Bi-Ağa
İnsanın anısını halk her zaman canlı tutacağını ölüye sayılmaz diyor.
İşte benim için Beimbet Maylin asla gidemez, bizim Bi-Agamız, Kazak genç gazateciler ve edebiyatçılar böyle saygılı ona ad takırdı. Her birimizden beş, altı, yedi yaş büyüktü, ama onu aksakal olarak sayırdık.
Hayatımdan asla gidemez. Bir dakikada onunla rastlayabilirim. Bunun için yırmıncı yılların ortalarına bana dönmek yeterlidir. ‘Enbekşi Kazak’ gazete idarehanesi, onun çalışma odası – baş sekreter çalışma odasıdır. O zamanki Maylin ak ipek ilikli gömlekte ve ipek te siyah kemerle zihnimde kalıyor; yazı masasından pencereye öfkeli gezelirken elleri sallanıyor, özensizlik ve müsamaha için birimizden biri sövüyor. Onun büyük gri gözleri alev alev yanyor. Ama ateş kesilip ben el yazmasının önünde onu görüyorum, kendi değişmez alışkanlıkla parlak siyah tutam saçı parmasına sarıyor.
Geç gece, otelde bana çalırkın hatırlıyorum, artık 1936 yılı, Moscova’da ilk on günlük Kazak edebiyatı ve sanatıydı. Beimbet oturmadan işin hakkında konuştu. Demin L.İ. Mirzoyan, eyalet komitesinin ilk sekreter dairesinde toplantı bitirdi. Piyesimize göre Amangeldı İmanovin ve 1916 yılındaki Kazak kalkışması çarlık rejimine karşının hakkında film senaryosu yapması ısrar ediyor. ‘Lenfilm’ ile anlaşma artık vardır. Seçkin Rus yazardan birisi işe katılmasını sağlarsa iyi olur.
Ertesi sabah Peredelkino’da, Vsevolod İvanov, hemşerimizin yazlığında onayını aldık. Anlaştık ki ek bilgilerin toplaması biz Beimbet ile geçirdiğimiz, Amangelda’nın vatanına gittiğimiz, onun tanıdıklarının insanlarla ve o unutulmaz olaylara katıldıkları görüşmeliyiz.
Az sonra eve dönmekten sonra başka bir geziye çıktık. Aslında, buradan uzun zamandır yazmak istediğim hikaye başlanıyor.
Başka hikayelerim gibi bu hikaye yoldan başlanıyor. Bundan anlaşılır ki kişinin arasında şoför olmalıdır.
Dayırbay onun adıydı.
Bozkır yolu birbirlerinden biraz ötede sürünen üç yılan gibi andırdı. Onun bölge yerleriyken, Dayırbay daha kendini tutuyordu ama sınır geçirir geçirmez, bu yoldan arkasına kalmış yola rağmen iyi hiç değildi kendini tutamayabildi.
Gece yağmur geçip gökyüzünü şimdiye kadar bulutluydu. Saçma arabamız ağdalı solonçak çamurdan sürünüyordu. Tekerlekler iziden hep kayıyordu ve bu durumdan Dayırbay yıne ifrit oldu. Aslında Dayırbay’ın tam konuşması kağıda dökmek için hiç bir olasılık olmaz. Noktalarla tümüyle olmalıdır – hem cümle başında hem ortasında hem de sonunda.
- Kimin...bu çukurlardan yol açmayı aklına gelirdi ya! Bu uzun kulaklı at ilk olarak burada patika açtı...yere batasıca! Bu koca kafalı deve...atının arkasından sürüklüydü!
Ben düşünüyorum ki, O, ünlü yazar kimin adı bozkır arasında çok bilinen ve koşulsuz saygı ve itibar kullanıldığı adını, Beimbet yanında, kendini tutmuş. Bu yüzden Dayırbay tükenmez konuşma rezervesini sonuna değil kullanmış.
