otlara ve soğuk kışlara alışık değilmiş. ''Ölüyor onlar. Onları istemiyorum'' diye söylüyordu.

Babam tahıl vergisi ödememek için çiftçilikle de uğraşmazdı. Yerine Kustanay'daki kooperatifçilerle tanışıp aulda o zaman ''çok dükkânlı'' denilen bir kooperatif  bölümü açtı ve müdürü oldu, Membet'i ise baş yardımcısı olarak tayin etti. Ticaret çok faydalı bir işti. Eskiden  hiç birşeyi olmayan âilemin şimdi hiçbir eksiği yoktu. Güzellik konusunda yurtamız  aulun en zengin beyinin  yurtasından bile geri kalmıyordu.

Son iki yıl içinde âilemizde de değişimler oldu. Tekebay babamdan ayrıldı. Onun için daha küçük bir yurta hazırlandı. Bütün bunlar benim için yeniydi: Tekebay'ı ben olmadan evlendirmişlerdi. Küçük yurtanın sahibesi, erkek kardeşimin karısı Bikiya hanım oldu. Onun gibiler için şu şiir söylenir.

Ah, bey kızı!

Evdekiler yakalarını kurtarıp

Rahat bir nefes aldıkları

Dilberlerdensin sen!

Gelinimiz bana pek çekici gelmedi. Kısa boylu, genç yaşına rağmen pek tombul, kızılımtırak saçlı ve kalın kaşlı, iri gri gözlerinin güzelleştiremediği aya bezeyen yüzlüydü. Beşikte annesine çok benzeyen kızı ağlıyordu. Bikiya tekrar hamileydi. Sanırım, bunu karnının büyüklüğünden anlamıştım. Beni en çok iğrendiren şey hanımın pasaklılığıydı. Birkaç yıl sonra ne kadar paspal olacağını tahmin edebiliyordum. Eğer şimdi en çok kullanılan aul küfürlerini dinlemeden onunla şaka yapılamazsa sonrası daha kötü olacak. Allah’ım, beni öyle bir karıdan koru!

Tekebay’ın kendisi de değişmişti. İki yıl önce ondan ayrıldığımda düzgün bir yiğit olduğu söylenebilirdi, şimdi ise kilo almış ve şişman karnı ortaya çıkmaya başlamıştı.

Devrimden önce Turgay bölgemizde ustura kullananların sayısı çok azdı. Ve yirmi yaşındaki gençler siyah sakallı ağırbaşlı erkekler olarak görünürdü. Bilinen kadarıyla Kalmıklardan gelen soyumuz bir istisnaydı. Büyük babamın ve babamın nadir sayılan güdük sakalları vardı. Tekebay da onlara çekmişti. Oda gelenekleri takip edip asla tıraş olmazdı ve önceki delikanlılık ince tüylerinin yerine yüzüne komik ve yine de paspal bir hal veren sert, köse kıllar gelmişti.

Tekebay babamızın ticarî işlerine hiç karışmazdı, sadece tarım işleriyle uğraşırdı.

Bunlara başka ne ilâve edebilirim? Belki birkaç söz de Tekebay’ın yurtası hakkında söyleyeyim. Havasında refahlılık hissedebiliyordu: zengin yorganlar, kuş tüyü döşekler, kadifeler. Turgay aullarında seyrek görülebilen beyaz yastık kılıfları. Girişinde beyaz perdeler ve farklı farklı güzel kap kacaklar. Ne de olsa küçüklerin yurtası büyüklerin yurtası gibi değildi. Anne babamın yurtası düzenli ve temizdi, erkek kardeşiminle karısınınki  ise dağınık, ihmal edilmiş ve kirliydi. Bunun sebebi karısının tembelliği ile huysuzluğu ve Tekebay’ın, yaşayışa karşı olan ilgisizliğiydi.

En önemlisi âilemin nasıl zenginleştiğini anlatayım.

Dükkân baş gelir kaynağıydı. Hem de pek net olmayan bir gelir kaynağı! Babam düpedüz insanları talan ederdi: malları veresiye verirdi ve parayı vaktinde vermeyenlere gecikme faizi eklerdi. Ondan sonra borç günden güne artmaya başlıyordu. Aulda bu artan gecikme faizine Sibirya ülseri derlerdi. Bana söylendiği gibi oldu: demir bir kürek karşısına bir koyun, bir tuğla çayı karşısına ise kısır bir inek vermek. Baban gecikme faizini hazineye vermeliydi, ama çoğunu kendi zimmetine geçirdiğine kanaat getirdim. İşte bu yüzden kısa zamanda zenginleşti.

Öfkeyle sordum:

-Acaba böyle yapılır mı, baba?

Alayla güldü bile:

-Her şey adildir, oğlum. Acaba beyler ilâve olarak vergi ödemezler mi? Onu bu Sibirya ülseriyle kıyaslayamazsın. Ben fakirleri veresiye mallar almaya zorlamıyorum zaten. Suç kendilerinde. Alıp vaktinde ödemezler.

Babama itiraz edip fakirleri korumaya çalıştım, ama o inatla kendisini haklı saymaya devam ediyordu ve tek suçladığı Sovyet iktidarıydı.

-Fakat cezasını çekmeye mecbur kalacaksın, baba!

-Zamanı geldiğinde bakarız, şimdi ise bu fırsatı ne diye elimden kaçırayım ki?

…İşte öyle şekilde bir aydan fazla aulda kaldım ve hiç bir konuda eksiğim olmadı.

Zaman geçiyordu, ama Bates’in, Troisk’ten dönmesi hakkında hiçbir şey belli değildi. Vaktim olmadığından dolayı fazla bekleyemezdim. Taşkent'e gidip oraya yerleşmem gerekiyordu. O günlerde bölgesel yürütme komitesinin başkanı Orenburg’da eğitimini tamamlayan Erkin Erjanov tayin edilmişti. Onunla açıkça tanışmaya karar verdim. Benimle gelmeye razı olursa güzel olur diye ona söylüyordum. Fakat bu yasal olarak nasıl olurdu? Bizim kanunlarımıza göre o hâlâ ergin değildi. Öyleyse beklemem mi gerekir? Beklemekten bıktım, istemiyorum artık.

Erkin bana şu cevabı verdi: 

-Anlasana, Burkut, senin için en önemlisi okumak. Geç kalma! Taşkent’e gitsene! Sevgilini merak etme! Garanti ediyorum, o ergin olana kadar onu kimse incitmez. Sonra da kaderinizi kendiniz belirlersiniz.

Erkin'e inandım. Beni belâdan defalarca kurtarmıştı. Yolda Akmescit’te duraklamaya karar verip bu inançla Taşkent'e doğruldum.

Şehir günden güne değişiyordu. Kısa zaman önce burada Kazakistan Sovyetlerinin Kongresi olmuştu ve başkent olan Akmescit'e Kzil-Orda ismi verilmişti. Devlet daireleri de buraya taşınmıştı. ''Köy dili'' diye bir gazete yayınlanmaya başlamıştı. Onun redaktörü olarak Kazak merkezi yürütme komitesinin prezidyumunun başkanı Yeltaya Yernazarova’yı tayin etmişlerdi. Dayım Jakipbek Dauletov ise edebiyat bölümüne  yardımcı olarak tayin edilmişti. Bütün bunları bana dayım anlatmıştı.

-Acaba Yernazarov gazeteci mi? – diye şaşırdım.

Dayım sadece güldü:

-Gazeteci değilse bile, olur…

Musapir Kzil-Orda'ya benden önce gelmişti ve dayımla beraber gazetede çalışıyordu. Beni kavgamızın suçlusu çıkarmak için olayı hemen yetiştirmişti , dayımdan bir sürü öfkeli sözler dinlemeye mecbur kaldım. Elimden geldiği kadar kendimi savunmak isteyip kavganın sebeplerini anlattım. Dayım bana inanmış gibi yaptı ve barışmaya ikna etmeye çalıştı.

-Dayı, lütfen, ilişkilerimize karışmayın! – diye yalvarıyordum – Şimdi görüşmemize hiç gerek yok. Görüşmemizden iyi bir şey çıkmaz. Yaşadığımız gibi yaşamaya devam edelim. Aramızda dağlar yok ki birbirimizi üzerine devirelim. Zamanla kızgınlık yatışır da birbirimizin elini sıkarız.

Dayım içini çekti ve bana bügüne dek hiç bakmadığı bir sıcaklıkla baktı:

-Musapir'de okumaya ilgi uyandıran bendim. Sana da yardım ettim, kendin biliyorsun. Allah bana oğul vermedi. Tek çocuğum başkasının evi için büyüyor. İşte iki yeğenimin bana kol kanat olmasını umuyorum. Gençken münakaşalar sıradan bir şey. Musapir kolayca barışır. Senden daha kolay. Sen Musapir’den gençsin, ama tabiatın sert. Düşün bunları, canım! Aşığın şu sözlerini duydun mu hiç?

Torumların, günlerini

İyi geçinip yaşadığı gibi

Kuzenler de yaşamalı

Severek birbirini!

Rica ediyorum. Sizi hiçbir şey ayıramaz zaten. Barış, Burkut!

Barışmak sadece Musapir’in kendisi ve Bates hakkında söylediklerinin yalan olduğu taktirde mümkün. Ya söyledikleri doğru çıkarsa? O zaman ne olacak?

Dayım siyaset alanında da beni aydınlatmaya çalışıyordu, ama malesef o zamanlar çok şey anlamıyordum. Bana “solcular” ve “sağcılar” hakkında birşeyler anlattı. “Solcular”ın beylere karşı olduklarını iddia ediyordu, ama onun sözlerine göre şimdi Kazak yöneticiler arasında “sağcı” olanlar “solcu” olanlardan daha çokmuş. Ve “sağcılar”, beyler için hiç de tehlikeli değiller. “Sağcılar”a göre beyler de en sonunda sosyalizme geleceklermiş.

-Biz milliyetçi olduğumuz için “sağcılar” bizi rahatsız etmezler – diye dayım devam etti. – Öyle olmasaydı idarehaneye çalışmaya gider miydim acaba!

Konuşmamızın sonunda dayım bana en önemlisini söyledi. Meğer kısa zaman önce Taşkent Enstitüsünün müdürü Junusbek Mauitbaev’le görüşmüştü ve ona beni anlatmıştı. Mauitbaev beni öğrenci olarak yazdırmaya söz vermişti.

Dayımın ahbabı sözünü tuttu ve enstitüye girmemi kolaylaştırmak için elinden geleni yaptı. Sınava bile girmedim. Hocalar, müdürün isteğiyle sadece sınav kâğıdına imza atmışlardı.

O zamanlar Taşkent’te hiç kendilerini milliyetçi olarak adlandıran Kazak kalmamıştı. Çoğu Kazakistan'ın bazı şehirlerine dönmüş, bazısı ise Moskova’ya ve Leningrad’a gitmişlerdi. Ünlü milliyetçilerden sadece Mauitbaev burada kalıp çalışmaya devam ediyordu. Ekim Devrimi hakkında kitap yazıyor diye söylenti dolanıyordu.

Korkuyla ve cesaretsizlikle derslere başladım. Beni en çok korkutan şey enstitüde akranlarımın olmamasıydı. Yetişkin ve yaşlı insanlar arasında ben kendimi tamamen çocuk hissediyordum. Fakat çok geçmeden anladım ki ben bilgiler konusunda onlardan hiç de geri kalmamıştım, onlar benden geri kalmışlardı. Özellikle Rusça’da ve Rus Edebiyatı’nda.

Kısacası, okumak bana kolay geliyordu.

Fakat Turgay bozkırımızdan daha çok Bates'imi özlüyordum. Yalnızca şiirler bana yardımcı oluyordu.

Bu ay altında yayılan dünyada şair kendisini iyi hisseder. Cansız şeylere can verebilir, yalnızken insanlarla sohbet edebilir, bülbül gibi şarkı söyleyip diğerlerine mutlu edebilir!

…Daha hızlı, daha cesur kay bu kâğıda, kalem! Bırak sözler dağ pınarının ince şeritleri gibi büyük bir hızla ve şırıldayıp döksün. Bırak bir satırın sonu aniden ve farkında olmadan diğerinin başlangıcını devam etsin. Bırak satırlar düzgün sıralar halinde şiir olsun. Bırak her düşüncen aydın ve güzel olsun, ağzında tatlı bir yemiş oluyor gibi tatlılığını hissedesin. Bırak şiirin müziği kulağını okşasın da kalbini ısıtsın. Bırak sözler ve düşünceler, hayaller ve melodiler birikip kaynaşsın.

Kazaklar derler: “Bazıları ısınmak için, bazıları ise hislerin pek bol olması için durduğu yerde sıçrarlarmış”. Şairler hisler pek olduğundan sıçrarlar. Ah! Şair olmayı çok isterdim. Eğer iyi bir şair olsaydım sadece hissettiklerimi ve yaşadıklarımı yazardım. Ben artık çoktandır – iki üç yıl önce – buna karar verdim ve şiirlerimle birkaç defter doldurdum. Ben, elbette, şiirlerimi severim, ama bunları şiir hayranlarına okurken onlar hoşgörü ile ''fena değil'' derler, bazıları ise sadece gülerler. Kime inanacağım diye kafam karışıyor.

Bütün şiirlerim Bates'e adanmış. Bazen âşkımın, hikâye kahramanlarınkinden daha az olmadığını düşünüyorum. Bu zamana kadar sevgilimi savunayım diye kendimi ateşe ya da suya atmaya gerek olmadı. Gereği olursa ne ateşten, ne de sudan kaçmam. İşte şiirlerin beni çektiğinin sebebi.

Güzel sandığını bir açsana,

Saklama içindeki bağışları.

Ancak basıp tuşlarına

Dombıra edersin dombırayı.

Bu satırlar Saken’e ait. Bunları içimden tekrarlayıp ruhumun içinde şarkılar ve melodiler ile dolu kilitlenmiş bir sandık olduğunu tahmin ediyorum. Ruhum konuşmaya başlasın diye anahtarı nasıl bulayım. Belki ruhlarını insanlara açan büyük şairlerle daha sık sık mı görüşmem gerek?

Şiirlerimden memnun olmamakla beraber dolan defterin arkasında yeni deftere başlayarak yazmaya devam ediyordum…

…Kış tatilleri yaklaşıyordu. Şimdiye kadar Bates'ten bir haber yoktu. Onu beklemediğim ve gideceğim hakkında ona bir şey söylemediğim için bana kırıldığını bazen düşünüyordum. Bazen de kendisinin başına bir belâ geldiğinden şüpheleniyordum. Zaman zaman ona kızıyordum. Fakat sabrım tükenmek üzereydi de kalbim o kadar sızlıyordu ki nihayet aula gitmeye karar verdim. Bu konuyu Mauitbaev'e söyledim:

-Şimdi mi? Kıştır! – diye omuzlarını kaldırdı – Taşkent’ten Turgay’a ve oradan da Sarikop’a mı?

-Evet, evet! Doğru söylüyorsunuz.

-Bu yerleri bildiğim için şaşırıyorum. Oraya yazın gitmek mantıklı. Fakat kışın… brr!  Hava sakinken gidilebilir, ama kar fırtınası başladığında… ve bir iki gün için değil de bir ay için. Kargaları uçarken donduran soğuklar olur. Öyleyse ne yapacaksın? Ya eve ulaşamazsın, ya da evden Taşkent'e vaktinde varamazsın. Hem de öğreniminden geri kalırsın. 

Hayır, geri kalmam diye başımı salladım.

-Ya kıyafetler, atlar? Seni nerede bekleyecek?

-Kustanay’da!.. Kışın oradan gitmek gölün yanından gitmekten daha kolaydır.

-Doğru. Fakat Kustanay’dan Sarikop’a kadar hemen hemen beş yüz verstlik[1] yol olduğunu biliyorsun, değil mi? Demek ki önceden gitmişsin. Ne diyebilirim, canım! Bir defa daha düşünsene! Aslında beni endişelendiren senin gecikip öğreniminden geri kalman değil. Neticede bu o kadar korkunç değil. Düşünsene Kustanay’a ulaşıyorsun, ama sana kalın kıyafetler göndermemişler. Ya da aul atları olmazsa… Kışın yolda çok şey olabilir.

-İlgin için teşekkür ederim, abim, ama ben artık katiyen karar verdim de gideceğim.

Junusbek büyük olmayan çıkık siyah gözlerini bana dikti.

-Burkut, sana bir soru sorarsam kırılır mısın?

-Rahat ol, abim. Ben cevap veririm.

-Sen zor bir yol seçmişsin. Bu seçimin sebebi tek âşk olabilir, değil mi?

-Nasıl bilebildiniz ya?

-Bunu bilmek pek zor değil, Burkut. Yüzünün ifadesinden anladım.

Utanıp gözlerimi yere indirdim.

-Sizin “Ruh yapısı ve mesleğin seçimi” başlıklı kitabınızı okudum, abi. Siz asla yanılmıyor olmalısınız…

-Şimdi herşey anlaşıldı! – diye Junusbek sandalyeden kalktı – Sadece aula telgraf yollamayı unutma! Yarın yol belgelerini alabilirsin. Düzen içindir. Fakat lütfen, acele etme. Acele seni iyi bir sonuca götürmez. Öğrenimine gecikirsen sorun olmaz. Telafi etmeyi hep başarabilirsin!

Kustanay’a trenle geldim ve hemen çoğu zaman kaldığım hemşerilerimin evine gittim. Tekebay'la Kayrakbay artık beni bekliyorlardı. Babamın kurt gocuğundan, yeni desenli çizmelerden ve tilki kürkünden yapılan gür, kulaklıklı şapkadan çok memnun kalmıştım. Fakat biraz üzüldüm, çünkü önceki yıllardaki gibi iki ya da üç at yollayacağına bu defa babam sadece koyu gri bir aygır yollamıştı.

-Ne diye cimrilik yapmış?

-Hadi sen! – diye Tekebay homurdandı – Yılkı neyine gerek? Aygırımızın o kadar dayanıklı kalbi ve güçlü ayakları var ki on ata değer. Sanırım yol iyi. Hava değişmezse, kar fırtınası başlamazsa beş günde aula varırız.

Gri bir kış şafağında yola çıktık. Kızak düz yolda kolayca kayıyordu. İşte o zaman aygırın değerini anladım. Buharlı nefesini dışarı çıkarken toynaklarıyla ince kar tozunu arkaya atıp büyük bir hızla ileri gidiyordu. Önümüzde bir at arabası göründü. Aygırımız kolayca onun önüne geçti. Sanki yorulmasını bilmiyordu! Koşusundan soluğum kesiliyordu.

Kızağın gıcırtısına kulak kabartıyor, kuş gibi uçan aygıra hayran hayran bakıyor ve kendimi her zamankinden daha iyi hissediyordum. Süratin kendisi beni mutlu ediyordu. Kızağın geçtiği her verst beni Bates'e daha çok yaklaştırıyordu.

Moralimi bozan bir şey yoktu. Hem Tekebay'ın kayıtsızlığına, hem de Kayrakbay'ın, kadınlar hakkındaki edep dışı sözlerine hoşgörü ile bakıyordum. Bütün yol boyunca bizi güldürmeye çalışıyordu. Fakat bu hikâyelere ilgim olmadığını farkedip Kayrakbay âşk ve güzellik hakkında akıl yürütmeler yapmaya başladı. İlk zamanlar onu dalgın dalgın dinliyordum, sonra kendimi tutamayıp sözünü kestim:

-Sana şunu söyleyeyim, Kayrakbay ,herkes için en güzeli kendisinin sevdiği insandır.

Anlamış gibi yapmasına rağmen sözlerimi anlamamıştı. Sözlerine ilâve olarak hemen söyledi.

-Anlatsana bana, Burkut, sevmek ne demek?

-Sonuna kadar sadık olmak, hem ruhla, hem vücutla…

Kayrakbay yine de başını kuşkuyla evet diye salladı ve hemen itiraz etti.

-Yani sence senin için Mambet’in kızından başka kimse yok mu? Belki başka bir kız da ortaya çıkar.

-Öyle birini nerede gördün ya?

-Gördüm! Şimdi onun hakkında konuşuyorum. Hem Rus’lar, hem Kazak’lar, hem Tatar’lar, hem de Özbek’ler arasında farklı güzellere rastladım. Fakat o kadar düzgün, o kadar güzel birine hayran kalmaya fırsatım olmamıştı. Sen Abay’ın şiirini ezbere biliyorsun. Hatırlıyor musun? – diye Kayrakbay okumaya başladı:

Darp kalıbı ince olan gümüşten beyaz alnı

Parlak gözlerle aydınlatılmış.

İki kaşın yarım dairesini incecik çizilip

Güzele ay yüzü verilmiş.

Sanki Abay onun hakkında yazmıştı. İnan: o, aya bezer!

Tembel Tekebay bile bu sözlerden duygulandı:

-O doğruyu söylüyor…

-Oh, nasıl övüyorsun sen onu! Kim o sonunda?

Kayrakbay tam bu soruyu bekliyordu.

-Kim olduğunu mu soruyorsun? Yedi kuşak boyunca âilesinde refah ve saadet olmuş. Şimdi de âilesi en zenginlerinden biri. Bu kızın erkek kardeşi Saudabay Maylibaev vilayet kooperatifindendir. Babana dükkânlar konusunda yardım eden oydu. Baban güzel çok şey edindi, ama yurtanız Maylibay’ın yurtasına göre çok fakir görünüyor. Kızkardeşi Şai’yi ise en iyi ipeklerle giydirdi. O biliyor ki halk şunu boş yere demez:

Kızı güzelleştiren elbisesi ve bantlı saç örgüsüdür,

Yiğitler için de atının hızlı koşusudur!

Çok moda düşkünü ya! Onda herşey var. Hem elbiseler, hem değerli boncuklu gerdanlıklar, hem de kürk mantolar.

-Sana inanıyorum. – diye Kayrakbay’ın sözünü kestim – Fakat ne diye bütün bunları bana anlatıyorsun?

-Çünkü sebebi var…

Ben daha çok şaşırdım:

-Saklama! Her şey açıkça söyle!

-İstediğimi söyledim. Tekrarlıyorum: ünlü insanlar  zengindirler. Şimdi hem kızı, hem de erkek kardeşini az çok tahmin edebiliyorsun… Kalanı sonra tartışırız.

Kendimi kötü hissediyorum.

-Tartışacağımız ne olabilir ki?

-Sen bekle, öfkelenme! Önce kızı görmen, evlerine varman lazım. O zaman da konuşmamıza devam ederiz.

 Ben elimi sallayıp razı olmuş gibi yaptım, çünkü Kayrakbay'ın imalarından bıkmıştım artık.

…Koyu gri aygır gerçekten yorulmasını bilmiyordu. Hiç yorulmadan hızla gidip karı toynakların altından yükseltiveriyordu. İşte at dediğimiz böyle olur diye hayran kalıyordum.

…Gecelemek için üç defa mola verdik. Ve yolculuğumuzun dördüncü gününde öğleyin Maylibay'ın auluna vardık. Arkamızda artık üç yüz seksen verst bırakmıştık. Aksuat gölünün kıyısında bulunan bu aula kışın bile bakmak hoştu. Çok pencereli, eğik damlı tahta evler iki sıra olup Rus köylerindeki gibi geniş bir sokak oluşturmuştu. Bu benzerliği duvarla çevrili avlular tamamlıyordu. Bu avlulardan birine de girdik. Bizi uzun boylu, yüzü asık, kurt kürklü, tilkiden yapılmış kulaklı şapkalı ve üst kıyafetleri koyu mavi kadifeden olan bir adam karşıladı. Kırlanmış sakalına, bıyıklarına ve kıpkırmızı olmuş yüzüne göre hâlâ bahçede çalışıyordu. Bu Maylibay'ın kendisiydi. Tekebay ve Kayrakbay ile eski tanıdıklar gibi selâmlaştı. Bana da, elini uzatıp sordu:

-Demek Abutalip'in oğlu sensin! Taşkent'te mi eğitim gördün? Sağ ol, canım! Seni gördüğüme çok sevindim… Hadi… Aygırınızı bağlasanıza! Buyurun, eve girsenize…

Yiğit bizi ferah, zengin ve rahat döşenmiş salonuna götürdü. Yol kıyafetlerimizi çıkarıp halılara ve yorganlara rahatça yerleştik. Yan odanın aralanmış kapının içinden paradan kolyenin hafif şıngırtısı ve boğuk sesler duyuluyordu.

Kayrakbay:

-Kızdır! – diye heyecanla fısıldadı.

İnce bir parfüm kokusu duydum… Açık söyleyeyim: birdenbire Kayrakbay'ın o kadar övdüğü güzel Şai'yi görmek istedim.

Fakat hâlâ salona girmiyordu. İşte sofrayı kurdular, tepsiye de sıcak semaveri koydular. Ve ancak Maylibay sofranın şeref yerine oturduktan sonra kız paradan koylesini çınlatıp yan odadan çıktı. Hayır Kayrakbay hiç de abartmamıştı. Şai'nin güzelliği ve düzgün oluşu hemen göze çarpıyordu. Kıyafetleri ise tarif edilemez; ince ve rengârenk ipekten elbise, bantlar, değerli boncuktan gerdanlık.

Uzaklığından bir günlük yolun

Binlerce engel içinden

Güzel saç örgüsünün

Ve karanfilin kokusunu duyarsın!

Hem uzakta, hem de yakında öyle bir güzel koku büyüleyebilir!

…Kız Kazak âdetlerine sadık kalıp gözlerini yere indirmiş, hemen hemen gürültü yapmadan girdi ve semaverin yanına oturup mavi, altın kaplama bardaklara çay koymaya başladı. Beyaz ince parmaklarının kamışın taze sürgünlerine benzediğini farkettim.

Kız sıkılgan bir eda ile davranıyordu. Başka bir yana bakıp onun parlak gözlerinin bakışını hissedebiliyordum. Fakat ben tam onun gözlerinin içine bakmama kalmadan o, gözlerini hemen indiriyordu. Sanki birbirimizi gözetliyorduk. Birbirlerini çeken hayvanlar gibi gözlerimiz bir an buluştu. Bu an uzun sürdü. Sadece Maylibay’ın sanki öyle davrandığımızı önlemek için hafifçe öksürdüğu an gözlerimizi kaçırdık.

Kızın ne düşündüğünü bilmiyordum. Fakat bakışında şunları okuyabiliyordum: “Damat olarak gelmişsen gelin hazırdır”.

Şai’nin fikirlerini doğru tahmin etmiştim.

…Çay içme çoktan bitmişti, uyuma vakti gelmişti. Açıkgöz Kayrakbay yan odanın aralanmış kapısından yavaşça içeriye baktı ve bana neşeli neşeli fısıldadı:

-Allaha şükür! Kız odada tek başına. Sizi ayıran tek şey perdedir.

Bir aşık çok güzel söylemiş:

Hikâye basittir. Kısaca

O farkında değildi gün ağarmaya başlayınca.

O gece ben de odadaki beyaz perdenin arkasından aniden günün ağarmasını gördüm.

Maylibay var gücüyle yurtasında birkaç gün daha kalmama ikna ediyordu. Bunun sıradan bir konukseverlik olduğunu sanmam. Galiba Maylibay bana kendisinin gelecek damadı olarak bakıyordu. Yoldaşlarımın burada bir hafta için kalmak istemelerine rağmen ben fazla kalmak istemiyordum.  Maylibay’a teşekkür edip ona anlattım ki hem evimde olmam, hem de dersler başlamadan önce enstitüye yetişmem gerek.

…Kızak tekrar karda gıcırdadı.

Auldan  çıkmamıza kalmadan Kayrakbay yine kızdan lâf açtı:

-Hadi, yiğit, başardığımızı sayabiliriz! Bana öyle bakma! Anlamıyor musun acaba? Aracılığı başardık! Yoksa kuşkuların mı var? Sence Maylibay’ın yurtasında ne diye geceledik? Bunu sana daha dün söyleyecektim, ama şimdi de geç değil. Baban artık herşey üzere anlaşmış. Taraflar şuna karar vermişler; nişan törenini bildirmeden önce yiğit ve kız tanışmalı. Birbirinizi beğenmenizden emindiler. İşte tanıştınız. Hem de nasıl tanıştınız!

Kayrakbay’ın kurnaz yüzü alaylı gülümsedi.

-Demek ki başardık derken doğru diyorum!

-Hiç de başarmadık! – diye Kayrakbay’a kabaca cevap verdim.

O zaman iki yoldaşım da haykırdı:

-Doğru değil! Neden öyle diyorsun?

-Ben yolda ilk rastgelenle evlenenlerden değilim. Güzelliği neyime gerek? Tekrarlamamı isteyip istemediğinizi bilmiyorum, ama yine de sizin için Abay’ın sözlerini tekrarlardım:

Dış güzelliğe kapılma,

Kör tutkuya uğrama,

Güzel kadına kapılma…

Bu güzel öyle ki… Onunla sadece kadın seçmez yiğit evlenebilir.

-O zaman hangi kız senin için güzel? – diye Tekebay akrep gibi soktu.

Fakat ben ona basit bir cevap verdim:

-En güzeli sevgilidir.

-Ya kim o? Kim?

-Sabret, zamanı geldiğinde bilirsin…

 

MUTLU BİR GECE

 

Gerçekten mi seviyorsun? Uyku mu girmez gözüme?

O zaman ispatla, bırak susmayı!

Kuş gibi beni avucundan besle,

Kuş gibi bana öğret uçmayı…

Bir şarkıdan

Şai'nin beni fazla cezbetmediğini anladıktan  sonra yoldaşlarımın morali bozuldu. Hava da değişti.

Tekebay:

-İçten sana ikram edilmiş yemek dolusu tabağı yere yıktın. – diye dargın dargın homurdandı – Saudabay evimize çok hediye yolladı. Hiçbir şey esirgemezdi. Şimdi onu cömertleştirmeyi bir denesene! Ayrıca bilmen gerek ki o, gelecekte bizim akrabamız olacağı için babamızın dükkânı yağma etmesine hoşgörüyle bakıyordu.

Kayrakbay:

-Yağma mı ediyor? Amma da yaptın ha! – diye tepki gösterdi – Yağma etmek değil, nefes almadan kenarını yiyip içip duruyor.

-Saudabay bize kızacak, - diye kardeşim Kayrakbay’a aldırmadan devam etti

- Dükkândan aldığımız herşeyi geri vermeye zorlayabilir. Başımızdaki saçları versek de ödemek için yetmez.

-Öyleyse bizi yesin – diye artık öfkelenmeye başladım.

-Hadi sen de… O zaman nasıl yaşayacaksın? Sen şehirdeyken kim sana para gönderir? Kalanını konuşmuyorum artık. Aygırımızı da unutmamız gerekecek.

-Zararı yok, aygır olmadan da yaşayabilirim. Onunla seyahatler yapan sensin zaten.

Ve biz ses çıkarmadan yüzlerimizi birbirimizden çevirdik sanki artık konuşacağımız bir şey kalmamıştı.

Dün çok sakin, çok bulutsuz bir gündü. Fakat şimdi hava gittikçe bozuluyordu. Daha sabah biz auldayken Tekebay yolculuğumuzu ertelemeye çalışıyordu ve auldan uzak olacağımız zaman kötü hava bizi yakalayabilir diye gözdağı veriyordu. Kar fırtınasından nereye saklanacağız; birkaç gün bekleyelim ne olur - diye söylüyordu. Fakat ben ısrar ettim ve kimse benimle münakaşa etmedi.

Çok geçmeden kar yağmaya, rüzgâr da esmeye başladı. Yağış şiddetlendikçe şiddetleniyordu. Esintiler kıvrıla büküle gidip uğulduyordu. Sonra aniden beyaz kar fırtınası her şeyi örttü. Ancak bazen tırısa geçen aygırın arka kısmını hayal meyal görünüyordu. Soğuk rüzgâr yanaklarımızı kızgın demir gibi yakıyordu. Babamın kurt gocuğunun önünü daha çok kavuşturdum. Tekebay da yüzünü kuzu yününden yapılmış kürkünün yüksek yakasını kaldırarak örtmüştü.  Boğuk sesi, uzaktan duyuluyor gibi geliyordu. Ve aniden şunları net duyabildim:

-Yapabileceğimiz bir şey yok, geri dönmeye mecburuz! – diye dizginleri Kayrakbay’ın elinden alıp aygırı çevirdi. Fakat sonra da dizginleri elime ben aldım.

-Hayır, bu olmayacak!

Tekebay direndi, dizginleri elimden almaya çalıştı, ben de direniş gösterdim, bağırdım. Fakat Tekebay da teslim olmuyordu.

-Yolunu kaybedip bozkırda ölmek mi istiyorsun, Burkut?

Ben de dedim ki yolumuza devam ederken yolumuzu kaybedeceksek Maylibay'ın auluna dönerken de kaybedebiliriz. Ayrıca ne kadar uzaklaştığımızı sordum.

Tekebay hemen cevap vermedi sanki aklından sayıyordu. Sonra da pek emin olmayan bir ifadeyle dedi:

-En azından kırk elli verst, değil mi, Kayrakbay?

-Belki öyle. Hızlı gidiyorduk ya. Şimdiye kadar yol iyiydi.

-Fakat ne de olsa Maylibay’ın aulu önümüzdeki herhangi bir auldan daha yakındır – diye Tekebay ısrar ediyordu. – Yatacak bir yer bulmak için daha yetmiş verst geçmemiz lâzım. At az önce geçtiği yolu iyi bildiği için yolunu şaşırmaz, ileri gitmek çok tehlikeli. Kayboluruz. Kar gözlerini kamaştırınca atı nasıl yönlendirebilirsin. Geri dönmemiz gerek.

-İleri gidiyoruz! – diye bağırıyordum.

-Direnme, Burkut!

Ve yine de benimle Tekebay dizginleri birbirimizin ellerinden almaya çalıştık. O zaman Tekebay'ı yenemeyeceğimi anladım. Hem benden daha inatçı, hem de savaşta daha güçlüdür. Aulumuzun en iyi savaşçılarından biri sayıldığı boşuna değildi. Kayrakbay münakaşamıza karışmıyordu. Galiba kardeşlerin tartışmasına karışmamaya içinden karar vermişti.

Dizginleri bırakıp elimi salladım, hem Tekebay’a hem de aygıra sövdüm, kızaktan indim ve ileriye doğru yürüdüm. Sanırım kardeşim yaptığımın şaka olduğunu düşünmüştü. Önce beni durdurmayı denemedi bile. Çok geçmeden birbirimizi kar fırtınasından artık seçemiyorduk. Fakat ben bunu şaka yapmak ya da Tekebay'ı korkutmak için yapmadım. Ben gerçekten yaya gitmeye karar vermiştim. Bir süre sonra bu olayı aklıma getirip bunun aptallık ya da delilik olduğunu anladım. O tipide nereye gidebilirdim ki! Fakat arkamda Maylibay’ın aulu, önümde de Bates’ti. Gençlik ve âşk bazen insanın aklını karıştırır.

Çok geçmeden rüzgârın yaptığı gürültünün içinde bana yetişen tanıdık toynak seslerini duydum. Herhangi bir durumda sözümden vazgeçmedim.

-Hadi binsene! – diye Kayrakbay nâzik bir biçimde beni kızağa davet etti.

Tekebay susuyordu. Biz artık tartışmıyor ve birbirimizle konuşmuyorduk. Güçlü bir kavgada kan döküldükten sonra hep öyle olur. Aygır eskisi gibi bayağı hızlı gidiyordu. Galiba yolunu bulabilmişti, çünkü zaman zaman kızağımızın bıraktığı eski izlerin parladığını görebiliyorduk.

Ter içinde bulunan aygır yorulduğu halde hızını azaltmıyordu. Tersine! Sanki bizim gibi o da hava kararmadan aula varmak istiyordu. Zaman zaman nefes çıkarıp suratını araba okuna vurup saçak buzlarını silkeliyordu.

Yolumuzun önünde kar fırtınasının süprüldüğü kat kat olan küçük tepelere çıkmak onun için çok zordu. Fakat küçük tepelerden inerken kızak aşağı doğru kayıp büyük bir hızla gidiyordu. Bir zaman dinlediğim ya da okuduğum bir Kazak şarkısının bir parçası aklıma geldi:

Yorgun olmasına, karlara batmasına rağmen

Aygırı koşusundan tanırsın.

Sanki küçük tepeden bir yük atmak!

Öncekinden daha hızlı koşacak!

Aygırımız tam böyledir! Hızla git, koyu gri at! İleri!

Kar fırtınası içindeki bozkır gittikçe kararıyordu. Güneş artık batıyordu. Çok geçmeden heryer simsiyah oldu. Etrafta bir şey görmek mümkün değildi. Tekebay uzun zaman sustuktan ve tartışmalardan bir süre geçtikten sonra nihayet konuştu. 

-Mezar gibi! – sesinde korku hissediliyordu – Ortalık aydınlıkken at yolunu bulabiliyordu, şimdi ise bizi nereye götüreceğini bir Allah bilir. Bu ay iyi bir zaman değil! Bu saatte aç kurtlar sürü halinde geziyorlar. Onların saldırma zamanı! Kaldıkları yerden, tâ uzaklardan kokumuzu alabilirler. Bizim tek kızağımızdan korkmazlar. Kurtların, kar fırtınasında yollarını kaybetmiş yolcuları parçalayarak yediğini defalarca duydum.

 Tekebay'ın bu sözlerinden yüreğim çarptı. Sanki beni daha çok korkutmak isteyip devam etti:

-Kızağımızda iki kalın sopa var. Kayrakbay dizginleri tutsun, biz de, Burkut, kalın sopaları dalırız. Fakat kurtlar etrafımızı sararsa sopalarla hakklarından gelemeyiz. Kuzu da ölümden önce toyraklarını kaldırır. Ne yapabiliriz? Sopayı alıp elinden bırakma…

Ve Tekebay elime dalı çok olan bir sopa verdi. Karanlık, kar fırtınası! İyi ki koyu gri atımız önceki gibi hızlı gidiyor. Hâlâ yolu şaşırmadığını umuyoruz. Keşke dokunulmamış bir buz tabakasına rastlamasın. Öyle bir yolda tırıs gitmek at için çok zor olur.

Kar fırtınası şiddetlendi. Eğer bu karanlıkta dikkâtle bakarsan etrafında milyonlarca şeytanların olduğunu ve binlerce kurt gözlerinin parladığını sanabilirsin. Korkunç, çok korkunç! Fakat gittiğim için bir an bile pişman olmadım. Okuduğum romanları her zamanki gibi aklıma getirip yollarında benimkinden bin kat daha zor engellere rastlayan âşıklar gözümün önüne geliyordu.

Yola devam ediyorduk. Ne kadar yol gittiğimizi, yolumuzu kaybedip kaybetmediğimizi bilmek mümkün değildi. Tekebay Allah'tan medet umuyordu, ama bu saatlerde tek ümidimiz koyu gri aygırdı. O gerçekten Allah'ın kendisinden daha güçsüz değil. İnatçı yürüyüşüyle kar fırtınası ve yolsuzluk içinden bizi tam Mambet'in aulunun yakınlarında bulunan koyun sürülerine götürdü. Rüzgârın içinden yabancıların kokusunu alan köpeklerin havlamalarını duyduk. Bu havlamalarda Kikim’in siyah dişi köpeğinin yüksek, keskin çığlığını seçebildim.

İşte, koyu gri aygır övgülere lâyık olduğunu gösterdi. Kısa zaman önce onu küfür ettiğim için artık pişman oluyordum…

Kayrakbay aygırı durdurdu.

-Bu hangi aul?

-Mambet’in aulu.

-Nasıl bilebildin ya? – diye Tekebay sevinçli sevinçli haykırdı.

-Tek Kikim’in siyah dişi köpeği öyle havlar.

-Bildin yani! – diye Tekebay ilâve etti – Nasıl bilmeyebilirdi ki. Bu köpeğe defalarca rastlamıştı.

-Öyleyse koyu griyi çevir! – diye Tekebay aniden karar verdi.

-Nereye? Kar fırtınasıdır, gecedir ya.

-Aula doğru çevir. Şimdi aygır onu gözleri kapalı halde bile bulabilir.

-Bu aul kötü mü ya? Hem soğuk iliğimize işlemiş, hem de at çok yorulmuş. Bizi kimse takip etmiyor ya acelemiz de yok.

-Bırak konuşmaları, çevir! – diye Tekebay kızdı.

Kayrakbay  boyun eğip yola devam edecekti, ama ben dizginleri elinden aldım ve at durdu.

-Hayır, Tekebay, sen kötü, çok kötü bir insansın. Ne diye buradan kaçıyoruz? Bana acımıyorsan bari ata acı, itin biri! Kötü havada uzaklardan bizi sağ salim buraya getiren koyu grimizi! Ve sakın, dizginlere dokunma yoksa seni döverim. Kanlar içinde kalıncaya kadar döverim.

-Lânet olsun ya! Yine dalaşıyorlar! – diye Kayrakbay öfkelendi – Boşuna demezler ki:

Allah'ın lânet ettiği insanın çocuklarının

Kavgalarını durdurmaz çöl karları bile.

Siz tam öylesiniz! Hem bozkırda, hem aulun yanında hırlaşıyorsunuz. Ne oldu size ya?

Kayrakbay’ın sözlerini üstüme alıp Mambet’in evine yaklaşmasını emrettim.

-Eğer yaklaşmak istemiyorsan ben burada inerim. Siz de istediğiniz yere gidebilirsiniz!

Tekebay boyun eğdi ve çok geçmeden kızağımızı Mambet’in avlusunda durdurduk. Siyah dişi köpek tekrar tekrar havlayıp bizi tâ avlu kapılarına kadar götürdü. Ve sadece kızaktan indikten ve kurt kürkümün önünü açtıktan sonra köpek beni tanıdı ve sürtünerek pençesini omzuma koymaya çalıştı. İyi bir belirti!

Mambet'in tahta evinin pencere kapakları kapalıydı ve ancak deliklerin içinden münasebetsiz bir zamanda yandığını düşündüğüm lâmbanın donuk ışığı parlıyordu.

Tâ Mambet’in evinin önünde küçük bir ahır vardı. O ahırın kapısını açmak istedim, ama o, büyük ihtimalle, sürgülenmişti. Sahibin kendisinin evde olmadığını göstergesi diye bir şey. Bu tahminime çok sevindim, ama aynı zamanda çok endişelendim. Ya içinde siyah köşk gibi sadık kara bir ihtiyar kadın olsaydı.

Kayrakbay kapıyı vurdu.

-Kimdir? – diye bir kadın sesi duyuldu, bunun Janiya olduğunu hemen anladım.

Kapı açıldı ve Janiya karşımıza çıktı. Onunla selâmlaştığımızda odanın derinlerinde Kaken göründü. Göründü ve hemen kayboldu.

-Bates!.. Uyansana!.. Burkut geldi!.. – diye heyecanla tok sesini duyabiliyorduk.

Ve ben Kayrakbay'la Tekebay'ı beklemeden derhal peşinden koştum. Bates uykulu uykulu sedire oturup ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kaken onu silkeledi:

-Uyan artık ya! Görmüyor musun: Burkut burada!

O zaman Bates beni tanıdı ve gözlerini iri iri açıp boynuma atıldı.

O kadar zarif, o kadar küçüktü o! Boyu tam omuzlarıma kadardı.

Kırağı ile örtülmüş kürkümü daha çıkarmamıştım. Yolda na kadar üşüdüğümü sadece eve girdikten sonra anladım. Beni titreme nöbeti tutmuştu, fakat Bates'in sıcaklığı içimi ısıttı, hafif elbisesi ise bana kurt kürkünden daha kalın geldi.

Yanaklarını benimkilerine yaklaştırdığında kızgın demire dokunmuş bir buz gibi erimeye başladım. Vücudum ter damlalarıyla kaplandı.

Kalisa aniden gelmeseydi uzun süre öyle dururduk.

-Yeter size ya!

Kollarımı birbirinden ayırdım, fakat Bates beni bırakmıyordu.

-Çok özlemişsin kardeşini ha, Erkejan! – diye Kalisa onu tersledi – Burada yabancı insanlar var! Hiç vicdanın yok mu ya?

Bu sözlerden sonra Bates nihayet kendine geldi ve Kayrakbay'la Tekebay'ı görüp utandı. Sessizce yatağına gidip perdeyi çekti.

Duvar saatine baktım. Neredeyse saat beşti. Birazdan şafak sökecekti.

Kalisa hayatımız ve evdekilerimizin sağlığı hakkında detaylı sorular sorduktan sonra dedi:

-Siyah dişi köpek havlar havlamaz gelenlerin siz olduğunu hemen tahmin ettim. Beraber olduğunuzu biliyorduk, ama bugün geleceğinizi zannetmiyorduk. İşte dışarıda dehşetli bir kar fırtınası. Molda ağa ile karısı da hâlâ dönmediler…

Kayrakbay nasıl geldiğimizi özetle anlattı.

Kalisa:

-Bu gece evimizde kalacaksınız, değil mi? – diye sordu.

-Şimdi nereye gidebiliriz ki? Hem biz çok üşüdük, hem de atımız çok yoruldu…

Bu sözlerim Tekebay'ın hoşuna hiç gitmedi. Fakat hiçbir şey söylemedi.

Kalisa:

-O zaman hadi dinlenin siz, sabah ise yola çıkarsınız. Tamam mı? – diye sordu.

-Tamam – diye Kayrakbay razı oldu. – Yataklarımızı yapmalarını söyle! Ancak benimkini kendi evinde yap!

-Neden burada yapmayayım ki?

-Orada daha rahat hissederim.

Tekebay yine sustu. Biz avluya çıkıp atın koşumunu çözdük. Kar fırtınası yatışmaya başlamıştı, yavaş yavaş dağılan bulutlar arasından ise dolunay gözüküyordu.

Eşikte sabahlıklı Kalisa göründü. Yatağın hazır olduğunu bildirdi.

Tekebay:

-Ben de sizin evinizde uyurum – diye söyledi.

Kalisa:

-Nasıl isterseniz – diye anlamlı anlamlı cevap verdi. – Evimiz feda olsun. Lâmba yanıyor. İşte ışığa doğru gidin. Ben de Burkut’u götürürüm.

-Bak, dişi köpeğin bizi ısırmaz mı? – diye Kayrakbay şaka yaptı.

-Ne kadar zamandır köpeklerden korkmaya başladın? İhtiyarlamış mısın acaba? – diye Kalisa sözün altında kalmadı.

Tekebay ve Kayrakbay Kikim’e gittiler, bense Mambet’in evinin yakınındaki tay ahırının yanında durmaya devam ettim. Kalisa beni odaya davet edip hafifçe gülümsedi. 

Kapı avlusunda karın karşıladığı

Yiğit âşkta şanslı…

-Uygun bir zaman seçmişsin, Burkut! Seni anlıyorum. Sen şimdi eşikten içeriye girip görümceme bakmak istiyorsun. Ah, onu melek, bal gibi koruyan ben değil miydim… Ya sen âdetlerimize bile uymak istemiyor musun?

-Sana minnettar olurum, Kalisa. İstediğin herahangi birşey senin olur.

-Sen aniden geldin. Yola çıkarken yanına neler aldığını bile bilmiyorum.

-İşte altın saat, Kalisa. Al!

-Sence görümcemin değer bu kadar mı?

-İstersen bu altın yüzüğü de verebilirim.

-Burkut, sen biliyorsun ki Kazak'ların kutsal rakamları üç ve dokuz. Şimdilik üç yeterli olur. Sonra bakarız…

-Üste ipek şal veriyorum!

-Çok güzel! Yeter! – diye hediyeleri alıp Kalisa ilâve etti – Seni haraca kestiğim için bana kızma, Burkut. Şu şarkıyı yazan ben değilim ya:

Şapkam yok da cebim boş,

Kaftanım için kemer yok.

Sevgilimin aulundaki hanımı

Hediyeler eden bendim.

-Bates'le görüşmek için hiçbir şey esirgemem, Kalisa – diye cevap veriyordum – Kendimi de esirgemezdim, fakat öyleyse Bates kiminle kalırdı?

Kalisa bana Allahaısmarladık deyip evine gitti. İlk odadaki lâmba artık yanmıyordu. Sadece ikinci odada ışık vardı. Bates’in annesi Janiya nerededir diye düşündüm. Perde indirilmişti, köşede ise yatağım yapılmıştı. Oturup düşüncelerime daldım. Kapı gıcırdadı ve Janiya odaya girdi.

-İnsanların gözlerinin önünde seni öpemedim bile, canım benim. – diye ellerini bana uzattı – Mutlu ol, kırlangıcım!

Kırlangıç! Bu sözlerini ne diye söylediğini bir türlü anlamadım. Belki artık beni kızının koca adayı mı sayıyordu.

-Soyunup yatsana, ışığım benim! Lâmbayı söndüreyim mi, söndürmeyeyim mi?

O çıktı, bense oturduğum gibi oturmaya devam ettim. O zaman bir Kazak şarkısının aklıma gelip gelmediğini tam hatırlamıyorum:

Yanında bir kız çile çektiğinde

Uyku girmez yiğidin gözüne…

Fakat sanırım o zaman başka birşeyi düşünüyordum. Görüştüğümüzde Bates beni çok şaşırtmıştı. Kâh odadaki yabancı insanlara aldırmayıp boynuma atıldı, kâh pek utanıp çabukça perdenin arkasına girdi.

Hem iyi, hem kötü olan farklı düşünceler aklıma geliyordu. Belki gerçekten diğerlerinden utandığı için Bates beklediğim sıcak sözleri söylemedi. Ya Bates’in hakkındaki fikrim yanlışsa? Ya Musapir ''Bates'inin havai Kaken'den daha iyi olmadığını hiç aklına gelmedi mi?'' derken haklıysa? Musapir yalan söylemediyse o zaman Bates diğerlerinden utanmıyordu, sadece vicdan azabı hissettiğinden gözlerime bakamıyordu. Perdenin arkasına girdiğinin sebebi bu değil miydi acaba?

Nihayet ışığı söndürüp takım elbisemi çıkardım ve kızkardeşlerin yattıkları yere gittim.

Karanlıkta elime soğuk bir avuç dokundu:

-Oraya git, oraya…

Bu, elbette, Kaken’di. Beni bir yana çekip keskin bir hareketle elimi bıraktı. Ve ben ipek yorganın altında hemen Bates'i hissettim. Tam o anda sıcak göğsüyle bana sokuldu, sıcak yanağını ise benimkine değdirdi. Fakat benim için bu azdı. Dudaklarım onun yarı açık dudaklarına dokundu. Ve Bates’in sivri, sıcak dilini hissedip onu öpüp duruyordum.

Herşeyi unutmuştuk, sadece birbirimizi hissediyorduk. Ve Kaken keskin bir hareketle beni çimdiklemeseydi belki bu uzun zaman devam edecekti.

Bates'in dudaklarından ayrıldım:

-Ne oldu?..

-Yatağında yatmama izin verir misin, Burkut? – diye Kaken rica etti.

-Bunu çimdiklemeden söyleyemez miydin?

-Yerimde olsaydın sen de kendini tutamayıp çimdiklerdin! – diye Kaken benim için yapılmış yatağa gitti.

-Zavallı! – diye Bates fısıldadı – Âşkı sadece bu biçimde tahmin edebiliyor…

-Ya sence nasıl olmalı?

Ve biz anlatması zor olan o gizli, uzun konuşmaya başladık. 

-Ben seninim – diye Bates söylüyordu – Sen olmadan ben de yokum. Sadece seninle mutlu olabilirim.

-Sana aynı şeyleri söyleyebilirim. En degerli hayalimiz bir!  Ve bu gece mutlu yolculuğumuzun başlangıcı olsun.

-Katılıyorum sana, Burkut…

-Yorganını atsana, Bates…

-Atarsam mutluluğunu bulur musun?

-Tam öyle değil. Fakat düşüncelerimiz birse vücutlarımızı ne diye ayıralım?

Tamamen alçak sesle bana fısıldamaya başladı:

-Beklemek için az kaldı, az…

Onun bu sözleri bana bahar hakkındaki bir şarkı gibi geldi…

-Benimle sen uçsuz bucaksız bir bozkırda büyüdük. Kışın kendini âşka vermeye acele etme. Acaba yarın parlak bahar gelmeyecek mi? Bozkırdaki lâleler açmayacak mı? Puhu kuşunun beyaz tüylerine benzeyen sorguç otunun sorguçları sallanmayacak mı? Koruluklardaki bülbüller ötmeyecek mi? Göllerde kuğuların sesleri duyulmayacak mı? At çobanı bozkırda ıslık çalmayacak mı?.. İşte biz de o zaman birleşiriz ve âşkımızın tanıkları karanlık gök ve gülen yıldızlar, akağaç ormancığı ve bozkır otları olacak… Gece gökten yapılmış o yurtada ruhlarımızı ve vücutlarımızı birleştirdiğimizi kimse bilmez…

-Neden böyle söylüyorsun Bates? Diğerleriyle ne alâkamız var?

-Burkut, Bokejan! Gerçek âşkta hırsızlık olamaz. Âşk gizli doğar, ama sonra herkes onu bilmeli.

-Yani sence nikâh dairesine mi gitmemiz lâzım?

-Sen beni iyi anlamadın. Nikâh dairesinin verdiği belge sadece bir kâğıt. Fakat hiçbir kâğıt, hiçbir Müslüman ayini iki seven kalbi ayıramaz…

-O zaman ne kastediyorsun, Bates?

-Benimle sen Turgay'da doğduk. Ve bırak öz Turgay bozkırımız âşkımıza tanık olsun.

Ben yine de Bates'i sonuna kadar anlayamıyordum. O sürekli Turgay hakkında konuşuyordu, bense onun sarıldığı yorganı atmak istiyordum.

-Bokejan! – diye Bates direniyordu – Kuvvet kullanmamalısın!.. Bil ki benim de kuvvetim var ve onurumu savunabilirim.

Biz tartışırken Kaken perdeyi çekip içeriye girdi.

-Yiğidi kötü kabul ediyorsun, Bates! Onu ne kadar sabırsızlıkla beklediğini hatırlıyor musun? Yine oğlan mı olmak istiyorsun? Bu anlamsız direnişi bırak! Kaderine boyun eğ!.. Fazla tereddüde gerek yok. Bu kararsızlık hangi yiğidin hoşuna gidebilir ya?

Bu hızlı konuşmasını bitirip Kaken yatağına döndü.

Ses çıkarmadan yan yana yatıyorduk. Biri pencerenin dış kapaklarını açıp sabah ışığını odaya bırakmıştı.

-Bu sözlerimi unutma, Boken! – diye Bates sessizliği bozdu – İlkbaharda sen tatildeyken Kaken’i damadının auluna uğurlayacaklar. Düğüne gel de herşey dediğim gibi olur.

Fakat ne de olsa ben kırılmıştım. Felsefe yapmak istemiyordum. Bates’e sırt üstü döndüm. O ise sarılıp bana sokuldu ve alçak sesle memleketimizde en sevilmiş şarkılardan birini söyledi:

Bir delikanlı bıyıklar arkasından özenle bakıyor,

Pos bıyıklı, cesur bir yiğit büyüyor.

Beni gerçekten sevdiysen, sevgilim,

Benim  uçmama izin verirdin.

Bu melodiyi ve sözleri önceden de işitmiştim, ama anlamını sadece şimdi anladım. Bates'e sarılıp onu sımsıkı öptüm. Aniden Tekebay'ın sesi duyuldu. Hızla yatağıma gidip uyuyan Kaken'i uyandırdım, kendim de giyinmeye başladım.

-E, uyanmışsın artık! – diye Tekebay şaşırdı – Yola çıkıyoruz, aygırı koştum. Çayı evde içeriz. Sanırım babamız çoktandır bizi bekliyordur.

Biz çıktık. Tatlı hayallere daldığımdan dolayı babamla görüştüğümde ne olacağını hiç  tahmin etmiyordum. Bunu düşünmüyordum sadece.

Aulumuza yaklaştığımızda babam hayvanlarla uğraşıyordu. Uzaktan bize soğukkanlı şekilde selâm verdi, ama işini bırakmadı. Biraz kırıldım, çünkü uzun zamandır görüşmemiştik, o ise bir söz bile söylemedi. Ben de ses çıkarmadan eve girdim. Benimle beraber Kayrakbay da gelmişti. Tekebay avluda kaldı.

''Şimdi dedikodu yapacak'' diye düşündüm ve yanılmadım.

Babam kahvaltıya geldiğinde yüzü asıktı. Bana hiç bakmıyordu. Bazen kesik kesik cümleler söylüyordu, kalan zamanda susuyordu. Evdekiler de sessizdiler. Evimizde yazılmamış bir kanun var. Babamın morali bozukken kimse şaka yapmaya, gülümsemeye, yüksek sesle konuşmaya cesaret edemez. Babamın her konuda kendisine boyun eğdiğini sanan annem bile onu kızdırmaktan korkuyor.

Ses çıkarmadan yedik ve dağıldık. Uykusuz  geceden sonra uykum çok geliyordu. Sıcaktan ve yemekten gevşemiştim, şimdi ise tek hayal ettiğim şey yumuşak yataktı. Babam taş bir heykel gibi yerinden kımıldamadan oturuyordu. Tekel’in yurtası  olan çamur harçlı küçük bir evde dinleneyim diyerek yerimden kalkacaktım, fakat babam beni durdurdu.

-Acele etme, evlâdım. Seninle ciddi bir konuda konuşmamız gerek.

O anda babamın konuşma tarzı boynuzlamaya hazır bir boğanın böğürmesine benziyordu…

Babamın gözüne girmeye hep hazır olan çenesi düşük kardeşime içimden lânetler okuyup “İşte başlıyor” diye düşündüm.

-Ne söyleyebilirim, evlâdım, anladığım kadarıyla gelininle beraber geldin. Tebrik ediyorum. Düğün ne zaman kararlaştırıldı?

-Zamanla düğün de olur! – babamın, sözlerinde alay ettiğini düşünüp  cevap verdim.

-Ya bence zaman artık geldi – diye babam kötü bir şekilde alay etmeye devam ediyordu.

Ben kırıldım.

-Bu konuşmaya gerek var mı hiç? Ayrıca gençler yataktayken onları takip etmek ayıp bir şey değil mi acaba?

-Ya neden takip etmesin ki? – diye babam sesini yükseltti.

-Bağırma, lütfen, gereği yok! Bu bağırtı güçten değil, güçsüzlükten geliyor…

Babam dikkâtle yüzüme baktı ve tartışmaya girmeyip sakin sakin anlatmaya başladı.

-Ben duydum ki Kıpçakların soyundan olan İzbasti bey ve Kerey soyundan olan Toksan bey bir hukuk davasına katılmaya mecbur kalmışlar. Bu onların ilk görüşmesiymiş. İzbasti uzun boylu, güçlü kuvvetli bir insan olarak görünüyordu, Toksan ise  doksan yaşında, ama bir çocuk gibi görünüyordu. İzbasti rakibine bakıp şaka yapmış.

-Senin hakkında söylenenlere göre sen dev boylu Toksan'sın, fakat gördüğüm kadarıyla sen sadece küçük bir bülbülsün…

-Ne olacak ! – diye Toksan cevap vermiş – Bülbülün yuvasındaki dokuz yumurtadan sadece birinden kuş çıkar, tarantulanın dokuz yumurtasından sadece birinden örümcek çıkar. Bülbül olursam bülbül getiririm, tarantula olursam tarantula getiririm…

Babam ilâve etti:

-İşte ben de Kalmıklar soyundan olduğun için hem bülbül, hem de tarantula olduğunu umuyordum. Fakat şimdi ümitlerimin boş olduğunu anladım. Fazla ne ümit edebilirim! Akan doğru yazmıştı:

Dayanıksız bir kayıkla küreksiz gidiyoruz…

Engin denizler yayılıyor uçsuz bucaksız.

Fakat kar fırtınası basar da karanlık yoğunlaşır…

Hadi dibine gidelim, insanlar dayanıksız!

İşte şimdi biz de öyle üzgün bir durumdayız…

-Ya Akan kim, baba? – diye bilerek sordum.

-Anlamadın mı acaba? Ahmet Baytursunov…

-Öyle şiirler yazmak tam ona göredir. Fakat gerçekten batmak istemezse oturup sesini kessin…

-Bu şiir, evlâdım, çar zamanında yazılmıştı.

-Tahmin edebiliyorum. Bu şiir o zamanlara uygun. Fakat neden Akan, Sovyet iktidarına bu kadar kötü davranır. Şimdi halka sonunda özgürlük verilmiş ya.

-Özgürlük! – diye babam tekrarlayıp bana yan baktı – O ne yapmış ki onu eleştiriyorsun?

-Demek ki Sovyet iktidarına karşı konuşmalarını duymadın mı hiç? İktidar onu çok şeyini affetti. Alaş ordacı[2] olmasını ve devrime karşı gelmesini affettiler. Affetmekten başka ona iş verdiler ve partiye kabul ettiler. Ya o? Nankörlük yapıp Sovyet düzenine açıkça karşı çıkmaya başladı.

-Tamam, bırakalım bunu. Hadi âilemizi konuşalım! – diye babam yenilgisini anlayıp sözünden vazgeçti.

-Bekle! Baytursunov hakkındaki konuşmaya başlayan ben değildim. Onu cezaevine tıkma zamanı gelmişti artık, fakat sadece partiden çıkarıldı.

-Bitirelim bu konuşmayı! – diye babam ısrar ediyordu.

-Tamam, hadi Baytursunov’u bırakıp seni konuşalım. Baba sen kendin halka karşı, Sovyet iktidarına karşı çıktın! Bunun için seni amansızca cezalandırmalıydılar!

Babamın gözleri inatla ve öfkeyle parladı:

-Beni öldürmediler. Demek beni kurşuna dizmeleri için gayret etmen gerek.

-Neyime gerek? Fakat uzun zaman boyunca yüreğimi dolduran şeyleri dinlemek neden istemiyorsun? Sana daha geçen yıl diyordum: “Baba, bırak bu ticareti. Halk varlığından boğulursun ya. Dürüst bir insan olursan sana kimse ilişmez. Fakat beni dinlemedin. Yine de beline kadar çamura battın. Beni de bu çamura atmak istiyorsun. Yoksa beni Maylibay'ın kızıyla ne diye evlendirmek istedin. Artık çocuk değilim, baba. Beni feda etsen de kurtulamazsın. Acaba anlamıyor musun, ne de olsa vay senin haline! Sovyet iktidarının, halk arasında olan bağı çok güçlü. Halk, beyleri, Beyaz’ları ve yabancı düşmanları yendi. Kendin de bunları çok iyi bilmekle beraber ateşe doğru atılan bir kelebek gibi ölümüne doğru gidiyorsun. Üstelik bana Baytursunov'un şiirini okuyorsun. Ne diye? Onu okuyup beni kandırmaya mı karar verdin? Bu şiirler neyime gerek ya? Sovyet iktidarı değil, sen ve Baytursunov bu küreksiz, sefil kayıkla yüzüyorsunuz!..

Kızgın biçimde odada yürümeye başladım, babam ise donakalmış şekilde suratını asmıştı. Uzun süren bir sessizlikten sonra alçak sesle konuşmaya başladı.

-Doğru söylüyorsun, evlâdım. Devrim bize hiç de korkunç gelmedi. Biz savaşmaya karar verdik, ama vaktinde duramadık. Şimdi çok şey değişti. İktidar gerçekten çok güçlü oldu. Hayatımızı korumayı düşünme zamanı geldi. Maylibay'la akraba olma isteğim sadece hayatımızı korumak içindir. Geçim kaynağımızı düşünmek gerek. Maylibay’ın oğlu Saudabay’la arkadaş olmasaydım şimdi sahip olduğum varlığım olmazdı. Ya varlık olmadan nasıl yaşayabilirsin, hayatını nasıl koruyabilirsin? Sasik'i çoktan mahkûm ederlerdi, ama varlığı onu koruyor. Sovyet iktidarı adildir, ama kanunların gerçekleştirilmesini takip eden dairelerde hâlâ para için herhangi bir kanunu görmezden gelen insanlar var.

Babama bunların, geçmişin kalanları olduğunu ve yakın zamanda olmayacağını anlatmak istedim, ama o, ısrarında devam etti.

-Onlar yaşadıkları sürece yemek ve içmek isterler. Zenginleşmeyi daha çok isterler. Sözümü de kesme, oğlan! Bu bir belagat yarışması değil zaten. Oturup beni sonuna kadar dinle! Ben ticaretle uğraşmaya başladığımda zor günler gelecek de para ihtiyacı olacağını biliyordum. Sen ümitlerimi dağıttın. Ben başka türlü düşünemem bile. Maylibay’la bağlarımın kopması sadece beni değil, Mambet’i de etkiler. Saudabay’ın kızkardeşiyle evlenmezsen Mambet dükkânı elimizden alır. O zaman borçları ödemeyi bir denesene! Sayısı yok! O zaman sadece bir yolum kalacak; o da cezaevi…

-Fakat bunu neden önceden düşünmedin, baba?

-Evet, sadece cezaevi! – soruma cevap vermeyip tekrarladı – Artık kurtulamam. Sanırım Sasik’in yeğeni Azimbay Kadirbaev’in, Kazakistan'ın Yüksek Mahkeme'si başkanı olduğunu duymuşsun. O, fırsatını asla kaçırmaz. Beyaz Ordu’dan olduğum için bana sitem ediyorsun. Ya bu Azimbay? O, Alaş-Orda'nın başındakilerdendi. Sorumlu bir görevli neden olmadı ki?

-Bu bir süre sürecek. Onun sırası da gelecek.

-Fakat o zamana kadar çok insanı mahveder.

-Benden ne istiyorsun, baba? Sence ne yapmam gerek?

-Bana fazla itaat etmemen beni çok üzüyor, evlâdım. Anlasana, canım! Sen Maylibay’ın kızıyla evlenseydin bütün sorunlarım halledilirdi. Ne de olsa babanım. Beni, evimizi düşünsene! Şimdi olmazsa daha sonra olsun, ama düşün!

İtiraf edeyim ki o anlarda babama çok acıyordum.

-Tamam. Ben düşünürüm, ama benim düşünmem bir şey değiştirir mi? İyi olman için Maylibay’ın kızıyla bir evlenmem yetmez. Sen başka bir iktidar istiyorsun, baba… Fakat bu konuda ne sen, ne ben bir şey yapamayız…

-Sen sadece sana dediklerimi düşün! – diye kısa bir cevap verdi.

Ertesi gün yük almak için Turgay’dan ve İrgiz’den geçip Çelkar’a giden atlı araba kervanıyla yola çıktım. Babam beni durdurmaya çalışmadı, ancak vedalaşırken şunları tekrarladı:

-Dünkü sözlerimi unutma, evlâdım!

Yine öğrenim ayları başladı. Yaz tatilde aula döndüğümde babam, belki fikrimi değiştirdiğimi sanıp beni çok sıcak karşıladı. Bir yerden kuş gibi hızlı bir kızılımtırak rahvan at almıştı.

- Evlâdım, sen yeni âdetleri takip ediyorsun ya, işte ben de bir Rus Kazağından yeni eyer, üzengi ve gem dizgin takımı aldım. Senin için, Burkut!

Babam atı eyerledi. Hem atı, hem de teçhizatı mükemmeldi.

-On sekiz yaşını doldurdun – diye babam devam etti. – Hava atma zamanın geldi. Hiç bir şeyde eksiğin olmayacak. Beraber ata binmek istediğin yiğit arkadaşların varsa onlar için de atlar ve eyerler bulurum! At üstünde istediğin yerlere gidebilirsin! İstediğin kadar misafirlerimiz olsun!

Babam geçen kış yaptığı hataları tekrar yapmak istemiyordu. Babam kendi fikrini bana zorla kabul ettirmekle beraber Maylibay'ın kızı hakkında bir şey söylemiyordu. Fakat ben, babamın bu fikirden vazgeçmediğini ve istediğini Kayrakbay'ın yardımıyla yaptığını hemen tahmin ettim. Kayrakbay bana sürekli o kızın güzelliğini hatırlatıyor, kızın alçakgönüllülükle evde kaldığını ve bana âşık olduğunu diyordu. Kızın anne babası da ümitlerini kesmiyorlarmış. Gelecekteki düğünü düşünüyorlarmış ve yeni evliler için artık beyaz bir yurta ve zengin bir çeyiz hazırlamışlardı. Onunla evlenirsem gerçek bir beyde olduğu kadar hayvanım olur.

Bates’e gelince Kayrakbay onun hakkında çok ihtiyatla konuştu. Bununla birlikte dolaylı, kurnaz imalarla içime kuşku düşürmek istiyordu. Kışınki olayı kesinlikle duymuştu ve bana sorduğu sorular da boş yere değildi:

-Gerçekten mi öyle oldu? Sakın, Burkut, Bates gerçekten “öyle” enteresan bir durumda olabilir!

Ben susuyordum, Kayrakbay ise sesini bir türlü kesmiyordu:

-Biliyor musun, Musapir geldiğinde birşeyler söylemişti. Kontrol etmemiz gerek. Ya sözleri doğru çıkarsa?

Ben susmaya devam ediyordum ve içimden de: ''Sen dürüst kalmalısın! Aferin, Bates! Ya rezil olduysan… O zaman kabahati kendinde bul, bana da darılma…'' diye düşündüm.

Herşeyi kontrol etmek için bir fırsat da düştü. Bates'in bana dediği gibi ablası Kaken'in düğün günü geldi. Bayrama diğer gençlerle beraber ben de gittim. Mambet, kendisinden daha zengin bir beyin akrabası olacağından dolayı düğünü mümkün olduğu kadar görkemli ve şen yapmak için para esirgememişti. Yaklaştığımızda sadece aulun yayıldığı vadide değil, tepenin yamaçlarında da yayalar ve atlılar, at arabaları ve üç ayağına köstek vuran atlar gördük.

Kikim’in evinde kaldık. Düğünün gürültüsünde ve itişip kakışmasında uzun zaman Kalisa’yla konuşmak için bir fırsat bulamıyordum. Ve nihayet bir fırsat düştüğünde hızlı hızlı konuşmaya başladı:

-Biliyorum, herşeyi biliyorum Bates hakkında. Uzun konuşamayız: etrafımızda çok fazla göz ve kulak var. Bu gece şafak sökmeden kısa süre önce Tobilga sel yarığında sizi görüştürmeye çalışırım.

-Nasıl yapabilirsin?..

-Yapamazsam adım Kalisa değil… Fakat hediye seçmeye de devam edeceğim…

-Aman, Kalisa! Dedim ya sana: ben hariç istediğini alabilirsin…

…İşte Kalisa'nın dediği gibi sel yarığının sık çalılıklarına indim. Doğuda Venüs artık parlak parlak ışıldamaya başlamıştı. Şafak zamanı yaklaşıyordu. Fakat aul hâlâ çok gürültülüydü, ışıklar görünüp görünüp kayboluyor, yurtadan yurtaya koşuşmalar devam ediyordu. Henüz dün başlayan şölen tam kıvamını bulmuştu. Aşağı yukarı bir saat geçti. Bates neden geç kalıyor? Sabrım tükendi. Tam o zaman çalılıkta bir hışırtı duyuldu. Kaplandan geri çekiliveren bir geyik gibi oldum. Fakat hemen tek bir kaftan altına girmiş iki insan silueti gördüm. Bates, sevimli Bates diye tanıdım. Kaftan düştükten sonra Kalisa’yla torumumu gördüm.

Sarıldım ona. Sonra ne olduğunu bilmiyorum. Kalisa ortadan kayboldu. Biz yalnız, yapayalnızdık. Uzun zaman öyle yalnız kaldık.

-Gün ağarıyor, Bokejan! – diye Bates özenle ve yorgun biçimde alnımı okşuyordu. Gözlerimi açıp henüz hayal meyal görünen gökte bir tarlakuşu gördüm. Sanki sabah şarkısıyla bize şunları söylüyordu: ''Gidin, bu saatte burada bulunmanız güvenli değil''. Bates kalkmak için bir hareket yaptı, fakat onu göğsüme daha sıkı bastırdım.

-Benim Akbota! – diye onu daha ateşli öpmeye başladım – Şimdi bütün hayatımız boyunca birlikte olacağımız zaman bizi kim ayırabilir!

Bates:

-Kimse bilemez – diye beklenmedik bir hüzünle söyledi. – Kader başımıza her an belâ getirebilir, değil mi?

-Hayır, biz kaderden daha güçlüyüz…

Konuşmamızın ne kadar devam edeceğini bilmiyorum, ama Kalisa o anda bize yaklaştı.

-Şimdi de mi memnun değilsin, Burkut? – diye kabaca şaka yaptı.

-Bu bir soru mu acaba? Memnunum. Bir kat değil, bin de değil, milyon da değil, bugün şafağa kadar ışıldayan yıldızlar kadar memnunum!

Fakat o anda kurnaz Kalisa hislerime hiç meraklı değildi:

-Birinin gözüne ilişmeden çabukça dağılmamız lâzım. Erkejan, – Bates'e âilesinin taktığı oğlan lâkabını söyledi – kaftanla örtünüp ilk sen git! Biz de seni o dik uçurumdan gözleriz. Sonra ben giderim. Benden sonra da sen, Burkut!

Bates, Kalisa'nın ipek kaftanını omuzlarına atıp şeve çıkmaya başladı. Fakat ben ayrılmak istemeyip ona yetiştim ve beyaz elbisesinin eteğinden yakaladım. Az kaldı Bates düşecekti. Kalisa bana kızdı:

-Ne yapıyorsun be! Ellerini çek! Kadın uzaklaştığında onun eteğinden yakalanmaz.

Bates’i bıraktım, ama o, Kalisa’dan çok korkmuştu ve yabancı, vahşi bir hayvandan yabani bir keçi yavrusunun kaçtığı gibi kaçtı.

-Neden öyle yaptın be? – diye Kalisa’ya kızdım – Biraz uzakta insanlar var, göremiyor musun! Zavallı kız o kadar acele ediyor ki dikkatlerini üzerine çekebilir. Aksi takdirde aldırış bile etmezlerdi. İşte bir kız gidiyor, ne olacak ki diye düşünürlerdi. Ah, bağıramayız bile…

-Aman, aman – diye Kalisa ağlayıp sızladı, endişelendi.

Biz sessizce uzanıp bunun sonu nereye varır diye düşünüyorduk. İşte Bates filipendula çalılıkları en yüksek olan sel yarığından çıktı. Bir adam çalının arkasından çıkıp ona doğru bağırdı. Bates daha hızlı koşmaya başladı, adam ise ona yetişmeye çalışıyordu. Birşey yapamadan bunları izlemek dayanılamaz bir şey. Kurtlar bu şekilde tavşan avlar. Bir gün bunu görmeye fırsatım düşmüştü. Tavşanı, olgun kurdun saklandığı çalıya sürüp tuzağa düşürler. Tavşan tam kurdun ağzına düşer. Ve birdenbire bu adam bana bu kurtlardan biri gibi geldi. Bates'i parça parça etmeye hazır olduğunu net olarak tahmin edebiliyordum.  Yese düşüp hemen ona yardım etmeye atıldım.

Kalisa beni durdurmaya çalıştı, ama boşuna! Hiç bu kadar hızlı koşup koşmadığımı hatırlamıyorum. Ve adamın, Bates'e yetiştiği anda kendim ona yetişip omuzlarını sıktım, yere attım ve kokpar[3] oyununda sürüklenen oğlak gibi sürükledim. Ve ancak o zaman onu tanıyabildim. Juman’dı.

-Ah, öyle mi! – diye küfrettim ve kulaklarıyla ensesine vurmaya başladım.

-Çıldırdın mı be? – diye ellerimi tutuyordu.

-Hayır, deli olan sensin. Kızı ne diye kovalamaya başladın?

-Burkut! Burkut! Ben hep akıllı bir yiğit olduğunu sandım – diye Juman yaltaklanmaya çalışıyordu – Aklımda kötü hiçbir şey yoktu. Bir kızın koştuğunu gördüm. Nereye koşuyor, neden koşuyor? Ona yetişmeye karar verdim.

O zaman Kalisa bize yaklaştı. Soluk soluğa olmakla beraber gülüyor gibi yapmaya çalışıyordu:

-Güzel bir tesadüf, ne diyebilirim! Söylendiği gibi yiğitler kavga etmeden dost olmazlarmış. Demek ki siz artık kavga edip barışmaya başlamışsınız.

-Gevezeliği bırak, Kalisa! – diye söyledim ve Juman’a dönüp ilâve ettim – Sana bir şey yapmadan defol git!

Onu fazla ikna etmeye gerek kalmadı. Zaten çok korkmuştu ve geri geri çekilip filipendula çalılıklarında kayboldu.

-Tamam, tamam! – diye Kalisa arkasından bağırdı – Sakın ha, diline hakim ol! Kalanı yolunda olur. Elimden geleni yapacağım!

Kalisa’yla baş başa kaldım.

-Diyordum ya sana, Burkut, - diye telâşla söylüyordu – Juman'dan sakın! Onu parayla satın alırsan kendi kızkardeşini bile takip etmeye başlar. Ah, geçen yıl ona o tayı vermiş olsaydın sana başka türlü davranırdı. Şimdi de onu susturmak için geç değil.

Kalisa bu olayın izlerini yok etmeyi düşünüyordu, bense onu dinlemeyi hiç istemiyordum. Herşeye rağmen bu gece kısa hayatımdakilerden en mutlusuydu. İçtiğim balın tadı hâlâ ağzımdaydı.

-Hayır, Kalisa, artık bana hiçbir şey söyleme! Sonra konuşuruz. Şimdi sevincimi düşünmek istiyorum.

-Sustum, sustum! Sen söyleyene kadar ağzımı açmam. Bates’i düşünmene engel olmam.

-Evet, Kalisa, bu gece mutluluğun ne olduğunu anladım!

 

BEKLENMEDİK BİR BELA

 

Mutluydum. Melek gibi temiz Bates beni seviyordu ve sonuna kadar benim olmuştu. Babamla evlilik hakkında konuşmaktan utandığım için bunu benim yerime bana sadık bir insan yaptı.

İsteğim babamı sevindirmemişti. Şimdi buna ne gerek var ki diye alayla sormuştu. Ne benim, ne de kızın babasının beraber olmalarına karşı çıkmak için gücümüz yetmez. Fakat şimdi âdete göre onları mollaya götürüp evlenme töreni yapma zamanı değil. Şimdi Sovyet iktidarının zamanı. Nikâh dairesine gidip bu meseleyi halledebilirler. Fakat onu evimize getirirse düğün yapmaktan vazgeçmem. Benden başka ne istiyormuş?

Babamın sözlerini bana tam böyle ilettiler. Onu çok iyi tanıdığım için anladım ki o, uzlaşmaz biri, Bates’e karşı olduğu için hâlâ benimle savaşmayı umuyor.

Hiçbir şey saklamamaya karar verdim. Eski kuşkularımdan, sıkılganlığımdan kurtulup Mambet’in auluna o kadar sık sık gitmeye başladım ki atın toynakları soğumaya yetişemiyordu. Karakiz ve Mambet'in kendisi beni güleryüzle karşılamıyorlardı. Fakat onlara aldırmıyordum. Sevincimi gölgeleyemeyeceklerdi, çünkü Bates beni seviyordu ve bana sadıktı.

Fakat o bana bazı konularda katılmıyordu. Onun bir şartını uygulamamı istiyordu. Tek olmakla beraber çok sert bir şart:

-Boken, biz anlaşmıştık ki okumaya beraber gideceğiz. Fakat sen buradayken bana sadece gündüzleyin gel. Geceleyin ise aulumuza yaklaşma bile! Sebebini söyleyeyim. Şehirli kızların törelerini bilmiyorum. Ben bozkırda yaşarım ve aul âdetlerine göre annenin gözünün önünde kendi nişanlısıyla gece görüşülmez. Bu bir rezalettir!

-Akbota, neyi koruyorsun?! Bu eski aulun düşünme tarzı ya.

-Ya sence ben eski aulda doğmadım mı? Acaba eski âdetleri bilmez miyim? Sözün kısası, biz buradan gidene kadar edep gereklerine uygun davranacağım. Önümüzde uzun bir hayat var. Daha çok görüşmemiz olacak.

Bates'e katılmasaydım onu kırardım. Ben de onu incitmeyi hiç istemezdim. O zaman onun şimdiki iyiliğini, benimle gitme isteğini geri getirmek çok zor olurdu. Bununla beraber ona hemen katılamazdım da. Filipendula çalılıkları içinde bulunan sel yarığında onunla görüştükten sonra ona hiç sarılmamıştım. O mutlu gece bana rüya gibi geliyordu. Tutkudan halsiz düşüyordum. Sevgili gelinimle baş başa olalı uzun zaman geçmişti!

Bir gün üzgün ve halsiz bir durumda olduğumda Kalisa’ya danışmaya karar verdim.

Öngörülü, kurnaz ve evde olanları çok iyi bilen Kalisa çıkış yolunu buldu.

-Gelecek Cuma, - diye söyledi, - Mambet ve Karakiz akrabalarının konuğu olarak uzak aullardan birine gidecekler. Gece herkes yattığında sen buraya gel. Sel yarığında atın üç ayağına köstek vur, kendin de yayan gel. Siyah köpeğim ayak seslerini tanır. Havlamasını duyar duymaz çıkarım ve seni Molda ağanın evine bırakırım.

-Ya Bates kızarsa? Benim iznim olmadan neden geldin derse?

-Güven bana, Burkut! Onunla da anlaşırım.

Ben bir defa daha Kalisa'nın kurnazlığına hayran kaldım ve hizmetlerinin karşılığında ne vermek gerektiğini neşeli neşeli sordum.

-İçin rahat olsun! – diye gülümsedi – Sabırsız olan sensin, ben bekleyebilirim. Beraber gideceğiniz zaman bana hediye verirsin…

-Veririm, Kalisa! Dile benden ne dilersen…

-Korkma, seni batırmam! Bana beş yüz ruble verdiğini hatırlıyor musun? Bu para sadece bir avucumu doldurmuştu. Şimdi diğer avucumu da doldur yeter. Anladın mı?

Kalisa “bana” kelimesine özel bir dikkat çekiyordu. Bununla verdiğim rüşvetlerin biteceğini düşündüm. Fakat burada şüpheli bir şey vardı.

-Demek sana yeter! Ya başka kime vermem gerek? – diye düpedüz sordum.

-Kime?! Yani hâlâ tahmin etmedin mi? Juman’a! – Kalisa’nın tonu çok ciddiydi – Sen o olayın önemsiz bir şey olduğunu sanma, canım! Juman kırıldı ve kızdı. Derler ki kaçan kurda güdük kuyruklu köpek de engel olabilirmiş. Sen, tabii ki, kaçan bir kurt değilsin. Fakat sen de aulumuza gizlice sokulmaya mecbur kalıyorsun. Bir fırsat bulup gırtlağına basar. Yine dedikodular başlar, yine eziyet çekersin. Bu atasözünü hiç duydun mu: dilenci bıktırdıysa dilini kes! Juman'ın dili senin düşmanın! Rüşvet verip onu kendi tarafına çekersen o bizim olur.

İstemeyerek Juman’a küfrettim: canımı çok sıkmıştı.

-Seni aklı başında bir adam zannediyordum! – diye Kalisa kızdı – Sakın, çılgınlıklar yapma! İyilik yaparken ayağın kaysa zararın küçüğüdür bu. Kötülük yaparken ayağın kaysa büyük bir yara alabilirsin. Acı, kemiklerine kadar girer ve uzun zaman geçmez. Mamafih, sen bilirsin. Nasıl davranacağını kendin bilirsin. Sana sadece bir dost öğüdü verdim…

…Önümüzdeki Cuma’ya kadar daha uzun zaman vardı. Zamanın farkında olmadan geçtiği ve Bates’in auluna yakın bulunduğum için birşeyler düşünmeye karar verdim. Ve bir çare bulabildim. Babam bana ve Kayrakbay'a bir atmacayla ava gitmeyi defalarca teklif etmişti. Dikkatimi hüzünlü fikirlerden başka yana çekmek istiyordu. Atışa hiç meraklı değildim de babamın önerisini kayıtsızca karşıladım. Fakat şimdi bu öneriden yararlanmak için en uygun zamandı. Kayrakbay kararıma hayran oldu. Babam da çok sevinmişti. Benim için hiçbir şey esirgemedi: ne moda kıyafetler, ne de kızıl sarı rahvan at.

-Şehirde giyilen takım elbiseyi şehirde giyersin, burada ise zengin bir aul yiğidi gibi giyin! – diye babam beni donatmaya başladı.

Yerli ustanın diktiği kadife kaftanı giydim, onun üstüne ise ipek astarlı, beyaz ve hafif deve ipliğinden yapılmış Kazak çekmeni[4] giydim. Çekmenin yakasının ve eteklerinin kenarlarına susamuru kürkü dikilmişti. Usta ayakkabıci benim için yüksek topuklı çizmeler yapmıştı. Dedelerimin birinden bana eyer için uygun ince deriden yapılmış pantolon miras kaldı. Kıyafetim babamın deriden şapkası ve ipek kumaştan gömlek ile tamamlanmış oldu.

Al rahvan atıma gelince babam kendisi onu hazırlamaya başladı.

-          Bak, Burkut, batırların eski zamanlarına atlarını nasıl süslediklerine bak.

Bunu söyleyince atın alnındaki eyeli kesip yerine puhu kuşu tüylerinden gür sorguç yerleştirdi. Kuyruğuna boncuktan gerdanlıkları geçirdi. Düz kalmık eyeri tüylü yastıkla yumuşattı. Eyerin atın sırtına basmaması için bellemye beygir örtüsü koydu.Eyerin boynuna ve gövdesinden kaymaması için kuskun yerleştirdi.

-          Baygaya katılacak olabilirsin. O zaman tek kolan yetmez. O sadece yavaş gitmede işe yarar.

Ve babam eyeri ikili kolanla tutturdu.

Ona bakıp şaşırıyordum. Babamın atı ava hazırlanmadığını, büyücülük yaptığını düşünülebilirdi.

Al atım gerçekten de artık batırın atını benziyordu. Eyerinde ve koşumunda gümüş parlıyordu.

-          Bütün bu donatım, diye anlatıyordu babam, rahmetli büyük annen deden Jautik’in gelini olduğu zaman ısmarladı. Ustaya kırk koyun ödemiş. Jautik’i çok seviyordu. Dede öldüğü zaman eyer ve koşumu sandığa saklayıp kimseyi aldırmıyordu. Endişeli zamanlarda evde kıymetli eşyaları saklamaktan korktu ve onları saklayacağı için bir yoksul adama verdi. Demin o yoksul – o şimdi “Kıvılcım’da” – evimize eyer ve koşum getirdi. Biliyorsun, Burkut, büyük annen seni ne kadar çok sevdiğini. Ölmeden biraz zaman once bütün bu eşyaları olgun bir erkek olduğu zaman sana vermemi istedi.

Babamın anlattıklarından o kadar duygulandırdım ki ağlamaya başladım. Sonra gözyaşlarımı silerek:

-          Babam, “Kıvılcım’dan” yoksulu neyle teşekkür ettin? diye sordum.

Babam kötü gülümsedi.

-          Ona donla gömlek için bez ve ambalaj kağıdı içinde bir libre çay verdim. Yeter ona...

       Babama çok kötü şey söylemek istedim, ama sözler boğazımda durdu; ağır bir hediye için müteşekkirim ve aynı zamanda ona kızgındım.

       Ne kadar iyi göründüğümü düşünüyordum. Resimdeki bir kahraman gibiydim. Keşke Bates beni bu kıyafetle görebilse. Artık bir tek atmacam eksikti. Ama atmaca da bulundu. Halk şarkısında söylendiği gibi:

Bir atmaca elimde tutmayı öğreniyorum,

Atmacasız bir erkek

Duygusuz bir şarkı gibi.

       Atmaca büyük olmayan hafif bir kuş. Atmacayı elinde yorulmadan taşıyabilrisiniz. Eski zamanlarda zengin Kazaklar eyere iki halka tutturuyodu; biri ağır altın katral için, diğeri atmaca içinç. Av anlatılan halk şarkısnda aşağıdaki sözler var:

İstep ve dağlar çağırıyor – Ava gitmek zamanı!

Atmaca için bir dayanak var – gümüşten bir halk.

       Bu şarkılar sanki benim hakkında bestellemiştir.

       Dedemin eyerine büyük annemin emriyle usta iki gümüş halka tutturmuş. Biri altın katral için, diğeri atmaca için. Halkalar kolayca sökülür ve tutturulurdu. Birinci halka babam kışa kadar sakladı. Yazın altın katralla çok seyrek ava gidiliyordu. İkinci halka eyerdeydi. Metaldaki taş şimdi eskisi zamanlarda gibi büyük annem ve dedem çok genç olduğu zamanlarda parlıyordu.

       Av kuşumuzdan da hoşlanıyordum. Çok iyi biy altın katral. Kanatlar ve kuyruğundaki telekleri ilk bahar tüy değişiminden sonra uzayamadı ve maviye çalıyordu. Fakat bu ona ördek veya kaz düşürmesine engel olmadı. Çok iyi çalıştırılmıştır ve uçarak iki üç ördek düşürebiliyordu. Yalnız büyüktoy kuşlarıyla baş edemiyordu. Yerdeyken altın katral onlara bir şey yapamıyordu. Kurnaz kuşlar, yırtıcı kuşunu sağı ile kör etmesi biliyordu. Bu yüzden önce toy kuşları korkutulmalı ve uçurulmalı. Uçarak altın katrak bu kuşu yakalyıp ağır yükle ota düşüyordu. Avcı altın katralın yardımına koşmuyorsa sıkışıyordu, çünkü toykuşuna yardımına hemen hemen bütün katarı uçuyordu.Büyük toy kuşları altın katrala saldırıp kanatlarıyla dövüyordu onu. Yalnız çok tecrübeli yırtıcı kuş kendini nasıl savunması gerektiğini biliyordu. Yakaladığı toy kuşunun geniş kanadının altına girmeye çalışıyordu. İşte o zaman altın katral değil, toy kuşunun savunması gerekiyordu – o kendisi yırtıcı kuşuna indirilmesi gereken kurtarıcılarının darbelerinden sarfediyordu.

       ...Bütün bu eğlenceli resimleri göz önüme getiriyordum. Kayrakbay’la ben ava çıktık, daha doğrusu – Mambet auluna... Her şeyden önce Kalisa’ya sözleşmemizi hatırlayrak Bates’i görmek istiyordum. Ava gitmek de istiyordum ama. En azından güzel kıyafetimle ve vurduğum hayvanlarla Bates’in dikkatini çekmek istiyordum. Eyerimden kaz, ördek, toy kuşlarının astığını bir görse!

       Biz gerçekten de aula giderken büyük toy kuşlarının avına başladık.

       İşte burada beklenmedik bela bekliyordu beni.

       Büyük toy kuşlarının sürüsüni farkettik. Kayrakbay da kuşları korkutmak için beni ileriye gönderdi. Fakat kuşları korkutmadım,tam tersi gür sorguç otunda saklanan toy kuşları beni ve atımı korkuttu. Sürüsünden ayrılan ve tarafımızdan farkedilmeyen bir toy kuşu atımın toynakalrı altına girdi. Gürültüyle kanatları çırpmaya başlayınca bizden kurtulmaya çalışarak koştu. Korkmuş atım şahlandı. Bir anda eyerden düşütüm. At sorguç otuna düşüp ayaklarıyla çifte atarak sırtında yuvarlanmaya başladı. Pahalı eyer, güzel koşuma ne oldu! Kayrakbay gelmeden atım yuvarlanmaya devam ediyordu. Sonra birdenbire dörtnala koşmaya başladı. Ona yetişmek imkansızdı. Kayrakbay şaşırdı. Altın katralı elinden bıraktı ve o toy kuşlarına dikkat etmeyerek yükselmeye başladı. Endişemiz onu da etkiledi. Ya büyük toy kuşlarına gelince? Onlar sanki bizimle alay ediyormuş gibi bir araya gelip uzakta kayboldu.

       Kayrakbay’ın şaşkın ve mahzun görünüşü vardı. Görünüşüm de aynı olmalıydı.

-  Ne yapacağız? diye sordu bana.

       Bizim tarafımızdan seçilen yol Mambet’in auluna götürüyordu bizi.

       Önce Kayrakbay’ın auldan görülemeyen bir yerde atlarımızla beraber beklemesini söyledim. Ben ise görünmeden aula girmeye karar verdim. Sonra fikrimi değiştirip Kayrakbay’ın atını istedim.

-  Kayrakbay, sen kendine burada bir yerden at al ve kırılmış eyer ve koşumla eve dön. Babam çok üzülecek ve öfkelenecek. Şimdi gözlerinin önüne gelmek istemiyorum. Biraz burada bir aulda kalayım.

       Kayrakbay kabul etti. Yoldan biraz uzakta bir aul bulduk. Oradan at aldık ve Kayrakbay babama gitti, ben ise yoluma devam ettim.

       Belirmiş zamanda önce belirdiğimiz yerde Kalisa’yla karşıladım.

       Haberle ne kadar hızlı yayılıyor istepte. Mambet aulunda detaylı olarak al attan nasıl düştüğümü biliyordu. Juman’la kavgalarım hakkında da haberleri vardı. Birkaç gün önce Mambet’le Karakız Bates’i kaçırabileceğimden korkuyordu ve hatta misafirliğe gidip gitmeyeceklerinden tereddüt ediyordu. Ama at olayından sonra rahatladılar. Aulda görünmeyeceğime kara verdiler.

-  Senin Akbota üzüldü yine. Çok mu incitmişsin diye, diye yavaş sesle anlatıyordu Kalisa. Geçen defa yer alan olaylardan sonra seni evine almak istemiyordu. İfşa edilmekten korkuyordu. Şimdi ise; ‘Boken bana inanıyor, ben ona. İstiyorsa gelsin. Fakat gizlice, insanlar bunu bilmesin.’ Bates’in yüreği ebdişeli ve korkak. Bir çapanla örtünelim ve daha hızlı yürüyelim. Tokal kapı kapatmayacağını söyledi. Öz anne kızını anlıyor. Bates’in kendisine eşit olan delikanlı bulduğuna, sevdiğine çok seviniyordu. Senin için canını verecek, anlıyor musun? En çok buradan gideceğinizi, birbirini elden tutarak gideceğinizi istiyor.

Kalisa’ya Bates ailesi yeminimiz hakkında bilip bilmeyeceğini sordum.

-          Hayır, bildiğini sanmıyorum, diye cevap verdi. Yoksa Molda ağanın asık yüzünden anlardım bunu. O da iyi, neşeli görünüyor!..

Kalisa susup daha hızlı yürümeye başladı.

-          Acele et, acele et! Zaman kaybetmeyelim.

Mambet’in evinin kapısı açıktı. Karanlığa girip hemen nişanlımın yanında kendimi buldum...

...Şafağın ne zaman başladığını farketmedim. Aulun bir kenarında inekler böğrmeye, hareket etmeye ve horozların ötmeye başladığını duydum. Bates:

-          Gitmen lazım, Bokejan. Git, gün ağarmadan git, diye şefkatle fısıldadı.

-          Beklememiz gereken bir hafta mı kaldı? Anlaştığımız gibi. Doğru mu, Akbota?

O da yavaş sesle bir kelimelik cevap verdi.

-          Evet.

-          Seni çağrdığım zaman gelir misin? Nahiye dairesine gelirsin, değil mi?

-          Birbirimize el verdik, Boken. İnanmıyorsan – işte elim.

Bates’i öperek sıcak elini sıktım.

Atımı bıraktığım yere dönerken şafak söküyordu. Aul ıssızdı. Yalnız inekler yaylaya gidiyordu. Etrafıma bakındım. Beni kimse izlemiyordu.

Tamamen rahtladım. Ama atıma yaklaşırken silkindim – çalılıkta tanımadığım siluet görünüyordu. At mı, değil mi? Yaklaşıp gözlerime inanmadım. Aman tanrım, ne oldu? O gece ne oldu!..

Düşmanım atın yelesini ve kuyruğunu kesmiş. Artık at ata benzemiyordu. Çıplak ve acınacak haldeydi. Eyere baktım, alçak adam onu ters koymuş.

Atın yelesini kesmek, eyer ters koymak, bir erkeği rezil etmek demektir, ona hakaret etmek demektir.

Başım dönmeye başladı. Ne yapacağıma karar veremiyordum. Belki de Erkin yardım eder mi? Tabi o yardım edecek! Ondan başka bir kimse bir şey yapamaz! Karar verdim.

Açık gidemiyordum. Derelerden gidiyor, tanımadığım aullarda saklanıyordum ve sonunda nahiye dairesine vardım. İşte burada Bates’le karşılaşacağız diye düşünüyordum. Başke çaremiz yoku.

Erkin dairedeydi. Şanslıydım. O beni bunda da destekledi:

-          Ancak senin, Burkut, Bates’e gitmemen gerek. Milisle beraber bile. Aul töreleri bilirsin. Gürültü kopması iyi değil. Nurbek arkadaşımızı onu getirmesi için göndermemi istiyor musun? Kızı nahiye dairesine çağırıldığını ve sebebini kendisi bilmediğini söyler. Nurbek’e dayanabiliriz...

Bates’i uzun zaman içinde bekledim. Fakat Nurbek tek başına döndü. Yüzünden kötü bir şeyin olduğunu anladım.

-          Bates gelmekten vazgeçti. Önce onunla herkesin yanında konuştum. Mambet onu tutmuyordu. İşte kızım. Daireye götürenilirsin onu diye. Fakat Bates orada yapacak şeyinin olmadığını söyledi. Sonra baş başa konuştuk. Senin hakkında konuşuyordum, Burkut. Söz verdiğini hatırlattım ona. Her şeyden vazgeçiyor. Seni bilmek bile istemediğini söyleyip duruyor.

-          Hiç bir şey anlamıyorum! diye bağırdı Erkin.  Ne yapalım?

-          Kendim gideceğim, milissiz. Bu sözlere kendim duymadan inanmıyorum. Beni belada bırakmak istemeyen Erkin buna:

-          Ben de gideceğim, dedi.

...Mambet auluna üçümüz gittik. Erkin, Nurbek ve ben. İki at bizi oraya çabuk götürdü. Yurtaya girdiğimiz zaman bütün aile bir araya geldi. Bizi güleryüzle selamladılar. Bir tek asık suratlı Bates tarafımıza bakmadı bile. Ona ne oldu? Az zaman önce okşayıcı ve sadıktı. Mambet:

-          Gelmenizin sebebini tahmin ediyorum, diye güleryüzle bize seslendi. İnsanlar şimdi serbest olduğu ve herkes istediği birine aşık olabildiği konuşuluyor. Çocuklar birbirini seviyorsa, onlara engel olmayalım. Bates karşınızda, o hemen hemen yetişkin bir kız. Size her şeyi kendisi söyleyecek. Seviyorum diye söylerse bunu kabul edceğim. Milisin geldiği için darılmış olmalı. Bu yüzden inat etmeye başladı. Yabancı insanlar çıksın, kız utanmaması için.

Yurtada Mambet, Bates, Erkin ve ben kaldık.

-          Akbota! diye ona yaklaştım.

-          Yaklaşma bana! gözleri öfkeli ışıkla parladı. Yaklaşma.

-          Akbota, sana ne oldu? Seni tanıyamıyorum! Ne yapıyorsun?

-          Yabancı kişiyiz. Seni tanımak bile istemiyorum. Her şey göldeki köpük gibi geçti.

Ağır ve sıcak bir şey kulaklarıma dökülüyordu. Kendimi tutamıyordum artık. Omzumda Nurbek elini hissettim, ama gözyaşlarımı tutamadım:

-          Şimdi ne dedin, Bates?

Bana istihfafla baktı.

-          Söyleyecek şeyim kalmadı. Hemen izlerinden geri git.

