Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

17.10.2014 5373

MUSTAFİN Gabiden, "Tanık"

Язык оригинала: Tanık

Автор оригинала: Tanık

Автор перевода: not specified

Дата: 17.10.2014

Tanik

Bu kitapta, yaşamış olduğum altmıştan daha çok yıl içerisinde gördüklerimi ve yaşadıklarımı dürüstçe anlatmanın peşindeydim. Onlarca izlenim, olay ve olgudan, benim için ve büyüyüp çalıştığım ortam için en önemli olanları seçmeye çalıştım. Uzun yaşam, ulaşılmaz Alatau tepelerine çıkmaya benzer. Ne kadar yaşarsan, o kadar yüksek çıkarsın ve dibindeki her şeye göz atar, geçmişi yukarıdan görürsün.

Yaşımın yüksekliğinden gençliğimde geri kalan çok şey başka bir açıdan gördüm ve yeni bir şekilde kavradım.

Bu çalışmayı nasıl adlandırayım, bilmiyorum. Anılar, kendim hakkındaki hikaye kitabı, ya da başka bir şey mi? Buna yazınbilimciler karar versinler. Yazarın amacı, yarım yüzyıl boyunca kendisinin ve milletinin çehresinin nasıl değiştiğini anlatmaktır.

Fikrim, üç kitap yaymaktır. Birincisi, devrim öncesi ve 1925 yıl öncesi olaylarından, ikincisi İkinci Dünya savaşı öncesi olaylarından, üçüncü ise günümüze kadar,  savaştan sonraki yıllardan bahseder.

Önceki çalışmalarda yazar, tarihe başvurarak hayal gücünü kullandıysa, bu kitapta yazarın iradesi sabit olgulara itaat eder.

Gerçek ve sadece gerçekleri söyledim.

Yazar

 

Yabancı topraklara

 

Sabahyıldızı yavaş doğuyor, gecenin ağır karanlığı geriletiyordu, şafak doğayı canlandırıyordu.

Altı tane avul, develerin böğürmesiyle, köpeklerin havlamasıyla, at arabalarının gıcırtısıyla geniş açıklığı rahatsız ederek hemen harekete başladı. Kervan dağınık, rengarenk ve gürültülüdür. Sabah yarı karanlığında onun nerede başlayıp bittiğini görmek  zordu.  Adamların yüzleri asık, kadınlarınkiler yaşlar içindedir. Kervan daha önce gitmediği, başka, yabancı soyların yaşadığı yerlere doğru ilerliyordu.

Önde reis, altı avulun lideri, Mahambetşe bey gidiyordu. Daha tek bir kelime etmedi yanlardaki iki yoldaşına, doru at binicisini hafifçe sallıyordu.

Derin bir soluk alıp, yaşlı bey dilinin altına nasvar koydu. Yoldaşlarından birisi, sıska, büyük gözlü yiğit elini uzattı.

Abış, - dedi Mahambetşe, - ne zaman dilencilik yapmayı bırakacaksın?

Bir çimdik nasvar mi esirgiyorsun, - diye tersledi Abış, - Altmış tane aile zahmetleriyle nasıl baş edebilirsin öyleyse?

Mahambetşe sustu. Sarımsı tükürük onun gür ve uzun, göğsüne kadar uzayan sakalına yapıştı, ama umurunda bile değildi. Her zaman canlı, dengeli, al yanaklı bey şimdi yorgun ve soluk görünüyordu.

Biraz susup, Abış yanına dönüp başını salladı.

Evet, bir aileye bakmakiçin  çok emek lazım, söz konusu altmış aile ise... Vatan toprağımızı bıraktık, kederimiz boğulmaz, gömülmez de! Yunus şöyle demişti, "Topraklarınızı biz değil, Ruslar almış. Sıkımbay soyunun topraklarına neden göç ediyorsunuz, aynı kandan kardeşlerinizi sıkıştırıyorsunuz, bu sınırsız dünyada göç edilecek az yer varmış sanki?". Yunus zalimdir, Karakesek, Suyundik soylarına baş eğdirmiş, şimdi ise bütün Sıkımbay soyu bize karşı harekete geçirecek oluyor. İki yıldır çara karşı savaştık ve sadece kurşun yağmuru altındayken geri çekildik. Sıkımbay soyu bizi kendi topraklarımızdan kovarsa, biz nereye gideriz? Çingeneler gibi serserilik mi ederiz? Son adamımıza dek savaşırız biz. Yeterince cesaretimiz var.

Sıkımbay soyu büyüktür, dayanabilir miyiz, bilmiyorum... - kuşkuyla dedi Abış, fakat Mahambetşe sözünü kesti.