Arkamızdan bozkır idi. Bozkır, yolun iki tarafından ileride geçildi. Bu tükenmez açıklık kaplamak için ne kadar büyük gökyüzünü gerek! İşte onu sımsıkı kaplamak için ne kadar çok kara bulutlar gerek.
Bulutlar kocaman yıldırımlar yere fırlatıyordu. Çok gürültüsü durmadan gürliyordu. Her şeye kadir Allah, sanki ilk kez dünya iyi değil yaratıldığı, orada büyük taşlar çevirip yeni dünya yaratmışcasına karar verdi.
- Tüfeğini gizle – Beimbet ihtiyatlı dedi.
- Demir kendine yıldırım çektiği bilmiyor musun?
Rengarenk bulunan odunun altına tüfek gizledim. Arabamız tümüyle demirden yapıldığı söyleyebilirdim ama söylememeyi yeğ tuttum. Beimbet’in bir şeyden sakındığını zaman şakalar anlamaz.
- Gizle ama bana doğru dayamış olmasın. Onu sıkıca kapa.
Onun talebi uysalca yerine getirdim.
Karışık kara kara bulutların arasında birden ak, saygın ihtiyarın sakalı gibi çıkıp iri yağmur başlayıverdi. Fakat bu şiddetli aralıksız darbelerin altında biz nispeten uzun değil gidiyorduk. Ak bulut daha uzak geçirtip bulutlar sıkışıp güneş mızraklar baştan başa onları deldi.
Yol daha kötüydü. Islanmış solonçak bir pudluk yumaklarla tekerleklere yapışıyordu, sonra yumaklar dökülüp boğuk gürültüyle yere düşüverdi. Kaygan yoldan gittiği araba ile savaşı Dayırbay tamamen sözlerini söylemek için vakti yoktu. Bu yüzden dişlerini sıkarak aralıksız ıslık sesi duyuluyordu.
Dayırbay’ın yatkınlığına göre, şoför nispeten uzun zaman değil olduğunu anlayabildi. Atına tekme atmışcasına kavramaya basıyordu. Fakat araba böyle davranma anlamayıp şoföre iyi değil baş eğiyordu ve Dayırbay ana avrat düz gidiyordu.
- Teneşire gelsin!... Daha geçen yıl herkes neyi elde etmeye uğraşıyordu? Bir yerde iyi bir at gözetleyip onu almaya çalışıyor. Ya şimdi! Şimdi araba onlara ver! – sabah gittiğimiz bölge yönetmeninin hakkında konuştu. – Şimdi...yazın...bu yoldan zor gidiyoruz. Ama sonbahar geleceğimizde ne olur? O zamanda neyle giderler?
Ben konuşmasına kulak veriyordum, Beimbet ise bulunmaması gibiydi. Çok yıla arkadaşlığımızın onu anlamak için çok iyi tanıyorum: Bi-Aga’nın bir gün önce akşam karşılaştığımızı insanlarla daha kalıyordu, tanık anlatması ve kalkışma katılanları birer birer hatırlıyordu ve gelecek senaryo için nasıl yarayacakları dişiniyordu.
Dayırbay direksyonla başaramabildi ve arabamız hırıldayarak yolun eninesinde durdu.
Beimbet dişincilerinden ayırdı.
- Yoruldun sen, dayı, yoruldun.
Dayırbay bu acıma ifadeden yeni kabartmaya ittirdi.
- Yoruldum ya! Nasıl yorulmam eğer ben köpek gibiyim... Önceki gün yare şübeciyle bütün gün sürdürüyordum. Dün semt komitesici arabayı aldı. Bügün sizi komşulara gitmem lazım... Yere batasıca! Gece döneceğim, semt komitesi bölge komitesine gidecek. Orada genel toplantıdır... Bütün bölgemizde ise yalnız bir saçma araba vardır! Lastiklerini deve gibi sildi... Bundan başka üç liderimizin üç yardımcı bana çok kızdırıyor. Sen geliyorsun sanki... Evde çay kase içmeden karı komşulara uyumak gidir, sana ise şu yardımcı koşuyor. Azametli bir tavırla...Ya yüzü... sana arkası dönük gibi söylüyor: Dayırbay, yarın saat altıda!... Anasını eşek kovalasın...