Şaşıran ve üzgün Erkin yavaş ve özenerek konuştu:

-          Canım benim. İlişkilerinize karışmak istemiyorum. Kendiniz her şey konuştunuz. Gitmene izin vermeyeceklerinden korkuyordum. O zaman kanun yanadır. Fakat şimdi başka türlü konuşuyorsun. Seni zorla götüremeyiz.

-          Doğrudur. İşlerimize karıimayın. Siz önce de karışmıyordunuz. Davranışlarımdan kendim sorumluyum. Burkut serbest, ben de serbestim. İpler yırtılmıştır. Her birimiz istediği şey yapsın...

-          Hani nişanlımdın, Akbota! diye umutsuzca bağırdım.

 

ROMA

- Başka söyleyeceğim bir şey yok, - ve Bates yurtadan koştu.

Bir şey anlamıyordum. Bundan sonra nasıl yaşayacağımı bilmiyordum. Erkin’e sorular soruyordum fakat o da bir şey açıklayamadı.

Ancak, bizim bilmediğimiz ciddi nedenlerin olduğunu tahmin edebilirdik. Sebep, at saçının kesilip rezil olmam değildi. Daha ciddi ve korkunç bir şey bizi ayırıyordu.

Bates’in dediği gibi, ayak izlerimize basarak dönmemiz gerekiyordu.

Yurtadan çıktık. Akşam karanlığı düşüyordu. Arabaya bindik ve atlar her adımlarıyla karanlıkta daha çok kayboluyordu. Gece bizi yutuyordu.

Hiç beklemediğim mutsuzluk gecesi, en hüzünlü gecem.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

GEZİLER

(Bates’in defterinden)

Kaybolmuş olan da güvenli yollar bulur

Aşıksan huzur bulamazsın...

Firdousi

BETAŞAR

Kazaklarda, aula yeni gelen gelinin yüzünden örtüsünün indirildiği an söylenen şarkıya “Betaşar!” denir. Kendim bu eski gelenek görüp bu şarkıyı duydum.

Çoğu zaman gelinleri yazın caylauda (Asya’da yaz döneminde kullanılan otlak) karşılarlardı. Damatla gelinin gelişini beklerken bütün aul seviniyordu. Şenlik özellikle çöcukların dikkatini çekerdi. Gelin daha bir iki gün gelmeden önce çöcuklar şenliği kaçırmaktan korkarak uyuyamıyorlardı. Onlara özgü çöcuksul sabırsızlıkla gelinin geleceği tarafa saatlerce dikkatle bakarlardı.

Genellikle, damat gelinin aulundan ilk çıkıp iyi haberi bildirmek üzere kendi evine atla gider. Bundan sonra geline doğru atlı ve yaya gençler çıkar. Bizim Kızbel’in tepeler arasında yerleşen aullarında yaklaşan atlılar ancak yakın mesafeden görülebilirdi. O yüzden cıgitler ve genç kızlar gelini görmeye acele ederek Altıkırdın astı’nın tabanına – altı sırt tabanına koşarlardı. İşte orada gelini karşılarlardı. Küçük yaştan ata binmeye alışık olup ben de sık sık bu neşeli yarışa katılırdım.

Buluşmada gelin attan inip kendisine hayran hayran bakan gelecek arkadaşlarla yere kadar eğilerek selamlaşırdı. Aul uzak olduğu zaman gelini ata bindirirlerdi, yakınsa kollarından tutup yürürlerdi. Aulun tam önünde iki cıgit veya iki kız önceden hazırlanmış kürkleri gelinin önünde çekerlerdi, yüzüne ise hafif bir örtü atarlardı...

Aulun ilk yurtasının yanında gelinin yanına yakın kızlarından, damatın kız kardeşlerinden biri gelip örtüyü sökerdi. O zaman gençler koro olarak kutlama şarkısını söylerlerdi – “Betaşar” – “Yüz açma”. Buradan da: “Gelinin yüzünden örtüyü söküp gelinin candan dostu oldun” diye atasözü geliyor.

Gelini karşılamak, bu garip geleneği görmek, “Betaşar” şarkısını dinlemek ve söylemek – bunun hepsi bana cazip ve şirin gelirdi. Gelinlerden biri olmayı hayal ederdim...

Fakat şimdi, benim olgunluğum yaklaşırken bu geleneğe ilgim kayboldu, geçmişte kaldı. Anne ve babanın beni çocuk saymalarına rağmen, arasıra kendi kendimi bile küçük görüyordum, aniden anladım: bu şekilde gelinleri karşılama zamanı geçti. Bir fikir daha aklıma geldi. Ne var ki evde bana hala bir kıza gibi bakıyorlar, ya benim yüzümden örtü söküldü, bana “Betaşar” şarkısı söylendi. Yüzümden örtü kim söktü? Tabi ki o – Burkut! “Betaşar” şarkısı bana kim söyledi? Yine o!.. Bundan sonra Burkut’tan yakınım var mı?

Bana o kadar yakın olan Burkut, Kaken’nin uğurlama töreninden fazla geçmeden sonra bir görüşmemizde, yavaş yavaş, sabrımı sınarmış gibi konuşurdu:

- Akbota! “Drama” diye Rus kelimesi hiç duydun mu?

- Hayır. Ne anlama gelebilir?

- Direkt söylesem hemen anlamayabilirsin. Sana örnek vererek anlatmaya çalışayım. Mesela, sen ile ben. Hani birbirimizi çocukluktan beri seviyoruz?

- Seviyoruz... Ne var ki?..

- Hani bize engel olup bizi buluşturmuyorlardı. Şimdiki kadar yakın olmamıza izin vermiyorlardı? Değil mi, Akbota?

- Evet, öyleydi, ama seni hala anlamıyorum...

- Hadi Akbota, hatırla, bizim zor zamanlarımızı, engelleri nasıl yıktık ve eninde sonunda beraber olduk...

- Hep böyle olsun, Burkut.

- İşte, şu an anımsadığımız herşey dramadır.

- O zaman iyi bir kelimedir, Burkut...

- İyi de, bu kelimenin ikizi var. Aynı kelime bile olabilir. Fena, acı bir kelime.

- Söyleme onu, yapma...

- Beni dinle Akbota! Herşey bilmelisin. Aşıklar engelleri aşamadığı zaman ayrılırlar ve sonucu acıklı olur – o artık trajedi olur.

- Sanki Kozı-Korpeş ile Bayan hakkında konuşuyorsun?

- Hemen hemen tanıdın, Akbota...

- Bunu konuşmayalım! Bu hüzünlü bir kelime, ondan korkuyorum.

- Bekle, korkma. Şimdi sana neşeli bir kelime tanıtacağım. Hayal et sanki aşıklara karşı kumpas kuranlar külah giydi ve herkes onlara dalga geçer. Buna komedi derler.

- Bu iyi bir kelime...

- Ya tiyatro ne olduğunu biliyor musun?

- Onu duydum, ama hiç görmedim.

- Trajedi ile komedi – bunun hepsini tiyatroda görülebilir. İnsanları eylenmek için bunun hepsini orada gösterirler.

- Bunu anlamam zor, görmek lazım.

Burkut beni şaşırtmaya devam ediyordu.

-                     Rusların bir sürü ilginç adeti var. Birini sana anlatmamı istiyor musun?

-                     Tabi istiyorum.

-                     O zaman dikkatle dinle. Bazı tahsilli insanlar başına düşen olaylar hakkında her gün not tutarlar. Bu defterlere günlük derler. Bunun gibi günlükler bir sürü birikince onlara anılar da derler.

-                     Gerçekten iyi bir adet.

-                     O bize de, Kazaklara sızmaya başlıyor. Böyle notlar içeren defterlere “kundelik” derler.

-                     Senin de mi kundelik var?

-                     Var.

-                     Yanında mı?

Burkut böyle gülümsedi ki günlüğünün yanında olduğunu anladım.

-                     Bana gösterir misin? Görebilir miyim?..

-                     Neden olmasın, - ve Burkut ceketin iç cebinden ince deri kapaklı kıvırılmış kalın defteri çıkarttı...

Aynı gün onu okumaya başladım. Ne kadar ilginçti! Fakat yazılar o kadar sıkışmış ve harfler o kadar küçüktü ki daha okunacak çok fazla varken Burkut’un gitmesi gerekiyordu. Defteri bana bırakmasını istedim.

- Peki, al. Fakat haberin olsun – bu sadece birinci defter.

- Ya ikinci nerede?

- Cevap yerine Burkut çizme koncundan bendekiyle aynı defteri çıkarttı.

 Saygı göstererek güzel deri cildine dokundum:

-                     Bunları nereden alıyorsun ki?

-                     Bunları bana Orenburg’da ciltlediler. Orada da birinci günlüğü tutardım. İkinci defteri ise geçen yaz aulda doldurmaya başladım...

İkinci defteri okurken sadece ortasına kadar yazılmış olduğunu fark ettim.

-                     Demek ki hala not tutuyorsun? – diye sordum. – Ne hakkında?

Burkut bana kurnazlıkla göz attı:

-                     Olaylar tam kıvamını buldu. Yazmayı bile yetiştiremiyorum...

-                     Sen, lütfen, daha açıkça söyler misin!

-                     Okurken – kendin anlarsın. Şimdilik şöyle söyleyeyim: birinci defterde sadece benim hayatım tarif  edilirken ikinci defter ise sana ile bana adanmıştır...

- Sahi mi, Burkut?

- Sena niye yalan söyleyeyim ki?

- Öyleyse ikisini de okumak istiyorum.

- Zaten okuman için onları sana gösteriyorum. Belki, bazı sayfalara sevinirsin, diğerlerden ise bana kızarsın. Sana zıt gitmem. Fakat en başından anlaşalım: bana küsebilirsin, fakat dargınlığa yol yok. Tamam mı?

-           Tamam!

-           Öyleyse el sıkışalım!

Birbirimizin eli sıktık. Az sonra Burkut gitti, defterler ise bende kaldı.

Onun dönüşünden önce birkaç kere günlükleri okudum. Onu düşününce, daha önce Burkut’u o kadar az tanıdığımın farkına vardım. Onun çocukluğunu o kadar iyi göz önüne getirdim. Ve daha genç yaşlarındayken hayattan derin bir şekilde anlama maharetine hayret etmeye devam ederdim. Kendi kendine karşı gerçekçi olmasına hayran oldum.

-                     Herşey okudun mu? – diye sordu Burkut aula döndükten sonra.

-                     Bir kelime kaçırmadım! Birkaç kere üst üste!..

-                     Bana sık sık küstün mü?

-                     Hayır!

-                     Maylıbay’ın evindeki geceyi anlattığım sayfayı okurken bile?

- Ben, Burkut, bu sayfadan sonra sana bile daha çok inanmaya başladım!

Bana güvenle sıcak göz attı:

- Demek ki hata yapmadım. Biliyordum bunu söyleyeceğini, benim Akbota!..

Bundan sonra ben soru soruyordum.

-                     Ya senin defterler Kaken’in düğününe gelişinin tasviriyle biterler. Bu notlarını nereye kadar devam edersin?

-                     İkimiz kucaklaşıp düğün salonundan çıkıncaya kadar! Artık günlüğü senin için tutarım.

Burkut’a hem bu sözleri için hem defterleri için ne kadar müteşekkirdim. Günlükleri geri verirken kendisine ne söylediğimi artık hatırlamıyorum. Ama Burkut’un her sözü aklımda açık kaldı.

-                     Benim bir isteğimi yapar mısın, Akbota? – diye söyledi, gözlerime dikkatli dikkatli bakarken.

- Yeter ki söyle! Ne isteği?

- Senden de bunun gibi günlüğü tutmanı istersem?

- Becerebilir miyim?

- O kadar iyi tanıdığım benim Bates değil misin? Tabi ki becerebilirsin! Benden iyi bile yazarsın!..

- Neden böyle konuşuyorsun?

- Bak, benden daha duygulusun. Günlük ise duyguların kaydıdır. Tasvirlerin de daha derin ve parlak çıkar.

- Eğer yapamazsam?

- Yapabilirsin. İnan bana, Bates.

Burkut’a yüksek sesle söz vermediğim halde gönlümde onun isteğinin yerine getirmeye kesin karar verdim. O kadar kısa hayatım boyunca Burkut’tan daha az bir şey görmüş, acı ve zor olaylar yaşamış olabilirim, ama benim duygu ve düşünce dünyam – onunki kadar geniş ve karmaşıktır. Bazen, bir çekmen kadar birbirimize benziyoruz diye düşünürdüm.

Yalnız o üst, ben ise altlık. Burkut kendini iyi, doğru ve ilginç bir biçimde tasvir etti. Benle ilgili birçok şey anlattı, ama mahremin tümünü sezedebilir miydi? Öyleyse, kendi sırlarımı ortaya çıkartıp millettin divanına vermeye neden denemeyeyim? Burkut defterinin birinci sayfasında söylediği gibi: “Kim bilir, bir zaman gelir bu notlar birinin işine yarar”.

Bunu düşünerek bugünden itibaren ben de bu büyük defterde not tutmaya başladım. Burkut’a özenerek “Betaşar” ismini verip bir önsözü yazdım...

 

ERKEJAN

Zannediyorum ki, çocukluk yıllarından beri, çevredekiler üzerine daha yeni düşünmeye başladığı günden beri, hayal meyal, bilinçsizce de olsa, kendi cinsinin doğasını hissetmeyen bir insan dünyada yoktur. Bu hisse sadece insanlara değil, hayvanlara da özgü. Hayvanların içgüdü ne kadar erken uyanır, biz, günleri sürüler ortalarında geçiren hayvancılık aullarının sakinleri iyi biliriz. Sonradan, doğa bilimleri ders kitaplarını okurken anladım ki sadece hayvanlar değil, cansız sayılan bitkiler bile, tüm canlı dünya, cins doğasını çok ince biçimde hisseder!..

Bunu, çocukluğum o kadar kolay olmadığından söylüyorum. İçimde, yaradılıştan utangaçlığıyla bilinen bir kız uyandıktan sonra bile, ben içten basitlikle kendimi oğlan saymaya devam ederdim, birçok yakın da bana öyle söylerdi. O zaman oğlan ismim de vardı – Erkejan... Fakat doğa kendine ait olanı alıyordu. Oğlanlara beraber, kendimi onlardan ayırmadan asık – koyun nineleri oynadığım günler bile beni işleme ve bebekler çekerdi. Bana küçük ocak sahibesi denme zamanı geldi, ben ise ailede bir oğlan yerini alırdım.

Durumun böyle olduğundan benim hiç suçum yoktu. Bu Kazak aulun acımasız adetlerinin etkisiydi. Hem büyüklerin anlattığı hem ilk gözlemlerim, Kazakların, ana babasına bir destek ve yardım olamayacak kızlara istihfafla davrandıklarını anlamama yardım etti. Kız çocukluk yıllarından satışa mahkûm. Fiyatı – başlık. En yüksek fiyatı verene ait olur. Ondan hem satan hem alan ona aynı derece istihkarla bakar. Canı, huyu kimseyi ilgilendirmez! Hayvan ve malla eşdeğerli ve sahibi kendi kafasına göre davranabilir.   

Hüzünlü bir örnek hep gözlerim önünde – Caniya annemin kaderi. Kendimi hatırladığımdan beri Mambet babam ona acımasız ve haksızdı. Annemin bir suçu olsa! Kocasına karşı, ailesine karşı temizdi. Ev sahibinin kölesi, ellerindeki herşey yanacak kadar çalışırdı. Bir karşılık yoktu. Evde bereket ile zenginlikle çevriliydi ama kendisi güzel elbise hiç giymez, diğerlerle beraber yemeğe oturmazdı. Onun elbisesi ile bir yoksul eşinin elbisesi arasında fark yoktu, onun yemeği ise bizden sonra kalan artıklardı. Onu yirmi beş yaşından az fazlayken hatırlıyorum, ama bizim yada komşu aulda bir bayram veya şenliğe katıldığını görmedim ve duymadım!..

Hayatında nurlu bir şey görmesine şans düşmemiş. Bana az bir şey anlatırdı ama diğerlerden yolunun ne kadar zor olduğunu öğrendim. Yoksulun kızı, kendini babamın ailesinde büyük eşi – baybişe – doğum yapamadığı için bulmuş. Babam, evde varis olsun diye onun için başlık ödemiş. Babam, büyük Mambet hoca yeni on dört yaşındaki gelini kendisi almaya bile gitmemiş, onu Karakız baybişeye aldırmış. Der demez babamın ve büyük eşinin acımasız ellerine düşmüş. Bizim evdeki hayatı atasözündeki gibiymiş: “Oturursa – başını sopala, ayağa kalkarsa – ayakları. İş ve tekmeler – gece gündüz, gece gündüz.

Ses çıkarmadan alçalmalara dayanırmış. Kimse ses yükselttiğini duymamış. Kaderinden kimseye şikayetçi olmamış. Gizlice bile kendisine kocasını kötülemeye, veya aulda söylendiği gibi gözüne çöp atmaya izin vermezmiş.

Aklımda bir ağır hikaye var.

-                     Senin anne, - bir yaşlı kadın bana fısıl fısıl konuşurdu, - on beş yaşındayken ilk çocuğu doğurdu. Oğlandı. Kısır baybişe kocasının kendisinden tamamen yüzünü çevirmesinden korkarak suç yaptı. Aulumuz çevrelerinde oturan bir deliye para ödedi. Adam, tesadüfen sanki, oğlanı içinde kaynak kurt olan kazana düşürdü.

...Benim birkaç ağabey ile ablam vardı, ama ağabeylerim daha bebekken can verirlerdi. On dokuz yaşındayken annem Kaken’i, yirmiyken beni doğurmuş. Ben meme çocuğuyken baybişe beni kendisine almış ve uzun zaman onun öz annem olduğunu sayardım.

Ama Erkejan ismi bana nasıl verildi ve çocuk kanağanlıkla kendimi neden oğlan zannederdim?

- Zavallı çocuğum, - bir iyi kalpli ihtiyar kadıncağız bana yanıtlardı, - aul adetleri bilmiyor musun? Ya kız yabancı ev için doğar. Büyüğünce hayvanı gibi satarlar. O kadar. Evde kız yok. O yüzden küçükken onu kendilerine ait gibi görmek istemezler. Bir adamın birkaç kızı varken bir oğlu yoksa kendisine “çocuğun var mı?” diye sorarsan, bu sorunda kesinlikle: “yok!” cevabı verir. Birkaç kızı ile bir oğlu varsa aynı soruya: “biricik!” diye yanıtlar.

- Ya öyledir, - mahzun mahzun konuşurdum, - ama bir kıza oğlan denmesinin anlamı ne?

- Kendileri aldatırlar, aza oldun eğlenmek isterler...

İşte buradan benim oğlanlık tarihçesi başlar. Baybişe küçük yaştan bana oğlan elbiseleri giymemi alıştırdı. Bana tek oğlan olduğumu telkin ederlerdi. En zarif kıyafetler diktirirlerdi bana ama zengin ailelere alışık olan altın, gümüş ve kıymetli taş takmama izin vermezlerdi. Şımartılmış aul oğlanlar uzaktan bile alındaki kakül ile tepedeki sorguçtan tanınabilirdi. Benim saçımı ise sadece yazın eğil kış aylarında da dibinden tıraş ederlerdi. Galiba bana karşı tam samimi olmayan davranışı, bir yalan hissederdim; Benim dediğimi iki ederlerdi, benle de oyun oynarlardı. Ondan hem nazlı hem aşırı duygusal büyüdüm. Küçücük kıymık bana sivri ok gibi gelirdi; beni azıcık çizerler – bıçakla keserlermiş gibi ağlamaya başlarım; tırnaklarımı keserler – parmakları keserlermiş gibi bağırırım; baş tıraşı ise bana her zaman en dehşetli işkence gibi gelirdi, Karakız baybişenin kafamı göğsüne bastıran güçlü elleri olmasa usturayı alnıma asla değdirmezdim. Yine de, en tecrübeli berber bile kesiklerden kurtulamayacak kadar bacaklarımla dövüp kurtlanırdım.

Karakız kendi usulüyle bana dikkatle bakardı. Yanıma yaşıt kızları yaklaştırmazdı ve sürekli: “Onlara yanaşma Erkejan, saçma şeyler kaparsın onlardan” diye devamlı tekrarlardı.

Ya oğlan ile kızların kendi bağlılıkları, farklı kelimeleri var. Eski auldan oğlanlar, özellikle şımarık olanlar, en ağır küfürlere alışık ve bunda ayıp bir şey yoktu. Fakat kızlar, adete göre, küfürleri bir kenara koy, nezaketsiz, saygısız söz bile söyleyemezlerdi. Karakız baybişe az görülür bir istisnaydı. Utangaçlık duygusuz olup insanlara seçkin küfür söylerdi bir de bunu özel oğlan atılganlığıyla yapardı.

Ya bu alışkanlığını bana aktarmak isterdi, ya ısrarla oyununu devam ederken benim oğlan karakterimi vurgulamaya önemserdi. Her halde, konuşmaya başlar başlamaz beni her adımda küfretmeye alıştırmaya kalktılar. Ayıp olduğu aklıma gelmezdi ve ben uslu uslu bana gösterilen herkese küfrederdim. Karakız ile Saçı özel keyifle beni kendi öz anneme, Caniya’ya karşı kışkırtırdı. Onu niye o kadar kötü söverdim! Bana karşı ne suçu vardı? Onun temiz vicdanı ve acı hayatı vardı. Onu ne kadar hakaret ettiysem genellikle hiç tepki vermezdi, kaba laflarımın canını yaktığını göstermezdi. Ya da küfürlere o kadar alışık oldu ki kendisinin hayata getirdiği çocuğun sözlerine önem vermezdi. Karakız bunda durmazdı. Bana anneme yumruk keskenmeyi alıştırırdı. Bu bir kavga oyunuydu. Acımasız bir oyun çünkü hem baba hem Karakız annemi sık sık döverlerdi. Baba kendine göre okumuş bir adamdı fakat anneme karşı çok insafsızca ve kabaca davranırdı...

Hayat ise devam ederdi. Tabi ki, hiç oğlan olmadığımı ve gerçek annemin kimin olduğunu yüzüme söyleyen yaşıtlardan tecrit edemezdi. Çocukların alayları en baştan beni ağlatırlardı. Beni aldattıkları ve çok kötü alay ettiklerini zannederdim. Fakat yavaş yavaş bilincim aydınlanmaya başlardı. Gerçekten Caniya’ya hem yüz hem yürüyüşümle benzediğimin farkına varmaya başlardım. Özellikle yüzümle. Aulda şaka ettikleri gibi sanki ağzından düşmüş gibiydim. Caniya ile benim sağ yanakta gözün altında aynı siyah benlerimiz vardı. Caniya’nın benim annem olduğundan kesin emin olduktan sonra ona yardım etmeye, savunmaya başladım ve ne baba ne Karakız’ın onu dövmesine izin vermezdim.

Yedi yaşımı doldurunca annem oğlanı doğurdu. Ona Seil ismi verdiler. O andan itibaren babam annemi ne döverdi ne azarlardı. Karakız baybişe de yumuşadı. Bazen, eski alışkanlığıyla tokala (küçük karı) bağırırdı ama elleri uzamasına izin vermezdi.

Bu olaylarla beraber benim oğlanlım sona erdi. Son dönemde büyüklerin uydurdukları bu oyun bani ne kadar rahatsız ederdi. Hem akranım kızlardan uzak kalırdım hem nineler oynayan oğlanlara katılmazdım...

Gittikçe daha çok okulu düşünmeye başladım.

Aulumuzda dokuz yüz on sekiz yılında kazak okulu açıldı. Babam okula en çok merak eden adamlardan biriydi. Bin dokuz yüz on altı bin dokuz yüz on yedi yılları isyanı döneminde Amangeldı’nın düşmanları aralarındaydı ama memleketimizde Sovyet iktidarı kurulduktan hemen sonra aula dönüp okul işlerine bakmaya başladı. En başta ders bile verirdi ama seneye ev işleriyle ilgilenmeye başladı. Aulun en okumuş adamalardan biri olup “Kırmızı Kazakistan”, “Kadınların eşitliği”, “Yıldız” adlı dergileri, “Çalışan Kazak” ve bazı diğer gazeteleri getirtirdi. Tüm boş vaktini okuyarak geçirirdi.

Kaken ablamın okulun eşiğini geçmesine izin vermeyip beni elden tutarak oraya kendisi getirdi. İlk günlerden iyi öğrenci olmam da onu çok sevindirirdi.

Daha sonra bana söylerdi:

-                     İş böyle devam ederse büyük yükseklere çıkarsın. Önce seni Turgay’a, ondan sonra Orenburg’a okumaya gönderirim!

Bütün derslerde yaşıtlarıma göre öndeydim. Balkaş okul müdürü beni övüp iyi geleceğimi görürdü:

-           Bir nazar değmesin, tek sağ olsun da. Seneye dördüncü sınıfı bitirir ve kendim onu deneysel ve örnek okuluna götürürüm. İki senede baygede (at yarışması) gibi enstitüye kadar atlar.

Belki herşey Bal kaş gösterdiği gibi bağlanırdı ama yolumda ansızın bir engel oluştu. Bu engel Burkut oldu.

Bir gün Karakız baybişe: “Sırdarya sahilinden memleketimize iyi akrabalarımız döndü. Onları ziyaret etmemiz, hediye götürmemiz lazım...” dedi.

Akrabaları ben de ziyaret edecektim.

Fakat o dönemde seyahatlere ilgimi kaybettim ve misafirliğe hiç heves olmadan giderdim. Gitmek istemediğimi söyler söylemez baybişe sertlikle lafımı kesti. Onunla çekişmemin bir anlamı yoktu ve fazla vakit geçmeden yola çıktık. Yolda Karakız bu akrabalarımızın her biriyle ilgili bana detaylı bilgi verdi. 

Buralardan Sırdarya’ya göç ettikleri zaman oğlu Burkut daha küçüktü. O zaman bile aulun birinci şımarıktı. Acaba hala böyle mi yoksa azıcık sakinleşti mi? Bizim Bates’ten üç yaş büyük ya. Eğer eskisi gibiyse, bela... – Karakız’ın gözleri endişeli oldu ve birkaç dakika sustu. – Bazen onlara misafirliğe geldiğimiz zaman veya onlar bize gelince, Burkut’tan kurtuluşumuz yok, yaramazlığıyla herkesin canını sıkardı.

- Haklısın, - Kikım da katıldı, - çok şımarık gördüm ama onun gibi haylazı bir kere görmedim...

İyi kelimeler de anlamaz.

Onu sopa bile kırmaz.

-                     Bu atasözü sanki onun için yazılmıştı. Ana babası onu aşırı şımartmıştı, - Kikım devam ederdi, - Sen dikkat et, Bokaş-can, bir yaramazlık yapmak onun için işten bile değil...

Bu hikayeleri dinledikçe bu yaramazı daha çok görmek isterdim. Kendim çünkü hiç bir zaman uslu değildim.

Fakat buluştuğumuzda Burkut, tahayyülüm çizdiği gibi çıkmadı. Ya Karakız haklıydı, aklını başına almış diye, ya normal çocuksu yaramazlığı abartıp kendisi hakkında yanlış söylerlerdi. Sözün kısası hiç kaba veya yaramaz  değildi. Bana çok iyi davrandı. Bunda hem misafire karşı saygı hem galiba hayatı diğerlere göre farklı çıkan kıza karşı bir acımaydı. Beraber eğlenerek vakit geçirirdik. Burkut on dört yaş civarındaydı ama iri ve uzun boylu olduğu için bayağı büyük gösteriyordu. Sade ve açık karakteri, şiddetli yaşama sevgisi hoşuma gitti.

Evinde geçen dört-beş gün bizi birbirimize yakınlaştırdı. Bir annenin çocukları gibi arkadaş olduk. Sabahtan akşama kadar beraberdik. Bazen onu kızdırmaya çalışırdım, kendisne dalga geçerdim, kışkırtırdım, ama oğlan yaramazlığımı hiç önemsemezdi ve bana iyi kalpli gülüşüyle karşılık verip ses çıkarmadan tüm kaprislerimi yerine getirirdi.

Dostluğumuz o kadar sıcak çıktı ki bir karşılaşmamızdan sonra birbirinden ayrıyken canımız sıkılırdı. Özellikle Burkutu’un. Bir bahane uydurarak aulumuza sık sık uğrardı ki bir önceki gelişinden atının nalı altından çıkan toz bile oturmazdı. Bana şefkatle Bota ve Akbota derdi: Deve yavrusu ve Beyaz deve yavrusu. Ben ise onun ismini Bokecan’a çevirdim. Ama en çok ona Ak Boken: beyaz sayga, isim vermeyi severdim.

Yaz yerine son bahar geldi, aullar kışlaklarına (kıstau) göç etti –aralarındaki yollar ise daha uzun ve zor oldu. Son bahar Burkut benim okuduğum dördüncü sınıfa girdi. Bir akrabamız olarak evimizde yerleşti.

Okul evimize uzak olduğu için beraber gitmek zorundaydık. Dostluğumuz her günle sağlam olurdu. Kışın develi kızakla çok hızlı gitmek ne güzeldi. Bazen yaşıtlarımız bizimle beraber giderdi, bazen yalnız karla örtülü bozkırdan uçardık. O yolculuk ne kadar ilginçti! Ya kürtün içine girer ya birbirimize kar topu atar ve kızarmış yüzlerimizi rüzgara karşı çıkarırız. Burkut bir kere bile kız olduğumu kendisi oğlan diye ima etmedi, çocuk dostluğunun sınırı bir kere geçmedi.

Bir gün derslerden sonra eve dönüyorduk. Sessiz alacakaranlık oldu. Kızak karla kırçlı kamışlar aralarında kıvrıla kıvrıla giden yoldan kayıyordu. Sis içinde alçak asmış kıpkırmızı güneş sönük bir ışık veriyordu, sanki sönmüş bir ateşti. Bunun gibi günleri bozkır memleketimizde genellikle kar fırtınaları eser. Fakat o gün rüzgar yoktu.  Okul ile aul arasındaki yol özel bir biçimde sessizdi. Gür kamışlardan geçerdi. Hareketsiz kamışlara düşmüş kar ve kırç onları ince akağaca benzetiyordu. Ağırlıktan bükülerek başlarını aşağıya eğikti. Geçen hafta kar fırtınası olmadığından yolun karlı ile buzlu mavimsi şeridi yağlanmış ham kösele kemer gibi parlaktı. 

Burkut’la her zamanki gibi eğleniyorduk. Yaramazlığı başlatan her zamanki gibi ben. Burkut soğuktan hiç korkmazdı ve şiddetli ayazlarda bile diğer oğlanlar gibi kalın giyinmezdi. Velvet ceket üstüne giydiği kokarca montunun yakasını düğmelemeden ceketi de açık bırakırdı.

Taktığı çizme de hafif fötr çoraplı, pantolon da inceydi. Uzaktan bir koyun kafası gibi görünen şapkasının kulaklarını da bağlamazdı. Annesinin diktiği kürk kolçakları da yiğitçe kemer altına takardı. Mantosunu geniş gümüş süslü kemeriyle sıkıca sıkardı. Babasının hediyesi olan bu kemeri mantosunu çıkardığı zaman bile bırakmadan bedelinden ceketini sıkardı. Bu haliyle gezerdi, açık bağırla kızağa binerdi. Diğerlere göre ya sıcak kanı ya kalın cildi vardı. Yaman bir soğuk vücudu kızgın demir gibi yakarken Burkut’un cildi, tüyü yoluk ve ateşle yakılmış kuşunki gibi sadece pürtükle kaplanırdı. Soğukta çocukların yüzleri kızarır fakat Burkut’un yüzünün esmer teni ve Ocak ayazı hep aynıydı.

Burkut, mutadı hilafına bugün daha çok sessiz kalıyordu. Zaman zaman şimdiki gibi içi kapandığı zaman bu halini kovacak yeterli sözü ben de bulamazdım. O zaman onu sarsmaya, gıdıklamaya başlardım ve morali düzelirdi. Ne kadar düşüncesizce davranırsam Burkut asla kırılmazdı...

Bugün de sessiz ve düşünceli Burkut’u neşelendirmeye çalışırken yine bir şeyler anlatıyordum. Ama sözlerimin ona bir etkisi yoktu. Onu bir gıdıklamaya çalıştım ama bana: “Bırak beni, Bates!” diye ilgisiz bir karşılık verdi. Ve yine surat asarak sustu. Ben mesela, acayip gıdıklanırım ve birinin beni gıdıklamak istediğini hissettiğim zaman bana el dokunmadan önce bile yüreğim ağzıma gelir el dokununca ise çocuk bile olsa - zafer onun, saklanacak bir yer bulamam. Burkut’u ise ne kadar gıdaklarsan gıdakla sakin kalır, yüzündeki bir kas kıpırdamaz!.. Bu kere de böyleydi.

Yüzü asmış Burkut’u canlandırmaktan vazgeçmiyordum ve ne olursa olsun dikkatini çekmek istiyordum. Ama bizim kızağımız kürtüne yaklaştı. Bir avuç kar alıp sıktım ve gömleğinin altına sokmayı verdim. Bunu o kadar ansızın yaptım ki öfkeli Burkut sarsıldı ve bana doğru atıldı. Yola atlayıp koştum. O benim peşimden koştu. Deve kızağımızı yavaş yavaş çekerken arada ilgisiz ve bir istihkarla bize bakıyordu. Burkut’tan kaçarken kayıp düşerdim. Hızla yol kenarındaki kamışa dayanan yüksek bir kürtün üstüne uçtum. Birer birer kar topu yapıp Burkut’a atıyordum. Burkut avuçlarla yüzü kapatarak kürtünün dik ve kaygan sırtında beni yakalamayı başardı, küçük bebeği gibi biraz kaldırdı ve kendine sıkı bastırdı. Yanaklarımız bir birine dokundu, dudakları benim dudaklarıma yapıştı!.. Bir an aklımı kaybettim. Bana ne oldu bilmiyordum! Aniden tatsız ama tanıdığım bir ses beni ayılttı: “Öpüşüyorlar ya!”. Bunu uykulu bir insan üstüne soğuk su döküldüğü zaman hissedebilir. Dönüp baktım – yanımızda dedikoducu akrabam Cuman duruyordu!.. Burkut’un sağlam ellerden kurtulup ileri koştum!.. Fazla geçmeden “Bates!” diye çağıran Burkut’u duymasaydım kaybolup donabilirdim. Fakat koşmaya devam ediyordum. Bana yetişti. Daha güçlü olsaydım belki baş eğmezdim. Ben kendimi tutmadan ağlarken ve kopan sözlerine cevap vermezken beni ellerinde kazığa götürdü. Kaçmaya artık çalışmadım. Fakat yol boyunca aula gelip eve girene kadar bir ses çıkarmadım. Ne konuşacak halim ne gücüm vardı. Hem kızgındım, hem utançlıktan yanıyordum hem soğukta koşuşma boşuna gitmedi. Sıcaklık gittikçe yükseliyordu ve ben ateş üzerinde gibi yanıyordum. Nasıl geldiğimizi eve ayaklarımı nasıl sürüklediğimi hatırlamıyorum. İyi ki akşam geldi ve etraf tenhaydı. Yalnız Burkut korkmuş ve acınır bir sesle bana  bir daha seslendi. Elimden bile tutarak odaya girmeme yardım etmek istedi.

-                     Bırak! – dedim, elimi çekerken, - amcamın evine git. Allah aşkına, evimize gelmeyi düşünme bile!..!

Evde Karakız yalnızdı, akşam namazı kılıyordu.

Yorganlarla kaplı alçak ahşap yatağa zor zor ulaşıp düştüm ve yüzümü yastığa taktım... Ateşin yükseldiğini hissediyordum. Vücudumun ateşteki kurşun gibi yumuşadı.

Sağanak damlaları sel yarığında toplanıp derelerle akar. Ben de böyle, gözyaşlarımı uzun uzun biriktirip onları tutacak gücüm yoktu. Galiba kendime hakim olamadım ve Karakız baybişe, namazını bitirmeden sesli ağlayışımı duydu. Biraz sonra yanıma gelip: “Sana ne oldu, Erkejan?” diye sordu. Cevap vermeden ağlıyordum. Karakız kafamı elledi, nabzımı tuttu:

-                     Allah... Rahatsızlandın!.. Ne oldun, tatlım?!

Ben yüzümü yastığa daha sıkı bastırdım.

Karakız normal kadınlara göre güçlüydü. Bazı cıgitlerin (Kafkas’ta yiğitler) kaldıramadığı yükü rahat rahat kaldırırdı. Kandırmalarının beni etkilemediğini anlayıp direnişimi önemsemeden beni kucakladı. Beni göğsüne bastırarak yataktan biraz kaldırıp yere oturdu. Biri ön odaya girdi.

-                     Sen misin, Canaş? – diye sordu Karakız.

-                     Evet! – annemin sesini tanıdım.

-                     Bates rahatsızlandı. Ateş gibi yanıyor! Ne yazık ki baba evde değil, yoksa dua ederdi! Puşık nineyi çağır, büyü ile yardım etsin! – korka korka mırıldandı Karakız.

Az sonra Puşık nine de geldi. “Eve girerken büyü söylemek gerekiyordu!” – üzülerek söyledi. Yanan kafama dokundu.

Puşık nine kendi usulüne göre tedavi ederdi.

-                     Püskürtmek lazım, korku gitsin diye, - söyledi ve ateşte ölçeri kızdırılmasını istedi.

Anne istediğini yaptı. Sonra kıpkırmızı kızgın demiri kafamın üstünde tutarken Puşık nine üzerine su döküyordu. Su cızırdıyordu, buhar uçuyordu, üzerime sıcak damla dökülüyordu. Biraz korkunç ve tatsız bir şeydi. Baybişenin geniş göğsünde saklanmak istiyordum.

Sıcak su püskürtmelerin bana faydası azdı. Korku geçmiş olabilir fakat ateş beni bırakmıyordu. Komşular rahatsızlığımı duyunca ziyaret etmeye geliyordu; Karakız onlara çok kibar davranmıyordu, - rahat niye bırakmıyorsunuz, özellikle gece zamanı, diye kızıyordu.

Ateşten boğularak şafağı göz kapamadan karşıladım. Yanımda oturan Karakız ara ara horluyordu ama kapı yanında yerde yatan anne bir kıpırdarsam kakasını yastıktan biraz kaldırıyordu. Zavallı, o zaman bile bana yaklaşma hakkı yoktu, sadece ürkek ürkek ses çıkartabilirdi...

Sabah biraz uyukladım... Uyanınca kapıda Kalisa’yı gördüm. Güneşten öğle vaktinin yaklaştığı belliydi. Kalisa, soy kurallarına uyarak eşikte durdu.

-                     Nasıl oldun, Erkejan? – oğlan ismimi kullanarak bana sordu.

Ona cevap vermek istemiyordum. Kurnaz Kalisa’nın rahatsızlığımın nedenini iyi bildiğini anlıyordum. Ona ne cevap vereyim? Gece beni yakan ateşin dinmesine rağmen kendimi çok zayıf hissediyordum. Ağır düşüncülerden kafam dönüyordu... Kurumuş dudaklarımı yalayıp, daha az önce yağmur suyu birikintisinin olduğu yerde kurumuş toprağın yüzeyi gibi koptuğunu anladım... Konuşmak istemiyordum ve üzüntüyle Kalisa’nın yüzüne bakıyordum.

-                     Duyduk, biliyoruz, - diye üzülerek konuşmaya başladı Kalisa, - dikkatli olmadınız, zavallı çocuklar!.. Nasıl dikkatli olabilirdiniz ki!, - kendi kendine konuştu. – Daha yeni yumurtadan çıkan zavallı çocuklar, tabi ki üzerinize gelecek sineklerden haberiniz yoktu!..

Kalisa yüzünü çevirip başörtüsünün ucuyla gözlerini sildi.

-                     Ya Boken nerede? – istemeden içimden çıktı.

-                     Eve gitti.

-                     Eve mi?!

-                     Evet, eve!.. Bu Cuman’ın çenesini kapatmazsanız, sizi rezil edebilir, tüm dünyaya davul çalar. Burkut zaten ona baba evinden bir şey getirmek üzere gitti.

-                     O zaman bize zara vermez mi?

-                     Kim bilir. Gırtlağı geniş. Bir de doyumsuz. Hep doymayan obur köpek gibi sizi yıpratabilir.

Küstah Cuman aklıma geldi ve canım sıkıldı.

Bu arada kurnaz Kalisa devam ediyordu:

-                     Canım, söylüyorlar ya: otuz diş arasından çıkan kelime otuz soydan gezebilir... Artık ne yaparsan yap Cuman’ın dedikodusu millet arasında gezecek. Bir de yanıtı vermek için daha yetişkin değilsiniz: ne istiyorlarsa konuşsunlar. Artık Sovyetler zamanıdır. Kendi isteğinizle birlikte olursanız kimin ne işi var. Ama daha oy hakkınız yok, beklemek lazım. Eski zamanlarda bu söylenti yayılır yayılmaz senin koca adayının akrabaları buraya coplarla gelip evin yanında kobız (kazak milli telli yaylı çalgıdır) çalarak seni rezil ederlerdi. Baba da bir şey yapamazdı. Şimdi bu yapmazlar – zaman değişmiş! Buna rağmen bu pis Cuman’ın saklanacağını zannetmiyorum. El altından sizi kötüler...

- Bunu bana niye anlatıyorsun?

- Öyle, söz gelişi, - diye cevap veriyordu Kalisa, - aslında korkman gerekmiyor. Sovyet zamanında kimse kimseyi yiyemez. Biz sadece baban ile Burkut’un babası aralarında anlaşmaya varmaları için dua edebiliriz!

Kalisa’nın acımı paylaşması, tavsiyeleri hoşuma gitti. Kalisa güven kazanmayı, umut yakmayı bilirdi. Ayrılırken:

-                     Erkejan ve oğlan taklidinin dönemi bitti. Artık oğlan değil, bir genç kızsın... On üç yaşındasın, - diye söylediğini iyi hatırlıyorum.

Bir karşılık vermedim. Ne söyleyebilirdim ki, Kalisa’nın bu sözleri gerçekti.

 

OLGUNLUK

Bir hafta sonra çok daha iyiydim. Rahatsızlık çekiliyordu. Ateş beni rahatsız etmiyordu. Yataktan kalktım ama bu birkaç günde tifo geçirmiş bir insan gibi kilo verdim. O kadar zayıf oldum ki yürürken hafifçe sallanıyordum. Bir kere kendime aynaya göz attım: ne kadar sarardım, elmacık kemiklerim çıktı, avurtlar çökük, göz akları mavimsi oldu, dudaklar beyazlayıp çatladı; boyun saz gibi ince oldu, eğer biri dokunursa kırılabilir gibi görünüyordu...

Belki yatakta daha fazla kalırdım ama evimizdeki büyükler kaşlarını çatmaya başladı. Her yere yetişen Kalisa bana söyledi ki Cuman’ın söylentisi baba, Karakız baybişe ve anneye ulaştı. Tabi ki herşey abartılmış halde anlatılıyordu. Burkut’un Cuman’a sussun diye vermek istediği taydan haberler de aulumuza ulaştı. Babayla kavga ettikten sonra Burkut’un o tayı bıçakladığı da detaylarla anlatılıyordu.

Bundan sonra Cuman daha çok kızdı. Dedikoducu eşi Bike’yle beraber bizim hakkında rüyada bile görmediğimiz şeyler uydurmaya başladı. Bu kötü rivayet Burkut’un ana babasına da ulaştı. Oradan bizim evde ne olduğunu öğrenmeye bir cıgiti bile gönderdiler. Anne ve babam için bu tatsız konuşmaları dinlemek zordu. Baba ve Karakız bana bir şey söylemiyordu ama yüzlerinden – nasıl oldu ki daha o kadar gençken senin o kadar kötü şöhretin oldu, - diye sitemli sitemli baktıklarını görüyordum. Tabi ki utanıyordum ama ne yapabilirdim? Daha sonra kitaplardan, benim duruma uğrayan kızların intihar ettiğini öğrendim. Talihime bu fikir aklıma gelmiyordu ve ben ses çıkarmadan anne ve babama acıyarak bekliyordum.

Bu üzüntülü günlerde soluk bir karaltı halinde evde dolaşırken babam bir yere ayrıldı. Gitmesinden faydalanarak evimizde aulun kadınları toplanmaya başladı. Kopuk cümlelerden, daha önce oğlan elbiseleri giyen beni kız gibi zarif giydirmek ve bunun adına akraba kadınların bir şenliğini düzenlemek istediklerini anladım. Öz annem Caniya bu girişime kesin karşı çıktı. Bundan önce de evimizde bir kavga çıktığını ve annemin hala Karakız’la anlaşamadığını hissettim. Bu kavga şimdi de devam ediyordu.

Karakız baybişe anneme: - Hadi tokal, kalk, çay yap!.. Kazan koy! – diye söyledi.

- Kocaya bastandık mı yapmak, iyi yolculuklar mı dilemek istiyorsun? – memnun olmayan sesle diye sordu annem.

- Kes gevezeyi! – neredeyse emretti baybişe.

Fakat anne uzun zamandır Karakız’dan korkmuyordu ve son dönemde ondan aşağı kalmıyordu. Karakız beyaz dese, anne – siyah der. Babam da baybişenin tarafını almıyordu. Bazen korkutucu bir biçimde ikisine bakarak: “Bir çatı altında oturamadığınızı görüyorum. Sizden biri gebersin, diğeri sessiz kalsın!” – diye bağırıp kızgın evden çıkıyordu. Sözlerinin gücünü yitirdiğini anlayan Karakız eskisi gibi kaba dilini uzamıyordu.

-                     Ne oldu, niye acele ediyorsunuz? – diye soruyordu anne.  – Ya kafadan atan dedikoduculardan mı korktunuz? Sütten beyaz sudan temiz kıza bayan elbisesi niye zorla giydireceğiz...

- Merak etme, Caniya! – babamın ağabeysinin karısı Salike sessizce ve sabırla itiraz etti, - Söylemiyorlar mı: on üç yaşında ocak sahibi diye? Bates hemen hemen yetişkin oldu... Oğlan elbiselerine ne gereği var artık? Boşta kalmıyorsunuz ya – sizin, nazar değmesin, gerçek oğlanınız var. Seilcan az sonra cıgit olacak. O yüzden dede ve dede babalarımızın adetlerini bozmayalım.

- Doğru söylüyorsun! – diye takdir etti bayanlar.

Salike’ye saygı duyan annem barıştı.

- Ama Bates’e ne giydireceğiz? Şimdiye kadar kendisine kıyafetleri diktirmedik ki. Ona Kaken’in eski elbiseleri verelim mi?..

- Eski püskü eşya giymem! – diye bağırıp çıktım.

Bayanlar, fazla tartışmadan, varlıklı adamın kızı olan Bates’e ablasının eski elbiseleri giymesi yakışmaz ve adete uygun olarak kıyafetleri diktirmek gerekir diye anlaştılar.

Karakız baybişe çeşitli kumaş parçalarının saklandığı sandıkların açılmasını isteyip beni yanına çağırdı.

-                     Gel canım. Bunlardan ne beğendiğini kendin söyle. Kalisa teyze kumaşı biçip sana elbiseler kendisi diksin.

İşin açıkçası, o günlerde yeni elbiseleri umursamıyordum ve Karakız’a teşekkür etmek için kendimi atmadan sessizce kapıda duruyordum.

Baybişe olumsuz biçimde kafa salladı:

-                     Sen, Kalisa, onun hoşuna gidebilir parçaları al... O basmayla iki elbise bir saten de biçersin... ipek bezinden biri kollu öbürü kolsuz iki ceketi de... Hepsini eve al ve dik!

Kalisa: “Hadi, seçecek misin?, - diye sordu.

Ona ne karşılık verebilirdim? Benim için hepsi birdi.

- Öyleyse ölçülerini alayım, - ve Kalisa basmaları düzeltmeye kalktı. Odaya annem girdi.

Kalisa kumaşı omuzlarımın üzerine atıp işe başladı.

- Etek ta topuklara kadar inmeli!, - diye ısrar ediyordu Karakız.

Annem: - O kadar uzun olmasına ne gerek var? – diye bana göz attı, - dizlerin az altında olsa yeter.

Kalisa şaşkınlıkla: “Sizden kimi dinleyeceğim?” – diye ya baybişeye ya anneye göz atıyordu.

-                     Benim dediğimi yap! – diye ısrarlıydı annem.

-                     Dediğin gibi olsun! – sonunda razı oldu Karakız.

Şüphesiz ki şehirlerde harika terziler bulunabilir ama aulumuzda, bizim memleketimizde Kalisa’dan iyi yoktu. Uzaklardan kendisine müşteri gelirdi. Bir bayın gelinliği varsa, Kalisa’sız olmazdı. Kibirli ve geçimsiz olup birine evde kıyafet dikmeye nadiren razı olurdu...

... Kalisa’nın hünerli ellerle biçilip dikilmiş elbiseler bana iyi oturdu. Ama daha uzun zaman bu kıyafetlerle milletin gözleri önüne çıkmaktan utanıyordum!.. Bazen utancımdan yerin dibine geçmek istiyordum ve gündüz evden çıkmamaya çalışıyordum.

Bir akşam bahçede geziyordum. Yerde yatan birkaç deveye yaklaşıp hörgüçleri arkasında saklandım. Aul tarafından evimize doğru yürüyen iki adamı gördüm. En başta onları bizde kalan misafirleri sanıp utanarak kendimi göstermedim. Onlar bana çok yakın oturdu. Misafirlerimiz değildi. Seslerinden babamı ve Cuman’ı tanıdım. Dikkatle dinleyip beni konuştuklarını anladım.

-           Seni Sasık amcanın selamını söylemek için çağırdım, diye konuştu Cuman, - amca böyle düşünüyor: yaşam akışına karşı gidemezsin, eğer iyi zamanlar gelirse, ki bizim elimize de karga biner, yemin ediyorum ki oğlumun nişanlısını kaçırmam. Sovyet iktidarı tamamen mağlup etse bile şerefimiz zarar görmesin diye tüm hayvanlarıma acımam, yetmezse – canımı esirgemem.

- Ya senin Sasık amca tam olarak ne öneriyor?

- Burkut’u Orenburg’a okumaya göndermek gerektiğini düşünüyor. Delikanlıyı Cakıpbek götürmeli... Burkut’un çok memnun olduğunu söylüyorlar. Ama Size kendisiyle Bates’in gitmesine izin vermenizi istemeye gelecek. Amca Size uğrayacak diye söz verdi.

Baba herşey anlamamış galiba de Cuman’ın detaylı olarak anlatmasını istedi.

-                     Cakıpbek Burkut’a hayatını ayarlama vaadinde bulunmuş. Ama Cakıpbek bizim Sasık’la da kavga etmek istemiyor. Artık herşey Size bağlı. Anladınız mı? Kendi başına Bates’i evde tutmaya çalışacaksınız. Burkut Orenburg’a tek başına gitsin. Fakat Sasık amca inatçı delikanlıyı kendisine karşı kurmamanızı rica ediyor.  O yüzden amca, kızınızı Burkut’la birlikte gitmekten vazgeçmesini ikna edebilirsiniz umudundadır. En iyisi Bates’in suçu üstüne alması olur.

-                     Ya suçu üstüne nasıl alacak ki? – diye öfkelendi baba. – Daha küçük kız o. Bir de onu ikna etmem zor. Söyle bakalım bunu kim yapabilir?

Konuşanlar bir ara sustu. Sessizliği ilk Cuman bozdu.

-                     Bir çözüm bulurum, Make. Kuba-eke’nin ne sert huylu olduğunu herkes bilir. İşte suçu üstüne alması gerekiyor. İstediğimizi yapacak. Bir de memnuniyetler yapacak. Onu benden iyi bilirsiniz. Cakıpbek ile Burkut Orenburg’a giderken buraya kesinlikle uğrarlar. Bunu önceden bileceğiz. Onların geleceği gün Kuba-eke Bates’i evine alıp kapalı tutacak. Cakıpbek onu götürmek istiyormuş gibi davransın. Sen de buna karşı değilmişsin gibi yapacaksın. Kuba-eke ise inatça ayak direyecek, bir de bıçakla tehdit ederek. Onunla kimse baş edemeyecek, kendi kendisi olacak, ona bir şey olmayacak. Polis te bir şey yapamayacak – Bates daha ergin değil ya.

Babam, - Evet, bir çözüm bulmuşuz sanki, - diye konuştu, - kalanı Kuba-eke’yle danışılacak.

Onlar kalktı ve eve girmeden aula doğru yürüdüler.

İstemeden bu konuşmaya tanık olup ağır bir duygu aniden hissetmedim. Önceden bana tuhaf geldi. Bu komplonun acı anlamını baba ile Cuman karanlıkta kaybolduktan sonra anladım. Burkut’un okumaya gideceğini biliyordum ve kimseye belli etmeden beni de almasını istedim. Burkut memnuniyetle razı oldu. Zavallı kafalarımıza önümüzde böyle engel olacağı gelebilir miydi? Bu engelleri de yıkmak o kadar kolay değildi. Herşeyden Kuba-eke’yle baş etmek...

Kuba-eke babanın ağabeysi. İnanılmayacak kadar inat bir insan. Özellikle kadınlardan nefret ederdi. Ona sadece auldaki yaşlı kadınlar ve saygı gören baybişeler gitmeye cesaret ederdi. Eğer konuk olduğu evde tesadüfen genç bir kadın görünürse kendisine hazırlanmış tüm ikramlara rağmen hemen çıkı verirdi. Müslümanlığa fanatik kadar vefalı olup şeriatın her harfini kutsal sayardı ve “Kızın dokuz yaşı doldurduktan sonra ergin olduğu” diye Muhammed peygamberin sözlerinden şüphesizdi. Bu nedenle dokuz yaşlı kızların da kendisine yaklaşmalarına izin vermezdi. Kadınlardan nefreti o kadar sınırsızdı ki tek kızını bile bir kere okşamadı adede göre bir kere alnını koklamadı. On üç yaşındayken onu evlendirip hiç ziyaret etmedi ve baba evine gelmesine izin vermezdi.

Kızlara gaddar kininden dolayı bir gün fena dövülmüş. On beş yirmi sene önce Kuba-eke eşinin akrabalarına Ara-karaçay tarafına göç edip orada molla olmuş. Bir gün atla eve dönerken orman kenarında sel yarığında meyva toplayan birkaç küçük kız rastlamış. Fazla düşünmeden Kuba-eke dua edip kamçayla (Kazaklarda kamçı) dövmeye kalkışmış. Kızlar acı ile korkudan ağlayarak bu acımasız adamın yeni aul mollası olduğunu anlamışlar.

- Bizi niye dövüyorsun, Kuba-eke? – diye çağırıyorlarmış.

- Yapıray (Kazakça “Baksana!”), bu ufak şeytanlar ismimi bile biliyor! – diye bağırdı Kuba-eke ve kızlara daha sertçe kamçılamaya başlamış.

Yakın bir yerde tırpancılar vardı. Kızların çığlıklara koşmuş.

- Sen ne yapıyorsun?

- Tüm sel yarığı tüm orman şeytanlarla dolu! – diye cevap veriyormuş Kuba-eke. – Gözleriniz görmüyor mu?..

- Nerede o şeytanlar? – şaşmış tırpancılar.

- İşte onlar! – kamça kaldırıp kendini yine kızlara atmış.

O zaman tırpancılar onu attan indirip – Al sana şeytanlar! – sözleriyle kendisini dövmüş.

Çocuklarla bu olaydan sonra Kuba-eke Ara-karaçay’da kalamazdı. Akrabaları da onu reddetmiş. Kuba-eke doğup büyüdüğü aula dönmüş. Son yıllarda tek işi sünnet törenleriymiş.

Gerçi geride kalmış ve cahil aulda bazılar Kuba-eke’yi okumuş sanırdı ama ben ona dikkatlice bakınca kara bir insan olduğu ve Kuran’ı da tam olarak bilmediğinden emin oldum. Güçbela okuyabilmesine rağmen imza bile atamazdı. Dediğim gibi sonsuza kadar diniydi: tüm boş vaktini, ki boldu, namaz seccadesi – caynamazede geçirirdi. Ellerinden tespih düşürmezdi, sürekli: “Subhan alla!” – “Elhamdülillah!” diye mırıldanırdı, kimseyle dostça sohbet etmezdi ve hep yanına salavatla varılır diye kapanık bir hali tutardı. Görünüşü de kazançlı değildi: kara yüz, düşük asmış kaş, büyük siyah gözlerinde şişmiş göz kapakları, küçük kalkık burun, sarkan bıyık, takoz şeklinde taranmış sakal. Buna ilaveten kendisiyle konuşanlara karamsar ve ağır bakışı, boynuzlanacak boğanın bakışı basardı. Bir gün, daha ufakken oğlan kıyafetleri giydiğim zaman Kuba-eke’nin yanına geldim. “Git buradan, şeytan!” diye bağırdı. O günden beri ona yaklaşmaktan korkardım...Karısı Sakpan yumuşak, iyi kalpli çocukları sever bir kadındı. Fakat kocasından korktuğu için ancak Kuba-eke evde yokken beni yanına çağırırdı. O evdeyken ise beni hiç umursamazdı. O kadar baskı yapardı kendi karamsar otoritesiyle. Sebebi hala anlamıyorum ama babam de ağabeysi karşısında keklik gibi dönüp dururdu. Tavsiye için acımasız birini seçti babam! Ağabeysine karşı hiç bir zaman çıkmadı.

Bu kötü bir dönemde geleceğimi ağır ağır düşünürken aulumuza Burkut ile Cakıpbek geldiler. Burkut’la baş başa görüştüm ve Orenburg’a gitmeme engellemeye çalışan baba ile Cuman’ın kurnaz planlarını anlattım.

-                     Eh, az taraftarlarımız var,- diye hüzünle konuştu Burkut, - belki amca da bizi destekler...

Daha sonra Burkut, babamın Cakıpbek’le konuşmasında direkt cevap vermekten kaçındığı ve herşeyin ağabeysine bağlı olduğunu söylediğinden haber verdi.

Öyle oldu ki, evimizde kalan Cakıpbek’le Burkut’u komşu auldaki baylardan biri misafirliğe çağırdı. Onlar gider gitmez evimize asaya dayanarak somurtkan Kuba-eke gelip ta eşikten bağırmaya başladı:

- Gerçekten Bates’i okumaya göndermeye karar verdin mi?

- Konuştuk öyle! – diye cevapladı babam Kuba-eke’den çekilerek: ağabey defalarca asasının sağlamlığı onun üzerine denerdi.

- Söyle bana, kimin fikri bu? – diye basmaya devam ediyordu Kuba-eke.

- İşte Cakıpbek dedi ki kızlar artık okuyabilir... ve kendisiyle almak istedi...

- Onu niye götürecek?.. Bates’in baba ile annesi var! İyi yaşaması için yeterince zenginler. Al sana “dedi”, al sana “Cakıpbek”! – ve sopayı kaldırıp babanın omuzuna vurdu. Sopayı bir daha kaldırdı ama şimdiye kadar karışmadan bu tartışmayı dinleyen bir ihtiyar kararlı biçimde onu elinden tuttu.

- Bırak! – diye çekiliyordu Kuba-eke. – Şimdi göstereceğim ona! Tüm bu kanunsuzluğu sen uydurdun!.. Cakıpbek, Cakıpbek!.. Cakıpbek’le ne alaka var...Ya senin kızını bilmem nereye götürmek istiyor...Kızı kime emanet bırakıyorsun?.. Ergin olsa bile iyice düşünmeliydin... O kadar güçlü müsün ki adedi bozup Bates’in gitmesine izin vermekten korkmuyorsun. Hadi dene, dene bakalım.

Bu arada Kuba-eke’nin karısı Sakpan eve girdi.

- Ha, hanım! – Kuba-eke karar verdi. – Bates’i evimize götür.

Uysal Sakpan bir bana yaklaştı ama ben Karakız’ın arkasında saklandım.

Kuba-eke, - Kızı Sakpan’a ver! – diye bağırdı.

- Git, canım, git! – diye fısıldadı Karakız. – Yoksa hepimizin başına bela...

Yapacağım bir şey yoktu, beni götürdüler... Ölecek kadar korkarak  ve titreyerek ağlamak istiyordum ama göz yaşlarım yoktu, haykırmak istiyordum ama boğazıma bir şey düğümlendi, ses çıkaramadım... Aç dişi kurdun otlayan sürüden bir koyun yakaladığı gibi Sakpan beni evden çıkardı. Ayaklarım yere değmeye yetişemeyecek kadar çabuk beni kendisiyle sürükledi... 

O gece Sakpan beni kendisinin yanına yatırdı. Ya beni çalabilmelerinden korktuğu için ya buranın adedi böyle olduğu için Sakpan yatmadan önce kapı içeriden sıkıca iple bağladı. Fazla güvenlik olsun diye lambayı yakıp ahşap yatağın başucunda bir yere koydu. Yarı uyuyarak Kuba-eke’nin caynamaz (Kazakistan’da namaz halısı, seccade) üstünde ne büyük gayretle dua ettiğini gördüm.

Tüm bu telaşlı gece boyunca gözüme uyku gelmedi. Sık sık auldaki köpeklerin havlaması duyuluyordu. Ya kendi aralarında dalaşıyordu ya sürüye gelen kurda saldırdı. Çığlık ile hırlamalar uzun kesilmiyordu. Koyunlar telaşa düştü, inekler böğürmeye başladı, devenin böğürtü de duyuldu. Kuba-eke uyanıp telaşlı ıhladı ama evden çıkmaya cesaret etmeyip yataktan avluda dolaşan hayvanlara bağırıyordu.

Ancak şafak sökerken zorla uyudum. Birinin üzerime eğildiğinden uyandım. Sarsılıp gözlerimi açtım ve Sakpan’ı gördüm.

-                     Adamlar geliyor, kalk, Bates!

-                     Kim geliyor?

-                     Cakıpbek...

Telaşa kapıldım.

Her zamankinden daha somurtkan ve kapanık Kuba-eke girip seccadesine oturup gözleri yere indirdi ve tespih çekmeye başladı. Aniden odaya Burkut ile Cakıpbek girdiler. Heyecandan Cakıpbek ile Kuba-eke’nin aralarında ne konuştuklarını anlamıyordum. Ancak Burkut konuşmaya başladıktan sonra Kuba-eke’nin bağırtısı bana ulaştı. Bıçakla tehdit ediyordu be onu kullanmaya hazırdı. Burkut’un evi terk etmekten başka çaresi yoktu. Kuba-eke galibin tavrıyla Cakıpbek’e konuştu:

-                     Artık boşuna konuşmayalım. Bates tam yetişkin olup ta sağ elinin sol elinden ayırmayı öğrenince – yolunu seçmek onun iradesi olacak. Şimdi ise ellerimizdedir.

Bates, nerede o.

Cakıpbek Kuba-eke’yle vedalaşıp çıktı.

Birkaç saat sonra Burkut’la birlikte aulumuzdan ayrıldılar. Eve dönmeme izin verildi.

Evde Saktagan’ı rastladım. Ayrılmak üzere babayla vedalaşıyordu ve saygıyla ve sertçe kendisine konuştu:

-                     Ya bu Mameke’dir! Beni dinlemezsen kabahati kendine bul. Seni ilave vergiyle de mahvedebildiğimi dikkate al.

-                     Ama şimdi anlaştık! – baba iyi kalple gülümseye çalıştı ama gülümsemesinden korku belliydi.

Annemden bu konuşmanın detaylarını öğrendim – benim kaderimle direkt ilgisi vardı. Saktagan’ın yüzünde güvenli koruyucu elde ettim. Finans bölümünün müfettişi ve aul fakirlerinin temsilcisi, tuzak kurup ta benim okumaya gitmeme izin vermiş baba, Kuba-eke ve Sasık amcanın planlarını çözmüş. Saktagan, Burkut’un gelini sayılmamın üzerine ısrar ediyordu ve erginliğimden önce evlenmemize yardım edecek diye söz veriyordu. Anne, babanın teslim olduğunu anlattı. İkna etmedi, Saktagan onu sanki korkuttu.

Evet, aulun baylarına dehşet saçan bu saldırgan mali müfettiş sözünü tutmayı bilirdi. Bizi ziyaret ettiğinde keskin gözle babamın Sasık’la gizli anlaşıp anlaşmadığını takip ediyordu. Bir gün evimizde Sasık’a konukseverlik gösterildiğini öğrenince babamın başına çatıp iliğini kuruttu.

Az sonra anladım ki Saktagan’ın amacı sadece bana bakmak değil, ki gerçekten haklardan yoksun kıza yardım etmek istiyordu, herhangi şekilde bayların gücünü kemirmekti. Sasık çok zorlandı. Mali müfettiş bir kere gırtlağına öyle sarıldı ki ilave vergi ödeyemeyip neredeyse tüm kışı Turgay hapishanesinde geçirdi ve hayvanın bir kısmına el kondu.

Aul okulunda okumaya devam etmeme izin vermiyorlardı. Karakız baybişe neler uyduruyordu!

Beni öğrenciye hiç benzetmemek ve yakın zamanda evlenecek yetişkin bir kız olarak hissettirmek için kıyafetlerim ile saçımla çok uğraşmaya başladı. Elbiselerimi topuklara kadar uzattırdı ve fırfır etekler yaptırdı. Onun emri üzerine ceketlerim kıymetli taş ile gümüş işlemeyle süslendirildi. Zaten puhu kuşunun tüy demetiyle süslenmiş şapkamda da işleme yapıldı. Ustura uzun zaman saçıma dokunmadı, uzun ve gür olup iki saç örgüsü bile yapılabilirdi. Önce örgü içine parlak ipek şeritleri geçirirdim, ama Karakız baybişe onları çok ucuz bulurdu ve yerine her adım attığımda çınlayan eski madeni para zincirleri verdi. Kulak memeleri delip ve üzengiye benzer ağır gümüş küpeleri taktılar. Ve sonunda daha uzun boylu görünmem için parmak kadar  yüksek topuklu sivri uçlu çizme diktirdiler.

İşte böyle, erkekşordan, oğlan gibiymiş davranan ufak kızdan kısa bir sürede gerçek genç kıza dönüştüm. Bu kılıkla okula gidip ta sıra başına oturmam mümkün değildi. Bu kıyafetle okula gitmekten utanırdım. Ama Burkut’a yazdığım mektupta içimdeki şüphelerimden hiç bahsetmedim, onu endişelendirmek istemedim, hayal kırıklığına uğratmak istemedim.

Artık çevredeki cıgitler bana dikkat etmeye başladı. Birçoğu benimle yakınlaşmaya çalıştı. Bir atasözü var:

Herkes kımızı içmek ister,

Herkes kıza göz atar...

Kazakların “kızı ikna etme” adedi var. Büyük kadınlar, çoğu zaman ağabeylerin karınları – cengey – genç kızlar iler cıgitler arasında aracı olur. Eğer gençler birbirinden hoşlanırlarsa cengey ağır hediyeler alır.

Benim cengey tabi ki Kalisa oldu. Kendisine gittikçe daha sık benimle tanıştırmak ve yakınlaştırmak istekleriyle gelmeye başladılar. Ama Kalisa, benim sadık Kalisa, gülümseyerek bana sadece bu konuşmaları aktarırdı...

Kendi kaderine küskün Kalisa beni çok severdi ve bana karşı tamamen açık yürekliydi.

-                     Bana hediye vadeden bir cıgit yok. Zavallılar! Bir hayal ettikleri var – Sen. Sen büyüyen bir kuğu, onlara çok cazip geliyorsun! Sana kavuşmak çok isterler. Ve açıkça söyleyeyim: Seni azdırmak, başını döndürmek benim için işten bile değil. Bunda gizli bir şey yok! Bir çok genç kız hiç fark etmeden etkim altına düşerdi. Boşuna kement attığım yoktu. Ama Seninle kurnazlık etmeyeceğim. Burkut’a söz verdim ki sana iyi bakacağım ve sözümü tutarım. Bana niyazlarla takılan cıgitleri ise dolandırıp hediyelerini kabul edeceğim.

Gerçekten Kalisa atılganlıkla cıgitleri, özellikle diliyle harman dövmeyi seven tafracıları kandırırdı. Fakat onların arasında zaferleri hakkında ve bana yakınlıkları hakkında şayia çıkaranlar da oldu. Aulda her zaman olduğu gibi bu söylentiler evdekilerin kulaklarına da ulaşırdı. Karakız veya anne Kalisa’ya bu konuşmaları sorduğu zaman her zaman: “Konuşsunlar. En önemlisi Burkut sağ olsun, çabuk gelsin. O zaman kendi gözlerle neyin beyaz neyin siyah olduğunu göreceksiniz... Siyah çıkarsa sadece Bates’in değil benim yüzüme de tüküreceksiniz...” diye cevap verirdi.

Aulda, yazın Burkut’un Orenburg’tan memleketine döneceği ve büyük ihtimalle beni kaçırmaya deneyeceğini konuşmaya başladılar. Onun gelişinden az önce baba ile Karakız baybişenin aba babasını ziyaret etmeye istedi. Beni de almaya karar verdiler. Gidersem Burkut beni aulda bulamaz ben ise onu çok özledim. Kalisa’ya akıl danıştım.

-                     Babanla git, - diye cevap verdi.  – Aşığına karşı gururlu olacaksın! Dedelerimiz doğru söylerdi ki ucuz hayvanın beyni bile tatsız. Cıgiti ayrılıklarla eziyet ettikten sonra yakınlaşacaksın. O zaman işte arzulanan olacaksın. Ne kadar çok özlerse o kadar şiddetli sevgisi olacak. İhtirası biriksin, Bates! Kısacık not bırak kendisine, çok üzgünüm diye yaz ve yola çık...

-                     O keyfince davranan biri, ve acımasız bile... Çok kırılabilir...

-                     Neyse, dayanır artık... Kırgınlık hastalık değildir. Kırılsın, gitsin... Gerçekten seviyorsa dönecek.

Kalisa’ya inanıp ama kendisine güvenmeden baba ve Karakızla gittim. Sadece kışın benim cengeyimin ne kadar haklı olduğunu anladım. Evimizde, aulda Burkut’un yine bize geleceği belli oldu.

Kalisa bu suyunşi - Kazakça sevindirici haber - için hediye istedi.

- Haklıydım! Sana söylemiştim ya: seviyorsa dönecek. İlla senin için geliyor. Ama tavsiyemi dinle – sabırlı ol, ona teslim olma. İhtirastan yansın. Derler ki meşhur Baluan-şolak bir kızı sevmiş. Bu kız da benim gibi cengenin tavsiyesini dinleyerek günbegün, aybeay ona: yarın gel, geç gel, diye söylermiş. O zaman Baluan-şolak ona şiir adamış:

Sonbaharda bana: “Kışın senin olacağım, sen benim olacaksın”, diye söylüyordun.

Kışın: “Baharı bekle”, diye söyledin.

Ben darıldım. Sen: “Git!”, dedin.

Bahar geldi. Tekrar duyuyorum..

- “Yaza kadar beklememiz gerek”.

Yazın parlak Mayısta: “Sonbahara umudunu kesme!”

Sen de öyle Burkut’a söz ver. Onun da sabırlı olması lazım...

-                     Ya benim sabrım yetmezse!

- Burkut’un da, sona gelir. Şimdi kış, sen ona yazın diye söz ver. Kalanı merak etme – sizin için herşey ayarlayacağım.

Burkut bu sefer de geri döndü. Yazın Kaken ablamın düğününe geldiği zaman en ilginç olan Kalisa’nın bize bir görüşme ayarlayabilmesiydi.

Ya düğün günlerinde herkes açıkta. Aul sakinleri gürültülü. Bayram oyunları sabahtan akşama kadar devam eder, gece bile durmaz. Bu durumda bir yerde saklanmaya dene. Ayrıca, iyi biliyorsun: Burkut buradaysa rakip cıgit ile aul dedikoducularının gözleri seni dikkatlice izler.

Burada ise Kalisa beni sakinleştirdi.

Akşamın alacakaranlığında: “Yat”, diye söyledi bana. – Umarım ki tanrının bana verdiği uyanıklığı benden almaz. Aulda herkes sakinleşince çaktırmadan seni evden çıkarırım.

-                     Bunu nasıl yapabilirsin ki?

-                     Bekle, vaktinde öğrenirsin. Baybişe neden erken yattığını sorarsa baş ağrısından şikayet ol.

Öyle yaptım.

Evimiz akşam alacakaranlığından sonra bile rahat olmadı.

Eski adetlerimize göre bu gece yaşlı kadınlar gelini, bizim Kakeni damada getirip onunla başa baş bırakmalılar. Damat onun erdenliğinden emin olunca gelinin aulundaki gençlere hediyeler dağıtmalı. Hediyelerin her birinin bir anlamı amacı var: yaşlı kadın ölmesin, köpekler hırlamasın, yurtanın sırığı sağlanmasın diye... Gelini elinden tutanlara, saçını okşayanlara, yatağını düzenleyenlere hediyeler... Kuşkusuz ki adet iyi bir adet... Ancak zavallı ablam gerçekten bakireyse.

Ben ise tahmin ediyorum ki bizim Kaken o kadar hafif biri ki uzun zamandır bakire değil ve damadın gelini aileye geri verebileceğinden korkuyorum. Şüphelerimi Kalisa’ya aktardım ve güldüğünü gördüm: sorun yok, bu damat o kadar önemli bir kuş değil, onu herhangi haliyle kabul edecek.

Bunun yanı sıra düğünde bilmem nereden çıkmış gelin kaçırma adedi de yerine getirilmeli. Ana babanın bu olayı görmeleri halinde hiç bir şeyden haberleri yokmuş gibi davranmalılar. Galiba, kaçıranlara engel olmamak üzere babam gece evden ayrıldı...

Lambayı söndüler, sessizlik düştü.

Karakız karanlıkta bizim fısıldaşmamızı duyunca beni yanına yatırdı halbuki normalde ayrı uyurdum. Bunun fazlası, karşı tarafta erkek kardeşimiz Seil’i yatırdı. Yani, kötü bir tuzağa düştüğümü düşündüm. Bundan sonra uyanık Kalisa bir çare bulabilecek mi.

Yaşlı kadınlar Kaken’i kaçırmayacak olsaydı karakızın emri üzerine kapı da iç taraftan bağlanacaktı.

İşte gelin bile kaçırıldı, açık kapıdan alaca bulutlarda yüzen ayın bizlere ışığını gönderdiğini gördüm.

Bu anda baybişe anneye söyledi:

-                     Canaş, onlardan sonra kapıyı bağla!

-                     Ya ne olacak, ne düşmanlar bizi rahatsız eder? – sanki el salladı anne ve hiç kıpırdamadı. Sevgili anne, bugün Burkut’la görüşmeye karar verdiğimi hissediyor muydu?

Uyku ile yemekler düşmanlarımızdır diye demiyorlar mı? Onların zamanı gelince iznimizi sormazlar...

Kalisa’nın gelip gelmeyeceğini düşünürken uykuya daldım. Aniden bir ayağıma itişten uyandım. Birinin soğuk eli yorganın altında sıcak ayağımı sıkıyordu, sanki: sus, diye uyarıyordu. Başımı yastıktan kaldırıp kaldırmaz biri hafiften elime dokundu ve sanki: sessiz ol, şimdi gideceğiz!, diye. Kulak verdim: Karakız az horluyordu, Seil derin uykuya daldı, anne düzenli olarak nefes alıyordu.

Kalisa – oydu – ses sessizce beni ellerine aldı ve fare yakalamış kedi gibi sine sine yürüyerek evden çıkardı. Çiy düştü ve galiba sis düşüyordu çünkü bozkırın tümü grimsi pus ile kapalıydı. Kalisa beni ayağa bırakıp peşinden götürdü. Çok az sonra görüş alanımızdan yapı siluetleri ve yerle birleşen deve ile ineklerin koyu siluetleri kayboldu. Auldan bir tarafa uzaklaşıyorduk.

- Şimdi dinlenebiliriz, - diye söyledi Kalisa.

- Neredeyiz?

- Bu Tobılgı dere yarığının kenarı. – Beni yanına oturttu, kucaklayıp yavaş sesle şarkıya başladı:

Bayan-aul, bulutlar sana boşuna gelmiyor.

Biraz sabredelim ki çevremizdeki dünya uykuya dalsın.

İki aşığın arzularını bizim Allah duyar.

Parlak ayı yüzen bulutlara saklar.

-                     Şarkıda hak var!- diye fısıldadım, soğuk ile heyecandan titreyerek.

-                     Artık korkacak bir şey yok, kızım. – Kalisa omuzuma çapanını (kapitone, uzun ve geniş gömlek) atıp beni kendine doğru çekti. 

- Anatay-ay, sevgili annem, iyiliğini asla unutamam.

- Herşey sana bağlı, Bates! İtiraf edeyim ki sadece senin ile Burkut için değil, ama kendim için de gayret ediyordum. Anlıyor musun? Neden soracaksın? O zaman dinle. Bir damadın aşkı ne olduğunu bilmedim. Kendim de kimseyi sevmeden kalımı verenin karısı oldum. Aşk kelimeleri duymadım ve gerçek olduğuna bile inanmıyordum. Gerçek aşıkları görmek benim hayalimdi. Zannediyorum ki hayalim gerçek oldu, Bates. Hem sen hem Burkut birbirinizi gerçekten seviyorsunuz...

- İnan bana, anatay-ay, bu gerçektir, - alçak sesle söyledim.

- Erkejan! – Heyecanlı olduğu zaman Kalisa bana hala böyle hitap ediyordu, - bir şey sorarsam kırılmayacaksın, değil mi?

- Kırılmam, hayır...

- Sorum ne olursa olsun?

- Sorun ne olursa olsun.

- O zaman elini ver bana. Ve dinle. Eskiden: çocuklar baba evinde büyür ama ana babanın yaptıklarından haberi olmuyor, diye söylerlerdi. Senin hayatının herşeyini biliyorum. Melek gibi – sütten beyaz sudan berrak olduğundan eminim. Eğer öyleyse – git Burkut’a, git! Yanılıyorsam, Allah korusun! O zaman hem beni, hem kendini hem Burkut’u öldürürsün.

- Apacan-ay, ablam benim, nasıl yemin edeyim sana? – dargınlıktan ağladım. – Nasıl yemin edeyim?

- Sadece Burkut’un ismi üzerine, izin verirse.

- Böyle olsun!..

Ve mutluluğuma doğru gittim.

 

İFTİRA

Artık bundan sonraki hayatımı Burkut’suz düşünemiyordum ve onunla birlikte Orenburg’a gitmeye kesin karar aldım. Kalisa, yazın beraber okumaya gitme planımızı takdir etti.

-                     Bir genç kızın baba evinin ocağında taş olması diye bir şey yok dünyada, diye söylüyordu. Başka aile için doğdun... Okuldan bahsetmen doğrudur. Sebepsiz, öyle sene gitmen daha zor. Ana babanın mecburiyetten razı olduğunu düşün... Ama karşılığına kalım ödenmeyen kız varsa gelinin aulundaki gençlere hediyeler dağıtmayacak damat bulunabilir mi ki? Hem de Burkut’un babası Abutalip buna yanaşır mı? İnatçılığı kendisini saksaula (bir tür bitki) benzetiyor, onu karşı tarafa eğemezsin. Ölür ama düğüne razı olmayacak! Burada, aulda da düğün olmadan vermeyeceğiz diye konuşuyorlar. Demek ki yaşlılar senin ile Burkut’un kafaları yoracaklar!

Sert burunsalığa ne gereğiniz var? Okumaya gideceğini söyleyeceksin – o kadar. Baba ile anne bir daha engel olmaya çalışacaklar. Kendi güçleri yetmezse Kuba-eke’ye gelecekler. Fakat sen artık küçük değilsin. Razı olma! Bu günlerde birçok genç kız aullardan okumaya gidiyor. Ne ana baba, ne Kuba-eke eskisi kadar güçlü değil artık.

Ben ile Burkut Kalisa’yla bize yardım edecek üzere sözleştik. Ana babamın haberi olmadan uzun yola hazırlanmaya başladım. Bu günlerde Burkut’un onurunun kırıldığından haber yayıldı – aulumuza gelirken bindiği atı kırkmışlar. Korkarak Kalisa’ya geldim, fakat onun bundan haberi vardı ve hiç telaş belirtileri göstermiyordu. Acele ve karışık konuşmamı dinleyince beni sakinleştirmeye kalkıştı:

-                     Ya niye endişeleniyorsun? He şey iyi olacak. Artık evden gitmen daha da kolay olacak...

Kalisa’yi tam olarak anlayamadım ve ne olduğunu detaylı anlatmasını istedim.

-                     Açıkça mücadele edenin dili de keskin, diye lafı bilir misin. Bundan sonra Burkut kimseye acımaz. Burkut’un eve değil ise il meclisine gittiğini söylüyorlar. Bizim il başkanı Erkin’le arası iyidir. Burkut ona doğruyu anlatacak, polisi yardım olarak isteyip seni alacak. Yalnız direniş göstermeyi bile düşünme. Betaşarı (gelinin yüzünün açılma töreni) geçtikten sonra aulda kalamazsın, kalman kötü olur.

Kalisa kara aldığımdan emin olunca yanaklarımdan öptü beni.

 

-                     Hazır mısın, Bates?

-                     Hazırım!

-                     Öyleyse senden bir isteğim var!

-                     Söyle, cenge.

-                     Herşey yolunda olursa, Burkut en geç öbür gün, büyük ihtimalle yarın gelir. O zaman evde olmazsam daha iyi olur.

-                     Seni anlamıyorum, cenge...

-                     Kazak adetleri biliyorsun. Ayrılacağın gün evde ağlama olur. Kendi onuruna değer vererek ve sana acıyarak ana baba bir daha seni evde tutmaya çalışırlar. Senin benden sakladığın bir şeyinin olmadığını büyük candan dost olduğumu iyi biliyorlar. Belki seninle olmamı isterler. Onları dinlemek zorunda kalırım. Bundan iyi bir şey olmaz.

-                     Demek ki bir yere gitmen lazım? Değil mi, Kalisa?

Sonraki gün, öğle güneşinin yurta kubbesinin ızgarasından baktığında uyandım... Gece boyunca  derin uykuyla telaşsız uyudum ve bundan önce beni o kadar rahatsız eden baş ağrısı geçti. Kendimi gerçekten dinlenmiş hissettim. Yurtada tek başındaydım ve uzanıp yatakta keyifli keyifli rahatıma baktım. Tam kalkacakken kardeş Seil girdi. Onu o kadar seviyorum, çok seviyorum... Öz kardeşim olduğundan, bana acayip benzediğinden ve ailemizin tek oğlan olduğundan... Sekizi yaşı doldu ve seneye okula gitmeli. Tüm soyumuzdakiler gibi iri, çabuk büyüyordu, özellikle son dönemde, fakat bana eskisi gibi beşikten yeni çıkmış bebek gibi geliyordu. Onu öpmeyi ve kucaklamayı çok severdim. O da beni canı gibi severdi ve yanımda asla mızmızlanmazdı. Seil de bana yapışırdı, sık sık yatağımda uykuya dalırdı. Konuşmaya başladığı günden beri bana Bota - deve yavrusu derdi, Burkut ise ondan öğrenip bana Akbota – beyaz deve yavrusu ismini uydurdu. Seil’in Bota ve Burkut’un Akbota kelimelerinden sıcak kelime yoktu. Burkut kardeşime ne kadar bağlı olduğumu biliyordu. En son görüşmemizde gidişimizle ilgili konuştuğumuz zaman Burkut’a söyledim:

- Hiç bir şeye yazık değil, aulumuzdan kolay ayrılırım. Bir tek Seil... Onsuz zor olur. Vedalaşacağımız an bana nasıl yapışacağını düşünebilirim...

- Sen ölüme mi gidiyorsun? – diye güldü Burkut. – Kararsızlığını bırak... Kardeşin yakında okula gidecek. Şimdilik kendi aulda okusun. Sonra ise, bizim orada herşeyimiz düzenlenince hem kendimiz okuyacağız hem Seil’i yanımıza alacağız. Tamam mı, Akbota?

Burkuta olur dedim, kendi gözlerim ise yaşlıydı.

Bir daha görüşmemek üzere vedalaşmadığımı bilmeme rağmen acıma ve şefkat canımı sıkıyordu.

Tüm bu günleri insanların arasında hasretimi çekiyordum ve gizli gizli ağlıyordum. O yüzden Seil yurtaya girince sevinçle çağırdım:

-                     Gözüm benim!

Kendini sıcak ellerime attı. Kardeşimi okşadım, kendime doğru çektim ve elinde bir şey gördüm. Baktım, - bir paket çıktı, adresi okudum – bana geldi...

Oğlan mektubu kendisine postacının verdiğini söyledi.

Paketi açıp içinde karton kaplamalı büyük olmayan ve bayağı kalın kitap buldum. Cildin üzerinde: “Burkut’un Albümü” diye yazıyordu. Albüm mü? Resimlerin yapıştırıldığı albüm mü? Öyledir! Çabukça sayfaları birer birer karıştırdım ve garip fotoğraflar gözlerimin karşısında değişiyordu. Fotoğraflar yapıştırılıp numaralandırılmıştı. Onları sırayla daha dikkatle gözden geçirmeye başladım.

Birinci resim. Burkut ile Rus delikanlı genç kızlarla beraber ellerinden tutarak yürüyorlar. Kızların biri Rus diğeri Kazak. Kızlar hafif, dar ve açık elbiseler giymiş.

İkinci resim birinciyle aynı. Dördünün gülümsediği iyi görünüyor.

Üçüncü resim. Meyve bahçesi. Bir ağaç altında sanki saklambaç oynayarak Burkut ile Rus kız saklandı, sık çalılıktan ise onları izleyen Kazak kız bakıyor.

Dördüncü resim. Ya göl ya nehrin kıyısında gençler suya girmeye hazırlanıyorlar. Onların arasında Burkut dahil olmak üzere o dört kişiyi bulmak kolaydır.

Beşinci resim. Aynı kıyı. Kızlar mayo, delikanlılar erkek mayosu giymiş. Bizim aul adetlerimize göre böyle kıyafetler uygun değil. Burkut ile Rus kız bir birine şefkatle bakıyorlar. O Kazak kız ise yan tarafta üzgün ve suratı asık duruyor. Galiba kıskanıyordur.

Altıncı resim. Gençler suya girdi. Burkut ve Rus kız beraber yüzüyorlar. Gülümsüyorlar, beraber yüzmekten çok hoşlanıyorlar.

Yedinci resim. Resim kıyıda suya girmeden sonra çekildi. Delikanlılar ve kızlar kum üzerinde yatıyorlar. Onlara bakmaktan utandım! Rus kız kafasını arkaya atıp Burkut ve Rus delikanlı arasında yatıyor. Sanki: “Her yere her birinizle gidebilirim...” demek istiyormuş gibi gülümsüyor.

Sekizinci resim. Bir evde bayram. Yemekler ile şişelerle dolu masanın başında çok delikanlı ve genç kız oturuyor. Onların arasında zarif kıyafetleriyle o utançsız kız ön plana çıkıyor. Yine Burkut ve Rus delikanlı arasında oturuyor. Burkut ve delikanlı bir birine küstahça bakıyorlar. Rakip oldukları kolay anlaşılır. Ama kızın Burkut’u tercih ettiği belli: özellikle ona bakarak gülümsüyor.

Dokuzuncu resim. Nedense bu sefer kızla Rus delikanlı öpüşüyor. Burkut sinirli onlara bakıyor...

Onuncu resim. Aynı Rus kız. Karnı şişmiş, - hamile...

On birinci resim. Tek katlı uzun bina. Girişte küçük bahçe ve çiçeklik var. Giriş kapısının üstünde Arapça ve Rusça “Doğum evi” diye yazıyor.

On ikinci resim. Doğum evinin kapısı önünde ellerinde bebek tutan Burkut.  Bebek beyaz kundak beziyle sarılmış. Yanında aynı kadın ve bıyık bırakmış Rus delikanlı...

On üçüncü resim. Anlaşılır ki bebeğin kırk günü doldu. Kıvırcık saçlı ve neşelidir. Yastık üzerinde yatıyor. Burkut onunla oynuyor dikkatini çekiyor. Rus bıyıklı delikanlı ise kenarda oturuyor.

On dördüncü resim. Atlet giymiş Burkut şefkatle etli butlu oğlanın yüzüne bakıyor. Oğlan bu sefer gömlekli ve bayağı güçlendi.

Daha fazla resim yoktu. Sonunda ise güzel el yazısıyla: “Burkut mutluluğunu buldu!” diye yazılıyordu.

...Söyleyin bana, söyleyin! Bu resimler – Burkut’un hayat hikayesi değil mi? Herşey açık.

Aulumzda Burkut’la ilgili yayılan dedikodu hatırladım.

Sakıncan adında bir cıgitin Dmitrovka koyune gidip orada tanıdığı birinin evinde kalıp ta o evde gecelemeyi isteyen genç kazak delikanlıyı gördüğünü anlatıyorlardı. Sonra, şehirden tatile gelen Abeu’nun oğlu Burkut’un olduğu ortaya çıkmış. Acıktığını söyledi. Ona domuz etini önermişler ve Burkut bir fark olmadığını ve fırsat çıkarsa Hristiyan olacağını söylemiş...

Bunun yanı sıra Adılbek cıgitin şehre gidip durumunu sormak üzere Burkut’a uğradığını söylüyorlardı. Burkut kızıl saçlı Rus kızla yatıyormuş. Adılbek Burkut’un boynunda hacı görmüş. Masanın üstünde bir şişe vodka ve domuz kızartması bulunuyormuş. Tatar ev sahibi Adılbek’e söyledi ki Burkut bu kızla evlenmiş, dinini inkar etti ve dün kiliseye gitmiş.

Bunun fazlası, bu kadından Burkut’un bir çocuğunun olduğunu söylüyorlardı. Aula geldikleri zaman Burkut’un babası onları kabul etmemiş.

Burkut’un iş için bir aula gittiğini söylüyorlardı. Orada bayın bir kızını çalıp kendisiyle şehre götürmüş. Onu domuz eti yemeye ve vodka içmeye zorluyormuş. Kız vazgeçince o sarhoş olup onu çürüklere kadar dövüyormuş. Sonunda saç örgüsünü kesip kıyafetlerini alıp aula geri göndermiş.

Ayrıca, beni evine küçük karı tokal olarak almak istediğini söylüyorlardı.

Çok hikaye anlatılıyordu, Burkut hakkında bir sürü saçmalık aktarıyorlardı, ama buna hiç bir zaman inanmıyordum.

Dedikodu bir kulağıma girip diğerden çıkardı. Görüştüğümüz günlerde aulda bana anlatılanı bir kere bile söylemedim. Onu üzmek istemiyordum. Onun ne kadar dürüst ve iyi olduğundan gittikçe daha çok emin oluyordum. Artık daha akıllı oldu. Hakkında konuşulduğu gibi kötü olamazdı. Kalisa da bir defa bana:

-                     Konuşsunlar. Yalan olduğunu çok iyi biliyorsun, diye söyledi.

İşte şimdi ellerimde bu resim albümü tutuyordum. Dedikodu anımsadım. Yine kulağıma girip orada kaldı. Şimdi de onlara inanmamayı tercih ederdim ama artık yapamıyordum. Burkut’a kızdım, üzüldüm ve yaşlara boğuldum.

-                     Ne oldu, Bota? – Seil korkup beni teselli etmeye başladı.

Kardeşimi kucakladım ve ikimiz beraber ağlamaya başladık.

Böyle ne kadar oturduğumuzu bilemiyorum ama bu acı donakalmamdan beni Kaynazar’ın güçlü sesi çıkardı:

- Bize davetsiz misafir geliyorlar. Gerçek söylüyorum geliyorlar. Hem arabayla hem iki atlı. Hızlı yaklaşıyorlar... Hemen burada olurlar...

- Acaba Burkut mu? – aniden aklıma geldi. Ama ben darılıp artık sakinleştim... Kızarmış demirin ateşi gibi, soğuk suya daldırıldığı zaman, endişem hemen gitti. O an yurtaya ağlayan Karakız girdi.

- Kalk tatlım, çabuk! Giyin!

Ben çabukça giyinirken baybişe devam ediyordu:

-                     Bir atlılar geliyorlar. İktidarın adamları zannediyorum. Boşuna gelmiyorlar. Eh, Erkejan, telaşlı zamanlar. Onlarla beraber bela gelmesin! Senin için korkuyorum. Onları misafir gibi saygı göstererek karşılardık ama eğer senin için tehdit olurlarsa... Sevgilim babanı öldürme, anneye acı, bana acı. Onlarla gitme, akıllı ol gözüm. Düşmanları neşelendirme, dostları üzme. Özellikle babanı acı... Biz kendimiz seni istediğin adamla evlendiririz...

Karakız’ın ağlayıp sızlamalarını dinleyerek giyindim ve kesin söyledim:

-                     Ağlama, korkma, bir yere gitmem!

Baybişe yurtaya giren babaya sözlerimi tekrarladı:

-                     Korkma! Bizim Bates bir yere gitmez!

-                     Biliyor musun, evladım, - yaşlı gözle konuştu baba, - bugün irade senin: bizi öldürebilirsin, bize hayat bağışlayabilirsin!

Yurtanın arkasında yaylı arabanın tekerleklerinin gürültüsü ve at nallarının takırtısı duyuldu. Evimize Burkut, Erkin ve nahiye polisi girdiler. Öfke bilincimi bulandırmıştı galiba: şimdiye kadar gelenlerin benle ve babayla ne konuştuklarını hatırlayamadım. Sadece bir şey iyi biliyorum. Kesin cevap verdim: siz buradayken yurtaya dönmeyeceğim. Kendime hakim olamayınca dışarı koştum ve kendimi bir şekilde Kuba-eke’de buldum. Sahip dışında orada Sakpan ve Cuman oturuyorlardı. Galiba kurnaz Cuman herşey ustalıkla öğrendi ve Burkut’un aulumuza gelişinin sebebini anlattı.

-                     Biz burada tam düşünüyorduk: sen babalar ve dedelerin kutsal inançlarını unutup gidebilir misin ki?.. Bizimle olman ne kadar iyi! – Sakpan’ın morali çok bozuldu. – Demek ki unutmadın... Hem inançlarımız ihlal edilmemiş, hem biz mutluyuz.

Kuba-eke: “Allaha şükür”, diye mırıldayıp memnun memnun sakalını sıvazladı. Kaşlarını çekip Cumana emir verdi:

-                     Orada ne oluyor öğrensene. Onları da uyar ki evimizde onları bekleyen yok. Kapıdan ancak cesedimi çiğneyerek geçerler.

Cuman çok çabuk döndü.

Araba yurtadan uzaklaşıp nal ve tekerleklerin sesi duyulmaz olunca güçsüz yatağa düştüm. Biri yatağımın üzerindeki perdeyi  kapattı.

Ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum. Düşüncelerim sadece Burkut’la ilgiliydi. Peş peşe tüm görüşlerimiz, bozkır yolundan geçen büyük kervan gibi hatıramdan geçiyordu. Ama bir an bana öyle geldi ki yol sanki kayboldu. Dar bir patika arkasında bir uçurum olan dik kayalara geldi. Kıpırdasan düşersin. Geri dönmek de mümkün değil. Ne yapacaksın? “Öyle bir hayata gerek yok” diye gönlümde büyüyordu. Bundan sonra nasıl yaşayacağım? Tepesinden kendimi aşağıya atacağım bir kaya, boğacağım bir derin su, öldürücü zehir kendimi asacağım bir ağaç bile yok. Bir bıçak var – bıçakla boğazı kesmek çok kolay, he bir de yurtanın kubbesi var – ağacın yerine kullanılabilir.

Bunları ne kadar fazla düşündüysem o kadar hüzünlü sonuç kaçınılmaz görünüyordu. Babanın küçük yurtası bu amaca en uygun geliyordu. Çoğu zaman boş duruyor – baba sürekli yolculuk yapar ve yurtanın kapısı genellikle sadece dışarıdan bağlanmış halde.

O saba bir şeyden üzgün ve kaygılı sessiz ve asık suratlı ata binip bir yere gitti. Gündüz yurtaya girip herşeyin bana yardımcı olduğunu fark ettim: dün şiddetli rüzgar olduğundan şanrakayı -yurta kubbesinin ipi, yere bağlıyorlardı. Şimdi beni bekliyormuş gibi hazır ucu ilmikle sallanıyordu. Yüksek masa da vardı: yeter ki üzerine çık, imliği boyuna çek, sonra masayı it ve bitti!

Ama gündüz insanlar girebilir. Karanlığı beklemeye karar verdim.

Bu gece acı şansım bana gülümsedi: evdekiler büyük yurtada yattılar, küçük yurta ise yarı kapalı boşta kaldı. Az sonra horlamalar duyuldu. Bir tek ben gözlerimi kapamıyordum. Daha alacakaranlıkta esmeye başlayan rüzgar gece azdı, yurtanın koşması (halı) sarsılıp sallanıyordu. Gece sanki: sana karanlık yetmiyor mu, o zaman bunu da al!.. diye konuşuyordu bana.

Az sonra yağmur başladı ve tüm bozkır uğuldadı. Ölmeye karar vermiş olan bana doğa ta kendisi yardıma geldi. Kalkıp yatakta oturdum, evdekilerin horlamasına kulak oldum. Her zamanki gibi yanımda yatan Seil de derin uykuya daldı. Aniden Seil’i okşamak alnını koklamak istedim. Fakat uyandırmamak için kardeşimle vedalaşmaktan vazgeçtim... Karanlığın ortasında ya kova ya kumgana (Asya’da kullanılan dar ağızlı su küpü) takıldım, ama fırtına uğultusu yüzünden kimse duymadı, kimse uyanmadı... Yalınayak, başım açık, tek gömlekle sıvı çamurdan yürüyerek yurtadan sağanak yağmura çıktım. Çok üşüdüm, o kadar ölmek istiyordum ki küçük yurtaya doğru koştum. Kapıdaki çift düğümle bağlanmış ip çözülemiyordu. Kaygan, yağmurdan şişmiş sıkı düğüm parmaklarımı dinlemiyordu. Kapıyı açmak için elinden geleni yaparken parmaklarımın derisini bile çizdim. Ellerle bir şey yapamayacağımı anlayınca karışık düğüme ağzımla yapışıp ipi ısırdım.

-                     Ya, burada ne yapıyorsun?

-                     Korkup yurtadan geri çekiliverip koşmak  istedim ama Kalisa beni tanıdı:

-                     Erkejan!

Kendimi cengemin ellerine attığımı bile fark etmeden başımı göğsüne bastırdım.

-                     Canım benim, ne yapmak istiyordun?

Bir karşılık veremiyordum. Korku ve soğuktan titriyordum sadece. Kalisa beni kendine doğru çekip geniş çapanla ( Asya’da kullanılan bay ve bayan kaftanı) örttü. Beni evine götürüp sessizce kapı açıp yatağa koydu. Sonra ılık bir şeyle örttü yanımda oturup şefkatle kucakladı. Yavaş yavaş kendime gelmeye başladım.

-                     Kışı-ağa nerede, Kikım amca nerede?

-                     Kayınpederde kaldı.

-                     Ya sen ne zaman geldin?