Gerçekten Beimbet kabalıktan nefret edirdi. Yazar toplantılarında azgın tartışmalar başladığı zaman bir sözle bana not yazırdı: ‘Gidiyor muyuz?’ Salondan çıkarak onu rastlayırdım. Bi-Aga kapı ağzında gezinip yüzünü ağrılı buruşurdu.
- Eğer sen sövmezsen, - Dayırbay’a dedim, - o tepeye sabretirsen sana ödül veririm – ‘Safo’ bir sigara paketi. Bak – şu sigaralar, tüm deste veririm.
Dayırbay bana ağzı açık baktı:
- Ha! O tepeden sonra ödülsüz şefkatlı olacağım. Uzaktaki yolu daha iyi ve sözlerim daha şefkatlı olacak.
On beş vıcık çamur kilometre aşmak için iki saat fazla gerekti. Tepeden sonra gerçekten yağmur sonra yoğun kum başlayıp araba en fazla hızlı gidiyordu.
Güneş batmaya çöküyüp, Dayırbay çok hızlı sürüyüp, dayı andırmışcasına sağmış ata geçirdiği kaybolan zaman telafi etmeye çalışıyordu.
İleride tüy dalgalarda bir insan göründü. Önce yarı beline kadar göründü. Yakın gidip gördük: bizim arabamız aynı araba yamaç sel yarığında burnu yıkarıya sapkanıp çıkmak için gücü yoktu. Kapurta açıldı, insanın tekerleğe durup ne yaptığını hiç şüphe yoktu. Konuşulara göre, o ‘döküyor’, ama radyatora nedense döküp tutmayan taraftan durdu.
- Oibay! – şoförümüz haykırdı. – Kaldırmada motor öldü. Onu tanıyorum, nereye gittiğimiz oradan kendi bölge komitesicidir.
Bizi görürken ilikleneverdi. Yaklaştı. Esmer tenli yüzünü utanmadan daha fazla karardı. Beimbet’e elini uzatıp çekiverdi.
Sabahtan beri kolhozlardan gidiyorum – dedi, - Bize gittiğiniz duydum ve kontrol etmek için her şey mi hazır bölge merkezine acele ettirdim.
Bekiş başkanın adıydı. Hicap duymamak için bölgeleri, köy işlerin için ve buraya getirtildiklerimiz kaygaların hakkında laf açmaya çalışıyorduk. Fakat devam ediyordu:
- Bölge merkezimize daha kırk kilometredir. Şoförle oranlamadık. Su yetersizdi. Böylece... Önce şoför sonra ben... Bi-Aga, özür dilerim! Çöl...
Dayırbay yakında durup sustu. Birkaç kilometre şuraya – buraya kazanacağını memnundu. Bu yüzden pazarlıksız bir benzin kova sözüp benden vadeten ödülü alıp şart yerine getirmediyse geri dönüverdi.
Biz ise Bekiş’in arabasına bindik.
Tamamen karanlıktı.
Bölgesinin başkenti büyük değil, bozkır nehir boyunca elli veya altmış evden bir auldu. Farlar ışıkla evlerin kerpiç duvar üstünde kayıp düz çatlarında sık pelin bittiği tutuyordu. Bundan başka koyunların ve keçilerin gözleri kamaştırıcı safirlerle parlanıp gece için eve getirdi.
İki tahta evin önünde, bölge komitesi ve semt komitesinin yerleşmiş civarında araba durdu. Nehirden kurbağaların çok sesli korosu duyuldu. Şarkılarından dingin akşam hava dalgalanmışcasına görünüyordu.