-                     Yeni geldim. Kötü haberlerin beni beklediğini tahmin ediyordum: bala bekler gibi göz kapağım seğiriyordu. Sabaha karşı ise, ablamda kaldığım gece, garip bir rüya gördüm: ikimiz taş kuyuya su almaya geldik... Kuyunun içine baktın ve aniden düştün. Kuyunun içine kova zor zor indirdiğim zaman onu yakaladın ve su üzerine başını kaldırdın... Ben ağır yükten eğilerek seni oradan çıkaramayacağımı hissediyorum... Yardım için o kadar çağırdım ki çığlıklarımdan uyandım ve yanımda yatanları da uyandırdım... Ablama hem seni hem bu rüyamı anlattım. Ve üstüne fenalık geldiğini düşündüm. O zaman hemen çıkmaya, bayrama kalmamaya karar verdim. En başta dönüşte ana babamı ziyaret etmek istiyorduk. Ablama da söyledim bunu. Ama yola başlar başlamaz kalbimin yerinde olmadığını hissettim. Allah korusun, Bates’e kötü bir şey olmasın, diye düşündüm. Kikım’a da söyledim, - dönmeden doğru mu gitsek, acaba? Fakat Kikım adetlere kesinlikle uyar – ya onlara dün haber verdik. Bizi bekleyen insanlara uğramamak ayıp olur... Öyleyse yeğenleri al kendin git, diye cevap verdim. Benim ise yine sıtma nöbetime tutulduğumu söylersin. Dersin ki Kalisa bu yüzden ablasının evinde de kalmadı.

Yavaş yavaş kendime geldim: artık titremiyordum, kalbim sakinleşti. Kalisa’ya derdimi anlattım fakat hiç şaşırmadı.

-                     E-e, sevgilim, bir yalancı bunu bilerek ayarlamış. Bana inanabilirsin.

-                     Yalancı çok gayret edebilir ama Burkut’un da suçu var... Herşeyden vazgeçebilir mi?

-                     Ben de sana diyorum ki Burkut’la ilgili kötü bir şey yok.

Biri yaklaşıp kapının arkasında patırtı yaptı. Biz sustuk, sindik.

-                     Kalisa, e, Kalisa! – Anne Caniya’nın sesini tanıdım. Kalisa cevap verdi.

-                     Sen ne zaman geldin?

-                     Yeni geldim.

-                     Kalisa, en kötüsü oldu! Bates yok! – Anne ağladı.

Artık dayanamadım ve sesimi çıkardım:

-                     Buradayım!

- Ne duyuyorum Kalisa? – düşük sesle söyledi anne. – Gerçek mi rüya mı?

- Gerçek, gerçek. Burada bizim Bates, burada Erkejan!.. Buraya gel!..

Annemin ılık ellerini hissettim.

-                     Allaha şükür! – diye söylüyordu, beni göğsüne çekerek. – Artık ağlamayacağım, evladım benim... Tanrıya bin ve bir minnetar!..

-                     Baybişenin çocuğunu kendi çocuk ne zaman saymaya başladın? – diye espri yaptı Kalisa.

-                     Kahrolsun! – diye cevap veriyordu anne. – Kısırsa kısırdır. Bates yok görünce beni uyandıran o zaten. Kendisi bakmaya üşendi, kıpırdamadı bile. Ben her tarafı arayınca yurtaya döndüğüm zaman horluyordu artık. Tabi ki onu uyandırmadan yine Bates’i aramaya çıktım. Aniden evinin yanında deve gördüm. Demek ki Kalisa evdedir diye düşündüm... İşte sana geldim.

-                     Ben şaka olsun diye söyledim, - diye karşılık verdi Kalisa, - doğuran öz demek- doğurmayan ise sana yabancı... Bizim Bates adına canını vermeye hazırsın, bu Karakız gibi değil... Onun aşkı yapmacık, yalan... Kızımızın başına bir bela gelirse hiç acımaz...

Anne cevap olara içler çekti...

-                     Bundan sonra senden sakladığımız bir şey olmayınca, - ve Kalisa benimle ilgili herşeyi anneye anlattı. Ufak Seil meğer bazı şeyler anlatmış. Baybişe bu dedikodu ve albümün benle Burkut’u ayırdığına çok sevindi. Resimlere bakmak için tüm evi aradı, fakat onları hiç kimsenin bilmediği yere sakladım.

Anne, bunun hepsinin bir kötü dedikoducunun işi diye Kalisa’nın fikrine katıldı. İkisi de bana tavsiyede bulundu: Burkut daha ayrılmadıysa onu bulup bu resimlerin ne olduğunu sormak gerekir. Eğer Burkut auldan gittiyse ne yapacağım?

-                     Bates onu yetişmeli, - Kalisa ısrar ediyordu.

-                     Bir kızın cıgiti yetişmesi ayıp değil mi?, - diye şüphelendi anne.

-                     Ne var bunda ayıp! – diye söyledi Kalisa. – Eğer gerçekten bir birini seviyorlarsa kız cıgitini arasın!.. Veya cıgit kızı arasın!.. Özellikle eğer iyi bir çiftse!

-                     Ne düşünüyorsun, Burkut dönüp bakmadan gitti mi?

-                     Böyle söyleyebilirim: gerçek cıgittir, katı karakteri var. Ama her halde yakın zamanda ondan haber gelir... Belki kendisi de gelir.

Hem anne hem Kalisa bunu tahmin ediyorlardı. Ama onlar ne icat edebilirlerdi ki? Onları ayırmak üzere iki aşıkların arasında düşmanlık ateşini yakmaya çalışan gönlü kara dedikoducudan intikamlarını nasıl alabilirler...

“Ama bu alçak adam kim?” sorusunu devamlı kendi kendime sorup cevap bulamıyordum.

Bu gece iyi uyudum. Biri usulcacık beni uyandırdı. Yurtanın tavanı sıkıca koşmayla kapalı. Alacakaranlıkta zor zor Kalisa’yı tanıdım.

-                     Geç mi oldu?

-                     Öğle vakti geliyor. İyi uyuman için bilerek koşmayı açmadım. Şimdi de uyandırmazdım ama adamlar geliyor... Galiba nahiye başkanı – Erkin!.. Başka kimsenin böyle arabası ve atı yok. Bir de hızlı evimize doğru geliyorlar.

-                     Ceneşe, ya perdeyi kapatırsan? – dünkü heyecanın geri döndüğünü hissederek rica ettim.

-                     Demek ki saklanmak istiyorsun. Neden?

-                     Peki eğer onlara çıkarsam?

-                     Artık bilemiyorum, - Kalisa şüphelenmeye başladı. – Aslında istediğin gibi olsun, perde kapatacağım. Yalnız sen giyin ve hazır ol. İlk önce Erkin olduğundan emin olmak lazım. Sonra çıkmak veya çıkmamak kararını verirsin. Duydun mu, araba yaklaşıyor... Gidip koşmayı söker ve gelenleri karşılayayım...

Kalisa koşmayı çekip çıkardı ve parlak güneş ışınları ızgaralı perdeler üzerinden düştü. Heyecandan kendime bir yer bulamıyordum. Erkin tek mı geldi yoksa yanında Burkut ta var? – diye düşünüyordum. – Niye geldiler?

Araba yurtanın yanına geldi.

-                     Ya, Kalisa-cenge, iyi misin? – Erkin’in güçlü sesini tanıdım. Auldaki kadınların arasında erkeklerin selamına düşük sesle fısıldayarak yanıt verme adedi var. Galiba Kalisa bu adete uyuyordu çünkü selam söylediğini duyamadım.

-                     Koşmayı daha yeni mi açtın? – masum espri yapıyordu Erkin.

-                     Uzun uyumak istedim...- diye yanıtladı Kalisa, - daha sabaha karşı yolculuktan döndüm...

-                     Yolculuğa gittiğini duyduk. Ve buna çok üzüldük... Özellikle Burkut. Kalbim sık sık atmaya başladı. Kulak kabarttım: ya o buradaysa!

-                     Kalanı evde konuşalım, - diye öneride bulundu Kalisa. Adımlardan iki üç misafirin olduğunu anladım.

Diğerler kim?.. Belki aralarında Burkut var? – umuduyla perde arkasından baktım. Fakat o yoktu!.. Gitmiş midir? Bu fikir kafamı öyle döndürdü ki zor zor yatağa kadar yürüyebildim.

-                     Perde arkasında içler çeken kim?, - diye espri yaptı Erkin ve tor – şerefli yere rahat oturdu, - yoksa Kikım mı yatıyor orada?

-                     Perde arkasında öğle vaktine kadar niye yatsın ki? – Erkin’in tonuyla cevaplıyordu Kalisa. – Yeni evlenmiş mi ki?

-                     Orada kim var o zaman?

-                     Öyle, çocuklar!..

-                     Neyse, Kalisa! Acelemiz var... Kumısın var mı? Tadına bakıp gideceğiz.

-                     Ne aceleniz var?

-                     Bir acil işimiz var, aullara gitmek gerek. Bir husus olmasa sana uğramazdım.

-                     Acelenizi bırakırsanız gününüz doğar mı? – diye küstü Kalisa. – Öyle bir şey olmadı ki atı o kadar kamçılıyorsunuz?.. Darılmaca yok ama eskisinden sıkıca bayları sıkıştırmak için diğer araçlar bulunacak. Her halde sizden kaçamazlar. Onları bir saat geç sıkıştırırsınız. Bu bir saati ise burada kalırsınız. Sen Erkin uzun zamandır gelmiyorsun bu eve. Üzüm kadar tatlı kuru etten var. Bu eti aniden gelirsen senin için sakladım. Atlarınızın teri kuruyana kadar et pişmiş olur. Yalnız kusuruma bakmayın- kumıs tadından emin değilim. Yolculuktaydım ya. Ve bu kumıs diğer evden. Orada başka üslü yaparlar. Daha iyi koyu kızıl çay yapayım. Güzel kokulu koyu çay. Değerli tilki kürkü gibi renk oynar!

-                     Tartışacak kimse yok, iyi yemek yaparsın, - diye cevap veriyordu Erkin. – Bu evdeki çay diğer sahibin verdiği etten aşağı kalmaz. Ama işimin acil olduğu da gerçek. İkramla ilgili biraz beklemek zorundayız... Bir sonraki gelişimde...

-                     Ya olmaz böyle. Cıgitlerin atlarının koşumunu çıkarmalarını isteyeceğim ve o kadar. Benle kavga edecek halin yok. İstediğiniz kadar konuşun ama onur konukları için saklanmış etin tadına bakmadan sizi serbest bırakmayacağım.

-                     Lanet olsun, senle işimiz zor, - diye içler çekti Erkin.

-                     Baş eğmekten başka çaremiz yok, - Erkin’in yoldaşlarından biri ilk razı oldu, - cengenin karakteri güçlü. İkramından vazgeçip te sopasını tatmamız çok kötü olur. En iyisi kalalım.

-                     Yalnız usun değil, uzun değil! – diye cevaplıyordu Erkin.

-                     Demiştim ya, bir saatliğe kalacaksınız. Belki daha hızlı hazırlarım.

-                     Hadi cıgitler, hızlı olun, atların koşumlarını çıkarın, az kuruyunca da otlamaya bırakın!..

-                     Duydun mu? – düşük sesle konuştu Erkin, - kocanın küçük kız kardeşi tüm işi bozdu! Çocukluktan seviyorum dediği cıgitin yüzüne tükürdü. Öyle yaptı ki o artık hiç dönmeyebilir.

-                     Ya nerede o?

-                     Gitti...

Evet, Burkut’a kızdım, resim defterine inandım ama buna rağmen onu seviyordum. Demek ki o gitti ve yapacak bir şey yok. Yüzümü yastığa gömüp tekrar ağladım. Hıçkırıklarımı hem Kalisa hem Erkin duydular.

-                     Bu... sadece...bir rahatsız çocuk, - lafını şaşarak ama yapay ilgisizlikle cevaplıyordu Kalisa. – Ya Burkut nereye gitti?

-                     Nereye nereye?.. Okumaya!! Bu soruları niye soruyorsun ki. Rusların bir lafı var: “Zorla güzellik olmaz”. Sevgilisi kendisi ilişki kestiyse o ne yapabilir ki... Burada polis yardımcı olmaz... Umudunu kaybetti. Ona inanmıyor. Daha fazla da bekleyemez!

-                     Gidip te bir şey söylemedi mi?

-                     Bir mektup bıraktı bana. Bu aulda işim olursa getirmemi istedi. Mektup sevgilisi için. Ne hakkında bilemiyorum. Sırf bu mektup için yoldan döndüm ve şu an sende oturuyorum.

-                     Erkejan! – sevinçli sevinçli çağırdı Kalisa.

-                     Ee! – diye cavap verdim...

-                     Hadi buraya gel, kimseden korkma!

Ben sığınağımdan çıkınca Erkin dikkatli dikkatli ve kötü bana bakıyordu: “Ha, bu rahatsız çocuk kim anlaşıldı...”

-                     Ona mektubu ver, - diyerek bana gösterdi Kalisa.

Olmayacak bir şey gerçek olduğu zaman insan aklını kaçırabilir. Bu veya başka nedenle hiç utanmadan kararlı biçimde Erkin’e yaklaştım. O mektubu koynundan çıkarıp bana uzattı. Ben ise sanki fikrinden caymasından korkarak zarfı ellerinden kaptım. Kalisa’ya bu davranışım galiba ayıp geldi. Erkin’e çaktırmadan şaşkınlık ve ayıplama işareti olarak bana kızgınlıkla bakıp işaret parmağını sol yanağından çekti.

Sığınağıma perde arkasına mektubu okumak üzere çıkmak istiyordum.

-                     Benden ile Erkin’den saklanmak mı istiyorsun? Bizi kim zannediyorsun? Mektupta ayıp

küfürler olmayacak. Kalanı, neyse, bize yüksek sesle okuyabilirsin!

Bu sözlerle Kalisa perdeyi çekti ben şaşkın şaşkın durdum. Yurtanın içinde saklayacağım yer kalmadı.

-                     Hadi oku! – diye emretti Kalisa.

-                     Şöyle yap, canım, - yumuşak sesle katıldı Erkin, - önce içinden hızlıca oku, içinde ayıp bir şey olmadığından emin olunca yüksek sesle oku!

Zarfı açıp iki taraftan yazılı kağıdı hızlıca okudum. Burkut’un mektubunda insanlardan, özellikle dostça Kalisa ve Erkin’den, saklanacak bir şey olmadığını anladım. Ama mektubu okuyacak gücüm yetmedi.

Ta başında göz yaşlarına boğulurdum – göz yaşlarım dökülmek üzereydi. Kalan gücümü toparlayıp Erkin’e mektubu geri vererek zor zor:

-                     Agatay, siz okuyunuz!... – diye söyleyebildim.

Erkin tarafından yüksek sesle okunan mektubun sözleri kabaca şunlar idi:

“Bates!

Yaz döneminde, tüm hayatımın çiçekleri çiçeklendiği zaman, aşk denilen berrak ve sakin okyanustan keyifle yüzüyordum. Rüzgar yoktu, gök gürültüsü ile yıldırımla yağmur sakırdamıyordu. Aniden bir yerden kalkan acımasız dalga başımı kapladı ve ben boğuldum. Kazeken dediği gibi buz parçasına çarpan balık gibi sersemletildiğim gün geldi. Ama bil: sana karşı vicdanım rahat, üzerinde bir leke bile yoktur. Benim canımı o kadar acıttığına şaşırdım. Kazaklar: “Rüzgar yokken – ot sallanmaz” derler. Galiba buna bir sebebin vardı. Ve bunu konuşup bir birimizi anlamamız gerekiyordu. Sen kapıyı çarptın, kendin gittin. Gitmemem gerekiyordu, geri dönmem, sana gelmem gerekiyordu... Ama içimde çıkan utanç bunu yapmama izin vermedi. Gerekçen varsa beni öldürseydin daha iyi... Herşey açık niye anlatmadın? Bana inancın kalmamış olabilir, bu anlatamaz mıydın?.. Zorla aşk olur mu? İki tarafı eşit olmayan aşka kimin ihtiyacı var ki?.. O zaman düşünüyordum: ona karşı bir suçum yok, önünde neden diz çökeyim? Öfkeye kapılmış arabaya binip gittiğimi kendim bile fark etmedim. Şimdi uzaktayım. Hala ayırmamızın sebeplerini ve davranışına bir özür bulamıyorum. Daha ne yapabilirim? Sana geri dönmeli miyim? Ben dönüp benimle konuşmak istemezsen? Benim için çift ölüm olur. Birimizin böyle bir hayata ihtiyacı var mı?

Bunun hepsini düşününce şehre gidip okumaya devam etmeye karar verdim. Kendimi, senin koyduğun tüm denemelerden geçen bir adam düşünüyorum. Seni de öyle sanıyordum ama kritik an yemininden vazgeçtin. Aşk iki kişiden ikisini bağlar ve bozmaya çalıştığın yemini yerine getirmelisin. Bunun için ne yapılması gerektiğini söyleyemem. Kendin iyice düşün ve gerçekten canıyla seni merak eden dostlarına akıl danış!.. Özellikle Kalisa yardım etmeli!.. En son gelişimde evde olmaması beni şaşırdı!.. Aramızda düşmanlık ateşini yakan biri varsa onun olmadığından eminim! Fakat, Kalisa’nın bizim için telaşlı dönemde misafirliğe gittiğini çok merak ediyorum!..”

- Keşke böyle bir şey olabileceğini bilseydim! – diye ağladı Kalisa.

- Dur cengey, sonuna okumama izin ver, - sitemli sitemli başını sağladı Erkin ve okumaya devam etti:

“...Kalisa’yı kendin tanıyorsun, Bates! Tamamen güvendiğim bir kişi daha var – Erkin Ercanov. Ona aıl danışmak istersen zannediyorum ne tecrübesine ne kalbine acır.

Canının tümü temiz olan senin Boken”.

Bu iki kelime – “senin Boken”, bir daha dönmemek üzere giden zannettiğim mutluluğu bana geri veriyordu... Ölümden hayata döndüm, sönüp tekrar yanmaya başladım. Hayat göğümde asan bulutlar dağıldı, güneş çıktı ve Burkut’un söylediği gibi parlak yazındaki gibi tüm çiçeklerim yeniden çiçeklendi...

Kalisa sevincimi paylaşıyordu. Kadın sezgisiyle Erkin’in diğerlerden fazla yardım edebileceğini anlayıp ona sordu:

-                     Canım benim! Onlar boşuna acı çekiyorlar. Onların çekişmeleri yel yanığı yüzü üzerindeki sivilcelere benzer. Baksının (Asya’da şaman) ilk büyüsünden sonra yok olur. Yeter ki Burkut ile Bates yüze yüze karşılaşsınlar – hemen bir birini anlarlar. Bu görüşme için ne yapabiliriz?

-                     Ben de bunu çok düşündüm, cengey. Fakat herkes istediği kişi sever... Aşkın içine kimse karışmamalı.

-                     Doğrudur, - diye yanıtlıyordu Kalisa, - iki kişinin kalplerini bağlayabilecek biri var mı ki. Fakar birleşmenin peşinde olan ve beceremeyen bir sürü kalp var... Sonuçta kendi iradelerinin tersine karşı taraflara giderler... Genellikle mutsuz denilen aşıklar değil mi onlar? Birleşmelerine engel olan insanlar da var. Ayrıca, beraber olmalarına yardım edecekler de var. Haklı mıyım?

- Haklısın, cengey! – Erkin keyiften güldü bile, - bazen akın kadar belagatli biçimde konuşuyorsunuz...

Kalisa’ya Erkin’in sözleri alay gibi geldi:

- Burada güzel laf yarışmasını yapacak halimiz yok, canım. Başka bir şey düşünüyorum. İli aşığımızı kimin ayırdığını öğrenmemiz lazım, ya onlar gerçekten bir birini seviyorlar... – Ve Kalisa resimli albümü anlattı.

- Demek öyle! – deyip Erkin düşünceye daldı.

Kalisa Burkut’un aula çağırılmasını öğrendi, fakat Erkin razı olmadı.

- Ne yapacağız o zaman?

Kalisa dikkatle Erkejanov’a bakıyordu, o da bana:

-                     Bence, burada olan bitenden sonra kız aulda kalmamalı. Okumaya gitmesi gerekir.

Bu tavsiye benim hoşuma gitti. Yalnız nereye bilmiyordum. Burkut’un peşinde Orenburg’a gidemem. Çözüm yine Erkin buldu:

-                     Önce Kırmızı yurtaya gideceksin. Orada şimdi nahiye kurumları da var.

-                     Kırmızı yurta? Ne o?

-                     Albiya Can-gildin’ın Kırmızı kervanını rastladın mı? Geçen yıl bu memleketten geçti..

-                     Gördüm... Kervan birkaç gün bizim aulda da kaldı... Hem aç olanlara ekmek ve etle yardım ediyordu, hem öksüzleri okumaya gönderiyordu, hem rençperleri bayların köleliğinden kurtarıyordu. Kervanda bir dükkanın bile olduğunu hatırlıyorum – oradan malı yoksullara satıyorlardı... Sanatçı ve konuşmacılar söz alıyordu... Sovyet iktidarını anlatıp hükümlerini açıklıyorlardı...

-                     İşte Kalisa, bahsettiğimiz Kırmızı yurta Kırmızı kervanla aynı amaca hizmet eder, - diye açıkladı Erkin. – Tabi ki fark ta var. Artık aç olanlar yok o yüzden yurtada besin maddeleri de yok. Aullarda mallar var ve yurta ticaret yapmıyor. Kalanlar Kırmızı kervanındaki gibi. Yurtanın yöneticisi bayan – Asiya Bektasova.

Kalisa’yla tek ses olarak güvensizlikle ve hayranlıkla dolu: - Bayan mı?! – diye haykırdık.

-                     Evet, bayan! – diye teyit etti Erkin. – Daha dün gündelik işten başka bir şey bilmeyen Kazak kadınlardan artık devlet işleriyle uğraşanlar çıkıyor. Gerçi Asiya auldan değil – Kazalinsk (Kazakistan’da şehir) işçinin kızıdır. Çocukken az Rusça yazmayı okumuş. Hayatı hiç kolay değilmiş ama güzel ve mevzun genç kız büyümüş. Bayların biri güzelliğine tamah etmiş ve küçük eşini – tokal olarak almak istemiş. Böyle olacaktı ama tam o dönemde devrim meydana geldi. Kızın bir çok şeye gözleri açılmış. Kızıllara katılıp memleketinde Sovyet iktidarını kurmaya katkıda bulunmuş. Sovyet iktidarı kazanınca da Taşkent’e gidip yıllık kurslara girmiş. Orada kendisine yeni Sovyet yasaları öğretmişler ve o önce sorgu yargıcı sonra yargıç olarak çalışmış. Az önce Kazakistan’ın Yüksek Mahkeme kurulu üyesi olmuş. İşte oradan onu Kırmızı yurtaları yönetmeye göndermişler...

Ben ile Kalisa kulaklarımıza inanamıyorduk... Basit Kazak kadınların devlet eylemcisinin olmaları bizi o kadar şaşırttı.

O arada Erkin devam ediyordu:

-                     Kırmızı yurta çalışıyordur. Ve kadınların serbestliği için cesaretler mücadele ediyor. Kırmızı yurtaya kalım karşılığına satılan kızların, sevilmeyenlerle zorla evlendirilen kadınların, küçük karı tokalların şikayetleri akıyor. Kırmızı yurtaya babalar ve kocalar çağırılıyor ve şikayetçiler özgürlüğe kavuşuyor.

-                     Sahipler de karı kızları serbest bırakıyor mu? – diye sordu Kalisa güvensizlikle.

-                     Onlara izin verilirse tabi ki bırakmazlar. Fakat yasadan güçlü değiller. Karşı çıkmaları halinde kadınların yardımına polis gönderiliyor.

-                     Herkese polis gönderebilirler mi?

-                     Yeterince polis var. Sarıkop’ta polis kurmayı bulunuyor. Başkanı – Nayzabek Samarkanov. Onun kırka kadar polisi var – çevredeki tüm kadınları bayağı güvenilebilir korumadır.

-                     Neyse, biz sadetten ayrıldık, - dedi Erkin, - esas konumuza dönelim – Bates’in okumaya gitmesine nasıl yardım edebiliriz?..

-                     Keşke baba ile anne izin verirlerse, - diye içler çekti Kalisa.

-                     Sadece onları iradesi olsa tabi ki izin vermezlerdi, - diye konuştu Erkin. – Fakat, artık kızın aklı yerindeyse, bence, ana babanın izni almak zorunda değildir. Herşey açık söylemek lazım. Burkut’la görüşmeleri hakkında milletin konuşmalarının başlaması iyi değil. Şimdi, bu konuşmaları susturma imkanı yokken evde oturmasının ne anlamı var?

-                     Tabi, bunda iyi bir şey yok! – Bana öyle geldi ki Kalisa bile beni incitmek istiyor.  – Bates evde kalamaz – herkese göz lekesi misafir olur. En iyisi gitmesi olur... Söylemek istediğim bir şey daha var: madem ki sırları anlatmaya başladık, herşey konusunda şimdi anlaşalım.

Ve Kalisa gece başıma gelenleri Erkin’e anlattı.

-                     Şimdi, Burkut’un mektubu varken ölmeye gerek yok! – söyleyip Erkin, elinden bırakmadığı zarfı kaldırıp indirdi.

-                     Bence doğrudur! – diye kabul etti Kalisa.

-                     O zaman, - Erkin tavsiye etti. – Okumaya git. Eğitim gözlerini açar, doğru yaşamana yardım eder, aşk konusunda ise kalbin sana yolu buldurur. Nasıl? Cesaret edebildin mi?

-                     Zannediyorum cesaret etti, - benden önce Kalisa söyledi.

-                     Öyleyse Kırmızı yurtaya başvurmak gerekir, - diye ısrar ediyordu Erkin.

-                     Şimdi polisi konuştuk ya, - diye hatırlattı Kalisa, - boşuna konuşmadık. Baba ve Karakız, özellikle Karakız gitmene kolay kolay izin vermezler. Sadece kavga ve skandal olmayacak. İş dövüşe de gelebilir. Buna dayanabilir misin?

-                     Dayanırım, - diye cevapladım.

-                     Yılmamaz mısın, sözünden vazgeçmez misin? – diye tekrar sordu Kalisa.

-                     Yılmam, vazgeçmem!

-                     O zaman dilekçeni yaz canım, - diyerek Erkin kalktı.

-                     Sen yazmasına yardım etmez misin? – diye durdurdu Kalisa.

-                     Ne yardım edeceğim, Yazsın bir şekilde...

Ve Erkin, önerilen ikramı, kuru eti ve tilkinin kürkü gibi renk oynayan koyu çayı unutup çıktı.

Kalisa hala kararlı olmamdan şüpheleniyordu fakat onu kararın verildiğine inandırdım.

-                     Öyleyse, sana iyi yolculuklar dilerim!..

Kazak adete göre Kalisa’ya “Böyle olsun” diye cevaplamam gerekiyordu. Fakat bu sözleri söylemedim. Bir de yüksek sesle bunu söylemenin ne gereği var. Öz aulumdan ayrılmaya karar vermiş olabilirim ama yolculuğumun iyi olacağını kim söyleyebilir?

Kalbimde yuvalanan şüpheleri alt ederek dilekçe yazmaya başladım. Ufacık bir kağıt yaprağı! Beni belirsizliğe götürecekti!

Bana ne olduğunu anlayıp gözleri yaşaran Kalisa  yurtadan çıktı.

 

İYİ AKIL HOCALARIM

Eski atasözü: “Mutluluk, kavganın yuvalandığı yerden ayrılır”, - bu sefer de haklı çıktı. Kara oldu evimiz. Daha önce de sert, geçimsiz huyundan bilinen Karakız baybişe tüm ev halkına yılan gibi kızgırıyordu. Sebepsiz takılıyordu ve herkesle kavga ediyordu. Son yıllarda çekingenlikle vedalaşan ve sık sık sesini yükselten annem yine suskun oldu. Baybişe öfkeyle bağırdığı zaman hatta ağır koluyla çarptığı zaman annem sağır dilsiz gibi ilgisiz kalıyordu ki dertlerim onu o kadar etkilemiş. Artı, gitmeye karar verdiğimi Kalisa’dan duymuştur. Her neyse, çok üzgün ve zayıf oldu. Bazen bire bir kaldığımız zaman gözleri göz yaşlarından kuruyamıyordu, baharda genellikle evde kalan baba, ailenin içinde olan şeylere artık göz kapıyordu ve bir yere gitmek üzere bahaneler arıyordu. En çok, bir kara dini işlerinden suçlanıp hapishaneye düşen Konır-koca kardeşini görmesi gerek diye bahane kullanıyordu. Baba, galiba, küçük yurtada kendimi asmak istediğimi öğrenmiş; diğer sırlarım ve okumaya gitme kararım da ona gizli kalmamıştır. Öbür gün, Erkin dilekçemi götürdükten sonra, baba eve uğradı ve gecelemeden tekrar yola çıktı. Genellikle yolculuğa gitmeden önce beni okşuyordu, alnımı kokluyordu, fakat bu defa bir kere bile kızına göz atmadı.

Geçmişte, aramızda bir geçimsizlik yokken, evimiz misafirlerden boş kalmazdı – hem bizim aulumuzdakiler hem diğer uzak aullardan gelenler. Şimdi onları sanki rüzgar silip götürmüş ve komşularımız bile evimizin, bulaştırılmış gibi, yanından geçiyorlardı.

Eskiden evdekiler kendilerine bir iş bulurlardı, espri yaparlardı ve gece yarısından önce yatmazlardı. Bu günlerde ise ev sessiz ve hüzünlü oldu ve her birimiz daha akşamın alacakaranlığında yatıyordu. Jütün yedi kardeşi var diye doğru söylüyorlar. Korkunun gözleri büyük olabilir ama çok iyi hatırlıyorum ki ulumuzda bu günlerde olduğu gibi hiç bir zaman köpekler o kadar ulumazdı, hayvanlar o kadar tedirgin olmazdı. Rahatsız uykudan, ağır düşüncelerden bütün yakınlarım uyuşuk, uykulu ve sinirli dolaşırlardı. Eskiden altın beşik gibi bana düşsel ve şirin gelen baba evim de içinden mümkün olduğunca hızlı kaçmak istediğim mezara benziyordu.

Bir gün de akşam yemeğimizden vazgeçip lamba yakmadan yataklarımıza yattığımız zaman auldaki köpekler benzersiz kötü ulumaya başladı. “O kadar niye havlıyorlar” – diye düşündüm ve gerilerek kulak kabarttım. Havlama içinden tarafımıza çok hızlı yaklaşan atların sesini duydum. Kalbim oynadı: benim için mi geldiler?

Karakız da atların seslerine kulak veriyordu. Atlılar aula yaklaşınca yarım kalkıp korkarak:

-                     Allah, kim olabilir?! diye söyledi.

Her zamanki gibi eşiğin yanında yatan anne de heyecanlandı. Bir söz çıkarmadan ızgaranın üzerinde asan “yarasa” lambasının olduğu yurta köşesine gidip lambayı yaktı. Hepimiz, çılgınca havlayan köpeklerin ortasında yurtanın önünde birkaç atlının durduğunu iyi duyuyorduk. Atlardan inip yavaş sesle konuşuyorlardı. Kötü haberleri önceden sezerek Karakız beni sıkı göğsüne bastırdı. Kemiklerim çıtırdayacak kadar sert elleri beni şiddetle sardı ve içimdeki herşey alt üst oldu. Böyle kucağından soluğum tutuldu.

-                     Uf, Karakız, öldüreceksin beni! – diye yalvardım.

Aydınlanmış yurtaya hemen on kişiye kadar girdi.

Onların arasında nahiye polis kurmayının başkanı olan Nayzabek Samarkanov’u, yardımcı polis Nurbek Kasımov’u ve nahiye yoksullar birliğinin başkanı Saktagan Sagımbayev’i tanıdım. Diğerleri tanımıyordum.

-                     Baybişe- çocuğu giydirin! – Karakız’a neredeyse emretti Nayzabek.

-                     Hangi çocuğu? – Karakız kıpırdamadı bile.

-                     Şu an kucakladığın genç kızı.

-                     Bunu niye yapayım?

-           Bizimle beraber Kırmızı yurtaya gidecek.

-                     Sizin bu Kırmızı yurtanın ne olduğunu bile bilemiyorum!

-                     Orada kazak kadınlar özgürlüğü elde eder! – gururla anlattı Saktagan.

-                     Benim çocuğumla ne alakası var?

-                     Onu okumaya çağırıyorlar, - diye cevap veriyordu polis Nurbek.

-                     Ya, sanki okumaya zorlayan yasa var, - diye direniyordu Karakız.

-                     Bırakın konuşmayı, - sertçe söyledi Nayzabek, - bizim yüksek makamımızın görevi üzerine geldik. Ayrıca, ellerimizde kızının dilekçesi de var. Orada açık açık okumak istediğini yazıyor.

-                     Bir şey yazdın mı ki, Botaş? – diye sordu baybişe.

Bir cevap vermedim.

-                     Susması “hayır” anlamına gelmiyor, - diye söyledi Nayzabek. – Bir de nasıl inkar edebilir? Kendisinin yazdığı dilekçe cebimdedir.

-                     Öyle olsun! – diye yanıt verdi Karakız. – Yazılmış olsun, gene izin vermem.

-                     Neden öyle?

-                     Benimdir!.. Babası evde yok. Yarın ya da sonraki gün gelir, istediği yere kendisi götürür. Çocuğumu gökle lanetlenmiş insanlara emanet bırakamam... Bozkırdan koşuşup aullara baskın yapıyorlar...

Yurtaya komşular girip baybişeye destek vererek ses çıkarmaya başladılar.

-                     Susun! – diye bağırdı Saktagan, - iktidarı mı mağlup etmek istiyorsunuz? Yasaya karşı çıkacak gücünüz var mı? Niye telaşa düşüyorsunuz? Ölüme gitmiyor, ona kötü bir şey isteyen yok. Bates’i Kırmızı yurtaya götürecekler, ne direniyorsunuz?

-                     Nasıl direnmeyelim? – sesini çıkardı küçük Kışı-aga.

-                     Karışma! – diye söyleyip iri Kalisa zavallı ufaklığı omuzlarından tutup dışarı çıkardı.

-                     Nasıl olsa vermem! – beni ellerinde sıkarak söyledi Karakız.

-                     Vermez misin? – o zaman Nurbek ısrarla beni kendine doğru çekti. – Bırak diyorum!

Fakat baybişenin sağlam ellerini açmak o kadar kolay değilmiş. Acıdan haykırdım bile. Bu an yardımıma anne geldi. Karakız’a bağırıp onu dirseklerinden şiddetle tuttu. Fakat ağır baybişe toprağa gömülmüş taş gibi direniyordu. Canı sıkılmış anne kendini kabeceye – yiyecek sandığına attı ve uzun bıçağı aldı:

-                     Ellerini keseceğim şimdi.

Tehdit onu etkiledi. Karakız beni serbest bıraktı ve ben ilk adımı atar atmaz yere düştüm. Nurbek kalkmama yardım etti. Baybişe ise, büyük ihtimalle taklit yaparak ağır nefes alarak yatağa düştü ve bayılmış gibi gözleri kaldırdı. Auldan bazı yaşlı kadınlar kafasını ovmaya başladılar.

-                     İnatçılığın bir faydası olmaz, - Kalisa kararlılıkla bana yaklaştı ve hayret hayret bakanları iteleyip kakalayarak yol açtı. – Bizim Bates’i giydirme zamanı geldi.

Yolculuğa hazırlanmış elbiselerimi nereye koyduğumu biliyordu ve çocuğa gibi giyinmeme yardım etti. Heyecandan zayıf düşecektim ve ona karşı bir şey söylemiyordum.

-                     İşte, herşey hazır, - Kalisa bana baktı.

-                     Gidelim o zaman! – Nayzabek bana ve yoldaşlarına başvurdu.

Herkes çıkışa doğru yürüdü. Ben de Nurbek’e yaslanarak baba yurtasını terk ettim.

-                     Sen Bates, at üstünde gitmek zorundasın, atın hazır, bir araba bulamadık, - sanki özür dilerek söyledi Nayzabek.

Kalisa, ayrılırken adedin öngördüğü şarkı çağıracaktı fakat anne sesini kesti.

AT

-Sus, lütfen, sakın bağırma, kızın üzerine belâ çekeceksin! Kız inandığı yola gidiyor! Sana da, canım, uğurlar olsun! – diye beni alnımdan öpüp ekledi – Kalisa isterse seni beraber uğurlarız, istemezse yalnız gelirim…

Kalisa:

-Hayır, ben… ben… hiçbir yere gitmem! – diye gözyaşları içinde söyledi.

-Neden ki?

-Bates'in yüzünde mutluluk görmeyi çok umuyordum… - diye Kalisa içini çekerek çabukça söyledi- Ve işte ümidim kayboluyor… Etrafımda sis… Siyah bir sis…

Kalisa bunalıyordu… Biri elinden tutuyor, diğeri onu sakinleşiriyordu… Gitmek lâzımdı.

Ata nasıl bindiğimi hatırlamıyorum. “Hadi, gidelim” diyen bir ses hayal meyal bir şekilde kulağıma geldi. Hatırladığım kadarıyla yoldaşlarımdan biri dizgini eline almış, diğeri ise eyerde daha güvenli oturayım diye beni hafifçe kucaklamıştı.

Öyle bir geleneğimiz var… İnsan kendini kötü hissettiğinde, bayıldığında yüzüne su serpilir. Ondan sonra insan kendini daha iyi hissetmeye başlar. Ben yarı baygın bir halde gidiyordum ve biri beni tutmasaydı eyerden düşerdim. O zaman benim öz bozkırım ve doğa bana acıdı. Kısa süren yağmurun soğuk damlaları yüzüme düştü ve çok geçmeden kendimi daha taze, daha dinlenmiş, derin bir rüyadan uyanmış gibi hissettim. Kuvvetim geri geldi ve beni tutan yol arkadaşımın elini bıraktım. Altımda bir eyer olduğunu anlayıp dizginleri elime aldım.

Ama yoldaşım bir türlü vermiyordu.

-Bırak! – diye dizginleri kendime doğru çekip ısrarla tekrarlıyordum.

-Bırak artık! – diye soldaki atlı söyledi.

-Ya kaçarsa?

-İsterse kaçsın. Onu zorla götürmüyoruz zaten. Atının dizginlerini ne diye tutalım? Kendisi dilekçe verdi, şimdi de kendi başına gitsin. Sözlerinden vazgeçerse de şu an bile evine dönebilir!

Dizginleri elime aldım ve eyerde doğrulup yoldaşlarıma sordum:

-Kamçıyı neden bana vermediniz?

-Evet, bir tatsızlık çıktı – diye beni az önce tutan yoldaş kamçısını bana uzattı. Gözlerim artık karanlığa alıştığı için Nurbek'i tanıyabildim. Solumdan giden ise Nayzabek'ti.

-Ya ileriden giden kim? – diye yüksek sesle sordum.

-Benim, Saktagan! – diye bölge başkanımız cevap verdi.

At hafif yağmurdan sertleşmiş yolda uysalca gidiyordu. O zaman Turgay bozkırındaki bu gecenin tarifsiz güzelliğini farketmeye başladım. Göğün temiz ve yıldızlı olan güney tarafını,  kenarları yarı saydam muslinle süslenmiş gibi ince, saçak bulutlar gölgeliyordu. Kuzey tarafı ise siyah bulutlarla kaplıydı. Orada zaman zaman kırmızı kamçının vuruşlarına benzeyen şimşekler çakıyordu. Bulutlar arasında ayın beyaz, keskin ve parlak yarım dairesi yüzüyordu… Muhteşem bozkır kokularıyla dolu bir geceydi.  Sanki otlar ve çiçekler bütün aromalarını temiz havaya veriyordu ve bu enfüzyonu solukla içine çektikten sonra onu dışarı atmaya bir istek kalmıyordu.

Dört atlı, sonsuz bir bozkır, gece…

Bizi yakalayıp götürmek ister gibi yukarıdan bir baykuş uçarak yaklaşıyor ve aynı süratle de uzaklaşıyor.

Sanki ''siz kimsiniz ki'' diye aşağılıyor. Ördekler yanımızdan uçup uzaklaşıyor.

Issız bozkırda da hayat olduğunu söylemek ister gibi yakınlardan kuş sürüsünün sesleri geliyor.

Bazen pınarların şırıldadığı ve varlığını koruyan çayların eski yataklarının bulunduğu ingin yerlerden geçerken, tâ başımızın üzerinde kızkuşları acıklı acıklı arada bir bağırıyorlar. Sanırım yavrularını ezeriz diye korkuyorlar ve  biz yuvalarını arkamızda bırakana kadar üzerimizde uçup dönüyorlar.

Bazen uzaktan at kişnemesi, köpek havlaması; bazen de yakınlarda aul olmadığını düşündürten kurt uluması duyuluyor.

Fakat etrafımızda nerede bulunduğumuzu anlayabilmemiz için hiçbir belirti yok.

Uzun zaman ses çıkarmadan gidiyorduk…

-Canım sıkılıyor, arkadaşım! – diye Nayzabek Nurbek'e söyledi – Belki ''Mayra'yı'' bir söylersen, moralimiz yerine gelir?

-Söylerim, tabii ki… Fakat biri duyarsa, gecenin bu karanlığında, bozkırda bağıran bu tuhaf adam kim diye düşünür.

-Söyle! Burada seni duyan olmaz. Buralarda aul bile yok. Yolcular rast gelirlerse de “Mayra’yı” söylediğini duyar duymaz seni hemen tanırlar.

-Israr etme, canım! – diye Saktagan Nayzabek’ten yana çıktı.

-Olsun! Fakat Bates de okuduğum şarkıya katılmalı! –diye Nurbek razı oldu.

-Bu artık istediğin gibi olsun!

-Öyleyse başlayalım mı? – diye Nurbek bana yaklaşıp atını mahmuzladı…

-İsterseniz kendiniz söyleyin!

Nurbek’le şarkı söylemeye hiç isteğim yoktu. Yanımda gitmesi bile hoşuma gitmiyordu. Fakat o bunların farkında olmadan devam ediyordu:

-Sesini biliyorum, Bates. Geçen yaz gençler salıncaklarda sallandıkları zaman sen bütün gece boyunca şarkı söylüyordun. Ne güzel söylüyordun! Hadi susmayalım, keyfimizi yerine getirelim!

-O kadar istiyorsan kendin yerine getir! - diye sertçe cevap verdim.

-Kıza bulaşma! Anlamış olmalısın. Tek başına söyle!- diye Saktagan beni tuttu.

Adım Mayra, babam Vali…

Şarkımı dinler uzak vadi.

Uçup duruyor bozkırda sesim,

Ne zaman şarkımı duyar sevgilim?

İrtiş kıyılarının Mayra’sıyım ben!

Ayra, rayra!

Ruhum şen!

Bozkırın enginliğinde şarkı söylüyor,

Hey!

Nurbek ince, güzel bir sesle söylüyordu. Şarkı söylerken kendini unutup önümüze geçti. Diğerlerine belli etmeden aniden ağladım. Neden? Şimdi anlatırım.

Geçen kış Nurbek bir iş için aulumuza gelmişti. Bir gün sonra artık dönecekti, ama şarkıları, özellikle ''Mayra'' bütün hemşerilerimizi o kadar büyüledi ki onu sürekli misafirliğe davet ediyorlardı. Bir hafta kaldı. Nurbek'in şarkı söylemesini o kadar övüyorlardı ki ben de diğerlerinden geri kalmak istemeyerek onu dinlemeye niyetlendim. Fakat maalesef bana fırsat düşmedi…

Her şeyin suçlusu Karakiz hanımdı. Tuhaf bir insan! Şimdiye kadar onu tamamen  anlayamadım… Galiba asil kökenleriyle ya da ünlü kojanın[5] birinci karısı rolüyle övünüyordu. Galiba o yaşta düşüncesizliği yakışıksız bulduğundan dolayı, ama büyük ihtimalle tabiatı çok zor olduğundan öyle davranıyordu. Herhangi bir durumda keyfinin, şarkılardan yükseldiğini farketmemiştim. Tersine kendi yanında kimsenin dombıra çalıp şarkı söylemesine izin vermiyordu. Şarkı çalınıp söylenen bir yerde bulunduğu zamanlar da çoğunlukla kısa konuşmalardan sonra evine gidiyordu. Yerkejan[6] olduğum günlerden beri dombıraya âşığım. Fakat Karakiz bana kızıp şunları diyordu: ''Şeytanı evimize çağırma, bu çıngırdağı bir daha bana gösterme!'' Sonunda dombırayı parça parça edip ateşe attı. Sanırım iyi bir dombıracı ve şarkıcı olabilirdim. Melodileri kolayca algılayabiliyordum, sesim de bayağı güçlüydü. Annem hayatta olmakla beraber bana üvey ana olan Karakiz hanım “Sen azize ahfadısın! Senin soyunda hiç öyle günahkârlar olmadı. Ölmüş atalarının ruhuna saygı duyup dualar eden dudaklarını terzil etmemişler. Şarkılar şeytanın sözleridir. Söylerler ki kıyamet geldiğinde cinler günahkârları cehenneme sokup onları şarkılar söylemeye zorlayacaklarmış. Sen bu eğlenceleri bırak!'' diye kesin olarak karşı çıkıyordu.

İşte Karakiz bana öyle gözdağı veriyordu. Ve ben sadece kısa zaman önce hanımın koyduğu bu yasağı bozup salıncakların bulunduğu ve kızların toplandığı yerlerde kızlara ve yiğitlere katılıp herkesle beraber şarkı söylüyordum.

Fakat o benim, genç yiğitlerden ve şarkılardan uzak durmamı sağlamaya devam ediyordu. Özellikle benimle Kalisa’yı ısrarla davet ettikleri Nurbek’in şarkı söylediği yerlere gitmeme izin vermiyordu. Aul yiğitleri Karakiz’e gelip Nurbek’e konukseverlik göstermesini rica ediyor, ikna etmeye çalışıyorlardı, ama Karakiz hanım nuh deyip peygamber demiyor, sadece bağırıyordu:

-Kafamı ütülemeyin!

Ve tam Karakiz'in istediği gibi oldu… Nurbek'in, bu kış konuğumuz olduğu bir hafta boyunca onun hiçbir şarkısını dinleyemedim. Şimdi kulaklarımda ''Mayra'nın'' ağır melodisi çınlıyor. Şarkı gerçekten mükemmelmiş. Ama yine de neden ağladım?

Karakiz hanım! Hayatımda onunla ilgili şeyler sadece kötü değil, çok iyi şeyler de var. Kızkuşu yavrusunu koruduğu gibi, o da beni aulda koruyordu. Dünyaya geldiğim gün beşiğimin yanındaymış ve galiba öz annemden sonra alnımdan öpen ikinci insan olmuş. Bu geceye kadar hep yanımdaydı. Tabiatı zor olsun, adaletsizce sert olsun, ama çok kötü şeyler mi gördüm ondan? Beni kendi kanadının altında yetiştirdi. Ya ben ona nasıl minnettar oldum, bugün ona neler söyledim?

Evet, ben Karakiz’i ve öz annemi düşünerek ağlıyordum. Karakiz polisten korkup beni ellerinde sımsıkı tuttuğu zaman annem bıçakla ona saldırdı. Demek ki annem bile değil, Karakiz bana acıdı.Ve Karakiz’in bana anlattığı masallar aklıma geldi.

Karakiz’in anlattığı ilk masal:

Bir göçebe hayvan yetiştiricisinin deve yavrusu kaybolmuş. Diğer hayvan yetiştiricisi onu bulup kendi dişi devesine yaklaştırmış. Gerçek sahip bunu öğrenip deve yavrusunu geri istemiş. “Hayır, vermem. Bu benim dişi devemin yavrusu” diye deve yavrusunu sahiplenen insan karşı çıkmış. O zaman ikisi de yargıca gidip kendilerini yargılamasını istemişler.

Yargıç:

-Dişi develeri getirip gözlerinin önünde kızgın demirle deve yavrusunun üstüne bir damga yakınız.

Deve yavrusu damgalanmaya başladığı ve bir çığlık attığı zaman gerçek annesi ona doğru atılmış, diğer dişi deve ise sadece gözlerini dikip yerinde kalmış.

Yargıç:

-Şimdi her şey belli – demiş.

Karakiz'in ikinci masalı:

Bir anne babanın çocuğu kaybolmuş. Onu çocuğu olmayan bir karı koca bulmuş ve kendileri gibi yetiştirmeye başlamışlar. Gerçek anne babası çocuğu arayıp bulmuş, ama evlât edinen karı koca çocuğu geri vermek istememişler.

İki taraf da yargıca gitmişler.

O zaman yargıç kılıcı kaldırıp münakaşada bulunan annelere söylemiş:

-Şimdi onu ikiye keserim!

Üvey anası öyle bir paylaşıma razı olmuş, ama öz annesi demiş ki:

-Yabancıların yanında kalsın, ama sağ olsun…

İşte öyle, hanımın anlattığı masallar aklıma geldi. Sonra telâşla tek kardeşim Seil'i gözümün önüne getirdim. Beşiklikten beri benden ayrılmayan kardeşim bu gece de yanımdaydı. Bir polisin refakatinde yurtadan çıktığım zaman Seil, sırtında tek bir gömlekle kımıldamadan yatakta oturuyordu. Âdeta ininin önünde donakalmış ve her an ona sokuluvermeye hazır bir tarla sincabına benziyordu. Ben evden götürüldüğümde neden ağlamadı? Neden bana doğru atılmadı? Acaba sonra, olanlardan korkmuş bir halde bozkıra mı koştu? Acaba şimdi neler yapıyor?

Sonra babamı hatırladım. Hayır, Kazakların dediği gibi; yani kız babanın düşmanıdır diye düşündüğüne inanmıyorum. Ne de olsa beni kendine göre sever. Bense uzaklaşıp ömründen ömür alıyorum, onu mezara itiyorum…

O zaman artık kendimi tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağladım… Nurbek'in şarkısı sustu.

-Ne o, Bates? – diye Nayzabek kesik kesik söyledi. Ben daha yüksek sesle ağlamaya başladım.

-Ne oldu sana? – diye beni sakinleştirmeye devam etti – Ağlamayı kes artık! Seni zorla mı götürüyorlar acaba? Bu yolculuğa çıkmak kendi kararın değil mi? Bu mutluluğun yolu! İleride seni çifte mutluluk bekliyor: hem okuyacak, hem de sevgilinle olacaksın. Ağlayacağın yerde Sovyet iktidarının sana - Kazak bir kıza - hem sevgiline, hem eğitimine açtığı yola sevin! Hatırlıyorsundur ki daha kısa zaman önce kızları hayvan gibi satıyorlardı… Şimdi de aynı…

-Evdekileri eğiten evdir – diye Saktagan içini çekti – Neden şaşırıyorsun? Bundan önce evden tek başına hiç çıkmamıştı, şimdi de cesaretini kaybedip kendini yalnız hissediyor!..

Nurbek:

-Saçmalıyorsun, Sake – diye sinirlendi – Onu üzmemize değil, destek olmamıza ihtiyacı var… Zaten içi çok sıkılıyor!

Ve bana dönüp ilâve etti:

-Bırak ağlamayı, Bates! Güzel bir yolculuğa çıktın. Kötü gelenekleri takip etmeye gerek var mı hiç?

-Ağlamakta kötü bir şey mi var ki? – diye Nayzabek itiraz etti – Sadece kızlar değil, bazen yiğitler bile öz aullarından ayrılırken ağlarlar.

Nurbek:

-Haklısın! – diye katıldı – İlk defa Orenburg’a gittiğimde ben de gözyaşlarımı tutamadım. Ama bu geçmişte kaldı. Şimdi Bates’e cesaret vermemiz lâzım. Şarkının faydası olmadı. Başka bir şey deneyelim. Hatırlıyorum ki Bates, kendine Yerkejan denildiği ve oğlan kıyafeti giydiği zamanlar sık sık at yarışlarına katılırdı. Bana anlatıldı ki bir defa herkesi geride bırakıp birinci oldu. Hadi bir at yarışı yapalım!

Saktagan:

-Tamam – diye razı oldu, - ama keşke atların ayakları kaymasa.

Nayzabek:

-Demek ki hazırsın, Sakan! – diye cevap verdi – Atların istedikleri gibi davranmalarına izin verelim! Atları biraz yarıştıralım! Atlar burada doğup büyüdü. Çukurlar onlar için ne ki! Keşke inler de olmasa da içine düşmesek!

Nurbek:

-Başlayalım mı? – diye ilk ileri atılan oldu.

Altımdaki atın tecrübeli ve hızlı olduğunu artık anlamıştım. Sabırsız kişnemesine göre gerçek bir yarış atı olduğu anlaşılıyordu. Onun rengi karanlıkta bana beyaz geliyordu.

Ve Nurbek “Hadi başlayalım” diye yanımdan hızla geçtiği zaman atım kulaklarını kabartıp telâşla ayak patırtılarını dinlemeye başladı. Aniden kendisini bir köpek ısırmış gibi geri çekiverip dizginleri dişleriyle sıktı ve ileri koştu. Saktagan'la Nayzabek de yarışa girdiler. Ya onlar atlarını bilerek yavaşlatmışlardı, ya da benim atım daha hafif ve ateşliydi, ama ben ikisini de hemen geride bıraktım. Nurbek'i de geçtim.

Galiba biniciliği, at yarışını özlemiştim. Keyfim de yerindeydi. İlk zamanlar atımın yanlarını dizlerimle sıkıp ve dizginleri hafifçe tutup ona istediği gibi davranmaya izin vermiyordum. Fakat sonra yarış atının gerçek süratini denemek istedim. Sağrısını hafifçe kamçıladım. Yarış atı kuş gibi uçtu. Karşıma çıkan rüzgâr yüzüme ıslık çalıp gözlerimi ağrıtacak kadar kesiyordu. O kadar merak sarmıştım ki bir çığlık koparıp atımı bir daha kamçıladım.

-Uç, yavrum benim, uç!..

Azami hızla giderken uzakta kalan yoldaşlarımın kara kara görünen siluetlerini zorla seçebiliyordum.

Yarışa büyük ihtimalle ilk defa katılmayan atım koşusunu hızlandırdıkça hızlandırıyordu. İrademe artık boyun eğmiyordu. Ellerim de zaten çok zayıflamıştı. Dizginleri dişlerinin arasına alan atımı yavaşlatamıyor, dörtnala gitmesini durduramıyordum. Genelde öyle durumlarda dizgini bir yana çekip ata eğri bir istikamet verilir ve tırıs hale getirilir. Ben de öyle yaptım. Fakat öyle oldu ki at düz bozkır yolundan bir tepeye çıkmaya başladı…

Tam o anda bir yanımdan yolumu kesip bana yaklaşan bir yoldaşımın bağırtısını duydum.

-Gözden kaçırdık. Gitti. Artık yetişemeyiz!

''Acaba kaçtığımı mı düşündüler? – diye düşündüm – Gerçekten kaçarsam bana ne yapabilirler? Fakat kaçtıktan sonra nereye giderim? Eve mi!? Hayır, yapamam!..''

Eyerin kaşına doğru eğilip büyük bir zorlukla atımı tırıs, sonra da adım haline getirdikten sonra sakin sakin yoldaşlarıma yaklaştım.

Nurbek:

-Biz de endişelendik. Pişman olduğunu düşünüyorduk – diye hemen söyledi.

-Bırak bu gereksiz sözleri, konuşma bile! – diye Nayzabek Nurbek’e kızdı – Bates deli değil. Kendi seçtiği mutluluk yolundan neden dönsün?! Çocuk olduğunu mu sanıyorsun?

Beni avutmaya, sakinleştirmeye devam ediyorlardı… Galiba Kazak kadınlarının kaderleri hakkındaki bu konuşmaya tam bu niyetle başladılar. Nayzabek'in başladığı bu konuşmaya ben uzun zaman katılmadım.

-Eskiden kızı sadece başlık parasını ödeyen adam götürebilirdi, değil mi, Saktagan?

-Doğru!

-Anne babanın gönül rızası ile vermedikleri ve ikiyüzlülük ettikleri zaman bile mi?

-Evet, öyle!

-Bölgemizdeki herhangi bir kızın, yola çıkıp kendi nişanlısını aramaya gittiğini hiç duydun mu?

-Sence buna benzer bir şey şimdiye kadar sadece bölgemizde değil, bütün Kazak bozkırında oldu mu hiç?

-Haklısın, Saktagan!

-Beylerin karılarının, fakirlere ve ücretli işçilere nasıl emirler verdiklerini kendi gözümüzle gördük.

-Doğru söylüyorsun, Saktagan! Sonra?

-Şimdi kendin buna cevap ver! Şimdiye kadar başlık parası olmadan evlenen bir bey karısına rastladın mı hiç?

-Halkımızda olmayan öyle bir şeye nasıl rastlayabilirim?

-Kazaklar derler ya: kendinden doğmayan sana oğul olamaz, parayla almadığın evinde esire olamaz.

-Biliyorum bu sözü, Saktagan.

-O zaman bana cevap ver: para ile alınan hem fakirin karısı, hem beyin karısı kadın köleler midir? Öyle değil mi?

-Sen doğru söylüyorsun. Münakaşa edecek bir şey yok ki burada…

-Bu başlık parası geleneğinin biz Kazaklarda ne zaman başladığını bilmiyorum. Sanırım yüzyıllarca gelenek olarak babadan oğula geçmiş… Ve şimdi Sovyet iktidarı geldikten sonra bunu yasaklayan bir kanun geldi! Fakat başlık parası ortadan kaldırılmış mı acaba?

-Kaldırılmadı. Şimdi başlık parası olarak hayvan yerine bazen sadece para verirler!

-Görüyor musun!.. Düşün! Bu başlık parası türünü de ortadan kaldırmak için ne yapmak gerek?

Bu soruya Nayzabek yerine Nurbek büyük bir gayretle cevap verdi:

-Herkesi istisna olmadan yargılamak gerek!

-Hayır, öyle yapmaya gerek yok! – diye Nayzabek sözünü kesti.

-Neden ki?

-Ondandır ki aulda başlık parası vermeyen bir insan bulunmaz.

-O zaman bundan sonra ne olacak?- diye Nurbek şaştı.

-Bence kızların bilinçleri bu bulandırılmış halde kaldığı sürece başlık parası olmaya devam edecek. Kızların kendileri başlık parasına karşı çıkmalılar. O zaman sonu gelir.

Saktagan Nayzabek'e katıldı:

-Onların bir an önce bunun bilince varmaları için ne yapmak gerek acaba?

-Onlara öğretmek gerek, öğretmek…

-Güzel bir fikir, ama uzun bir süre beklememiz gerekecek, değil mi?

-Yine de haklısın, Saktagan. Yıllar gerek. Kazaklar boşuna demezler ki hastalık pudla giriyor, altınla çıkıyor. Cahillik insanların içine girmiş de, hemen çıkarılamaz. Böyle güzel zamanların geldiğine çok seviniyorum! İşte Bates bizimle geliyor. Bu onun  yeni yolunun başlangıcıdır !

Saktagan duygulanıp bana iyi yolculuklar diledi.

-Ben de aynı şeyi diliyorum – diye Nayzabek içini çekti – Bir şey hatırlamak gerek: yolun bir başlangıcı, bir de tepesi var. Yollar da farklı oluyor. Kıvrımlı, tümsekli, çukurlu toprak yollar da oluyor. Trenler için yapılmış düz çelik yollar da var. Onlar hep niyete götürürler. Fakat hayat yolları bazen onlara benzemiyor. Seni nereye götüreceklerini, en sonunda nerede bulunacağını öngörmek çok zor. Bu takdirde mücadele etmek ve ne uğruna mücadele ettiğininin bilincine varmak gerek.

Nayzabek'in dedikleri o kadar hoşuma gitti ki haykırmadan edemedim:

-Ne zeki bir insansın sen!

Nayzabek:

-İltifat kelimesini hiç duydun mu, kız? – diye biraz alayla sordu. Fakat ben bu kelimeyi bilmiyordum. O bana anlattı:

-İnsanın huzurunda kendisini övmek demek. Bazen övülen insan ona lâyık olmuyor. Fakat herhangi bir durumda sana teşekkür ederim. Teşekkürler, canım! Seni merak etmemin sebebini bilmek istiyor musun? Ben Sovyet iktidarına hizmet ediyorum, demek ki insanları, onların işlerini merak etmem lâzım. Basmacıları kovaladığımda bana Pamir Dağlarında bulunma fırsatı düştü. Tepelerinde toktağan karlar ve buzluklar var.

… Şimdi Pamir Dağlarını hatırladım. Coğrafya dersinde öğretmenimiz anlatmıştı…

-Sözümü kesme, Bates! İşte söyleniyordu ki Pamir Dağlarını sakallı akbabalar bekliyormuş. Bu dağ kartalları yumurtalarını ayazlı rüzgârın esip dağıttığı karlara koyuyormuş.Kötü havaya dayanabilirlerse yaşasınlar, dayanamazsalar ölsünler. Fakat sakallı akbabaların, kanatlanmış yavrularına uçmayı öğretme tarzı daha garipmiş. Onları tâ tepelere uçmaya zorluyorlarmış. Eğer yavrular yorgunluktan düşerlerse anne babaları onların kısa bir süre dinlenmelerine izin verip yine sarplığa sokuyorlar. Böylece yavrularını çelikleştiriyorlar.

-Şaşılacak şey ya!- diye biribirimizin sözünü kesip haykırıyorduk.

-Bunları ne diye söylüyorum?- diye Nayzabek dikkatle bana baktı – Sen hayat yoluna yeni başlamışsın. Önünde çok dağ geçidi ve çıkış olacak. Onlar Pamir Dağları'ndakilerden daha kolay değil. Eğer sıcakta ve ayazda kendini çelikleştirmezsen, kartal yavruları gibi tepelerde uçmayı öğrenmezsen niyetine varmak zor olur.

-Neden kızı endişelendiriyorsun? – diye Saktagan konuşmaya karıştı.

Nurbek:

-Çok mu korktun, Bates? – diye şakacı bir edayla sordu.

Fakat ben hiç de korkmamıştım. Nayzabek'e çok minnettardım.

-Ağabeyim! – diye saygılı bir şekilde ona söyledim – Daha önceden sizin başka biri olduğunuzu düşünüyordum. Sizin silâh sahibi ve acımasız biri olduğunuzu düşünüyordum. İçinizde o kadar samimi ve içten sözleri nasıl saklayabildiğinize  şaşırıyorum.

Saktagan:

-Canım benim, sen demin sınıf düşmanlarımızın dediklerini tekraladın – diye hüzünle söyledi. – Meselâ onlar hakkımda ne biliyorlar? Onların gözlerinde ben vergileri ödeten ve beylere sert olan biriyim. Ya benim yüreğim hakkında hiçbirşey bilmezler.

Nayzabek:

-Düşmanlarından övgü bekleme! Tersine hep eleştirecekler! – diye söyledi.

Saktagan ona katıldı. Ya konuşmamıza katılmayan Nurbek, Nayzabek'in tek kelime ile en önemlisini tavsiye etmesini neden rica etti?

-Güçlü ol, Bates! O zaman Sovyet iktidarı hiçbirinin seni kırmasına izin vermez…

Kendime söz verdim: bu iyi sözleri asla unutmayacağım!

 

KIRMIZI YURTA

 

Bölge kalem odasının aulumuza çok yakın bulunduğunu defalarca duymuştum, ama oraya gitme fırsatım olmuyordu. Şimdi ilk defa oraya gidiyorum.

… Bu gece yol benim için sonsuzluk kadar uzun sürdü. Auldan güneş batmadan önce çıkmıştık. Şimdi ise şafak vakti yaklaşıyordu. Bütün gece boyunca gezen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başladı, yıldızlar kayboldu,  rüzgâr şiddetlenip otları hışırdattı, zifiri karanlık yerine gri ve koyu renkler geliyordu.

Büyük ihtimalle auldan çok uzaklaşmıştık. İyice dinlenmiş yarış atlarımız hızla gidiyordu. Gidişimiz zaman zaman at yarışını anımsatıyordu. Her adımı attıktan sonra hedef daha yakın görünüyordu. Geride kaç verst bırakmıştık!

Küçük bir tepeye çıktık.

Kül rengini alan bozkırı süzüp aula yakın olduğumuzu gösteren bir işaret bile bulamadım. O esrarlı kalem odası nerede ya? Çoktandır görünmüş olmalıydı. Yolumuzu mu kaybettik  acaba?..

Yoldaşlarıma sormak istiyordum, ama susuyordum. Yüzleri bu gri bozkır şafağı gibi gri, solgun ve yorgundu. Sırayla esniyorlardı. Sorularımla bu yarı uykulu, yorgun yolcuları rahatsız etmek istemiyordum. Doğrusu çok düşündüğümden dolayı ben de yorgundum, ayrıca son geceler çok az uyumuştum. Yorgunluk bastırıyordu: gözlerim kapanıyordu, uyuklamaya başlıyordum, yorga halinde giden atımdan düşme olasılığım çoktu, ama vaktinde silkinip uykumu kaçırıyordum.

Nihayet geçtigimiz tepenin diğer tarafındaki ingin yerde tuhaf  bir manzara görüldü.

Sisli, gri şafak içinden bir orada bir burada ışıklar süzülüyordu ve yanında yoğunlaşan bulutlara benzeyen kara kara bir şey görünüyordu. Ateş mi? Hayır, hiç de ateş değil. Daha dikkatle baktıktan sonra farkettim ki ışıklar ilk bakışta farkedebildiğimden daha çoktu. Artık yoldaşlarıma sormaya karar vermiştim. Fakat Nayzabek fikrimi bilmişçesine benden atik davrandı.

-İşte Kırmızı yurtaya geldik. Üzerindeki kırmızı bayrağı görüyor musun? Diğer yurtaların üzerinde de kırmızı bayraklar var.

-Kırmızı yurta! Kırmızı yurta! – diye hafifçe ve ümit dolu bir sesle söyledi.

-Evet, Kırmızı yurta! Bölgenin kalem odaları burada… Sadece biraz aşağıda…

… Bozkırın eski geleneklerine göre aula yavaş yavaş yaklaşmalı. Belki Nayzabek bu geleneği takip ediyordu, ama büyük ihtimalle sadece yorgun atların dinlenmelerine izin vermek istiyordu.

-Hadi daha yavaş gidelim! – diye atını yavaşlattı ve biz tırıstan adım haline geçtik.

Nayzabek beni yine aydınlatmaya başladı.

-Sevgili Bates! – diye sakin ve koruyucu bir tonla söylemeye başladı – Hiçbir şeye şaşırmaya gerek yok. Lütfen, kalem odasının sokakları ve yüksek evleri olan bir şehir olduğunu düşünme! Gerçi hayatımız gittikçe daha iyi oluyor. Fakat yüzyıllarca göç eden Kazak aulları henüz yerleşik hayata geçmedi, özellikle burada; Turgay bozkırında. Aullar göç ettiğinde onunla beraber kurumlar da göç ederler. Kalem odalarımız da yaylaya giderler. Fakat bu ilkbaharda ''Uşkun'' tarım üretim kooperatifinin yakınlarında bulunan Sarikop'ta büyük evler inşaat etmeye başlamışlar. Bölgenin bütün kurumları için yapılacak binanın temeli artık atılmış. Orada hastane, veteriner kliniği, hamam, kulüp ve kütüphane olacakmış.

Nayzabek bütün sayıları ezberden hatırlıyordu: veteriner kliniğinin altı odası olacakmış, hastane elli kişi için inşa ediliyormuş, kulübün salonu yüz dinleyici birden alabilecekmiş, hamamda ise aynı zamanda kırk erkek ve kırk kadın banyo yapabilecekmiş.

Nayzabek her sayıyı söylediğinde ben şaşkınlıktan ah çekiyordum. Şimdiye kadar aulda bunun gibi bir şey görmemiştim. Nayzabek bunların bana o kadar büyük izlenim vermesine sevinerek daha sürükleyici şeyler anlatıyordu.

-Bekle! Dahası olacak. ''Uşkun'', Turgay bozkırındaki ilk kültür merkezi. Devlet isteyenlere kendileri için şehirdekilere benzeyen kerpiç ve ahşap evler inşa etmekte yardım ediyormuş. Devlet ödünç para veriyormuş. Öyle bir söz duydun mu hiç? Sadece bu yıl tarım üretim kooperatifi aşağı yukarı seksen bin ruble almış.

Ödünç almak hakkında hiçbir şey duymadığım belliydi, bu paralar ise bana fazla geliyordu.

Bunları konuşup Kırmızı yurtaya yaklaştık. Bizim Kizbel topraklarının ender bir özelliği var: hedef çok yakın görünmekle beraber, ona varıncaya kadar daha uzun bir yol var. Bu defa da öyle oldu. Herşeyin suçlusu tepeler. Kırmızı bayraklar gâh onların arasında kayboluyordu, gâh gözlerimizin önünde dalgalanıyordu, gâh tekrar uzun zaman için kayboluyordu.

-Kizbel'imizin tepelerinin başlangıcı ve sonu nerede? – diye Nayzabek’e sordum.

-İşte bu işin uzmanı! – diye Nayzabek Saktagan’ı gösterdi.

-Doğru. Buraları messahlarla gezme fırsatım oldu. Buradaki tüm çukurları ve tepeleri hatırladım. Kizbel sırtları doğudan batıya kadar seksen üç kilometre yedi yüz altmış iki metre mesafeyle uzanıyor.

Nurbek güldü:

-Amma da yaptın ha, Saka!.. Bir metre bile unutmadın. Gerçekten Saktagan’ın belleği tarifsiz iyi. Bir defa duyduğu ya da gördüğü hiçbir şeyi unutmaz. Buna defalarca şahit oldum. İşte ona Kizbel'in genişliği ne kadar diye bir sorun!

-Ben cevap veririm, ama Nurbek galiba yine gülecek. O biraz ciddiyetsiz ya! İşte hatırlayın: kırk bir kilometre yüz doksan metre.

Ve Nurbek gerçekten güldü:

-Yani uzunluğu genişliğinden sadece iki kat mı daha çok?

-Haklısın, Nurbek…

-Tabii ki haklıyım, ama o zaman neden bu Kizbel kadın beli yerine kız beline benziyor?

Ben hemen Nurbek'in öyle kurnazca gülümsemesinin nedenini tahmin ettim: Saktagan’la alay ediyordu. Saktagan’ın karısı çok şişman bir kadın olduğu için vergi toplayıcısı, Nurbek’in şakalarını üstüne alıyordu.

-Seni anlayamıyorum – diye mırıldandı.

-Kendin düşün! – diye Nurbek kurnazca gülümsedi – Boyu belinden sadece iki kat daha uzun olan bir kadın bulunabilir mi acaba?

Nayzabek:

-Ne alaycısın ya! – diye konuşmaya karışıp arkadaşını tuttu – Fakat biliyor musunuz, halk asla dağlara, çaylara, göllere anlamsız isimler vermez… Acaba doğru değil mi ki yazın sis kaplanmış Kizbel uzaktan yolcuya dinlenen bir kız vücudu izlenimi veriyor?

Nurbek ciddi bir edayla başını sallayıp devam etti:

-Ben çok yerde oldum dağlar; vadiler, tepeler ve bozkırlar çok gördüm. Belki buralarda doğduğumdan ve büyüdüğümden dolayıdır ki şimdiye kadar bunun gibi gönlüme göre başka bir yer bulamadım. Memleket gibisi yok ya!

Kolumla gözyaşlarımı sildim.

Tepeden ingin yere doğru inerken keçe yurtaların üstünde dikilmiş kırmızı bayrakları görebiliyorduk. Aul kurallarına rağmen yurtalar dairesel değil, şehirdekiler gibi sokaklar haline getirilmişti.

Gün ağarmasının hayal meyal gri renkleri yerine parlak bozkır şafağı geliyordu. Göğün doğu ucundaki bulutlar kırmızı alevle yanıyordu. Hafif sabah rüzgârının salladığı yurtaların üstündeki bayraklar şafağın büyük bayrağının parçalarına benziyordu. Bu bayrak Kırmızı yurtanın ve bütün bozkırın üzerinde yükseldikçe yükseliyordu. Turgay topraklarının üzerinde muhteşem bir şafak parlıyordu…

…Önümüzde yayılmış olan aulun benzerini hiç görmemiştim. Genellikle Kazak aullarında – fakir olsun, zengin olsun – gözüne çarpan ilk şey dinlenen ve otlayan hayvanlardır. Koyun sürüleri hem aulda, hem de çevrelerinde rast gelir. Burada ise biraz ötede bağlanmış birkaç attan başka hiçbir tarım belirtisi yoktu.

Nayzabek:

-Aulun yakınlarında hiçbir hayvan olmadığı tuhafına gitmiyor mu, Bates – diye gülümseyek yüzüme bakıp fikirlerimi anladı.

-Şaşılacak bir şey. Anlayamıyorum – diye açıkça cevap verdim.

-Aulumuzdaki şakacı insanlar ona ''kâğıt aul'' ismini verdiler. Buradaki her yurtanın yanında sadece kâğıtlar otluyor…

-O halde halk ne yiyor?..

-Komşularına giderler. Diğer aullardaki komşuları da yemek getiriyorlar. Kısaca, yemeksiz kalmıyorlar…

-Köpekler bile bizi havlayarak karşılamıyor – diye sızlandım.

Fakat bu sözlerim Nayzabek'in hiç hoşuna gitmedi.

-Bu üzüleceğin bir şey mi ya!... Seni ısırmaya çalışan köpek az mı gördün?

Birkaç dakika ses çıkarmadan gidiyorduk. Ve sadece ilk yurtanın yanına vardığımız an Nayzabek yine bana döndü:

-Hoş geldin, sevgili Bates! Erkin, seni âilesinin yanına götüreyim diye bir görev verdi. Dün yola çıkmıştı. Dönüp dönmediğini bilmiyorum. Faka karısını uyaracaktı. Karısının adı Barşagul. İyi kalpli, misafirperver bir kadın. Okuma-yazmayı bilen biri. Gazeteler okuyor. İki çocuğu var… Orada kendini çok iyi hissedersin. Sizse, Saktagan ve Nurbek, yurtalarınıza gidin! Bates’i  kendim uğurlarım.

Yaklaştığımız büyük gri yurtanın tepesi hâlâ keçe bir halıyla kaplıydı. Atlarımızı durdurur durdurmaz karşımıza kısa boylu, tatlı yüzlü bir kadın çıktı. Omuzlarında ipek bezden bol bir kaftan vardı, başı ise şıngıl desenli bir şala sarılmıştı.

Nayzabek:

-Hoş bulduk, Barşagul – diye selâm verip beni gösterdi – İşte senin kızkardeşin Bates!

Barşagul üzengiyi tutup ve attan inmeme yardım edip bir akraba gibi yanağımdan öptü.

Nayzabek:

-Erkin döndü mü artık? – diye sordu.

-Hâlâ dönmedi.

-O zaman ben gideyim. Çocuklar galiba daha uyanmamışlar.  Ayrıca Bates’imizin dinlenmesi de gerek.

Kazak kadınlarının kurallarından biri de kocaları olmadan erkeklerle uzun zaman konuşmamaktır. Barşagul bu kurala bağlı kalıp Nayzabek'e cevap vermedi ve tam bana döndü:

-Hadi gidelim, canım!

Yurta loştu: ışık keçeler içinden zar zor içeriye girebiliyordu. Fakat gözlerim karanlığa çabuk alıştı ve tanımadık yurtayı süzebildim. Sağdaki hafifçe indirilmiş perdenin arkasından zorlu ve sesli sesli bir solunma duyuluyordu: orada çocuklar uyuyorlardı. Solunda toplanmış demir bir karyola duruyordu. Yurtanın köşesindeki alçak tahta iskemlede bavullar, birkaç eskimiş yorgan ve yastıklar üst üste yığılmıştı. Yurtanın en saygın yeri, üstü basit bir halı kaplı bir keçeyle döşeliydi. Girişin yanındaki beyaz bölmenin arkasında kap kacak ve yemek tutuluyordu. Askıda birkaç kıyafet asılı duruyordu. Büyük ihtimalle Erkin'in âilesinin bütün varlığı buydu.

Barşagul:

-Hadi, Bates, – diye söyledi – saat daha bayağı erken. Herkes uyuyana kadar biraz dinlensene! Yatağını işte o boş karyolada yaparım, perdeyi de indiririm.

Perdenin arkasına girip soyunup yattım, boşuna uykuya dalmaya çalışıp gözlerimi kapattım… Son günlerin olayları kesik kesik bir şekilde gözümün önüne geliyordu, korkudan ürperip gözlerimi açıyor, dikkatle yarı karanlığa bakıyordum. Bu ''kağıt aul'' o kadar sakindi ki! Ne köpek havlaması, ne inek böğürtüsü, ne de koyun melemesi kulağıma gelmiyordu. Kulak kesilmiş halde sessizliği dinleyip sadece hafif çocuk soluması duyabiliyordum. Gözlerim açık uyukluyorken aniden birinin hafif ayak seslerini duydum. Yurtaya bir adam girdi. Benim gibi uykulu olan Barşagul hemen onu karşılamak için yerinden kalktı.  Alçak sesle konuşmaya başladılar.

-Diyorsun ki Bates mi gelmiş?

-Evet, geldi.

-Kendini nasıl hissediyor?

-Nereden bilebilirim ki? Doğrusu yüzü hasta ve sarıydı… Ya gece soğuk almış, ya da üzgün…

Anne babalarının fısıltılarından çocuklar uyandılar. Uyanma zamanıydı zaten.

-Baba baba – diye babalarını görüp cıvıldaşmaya başladılar ve aralarından biri erkek sesi olan ince sesler neşeli bir derecik gibi akıyordu. Babanın, çocuklarını nasıl okşadığını duydum. Kuşkusuz bu Erkin’di. Sonra biri yurtanın arkasında hafif bir gürültü yaptı ve Erkin'in sözlerini seçebildim:

-Çok uyumuşsunuz ya…

Barşagul:

-Bates şafak sökerken geldi – diye anlattı – Onun dinlenmesini, çocukların da uykularını almalarını istiyordum… Ben de bugün şafak olmadan uyandım…

-Öyleyse giyinmek zamanıdır. Kahvaltı hazırla…

Elbisemi beceriksizce hışırdatarak ve hâlâ çok az tanıdığım insanlardan utanarak ben de giyinmeye başladım.

Perdenin arkasından çıktığımda Erkin artık odada değildi. Barşagul fazla dinlenmek istemediğime şaşırdı. Fakat Erkin'in iki çocuğu beni orada görüp daha çok şaşırdı, hatta çekindi. Biri annesine çok benzeyen, üç yaşlarında bir kızdı, diğeri ise Erkin'i andıran dört yaşında tombul bir oğlandı. Çocuklar, başlarını annesinin elbisesinin eteğine saklamışlardı.

Barşagul:

-Çok yorgun olduğun için seni rahatsız etmek istemedim. O yüzden seninle konuşmadım – diye başladı – Nereye gittiğini biliyorum ben. Burkut evimizi artık terketti. Zavallı delikanlı telâş içinde dönüp dönüp bakıyordu. Lâyık bir yiğit bulmuşsun, Allah kavuştursun! Agasi (Barşagul'un kocasına dediği saygılı bir başvuru şekli) dedi ki seni onun arkasından gönderir. Ansızın pişman olup gelmeyeceğinden çok korkuyorduk. Doğru davrandın, Bates! Keşke aulda da bir bilmeseydiler… Fakat kötü söylentiler artık başladıysa fazla beklenmez! Vakit kaybetmeden gitmek lâzım…

Galiba Erkin meşguldü ya da bizi baş başa bırakmak için bilerek geç kalıyordu… Fakat çay çoktan hazırdı ve Barşagul beni artık tatlı yemeye davet etmişti:

-O olmadan da başlayabiliriz…

Barşagul açık, samimi, nâzik ve cana yakın bir kadın çıktı. Hazırlanmış yemekleri örten beyaz sofra örtüsünün yanında oturup lâfa daldık. Barşagul kendisi hakkında anlattı. Zavallı, bir beyin gelini olarak ilân edilmişti. Bey onu küçük karı olarak almak istiyordu, başlık parasını da çoktan ödemişti. Amangeldi ayaklanması esnasında bey halk önderine karşı çıkıp, vurularak ölmüştü. O zaman beyin erkek kardeşi – yine de bey – artık ödenmiş olan başlık parası hakkını kullanmaya karar verip Barşagul’u kontrol altına almıştı. Fakat o yıl artık mutlu bir yılmış, çünkü Turgay’a Sovyet iktidarı gelmişti. O zamana kadar Başragul Erkin'le tanışmış ve onunla kaçmıştı. Yaklaşık olarak benim kadar okumuş, ama benden daha çok şey görmüş! Ve bana Kazak kadınının özgürlüğe nasıl kavuştuğunu heyecanla anlatıyordu.

Erkin yurta’ya yalnız dönmedi. Kendisiyle genç, güzel, şehirli gibi giyinen bir kadın gelmişti. Ben nezaketten dolayı yerimden kalktığımda o, geleneğe göre daha büyük akraba olarak dudaklarıyla alnıma dokundu. ''Bu evde beni tam akraba gibi kabul ediyorlar'' diye samimi bir minnettarlıkla düşündüm.

-İşte ablanız! İsmi Asya Bektasova – diye Erkin beni o kadınla tanıştırdı – Kırmızı yurtanın sahibesidir.

-Merhaba, kızkardeş Bates, merhaba! – diye Asya elini bana uzattı – Seni istediğin gibi çağırdık. Hepimiz iyi bir yolda gitmeni istiyoruz.

Sabah çayına bir kişi daha geldi. Onu hemen tanıdım. Çocukluğumun öğretmeni Balkaş Jidebaev’di. Genç karısıyla beraber gelmişti. Balkaş’ın ilk öğrencisiydim. Beni çok seviyordu ve bugün okul yıllarında selâmladığı gibi selâmladı:

-A, Bates, nasıl gidiyor?

Ayağa kalkmama izin vermedi, çünkü sözlerine göre Kazak’lar sofradayken el sıkmamalılar.

Balkaş’ı saygılı yere oturttular, karısı Janil ise kapıya yakın, sofranın aşağı köşesine oturdu. Balkaş yavaş yudumlarla çayı içip masa örtüsünden yumuşak bir pişi alıp çiğneyerek konuşmaya başladı:

- Kurada lagar beygir ihtiyarlarken rahvan at oluyor ya. Bizden çoğu gençken az okumuşlar.  Şimdi de kaçırdıklarımızı tamamlamamız gerek. İki yıl önce ben Taşkent’te bir öğrenmen enstitüsüne girdim. Şimdi üçüncü sınıftayım artık. Yaz tatillerinde biraz çalışıp hemşerilerime biraz yarar sağlamaya karar verdim. Bir ay kadar buradaki okuma-yazmayı bilmeyenlere dersler verdim. Enstitü'ye dönme zamanı geliyor… Fakat senin gelişini ve okuma isteğini işitip kaldım, seni kendimle götürmeye karar verdim. Sen benim en sevdiğim öğrenciydin hem de Asya Bektasova'ya ve Erkin Erjanov'a söz verdim ki sana her şeyde yardımcı olacağım…

Asya:

-Ah, Balkaş'la beraber gidersen ne güzel olur – diye ümitle söyledi – Önündeki yollar yabancı ya. İşte sana bir yoldaş. O rastgele biri değil, öğretmenindir. Size eğitim verirdi, çocuklar için endişelenirdi. Balkaş bize seni şehre kadar götürmeyi söz vermekten başka yerleşmene de yardım edeceğini, oturacağın yeri de bulacağına  söz verdi, değil mi? 

-Evet – diye Balkaş cevap verdi – Bates en sevdiğim öğrenci. Ona yardım etmezsem başka kime ederim?.. Vakit kaybetmeden çıksak iyi olur…

Balkaş anlamlı bir biçimde Erkin’e baktı.

-Atlarımız var, – diye Erkin başını salladı – fakat Kustanay uzakta. Özellikle yatacak bir yer olmadığı takdirde oraya atla gitmek çok zor. Lânet olası bir at arabası da burada bulunmaz ki… Tek bir yol var: at arabamın iskeletinin Sarikop’tan getirilmesini beklemek. Kısa zaman önce kırıldı ve usta çabuk tamir edeceğine söz verdi. O getirilir getirilmez yola çıkabilirsiniz.

Erkin’in, Balkaş’ın ve Asya’nın konuşmasını dinleyip kendi kendime düşündüm: “Gene de her şeye bana sormadan karar veriyorlar. İnat edip hiçbir yere gitmiyorum desem ne olur! Bana ne yapabilirler?.. ”

… Çaydan sonra Asya bana kasabayı dolaştırdı.

Güneş ışığının altında “kâğıt aul” o kadar neşeli görünmüyordu. On iki yurta sayabildim. Yerleşme tarzından dolayı biri küçük, diğeri daha büyük iki aula bölünüyordu. Bayrakları olan yurtalar sadece en yakındakilerdi. Bayram yurtasında büyük bir bayrak dalgalanıyordu. Girişi, üzerlerine yazılmış sloganlarla kırmızı kumaşın şeritleriyle süslendirilmişti. Asya'yla tam ona doğru yürüdük.

-Evet, burada iki aul olduğu sayılabilir – diye bana anlattı – Daha büyük olan aulda bölgesel kalem odaları, diğeri ise bizim Kırmızı yurtamıza ait aul.

-Ya aulunuzda kaç yurta var?

-Altı. O bayraklı büyük beyaz kibitka[7] Kırmızı yurtanın kendisidir. Orada öğle yemeğine kadar kızlar okuma-yazma çalışırlar. Artık en az kırk kişiler. Öğle yemeğinden sonra ise orada mahkemeye başlanır. İşte o beyaz keçeden yurtada öğretmenlerimiz yaşarlar, sağındaki ise mahkeme görevlilerinin yurtası. O koyu renkteki yurtayı görebiliyor musun!..- Orası mutfak. Sapa bir yerde duran o kahverengi yurtaya ise yaklaşmak yasak: orası eğreti hapishane…

Hapishane! Sadece bu kelime bile beni çok korkuttu.

-Evet, Bates, hapishane! – Asya’ın yüzü ve sesi sertleşti. – Kanuna boyun eğmeyen suçlulara başka ne yapılabilir? İşte mahkeme onlara hapis cezası veriyor. Mahkememizin nasıl cezalandırdığına bakabilirsin. Gerçi bugün mahkeme toplanmayacak, fakat yarın öğle yemeğinden sonra birkaç medeni ve ağır cezalık durum araştıracak…

Ücra ve sapa bir auldan gelen benim gibi bir kız için bütün bunlar yeniydi ve Asya bana medeni ve ağır cezalık işlerin arasındaki farkı sabırla anlatıyordu:

-Meselâ borç para almak medeni bir iş, şiddet eylemi, kavga, cinayet ise ağır cezalık bir iş…

… Kırmızı yurtaya tamamen yaklaştık. Asya kulak kabartıp durdu.

-Beklesene! Sanırım şimdi orada kimse yok: kadın sesleri duyulmuyor. Galiba öğrenci yurdunda dersleri tekrarlıyorlarmış. Hadi oraya gidelim!

Kızlar yurtanın ortasındaki uzun tahta masanın etrafına oturmuşlardı. Onlardan bazıları okuyor, bazıları ise yazıyordu.

Biz girince ayağa kalkıp Asya'yı selâmladılar.

Asya:

-Oturun! – diye onlara söyledi.

Onlar gürültü ile oturdular, fakat kitapları ve defterleriyle uğraşmaya devam etmediler. Beni utandıracak kadar gözlerini bana diktiler. Başıma bütün gelenleri tahmin ettiklerini ve kendi kendilerine ''İşte bütün aulların konuştuğu Bates'' diye düşündüklerini sandım. Fakat Asya:

-Bu kız bazılarınız için abla, bazılarınız için kızkardeş olacak – diye sıcak ve basit bir biçimde söyleyip ismimi telâffuz etti.

Galiba yürüttüğüm tahminler doğruydu, çünkü kızlar beni büyük bir merakla süzmeye başladılar. Onların dikkatli, küstah bakışları Asya'nın hoşuna gitmedi ve sanki beni gereksiz sorulardan koruyup, beni Kırmızı yurtaya getiren sebebi kısa bir şekilde izah etti.

-Sen otursana, canım! Akranlarınla tanışsana!

Fakat ben küstah bakışlarına kırgın bir halde yerimde durmaya devam ediyordum. Acaba ben sonuna kadar haklı değil miydim? Kazak masalında olduğu gibi bu kırk kız kimmiş? İlk bakışta bana çok acayip bir izlenim verdiler.

Kızların pek hafif elbiseleri, sert aul kurallarıyla büyüyen benim gibi bir kızın gönlüne göre değildi. Acaba genç bir Kazak kızı onu aulda giymeye cesaret eder mi? Tersine bedenini tahta gibi düz görünecek kadar sıkı sarmaya çalışıyor! Kız edep gereklerine uymaya çalışıp göğsünü belli belirsiz yapar. Kolsuz göğüs elbisesini sadece yatağa girerken çıkarır. Göğsünü nasıl teşhir edebilir! Fakat bu kızlar hiç utanmadan hafif, dökümlü elbiseler giyiyorlar. Acaba bu yeni bir âdet mi? Buna benzer bir şey hiç görmedim! Bu bir âdet mi acaba! Bana göre bu bir utanmazlıktır!

Fakat beni daha çok şaşırtan başka bir şeydi. Kızların çoğu genç değildi. Söyleniyor ki Orenburg'un yakındarında bulunan Jagalbayli-Jannasi soyundaki kızlar otuz yaşlarını bulduktan sonra evlendirilirmiş. Bir de derler ki o kızlar bunun yüzünden kocaları olmadan çocuk doğururlarmış. Bunların arasında öyle kızlar yok mu acaba?..

Asya birbirimize attığımız bakışları farketmiş gibiydi.

-Hadi siz derslerinize çalışmaya devam etsenize – diye kızlara söyledi – Biz de aulda dolaşmaya devam edelim. Bates nasıl yaşadığımızı, neler yaptığımızı bilsin. İlk defa evinden ayrılıp uzak bir yola çıkmış. Kim bilir, belki yakın zamanda o da bu Kırmızı yurtalardan birinde çalışacak…

Fakat bu defa ''kâğıt aulu'' bayağı uzun zaman gezdik.

-Eve gitsek olur mu? – diye rica ettim.

Asya şaşırdı.

-Geçen gece gözüme hiç uyku girmedi – diye anlattım – Önceki gece de hiç rahat değildi. Kısa zaman önce hiç uykum yoktu, ama şimdi ansızın aşırı bir yorgunluk hissettim.

-Tamam, öyle olsun! Ben seni uğurlarım.

Asya, aulda yapılmış mücadeleler, yeni kadınlar hakkında anlatıp beni aydınlatmaya devam ediyordu… Fakat Asya’ın sözlerini kulak ardı ettim. Başka bir şeyi düşünüyordum. Kendimi geniş bir bozkırda yaşayan büyük bir toykuşu gibi hissediyordum. İşte şimdi de kader rüzgârı büyük toykuşunu memleketinden kovup Kırmızı yurta diye bir göle oturttu. Fakat büyük toykuşunun göle oturması gibi bir şey duyuldu mu hiç? Oraya alışabilir mi ki? Yoksa yüzme bilmeyeni dalgalar mı yutar?

… Farkında olmadan Barşagul’un yurtasına yaklaştık.

-Dinlenmek mi, uyumak mı? Tabii ki! – diye sahibe gülümseyerek dedi – Yurtanın üstünü koyun kürküyle örterim, dibindeki keçeyi ise devşiririm. Hafif bir rüzgâr essin. Perdeyi indiririz. Öyle yaparım ki bir fare bile koşmaz, bir sinek bile vızıldamaz. Bildiğin gibi aulumuzda hayvanlar yok. Köpekler de yok… Çocuklar başka bir aulda oynayacaklar. Burada at üstünde gezen, gürültü yapan aylaklar da yok…

Barşagul yatağımı yaptı. Soyunup uzandım. Ruhum memleketimin bahar göğündeymiş gibiydi. O şaşılacak kadar değişen gök: tertemiz maviliğini ansızın kara bulutlar kaplıyor ve aynı hızla da dağılıyor. Kara bulutlar asla yerlerinde donup kalmıyor. Sürekli hareketliler. Bazen çise, bazen sağanak halini alır, bazen de ürkütücü ve alçaktan bir biçimde geçip bir damla bile dökmez. Düşüncelerim ve bitmeyen rüyalarım bu bahar göğü gibi hızla değişiyordu. Gâh kendimi tamamen bitkin hissediyordum, gâh bastıran uykuya dalıyordum, gâh anlamsız bir kâbustan hemen uyanıyordum. Yine karışık, kesik kesik rüyalar görüyordum, yine manasız, hayal meyal ve endişe verici düşüncelerin hükmündeydim. Fakat yeni arkadaşlarımdan ve öğretmenlerimden gelen daha önce hiç hissetmediğim sıcaklık daha sık içimi ısıtmaya başlamıştı. Sevimli polisler Nayzabek ve Nurbek, vergi toplayıcısı Saktagan, eski tanıdığım Erkin ve karısı Barşagul, Kırmızı yurtanın sahibesi Asya… Görünüşlerinde, beni merak etme tarzlarında ortak, aydınlık bir şey vardı…

Karısına seslenen Erkin’in uzaktan gelen sesi beni, bastıran uykudan çıkarana kadar öyle değişik fikirlerle bayağı uzun zaman geçirdim. Sonra konuşmalarından kopuk cümleler duydum.

-Bates hâlâ uyanmadı mı?

-Bilmiyorum, yurtaya girmedim.

-Ya öğle yemeği artık hazır mı?

-Hazır. Ateşi söndürüp et soğumasın diye kazanın kapağını sımsıkı kapattım.

-Öyleyse Bates'i uyandırma zamanı geldi.

-Gidip bakayım. Fakat uyuyorsa uyandırmam. Gereği gibi uykusunu alsın.

-Uykusunu almaya vakit bulur daha. Akşam oluyor. Gündüz çok uyursa kafası ağırmaya başlar. Sadece sabah çayını içti. Kıza birşeyler yedirmek gerek. Acıkmıştır.  Hadi onu uyandırsana!

Barşagul gelip perdemi açmadan, çoktan giyinmeye başlamıştım.

Barşagul:

-Meğer sen kendin uyanabilirmişsin. – diye elbisemin hışırtısını duyup sevindi –Erkin seni uyandırmamı söylemişti.

Öğle yemeğinde yurtaya çok misafir geldi. Onların arasında Asya'yı, Nayzabek'i, Nurbek'i ve Saktagan'ı tanıyabildim. Sadece el uzatmaya değil, yüksek sesle selâmlamaya bile cesaret edemiyordum. Uzak auldan gelen herhangi bir Kazak kızı gibi ben de selâmlara cevaben sadece dudaklarımı kımıldatıyordum.

-Buraya gel, canım! – diye Asya beni yanına oturttu – İşte bu bizim Bates’in ta kendisi!

Yine üstümde Kırmızı yurtanın kızlarınınkilere benzeyen delici bakışlar hissedip gözlerimi yere indirip hüzünle düşündüm: “Beni yemek mi istiyorsunuz be?”

Önceden hiç görmediğim bir yiğit beyaz örtüyle örtülmüş tahta bir servis tabağını yurtanın içine taşıyıp eşiğin sağında bulunan Erkin’in karşısında durdu. Örtüyü kaldırıp serdi ve buğu çıkaran etle servis tabağını masaya koydu.

Erkin:

-Sayın misafirler! – diye şakacı bir edayla konuşmaya başladı – Aulumuzda koyun olmadığını çok iyi biliyorsunuz. Kanjigali soyundan olan lafazan Asaubaev'in sözlerini size hatırlatmak isterim:

Kuzun var ya, kesip ikram et!

Kuzu on misafire yeter.

Kes, ikram et, kendin de ye…

Yoksa kendisi geberir zaten.

Fakat bizde farklı oldu! – diye devam etti – Bates evimize geldi ve biz ona geleneğe göre ikramda bulunmak istedik, ama maalesef bir kuzu bulamadık… Utanç verici, ama ne yapabiliriz? Bu yıllık keçiyi alıp misafirimiz için kesmek zorunda kaldık…

-Zararı yok, Erkin – diye tanımadıklarımdan biri söyledi – Çok gençtir daha. Bu yemek ona tümüyle uygun.

Göz ucuyla yemeğe baktım. Keçi eti yağlıydı. Barşagul onu parçalamadan pişirmişti. Etin yumuşayacak kadar pişmemesi gönlüme göreydi. Pişirdiği salça da çok iştah açıcı görünüyordu. İçine sarımsak gibi acı aromalı dağ soğanı ve kumlarımızda biten yabani havuç doğramıştı. Galiba salçaya kendibiten patates de koymuşlardı. Soğanımız, havucumuz ve patatesimiz tarifsiz iri. Soğanları koyunun ayak toynağı kadar, patates yumrusu ördek yumurtası kadar, havuç ise avuçta tutamayacak kadar iri. Sıcak külde hem havuç, hem de patates pişirmeyi severdik. Havuç ise sütte kaynatılırsa kaymağa benzeyen tatlı bir içki olur. İçine dağların ve bozkırların tüm leziz sebzeleri doğranmış şekilde salçalanmış genç etten, özellikle kuzu etinden daha lezzetli ne olabilir ki!..

Fakat bu defa en çekici aromalara bile kayıtsız kaldım. İstemeyerek bir lokma et alıp yedim. Bana gereği gibi ikram ettikleri halde ben yemeğe hemen hemen dokunmuyordum, konuşmalarına katılmıyordum.

Öğle yemeği uzun sürmedi. Misafirler güneş batmadan dağıldılar, bense baş ağrımı ileri sürüp biraz dinleneyim diye yine uzandım.

Ortalık kararmaya başladığı zaman Kırmızı yurtanın yanından kız şarkıları, gülüşmeler, gürültü, delikanlı sesleri duyuldu. ''Kâğıt aul''un gençleri diğerlerinden daha neşeli oynuyorlardı. Kızların ve delikanlıların salıncaklarda sallandıklarını hemen tahmin ettim. Bu, Erkejan diye bir oğlan sayıldığım ve kız olmaya başladığım yılların en sevdiğim oyunuydu. Gerçi oyunlara meraklı olmam hanımın hoşuna gitmezdi, ama salıncaklarda sallanmama izin verirdi. O zamanlar: “Bu eğlenceli oyundan zevk almayan gençler olabilir mi acaba?” diye düşünüyordum.

Şimdi her şey farklı… O kadar yorgun, bitkindim ki eğlenmeye hiç isteğim yoktu. Tersine, Kırmızı yurtanın yanından duyulan şarkılar, gülüşmeler ve gürültü beni sadece sinir ediyordu ve ben onlara aldırmamaya çalışıyordum. Beni salıncaklarda sallanmaya çağırdılar, ama ben hasta olduğumu söyleyip gitmedim ve biraz sonra uyudum.

… Beni çocukların bağırışları ve ağlamaları uyandırdı. Yurta eskisi gibi koyun kürküyle kaplı olmakla beraber açık kapının içinden güneş ışıkları içeriye giriyordu. Öğleydi artık. Derin uykudan ve ağır düşüncelerden başım dönüyordu. Gürültü yapanlar Barşagul'un çocuklarıydı. Oynarken kavga etmişlerdi. Küçüğün – kışkırtmayı sevdiğini daha dün farketmiştim – büyüğünün elini ısırmış, onu ağlatmıştı. Abisinin öç almak için kendisini döveceğinden korkup öyle bir hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı sanki dayak yemişti. Ben çocukken Kaken’le tam bu küçük çevik kız gibi oynardım: ablamı ağlatacak kadar dövüp kendim ağlamaya başlıyordum! Yaramazlıklarla ve eğlencelerle dolu bu muhteşem yaşam dönemine artık dönemezsin! Ve sadece Barşagul'un kızı benim kurnaz oyunumu tekrarlıyor!

Çocuk ağlamasını duyup yurtanın yakınlarında ev işlerini yapan annesi koşup geldi.

-Ah, tanrım, bu çocuklar Bates'in, uykusunu almasına izin vermediler – diye kızdı.

-Ben kendim uyandım – diye Barşagul'u sakinleştirdim – Artık kalkıp yüzüm yıkayacağım.

-Peki, canım!.. Az önce Asya gelmişti. Seni çay içmeye davet etti.

Barşagul beni Asya'nın yurtasına götürdü. Gönlümü almak için Kırmızı yurtanın sahibesi, diğer kadınlar ve kızlar da davet etmişti. Toplam olarak on kişiydiler. Ve herkes önceden olduğu gibi beni merakla süzmeye başladılar.

Sofradaki taze ekşimik içli, üstlerine eritilmiş tereyağı dökülmüş börekler nar gibi kırmızıydı. En sevdiğim yemeklerden biri! Bugün kendimi çok daha iyi hissediyordum: uykulu değildim, baş ağrım geçmişti, yolculuktan kalan kırıklık da artık yoktu. Yavaş yavaş yeni duruma alışıyordum. Son iki günden beri ilk defa gerçekten yemek istedim.

Heyhat! Bu kadınların beni inciten şaşkın bakışları, ayrıca ansızın başlayan hıçkırık o kadar hırsla baktığım börekleri yememe engel oldu. Tatlı aromaları solukla içime çekiyordum, ama yine de istediğim gibi yiyemedim. Beni “Yesene, yesene!” diye ikna etmeye çalışıyorlardı. Çay içiriyorlardı. Nihayet bundan üzülen Asya söyledi:

-Zavallı kızım benim! Nasıl yaşayacaksın? Böyle devam ederse açlıktan ölebilirsin! Hadi bir börek de al!

Çaydan sonra, kızların nasıl okuduklarına bakayım diye beni Kırmızı yurtaya davet etti.

Asya:

-Nasıl istersen, zorlamıyorum – diye söyledi.

Fakat ben memnuniyetle razı oldum.

Bunlar dün gördüğüm kızlardı. Bu defa onların öğretmeni Asya’nın kendisiydi. Ders başlamadan önce – belki âdetlerinden biriydi, belki de Asya bunu benim için yapmıştı – kızlar koroyla Enternasyonal Marşı'nı söylediler. Bunun koroyla okunmasını ilk defa dinliyordum. Kırk kızın hepsi seve seve Asya’ya katıldılar. Sonra şu şiiri şarkı gibi okudular:

Rençper ve fakir

İyi geçinen bir âile olarak

Şişman beyleri, mollaları

Kamçıyla kovacağız!

Kızlar gülümseyerek arada bir bana bakıyorlardı… Ve bana ''Sen de bu tür beylerin kızlarından birisin ya…'' demek istediklerini tahmin ediyordum.

İlk ders siyasetin ilkeleriydi. Ben şimdiye kadar, elbette, öyle bir derste hazır bulunmamıştım ve doğrusu, Asya’nın beyler hakkında bu kadar antipatiyle, hatta nefretle konuşması, fakirliği aklamaya çalışması hiç de hoşuma gitmedi.

Sonraki ilk derste – coğrafya ve doğa bilgisi – kızların cevaplarını dinledikçe anladım ki onların bilgileri benimkilerden çok daha azdı. Üçüncü dersten sonra Asya yurtama gidip biraz dinlenmemi tavsiye etti:

-Öğle yemeğinden sonra bir mahkeme oturumu olacak. Orada bulunman senin için çok faydalı olur. Şimdi sen kitap derslerini dinliyorsun, mahkemedeyken ise hayat dersleri alırsın.

Kırmızı yurtanın önü çok kalabalıktı. En meraklı olanlar koyun kürkünde bir delik açıp içinden bir gözle izliyorlardı. Diğerleri yurtanın altından bakıyorlardı.

-Ne diye gelmişsiniz? Hiç insan görmediniz mi be? – diye bir yiğit kalabalığın önüne çıkıp kızgın kızgın bağırdı.

Zabıt kâtibi Salmen geldi. Elinde kâğıtlarla dolu karton bie dosya vardı. Arkasından zürafa gibi uzun bir insan girdi. Benzi zencilerinkine benziyordu. Bayağı ürkütücü görünüyordu.

Asya beni onunla tanıştırırkın şunları söyledi:

-Bu yoldaş ''Kosşi'' (fakirlerin) birliğinin bölgesel komitesinin sekreteri, halkın mahkeme temsilcisi, ismi ise Buzaubak.

Sonra yaşı kırk kadar, kırmızı şallı bir kadın içeriye girdi. O, halkın mahkeme temsilcisi ve bölgesel kadın şubesinin yöneticisi Kukşan’dı.

Dedemin, diğer ihtiyarlarla konuşurken şunları dedikleri aklıma geldi: “Kötü zamanlar geldi: kum taşa dönüşmüş, köleler önderler haline gelmiş, inekler pahalılaşmış, avratlar yargıçlar olmuşlar!” Bana öyle geldi ki bu sözler tam Buzaubak ve Kukşan hakkında söylenmişti.

Buzaubak Asya’nın sağına, Kukşan ise soluna oturdu. Asya küçük çanı çalınca herkes sustu. Onun yüzü ciddi bir ifade almıştı. Konuştukları kısa ve yerindeydi.

Aulumuzda en yüksek organ sayılan polisler burada önemsizdiler. Onlardan biri elinde bir tüfekle kapının yanında duruyordu, diğeri ise Asya’nın emriyle insanları içeriye getiriyor, dışarı çıkarıyordu. Yurta çok kalabalıktı. Orada hem farklı işlerle alâkaları olan suçlular ve tanıklar, hem de hiç alâkaları olmayanlar vardı.

Mahkemede konuşulan şeylerin bir kısmını anlamadım.

''Aeltendigi'' dergisinde ''iki karısı olanlar yasa tarafından cezalandırılırlar'' sözlerini okuduğumda gülüyordum. Şimdi öyle bir kanunun gerçekten olduğunu ve onu bozanların yargılandıklarını kendi gözümle gördüm. Bize bazen yaşı elli kadar, göbekli, esmer tenli, eğri büğrü Kuşukbay İşbaev diye bir adam uğrardı… Şimdi ikinci karıyı nikâh altına aldığını öğrendim. Polis şişman Kuşukbay’ı sürükleyerek getirdi, arkasından ise yaşı on altı on yedi kadar, sevimli giyimli genç karısı geliyordu. Asya sorgulamaya başladı:

-Kendi isteğinle mi onunla evlendin?

-Eee-vet – diye genç kız duraksayarak, telâştan titreyen bir sesle cevap verdi.Sadece cevabını mı karıştırıyordu yoksa mahkemeden mi korkuyordu belli değildi.

Ağarmış sakallı, yırtık pırtık kıyafetli bir ihtiyar; genç kızın dediklerini gergin bir şekilde,dikkatle dinliyordu.

Mahkeme oturumunun başlangıcında kızın Kuşukbay’la kendi isteğinle evlendiğini, babasının onu zorlamadığını tahmin ediyordu.

Fakat gittikçe her şey daha çok karışıyordu. Davalılar küstahça yalan söylüyorlardı. Hiçbir ifade birbirini tutmuyordu. Kızın babası dedi ki: kızını damada kendisi vermişti. Buna rağmen Kuşukbay dedi ki: babası vermek istemediği için kızı kaçırmıştı, ayrıca sözlerine göre bunları “Sovyet iktidarına dayanarak” yapmıştı.

Diğer tanıklar da birbirlerine karşı ifade verdiler. Genç kızın kendisi bütün sorulara sadece “Evet” diye cevap veriyordu. Çok korktuğu için mahkemede ne hakkında konuştuklarını ve kendisinden ne istediklerini anlayamıyordu. Halk temsilcisi Buzaubak ona “Babanın seni zorla evlendirdiği doğru mu? diye sorduğunda, o yine “Evet” diye cevap verdi.

Ara verdiler. Bu sırada Asya genç kızı kendi yanında tutup her şeyi sordu. Ve genç kız nihayet açık yüreklilikle itiraf etti ki Kuşukbay kendisiyle zorla evlenmişti.

Mahkeme onu Kuşukbay'dan boşamaya karar verdi.

İkinci davaya bakmaya başladılar. Geçen yıl Molla Kudayjar karısını terketmiş ve ona boşanma davası açmış. Mahkemede Kur’an’ı ileri sürdü ve peygamberin emrine boyun eğip karısız yaşamaya karar verdiğini söyledi. Mahkeme karı kocayı boşadı,  ama mollanın varlığının yarısını karısına verdi.

Gerçekte bu hikâye şöyle olmuştu: mollanın yirmi yaşındaki genç erkek kardeşi ölmüştü. Ondan sonra dul kalan geliniyle evlenmeye karar vermişti, ama kadın reddetmişti. İşe aksakallar karışıp onu razı olmaya zorlamışlardı.

Bu, mollanın, ilk karısını reddetmesinin birinci sebebiydi. İkincisi de mollanın, vergilerden kurtulmak istemesiydi. Varlığını paylaştıktan sonra mollanın ilk karısı kendisinden bir çocuk doğurmuştu. Molla ise ikinci karısını müthiş kıskanıyordu. Biriyle konuşmaya kalktığında sonu hep dayak olurdu. Bu dayaklardan birinde molla kamçıyla karısının gözünü patlatmıştı.

Mollanın mağdur karısı halk mahkemesine şikâyet dilekçesi vermişti.

Yaşı altmış kadar, ama çok dinç görünen molla siyah sakallı, kırmızı yanaklı ve domuz gibi şişman bir adamdı. Şimdi tekrar mahkeme karşısına çıkmıştı.

Asya:

-Eğer ilk karını terkettiysen çocuk nasıl oldu? – diye sert bir edayla sordu.

Molla:

-Ben… Ben bilmiyorum… - diye ürkek ürkek mırıldandı. Aptal bir duruma düştüğünün bilincine varıp yalan söylüyor, lâfını şaşırıyor, kızarıyordu.

Kendi kendime dedim: ''Böyle saygılı görünen bir adam ve yalan söylüyor!''

Mahkeme şunlara karar verdi: mollayı zorunlu çalışmalara göndermek, hayvanlarının bir kısmını devletin yararına vermek, varlığının yarısını ise karısına vermek.

Üçüncü dava: Şoknit diye biri daha on bir yaşındayken Kodibay’ın yanında koyun otlatmak niyetiyle kiraya alınmıştı. Ve bu koyunları otuz yaşına kadar otlatmıştı. Sonra fakir birinin kızıyla evlendi ve bu fakire geleneğe göre başlık parası ödedi. Kodibay'ın ölümünden sonra Şoknit onun oğlu Sasikbay'ın yanında rençperlik yapmıştı. Şoknit'in ve karısı Domalak'ın üç kızı ve iki oğlu vardı. Yirmi yıl beraber yaşamışlardı. Karısının ölümünden sonra Şoknit iki büyük kızını evlendirmişti. Yanında sadece sekiz yaşındaki kızı Balbota ve on yaşındaki oğlu Kenjegara kalmıştı. Büyük oğlu Şulgay yine de Sasikbay'ın yanında rençperlik yapıyordu.

Tanıdık bir komünist, Kenjegara'yı şehre okumaya götürmüştü. Balbota on dört yaşına girince güzel bir kız olmuştu.

Sasikbay'ın üç karısı vardı. Onlardan biri rahmetli erkek kardeşinin karısıydı. Bununla yetinmeyip yine de genç bir kızla evlenmek istemişti.

İşte herşeye kadir Sasikbay ergin olmayan Balbota’yı kendisiyle yatmaya zorlamıştı. Direniş göstermek söz konusu bile olamazdı.Balbota Sasikbay'ın dördüncü karısı olmuştu. Bir süre sonra Sasikbay Balbota'ya doyup ona karşı olan ilgisini kaybetti. Balbota'nın hayatı çok zordu. Herkes onu baskı altında tutuyordu. Bir yıl sonra abisi Kenjegara okuldan mezun olup Komsomol komitesi sekreteri görevine başlamak amacıyla bölgeye gelmişti.

Kızkardeşini kölelikten kurtarmak ve babasının yıllarca çalıştıklarını ödetmek için Kenjegara halk mahkemesine başvurmuştu.

Sasikbay tanıklar toplamıştı. Hepsi seçkin: biri diğerinden daha şişman!

İhtiyar Şoknit mahkemede Sasikbay'a karşı bir söz söylemeye cesaret edemedi. Bu gayet doğaldı: elli yıl kölelik yaptıktan sonra sahibine karşı çıkmak, özellikle de önceden hiç görmediği böyle garip bir durum onun için çok zordu.

Kenjegara ileri çıktı. Açık konuşmakla beraber sesinde öfke hissedebiliyordu.

-Babam elli yıl köle oldu. Annem de köle oldu da bu ağır işlere dayanamayıp öldü. Abim Şulgay şimdi yirmi sekiz yaşında. Çocukluğundan beri Sasikbay'ın yanında rençperlik yapıyor, ama namusluca yaptığı işe karşılık bir kapiklik bile almıyor. Ben beş yaşındayken bu Sasikbay'ın koyunlarını ve kuzularını otlatıyordum. Kızkardeşim Balbota'ya bir baksanıza! Halini görüyor musunuz? Sasikbay, servetini emeğimiz sayesinde yapabildi, çünkü bütün hayatımız boyunca ondan bir kapiklik bile almadık! Sadece köpeklerin yiyebileceği sadakalarla geçindik!

Sonra Balbota konuştu:

-Beyler Tanrı'yı, peygamberi ve başkalarını çağırmayı severler. Bana bir baksanıza! Sasikbay bana bir elbise bile almaya kıyamadı! O sadece insanlıkdışı bir şekilde beni dövmeyi bilir. Bedenimdeki çürükler asla iyileşmez! Ben şimdi de çürükler içindeyim. İşte baksanıza! – bunları söyleyip Balbota yırtık pırtık elbisesinin deliklerinden görünen mor yerlerini gösterdi.

Mahkeme Sasikbay’ın hayvanlarının ve varlığının yarısını Şoknit’e vermeye karar verdi…

Söyleniyor ki eskiden adamın biri olağanüstü iri bir deve yavrusu görüp “Ya annesi babası nasıldır?” diye haykırmış. Ben de ''Eğer bu Kırmızı yurtanın gücü bu türlü işlere yetiyorsa, uzak şehirlerdeki büyük şubeleri ne kadar güçlü olur?'' diye düşündüm.

Fakat Kırmızı yurtanın yanındaki ''kâğıt aul'' ne kadar da enteresan olsa, bir an önce buradan gitmek istiyordum. Doğru söylenir ki korku dağları bekler! Bende her zaman öyle bir izlenim vardı, sanki yüzüme bakan her biri öz auldan, anne babadan kaçan utanmaz ve tanrıtanımaz birini görüyordu.

Kısa zaman sonra bir gitme fırsatı buldum. Üçüncü günün sonunda Kırmızı yurtaya bir araba yaklaştı. Erkin’in komünde tamir ettirmeye söz verdiği arabaydı. Asya beni kendisinin yanında gecelemeye davet etti, sabahın erken saatinde ise yola çıkacaktık. Yoldaşlarım öğretmen Balkaş ve karısı Janil'di.

Ben Asya'ya gitmeden önce Erkin Barşagul'u yurtadan uzaklaştırdı ve yakınlarda olmasını, kimseyi içeri bırakmamasını emretti.

-İşte gidiyorsun, sevgili Bates! Fikrini değiştirmedin mi?

-Hayır tabii ki!

-İlk isteğim eski göreneğe göre sana uğurlar olsun demektir.

Erkin'e teşekkür ettim.

-İkinci isteğimi dinlesene: halkımızdaki geleneğe göre abi ve kızkardeşi birbirlerine saygı duymalıymış. Aramızda akrabalık bağlarının olmadığı doğru. Fakat öyle oldu ki şimdi akraba gibiyiz. Beni en yakın ve samimi arkabalarından biri olarak kabul etmeni rica ediyorum.

-Tabii ki,çok memnun olurum, ağabeyim!

-Öyleyse, sevimli kızkardeşim, bir ağabey konuşması yapacağım…

-Dinliyorum, ağabeyim…

-Sana içten bağlandım, senin için endişeleniyorum, Bates! Şimdi sana herşeyi anlatmaya çalışacağım… Burkut benim sınıf düşmanım. Bütün hayatım boyunca babası Abutalip'le düşmandım. Burkut babasına karşı gelip istediği yolda gitse de oğul oğuldur. Ve baba oğul ne kadar da birbiriyle mücadele etse, ayrılsa; yine de birbirinin ölümünü istemezler…

Ben babamı hatırlayıp hüzünle içimi çektim.

-İşte görüyor musun!.. – diye Erkin hemen herşeyi tahmin etti – Sen şefkale babanı hatırladın, değil mi?

Yüzümü çevirip ağladım.

-Ağlama, canım! Metin ol! Vaktimiz çok dar. Dinle beni, Bates!

Erkin’in sözleri beni sakinleştirdi ve kolumla gözyaşlarımı sildim.

Erkin:

-Konuşmamız baba ve oğul hakkında, Bates! – diye devam etti – Kısaca Burkut ve Abutalip hakkında. Söylediğimiz gibi Abeu emekçilerin düşmanı, sınıf düşmanı… Ve bizim iktidarımız – Sovyet iktidarımız – bu türlü düşmanlarla sonuna kadar savaşacak, emekçileri sömürdükleri bütün araçlarını ellerinden alacak. Eğer ekmeklerini alınlarının teriyle kazanmak isterlerse biz onlara öyle bir fırsat veririz. Ama inat ederler, bize karşı çıkarlarsa cezalandırırız… Senin için bütün bunları birden anlamak zor, Bates! – diye Erkin sustu – Sınıf mücadelesi kolay bir şey değil. Onu anlamak zor bir iş. Hayatı uzun zaman öğrenmek gerek. Sana siyaset ilkeleri dersi vermeyeceğim, sadece söz arasında söyledim. Sence babasını düşmanım saydığım Burkut'a ne gözle bakıyorum?

-Derler ki hoşgörüyle bakınız!

-Doğru söylermişler! O babasının yolundan gitmiyor: kendi yolu var. Hem onu, hem de seni çok seviyorum. Burkut seni seviyor ya! Bağımsız olmak istediğine seviniyorum. Biliyorum ki Burkut'a sadıksın, onu seviyorsun… Bazı kötü insanlar aranızı bozmak, sizi ayırmak istiyorlar. Sen şimdi herşeyi yine yoluna koymak istiyorsun. Gönlümden bir daha ayrılmamanızı dilerim. 

-Teşekkür ederim, ağabeyim! – diye Erkin'e cevap verdim – Fakat doğrusu bunu yoluna koymak çok zor. Bu albümü kimin yaptığını bilmeden, Burkut'un suçlu olmadığından emin olmadan yoluna koyamam. Bu yola kısmen fotoğraflar hakkındaki doğruları anlamak için çıktım. Keşke hiçbir şeyde suçlu olmasa! O zaman bir çıkış da bulunabilir. Ya o gerçekten öyleyse, bana ne dersler, ne de hayat gerek…

-Sen sadece acele etme, şaşırma! Her şeyde kendin tatmin ol! O zaman kuşkulardan da kurtulursun. Elini bir bana ver, sevimli Bates! Ben herşeyin iyi olacağını hissediyorum.

Erkin sıcaklıkla elimi sımsıkı sıktı.

-Yarın sizinle beraber Nayzabek ve Nurbek de gidecek – diye söyledi.

Neden diye şaşırdım.

Bana anlattı ki son günler bozkır güvenli değil, beyler erkek develer gibi kuduruyorlar. Onlar korku içinde tutulmazsa saldırıp çifte atabilir, paralayabilirler bile. Kustanay buradan uzak. Yolda tamamen ıssız bozkırlar ve ingin yerler, tepeler ve akağaç ormanları rastlayabilir. Damadın akrabaları ya da diğer düşmanların pusuda yatıp aniden saldırabilirler. Bu yola silâhlı insanlar olmadan çıkılamaz, inan bana!..

-Tanrı bizi korusun! – diye sesim titredi – Fakat söylesenzie, ağabeyim, iki polis bizi savunabilecek mi?

-Kazak atasözünü biliyor musun? Bir tüfeğin namlu ağzı yüz insan alabilir. Ateşli çatışma başlarsa Nayzabek yüz kişiyi bile yenebilir! Bir defa Pamir Dağlarında silâhlı basmacılarla karşı karşıya gelmiş. Ve ne yapmış? Savaşmayı seçti ve teslim olmayıp onlardan büyük bir kısmını halletti. Tehlike anlarında yüreği ateş gibi olur, silâhı ise her attığını vurur. Avcı yabani bir keçinin gözüne bile isabet ettirebilir.

… İşte Erkin benimle baş başa olduğunda bunları konuştu. Artık akşamın alacakaranlığı basıyordu ve Barşagul beni Asya’ya götürdü.

Kırmızı yurtanın sahibesi o saatte yurtasındaydı.

-Bugün kimseyi davet etmedim, Bates. Seninle baş başa konuşacağız –diye söyledi.

Barşagul bir bardak sıcak çay içip gitti. Asya’yla yurtanın arka tarafındaki yatağa yan yana uzandık.

-Uykumuz gelene kadar konuşalım, danışalım. Birinin bizi duyabileceğinden endişelenme, Bates. Biz Kırmızı yurtanın yanındayız ya. Onu bir polis bekliyor. Kimseyi bize uğratmaz.

Asya’nın tavsiyeleri Erken’in bana verdiği yol nasihatlerinin devamıydı. Bana şehir, eğitim, önümde olabilecek zorluklar hakkında konuştu. Sözleri içtendi, ama ben dalgın bir biçimde dinliyordum. Bizde söylendiği gibi: sol kulağımla dinliyordum. Bilge bir vecize aklıma geldi: “Çocuk diş çıkardıktan sonra önceden kemirdiği oyuncak onun için artık bir yemek olmaz.” İnsan başka bir insanın aklına göre yaşayamaz. Hayatın kendisi ne yapmak gerektiğini söyler…

Asya’yı dinliyorken kendi düşüncelerime dalmıştım. Yarı uyur yarı uyanık bir haldeydim. Birdenbire yurtanın yakınlarından heyecanlı sesler geldi.

-Hey, kim var orada? Dur! – diye sıtma görmemiş kalın bir sesle bir adam bağırdı. Biz donakaldık. Galiba Kırmızı yurtayı bekleyen polis bağırıyordu. Tekrar bağırdı. Belki de onun sözünü dinlememişlerdi.

-Davranma, yakarım!

Polisin nasıl silâhı alıp nişan aldığını tahmin ettim.

-Hadi yak! – diye feryat eden bir kadın sesi duyuldu.

-Dedim ya sana: yaklaşma! Sen hala yaklaşıyorsun. Dur diyorum!

-Ne diye beni korkutuyorsun, çocuğum burada…

-Anne! – diye sesini tanıyıp büyük bir hızla yataktan kalktım.

Asya:

-Annen mi? – diye şaşırıp yataktan doğruldu.

-Öz annem… Janiya! – diye karanlık yurtadaki küçük masalara ve kovalara çarparak, ayağım tökezleyerek, başım açık, sırtımda tek bir gömlekle, yalınayak büyük bir hızla dışarıya çıktım.

Hemen Asya’nın yurtasına yakın kara kara görünen iki kişi görüp onlara doğru koştum. Polis ''İçeri sokmam'' diyordu, annemse, benim annem, kendisine doğrultulmuş tüfeğin namlu ağzını bir yana çekip ileri gidiyordu. Ben kararlılıkla polisin elini itip ''Anne!'' diye bir haykırışla göğsüne atıldım. Zavallı annem bana sımsıkı sokulup avaz avaz ağlamaya başladı.

Beni öz annem yerine Karakiz hanım yetiştirmekle, bir zamanlar annem benim için yabancı olmakla, çocukken ona nadiren yaklaşmakla beraber şu an benim için annemin kucağından daha sıcak ve güçlü bir şey yoktu. Zavallı fakirlerin acıklı sözlerini dinlemiştim, ama Janiya'mın hıçkıra hıçkıra ağlamasıyla ne kıyaslanabilir ki? Onun şiddetli, keskin, kalbimi parça parça eden ağlamasını kulağımın dibindeymiş gibi duyabiliyordum. Bu sadece bir feryat değidi. Annemin ağlamasında acı bir şarkının derlitoplu bir hal almasını dinliyordum. Onun bu kadar derin, hassas bir ruhu olduğunu, nasıl hissedebilip kahırlanabildiğini şimdiye kadar tahmin etmemiştim.

Sanki bütün bu geniş bozkırımız heyecanla, dikkatle annemin bu ağıdını dinliyordu. Yakındaki ve uzaktaki yurtalar da bunu dinliyordu. İnsanlar dışarıya çıkıp telâşla fısıldaşıyordu. Etrafımızda kimlerin toplandığını bilmiyordum; bilmek de istemiyordum. Hem bozkırın soğuk havasından, hem annemi ne kadar sevdiğimi hissettiğimden, vücudum bir söz bile söyleyemeyeceğim kadar titriyordu. Annemin gözyaşları yanaklarımdan aşağıya akıyordu. Zavallı, annem benim!..

Biri bizi birbirimizden ayırıyor, diğeri sakinleştiriyordu. Galiba bizi yabancı gözlerden ve kulaklardan uzaklaştırmak için Asya annemi yurtaya davet etti.

Onların arasında bulunan Erkin bana güneş doğmadan yola çıkacağımı hatırlattı.

-Şimdilik biraz uyusun – diye devam etti.

-Uyusun! – diye biri kötü bir alayla söyledi – Öyle bir görüşmeden sonra annesiyle gider!...

Yurtaya üç kişi girdi: Asya, annem ve ben.

Fakat yurtanın önünde hâlâ gürültü vardı ve sert bir ses herkesi kendi yurtasına gitmesine ikna ediyordu.

Çok geçmeden ortalığı sessizlik kapladı. Asya lâmbayı yaktı. Sağlık ve hayat hakkında sıradan olan birkaç sorudan sonra annem biraz sakinleşmişti. Kadınlar tanıştılar. Ve sadece o zaman Asya anneme büyük bir yolculuğa çıkacağımı söyledi.

-Kızıma engel olmak gibi hiçbir niyetim yok, canım. Onun fenalığını istemediğinizi biliyorum. Devlet insanları olduğunuzu, bizim gibi olmadığınızı anlıyorum. Fakat cahil olan bizler de bu yeni iktidarın kadınlara yardım ettiğini biliyoruz. Ben kızımı aulumuza geri götüreyim diye gelmedim. Ancak ona bakıp kendimi sakinleştirmek istiyorum. Onu dünyaya getirdim, ona acıyorum ya! Fakat kızımı durdurmayacağım. Karar verdiğiniz gibi onu yollayın!

Asya:

-Şafağa kadar uzun zaman var – diye kol saatine baktı – Oturmamızı mı, yatmamızı mı istersiniz?

-Yatsak daha iyi olur. Ancak izninle Bopaş'ımın yanına yatayım. Bazen babası ona öyle derdi.

İkimiz yatağıma uzandık ve bir beden olacak kadar birbirimize sokulduk. Annemin beni döl yatağında taşıdığı günlerden beri öyle birleşmemiştik. Kendini öz annenin kucağında hissetmek ne kadar muhteşem bir his!

Bir hışırtıdan uyandık.

-Asya! – diye alçak bir ses duyuldu.

-Efendim! – diye seslendi.

-Benim, Erkin. Güneş doğuyor artık…

-Galiba hâlâ uyuyorlar.

-Onları uyandırma zamanı geldi. Hem atlar, hem yoldaşlar hazırlar.

-Biz artık uyanığız – diye annem söyledi.

-Toplanma zamanı – diye Erkin acele ettiriyordu – Gün sıcak olacakmış. Hava açık, ama hâlâ serin. Yola mümkün olduğunca erken çıkmak gerek. Hava iyice ısınana kadar olabildiğince uzağa gitmek gerek: atlar terleyince zor gidersiniz.

Erkin geçen geceyi hatırlayıp anneme şunları söyledi:

-Gece ağlamak uzak yolculuğun habercisidir, hanım. Biz de üzüldük. Bizim de anne babamız oldu, bizim de çocuklarımız var. Halkın dediği gibi herkes kendi acısından ağlarmış. Fakat ağzından çıkan sözler daha da üzdü. Bugün aynı şekilde davranmana gerek yok.

-Allah korusun – diye annem cevap veriyordu – Çocuğuma belâ çekmeyeceğim. Ben kahırlandım, bitirdim artık. Bugün ağlamayacağım.

-Teşekkür ederim, hanım!

Erkin çıktı sanki bize baş başa fısıldaşmaya fırsat vermek istiyordu. Onun arkasından Asya da çıktı.

Annemle baş başa kaldık ve yine de birbirimizden ayrılamıyorduk. Belki azaplar içinde beni doğururken aynı ıstırapları çektiydi. İçimde bir titreme, anne kalbinin atışını hissedebiliyordum.

Erkin – bu defa kararlılıkla ve gürültüyle – yurtaya girmeseydi uzun uzun öyle kalırdık. Sesi, bıçağın göbek bağını kestiği gibi bizi birbirimizden ayırdı…

Ben yola hazırlanmaya başladım!

Barşagul özenle çay demledi. Fakat çay umrumda mıydı acaba? Bunlara fazla tahammül edemediğimden dolayı bir an önce arabaya binmek istiyordum. Daha sağanak haline gelmeyen bir kara bulut gibi sessizdi. Kanı çekilivermiş yüzü soluk, sarımtraktı…

… Gün ağarmasına kalmadan yurtanın önünde artık iki çift koşmuş at duruyordu. Bir arabada Balkaş, karısı ve ben gidecektik. Barşagul ve Asya kollarıma girip beni götürüyorlardı. Arkamdan iki kadın refakatinde annem geliyordu… Ayrılırken ona sarılıp sessizce ağladım. Annem titremedi, ağlamadı. Taş kesilmiş gibi hiç kımıldamadan duruyordu ve kuvveti sadece ayrılırken söylenen basit birkaç kelimeyi telâffuz etmeye yetebildi.

-Uğurlar olsun, ışığım benim!

Dudaklarıyla yanağıma dokunup yerinden kımıldamadı. Ancak arabaya binerken yüzünün buruştuğunu gördüm. Kaynamak üzere olan süt işte öyle titrer. Ve bu hararetin beni de saracağını tahmin ettim.

İşte yola koyulduk! Gergin dizginler çekildi. Ahırlamış atlar ileri atıldı!

-Uğurlar olsun! – diye bizi uğurlayanlar ağız birliğiyle söylediler. Yaşlar gözlerimi kaplamıştı. Arkamızda kalanların endamları sisteymiş gibi gittikçe daha hayal meyal görünüyordu. Atlar o kadar hızla gidiyordu ki kimseyi net olarak seçemiyordum. Sis içinden ancak annemin hüzünlü yüzünü tahmin edebiliyordum.

-Hoşçakal, benim zavallı annem!

Dudaklarım bu sözleri söylemek için kımıldadı, ama sadece kalbim onları telâffuz edebildi.

 

BOZKIRDAKİ KURTLAR

 

Kırmızı yurtadan ayrıldığımda hemen hemen tükenmiştim. Sanki son zamanlarda birikmiş olan şeylerin hepsi birden beni etkileyiverdi: hem annemden ayrılırken içimdeki acı, hem telâşla dolu uykusuz gecelerim, hatta avurdum avurduma geçtiği ve iskelet gibi zayıfladığım.

Araba bozkırın çığır gibi dar yolundaki çukurlara girip çıkıyordu. Zaman zaman dalıp uyukluyordum. En sonunda tamamen bayıldım. Janil ve Balkaş arasında oturuyordum. Araba sallandığında az kaldı düşecektim.

-Artık yalnız oturmayacaksın, Bates. Bana yaklaşsana! Seni tutarım – diye Balkaş beni kucakladı.

Sadece ona uysalca yaslandığımı ve hemen uyuduğumu hatırlıyorum.

… Biri beni silktiğinde ve adımı söylediğinde gözlerimi açtım. Güneş artık tepeye yaklaşmaktaydı. Arabalarımız duruyordu. Yoldaşlarım yakınlarında geziyorlardı. Arabada sadece Balkaş ve kollarında yarı yatar durumda olan bendim.

Nayzabek:

-Uykun pek derin – diye bana söyledi – Artık auldan bayağı uzaklaştık. Biz oradan çıkalı çok zaman geçti! Arabadan in de uykun açılsın! İşte görüyor musun, artık Kaska-Bulak sınırına vardık? Soğuk suyla yıkan, uykunu açmana birebir gelir.

-Yeter artık bu kızı kucakladığın!  - diye Janil, bana hâlâ sarılan kocasına sitemle baktı – En sevdiğin öğrencinden bir türlü ayrılamıyorsun.

Onun bu sözlerinde kıskançlık farkedip şaşırdım ve uykum hemen kaçtı.

Etrafıma bakındım. Mola yeri olarak sel yarığının ağzında sakin bir yer seçilmişti. Taşlı çukurdan seyrek ince su şeritleriyle küçük bir pınar akıyordu. Su aşağı yukarı pasta tabanı kadar derin olmayan bir kum çukuruna dökülüyordu. Su şaşılacak kadar berrak ve kabarcıklıydı. Tam bizim Buzaukop’un çevresindeki Kaynar diye bir pınar ve hazne gibi.

Hatırlıyorum ki biz çocukken Karakiz hanım bize sürekli kızardı. Ben akranlarımla beraber Kaynar'da yüzerken ''Sakın ha! Bir de bak su sizi yutar'' diye homurdanırdı.

Aulda geçen çocukluğumun bu hatıraları o kadar canlıydı ki kumlara koşup üst kıyafetlerimi çıkarmaya başladım.

-Cidden yüzmeye mi karar verdin, Bates – diye Nurbek’in biraz alaylı sesi kulağıma geldi ve utanıp hemen giyinmeye başladım.

Balkaş:

-Ben anladım: Bates çocukluğunu hatırlamış. Yayladaki Kaynar’da yüzmeyi o kadar severdi ki! – diye söyledi – O çocukken onu oralarda sık sık görürdüm.

-Meğer onu tâ çocukluğundan beri biliyormuşsun – Janil'in bu sözlerinde o kadar kızgınlık vardı ki Balkaş hemen sustu. Kadın yine kıskanıyordu. Galiba aynı şeyi şakacı Nurbek tahmin etmişti. Hafif bir gülümsemeyle Janil’le alay etti:

-Acaba bilmiyor muydun, hanım, öğretmenimizin gözlerinin önünde böyle bir güzel büyümüş?

-Yeter! – diye şakadan anlamayan ve sevmeyen Nayzabek Nurbek'in sözünü kesti.

Nurbek Nayzabek'e hem şef, hem de kendisinden daha yaşlı olarak saygı duyduğu için ona zıt gitmedi ve şakalarını bitirdi.

Çoğu pınarın yanındaki ingin yerlerde yüksek otlar biter. Hem bizim Kaynar’ın yanlarında, hem de Kaska-Bulak’ın etrafında öyleydi. Nayzabek hayranlıkla gür, parlak otlara bakıyordu.

-Hadi yoldaşlar! Burada atların koşumlarını çözeriz; terleri kurusun, dinlensin ve otlasınlar…

Biz de acıktık. Yol için tedarik ettiğimiz bir tayın var, ayrıca küçük bir tulumla kımız da var. Yiyelim, içelim, karnımızı doyuralım.

Balkaş:

-Dün Erkin yağlı bir kaz ve bir ördek avlamıştı. Barşagul dağ soğanı ve patates de doldurup pişirmişti. Demişti ki bunlar Bates için! Süt kabına pişmiş kaymak koyup ekşimesin diye bir an önce yememizi tavsiye etti. Bugün mü yiyeceğiz yoksa yarın mı? – diye sordu.

-Açgözlülük etme ya – diye Janil öfkeyle kocasına baktı.

Balkaş’ı  benden kıskandığından artık hiç kuşkum kalmadı. Balkaş karısından on iki on üç yaş daha büyüktü ve onunla kısa zaman önce evlenmişti. Herşeyi bilen Kalisa bir defa bana Balkaş’ın kadınlara karşı çok çekingen olduğunu anlatmıştı. Kimse asla onun hakkında hiçbir dedikodu duymamıştı. Birçokları onun sağ olup olmadığından kuşkulanırlardı. Belki çekingenlikten dolayıdır ki geç evlenmiş. Güzellik tıknaz, tombul, düz yüzlü, kalkık burunlu Janil'in ayırıcı niteliği değildi. Balkaş da yakışıklı değildi zaten. Nurbek gibi şakacı yiğitler onlarla sık sık ''Teyze dayıya lâyık! Eh, ama Allah onları ne güzel buluşturmuş ya!'' diye alay ederlerdi.

Gözyaşı gibi şeffaf suyla yıkandıkça su şeritlerini avuçlarımızla çekip geri döküyorduk. Sonra geniş yeşil tarlaya oturduk. Dün hava boğucu ve sıcaktı, bugünse bulutlu ve hafif rüzgâr yüzlerimizi okşuyordu.

Nurbek'in espri yeteneğinden başka hızlı çalışabilme yeteneği de ortaya çıktı. Bir anda örtüyü otlara serip, yemekleri çıkarmaya başlayıp neşeli neşeli söyledi:

-Bizden sadece Bates benden genç. Fakat o misafirimiz. Gerçi Janil hanım da daha çok genç. Fakat onu rahatsız etmemeye karar verdim. Önünde uzun bir yol var! İşte onunla çalışmak zorundayım…

Ve bizim arabacı Joldibay’ı gösterdi.

-Yemeğimiz bol. Baksana! Nayzabek’in karısının ve Barşagul’un pişirdikleri o kadar çok ki bize Kustanay’a kadar yeter. Eğer bunlar da yeterli olmazsa Bates’in annesi büyük bavuluna kendisi için kurutulmuş et ve bir tulum erimiş sadeyağ koymuş.

Nurbek gözlerini kurnazca etrafındakilere gezdirdi:

-Hadi nasıl başlayacağız? Kuzudan mı? Bu yağlı kuzu Bates'in şerefine kesildi, ama aulda ona ikram etmeye fırsat olmadı. Hava sıcak. Genç et bozulabilir, hadi onu yiyelim! Isıtsak ne olur ki? Zaten kovamız da var.

-Kuzu eti soğuk halde de çok lezzetli!- diye Balkaş kendini tutamadı. Okulumuzda öğretmenik yaptığı yıllarda onun, et yemeklerine düşkün olduğu boş yere söylenmezdi. Bir defa bütün aul Balkaş’ı  bir türlü doyuramadı diye bir konuşma hatırlıyorum. Bir gün evimizde kısrak kesmiştik ve bu obur öğretmenin, dört parmak kalınlığındaki kasığı nasıl yediğini ben kendi gözümle gördüm. Şimdi de bizi genç koyunun soğuk halde daha lezzetli olduğuna ikna etmeye çalışıyorsa demeki ki bu eti yemeyi çok istiyor. Becerikli Nurbek’in bavuldan ve çuvallardan  çıkardığı yemek son derece yağlıydı. Sadece iştah açıcı filetosunda değil, en yavan kısmı sayılan kavalkemiğindeki ette de yağ şeritleri vardı. Galiba içiriği hariç tüm kuzu eti yol için pişirilmişti. Nayzabek’in karısı, sağrı kemiğinden ayrılmamış ve kuzuya göre bayağı büyük kuyruğunu özel bir leziz yemek olarak koymayı unutmamıştı.

-Aferin karıcığım! – diye polis, karısının özen göstermesinden memnun şekilde seviniyordu – Kuzu kesildiğinde onun bu kadar yağlı olduğunu farketmemiştim. Yaklaşsana, Balkaş, yemeye başlasana! Sensiz bitiremeyiz! Senin ünlü bir obur olduğunu duydum!

Nayzabek bir defa da yemeklerle dolu örtüye ve dilimlenmiş ete göz gezdirip yine öğretmene döndü:

-Artık sofradayız. Hadi yesene!

-Oturup bakacağımı mı düşünüyorsun! – diye Balkaş yüzünün her zamanki ölçülü ifadesini kaybetmeyip onurla cevap verdi – Senin göz kırpmana kalmadan bu dilimlerin hakkından gelirim. Bana başka neler ikram edeceksin?

-Bende kımızdan başka bir şey yok – diye Nayzabek yapmacık bir korkuyla söyledi.

-Kımızı kendin iç! İki bardak daha içebilirim, ama etle ilgili ciddi plânlarım var.

Balkaş, yağı donmuş iri et dilimlerini silip süpürmeye başladığı zaman gözlerimizi ondan alamıyorduk.

-Önce bu yağın hakkından gelmek lâzım- diye öfkeyle söyledi ve Nayzabek’in önceden kestiği kuyruğu dilim dilim ağzına sokmaya başladı. Yıldırım hızıyla onu bitirdi.

-Şimdi filetonun sırası geldi – diye ilân edip fileto yağını dilimlememize izin vermedi. Altın kartalın büyük beyaz kalaçı yakaladığı gibi o da fileto yağını alıp ucundan dilim dilim ısırıp onu da aynı şekilde yok etti.

-Ne diye bana öyle bakıyorsunuz? Yemeyi bilen bir insan hiç görmediniz mi? Demek kalan yağ da benim, yavan eti ise siz yiyin yoksa aç kalırsınız…

Balkaş eti ilikli kemikten, omurlardan ustaca ayırmaya başladı ve onu imrenilecek bir kolaylıkla silip süpürdü.

Ve sadece sofradaki yağlı dilimler bittiği zaman Nayzabek’e uysalca dedi:

-Şimdi bana dargın değilsin, değil mi?

-Eğer doyduysan dargın değilim.

Balkaş:

-Tabii ki doydum! – diye hafifçe gülümseyerek söyledi – Ve sen bunu bir koyunu sonuna kadar yiyebilien Balkaş'a mı soruyorsun?! Karnımı bir kuzuyla  nasıl tamamen doyurabilirim! Midemde ağırlık bile hissetmiyorum.

-Allah Allah! Kimse seninle yarışamaz, Balkaş.

Karnımızı doyurup yola devam etmek istiyorduk.

-Ağabey, izninizle yanınıza oturayım – diye Nayzabek'e rica ettim.

-Orada rahat değil misin?

-Çok rica ederim, izin verin…

-Tamam, ama neden Janil hanımla sohbet ederek gitmeyi istemiyorsun?

-Bence Bates ilk önce Janil'den kaçıyor – diye Nurbek kendini tutamadı – Bazen ayıp olmakla beraber ben düz konuşmayı severim. Janil Balkaş'ı Bates'ten kıskanmış.

Bu sözleri Balkaş'la karısı da duydular. Öğretmen Allah'ın yardımını istedi, Janil ise suratını astı ve yüzünü çevirip bunun doğru olduğunu belirtti. Öğretmen herşeyi aptal karısına anlatsaydı ne güzel olurdu diye düşündüm, ama tabii ki bir şey söylemedim. Galiba aynı şeyleri Nayzabek de düşündü, fakat ağzını açmadı ve sizde utanmak yok mu diye bir Janil'e bir Balkaş'a bakıyordu. Ve sadece Nurbek tüm düşündüklerini açıkça söyledi:

-Ah, Allah! Karın hasta mı ya? Bates'in kendi yiğidi var! Senin gibi kısa boylu bir tosunla mı ilgilenecek?

-Yeter artık, gevezeliği kes, Nurbek! – diye Balkaş polis’e yaklaşarak horozlandı…

Diğeri de daha çok öfkelendi:

-Demek ki karının aklı tam endamı gibi!

-Yeter, Nurbek – diye Nayzabek konuşmaya karıştı.

-Uf, çıldırtır insanı! – diye Nurbek artık yatıştırıcı bir tonla söyledi.

Fakat öfkeli Balkaş’ı sakinleştirmek o kadar kolay bir şey değildi. Ve Nayzabek olmasaydı bu münakaşanın nasıl biteceğini kimse tam bilemezdi… Ben polislerin arabasına Nayzabek’in yanına oturdum, Nurbek ise kutuların önüne oturup dizginleri eline aldı.

Yola çıktık.

Kizbel'in bana tanıdık tepeleri, bayırları ve çukurları!..

Kendimi çok dinç hissettim. Sıcak olmayan bu bulutlu günde hafif, okşayıcı bir rüzgâr esiyordu…

Galiba doğuştan konuşkan olmayan Nayzabek düşüncelerine dalıp uyukluyordu…

Ya Nurbek? O başını sık sık çevirip bana bakıyordu. Konuşmaya, he zamanki şakalarına başlamak istiyordu, ama utanıyordu…

Nurbek alçak, hemen hemen duyulmayan ıslıkla,sesle farklı melodiler ya da  yavaş sesle bozkır şarkıları söylüyordu. Ne kadar neşeli, hayat dolu bir yiğit!

… Akşamüstü atlarımız yorgunluklarını atsın diye ikinci defa durakladığımızda yatacak yerden söz açıldı.

Balkaş:

-Bir teklifim var, yoldaşlar – diye söyledi – Yolumuzda Burkut'un evi bulunuyor.

O bunları söyleyince kalbim hop hop etti.

Balkaş serinkanlı bir telâşsızlıkla devam etti:

-Söylendiği gibi doğru sözde ayıp yoktur. Hepimiz iyice biliyoruz ki Bates Burkut’unu bulmaya gidiyor. Gençler birbirlerini anlamayıp bir süre için ayrılmışlar. Fakat biz birkaç Kazak geleneğini hesaba almalıyız. İşte Bates anne babasının izni olmadan gidiyor…

-Daha somut konuş, öğretmen bey: babasının izni olmadan – diye Nurbek Balkaş'ın sözünü kesti…

-Sözlerini anlamadım…

-Bilmiyormuş gibi yapma, öğretmen! Acaba annesi Kırmızı yurta auluna gelip onu uğurlamadı mı?

-E-e, öz annesi! – diye Balkaş uzatarak söyledi – Faka onu büyüten annesi Karakiz hanım onu bırakmayı düşünmemiş bile…

-Hadi anneleri bir süre için rahat bırakalım – diye Nayzabek konuşmaya karıştı – Ne teklif etmek istediğini söyle, Balkaş.

-Bates Burkut’un anne babasının hayır duasını alırsa iyi olur – diye Balkaş sonunda söyledi.

-Bu geleneklere son versen iyi olur! – diye Nurbek öfkeyle yüzünü çevirdi.

-Ne diye son vereyim ki? – diye Balkaş kendinden geçti – Senin ve benim için bir! Fakat Burkut ve Bates görüşüp Bates onun anne babasının hayır duasını aldığını söylerse Burkut’un ne kadar memnun olacağını tahmin edebilir misin? Nasıl anlayabilirsin ki! Senin tek bildiğin, tek yapabildiğin şey tüfek tutmaktır!..

Nayzabek:

-Öyle söyleme, Balkaş! – diye tüfek hakkındaki bu sözlerini kendi üstüne yordu – Silâh kullanmasını bilmek akıl yitirmek değildir.

-Eh, konuşmamız ne kadar anlamsız ya! – diye şimdiye kadar susan arabacı Joldibay söyledi.

Fakat Balkaş devam ediyordu. Gerçi Nayzabek’e büyük bir saygı duyardı ve onu kırmaktan korkadı.

-Şakamı üstüne alma. Ben sadece Nurbek'i kastettim. Her şey hakkında gevezelik edebilenlerdendir o…

-Tamam, tamam Abutalip'in auluna gideriz – diye Nayzabek razı oldu.

-Bizi güleryüzle karşılayacaklarına emin misin acaba?

-Eminim!.. Yoksa ikna ederiz!..

-Acaba Bates kendisi buna karar verirse daha mı iyi olur?

Balkaş beni de ikna etmeye başladı.

-Uf, ne isterseniz yapın! – diye cevap verdim – Benim için tasvip edip etmeyecekleri gerçekten bir. Suçlamasınlar yeter.

Balkaş bu sözlerimi Burkut’un anne babasına gitmemize razıyım diye yorumladı:

-Belki Abeu bey memnun olmazmış: o acımasız bir adam. Buna karşılık Asiltas hanım Bates'i kendi evinde görünce sonsuz sevinirmiş, oğlu Burkut'un samimi sevgilisi olarak onu bağrına basar.

-Ne olursa olsun gidelim! – diye yoldaşlarım karar verip aula doğru saptılar.

Güneş batmak üzereyken arkamızda bir bağırış duyuldu. Nurbek başını çevirip tırısla giden atları durdurdu.

-Balkaş şapkasını sallıyor, görüyor musunuz!

İkinci araba yanımıza vardı. Balkaş uzaktaki ışıklar içinde olan yurtaları gösterdi.

-İşte bu Abutalip'in aulu. Gelişimizi haberdar etmeye önce ben giderim. Sahipler bizi beklemiyorlar! Sizse acele etmeyin, yavaş gidin de tam uygun vakitte varırsınız.

Biz razı olduk.

Balkaş hızla ileri gitti, arabamız ise yavaş yavaş onu takip etti. Güneş artık batmıştı, doğuda alacakaranlık koyulaşıyordu, batıda ise akşam güneşin son ışıklarını söndüyordu. Auldan bir atlı çıkıp başka bir yere doğruldu.

-Bu Burkut’un babası Abeu ya! – diye şahin gözlü Nurbek haykırdı.

Nayzabek:

Abeu mu? – diye şaşırdı – Nasıl seçebildin ya?

-Ne de olsa sizlerden daha gencim – diye Nurbek hafifçe gülümseyerek cevap verdi – Gözlerime tanımama engel olan bir şey olmadı ki… Ayrıca Abeu'dan başka kimin öyle koyu gri bir atı var… Allah bilir, fakat sanırım kendi misafirlerinden kaçmış.

Aulun batısındaki büyük beyaz yurtaya yanaştığımızda havlamaya benzeyen, kulakları tedirgin eden ince ve keskin bir ses duyuldu. Kadın bağırıyordu. Arabadan inmeden bu sesi dikkatle dinleyip donakaldık.

-Balkaş! – diye keskin çığlıklar atıyordu – Sen benim düşmanım mısın ya?.. Düşmansan ne almak istediğini açıkça söyle !.. İnsansan buradan git ve bu kancığı bana göstermeye cesaret etme!

Benim için her şey belli oldu. Burkut'un annesi Asiltas hiddetleniyordu. Kan başıma fırlayıverdi.

Balkaş Asiltas'ı ikna etmeye çalışıp hoşgörülü olmasını rica ediyordu.

-Ne hoşgörüsü! – diye kadın daha keskin bir çığlık attı – Acaba iki aygırın mücadelesi bu kısrak yüzünden değil miydi? İki aulu ayağa kaldıran bu alacalı tay değil miydi? Bu kurnaz kızı buradan atar mısın, Balkaş, yoksa atmayacak mısın? Sakın ha! Önce onu bıçaklarım, sonra da kendimi.

-Bu kadının aklı başında değil mi ya? – diye Nurbek doğruldu – Acaba onu uslandırayım mı?

Yurtaya doğrulacaktı, ama Nayzabek keskin bir hareketle onu durdurdu. O sırada auldan arka arkasına arabacı Joldibay, Janil ve Balkaş fırladılar. Korka korka dönüp bakıp arabalarına doğru koşuyorlardı.

Nayzabek:

-Ne oldu? – diye sordu.

-Yerin dibine geçsin o kadın! – diye Balkaş elini sallayıp aceleyle arabaya bindi ve yoldaşlarını acele ettirdi – Tamamen kurtulana kadar bu cadıdan kaçalım.

Atları geriye çevirdik. Balkaş'ın arabası yine de ileriden gümbürdüyordu. Auldan hayli uzakta durakladık ve  Balkaş ne olduğunu anlattı:

-Tanrım! Çok huysuz kadın gördüm, Nayzabek, ama bunun gibisini görmedim. Ne yaptığının bilincine kendisi de varmıyor! Allah'ın onun aklını başından aldığını önceden de tahmin ediyordum, ama şimdi deli olduğunu tam biliyorum. Biraz fazla kalsaydık bizi tırmalayıp ısırırdı. Asiltas yaklaştığınızı duyup korktu ve kendini tutup el kaldırmadı.

-Fakat istediği ne ki? – diye Nayzabek şaştı.

-O kadar çok şey istiyor ki anlatılamaz. Bazen ne istediğini kendisi de bilmiyor. Sıkıntıda o, büyük bir sıkıntıda!

-Orada ne oldu ki?

-Abeu'yu dün beklenmedik şekilde Kustanay'dan çağırmışlardı. Evdekiler o hapsedilecek diye korkuyorlarmış…

-Dur, Balkaş… Yani auldan koyu gri atla çıkan Abeu değil miydi?

-Hayır, oğlu Tekebay’dı. Sanırım bizden kaçmıştı. Biz yurtaya, o yurtadan. Selâmıma bile cevap vermedi… Tam ondan sonra bir at ayak patırtısı duyduk.

-Anlaşıldı – diye Nayzabek uzatarak söyledi – Fakat Abeu gerçekten hapsedilebilir. Son zamanlar dükkândan mallar çalma hakkında bir soruşturma yapılıyordu. Ben kendim bölgeden çok malzeme gönderdim. Sanırım o deveyi tüyüyle, kısrağı yüküyle yutabilenlerdendir. Halkın varlığını çok yemiş. Hesap verme zamanı geldi.

Nayzabek'in sözleri canımı acıttı. Bu dükkânın ticaret işlerine babam da katılıyordu. Belki o da birşeyler çalmaya fırsatını kaçırmamıştı. Ve Abeu'nun düştüğü tuzağa o da düşebilir. Nayzabek beni düşüncelerimden uyandırdı:

-Her şey belli, burada boş boş durmamıza gerek yok, yolumuza devam edelim!

-Hangi yoldan gideceğiz? – diye Balkaş sordu.

-Doğru!..

-Hayır, ıssız bozkır içinden gitmeyelim: açlıktan ölebiliriz. Dolaşık yoldan gidersek daha iyi olmaz mı? Hem geceleyebileceğimiz, hem de yemek bulabileceğimiz aullara rastlayabiliriz.

-Yol için tedarik ettiğimiz yemekle de seni bol bol yedirebiliriz, Balkaş.

-Tedarik ettiğimiz yemek mi? – diye Nurbek kurnazca Nayzabek' e baktı – Kustanay'a kadar daha beş altı gece kaldı. Fakat Balkaş'ın ne kadar yiyebildiğini kendi gözünüzle gördünüz. Tedarik ettiğimiz et ona sadece bir öğün için yeter. Balkaş'a her gün için en azından bir yağlı kuzu gerek…

Fakat Nayzabek bu şakaya da aldırmadı:

-Doğruca gidelim! Yemekler uğruna Balkaş'ın yılankavi gitmesine vakti var, ama bizim vaktimiz yok. Tartışmaya da gerek yok!

-O halde nerede geceleyeceğiz ya?

-İleride. Nerede olacağını söylerim ben…

-Ah, ne güzel kuzular ya… Ve elimizden kaçırdık. Belki de şimdi bıçaktan kaçabildikleri için sevinçten meliyorlardır – diye Nurbek atları koşturup şakalarına devam etti.

Alacakaranlık basıyordu. Biraz hüzünlü ruh halimizi iyileştirmek için Nurbek bütün sesiyle sevdiği ''Mayra''yı söylemeye başladı:

Adım Mayra, babam Vali…

Şarkımı dinler uzak vadi.

Galiba Mayra'sı neşeli bir kızmış!.. Şarkıya bakılırsa kızlar arasındaki Nurbek’miş… Allah neden beni onlar gibi yaratmadı!..   

Önceden tahmin ettiğimiz gibi birkaç defa açık bozkırda gecelemeye mecbur kaldık. Ve Nurbek’in dediği gibi yol için tedarik ettiğimiz pişirilmiş et Balkaş’ın doymaz midesi için ağır değildi. Sıra Barşagul'un pişirdiği ördek ve kaza geldiğinde ise Nayzabek bütün eti öğretmene vermeyi, diğerlerine de yağlı yuvarlak ekmekle kanıklanmayı teklif etti. Fakat Nurbek buna bir türlü razı olmak istemedi:

-Ağzını mı yalayacağız ya! – diye söyledi – Cömert olmak istiyorsanız payınız ona verin, benimki anca bana yeter.

Ve kaz etini yemeye başladı. Balkaş galiba kırılıp tüm kuşun eşitçe bölüştürülmesinde ısrar etti.

Neredeyse her adımda bazen skandala bile varan münakaşalar oluyordu. Uyumadan önce de münakaşa ediyorduk. Janil’in kendisini daha rahat hissetmesi için yanına yatmaya çalışıyordum. Fakat buna da razı olmuyordu. Kocasını bırakmaktan korkup kendi yanında olmasını istiyordu.

-Ya Bates? – diye Balkaş çekinerek sordu.

-Bates mates neyine gerek!.. Kendi arabası yok mu? Orada kendisine bir yer bulur! Sana gel dediysem gel! – diye Janil öfkeyle emrediyordu.

Balkaş’a karısıyla münakaşa etmesin diye:

-Yatacak bir yer bulurum, endişelenmeyin! – diye söyledim.

-Bir dakika! Bayanlar beraber yatarlarsa iyi olur – diye Nurbek yine konuşmaya karıştı.

-Alay etmeyi bırak – diye Balkaş öfkelendi – Sen akranlarınla şakalaş! Burada akranın yok!

O zaman da her zamanki gibi kararı Nayzabek verdi:

-Hadi münakaşa etmeyelim! Bates arabamıza yatar, Nurbek’le ben ise otlara yatarız.

Soyunmadan arabada serilmiş koyun kürklerine uzanıp yine de uzun zaman uyuyamadım. Polisler alçak sesle konuşuyorlardı. Birden Bayzabek’in sözlerini net olarak duyabildim:

-Bugün her zamankinden daha dikkatli olmamız gerek. Sasik'in auluna yakınız. Sasik içinde olan güceniklik ve utanç duygusu yüzünden çok kızgın. Resmî olarak ilân edilmiş gelini kaçmış ya. Asalaklarını üstümüze saldırtabilir.

-Bize ne yaparlar ki?

-Sen ne safsın! – diye Nayzabek kızdı – Tutup atlarımızı çalarlar! Sonra bir de bulmaya çalış! Sadece atları değil, zincirlerini de bulamazsın! Bugün de bunu yapabilirler. Büyük yolun yarısında atsız kalmanın ne kadar zor oluduğunu tahmin edebilir misin? İşte öyle de intikam alırlar.

-Kendimizi nasıl savunabiliriz, Nayzabek abi? – diye Nurbek her zamanki şakalarını unutup endişelendi.

-Atları şafağa kadar arabalara bağlamamız gerek, ayaklarına ise zincirler takmamız gerek. Biz de hazır olmalıyız.

-Atları bağladıktan sonra bile mi?

-Ne kadar ciddiyetsizsin sen, Nurbek!..  Tecrübeli bir at hırsızı için bu bağlar ne ki?.. Kilidi açmak ve zinciri kırmak uzun bir iş mi? Dediğim gibi yapmalıyız, şafak sökerken ise atları sırayla otlatırız. Unutma: bir saniye için bile gözünü kapatırsan, atları çalarlar. İnanmıyor musun? Hadi uyumayı dene ve uyanacağında atlar yerlerinde olursa senin için burnumu keserim.

-Acaba at hırsızları bize o kadar yakın mıdırlar?

-Tabii ki yakın… Garanti veriyorum ki bizi sel yarığından gözletiyorlar da her adımımızı biliyorlar. Sence Tekebay boşuna mı auldan çıktı? İkramda bulunmamak için değil, arkadaşlarını uyarmaya gitti. Yolunu kaybeden kurtlar birbirini hep uluyarak bulur. Tekebay kurt gibi bozkırda koşuşuyor. Gereği olan herkesi artık uyarmış. Herhalde şimdi onlar yakınlarımızdadırlar.

İlerledikçe, yolda yeni korkacak şeyler ortaya çıkıyordu. Nayzabek’e sordum:

-Ne yapalım?

-Sen rahatça yat, sevimli Bates! Dikkatli olacağız. Biz uyanıkken bin insanla bile bize yaklaşmaktan korkarlar.

Fakat ne de olsa korkular gitmiyordu. Hem onlar, hem de gece soğuğu yüzünden beni bir titreme kapladı. Ben gerginlikle kulak veriyordum: işte atları bağladılar, işte ayaklarına zincirler taktılar. Üçü de – Nurbek, Nayzabek ve Joldibay – birşeyler hakkında fısıldaşıyorlardı. Elimden geldiğince uykumu kaçırmaya çalışıyordum. Bana öyle geliyordu ki ben uyur uyumaz düşmanlar çıkagelirler…

Tam da öyle oldu… Bağırışlarla ve gürültüyle silâhlı atlılar yatacağımız yeri kuşatıp bize saldırdılar ve bizi keçiymişiz gibi arkalarından sürüklediler… “Ölüyorum!”, “Ölüyorum!” diye sesler kulağıma geldi. Saçlarımdan yakalayıp arabaya kadar sürükleyen adamı tanıdım. Sasik’ti!.. Şeytan gibi korkunçtu. Saçlarımı ellerinden birine sarıp ''Şimdi boğazını keseceğim'' diye tehdit ederek cebinden hançerini çıkardı. Kendimi tutamayıp bir çığlık attım…

Ve tam o anda özenle bir ses duydum:

-Ne oldu, Bates? Biziz: Nayzabek ve Nurbek!..

Arabadan atlayıp bir birine bir diğerine sarılmaya başladım. Kendime gelip bütün gördüklerimin bir rüya olduğunu anladım.

-Hepimiz böyle derin uyursak, rüya gerçekleşebilir – diye Nayzabek söyledi – Bozkır gerçekten güvenli değil. Sel yarığında koşuşan hinoğullarını gördük. Tahmin ettiğim kadarıyla onların sayısı o kadar az değil. Bekçilik yaptığımızı görüp hırsızlık yapmaya cesaret edemediler. Eski atasözünü akıllarına getirmişlerdi: “Nerede hırsızlık, orada takip…”

Bu gece telâş içinde geçti.

Sonraki akşam yoldaşlarıma ikramda bulunmaya karar verdim ve annemin verdiği tahta bavulu açtım. Orada neler yoktu ki! Kışın sonunda kesilmiş olan atın yağlı etinden yapılmış füme salamı gördüm. Orada kurutulmuş et dilimleri ve başka birçok şey vardı. Bütün bunlar iştah açıcı tütsülenmiş besinler kokuyordu. Zavallı annem! Bir dilim yağ bile yiyemediğimi hatırlıyor olmalıydı. O zaman bütün bunları kimin için hazırlamıştı?

Balkaş burnunu gıdıklayan kokuyu hemen hissedip açgözlülükle yağa baktı.

-Oho –diye kedinin miyavladığı gibi sevinçle söyledi – İşte en lezzetli yemeklerin bulunduğu yer!

-Ne gördün orada, Balkaş?

-Gördüm ki açlık bize tehdit etmiyor. Arabada o kadar et var ki sadece ucundan kesip yemen kalıyor.

Onu tutmaya çalıştılar. Ona anlattılar ki annesi bu eti Bates'in, şehirde geçinebilmesi için pişirmişti. Fakat obur Balkaş'ı ikna etmek o kadar kolay değildi.

-Ben Bates'i tanımıyor muyum acaba? Küçük bir yağ dilimi bile yiyemez. Herhangi bir durumda bu ete dokunmaz – diye Balkaş zevki önceden hissedip yutkunuyordu – Biz ondan tatarız ama! Derler ya ''Erkeğin ve kurdun eti yolda bulunurmuş…'' Bates için de birşey bulunuruz…

-O zaman hadi pişirmeye başlayalım – diye teklif ettim.

Nayzabek yine de bizi bu fikirden vazgeçirmeye çalıştı. Fakat Nayzabek’le ben kovayı füme etle doldurup ateşin üzerindeki üçayağa astık.

-Karnına besir[8] bile oturmuş olsaydı, tek başına bunların hakkından gelemezdi –diye Nurbek Balkaş duymasın diye fısıldadı.

-Sanırım o zaman bizdeki koyun eti daha azdı – diye söyledim.

-Daha az yada daha çok fark etmez. Bir şu tütsülenmiş besinlere baksanıza: buz gibi mavi… Bunu yemek genç koyunu yemekten daha zor…

- Öyle bir yerim ki görürsünüz. – diye Balkaş kıs kıs güldü.

Kovadaki et piştikten sonra bereketlendi. Az önce Nurbek’in kuzuyu dilimlediği tahta tabağa zor sığıyordu.

Genç koyundan sonra füme yağ yemek gerçekten zordu. Ona kimse dokunmadı zaten. Balkaş hariç kimse! Dudaklarını ve ağzını şapırdatarak onu silip süpürdü. Bu manzaradan midelerimiz bile bulandı ve kenara çekildik. Fakat çok geçmeden Balkaş bize seslendi:

-Gelin de bakın!

Şaşılacak bir şey: tabakta sadece avuç büyüklüğünde bir dilim yağ kalmıştı. Fakat Balkaş hemen onu da yedi, sonrada tabağı ağzına yaklaştırıp yağlı sosun artıklarını bir nefeste dikti.

- Sen gerçek bir obursun ha!

Nurbek’in bu sözlerini Balkaş hak ettiği bir övgü olarak kabul edip gururla dinledi.

… Yolculuğumuz esnasında Nurbek hiç yorulmadan sonsuza kadar şarkılar söyleyebilirdi, - Balkaş’ın pisboğazlığı bizi eğlendirmeseydi belki bu ıssız bozkırda canımız çok sıkılırdı. Özellikle benim için, çünkü bir aul kızı için erkeklerle konuşmak kolay bir iş değil. Konuşmaya başlamak nezaketli değil, onlar da çok seyrek soru sorarlar. Belki telâşla dolu kaderimden derin bir kaygı duyduğumdan dolayı konuşmalara hevesimin olmadığını düşünüyorlardı, belki de benimle ne konuşacaklarını bilmiyorlardı.

Tek bayan yoldaşım Janil yolculuğun ilk gününden beri bana küstü ve şimdiye kadar bana dargın kalmaya devam ediyordu.

… Bozkırda uzun uzun gittik. Ve sonunda uzaktaki ormanın hayal meyal siluetleri göründü.

-Amankaragay! – diye Nurbek haykırdı.

Ben bu çam ormanını ve onun sık yerlerinde saklanmış yedi gölü biliyordum. Semiozyornoye[9] diye bir Rus köyünde de olmaya bir fırsatım oldu. Geçen yıl Karakiz hanımın beni akrabalarına götürdüğü zamandı. Oradayken çok şey görmüştüm, ama aklımda kalan en güzel şeyler muhteşem orman ve gölün berrak,sakin sularıydı.

Biz Semiozyornoye'ye yaklaşıyorduk. Alacakaranlık bastı. Durakladık ve nerede yatacağımız konusunda münakaşa tekrar başladı.

Biri köyde, diğeri Amankaragay ormanındaki gölün kıyısında gecelemek istiyordu.

-Köyde sadece etin değil kemiklerin bile satıldığını bilmiyor musunuz? Her şey için ödemek gerek: hem yatacak yer, hem ekmek, hem de et için. Köyde atları da bedava besleyemeyiz. – diye Balkaş bizi köyden uzaktaki Auliye-Kol diye bir gölün kıyısında dinlenmeye ikna ediyordu – Semiozyornoye'de ise ekmek, kalaç[10] alırız. Etimiz var zaten…

Gerçekten tütsülenmiş besinlerin artıkları – bunu Balkaş’ın aç gözleri farketmişti – bavulumda kalmıştı: füme at etinin üstü, at jambonunun üstü ve biraz kızartılmış yağ parçası. Sırf yağdı, hiç et yoktu! Bütün yoldaşlarımdan sadece öğretmen bu yemekleri zorluk çekmeden yiyebilirdi. Neyse, isterse yesin yoksa atmak zorunda kalacağız…

Çam ormanındaki gölün yanında gecelemek bu defa Nurbek'i hiç büyülemedi.

-Yanımızda bir kasaba varken bizi açık göğün altında gecelemeye kim zorluyor ki – diye homurdanıyordu – Şimdi ormanda sivrisinek olması yetmezmiş gibi, gece de soğuk iyice bastırmıştı. Bizi takip edenlerin peşimizi bıraktıklarından da emin olamayız. Pusu kurmak için ormanın sık yerlerinden daha iyisini bulamazlar. Ayrıca galiba gece yağmur yağacak. Çamların altında yağmurdan saklanamayız. Balkaş abinin koklama duyusunu et kokusu gıdıklıyor. Lütfen endişenlenme, abi! Öyle olsun, bugün kendi paramla yağlı bir Rus koyunu alırım. Onun tek kusuru var: kuyruğu yok. Fakat Semiozyornoye’deki koyunlar yağlı etleriyle domuzlardan geri kalmıyor. Sen bile tek başına tüm koyunu yiyemezsin. Joldibay’la da gölün kıyısında bol bol ot biçeriz ve dört atımız için gerekli olduğundan bile fazla.

Son sözü Nayzabek diyecekti.

-Sonra belli olur – diye hayli acıkmış Balkaş'ın sorusuna belirsiz bir cevap verdi.

En sonunda hem ekmek ve süt, hem de kaymak ve tereyağı alabileceğimiz hali vakti yerinde bir Rus köylüsünün evine yaklaştık. Avlusunda uzun kuyruklu siyah koyunlar da vardı.

Sahiple Nayzabek alışverişte bulundu. Evine girdiğinden az geçmeden francala ve kalaçlarla çıktı. Koltuğunda bir süt kabı vardı. Ceketinin cepleri de şişmişti.

-Şimdi bizim Naken'i bağlasan bile tutamazsın!

Nurbek'in ne hakkında konuştuğunu anlamadım.

-Bir ceplerine bak! Allah’ın üzerine yemin ederim ki ev votkasıdır!

Ev votkasının ne olduğunu bilmezdim de Nurbek bana anlattı:

-Evde yapılan votka, çok sert…

-Ya votka olduğunu nereden bildin?

-Hem kokusundan, hem de Nayzabek'in yüzünün ifadesinden anladım. Elmas gibi bir insan, ama onun bir kusuru var: cephede olduğundan beri votka bulur bulmaz içiyor. Çoktandır votkaya dokunmadı. Şimdi de ev votkası bulabildiği için seviniyor. Gerçi ona bir şey olmaz, ama sarhoş olursa saçmalamaya, yapışmaya, yormaya başlayacak…

-Acaba içmemesini mi rica etsek? – diye çekingen bir sesle teklif ettim.

-Düşünme bile! Nayzabek bunu sevmez. Kendini bir şey farketmemiş gibi göstersen daha iyi olur…

Nayzabek güzel ekşi kokan francalaları ve kalaçları bize uzattı.

-Fırından, hâlâ sıcak! Taze kaymak da var – diye süt kabını gösterdi – Sıcak kalaçları ona batır ve ye! Ünlü bir yemek! Ayrıca yanımda soğan, sarımsak ve havuç var.

Son sözleri Balkaş’ı ilgilendiriyordu:

-Koyuna gerek var mı? Eğer çok istiyorsan koyun da alırım.

Balkaş cevap vermedi.

-Üzülme, arkadaşım! – diye Nayzabek devam etti – Bugün Bates’in bavulunda kalan tütsülenmiş besinleri pişiririz. Ayrıca bu tatlı kalaçları kaymakla yersen karnındaki yedi başlı yılan eskisi gibi kımıldasa da doyarsın.

-Ben senden hiçbir şey istemiyorum zaten – diye Balkaş kırıldı. – Beni besleyen sen değilsin. Hem köyde, hem de ormanda kendime hep yemek bulabilirim.

-Şaka yapıyorum ya – diye Nayzabek onu sakinleştirdi. – Üzerine alma! Bu atasözünü biliyor musun: kıvrıla kıvrıla giden tilkiyi kovalamak daha hoştur. Konuşmada ince espriler çok olduğunda gülmek daha hoştur.

Balkaş fazla kırgın olmadığını ima etti.

-O zaman göle gidelim – diye Nayzabek karar verdi.

-Ben de izninizle şafak sökmeden köyde kalmak isterdim – diye Nurbek beklenmedik bir anda söyledi.

Nayzabek şaşırdı.

-Yıkanmak istiyorum. Dediğiniz zamana kadar dönerim. Beni merak etmeyin!

-Tamam, kal – diye Nayzabek razı oldu. – Biz de köyden biraz uzaklaşıp kıyıda geceleriz. Orada sivrisinkler de yok. Şafak söker sökmez bize gel!

Nurbek köyde kaldı, bizse Ayak-Kol gölüne yöneldik. Güneş batıyordu. Atlar sık çam ormanında devam eden kumlu yolda hafiflikle yorga gidiyordu. Yatacak yerimize vardığımız zaman alacakaranlık artık iyice bastırmıştı.

“Ayak” Kazakça’da sonuncu demek… Galiba bu göle diğer altı gölden ayrı bir tarafta bulunduğu için öyle bir isim verilmişti. Geniş ve berrak bu göl güzelliğiyle diğerlerinden hiç de geri kalmıyordu. Onun kumlu kıyısı rendelenmiş tahtalar döşenmiş gibi düz, yumuşak meyilliydi. Normalde gözyaşı gibi berrak olan su alacakaranlıkta solgun görünüyordu ve dayanıklı bir çam duvarıyla kucaklanmış gölün kendisi de sanki oymalı, parlak renklerle boyanmış bir bardaktaki kımız gibiydi.

Buralarda çok kuş vardı. Gelişimizden endişelenmiş kazlar, ördekler, martılar ve kızkuşları gâh gürültü yapıp uçuyorlardı, gâh bir süre konduktan sonra yine havaya kalkıyorlardı.

Gölün ortasındaki ayna gibi yüzeyde bir kurşun atımında muttarit olarak ve sakin sakin iki kuğu yüzüyordu. Sanki kuşların içinde bulunduğu panik onların umurlarında değildi. Fakat gerçekte öyle değildi. Bu telâş kuğuları da kaplamıştı. Kıyıda insanlar görünce kanatlarıyla suya çırparak uçtular.

Bir sessizlik bastı.

Burası ne kadar güzeldi! Ayak gölünün seyrine doyamıyordum!

Atların koşumlarını çözüp çamlara bağladılar, ayaklarına da zincirler taktılar.

-Hadi, Bates, ne dersin: bavulundaki tütsülenmiş yiyecekleri pişirelim mi? – diye Nayzabek bana söyledi.

Ben işe koyuldum.

Janil’le ben suyun yanında eti yıkayıp kovaya doldurduğumuz sırada erkekler kuru dalları kırıp ateş yakmışlardı. Yemek hazır olduğu zaman Nayzabek sofraya iki büyük şişe koydu.

-Bu, yoldaşlarım, ev votkası. Kısaca, evde yapılmış votka. Gece gölün yanında soğuk olduğunu biliyordum da donmamamız için ne olur ne olmaz diye aldım… Benimle Balkaş'a yeter. Joldibay'a ise – rica ederse bile – vermeyiz. Atları beklesin. Belki Janil de tatmıştır, ama sanırım Bates bunun ne olduğunu bilmiyordur…

Janil başını salladı:

-Ben de hiç içmedim…

-Balkaş, eminim ki sen karşı değilsin?

-Biraz içebilirim – diye Balkaş razı oldu.

-O zaman yavaş yavaş başlayalım. Meze var: ekmekle sarımsak…

Balkaş’ı uzun uzun ikna etmeye gerek kalmadı.

Kapkacağımız çok değildi: üç küçük tahta bardak. Onlarla ya kımız, ya da et suyu içerdik. Nayzabek ikisini ağzına kadar doldurdu. Ev votkası solonçak bir gölün uyur suları gibi iğrenç kokuyordu. Gerçi votka hakkında eskiden duymuştum, ama görmeye hiç fırsatım olmamıştı. Ve ben votkanın aynı şekilde kötü koktuğunu düşündüm. İnsanların, kımızdan sarhoş olduklarını görmüştüm: yüzleri kızarıyor, münakaşalar daha öfkeli oluyordu, ama kimse asla bayılmazdı. Bazıları votkadan – söylendiği gibi –ya düpedüz deli olurlarmış: ya kavga etmeye başlarlarmış, ya da kendi kendileriyle konuşurlarmış. Aulumuzda ayyaş olmadığı için kimsenin vodka içtiği söylenmezdi. O yüzden Burkut içiyormuş gibi dedikodular duydum ve içimi bir kaygı kapladı.

Ve işte şimdi vodka gözümün önünde. Akıllı, dengeli bir insan olan Nayzabek'in elinde ev votkası görebiliyorum… Bu kötü içkiyi ne diye içiyor? Balkaş'ı ve Nayzabek'i sarhoş halde görmeyi o kadar çok istiyordum ki içimden bir an önce votka içmelerini istiyordum.

Nayzabek bardağı öğretmene verdi.

-Hadi, neyin şerefine kadeh kaldıracağız?

-Güzel yolculuğumuzun şerefine.

-Tamam, güzel yolculuğumuzun şerefine.

Bardakları tokuşturup içtiler. İlginçtir, ama Nayzabek'in yüzü buruştu. Sarımsağı koklayıp onu kütür kütür çiğnemeye başladı. Balkaş'ın umurunda bile değildi. Basit bir votka içmiş gibi kayıtsız kayıtsız etrafına bakınıyordu.

-Ne dersin, Naken, bir kadeh daha atalım mı? – diye hem acı ev votkasından, hem de sarımsaktan hâlâ yüzü buruşmuş bir halde bulunan Nayzabek'e teklif etti.

-Ra-zı-yım! Bir ka-deh da-ha a-ta-lım!

Nayzabek gözlerimizin önünde sarhoş oluyordu, ama teslim olmak istemiyordu. İçmeye devam ettiler. Nayzabek'in elleri artık kendisine itaat etmiyordu. Kalaçı alıp kaymağa batırmak istedi, fakat süt kabının geniş ağzını bir türlü bulamadı. En sonunda kaymağı döküp süt kabını uzağa fırlattı.

-Ay, öyle yapmaya gerek yok! – diye Balkaş onu sakinleştirmeye çalıştı, ama Nayzabek kötü bir şekilde küfrü bastı. Fakat beni görünce utandı:

-Sevimli Bates, burada sen oturuyorsun ya. Küfrü basmayacağım, basmayacağım! Sen burada olmasaydın ben onu…

Balkaş’a gözdağı verdi ve yine de küfrü basıp tekrar özür dilemeye başladı.

-Ya sen, Balkaş ölene kadar iç! Yoksa ben seni… - diye ona sıkılmış yumruğunu gösterdi.

Nayzabek’in gözdağı vermesi Balkaş’ı  etkiledi: bardağı kaldırıp Nayzabek’le beraber içti. Ev votkasının bu kadehinden sonra bizim polisin nutku tamamen tutuldu. Ne hakkında konuşmaya başladığını unutuyordu, ben hariç herkese küfrediyordu… Ve bazen küfürlerini yarısında bırakıp bana “Sen benim sevimli Bates’imsin” diye söylüyordu.

Mamafih Nayzabek'in sarhoş sayıklamalarında bir gerçek vardı. Balkaş’ın hem bana, hem de Burkut’a arkadaş yerine düşman olduğunu, kurnaz niyetleri olan beylere yardım ettiğini ısrarla söylüyordu.

-Fakat bir cesaret et! Sana ne yapacağımı görürsün! Vay senin haline…

Balkaş önce öfkelendi, itiraz etti, fakat Nayzabek ona öyle bir baskı yapmaya başladı ki öğretmen susup ağzını açmadan polisin gözdağlarını, küfürlerini dinledi. Janil de sözlerini bir korku içinde dinliyordu. Köpeğin kovaladığı bir keçi gibi saklanacak bir yer arıyordu, ama bir türlü bulamıyordu. Bana gelince ben pek endişelenmiyordum. Beni gücendirmeyeceğinden emindim, ayrıca Nayzabek'in tuhaf sözleri ve davranışları bana çok eğlenceli geliyordu.

Bir süre sonra Nayzabek uyukladı. O zaman Balkaş öfkesini tutamayıp ona hakaret etmeye başladı. Nayzabek’in başının altına bir yastık koyup üstünü de kaftanla örttüm.

-Esameli bir alkolik olduğunu önceden duymamıştım (o zaman ben bu kelimenin anlamını anlamıyordum) – diye Balkaş yerip çekiştiriyordu. – Öyle bir şey ilk defa görmüş oldum. Düpedüz köpekliktir!

-Aman, onu böyle azarlamaya gerek yok. Uyanırsa papara yersin – diye Balkaş'ı durdurmaya çalışıyordum.

-Şimdi onu baltayla bile uyandıramazsın. Votka hakkından çok çabuk geldi. Eşitçe içtik zaten. Janil bana çabukça yiyecek bir şey ver!

Balkaş, üstüne ev votkasının kalıntılarını içip pişmiş eti hemen silip süpürdü.

-Sen de sarhoş olursun ya – diye karısı onu durdurmaya çalışıyordu, fakat o sadece kıs kıs gülüp bir fıçı ev votkasının bile kendisine zarar vermeyeceğini söylüyordu. Balkaş Joldibay'a da içmeyi teklif etti, ama arabacı kesin olarak reddetti.

-Sen bilirsin. Atları beklersen daha iyi olur – diye Balkaş Joldibay’a ayırdığı ev votkasıyla dolu bardağı boşalttı.

''Neden öyle oluyor ki? – diye düşündüm – Balkaş’ın içtiği belli olmuyor bile. Dili de dolaşmıyor. Ya Nayzabek’e ne oldu?! Şaşılacak şey ya…''

Balkaş'la Janil uyumaya hazırlandılar.

Joldibay:

-Atlar dinlendi de şimdi kıyıda biraz otlasınlar. Ayakları zincirli zaten, ama ben de yanlarında olurum – diye söyledi.

-Ben de yanınızda olurum, ağabey, - diye arabacıya teklif ettim, fakat o uzanıp dinlenmemi tavsiye etti:

-Allah'ın yardımıyla kendim de atları koruyabilirim…

Arabama uzandım, ama uzun zaman göz kırpamadım. Kafam karışmıştı. Özellikle Nayzabek’in Balkaş, Burkut ve benim hakkımdaki sözleri içimde kaygı uyandırmıştı. Dedikleri gerçek miydi acaba? Yoksa votka mı çarpmıştı? Tam bu düşünceyle de uykuya daldım.

Beni tam kulağımın yanında yapılmış bir atış sesi uyandırdı. Onun arkasından ikincisi de duyuldu. Nayzabek ayağa fırladı. Etrafına vahşi, kuşku dolu gözlerini gezdirip kuburluğundan toplu tabancayı çıkardı. Etrafımızdaki bozkır kül rengini almıştı, şafak sökmek üzereydi ve birinin göl kıyısı boyunca bize yaklaştığı görülebiliyordu.

Nayzabek:

-Davranma, yakarım! – diye bağırdı.

-Korkma, bu benim: Joldibay!..

-Kim silâh atıyordu?

-Bilmiyorum.

-Ya atlarımız nerede?

-Ayakları zincirlerle bağlanmıştı ve otluyordu… - diye Joldibay alçak sesle yerinde olmayan cevaplar veriyordu.

-Ya şimdi nerede?

Joldibay cevap vermedi.

Çamlar arasında birinin silueti göründü.

Nayzabek uyarısını tekrarladı:

-Davranma, yakarım!

-Bu benim ya: Nurbek! Şansımız gülmedi ya, lânet olsun…

-Ne olduğunu iyice bir anlatsana!

-Atlarımızı çalmışlar…

-Nasıl!

-Çam ormanından geçiyorken iki insana rastladım. Göl kıyısının yanından dizginlerinden tutup dört at götürüyorlardı. “Acaba bizimkiler mi?” diye düşündüm. Seslendim, fakat cevap vermediler. O zaman ateş ettim. Hırsızlar atlara binip iki atı da dizginlerinden tutup çamların arasına saklandılar. Onlara yetişebilir misin acaba?

-Ya Joldibay neredeymiş?

-Bütün gece tâ şafağa kadar bekledim – diye arabacı alçak sesle söyledi. – Fakat bir ara uyuklamışım.

-Uyukladı, uyukladı, tam Balkaş gibi…

O zaman farkettik ki bu acele acele koşuşturmalar sadece öğretmeni etkilememişti. Karısının yanında rahatça horluyordu. Atışlar ve gürültü Janil'i uyandırmıştı, ama korktuğundan dolayı kendisini uyuyor gibi gösteriyordu.

Sonunda onu da uyandırmaya mecbur kaldık. Ortalık artık tamamen aydınlıktı. Göl boyunca geçtik. Atlarımızın ve onları çalanların izlerinin yönü çam ormanının içine gidiyordu…

-Eh! – diye Nayzabek içini çekti – Şimdi iyi atlar bulabilsek hırsızlara hemen yetişirdik. 

Balkaş:

-Bizi talan eden itler kimler olabilir ya? – diye öfkeyle söylendi.

Nayzabek:

-Sanki bilmiyorsun! – diye cevap verdi – Bunlar Sasik’in uşakları. Geri kalmadan bizi takip ediyorlardı. Karganın da kendi akrabaları var: buralardaki her aulda kendisine hizmet eden insanları var. İşte tam onlar yardım etmişlerdir.

-Nasıl korkmamışlar ya! Aramızda silâhlı polisler olduğunu biliyorlardı zaten, değil mi? – diye bu olayın, galiba, ilk suçlusu olan Joldibay sordu.

-Bunlar kurtlar ya! Kızgın bozkır kurtları! – diye Nayzabek cevap verdi – Ya bu vahşi hayvanların korktuğu bir şey var mı acaba?

 

BAŞARISIZLIKLAR DEVAM EDİYOR

 

Halkın öyle bir sözü var: belâ gelirken ekşi süt de kesilir. Bizde de öyle oldu. Sürekli birinin ortaya çıkıp bize yardım etmesini umuyorduk. Fakat boşuna! Nurbek tekrar Semiozyornoye’ye gitmeye gerek gördü. Fakat akşam oldu ve biz yine de gölün kıyısında gecelemeye mecbur kaldık. Sabahın köründe Nurbek köye gitti, Nayzabek'le Joldibay ise rastgele bir araba tutmasınlar diye yolun yanına çıktılar. Balkaş'ı da kendileriyle gitmeye çağırdılar, ama o soğuk almasını ve belindeki ağrıları bahane edip gitmedi. Belli ki gitmemesinin nedeni bunlar değildi. Polisler ile arabacı gider gitmez önceki gece karnı aç bir halde uyuyan obur hafif tertip yemek yedi:

-Şimdi artık açlıktan ölmekten başka birşey kalmadı.

Onu sakinleştirmeye çalışıyordum:

-Hadi hadi, ağabey! Ne diye ölesiniz? Rus ekmeği – gerçi biraz kurumuş, – yuvarlak ekmek var…

Fakat Balkaş başını hırçın hırçın salladı:

-Bu ekşi sütü olmayan çorba …

-Yağ mı istiyorsunuz, ağabey… O zaman yağ yiyin! O tulumda.

Fakat bu defa yanılıyordum: tulumda yağ kalmamıştı, çünkü utanma duygusunu sonuna kadar kaybetmiş obur Balkaş bir fırsat bulup onu son dilimine kadar yemişti.

… Akşamüstü Nurbek döndü. Kendisiyle dört at getirmişti.

-Kasabadaki polislerden aldım. Arabalarımızı Semiozyornoye'ye götürelim. Sonra transit olarak Kustanay'a geçeriz… Bates, Nayzabek ve ben. Joldibay köyde kalsın, Balkaş'la Janil'i ise deve katarıyla yollarım. Bu katar Turgay'dan geliyormuş ve Semiozyornoye'de duraklamış.

Balkaş kırıldı. Devlet atlarının üstünde gitmeyi çok istiyordu:

-Katarın peşinden ayaklarımızı sürükleyerek ne diye yürüyeceğiz? Acaba hepimiz transit olarak geçemez miyiz?

-Benimle Nayzabek'te taşıt araçlardan bedava yararlanmak için belgemiz var, sizde ise yok işte…

-Nasıl isterseniz, nasıl isterseniz… Kendiniz için bulmuşsunuz, benim için bulamamışsınız – diye Balkaş kesin olarak küstü.

-Ne diye gırtlağıma basıyorsun? – diye Nurbek kendini tutamadı.

Nayzabek her zamanki gibi münakaşaya karıştı:

-Atları koşturun! Semiozyornoye'ye varırız, orada da anlaşırız…

Turgay katarı köyde bizi bekliyordu. Seksen deveden birinin yükü çıkarıldı.

-İşte bu deveye de Balkaş’la Janil binsinler – diye Nurbek ısrar ediyordu. – Bize ise polis birkaç at veriyor.

-Hadi gidin, uğurlar olsun! – diye kızgın Janil öfkeyle söyledi. Kocası ise kaşlarını çatarak susuyordu ve gözlerini Nayzabek'e dikerek ne söyleyeceğini bilmek istiyordu.

Ve Nayzabek son sözünü dedi:

-Hayır, öyle yapamayız. Neden diye sorarsınız. Şimdi anlatırım. Yola ayrı ayrı çıksaydık her şey daha kolay olurdu. Fakat beraber gidiyoruz ve yoldaşları yolun yarısında bırakmak ayıptır. Ya Bates kendini nasıl hisseder: Balkaş yolculuğunu sonuna kadar onun yoldaşı, bizse sadece Kustanay'a kadar gideceğiz.

-O zaman ne yapalım?

-Çok basit: katarla beraber gideriz.

Bu Nurbek’in hoşuna gitmedi:

-Atlar varken develere mi bineceğiz? Kime gerek bu?

-Zararı yok, arkadaşım, gereği olursa yayan da gidersin.

-Fakat bütün bunlar ne için? Balkaş Kustanay'a bizden bir gün sonra gelirse ona bir şey mi olur?

-Mesele günde değil, mesele yoldaşlıktadır!

Ne kadar akıllı, ne kadar adaletlidir bizim Nayzabek abimiz! Bir de içmeseydi tamamen févkalâde olurdu. Evet! Şimdi anladığıma göre ayyaşlık onun gibi bir insanı bile yoldan çıkarabilir.

…Semiozyornoye'den Kustanay'a kadar yüz yirmi verst. İyi atlar bu yolu bir günde geçebilirler. Ya biz deve katarıyla şehre ulaşana kadar üç gece bozkırda geçirmiştik.

Kustanay hakkında çok şey duymuştum, ama ilk defa gördüm. Şehrin kenarları Tobol nehrinin yüksek kıyılarına çıkardı. Nehir şehri doğudan kucaklardı, şehrin kendisi ise batıya doğru yayılırdı. Köprünün yanında duraklamaya mecbur kaldık. Köprü dardı, sarsaktı ve balçıkla birbirine bağlanmış söğut dallarından yapılmıştı. En kalabalık zamanıydı: ekmek, kuru ot, odun götürülüyordu. Nehrin iki tarafındaki geçitlerde bir sürü at arabası birikmişti. Halk karınca yuvasındaymış gibi kaynaşıyordu.  Nurbek'e izin verseydik revolveri sayesinde sıra beklemeden hem kendisi geçebilirdi, hem de bizi geçirebilirdi. Fakat Nayzabek bunun edepsizce olduğunu düşündü ve biz uzun zaman sıra bekleyerek Kustanay'da nasıl iyi bir yatacak yer bulabileceğimizi tartışıyorduk. Nayzabek’in ve Nurbek’in mutaden kaldıkları daireleri vardı. Ya Balkaş’a gelince karısının akrabaları şehirde yaşarlardı.

Nayzabek:

-İşte onlarla gitmen lâzım, Bates! - diye teklif etti.

Bu Janil’in pek hoşuna gitmedi:

-Önceden yaptığımız gibi yapalım… Bates sizin arabanızda kalıyordu, şimdi de sizinle kalsın.

-Utanmalısınız, Janil! – diye Nayzabek onu tersledi – Hem bölgesel yöneticilerimiz, hem Kırmızı yurta Bates’i Balkaş’a emanet ettiler. Biz onu sadece Kustanay’a kadar getirdik zaten. İşte o sokaklara gireriz ya,orada biter ve vedalaşırız. Balkaş ise kız gerekli olan yere yazdırılana kadar onun için sorumludur…

... Yazdırılmama gelince beni Kzil-Orda’daki sovyet partisi okuluna yazdıracaklardı. Bu, Asya’nın tahminiydi.  Onca Sovyet İnşaatı bölümünden birine girmek için yeterince bilgim vardı. Oraya parti üyesi olmayan kızlar kabul edilir. Sadece zengin bir âileden olmam buna engel olabilirdi, ama Asya'ya göre bunun pek ehemmiyeti yoktu. Bana kız arkadaşının eyalet komitesinide çalıştığını, kadın bölümünü yönettiğini anlattı. Adı Şamsiya Kuntokova'ydı. Ona bir mektup yazıp benim hakkımdaki herşeyi anlatmıştı:

-O sana yardımcı olur, seni okula yazdırır – diye Asya vedalaşırken bana söylemişti. – Öğrenci yurdunda kalmak istemezsen de Şamsiya’nın evinde kalabilirsin.

Mektubu okumamıştım, fakat bana verdiği zarf o kadar kalındı ki küçük bir kitabı hatırlatıyordu. Onu o kötü, esrarengiz albümle beraber sımsıkı sarıp Rus’ların “sakpayaş” dediği bavulun en dibine koydum.

…Sadetten ayrıldım. Yatacak yerimle ilgili münakaşaya döneyim. Nayzabek’in teklifi Janil’in hoşuna gitmediği halde yine de utandı ve beni akrabalarına götürdü.

Akrabaları çok sevimli, sıradan insanlardı. Balkaş beni onlarla tanıştırdığında onların yaşadıklarım hakkında önceden de birşeyler duyduklarına çok şaşırdım. Onların evinde şu sözleri duydum: ''Bütün isteklerin gerçekleşsin, yolunda mutluluk olsun!''

Biz akşam çayını içiyorken bir misafir geldi: kısa boylu, zayıf bir yiğit. Uzunca bir yüzü, kemerli bir burnu vardı, kulakları hafifçe dışarı fırlıyordu. Şehirli gibi giyimliydi.

-Hah, Musapir! – diye Balkaş ona doğru atıldı.

Musapir! Bu ismi defalarca duymuştum. Burkut'un kuzeniydi. Kalisa, Burkut'un ve Musapir'in geçen yaz aulumuzdan çıktıktan sonra birbirleriyle kavga ettiklerini anlatmıştı. Bildiğim kadarıyla benim için kavga etmişlerdi. O zaman ben bu kavgayı çabukça unutmuştum.

Meğer çok duyduğum bu Musapir öyleymiş!

Balkaş’ın beni tanıtmasına kalmadan Musapir şefkatle ve koruyucu bir biçimde konuştu:

-Bizi tanıştırmana gerek yok. Bates’i görmediğim halde onu çoktandır tanıyorum. Neyse, hadi elinizi uzatın, kızkardeşim!..

“Bana ne diye kızkardeşim diyor? Hâlâ Burkut’un karısı, hatta gelini bile değilim ki” diye düşünüyordum, ama yüksek sesle hiçbir şey söylemedim.

Musapir’i çay içmeye davet ettiler. Hiç durmadan konuşuyordu. Kzil-Orda’ya gazete muhabiri olarak gelmişti. Sözlerine göre bir sürü cinayetin failini bulmuş, çok baltalamacının maskesini kaldırmıştı. Kendini adaletin savunucusu, namussuzluğun ve yalanın düşmanı olarak gösteriyordu.

Bana öyle geldi ki onunla Balkaş birbirlerini çoktan biliyorlardı ve çok iyi anlaşıyorlardı.

Musapir'in yanında bir fotoğraf makinası vardı. Aullarda çekilmiş bir sürü fotoğraf gösterdi. Fotoğraflar net ve enteresandı. Bizim de çay içiyorken fotoğraflarımızı çekti.

Sabah Nayzabek ile Nurbek iki çift atlı arabayla bizi istasyona götürmeye geldiler.

Balkaş istasyona bizden önce gidip biletleri alacağını söylemişti. Aynı trenle gitmeye niyetli olan Musapir de onunla gitmişti. Artık biletlerle beraber bizi bekliyorlardı.

Balkaş:

-Evet… Gitmemizle ilgili sorun yok – diye uzatarak söyledi. – Fakat başka sorunlar var.

-Başına neler gelmiş? – diye Nayzabek kuşkulandı.

-Hepimiz beraber aynı vagonda gitmek istiyorduk, ama işte olmadı. Farklı vagonlar için biletler almaya mecbur kaldım. Vagonlardan biri kompartımanlı, diğeri ise ortaktır. İşte nasıl yerleşeceğiz diye düşünüyoruz.

-Acaba bu zor bir şey mi? – diye Nayzabek gülümsedi – Eğer karınla beraber kompartımana yerleşirsen, Bates ise ortak vagonda giderse sana ayıp olur. En iyisi Janil’le Bates’i aynı kompartımana yerleştirmektir, seninle Musapir ise bir türlü gidersiniz.

Ne hakkında konuştuklarını anlamıyordum. Kompartımanın bile ne olduğunu bilmiyordum. Janil de bilmiyordu. Balkaş kompartımanın kapılı ayrı bir oda olduğunu bize anlatana kadar ikimiz de şaşkınlıkla ona bakıyorduk. İki ya da dört kişilik kompartımanlar oluyormuş. Bizimki iki kişilikti.

-Sizin için iyi olur.

-Ya ortak vagon ne demek? – diye sordum.

-Bu türlü vagonun içinde kapılı bölmeler yok, arabayla gidilir gibi herkes beraber gider – diye Nurbek cevap verdi.

-İşte ben oraya otururum, kiminle olursa olsun benim için fark etmez – diye Balkaş’a karalılıkla söyledim.

-Tam anlamadım: kompartıman mı yoksa ortak mı? – diye sordu.

-Hiç kapıları olmayan…

-Kompartımanı neden istemiyorsun ama?

-Ya kompartımanda kiminle gideceğim?

-Meselâ kardeşin Musapir'le…

Nurbek bir kahkaha attı. Bu sözler ona hınzırca gelmişti..

-Ne diye yine gülüyorsun? – diye şakadan hoşlanmayan Balkaş kızdı.

-E! Neden gülmeyeyim ki! Bir kızın bir yiğitle baş başa kaldığını nerede gördün?

-Eski Kazak geleneklerine göre düşünüyorsun! Avrupa çoktandır böyle şeylere ayıpla ya da gülerek bakmıyor.

-Avrupadaki kızlar kısır mı be?

-Lütfen, dalaşmayın! – diye yoldaşlarıma rica ettim – Eğer bana engel olmazsanız  ortak vagonda giderim…

Musapir:

-O zaman karı kocayı ayırmaya ne gerek var? – diye söyledi – Ben Bates’le beraber ortak vagona otururum…

Nurbek eşyalarımı alıp beni vagona kadar götürdü. O kadar kalabalıktı ki iğne atsan yere düşmez: bayanlar, erkekler, çocuklar, ihtiyarlar… Ağır havada bin bir sesli gürültü vardı. Her boş yer için münakaşa ediyorlardı, en hırslı olanlar ise yumruk yumruğa bile geliyorlardı. Ben artık bir yer bulamayacağımızı düşünmeye başlamıştım. Fakat Nurbek büyük bir zorlukla yukarıda bulunan iki boş raf buldu. Musapir ortadaki rafı almak üzereydi, ama boylu, esmer tenli bir adam muhabir'i öyle bir şekilde itti ki burnunun kanamasına neden oldu.

Biz artık kızgın ve yorgun bir halde nihayet yer bulabilip oturduktan sonra Nurbek bana Naken’le vadalaşmamı söyledi.

-Naken… Naken kim? – diye Musapir hoşnutsuz bir tonla söyledi.

-Başımız Nayzabek Samarkanov’u kastediyorum.

-Bu acele acele koşuşmalarda onunla nasıl vedalaşacak?

-Öyle sözler duymak istemezdim! – diye Nurbek öfkeyle yeni yoldaşıma baktı – Nayzabek onu savundu, Kustanay’a kadar getirdi. Bizi rahatsız etmesin diye vagonun  yanında kaldı. Şimdi de, elbette, Bates’i bekliyor.

Vedalaşmak için kapıya doğru yürüdüm.

-Bekle! –diye Nurbek önüme geçip ve insanları ayırıp bana yol açmaya başladı.