- Şimdi döneceğim – Bekiş deyip kapıyı kapattı. Bölge komitesinin kapıcalığında üç insan oturuyordu. Onlarla bir iki kelime konuşup döndü.
- Gittiğim zaman bütün şeyleri yapıldı. Yatacak yer hazırdır. Biraz dinlenmemiz lazım, işlerimizi yarın yaparız. Otele gidelim – şoföre döndü.
- Otele mi? Bu nerede? – bir daha sorup sesinde şaşkınlık duyuldu.
- Bilmiyor musun? Buralı değil misafir gibisin, - Bekiş sabırsız dedi. – Git, git... Orada çam ormanın arkasında bir otel var!
Şoförü dizinle anlamlı anlamlı itmişcesine görüldü. Beimbet ise bir şey de duydu, - alaletcesine bana itiş verdi.
Arabamız sokaktan geçip şuraya buraya akşam namazla meşgül hayır insanlarını aydınlattı.
Geçilmez yolu nehir boyunca getirildi sonra uzaklaşır oldu. Bu sürede aul köpekleri bizden geri kaldı. Sarı gözleriyle büyük demir arabayı havlamamak için fırsatı kaçıramazdı. Kurbağa korosu biraz kesildi. Büyük tepe yamacından gittiğimizde ileride duran duvarcasına ayçiçekleri göründü. Yuvarlak şapkalarını özensizce sallardı.
- Çam ormanınız mı bu? – Beimbet meraklı etti.
- Yeee, siz duymuş olmalı mıydınız? – Bekiş cevap verdi. – İşte şu çam ormanı denir. Bahar ekip komşular güldüler: işte gerçek orman dikelir, diyorlar. Böylece gitti.
Otel temiz bir tahta evden yapıldı. Pencelerde aydınlıktı: bizi beklerdi.
Geniş koridora iki odanın kapısı çıkıldı. Yorgun yolcuların ilk gözlerine çarpan şey yemek sofrasıydı.
Çıtır mavi kağıda bayırsaklar dağıtldı, yarılmış rafine şeker, bardak tabaklarında yağ sarardı, kiçik tepeler olarak rengarenk monpasye yükseltti. Pişmiş koç çiğer ince keşilmiş dilimleri yukarıdan kuyruklu içyağı lokmasıyla süslendi. Yediçizginlik lambanın ışıkla içyağı donuk parlandı.
Onur yerlerinde sofranın başında bükmüş arkalıkla ve ayakla yumuşak sandalyeler durdu, biraz uzak – basit sandalyeler, sonra tabureler ve sonunda taburelerin üstünde pürtüklü tahtalar koyuldu.
Yukarıdan şişeleri bulmadım sofranın altına bakıp sakinleştim: üç kutuydu. Çok fazla değil mi – düşündüm. Fakat iki odadan bu görüşmeye toplantıkları hepsiler çıktı: bölge komitesinin ikinci sekreteri, karı bölümü, bölge eğitim bölümü, ajitasyon propagandası, baş bölge yer düzenleyici, bölge tüketim birliği...Herkes karılarıyla gitti, ve kırmızı, açık mavi, siyah, mavi, altın kadifeten gözlerde karıştırdı. Kadınlar arasında ceyran gibi zarif ve inceydiler, başka kırık kovalık semaver gibi kalın kadınlar da gittiler.
Nihayet her eller sıkınıp yerlerine oturduk.
Birinci sekreter toplantıya bölgeye gitti, bu yüzden Bekiş baş sahibi olarak idi. Mutat selamlardan sonra misafirlerin şeferine dedi:
- Başkent sonra bizde zengin değil hissetmiş olmalısınız. Ama bölge oluşturulduğundan beri bir yıl bile yoktu. Bu tepenin yanında ev sadece başlangıçtır! Buradaki yeri oluşturmuş auldan daha iyidir. Sonuçta burada bölge merkezi oluşturulurdur. İşte, bu kadar değer ve sayın konuklar sizin gibi konuklamak için bu otelden yapım başlandı. Sağlığınıza hepsi içelim!