Fakat karşıdan yeni yeni yolcular gelmeye devam ediyorlardı. Kapıdayken bir yana çekilmeye mecbur kaldık. Nurbek omzuyla bana siper oldu:

-Kapıya daha yakın dur, Bates! Halk geçene kadar burada bekleriz.

İşte köşede öylece durduk. Bize kimse aldırmıyordu.

Nurbek:

-Bates, sana üç dileğim, üç ricam var – diye söyledi. – İşte ilk ricam: ben şaka yapmayı çok severim ama bilmeyerek sana yanlış bir şey söylemiş olduysam affet beni, lütfen…

-Senden hiçbir zaman yalnış bir şey duymadım … İçin rahat olsun!..

-O zaman ikinci ricamı dinle. Bates, Kzil-Orda’da uzun kalma, doğru Taşkent’te bulunan Burkut’a git! Orada çok okul var. Seni bir yere yazdırabilir. Seni görünce senin kendisini aradığını anlar. Sana karşı dargınlığı geçer ve öncekinden daha müşfik olur.

-Bu konuda hâlâ bir şeye karar vermedim, Nurbek. Düşünmem lâzım.

-Sen düşünme, sadece dediğim gibi yap! Ve üçüncü ricam, üçüncü tavsiyem. Etrafında dönen bu insandan sakın!

-Kimi kastediyorsun?

-İşte çenesi dışarı fırlayan bu adamı… Musapir’i… Burkut'un kuzeniyim diye yaltaklanıyor… Fakat kendisi sadece bir solucana benziyor. Omurgaya giren ve onu kemirmeye başlayan bir solucana… Sakın! Başına bir belâ getirecek…

Bindikten sonra kapıların yanına çıkıp Nayzabek’i gördük.

İstasyon zili çaldı.

-Çabuk inip vedalaş! – diye Nurbek beni acele ettirdi ve birdenbire kulağıma şunları fısıldadı – Her şey iyi giderse ben sonbaharda görevimi değiştirip Kzil-Orda’ya gelmeye niyetliyim. Bir adam bana yardım etmeye söz verdi. Fakat bu bir sır. Nayzabek'e de söylemedim…

O an Nurbek bana o kadar iyi geldi ki ona tüm gönlümden söyledim:

-Umarım çabuk gelirsin, sıkılmama izin verme…

-Yavaş! Naken bizi duyabilir.

Fakat ben Naken’den korkmuyordum. Ona saygı duyardım ve gerçekten ona çok minnettardım.

-Ağabey! – diye vedalaşırken söyledim – Ben genç olduğum halde iyi insanların kadrini artık biliyorum. Bana yaptığınız iyilik için bütün hayatım boyunca size minnettar olacağım – diye Nayzabek’in göğsüne sokulup ağlamaya başladım.

-Ağlamasana, gereği yok – diye beni sakinleştiriyordu. – Senin için yaptığım herşeyi devletin bana verdiği göreve göre yapıyordum.

-Hayır, ağabey! – diye gözyaşlarıyla itiraz ediyordum – siz insansınız, çok iyi bir insansınız!..

İstasyon kampanası tekrar çaldı.

-Tren kalkıyor! Binsene!

Vagonun merdivenlerinden çıktım. Birilerinin bana yerine otur da diğerlerinin geçmelerine engel olma demesine rağmen kapıda durmaya devam ediyordum. Değerli yoldaşlarımla vedalaşmak istemiyordum.

Nayzabek:

-Sana Abay’ın dediği sözleri hatırlatayım – diye söyledi:

Hayat yolumuz bükük bir yay gibi,

Yaratıcı kirişle yarım daireyi bağladı.

Bu tehlikeli yolda gözün açık olsun,

Gecikmeden, düşmeden git, dostum.

Tren yavaş yavaş kalktı.

-Son sözlerimi hiç unutma! – diye Nayzabek vagonun yanından gidip güleryüzle bana el salladı.

-Unutmam, ağabey, unutmam!..

-Benim dost öğütlerimi de unutma! – diye Nurbek arkamdan bağırdı.

Cevaben dediğim sözleri artık duyamadı…

Gözyaşları içinde yerime gittim. Musapir yanımdaydı. Uzun boynunun üzerindeki başı ağacın tepesindeki yuvasında outran bir kargaya benziyordu. Onun sorularına cevap vermeye hiç isteğim yoktu. Başım dönüyor, kalbim hızla çarpıyor, mide bulantısı tâ boğazıma kadar varıyordu.

Sonra uykuya daldım. Eğer uyuduysam da çok az uyumuşumdur. Hatırlıyorum ki gözlerim çoğunlukla açıktı, ama kımıdamıyordum. Elimi bile kımıldatmak istemiyordum.

Musapir her konuda gönlümü almaya çalışıyordu. Gâh benimle herhangi birşeyi konuşmaya çalışıyordu, gâh komik bir hikâye anlatıp beni güldürmek istiyordu, gâh molalarda peronda gezmeyi teklif ediyordu, gâh benim için tatlılar alıyordu. Fakat ''hayır'' kelimesi vagonda olduğumuz ilk zamanlar tek kullandığım kelimeydi. Oruç tutan bir Müslüman gibi herşeyden vazgeçiyordum. Sudan bile vazgeçiyordum, bir ekmek kırıntısı bile ağzıma koymuyordum.

Musapir, hikâyelerine ve şakalarına tamamen kayıtsız kaldığımı görünce ansızın Burkut'u övmeye başladı.

-Ne akıllı, ne dürüst ve sebatlı bir yiğit! Sadece sebatlı değil, inatçı da. Sözünden dönmez… Bazen bu kötü bile… Âdeta kalın kafalı oluyor…

Böylece Musapir söz arasında Burkut'un kusurlarını da söyledi, sonra da geçen yıl onunla olan kavgasını anlattı.

-Biliyor musun, o zaman onu denemek için bilerek onuruna dokundum. Fakat o kadar çileden çıktı, o kadar kudurdu ki! Gözleri kanla dolup kızardı. Kudurmuş bir deve gibi bana saldırabilirdi. Ve tahmin etsene, ben kaçtım. Korktuğumu düşünme! Hayır, biliyordum ki bir yiğit herhangi bir durumda hakkımdan gelemez. Önceden hiç münakaşa etmediğim bir insanla sonuna kadar kavga etmek istemiyordum. Ve bir süre sonra Kzil-Orda’da görüştüğümüzde utancından az kaldı yer dibine geçecekti ve önceki gibi iyi arkadaş olduk.

Musapir biraz sustuktan sonra birdenbire benim için çok mahrem olan bir konuşmaya başladı:

-Fakat bu bir gerçek ya! Kendi ruhunu sevdiği kadar seni seviyor, ama seni bırakarak çok namussuz davrandı. Senin de onu sevdiğini biliyorum. Fakat hatırlamalısın ki gerçek insan kendisine saygı duymalı. Eskiden insanlar doğru söylemişler: “Hayvanlarımı almak istersen al, ama onuruma dokunma!”  İnsan diğerlerinin ona olan saygısını kaybedince insan olmaktan çıkıyor. Sen de onuruna iyi bak! Gururunu Burkut da hissetsin. O kendisi seni bulana kadar parmağını bile oynatma. Seni severse bulur. Bulmazsa da demek ki bütün konuşmaları sadece güzel sözlermiş. Fakat o benim bildiğim sebatlı ve sabırsız Burkut’sa kışın ortasındaki tatilden sonra mutlaka koşarak sana gelir. O zaman siz barışırsınız ve bütün bu sınavlardan sonra sen onun için daha değerli olursun.

İşte Musapir beni öyle avutuyordu. Ben de gururu okşayan bu sözlerine boyun eğip yavaş yavaş yumuşamaya başladım.

Sonra eğitimim hakkında bir konuşma açtı.

-Sen Sovyet Partisi okulunun ne olduğunu tahmin edemezsin. Orada sana politikadan başka hiçbir şey öğretmeyecekler. İnan bana! Memleketine dönmek ve bir Sovyet işçisi olmak zorunda kalacaksın! Bir kadına, özellikle de sana uygun bir iş değil. Kzil-Orda'daki Yüksek Öğretmen Okulu'nun hazırlık bölümüne girmen en iyisi olur. Seni oraya kayıt etmeleri için birşeyler yapmayı düşünmemiz gerek. Okulu bitirirsin, öğretmen olursun ve harhangi bir şehirde, herhangi bir aulda iş bulabilirsin. Ve hiçbir kocaya bağlı olmazsın: severse beraber olursunuz, sevmezse sevmesin!..

Musapir'in bu akıl yürütmeleri gönlüme göreydi.

…Yoldayken Balkaş'ın davranış tutumu bizi çok eğlendirdi. Tren kalktı kalkalı onunla Janil günlerce gözümüze ilişmiyorlardı. O zaman Musapir onları görmeye karar verdi. Tren hareketteyken onların vagonuna uğradı. Gülerek Balkaş’ın ve Janil’in günümüzdeki Yusuf ve Zuleyha gibi davrandıklarını anlatıyordu:

-Her girişimde öpüşüyorlar. Ve bu, evleneli ancak birkaç ay geçtiği halde böyle. Belki Balkaş'ın kendisine bir gelin geç bulabildiğinden, belki de zampara olduğundandır, ama şimdi onu bir atın kuyruğuna bağlasak da Janil’den bir türlü ayıramayız!

İkinci günün sonunda Balkaş bize geldi. Ben uyuyormuş gibi yaptım. Beni uyandırmaya çalışıyorlardı, çekip duruyorlardı, ama ben çok derin bir uykuya dalmış gibi yapıp kımıldamadan yatıyordum.

Musapir:

-Şaşılacak şey! Az önce uyanıktı ya – diye şaşırarak beni uyandırmaya devam ediyordu.

Fakat ben gözlerimi açmıyordum.

-Aman! Ölü gibi uyuyor.

Ve derin bilgilerini gösterme çabasıyla Balkaş ilâve etti:

-İnsanın bir türlü uyandırılamamasına letarji dendiğini duydum. Belki Bates'e de tam bu olmuş.

-Kim bilebilir ki! – diye Musapir cevap verdi – Sana söyledim ya. Uzanıp duruyor, ayağını bile kımıldatmıyor. Ne bir şey yedi, ne bir şey içti. İlginçtir ki susuzluk da duymuyor. Sen ne dersin…

-Cesaretsizliğinin yüzünden!.. Bir kıza bile hükmedemiyorsun… - diye Balkaş başlayacaktı.

Musapir:

-Şiişt! – diye sözünü kesti.

Balkaş sustu. Gözümü aralayıp hemen Musapir'in Balkaş' a ''Sesini kes!'' diye tehdit eder gibi parmak salladığını gördüm.

Musapir:

-Belki uyuyormuş gibi yapıyor – diye fısıldadı.

O anda benden birşey saklamak istediklerini düşündüm. Musapir'in benim duymamdan korkması boş yere değildi ya. Kımıldamadan yatmaya devam ettim ve kendimi ele vermedim. Balkaş ve Musapir bana aldırmamaya başlayıp şakalaşarak bir erkek muhabbetine başladılar.

-Senin bu kadar zampara olduğunu bilmiyordum – diye Musapir takıldı. –

-Ben kısa zaman önce evlendim ya. Rus'lar bu döneme balayı derler. Soğuma zamanım gelmedi daha…

-Bu bal gibi tatlı… Katılıyorum sana. Fakat rahat değil…

-Neden rahat değil ki?

-Çünkü biz Kazak geleneklerine artık boyun eğmeye mecburuz. Bir Kazağın, karısını baş başa olduklarında bile öptüğünü gördün mü hiç? Hele insanların gözlerinin önünde! – diye Musapir öfkeyle konuşuyordu.

-O günler Kazak'lar için geçmişte kaldı artık. Bu tutuculuktur… Feodalizmdir – diye Balkaş karşı çıktı.

Münakaşada bilmediğim kelimeler vardı. Galiba Musapir'le Balkaş da onlara pek alışkın değillerdi de özene özene telâffuz ediyorlardı.

Musapir:

-Öyle olsun!.. Fakat Marksistler iddia ediyorlar ki proleter kültürü önceki bütün kültürlerin yasal devamıdır ve biz eskiden olan bütün iyi şeyleri benimsiyoruz… - bilginim diye fiyaka satıyordu.

-Yani sence nikahlı karıyı öpmemek iyi bir âdettir?

-En iyi âdet! – diye Musapir öfkelendi.

-Hayır, hadi sen bana daha açık anlat…

-Eski insanlar şöyle söylerlermiş: “Karına, sana tapsın diye davranmalısın.”

-Nasıl?

-Onu öpmemeli, onunla müşfik olmamalı, onu pohpohlamamalısın! – diye Musapir ısrar ediyordu.

-Sence eşleriyle sopasız konuşmayan o eski Kazak’lardan örnek almak doğru mu?

-Karının seni sömürmemesi için sopa gerek.

-Oho! Musapir sen halis muhlis feodal bir adamsın. Eğer kendin evlenirsen… Aynı şekilde mi davranacaksın?

Musapir:

-Mut-la-ka! – diye ansızın Rusça cevap verdi.

-Ya kiminle evlenmeyi düşünüyorsun?

-Bilmiyorum, ama Rus’la evlenmeyeceğime eminim…

-Ah, Musapir, komünist olduğunu söylerler, ama bu nasıl bir zihniyet? – diye Balkaş’ın yüzünde kötü bir gülümseme göründü – Öyle ancak milliyetçiler düşünebilirler… İşte ben Parti üyesi olmayan biriyim, ama öyle sözler asla söylemem…

-Milliyetçiliğin evlenmek isteğimle ne alâkası var… - diye Musapir net şekilde konuştu. Sonra da: - Milliyetçiliğe gülme! Sen kendin safkan Kazak’sın.

-Sanırım haddini aştın artık – diye Balkaş daha fazla konuşmak istemedi.

-Hastalığını saklayan kadın diğer kadınların da hasta olmasından kuşkulanır… Yere düşeni ne diye taşlasın? Kazak’ların milliyetçiliğini her gün başa kakarlar…

Balkaş içini çekti.

-Şaka yaptım. Bu uğursuz milliyetçilikle ne alâkam var ki…

-Nasıl yani? Seni artık anlamamaya başlıyorum – diye Musapir göz kesilerek Balkaş'а baktı. – Yani milliyetçilikten mi kaçıyoruz?

-Neden kaçıyoruz? – Balkaş’ın sesinde korku hissediliyordu – Kaçmıyoruz… Akan ve Jakan doğru söylüyorlardı: bu yolda şehit olmaya hazırız…

Musapir:

-Tamam! – diye başını salladı ve ilâve etti: - Aleken bir defa dedi ki: milliyetçiliği geliştirenler Jakan'lar ve Akan'lar olmayacaklar, onu geliştirenler biz – milliyetçi olmayanlar, yani yeni biçimdeki milliyetçiler – olacağız.

Ben de içimden Akan, Jakan, Aleken diye tekrarlıyordum… O zaman onların kim olduklarını bilmiyordum. Ve sadece uzun zaman sonra ünlü milliyetçiler Ahmet Baytursunov, Burkut'un dayısı Jakinbek  ve Alihan Bukeyhanov hakkında konuştuklarını anladım.

-Baksana, çok yüksek sesle konuşmaya başlamadık mı? – diye Balkaş kuşkulandı – Şortambay'ın vecizesini hatırlıyor musun:

Evin tümü benimdir deme:

Hırsız saklanıyor köşede…

-Endişelenme, bunu önceden düşünmüştüm. Vagonumuzda Kazak’lar yok, Tatar’lar ve Başkurt’lar bile yok.

-Ya bizi bir Rus anlarsa…

O zaman Musapir de endişelendi:

-Gerçekten, ya öyle biri varsa…

Muhattaplar sustular.

''A, meğer haklarında o kadar konuşulan ve gazetelerde yazılan bu milliyetçiler öyleymiş – diye düşündüm. – Yazık ki konuşmalarını kestiler… Sırlarını ayrıntılı bilmeyi o kadar çok istiyordum ki.''

-Musapir! – diye Balkaş konuştu.

-Efendim! – diye öteki cevap verdi.

-Ne de olsa bana çok acımasızca güldün…

-Sana zampara derken mi?

-Demek ki kırgınlığımın nedenini anlıyorsun. Dedim ya sana: karımı seviyorum ben!

-Şimdi de ben sana söyleyeyim. Baksana: senin altı erkek kardeşin var. Onlardan hiçbirinin kötülüğünü istemiyorum. Allah korusun, ama eğer onlardan biri ölse de diğerleri hayatta kalır. Ben ise yapayalnızım… Fakir kalan son çorbayla dolu bardağı döküp açlıktan ölse bile yardım edecek biri olmaz… Anlıyor musun beni? Erkek kendisinden sonra neslini devam ettirmek için evlenir… Bırak artık âşk hakkındaki bu konuşmalarını. Âşık olup da evlenen bir Kazak gördün mü hiç? Kadın bizde başlık parasıyla satılmaz mıydı? Acaba şimdi onu satın almazlar mı? Onun karşılığında hayvanlar değil, gizlice para versinler, fark eder mi?

-Sen de mi?

Balkaş:

- Ne diye nezaketsiz olayım ki? – diye güldü – Fakat şaka bir yana. Biz karımı konuşuyorduk ya. İşte uzun yıllar bekârdım. Bunun sebepleri çoktu. Bir Tatar kadınıyla evlenecektim, ama sonra onların, genelde, çok akrabası olduğunu anladım: karı eve girer girmez peşinden bir sürü insan birbirini izleyip girerdi. Onların tümünü besleyebilir miydim acaba?

-Ben de aynı fikirdeyim – diye Musapir güldü.

-Ben bizim Kazak kızları arasında başlık parası olmayan bir kız arıyordum ve tahmin etsene: hiçkimseyi bulamadım. Başkasının gelinini elinden almaya da cesaret etmedim. İnsanlar isyan edebilirler ya… İşte öyle yıllar geçti ve ben yaşlı bir adam oldum.

-Şimdi kaç yaşındasın ki kendini yaşlı saymaya başlamışsın? Yanılmıyorsam sen ancak otuz bir yaşındaymışsın!

-Haklısın, Musapir. Fakat pasaportuma göre bir yaş daha gencim…

-Hadi benden saklama, neden…

-Bu bir sır değil yani? Fakat yaşını doğru söyledin mi acaba?

-Üniversiteye girerken yaşlı olmak istemediğim için yaşımı biraz azalttım.

-Son olarak şimdi kaç yaşındasın ya?

-Gerçekte mi?

-Tabii ki gerçekte!

Musapir:

-Yir-mi ye-di! – diye ayrı ayrı fısıldayıp, sanki biri kulak misafiri olabilirmiş gibi, kuşku ve korku içinde dört bir yana bakındı.

-Oho, sen de yaşlanmaya başlıyorsun – diye Balkaş sevindi. – Evlenme zamanın gelmiş!

-Evlenmek, evlenmek… Karı bir yular gibidir: kafanı ona bir soksan artık çıkaramazsın. Karı bulabilirim, merak etme! Sana otuz bir yaşına kadar bir şey olmadı ki… Bırak senin yaşına kadar ben de yularsız yaşayayım.

Balkaş:

-Beni artık tamamen ihtiyarlığa terfi ettirdin – diye söyledi.

-Tamam, ben yine şaka yaptım! Sen hikâyene devam et, konudan iyice ayrıldık…

-O zaman sözümü kesmeden dinle! İşte bu yaz memleketime döndüm. Arkadaşlarımdan biri sürekli neden evlenmediğimi soruyordu. Bana uygun bir kız yok diye ona şikâyet ettim. Benim için bir kız bulmaya söz verdi. Nasıl bir kız olacak diye merak ettim. Anlattı ki bu kıza pek güzel ve mevzun denilemez. Bir bey kızı değil. Babası basit, çalışkan bir adamdır. İstediği başlık parası da çok değil. Kıyafet ve yatak için ödersen yeter dedi. Tümünü birden ödeyemezsen de belki borca da razı olurmuş. Evlen onunla arkadaşım diye beni ikna etmeye çalışıyordu. Sen yalnız bir yiğitsin , çocuk da istiyorsun. Bu kızın annesi çok doğurgan bir kadın. Yirmi yıl içinde yirmiden fazla çocuk doğurmuş. Hatırladığım kadarıyla bu kız onun üçüncü çocuğuymuş. Daha büyük olan ikisi artık evlendirilmiş de annesinden geri kalmıyorlarmış… İşte arkadaşım beni böyle ikna etmeye çalışıyordu.

-Sen evleneli ne kadar zaman geçti ki? – diye Musapir gülerek sordu.

-İki aydan biraz fazla…

-Ya gerçekten mi annesine çekmiş?

-Allaha şükür…

-O zaman tebrik ederim. Umarım oğlan olur! – diye Musapir Balkaş'ın elini sıktı.

Tren durdu. Balkaş hoşçakal deyip gitti.

-Hadi şimdi sevgili karına git! – diye Musapir Balkaş’la alay etmeye devam etti – O kadar tutkuyla sevdiğin Janil’in belki ‘şimdi Bakem nerede ya, neden geç kaldı’ diye güceniyordur. Sakın gönlünü kırma ha…

Balkaş giderken önce beni gösterdi, sonra da avucunu yumruk haline getirip Musapir’e ''metin ol!'' diye işaret etti. Ne ima ettiğini bir türlü anlayamadım…

Biraz sonra uyuyakaldım.

-Uyansana, Bates, uyansana! – Gözlerimi açtım. Tren durmuştu. Gün ağarmaya başlıyordu. – Çıkma vakti, Bates. Kinel'e geldik. Taşkent'e giden trene binmemiz gerek.

Ben doğrulup elimi bavuluma uzattım. Yastığımın arkasında, başucumun yanındaydı. Fakat  onu bir türlü bulamıyordum. Acaba onu Musapir mi almıştı? Fakat o, şaşkınlıkla bana cevap verdi:

-Acaba bavulun yerinde değil mi?

-Hayır!

-Ya nerede olabilir ki? Belki de onu aşağıya koydun.

-Öyle olsa sorar mıydım acaba …

-Ya onu çalmışlarsa, Bates!..

-Ama kim çalabilir ya? – diye saf saf sordum.

Musapir yoldaşlarımızı sorgulamaya başladı, ama onlar kaybolmuş bir bavul hakkında ne bilebiliriz ki diye sadece sövüp gülüyorlardı.

Bavulum kaybolmuştu!.. Bende olan en iyi yaz ve sonbahar kıyafetlerimi ona sımsıkı doldurmuştum. Nayzabek’le Nurbek beni bir skandalla götürdükleri zaman bavulum evde kalmıştı. Bavulumu Kırmızı yurtaya annem getirmişti. Asya ile birlikte onun yurtasında bavulu açtığımızda, kıyafetlerden başka Karakiz hanımın kilitli sandığında tutulan boncuktan gerdanlıklarla dolu küçük bir çuvalcık da bulduk.

Annem sonra anlattı ki hanım boncukları gözden geçirerek ağlayıp sızlamış:

-Benim Botaş'ım gittikten sonra bu lânet olası süsler neyime gerek.

Öyle anlarda annem Karakiz’i affederdi:

-Seni doğuran o değildi, bendim – diye annem söyledi, - ama kokun içine o kadar sinmiş, sana o kadar alışmış ki zavallı senin gidişinden sonra durmadan ağlıyor. Gözleri ağlamaktan şişmiş artık.

Fakat annemin içli sözleri beni yolumdan döndüremedi. Geride bıraktığım şeyleri değil, ileriyi düşünüyordum.

O zaman annem çuvalcığı açıp süsleri örtüye boşalttı. Bunlar ünlü bir beyin topladığı süsler değildi. Ucuz taşlardan ve gümüşten yapılmış olan bu süslerin, zengin olmayan Kazak'ların kendi kızları için sabırla topladıkları boncuk gerdanlıklardan ve yüzüklerden farkı pek büyük değildi. Karakiz'in bütün bu hediyelerinden – tutturmalıklardan, kopçalardan, yüzüklerden – benim için en değerlisi kıyılmış gümüşten yapılmış paradan kolyeydi. Genç kızlığımın ilk yıllarında iki zincirden her birini saç örgümün içine geçirirdim, ama sonra nedense yapmayı bıraktım. Bunlar arasında harikulâde bir taş da vardı. Bizim Turgay bozkırımızda ona yılan salyası denir. Öyle bir inanış varmış: yılan sorguç otunun sapını yalarsa, sapın etrafında sert ufak taneli ur oluşurmuş. Koparıldığında gri, metal bir telden bükülmüş sert bir yüzüğe benzermiş. Aul kadınları düşünürler ki bu yüzük çocuğun kıyafetine taktırılırsa yılan bu çocuğu asla sokmazmış. Bende de ''yılan salyası'' vardı ve hanım onu bulup bu saklı çuvalcığa koymuştu. Küçük kolsuz bir bluzum da vardı. Bir yaşındayken onu giyerdim. Rengârenk kadife ve ipek parçalarından dikilmiş ve içine boncuklar geçirilmişti. Eski geleneğe göre boncuklardan başka şeytanlardan ve cinlerden korunmak maksadıyla puhu kuşunun ayağı da taktırılırdı. Artık beşikten çıkmıştım, çoktandır aulda koşuşuyordum, fakat hanım onu yastığımın altına koymaya devam ediyordu. Bazen onu sıkıca yüzüne bastırıp: ''Küçüklüğünün kokusunu özlüyorum, Botaş'' diyordu. Puhu kuşu ayaklı bu bluzu da yadigâr olarak bu çuvalcığa koymayı unutmamıştı.

İşte hem kıyafetler, hem de aul çocukluğumun bütün bu sade yadigârları kayboldu.

İster inanın, ister inanmayın, ama kaybolmuş olan bavulum için çok üzüldüğüm halde ağlamadım, hatta gözlerim bile yaşarmadı. Ağlamaya ne gerek var ki? Onlar kaçtığım eski dünyadandı zaten. Ve hem o dünya, hem de onun verdiği armağanlar geride kalmıştı. “Allah eski günahlarımı affedeceğine bana gelecekte yardımcı olsun…” Sadece bunu istiyordum.

Burkut’un albümü de kaybolmuştu. Lânet olası albüm! Öz aulumu terketmeye karar verdiğimde onu kaybetmekten ne kadar çok korkuyordum! Önce albümü kalın bir kumaş parçasına sarıp bluzun astarının içine koyup diktim. Fakat söylendiği gibi eşya kaybolursa, suçlusu sahibin kendisidir. Ne dedim de annemin Kırmızı yurtaya gelmesinden sonra kumaşı yırtıp albümü astarın içinden çıkardım ve bavulumun en dibine koydum…

…İşte albüm yok… Şimdi Burkut'un suçunu nasıl kanıtlayacağım?!

…Çok geçmeden Taşkent treni Kinel'e yanaştı ve hepimiz bir macera olmadan vagona yerleştik, ama farklı uçlarına: yine de Balkaş karısıyla, bense Musapir’le. Ortasındaki raflara birbirimize karşı yattık. Ben tortop olup düşüncelerime daldım. Bu defa yoldaşlarım kaybettiğim bavulumu düşündüğümü sandılar. Bırakayım sansınlar, bana ne ki…

Kinel'den Kzil-Orda'ya yolculuk çok sıkıcı geçti. Kazak'ların dedikleri gibi yolun yarısında köpek bile geberirmiş… Gündüzler geceler gelip geçiyordu!.. Bana öyle geliyordu ki tren ancak bazen duraklarda duraksayıp ok gibi gidiyordu. Ok gibi gidiyordu, hayır, daha doğrusu rüzgârdan daha hızlı gidiyordu. Daha önce sadece at bindiğimden bana öyle geliyordu. Kendim de şaşırdım, ama bu hıza bayağı çabuk alıştım. Yolculuğun ilk günlerinde trende başım dönüyordu, sonraları ise pencereden rahatça uçsuz bucaksız düz bozkırlara bakabiliyordum. Elimde olmadan, içimden hâlâ okulda öğrendiğim Saken Seyfullin’in “Ekspres” şiirini tekrarlıyordum:

Hızla git, ekspres! Uçarak gidip parla!

Karanlıkta bir kasırga döndür yolda!

Gece yıldızı gibi git hızla

Tüm fırtınaların inadına!

Bu uzun yola ben de koyuldum. Nereye ulaşırım, nerede kalırım? Fakat ne de olsa bir an önce ulaşmak istiyorum!

Derler ki sonu olmayan bir yol olmazmış. Birkaç gün önce bize ulaşılmaz gelen Kzil-Orda'ya yaklaşıyorduk artık. Musapir beni uyandırdığında gece yarısından bayağı zaman geçmişti. Asya Şamsiya'ya olan mektubu bana verirken dediklerini hatırladım:

-Ona telgraf da yollarım. Kocasının iş yerinde bir at var. Seni karşılarlar. Karşılayamazlarsa da zarfta adresleri olduğu için Şamsiya'nın evini bulabilirsin. Balkaş da yardımcı olur. Sana yardımcı olması için ona görev verdim, gereği olursa bir arabacı bulup seni Şamsiya’ya kendisi götürür.

Balkaş’ın herşeyi yapmaya söz verdiğini hatırlıyorum, ama şimdi ona pek umut bağlamıyorum.

Musapir çıkmamız lâzım derken, ben Şamsiya'nın beni karşıyalıp karşılamayacağından endişenlenmeye başladım. Mektubu bavul ile birlikte kaybolmuştu. Sanırım Musapir bunu bilmiyordu. Fakat  beni Şamsiya’nın evinde kalmaktan ısrarla vazgeçirmeye çalışıyordu.

-Tanımadık insanlara ne diye gidesin ki? Şehirliler saygılı, ama pek konuksever değiller. Maaşla geçinirler,yani konuk kabul etmek onlar için zor. Bir de saygı duydukları insana cömertlik gösterebilirler… Fakat sen öyle bir cömertlik bekleme. Şamsiya seni karşılayabilir ve birkaç gün zahmet çekmiyormuş gibi yapabilir. Fakat sonra senden bir an önce yakasını kurtarmak isteyecek. Kalacak bir yer bulmanın ne kadar zaman alacağını biliyorsundur, değil mi? Dairemde kalsan ne olur ki?

-Yok, Musapir, anlaştığım gibi yapacağım…

İstasyonda şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyordum. Kimse beni karşılamıyordu. Birdenbire bana şehirli giyimli bir adam yaklaştı:

-Söylesene, canım, nereden geldin?

Musapir bayağı kabaca konuşmaya karıştı:

-Ne diye soruyorsun ki? 

-Onu yiyeceğimi mi düşünüyorsun be? – diye siyah bıyıklı adam cevap verdi – Bu trenle aradığım kız gelecekti.

-Ya o kız nereden gelecekti? – diye Musapir bu defa daha nazik sordu.

-Turgay'dan…

-Ben Turgay'danım – diye haykırdım.

-İsmin ne?

-Bates!

-Demek ki, canım, tam seni karşılamaya geldim… Asya ablan kızkardeşi Şamsiya'ya bir telgraf yollamıştı… Fakat Şamsiya evde değil. Moskova’ya ve Leningrad’a gitti. Ben onun kocasıyım. Adım Amanjol Amandikov.

Ve Amanjol elimi sıktı:

-At seni bekliyor, canım…

Musapir:

-Ya ablası ne zaman dönecek? – diye sordu.

-Senin, yiğit, çok sivri bir dilin var – diye Amanjol cevap verdi. – Sana gelince, kızım, bil ki ablan yoksa onun evi var, bu evde de senin için hem yatacak yer, hem de yemek…

-Beni tanımadınız mı, Amandikov yoldaş? Ben Balkaş’ım! – diye öğretmen söyledi.

-Balkaş? – diye Amanjol şaşırdı.

-Evet, Balkaş Jidebaev…

-A-a! Sanırım hatırlıyorum. Ya siz nereden geliyorsunuz?

-Turgay’dan. Bates’le beraber geldim. Az önce bahsettiğiniz Asya, kızı Kzil-Orda’ya kadar getirmemi ve yerleşmesi için ona yardım etmemi rica etti.

-O zaman şimdi evimize gidelim. Yarın da işlerinize gidersiniz.

-Olsun, ama danışmamız gerek – diye Balkaş cevap verdi.

Amanjol bir yana çekildi.

Balkaş:

-Şamsiya evde olsaydı seni karşılardı, hiçbir sorun da olmazdı Bates – diye akıl yürütüyordu. – O, kadın olduğu için sana daha kolay yardım edebilir, seni daha iyi anlayabilir. Tabii ki Amanjol’a da karşıladığı için teşekkür etmeli. Fakat şimdi ne yapacaksın? Bir erkekle birlikte, kadın olmayan bir eve gidilebilir mi acaba? Seni bize davet ederdim, ama odamız o kadar dar, o kadar kalabalık ki senin için yatacak bir yer bile bulamayız.

-Öyleyse bana ne tavsiye ediyorsunuz? – diye Balkaş’ın sözünü kestim.

-Ya Musapir’in oturduğu eve gitsen ne olur ki? Sahipleri iyi, mesafesi ferah. Bütün işlerini yoluna koyana kadar orada kalırsın. Gider misin?

-Giderim!

Başka bir cevap verebilir miydim acaba? Talihim açık mıydı? Başıma arka arkaya belâlar gelmedi mi?.. Fakat belki de en büyük belâ beni o evde bekliyordu… Sanırım öyledir!

 

BENİ YİNE YAĞMALIYORLAR

 

-Gecenin bu karanlığında istasyona geldiğiniz için size binlerce defa teşekkür ederim, yoldaş! – Bu sözlerle Balkaş bir yanda kararımızı bekleyen Amanjol'a yaklaştı – Hepimiz hemşeriyiz, Turgay'lıyız… Konuşup Bates’in bizimle gelmesinin en iyisi olduğunu anladık. Kız öz aulundan okumaya geldi. Sağ olalım, yarın onun işleriyle uğraşmaya başlarız. Şamsiya döndüğü zaman da Bates onu görmeye gelir.

Amanjol:

-İtiraz etmem – diye cevap verdi, - ama arabacı kiralamayın, ben kendim sizi götürürüm.

-Zahmet etmeyin! – diye Balkaş reddetmeye çalıştı – Bizi şehrin farklı uçlarına götürmeniz gerekecek!

-On farklı yerde yaşasaydınız da, Kzil-Orda'da bulunduğumuz için uzak değil… Hadi binin!

-Fakat benim, şehrin en ucuna gitmem lâzım – diye Musapir konuşmaya karıştı.

-Sanırım çok konuşuyoruz – diye Amanjol istihzayla söyledi. – Atlarımı uzak mı, yakın mı, düz mü yoksa eğri mi diye münakaşa etmek için kiralamadım. Artık gitmek istiyorsanız binin!

Kazak âdetlerine göre yoldaşlarımın Amanjol'un teklifini reddedip arabacı kiralamaları gerektiğini düşünüyordum. Fakat onlar Amanjol’un arkasından istasyon meydanındaki ağaçların altında duran arabaya doğru yürüdüler. İki tane çift atlı arabada arabacılar oturuyorlardı ve yolcu çekmek için bağırarak birbirlerinin sesini bastırmaya çalışıyorlardı: “Benim arabama binsenize!” “Benim arabama binsenize!” Birbirlerinin sözünü keserek atlarını gâh tırısa alıştırılmış at, gâh rahvan at deyip övüyorlardı. Şafak öncesi loşlukta atlara benzeyen altı aylık danadan biraz daha büyük  hayvanlar farkettim. Fısıldayarak Balkaş’a sordum:

-Bu ne ya?

-Hiç görmedin mi?

-Hiç!

-Bu eşektir.

İlginç bir şey: benim doğduğum ve büyüdüğüm bütün Turgay bozkırında şimdiye kadar hiç görmediğim eşekleri nasıl görebilirdim.

…Ve ansızın kaba ve gürültülü bir anırtı duydum. Korku içinde Allah’tan yardım dileyip Balkaş’a sokuldum.

-Ne oldu sana? – diye öğretmen şaşırdı.

-Kim öyle anırıyor?..

-Bates, bu eşeğin kendisi…

O zaman bu korkumun suçlusu umutsuz anırtısını ağlamaklı keskin bir çığlıkla sonlandırdı.

-Ne diye öyle yaptı ki?

Balkaş’ın bana anlattığına göre bu konuda eşekler horozlara benzer: şafak sökerken, öğleyin ve güneş batarken anırırlar. Fakat tavuk kümesinde sadece horozlar öter, burada ise dişi eşekler erkek eşeklerden geri kalmaz.

Eşekler… Nedense onların pek akılsız olduğunu söylerler, kitaplarda bile yazarlar. İşte hem eşek gördüm, hem de sesini duydum.

Amanjol’un arabasına bindik. At bizi düz olmayan taş döşeli sokakta çok hızlı götürdü. Bazı evlerin avlu kapılarında donuk fenerler yanıyordu, ama onlar olmadan da etrafımız çok iyi görünebiliyordu.

-Yavaş!.. Yavaş!.. – diye Balkaş yaysız, rahat olmayan arabanın sallanmasından memnun olmadığından sürekli şikayet ediyordu.

Sokakta, bazen alçak evleri tamamen örten iki yoğun ağaç sırası vardı. 

-Bu, şehrimizin en işlek sokağıdır! – diye Balkaş bana anlatıyordu – İstasyondan dönemece kadar olan kısma Engels Sokağı denir, dönemeçten sonraki kısma ise Karl Marx Sokağı denir.

Çok geçmeden Balkaş'ın dediğine göre Lenin Sokağına saptık, sonra ise Balkaş, Amanjol'un bir avlu kapısının önünde durmasını rica edene kadar uzun uzun dolaşıp yılankavi gittik.

Balkaş Janil'in inmesine yardım ettikten sonra eşyalarını alıp bize “uğurlar olsun” dedi.

Artık yolu Musapir gösteriyordu.

-Bahçelere: Ayranbah’a!...

Amanjol atını hızla koşturmaya başladı.

AT

 

- Bu yiğit ile beraber kız kardeşi mi eşi mi idi? Eşiymiş. Tesadüfen hamile değil mi? Neden soruyorum? Çünkü daha yavaş gitmek ricalarından bıktım artık. Sanki ilk defa at arabası ile gidiyor. Çocuk düşürmesin diye korktuğunu düşündüm.

-           Sezdiniz’! dedi Musapır. ‘Bu Balkaş dünyada en çok çocuğu istiyor. Ve eşine zarar verebilen her şeyden korkuyor.'

            - O kimin kardeşi ya da  akrabası? – Amancol beni gösterdi.

- Ikimizin.

- O zaman Bates neden onlarla kalmamış? Yakın kadın ile aynı çatı altında kalmak daha uygun olurdu.

- Doğru. Fakat yerleri dar. – Musapır sanki mahcup olmuş. ‘Bates benim için çok yakın bir akraba. Ondan dolayı benimle gidiyor.’

            Amancol, A-a-a diyerek sustu. Bu konuşmaya devam etmek istememiş.

Biz uzun zaman dar ve eğri ara sokaklarından dolaşıyorduk. Artık aydınlandı. Horozlar sesli ötüyor ve köpeklek deli gibi havlıyordu. Bu şehirde ne kadar çok köpek var. Onlar sürüler olarak koşup avlu geçitlerinden fırlıyorlardı...

Sohbet yürümüyordu. Susarak şehirden çıktık. Sokak, bahçeler bitti. Çevre uzaktan çaydanlığa benzeten ince tümsekler ile kaplanmış bozkır idi. Bu tümseklerden insanlar çıkıyorlardı. Ben bunun ne olduğunu diye sordum.

- Kepe, kentli yoksulların konudu,' dedi Musapır. ‘Tümsekte veya sel yarığında mağara yapılır, ışık girsin diye  yurta (bir çeşit göçebe çadırı) çemberi olan şanrak gibi bir şey çıkışında konulur ve konut hazır.’

- Kızıl Orda’da böyle kepeler çok mu?

- Şehir içinde değil, sadece kenarlarında. Her dördüncü Kızıl ordulu kepede oturuyormuş. Bazıları adeta yurtalarda, fakat bu memlekette yurtalar siyah. Neden? Burada çiftçilik ile uğraşan yerleşmiş kazaklar çok. Bunlar yoksul. Onların beyaz yurtaları değil gri yurtaları bile yok.

 

-Onlar delikli siyah yurtalarda kalıyorlar. En yoksulların böyle bir yurtası bile yok. Ketmencilerin çoğu kepede  barınıyorlar. Daryanın obür tarafında Kırk kepe adlı köy bile var. Başlangıçta onlar bu kadarmış, şu anda ise yüzden çok. Sırdarya kazakları sıkıntı çekiyorlar. El ile ekinleri suluyorlar. Zor bir iş. Turgay hayvan yetiştiricisinin hayatı çok daha kolay.

 

Kepelere hüzün ile bakıyordum. Ancak bu zeminlikler arasında küçük düz damlı binalar da rastlanıyordu.

 - İşte dairem burada.

Amancol’un atı gevşek kumlu uzun yollardan sonra yorulup beyaz köpük ile kaplandı. Açık avluya girdik. Burada kapı yoktu. Karşımıza evden orta yaşlı adam çıktı. Uzun siyah yukarıya burulmuş bıyık ile zengin tilki şapka gözümü çarptı.

- Hah, geldin artık, Musapır. - Elini sıkıştı. 

 - Kuzeke nasılsın, ailen ile hayvanların iyi mi? - yoldaşım saygıyla diye sordu.

- Allah! Bak işte,  Musapır geldi. – Sahibin arkasından bize çopur yüzlü, şişman beyaz örtülü bir kadın yaklaştı. Koca ile karı olduklarını düşündükten hemen sonra dikkatli şaşırmış bakışlarını hissettim. Musapır meraklarını uyarıp Turgay stepinden buraya öğrenmeye geldiğimi kısaca söyledi.

Sahipler gülümsedi. Musapır’ın gelini olduğumu düşünmüşler galiba. Amancol’a selam söylemediler. Arabacı olduğunu zannetmişler.

- Esektas, misafirlerin geleceklerini düşünmedik biz, - Sahip karısına söyledi, - Çarşıya  kendim gideceğim. Sen çocukları salondan ön odasına geçtirip Musapır’ı yerleştir. Çabuk ya! Bugün Pazartesi, Çarşı başlıyor artık. Ben bu arabayı alıp giderim.

 

- Hayır, sen bu arabayla gidemezsin, - cevap verdi Amancol.

- Bu da neden öyle?

- Çünkü evim bambaşka bir tarafta.

- Olsun ya, ben sana ödeyeceğim.

- Paran yetmez!

Kuzen, biraz sonra adının böyle olduğunu öğrendim, kırılıp Amancol’a kabalık etmeye başladı.

- Beni kim sanıyorsun. Benimle böyle konuşmaya ne hakkın var?

- Kızma! - Amancol kaşlarını çattı.  - Sen beni kim sanıyorsun, söyle bakalım. Amandıkov soyadılı adamdan duydun mu hiç?...

Kuzen şaşakalıp bulanık bir ses ile bir şey söyledi. Karısının sorularına cevap vermedi sadece dilini tutsun diye dudakları ile bir işaret verdi.

- Haydi, horozlanmaya devam et!’  Amancol, tüm belirtilere göre bu karşılaşmaya hiç sevinmeyen  hatta bile heyecandan kekeleyen Kuzen’e alay ile baktı.

- Zannedemedim. Kusura bakmayın.

-Sahipler bizi eve davet ettiler. Amancol ile vedalaşlamaya başladık.

- Bu dolandırıcı Kuzen’e burada rastlayacağımı hiç düşünmedim. Onunla ne işin var, Musapır?

- Siz onu iyi mi tanıyorusunuz? - Musapır soruyu soru ile cevaplandı.

- Ne de olsa bilinen bir kazıkçı ve karaborsacıdır o.  Eşi ile çocukları dışında neler neler satmadı. Mamafih maruf bir kumarbaz. Bir gün kağıt oynarken sadece birkaç ay sonra geri kazanıp eşini de kaybetmiş. Esektas olarak hitap ettiği kadın oymuş galiba. Esektas – taş eşek! Fazla neşeli bir isim değil. Zavallı kadın, hem de  Kuzen – kokarca anlamına gelen adının sesi de  hoş değil. Çünkü küçük kuzen en zararlı hayvanlardan biridir. Hem tavukları boğar gömmülmüşlerin mezarlarını kazmaktan korkmaz.

- Onu nereden tanıyorsunuz?

- Ben şehrin maliye bölümü başkanıyım.

- Anlaşıldı.- Musapır'ın sözlerinde kendini tuttuğunu hissediliyordu.

- Ne anlaşıldı sana? - Amancol diye sordu.

- Şimdi Kuzen’in karaborsacı olduğunu söylediniz. Hakikaten maliye bölümü ona nefes almaya izin vermiyor. Vergiler ile boğuyor. Fakat düşündüğünüz gibi değildir bence. Doğrusu bu evde kalmıyorum. Şehrindeki dairem Kuzen’in büyük kardeşinde Korsak’ta. Kendisi hasta. Astması var. Kazık veya ketmen ile çalışamaz. Hiç bir eğitimi yok. Yaptığı ticarete karaborsacılık denir mi hiç? Hayvanları yok. Çeşitli eski eşya alıp satıyorlar. Birkaç kuruş kazanarak öyle yaşıyorlar.

 

- Sen Kuzen’i hiç bilmiyorsun. Belki de biliyorsun ama böyle mahsus söylüyorsun. Biz de onu çok iyi tanıyoruz, - sert bir dil ile cevap verdi Amancol.

Musapır’ın bu konuşmayı sevmediğini belliydi. Kendisini tuttuğuna rağmen kayıtsız görünmeye çaba göstererek bu konuşmayı var gücü ile bitirmeye çalışıyordu. Rastgele bahaneyi kullanarak eşyaları toparladı ve her şeyin  hazır olup olmadığını bakmaya eve girdi.

Amancol yalnız kaldığımızda heyecanlanarak  bana telaşla söyledi:

- Canım, ben sana bir şey soracağım fakat sen fazla yakın alma.

- Ben size her şeyi söylemeye hazırım, Amancol ağa!

- O zaman şunu söyle. Seninle bu Musapır arasında ilişki var mı?

- Allah korusun!  - En azizden sorduğunu anlayarak korku ile haykırdım ben. – Allah korusun! O sadece yoldaşım benim, hemşehrim, onunla beraber yolda gidiyordum ve başka bir ilişki yok aramızda!

- O zaman ben sana şöyle söyleyeceğim:

Her rahvan atın değeri koşmasından belli olur.

Davranış ise susarak huyu ele verir.

Musapır’ın tüm davranışları onu kesinlikle ele veriyor. Seni kötü bir adamın evine getirdi. Daha iyi bir şey bulamadı mı acaba! Onunla burada kalma, canım. Bize gidelim.’

- Utanıyorum ağa!... izin almadan yoldaşımı nasıl bırakabilirim. Memleketimizden beraber geldik ya.

- Nerede öğreneceksin?

- Hatırlamam. ... Bunu Musapır bilmeli.

- Peki gitmem lazım!

Amancol dizginleri aldı. Ne yapmam gerektiğini bilmeden duruyordum. Amancol sokağa çıkarak atını durdurdu ve vedalaşarak hoş bir tarzı ile

- Hoşça kal, canım, hoşça kal. Baktım sana ben,  hala bebeksin. Duraklarında anne sütü izleri sırtında ise beşik izleri var. İyi yolculuklar canım! - dedi.

Dünyada iyi insanlar ne kadar çok imiş. Allah aralarında kalmak için bana destek ver.

Musapır ile Kuzen Amancol’un gidene kadar bekleyip evden çıktılar. Kuzen çarşı için hazırlanmış çuvalı omuzunun arkasında  tutuyordu.

- Peki. Gittim ben. Az sonra geleceğim...

- Bu Amancol rüşvetler ile doymaz. Her zaman az geliyor ona. İnsanlardan da nefret ediyor. Birine bay, diğerine molla, öbürüne karaborsacı diyor. Biri rüşvet verirse, onu dokunmaz, aklamaya çalışır. Vermezse de  yıkına kadar vergiler ile boğacak. Kuzen gibi kıt kanaat geçinen adamları  bile arıyor. Rüşvet vermekten vazgeçiyorlar sa onları da boğar. Söylediği her şey boş, dikkatini başka yana çekmek için. Amancol’u ise zavallı Kuzen’in evine sanki getirdik biz. Bundan sonra hayatını zorlaştıracak.

- Böyle bir adama hiç benzemiyor, -  itiraz ettim ben.

- Konuşmalarını dinleme, yaptığı işlere bak .

- Fakat bu ailenin hiç bir suçu yok ise Amancol’a söylebiliriz.

- Söylediklerini yapmak niyeti yok!

Esektas çıkıp bizi eve davet etti.

Girince şaşakaldım. İki kısıma tuğla fırın ile bölmüş birinci odada hiç bir mobilya ya da yataklık yoktu.Semaver ile kaplar sinekler ile bol bol kaplanmıştı. İkinci  odanın birinci ile arasında  fark azdı. Köşede kilden yapılmış tahta yataklık gibi  bir şey gözüküyordu. Bez parçası kumaşı ile ve geniş bez ile döşeli idi. Solda kaba tahtalardan yapılmış yatak vardı. Yamalı yorgandan kirli bir yastıkta zayıf küçük kızın perişan saçlı başı dışarı fırladı. Parlak gözlerle, yüzün şekli ile Esektas'a benziyordu. Sinekler burada da bol idi. Fakat hiç bir zenginlik veya refah izlerini fark etmedim ben...

- Uzun zaman yoldaydınız. Şafak vaktinde üşüdünüz. Orada yatıp dinleniniz biraz, - dedi Esektas. O bıyıklı karaborsacılar bize denip gönlümüzü kırdı. Karaborsacıların evlerinde böyle bir şey olur mu ki misafirlere bile  döşecek bir şey yok?... 

- Ben ne dedim ya,- katıldı Musapır .

-Utanç duyduğuma rağmen kendi elbiseleriniz ile örtünüz. – Esektas dedi.

- Utanmayın ya!- ve Musapır atasözü ile devam etti. - Mevcut olmayan bir şeyi ele alamazsınız.

- Saygılı açık konuşuyor, - Esektas atasözü de hatırladı. - Açıkçası bu karaborsacının evinde yiyecek de yok bir şey. Neyse, burada dinleniniz bu arada çarşıdan bir şey getiririz size.

- Merak  etme, cengöy! - (yenge, yaşça büyük olan evli kabına bir hitap).

 

- Nasıl merak etmeyeceğim. Önce misafirler sonra evin sahibi utanıyor. Sen burada yabancı değilsin Musapır.  Bates ise evimizde hala yemek yemedi...

- Esektas adımı nereden öğrendi, - kendi kendime düşündüm ben.

Yorgan altında yatan öfke dolu gözlü  esmer kıza talimat verip gitti.

 Kodık, sahibin kızının adı böyleydi, bana dikkatli  ve çocuklara has olmayan öfkeli tarzıyla bakıyordu.

- Onun ile yatacak mısın? - diye sordu Musapır.

- Yok ya. Köşede tabanda yatarsam daha iyi olur. Sen şunu söyle: burası neden bu kadar kirli? Bu Kuzen karaborsacı mı değil mi?

Musapır gülümsedi.

- Parasını hesaplamadım fakat babanın parasından azmış herhalde.- uzun uzadıya anlatmak istemeden sustu...

Musapır  kafası altına mantosunu koyup odanın bir köşede yattı ve duvara döndü.

Ben diğer köşede oturdum ve yine de Kodık’ın  kısılmış gözlerinin bana daldığını fark ettim. Hareket etmeden yatıyordu ve sadece dikkatli olarak beni takip ediyordu. Uykum gelmiyordu fakat delici bakışına dayanamadım ve deve yünlü yeleğimi döşeyerek Musapır gibi duvara dönüp yattım.

Sinekler beni rahat bırakmıyordu. Üstelik buraya sarı iğrenç ve ince sesle vızıldayan sivrisinekler giriyordu. Pireler ve adı bilmediğim böcekler de burada vardı. Adı tathakurucusuymuş. Bana sonra anlattılar.  Isırıklarından vücudumun tamamı kaşınmaya başlıyordu.

Vücudumu tamamen tırmaladım. Uykuya girer girmez tekrar kaşıntıdan uyandırıyordum. Musapır ise bir şey olmamış gibi artık horlayıp uyuyordu. Kız yorgan ile kafasını bile örterek uykuya daldı fakat uykusu rahat değildi...

 

Huyum böyle ki kötü moralim geldiği gibi çabuk gidiyor. Bu defa onu pencereye bakan güneş iyileşti.

Bizim Turgay güneşimiz bu kadar parlak az olur. Ufuğu kaplayan bulutlardan kalkar genelde. Ve temiz göğe çıktığı zaman genç gelin gibi yüzüne hemen hafif bulut ortüsünü atar. Veya baba köyünü özlemiş genç bir karı gibi bulut mendilinden biraz ağlayarak hafif bir yağmur ile dökülür. Turgay güneşimiz açık hava günlerde sadece öğle saatlerinde yakar, ancak bu zamanda bile insan ile hayvanlar daha kolay nefes alsınlar diye serin yumuşak rüzgar eser.

Hayır. Kızılordulu güneş bambaşkadır. Sabahtan  artık yanar ve zirvesine geldiği zaman bu kadar çok ısı verir ki alışmamış insan nefes alamaz. Dışarıya serinleşmeye çıktım, fakat serin step rüzgarının yerinde hissettiğim yakıcı sıcak beni hemen içeriye girmeye zorladı. Musapır henüz horluyordu. Sıcaklığa ile böceklere alışmış olduğunu belliydi. Kız eskisi gibi yorgan altında rahatsızca yandan yana dönüyordu.

Tekrar yatmak istemedim. El yüz yakmaya ve saçlarımı yapmaya karar verdim. Saçlarımı arkamdan göğsüme koyunca saçlarımı ördüğüm kordelelerin kaybolduğunu gördüm. Muhteşem uçları madeni paralı kordeleler. Saçlarımın örgüsü tamamen çözülmüş... 

Kordelelerim nerede, Kalisa’nın bana hediye ettiği siyah ipek ip de nerede? Kordeleler saçlarımda hiç bir defa çözülmedi. Kustanaye’de treni binmeden önce saçlarımı titizce ördüm. Burada bu evde de her şey yerindeydi. Kordelelerin nerede kaybolabilirdi? Ne bir cin veya şeytan onları çalabilirdi. Uykuya daldığımı kim gizlice bekliyordu?Uykum kısaydı, derin değildi. Musapır kordeleleri alamadı. Ne ihtiyacı var?  Hem de yatınca hemen horlamaya başladı.

Ya bu kız Kodık mı yoksa? Bana bakıyordu ve kafası ile beraber kendini örtüldüğünde bile yan yana dönüp kalıyordu. Fakat o çok küçük. Kafasına hırsızlık fikri girmez bile. Onları kim aldı acaba? Üçümüz dışında odada kimse yoktu.

Beklenmedik bir kayıptan çok üzüntülü idim. 

Kazak kızı için akrabalar her zaman gümüş saklardı. Köy geleneklerimize göre temiz ve temiz olmayan gümüş var.  Temiz gümüş paralarda, on kapiklik, elli kapiklik, rublelerin halkalarının kenarları zikzak şekilli çizgiler ile kaplanmış. Üstelik bir tarafında genelde kadın çariçenin resmi vardır. Bu paralar sıngırdarken güzel bir ses yapar.  Çar  erkek resimli temiz olmayan gümüş paralar bakır gibi şıngırdar. Kenarları pürüzlü. Köylerde temiz gümüş kıymetli temiz olmayan ise kalitesi  düşük sanılırdı.

Sonra Kazaklarımızın bu değerlendirmelerinde haklı da olduğunu öğrendim. Anna, Elizaveta, Ekaterina gibi Rus çariçeleri zamanlarında Aleksandr Nikolay gibi çar zamanlarına göre  parada gümüş daha çoktu. Ondan dolayı özellikle daha zengin olan kazaklar ekaterina rubleleri arardı. Onlardan kızları için gerdanlık, yüzük, bilezikler sipariş ederdi.

Baybişe Karakız kordelelerime birer birer  temiz ruble paralar astı. Ve tabi ki  ekaterina gümüşü değil yakın insanın hatırası benim için değerliydi. İlk önce gerdanlık valiz ile beraber kayboldu...Bu  iki maden para anne gözleri baybişe gözleri gibi bana bakardı, onları bağlayan kordele ise iyi kalpli Kalisa cengöyun  bakışı gibi aydınlıktı. Yanımda bu gözler ve bakış kalmadı artık.  Ondan dolayı bu kadar üzüldüm, ondan dolayı yüzüm bu kadar yanıyordu.

Değerli şeyinin kaybolmasında annenin koynuna bile gidilebildiğini denir. Bu kızın para ile kordelelerimi çaldığını düşüncesi beni bırakmıyordu. Ona yaklaşıp yorganını söküverdim. Ne kadar zayifti. İnce ciltinden tüm kaburga kemikleri hesaplanabilirdi. Kömür kadar siyah saçları kuzunun gibi karıştırılmıştı uzun zamandır tarağı görmedi. Kız uyandı.  Ağlamaya niyetliyor gibi küçük gözlerini kırpıştırıyordu.

-          Kodık, sen mi kordelelerimi aldın?.

Siyah gözleri öfke ile dopdolu olmuş. Saçları dağınık kafasını salladı

- Aldıysan geri ver!

Kafasını yine salladı.

Musapır uyandı,  kafasını kaldırıp kırmızı yangılı gözlerini ovlayarak

- Ne oldu Bates-  diye sordu.

- Hem trende hem de burada hırsızlar. Onlardan nasıl kurtarabilirim?!      

Göz yaşlarına boğuldum.

- Ne oldu. Doğru dürüst söyle!..

Nelerin kaybolduğunu anlattı ona. Fakat o sadece şaşırıp hiç bir tahmin etmiyordu.

-Bu evden gitmem gerekiyor. Görünüşünden  bile korkuyorum. Hemen gidiyorum!

- Dur ya, nereye gideceksin?

- Dilim ile göz ve ayaklarım var. Sorarak istediğim her şeyi bulacağım.

- Acele etme lütfen. Neyi arayacaksın?

- Nasıl neyi arayacağım? Okulu arayacağım.

 

Musapır beni zorla eğledi. İçinde yakıcı güneş yanan  pencereyi palto ve çopanım ile perdeleyip beni yanında oturttu ve sakinleştirmeye başladı:

-  Bates, sen şunu hatırında tut: Kızıl Orda Turday değil! Köyünde gibi istediği evini bulamazsın. Şehirde böyle bir adamın evinin nerede olduğu sorulmaz. Şehirde sokkak adı ile ev numarasını bilmek gerekiyor, aksi takdirde boşuna dolaşırsın. Böyle yapma, Bates!

Yoldayken okuyabileceğini her hangi bir öğrenimi bulmaya yardım edeceğimi  söz  verdim sana.  Sözümü tutacağım. Şimdi ise çok erken. Saat yedi sadece. Tüm okullar kapalı. Sahipleri bekleyelim. Ondan sonra gideriz. Kordeleni bilmiyorum bile. Sende vardı ise nereye kaybolabildiğini anlamıyorum. Belki sen uyuduğunda buraya bir yabancı girip onu çalmış. Fakat inanmak zor. Nasıl olsa sahiplere anlat, ya bulurlarsa.

Kordelelerimi bulmaya umudu kaybedilmiş ben Musapırın sözlerinden sonra yine de canlandım ve hemen gideceğimi tehdit etmeyi bıraktım.

- Sen yatıp dinlen bakalım. Şimdi ev daha serin oldu, uyuyabileceksin.

- Yok ya, burada uyumak istemiyorum. Cevap verdim Musapır’e.

İkimiz susarak oturduk biraz sonra Kuzen’den beni anlatmaya başladı: 

- Yaklaşık bir yıl önce onlara uğradığım zaman şimdiki gibi fakirlik yoktu burada. Sahip eskiden zengin bir yiğit idi. Bay için kahyalık yapardı. Şimdi ise işleri kötü olmuş. Sovyet iktidarı zamanında çalışmak gerekiyor. O da çalışamıyor, sağlığı zayıf bir de çalışmayı bilmiyor. Ev işleri bozulmuş, refah yok,  biriktirmiş bir şey var ama 

İt tomruğu yalayıp doymaz...

denir. Pazarda sattıkları eski eşyalarından ne biçim kar kazanabilir...

Musapır içini çekip Kuzen ile ailesinin refah günlerini anlatmaya başladı. Bu hikayelerin beni hiç ilgilendirmediğini hissettiği zaman Esektas’ı övmeye başladı.

- Sen görünüşü siyah olduğuna bakma, kalbi iyidir.

Neden onu övlüyordu? Ben burada kalmak zorunda mıyım acaba? Ve Musapır’a sinirleyerek:

- Daha önce nasıl yaşadıkları ile ne alakam var? Bağlı köpek bile kalmaz bu evde, - dedim. 

Musapır Kuzen ile karısı hakkında daha bir şey demedi. Beni hazırlık fakültesine yerleştireceği enstitüyü övmeye başladı.

Müdür Moldagalı Joldıbayev benim çok iyi bir tanıdığımdır. Allah’ın yardımıyla seni enstitüsüne yerleştireceğim. ...

Kapı arkasında gürültü ile hışırtı duyduk. Kulaklarımız kabarttık, yorgan altında sessizce yatan kız derken ağalamaya başladı:

- Aaaaaaa, anne!

 Çarşıdan yeni gelmiş Esektas ona yaklaştı.

Kodık ağlamaya devam ediyordu.

- Ne oldu, güneşim, - annesi onu sakinleştirmeye çalışıyordu.

- O beni dövdü.- diyerek kız   ağlayarak annesinin kucağına düştü.

- Kim? - Esektas  şaşırdı.

- O.-  ve Kodık parmağıyla beni gösterdi.

-           Allah korusun!  Ne zaman dövdüm seni?’ korktum ben.

-  Dövdü, dövdü! - cıyak cıyak bağırıyordu kız.

Esektas kızının tarafını aldı:

- Dövmeseydiniz neden ağlardı ki?

- Ben ona dokunmadım, cengöy. Saç kordelemi kaybolma olayı gerçektir. Kodık’ın kordelemi alıp almadığını diye sordum ben.

- Ne bir kordele?

Esektas ile karşılıklı duruyorduk. Kordeleyi ve her şeyin nasıl olduğunu anlattım.

- Sen kordeleni buraya gelmeden önce kaybetmişsin. Trende onun çalındığını fark etmemişsin.

- Hayır Esektas! Ben size gelmeden ve oradaki köşede yatmadan önce kordele sürekli bendeydi...

- O zaman nereye kayboldu? Fareler onu kullanmaz, fareler dışında ise kimse yok burada. Ya da serçe parmak boylu kızım onu çaldığını düşünüyor musun acaba?

- Rüzgar mı onu aldı,' kızdım ben.

- Aman aman! -  Esektas pis pis güldü. - Neden memleketini bıraktığını düşündüm. Şimdi anladım. Sen kaçtın çünkü delisin!

- Öyle deme!-  bana arka çıktı Musapır.- Hiç deli değil o! Kızın aldığından da emin değilim. Küçük çocuk. Çalabilir mi hiç? Bates uyuduğu zaman komşulardan kimse girip almış herhalde.    

- Onu konuşmayalım. Kordele benim. Kaybolsun! Ancak onu alana boğazında düğümlesin diye dilerim!

- Yalnız kötü kadınlar lanet etmeyi seviyorlar. Sen gençsin daha ama öğrendin artık. Böyle olduğunu bilmedim.

 Ve Esektas ellerinde kızı tutarak odadan çıktı.

- Alan kesinlikle odur.-  Musapır’a söyledim ben.

- Nasıl öğrendin?

- Sezdim.Onu dövdüğünü söyledi. Ben ona dokunmadım. Köyümüzde bayram günlerinde genç kadınların ve kızların süslemeleri çalmaya seven kurnaz bir kızın var olduğunu hatırladım. Bir şey kaybolunca o sorulduğu zaman aynen öyle bağırıp ağlamaya başlıyordu. Mağdur susuyordu ise her şey unutulurdu. Fakat susmuyordu ise annesi Esektas gibi kendisi kıyamet bir koptururdu ki tüm aramalar hemen biterdi. İkisinden aynı korkardı. Küçük hırsız annesinin gerçek kızıydı.

 

...... Nasıl olsa bu evin ekmeğinin tadına bakmak zorunda kaldım ben.

Esektas çay hazırladı ve dastarhan üzerine ekmek lokmaları koydu. Bizim Turgay’da yediğimiz ekmeğe az benziyordu. Bu pideler özel kil fırında yapılmış tandırnan ekmeği idi. Memleketimizde tavada yapılan francalalara biraz benziyordu. Esektas’ın bizi ikram ettiği pideler çok bayattı  ama. Sahibenin porselen fincanlara, keselere,  dökuldüğü beyaz yoğun tatlı ama ağdalı  nişallayı içemedim. Hem de eritmiş şekeri  - kumşekeri – ikram etti. Rengi sarı ve tadı acımsıydı. Tatlılara dokunmadım,  bir lokma tandırnanı yedim ve bir fincan koyu çay içtim.

Musapır ile  enstitüye gitmeye karar verdiğimizde zaman öğleye doğru yaklaşıyordu. Dışarıya çıkıp döndü.

- Güneş cayır cayır yakıyor! Hafif gömleği giyip gitmek lazım aksi takdirde dayanamazsın. Sen de Bates üst giyimi burada bırak.

- Hayır, bırakmam, - dedim. - Tüm eşyalarım yanımda alacağım ve beni zorla  buraya çekerlerse bile bir daha gelmem bu eve.

- Peki tamam, istersen gelme.  Ancak sıcakta gerekmeyen bir şey yanında taşıma. Burada bırak ben sonra uğrayıp alırım.

- Hayır ve hayır - dedim. - ‘Nazlı adamdan azize bile kaçar’ denir. Bu evden gidiyorum ve bir daha gelmeyeceğim. Burada kordelem çalındı, böyle yerde giyimden hiç bir şey kalmayacak. Bu elbiseler benim için yakın insanlar yaptı. Yeni eşyalarına bakarak gözlerlini görüyorum. Ben iki defa soyulmuş oldum. Yeter artık. Bir daha onu istemiyorum.

Neden susuyor acaba?

Elbise üzerine kolsuz ceketimi giyip tüm eşyamı ele aldım. Bu eve bir daha gelmek istemedim.

Yakıcı güneşten kafamı lutr şapka koruyordu. Baybişe Karakız onu çıkartmaya yasakladı.

- Güneş saçlarına yanarsa rengini kaybeder, - derdi baybişe.

O zamanlarda köy kızları pabuçları giymezdi. Herkesin benim gibi çizmeler vardı. Onları yalnız uykudan önce çıkarırdım. ‘Kız bacakları göstermez,’ derdi baybişe.

Hem de bizim Turgay’da ne kadar sıcak olsa bile hiç bir zaman terlemedim ben. Burada ise Kuzen’in evinden birkaç adım atınca su gibi terlediğimi ve  güneş altında buz gibi eridiğimi hissettim...

-          Ben sana ne söyledim, Bates, beni dinlemedin! - Musapır bana acıdı. - Tekrar söylüyorum: dönüp en azından taşıdığın giyimi bırak.

Ve tekrar vazgeçtiğimde ellerimden hemen hemen zorla elbiselerimi  çektirdi.

- Şimdi şapkayı ile kolsuz ceketini çıkar.

- Çıkarmam!  direniyordum ben.

- Terden ıpıslak olmuşsun!

- Bir şey olmaz.  - Bir zamanlar eskiden birkaç Turgay kazağı Mekka haccından memleketlerine dönüyormuş. Neredeyse hepleri sıcaktan ölmüş çünkü ince giyimlerinden yakıcı güneş ışınları kolay kolay geçermiş. Yalnız köy geleneklerini tutan Aldabay canlı kalmış. Tilki şapkalı, kalın yün çopanlı ve keçe çoraplıymış. Kalın giyimin güneşten de koruduğunu bilirmiş. Ben de Aldabay gibi sıcaktan kendini korumaya çalıyordum. Ondan dolayı  çıkarmadım hatta bile  Musapır’dan bişmatımı (üst giyimi) alıp omuzlarımı kapladım. 

 

- Seninle alay edecekler!- vargeçiriyordu beni.

- Etsinler! Olüm alaydan daha korkunçmuş herhalde!

Musapır’ın peşine bana götürdüğü yere usluca gidiyordum. Tamamen terledim. Çizmelerin içine sanki ılık su dökülmüştü. Güneş ise?... Yüksek kalktıkça daha yakılıyordu. Musapır’a bakarak şaşıyordum: yüzünde hiç bir ter damlası yoktu. Demek ki sıcak ışınlara alışmış...

 

- Bişmat ile kolsuz ceketini kaldırırsan daha iyi olmaz mı?-  diye tavsiye etti. Sözlerinin kırıcı hiç olmamasına rağmen nedense utanıp vazgeçiyordum.

Şehir Kuzen’in evinden baya uzak idi. Yolda en kısa zamanda bir daha belayı hissettik. Gri Kızıl Orda tozu karşıdan gelen her arabadan sonra buram buram  kalkıyordu. Boğucu yoğun toz! Çarşıya yaklaştıkça daha çok at arabaları karşılaşıyorduk. Tekerlekleri ile kaldırılmış toz yoğun sis gibi asıyordu.  Sıcak, keskin, yoğun toz ağza giriyordu. Boğazı gıdıklayıp öksürlüğa neden oluyordu. Ağzımı açmamaya çalışıyordum fakat bunun pek faydası yoktu. Bazen toz dağıldığı zaman alayıcı bakışları fark ediyordum sonra sesleri duydum.

- Bakın güneş yanıyor kız ise ayazda gibi giyinmiş.

- Aklı başında değil mi?..

Bu alaylar beni üzülmedi. Toza ve sıcağa alışarak şehrin hayhuyu içine bakıp Kızıl Orda’nın sokaklarındaki eşeklerin çoğuna şaşırdım. Odun, kuru ot, çuvallar ile neler neler ile yüklenmişlerdi. Çok kızılordulu eşeklere binip gidiyorlardı. Biniciler küçük hayvanlara göre büyük, ağır ve hantal gözüküyorlardı. Eşeğe birkaç kişi bindiklerini görmek en komik idi. Eşekler sağlam ile dayanıklı. Kendilerin çirkin olduğuna rağmen yavruları güzeldi.  Yoldan geçen biri diğerine:

 

- İşte kaybolmuş kodığın buradadır, - diye bağırdığı zaman bir sokak olayına baktığımda  tesadüfen öğrendiğim gibi yavrularına kodık denir.

Şehrin merkezinde toz azdı. Sokaklarda Esektas’ın beni ikram ettiği nişalla büyük kazanlarda satılıyordu. Satıcılar yoldan geçenleri nişallanın tadına bakmaya çağırıp alıcılarına kaplarına büyük kepçeler ile onu döküyorlardı. Burada, çarşıya yakın yerde çeşitli eşyalar ve elbiseler satılıyordu.

Musapır durdu: 

- Bak, elbiselerin çalındı. Senin için elbise ile çamaşırını alalım.

- Niçin?

Musapır içimde satın almadan hiç karşı olmadığımı düşünmüş çünkü dar bir elbiseyi görünce satıcı ile pazarlık etmeye başladı.

- Böyle elbiseyi giymem.

- Tamam! O zaman kumaş alalım biri istediğin gibi elbise yapsın senin için.

... En nihayet bir bahçeye varıp ağaçlarının gölgesi altında meydana geçtik. Müsapır beni kırmızı damlı tuğla eve doğru götürdü. ‘Bu evde ne kadar çok pencere var,’ diye şaşırdım.

- İşte enstitüye geldik, - dedi Musapır.

Koridorlarında ne kadar genç kız ile delikanlılar vardı. Hem şehir tarzı giyimi  hem de köy elbiseleri giyiyorlardı.

- Aynen senin gibi, öğrenmeye geldiler, -diye fısıldadı Musapır.

Bir öğrenci ile öğretmelerin sürekli girip çıktıkları kapı yanında durduk.

- Beni burada bekle,- kapıya girerek dedi Musapır.

Epeyce uzun zaman beklemek zorunda kaldım. Nihayet Musapır kaderime karar verileceği odanın içine çağırdı beni. Bizim dışında orada daha iki kişi vardı. Biri düz yüzlü kalın dudaklı kafa sinek kaydı tıraşlı  adam  masa başında oturuyordu onun dışında  bir kurumlu adam ötede duruyordu.

- Demek ki söz konusu kız o mu?- hemen diye sordu kalın dudaklı.

Musapır olumlu cevap verdi ve adamın enstitü müdürü Moldagalı Joldıbayev’in olduğunu yarı sesle söyledi bana.

Moldagalı kaşlarını çatarak çıkık büyük gözleri ile bana dikkatle baktı. Ve diken yüzü gülümsemiş gibi geldi bana.

- Sevimli güzel kız!-  diyerek konuşmaya başladı. -Böyle kızları kurnaz köy başkanları yolda tutup öğrenmek için şehre gitmek sıkça izin vermiyorlar! Onu nasıl görmediler!

 - Birazdan size anlatacağım Moldeke. Her şeyi detaylı anlatırım!-  ciddi cevap verdi Musapır.

- Anlatmana gerek yok. Bir roman veya dram yazmak için  yaşamları öğrenmiyorum. Köylerde orada istenmediği kızların dışında mevzun hoş kızları gönderilecekler ise iyi olacağını söylemeye çalışıyorum. Doğrusu her milletin hem güzel hem güzel olmayanları da var. Enstitülerdeki Rus kızlara bakınız. Aralarında hem çekici hem çekici olmayanları göreceksiniz. Öğrenmeye gelen kazak kızlarının çoğu ise gösterişsiz. Fakat Kızıl Orda’dan her hangi bir tarafa giderseniz her köyde güzelleri bulacaksınız. Köy kurnazlarının gelinleri şehre bırakmadıkları dediğim zaman haklıymışım...

- Moldeke, bu kız neredeyse çocuktur,- diğer adam Joldıbayev’in sözünü kesti, - felsefenden bıktı artık. İlk kez şehre geldi,  önünde durup az kassın ölecek korkudan, sen de gözlerine direk güzelliğini değerlendirerek mahcup ediyorsun onu.

- Mahcup olmak için nedeni yok ki, - ve keyifle baktı bana, - Atasözü biliyor musunuz:

‘Iyi olan övünmeli,

İyi olan övmeyi kabul etmeli.

Kötü olana kötülüğünü direk söyle,

Düşünsün biraz bunu diye.’

- Sen de otur, canım.- diyerek sandalyeyi gösterdi beni. Fakat minnet vererek yalnız başımı eğdim.

- Bu kadar kibarsan sana uzun yılları ile mutluluğu dilerim, canım. Uzak Turgay’dan geldiysen biz tabi ki seni kabul ederiz. Başka kimi kabul etmemiz gerekiyor. Birinci hazırlık fakültesine gireceksin. Oraya bile altı yıllık eğitim gerekiyor. Senin yalnız dört yılın var değil mi?

 

Aynen öyle olduğunu tasdik ettim.

 

 - Olsun. Çaba gösterirsen birinci hazırlık fakültesini bitirirsin. Baban hakkında bana Musapır anlattı. Onu tanıyordum. Saygılı bir adamdı. Belki şimdi bozdu... Sana şöyle bir şart koyuyorum: enstitümüzü bitirdiğine kadar enstitü kızı olacaksın. Seni biz bakacağız. Anladın mı. Sen ise sadece öğrenimi düşüneceksin.

- Başka neler düşünülür ki? - Hep susan genç olmayan adam güldü.

 

- Ayıp yahu!- Moldagalı diye bağırdı.- Gerçek söylemekten hiç bir zaman utanmaz. Neredeyse yetişken bir kız. Şehirde ona hayranları çıkmayacak mı? Buralarda dolaşan çok var. Onlardan birinin gönlünü kapmayacağını nereden biliyoruz. Doğru söylüyorum canım. - Moldagalı yüzüme dikkatli bakıp devam ediyordu: - Şöyle anlaşalım: enstitüye bitirene kadar yiğitleri düşünme bile. Anladın mı beni? O zaman yaz - Joldıbayev o yiğide hitap etti.- Kabul edilmiş olduğunu yaz.

- Ya sınavlar?

- Uzak Turgay’dan gelen kızı sınavlardan geçtirmeyeceğiz. Yaz, kabul edilmiş olduğunu söyledim sana.

Ders çalışamazsa kendisini suçlasın. Peki, gidebilirsin kızım. Yarın gerekli belgeler alacaksın.

Moldagalı’ya teşekkür edip kapıya doğru yürüdüm.

- Kalacak yerin var mı?- Arkamdan diye sordu.- Yok diyorsun. O zaman yarın seni yurtta yerleştiririz.

- Bu Moldeke ne kadar iyi.- dedim ben Musapır’a .

- Haklısın. Çok iyi yalnız şaka etmeyi seviyor. Umarım sözleri seni kırmadı.

- Niye darılacağım ki? Bana akıllı tavsiyeleri verip gönlü ile beni destekliyordu.

Musapır bir yere gidip dinlenmeyi teklif etti.

- Kuzen’in evine gitmezsin tabi ki...

- Kafamı kesersen bile gitmem.

- İstersen ağabeyin evine gidelim? Neden şaşırıyorsun? Sabah sana şehrinde merkezinde oturan Korsak adlı ağabeyi olduğunu söyledim.

- Bunu hatırlıyorum da büyük kardeşin küçük kardeşten  daha iyi olacağından şüpheleniyorum.

- Öyle deme Bates: hem rengarenk at hem simsiyah biri aynı anneden geliyor.

 

- Sen kızkardeşine Kaken’e hiç benzemiyorsun. Korsak ile Kuzen aynen öyledirler. Korsak hoş bir adamdır.  Eşi Bodene ise güzel bir kadın. Onlar misafirperverli, her şeyi vermeye hazırlar. Geniş dastarhanları ile  cömert açık avuçları var. İnanmıyor musun?  Haydi gidelim, Bates.

 

Korsak’a gitmek istemedim fakat çok yoruldum.

 

- Tamam. İstediğin gibi olsun. Fakat dairesinin tamiratı yapılıyormuş, değil mi?

- Gidelim. Sonra göreceğiz.

 

Bu çeşit evleri görmedim hiç. Alçak düz damlı, sağır duvarlı, sokaklara çıkan penceresiz evler. Gri kil duvarlar, kapalı kapı nedense kaleye benziyordu. Avluların içerisinden baktığınızda küçük pencereler yabanarısı yuvalarına benzettiriyorlar. Avlularda aynı gri kil ambarlar. Ev ile ambarlar arasındaki tek fark ambar pencerelerinin mevcutluğu.  Ev, ambar, kil  duvarlar – duvallar - birbirine o kadar yakındı ki geniş stepte büyüyen ben burada nasıl oturulabildiğini anlamıyordum. Korsak evini ile avluyu buraya sıkıştırdı. Sahipler tamirat edilmiş daireye artık taşındılar. 

Kuzen’in ağabeyi Korsak ne kadar şişman ve dağınık idi! Her hangi bir adam onu elleri ile kucaklamazdı. Patatese benzeyen kel kafalı, göğüsüne asan gerdanlı, kirlimsi ve terli idi. Giyimi de eski ve  tozlanmıştı.  5 pudluk buğday çuvalı kadar büyük keten pantolon paçalarını, geniş rengarenk basma gömleği, renkli özbek takkesini ve deve toynaklarına benzeyen  çarpık çuvaklarını (yumuşak tabanlı deri ayakkabı) düşünün.

Eşi Bodene  ise adına laik olduğunu gösterirdi – Bıldırcın kuşu. Küçük şişko, çevik kadın siyah şişman bıldırcın kuşuna benzerdi. Kocanın dağınıklığı ona da geçmiş. Çıplak ayaklıydı. Buna çok şaşırdım ben. Çünkü  Turgay köylerimizde yanız bay aullarında değil en yoksul aullarda bile kadın ile kızlar hiç bir zaman çıplak ayaklı yürümezlerdi. Nasıl olsa esmer tenli ve ince yoğun kaş yayları altında parlayan  siyah gözlü  Bodene çok hoş bile güzel idi. Parlak ve düz, inci gibi dişler yüzünü en çok süslerdi.

Musapır doğru söyledi. Korsak ile Bodene konuksever insanlar idi. Korsak kendisi evimize uğrardı, tam saygıları ile onu karşılaşan babam ile annemi tanıyordu. Beni hemen akrabayı dediler ve onlardan tatlı sıcak sözleri duydum.

-           Yurdu unut be! - Dedi Korsak bana. - Bizimle kal. Güze kadar yeni evimizin inşaatı bitirilecek, şimdilik ise burada  kalacak yer de var: hem ev hem ambar. Sadece ikimiziz. Çocuklarımız olmamış diye düşünüyorsun. Oldu da hiç biri hayatta kalmadı. Ata sözünde gibi yani

Yiğit çok çalışmış,

Yiğit mülk kazanmış.

Karı oğulları doğurmuş da

Hiç biri canlı kalmamış.

Bodene’ye bakarak dinleyip şaşırıyordum. Çok gençti ama!

Korsak devam ediyordu:

- Güleryüzlü ve iyi olursan  bizimle öz kızımız gibi oturacaksın.

Bir an önce cevap vermek istemedim. Bu aileye ilk önce dikkatle bakmak ve yurda ziyaret etmek gerektiğimi düşündüm. Ondan sonra karar veririm.

Korsak’ın evinde beni en çok üzüldüren darmadağınıklık ile pislik idi. Genç karı-kocanın evlerinin temizliği ve rahatlığını hiç düşünmediğini belliydi.

 

Bodene Çaydan sonra beni dinlenmeye teklif etti:

 

- İstersen evde, istersen ambarda.

Ambarı seçtim. Orada zifiri karanlık  olduğuna rağmen nefes daha kolay alınıyordu. Giyimi çıkarmadan yattım ve hemen derin uykuya daldım.

Bodene beni uyandırdı.

- Derin uykuya dalmışsın. Tüm gün uyuyordun. Artık son namazın zamanı geldi. İlerinde tüm gece. Yemek hazır. Musapır da çarşıdan çoktan döndü.

- Dinlenmedin mi?

- Hayır, evde yoktu. Senin için elbise kumaşını bir de başka giyimi alıyordu.

Bodene’ye bir şey söylemedim fakat kendime neden bunu yaptığını düşündüm. Bana bir şey almasını istemedim ki.

Ambardan çıktım. Güneş battı ve gölgeli avluda önceki sıcak yoktu. Avluda yarı çıplak adamın yıkandığını görünce sarsıldım.Üzerinde yalnız kısa mavi pantalon vardı. Derken onun Musapır olduğunu anladım. Zayıf ve eğilmiş görünüşü hiç çekici değildi.

Yıkanıp topladım ve Bodene’ya yardım etmeye başladım. Beraber ambarı temizledik, Dastarhanı serdik ve kapkacakları hazırladık.

- Size pilav ikram edeceğim. Yalnız senin için pişirdim.

Pilav, pilav... Bu güney yemekten duydum fakat onu görmek için fırsatım çıkmadı. Köylülerimizden biri birinin evinde misafir olarak uzun zaman kaldığında ondan genelde: ‘Neden bu kadar gecikiyor. Orada pilav pişirdiler mi yoksa...’ diye söylerdi.  Çok lezzetli olduğunu düşündüm... Fakat sadece sıradan küçük tavuk et lokmalı kuru kayısılı ile kuru üzümlü  pirinç idi. Memleketimde pirinç hiç bir zaman yetiştirilmedi. Tadını aç yıllarda köylerimize gıda yardımının geldiği zaman öğrendik. Genelde pirinç lapası yapılırdı. Fakat işler iyileşince Turgay Kazaklarımız pirinç yapmayı bıraktılar. Nasıl olsa onunla doyum olmaz bir de su tadı var. Ancak Bodene’nin yaptığı pilavın içindeki pirinç gevrek ve yoğun idi. Sahibe bana anlattığı gibi iyi pilav böyle olmalı zaten.

 

O akşam tandırnanın nasıl yapıldığını de öğrendim. Küçük çadırı andıran yuvarlak fırında tuğlaların sıcak oluncaya kadar ateş tutulur. Sonra öksü ile küller çıkartılır ve sıcak tuğlalar üzerine serdirilmiş hamur halkaları koyulur. Pideler anide hazır. Beyaz iyice elekten geçirilmiş undan yapılmış tandırnan harikaymış. Kuzen’in evindeki eski bayat pideler onunla kıyaslanamazdı.

 

Musapır doyurucu yemekten ve koyu çaydan sonra bana çıkıp dolaşmaya teklif ettim.

- Akşam serin Bates. Haydi bahçeye gidelim.

Ama orada ne yapacağımızı anlamadım.

- Hiç bir şey yapmayacağız. Sadece dolaşıp moralimizi iyileştireceğiz, -  güldü Musapır.

- Yok Gitmem. Yoruldum bugün.

- O zaman ben yalnız giderim sen de dinlen. Yol senin için çok uzun geldi. Ancak sen gün içinde uyudun şimdi uzun zaman uykuya giremezsin. Sen de Bodene Cengöy zamanı boşuna harcama. Bates için elbiseyi biçip dikmeye başla.

 

- Kendim yapamayacağım galiba. Yanımızda oturan komşumuz kadın usta. Çabuk dikecek.

 - Öyle daha iyi. Şimdi bakınız!- ve önümüzde iki ince ipek elbiselik koydu.Biri parlak kırmızı diğeri siyah ile rengarenk idi.

- Neden bu kadar çok para harcıyorsun? Niçin?-  diye sordum ben.

- Borç olarak veriyorum.- hafif gülümseme ile cevap verdi Musapır. - Sen öğrenimi bitirene işe gidene ve çok para kazanına kadar. Bates, bir de tamamen unuttum. Kürk şapkan Kızıl ordu için fazla kalın. Bak işte ne aldım sana!

 

 Musapır işlemeli takkeyi gösterdi.  Çizmeler de buraya uygun değil, pontinler ise giymek istemeyeceğini düşündüm.

- Bundan belki de hoşlanırsın.- İşlemeli takke yanında içigleri (yumuşak tabanlı topuksuz ince ayakkabı) koydu. 

Gerçekten hem takke hem de renkli desenli içigiler hoşuma gitti.

- Iflas oldun sevgili akrabam!- Bodene kafasını salladı.

- Bırak lütfen. Hiç önemli değil. Param yeter. Bir de Bates benim için yabancı değil.

Musapır bunu söyledikten sonra gitti.

Bir köy hikayesini hatırladım..

Bir avcı koyun kuyruğuna zehri koyup kuyruğu kurt ini yanında koymuş,  kendisi yakında hendekte saklamış. Kurt kuyruğa yaklaşmış. Harika! Bir butün pud et step ortasında boşuna зря yatıyor! Çok düşünmeden yırtıcı hayvan hırsla kuyruğu yemiş ve az sonra ölmüş. Avcı ‘İşte bu zehirlenmiş kuyruk! İşte  bu yutulmuş et! İşte bu kurt ölümü, pöstekisi ise benimdir,’ diye söyleyerek postunu çıkarmaya başladı.

Musapır’ın şüpheli cömertliği kafamdan gitmiyordu. Bu hediyelerde eklenmiş zehir yok mu acaba?

Bodene beni acele ettirdi.

- Haydi terziye gidelim. Yoksa çok geç olacak.

Komşu terzi belalarımı öğrenip bana elbiseyi yapmaya hemen razı oldu. O beceriklice elbiseyi biçti ve çok geçmeden birinci elbise hazır idi.

Bodene eve döndüğümüzde hamama gitmeyi teklif etti bana. Hamamın ne olduğunu hiç bilmiyordum  ondan dolayı sordum:

-Orada yalnız mı yıkanır?

- Hayır canim. Böyle bir hamam yok bizde.

- O zaman gitmem oraya.

- Kimden çekiniyorsun? Orada yalnız kadınlar yıkanır zaten.

- Nasıl olsa gitmem. Çekiniyorum.

Bodene beni inandırmaya çalıştığına rağmen ben dineldim. Razı olamadım ben. Baybişe Karakız beni iyice öğretti: kız hiç kimseye vücudunu göstermez. Onu sadece kocası görebilir.

- Sen bu tozu ile kirliği kendinden nasıl yıkacaksın, Bates?

- Kumgan (madeni veya seramik su kabı) alıp avlunun köşesine giderim ve orada karanlıkta yıkanacağım.

Aynen öyle yaptım.

Musapır döndüğünde pinekliyordum. Bodene onu için burada yatağı serdi. Kendisi kocası ile beraber odada yerleştirdi.  Evdekilerin hepleri uykuya daldıktan sonra bir yiğide yetişken kıza gelmek için  izin veren bir kazak geleneğinin var olduğunu biliyordum. Kızı sormadan gelmek. Bir kere evimizde gece kalacak olan bir yiğit  aynen öyle yapmaya karar verince benden şamar yedi. Bu defa Bodene ambarda benim ve Musapır için yataklar serdiği zaman:  ‘Niçin bunu yapıyor,’ diye düşündüm. Fakat yüksek sesle bir şey demedim. Musapır’ın nasıl davranacağını ben de denetlemek istiyordum.

O da  gelip alçak sesle sordu:

- Uyuyor musun Bates?

Gün iyi uyuduğumu cevap verdim.

Kibrit çakarak yatağımı buldu:

-Benim de uykum geldi, biliyor musun.

 Birkaç dakika geçmeden hafif horultusunu duydum.

Ben nasıl olsa ondan çekiniyordum ve uzun zamandır gözlerimi kapatmadan yatıyordum. Nedeni gün uykummuş herhalde ama şafak sökerken avluya çıktım. Bodene o zamana kadar da kalktı. İneği sağdı artık ve şehrin kenarındaki sürüye götürmek için  sokağa sürüyordu onu. Bodene ile beraber gittim. Bir bahçedeki harkta yıkanıp saçlarımı taradım ve kendimi çok iyi hissettim.

 

Bodene geri döndüğümüzde inşaat edilen evini gösterdi. Etrafı çukurluydı. Eski yıkılmış binanın izleri gözüküyordu. Yıklmış duvar arkasında meyva ağaçları vardı.

- Evimizin inşaatı bittiğinde bizimle kalacaksın. Sana tam bir oda veririz.

Bodene’yi reddimle kırmadım fakat öyle olacağını da söylemedim.

Eve döndüğümüzde güneş artık yüksek idi. Erkekler kalktı. Korsak semaveri yakıyordu.

Çaydan sonra Musapır ile beraber enstitüye gidip gerekli kağıtları aldık.

- Ferman senin, Bates,- bana dedi.- İstersen Korsak dayının evinde kal, istersen de yurtta kalabilirsin.

Yurtta yerleştireceğimi söyledim ben.

- Yalnız sonra Korsak’ın yeni evine taşınmaya bana söz ver. İzin verirsen ben de orada kalırım. Tek istediğim şey senin komforudur. Seni gözlemliyorum ve yurtta senin için zor olacağını oraya uyuşmayacağını düşünüyorum.

Musapır’ın bu sözleri artık yurtta kaldığımda hatırladım. Gerçekten orası benim için pek komforlu değildi. En çok beni rahatsız eden gürültü idi. Yirmiden çok kız aynı odada kalıyordu. Önce  yalnız kadınların bu kadar yüksek sesle kavga edebildiğini  ve birbirinin sözünü keserek konuştuğunu düşündüm. Ancak genç kızların de bunu da iyi yapabildiğini de çıktı. Boşuna gevezelik yapmayı seven aralarında da çok olduğundan emin oldum. Sabahtan akşama kadar alay ile şakalar bitmezdi. Şarkılarından bile yoruluyordum. Hayır, bu gürültüye alışamadım ben. Sessizlikte büyüdüm ve sanki dağ deresindeki kuzu gibi hissediyordum.

Odamızda hiç bir zaman düzen yoktu. Kızlar burada çamaşırlık var olduğuna rağmen çamaşır yıkar yemekhane var olduğuna rağmen yemek de odada hazırlardı. Yemekhaneyi ben de sevmedim. Tüm yemekler bana tatsız geliyordu. Patates, lahana, çeşitli yeşillik.. Bunun yemek olduğunu bile saymadım. Kımız ile etten, ekşi soğuk ayrandan,  yağlı kaymaktan, ve  kuru aul peyniri olan kurt ile irimşikten dışında diğer yemekleri bilmedim ben. Karnım açtı. Karpuz, elma ile kavun için canı vermeye hazır olan kızlara imreniyordum. Ben bunlara ilgisiz kalıyordum. Elma mı salatalık mı.... ne fark eder ki. Ot zaten ottur.

Nasıl olsa sabretmeye ve burada herkesin yaşadığı gibi yaşamaya karar verdim. Hem öğrenmek hem beklemek. Her şeyi tamamen tasvir ettim. Ayrıldığımız andan yurtta yerleştirdiğime kadar her şeyi  Taşkent’e Burkut’a mektupta anlattım.

Postahaneye beni Musapır uğurladı.

 Beklenmedik bir sırada Burkut’un Jakıpbek dayısının karısı olan Taslima beni ziyaret etti. Beni evine götürdü.

Taslima evlerinde on üç yaşındaki  Safiya kızlarının odasında  yerleştirmeyi bana  teklif etti. Kız ile tanıdım ve onunla kazakça konuşmaya başladım. Fakat o bir şey söyleyemedi bana. Dilimi az anlıyormuş herhalde. Ama Rusçası çok iyi idi. Ana babaları de Rusçayı iyi biliyorlardı. Taslima da köy kazak kızına hiç benzemiyordu. Rus şehir tarzında  giyinmiş, saçları  kestirilmiş ve kıvrılmış idi.

Jakıpbek çok zenginmiş herhalde. Güzel pahalı eşyalardan odalardaki süslerden belli idi. Fakat yaşıtlarımla ders çalışmaya daha uygun olduğunu ileri sürerek yurtta kalmaya karar  verdim.

... Musapır bana sıkça uğrardı ve beraber Bodene ile Korsak’ı ziyaret ederdik.

...... Okul zamanı geldi. Enstitü sözü ile beni boşuna korkutuyorlardı. Saf olan ben enstitünün sıradan bir adam tarafından ulaşılmaz bir yükselikte bulunduğunu düşündüm. Evet, gerçekten dağdır. Fakat bu dağa  çaba gösteren herkesin çıkabildiğinden emin oldum. Başka bir şey de anladım: hazırlık fakültesinin birinci sınıfında değil ikici sınıfında öğrenmeye gücüm yeterliydi. Zaten öyle yapmaya karar verdim de Musapır beni acele etme, öyle daha iyi diyerek  vazgeçtirdi.

Musapır hep Kızıl Orda’daydı. Gazetesinin talimatları yerine getirerek çok kere diğer kentlere ve köylere giderdi. Fakat yolculuğundan döndüğünde  mutlaka beni ziyaret ederdi. Burkut’tan bir haber var mı diye sorardı fakat haberler hep gelmedi.

Birinci mektubuma cevap vereceğinden emindim: fakat susuyordu. Gururdan dolayı ikincisini yazmıyordum. Sabrım bir ay için bile yetmedi. Tekrar yazdım, tekrar cevap yoktu.

Şamsiye Moskova’dan dönüp buldu beni. Yurttan gitmemek kararımı tasdik etti.

- Evimiz de senin için açık,- dedi, - Çok zengin olmayabiliriz ama refahımız iyi ve bizim için bir yük olmayacaksın. Fakat açıkça söyleyeceğim sana: bizimle kalmaya ihtiyacın yok. Ben de stepte büyüdüm. Bir kızın köydeki hayatının nasıl olduğunu biliyorum. Neredeyse on yaşından ocak sahibesi sanılır ve evden çıkmaya izin vermezler. Tüm köy yaptığı her hareketine ile adımına bakıyor. Kırk ev bir kızı yatıştırır diye bir deyim yok mu? Zavallı sanki zemin basılmış gibi büyüyecek. Fakat kızın alçakgönüllüğü burada neden değil. Bazı alçakgönüllü olmayan kız kırk duvar üstesinden gelip yiğidini bulur. Kendini tutabilen kız erkekler arasından yalnız olsa bile yakışır bir biçimde davranır. Asiya an önce bana mektup gönderdi. Senden bahseder. Senin için yurttta kalmak daha iyi olduğunu de sanıyor. Bu arada seninle bana gönderdiği  mektup nerede?

Şamsiya’ya nasıl kaybettiğini anlattım.

- Ne yazık, - Şamsiya içini çekti, - İlginçmiş herhalde. Seninle şöyle anlaşalım: yurdu bırakma, kızlarla beraber kalırsın. Hem okuman için hem de ileri hayatın için faydalı olacak.

Asiya’nın ona detaylı yazdığı Burkut’tan beni sordu. Çekinerek bir kelimelik belirsiz cevapları veriyordum.

- Aşk tabi ki özel bir şey,- dedi Şamsiya. - Yabancı karışılmaz. Fakat senden çok tecrübem var ve sana arkadaş tavsiyemi verebilirim. Sizin için belli bir zaman içerisinde birbirinden uzak kalmak gerekiyor. Düşünüp bakmak duygularınızı denetlemek gerekiyor. Hayat terazinin her iki kefesi eşit olduğunda iyidir. Bir kefenin zemine düşüp diğerinin ta göğe kadar yükselirse iyi olup olmadığını düşün. Bunu engellemek için her hangi bir taraf ya kız ya yiğit ‘seni seviyorum. Benimle ol’ diye yüzsuyu dökmeler yapmaz. Birbirine doğru gitmeli ve eşit olarak bağlanmalı. O zaman hayat iyi olacak. Mektuplarını yazma, alçalma! .. Cevap gecikiyorsa, sabret... Seni seviyorsa eninde sonunda mutlaka yazacak sana.

-Ya uzun çok uzun zaman beklemek zorunda kalırsam?

- Uzun zaman ne demek ki? Bir, iki ay mi, üç? Sana hiç cevap vermemeye karar verdi ise sevgi sözleri yalandı o zaman.

- Hayır Şamsiya apay (orta yaşlı kadına hitap) öyle değil o!-  diyerek içimi çektim.

- Neden öyle diyorsun? Bilmem. Kazaklar şöyle denir: ‘rengarenk kedinin rengi hemen belli ise rengarenk adam belli olmaz.’ Ondan dolayı Akın Akmolda şöyle demiş:‘Dış güzelliği arkasında küf ile irin kalmasın diye canına bak, onu içinden temizle.’

- Daha gençsin az insanları gördün belki yakışıklı olan ama içinde irin tutan erkeklere rastlamadın. Ben ise onları çok gördüm. Yok, onlar ile aşık olmadım, beni kötü düşünme. Fakat her türlü versileriyle onlara rastlardım. Evlilikte şanslıyım ama. Amancol ile onu severek evlendim ve mutluluğun ne olduğunu biliyorum.

 

Şamsiya’nın evine öğle geldim. Eve akşam döndüm. Şamsiya’nın sözleri içime işledi, sıcağından duygulandım.

Ancak tavsiye ettiği gibi yapmak zordu. Bir hafta bekledikten sonra sabredemeden Burkut’a üçüncü mektubu gönderdim.

 

YOLUMU KAYBETTİM.

Günler geçiyordu. Mutsuz günler. Tüm enstitü kızlarından tek ben hasretten ölüyordum. Arkadaşlarımın bazıların sevgilileri yoktu, diğerler ise yiğitlerinden memnundular. Kısacası hayatları sakin ve düz idi. Okuldan serbest olan  günlerde şaka ile kahkahalar susmazdı. Kızlar dolaşmayı severlerdi. Şehre uzun zaman için gidip gelirlerdi ve ilginç karşılaşmaları anlatırlardı. Esrarengiz biçimde gülümseyerek beni genç oyunların canlı havasına  içermeye çalışırlardı. Ancak canım bambaşka bir şey istiyordu. Çok ders çalışırdım ve dışarıya az çıkardım.

 Yanaklarımın kırmızılığı kayboldu, yüzüm beyaz oldu. Hiç bir zaman şişman değildim burada ise Kızıl Orda’da bu kadar çabuk kilo vermeye başladım ki artık gözle görülürdü. Hem arkadaşlarım, öğretmenlerim hem de tanıdıklarım bana neyin olduğunu sorardı. Ya şaşırmış gibi yapardım  ya da hiç bir şeyin olmadığını, tamamen iyi olduğumu ve kendimi iyi hissettiğimi ispatlamaya başlardım. Bana inanmazlardı. İster istemez razı olup başka anlatmayı verirdim.

-           Anlayın,-  derdim ben, - ilk defa şehre geldim. Okuma  bana zor geliyor. Eğitimim az. Enstitüye yeni girdim. Ders çalışmazsam okumanın üstesinden gelmem. Çok okuyorum, pek çok. Ondan dolayı zayıflıyorum.

- Bu kadar çalışmana gerek yok, Bates! Çıldıracaksın!-  diyerek bana acılardı.

. İttiat ettiğimi gösterip haftalarca yurttan çıkmadan  yine de istediğimi yapardım..

Böyle günlerin birisinde büyük odamızda yalnız kaldım, bana uzun zaman görmediğim Musapır geldi. Bu defa Çinkent tarafına gitmişti ve döndüğünde hemen alıştığı gibi yurdumuza geldi.

- Bates ne oldu sana?- diye haykırdı üzüntü ile.

- Ee, ne oldu bana? -  Neyi kastettiğini iyice bildiğime rağmen şaşarak sordum ben.

- Aman, aman! Son defa görüştüğümüz zamandan daha çok zayıfladın. Sen güneşteki kil çömlek gibi kuruyorsun. Hastaladın mı acaba?

- Yok. Hiç bir şey beni rahatsız etmiyor.

- Hiç bir şey boş bir söz! Hasta olanın hiç düşünmediği hastalıklar var. Doktora gittin mi?

- Ne gerek var ki. Hasta değilim zaten.

- Ya, Bates, Bates! Bırak bunu – Musapır’ın asabını bozdum.- Doktor’a sormadan hasta olup olmadığını bilemezsin.

- Ben ise biliyorum.

- O zaman neden zayıflıyorsun?

‘Okumaktan.’

- Okumaktan, okumaktan!-  Musapır taklidimi yaptı. - Yalnız sen mi okuyorsun? Kitaplardan kafaları kaldırmayanlar çok. Fakat senin gibi zayıflayan kimse yok. Belki senin hakkında Abay:

‘Aşk ile mücadele yaptığın zaman ateşte gibi zayıflıyorsun’ demiş?

Sen sevgi ile kendisini kurutmuşsun Bates?

 

 Ona  cevap vermedim.

- Burkut’tan mektup gelmedi, değil mi?- Taarruz ediyordu Musapır.

Bu defa da bir şey demedim.

- Demek ki gelmedi.- Musapır kızdı ve konuşmaya devam ederek  sert adımlarla odadan geçip duruyordu. ‘Aklı kafasında mı? Genç kızın gönlünü kapıp onu rezil edip köyde yalnız bıraktı. Onu aramaya gittiğinde Kızıl Orda’da okumasına başladığında ve teker terek mektupları gönderdiğinde tabutta gibi susuyor ve cevap verme ihtiyacı duymuyor.

Masa yanında kederlice eğdim. O da bana çok yakın yaklaşarak başka bir sesle konuşmaya başladı.

- Kabalığımı affet Bates fakat o tam bir domuz gibi seninle davrandı. Gerçek domuzdur.

- Onu böyle lanet etme, lütfen.-  rica ettim ben. 

- Ne söylebilirim ya?! Bu çeşit sözler söylediğimden kendisi suçludur. Kuzen olarak ona açıkça domuz davranışından yazacağım. Sonra nasıl davranacağını bakacağım. Sana da inatlığını bırakmayı tavsiye ederim - Musapır’ın sesinde sıcağını duydum.

- Şehirde sinema, tiyatro dolaşmak için güzel bir bahçe var. Eğlen. Lafı gelmişken bugün sinemada ilginç bir film var, gidecek misin?’

-Hayır.

-  Tiyatroya? Bu akşam orada Beimbet oyunu var, adı ‘Malkambay’ın marifetleri’ . Kahkahadan çatlarsın. Gülmek ister misin?

- Hayır.

- Restoranın ne olduğunu biliyor musun?

- Geçtim onu bir kere.

- Bugün orada ilginç olacak, Bates. Oyuncular geldi. Çingeneler konser veriyorlar. Ne kadar ilginç biliyor musun! Hem dans hem şarkılar. Tüm dünyada en güzel dans eden çingeneler. Bu çeşit harikaları hiç bir zaman görmedin sen. Haydi oraya gidelim.

- Hayır!

- Bahçedeki sahnede Özbekistan sanatçıları konser verecekler. Görmek ister misin?

- Oraya gitmem.

- Tek sirk kaldı.- Oraya da gitmekten vazgeçeceğimi önceden bilerek darılarak ve ümit etmeden söylüyordu Musapır. -Tek sirk kaldı! Orada çin hokkabazları. Onlar gerçek büyücüler!

Kafamı salladım.

- Offfffff!...- kızdıp sesini kaldırdı Musapır. Sen önceden yaşlanmışsın herhalde.- Sana başka ne teklif edebilirim. Haydi dışarıda dolaşaşım, temiz hava nefesi alırsın, serinleşirsin.

-  Dışarıya gitmem.

- Yok, bugün seninle hiç bir şey yapamam. Artık ısrar etmem. Yarın ise akşama doğru gelip istemezsen bile seni moralini kaldırabilecek bir yere alıp götürürüm. Rızanı almam!

- Bakacağız.- Musapır’ın inatçılığından bıktım artık açıkçası.

- Bakmayacağız. Gideceğiz!

 - Ben de bakacağız diyorum.

Bu sözlerimi Musapır istediği gibi anladı.

- Tamam o zaman,-  dedi, - Yarın akşam buradayım.

Gerçekten geldi o. Yurdun odasında beraber okuduğum pek çok kız vardı. Onunla tanıştılar ve bana gösterdiği sempatisini sezdiler. Bazıları Burkut’un kuzeni olduğunu bilmişler herhalde. Musapır arkadaşlarımdan çekinmeden konuşmaya başladı:

-Çağrıldığımız yere gitmemek mümkün değil. Paytonu aldım artık.

- Nereye gidiyorsunuz ?- diye merak ediyorlardı kızlar.

- Nereye, diye soruyorsunuz. İkrama! Kazaklar arasında ikramdan daha önemli var mı bir şey! Her hangi bir yere gitmeyebilirsiniz fakat ikramdan vazgeçmek yok.! Gitmek borcumuzdur!

- Vallahi gidin. İyi olur, - kızlar katıldılar.

 

Kendime de gitmek gerektiğimizi düşündüm. Köylerde ikramı nasıl karşıladığını iyi biliyordum. Düşman olan akrabaların ikram sırasında barıştıklarını görürdüm. İkramı kabul ettiğin gün için sana kırk günlük hayır duası verilir diye bir atasözü biliyorum. Hafızamda daha bir deyim var: İkram sevmediği biri iyi bir adam sayılmaz. Hem de laneti duydum: İkram boğazında kalıp öldürsün seni! Bu çeşit deyimler anne sütüyle birlikte aklıma ile vücuduma girmiş. Biz kazaklar ise şöyle anlıyoruz: sana sütle gelen bir şey sonra kemikler ile giden bir şeydir.

Eski köy bilgeliğinin sözlerini hatırlayarak yine de Musapır’ı sordum:

- Kimin ikramını kabul etmemiz gerekiyor?

-Gelince öğrenirsin,- cevap verdi Musapır.

 -Ne fark eder ki, nasıl olsa git,-  kızlar konuşmaya başladı, - Hep oturuyorsun. Dolaşırsın, serinleşip iyi keyifte döneceksin.

Kızlar ikramı kabul etmeyi ikna ettiler beni. Kendim de ikramdan vazgeçmek iyi adama yakışmadığını düşündüm. Musapır kurumlanmasın diye hiç istemeden giydiğime vurdum ve yavaşça peşinde dışarıya çıktım. Artık Kasım ortası idi. Bu zaman genelde Kızıl Orda’da kar yoktu. Varsa idi hemen erirdi. Şimdiki kış erken gelmiş. Gecelerde pirinç taneleri gibi ince buz  bulguru yağıyordu. Günler çoğu zaman soğuk ile kuru idi. Bu defa da insanın iliklerine işleyen ayaz zemini tuttu ve at toynaklarından gelen ses taş yolundan geçen toynak sesine benziyordu Kuzeyden soğuk rüzgar esiyordu. Kuru ayaz kuzey rüzgar ile birleştirdiği zaman soğuk ta gönlünün içine sızar. Kalın paltomu yoktu ve çok üşüdüm. Şamsiya ve Taslima bana kalın paltoyu almak istediler fakat ben  kesin olarak vazgeçtim. Musapır beni sormadan aldı. Fakat darıldığına rağmen ben onu giymedim, Korsak’ın evine götürdüm. Kendime ‘bedava giyim almam onlardan. Yoksul muyum yoksa...’ diye düşündüm.

 

...... Bugün gün içinde ilk önce daha sıcak oldu bulutlar kayboldu. Akşama doğru yine de havalar soğuk oldu ve rüzgar nemliği uzun zamandır görmeyen step tozunu koptu. ..

 

 Beklemekten üşümüş paytoncu – arbakeş -   bizden kurtulmak istiyormuş gibi  atı çabuk sürdü.

Bir sokaktan diğere geçiyorduk.  At  hep daha çabuk koşuyordu ve en nihayet şehir kenarına geldik.

- Nereye gidiyoruz,-  merak etmeye başladım ben. 

-Bekle. Birazdan göreceksin.

-Bu bilmecelere ne gerek var ki? Hemen söylemezsin arabayı ineceğim.

-Seni bırakmam.

-Alay mı ediyorsun?’ ve Musapır’ın elinden kurtulmaya çalıştım, -Bırak! İnmek istiyorum!

-Kızı niye korkutuyorsun?- Arbakeş kızarak dedi. - Onu öldürmeye götürmüyorsun, değil mi? Anlat sana!

-Vay be, ne kadar kötü sözleri diyorsun, - Musapır cevap verdi.

-Sen iyi mi işleri yapıyorsun,- dedi arbakeş,- Misafire öyle davet edilir mi hiç? Neden kıza cevap vermiyorsun? Demiyeceksin arabayı dönerim! - ve arbakeş arabayı döndürmeye başladı.

- Deli bir adamsın sen,- dizginleri tuttu Musapır.- Kötü bir şey nasıl düşünebildin sen? Ben sana kuzenimin gelin olduğunu demedim mi? Bates, bunun gerçek olduğunu söyle lütfen. Kızkardeşim ile şaka edemiyor muyum?

- Gittiğimiz yeri yine nasıl olsa söylemedin!- Dizginleri henüz bırakmayan Musapır’ı tekrar sordum ben.

-Arbakeşin bundan ne işi var ki?

-Seni soran benim. Sen bana söyle!

- Kuzen’in evine!

-Bizi neden davet etmeye karar verdi?- şaşırdım ben.

- Yanız bizi değil. Jakıpbek’i ile eşi, Balhaş’ı ile Canılını, Korsak’ı ile Bodene’yi ...

Arbakeş alayla güldü.

- Neden gülüyorsun sen?’

-          Neden gülmem ki?’ arbakeş Musapır’a cevap verdi. ‘Sözlerin olü biri bile güldürebilir. Herkes misafire eşi ile geldi sen ise kızkardeşi yanında geliyorsun. Yabancı kulakları için bunu duymak tuhaftı. İlk önce kuzenin geliniydi şimdi ise sözlerini düşünürsün senin gelini oldu. 

-          Musapır ya şaşırdı ya kızdı.

- Yapma ya, sen bu kadar aptal değilsin. Beni iyi anladı. Sen bir lafazansın!-  Musapır arbakeşe yan baktı ve iki münakaşacı sustular.

Mazeretleri aramaya devam etmedim ve ta yolculuğumuzun  sonuna kadar susuyordum. Ne olursa olsun. Musapır boşuna gittiğimiz yeri saklamadı. Bana baştan söyleseydi kesinlikle gitmezdim.

Evin yanında arbakeş para aldığında

- Geldiğin evi biliyorum. Kara akşam gelir hırsız  hırsızı bulur boşuna demezler. Milletin çoktan sevmediği bu kötü adamın evini nasıl buldun sen?-  dedi. 

- Sus be!-  Musapır’ın gözleri kızgın ile çıkık olmuş.

-Kendin sus!-  Arbakeş arabayı geri  döndürerek biraz yol alıp

- Sen ablacığım, namusun varsa, buraya gelme!- diye bağırdı.

Musapır arbakeşin peşine en kötü sözleri ile küfretti.

Arbakeşin cevap küfrünü duydum. Musapır peşine katı kil toprağı attı, ama araba artık akşam karanlığında kayboldu.

- Huligan! - öfkeli bir sesle dedi Musapır. Herhalde Rusça sözüymüş bu. - Bir kere onu  bulursam...

- Keşke senin dışında bu evi öven birisini bulsaydım.- Arbakeşin tarafını aldım. 

- Kuzen bu kadar kötü değil- ikna ediyordu Musapır. - Sen yoksul günlerinde geldin. Şimdi komşu evine bak. Artık onun evidir. Bu yiğidin böyle becerikliliği var ki bir günde hem yoksul hem de zengin olmaya yetiştiriyor.

 

Beraber kapıya girdik.  Kuzen’in misafirleri geldi mi acaba diye düşünüyordum ben. 

Karşımıza dişlerinde sigarayı tutan Taslima çıktı. Biraz rahatladım ben.

- Neden herkese sizi  bu kadar bekletiyorsunuz?-  Bizi sordu.

- İşte geciktik biraz. Agay burada mı artık?- saygılı bir biçimde sordu Musapır.

- Çıkmak üzereydi da redaktör Eltay Ernazarov onu çağırdı. Serbest olduktan hemen sonra buraya acele edecek. Atlar onu almaya gönderildi artık. Peki, girin içeriye.

 

Ön odasında kızartılmış etinin – Kuırdağın- ve pişirilen koyunun kokusu vardı. 

Misafir odasına girdik. Korsak, Bodene, Balkaş, Canıl ile Kuzen çay içerek beyaz dastarhan etrafına zeminde oturuyorlardı. Esektas semaver yanında oturarak hep fincanları dolduruyordu. Yanında zarif elbiseli Kodık oturuyordu. Bizi canlıca bağıra çağıra selamladılar. Balkaşa sıkça enstitüde görürdüm fakat Canıl’ı yolculuğumuzdan ilk kere karşılaştım. Zavallı ne kadar değişmiş o! Geniş çizgili ipek elbise bile büyük karnını saklayamıyordu. Yüzü kararıp lekeler ile kaplandı.

Etrafıma baktım. Kuzen ile Esektas daha iyi yaşamaya başladılar ve odalarına mobilyayı çabuk aldılar.

Burada yalnız çay içmediklerini dikkatimi çekti. Kuzen’in yanındaki bir şişe artık boştu, diğerin yarısı boştu. Fakat sadece şişeler değil sıcak tutulmamış  konuşmaları erkekleri ele veriyordu.

Taslima odaya girdi ve ağızda yine de sigara vardı. Onu hırsla çekip dumanı hem ağızdan hem burun deliklerinde çıkarıyordu. 

 

- Cakan geç olacak galiba,-  ve eşiğin yanında paltosunu astı.- İşler ciddiymiş herhalde. Biz ise pek acıktık açıkçası. Ya Cakan’ı beklemeden kuırdağa başlarsak ? O  gelene kadar et hazır olacak.

 

- Dediğin gibi olsun, cengöy!-  Kuzen sevindi. - Cakan kırmaz. Bizimle beraber sıkça yemek yiyor. Bu koyunu ise Bates için  kestim ben. Geldiği gün benim için yoksul bir gün idi ve utançtan zemin altına batmaya hazırdım. Kız bügün yoksul yarın zengin olduğumdan nereden bilebilirdi. Bak işte canım! - Diyerek Kuzen ceplerinden buruşturulmuş onluk paraları  çekti.

- Şimdi her şey var, hem para , hem mülk.

- Yeter artık.-  Esektas sözlerini kesti.

- Neden övünmem ki? Gerçek söylüyorum, yalan değil. Benim için tüm bu malın  fiyatı ise bir kuruş. Bates, neden bizden kaçar oldun sen? Seni en pahalı ipeklere giydirirdim. Sen de bizden iğreniyordum, evimizi unuttun! Bugün senin için koyunu kestim. Refahımızdan emin olmanı istiyorum. Bu gün kalıcı bir tanışmanın başlangıcı olsun. Haydi karım kuırdak getir bakalım!

Esektas dastarhan üzerine iki et yemeği patates ile beraber koydu. Kuırdak en sevdiğim yemektir. Taslima yanımda oturdu. Kuzen kurnazca gülümseyerek ona göz kırptı.

- Getir! - Sahibin işaretini hemen anladı o. - Ancak beyaza gerek yok. Nasıl olsa iki kadeh içtim. Erkekler onu içsinler. Bize balbira verir misiniz.

- Ne bir balbira, - diye düşündüm. - O da vodka mı acaba? Hem bizim için, kadınlar mı içindir... Korktum. Demek ki burada kadınlar da içer.

Kuzen yatak altından iki şişe vodka çıkartıp Balhaş’a verdi. 

-Koysana canım! Bu, dostların kadınlarım, sizin payınız.

Ve Taslima’ya büyük bakır kumganı verdi. Erkekler fincanları vodka ile doldurdular, bize ise Taslima kumgandan kahverengi yoğun bir şey döktü.

- İşte bu balbiradır. Tatlı ve ekşi içki. Kımız gibi. İçersen daha çok içmek istiyorsun. Bir kova içersen bile sarhoş olmayacaksın,- önümde fincanı koyarak güler yüzüyle diyordu Taslima.

-Kendim balsıra – balbirayı yaptım. Un ve şeker. Başka bir şey yok içinde. Fıçıyı az önce açtım. İyi köpürlüyordu. Tam gerekli gibi. Bal gibi tatlı. Haydi Bates, alsana!- Esektas bana güler yüzüyle tanışmamızın ilk günde gibi değil baktı.

 

-Haydi Bates, al bakalım!- keseleri kaldırarak  tekrar ettiler misafirler.

 

Ancak ben elimle bile dokunmadım.

            - Zorlamaya gerek yok,- dedi Taslima.- İçecek. Şunu söylemek istiyorum: hem Burkut’un  hem de Musapır’ın öz  yeğenlerimizin olduğunu biliyorsunuz...

 - Biliyoruz. Çok iyi biliyoruz!- misafirler gürültüyle cevap verdiler.

- Dayının onları canı kadar sevdiğini biliyorsunuz. 

- Biliyoruz! Biliyoruz!

-Burkut burada yok şu anda. Ama Musapır burada hem de Bates var. Musapır ile beraber öz köyünden geldi. Haydi şereflerine ve mutluluklarına  içelim!..

-Aferin sana Taslima! Doğru söylüyorsun!

 

Fakat Taslima ile diğerler beni ne kadar rica ettilerse fincanımın kenarlarına bile dokunmadım.

- Hiç bir zaman balbiranın tadına bakmadı,’ savundu beni Taslima, - ancak beyaz koyunun peşine maryalar da koşar diye bir  laf var. Biz tadına baktık, biliyoruz. Biz de başlarız.

 Hepleri kadehlerini kaldırıp içtiler. Beni şaşırtarak Canıl da içti.

-Tatlı mı gelinim,-  Taslima ona sordu.

-Baldan tatlı,- cevap verdi Canıl. 

Ve tekrar keseler doldurulmuştu. Yine de beni: ‘Haydi Bates! Şerefine Bates! Bir kadeh iç. Sevmezsin tekrar içmeyeceksin,’ diye kandırmaya başladılar.

 

Tadına bakmam gerekiyor diye kara verdim. Ve birkaç yudum aldım. Gerçekten balsıranın tadı hoş aynı zamanda tatlı ile ekşi çıkmış. Keseyi tadına baktım artık yeter diye düşünerek  geri koymak istedim ama herkes tekrar kandırmaya başladı: Haydi bakalım, dibine kadar iç! O zaman Taslima keseyi altından tutarak ta ağızıma kadar dürttü. Ne olursa olsun diye düşünüp ve kesenin dibine kadar içtim.

 

-          Yaşasın!-  Misafirler alkışladı.

Biri bir tane daha içmeyi teklif etti, yine de önümde dolu kese vardı.

- Balsıra  çok tatlı, değil mi, canım?-  diyordu Taslima.- İç. İçmezsen demek ki şu anda bu dastarhan etrafında oturan hiç kimseye saygı göstermiyorsun...

Tekrar içtim ve benimle fena bir şeyin olmaya başladığını dikkat ettim. Bir anda  misafir, mobilya, ikramlar ile beraber tüm odanın derken sallanıp devrilmeye başladığını geldi bana. Ondan sonra başıma ne geldiğini şu ana kadar bilmiyorum...

...Gözlerimi açınca şiddetli erkek kucaklarında  yattığımı anladım. Sarsılıp Musapır’ı tanıdım. Çıplaktı. Bu yatak nereden? Buraya nasıl geldim? Rüya mı, çıldırdım mı acaba?

Elimi vücudumdan gezdirip avucum la alnıma dokundum... Hayır, rüya değil di bu. Kafamın acıdığına rağmen aklımdaydım.

Tüm şiddetimi toparlayarak Musapr’ın ellerinden kurtuldum sedire koştum. Taban ıslaktı ayağım kaydı ve sırtıma düştüm ben. Kalkmaya çalıştım da kalkamadım.... Gücüm bıraktı beni. Son kuvvetimi toparlayarak bağırdım. 

- Burada kimse var mı? Yetişin!

Korsak ile Bodene koşarak içeri girdiler. Sanki bağırışımı kapı yanında bekliyorlarmış. Korsak çıplak olan beni görünce mahcup olup çıktı.

- Ee, ne oldu sana?-  Bodene eğilerek beni kucaklarına aldı.

 - Bana ne olduğunu sen söyle.’

Bodene  beni kaldırdı biraz. Fakat desteğine rağmen ben tekrar düşüp bağırıyordum:

-Söyle, ne oldu bana?

Bağırışlarım Musapır’ı uyandırdı. Yataktan çabuk kalktı ve hemen kendine gelip iç çamaşırını giyip  bana koştu:

-Ne oldu Bates? Neden bağırıyorsun?

 -Defol git benden, domuzsun!- Yüzüne tükürdüm ama zayıf elleri ile beni tutmaya çalışıyordu. O zaman dişlerimle omuzu ısırdım. Acıdan çığlık attı.

-Utanmazsın! Lanet olsun sana!

Gürültü duyunca  Kuzen ile Esektas içeriye koşarak girdiler.

- Çıldırmış!-  benden  kendini savunarak  diye bağırıyordu Musapır.

Kuvvetli Kuzen beni toparlayıp yatağa attı.

- Kemeri getirsene,- eşine diye emretti.- Öyle hiç bir şey yapamayacağız.  Onu bağlamamız gerekiyor.

Beni yorgana ile sarıp iple bağlamaya başladılar. Acıdan ve  dargınlıktan tıkanarak nefes alamıyordum.

Bayılmıştım herhalde. Kendime gelir gelmez yüksek sesle hıçkırmaya başladım.

 - Ağzını tıkamak gerekiyor.- Karar verdi Kuzen. 

-Gerek yok. - Bodene’nin sesinde acıma hissediliyordu.- Zaten bağladık onu. Yeter artık.

Fakat öfkeden nefes alamadım :

-Pamuğu arayın, ağızımı tıkayın!....

- Akında olmadığını söylemedim mi size.- Kuzen alay etmeye devam ediyordu.-Ağızını tıkamazsak bağırışları ile burada kalabalığı toparlayaracak.

-Hakikaten toparlayacak,- kocanın sözlerini tasdik ediyordu Esektas.

- Domuzlar! Domuzlarsınız! Başka neler söyleyebilirim size!

Kuzen bir kucak pamuk getirip artık niyetini gerçekleştirmek üzereydi.

-Bırak, Allah aşkına!- Bodene elini tuttu. - Bates’in bir daha bağırmayacağını kendim yapacağım.- Bodene yanımda oturdu gözlerinde gözyaşlarının aktığını gördüm. Sesi  şefkatli ile tatlı oldı:

-Bates, canımın içi, sezsizçe yatacağını onlara söz verir misin?

Söz verdim. Fakat acımasız Kuzen ant içmemi de istedi. Yanız ant içtiğimden sonra istediğine ısrar etmeyi bıraktı.

 

- Tamam, oldu. Ama baksana. Tekrar başlarsan çeneni kıracağım. Haydi Esektas.

-Nereye gidiyorsunuz?- Şaşırdı Bodene.

- Şimdi evde oturamayız. Onunla ne yapacağız diye düşünmemiz gerekiyor. Deliler evine götürürsek parçalanmış olucak orada. Kör işana gidip tavsiyesini soracağız. Şeytanları kovuyormuş.

Şehir mezarlığında mezarda kara kara Kör işanın yaşadığını önce duydum ben. Beni tedavi etsin diye onu buraya getirdiklerini düşünüyordum. Sonuçta bu kadar fena değildi.

Kuzene ile Esektas gittiler. Yanımda Bodene kaldı.

- Neredeyim?-  diye sordum ben ona.

- Görmüyor musun? Evimizdesin. 

- Nasıl geldim buraya?

- Kendin istedin.

- Ne zaman?

- Gece Kumarbaz’ın evinde (Kuzen’e öyle bir ad koyduğunu anladım). Musapır seni yurda almaya istedi fakat sen ona ‘yalnız seninle olmak istiyorum’ diye söyleyerek vazgeçtin.

- Kendi kulaklarınla duydun mu bunu?

- Hayır. Bir şey duymadım. Bu balsıradan da bu kadar sarhoş oldum ki ayaklarımda kalamadım artık. Beni arabaya yanında koyup eve götürdüler. Diğerler ısrar ettiğini duydular...

- Bu kadar sarhoş mu oldum?

- Olmadınsa bu nasıl olabilirdi sana?

- Demek ki gerçektir? Diğerler de sarhoş oldu?

- Hatırlayabildiğim ana kadar sadece sıcaklandırılmışlardı, senin gibi sarhoş olmadı kimse. ..

... Gün içinde çok insan ön odasına girip fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bodene onlara çıkıp tekrar dönüyordu bana. Hıçkırmadan konuşmadan sessizce yatıyordum. Kafam çok acıyordu. Midem yanıyordu. Kalbim hızlandı.içim bulanıyordu. Susuyordum. Susuzluktan başka her şey sabr edebiliyordum ben. Bodene dana bir fincan su getirdiğinde kendimi ile yatağı sıçratarak hırsla içtim. Ancak maalesef su faydalamadı bana. Midem bulanmaya başladı. Sonra bana neler olduğunu hatırlamaktan bile utanıyorum.... Bodene Kuzen’den ile kocasından korkarak onu ne kadar yalvarmama rağmen birkaç dakika için bile beni tutan ipleri çözmekten vazgeçti...

Akşama doğru Korsak ile Kuzen döndüler:

 

- Bates iyi, aklı kafasında,-  anlatmaya başladı Bodene.

- Genelde tüm deliler öyle kandırır, - ona devam etmeye izin vermedi Kuzen,- İpleri çözülür çözülmez  ne yapacağını göreceksin.

-  Hiç bir şey yapmayacak.  Haydi ipleri çözelim.

- Tamam. Çöz sene.

Ama  sevinmiş Bodene ipleri çözmeye başladığında Kuzen şiddetli itiş ile onu yana attı.

- Sus be! Senin olmayan işe karışma. Aksi takdirde seni de götürürüz Kör-işana.

 

Kör-işanın buraya gelmeyeceğini beni ona mezarlığa götüreceklerini anladım. Mezarlık! Oraya yaklaşmaktan bile korkuyordum. Her zaman başka bir yol seçerdim.

- Aman aman, dayılarım. Oraya götürmeyin beni. Deli değilim ben.- diye ağlamaya başladım. 

- Hayır, delisin!- diye ısrar ediyordu Kuzen.

- İstediğiniz her şeyi yapacağım. Yalnız götürmeyin lütfen.

- Karar veren odur, Kör işandır. Yapabildiğimiz bir şey yok.

- Nerede o?

- Konudunda

- Nerede, nerede olduğunu söyleyin!

- Gelince göreceksin

- Allahım! Konudu mezardır. Biliyorum. Yapmayın. Ona gerek yok. Söyleyeceğiniz her şeyi yapacağım!

Benimle beraber Bodene de ağlıyordu. Yalvarışımla beraber gözyaşları da akıyordu.

- Susacak mısın yoksa!-  Korsak eşine bağırıp ona adım attı. Ama Kuzen ağabeyinin  yolunu kesti.

- Kavga etmeyelim. Vakit boşuna geçiyor. Haydi çabuk götürelim onu.

Allah’ı yardıma çağırıp yüksek sesle hüngür hüngür ağlamaya başladım fakat Kuzen ağzımı sıkı sıkı kapattı, Korsak ise sabahtan beri hazırlanmış pamuğu aldı:

- Bağırmaya başlarsa rezil edecek bizi. Haydi ağınızı açsana!

Kaderime boyun eğmedim. Kuzen ile Korsak bir tane daha yorgan içine beni sarılıp bebek gibi dışarıya götürdüler. Etrafı artık karanlıktı.  Batıcı karın ve yakıcı tozun kuru kasırgaları olan   fırtına başlıyordu.Beni arabaya koydular. 

- İşte giyimi!-  Bodene’nin yavaş sesini duydum.

- Haydi, versene aynen alçak sesle cevap verdi Korsak.

O akşam en kötüsünü düşünebilirdim. Tenha bir yere beni öldürmek için getirdiklerini düşündüm. Ama o zaman neden giyimi aldılar?  Demek ki gerçekten işana götürüyorlar.

Katillerim fırtınadan zifiri karanlığa atları sürüyorlardı. Ne kadar zaman geçti ve bu koşmanın ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Atlar durdurduğu zaman özentili ayak patırtılarını ile yabancı seslerini duydum. Birkaç kişinin siluetlerini gördüm. Kara çopanlıydılar, yüzleri ya kötü havadan savunmak için ya  da görünmemiş kalmak için kapalıydı.

- İşan bekliyor.-  işitilir işitilmez bir sesle birisi dedi.

Bir mağaraya beni sürükleyerek soktular. İçinde sönük lamba yanıyordu.

 - Hepiniz gidebilirsiniz.- boğuk bir ses duyuldu.

Kara sakallı saçları dağınık büyük adam ellerinde lambayı tutarak yaklaştı bana. Sönuk ışınları onu aydınlatıyordu. Öfkeli küçük yılanlar gibi bıyıkları asıyordu. Puhu kuşunun gibi çıkık gözleri bana dik dik bakıyordu. Yüzü beyaz idi fazla beyaz ve sevimsizdi. Tabi ki işan olan o idi.

-          Perişan günahkâr, - bana hitap etti, - nereye götürülmüş olduğunu biliyor musun?

 Kafamı salladım.

- Monas ülkesine! Sen şu anda mezardasın. Bu benim konutumdur! Isimi bilmene gerek yok. Kör işanım, bu kadar! Şimdi ise cevap versene: neden burada bulunduğunu biliyor musun?

 

Korkudan titreyerek her şeyi sırayla anlatmaya başladım:

 - Boş sözler, hep boş sözler, - sözümü kesti o, -Yiğidin Burkut kafanı gönlünü kapmış. Bir  Rus kocakarı seni ona büyümüş . Büyücü zehir şimdi sende kalıyor!

- Büyü yok ki. Hazret! Çekingen bir sesle itiraz ettim ben.

- Benimle tartışmak yok. Bu mezar ülkesinde her şeyi bilen benim. Burkut’un ellinden şekeri  yedin mi.

Hatırlamaya başladım. Evet, gerçekten Kaken’in düğünü sırasında Tobılgı yarığında  başbaşa kaldığımız zaman yedim.

- Şekerin büyülü olduğunu biliyor musun? Kafan sıkça mı ağrıyor?

‘Doğru!’ Diye düşündüm ben. Mutsuzluklar bana gelmeye başladıktan beri kafam hep daha sıkça ağrıdığını düşünüp Kör-işana söyledim onu.

- Görüyor musun! Şimdi büyülerin olduğuna inaniyorsun.

Gittikçe işana inanmaya başlıyordum. Aklımda acı bir düşünce doğdu. İşte bundan dolayı Burkut’u bu kadar çok sevdim, büyülü olduğumdan dolayı. Şimdi ne yapayim. İşan sanki bana cevap vererek  konuştu:

-           Büyülerin kaldırılmasının iki yolu var. Biri saçlarını kökleri ile çıkarmak. Diğeri nikahı bozmaktır.

- Nikahlı değilim ben! Hazret!

- Benimle tartışma, günahkar! Çocukluğunda Burkut’un evine misafir olarak geldin mi hiç? Geldin. Bu evde kımızı içtim mi? İçtin. Sıradan kımız değil di. O kımız üzerine molla sözler söylemiş ve öylece nikah törenini yapmıştı. Sen bunu bilmezdin. Ben ise her şeyi biliyorum. Şimdi ne seçeceksin? Saçları çıkartmak mı nikahı bozmak mı? 

Saçlarım çıkartılabildiğini düşünceden bile  titriyordum. Ve ikinci yolu seçtim. Fakat onu nasıl gerçekleştirebilirim? Kör-işan bana:

- Başka bir  erkek tanımalısın,- dedi. 

- Tanıdım artık, hazret!-  diye  gözyaşlarıma boğuldum.

 

 

- Bu nasıl bir tanıma? Sadece bir zinadır.

- Ne yapayım o zaman?- diye ağalayarak tekrarlıyordum.

- Zincirlerinden seni kurtarıp söyleyeceğim.-  Kör-işan beni tutan ipleri çözdü. - Yüzümu döneceğim sen giyin!

 İç çamaşırlarımı giydirir giydirmez:

 - Yeter! Geri kalana gerek yok,- dedi.

İşanın garip boğuk sesi korktu beni. Devam edince sesi gittikçe daha boğuk oluyordu:

- Allah evlenmeye bize izin vermez.  Kadın bizim için kötülük meskenidir. Fakat senden günahı kaldırmak için hem de seni büyüden  kurtarmak için seni kendim ile yattıracağım!

- Lütufunuz için teşekkür ederim, hazret! Sert ses ile işana cevap vermeye çalışıyordum. -Siz kuvvetlisiniz ben zayıfım. Zorlamana karşı çıkmak zor benim için. Bu mağarada bu mezarda ne yapabilirim? Ferman sizin fakat ben sizinle yatmam.

-O zaman saçlarınla birlikte kafandan cildi de çıkartılacak!

- Kafamı bile omuzumdan çıkartabilirsiniz!

 

Kör –işan öfkeden dişlerini gıcırdatıyordu. Öfkeli deve erkeğine benziyordu. Ağır vücudu ile az kalsın boğuyordu beni. Bir yılanın öfkeli ve gizli şiddeti olan dikkatli bakışı ile bir tarlakuşuyu zemine indirmeye zorladığını stepte gördüm. Aynen ben istemeden beni  göğsüne bastıran işana neredeyse eğildim. Fakat kafamı kavrayıp parmakları ile kafatasımı sıkıştı:

 

 - Senden cildini soyacağım!- kısık sesle diye söyledi.

- Soyun!... Boğun !... Öldürün!- Artık tehdidini yerine getirdiğini geldi bana bu kadar acı veriyordu bana. - Tek Allah benim koruyucum ile yardımcım!

 

İşan ağızımı avucuyla tıkadı. Ancak inlemelerim boğazı kestirilmiş kuzunun gibi içinden gelip burun deliklerinden çıkıyordu.

- Bağırma, bağırma!-  Şaşkın şaşkın diye fısıldıyordu.

 Sustum ve o elini kaldırdı.

Lamba söndü ve ikimiz sıcak karanlığa batarak şafak vaktinin gri ışınları mağaraya girinceye kadar birbirimize hiç bir şey söylemedik.

 

- Şimdi büyüden tamamen kurtarmak istersen en kısa zamanda nikah kıy.

- Öyle olsun. Hazret!

-  Dün yattığın yiğidin karısı olacaksın. Senin kaderin odur.

- Öyle olsun! - Böyle cevap dışında  neler yapabilirdim. Artık ölüyüm zaten. Ganimet kimin olacak ne fark eder ki.

- Bir daha yalan söyleme. Aksi takdirde canın cehenneme gidecek. - Sakin ve yavaş sesler konuşuyordu işan. - Şeriat senin gibi ahlakı bozulmuş olan kadınları diri diri yakmayı emrettiğini hatırla. Sözünü bozarsan bu cezadan kaçmazsın.

- Sözümü bozmayacağım. Hazret.

- Üç kere tekrarla.

- Bozmayacağım, bozmayacağım: bozmayacağım.

- Yenimi tasdik etmek için kitaba el basıp öp.-  Kuranı’ işan bana açık Kitabı uzattı.

 

Soğuk sayfaya dudaklarımla dokundum.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ÇÖZÜLMÜŞ DÜĞÜMLER

 (Burkut’un son defterinden)

Demir bir keser idim ben

Çentikler ile kaplayip

Savaşların ateşını unuttum.

Beni yeni bir savaş için bileyin.

Mahambet

 

BABAMLA GEÇİNEMİYORUM

Eski defeterimin son sayfaları hatırlatarak hikayeme devam edeceğim. Mambeti’in aulunda gece geçirdikten sonra, atın kırkılmış olduğunda açık olarak hareket etmeye ve milis yardımıyla Bates’i babasından kurtarmaya karar verdim. Fakat Bates iyi bildiğiniz gibi beni kovdu.

Ancak bunun hepsini geçen defa anlattım. Bilinçli olarak babamla olduğu kavgayi geçtim. Şimdi kısaca anlatmam gerekiyor.

Kazaklar kostebeğa kortışkan diyorlar. Stepimizde kimse kortışkan avına çıkmaz ve onu sanayi kirk hayvanı sayılmaz. Derisi küçük, ince, rengi güzel değil. Gerçi başka  memleketlerde bu çeşit derilerden bile pahalı ve güzel kürk mantoları yapılır. Ancak başka memleketlerde bizim stepimizde değil.

Kostebek küçük bir hayvandır. Böcekler avlar. Şişman ve yavaş olan kostebeği tilki, kurt, kokarca, atmaca, doğan gibi  pek çok step yırtıcı hayvanları ile kuşları avlayıp etini sever. Çocukluğumda babam baharları av kuşlarının tüy atması sırasında kuşlar uçamadığı zaman  onları kostebekler ile beslerdi.  Zayıflanmış kuşlar bu yağlı gıdadan çabuk toplardı.

Kostebekleri aynen tarla sincabı gibi çıkartırdık. Yuvalarına su dökerdik ve hayvanlar çabuk dışarıya çıkardı. Kostebekler belaların onları beklediğini  insanlar hayvan ve kuşların onların düşmanları olduğunu sezermiş galiba. Ondan dolayı herhalde kostebek yuvaları çok dolaşıkmış. Eğer su yuvanın bir kısmına girerse diğer kısım sıkça kuru kalır ve orada hayvan tehlikeden saklayabilir. Kuvvetli hayvanlar bile pençeleri ile yuvaları kazarak her zaman kostebeği yakalamazlar. ...

Doğa kostebeğe çok iyi işitim verdi. Kostebek adımları veya yapraklar fışırtısını uzaktan duyarak hemen saklanır. İyi işitime sahip olan adamı bazen kostebek ile kıyaslanması garip bir şey değil.

 

Bu kadar detaylı kostebeği tasvir etmemin nedeni babamın az rastlanan ince işitimine sahip olmasıdır. Toynakların sesine dayanarak hangi yiğidin yurtamıza yaklaştığını söyleyebilirdi: stepteki her hışırtı anlardı. Fakat babamın kulakları her zaman kabartmış olduğunu söylebilmemin nedenleri sadece bunlar değil. Çocukken yakında veya uzakta yer alan her türlü  olayların haberleri ilk önce ona geldiğini farkettim. Bazı haberler avcısı babama gelerek  belli bir yerde belli bir şeyin yer aldığını diye söylerse babam onu genelde ‘şimdi mi öğrendin onu bundan çoktan duydum ben’   diyerek şaşırtırdı. Tüm haberler genelde babamdan çıkardı. Tabi ki babam Mambet’in aulunda bana neler meydana geldiğini hemen öğrendi, hem atımın kırkılmış olduğunu hem de benim Bates ile gitmeye çalıştığımı.

Akşam saatlerinde rezilimi saklamak için kırkılmış atımı yabancı ruslara sattım. Ne adımı ne de aulumun adını söylemedim onlara. Arabalarını binerek bir köye gelip orada kaldım. Atımın çalındığını söyledim ve köyün kalem odasına ulaşmak için yardımı istedim. Kimseye atımın kırkılmış olduğunu ve atı sattığımı söylemedim. Babamın bunun hakkında nereden öğrendiğini bilemem. Çok çabuk de öğrendi. İşte step uzun kulağı o demektir. Hakikaten kulakları uzun!

Üfürükçümüz olan bakslar belli olmayanı öngörebilirmiş. Özel hisleri varmış. Aynen babamın özel bir hissi vardı.

Az sonra buna ıspatı buldum.  Bu olay nahiye bürosuna geldiğim gün Erkin’in tavsiyesine göre milisin Bates’i almak için gönderilmiş olduğu zaman yer aldı. Kızıl yurtanın keçe kibitlerinden birinde oturup kımız içiyordum. Derken Karakbay girdi. Yüreğim bile oynadı. Karakbay bu kadar uzak  yalnız babamın talimatına göre gidebilirdi. Baba her şeyi biliyor mu yoksa? Karakbay’ın yüzüne dikkatli bakıyordum. Her zamanki gibi güleryüzlüydü. Babamdan her hangi bir endişeli haber getirdiğine benzemiyordu. Şaka ederek hemen yemeğe başladı. ‘yemek adamın belkemiğiymiş,’ diyerek taze bayırsaklar  (hamur kızartması yoluyla pişirilen orta Asya uluslarının geleneksel yemeği) ve kurutulmuş et yığına başladı.

 

 ‘İyi konuşma yemeğe faydalanır’ Eti iştah ile yiyerek şaka etmeye devam ediyordu Karakbay. Ve kadınlara bakarak kaba latifekere devam ediyordu.

Gevezeliğini kesmeden Karakbay’a gözlüyordum. Gelişinin nedeni öğrenmek istedim. Ancak bu kurnaz hiç bir şey olmamış gibi yemeye devam edip sahipleri ile misafirleri ile alay etmeye devam ediyordu. Nasıl olsa ben, bulunduğum yere boşuna gelmediğini anlıyordum. Gelişinin sebebi anlatmaya acele etmediğine şaşırıyordum ben. Şimdi kendi tutabilme itidaline sırrı gizli tutmak becerisine  saygı göstererek bizim Abay tarafında çevrilmiş Evgeniy Onegin’deki Puşkin’in sözleri hatırladım:

umudu saklayabilmek, kıskanabilmek,

 inanıp inandırabilmek,

 İkiyüzülülüğü  olabilmek de

 ne kadar erken öğrenmiş.

 

‘Kayrakbay’ın bu özellikleri var’ diye düşündüm ben. O düzenbaz ise hep şaka edip eğleniyordu. İkram gevezelik  ile beraber uzun sürdü. Kayrakbay kımızı içerek ve konuşarak acele bir işin olduğunu hiç göstermiyordu...

En nihayet kımız içilmişti ve misafirler dağılmaya başladı. Yurtada ben ile Karakbay dışında kimse kalmadı.  Fakat o anda onu bir şeyi sormaktan vazgeçip çıktım yurtadan.

Burkut! Diye bağırdı peşime Karakbay. 

Dönüp direk yüzüne baktım.

- Eee, ne istersin?- İstemediğim konuşmaktan kaçınmak için mümkün olduğu kadar kayıtsızca cevap veriyordum ben.

- Hayır, bir şey istemem,- sesinde sevinç ve dostça davranışı hissediliyordu, - Yalnız iyi misin diye soracaktım.

- İyi olduğumu görüyorsun, değil mi?

- Görüyorum.

- Öyleyse, kusura bakma, meşgülüm, - diyerek kararlı adımlarla Karaybay’dan gittim. Fakat beni çabuk yetişip yanımda yürüdü:

- Ya sel yarığına gitsek, Burkut?

- Orada işim yok ki.

- İş bulunacak hem de çok iş!- Kayrakbay’ın sesi inandırıcı olmuş.  - Benimle Tekebay geldi. Şimdi anladın mı? Gelişi hakkında kimse bilmesin diye yarığın öbür tarafında kaldı. Hem ben hem de o baban tarafından gönderilmiş olduğunu tahmin ediyorsun. Ciddi bir konuşma var.

- Bana şimdi anlat.- gelişinin nedenini tahmin etmeye başlayarak diye rica ettim Kayrakbay’ı.

- Acele etmeye gerek yok. Tekebay seni gördüğünde  anlatır. Bu sözleri söylememe hakkım yok.

- Kan mı dökülmüş yoksa?

- Kan dökülmemiş ama dökülme tehlikesi var. Senin kanın olabilir. Şiir hatırlar mısın?

Eğer kan dökülmeli,

Şişi yüksek tutarak

Kuştan çabuk sana

Akraban yetişecek. 

Tekebay ağabeyın hep hayvan sürürdü. İple çekersen bile becerikliliği ile cesareti gereken yerlere götüremezsin onu. Fakat şimdi kanın dökülebildiğini bildiğinde sana acele etti, kardeş gibi. Tekrak söylüyorum: baban kendisi Tekebay’ı gönderdi. Ben ise kim? Yalnız onun at sürücüsüyüm.

- Peki, o zaman suvunucum olmak isterse kendisi neden gelmedi babam? Ya sana mı güveniyor? Sen gençsin hala.

 - Ben Burkutcan hiç bir zaman senin için kötülük istemezdim,- direk cevaptan kaçıyordu Kayrakbay, - yapabildiğim kadar sana  iyilik yapmaya çalışıyordum.  Dedelerim ne demiş, biliyor musun: her hanın gri tayı, belagatli uşağı var.  Üstelik bu kadar genç değilim. Senden neredeyse on iki yaş büyüğüm. Ama babanın kuşağına değil senin zamanın insanlara aitim.

 

Koyun aşık iyi oyna – aşıktan köfte olur,

Akıllı olanı gençlikle sitem etme -  yaşlılık zamanla gelir.

 

Öyle eski zamanlarda diyorlarmış. Ta çocukluğunun yıllarında senden iyi bir adamın büyüyeceğine inanıyordum. Bir delikanlı olduğun zaman senin gri tayın, senin yardımcın olmaya karar verdim.

 Kayrakbay sustup içini çekti:

- Ancak şimdi buna umut edemiyorum! Seninle beraber gidemediğim yola düştün sen.

- Neyi konuşuyorsun?

- Yeni yolundan konuşuyorum. Okuma yolundan. Aulumuzdan uzak gidiyor ve demek ki benim için ulaşılmaz kalıyor.

- Dur biraz Kayrakbay, söylemek istediğin bu değildir.

- Neyse!Yarığa ulaşıp ağabeyin en önemlisini anlatır sana...

- Sen de neden susuyorsun?

- Bu sözleri söyleyemediğimi dedim artık sana. Beni rica etme Burkutcan. Anlıyor musun: gerek yok,’ neredeyse yalvarıyordu Kayrakbay, ‘Haydi, Tekebay’a gidelim.

Kayrakbay’ın haline acıdım. Yarığa acele ettik biz.

Memleketimizde adamı boyundan yüksek olabilen sık tabulguluğa (ot çeşiti)  indik. Esnek saplarından aullarımızda kuruk – evcileştirilmemiş atların kement ile yakalanması için kullanılan ilikli sırıklar – yaparlar. Çalıklardan kendimize uzun zaman yol açmaya zorunda kaldık. En nihayet bir dür boğazda bağlı atı gördük. Tekebay yoktu. Kerakbay ony yavaş ses ile çağırdı ama kimse cevap vermedi. Bir sapkın kaya oturan saksağan endişeli ve yüksek ses ile çatırdıyordu.

‘Boşuna çatırdamaz,’ dedi  Kayrakbay, ‘Telaşı için bir sebep olmalı. Orada olmalı. Haydi gidelim!’  arasıra saksağana baka Kayrakbay’ın peşine gittim ben.

 

- Yolda bir aulda uğrayıp kımız içtik. Gece iyi uyuyamak için şansımız yoktu. Uyuyormuş galiba.

Saksağan çatırdarıp uçtu.

Sapkın kayaya ulaşıp gerçekten Tekebay’ı gördük. İri, ağır, kırmızı yüzlü Tekebay ağabeyim sırtında uzatarak yüksek sesle horluyordu. Son zamanda kilo almış, büyük siyah ve kızıl bıyıklarına da alışmadım. Daha büyük ve daha cesaretli görünmek için tıraştan vazgeçmiş herhalde. Tekebay süt ile beslenen kuzu gibi diğer baylar arasında besili görünüşü ile ayrılaşırdı. Mırza, beyefendi, yaklaşma ona! Endamlı olmaya çalışarak geniş giyimi giyirdi. Auldan bir yere çıkğı zaman kendisine mevcut olan en iyi giyecekleri giyip inanılmaz derecede şişman görünürdü. Bayın güzelliğininin elbisesine bağlı olduğunu yalnışlıkla zannederek sıcak yazda bile kolsuz ceketi üzerine tilki veya kokarca dohasını  (içi dışı kürken palto) giyip keçe çoraplı, çizmeli ve kürk şapkalı gezerdi.

Bütün bunlara ne gerek var ki diye sorarak şaşırıyordum ben, fakat babamın zaten öyle olması gerektiğini sanıyordu. Giyim adamın bedelinin yarısı, derdi.

Tanındığın yerlerde boyun ile aklın kıymetini bilir,

Tanınmadığın yerlerde ise değer kürke verilir.

Derin uykuda olan Tekerbay’a baktım: aynı şapka, aynı doha, aynı çizme! Hem yakıcı güneşten hem de sabah kımızdan kırmızı yüzünde ter çıkmış. Ata binip üzerinden atlarsan bile uyanmaz! Şu beyefendiye bak, ya!..

 

Kayrakbay onu özenle yavaş yavaş uyandırmak istedi fakat Tekebay’ın sakin görünüşü ile kızdırılmış ben Tekebay’a eğilip var gücümle

- Aaaaa !- diye bağırdım.

Kulakları sağır edilmiş Tekebay, sanki alnından vurulmuş olup zıpladı! Zalim şakama devam etmeye isteyerek deve yünlü çekmeni kafasına koyup, yüzünü zemine döndürerek onu yere atıp omuzlarına binip altıma aldım. Uyku sersemliğiyle beni hırsız sanmış herhalde ve yardımı çağırarak deli gibi bağırmaya başladı.

- Bırak ya! Nefes alamıyor ki! -  endişelendi Kayrakbay.

Fakat ben bırakmadım, o zaman Kayrakbay kemerimden tutup beni çekmeye başladı.

Direnecek oldum anda Tekebay ellerimde kurtulmak için güçlerini buldu. Üçümüz kalktık. Terlenmiş ve zorla nefes alabilen Tekebay öfkeli sordu:

- Neden beni boğuyorsun?-  Kayrakbay, cevap bulmaya çalışarak sustuğum  sürece her şeyi şakaya toparladı:

- Bu oyun büyük ile küçük kardeşlere yakışır.

Tekebay’ı daha çok öfkelemek istemeden barıştırıcı gülümseme ile

- Çağırdın beni, kardeşim, işte fermanına göre geldim ben,- dedim.

Kırgınlığını saklamadığına rağmen artık öfkelenmiyordu.

- Öyle şaka yapılmaz canım, beni boğabilirdin.

- Daha ağır bir şey bile tutabilirsin...

-  Gerçekten!- Şakacı edasıyla tasdik etti Kayrakbay. - Şimdi  meclisimize başlıyalım.

Oturdum. Dinlemeye hazırladım da Tekebay ile Kayrakbay sanki ağızlarına su aldılar.

- Susarak mı oturacağız?- diye kardeşime ve at sürücüsüne hitap ettim ben.

- Tekebay, sen konuşmalısın.-  dedi Kayrakbay. Özelliği konuşkanlık olmayan kardeşim güneş altında uykusundan sonra kendine gelemedi ve yalnız  yangılı gözleri ovalayıp duruyordu.

 

- Bana söyleyeceğiniz bir şey yoksa giderim,-  onları konuşturmaya çalışarak gidiyorum gibi hareket ettim.

- Nasıl yok!- sözlerimin gerçek olduğunu sandı Kayrakbay.- Üzerine konuşacak çok şeyimiz var. Sen, Burkut, merak etme. Söz senin, Tekebay.

- Sen kendin başlarsan daha iyi olur, - esnemeye ve gerinemeye devam ederek neredeyse emretti kardeşim.

  - O zaman başlıyorum. Ne zaman uyandıracaksın? İnandırıcı şeklinde söyledi Kayrakbay.

Komforlu yerleştirip dinlemeye hazırladım.

- Nasıl olsa, bu benim sözlerim olmayacak Tekebay’ın sözleri olacak, uyardı Kayrakbay. Ve Tekebay’dan cevapları zorla alarak sorular sormaya başladı:

- Tekebay, baban seninle beraber ikimizi gönderdi.

- Doğru...,- esneyerek dedi Tekebay.

Bizi göndererek ‘amacımızı ulaşmalısınız aksi takdirde ölmelisiniz,’ diye söyledi.

- Bu da doğru...

- Bir de her şeyin Burkut’a bağlı olduğunu söyledi. Değil mi?

Bu defa cevap gelmedi. Tekebay tekrar pineklemeye başladı.  

- Vay be! Ne bir cadı büyüdü seni?!- Kardeşimi yumruğu ile iterek kızdı Kayrakbay.

-           A-a,-  Tekebay kırmızı yaşartılmış  gözleri ürkek ürkek  açtı.          

- Uyusana,- onunla alay ediyordum ben, - daha uyumazsın öleceksin. Bir şişmanlanmış mozak olan seninle babam ne dağı aşabilecek?

Tekebay öfkelemeye başladı fakat ben öfkesine dikkat etmeyerek Kayrakbay’ı bu uykulu tembele soru sormadan direk benimle konuşmaktan  rica ettim. Kayrakbay onu savunmaya çalıştı.

- Yoldan yorgundur.

Fakat ısrar edip istediğimi yaptırabildim ben.

Kayrakbay, biraz düzensiz konuştuğuna ve step geleneklerine göre ana konudan  sık sık uzak gittiğine rağmen  ince zekalı bir adamdı.

Kayrakbay uzaktan başladı. Sovyet iktidarlarının gelmesinden sonra eski soy ilişkilerinin kökleri balta ile biçilmiş oldu. Fakat millet arasında eski gelenekleri hala yaşıyor. Soy düzenleri bozulmamış kalıyor.

Sözü nereye götürdüğünü tam anlıyamadım ben.

O ise derken Amangeldı’dan konuşmaya başladı.

- İlk sovyet iktidarı  savaşçılarından biri olan Amangeldı soy düşmanlığı bayrağı değil sınıf mücadelesi bayrağını kaldırıp hem bayların düşmanı  hem de yoksulların arkadaşı olarak çıktı.’ 

-Doğru, ama iyi bildiğim şeyleri neden tekrarlıyorsun?

-Sabret, sonuna kadar dinle. Amangeldı Turgay nahiyesinin kırmızı komiseri olduğu zaman beklemedik bir sırada beyazlar ile  birleştirilmiş   alaşordulu tarafından öldürülmüş olduğunu biliyorsun, değil mi? 

Ama bu düşmanlığın neyle bittiğini biliyor musun?

- Hayır. - Kayrakbay sözü nereye götürdüğünü nasıl olsa anlıyamıyordum. Ana konuyu açmaya cesaret etmeden konuşmaya devam ederek derhal yirmi üç yılında bizim Turgay stepimizde yer alan olaylara geçti.

- O yıl yazın dayın Jarıpbek Dautov’un bize geldiğini hatırlamalısın, Burkut. Fakat yalnız gelmedi. Turgay aullarına Orenburg’dan diğer önemli kuşlar da geldi

- Kimlerdi?-  Kulak kabarttım ben.

- Ahmet Bayturdunov, Mıcakıp Dulatov, Seitkazim Kadırbayev, Ahmet-safa Jusupov, Mırgazı Esibolov’ parmakları kıvırarak anlatıyordu Kayrakbay, ‘Görüyor musun  beş önemli alaşordulu kuş.

- Onlara nasıl raslamadım?

- Vay, canım, hayatta birçok şeyler gözümüzden kaçar.

-  Nerede toplanıyorlardı?

- En çok Auliye-kole’de Semiozeynıy’da, civar aullarda da konuk oluyorlardı senin dayın Jakıpbek  gibi. Fakat Ahmet Baytursunov sürekli olarak Semiozernıy kasabasında kalıyordu. Ona, Ahmete tüm yollar gidiyordu. O günlerde bazı alaşorduluların akrabaları barıştırmaya çalışıyorlardı. Onları görmeliydin çünkü babanla ve dayınla beraber defalarca ziyafette yeyip içiyorlardı.’

Açıkçası hiç ibr şey hatırlıyamıyordum. O zaman Kayrakbay’ın aklına fikir geliverdi:

- Sen onlara dikkat etmemişsin galiba çünkü giyimlerii sıradan aul kazaklarından değişik değildi. Tam o zamanlarda dayın Jakıpbek eski çopan ile gömlek modasına başladı. Şehir elbisesinden ilk vazgeçen o idi peşinde diğer alaşordulu da vazgeçtiler.

Dayımın çevresinde o günlerde çok ‘siyah baston’ vardı. Bu şakacı isim  azametli bir tavır takınmak amacıyla sürekli bastonlar ile dolaşan  namlı  kazaklara konardı.

Onlardan bazıları hatırlayıp Kayrakbay’a en çok gözümü çarpan bazı özelliklerini tasvir etmeye başladım. O ise bana hemen ünlü alaşorduluların soyadlarını  söylüyordu.

- Çirkin, kısa boylu, yavaş sesle burnuna konuşan....

- Ahmet Jusupov!-  diye haykırdı Kayrakbay.

- Ya bu işte... altın kaplamalı gözlüklü, sakalı tıraş olunmuş, gülmeye seven...

- Tabi ki, Mırzagalı Esibolov.

- Hepleri nereden tanıyorsun?- şaşırdım ben.

 

Kayrakbay anlattı.

- Sen dayın ile beraber diğer aullara misafir olmaya gittikten sonra Tekebay ile benim için başka bir yol seçildi. Baban bir tulum kımızı tek hörgüçlü deveye yükleyip bu ikramı üç yaşındaki kısrak ile beraber şeref misafirlerine vermemizi talimat etti.

 

Gidince misafirleri Semiozenıy değil Amankaragay ormanının derinliklerindeki alanda bulunan beyaz yurtada bulduk. Sana söylediğim herkes buradaydı. Hem Alaş-Ordu’nun önemli kuşları hem de yerli ‘siyah bastonlar’, tüm Turgay aul soyluları, tüm etkili baylar. Stepin bütün kenarlarından oraya ikram getirildiğine rağmen babanın hediyesi farkına varılmamış kalmadı.

Kayrakbay öyle anlatıyordu. Ben ise babamın ile akrabalarımın  benden herşeyi sakladığını düşündüm. Bunu Kayrakbay ile paylaştım.

- Neden sen bana hiç bir şey söylemedin?

- Ben mi?-  gülmeye başladı o, - dilim var mı yoksa? Benim dilim babanın dilidir.... Eğer bana susmaya emrederse, susuyorum.

- Babam sana oğluyla, yani benimle açık konuşmayı yasakladı mı?

- Direk tabi ki yasaklamadı. Direk hiç bir zaman zaten emredemez. Genelde sadece ima eder. İmasını anlayıp istediğini yerine getirmeliyim. Aynen öyle bu defa yaptım.

- Bak sana, Kayrakbay, lütfen kısaca konuş, önemlisini söyle bakalım. Neden orada toplandılar?

Kayrakbay şunu anlattı:

İsyan çıkarıldığı on  altıncı yılından başlayarak on dokuz yılındaki Amangeldı’nın cinayetine  kadar Turgay’da kanın durmadan döküldüğünü bilmelisin. Pek çok insan bu zaman içinde can verdiler. Alaş Ordulular olarak bilinen adamlar öldürmenin izleri saklamaya, kavga ile çekişmeleri bitirmeye, aulları barıştırmaya karar verdiler.

 

- Eve-et,- sözünü kestim ben, - ama ne çeşit bir güç, yada tanrı babamı Erkin Ercanov ile barıştırabilir acaba?

- Haklısın. Böyle bir güç yok. Onları barıştırmaya kimse düşünmedi zaten. Baylar baylar kalır, yoksullar ise yoksullar kalır.  Baylar sömürücülerdir.

 

Kayrakbay’dan bu sözü duyunca güldüm bile:

- Ancak sen siyasi bilimi de oğrendin. Sömürülenlerin kimler olduğunu da biliyorsun galiba?

 -Tabi ki. Auldaki toplantılara gelmiyor muyum? Bu münasebetle baban kendisi bu toplantılara gelmeye zorlanıyordu beni. Git, bak, ne dediklerini öğren, derdi. Hem gelip dinlerdim. Ve Yoksulların ve rençperlerin bayları kaldırıp kendisine iyi hayatı elde etmek istediklerini öğrendim.

- Gerçekten Kayrakbay sen iyi bir eğitim almışsın.

- Yalnız bu eğitim değil. Baban gazete ile dergi alıyor. Bu alışkanlığını biliyosun. İlk önce beni okumaya zorlanıyordu sonra kendim alıştım, tiryakisi oldum.

 - Kayreke, bemin Kayreke, demek ki sen sinip her şeyi iki gözünle gözetiyorsun. Ancak sözünü daha kısa yapmanı istedim. Başladığın konudan anlatsana. Yani, Amankaragay ormanındaki alanda bulunan beyaz yurtada nelere vardılar alaşordulular?

- Uzun zaman danışıyorlardı. Aullarda ne kadar çok insanın öldürülmüş olduğunu konuşuyorlardı ve şuna karar verdiler: Bir tek kişinin öldürmesi için kun (öldürülmüş kişinin akrabalarına ödenen kan intikamından kurtaran cinayet fidyesi) ödenmeli.

- Kimin için acaba?

- Amangeldı için! Katillerin tarafçıları razı olmak istemeden uzun zaman yaygara ediyordu. Fakat Mırcakıp onlara bağırıp kendisi kuna payını eklemeye söz verdi. Toplananları Amangeldı için ödenecek kunun Abdugapar için ödenecek kundan daha çok önemli olduğunu ikna etti. Abdugaparın  zamanında kipçaklar arasında en büyük bir bay, aul başkanı, han bile olmasıyla beraber şimdilik kimdir? Onun için kunun ödeyip ödenmeyeceğini ne fark eder ki? Amangeldı bambaşka! Onu hatırlar, saygı göster, severler. Onun için kun ödememeye deneyin, diye devam ediyordu Mırcakıp, o zaman bakarız ne olacak. Sadece akrabalar  intikamı almayacaklar!

 

Argınlan ve Kipçakların en iyi insanları onları tutuyorlar henüz. Siz de inat ediyorsunuz, tekrar intikam ateşini yakmak istiyorsunuz. Övünmeyin. Diğerleri düşünmek istemezseniz kendinizi düşünün en azından. Eğer hayatınızı, ailenizi ve hayvanlarınıza değer veriyorsanız inadınızı bırakın. Aksakal tarafından çoktan belirlenmiş kunu ödeyiniz! diye öyle konuşmasını bitirdi Mırcakıp ve Amangeldı öldürmesinin tarafçıları nihayet onunla razı oldu.

Kun ile ilgilendim. Kayrakbay hikmin vermesinden önce söylenmiş sözlerini tekrarladı:

- Kasımhan’ın kararına göre Esimhan’ın eski talimatına göre Az-Tauke’nin emirlerine göre. Hem bu sözlerden sonra karar verilmişti: Amangeldı için bir erkek öldürülmesi için ödenen üçüzlü kun ödenmeli.

- Ne kadar yapıyor bu?-  diye sordum Kayrakbay’a.

- Abay şöyle demiş: ‘Bedeli yüz at ve altı pahalı şey’. Eski zamanlarda erkek bedeli öyle belirtiyormuş.

- Yüz at anlaşılır. Pahalı eşya ne demek?

- Örneğin kürk mantosu, lutr derisi, halı.

- Demek ki Amangeldı’nın öldürmesi affedilmiş olsun diye üç yüz at ile on sekiz pahalı şey verilmeli.

- İlk önce öyle denmişti ama sonra kun gittikçe azaltılmış. Bir erkeğin bedeli ataların namusuna affedilmişti. Daha bir bedel Alaş Ordu’nun namusuna affedilmişti. Başlangıçta bir dağa talep edildiği halde sonuçta bir tepecik  kaldı.

- Hayır,-  itiraz ettim ben, -Sonuç değil bu! Sonuç her hangi bir dağdan daha büyük olacak!

Kayrakbay beni anlamadı. Sabırla Amangeldı akrabalarının kundan sonra intikamdan vazgeçmek zorunda olduğunu  ancak aul yoksulları  katillerini  hiç bir zaman affetmeyeceğini anlattım. Yoksullar daha bilinçli oldukça böyle bir adaletli ve cesaret kişiyi öldüren herkesi daha çok nefret edecekler. Nasıl olsa onlar baylara son vermeye çalışacaklar. 

Kayrak baydevam ediyordu:

- Bu mütakereden sonra bu düşmanlık küllendi.  Ama şimdi tekrar başlıyor. Neden biliyor musun? Suçlu kim biliyor musun?’ Kayrakbay susup bana dikkatli olarak bakıp birdenbire şöyle bitirmiş:

‘Açıkçası suçlu olan sensin, Burkut.’

Kulaklarıma  inanamadım:

- Evet, her şeyin sebebi sensin ve  Bates ile evmenme isteğindir. Ailen ile akrabaların için bu bir beladır. Sasık’ın kötü koktuğunu biliyorsun. Boşuna böyle bir ad taşınmaz. Ama sözlerinin kokusu yok.  Hem de zenginliği eskisi gibi  güçlüdür. Argın soyunun tüm doksan iki tribülerin oylarını almış. Şimdi ise Turgay aullarının aksakalları babana senin Bates ile evlenme isteğinden memnun olmadıklarını bildirmişler. ‘Oğlun, demişler, Mambet’in kızı ile evlenmez. Argın ve Kıpçaklardan her hangi bir kız başlıksız onunla evlenmeye hazır olacak. Oğlunu inandır! İnandırmazsan sonra kırılma!’

- Peki. Diyelim ki aksakalların tavsiyelerine göre Bates’ten vazgeçeceğim. Eğer Bates benimle ayrıldıktan sonra Sasık’ın oğlu ile  evlenmekten vazgeçerse, o zaman ne olacak?

- Hiç bir şey olmayacak. Sasık oğlunu Mambet’in kızı ile evlendirmek istemiyor. Oğlu da evlenmek  istemiyormuş gibi gözüküyor.

- Anlamıyorum seni. Neyi istediklerini anlatsana?

- Evliliğinizi istemiyorlar. Bates senin dışından her hangi bir erkek ile evlensin.

 

Kızıp kaşlarımı çattım.

- Bana  engelliyorlar  ise ben de onlar için engel olacağım.  Ne yapacaklar o zaman?

- Öyle deme,- korktu Kayrakbay, - Baban beni ve Tekebay’ı bu sözlerin demesine engellemek için gönderdi. Bize talimat verdiği zaman babanın sakalından gözyaşları akıyordu. 

‘Kendisi acımıyorsa anababasını, ağabeysini acısın,’ dedi. ‘Eğer Mambet’in kızı ile evlenirse aksakllar  ne onun ne bizim  canlarımız bağışlamayacaklar. Ailemizin başına bela gelecek!’

- Neyi yapabilirler?

- Komik bir adamsın Burkut. Aksakallar Mambet’in ve babanın zenginliklerinin ve köklerinin daha güçlü ve sağlam olmasını istemiyordlar. Eğer böyle bir olay yer alırsa onları batırmak için yol bulurlar. ‘Çokdükkan’ı hatırla. İkisi onu yuttular. Bates ile birleştirmeyi dene. O zaman ne yapacaklarını görürsün.

- Tamam da neyi soruyorum.

- Baban ve Mambet hakkında şikayet gelir. Hem de onları çürütmek mümkün olmayacak.

- Yapabildiğim neler var?-  İçimi çektim ben. - Bates ile evlenmezsem şikayetler gelmeyecek  mi? Nasıl olsa gelecek. Belki de şimdi gelsin, daha iyi olur. Nereden biliyorsun?

- Hayır, şu anda her şey sakin. Şikayet yok. Aul aksakalları insanlarını tutmuşlar herhalde. Olayların bitmesini bekliyorlar. Senin ile Bates arasında ne olacağını bekliyorlar. Evlenmezsen her şey sakin olacak, evlenirsen kıyamet kopacak. Hem de babanın ile Mambet’in durumu en zor olacak. Üzerelerine baskı yapılacak. Bunu düşün, Burkut!...

- Çok kere düşündüm artık Kayrakbay! Daha önce söyledim ve tekrar söyleceğim: Bates’i seviyorum ve baylara parçalatmak için veremem onu!

 

Yüzüm  çok asıkmış herhalde. Kayrakbay beni inandıramadığını anlayıp ağabeyimi uyandırmaya başladı:

- Tekebay, haydi uyansana nihayet!

Tekebay sadece tembelce gerindi. O zaman Kayrakbay güçlü kolları ile kaldırdı onu.

- Aklın başında mı? - Kayrakbay uyanmamış Tekebay’ı sarstı. - Sen buraya danışmaya mı geldin uyumaya mı? Sıcak oluyor. Konuşmayı bitirip gideriz!

- Konuşmamız bitti,- diye söyledim ben katı bir ses ile, - Sadece argın ve kıpçak aksakalları değil tüm kazak stepinin, Rusya’nın ve isterseniz tüm dünya kazaklarının  aksakalları beraber toplanır ‘hayır’  deseler bile, Bates’e sevgimden vazgeçmeyeceğim. Öyle babama da iletiniz!-  diyerek kalkıp aula gittim. 

- Nereye, nereye gidiyorsun?- Tekebay beni tutup bırakmak istemiyordu.

 

- Söylemek istediğim şeyi beni söyleteceğini mi düşünüyorsun?

- Seni yalvarıyorum.

Ağabeyim beni kucaklamaya istedi ama ben ittim onu. Beni ısrarla ağlamalıca hazin hazin  yalvarıp duruyordu:

- Canım, ışığım, dinle babamızı.

- Ağlamayı bırak. Neden köle gibi yaltaklanıyorsun, bundan sonra ne çeşit bir erkeksin sen?

Sözlerin sanki ağabeyimi değil Kayrakbay’ı kızdırdı. Kayrakbay bana yaklaşıp birdenbire tarafımı aldı:

- Burkut doğru söylüyor. Razı olmuyorsa onu yalvarmana gerek yok. Siz aynı kına koyulmuş   tek saplı iki bıçak gibisiniz...

Aula gittim, Kayrakbay ise Tekebay’ı sakinleştirmeye devam ediyordu.

İşte aile meclisimizin  bittiğini düşündüm. Fakat öyle çıkmadı.

İki üç gün geçti.

Milis yardımıyla Bates’i götüremediğimden sonra Erkin, Nayzabek ve başka yiğitler ile beraber aula gitmeye karar verdim. O zaman bir tanıdığım yurtaya girip benimle başbaşa konuşmak istediğini kulağıma fısıldadı. Çıktığımız zaman beni aynı sel yarığında babamın beklediğini söyledi.

 

- Haydi, şu anda bulunduğu yeri iyi biliyorum.

 Ne bir cevap vermem gerektiğini bilmeden şaşırdım.

- Başka birisi değil ki! Baban seni çağırıyor. Gitmezsen kendin utanacaksın!

 Babam yanıma o kadar çabuk gelebildiğine tekrar şaşarak razı oldum.

Gerçekten Tekebay ve Kayrakbay ile görüştüğüm aynı sel yarığında babam beni bekliyordu.

- Her şeyi biliyorum, her sözünü bana ilettiler,- diyerek  başladı babam, - Eski zamanlarda insanlar şöyle derdi:

Hayatını bitirip cennete gitmek için

oruç tut ve namaz kıl.

hayatın dertleri öğenmek için

Ailende oğlu ve kızı yetiştir!

Aynı senin gibi oğlum. Nasıl olsa ben senin babanım, sen benim oğlumsun. Baba evladını düşünüyor evladı ise stepi düşünüyor diye bir deyim var. Düşüncelerin uzak stepte olsun, aygır gibi beni teptin sen, olsun! Baba kalbi dayanamadı, ben sana geldim. Kadere boyununu eğdinse iyi, eğmedinse son görüşmemiz olabilir bu. Hem de şöyle denir:

kuş yarvrusunun yerinde kapana girmez,

Balık sürtme ağında sonu bulur.

Yolundaki bir engel olduğumu düşünüyorsun. Fakat bu engeli kaldırınca amacına ulaşacak mısın?

- Ne amacımı konuşuyorsun, baba?

- Mambet hocanın kızı ile evlenmekten dışında başka bir amacın var mı senin?

- Var mı yok mu, bunu burada konuşmamalıyız, baba. Başka neyi bana söylemek istiyorsun?

-Bak, Burkut, yolundan babanı ile anneni, akrabalarını ve dostlarını kaldırmaya karar verdiğine rağmen  Mambet hocanın kızı ile bir şeyin çıkmaz. Neden diye soruyorsun?

Kız seninle evlenmek istemeyecek. Karar verseydi artık sana gelirdi. Milisler ile beraber milislerden yardımı istemeden ama gelirdi.

- Hayır babam, hala kazak geleneklerine bağlı olduğundan annesine ile babasına itiraz veremediğinden dolayı gelmedi.

-Geleneklerimizi ne zaman ihlal edecek acaba?

-Kendim ona geleceğim zaman ihal edecek!

-Tabi ki ihlal edecek. Şöyle ihlal edecek’ diyerek  babam parmaklarıyla  nah etti.

Kırdım.

-Neden bana kabalık ediyosun babam?

-Canım acıdığı için kabalık ediyorum.

-Neden bu kadar merak ediyorsun benim için?

Babam güldü ama kahkahası öfkeli ve kötü idi.

- Bir de  soruyosun beni! Ben yaşlı bir adamım. Ben hayatımda payımı aldım, deyim yerindeyse bana ayrılmış olanı yedim, istediğime kadar yaşadım. Zaman gelince insan oğlunu düşünmeye başlar. Adam hayatında torunları ister. Dolayısıyla bir baba oğluna mutluluk ile şansını diler. Ben de başka babalar gibiyim. İyi olmanı istediğim için kötü yollardan hep döndürürdüm seni. Allah’ın  seni neden bu kadar dik başlı yarattığını kendim bilmem, neden bu kadar inatsın ve irademe eğmek istemiyorsun, bilmiyorum.

-Benden ne istiyorsun, baba. Eğer eğeceksem ne yapmam lazım, söyle?

- Ağrısı çekilmez olan canım sana bu yola çıkma diye akıl veriyor! Ne yola mı soruyosun? Mambet’in evinden konuştuğumu net değil mi senin için? Bir de şunu hatırla: oraya gidersen bile, bu kız senin ardından gitmez.’

- Belki onu hepiniz  yıldırdığınız mı için benden vazgeçecekmiş?

- Bunu hiç bilmiyorum ve hiç bir şey söylemem sana. Tek bildiğim başkadır: ona toprak üzerine gidersin döneceksin toprağın içinde. Başına rezil gelir. Fikrini değiştir. Rezil olma.

- Bana söylemek istediğin başka bir şey var mı, baba?

- Yok.

-Canın beni merak ettiği için teşekkür ederim baba! Fakat yolum Mambet’in evine gidiyor.’

‘Pişman olursun.

-Sen bana şöyle derdin: kendisi düşen pişman olmaz... Günahım benim olacak seninki olmayacak ki.

-Ne yapacağım seninle? Daha önce akıllı olduğunu düşündüm. Sen ise aptalsın, nereye can vereceğini görmüyorsun.

Babam üzüntülü ve heyecanlanmış idi fakat benim kalbim de acıyordu. Dolayısyla kendimi toparlayıp bizim Bates ile beraber birbirimize  verdiğimiz ant sağlam, bozulmaz, ve onu yerine getirinciye kadar durmayacağımı açıkça ve sertçe söyledim.

Babam asık suratla baktı bana.

- Senin sözünü tutacağını kızın ise tutmayacağını olabilir.

- Olabilir ama bana bağlı değil bu.

- Oğlum!- Beni henüz ikna etmeye çalışıyordu ve güçlü ile acı sözleri seçti  - oğlum, hiç bir hayvan yavrusu için kötülük istemez. Dünyada en çok kana susamış olan kurt hayvanı bile yavrusuna bakar. Onun için hem ateşe hem de kurşun altına gitmeye hazırdır. En çok yılanlardan korkardın – daha iğrenç bir hayvan var mı! Fakat yılan bile yavrusunu sever. Kendim yılanlara gözlüyordum. Bunu gündüz anlatabilirim. Fakat sen de çok biliyorsun. Her şeyi anlatmama gerek yok, değil mi?

Başım ile tasdik ettim ve babam devam ediyordu:

- Seni belanın beklediğini anlamıyor musun? Geç olmadan düşün!

 - Neyi düşünmem gerekiyor, baba?- cevap veriyordum ben, - düşmanlıktan bu kadar korkmak için eski zamanlar değil şimdi. Artık akrabalar toplayıp baskın yaparak gelini çalmazlar ki! Günlerimizde kız delikanlıyı kendisi seçer ve delikanlı kızı seçer. Onların istekleridir bu. Kiminle evlediğimi ve Bates’in kiminle evlediğini kime ne?

Babam sözümü kesmeye çalıştı ama gözyaşımı özenle silerek beni sonuna kadar dinlemesini istedim.

- Sabret biraz. En önemlisini söylemek istiyorum. Merak ettiğini söylüyorsun, gerçektir fakat merak ettiğin kişi ben değilim.

Babam artık ağlamıyordu. Dikkatli olarak öfke ile direk gözlerime bakıyordu.

- Sen değilsin, diyorsun,  o zaman kimi merak ediyorum?

- Kendini, baba!

Sağır bir haykırış göğüsünden çıktı ama nefsini yenip ne ile devam edeceğimi bekliyordu.

- Aul dedikoduları seninle ilgili olmasaydı benim Bates ile evmenme isteğime karşı olmazdın, değil mi?

Beklemedik bir sırada benimle razı oldu.

- Sonuçta şunu söyleceğim: peki, diyelim ki kızımdan vazgeçeceğim. Bunun ile kaderini kolaylaştıracak mıyım?

- Neyi konuşuyorsun? Ne kaderimi?!

- Bana cevap versene, baba! Doğumumdan önceki hayatını konuşmak istemiyorum. Fakat artık zamanımdaki işlerini hatırla.

- Hesap et, etsene, - dalga darbelerinden sallayan kayık gibi yandan yana sallayarak  ürkütücü ve yavaş ses ile dedi.

- Domuz yılında memleketimizde cut   yer aldı.

- Sadece memleketimizde değil, tüm kazak stepinin topraklarındaydı.

- O yıl cutun geleceğini iyi biliyordum. Ondan dolayı hayvanlarını civar aulların sakinleri arasında dağıttın. Doğru mu söylüyorum?

- Benim suçum nedir sence? Aç ölümden canını verebilenlere hayatları korumaya yardım ettiğimde suçlu muyum?

- Dur biraz. Cuttan sonra bir koyun için beş tane aldığını herkes bilir. Diğerlerin gözyaşlarından duygulanmazdın. Atla gidenlerden attan yoksul yürüyenlerden saptan yoksul  bırakıyordun.

Babam susuyordu.

- On altıncı yılı hatırla!  Halk isyanı sırasında çar askerlerinin başkanı olup Amangeldı’nın sarbazlarına (1917 yılı önce sıradan asker için kullanılan ad)  karşı savaşan sen değil miydin?

Babam büzülüp kısıldı ve - Onlara karşı çıkmasaydım bana karşı çıkarlardı!  Ama yeter Artık Burkut, bitir Allah aşkına, -  diye acı bir çığlık attı.

- Hayır, daha bir şey seni soracağım: Sırdarya kıyılarında ne yapıyordun?

- Sırdarya buradan uzak. Biz Turgay’dayız. Onu hatırlamaya ne gerek var?

-          Tamam, Turgay’ı konuşalım. ‘çokdükkanı’ açıp ilk önce çay ve basma borç veriyordun, sonra ise yoksulun ağlamasına dikkat vermeden kendine son ineğini alıyordun. Bu yapan sen değil miydin?

Baba tüm görünüşü ile beni dinlemek istemediğini gösteriyordu fakat ben devam ediyordum:

- Memleketimizde yeni hayatın ilk kıvılcımı olan  ‘Uşkın’ üretim kooperatifine  yardımcıların aracıyla  nifak sokmaya çalışan sen değil miydin? Başarıya ulaştın ama Erkin öğrenimden dönüp tüm uşaklarını bozguna uğrattı.

 

- Yeter değil mi artık?, - sertçe sözümü kesti babam. Beyaz ve kızdırılmıştı. Gözyaşları öfkeli daralmış gözlerinden çoktan kayboldu.

- Yeter değil mi?- Tekrar etti babam ve karşıma durdu. 

- Söylemek istediğim çok az kaldı. 

- Cüretkar sözlerinden yoruldum. Onları boşuna harcama, bitirsene!

- Tekrar söylüyorum: halk Bates ile evlenmek istediğim için değil,  onlara yaptığın kötülük için seni sevmediklerinden dolayı senden intikamları almak istiyorlar. Seni ve senin gibileri sadece eski çar iktidarının dönmesi  kurtarabilir. Sovyetleri kaldırmak gerekiyor.  Fakat bunu ne sen ne başka kimse yapamaz!

- Bitirdin mi? deyip zemine oturdu baba.

 

-Evet, her şeyi söylemişim gibi...

- Demek ki eski zamanlarda bir daha dönmemek üzere ayrıldığında söylendiği gibi atlarımızın kuyruklarını kestirmekten dışında sel yarığında yapabileceğimiz bir şey yok.

-Ferman senin, baba.

- Tekrar görüşürsek, düşmanlar gibi görüşeceğiz.

- Sen bilirsin, baba.

Babam tekrar zıpladı ve öfkesini yöneltecek yerini bilmeden zemin üzerine kamçı ile buram buram  toz kaldırarak vurmaya başladı:

-Evet. Ferman benim. Fakat sen, Burkut, beni acıma. Takipten defalarca kaçan yaşlı bir tilkiyim. Kuyruk ile izlerimi saklamayı biliyorum.

- Tilki kartalın uçuşu uzaktan fark etmeyi bilirmiş...

-Tırnak içine beni almak istendiğinde görüyorum

- Buna itiraz etmiyorum, baba.

-  Sadece görüyorum değil, savunabilirim kendimi! - Bağırıyordu hem de  sesinde tehdit vardı.

- Artık  geç olduğundan korkuyorum, baba.  Kuznazlık etmek az kaldı senin için.

-O zaman Olağanüstü Komisyonuna gidip beni hapsetsinler de.

Sanki kamçi ile beni vurmak üzere bana yaklaştı.

-Gerek varsa ben olmadan da hapsedecekler. ..

- İşte böyle hapsedecekler!-  babam tekrar nah edip  yumruğu direk burnuma götürdü. Hareketini oranlanmadan beni vurdu bile fakat ben hiç kıpıldamadan durmaya devam ediyordum. Babam için bunlar yumuşama saniyeleri idi. Elini indirip  içini çekti ve tekrar önceki sakin hatta bile hazin sesine döndü.

- Bir bebeğin mezarlık doğru koşması ölmesi anlamına geliyor. Sen de, oğlum, senin için yapılmış mezarlığı görmüyorsun. Milliyet onu görüyor ve seni uyarıyor. Fakat sen durmak istemeden ona doğru acele ediyorsun. Ne yaptığını anlıyor musun? Kızın seninle evlenmekten vazgeçeceğini düşün. Ne bir dert bekliyor seni o zaman!  Buna dayanabilecek misin? Yoksa...? Düşün, oğlum! Seni iyiliği tavsiye etmek çok istedim fakat iyiliğin olmayacağını görüyorum. Kendi ellerinle ölümünü hazırlıyorsun.

- Tamam baba, ölü olan benim üzerine  canaza duası okunacak zaman gelmeyebilirsin.

- Gelmeyi düşünmem bile. Cenaze törenime de çağırmıyorum seni.

Ben gittim.  Kararlı adımla aula gittim. Kafamı döndürüp babamın taş put gibi sel yarığının ortasında donup kaldığını gördüm.

 

ANNE

Babamın sözlerinin ağırlığını hemen hissetmedim. Bates benimle gitmekten vazgeçtikten sonra onlar  bana ağır bir yük gibi oldu. Bundan önce kızın önceki andını bozmacağını umudum vardı. Fakat sözünü neden tutmadı? Benden vazgeçmek zorunda ne bıraktı onu? Ana nedeni soy  ve akrabalık ilişkilerinin kazak aulunun hayatını karmaşıklaştırması bence. Hem benim babam hem onun babası hem de diğer soy aksakalları Bates’e bu kadar baskın yapmışlar ki korunmasız kız dayanamadı. Bates’in reddinden sonra  hem arkadaşım  hem de sovyet iktidarının temsilcisi olan Erkin ile başabaşa konuştum.

 

- Baba evinden şiddet kullanarak onu almamız gerekiyor, başka bir çare görmüyorum ben,’ diye Erkin’e söyledim. - Milis bize yardım edecek. Bir tüfek namlusuna aşkımızın tüm düşmanları sığnabilir. Tehdit edilir edilmez yolumuzdan kaçarlar. O zaman Bates’i at arabamıza bindirdiğimizde bize hepsini anlatır.

- Haklısın! Fakat unuttuğun bir şey var. Evet, sovyet iktidarı çok güçlü,-  Erkin inanmış olarak sıkı biçimde konuşuyodu. - Ancak tek sorunda güçsüz kalıyor. Kendi yaptığı yasaları bozmaz. Vatandaşların kişisel hakları sovyet kanunları ile korunur. Bu sağlam, katı bir korunma. Kızın isteği kocasını seçmektir. Seçiminden vazgeçmek de isteğidir. Kimse onu istediğine karşı hareket etmek zorlanmaz. Bates sözlerinden vazgeçmeseydi onu götürürdük. Tüm Turgay karşımıza çıksaydı bile nasıl olsa onu savunabilirdik. Fakat onunla evlenmem diye söylediğini biliyoruz! Burada yapacağımız bir şey yok. Anlıyor musun? Hiç bir şey!

- Ama Erkin, sadece şunu rica ediyorum – onu evinden kurtarmaya yardım ediniz.

- Nasıl kurtarmaya, kız zaten kendisi gitmem dedi!

- Onu ikna edin. Başbaşa konuşmak gerektiğini söyleyin.

- Hayır, Burkut, kanunun ihlali olacak bu. Sana yardım edemeyiz,- ısrar ediyordu Erkin.

Onu ne kadar ikna etmek istemeseydim bana bir adım atmadı. Ne yapacağımı bilmeden kızdım.

- Ayıp ya, Erkin! Sen aul yazıcısı gibisin, her harf için titriyosun. Kızın bay ve beklerden korktuğunu iyi biliyorsun. Kızın canı sonra  rahatlasın diye  harftan vazgeçemiyor musun?

- İstediğin kadar beni veriştirebilirsin. Kırılmam fakat kanundan da vazgeçmem...

- Onu bayların tuttuğunu iyi görüyorsun,

- Onların marifetlerinin olduğunu görüyorsun.  Vay, kardeşim, ne yapacağız? Baylar var. Zaman gelince onları da kaldırırız.

Erkin’den bu defa hiç bir şey alamayacağımı anlayınca öfkeli olup gittim. Fakat birkaç dakika sonra öfkemi aklımın egemenliği altına alıp  ofisine döndüm. Erkin ile danışmam gerekiyordu, onu sonuna kadar anlamak istiyordum.

- Burkut, Bates’i bay eserinden kurtarmadığım için kırılıyorsun. Fakat  partizan gibi hareket edemiyorum. Kanunu de değiştiremiyorum. Devrimden sonra rus kapitalistleri kalmadı fakat baylarımız hala dokunmamış kalıyor. Yerleşik hayata bile tamamen geçmedik henüz. Bize çalışanlar sınıfından çıkan bilinçli işçiler yetmiyor, üstelik işçilerin sınıf bilinci düşüktür. Bütün bunlara ulaşabileceğimiz zaman auldaki baylar da kalmayacak.

- Anlaşıldı!-  Bu sıkıcı siyaset bilimi dersini uzatmak istemeden Erkin’in sözünü kestim. - Bu gelecek günlerin işidir. Ancak baylara şimdi özgürlük verebilir miyiz?

- Onları sakinleştirebilirdik burada, fakat Bates’in şikayet etmediğini ana problemdir. Verdiği sözünden vazgeçti. Burada iktidar sana yardım edemez. Burkut, etrafında neler yer aldığını anlabakalım.

 Erkin Kazakistan’da yirmili yıllarda oluşturulan durumu bana detaylı şekilde anlatmaya başladı.

- Baylar aullarda sinmiş, şehirlerde onların ruhsal öncüleri de sinmiş. Kazak baylarının  partisi Alaş-Orda’nın olduğunu biliyorsun. Başkanı Moskova’da hizmet eden  Alihan Bukeyhanov. Batı alaşorduluların öncüleri Taşkent’teki Dosmuhambetov kardeşleri, sovyetler için dayın Jakıpbek Dauletov de hizmet eder. Öğrendiğin enstitünün müdürü Jusıbek Mautbayev de ünlü alaşordulu.

- Hepleri tanıyorum, özellikle Jakıpbek dayımı. Müdürü neredeyse her gün görüyorum. Tabi ki o tam bir milliyetçidir. Ancak bu çeşit insanlara bu kadar yüksek görev yapmaya neden izin verilir

-  İşte şimdi bunu konuşuyoruz.

- Vay, Erkin, yardım olarak açlıktan acı çekenlere ayrılmış hayvanları nasıl dağıttıklarını biliyor musun?

- Ben bunu biliyorum. Hem de eğer susmayı bilirsen daha bir şey söyleyceğim sana. Gizli bilgi bu.

- Güvenmiyorsan, söyleme, senden rica etmiyorum ki.

- Peki! Bunu memlekitimze kimse bilmez. En kısa zamanda sizin Mautbayev yargılanacaktır. Davası ile iligli çok insan soruşturulmuştu, tüm malzemeler Yüksek Mahkemeye gönderilmiştir.

- İyi, mahkemede de de tanıklık verebilirim!

- Çok iyi!-  Hıykırdı Ekrin, - Ancak şunu unutma: mahkemede eski ile yeni arasında büyük mücadele olacak, hem de Jakıpbek dayın mücadelenin tam merkezinde olacak. Demek ki dayına da karşı ifade vermeye mı hazırsın?

- Eskiyi korunan herkese karşı çıkacağım!

- O zaman aferin sana!’   Erkin sıcak ve dikkatli bakışı ile gözlerime baktı.

- Hala şunu anlıyamıyorum: Sovyet iktidarı neden eskiliğini kaldırmaz?  Gücü yeter buna.

- Bu dedikleri gibi siyasetir. Bunu ayrıntılı anlatamam, uzun sürer. En önemlisini anla: kazak bayları tamamen kaldırılmadan önce onların ruhsal öncülerinin tamamen dindirilmesi de mümkün değil. Hem de belli bir zamana kadar işimize engel olacaklar ve mümkün olan her şeyi  bozmaya çalışacaklar. Senin ile Bates arasında nifak sokmaya çalışan onlardırlar! Direk kanıtlarım mevcut olmadığına rağmen Jakıpbek dayının zorluk çekmeniz için   çok masraf harcadığını kesin olarak biliyorum!

- Amacı neydi acaba? diye Erkin’e sorup aynı zamanda böyle fikirlerin bana da önce geldiğini düşündüm.

- Sahipleri olan tüm Turgay bayları için hizmet eder. İstekleri onun için yasadır. Onlara karşı çıkarsa başına bela gelir... Sasık, baban, Bates’in babası ona aman vermeyecekler... Jakıpbek’ten yalnız toz kalır, onu da step rüzgarı dalgalandıracak. Onlar Jakıpbek’in tüm günahları biliyorlar, Sovyet iktidarına karşı kurduğu tüm kumpasları da biliyorlar.  Şimdilik bütün bunları saklıyorlar, fakat kavga ederlerse başına dert gelir. Onlar dayını ele verecekler.

- Yani iktidarlara yazıp haber verecekler mi?

- Kendiler yazmayacaklar. Diğerleri kışkırtıp isteyenleri bulular. Kendiler ise yanda kalır.... Allah bile izleri bulmaz.

Açıkçası Jakıpbek dayımın kaderi Bates’in kaderinden çok az ilgeleniyordu beni. Erkinle ne yapabildiğimi danışmaya başladım.

Erkin ilk önce eski atasözü ile bana cevap verdi:

Bir kere baba evinden ayrılmış kız için o eve dönmek kötüdür.

Bir kere zalimliği öğrendiğin eski düşmanı görmek de kötü.

- Burkut, şunu söylemeliyim: Bates gerçekten sana kızdı. Büyük bir ateş gibi yanmaya başladı öfkesi. Eğer direk şu anda ateşe kendini atarsın onu söndürmektense kendin yanarsın. Şimdi ona gitmene gerek yok. Sen de yanmaya başlarsın, faydası olmayacak bunun. Ateşin bir an önce söner. Yolundan dönme, eğetime git. Bates düşünüp boşuna kızdığını anlar. Zeki bir kızdır, sizi bozuşturmaya çalışan düşmanların olduğunu anlar. Şu anda yansın, sonra soğuyup pişman olacak. Seni kırdığını alar, emin olabilirsin, az sonra barıştırma yolu aramaya başlar...

Erkin’in sözlerine inanıyordum ve sönmüş umudum tekrar yandı canımda. O da devam ediyordu:

- Böyle fikirler aklına geldiği zaman onları aul arkadaşları ile kesin paylaşır. O zaman benim de tabi ki haberim olacak. Uğur geldiğinde ben sana yardım edebilirim.

- Keşke hepsini hızlandırabilseydim! dedim.

Bana şiir ile cevap verdi:

- Sabır bir hazine! Altın dağlardan kıymetlidir.

Beklemeyi bilen amacını ulaşır,

Sabırsızın nasıbı rezildir.

Bates’i acele ettirme, baskın yapma! Erken mi geç mi haberi verir... Eğer sen onu sevdiğin gibi seni seviyorsa...

- Fakat anababaları başka bir yiğit ile evlendirebilir onu. Duydun bunu zaten!

- Zamanlar eskiler gibi değil artık, bir de Bates zorlamaya boynu eğmeyecek. Biz de ona destek verebileceğiz. İnan bana bir gün seni kendim ona uğurlayacağım. 

Erkin düşüncülerini toparlayarak sustu.

- Bir de şunu söyleceğim sana, Burkut. Gurur sözünü  biliyorsun. Onun iyi anlamı da var. Gurur kalbinde saklanmalı. Bates alçalmayı bilmediğini, gururlu bir adam olduğunu hissetmeli.

- Haklısın Erkin, fakat bunu nasıl yapacağım, tavsiye et.

- Artık söyledim sana. Buradan direk enstitüye git. Fakat susmana gerek yok. Bates her şeyi senden öğrensin. Tabi ki onunla görüşmek gerek yok. Fakat mektup yazabilirsin. Kendim onu alıp direk eline veririm. Kırıldığın için vedalaşmaya uğramadığını söyle. Heyecanlanacak, öfkesi sönür, sertlik geçer...

Ekrin’in görüşünü kabul ettim. Az sonra mektubu yazıp Erkin’e okudum. Mektubumu beğendi.

 

Uzun yola çıkmak için yol arkadaşları aradığımda beklemedik bir sırada memleketimizden bir haber geçti: Ağustos başlangıcında Junısbek Mautbayev yargılanacak. Erkin Ercanov ve yoksulların nahiye birliği başkanı Saktagan Sagımbayev dahil olmak üzere Turgay aullarından çok tanıdıklarım bu davada tanıklar olarak davet edilmişti. Yargıya kadar birkaç gün kaldı, tanıklar beraber Turgay ile Irgız’dan geçip Çelkar’a varmak ve Taşket trenı ile Kızıl Orda’ya kadar gitmek üzere nahiye bürosunda toparlamaya başladı. Daha iyi yol arkadaşlarını bulamazdım. Erkin’in yargıya gitmemek kararını öğrenince şaşırdım hatta üzüldüm bile. Ancak Erkin neden kalabildiğini anlattı. Sorgu yargıcıları fikrini iyi biliyorlar, açlık felaketi sırasında hayvanlar dağıtması ile ilgili olaylar onun gibi iyi Saktagan Sagımbayev biliyordu. Üstelik ürün kaldırma mevsimi geldi ve devlet için verilecek ekmek hesaplamak gerekiyordu.

O gün sabah erken auldan çıkmak üzere toparlayan  tanıklar ile dolu nahiye bürosu kalabalıktı. Birdenbire annem geldi. Görüşmemiz sıra dışı hal ve şartlarda yer aldı. Tüm tanıklar için, yaklaşık kırk kişiydi, kimliğin gerektiğini çıktı. O zamanlarda aulda kazak alfabeli daktilo ne daktilocular yoktu. Büroda tüm evraklar el ile yazılırdı. Ancak nahiye bürosunun yazıcısının el yazısı çok kötüydü. El yazımı güzel ve net olduğunu bilen Erkin tüm kimlikleri hazırlamayı benden rica etti. Seve seve evet dedim.

Devrimden önce stepte bürolar yoktu. Nahiye yöneticileri ve aul başkanları tüm büyük olmayan evrak mülkü eyerlere dikilmiş  taşınabilir çantalar olan korjunlarda götürürlerdi. Sadece az önce sürekli nahiye bürolarının yurta ile binaları açıldı. Aul sakinlerinin bunlara alışkanlıkları yoktu dolayısıyla oraları sabahtan akşama kadar kalabalıktı.

Bu defa kimlikleri yazmaya başladığım zaman geniş nahiye yurtası her zamankinden çok kalabalıktı. Aul sakinleri çevremi sarıp saklanmamış merak ile her kalem hareketini gözlüyorlardı.

 

Milis meraklı olanları savmaya denecekti de kimse onu dinlemeyince vazgeçti.

Bir komik detayını anmak isterdim. Her tanık, kimliklerin metinleri tamamen aynı olduğuna ve arasındaki fark  yalnız isim ile soyisim olduğuna rağmen evrağın yüksek sesle okumamı talep ediyordu. Birine teslim edip okuyorum, aynısını ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü ister. İçimde gülüp kızıyordum. Ancak ne yapacaksın, aul sakinlerinin istekleri yerine getirmek de istiyordum. 

Bu hayhuyda derhal annemin endişeli sesini duydum.

- Yolu versene, duyuyor musun, yolu ver! diye bağırıyordu. 

- Nereye gidiyorsun. Burası zaten çok kalabalık,- herhalde milis olan adam onu durdurup ikna ediyordum.

- Oğluma acele ediyorum. İçeriye bırak beni!