Bizim Beimbet ili için içip sonra her biri içtiler. Konuksever sahibi için tost teklif ettik. Bi-Aga, Bekişin sağ elinden oturan, Amangeldı’nın hayatta karşılaşıp onunla seferlere gittiklerini insanlar bölgede var mı zaman zaman iş konuşma çalışmaya çalışıyordu...
Bekiş gülüp cevap verdi:
- Bi-Aga, canım!.. Bügün akşam siz konuklarımız. Haydi hep işi yarına kadar erteleyelim. Yarın sizin için tüm şeyleri yaparız, eğer bir yere gitmeniz gerekse – gideceğiz, kimin gerek – getireceğiz.
Tostlar yine başlandı. Kesme bardakları sağır çalıyordu, eğer o akşamki söylenmiş bölüm dilekleri gerçekleşseydi Beimbet Lev Tolstoy ben ise Gorki olarak olurduk...
Kutlama gecenin geç saatlerine kadar devam ediyordu. Semtte, Kazakistan’da ve bütün ülkede, bölgeleri en ünlü olsun ve gerçek çam ormanı dikersin, veda tost olarak diledim.
Sonra hep beraber kalktılar. Dışarıda ahırda binek atları durdu.
- Yarın sizin için de atları getiririz, - Bekiş eyerde oturarak dedi. – At varsa benzin bitirmez, değil mi? – kurnaz gülüp sadece yalnız bildiğimizi ve hiç kimse ima etti.
Beimbet ile eve dönerken anladım: dünya gerçekten eğik ve çeviriyor.
Odamda dar yatak cebe fileyle durdu. Ufak akıcı dalgalarda oynayan kayak gibi yatağım yaklaşıp uzaklaşıyordu.
Yanlış parmaklarıyla gömlekte düğmelerini çözdiğim sırada anladım: tüm kurtarmam bu yatağı vaktinde tutmam lazım ve yine yaklaşırken arkalığa tutup şilteye düşüverdim.
Kaç saat uyduğum bilmiyorum. Pencereye gür ve sebatlı vurma beni uyandırdı.
Dışarıda daha karanlıktı. Çerçeveye aralıksız vurmalardan cam zangırdadı. Karşı taraftan birisi kapıya yumruklaşıp duruyordu.
- Geberdi misiniz be!? Duymuyor musunuz? – pencerenin arkasından kindar ihtiyarlık sesi duyuldu. – Açın, size söylüyorum!
Kapıdan giden sesi niyazla duyuldu:
- Affedersiniz, rahatsız etmek zorunda kalırım. Lütfen, açınız.
Pencereye yaklaştım:
- Ne oldu? Kimi arıyorsunuz?
- Doğdır hanım (ebe hanım) nerede? Kadını getirdim, doğurmak üzere. Doğdır hamın ona çıksın.
- Aksakal, yanılmış olmalısınız. Burası oteldir. Size doğumevi gerek.
- Benimle şaka etme. Akranlarıyla şaka et. Bir saattir pencerenin önünde çırpınıyordum. Doğdır hanımla uyuyorsan bırak onu... Lütfen, kadın doğurmak üzere.
Uykum geçti. Mahmurluk yoktu. Beimbet odama girdi, gümbürtü ve sesler de onu uyandırdı.
- Ne zaman kız getirdin be? – şüpheli bana sordu.
- Ne kızı? – öfkeci cevap verdim.
İnsan kapıyı yumruklamaz oldu:
Canım benim, açın... Bekçiyim. İçeriye bırakın beni. Her şey açıklarım.
Açıp, kibrit yakıp, toplanmamış masada lambayı bulup, fitil yaktım. Yakında yaşlı bekçi yerinde saydı. Bir bacağı ağaçtandı. Döşeme acıklı gıcırdıyordu.
Gerçeği söylemeliyim. Otelimiz yok. Bu doğumevidir. Gittiğiniz bilirken bir şey düşündük: böyle değer insanlar nerede yerleşmek gerek? Daha iyi bir bina bizim yoktu. Burada dört gündür kimse yoktu, dört gün ev boştu. Aksi gibi! Aksi gibi bu bu kadın birdenbire doğurmak istedi.
Homurdanarak durmadan pencereye çaldığı yaşlı eve girdi.
- Nasıl oldu da... Bizim daha temiz doğdır hanımdan kimse yoktu. Kızlarımıza onu örnek olarak gösteriyorduk. Ya şimdi... O da! – toplanmamış sofrası görüp daha fazla kızdırdı. – O, utanmazlarsınız! Pis iksir içiyorlardı! Ya sen?.. – bana çevirdi. Seni tanıyorum. Bizim politik bölümünde çalışıyorsun.
Bir yaşlı diğer yailı adamı zorla sakinleştirip bizim hakkında açıkladı. Gelen adam sövmesi durdu.
- Yee... Kim oldukları bana ne? Kadını taşınmak yardım etsinler!
Bekçi odunuyla bize yardım etmeyebildi, sadece branda bezi teskere verebildi.
- Odasında doğdır hanım gizliyorsan? – Beimbet alçak sesle sordu.
- Yok.
- Ne yazık. Onu davet etmesi niçin kimse istemedi? Ne duruyorsun? Gidelim...
Biz Beimbet ile korkmuş mahçup kadına bir türlü yanına varamıyorduk. Ona dokununca keskin bir çığlık koparıyordu. Bu anda Beimbet kabasına iğne batırılmış gibi yerinden fırlıyordu.
- Dokunmayın bana, dokunmayın, - inliyordu. – Koltuk atlarından tutmayın! Bacaklarıma dokunmayın!
- Yeter! – haykırdım.
Nihayet onu yaylı arabadan alıp branda beziye özenle aşağıyabildik. Odamda döşemeye şilte yerimden oynatıp çarşaflar serdik. Kadını sedyeden şilteye taşımak artık zor değildi.
Avluda Beimbet yaşlılara dedi:
- Kadın doktor kim çağırabilir?
Bekçi cevap verdi:
- Aula boğayla gidebilirdi ama nerede oturduğu doğdır hanım bilmiyorum.
Gelen yaşlı koşulmuş yaylı arabaya boğanın boynu suskun boyunduruk düzeltti.
- Siz aksakal mısınız?...
- Aulumuz en uzundur. Ya ben sizden başka burada bir köpeği bile hiç bilmiyorum. Tarladan doğru onu getirip size verdim. Burada yiyip, içip bulunuyordunuz. Eğer bir şey olsa siz bölge komitesinin önünde yanıtlayacaksınız. Onun bu ilk çocuğu. Yabancıyım ya.
O yaylı arabada kuru otun önünde oturup boğayı sürdü. Beimbet işaret parmapına bir tutam saçı sardı.
- Eveeeett...burası gizleyip olduğunu kızı emindir. Bu yüzden gitmesi acele etti. O gider, kadın ise loğusa hemen gidip her şey iyi olur. Öyle bir konudur... – Yakında bir tecrübeli kadınlar yok mu? – bekçiye yine sordu.
- Hayır, bulmayız. Bizim doğdır hanıma yalnız bir ettiği kadın çalışıyor. Ama üç güne önce evine izin aldı.
- O zaman sabaha kadar oturmuş olacaksınız.
- Yok! Yok! – bekçi yıldı. – Ev korumalıyım ama loğuslarla meşgül olmam için öyle daha yoktu.
İki yazar ve topal bekçi şiddetle orman kökle kapıcalık merdivende çaresizlikle oturdular. Odadan boğunuk iniltiler duyuldu.
- Doğ-dır...doğ-dıırr.