Annem! Karşına acele ettim  fakat yoğun kalabalıktan geçmek zordu. İnsan yoğunluğu içinde sıkıştırılmış terden ıslatılmış az kalsın tıkanıyordum. Ancak bir pulluğun ham toprakları açtığı  gibi ben etrafında sıkıştırılmış insan yoğunluğunu açıp derhal öz annemin önünde yüzyüze oldum.

- Annem, benim annem! diyerek sıkı kucakladım onu.

Çok insan özellikle kadın, duygularını saklayamadan hem sevinç hem de dert anlarında ağlamaya başlar. Ancak bir ağlam başka bir ağlama ile arasında fark büyük olabilir. Yalnız kazaklarımızda şöyle ağlamayı duydym: hıçkıra hıçkıra ağlama, hüngür hüngür ağlama, bir şarkı  veya şiir gibi ritme sahip olan yüksek sesli, yayık yayık sızlamalar.

Aullarımızda annemin gençken şarkı söylediği ve şiir yazdığını sık sık hatırlardı. Çocukken ben de annemin şarkıları defalarca duydum. Yazın kızların ve genç gelinlerin akşamları salıncaklara binmeye çıktıkları zaman annem de katılırdı. Tabi ki salıncak için evden izin vermezdi ona fakat koyunlara bakmayı bahane ederken çıkardı.  

Kızlar onu şarkı söylemeye rica ederdi. İlk önce çok genç olmayan kadın olduğu için gençler ile beraber şarkı söylemeyı utandığın için vazgeçerdi, fakat en nihayet kabul ederdi:

‘Peki tamam, söyleyeceğim. Ancak siz de hemen başlayın evimde sesimi tanımasınlar diye.’

Annem şarkı söylemeye başlardı ve çoklu sesli koro peşine de başlardı. Fakat harika bir şey, kızlar annemin sesini kısamazlardı. Şarkıları yavaş sesle baykuş gibi zemin üzerine uçar, annemin sesi ise kartal gibi yüksekliğe kaçardı. Ne güzel şarkıları biliyordu. Annemin şarkı söyleme yeteneği Daut babasının ölümünden sonra belli oldu. Yaklaşık bir yıl yasta kalıp   geleneksel şarkıları söyleyerek ölü olanı ardından ağlıyordu. Bu şarkıları annem için ünlü turgay saz şairi olan Karpık  yazdı. Yakın ve uzak aulların sakinleri onu dinlemeye gelirdi.

Nahiye bürosunda görüştük. Annem bana selam söyler söylemez yabancılara dikkat vermeden yüksek sesi ile hüzünlü şarkıya başladı. O şarkıda hem anne sevecenliği hem hasret hem de kaderimi anlatan sözler vardı. Gözlerimden yaş boşandı. Fakat beni kurcalayan tek şarkı değildi. annemi istemeyerek dinleyenlerden çok ‘Böyle bir karşılaşmaya bakarken ağlamamak mümkün mü hiç!’ diyerek  benimle beraber ağladılar.

 

Ne kadar  ağlayıp sızlayarak kalabilseydi bilmiyorum fakat etrafındaki insanlar bu heyecanlı ağlamasına dayanamadan haykırmaya başladı:

-Yeter cengöy! Sakinleşmelisin. 

-Ağlama, oğlum iyi yolculuğa çıkıyor. Başına belayı çağırma!

Çoklu haykışılardan arasında sadece bela sözleri annemi sakinleştirmeye yardım etti. Sesi gittiçe yavaşlanıyordu ve en nihayet tatamem sustu. Su ile söndürülen ateşin son öksüsü gibi söndü. ..

Yüzü kırıştırmış. Kaynayan süt ile dolu kazanı üzerine oluşan köpüğe benzemeye başladı. Biraz daha atesi vermeyi dene, süt hemen lıkırdayıp, kazanın  kenarından kaçar.

Annle başbaşa kalmam gerektiğini düşündüm. Sakinleşsin, ağlamayı bıraksın, step rüzgarı onu serinleştirsin. Yanız ondan sonra istediğim tamamını  söyleyebileceğim. 

 

Annem, yurtadan çıkalım mı?– şefkatler diye sordum onu.

- Gidin tabi ki,-  ağlamasının her sesini dikkatli olarak az önce dinleyen insanlar  gürültü etmeye  başladı. - Sel yarığa gidiniz. Bir anne ile oğlumun kimsenin duymasını gerekmeyen bir konuşma her zaman var.

 

Auldan biraz uzaklaşıp sel yarığının kenarında oturup sanki neyi konuşacağız diye sorarak birbirimizin gözlerine uzun uzun bakıyorduk. Annemin ağlamasıyla benimle ilgili düşüncülerini anlatmış gibi geldi bana. Ama ona neyi söyleyeceğim?

 

İstediğim her şey artık babama söyledim, hem de sertçe ve açıkça söyledim. Anneme bu sözleri tekrarlamaya gerek yok. Eski aullun geleneklerine tam canı ile bağlanmıştır. Onun gibi kadınlardan şu denir:

 

Çuvala giren,

Karıdan kaçmaz.

Yani bir karı evindeki yemeklerinin ile suların sahibesidir, diğer sorunlar umurunda değil.

Anneme aul düşmanlığını, sosyal soruları anlatmaya gerekmediğini düşündüm. Kanıtlarımın hiç faydası olmayacak.  Bir balta taştan vurusan sadece kör olur.

Babama şikayet edersem de hiç bir faydası olmayacak: seçtiği yolundan onu döndürmek  annemin ellerinde değil.

Ancak sadece  bir oğul gibi  kimseyi suçlamadan dertlerimi paylaşırsam, kaderime şikayet edersem bile daha çok ıstırap çekecek, zaten ondan kemik ile ciltten başka bir şey kalmadı. 

Ne yapacağım o zaman?

Zalim ayrılık ile öldürülmüşüm, diye söylermiş Abay. Derdimi, boşanmış canımı annemden saklamaya çalışarak zorla kendimi gülümsetiyor, teselli sözleri ile annemi canlandırmaya çalışıyordum.

- Neden bu kadar üzüldün, neden bu kadar ağlıyordun? Mambet’in kızı benden vazgeçtiğinden mi dolayı?

-Küçük mü bu dert?-  tekrar az kalsın ağlıyordu.

-Küçük mü büyük mü, belki bir dert bile değil?- Şaka ederek sözünü kestim.

- Nasıl bir dert değil, oğlum? Sesinde önceki yurtadaki ağlamasının notalarını duydum.

- Ne bir dert var burada? Herkes kımız içer ve kıza gitmeyen yiğit bulamazsın. Ayrılıkta dert yok hem de yaklaşmada da dert yok,’ diye sözlerime inanmadan konuşuyordum ben.- Kız bana ‘seviyorum’ dedi, ben de onu sevdim. Eğer ‘sevmiyorum’ dedi ise aynısını yapıyorum, sevdam biter. O zaman halkın gözlerinde kim resil oldu? Ben mi kız mı?

 

Öyle konuşarak yavaş yavaş annemi sakinleştiriyordum. Artık gözlerinde yaş yoktu.

- Haklısın oğlum! Kız rezil oldu! - Aul gelenelerine göre tarafımı alarak cevap veriyordu.- Senin için, Burkut, utanacak  bir şey yok. Alın kafasını önünde eğdin.  O da kibirlendi. Kibirlenecek neler var ki. Kaybolmuş namus ile mi? Ona şimdi kim saygı verecek ki

Akıllı bir erkek onunla evlenmez. Yaşlı veya sakat biri alabilir ancak.’

- O zaman neden beni suçluyorsun annem?’

- Ben seni suçlamıyorum. Ancak... Kırılmışım ben... Seninle ayrıldığını merak etmiyorum. Fakat seni insanlardan da  ayırdı, öz auldan ayrıdı, babandan...

O zaman annem Bates’i en kötü sözler ile lanet etti.

-Yapma ya. Ne gerek var ki?

- Onu lanet etmekten başka bir şey kalmıyor benim için Eski zamanlarda peşine yalnız gitmezdim... Tüm babanın akrabaları buraya gelirdi. Dedenin – nur içinde yatsın- arkabaları dayanmadıkları gibi tahkire dayanamazdılar. Hocanın ataları benim atalarıma kıyaslarsan kimlerdir... Hocanın akrabalarının yapabildiği tek şey sünnettir.Tek becereleri ise Allaha inanlardan zeket ile kuşiri toplamaktır. Bir de ölünün yanında dua okuyup anma yemeğinden sonra sadaka istemektir. Dedenin atası Şakşak Jakıpbek’i yendi.

- Seni nasıl çaldığını anlatmadın hala,’ bu harika bir hikayesini hatırlayarak diye güldüm ben.

- Gülüyorsun sen. Ancak onlar o zaman gülmediler. O zamanlarda insanlar hayran olurdu, oğlum. O zaman stepteki milliyet şöyle derdi: Jakıbek’i yenen kalmıkların torunlarını mağlup etmek için kimsenin güçü yetmez.

Anne gittikçe bu konuşmaya dalıyordu. Ateşin ani yükselmesi sırasında civa sütunu gibi duyguları büyüyordu.

 

- Ancak Sovyet iktidarı bay ile batırları zemine eğdi,’ parladı annem. ‘Eşitlik adlı bir kanun çıkmadı mı. Sizin sovyetler, bay ile yoksulun, kadın ile erkeğin aynı haklara sahip olduğunu demiyorlar mı? Demek ki senin dayandığı gibi tahkire  dayanmak mı gerekiyor. Sence iyi bir şey bu? Eski zamanlarda bu olay yer alsaydı baban bu rezili sabretmezdi. Sen sabrettin o sabretmezdi. Utanmaz kızı koyun gibi eyerin enine koyarak alıp aulumuza getirirdi. Hocanın bu zavallı torunları baskın sırasında ne kadar zorluk çekerlerdi...

Bu anlarda annem az önce nahiye bürosunun yurtasında hıçkıra hıçkıra ağlayan o hüzünlü kadına ne kadar benzemiyordu. Ona bakınca derken artık uzak olan çocukluğumdan bir olay aklıma geldi.

Bir bahar ailemiz Karakumlar’a göç ettiği zaman babam beni kumlara  avcılığa aldı. Kurt inini bulmuştu. Tek onun bildiği belirtilere göre kurt erkeğinin avcılığa çıktığını dişinin ise inde yavruları ile beraber yalnız kaldığını belirledi. Güvenilir ve sessiz bir yerde atlarımızı bağlıp dişi kokumuzu almasın diye rüzgar alan taraftan ine yaklaştık.

 Babam, tüfeğini doldurarak ine yakın bir yerde saklandı, beni ise ininönünde atlayıp gürltü yapmak için direk ine gönderdi. Hesap doğrudu. Sarkılmış emzikli dişi kurt ürkek ürkek etrafına bakarak inden çıktı, babam ateş etmeyi geciktirmedi. Kurt düştü fakat hemen kalkıp ine yavrularına geri döndü. Derken nasıl olsa  kurtarmayacağını hissetmiş gibi direk babama döndü. O zaman babamın ne kadar cesaretli olduğunu gördüm. Ürpermeden geriye bir adım bile atmadan yaklaşan dişi kurta  sürekli bakarak  durduğu gibi durmaya devam ediyordu.

Hem babam hem ben şişe benzeyen dişli açık ağızını, asan kırmızı dilini, sıkıştırılmış kulaklarını, yanan kömür gibi parlayan gözlerini görüyorduk. Bu kadar korktum ki babamın arkasında sakladım. Dişi kurt bize atlamak üzere gözüktüğü anda ikinci ateş duyuldu. Dişi kurt tekrar arkasına düştü. Babam beni  çalyaka edip öne itti:

-          Sen düşmandan mı korkuyorsun?! Korkak mı olmak istiyorsun? Baksana gebermedi henüz!

Dişi kurtun kulaklarının titremeye kuyruğunun ise zemine vurmaya devam ettiğini gördüm. Geberiyordu, ancak o zaman bile katiline nefret ile dolu gözler ile bakmaya devam ederek ona tam vucuduyla yaklaşmaya çalışıyordu.

 

Bu olayı annemin yüzünde aynen bunun gibi düşmanlık ateşi yanmaya başladığı için hatırladım. Aula Sovyet iktidarı tarafından getirilmiş yeni olan her şeyi sabredemiyordu. Kazakların

‘anne sütü ile emilen sonra zemine gömmülendir’ deyimi boşuna söylenmez.

Bir de kazaklar şunu derler:

‘Kuş yarvusu uçmaya başlayınca yuvasında gördüğü sinekleri avlar.’

Doğru bir atasözü! Çocukluğunda öğrendiğin bir şeyden vazgeçmek zordur. Evet, annem ünlü bir bayın kızıydı hem de ünlü bir bayın eşi oldu. Ancak nurlu hiç bir şeyi eski zamanda görmedi. Ne kadar çok alçalmalardan geçti. Şimdi ise ona hiç bir sevinç getirmeyen o eski  zamanını özlüyordu.

Konuşmamızı anlatmaya devam edeyim. Annemle tartışmak istemedim. Üstelik nahiye bürosunun yurtasındaki karşılaşmamızdan sonra kendisine döndü.

- Beni bulup geldiğini için binlerce teşekkür ederim sana, annem. Sana hayatım için minnetim var şimdi ise borçluyum sana...

- Bana borcun yok, Allah seni affetsin ben de seni affedeceğim. Tüm borçlarını affedeceğim, canım.

 

Sana şunu söyleyecektim, oğlum: ona, hocanın kızına başını eğme. Zaten kendin bununla ilgili her şey söyledin. Nasıl olsa sana şunu söylüyordu. Bir kadın batırı bile  öldürebilir.

Eski sözleri aklında tut:

Batır düşmanları yenirdi, kaleleri yıkardı

Ancak kadın, kötüllüğün kızı

Düşmanlarına ele verdi.

- Vay, oğlum, oğlum, oğlum!.. Hayvanlar bile dişilerden dolayı çarpışır. Koyunlar ne kadar sakin hayvanlar, ancak koçlar bu kadar ıslar ki birbirinin kafaları yarılır. Kukara adlı bir hızsızı duydun mu? Sen doğmadan önce evimizde kalıyordu. Bu Kulkara’nın şöyle bir işi vardı: dişi köpek alıp bekçi veya av erkek köpeğinin var olan yere giderdi. Düşün ki sık sık iyi köpekleri çalmayı becerirdi:

Güldüm, ama annem bana kızdı:

- Gülme, oğlum! Seni güldürmek için onu anlatmıyorum.

- Haklısın. Kızma. Ancak ben insanım, koyun değilim çoban köpeği de değilim ki...

- Burkut, ben sana şunu inandırmaya çalışıyorum: çok adam kadınlardan dolayı canları vermiş. Hem de aklı gücü seninkilerden az sahip olmayan adamlar.

Annem beni tartışmada yenmiş gibi bir görünüşüm yaptım.

- Doğru. Bates’i aramamayı söz veriyorum sana. Bana kendisi geleceği günü bekleyeceğim.

- O zaman onu kabul etmek istemezsen oğlum?

- Neden, annem? Aksakların söylediği şöyle bir atasözü yok mu:

kaybolan hayvan uğur verir bize

eğer Allah onu eve döndürmek isterse...

- Doğrudur. Ancak dedelerin başka bir  atasözünü de biliyordu:

- Bir kere baba evinden ayrılmış kız için o eve dönmek kötüdür.’

- Tamam, oğlum,- annem içini çekti,- seni eve çağırırdım ama şimdi baban ile görüşmüyorsun. Sana sadece hoşça kal söyleyebilirim.

Anneme teşekkür ettim. Kucakladım onu. Yeni duyduğum sözleri büyükannemin sözleri olabilirdi. Bu kadar akıllı ve net idi.

- Kalbimden gelen sözler idi çünkü’ yanağıyla yanağıma dokunarak dedi annem. 

- Annem bugünkü konuşmamızdan çok memnunum. Açıkçası seni görünce şaşırdım, ayaklarımı tutarak  kararlı şeklinde bırakmam dese.. diye düşündüm. Şimdi ise ricam var: bir daha ağlama, gidişinden  önce bugün yaptığın gibi bir daha ağlayıp sızlama.

 

- Korkma, gözlerimde yaşları görmezsin. Adamların bana ağlayışın ile  oğlunun başına belayı çağırmamam söylediğini hatırlıyorum.

- Anneciğim, ayrılmadan önce daha bir şey seninle konuşmak istiyorum. Kırılmayacaksın diye söz ver. Şunu söyle: bana doğum büyükannemin verdiğini sanılırdı, ta büyükannemin ölmesine kadar, öyle değil mi?

- Öyledir, Burkut, kazak gelenekleri hep öyle idi. Ailende nasıl olacak bakacağız. 

- Bir an önce evlenmem lazım annem’, diye güldüm ben, ‘Çocuklarım olduğu zaman kendin göreceksin...

- Her şeyi gördüm artık. Yengen Tekebayı’ın karısı sadece morali iyi olduğunda torunlarımı öpmeye bana izin veriyor. Morali bozuk ise çocuğuna dokunmak bile izin vermez.

- Hayır, anneciğim, merak etme, ailemde hiç bir zaman öyle olmayacak.

- Ferman senin oğlum. Torunlarıma her zaman sevineceğim. Ancak onlara bağlı olmaktan Allah korusun beni. Sen sözünü bitirmedin canım.

- Sana gerçek söyleceğim, anneciğim. Büyükannemin oğlu sanıldığımda gerçek annem senin olduğunu iyi biliyordum. Ancak bazen davranışlarına bakarak senden doğduğumdan pişman olurdum. Şimdi ise bir başkasının değil annem senin olduğuna seviniyorum!

- Allah, Allah, demek ki öyle düşünmüşün, canım. Şunu bilmelisin: anne ile evladı nasıl olsa birbirlerine kötü görünemezler.

Annemi öperek yanılmışım diye söylüyordum:

- Beni yendin annem.

Annem verdiği sözünü tuttu. Bir daha ağlamadı. Yalnız  yola çıktığım an yüzünden kan kaçtı. Sarı yüzlü bana yaklaşıp gömleğimin yakasını çözüp vücudumu kokladı:

- Yolun batır dedenin  yolu gibi olsun canım!

Annemin hayır duası kalbimde seslendi: çok genç idim, büyükannem ile akrabalarım beni öğrettikleri gibi alametlere inanmaya devam ediyordum. Subitey dedem hem de Jautik batır dedem ikisi düşmanlarla savaşması sırasında canları vermiş olduğundan  dolayı gönlüm yakıyordu. Demek ki dedelerin yolunda ben de canımı verebilirim diye  batıl inanca dayanan bir fikir aklıma geldi.

Ancak bu acı düşüncem annemden gizli kaldı.

 

DAYIM İLE TEMELLİ OLARAK  İLİŞKİMİ KESİYORUM

Çok acele ediyorduk, gecikmeden Kızıl Orda’ya vardık. Yol arkadaşlarımdan ayrılmadım ve onlarla beraber hepimiz için kiraladığım apartmanda kaldım. Haberleri öğrenmeye gönderdiğimiz  bizim turgaylılarımızdan biri  üç gün sonra Mauıtbayev ile ilgili yargılamanın başlayacağını bildirdi. Kimse ile görüşmek istemedim ve sürekli dairede kalıyordum. Ancak dayımın kulakları hem şehirdeki hem de  stepteki her şeyi duyuyordu. Beni sığnağımda hemen buldu.

Beni bulduğu zaman artık aşkam idi ve tahta yataklık üzerine yayılmış dastarhan etrafında oturup çay içip etin pişirmesini bekliyorduk.

 - Ne bir karşılaşmaaaa! diye uzattı dayım selamın yerinde eşiği aşarak. Çakılıp kalıp gözlerini hepimiz üzerine dolaştırdı.- Burada bizim turgaylıların kaldıklarını duydum.  İyi mi kötü mü, stepteki haberleri öğrenmeye geldim. Yeğenim de buradaymış.

Bu anda dayıma selam vermem gerekiyordu fakat şaşırdığımdan, hiç beklemediğimden, en nihayet bu yakın akrabamı pek sevmediğimden dolayı

- Evet, benim’, diye haykırdım ben.

Benim Turgay yol arkadaşlarımı yerlerinden kalkıp elini sıkışmaya acele ettiler. Ben de kalktım ama dayıma yaklaşmadım. O zaman dayım bana doğru adım attı:

- Senin ‘selam’ın da nerede, yeğenim?

Susarak elini sıkıştım. Saygısızlığımı sevmedi ve morali  hemen bozdu. Ona dastarhan başına onurlu bir yer verildiği halde memnun olmayan görünüşü ile  yandaki sandık üzerine oturdu. Dayım bağıra çağıra ikram edildiğinde sadece sadıktan kalkıp eğilerek kıbarlık için bir lokma ekmek alıp tekrar sandıkta oturdu.

- Ne zaman geldin?

- Artık iki gün buradayım.

- Trenle mi?

- Evet trenle.

- Neden bana gelişinden haber vermedin, uğuramadın?

- Beraber geldik, ayrılmak istemedim. Hem de evinizde yerleştiremeyeceğimizi düşündüm.

Dayı öfkeli tavırla beni avluya çıkmaya davet etti.

Turgay yol arkadaşlarımın yüzündeki ifadesinden  Jakıpbek dayım ile görüşmemi üstelik onun benimle başbaşa kalma isteğini sevmediklerini belli oluyordu. Direk beni vazgeçirmeye sıkılıyorlardı dolayısıyla akşam yemeğine geç kalmamamı rica ettiler. Dayımı ise kazak misafirperverliğine rağmen çağırmayı düşünmediler bile.

Dayı evine gitmeyi teklif etti. Teşekkür edip kibarca vazgeçtim. Zamanın geç olduğunu söyledim.

- Haydi, yeğen, ya burada dolaşalım ya bahçeye gidelim.

- O zaman burada dolaşıp konuşalım. 

- Hayır, kimseye rastlamayacağımız bir yere gidersek daha iyi olur. Yabancı kulaklar konuşmamızı dinlemesin.

- O zaman istediğiniz yere gidelim...

Kızıl Orada’nın çevresinde, özellikle batı ve güney taraflarında çok meyva bahçesi var. Bahçeler şehir zenginleri olan eski sahiplerine göre adlandırılmıştır. Eskiden kil duvarlar olan duval ile çevrilmişti. Sonra duvallar yıkılmış ve hayvanlar engele rastladaman bahçeye girip ağaç dallarını yerdi. Şehir belediyesi bahçelere düzen vermeye başladığı halde oraları emin sanmazdı.

Komündeki eğitimim zamanından beri bu bahçelerden korkuyordum. Bir gün birkaç sınıf arkadaşımla Mamay bayın bahçesine girdik. Peşimize düşen bir kimse olmuş biz ise bu kadar kormuş ki hemen pöstekiyi kurtardık.

Ne bir tesadüf ki dayım beni aynen o bahçeye götürdü.

 -Ya buraya girmezsek... daha iyi olmaz mı? - Uyardım dayımı. O ise Baltalı Tursunbay batır hakkında anlattı beni.

- Ablay han seferden dönerek akşamın alacakaranlığında gece geçirmek üzere sivri ahşap kazıkları ile çevrilmiş mezarlık yanında durmuş. Olay sonbahar zamanında yer olup soğukmuş, üşümüş askerler sıcak yemeği yapmaya karar vermişler. Her şey varmış: et, su, kazanlar. Sadece odun yokmuş. Tursunbay batır mezarlık kazıklarını getirmeye karar vermiş. Ablay razı olmuş. Ancak uygun bir an bulup Tursunbay duymasın diye ‘Sizden bir kişi mezarlığa gidip mezarda saklasın. Tursunbay kazıkları çıkartmaya başladığında ses vereceksiniz’ demiş.

Ablay öyle emretmiş aynen öyle yapılmıştı. Askerlerden biri görünmeden mezarlığa gelip bir mezara yatmış. Tursunbay gelir gelmez asker sıtma görmemiş ses vermiş. Fakat Tursunbay’ın yüreği oynamadı.

 ‘Sus be! Sakin yat! Sen bir ölüsün, burada canlı Ablay az kalsın açlıktan ölüyor!’

Dayım içini çekti.

- Beni anladın umarım? Hırsızlardan kormak için bir zaman değil şimdi. Bizi boğazımızdan tutan bolşeviklerden nasıl kurtarabiliriz diye anlatırsan bana daha iyi olur. Şimdi ölüm korkunç değil. Halk arasında konuşulacak biraz Jakıpbek öldürülmüş diye.... Bu kadar...

- Sizden daha gencim. Biraz daha yaşamak istiyorum

- Uzun uzun yaşacağından emin misin? diye sordu dayı gözlerime bakarak.

- Neden yaşamayayım ki?

Ancak dayım bu soruma cevap vermedi.

Susarak karanlık ve kapanık bahçeye geldik. Bana cesaret vermek istiyormuş gibi dayı sol kolumdan tutuyordu beni. Adımları serbest ve hafif idi. Burada her şeyi biliyormuş bahçedeki her çığırı tanıyormuş gibi geldi bana.

- İleriye gitmeyelim. Burada dolaşırız ya istersen oturalım.

Onun için nasıl daha uygunsa öyle olsun diye dayıma cevap verdim.

- O zaman şu ağaçlıklı yoldan geçelim.’ Dayım kolumdan aldı beni. Gizlice yavaş sesle konuşuyordu. Karanlığa rağmen üzerimde beni deneten ve  kuşkulu bakışını hissediyordum.

- Günlerimizde, Burkut, bir adam başka bir adama güvenmez. Eski zamanlar da devlet güvenmediği düşman sanıldığı insanları dikkatli izlerdi. Aynı şimdi gibi: Olağanüstü Komisyonu  veya bugün bu makam yeni adlandırıldığı gibi DSY (Kısaltma: Devlet Siyaset Yönetimi. 1917 -1922 yıllar arasında karşı devrimin belirtilerine karşı savaşan makam) Sovyet iktidarına zarar verebilen herkesi takip edermiş.  Her yerde kulak ile gözler varmış... Baylarımız arasında bile...

- Bana neden bunu anlatıyorsunuz , dayı? Sizi izliyorum diye düşünmüyorsunuz, değil mi?

- Allah korusun, yeğenim! Sana tabi ki güveniyorum. Sen öz kızkardeşimin oğlusun, Kanımız aynı. Sana güvenmezsem kime güveneceğim ki?

-O zaman tüm bu uyarılar ne için?

- İhtiyatın rezili yok ki. Üstelik dilini ağızında tutmanı isterdim. Eğer akrabalar birbirlerini elevermeye başlarlarsa bu dünya nereye gider bir düşün bakalım.

- Bana güveniyorsunuz. Peki,- dayımı sakinleştirmeye çalıştım, - O zaman sizden tenha bir bahçeye beni bu kadar önemli olan ne için getirdiğinizi öğrenmek isterdim.

- Fazla sabırsızsın yeğenim!.. Acele etme! Sovyet iktidarının dilinde bay ile milliyetçi adlandırılan adamların sayısı gittikçe azaltıyor, aynen iyi hayat umudu gittikçe azaltıldığı gibi. Hem NEP bitmiş hem de vergiler artar, şimdi ise otlar biçilen toprakların bölmesi kanunu hazırlanıyormuş. Tüm topraklar zengin ile yoksul arasında eşit olarak paylaşılacakmış. Sağcılar bu bölmeye karşı çıktıkları halde hiç bir sonucu olmamış.

Dayımın bu çeşit konuşmaları sevmedim, sovyet iktidarının ilk kanunlarından biri toprak kanununun olduğunu direk ona söyledim.

- Rusya’da çiftçiler toprak ağalarının tarlaları çoktan alabilmişler, diye devam ediyordum ben, - Bizde ise en iyi topraklar hala bay ile bek mülkiyetindedir. Böyle baylardan biri babamdır!

Babam sözlerimi dayımın kulağı tırmaladı.

- Ne dedin, tekrar et!

Sakin olarak tekrar söyledim.

- Böyle baylardan biri babamdır!

- Demek ki babanı acımıyorsun.-  Dayımın sesinde öfke hissediliyordu.

- Acısaydım bile, ne faydası var ki. Sanki o zaman Sovyet iktidarı başka bir toprak kanunu kabul ederdi! Ne benim ne sizin ne de bu bayların tümününün yasaları iptal etmek için gücü yetmez.

- Gücümüz yetmez tabi ki, - teyit etti dayım, - Ancak balta kaldırıldığına kadar ağaç dinlenirmiş, çare geçici olsa bile bulunabilir.’

Dayı sorularıma direk cevapları vermeden ana soruya geçmek istemiyordu.

Başını hep ürekek ürkek geri dönerek, ya karanlık yolları yada da  kirpiç tuğla veya tezeler bulunan içinde yılan ile örümcek saklanan otlar ile kaplanmış açık alanları  seçip bahçeden dolaştırıyordu beni.

- Beni nereye götürdünü, dayı, ana yol senin için uygun değil miydi?

- Bir günü akın şunu söylememiş mi:

Düşmanın kaldırıldığını deme - sel yarığında saklanmış o

hırsızın kaybolduğunu deme – şapka altına girmiş o.’

- Kulak misafimiz olmadığından emin olabilir miyiz. Ağaçlar arasında açık alandan saklamak daha kolay, değil mi?

-Darılabilisiniz dayı, fakat tavşan yürekli adam gibi davranıyorsunuz. Kendi adımların seslerinden korkuyorsunuz. ..

- Zaman böyle, yeğen...diye başlayacaktı dayım fakat sözünü kestim ben:

- Zaman!.. Zaman!... Hırsızlar gibi bu bahçede saklamak için mi zaman! Her şeyden saklanmak neye yarar? Gerçekten gece arasında peşinize düşüp kim size takip edecek ki? Sovyet iktidarının düşmalarına karşı savaştığını biliyorum, açık ve cesaretli mücadele ediyor,  ancak bu mücadele düşündüğünüzden çok daha derin. Burada şimdi deliye bile rastlamazsınız...

Sözlerim dayımın haysiyetine dokundu.

          - Не оскорбляй так! (rus. Hakaret etme böyle!) , - nedense Rusça olarak bağırdı.

            - Sizi kırmak istemedim. Ama gerçekten etrafında kimse yok, istediğiniz her şeyi çoktan söylebilirdiniz bana.’

Bu defa tam güvenliğinden emin olmuş. Ancak ilerleyip dönerek bu kadar çok uzaktan başladı ki yine de sözü nereye getirdiğini anlayamadım. Her şeyi konuştu:  yabancı müdahalecileri, Amerikayı, emperyalizmin şiddetlendirilmesini... Ulusrararası durum ile ilgili tüm fazla akıllı olmayan düşüncelerini anlatıyordu. Zayif bir umudu ile genç ülkemiz için her yerde tehdidi bulmaya çalışıyordu tabi ki.

En nihayet butün bu saf siyaset biliminden bıktım ben.

- Dayım, ya bu konuşmayı bırakırsak.... hiç faydası yok onun. Benimle alakalı olanı bana direk söylemenizi rica ederim.

- İyiliğe umudun varsa halkı darıltma, Burkut.

Dayımın imasını anlıyamayınca ondan daha net konuşmayı rica ettim. O zaman bana dedelerin deyimi hatırlattı:

- Küçük kardeş, büyük kardeşinden tutar

Kardeşler birliği soyumuzu güçlü yapar.

Hayat yalnız yaşanmaz.

Kürk giyinmeden yakası iliklenmez.

Büyük kardeşler önemli, Burkut. Büyük kardeşler halkın gücüdur. Sen tabi ki kimi konuştuğumu anlıyorsun. Mambet, babanı ve onun gibileri konuşuyorum. Onları darıltmışın sen, demek ki halkı darıltmışın.

Açıkçası sen Kızıl Orda’ya bile onları tamamen birbirlerine düşürmek için geldin.

 

Silkindim:

- Bu da nereden çıktı?

- Sanki halkın elli kulak olduğunu bilmiyorsun sen. Yeğen, böyle kavgalar çıkarılmaz. Çıkarılmazdır!

İçim kısıldı. Gerçek duygularını belli etmeden yavaş sesle

- Barıştırma için ne yapmak gerekiyor?’diye sordum.

- Büyüklerin istediğini yapmak, Burkut!

- Tamamını söyleyin dayım. Sizce ne yapmam gerekiyor acaba?

- Kendinin iyi bildiğini bana soruyorsun!

Dirseğimi dayımın elinden kurtardım:

- Neyi biliyorum, dayım? Mambet kızı ile evlenmemeliyim söylemeye çalışıyorsunuz galiba.

- Yollarınız zaten ayrılmış, değil mi?

- Artık bunu da biliyorsunuz?

- Söyledim sana artık: halkın elli kulağı var. Milliyet duyuyor ben de duyuyorum...

Bundan sonra artık kendimi tutamadım.

- Söylemek istediğiniz hepsi bu mu, dayı? Beni gece  tenha bakımsız bir bahçeye götürüp hiç bilmediğiniz Amerikayi konuşuyordunuz, dünya politikasını hatırladınız... Bütün bunlar tek Mambet’in kızı ile beni azarlamak için mi? Alçak bir şey bu, dayı.

- Sana bunlar önemsiz geliyor, babanla benim için sözlerin ve davranışların taştan ağır.

- Bamam için gerçekten öyleymiş,’ öfke boğazıma geldi. ‘Sizin ne alakanız var, dayı?

- Çevremdeki herkes daha  iyi olsun diye düşünen inasanlardan biriyim, Burkut.  Kavga, düşmanlık falan çıktığında endişeliyorum.

- Benden ne istiyorsunuz eninde sonunda.

- Bu kızı unut. Seninle gitmemiş ve seni tüm Turgay stepinin önünde rezil etmiş.

Şimdi Mambet’in kızı kendisine neyle seni bağlayacak? Saba bedel değildir o. Kendin biliyorsun. Okumaya devam etmen gerekiyor ondan sonra evliliği düşüneceksin. Enstitüyü bitirdiğinde  kendim sana ondan daha iyi bir kız bulmayı söz veriyorum!..

Çok kızdım artık ve bunu saklıyamadım:

- Yani kendiniz bulacaksınız kendiniz pezevenklik edeceksiniz, değil mi?

Kızıp, kekeleyip bağırıyordum.

- Beni kim sanıyorsun?’ diye darıldı dayım. - Bir yiğit kız ile pezevekilik edecek miyi?

- Beni öküz kızı ise inek sandığınızı gerçekten öyle  anladım ben...

- Zeki bir erkek olduğunu sanıyordum ama sen aptal gibi davranıyorsun!

-O zaman kendin kimsin?- Hayatımda ilk defa dayıma saygı kaybederek ona sen olarak hitab ettim ben.

O da  kızgınlıktan az kalsın tıkanıyordu, bir söz bile söyleyemedi. Bu an sanki aklı ondan kaçarak bana geldi.

- Vay dayım, vay! Böyle bir adamın olduğunuzu hiç düşünemedim, diye sakin sesle söylemek için içimde gücü buldum.

-Nasıl bir adam?

-Alçaktır.

Kaplanmış kızgınlıktan dolayı cevap veremedi dayı, ben ise soğukkanlıca devam ediyordum:

Evet, dayı, gencim ve şu ana kadar siyaset ile uğraşan insanların başkalardan daha yüksek olduğunu düşündüm. Gerçek insan, saygın insanlar. Gönüllerinin temiz olduğunu tahmin ediyordum.

-Doğru!- Haykırdı dayı, bu sözleri kendi hesabına alarak.

- Fakat siz, dayı, böyle değilsiniz.

 - Ne kanıtların var. -Bu defa sabırlı olmayı çalışıyordu.

- Kanıtlar mı? Kendi sözlerinizde bulabilirsiniz. Eğer bay hizmetçileri  dalkavukçuları birbirini seven kız ile erkek karşısına çıkarlarsa anlışılabilir. Ellerinde bir kitap bile tutmadılar. Fakat siz tahsili bilinçli bir adamsınız... Kendiniz, iyi hatırlıyorum ben, ‘Kadınlar özgürlüğü, kişilik özgürlüğü’ sözleri telaffus ediyordunuz ...’  Şimdi ise ne kadar alçak düştünüz!

Dayım mahcup oldu. Çoktan uyuyan vicdan sanki bir an için uyanmış.

 

-Bu bir düşme değil, canım...- yumuşak ve şaşırmış sesle diye söyledi o, ancak ona bitirmeyi imkan vermedim.

- Artık dinleyemem bile.

Kararlı adımlar ile karanlık bahçenin çıkışına doğru gittim. Peşime

- Dur, diyorum sana!..’diye bağırdı.

Yoluma devam ediyordum.

-Dur sene!- Dayım artık bana emrederek tekrar bağırdı. Adımı bile yavaşlandırmadım.

- Nasıl olsa kurtarmazsın, bana yetişerek kısık sesle dedi dayım, - durursan konuşmamızı bitirirsek daha iyi olur.

- Eğer vazgeçersem?

- O zaman... bu kızın hiç bir zaman senin olmaması için elime geleni yapacağım...

- Kendin daha önce canını verirsen?

- Sen beni batırmayı mı düşünüyorsun? Hayır, tanıklar olmadan hiç bir şey yapamazsın.

Nihayet durdum ben.

- Ayıp yahu...! İşte bu yüzden bu tenha bir bahçede benimle sadece başbaşa konuşmak istedin. Bir çare bilmiyorsun ki zamanın geçti. Başka bir zaman geldi, sovyet zamanı.

- Açıkçası ondan iyi bir şey hiç beklemiyorum, diye içimi çekti dayı. - Ancak bir şeyin cezasını görürsem, o da bakışlarım olacak. Sen ise? Neyin cezasını göreceksin?

- Ben mi? Neden ben?’

Yumruklarımı kullanacağım diye düşünmüş gibi arkaya doğru çekildi.

- Seni konuşmuyorum, yeğen, babanı konuşuyorum. Ancak o sen değil mi?

- Yok!Yok! Biz ayrı  insanız, birbirimiz ile ilişkimizi kestik.

- Bunu bilmedim.... öyleymiş. Birbirini darıltırsanız bile işi kıyıma kadar sürmezsiniz.  Demek ki bugünkü dili kullanarak sınıf düşmanlarısınız, değil mi?

- İstediğiniz gibi ad verebilirsiniz, ancak biz gerçekten düşmanız. 

- Anladım, yeğen, anladım.... Şimdi babanı ihanet edip DSY’ye ele verebilirsin...

 

- DSY, DSY,’ diye dayımın korkaklığı ile alay ettim,- Aynen fare gibi en büyük düşmanı kedi olduğunu zannedermiş. Tüm güç işçilerin yönetiminde. DSY onların ellerindedir.

- Bu kadar iyi her şeyi anlıyorsan neden şu ana kadar kommunist partisine girmemişsin o zaman?

-Girdiğimde sizi sormayacağım.

-Kabul edileceğini mi düşünüyorsun? Bak işte! - karanlıkta parmaklarıyla ettiği nahı gördüm.

-parti seni istemez ki! Sen bayın oğlusun, devrime karşı birinin oğlusun!

- Bekle bakalım, bunu göreceğiz.

Tekrar çıkışa doğru yürüdüm ve tekrar peşime bağıran dayımı duydum

-Dur, dur!

Bütün bunlardan bıktım artık ve tehdit ettiğine kadar yürümeye devam ediyordum:

-Pişman olursun, sonra kırılma.

-Bana ne yapacaksın, yahu! Döveceksin mi vuracaksın mı?

Tehditlerden yine yalvarmalara geçti:

- Demek ki seninle ayrıldık, yeğen? O zaman birbirine kırılmayalım?

- Nasıl bir kırgınlıktan konuşulabilir ki insanlar düşmanlar ise.

 

Her adım ile dayıdan uzaklaşıyordum. Birkaç dakika sonra geri baktım. Dayımın silueti  karanlıkta hayal meyal görünüyordu. Bir an sonra kayboldu... Jakıpbek dayımdan tüm canımıyla uzaklaştığımı düşünüyordum, bu defa sürekli olarak uzaklaşmışım.

 

HAYIR, TER BOŞUNA DÖKÜLMEMİŞTİ

Kızıl Orda’nın en büyük salonu o zaman kazak dram tiyatrosunun binasında bulunuyordu. Perde ilk defa aynı yıl da açıldı. Devrimden önce bina sadece  Petrovskiy nahiye yönetiminin binek atları için kullanılan uzun  bir ambardı. Bin dokuz yüz yirmi beş yılında Kazakistan merkezi Orenburg’dan  eski Ak Cami’nin yerinde oluşturulmuş Petrovskiy kalesinin şu anda adlandırıldığı gibi Kızıl Orda’ya götürmeye karar verildi. Tüm Kızıl Orda’da Sovyetlerin beşinci cumhuriyet toplantısı için tek uygun bir  yer bulunmuştu, o da şehir  ahırları. Onlar çabuk çabuk külüp haline getirilmişti. Tahtalardan sahne yapılmış, zemin üzerine banklar koyulmuştu. Kızıl Orda’da kazak tiyatrosunun ilk topluluk toplandığı zaman bu külüp onlar için uygun bir bina olumuştu. Ancak toprak  tabanı buraya artık yakışmıyordu. Üzerine tahtalar döşelmişti. Bu tiyatronun binası büyük değildi: numaralı yer sayısı sadece elli iki idi. Bunun dışında yaklaşık elli kişi de ayakta durarak da burada sığınabilirdi. Genelde tiyatroların tabanları  arka sıraların seyircileri sahnedeki temsili iyi görsünler diye eğlimlidir. Ancak Kızıl Orda’daki  tiyatro tabanı düz idi, ve ön sıralarda oturmayanlar için sahneyi görmek bu kadar zordu ki oyunu takip edemediği için bu kadar gürültü yapıyorlardı ki aktörlerin sesleri duyulmazdı.

 

Bu salonda Mauıtbayev yargılanıyordu. Ancak salona bilet  esnasında giriliyordu. Milis gerekli kağıda sahip olmayanları kapı önünde zorla zaptediyordu.

Duruşmalar üç gündür yer aldı. Sabah ve akşam toplam günlük yaklaşık on saat  sürüyordu.   Ağustos’un ortası Kızıl Orda’da çok sıcak bir mevsim, dolasıyıyla salonda dayanılmaz bir sıcaklık vardı. Ter ve ahır kokuyor, nefes alınmazdı.  Hava gelsin diye kapı açmak gerekiyordu fakat tiyatro salonuna giremeyen yoğun bir kalabalık ile çervilmişti. Kanalın açık tesviyelerine akan su gibi salona girseydiler ve hiç bir milis bu akımı tutamazdı.

Sıcak darlığına ve genel endişeli duruma rağmen salon sessiz idi. Halk kımıldamaktan bile korkuyordu. Gereksiz bir hareket etmemeye çalışarak ben de donup kaldım.

Bu yerde konudan biraz ayrılmak isterdim. Sıradan gençlik oyunlarına seve seve katılmazdım ben. Tiyatroyu ise çok sevdim. Orengburg’dayken rus dram oyunlarına sık sık giderdim. Orengburg’da tiyatro çoktan vardı ve bulunduğu yer şehrin en güzel binalarından biri idi. O zaman Ruşça’yı kötü anlıyordum ancak hiç bir yeni oyun kaçırmazdım. Sonra Rusça’yı iyi öğrendiğimde daha önce gördüğüm oyunları tekrar görmek istedim. Çok kişileri  sevdim ben, bazılara,  örneğin Hamlet’e, benzemeyi bile hayal ederdim.

Mauıtbayev yargılaması ilk önce ilginç bir oyun gibi sürükleyici geldi bana. Başlangıcının biraz uzatılmış hüküm olarak adlandırılan tek belgenin sıkıcı beylik ve herkese net olmayan dil ile yazılmış olduğuna rağmen salondan çıkmak istemeyenlerin terden ıslak sabırla nefes almadan nelerin olayacağını bekleyenlerin arasındaydım.

Kanıtların soruşturması artık kimseyi ilgisiz bırakamadı. Hem soru hem de cevaplar salondakileri kuşkunlandırıyordu. Tanıklar iki ayrı gruba düştü. Çokluğu sanığa karşı çıkıyordu,  dayım Jakıpbek Dauletov dahil olmak üzere on kişilik azlığı Mauıtbayev’i ve taraflarını savunuyordu.

Gerçek iddia makamının tarafındaydı. Müdafiyelere gelirse boş kanıtsız konuşmaları o zamanlar denildiği gibi  basit  demagoji idi. Alaycılar onu çabuk kazak tarzına koyup ‘demeli kok’ yani ‘anlıyabilen olmaya umit eden  gri at’ adlandırdılar. Tanıklardan biri çok belagatli dilinde yerinde ve yerinde olmayan tunturaklı  vatan, ulus, kazaklar sözlerini ekleyerek  konuşmaya başlarsa salonda hemen dalgalar kopardı: 

‘Griye bin!..’

‘Kamçıla!..’

‘Atı doludizgin sürsene!’

Müdafi tarafının tanıklarının sözleri ise anlamlı, ağır ve bılgındağa düşen  taş gibi hedefi tutturuyordu.

Müdafi ve iddia makamları yargılama sırasında bu kadar kavga ediyorlardı ki arada bir kıyamet kopuyordu. Başkan elini kaldırıp zil çalıyordu ama faydası yoktu. Gürültü kesilmiyordu. Beklemedik bir sırada karşı tarafların tanıkları  yumrukları kullanmaya başladılar. O zaman birbirleri ile temasa geçmesinler diye salonları karşı kısımlarında yerleştirildi merkezde ise milis kondu. 

Savunmacının ve müddeiumuminin konuşması sırasında yargılarama çok ilginç olmuş.

Ana savunmacı  istendiği gibi isim ile soyisim yayılmış değiştirme alışkanlığa bağlı olan kazakların Sadıkbay Klışbayev olarak adlandırdığı Sergey Sergeyeviç Klinkov idi.

 

Klinkov Klışbayev ilginç  şeyleri konuşulan bir kişi idi. Kerenskiy ile beraber dokuz yüzlü yılların başlangıcında Kazan üniversitesinin hukuk fakültesinde oğreniyormuş. Üniversiteyi bitirdikten sonra avukatlığa başlamış ve en kısa zamanda Rusya’nın en büyük hukukçuları arasına girmiş. Peterburg, Moskova, Kiev ve Varşova’da çok zor işlere katılarak başarı ile onları kazanırmış... Yargılama arasındaki molla sırasında Klışbayev’in hayranlarından birinin onu övdüğünü duydum.

- Kendine ne kadar büyük değer verir! Davayı almasına  onu ikna etmek zordu. Eğer alıyorsa alın olarak binleri ister. İflas edecek olan bir Kiev milyoneri ona iki yüz ödemiş. Klışbayev ise zenginin boğazını tutan ilmiği kolay kolay  çözmüş.

Biri sordu:

-Sovyet zamanında sizin Klışbayev’in ne işi var?

- Belli bir zaman içinde bizde Kazakinstan’da bölge adalet bürosunda sonra vilayet adalet bürosunda kayıt memuru olarak Uyust’ta hizmet yapmış. Son yıllarda ise Moskova’da komiserliklerinden birinde hukuk müşavırliği yapıyormuş.

- Neden avukatlığı bırakmış?

- Kerenskiy ile beraber öğrendiğini söyledim ya, yakın arkadaşıymış. Hatta aynı sosyalist devrimci partisine girermiş. Yaradılışından korkak olup, göç eden uzak aulda saklıyormuş. Yirminci yılda göz altında alınmış. Devrime karşı aslında hiç bir suçu olmadığı için  serbest bırakılmış ve hatta işe girmek için yardım verilmişti. Şimdi sakin işi seviyormuş. Güvenebilir mi şu bilgi tam bilmiyorum ama bin dokuz yüz yirmi dört yılında ünlü terörist ve sosyal devrimci olan Boris Savinov Sovyet  yüksek mahkemesinden  savunmasıyla Sergey Sergeyeviç Klinkov’u görevlendirmeyi rica etmişti. Mahkeme razı olmuş ancak Sadıkbay olmamıştı. Avukatlıktan ayrılıp paslanmışım, demiş. Yakın arkadaşlarına ise başkasını söylemiş, yani işin başarılı sonucuna umit olsaydı razı olurmuş, demiş.  Belagat ile bu işe yaramaz. Nasıl olsa kurşuna dizilecek, demiş. Boşuna ter dökmeye ne gerek var ki?

Burada ben de soru sordum.

-O zaman neden Mauıtbayev’i savunmaya razı olmuş?

-Bu dava siyasi olmaktan çok cezalık davasıdır,’ ünlü savunmacının hayranı cevap veriyordu bana. ‘Üstelik pek çok saygılı kazaklar onu rica etmişler. Jakıpbek Dauletov Klışbayev’i ikna etmek için Moskova’ya gitmiş. Kandırmalarının sonucu olmadığında Alihan Bukeyhanov işe katılmış.

Avukatın bu hayranının Mauıtbayev’in acısını paylaştığını belli idi. Aksi takdirde dinleyicileri kesinlikle aklanacağına kandırmaya çalışmasaydı:

- Zaten mahkum edilmezdi, şimdi ise Sadıkbay savunmasını yapacak ise bunun şüphesi olmaz. Artık aklanmış olduğunu zannedebilirsiniz.

Klışbayev görünüşünden epeyce müthiş, izlendirici bir adamdı. Uzun boylu, sırtı hafifçe kamburlaşmış, kuru nedense - belki geniş omuzlarda yerleştirilmiş uzun kafasından dolayı -  borzoy tarzına benziyordu.  Çenesi sivriydi, küçük çökük gözleri ise gözlüğün kalın camlarından kurnazca bakıyordu.

Uzun parmakları,  kuru vucudunu vurgulayan ince ceketi ile pantolonu aklımda kaldı. Yürüşü çabuk, konuşma tarzı ağırdı. Konuştuğunda kör bir adam gibi kafasını öne çekiyordu. Kısacası bu ünlü avukat sempatik bir adam değildi.

Klışbayev’in yanında savcı Korganbekov gösterişsiz görünüyordu. Yagılamadan önce onu tanımadıkları insanlara basit geliyordu. Kısa boylu, zayıf, kalmık aksanıyla konuşan Korganbekov sadece siyah bıyıkları ile ayrılaşıyordu. Sokulgan ve alaylıydı, şaka etmeyi sever ve kendisi de şakaları anlardı. Akcal ocağının işciliğinin ailesinde doğduğunu ve yetiştiğini öğrendim. Rus okulunun sadece iki sınıfını bitirmiş şimdi ise ‘orman ve toprak işçileri’ sendikası komitesi başkanıymış. Mauıtbayev taraflıları:

- Allah, Allah! Bu adam savcı mı olacak?! Şu dişli kurt onu yakalarsa bir şey kalmaz ondan?! diye heyecanlıyordu.

Ancak Korganbekov’u iyi tanıyanlar da vardı:

- Heyecanlanmayın! diye sakinleştiriyorlardı – Gerçekten çabuk olan atı renginden veya yelesinden belli olmaz ki. Yarış başladığında nasıl  gittiğini göreceğiz!

Herkesin bu sözlerine inandığını bilmiyorum ancak içimde kuşkum vardı: eğer uzun bacaklı avukat koşmaya başlarsa alçakgönüllü Korganbekov kuyruğu bile göremez. Gönlüm işçiliğin oğlunun dişli yabancıyı yenilmesini istiyordu ve konuşmaları zamanını iple çekiyordum.

En nihayet mahkeme başkanı Klışbayev’e söz verdi. Salondaki insanlardan göz gezdirince sanıkların ve taraflılarının yüzlerinin aydınlandığını gördüm. Savcınn taraflıları ise yaklaşan fırtınadan önce yurtaları payandalayan insanlar gibi kuşkulandı.

Ancak fırtına kopmamış. Gerçi, savunmacının belagatı bazıların hoşuna gitti:

- Ne kadar güzel söylemiş, aslan!

- Mahvetti! Tamamen mahvetti!

- Yalnız düşünün, Bu kadar ince ama içine ne kadar çok bilgi sığmış!

Yargılamaya ara verildiği zaman, tanıdıklarımla konuşup Klışbayev’i aynı düşündüğümüzden emin oldum.

Pek çok arkadaşlarım şu fikrime katılıyordu:

Klinkov-Klışbayev Roma huhukuna, ortaçağa, Fransız devrimi örneklerine dayanarak derin bilgilerini göstermeye çalışarak boşuna hava atıyordu. Tarihi kısmı bir saatten çok sürdü. Bilginliğinden hem salondaki seyirciler hem de yargılar bıktı. Sözü kesildi: dava ile direk alakası olanı konuşun.  Hoşnutsuz yüzü yaparak tarihe devam ediyordu bundan sonra sovyet hukukuna geçti. Ancak bu fikirleri de davanın konusu ile ilgili değildi. Genel cümlelerden asıl konuya geçmesi gerektiği tekrar hatırlandı. Hem de salondakilerin sabrı da bitti

- Bu boşboğazı ne kadar dinleyeceğiz?

Yanız bundan sonra zorla yana dönüp Mauıtbayev’i konuşmaya başladı. Ancak burada eski güveni sanki bırakmış onu. Yalnış adım atmaktan, düşmekten korkuyordu. Net bir cezanın beraatı için kanıtları yokmuş gibi geliyordu. Nasıl olsa ünlü avukat  güçlü inandırıcı kanıtları bulamadı. Uzatılmış konuşmasını ne kadar süslediğine rağmen hafızada sadece genel cümleler kalıyordu: ‘Kendini düşünmedi halkını düşünüyordu.... her şey açlık felaketinden dolayı. Ceza nedenlerinin temelinde aklanabilir....’

Bu konuşmanın üç saat kırk iki dakika on beş saniye sürdüğünü mahsus hesapladım. Hem de sanıkların savunması için  yapılmamış savunmacının kendi hukuk bilginliği göstermek için yapılmıştı. Kimin ihtiyacı var ki buna?

Diğerler ile beraber dışarıya çıktım. Kalabalık azaldığında biri omuzuma dokundu. Dönüp bakıp dayımı gördüm! Her gün mahkeme salonundaydık ama bana rastlamamaya çalışıyordu, rastladıysa bile beni fark etmediğini gösteriyordu.

Dayımın beklemediğim davranışına şaşıran ben susarak bakıyordum ona ne söyleyeceğini beikliyordum.

-Hadi canım, şuraya geçelim, diyerek kafası ile insanları olmayan ağaçlar arasındaki yan tarafını gösterdi.

Kavgamızdan sonra bile büyüklere vazgeçmeme aul alışkanlığına bağlı olduğumdan dolayı dayıma red cevabını vermedim.

            Yalnız kaldığımızda üstü kapalı olarak konuşmaya başladı:

            -Ağır sözleri birbirimize söyledik, canım yeğenim. Ağır, üzerine düşünmemiş sözler. Öfke ile yönetilen dudaklarımızdan çıkıyordu.

- Ancak dendiği gibi: Kökü aynı olan insanlar ayrılmaz. Sana her şeyi affediyorum. Sen de beni affet, canım....

- Kendiniz söylüyordunuz dayı: ‘söylenmiş söz atılmış oktur’ geri nasıl alınabilir ki?

- Çok istersen ok da geri gelir. Biz zaten arkrabayız, değil mi? Her şey hala düzeltilebilir. Geçen kavgamızı unutalım ve her şey kendi kendine iyi haline gelir.

            -Zaman gösterir, diye  cevap verdim  bu defa kavgadan kaçarak ve dayımın barışlama umutlarını kırmak istemeden.

- Doğru! Diye söyledi yavaş sesle, ‘Bir yigitin yolu uzun.’ Senin önünde kafamı eğiyorum yaşlarına göre benim için oğlum gibi olduğuna rağmen. Görüyor musun ne kadar müsamahkarım...

- Bizden kimin haklı olduğunu zaman gösterir, dedim, -dayı.

- Doğru bir cevap. Katılıyorum! Ancak o gün fazla öfkelediğim için sana önemli bir şey söylemeyi unuttum... Evimde kalmadığın için çok kızdım orada. Sonra Erkin Ercanov tarafından aulda kandırılmış olup kötü bir işe girmeyi düşündüğünü duydum.

- Neyi konuşuyorsunuz, dayı?

-Tahmin ediyorsun zaten. Hem Turgay kazakları hem de diğerler Mauıtbayev’i ve taraflılarını suçluyorlar. Yargılamanın onun için kötü bitirdiğinden eminler. Ancak çabaları boşuna dökülmüş ter. Mauıtbayev’in hem aşağıda hem de yukarıda savunmacıları çok.

-Yargılama devam ediyor, dayı. Haklıysanız mahkemeye kadar işi sürmeye ne gerek vardı ki?

-Yargılama, havayı dedikodu ve iftiradan temizlemek için  Mauıtbayev’i halkın önünde aklamak için devam ediyor.

-Bütün bunları bana neden anlatıyorsunuz, dayı?

-İşte şu nedenle: Mauıtbayev’a karşı olduğunu biliyorum yeğen. Turgaylılar seni ona karşı kurdular, mahkemede ona karşı ifade bile vermek üzere olduğunu da biliyorum.

Şaşakaldım ben. Niyetlerimi nasıl öğrenmiş?  Neredeyse kimseyi onları anlatmadım.

 

Bundan sonra dayım esrarlı hikayeleri anlatmaya başladı. Mollaların söyledikleri gibi her insanı takip eden ve tüm hareketleri kayıt eden  iki melek varmış. Bu meleklerin biri çeneme oturmaya becereyip aulda ve şehirde Mauıtbayev  yargılaması ile ilgili dediğim her şeyi tamamen kaydebilmişti. 

Dayımın bu masalı duyduktan sonra hey şeyi iyi bildiğini anlayıp kendimi savunmaya başlamadım.

-İşte şunu söylüyorum yeğen: niyetlerinden vazgeç. Mauıtbayev karşısına çıkma. Nasıl olsa aklanmış olacak. Rezil olma. Bu kavgaya girme, kesinlikle yenilmiş olacaksın.  Seni ise ben düşüneceğim, akrabamsın benim zaten.

Dayımın sözleri beni heyecanladı ama niyetlerim değişmedi.  Burada kavgalara devam etmek istemeden kurnazlık edip her şeyi iyi düşüneceğimi söyledim.

-Tamam, yeğen. Yalnız şunu hatırla: düşüp kötü hatta bile çok kötü çarpabilirsin!

Bundan sonra vedalaştık. Dayımın sözlerinde kötü bir şey hissettim ama Mauıtbayev’in kesin yaptığı cezalardan sonra aklamasına inanamadım. Kafama sığımıyordu. Dolayısyla sabırla beklemeye karar verdim.

İki saat sonra yargılama devam etti. Tam başlangıcından önce mahkeme başkanına yaklaşıp konuşma vermeye hazırladığımı söyledim ona.

 

- Tamam, notu bırakıp kaydet kendini, ancak ilk önce savcıyı dinle, dedi.

Kendimi kaydedip yerime döndüm.

Korganbekov’e söz verildiğinde bir titremedir aldı beni. İçinde beni büyükannemin yetiştirdiği dindarlığından  kendimi tamamen kurtarmadığım için epeyce yüksek sesle: 

-Allah yardımcısı olsun! diye haykırdım.

Komşu beni yanımdan vurdu:

- Sakin ol! Bir de ya şaka ederek ya da ciddi olarak

- Elmacıklıktan vurulmuş ve dilin cıkartılmış olmamana bak! diye ekledi.

Korganbekov’un konuşmasının ilk dakikaları hoşuma gitmedi. Bence yeterli olarak inandırıcı değildi. Gözlüklerini temizleyerek salondan gülen gözleri  sanki şaka yapmak üzere gezdirmeye başladı. ‘Ne yapıyor bu ya,’ hüzünle düşündüm ben. ‘Yüzeysel konuşması için önceden mi özür diliyor? Ondan ciddi doğru sözleri beklenmesinler diye uyarmak mı istiyor?’

İşte sanki sahnedeki aktör gibi yüzünden gülümsemesini kaçırarak gözlüklerini giyip bir kağıda bakmadan hızlı hızlı konuşmaya başladı. İlk önce o yazılı  konuşmayı hazırlamadığı için üzüldüm. O zaman konuşmasının daha kanıtlı ve daha ardıcıl olacağını düşündüm.

‘Sayın mahkeme başkanı! Sayın mahkeme üyeleri! Sayın savunmacı, savcılar! Bu salonda bulunan tüm bay ve bayan vatandaşları!’  İnandırıcı ama basit şeklinde diye başladı. Derhal bıyıklarına tekrar gülümsedi:

-          Vatandaş Sadıkbay Klışbayev’e kanunlar bilginliği bakımından yetişemeyiz tabi ki.  O gerçek bir dağdır biz ise küçük bir  tümseğiz!..

-          Bu şakaları bırakın ya!...dayanamadan haykırdım ben.

Haykırışıma dikkat vermedem Korganbekov ‘Bilgili adam yanında dilini tut, - kazaklar öyle derler- hem de ‘Büyük bir nehir yanında kuyu kazma’ derler.

- Konuya geç!- salondan biri bağırdı. Ancak Korganbekov bu haykırışa da dikkat vermeden sakin olarak devam ediyordu.

Enstitülere gidip huhuk bilimini öğrenme şansımız yoktu. Vatandaş Klışbayev hukuk tarihi ile ilgili üç saatlik dersi ile biraz gözlerimizi açıp bize aydınlığı gösterdi. Onun için ben şahsen ona en içten teşekkürlerimi sunarım.’

Korganbekov’un sözleri tekrar kesildi. Ancak konuşmanın alaylı tarzına devam ederek gözü kıpırdamadı bile.

- Vatandaş Klışbayev yüksek uçuyor, ta bulutların altında. Bu yüzden bize uzak göklerde duyduğu masalı anlatıyordu. Biz ise yoksul insanız, toprak üzerine yürüyoruz ve sadece stepimizde ve ülkemizde gördüğümüz şeyleri konuşacağız...

Bu arada konuya yaklaşmaya başladı. İlk önce tırıs gidiyordu sonra hızlandırdı en nihayet tren  hızı ile gitti. Gerçek bir zevk alarak kalakaldım ve gözlerimi geniş geniş açarak ona bakıyordum. Sadece bir kere gözü salondan gezdirip yalnız ben değil içinde bulunan herkesin aynı benim gibi konuşmacıya dikkatli olarak baktığını gördüm.

Korganbekov kendisinden gerçeği söyledi. Göklerde uçmadı kemikleri çoktan step kurganı alıtında veya kil mezarlarda  çürümüş olan atalarının ruhları rahatsız etmedi. Kazak topraklarında şimdiki zamanlarda olup biteni anlatıyordu. Sovyet Kazakistan’ının hayatı ana olaylarının görünümü çizip bin dokuz yüz doksan yirmi bir yılında yer almış olan sadece stepimizi değil tüm Rusya’yı  kaplayan açlık felaketinin neden ve sonuçları detaylı olarak anlattı. ‘Açlık çekenlere yardım komitelerinin’ işini ve kazak aullarında bayların bu komiteleri kendilerin sınıf ilgilerinin faydasına nasıl kullandığını ayrıntılı olarak konuşuyordu.

 

Neden asıl kazak aullarındaki baylar anlamalısınız. Rusya köylerinde zenginler bunu yapamadılar. Rus yoksullar ile işçilerinin sınıf bilinçliğinin seviyesi aul yoksulların seviyesinden çok daha yüksektir. Aynı nedenden ı Sovyetlerin başkanları Rus köylerinde en çok cephede bulunan devrime aktif olarak katılayan köylüler olurdu. İşçilerin ve yoksulların bilinçliği uyuyordu ve aul Sovyetlerinde genelde baylar ve bayların yardakçıları yönetmenlik yapardı.’

Korganbekov birkaç yudum su bardaktan  içti .

- Bu yöneticiler dediğim gibi açlık çekenlere yardım komiteleri çıkarıcı sınıf amaçlarıyla kullanıyordu. Komitenin işleri için aullardan gezdirdiklerinde Sovyet iktidarına karşı çıkıyorlardı. Açlık felaketinin  iki zor savaştan dolayı değil Sovyet iktidarından dolayı yer aldığını nüfusu ikna etmeye çalışıyorlardı. Burada bazı  tanıkların ifadeleri duydunuz. Alaşordulular ve onların yardakçıları Sovyet basınını kullanarak  ‘Kazah tili’  (Kazak dili) ve ‘Bostandık Tuı’ (‘Özgürlük bayrağı’) gazetelerinin  sayfalarında Sovyetlere karşı yazıları yayınlıyordu.

Kanıt olarak Korganbekov bu gazetelerden pek çok  yazı parçasını okudu. Ne kadar zehir vardı onlarda! Kanı donduran devrime karşı konuşmalardı.

- Sizce, onlar sınıf düşmanları mı, değil mi?

- Evet!  Asıl düşmanlar!diye salonda gürültü başladı.

Korganbekov sesinde heyecan hissedilmeye başladı:

‘Demek ki düşmanlar tarafından açlık çekenlere yardım komitesini kullanılmasını anlıyorsunuz. İşte ikinci kanıt. Karakarlinskiy ilçesinde  Semipalatinskiy bölgesinde ünlü bay Hasen Aktay oğlu yaşıyor. Kendim de o memlekettenim, onu da iyi tanıyorum. Zeki, cimri, kurnaz ve girgin bir adamdır. Devrimden önce ellerinde tüm Kararlinskiy ilçesini tutuyordu.’

 

- Tüm vilayetini!diye bağırdı biri.

- Öyle de söylenebilir,- razı oldu Korganbekov.

- Hasen’i, Aktay oğlunu konuşmaya devam ediyordum. Devrimden sonra memleketimizde Alaş-Ordu’ya destek veriyordu. Hasen sovyetler kurulduğu zaman en kurnaz ve aktif yardakçılarının partiye girmelerini sağladı.Onlar aul sovyetleri de girmeye becerediler, Hasen ise evde kalıp gizlice onların aracılığıyla aulları yönetiyordu. 

Semipalatinskiy vilayetinde açlık çekenleri için yardım toparlandığında sanık Mauıtbayev suç ortakları ile beraber bu işi yönetiyordu. Hasen Aktayev karakarlinskiy dağlarının ormanlı boğazında  berrak pınarın kıyısında iki beyaz yurta koydu. Yurtalar pahalı renkli halılar ile döşeliydi, ipek yorganlarda kuştüyü yastıklar vardı.

Yani orada cennette gibi dinlenilebilirdi. Yurtaların yanında şişman kuzular otluyordu. İkram için günlük birkaç tanesi kestiriliyordu. Kebece sandıklarında lezzetli dumanlandırılmış et muhafaza ediliyordu. Aynı yerde yakında siyah tulumlardan  dere gibi taze kımız döküyordu.

Çok günlük bayramın manzarasını çizip Korganbekov derken sanığa Mauıtbayev’a  döndü:

‘Doğru mu söylüyorum, sanık? Cevap verin.’

 ‘Evet,’ diye cevap veriyordu Mauıtbayev. ‘Misafiler öyle ikram edilir.  Kazaklar aynen dede ve dede babalarının yaptığı gibi bu geleneğe bağlı kalıyorlar. Eğer gücünüz varsa bu geleneği yasaklayın. Ancak sadece Hasen Aktayev’a değil  tüm kazaklara yasaklayın.

- Bir kazak başka kazaktan farklı! Bayın ikramının amacını bilmelisiniz. Eğer unuttuysanız size Abay sözleri ile hatırlatmaya hazırım:

Eti pişirip bayrama davet et,

Sana destek vereni ikram et!’

-Sadece baylar mı ikram etmeyi seviyorlar? Keçe yurtasında doğmuş her hangi bir kazaka geldiğinizde her zaman misafirini kabul edip ikram edecek onu.

 

- Doğru. İkram edecek. Soy aulunun geleneği böyledir. Ancak yoksul içtenlikle ikram eder bay ise her zaman yararını düşünüyor. Abay bizden önce bunu söylemiş:

‘Sen kımızını içip etini yedin

Hizmetçisi olmak zorunda oldun.’

Ya büyük şairimiz böyle dememiş mi?’

- Abay’ı doğru anlamak gerekiyor,’ diye mahcup oldu Mauıtbayev.

Mahkeme başkanı sanığın derdine katılmış olup Korganbekov sözünü kesti:

- Sadetten ayrılıyorsunuz. Şimdi Hasen Aktayev’i ve Mauıtbayev’a gösterdiği saygıyı konuşuyordunuz. Devam edin!

- Bir fikrimi bitirince diğerine geçeceğim.

-Ama Hasen’i bırak ya. Mahkeme ile ne alakası var? - salondan yorum geldi. -Davanın esasına  geçsene!

- Esasına da geçeceğiz!- sakin olarak diye cevap verdi Korganbekov. ‘Konuşmam merdivene benzer: her adım ile esasına yaklaşıyorum.

- Hasen mahkemeye çekilmemiş ki! Yorum veren tekrarladı.  

Salondaki banklarda ilk önce kavgalar sonra da ise bir kıyamet koptu ki  mahkeme başkanı bile kavgacıları sakinleştiremedi. Milis karışmaya zorunda kaldı. Sadece bundan sonra Korganbekov devam edebildi.

- Hasen’in cömertliği zengin ikram ile sınırlanmış değildi. Misafirleri için rahvan atları, atmaca, akdoğanları hazırladı. İsterseniz, buyurun, avcılığa gidebilisiniz!

- Burada suçu görmüyorum ama,  diye sözünü kesti mahkeme başkanı.

 - Aynısını söylüyorum! - Milis tarafında durdurulmuş kavgacı yorum verdi ve tekrar gürültü çıktı.

Korganbekov konuşmasına devam edebildiğine kadar  birkaç dakika geçti.

- Mahkeme başkanı doğru söylüyor. Avcılık suç değil. Ancak siz daha derin bakınız.Açlık çekenlere yardım komitesinin üyeleri avladıkları zaman yerli revizyon komitesi hayvan toparlıyordu. Revisyon komitesinde ise Hasan’ın insanları vardı. Sonuçta ne oldu?   Üç  bin tanelik at sürüsüne, beş bin tane koyuna, onlarca deveye o zaman sahip olan Hasen, bir tane at bağışladı hiç bir şeye sahip olmayan yoksullar ise birer koyun veriyordu. Hasen’in yardakçıları onları buna zorlanıyordu. ‘Koyunum yok ki’ biri söylerdi. ‘Tamam, olsun’ Hasan derdi. ‘Yerinde ben vereceğim. Sen de emeğin ile bana ödeyeceksin.’ Böylece komite Hasan’a ücretsiz işcileri bulmaya yardım etti... Hem Semipalatinskiy hem de Akmolinskaya vilayetlerinde yardım komitesi baylardan değil çoğu zaman yoksullardan hayvaları toparlıyordu.’

-Kanıtlar var mı?

-Dava soruşturma aşamasındayken binlerce tanıkların ifadeleri toplandı. Başkan da bunu ispat edebilir.

Başkan, hem savunmacının hem de  sanığın dava malzemelerini incelediğini ispat etti.

 

 Korganbekov salonun büyük kısmının onayıyla daha inandırıcı konuşmaya başladı:

- Sovyet iktidarı karşısına yapılan gerçek bir suç bu. Kendiniz de şunu anlamalısınız: eğer yardım hayvanları böyle toplandıysa Turgay’ya nakliyatı sırasında ‘yardımcılar’ neler neler yapabilirdi. İşte dinleyin!

Korganbekov önünde kağıt yaprağını koydu.

Turgay’a bin altı yüz kırk üç tane hayvan getirildiğini ıspatlayan resmi bilgi var. Ancak ‘Kazak tili’ ve ‘Bostandık tuı’ açlık çekenlere yardım olarak iki bin yüz seksen dokuz tane toparlandığını o günlerde  net olarak yayınlandı. Soru şu: beş yüz kırk altı tane nerede kaybolmuştu?

Sürme yazın yer aldı. Temiz ot boldu. Hayvanlar yolda çoğalıyordu bile. Kırcın konuşulmazdı. Ancak   hayvanların nerede kaybolduğunu kesin bilgilerim var. Develerin tamamı hala ayakta duruyormuş. İnekler durumu da fena değilmiş, sadece yedi tane kaybolmuş. Ancak at ve koyun durumu bambaşkadır. Hüzünlü bir durummuş.

Salondan hafif bir fısıltı dolaştı. Herkese nerede kaybolduğunu net geldi. Koyun ve at etleri Kazakların en sevdiği et çeşitleri.

- Genç aygır ve bir yıllık aygılar dahil olmak üzere atların  beş  yüz elli altı tanesinden yüz on dört tane yel üfürdü sel götürdü.  Nereye, diye soruyorsunuz. Acele etmeyin her şeyi anlatacağı, koyun ile ilgili hesaplamı bir bitireyim. Turgay’a dört yüz yirmi beş tane az koyun geldi...

Salonda gürülü ile öfkeleme başlandı. Mauıtbayev’in yüzü kızgınlıktan çarpılmış

-Yalan! diye bağırdı o.

- Her şeyi belgeler ile ıspatlayabilirim. Yani,  toplamaların ve sürmenin iki ayı içinde yedi inek, yüz on dört at, dört yüz yirmi beş koyun kayboldu. Toplam beş yüz kırk altı tane yani açlık çekenler için toparlanmış hayvanların dördü. Bu hayvanlar nereye kaybolduğunu söylemem için üsteliyorsunuz. Şimdi her şey net olacak. Mauıtbayev ile yardakçıları Hasen yurtalarında misafir olarak kaldığı zaman toy başladı. Burada genç erkekler de güzel kızlar toplandı. Bir bayramdan sonra yeni bayram başlıyordu. Avcılık bitince bayga başlıyordu. Beraber eğleniyorlardı beraber de uyuyorlardı.

Salonda gülüşmeler başladı. Mauıtbayev’in taraflılarından biri sormaktan kendini tutamadı:

-Suç ile bunun ne alakası var?

- Alakası şudur: Karakarlinsk dağlarından ta Turgay’a kadar bu bayram devam ediyordu. Hayvanın tüm beş yüz kırk altı tanesi inek, koyun, at  dahil ikram için kullanıldı....

 

Salondan bağırışlar duyuldu:

-Rezalet!

- İftira!- sanığın sesi de geldi.

Ne başkanın zili ne de yardımcılarının çabaları kavgaların ve tutkuların yeni patlatmasını durduramadılar. O zaman ara verildi.

Ara gün içinde verilen iki saatlik bir ara idi. Genelde bu saatte insanlar öğle yemeği için ayrılıp akşam yargılamasına kadar tekrar toplanıyorlardı. Ancak o gün böyle olmamış. Tiyatronun köşelerinde ve bucaklarında, avluda ve kavakların gölgesi altında  sokakta halk küçük gruplar olarak toplanıp Korganbekov’un yargılama konuşmasını sıcak sıcak  konuşuyordu.

- Ne kadar şaşılacak bir adam! diye hayran oluyordu aullulardan biri, - Vallahi, gerçek bir koşu atı görüşünden tanımayacaksın. Ona bakarsan, - kısa boylu, sıradan bir adamdır. Ancak kanatlı atmış, tulparmış yani. Sabah başlar öğleye kadar geride bırakacak. Burada bu Moskovalı gri iğidiş at ovlandı yarışma başlamadan bile yeneceğini diyorlardı. Ancak bizim tulparımızın toynaklarından çıkan tozu bile yetişememiş, kendisi zayıf subirya kurada lagar beygir gibi geride kalmış. Konuşması bir gevezenin masalına benziyordu. Korganbekov’unki ile kıyaslanmaz. Her sözü bahadır cekicinin darbesi  gibi. Hem istediğin amacı vurur hem de sıkı çakar! Sanıklar tabi ki güçlü ama şimdi verdiği kanıtlara karşı bir şey yapamazlar!

Bu fikire katılan çoktu ama insanları aldatmaya, sanıkları temizetmeye çalışanlar da vardı.

 

-Acele etmeyin, alfabenin sonunda bakacaksınız,’ diye  istihza ediyorlardı onlar. - Süt çok kömür yok.... süt kaynamaz ...

Arada bir kavgalar başlıyordu. Mauıtbayev taraflıları ve Korganbekov taraflıları seçtikleri sözlerden utanmadan bazen  yumrukları da kullanıyorlardı.

Bu kavga ile dövüşlerden uzak duruyordum ama halkın keyifi de öğrenmek isiyordum. Şunu anladım: tüm basit kazaklar Mauıtbayev’in Sovyet iktidarına ve ulusa karşı yaptığı suç var olduğundan emin oldular. Bundan sonra ise sadece mahkemenin adil kararını beklemek gerekiyor.

Farkına varılmadan iki saat geçti. Salon yine çabukça dolduruldu. Bek Korganbekov konuşmasına devam ederek anlattı ki Turgay’a sürülmüş hayvan az kalsın  aul zenginlerinin ellerine düşmüş. Yerli sovyetlerin namuslu  adamlarının  buna nasıl engel olmaya çalıştığını da anlattı.  Nasıl olsa hayvan tamamen güdülen amaca göre dağıtılmamıştı.  Çok baylara kalmış! 

 

 - Sonuç olarak şunu söyleyeceğim, diye sesini yükseltti Korganbekov, - açık mücadele sonucunda  yenilmiş olan  proletarya devrimizin düşmanları kalmış güçlerinin tamamını gizli düşmanlık faaliyetine verdiler. Açlık felaketine umutları yüksekti. Açlık felaketini Sovyet iktidarına karşı kullanmaya çalışıyorlardı.  Bu günlerde mahkeme tarafından inceleyen dava – Mauıtbayev ve taraflılarının davası- zaten bu devrime karşı ağacın dalıdır.  Sanıkların adil Sovyet yasasının talebine göre cezalandırılmış olacağından eminim.

- Ee, konuşacak mısın şimdi? – diye sordu hemfikirimden biri.

- Ne diyeceğim ki?- diye cevap verdim ben - yerimde Korganbekov tamamını söyledi.

Az sonra konuşma sırası sanığa geldi. Önceden konuşmasını yazmış ve kalın evrak dosyasıyla kürsüne çıktı. Mauıtbayev’in her hareketinde ağırbaşlılık ve yavaşlılık vardı. İpek kolsuz ceketinin cebinden gözlüklerini çıkartarak temiz geniş mendiller camlarını temizledi. Sonra yavaş yavaş gözlükleri giyip biraz durup sümkürdü öksürüp boğazını temizledi. Milliyet bütün bu hareketlerinden yorulmaya başladı. Salonda konuşma ile gülüşler başladı...

 

Nihayet Mauıtbayev önceki serinkanlılıkla evrakları ellerine alıp konuşmaya hazır olduğunu gösterdi. Tekrar öksürerek boğazını temizledi ve salona baktı. Derken yüzü değişti ve o  ağlamaya başladı. Arkamda 

- Düşebilir, doktoru çağırınız,’diye bir haykırış duyuldu.

Dönüp  bakınca az kalsın omuzuma dokunan dayımı gördüm.

Mauıtbayev daha çok ağlamaya başladı. Hıçkırmalar arasıra uzun ve yüksek sesli inleyişler ile kesiliyordu.

- Sanık! diye söyledi başkan. -Konuşamıyorsanız  duruşmaya ara vereceğiz, siz ise kendinizi toparlayacaksınız. O zaman size konuşma fırsatı verilecektir.

- Hayır. Gerek yok! Çırpınmalıca hıçkırarak cevap verdi Mauıtbayev. Ne fark eder ki. Atalarımız şöyle dermiş: ‘Kurt uluduğunda yerim seni diye söylemek ister.’ Erken mi geç mi ceza görmek zorundayım!

- Kendinizi temize çıkartmaya fırsat verilir,’diye onu teşvik etti başkan.  Konuşunuz. Söz sizde. Yalnız genel sözlerden uzak tutun. Kanıt ile olguları arayın. Suçunuzu çürütmeyi deneyin. Yapamazsınız kabahati kendinizde bulun!

Mauıtbayev, sanıklar bankında oturmasaydı kanıtların kolay kolay bulanacağını mırıldadı. Şimdi ise özgürsüz bir adamdır.

 - Öyle demeyin!- yine başkan diye karıştı.  - Bir şey yazmışsınız. Onu okuyun. Kendi sözleri de ekleyin ve şunu hatırlayın: boş sözler işe yaramaz. Sadece olgular gerekli.

Mauıtbayev bir saate kadar yazılmış konuşmasını okuyordu. İçinde hiç bir kanıt yoktu. Sacvıya itiraz etmeye sanki çalışmamış gibi. Yargının acıma duygusunu uyandırmak için okuyordu. Sözlerine göre sürekli insanların iyiliğine bakıyordu arkasında hiç bir suç hisetmiyordu...

 

Salonda arada bir bağırışlar duyuluyordu:

-Boş sözler! Gevezeliği bıraksın! Kanıtları yok!

Ancak teker teker onu savunanlar da vardı. Onlar Mauıtbayev’e alkışlayıp  onu eleştirenler ile kavga ediyorlardı.

Başkan başarısızlıkla zil çalıyordu ve sakığın sözünü kesmemekten rica ediyordu.

- İstediği her şey söyleyebilir. Sadece Sovyet iktidarına karşı propaganda yapma hakkı yok.

Bu defa başkan ile salondakiler arasında kavga başladı. Kızmış biri sanığa söz verilmemesini istedi çünkü ‘halim’ ve ‘masum’ sözleri Sovyet iktidarına karşı yönlendirilmiştir.

Zil her zamankinden uzun çalıyordu.

- Konuşmanızı bitirmeniz gerekiyor! diye Maytbayev’a hitap etti başkan. -Solandaki gürütlü duyuyor musunuz. Şu ana kadar kanıtsız konuştunuz.

Başkanın mülahazasından mı etkelemiş ya da yazdığı metin mi bitmiş nasıl olsa Mauıtbayev kağıtlarını yana atarak canlı sözleri bulmaya başladı. Konuşması daha canlı, daha güzel oldu. Ancak bir yerde sınırı geçip Sovyet sistemini saldırmak başladı. Nasıl olsa ceza göreceğinden eminmiş herhalde dolayısıyla en sonunda  açık konuşmaya karar verdi.

- Hayır. Bunu kesmek gerekiyor! diye yine sesler duyuldu salonda.

-Kesin bunu! diye bağırmaya başladım ben. Hemen omuzumda ağır kolu hissettim. Dönüp baktım ve tekrar dayımı gördüm. Gözleri kırmızı olmuş ve yaşarıyordu. Genelde öfke ve kızgınlık anlarında öyle olurdu.

- Kapat çeneni!

 -Ya daha güçlü sesle bağırırsam?

- Deneme bile!

İçimde öfke yandı. Yumruklarını sallayarak var gücüyle bağırıyordum:

-Onu durdurun!’

Zaten güçlü olan sesim bu kadar sesli duyuldu ki salondakiler susup gözlerini bana dikti.

- Ben konuşmak istiyorum’  diye başkana hitap ettim ben.

-O kim? diye memnun olmayan sesleri duydum ben.

-Ben savcıyım!diye cevap veriyodum.

- Adım Burkut. Soyadım Jautikov. Turgaylıyım. Bu davayı baştan sonuna kadar iyi biliyorum.

‘Konuşsun! Konuşsun!, ‘Gerek yok’ bağırışları karıştı.

Bu arada başkan solda ve sağda oturan yargı  üyeleri ile danışıp zil çaldı.

-Vatandaş Burkut Jautikov’a konuşma fırsatı verilecektir! Ama yalnız sanık Mauıtbayev sözünü bitirdikten sonra.

Ancak Mauıtbayev’in konuşma niyeti yoktu ve kısaca konuşmasını bitirdi:

- Kazaklar için vatanım için hapishaneye düşmeye hazırım. Hepsi bu. Ekleyecek bir şey yok bende!

Mendilini gözlerine sıkıştı.

Bu sözler dayım için ezici olmuş, ağlamaya başladı. Etrafımda baktığımda komunist olarak tanınan birini gördüm. Çok kötü bir komunist imiş çünkü o da kolu ile gözyaşları çabuk bir el hareketiyle düşürüyordu. Bu kadar çok Mauıtbayev’i acıyordu. Bundan tümüyle kızdım.

- Konuşmak istiyorum! diye tekrar başkana hitap ettim.

Bana konuşmaya izin verdi fakat dayım elimi tutarak beni yere çekti.

- Otursana, karışma! diye solup  yavaş sesle konuşuyordu dayı.

Lanet edip ellerinden kurtarıp kürsüye çıktım. İçinde çok sıcak olduğundan dolayı terliyordum, sıcak heyecanla konuşuyordum. Turgay işlerinden bildiğim hepsini anlatmaya çalışarak çabuk durmadan konuşuyordum. Kürsüde ne kadar zaman geçtiğimi ve ne çeşit sözler söylediğimi hatırlıyamıyorum. Tek bildiğim şudur: bitirdiğim zaman salon alkışlıyordu bana.

Islanmış ve yorulmuş yerime döndüm. Yarına kadar ara verildi. Dışarıda tanımadığım insanlar beni çevreyip konuşmamı övüyorlardı.

- Güzel dedin!

- Sanki kılıç ile vurmuşsun!

- Çocukların mutlu olsun!

Kendimi günün kahramını olarak hissediyordum. Halk Bana parmak ile gösteriyordu, bana hayran olunyorlardı. Moralim iyileşti ve mendil ile yüzümü temizleyerek ‘Hayır, ter boşuna dökülmemiş, diye düşünüyordum.’

Ancak ertesi gün bu düşünce yalancı geldi bana. Tiyatro binasının yanında çok kalabalıktı. Halk mahkeme kararını duymak için sabahtan beri toplandı. Öğleye kadar durdular ama kapı açılmıyordu. Her türlü tahminler yürütülüyordu. Davanın daha yüksek makamlarda incelediğini kulağıma geldi. Nerede? Kazak merkezi yönetim komitesinde mi? Sovyet ulus komitesinde mi? Milli parti komitesinde mi? Kimse bunu kesin bilmiyordu. En azından ‘duvarın arkasında’ cumhuriyet makamları bulunan Kızıl Orda’nın en iyi binasını kastederek öyle denirdi.  Bunun dışında yönetmenler arasında kavganın çıktığını söyleniyordu. Biriler Mauıtbayev’i Sovyet iktidarının düşmanı sanıyorlar diğerleri ise onu savunuyorlarmış.

O gün ve bir sonraki gün kimse detayları bilmedi. Milliyet  kapalı tiyatro binasının yanında toplanıp öğleye kadar bekleyip tekrar ayrılıyordu.

 Dedikodular sonu bilmiyordu.

Üçüncü  sabah geldi. Tekrar tiyatro yanında toplandık. İlk iki gün sadece Mauıtbayev konuşuluyordu bu defa ise ‘yüksek seviyelerde’ olup biteni, birilerin onun aklanmasından bir şey duymak istemediği diğerlerin ona ısrarlı yardım ettiği konuşuluyordu. Aullu ve Kızılordalı siyaset bilgiçleri derin  düşüncülerini anlatıp sıcak kavgaya giriyorlardı.

-           Ne bir mücadele başladı!, diye söylüyordu böyle bilgiçlerden biri, - Kazak milliyetçileri, yani alaşordulular, şu ana kadar sadece fikir darbeleri ile saldırılıyordu. Mauıtbayev yargılaması onlar için ilk ciddi bir darbe idi. Bu darbeden sonra belaların birer birer geleceğini öngörüyorlar. Ondan dolayı her yerden Kızıl Orda’ya geldiler. Rus Coğrafya topluluğunun işlerine göre gelmiş olan alaşordu başkanı da buradaymış. Şehrin uzak tenha kenarlarına gece gündüz toplantıları devam ediyormuş. Sırdarya bayları onlara tulum tulum kımız ile hayvan getiriyorlarmış. Mauıtbayev’in savunucuları bu dairelerde duruşmalarda ne yapmaları ve ne söylemeleri gerektiği talimat veriliyorlarmış.

- Gerçek bir gizli örgüt!, diye güldü saf bir herif.

- Burada komik bir şey yok ki, diye sözü kesildi ve ‘bilgiç’ soruldu, -Komunistlerin bu toplantılardan haberi var mı?

- Tabi ki! ‘Duvar arkasında’ her şeyi biliyorlar. İktidar zaten karşısına yapılan işleri kesin bilmeli. Alaşordulularda kimler toplandığını ve neler söylediğini net görüyorlar. Başka bir şey de belli oldu: bazı sağcılar milliyetçilere yakın çıkmış ve toplantılarına bile katılıyorlarmış. Açık gittiler ve sempatilerini saklamadan Mauıtbayev’i savunuyorlar.

- Bütün bunlar neyle bitecek?

- Tahmin etmek zordur, diye cevap verdi bilgiç. - ‘Duvar arkasında’ hala çok dişli sağcılar ve taraflıları var. Yönetmenlik yaptıklarına kadar onları hesaba almamak mümkün değil.

 ‘Bilgiç’ doğru söylüyordu. Kalabalıktan kararlı adımlarla Yüksek mahkeme ile alakalı olan biri geçiyordu.

- Neyi bekliyorsunuz, neden duruyorsunuz? diye sordu istihfafla, - Dava bitti. Duruşma kapandı.

Yolu kesildi sorular başladı.

- Her şey bitti,  diye tekrar etti o, - Mautbayev aklanmıştır.

Gürültü dalgaları kalabalıktan geçip duruyordu.

- İnanmıyorsanız, inanmayın. Akşam Jakıpbek’in evine gidin, orada Mauıtbayev’i göreceksiniz. Şimdi bana yol veriniz. Neden bağırıyorsunuz. Kulaklarımın duyduğu haberlerde  ne suçum var ki? Ya da Mauıtbayev’in yerinde hapishaneye beni mi atmak istiyorsunuz. Gücünüz varsa onu sağcılara karşı kullanın.

Kötü haberi getiren yoluna devam etti. Kaşları çatmış insanlar dağlıyordu. Ellerinde önemli bir şey kaçmış gibi. Moralim ve Turgay yol arkadaşlarımın morali de aynen bunun gibiydi.

- Burkut! diye biri beni çağırdı. Geri dönerek Saktagan Sagımbayev’i tanıdım. Yüzü hem gün sıcaklığından hem de kızgınlıktan  kıpkırmızı ve gerilmişti, gözleri sönük ve hüzünlü görünüyordu.

- Konuşmanı çok sevdim, canım! diye söyledi. - Sen sovyet terbiyesini sonuna kadar ıspatladın. Şimdi sana gerçeği söylebilirim. Sen mahkemede konuşmadan önce baylara ve alaşordulu yöneticilerine karşı direk çıkacağına inanmıyordum.

- Biz de, diye katıldı Turgaylılar.

- Şu anda ise sana inanıyorum! diye devam ediyordu Saktagan.  Şimdi komunist olmayabilirsin ama zamanla komunist olabileceksin.

- Teşekkür ederim, rahmet, agay! - diye içten minnet verdim ben.

- Beni sevdirdin, Burkut, ancak kendin darılmış oldun. Hem sen hem de Mauıtbayev’a karşı çıkan hepimiz boşuna çaba gösterdik. Adil işi savunuyorduk. Hem de savunmayı beceredik. Özellikle sen. Ancak ‘yüksek taraf’ ne yapıyor? Mauıtbayev’in suçları bizden iyi biliyor zaten.

- Her şey öyledir. Ancak terin boşuna döküldüğünü düşünmeyin, Saktagan,  dedim. Saktagan ilk önce  beni anlamadı. 

- Düşmanın ceza görmesi önemli tabi ki. Ancak bunun dışında  diğerlere düşmanımızın ve arkadaşımızın kim olduğunu göstermek de önemlidir.  Mauıtbayev davası sırasında bu net oldu.

- Gerçekten doğrudur.-  Saktagan diye cevap verdi. - Ancak...

Bitirmeye imkan vermedim.

- Demek  ki, canım, bir damla ter bile boşuna dökülmemiştir.

Şimdi Saktagan tamamen benimle razı oldu.

BUZDA AÇILMIŞ DELİĞİN KENARINDA

Mauıtbayev, aklanmasından sonra eski hizmetine dönseydi tekrar Taşkent enstitüsüne eğitim görmek için geri gitmezdim. Mauıtbayev hapishaneden çıktıktan sonra memleketi olan  semipalatinsk aullarına gitmiş sonbahar ise Kırım ile Kafkasya seyahatine çıkacakmış Kızıl Orda’ya ise sadece yılın sonuna doğru dönecekmiş.

Her şey eskisi bigi devam ediyordu. Ancak sonbahar enstitümüzün müdürü Smagul Sadvakasov oldu. Ondan çok duydum. Cumhuriyetimizin Orenburg dönemi bazen adlandırıldığı gibi ‘Eski Kazakistan’ döneminde milliyetçi fikirleri ile ünlü olan Sadvakasov yüksek görevi alamamış. Sadece Turkestan bölgeleri ile cumhüriyetimizin birleşmesinden ve başkenti Kızıl Orda olduktan sonra o sahneye girip ‘Emek kazağı’ gazetesinin redaktörü ve eğitim komiseri olmuş. Saygıyı kazanmış. Cumhüriyetinin en büyük emekçisi olarak tanılmış. Ancak bin dokuz yüz yirmi altı yılın baharında  yerli parti komitesinin toplantısında milliyetçi bakışları için epeyce azarlanmış, değeri düşmüş. Öylece enstitümüzün müdürü olmüş. 

 ‘Adımı tüm şeytanlar bilir!’  Bir gün sufi müslümanı demiş memleketimizde.

Beklemedik sir sırada Sadvakasov odasına davet edildiğim zaman bu sözleri ben de söyleyebilirdim. Sadvakasov’un benim hakkında fazla detayları bildiğine çok şaşırdım:

-          Her şeyi biliyorum, tüm sözlerini, tüm konuşmalarını. Özellikle Mauıtbayev mahkemesi sırasında verdiğin konuşma.

 Sadvakasov’un yüzü katı hatta bile kızgın olmuş:

-           Boşuna çaba gösteriyorsun. Şunu hatırla: Sovyet iktidarının sana ihtiyacı yok. Sen bay oğlusun, hem de devrime karşı birinin oğlusun. Seni belli bir zaman için tutuyorlar, acımadan kovacaklar. Yarın enstitümüzde temizletme başlarsa ilk giden sen olursun.

- Ne yapacağım şimdi? Ne teklif edersiniz?

- Ben sana hiç bir şey teklif etmiyorum. Sadece aptal davranışını düşün. Daha iyi öğrenmeye çalış. Geri kalan kendisi gelir. Şunu hatırla:

Sadece kendisini tutan biri aç kalmaz.

Bir de eski zamanlarda şöyle derdi:

Yalnız susmayı bilen büyük beladan kaçar.

Boşuna zil çalma, aktif olmaya çalışma.

Sadvakasov daha çok ayrıntılı tavsiye verdi. Sözünü bir kere bile kesmedim, onunla kavga etmeye denemedim, susarak başımı eğip talimatları bitireceğini bekliyordum.

- Peki, gidebilirsin. Sölediğimi düşün. İyice düşün!

Sadvakasov odasından hüzünlü çıktım ama nasıl olsa davranışımı değiştirmeye karar verdim. Daha çok ders çalışmaya başladım. Geçen yıl duvar gazetesinin yayılmasına katılıyordum, arasıra hikaye, mizah denemeleri, şiirler yazıyordum. Şimdi tüm gazete işlerini bıraktım, redaktör kurulunun toplantılarına gelmiyordum. Parti komitesine  çağırıldığım ve toplum işlerine devam etmeyi teklif edildiğim zaman kararlı bir biçimde vazgeçtim. Nedeni  de derslerime soz zamanda bakmadığımı söyledim.

Alka edebiyat topluluğunun toplantılarını da ziyaret etmiyordum. Ensitümüzde bir  yıl önce kurulmuştu. O zaman Kazakistan yazarları kavgalarında iki gruba ayrıldı. Biri örgütümüzün  proletarya yazarları kurulu olmasını zannediyordu, yani milliyetçiler buraya girilmez. Diğerinin bambaşka bir fikri vardı. Kazakların sınıfları olmadığını yani kurulumuzun da sınıf özellikle proletarya edebiyatı olamadığını söylüyorlardı. Dolayısıyla yazarlar örgütüne hem milliyetçi olan  hem de milliyetçi olmayan tüm kazakların girebildiğini sanıyorlardı.

Bin dokuz yüz yirmi altı yılında yazın Kızıl Orda’da Kazak proletarya yazarları kurulu kurulmuştu. ‘Jıl kusı’ edebiyat yıllığı yayınlayıp aktif faaliyetine başladı. Kendini ‘Alka’ adlandıran milliyetçilere geçerse de, onlar kendilerini pek göstermiyordu ancak etkisi altında Taşkent’te çıkan ‘Şolpan’  (‘Yıldız’),  ve ‘Sana’  (‘Bilinç) dergilerini tutmaya devam ediyorlardı. Orada yıyımlayan eserlerde Sovyet iktidarına gösteren sevgiyi bulmak zordu. Bizim enstitümüzdeki Alka topluluğu aslında  bu milliyetçi yazarlarının toplanma yeri idi. Toplantılarının aktif üyesi olmamakla beraber topluluğu sık sık ziyaret ederdim. O yıl ise oraya gelmeyi tamamen bıraktım. Biri beni oraya çağırsa derslerimin yoğun olduğunu söyleyip vazgeçerdim.

O gülerden biri Bates’ten mektup geldi. İçimde Musapır ile gittiğinden memnun değildim. Ancak buna da razı olabildim, zaten Bates’in hem okumaya başladığına  hem de yurtta kalacağına seviniyordum. Ona cevap vermedim. Niyetlerini öğrenmek için tatili beklemeye karar verdim. Suçu itiraf edeceğini kavgamızı unutacağımızı ve her şeyin yolunda olacağını düşünüyordum.

Bu arada Bates’ten birer birer mektup gelmeye başladı. Dördüncü, beşinci, altıncı. Kısa zaman içinde sekiz mektup geldi. Ancak bu akım başladığı gibi çabuk bitti. Nedeni net idi: ben cevap vermiyordum. Tabi ki Bates darılmış.  Bazen kalemi almaya kendimi zorlayıp önümde beyaz kağıdı koyup nasıl olsa yazamıyordum. Ancak mektuplarını özlüyordum. Bates’in ilk mektubu enstitüme geldi, diğerler ise  Taşkent postanesine gönderiyordu. Mektuplar bire birer geldiğinde postaneye az geliyordum. Akımı kestiği zaman her gün bazen günde birkaç kere postaneye uğrayıp mektupları sorardım. Ancak cevap her zaman aynı idi ‘Sizin için mektup yok.’

... Atalarımız inatlığı zor ve tedavi olmayan bir hastalık sanıyorlardı. İnatçı her şeyi istediğine göre aklına karşı yapar. Soyumuzun beşinci kuşağında bir Kısık varmış. Kazakça Kısık hem eğri  hem de inat anlamına geliyor. Anababaları mahsus gibi oğluna böyle bir lakap vermişler. Aul aksakallarının hafızasında birkaç öğretici Kısık hikayeleri kaldı.

Birinci hikaye. Kısık atmacalı avcılığı sevmemiş. Bir gün yazın kuşu ile beraber yabancı bir aula gelmiş ve kalabalıkta dövüşün kaçınılmaz hale gelmiş olduğunu farketmiş. Kısık atmacayı azat edip atı kamçılayıp kalabalığa vurmuş. Ağır kamçı ile rastladığı herkesi vuruyormuş.

Kimse hiç bir şey anlayamamış. Neden dövüşüyor ki? Onun tarafından dövüşmüş hepleri onu saldırmışlar. O zaman Kısık’ın avcılık arkadaşları gelmiş. Dövüşü kesmeye çalışmışlar.

- Yapma! Gerek yok! -Diye bağırmış Kısık kamçısı ile sallamaya devam ederek.

Arkadaşlar şaşırmış. Neden onları durdurmaya gerek yok, diye sormuşlar.

- Dövüş iyice başlamadı hala. Karışmazsanız biz daha çok dövüşeceğiz!- diye cevap veriyormuş bu defa en çok sıkıntı çeken Kısık.