Bi-Aga kadının acısı onun acısı gibi içler çekiyordu... Kitaplarımızda kadın, anne, insan doğunun büyük gizliliği için kaç kere yazıyorduk. Ya şimdi kağıda ve yazı masasının önünde değil konu yazmayı gerekti. Uyduran değil gerçek hayatta etkilemek gerekti.
Beimbet’e umutla baktım. Benden büyük de ve karar vermelidir. Ama Beimbet yine içler çekti. Aniden çevireverdi.
- Nasıl oldu da bunu hatırlamadım!
- Neyi, Bi-Aga, neyi hatırlamadınız?
- Sen üç yıl önce Gorki’nin ‘İnsan doğumu’ hikayesi çeviriyordun. Çevirin daha övdüm.
- Evet, çeviriyordum.
- İşte... şimdi ona sen yardım etmesen kim etsin? Gorki’nin nasıl davrandığı hatırlamak zorundasın. Git ona, git.
Son umutlarım suya düştü. Kulak kabartıp: belki sakinleşir belki sabaha kadar dayanır mı? Ama kadın yine inledi.
Eskisi gibi döşemede yatıp, şiltede, köşe yastığı dişlerinin arasına sıkıştırdı.
- Ne zaman? – sordum.
- Ba-şı-mı kal-dır... kal-dır...
- Bi-Aga! Lamba buraya getir!
- Yok... Lambayı gerekmez!
Kapıyı biraz aralarak korka korka odaya baktı.
- Lamba!
Odada aydınlıktı. Beimbet’i köşeye getirip fısıldadım:
- Daha ılık suyu hazırlamak gerek... Gorki böyle mi yaptı? – sordu.
- Gorki ılık suyu nerede alsaydı? – hırladım. – Olay dağlarda, yolda geçiyordu.
- Semaverde ne kaldığı şimdi bakarım.
Kadın umutsuz umutsuz dört dönmeye başladı. O, Gorki hikayesinde göre elleriyle döşemede çırpıp bacaklarını seğirip gözleri kanlanıyordu deliydi.
Edebi kaynağa göre kesinlikle benden arkasını çevirttim, kendim ise arkasından ona sokuldum ve krampta uyuşmuş parmaklarını, karnı, göğsü ve yüzü ovmaya başladım. Kadın yolunu bulup serçe parmapına ısırdı. Kendine gelmesi için hafifçe yanağına vurdum. O ağlamaya başladı:
- Allahım! Neden cezasımı göreceksin? Hangi suça beni kötü adama verdin? Hemen öldürsanız daha iyi olur.
Daha sıkı elini sıkıp sıcak silkinen karnı ovmaya yine başladım.
- Daha uzun mu?
- Yıkıl karşımdan! Gidip hava alsan! Bırak!
Beimbet kapının arkasından sordu:
- Ne var?
Kadın çok yüksek sesle çığlık koparıp beni unutmuş galiba, acısı pek dayanılmaz çıkmış. Sonra uzun uzun hıçkırıp yine çığlık kopardı.
Ben bekleye bekleye nihayet mucizevi beklenmezlik çocuk başı çıktı. Başı çevirip şaşırtırcasına gelmesine böyle gürültü neden çıkılıyor.
- Bi-Aga! Bi-Aga! Ilık suyu öabuk getir!
- Bütün mü? Ama suyu yok, semaverde bir su bardağı kaldı.
- Kımız var mı?
- İstediğin kadar al! Bütün kova!
Eğer Gorki yeni doğmuş tuzlu deniz suda yıkabildiyse kımız fena değil o zaman. Çarşaf bıçakla kestim, Beimbet ise gururla dolu yeni doğmuşa göbek bağını sıkıca bağlandı. Bebe bağırdı.
Anne silkindi:
- Oibay! Bebeğim bana verin! Oğul mu kız mı?
- Oğul, oğul, kocanın anababası memnun olacak! Ama oğku şimdi almasın. İlk önce yıkaması lazım. Sana da yıkamak gerek.- sesim tartışılmaz geldi. – Yıkamadan önce onu yedirmek vermem.
Zayıflayan yüzü terden parladı.
- Siz de doğum hekimisiniz bilmedim. – machup dedi. – Bu yüzden direniyordum. Keşke bilseydim...
- Evet, doğum hekimiyim. – uzatan ellerimde ufak ılık bedeni tutmaya devam ederek dedim.
Bana ana avrat sövdüm, Dayırbay bile bana imrenebilirdi. Bunu daha erken niçin aklıma gelmedi? Eğer kendimi doktor tanıtsaydım kadın rahatça davrandı.
- Hatırlıyor musun sen bundan başka daha ısırdın beni?
- Özür dilerim... Sizi tanımadım. Neden vaktinde demediniz? Az önce gitmiş olmalısınız.
- Dün gittim. Doğumevi işimi kontrol etmek için gittim.
Beimbet o sürede tahta tas kımızla doldurup ben ise ihtiyatla bebeği oraya indirdim. Böylece ilk banyo yaptı. Şarşafa saran Beimbet’in ellerinde koridordan ilk gezinti yaptı. Ben ise anneyle kaldım.
- Haydi yıka...
- Kımızda mı?
- Ne olacak? Kımız sudan kötü mü, suyu yok da!
Elbisesi didikledi. Diğer elbise üstünü değişmek için yoktu.
- Ekipte, tarladaydım. – aklanırdı. – Bu yüzden yanıma hiç bir şey almadım.
- Sus, çok konuşması olmaz...- Doktor rolüne tamamen girdim. – Senin için bir elbise buluruz. Ona çizgili pantolon ve ceketi çektim.
- Oibay! Erkek giyimi nasıl giyebilirim?
- Çekişmeyi yeter! Bu erkek giyim değil! Herkes için giyimdir. Pijama adlanırıl...
Nedense bu tuhaf kelime onu inandirdi. Pantolonu uysalca çekti, ona ceketi verdim.
Beimbet, bu kadar çok umulmadık gaileler verdiği bebeği getirdi. Bebek sanki bunu beklermiş gibi ağlamaz olup dudaklarını şapırdattı.
Kadın ona göğsü verdi. Başı yastıkta rahatça yattı.
- Nasıl onu adlandırayım? - mutlu kısık sesli sordu.
- Dayırbay olur mu galiba?
Kazak’ta çeşitli isimler bulabilir. Eğer baba, dünyaya geldiği sırada oğul, pazardan dönerken o zaman Pazarbay olsun. Eğer bebek doğup ölürdü , kader aldatmak için oğlu İtemgen adlandırabilir, yani köpeği emen, demek ki berbat ve onu yanına almak gerekmez, yaşasın. Eğer doktor bebeği aldıysa anlaşılır ki Doğdırbay onu adlandırmak gerek.
- Daha iyi Bi-Aga andlandır, – teklif ettim.
- İyi bir ad, – sevindi.
Pencelerin arkasından acelesiz bozkır gün ağarması başlardı. Yeni Bi-Aga nihayet doyup sakinleşti. Her şey iyi oldu. Kadın da sustu, - içi geçmiş olmalıdır. Onun çok güzel olduğunu sadece şimdi gördü.
- İşte görüyor musun, - Beimbet bana nasihatla dedi. – Görüyorsun esaslı tanışıklık adebiyatla ne fayda getirebilir?
- Görüyorum – razı oldum. Ebelik kavraması kullanmasaydım çok fazla ödedim. Yeter bana...
- Ama bunun üstüne hikaye yazabilirsin.
Otuz yıl fazla geçti.
Beimbet çoktan yoktu. Ama bir Turgay bozkırda Bi-Aga’nın adlandağını dayını var memnunum. O zamanda benim gibi yaklaşık aynı yaştadır şimdi.