İkinci hikaye. Biçiciler Sarıkop gölünün kıyısında ot biçiyormuş. O zaman kibrit yoktu  ateş çakmak taşı ile çakılırdı. Komür taneleri ise genele kül içine gömmerdi. Aynen öyle Sarıkop biçicileri ateşi muhafaza ediyormuş. Kısık’ın çakmak taşı yokmuş, küldeki kömürü de sönmüş. Rengarenkli üç yaşındaki at üzerine biçicilere ateş almak için gelmiş. Ona öksü verilmiş

- Elinde tutacaksın değil mi, diye sormuş biçici.

- Eyer kemerine mi bağlayacağımı düşündün?- diye karşı soru sormuş Kısık.

- Aman, aman! Bunu yapabilecek misin acaba? -diye şaka etmiş biçici.

- Tabi bağlayabileceğim, diyerek her zamanki gibi  inat etmiş Kısık.

Ne kadar kandırılıyor da ısrar ediyormuş. Biçiciyi ona öksüyü bağlanmaya yardım ettirmiş bile. Yanı yakmış olan at kişnemeye başladığı zaman

- Rengarenk at, akıllıysan göle gir! diye bağırmaya başlamış.

Üçüncü hikaye. Geç güz imiş. Sarıkop gölünün suyu buz tutmuş artık. Gölü öbür tarafındaki aulda bir yaşlı adam ölmüş ve Kısık aulluları ile beraber cenaze törenine davet edilmiş. Süvariler artık yola çıktığında onlardan biri söylemiş:

- Keşke direk gölden geçerek gitseydik, gölü dolanmasaydık, demiş.

- Buz bu kadar kaygan ki direk gidemeyiz, biraz karla örtülü olsaydı o zaman mümkün olurdu’ diye diğer bir süvari itiraz etmiş.

Bu akıllı bir itiraz Kısık’ın inat etmesi için yeterliymiş.

- Hiç bir şey olmaz. Gidelim!

Yalnız gitmiş. Nallanmamış atının toynakları buz üstünde kayıyormuş. Atı zorla gölün ortasına kadar gelmiş. Ortasında ise düşüp kalkamamış bile. Kısık atı bırakıp aula yürüyerek gitmiş. Cenaze töreni o zamana kadar bitmiş.

- Atın nerede, Kısık?-  diye sorulmuş.

- Güçlü olan geldi. Zayıf olan da kaldı! - diye cevap veriyormuş inatçı.

Tüm Kısık hikayeleri beraber toplanılırsa tam bir kitap olacak. İşte son bir hikaye. İnatlığı ölümünün nedeni nasıl olduğunu anlatan bir hikaye.

Dördüncü hikaye. Artık yaşlanmış Kısık keçe yurtanın kubbesinin altında ateş yanında oturarak sırtını ısıtıyormuş. Derken ona yanan bir odun düşmüş. Yanında çalışan yenge ‘Dede, odunu atın,’ diye bağırmış. ‘Sen onu gördün ya, sen at’ diye söylemiş Kısık yerden kalkmadan ve ateşe dikkat vermeden. O gün aldığı yanıktan ölmüş.

Bu inatlık hastalığı sanki bana da dedelerimden miras olarak kalmış gibi. Hiç bir zaman istediğimden vazgeçmedim. Sadece akrabalarım ve arkadaşlarım değil, hastalığımı ben de anlıyordum. Ancak anlama geç gelirdi. Pişman olmamın faydası olmazdı artık. Kendim iyi bildiğim bu özelliğimden kurtarmak ne kadar istersem bile nasıl olsa bunu yapamazdım.

Bu kadar ayrıntılı şekilde inatlık hastalığını Bates ile ilgili davranışlarımla direk bağlı olduğundan dolayı anlatıyorum. Bates benimle aulundan gitmediği zaman gönlüm isyan etti. Kızıl Orda’ya geldikten sonra kendimi hala kırılmış sanıyordum. Bates’in mektuplarına cevap vermememin doğru bir şey olmadığını biliyordum. Ancak inatlığımın üstesinden gelemedim. Bir çok kalem kırıp birçok kağıt sayfasını yırttım. Ne yaparsın, kendimi mektup yazmayı zorlayamadım. İnat Kısık’ın mirası, lanet olsun sana!

Hastalığım Bates’in uzun zamandır yazmadığı günlerde bile geçmiyordu. Kırıldığını düşünüyordum ve kırgınlığının doğru olduğunu sanıyordum. Şimdi kendim yazmalıydım. Yine de bir şey çıkmıyordu. İnatlığım görevimden ve duygularımdan daha şiddetli çıkmış. Kağıtta ilk sözleri yazıyordum: ‘Bates!’, ‘Bates!’, ‘Bates! Akbota!’ ....  Ancak canımda şarkı söyleyen ve az önce sevecen ve sıcak itirafların satırlarına düşen duygularım derhal kaybolup benim için belli belirsiz oluyordu. Üzülüp istirap çekiyordum fakat yine de mektup yazamayacağımdan emin oluyordum. Kendi kendime: ‘Talile geldiğimde açık konuşup birbirimizi anlarız’ diye söylüyordum.

Ancak kader karşı çıkmış.

Tatilden önce acı bir mektup aldım. Postacı yurtta arkadaşlarımla beraber uzun masa üzerine oturup ders çalıştığım an onu verdi bana.

Geçen kış adıma pek çok mektup geliyordu. En çok bana evden yazıyorlardı. Bu yıl Bates’ten başka kimse yazmıyordu. Bu mektubun zarfın üzerindeki el yazısını bilmiyordum, hem de gönderenin adresi de yoktu. Mektubu elimde tutup masaya koydum. Yurt arkadaşlarım  Burkut mesaj nereden aldı diye merak etmeye başladılar. İstemeyerek zarfı açtım.

 ‘Burkut! Beni tanıyorsun – mektup öyle başlıyordu,- ben ise seni iyi tanıyorum ve sana yardım etmek istiyorum. Sana çok kötü bir haber bildirmek istiyorum.’

Yüreğim oynadı. Hemen mektubun sonuna baktım. Adın ile soyadının yerinde şöyle bir imza vardı:

‘Hayırhahın’ Tarih 17 Aralık 1926. Zarfın üzerine  Kızıl Orda postanesinin mührü ve tarih gözüküyordu – 18 Aralık. Elime ayın  yirmisinde geldi.

 - Eee, ne bir mektup, Burkut? - diye hareketlerimi dikkatli takdirde takip eden arkaşalarım merak etti.

- Sıradan bir mektup ...  – diye kayıtsız görünmeye çalışarak cevap verdim ben.

- Bizi kandırıyosun, Burkut. İlk önce çok kaygısız görünüyordun zarfı açınca yüzünün ifadesi bir değişmiş bir değişmiş! 

Cevap vermeden mektuba devam ettim ama gençleri  sakinleştirmek mümkün mü hiç? Öğrenciler şakalara devam ediyorlardı. Biri açık sesle okumamını ısrar etmeyi denedi bile. Çığrışmalara dikkat etmeden okumaya devam ediyordum. Gittikçe daha çok korkmaya başlıyordum.  Derken dayanamadım.

- Ne yazıyor ya?! - Öfkelenmiş var gücümle masayı vurup yana attım mektubu. -Neler yazıyor yahu!

Arkadaşlarıman biri elimi tutmaya biri ise beni sakınleştirmeye çalışıyordu biri kucakladı beni.

- Bırakın beni! Huzur verin bana!

Bağırıp kızıyordum ama onlar benı dinlemiyorlardı, beni zorla yatağa oturttular söylenebilir.

-          Burkut, sen çıldırıyorsun. Ne oldu sana? Kendine gel! - diye beni sakinleştiriyorlardı arkadaşlarım.

-           

Yavaş yavaş kandırmalarına kapılarak kendimi toparlamaya çalıştım.

Arkadaşlarım devam ediyorlardı ama artık kendilerini daha sakin daha itidalli davranıyorlardı.

- Ne biçim bir mektup aldın söyler misin bize?

- Nasıl olsa söylemez. Açık sesle okumak için izni alırsak daha iyi olur. 

Elimi salladım.

- Okuyun. Ne olur. Bunu sizden saklamaya gerek yok zaten.

En meraklı ve aktif öğrencilerden biri yanıltmaç gibi çabuk çabuk okumaya başladı:

‘Burkut! Beni tanıyorsun – mektup öyle başlıyordu,- ben ise seni iyi tanıyorum ve sana yardım etmek istiyorum. Sana çok kötü bir haber bildirmek istiyorum.’

Bu yerde durdurarak korkuyla bana baktı. Tüm görünüşü ile sanki ‘Ya okumazsam?’ diye soruyormuş gibi.

- Hayır! Hayır! Devam et! Yeisle dedim ben. 

Mektubun her satırı içimde sesleniyordu:

- Tüm hemşerilerin benim gibi Bates adlı kızı sevdiğini biliyorlar. Bu sevdadan  dolayı kaderine her türlü denetim düştüğünü de bellidir. Turgay steplerinde çok konuşulan bu kız Kızıl Orda’ya okumaya geldiği zaman ben diğerlerle beraber  gerçekte nasıl bir kız diye bu kızı görmek çok istiyordum. Onu bulup hayal kırıklığına uğradım bile: Kız güzel değilmiş sıradışı özelliği yokmuş. Yüzü sempatik.  Zarif değil. Sadece çirkin değil.

Bu tasvir ile hayal kırıklığına uğramış tekrar okumayı kesip sordu:

- Gerçek mi bu, Burkut?’

- Bir şey sorma! Oku!

‘Bu kız Kızıl Orda pedagojik enstitüsüne girmiş. Memleketlileri başarısına seviniyorlardı. ‘Güzel kız güzel değil, sevdiğin kız güzeldir’ boşuna denmez.  Beraber okusaydılar sonra evleseydiler ne kadar güzel olurdu diye düşünüyorduk.’

- Doğru düşünüyorlardı, diye arkadaşlarımdan biri sözünü kesti.

- Karışmayın, lütfen! diye yalvardım ben. 

O da devam ediyordu.:

‘Bir adam bir şey ile şöhret kazanmış ise kendisine dikkat çeker, takip edilir, konuşulur. Aynen öyle biz Bates’i takip ediyorduk. Onu uzun zaman görmediğimizde  diğerleri sorardık. Cevap olarak sadece iyi bir şey duyuyorduk. Kız akıllı, zeki, terbiyeli çıkmış. Burkut’un kendisine güzel bir karı olabilecek bir kızı seçtiğini fikir oluştu. Keşke evlenseydiler!’

- Mektupta kötü bir şey yok ki!- diye bir bağırış duyuldu.

- Okumaya devam et!  boğuk sesle dedim.

İyi sözlerin peşine kötü sözlerinin geleceğini anlayarak arkadaşlarım sustular.

O da devam ediyordu:

 ‘...İyi haberlerden sonra kulaklarımıza kötü haber düştü. Ahlakı bozuk bir kızmış. Sadece ahlakı bozuk değil alkolü seven bir kızmış. Şarap içmeyi nereden öğrenmiş acaba?’

- Kepazeliğin başladığı yer işte.

-Ya devam etmesek? Diye diğeri teklif etti.

‘Okumaya devam et!’ diye  ısrar ediyordum ben.  ‘Korkmayın, arkadaşlar! Aklım başımda. Deli berşey yapmam. Sonuna kadar sakin dinleyeceğim, söz veriyorum.’

Okuma devam edildi:

 - Bu sözlere inanmak istemiyordum. Ancak güvenilir bir adam kendi gözleri ile gördüğünü anlattı. Bates şehir kenarındaki bir eve davet edilmiş.... Orada herkesi şaşırtarak fincan fincan ev şarabı içiyormuş. Tamamen sarhoş olmuş, yanındaki herkes ile kucaklaşıp öpüşmeye başlamış, ağzından ise  pis küfürler çıkıyormuş...

Öğrenciler şüphelemeye başladı:

- Boş gevezeliktir bu.

- Alkol içerdi mi hiç?’ diye biri sordu.

Ancak okumaya devam etmesini rica ettim.

 

‘Bana bunu anlatan adam o gün nereye gittiğini ve kiminle kaldığını bilmiyormuş. Ama geri kalanı ise iyi biliyormuş. Kuzenin olan Musapır Pusırmanov şehir işletmesinin işçileri ile aynı evde  kalıyor. O evde Bates alkollü ikram düzelip Musapır’ı içirip sarhoş etmiş ve kendisini kucaklarına atmış...’

Arkadaşlarım kızdılar:

- Vay be, neler yazıyor orada?!

Okuyan biri ise mektubu sonuna kadar gözlerle okuyup esasını kısaca anlattı :

- Sonra mektup Bates’in Musapır’ı iğne ile asıp kendisi ile evlendirdiğini anlatıyor. Ne kadar ahlaksız kadın ya!

Mektubu yana attı ve herkes birbirinin sözleri keserek Bates’i konuşmaya başladı.

- Şimdi neden bu kadar üzüldüğümü anladınız mı?

Yurt arkadaşlarım derdimi paylaşıyorlardı. Yüzlerinde  seninle ne olacak şimdi diye aynı soru okunuyordu.

Yavaş yavaş odayı geçip yüzümü alta çevirerek yatağa düştüm. Gözyaşlarımdan tıkanıyordum. Arkadaşlar beni teselli etmeye başladılar. Ancak gürültü yapmamaları, beni rahatsız etmemeleri ve benimle konuşmayı denememeleri rica ettim. Fikirlerimle yalnız kalmak istiyordum, zaman gelince kendim onları çağıracağım.

Yine de yastığa gömdüm.

Hareket etmeden yatıyordum artık ağlamıyordum. Arkadaşlarım uyuduğumu zannederek yarı sesle konuşuyorlardı.

- Yiğidimizin başına bela gelmesin, diye öğrencilerden birinin sesini duydum. -Yalnız bırakılmaz.

Hemen beni bırakmamaya karar verip nöbetçilik gibi bir şey düzeldiler.

Derin alaca karanlık geldi. Yurttaki gevezelik gittikçe kesiliyordu. Sınavlara hazırlık yapmaktan yorulmuş olan bazı öğrenciler artık uyuyorlardı. Donakalmış yatmaya devam ediyordum. Kendimi şimdi ne yapacağım diye yüzüncü defa aynı soru sorup duruyordum.

 

Kafamı kaldırıp etrafımda baktım. Masa başına gazyağı kendi yaptığı abajur gibi siyah kağıt ile gölgelenmiş lamba yanında iki öğrenci susarak defterlerini karıştırıyorlardı. Geçtikleri dersi tekrar ediyorlarmış galiba.

O anda kapı açıldı ve odaya ayak uçlarına basarak sessizce üçüncü öğrenci girdi. Hareketleri fazla huzursuz ve özentili geldi bana. O ikiden biri ona gürültü etmeme işaretini gösterdi. Zaten hiç gerek yoktu. Her şeyden uyarılmıştı herhalde. Lambanın sönük ışığı  yüzü aydınlattığı zaman gerçek arkadaşlarımdan biri olan Aktay Akılbayev’i hemen tanıdım. Onunla beraber Orenburg’da okuyordum, onunla beraber burada Taşkent’te de enstitüye giriyordum.

- Şu anda sakin, görüyor musun,’ bana yakın oturan öğrenci Aktay’a söyledi, - uyukuya düşmüş bile. Uyandırılmaz...

Aktay bir şey itiraz edecekti ama  bir söz söylemeyi bile izin verilmedi. 

- Geç artık. Koşuşmaya gerek yok. Sabaha kadar bekleyelim.

- O zaman ben sizinle beraber nöbetçilik yapacağım. - Çekingen bir sesle diye söyledi Aktay.

- Yapamazsın, Aktay, kendini tutamazsın. Odana gidip dinlensen daha iyi olur. Sonra gelirsin...

Ancak Aktay’ı ikna etmek kolay bir iş değildi. Ürkek ürkek tarzıyla bile ama istediğini ısrar ediyordu:

-Sizinle beraber oturacağım.

 - Bize güvenmiyormusun?- diye darıldı öğrencilerden biri.

-Seni Burkut’un arkadaşı sanıyorduk sen de düşmanı gibi davranıyorsun. Tüm işi bozabilirsin bize,- diye kızdı diğeri.

 - Tamam, tamam, diyerazı oldu Aktay, - gitmem gerekiyorsa giderim. Belanın meydana geldiğini yeni duydum. Kötü, çok kötü. Burkut’un huyu biliyorum. Ne yapabileceğini sadece Allah bilir. Uyandığı zaman onunla konuşmam gerekiyor. Beni dinleyebilir.

- Olsun, Aktay. Ancak biz sana sabaha kadar iyi olacağını demedik mi. Odamızın tüm öğrencileri garanti ediyorlar.

- Eğer ben de size yardımcı olursam olmaz mı ?...diye vazgeçmiyordu Aktay.

- Bize inanmıyor musun?

Öğrecilerin yüzlerinde üzüntü ifadesi gözüküyordu. - Sen arkadaşınsın bir ise Burkut’un düşmanları mıyız? Bize güvenip rahat rahat eve git!

Bu defa Aktay kanıtları ile yenilmişti. Odamıza girdiği gibi sessizce çıktı.

 

Ben hala ağır donakalmışlıkta yatıyordum arasıra otomatik olarak arkadaşlarımı gözlemliyordum. Susarak defterleri okumaya devam ediyorlardı. Gelecek sınavlardan dışında başka bir şey düşünebiliyorlar mı acaba? Düşüncelerim ise her tarafa dağılıyordu...

Neden bilmiyordum ama içimde bu ‘hayırhahın’ olarak  imzalı mektuba inandım. Sırayla Bates ile görüşmelerimizi kaderimize düşen tüm denetimleri bize yardım eden ve engel yapan tüm insanların davranışları hatırlıyordum. Nihayet erken mi geç mi ama bu açı bir sonun gelmek zorunda olduğunu sonuca vardım. Geri kalan nedir? Bates’i mi öldürmem gerekiyor?  Musapır’ı mı öldüreceğim?

Korkunç fikirleri aklımı tutuyordu. Onlardan kurtararak beklemedik bir sırada uyukuya düşmüşüm.

Gözlerimi açtığımda oda tamamen  aydın idi artık. Arkadaşlarım kalkıyordu. Yanımda arkadaşım Aktay duruyordu. Ağalayarak göğüsüne attım kendimi. Beni yine de sakinleştirmeye başladıları. En çok ayıltan Orenburg arkadaşımın sözleri çıktı.

 

 - Bilmiyorum, dedi Aktay, -Hepsinin yalan olduğundan eminim. Hepsi düşmanlarının kurnaz faaliyetinin bir dalıdır. İnanmıyorsan beraber Kızıl Orda’ya gidelim. Mektupta gerçek yazılırsa yüzüme tükur!..

- Tamam!’ diye razı oldum ben. - Gidelim! Merak etme: her hengi bir durumda yüzüne tükürmem. Ancak biliyor musun Aktay, önsezimiz doğru olabiliyorsa gerçek sözlerinde değil mektuptadır. Kalbim bana öyle diyor...

 

Birkaç sınav vermeliydim. Ancak ders çalışma halimin olmadığını gören Aktay sınav kitabımı alıp az sonra onu öğrenmenler tarafından imzalanmış halinde getirdi.

Tatil geldiği zaman anlaştığımız gibi trenle Kızıl Orda’ya gittik. Şehrin kenarındaki sakin bir apartmanda kaldık. Hemşerimizden mektupta yazılmış bilgilerin doğru olduğunu az sonra öğrendik. Gerçekten Bates ile Musapır Kör-işanın mağarasında nikah kılmışlar, şu anda ise Korsak evinde kalıyorlarmış. Yeni evlilerin ailesinde dirlik düzenlik varmış. Musapır eskisi gibi çalışıyor Bates ise okuyormuş. Fakat bu anlatmaların sıhhatına rağmen her şeyden kendim ikna olmak istiyordum. Kendi gözlerimle Bates ile Musapır’ı görmek istiyordum. Kısacası Korsak evine gitmeye karar verip bunu Aktay’a söyledim.

- Onları hazırlıksız yakalamak istiyorsun. Dikkat et!- diye uyardı Aktay. - Kendin de tuzağa düşebilirsin. Başkasını düşün. Ya bütün bunları bitirsen? Geçmiş olanı kabul edip iyi zamanları bekle. Daha çok iyi hayatın olacak.

Aktay’ın sözleri akıllıymış herhalde, ama onları sevmedim. Suçlu olanları bulup onları cezalandıracağıma kadar rahatlamayacağımı söyledim ona.

- Bekle! Diye devam ediyordu Aktay. - İlk önce Bates ile başbaşa konuşmayı sana tavsiye etmek istiyorum. Bunu kesinlikle becere, sonra ise ne yapacağız diye düşüneceğiz.

Aktay’ı dinledim ancak o gün Bates’in peşine düştüğüme rağmen başbaşa onunla görüşmeye fırsatım çıkmadı.  Aktay  kötü bir şeyin başıma gelebildiğinden korkarak benden geri kalmıyordu. Akşama kadar o kadar yoruldu ki birbirimizi kaybettik. Karanlık sokaklardan Korsak’ın  evine geldim. Turgay hemşerim olduğu için biraz tanıyordum onu. Eski dairesine de gelirdim ancak hiç bir zaman ikram kabul etmezdim. Kendisine yeni evi inşaat ettiği yeri de biliyordum. Şimdi evin inşaatı bitirilmişti. Korsak birinci odada kalıyormuş. Diğer odayı ise, misafir odasını, yeni evlenmiş olan  Musapır ile Bates’e vermiş.

Saat gece yarısına vurduğu zaman eve vardım. Avluda pek çok at arabaları duruyordu. Pencereye bakıp Korsak ile Bodene gördüm. Çay içiyorlardı. İkinci odada neler oluyor görmek daha zordu. Ancak perdelenmiş pencereye kapanarak kapağı açık sandığın yanında eğmiş olan Musapır’ı gördüm. Az ötede görkemli süslenmiş yatağın yanında şehir modası elbiseli Bates duruyordu. Omuzlarına beyaz ipek şal atılmıştı.

Musapır sandıktan mavimsi kutu çıkarıp bir paket oradan çekip cebine koydu. Bates de kutuya bakmak istiyormuş gibi görünüyordu, ona uzandı ama Musapır kabaca eşini idip kutuyu tekrar sandığa sakladı. Pencerenin çifte camları konuşmaları duymak zordu ama aralarında kavga başlamış gibi ve Bates darılmış gibi görünüyordu. Musapır ise heyecanın hiç bir özelliği göstermeden ve Bates’e dikkat etmeden giyimi çıkartmaya başladı ve lambayı söndü. Genç kocanın davranışı bana garip geldi. Nikahın aşk nikahına benzemediğini düşündüm. Nasıl olsa şu an Bates benimle değil onunla idi ve kalbin kızkançlıktan gümbür gümbür atıyordu. Burada ne kadar zaman geçerdiğimi bilmiyorum. Nihayet birinci odada da lamba söndü. Musapır’a ve Bates’e geçmek için orada gece geçiren insan fazlaydı. Silahım olsaydı mutlu karıkocaya ateş ederdim. Ancak silahım yoktu ve  taş veya benzer bir şey bulmak için etrafımı araştırmaya başladım. Taş yardımıyla pencereyı kırıp yeni evlenenlerin odasına girecektim. Bir demir parçayı bulup niyetimi yerine getirmek üzere penceyeye yaklaştım. Aynı anda elim tutulmuş oldu.

 - Korkma! Aktay’ım...

Gerçekten Aktaymış

-Ne yapmak istiyorsun?

Ona anlattım.

-Ne kadar akılsızsın! diye beni azarlamaya başladı arkadaşım.- Peşine düştüğümü affet. Fakat iyi ki buradayım.  Kendin düşmanlarına kendini ele verdiğini anlasana. Kendine ne kadar az değer veriyorsun!

Öfke ile kızkaçlık beni kör etmiş diyerek kendimi aklamaya çalıştım. Aktay beni azarladı:

- Olan oldu... Şimdi atacağın her adımını düşün. Sana Bates ile başbaşa konuşmayı tavsiye etmedim mi? Sen benimle razı oldun. Şimdi buradan gidelim, Burkut!

Aktay ile kavga etmemin faydası yoktu. Üstelik haklıydı. Bir de bizim mütevazi dairemize gittik.

Sabahtan beri tekrar Bates ile görüşmeye çalışıyordum. Yine de beceremedim. O zaman Kızıl Orda’da eski tanıdığım askeri milis adamı olan Nurbek Kasımov’un oturduğunu hatırladım. Benden ayrılmayan Aktay’a

- Akşam Nurbek’i ziyaret etmem gerekiyor. Bana yardımcı olabilir. İstersen beraber gidip gece orada kalırız., dedim.

Aktay Nurbek’e ziyaretinin uygun olmayacağını düşündü. Ancak onunla beni bırakmaktan da korkmuyordu. Vazgeçtiğimi engelenmek için milisin ta dairesine kadar uğurladı beni. Nurbek bizi karşıladı, Aktay ile tanıştı, onu da davet etti ama Orenburg arkadaşım kibarca misafirperverli sahibi minnet edip yolonu tuttu.

Nurbek genç karısı ile beraber küçük dar odada kalıyordu. Evlendiğini mektuptan biliyordum ama çok genç ve özellikle temiz ve hoş karısını ilk defa karşıladım.

 

Biraz hafif davrayan Nurbek her zamanki gibi şakadan başladı:

- Milisin bu güzel kızı almak için başlık parası bulunmazdığını tahmin ediyorsun herhalde. Tüm başlığım şarkılarım. Onları sevmiş ve ben onu çaldım...

Nurbek’in parası yoktu. Para biriktirmeyi bilmiyordu. Masa üzerine sebze, yumurta ve bir şişe vodka koydu.

Vodka güzel geldi bana. Sarhoşluk içinde niyetimin yerine getirilmesi daha kolaydı. Nurbek bu defa bu kadar cevval içtiğime şaşırdı bile. Belalarımdan ona bir şeyi anlatmadım.

Nurbek’in en iyi ikramı şarkıları idi. Onları dinleyin tüm step Turgay’ının bütün eşsiz güzelliğiyle bu gri şehir  binasının dar odasına girdiğini hissediyordum.

Nurbek şarkı söylediği zaman, yakında bulunan herkes onu dinlemeye gelirdi. O akşam da aynen öyle idi.

Ancak sahip yoruldu misafirler de yoruldular.

 Nurbek:

- Üçümüz yatacağız. Biz kenarlarda, cengöy ise aramızda, diye şaka ederek bana kalmayı teklif etti. Şakayı kabul etmeden beni bırakmaya ikna ettim Nurbek’i.

- Dairesine kadar seni uğurlayabilirim, diye teklif etti Nurbek.

- Merak etme, lütfen. Seni genç karından alarak canımı günah ile yüklenmek istemiyorum, diye şaka ettim ben. Hemen gülümsemeden:

- Tabancalarından birini verir misin bana. Yarın bürosuna getiririm, dedim.

Belki Nurbek bana derin saygısını göstermek istiyordu. Nasıl olsa hemen kuburluktan tabancayı çıkartıp bana verdi. Arkadaşımla vedalaştım ve şimdi bende tabancanın var olduğuna sevinerek Korsak’ın evine karanlık sokaklardan yürüdüm.

Işık yanmıyordu. Yani herkes yatmış. Etrafıma baktım. Dünkü at arabaları yoktu. Misafirler gitmiş herhalde. Aktay’in beni burada bekleyip beklemediğini kontrol ettim. Ortalık boştu. Yalnız soğuk sert rüzgar sağanakları  kar ile tozu kaldırıyordu. Hava bozuyordu ama benim için uygundu. Böyle bir fırtınada niyetimi gerçekleştirmek daha kolaydı. Gün hazırladığım kerpeten ile pencereyi kolayca açacağımı düşündüm.

 

Misafir odasının tek penceresine çabuk çabuk yaklaşıp çivileri açıp çıkarttım ve sessizce dış çerçevesini kaldırdım. İç çerçevesini kaldırmak daha kolaydı.  Elimde tabancayı tutarak sessizce odaya atladım. Rüzgar ıslıkla eve giriyordu ama ben pencereyı iç çerçeve ile kapattım. Hemen bu kadar sessiz olmuş ki uyuyanın sakin nefes alışını duydum.  Kulak kesilmiş  dinleyip odada sadece bir insanın uyuduğunu anladım. Kim o: Bates mi Musapır mı? Eğer Musapır ile Bates nerede?

Cebimde küçük elektrik feneri bulup karanlıkta ellerimle arıştırarak perdeyı bulup açtım onu ve yatağı aydınladım. Bates yalnız uyuyordu. Uyuyanın nefesi sakin ve derin idi. Kedi gibi sessizce sandığa sokuldum ve aynı kerpeten ile kapağını açtım. Sandıkta dün gece pencereden gördüğüm metal kutuyu hemen buldum. Kutuyu pencere kenarına koyup yine de Bates’e yaklaştım. Yüzüne açık feneri götürdüğümde başını yastıktan çırpınmalı kaldırdı. Nasıl baktı bana! Korku, telaş, mahkum olma yüzünü değiştirdi. Bir an bana yakalatmış küçük beyaz hayvana banzetti ama ona hissettiğim acıma hemen kayboldu. 

- Giyin! - diye söylemekten çok emrettim ona. Burada konuşamadığımızı anlıyordum.

Susarak başını salladı. Kapıya birinin girdiğinden korkarak kapı önünde tabanca elimde tutarak duruyordum. Oda karanlıktı. Sadece tabanda bir ışık ışını titriyordu. Bates’e giyme imkanı vermek için feneri indirdim.

 

Yarı uykuda gibi sallayarak kışlığını giydirip düştü bile. Fakat acıma ve merhamet duygusunu kaybedip ona yardım etmeye çalışmadım bile. Az sonra kendisi bana hazır olduğunu işareti gösterdi. Pencereye yaklaşıp ‘Çık!’ diye fısıldadım. Beni dinleyip pencereden sığdı ama hareketleri hesaplayamadan yine de düştü. Peşine metal kutuyu tutarak ben de atladım.

Kar gittikçe şiddetliyordu tipi vardı, fırtına patlıyordu. 

- Musapır nerede ’  ilk defa bu acı karşılaşma sırasında sesim belli bir derecede  rahat diye seslendi.

- Musapır mı? Yola çıktı.-  Sözleri belenmiş gibiydi, sakindi, kaderinin tüm belalarını sabretmeye hazır olan çıktı benimle.

- Ne zaman?

- Bu akşam.

- Nereye?

- Ural bölgesindeki bir yere.

- Trenle mi?

- Evet, trenle.

Sorularım Bates’i şaşırtıyordu. Bir an ona yetişmek düşüncesinin bana geldiğini tahmin etmiyormuş. Ancak yetişemeyeceğimi anladım şimdi.

- Sen isteyerek mı onunla evlendin ya da o zorladı seni? Diye sordum ben.

- Olan oldu. Şimdi nasıl oldu ne fark eder ki.

- Bana gerçek söylemelisin, aksi takdirde seni öldürebilirim.

- Ölümden korkmuyorum, Burkut...

- Korkmuyorsun musun?

- Vallahi,  korkmuyorum.

- Haydi, gidelim.

Sırdarya tarafına doğru gittim. Bates her sözüme itaat ederek rüzgardan ve kardan  benim önünde gidiyordu:

- Sağa dön! Şimdi sola git!

Tabanca elimdeydi, kutuyu ellerimden bırakmıyordum.

Uzak çocukluğumdan bir olay hatırladım. Bir gün Kayrakbay ile ben stepten at üstünde geçiyorduk. Kayrakbay keskin gözü ile kuzuyu süren kurtu görmüş. Bu takibe dikkatimi çekmeden önce kurt inine girmiş. ‘Kurt kuzuyu yavrularına vermek istiyormuş da ondan onu öldürmedi,’ dedi Kayrakbay.  ‘Yavruları öğrensin kendileri onu yırtsınlar diye istiyormuş herhalde. Biz de kuzuyu kurtarmaya çalışacağız. Kurt ininin nerede olduğunu biliyorum!’ Kayrakbay atını kamça ile vurdu ve biz çok hızlı gittik. Tepeyi  geçiverdik. ‘İşte onlar orada!’ diye bağırdı Kayrakbay ve kurtu gördüm ben. Ganimeti sürüyordu. Coşkunluk içinde yüksek sesle bağırdım. Kurt geri baktı. Bir an içinde kuzuyu belkemiğinden yakalayıp sırtına atıp yoğun tabılga otu ile kaplanmış sel yarığına daldı. ‘Ya, Burkut ! Sen kuzuyu mahvettin. Bağırışı ile mahvettin. Kurt bizi görmeyebilirdi. O zaman sel yarığından yolunu kesip ininin yanında onu öldürürdük. Şimdi tabulgada onu bulamayız.’ Kayrakbay haklıydı. Kurt kuzuyu yırtıp kayboldu.

İşte böyle savunmasız bir kuzu gibi o akşam Bates bana geldi. Ses çıkarmadan önümde yürüyordu. Canımın içine bakıp kurt canından  daha kara olduğunu hissettim derken...

Az sonra nehrin buzu üzerindeydik. Kar ile kaplanmış sık kamışlık geride kaldı artık. Karanlığa alışmış gözlerle uzağa giden donmuş nehir aynasını kolayca fark ettim. Yalnız rüzgar daha düşlü esip keskin kuru karı kaldırıp döndürüyordu. Kızgın bir fikir beni rahat bırakmıyordu. Bates’i hayvan suvatı olarak kullanılan buz deliğine Bates’i götürüp onu tabanca ile vuracağım. Vurup vucudunu buz altına saklayacağım. Dün Kırk zeminlik aulundan dönerek bu uzun geniş delik dikkatimi çekti.

- Şuraya gel, diye yeri gösterdim ona. Beni dinleyip gelip durdu. Ancak suyu kar ile kaplanmış buzun tuttuğunu gördüm. Topuğumla onu kırmaya denedim de kaydım ve az kalsın kendim suya duşuyordum. Kutuyu buz üzerine koyup cebimden tabancayı çıkarttım.

- Öyle dur! Tekrar buz kenarının yanındaki yeri seçerek diye Bates’e emrettim. - Bana gerçeği söylemedin. Şimdi ise bir şeyi sorarsam bana cevap verecek misin?

- Vereceğim biliyorsam, yavaş sesle diye söyledi Bates. 

- Bilmelisin! Biliyorsun!

- Biliyorsam, söylerim!

- Ne çeşit bir kutu bu?

Kutuyu kaldırıp Bates’in gözlerine doğru götürdüm.

- Nereden bilebilirim? diye cevap veriyordu.

- Tanımadın yani? Evindeki sandıkta muhafaza edilen mavi kutuyu tanımadın mı? Mavi kutu.... ‘

 - O mu? Bana henüz inanmadan diye haykırdı Bates.

- İşte o kutudur. Sandıktan onu çıkardığımda uyuyordun.

- Bu kutunun var olduğunu nereden öğrendin?

- Nereden öğrendim mi? Dün gece pencereden gördüm. Sen Musapır ile ondan dolayı kavga ettin.

- Doğru, diye ispat etti.

- İçinde ne var?

- Bilmiyorum, Burkut.

- Yalan söylüyorsun!

- Allah üzerine yemin ederim.

- Bilmiyorsan neden Musapır ile kavga ediyordun o zaman?

- Benden bir şey saklıyor bu kutuda.

- Bana doğrusunu mu söylüyorsun?

- Gerçektir bu, Burkut. Benim için değerli olan her şey üzerine yemin ederim.

Hemen aklımda ‘Aman, aman bu kutuda ne çeşit dehşetler saklamıştır’ diye bir fikir geçti. Ancak Bates bunun üzerine düşünme şansını vermedi bana.

- Beni niçin götürdün buraya?diye direk sordu. 

- Seni öldürmeye.

- O zaman neden ateş  etmiyorsun?

- Geç olmadan düşünmek gerekiyor...

- Burada düşünülecek ne var ki?

Bates yavaş, ölmeye mahküm gibi buz deliğinin kenarına adım attı.

- Ateş et! Zaten ölü biri insanım.

- Hayır, Bates, hayır... - ama sözlerimi bitiremedim. Bates delik içine attı kendisini. Bunun mahsus mu yaptı kaydı mı bilmedim.

Tabancayı yana atıp boğulmasını engellemek için öne atladım. Onu tutup sudan çıkarmayı yetiştirdim. Boğuldu, öksürlükten istirap çekiyordu. Çözülmez giyimini yırtarak güçbela ondan üst giyimi çıkarttım. Çok üşüdü. Kendi paltom ile sardım onu. Beni iterek

- Bırak! Bırak! Suya atacağım! Pis vücudumun nerede olacağını ne fark eder, temiz ruhum onu terketmeli,-  diye bağırıyordu.

- Ne diyorsun, Bates, ne diyorsun? Temiz ruhun mu?

- Şimdi  pis edildi.

- Akbota, benim Akbota, ne diyorsun?

- Bırak! Bırak beni benim Boken!

 

ÇÖZÜLMÜŞ MUAMMALAR

 

Tam güzellik için içinde biriktirilmiş çamuru temizle.

Akmolda

Yalnız kara gece, sert fırtına ve acımasız ayaz Bates’i eve nasıl getirdiğimi biliyordu. Rüzgar ile ayaz sanki bütün tabiyatın etrafındaki herkesin kulakları sağır etmiş. Eve nasıl sızdığımızı kimse duymadı. Korsak ile Bodene derin uyukudaydılar. Uyuyanların rahatını pek düşünmüyordum, ayak uçlarına basarak yürümeye çalışmıyordum. Ancak nasıl olsa öksürmeye başladığımda ve Bates perde arkasına sakladığında ben de ürperdim. Korsak’ın ve Bodene’nin uyandıklarını düşündüm ama onlar rahat rahat uyumaya devam ediyorlardı. Odalarından hiç bir ses gelmiyordu...

Ya, Sırdarya buz deliğinden şehre dönüşümüz zordu.

Nehir üzerindeyken  artık kuru elbiseleri giyinmiş Bates titreyen sesle beni sordu:

- Kendin üşümeyecek misin?

- Erkeğim zaten. Kendim için korkmuyorum. ... Gidelim.

- Nereye, Burkut?

- Evine.

- Neden yahu?

- Beni bunu sorma, dedim.

Yine de Bates bir kurt önündeki kuzu gibi ses çıkarmadan yürüyordu. Nereye gittiğini bildiğine rağmen beni acıyormuş gibi  acele ediyordu. Üzerimde sadece gömlek, pantolon ve çizmeler kaldı.

Her zaman sıcaklığa ve soğuğa kolay kolay dayanırdım. Bu özelliğimle gurur duyardım. Sabır ve dayanıklılık kanımdaydı. Acımasız sıcaklıkta biri için ince gömlek bile yük olurdu ben ise hiç bir şey olmamış gibi kalın ceketi ve inatlığımdan dolayı  paltoyu bile giyebilirdim. Kışın sadece Kızıl Orda’da değil Orenburg ayazlarda bile herkes ağır kürk mantoları giyerdi ben ise enstitüye bazen başım çıplak sadece elbiseyi giyip gelirdim. Şimdi de soğuktan korkmuyordum. Hem de Sırdarya kıyısına gittiğimizde Bates’e bu kadar kızgın ve öfkenmiştim ki havanın soğuk olup olmadığına dikkat vermedim bile. Eve dönerken ayazın epeyce şiddetli olduğunu hissettim. Hızlı yürüyüşten ve kendi dayanıklılığın bilinçliğinden soğuk suya dalmayı sevenlerin iyi bildiği duygusunu hissediyordum. Soğukluk titretmekten çok sıcak güneş ışınları gibi yanıyordu. Hem de sevdiğim kitapların kahramanları düşünüp ve yorulmuş canımı ile Bates’in temiz mutsuz ruhunu düşünüp  nehirdeki davranışımı onların davranışlarıyla kıyaslıyordum. Bates ise yürümeye devam ederek yolda bir söz demedi.

Az önce buz deliğine götürdüğüm evine  yaklaşıp durdu. Tüm görünüşü ile beni sanki ‘Şimdi ne yapmam gerekiyor’ diye soruyormuş gibi. Aynı susarak pencerenin çerçevesini kaldırıp girme işaretini gösterdim ona.

-Ya giyimin? diye geciktrek sordu.

-  Uğrayıp, sonra alırım.

- Aman, aman, uğrama, diye sesi yavaş ve korkmuştu, her iki elini kaldırıp başını salladı.

- Burada konuşmaya gerek yok, girsene! - Her sözüm ağır bir yük gibi Bates’e geliyordu.

Biçare, ağzı kapkara esneyen bir mezarlığa benzeyen pencereye sızdı. Yolunu elektrik fener ile aydınladım, sonra ise kendim de odaya girip pencere camını yerine koydum. Fenerimi tekrar açar açmaz Bates’in açma işaretinin gösterdiğini gördüm. Karanlıkta fışırtı duydum. Perde arkasında Bates üstünü değişiyordu.

- Hazırım. Giyimini alabilirsin, yarı sesle dedi.

Eşyalarımı verdi bana.

 - Peki, Bates, gitmem gerekiyor! diye fısıldadım ben. - Anlaştığımız gibi  içinde bellarımızın tüm açıklamalarının mevcut olabilen kutuyu yanımda alıyordum.

- Onu bana geri verecek misin?

- Kesinlikle vereceğim!

-Yarın olur mu? Bay Mamoda bahçesinde...

- Peki, orada görüşüceğiz.

- İç çerçevesini yerine koy, dış çerçevesine de kendim bakacağım. .. İşte çiviler sana bırakıyorum, sonra çakacaksın. Pencerenin açılmış olduğunu kimse tahmin edemez...

- Tamam!

Söylediğimiz gibi yaptık. Demir kutuyu koltuk altlarından tutarak gittim.

O gece uzun zaman uykuya dalamadım. Demir kutuyu düşünüyordum. Ya lamba yakarak veya fenerimi kullanarak kutuyu açıp sırı öğrenirsem. Uyuyan çocukları rahatsız etmek istemiyordum. Fener ışığı yetişkenleri de uyandırabilir...

Horozların yüksek sesli ötmesi uyandırdı beni. Şafak vakti başlıyordu ve odada sabah gri yarı karanlık vardı. Kilitleri iyi biliyordum ve hiç bir şey kırmadan epeyce çabuk kutu kapağını açtım. İçinde günlük imzalı  iki kalın defter ile tutuk deste mektup, resim albümü ve çok resim vardı.

Görmem keskin, yarı karanlıkta bile yazılmış ve basılmış küçük harfları okuyabilirim.... Dolaysıyla ilk önce günlüğü incelemeye başladım. İnce ve güzel el yazısını görünce hemen Musapır’ın elini tanıdım. Birinci defter bin dokuz yüz yirmi beş yılının olayları anlatıyordu. İkincisi ise bin dokuz yüz yirmi altı yılında tutuluyordu. ..

Heyecanlanarak birinci günlüğü okumaya başladım. Sayfalarından birini okuyarak derken sanki defterden bana akrep ile karakurtlarının sürünerek çıkmadığını gördüm. Çıkarak beni sokuyorlar. Defteri yana attım. Uzun zaman hiç bir şeyi anlayamadım. Tekrar kalbimi bu kadar ağır yaralayan zehirli sayfaları okumaya başladım.

 ‘1925. 15 Temmuz.  Dün bana selam ile davet gönderdiği Jakıpbek dayımın evine geldim. Dayı bana ayrıntılı olarak Burkut ve Bates ile ilgili neler düşündüğünü anlattı. ‘Mutlaka aralarında düşmanlık tohumları saçarak birbirinden ayırmalısın,’ dedi. ‘Karakız ile beraber Troitsk tarafına gidecek. Siz auldan çıkmadan önce eve dönmeyeceklerini tahmin ediyorum.  Burkut’un içinde mevcut olan inatlık hastalığı onu tutarsa akrabalara gitmiş olan Bates’in peşine düşecek. Burkut’un bu fikirden vazgeçmesi için aralarında düşmanlık tohumları saçmayı dene...’ 

 

Bates’i benden ayırmak için tüm alçak yöntemler kullanılmıştı. Günlüğün iki defteri bunu ayrıntılı olarak anlatıyordu.  Bates’in babası Mambet, baybişe Karakız hem Konır hoca Saliha karısı ile beraber, hem Juman ile Bike, babam Abutalip ve diğer hizmetçiler aul at sürücüleri gibi aul sakinlerinden bir çoğu  bize karşı çıkıp cani işlere katıldı. Şehirde oturan düşmanlarımız da vardı. Jakıpbek ile Taslima, hem Bakkaş Jedibayev, hem Korsak ile Bodene hem Kuzen ile Esektas aralarındaydılar. Kazakistan adalet ulus komiseri olan Kadırbay Azimbayev ve Junısbek Mauıtbayev’in bize karşı yapılan  işlerle alakaları bile  vardı.

 

Musapır’ın notlarına göre bu takip neredeyse üst üste  iki yıldır devam ediyordu. Son not dün   edilmiş Musapır’ın Ural’a gittiği gün. İşte şöyle bir not  idi bu: Kötü haberi duydum. Dün  dayımın evine yüzü değişmiş olduğunu fark ettim!.. ‘Ne oldu size’ diye sordum ben. ‘İşlerimiz kötü,’ diye cevap veriyordu. ‘Dün trenle şehre Burkut gelmiş. Kenarda kalmiş. Haber edildiğim gibi kimseye bir şey söylediğine rağmen görünüşü sanki canı yanıyormuş gibi. Demek ki Bates ile evlendiğini biliyormuş artık!’ ‘ Ne yapacağız şimdi?’ diye sordum bu haber ile korkutulmuş ben. ‘Merak etme,’ diye cevap verdi dayı. ‘Kendim seni bulacaktım de iyi ki kendin geldin. İlk kalkan trenle sen de gitmelisin. Bunu bu gece yaparsan en iyi olur. Uzak bir yere bileti al. Örneğin Uralsk’a. Hemen gitmezsen seni öldürebilir. Geri kalanı düzenlenecek. Ben yardım edeceğim.’ Dayımın tavsiyesini dinledim. Bilet artık bende. On iki kırkta çıkıyorum. Yeni şehir olan Orda’da Mangıstau’da olacağım. Burkut beni orada bulabilir mi hiç? Döneceğimde artık Bates ile evlendiğimi  kabul etmiş olacak.’

Musapır’ın günlüğünde resim albümünün hikayesi anlatılmıştı.

‘1926. 1 Mayıs. Burkut’un yurduna geldim. Gösteriye gidecekti. Onunla birlikte gittim. Gösteriden sonra bir arkadaşının onu misafire davet ettiğini söyledi. ‘Çok iyi,’ dedim. ‘kameram var resim çekeceğim.’ Burkut benimle razı oldu ve biz beraber Asan’a gittik.’

‘1926. 25 Mayıs. Hep zaman yoktu, yalnız bugün Taskent’te çektiğim resimleri düzenledim. Hava güzeldi, resimler iyi çıkmış. En önemli olan niyetim gerçekleşti. Bayramın Asan’ın oğlunun namusuna değil Valya ile Burkut’un düğünü olarak düzenlenmiş olduğunu görünüyor. Onu öz küçük kardeşi gibi seviyor, o da ablasını gibi seviyor onu. Onları çekiyordum. İlk önce hastaneden çıkarken bebeği ellinde tutan  Burkut’un olduğunu iyi kullandım. Önce Valya’yı ile Burkut’u  evde hem de bahçede hem de göl kıyısında çekiyordum...’

‘1926. 26 Mayıs. Burkut ve Valya ile ilgili tüm resimleri toparlayınca aralarındaki aşk bağlantısının ıspatı  olduğunu fark ettim! Ne kadar komik ya!’

‘1926. 27 Mayıs. Yeni yaptığım albümü dayıma ile karısına gösterdim. ‘Mükemmel çıkmış.’ dedi dayı. ‘Bu albüm kızın eline düşerse kız çileden çıkacak.  Çok gururlu ya!.. Şimdi albümü aula göndermek gerekiyor. Burkut tatil için memleketine gelmeden önce yapılmalı bu. Posta uygun değil. Ya yolda kaybederse. Kendin git. Bu zaman için iş yerinde senin için görevlendirme seyahatını sağlayacağım. Ancak kendim albümü verme. Güvenilir bir adamı bul.’ Postacının arkadaşım olduğunu söyledim dayıya. Dayı ise iyi olacağını da kabul etti.’

 ‘1926. 17 Temmuz. Postacı ıslah edilmez bir tembel çıkmış. Henüz Bates’e ona bıraktığım albümü vermemiş. Burkut’un Bates’i okumak için şehre götürmek istediğini dedikodular var aulda. Kız da razı olmuş. Ancak anababaları ve Burkut’un anababaları memnun değil. Mamafih nahiye bürosundan özellikle başkanı olan Erkin Ercanov’dan korkuyorlar.’

‘1926. 21 Temmuz. Ne kadar iyi çıkmış. Dayı doğru düşündü. Albüm Bates’in ellerine düştüğünde çok kızmış. Öfkelenmiş Bates milis yardımıyla onu evden almak isteyen Burkut’u kovmuş. Çok güldüm ben.’

 ‘1926. 19 Ağustos. Kustanay – Moskova treni. Bu albümden dolayı Bates’e zarar ettirmek zorunda kaldım. Albüm onun bavulundaydı. Kızıl Orda’da Burkut’un onu görebileceğinden korkuyordum. O zaman ben rezil olacağım. Ben tereddüt ediyordum. Ya bavuldan albümü çalırsam? Ama  Bates benden şüphelenecek. Başka bir çare bulmam gerekiyor. O zaman bizimle aynı vagonda giden  hırsıza benzeyen şüpheli bir adamı fark ettim. Onu bavulu çalmadan rica ettim. Albüm ise benden kalmalıydı. O da razı oldu. Gece bavulu alıp trenden atlamış, albümü ise ben eşyalarımda sakladım.’

 

Musapır’ın günlüğünü okuduktan sonra tekrar albüm sayfalarından geçerek notlarında yalanı yazmadığını anladım.  Resimlerde ise Valya ile ben karıkoca gibi görünüyorduk. Bir de çocuğumuz varmış gibi gözüküyordu.

Şimdi Bates’in demir eskilik ağlarına neden takılıp çıkaramadığını anladım. Biçarem iyi ki seni buz deliğinden çıkardım, seni öldürmedim...

İNTİKAM

Genelde bir suç peşine onu yapan  kişinin cezasını geliyor. Bu değişmez kanun insanın dünyaya geldiğinden itibaren geçerliymiş.

 

Ancak aziz sevdamızı çamura atan ana suçlu bay soy eskiliğiydi! Adalet için bu eskiliği yakmak, mahvetmek gerekiyor! Ancak bunun için gücüm yok. Sadece benim değil. İnsanlık tarihindeki en genç ve en güçlü iktidar olan Sovyet iktidarı hatta bile  tamamen sıkı sıkı tutan geçmişi mağlup edemiyor. Soy gelenekleri asırlardır ulusun bilincine giryordu. Tek çekiş ile vücuttan çıkarılabilen bir   kıymık değil ki. Rezil adaletlerinin egemenliğinden vazgeçtikleri için pek çok yıl içinde insanları yetiştirmek gerekiyor.

Ana suçluyu iyi tanımakla beraber diğer suçluları da iyi biliyordum – aul aksakalları, ulaşılmaz  gri sakallı gelenek muhafızları. Beni ve Bates’i vuran kamçı onların ellerindeydi. Kamçı babamın görünüşü aldı. Şimdi ise bu kamçıyı yongalara  kırıp ateşe atmaya hazırdım. Ancak şimdi bunu yapmak mümkün değildi. Kışın başlangıcında Taşkent’e Kayrakbay geldi. Bana babamın ve Mambet’in stepimizden kaçıp ya Iran’da ya Afganistan’da olduklarını anlattı.

Aynen bunun gibi dayıma da kızgındım. Onu kemirip parçalamaya hazırdım. Ellerimde olabilirdi ama öğrendiğim gibi o da kaçtı. Arşiv tarihi malzemelerin toparlanmasını bahane ederek Moskova, Leningrad, Tomsk, Emb, Semipalatinsk gibi  ülkenin  bir çok şehirlerini ziyaret etmek üzere gitti. Sadece ben değil sivil polis hafiye bile bulamaz.

Musapır bilindiği gibi artık şehirde de yoktu. Nereye gittiğini ve ne zaman geleceğimi kimse kesin bilmiyor. Korsak’ın ve Kuzen’in kirli çamaşırlarını ortaya dökebilirdim. Ancak önemleri fazla düşük!

Şimdi ne yapmam gerekiyor diye Nurbek Kasımov ile danışmaya karar verdim. Gelip tabancayı geri verip olan olayları anlattım.

Heyecanlanıp düşmanlarımı öfkeli tarzıyla lanet ediyordu. Sonra:

- Niyetlerin ne?- diye sordu.

 

Hiç bir şey saklamadan bildiğim her şeyi anlattım ona.

- Öldürmek gerekiyor!-  Hüzünlü bir sesle diye söyledi Nurbek. - Hepleri değil, sadece Musapır’ı. Düşmanların aynı yayın okları. Biri mahvedersen geri kalanlarından intikam alınmış sanılabilir.

Ama şunu sana söylerim, beklemedik bir sırada teklif etti Nurbek, bu iş bana görevlendirilmeli. Musapır’ın dönüşü bekleyip tenha bir yerde onu bekleyip öldürürüm.’

- Neden kendim bunu yapamam?

- Sen diğer şehirde yaşıyorsun. Sana haber verildiğine kadar sen gelene kadar o da kaybolmuş olacak.  Bir de şunu sana söyleyeceğim, Burkut, onu öldüremezsin. İnsan öldürmesinin bu kadar kolayı olduğunu düşünme... Biri hayvanı bile kestirmez... Nurbek ile uzun uzun kavga ediyorduk. En nihayet onun Musapır’ı bekleyeceğini ve hemen gelişinden bana Taşkent’e haber vereceğini anlaştık. O zaman ben en kısa zamanda Kızıl Orda’ya gelip kendim düşmanımı mahvedeceğim.

Buna karar verince gittim.

Her hangi bir bekleme güçleri harcar. İntikama hazırlayarak günleri sayıp zamanı hızlandırmaya çalışıyordum. Bir ay geçti. Nurbek’ten haber gelmedi. İkinci, üçüncü – hiç bir haber yok. Ne oldu? Nurbek beni kandırmış mı yoksa? Ya Musapır şu ana kadar dönmemiş mi? Belki bu caniye bir şey mi olmuş? Ama bunu nasıl öğreneceğim ki! Tellemek veya telefon aramak uygun değildi. Aynı zamanda Musapır’ın şu anda orada bulunduğundan kesin olarak emin olmadan Kızıl Orda’ya seyahat yapmak da faydasızdı.

Böyle bir beklemede erken Taşkent baharı beni yakaladı. İlk ot ile ilk yapraklar çıktı. Bahar nefesi Sırdarya’yı ısıttı. Narın ve Karadarya ile birleştiği yerlerde üstlerinin suları kıyılarından çıktı. Orta ve alt akışlarda buz çözümü başlamak üzereydi. Nurbek’ten hala bir haber yoktu.

Şimdi hey şeye rağmen Kızıl Orda’ya gidecektim. Enstitümüz müdürü olan Smagul Sadvakasov’a seyahat izni almak için geldim. Çok hasta bir akrabamı ziyaret etmem gerektiğini anlattım ona. Ancak Sadvakasov,  beni çok iyi tanıyan eski bir arkadaşım gibi ricamı farklı anladı ve Bates ile ilişkilerimi konuşarak direk sordu:

- Kızıl Orda’ya gitme isteğinin nedeni o değil mi

- Hayır. Hayır, diye vazgeçtim ben.

- Bak, iyi dinle beni. İkinci yarıyıl bitmek üzeredir. Şimdi sana birkaç günlük izin vermek senin için kötü bir hizmette bulunmak demektir. Ya sınıfta kalırsan? Sen, Burkut, sıcak bir yiğitsin, onu ıspatladın artık. Gözlerinden sevdiğin kızdan kalbine tedavi olmayan bir yara aldığını görüyorum. Gözlerin yanıyor. Tüm canınla düşmanından intikam almak istediğini anlatıyor. Bunu saklamazsın. Sen bu haldeyken sana izin veremem. Sen suç işleyebilisin çünkü. Dolayısıyla kanuna göre sadece manen değil kriminal cezasını göreyeceğim. Butün bu sözleri kısaca söylesem şöyledir: İzin sana veremem!

Müdür ile konuşmaya devam etmek yararsız saydım. Fakat Kızık Orda’ya gittim gerekiyordu nasıl olsa. İyi bir fırsat çıkmış. 22 mart Kazak geleneğine göre yeni yıl başlangıcı olan dini müslümaların adlandırdığı gibi  Nevruz bayramı – ‘Allah’ın büyük günü’ kutlanır. Yaşlı adamlar aullarda Nevruz’u üç gün kutlanır. Son yıllarda Nevruz şehirlerde de kutlanmaya başladı. Enstitümüz kutlamalarıda katılacakmış. Tarih ile etnografya ile uğraşan Sadvakasov enstitümüzde Nevruz’dan önce ders verecekmiş. Ondan sonra üç günlük tatil olacakmış.

Benim için her şey çok iyi çıktı. Akşam Sadvakasov dersinden sonra Taşkent’e yakın oturan akrabaları olan öğrencilerle beraber Kızıl Orda’ya gittim.

Tren şafak vaktinde geldi. Hemen Nurbek dairesine gittim. Ev sakinleri bu kadar erken saatlerde rahatsız etmemek için dışarıya çıktık.

-  Neden bana hiç bir haber vermedin, Nurbek?

 - Bates’i acıdım. – kendisini  aklamak için söyleyebilidiği tek şeydi.

- Hayır, sen detaylı anlat!’

- Zaten mutsuz bir insandır, zalim kocasından yoksun kalırsa daha mutsuz olacak. Ne dersen de Musapır ile beraber daha kolay onun için.

- Ayıp ya, Nurbek! Sen tereddütünle kendin bana engel oldun. Boşuna şüphelenmeye başladın. Peki, Musapır nerede şimdi, söyler misin?

- Dün Kazalinsk’a trenle gitmiş.

- Ne zaman dönecekmiş?

- Birkaç gün sonra evde olacakmış.

- Yani, görüştüğümüzden sonra çok defa buradaydı ve uzun zaman şehirde kalıyordu. Değil mi?

- Haklısın... Bu defa yaklaşık bir aydır Kızıl Orda’da kaldı. Bundan önce de hiç gitmeden haftalarca şehirde kalıyordu. 

- Sen bana hiç haber vermedin ya!

- Sana her şeyi anlattım, Burkut!

- Ya, Nurbek! Cevap için sözleri bulamıyorum bile!

Musapır’ın dönüşünü beklemek için şehirde kalmaya karar verdiğimi söylemedim. Tereddütlerinden sonra sırlarımı onunla paylaşmama gerek yok.

- Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? diye sordu.

İçimi çektim.

- Taşkent’e dönmek zorundayım!

Nurbek sözlerimi gerçek sanarak sevindi:

- Atalarımız şöyle derdi: ‘Kara yılan zehri ile kara zemini sulasın.’  Ben, Burkutçuğum, istemeyerek geçen kanlı savaşta düşmanları öldürüyordum. Şimdi ise barış günleri. Kanın dökülmesini istemiyorum. Evet intikam konuşmaların beni yakaladı. Kendim Musapır’ı öldürmeyi tavsiye ettim sana sonra pişman oldum. Sana görüşüp kendimi de temizletmek için her şey anlatmak çok istiyordum. İşte kendin geldin. Niyetlerinden vazgeç. Kan dökülmesin. Zavallı Bates’i acı!

- Peki, tamam, dedim ben  yalandan kabul ederek. 

-O zaman ellerimizi sıkışalım.

- Ne gerek var ki? Öldürmeye anlaştığımızda ellerimizi sıkışmadık. Şimdi de bunu yapmıyalım.’

‘Tamam. İstediğin gibi olsun. Sözlerine inandım.

Öyle vedalaşıp ayrıldık. Şimdi niyetimin gerçekleştirmesinin daha zor olacağını düşündüm. Nurbek’in gözlerine düşmemem gerekiyor. Beni görürse takip etmeye başlayacak ve niyetimin gerçekleştirmesine engel olacak.

Sırdarya’nın öbür tarafında uzak bir akrabamın oturduğunu hatırladım. O kıvrak ticari adamdır. Tüm şehir dedikodularını biliyor. Bir fare şehirden geçerse kesin duyacak.  Tabi ki Musapır ile benim arasında nelerin yer almış olduğunu biliyor.

Şehir kenarına bir tepeden diğer tepeye geçerek vardım. Buz ile  tutulmuş nehre doğru inip akrabamın zeminliğe öbür tarafa geçtim.

Şimdi benden Nurbek de vazgeçtiği zaman kendimi yapayalnız hissediyordum. Dolayısıyla akrabamı görünce hemen fikirlerimi ve niyetlerimi paylaşmak istedim. Aynen öyle yaptım. Benimle tamamen razı olmuş.

- Senden utanıyordum, kendim ölmeye hazırdım. Böyle bir rezile dayanılmaz, dedi.- Düşmanı öldürebilirsin! Gücün yeter. Bu arada bende saklayabilirsin. Komşular bile bilmesinler. Bir gün,  bir hafta, bir ay kalabilirsin, gerek varsa. Burada Musapır’ın geleceğine kadar kalabilirsin. Kızıl Orda’ya gelir gelmez sana haber vereceğim. Onu dalgınlığa getirerek istediğini yapacaksın.Sonra kayboldursun. Sana silah bulurum.

Gerçekten aynı gün akrabam benim için silah buldu. Biraz ketmene benzeyen eski büyük Smit Venson toplu tabancasıydı. Tabancanın namlusu paslanmış kovanları ise yeşillenmişti. Bu tabancanın ateş edemeyeceğini düşündüm. Ancak boş ellerden nasıl olsa daha iyi...

Akrabam sabah erken şehre gidip akşam dönerdi. Hem kendi işleri çokmuş hem de verdiğim görevi de yerine getirmek istermiş. Bir gün Kızıl Orda’ya gelmiş olan baharın yerine kötü hava gelmiş. Kar ile karışık yağmur başladı. Heyecanlanmış akrabam zeminliğin kapısını açarak

- Düşmanın şehre gelmiş ve evindeymiş. Ancak evinde hiç bir şey yapamazsın. Korsak’ın evinde misafirler toplanmış. Ne çeşit insanlar bu bilmiyorum ama oraya gitmek senin için tehlikelidir, dedi.

Akrabamdan Korsak’ın çatısı yapılmaya yetişmediği yeni evin bahar yağmurlarından hasar gördüğünü ve şu anda  yarı yıkık olup boş kaldığını da öğrendim. Korsak eski dairesine taşınmak zorunda kalmış. Aynı avluda Mısapır ile Bates’i yerleştirilmiş. Yeni evin tamiratı için kamışı ve başka inşaat malzemeleri hazırlamış. Korsak’ın bu ambarı yanından  her gün derslerden sonra Bates geçiyormuş. Musapır evde ise genelde onu uğurlarmış, bazen ise karısını koldan tutarak derslerden beraber dönmek için  derslerin sonuna doğru gelirmiş. ‘Bu şövalyeye bak ya!’ diye düşündüm ben.

Akrabam çok dikkatli bir adam çıkmış. Hem de namusumun savunmasını destekleyen bir adammış. Musapır’ın dönmesini öğrenince deli gibi ısrarlı olup bana yardım etmeye çalışıyordu:

- Tekrar sana söylüyorum, diye beni razı etmeye çalışıyordu, - Bbu işi bana güven.  Bunu senden daha iyi becereyeceğim. Sözümü tutmazsam yüzüme tükürebilirsin.

Ancak buna razı olmadım.

- Nasıl istersin! Düşmanın kanıyla boğulsun. Aksi takdirde sen bir yiğit değil bir avratsın.

Akrabam duygularımı mahsus ısıtmak istemediğini düşündüm. Ancak sözleri gittikçe beni heyecanlandırıyordu.

Şafak vaktinden önce şehre beraber çıkmaya karar verdik. Korsak’ın evi önünde koni şeklinde toplanmış kamış içinde saklayacaktım. Akrabam ise beni uzaktan gözlemleyip ihtiyaç çıktığı halde yardımcı olacaktı.

Bu gece uyuyamadık. Sırdarya kıyısındaki zeminlik soğuk ile telaşlı idi. Güneydoğu rüzgar gittikçe şiddetleniyordu.

- Ya, bugün fırtına kopar, akşam diye telaşlı söyledi akrabam. Gece yarısında tekrar zeminlikten çıktı:

 -Hem rüzgar, her kar direk yüze vuruyor. Buzların çözülmesinden korkuyorum. Sular çıkar ve  şehir ile bağlantımızın kesilmiş olacağından korkuyorum.

- Ya şimdi gidersek? diye yese düşüp bağırdım ben.

- Peki, itiraz etmiyorum. Ama yolu bulmamız gerekiyor. Etraf mezarlık gibi karanlıktır. Zemin yumuşalanmış. Ayaklar bataklıkta gibi batıyor. Tekrar keşfe çıkayım. Allaha şükür yüğmur yağmıyor artık. Ancak rüzgar daha şiddetli esiyor. Fena değil, zaten çamuru kurutacak biraz. Ancak Sırdarya’ya çok bela  gelebilir. Buz çözülürse sular çıp tüm çukur ile yarıkları dolduracak. O zaman öbür tarafa geçmeyi hayal kuramayız bile.

- Demek ki, artık geciktirilmez. Karar verdik ise gidelim.

 - Olsun. gidelim, diye razı oldu. -Cesaret için yarı litreyi içelim mi?

- Hayır kendiniz içerseniz daha iyi olur.

- Neden vazgeçiyorsun?

- İçimde şu anda var olan güç yeter bana.

Akrabam alayla baktı bana. Yatak altından şişeyi çıkarıp dolu bir bardak içip kütürdüyerek soğan yarısını dişledi.

- Şimdi gidebiliriz, dedi ve zeminlikten çıkarken,-  tabancayı sakin unutma, diye ekledi.

- Koynuma koydum, diye ılık komforlu giyim altında emniyetle saklanmış tabancaya dokundum. Rüzgar gerçekten öfkeli güçüyle esiyordu. Kendimi sağlıklı ve genç hissederek güvenli ve sağlam adımlar atmasaydım beni devirebilirdi. Kapkaranlıkta gözlerin önünde ne olduğunu görmek zordu. Ayaklar sıvı çamurda batıyordu. Bu kadar ağdalıydı ki kamışta rastlanabilir durgun su yüzündeki yosunlara benziyordu. Böyle yoksunlar kafanle beraber içine çekebilir!

Adımlarımın sağlamılığına rağmen yine de kayıp düştüm.

- Ee? Gitmekten hala vazgeçmedin mi?’ diye sordu bana cesaret veren akrabam.

-Haydi, haydi.

-Ancak ben yolu daha iyi biliyorum. İlerde ben gideyim.

Peşine  ağdalı çamura cesaretle basarak ben de gittim.Yolumuz Sırdarya’ya doğru gidiyordu. Rüzgar gürültüsü tüm diğer sesleri boğuklaştırıyordu. Biri bağırsaydı biz nasıl olsa duymazdık. Bu saatte insan bağırışları nereden gelir ki. Rüzgar, Rüzgar! Keskin ve soğuk olup sanki her nefesini geriye sokmaya niyetleyip boğuluyordu seni. Güçlerim yetmiyordu. Rüzgara karşı ağdalı çamurda yürümüz gittikçe zor oluyordu. Bazen ayağımı bataklıktan az kalsın çıkaramıyordum. Kaldırlarım ağrımaya başladı artık. Arkadaşım ise güvenle ve hızla yürümeye devam ediyordu. Benden güçlü ve tecrübeli idi.

 

Derken bu kadar dehşetli bir gümbürtü duyduk ki gök zemine düşmüş gibi geldi bana.

Sarsılıp durdum. Arkadaşım da durdu. Gümbürtü tekrarlandı.

-Çabuk, çabuk! dedi akradam.

Soluk soluğa olup ona yetiştim. Ne demek bu, diye sordum.

- Toplardır, Burkut.

- Toplar mı? Burada toplar nereden çıkabilir ki?

Zayıflamayan rüzgardan sözlerini bağırarak Sırdarya’nın üst kısmında nehrin kavsinde buz parçalarının toplandığını anlattı bana. Bu yüzden su seviyesini yükseldi ve şehir su baskını tehdidine düşmüş. Dedikodulara göre bir askeri birlik top mermeleri ile buz toplanmalarını  yıkıp suya yol açmak ile görevlendirmiştir. 

- Ateş eden onlarmış herhalde. Buzlar çözülmesi için. O zaman şehre gelemeyiz. Çabuk yürü, Burkut!

Hayatımda yalnız bir kere topların ateş etmesini duydum. O zaman onlara çok yakındım. Orenburg’da oldu. Lenin’in mezarlık töreni sırasında. Hiç bir merminin bana tehdit etmediğini bildiğime rağmen şiddetli top salvosundan sonra tüm vücudumla titremeye başlayıp kendime yer bulamıyordum. Ancak şimdi ateş etme çok daha dehşetliydi. Mermiler hedefleri tutturarak patlayıp buz yıkıyormuş. Sağır edici ateş etmenin sesleri kulaklarımı tıkandı akradaşıma her hangi bir cevap verme halim yoktu. Ancak şehre gelemeyiz sözlerini bilincime girdi. Var gücümle acele ediyordum ve yol arkadaşımdan artık  geri kalmıyordum.

- Buz çözümü  planlarımızı mahvedecek, diye devam ediyordu, - O zaman nehrin öbür tarafına sadece Darya buzdan temizlediği zaman kayık ile gidebiliriz.’

- Daha çabuk gidelim mi?

Nihayet, kıyıya vardık. Derken tahminlerimize göre bu kapanık gece nehrin buz aynasının kararması gerektiğini yerde gri göç eden bulutlara benzeyen bir şey gördük.

- Aman aman. Buz çözüldü!  Tam kıyıya yaklaşarak umutsuzca diye haykırdı akrabam.

Yanına gelip gri buz parçalarının birbirlerini kenarlardan vurarak yavaş yavaş akıntıya düşerek uzaklaştığını gördüm.

- Kaldık biz! diye üzüldü akrabam.

İleriye bir adım atıp kıyıya yakın geçen  buz parçasının üzerine nasıl olduğumu anlamadım.

- Allahım! Mahvolursun, mahvolursun!diye bağırdı akrabam. - Buraya atla, ya mahvolursun... Atla!..

Her saniye ile benden uzaklaşıyordu. Tavsiyesine uyamıyordum. Aramızda artık gece katran gibi kararan geniş su şeridi vardı. Akrabamın silüeti gittikçe azalıyordu. Kıyı benden giderek uzaklaşıyordu. Az sonra akrabamı tatamen gözden kaybettim.

Öylece buz parçası üzerinde Sırdarya’dan geçiyordum. Böyle bir seyahatın tehlikesini hissetmekle beraber garipliğinin çekiciliğini de duyuyordum. Bana neyin geleceğini bilmiyordum ama her hangi bir anda canımı verebildiğimi de anlıyordum. Nasıl olsa yüzmek ilginçti benim için.  Tabiyat bana etrafıma bakmaya imkan verdi. Şafak vakti başlıyordu. Nehir üzerine yüzen buz parçaları ile beraber gittikçe  beliriyordu. Bazı yerlerde buz parçaları yoğun yoğun yüzüyordu, bazılarda ise birbirinden uzak kalıyordu. Gri yarı karanlıkta bir yaratıkların bazı buz parçalarında yüzdüklerini fark ettim: ya keçi ya sürüden ayrılmış koyunlar mıydı, ya bir gezgin miydi. Böyle buz parçalarından birini yetiştiğimde net olarak bir koyun kuzu ile beraber gördüm. Korkutmuş ve aç olup sanki benden ya gıda ya kurtarmayı isteyerek hazin hazin memeledi. Zavallı üşümüş kuzu annesinin memesine, sıcaklığına sokuluyordu.

Buz çözülmesini gözlemlemek ilginçti. Buz parçaları yüzen buza kader ile atılmış yaratıkları sanki mahsus onları korkuyormuş gibi onlara sanki kötülük yapmaya çalışıyormuş gibi kıyılara yaklaşmaktan kaçınarak  nehrin ortasına doğru yüzüyorlar. Birbirinin üzerine atlayıp su üzerine parçaları ve kırıntıları bırakıp tekrar ayrılıyorlar. Bazen çarpışma sırasında bir buz parçası başkasının altına dalıyor. İhtiyatlı ve becerikli olmam gerektiğini anlıyordum. Her hangi bir anda buz parçama bir şey gelebilir ve su altına dalabilirim. Dengeyi muhafaza ederek bir buz parçasından başka buz parçasına atlamak zorundaydım. Hayatım için mücadele ediyordum.

Bir anda benim kalın olmayan buz parçam buz yığınını rastladı.  Yana yüzerek sakin bir koyda kendini buldu. Artık zemine adım atmak üzereyken yine de koyunun melemesini duydum. Koyun kuzusu ile beraber kıyıdan benden çok daha uzaktı.

Büzülüp korkudan donup kalıyordu. Kendini kurtarmaya  hiç bir şey yapmıyordu.

 

Az önce kendisi  hayvan çobanlığı yapan kazakoğlu olan ben koyunu ile kuzuyu acıdım. Hayvanları kıyıya çıkartmak  istedim. Bir buz parçasından diğerine atlayarak onlara atıldım. Artık yakın yaklaştım, derken koyun korkarak benden kaçmaya başladı. Kuzu peşine de koştu. Suya batmak üzereydiler. Küfrederek sıradan inatlığımla tutulmuş olup onları kaygan ve parlak buz üzerine  kovalamaya  başladım. Artık durduramıyordum.

 

Buz parçasının kenarında ayağım kaydı. Yüzükoyun düştüm ama koyunun arka bacağından tutmaya yetiştim. Biraz kalkıp iki buz parçasının kenarlarındaydım. Kesin suya düşeceğim. Ancak beni kurtaran koyun çıkmış. Onu sıkı tutuyordum ve buzun yüzünde kalmaya beceredim. Annesinden geri kalmak istemeden kuzu bize yaklaştı. Onu koltuğum altına aldım ve direnen koyunu boynundan sürükleyerek kıyıya varmaya çalıştım. Ancak yığın halinde toparlanmış buz parçaları yine de hareket etmeye başladı. ‘Allah beni lanet ediyor,’ silkindim ben. Ancak niyetimi bırakmadım ve bu zor yola hayvanlarla beraber devam ediyordum. Bir çaba daha bir fırlayış daha ve benim ile kıyı arasında hala epeyce geniş su şeridi kalıyordu.

- Atla! Diye yüksek sesi duyunca bakışımı tarafına yönlendirince yaşlı bir kazağı gördüm. Kıyı yanındaki kamışlıktan bana hayretle ve korkuyla bakıyordum.

- Atla! tekrar heyecanlanarak diye bağırdı ihtiyar adam. -Burada su derin değil. Boğulmazsın. Hemen atlamazsan nereye kadar yüzeceksin belli değil.

Kuzu ile koyun ile ayrılmak istemeden atladım ve göğüse kadar suya battım. 

 

- Onları bırak. Kendiler sudan çıkacaklar! diye beni merak ediyordu ihtiyar. - Çabuk çık buraya.

Tasiyesine göre koyun ile kuzuyu bıraktım. Yüzdüler. Onlarla aynı zamanda kıyıya nihayet çıktım.

 

Koyunlarım huzur içinde artık  hafiflenmiş rüzgarda kuruyorlar ve ıslak küçük otu koparıp koparıp yiyorlardı.

- Allah korusun seni! diye sevinçle ve kahırlı kahırlı kafasını salladı ihtiyar. -Yeter ki hastalamasın, üşümesin... Çabuk soyun, giyimini sık. Orada arabada büyük kürk manto var. Ona sarınıp ısın. Sık, sık..! Evimizde iyice kurutacağız.

Evinin uzak olup olmadığını diye sordum.

- Şehir kenarında. Su değirmeni yanında!

Geniş koyun postundan kürk mantosuna sarınca istemeyerek yaptığım yüzmemden sonraki üşümenin geçmeye başladığını hissettim.

- Atınız var mı?

- Ne düşünüyorsun? Bu arabayı kendim mi taşıyordum? Var, tabi ki! Artık koşulmuş. Az sonra gideriz. Ben burada yakıtı yığıyordum, kamışı. Seni buz parçası üzerine görünce merak ettim. Ancak sen gerçek bir yiğit çıkmışsın. Hem de koyun ile kuzuyu kurtardın. Sen galiba otlaklarda büyümüşsün, hayvanları seviyorsun.

- Ben kazak oğluyum, aksakal. Aulda ve sürünün payında yaşıyordum. Hepsi benim için öz şeyler. Bu koyun ve kuzuyu size hediye etmek isterdim.

İhtiyar bu hediyemi kabul etmekten vazgeçti. Hayvanların kurtarması için fazla gücümü  harcadığımı beni ikna ediyordu. Tek ondan dolayı şimdi bana ait olmalı. Ben ise koyunun direk  kamışı yığdığı yere getirildiğini söylüyodum.

- Peki bu konuşmaya evimde devam edelim.

Şehirde işlerim var diye söyledim ona.

- Islak giyimde nasıl gideceksin ama?

- Çok acele ediyorum, ondan dolayı sabredeceğim.

- Ben olmasaydım, buz parçası seni uzak götürdü!

- Böyle olmadı ama, diye gülümsedim ben.

- Saf olma, yahu! diye ciddi ısrar edici tarzıyla konuşmaya başladı ihtiyar, - bir dede ölürse onu gömmek için vakit bulunur, deve hastalanırsa onu kestirmek için de vakit bulunacak! Neden sanki yakında kan döküyormuş gibi bu kadar çok acele ediyorsun?

- Hayır, sevgili aksakalım,’ sesim de katı diye sesleniyordu, - Şimdi kan dökümeyebilir ama en kısa zamanda öyle olabilir. Ben de acele ediyordum. Gece buz üzerine nehrin öbür tarafına geçmek istedim ama gördüğün gibi buz parçası üzerine yüzdüm. Canlı kaldıysam niyetlediğim yere gideyim.

- En az evimizde giyimini değiştir. Senin için bir kıyafet buluruz.

Razı oldum. Odun ile yüklenmiş arabaya koyunları koyup yanlarında oturduk. Kürk manto bu soğuk bahar sabahı beni iyice ısıttı. Evinde ihtiyar yine de dinlenmeyi, sakinleşmeyi ve karnımı doyurmayı  beni ikna ediyordu, ancak ben bildiğimden şaşmadım.

- Gerçekten acele ediyorsun. Seni bekletmeyeceğim. İstersen oğlum seni getirecek. Hala uyuyor. Onu uyandıracağım. Bu at ile hemen geleceksin.

 İhtiyarın dikkati beni duygulandırdı. Ancak yürüyerek gitmeye karar verdim.

-          Çamurda uzun yürüyeceksin. Oğlum nasıl olsa gitmeli. Şehirde işlerimiz var. Bekle, sana giyimi bulurum.

-          Kazak aul giyimi iyi olurdu, diye ihtiyarı rica ettim ben. 

- Şehir giyimi bizde yok ki.

Birkaç dakika sonra yoksul aul yiğidine benziyordum. İhtiyarın bana verdiği giyimin bedeni benim için uygun çıkmış. En önemlisi bu kıyafet niyetlerimin gerçekleştirilmesi için de uygundu.

- Islak giyimini ile koyunları yanında mı alacaksın? diye beni sordu ihtiyar.

- Size koyunları hediye ettim, aksakal. Giyim de kalsın. Belki en yakın günlerde gelip alırım onu.

İhtiyar anlamlı anlamlı baktı bana.

- Allah’tan sadakatı alırım insandan almam. Tüm hayatım boyunca değirmende çalışıyorum. Kazandığım para bana yetiyor. Başkasının hayvanlara veya giyimine ihtiyacım yok. Şunu hatırla, canim, ne zaman dönersin burada bıraktığın tüm eşyan dokunmamış kalır.

Namuslu aksakala teşekkür edip oğluyla yola çıktım. Şehir kenarına geldiğimiz zaman rüzgar artık sakinleşti, bulutlar dağıldı ve güneş ışınları hemen toprağı ve havayı ısıttılar.

- Peki, oğlan, burada ineceğim, teşekkür ederim, dedim arabacıma.

-Belki daha uzak gitmeniz gerekiyor. Sizi getireyim.

-Hayır, buradan yakın, diye cevap verdim. Oğlana gelecek pusumu göstermek istemiyordum. Arabadan indim. ‘Babana selam söyle. Bir de beni beklemesin ilet.

Bana hiç bir cevap vermedi, ben ise yoluma devam ettim. Bu nispeten erken saatlerde şehir bomboştu. Çamura dikkat etmeden mümkün olduğu kadar çabuk yürümeye çalışıyordum. Birinin burada olduğumu öğrenirse bu haberin tüm Kızıl Orda’da dağılacağını ve sakinlerinin sokaklara sadece bana bakmak için çıkacaklarını geliyordu bana.

Nihayet Korsak’ın pencere camları ve kapıları çıkarılmış olan evini gördüm. Burada da kimse yoktu. Gelecek tamirat için sap sapa yığmış kamış altına girdim. Derhal kendimi sanki alacıktaymışım gibi hissettim. Buraya yağmur sularının bir damlası bile sızmıyordu.

Sokakta yer alanı deliklerden  iyi görebiliyordum, kamış ise beni güvenilir biçimde saklıyordu.

Elimde özenle tabancayı tutuyordum. Kuru giyime değiştiğim zaman onu ihtiyar farkında olmadan koynuma koydum. Telaşlı sabırsızlıkla öğencilerin gelmesini bekliyordum. Enstitüye acele eden, şaka yapan, gülen onları görmek istiyordum. Gençliğin geleneğine göre birbirini koldan tutarak yürüdüklerini görmek istiyordum.  Bates ile Musapır’ı hemen görmek için dikkatle bakmaya karar verdim. Özellikle Musapır’ı. Onu tek isabetli tabanca ateşi ile öldürmeliyim!

... Artık yanımda öğrenciler geçiyordu. Onlar ise hep yoktu...

Derken Bates’i gördüm. Tanımadığım kız ve erkek ile beraber gidiyordu. Diğerler gibi neşeli idi. Ona bakıp yeni hayatına alıştığını ne onu ne Musapır’ı bir daha rahatsız etmeyeceğimi kışın verdiğim sözüme inandığını düşündüm.

Kaygısız ve sevinçli Bates geçti. Öğleye kadar onun eve döndüğünü beklemeye karar verdim. Belki akrabam söylediği gibi onu Musapır uğurlayacak.

Kamış pususunda geçirdiğim beş altı saat beş altı uzun yıl gibi geldi bana. Sabrım bitmek üzereydi. Bu arada sanki benimle alay ederek sığınağımın zirvesine horoz uçtu ve ötmeye başladı. Onun her ötmesi benim için sanki kafaya vuran demirdi. Kış! diye yavaş sesle haykırarak onu kovmaya çalıştım ama fısıltımdan hiç korkmuyordu. Kamışı biraz sarsmaya denedim: ancak horoz yüksek sesle ötmeye devam ediyordu. Harika ya! Bu yaygaracı kuşa düşmanlarımın biri mi dönüştü yoksa? Kamış sapı ile vurdum onu. Sadece ondan sonra gitti. Ancak hemen başka bir bela geldi  bana.  Benimle sanki dalga geçiyorlarmış gibi köpek sürüsü yakında öfkeli dövüşe başladı. Mamafih köpekler de az sonra başka bir sokağa koştular. Onları ve bağıran horozu özlemeye başladım bile. Öfke canımı kurcalayıp kalbimi dolduruyordu. Öfke ve bekleme beni taşırıyordu. Şimdi ne yapacağım?

Derken şarkıyı duydum. Onu biri erkek biri kadın iki sesi söylüyordu. Dikkatle bakınca Bates’i ile Musapır’ı gördüm. Sayıklama değil mi bu? Gözlerimi ovaladım. Hayır sayıklama değil. Kollarından tutarak giden onlardır. Yüzleri sevinçli şarkı dudaklarından dökülüyor.

Belli bir an için içimde bu sevinci bozmamak isteği doğdu. Bu kıvılcım kara gecede düşen yıldız gibi parlak ve çabuk idi. Geçip kayboldu. Tekrar öfke ve intikam ateşi beni tuttu ondan artık kurtaramıyordum. Son yıllarda çok okuduğum ve benim peygamberim saydığım Lermontov’un sözlerini hatırladım: ‘Arhimedes’in  tüm dünyayı kaldırmak istediği bir levye sensin, haysiyet.’ Bu sözleri dua gibi tekrarlayarak yeni güçleri içimde hissettim.

Tabancayı elimde tutarak Bates’in ve Musapır’ın önüne çıktım. Korkudan donakalmışlar. - Allah! diye korkuyla bağırdı Bates. Musapır’ın kolundan kurtararak geri geri çekildi. Şaşkına çevrilmiş olup yerde durmaya devam ediyordu. Onu kötü kötü küfrederek tabancanın tetiğini çektim. Ateş almadı. Tekrar tetiği kurmaya başladım. Musapır bunu kullanarak koştu ve Korsak’ın evinin açık pencere deliğine daldı. Peşine koştum. Eve atladığım zaman Musapır ile yüz yüze kendimi buldum. Ellerinde ketmeni tutuyordu.

Onu yine de küfrettim, o ise nedense kenmeni kaldırmadan sırıtarak bana bakıp net seçik olmayan bir şey böğürüyordu:

- Е-е-е-е!

- İşte  е-е-е-е sana! diye haykırdım ben. Ketmen ile beraber onu tutup yüzükoyun ahşap döşemeye attım. Üstüne çıktım. Kıpırdamadı bile.

Musapır’ın şapkası yana atılmış. Var gücümle çıplak tepesini tabanca ile vurdum. Onu tekrar vurmak istedim, tabancayı bile kaldırdım. Ancak o anda kanı sıcak bir fiskiye gibi yüzüme fışkırdı.  Gözlerim akmış gibi geldi bana. Yüzü avuç ile kapattım...

...Sonra bana neyin geldiğini hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde etrafıma bakınca kapısı kapalı  penceresi ensiz ve parmaklıkla tıkanmış olan dar bir hücrede yattığımı gördüm...

 

BATIH - MUTLULUK

(epilog)

Mahkeme suçumu inceledi. On yıla mahkum edildim. Bu cezayı Uzakdoğu taygadaki ceza evinde dolduruyordum. Ancak orada on yıl değil sadece yedi yıl geçirdim.

Ceza evindeki tutuklular ağaç kesim, nakil ve depolanması işleri yaparlardı. Kollarımı sıvayarak avuçlarıma tükürerek işe başladım. Genç ve güçlü bir erkek iserse her hangi bir işi becerebilir. Günlük en az normun  bir buçuğunu yapıyordum. İlerde de öyle giderse on yıllık sürem ikiye azaltılacağını söylendim artık.  Maalesef bir yıl geçmeden başıma bela geldi.  İskorbüt oldum. Uzun zaman iyileşiyordum. Neredeyse bir yıl kendimi toparlayamadım. Fakat gençlik yendi ve yine de yorgunluğu bilmeden işe başladım. Hapsetmeden yedi yıl sonra memleketime çıktım.

Ceza evinde sadece ağaç işleri yapmıyordum. İki yıllık tıbbı kursu geçip sağlık memuru oldum. Daha şaşılacağı hastaları iyi tedavi ediyordum. Bunun dışında kütüphane başkalığı yapıyordum. Ceza evinin kütüphanesi çok küçüktü.  Sadece birkaç on tane kitap vardı. Beni serbest bırakma zamanına kadar kitaplar sayısı üç bine kadar yükseldi. Eğitimi olmayan tutuklulara kitaplar sesle okunurdu. Yorgunluğun bilmeyen okuyuculardan biri ben idim. Kulüpte çalışıyordum, duvar gazetesini yayımlamaya yardım ediyordum. Üstelik sinema uzmanı oldum. Yanı ceza evinde katılmadığım kültür işi yoktu.

İşte düzeltilmiş vatandaş olarak iyi hizmet belgesi ile trenle gidiyorum. Birkaç gün sonra Novosibirsk garında çıkarak rehber bürosunda Novosibirsk trenine eklenecek olan Karaganda-Alma Ata vagonunun depoda bulunduğunu öğrendim. Bu vagona bilet alıp onu aramaya gittim.

Vagonu bulmak zor değildi. Ancak burada dikkatimin tamamı peronda ileri geri dolaşan bir adam çekti.  Ona daha çok baktığımda kalbim gittikçe telaşlı atmaya başlıyordu. Gerden onu tanıdım: Erkin Encanovdu, gençliğimin arkadaşı, yorulmak bilmeye nahiye başkanımız.

 - Agay! diye hayrıkdım ben kesik hareketle onu sıkı sıkı kucaklayacak. Bu dakikalarda gözyaşlarımdan kendimi tutmak mümkün müydü?

- Allahım! Sen misin? - Erkin’in sesinde korku sesleniyordu. Göğüsüne beni bastırarak:

- Ceza evinden mi, Burkut?  diye haykırdı.

Kucaklarımdan kurtararak beni ağlamaktan kızarmış gözlerimden öptü. Dikkatli bakışla bana bakıp:

- Ne kadar erkekleşmişsin, canım. Tam bir bahadırsın. Kıyafetin de fena değil. İyi görünüyorsun, Burkut,...dedi.

- Canım daha iyi!

 Erkin’e pasaportumu ile hizmet belgesini uzattım.

Belgelerimi dikkatle okuduktan sonra elimi uzun uzun sıkıştı:

- Tebrik ederim. İçten tebrik ederim seni. Şimdi yolun açık olacak.

- Teşekkür ederim, Erkin. Çok teşekkür ederim! İnan bana. Artık emeği bilmeyen bay oğlu değilim. Önce tembellikten çıldırıyor, kendimi oradan oraya atıyor, yanılıyordum nihayet ağır bir suçu işledim. Şimdi ise sade bir emekçiyim, sovyet adamıyım. Gerçek bir sovyet adamıyım. İnan bana, Erkin, inan! Emek okulu benim için kolay okullardan biri değildi, ama onu da geçtim. Bu okuldan sonra tüm hayatımı dürüstçe yaşayacağım. Bundan şüphen olmasın.

Erkin’in gözlerine bakınca bana inandığını gördüm...

Vagonun durduğu yerin arkasında küçük bir orman vardı. Kuru ve ılık erken sonbaharda iğne yaprakların ve kabuk kokusu, yumuşak orman kokusu sakinleştirip barıştırır. Erkin ile ben tam göğüsle onu içimize çekiyorduk.

-          Karşılaşmamızı hiç beklemedim!dedi, ‘Sana bakarak tüm ulusumun görünüşünü görüyordum.....

Durmadan konuşmak istiyordum. - Muhabbetimize nerede devam edelim, burada ormanda  mı vagonda mı?

- Vagonda yabancı adamlar çok. Onlardan çekineceğiz. Oraya gidip çuvalını bırak da tren kalkmadan önce çamlar altında biraz dolaşırız.

Uzak gençliğimizde step pelininin kokusu içimize çektiğimiz gibi beraber çam kokusunu çekerek dolaşıyorduk.

Erkin kendisini anlatıyordu. Aullarda sovyet hizmetini otuz bir yılına kadar yapıyordu. Sonra  Moskova parti okulundaki  üç yıllık kursa Moskova gönderildi. Sonra Kazakistan Merkezi Komitesine alınmış. Şimdi Kustanay’dan tahıl ürünü kaldırmasından sonra geri dönüyormuş. Erkin benimle hayallerini paylaştı.

- İkimiz Turgaylıyız, Burkut. İlk defa Kustanay kara toprağını  görmeye fırsatım çıktı. Ne kadar koyu toprak! Bu kadar verimli toprak başka bir yerde bulunur mu hiç? Biz ise yüzde birisi bile kullanmıyoruz. Merkezi Komitesinde konuşacağım. Bu zenginliği kaybetmeyen zaman gelmeli.

 Erkin sustu. Steplerimizde çok şeylerin değiştiğini düşündüm zamanla ise daha çok değişecek.  Huyumun bir tuhaf özelliğini inatlığımı hatırladım. Ceza evinde bile ondan kurtaramadım. Suçumdan sonra kendimi Kazakistan’dan tecrit ettim. Sanki tüm hemşerilerim belalarımdan suçluymuşlar. Ceza evindeyken memleketime mektup yazmıyordum kimseye nerede olduğumu bildirmiyordum. Bu kadar inat idim ki Kazakistan’dan birkaç gazele ile dergi sipariş etmek için ceza evinin kütüphanesini kullanmadım.

Anlaşılır ki cumhuriyetimizin hayatı hakkında çok az bilgilerim azdı. Çoğu Moskova yayınlarında  tesadüfen rastladığım notlardı. Bu yüzden Erkin’in anlatmaları benim için bambaşka yeniliği ile ilginçti. Hepsini ilk defa  duydum. Mahküm olduğum zaman 1927 yılında bay topraklarının paylaşması, bay mülkünün müsaderesi, kolektif çiftliğinin inşaatı başlanması.

Erkin kolektif çiftliği kurma mücadelesi manzarasını tasvir edip Kazakistan parti örgütünün başkanı F. Holoşçekin olduğu zaman yapılmış hataların özünü anlattı. Alınmış sert tedbirler sonucunda  cumhuriyetin tarımına büyük zarar verilmişti. Erkin’den çok aktif ve zeki olan kazakların saygısını çabuk kazanan adamın Mirozyan adını ilk defa duydum.

- Ekonomi ile kültürün ne kadar çabuk yükseldiğini biliyor musun? Kazakistan’ı tanıyamazsın herhalde.

Erkin’i anababaları de sormaya karar verdim. Kaderlerini bilmediğimden çok şaşırdı. Babamın sonu tahmin ettiğimden kötüymüş. Bin dokuz yüz yirmi altı yılının sonbaharı Termez şehrinin yakınlarda Sovyet - Afganistan sınırından geçecekti. Sınır muhafızı onu fark etti. Onu tutmaya çalıştı, o da kaçmaya başladı, o anda onu kurşun yakaladı. Anababaların mülkü müsadere edilmişti. Anne ve diğer akrabalarım Ural’a taşındılar ve Erkin’in duyduğu gibi şu anda Tal-Kale’de oturuyorlarmış...

Erkin bana Alaşorluluların bozgununu da anlattı. Birkaç kişi hariç neredeyse hepleri ceza evelerinde bulunuyorlarmış.

Erkin gönlümün yarasına dokunmaktan mı korkarak Bates konusuna başlamadı. Ama ben kendim sordu onu. Kızıl Orda enstitüsünü bitirip sınıf arkadaşı olan Akpak Adambayev ile evlendiğini ve Akmolinskaya bölgesinin semtlerinden birinde yedi yıllık okulda öğretmenlik yaptığını öğrendim.

Erkin: ‘Bu bahar ekin sırasında o semtte idim ve Bates’e uğradım,’ diyerek bana dikkatle bakarak konuşuyordu, - ‘Onlar güzel yaşıyorlar. Eşi ona çok saygı gösterir. Oğul ve kızları var. Anneleri Janiya ve küçük kardeşi Seil onlarla beraber. Karakız öldü. Çocuklara büyükanne bakar. Evde refah var. Her şey güzel, komforlu.’

Erkin bir şeyi düşünüp sözünü kesti. Sonra eliyle elime dokundu:

- Senden bir şey saklamayacağım, Burkut. Seni de hatırlıyorduk. Kocasından gençliği ve sana hissettiği geçmiş duygularını konuşmaktan hiç utanmıyor. Akpak’ı da rahatsız etmiyormuş gibi bu. Ancak, biliyor musun,  gönlünde seni sevmeye devam ettiğini anladım. Kendisi bana açık söyledi:

 - Günlerimizin Tatyana’sına benziyordum biraz. İşte kocam, ailem, ancak o talihsizin sağlıklı geri döneceğini ne kadar çok istiyorum. Akpak o zaman yarı şaka ederek ‘Eee, görünce onu kucaklar mısın?’ diye sordu. Hiç utanmadan ‘Evet,’ dedi.

- Sen ise?  Erkin beni diye soruyordu. - Şimdi Bates’i nasıl karşılaşacaksın?

- En azından sakin hayatını heyecanlandırmak veya bozmak için hiç bir şey yapmayacağım.

... Karşılaşma günü tahmin edebildiğimden çabuk geldi.

Alma-Ata’da Erkin’in meyva ağaçlarının gölgesinde saklanmış küçük düzenli bir ev bulunan dairesinde kaldım. Beni sevinçle karşılayan Barşaul yenge akraba gibi bana bakıyordu. Birkaç gün sonra bana beklemediğim bir haber verdi:

- Bates kocası ile ve Batıh oğlu ile beraber  öğretmenler istirahat evinde Alma Ata’ya yakın dallarda tatil yapıyormuş.

Barşagul bunu sabah bahçedeyken söyledi bana. Erkin ile her şey üzerine artık danışmış herhalde çünkü beni

- Ya onları öğle yemeğine davet edersek? diye sordu.

- Tabi ki davet edin, dedim.

Novosıbirsk’te verdiğin sözünü tutacak mısın?  diye sordu Erkin.

-Önce sözlerimi hep tutardım, şimdi de tutarım.

Barşagul kocasına baktı:

- O zaman çaydan hemen sonra onlara gidip davet edeceğim.

- Sizinle beraber gideceğim, yenge.

- İyi olur mu?

- İyi olacak. Hem Bates hem kocası kendileri benimle kolay hissetsinler diye öyle davranacağıma söz veriyorum. Öyle daha iyi olur, aksi takdirde gelmeyebilirler.

Erkin bana katıldı ve az sonra dağlara çıktık. Öğretmenler istirahat evine araba ile geldik sonra inip yürüyerek devam ettik. Köknarlar arasında dolaşan bahçe yolunu tırmandığımızda dik dönemeçlerden birinde neredeyse yüz yüze ellerinde pembe yanaklı sağlıklı küçük oğlanı tatan  mutlu koca ile karıya rastladık. Kaygısız gülen Bates – o idi zaten – geriye çekildi. Korkudan çığlık koparmış bile. 

Beni anlatılana göre iyi tanıyan koca yumuşakça ve güleryüzü ile beni karşıladı:

- Görünce onu kucaklarsın, dedin.

Şaşırmış oğlana hitap ederek :

- Ee, neden beyefendiye selam vermiyorsun? diye sordu.

- Adınız Akpak, yani.

Ellerimizi sıkıştık.

- Bu yiğit adayı ise Bahıtmış, değil mi, Mutluluk yani.’

 Akpak kafasını salladı.

- O zaman size ve Batıh’a  mutluluk dilemek isterim. Müsaadenizle  oğlunuzu öperim.

İnsanlardan çekinen oğlan biraz direniyordu. Bates’e ne kadar benziyordu. Şişko, tombul, esmer tenli. Onu kaldırıp göğüsüme sıkışıp şefkatle öptüm.

- Ömrün uzun ve mutlu  olsun, Batıh.

Bates bir söz bile demeden hepimize bakıp gittikçe kendisine dönüyordu. Kızardı ve sevinçten parlayan kahverengi gözlerinden iri ve temiz gözyaşları döküldü.


[1] Verst - Rus ölçü birimi.

[2] Alaş-Orda – 1917 yılında karşı-devrimci, milliyetçi-burjuva bir Kazak örgütü.

[3] Kokpar - Türk ve Orta Asya halk kültüründe atla oynanan bir tür oyundur.

[4] Çekmen - Yöresel erkek kazak kıyafeti.

[5] Koja – Asil bir Kazak soyu.

[6] Yerkejan- Bir Kazak ismi. Sevgili, zarif anlamına gelir.

[7] Kibitka – Göçebe milletlerin taşınabilir konutu.

[8] Besir – Obur bir masal yılanı.

[9] Semiozyorni (Rusça) – Yedi göllü.

[10] Kalaç - Asma kilit biçiminde pişirilmiş küçük ekmek.