Sayısı büyük olabilir, ama savaştığı silah sopadır. Krallık bizi tüfeklerle yendi. Sopaya karşı sopa olursa, onu göze alabiliriz. Nitekim çar yönetimi topraklarımızı alıp, artık bizim tarafımızda olacak. Diğer soylar da bize destek verir. Biz atılgan halkız, bir atılgan kişi ise on ürkek olan karşı direnir. Bir kokarca gibi düşmanın gırtlağına yapışmaya hazırım!

Bey lafa dalmış. Yoldaşlarını keyiflendirip üzüyordu ve üşenerek uzun kirpiklerini kaldırdığı zaman, gözleri oradakilerin ciğerlerine işliyordu sanki. Mahambetşe gibi olanlardan halk şöyle bahseder. İşlere karışır, ele geçmez. Ölü olsa da, ipten kurtulur.

Dünyada doru atımdan daha değerli bir şeyim yoktur, - dedi o, - Onu Yunusa hediye ederim. Üstelik kızlarından birisini  benim Şayhı için isterim. O zaman, sanırım, sakinleşip susacak. Fakat ne yazık ki, susarak kanımızı vampir gibi içmeye devam edecektir.

Haklısın! Doğru bir karar verdin! - büyük gözleriyle parlayarak diye bağırdı Abış. Beyaz alınlı yağız atını kamçıladı, beyle hizaya gelip şapkasını çıkardı. Senin doru atın ne kadar iyi olursa olsun, yine de, o hayvandır, onu acımaya lüzum yok. Aygır sermayesini fazlasıyla ödeyecek. Kızı istemeden korkma, başlığa para toplayacağız. Kervanlarımızdan altmış aile birer tane hayvan verirse, obur Yunus doyacaktır. Bize barış lazım. Kapıda kış olduğunu unutmayalım. Bizim ne kışlığımız, ne insanlara gıdamız, ne de hayvanlara yemimiz var. Sessiz düşman kış, bütün yaz Sıkımbay soyu ile savaştığımızı dinlemez, bizi öte tarafa gönderir. En büyük tehlike budur, bey.

Bu saate kadar susan ikinci yoldaş Kuttıbay, sadece o andan sonra sohbete katıldı.  Onun doğum adına hayat birkaç lakap daha kattı: şarkıcı Kuttıbay, kaçak Kuttıbay, enişte Kuttıbay. Suyundik soyundan kaçıp, Elibay soyu avulunda evlenmiş o. Bu sebatlı, uzun beyaz yüzlü adamın hiç bir kimseye anlatmadığı birçok sırrı var. Kuttıbay her zaman güler yüzlüdür. Şakalar etrafına saçar, şarkılar yakar ve onları güzelce söylüyor. Farklı tartışma ve kavgalarda kendini hallihamur hisseder. Abış Mahambetşe'nin sağ eli ise, Kuttıbay onun sol elidir. Üçler yaşıttır ve adete göre eşit davranırlar.

Dinle beni, yaşıt! - yüksek sesle konuşmaya başladı Kuttıbay. - Allah sana boy payını eksik verdi, ama fazlasıyla cesaretle ödüllendirdi. Haklısın, tuzak kurmaya çalışırız. Yunus oraya düşmezse, o zaman güçten umutlu oluruz. Yunusa sırf Kuandık, Suyundik, Karakesek soyları değil de, Atıgay, Karaavul, Kancıgalı, Kerey gibi daha çok soy karşı durmaktadır. Onun baskısından bütün üç Kazak birliği ağlar, sırf orta birliği değil. Yunus kana susamış bir canavardır. Allah'ın koynunda olsa bile, elim titremeyip kafasını keser. Yardıma bir Mekeş verin. Bu teke Abış, melemesiyle insana hüzün verir.

Mmm... Mekeş'le birlikte herkes cesur olacak. - diye uzattı Abış.

Mekeş, Mahambetşe'nin yeğenidir. O atılgan yiğit, ortamda bilinen at hırsızıdır. Uzun boylu, sağlam, parlayan gözlü, kalın sesli, cüretli, cesur bir adamdır Mekeş. Çar memurları uzun zamandır onu yakalamaya çalışıyor, ama bir türlü başarılı olamıyorlar. Mekeş, atlar çalarak her zaman tek başına çalışır, sopa, hançer, tüfek, revolverle silahlıdır. Bitişiğinde Rus köylerinin ortaya çıkmasına rağmen, Mekeş daha göç etmiyor. Yabancı topraklarda hayat daha tatlı değildir.

Mahambetşe, güçlü Sıkımbay soyunun topraklarına göç etmekten korkmadı, çünkü bir yandan Mekeş'in ve diğer yakın soyların desteğini hissediyordu, öte yandan ise çar hükümetine inanıyordu. Ne de olsa cebinde, Stolipin reformundan sonra bozkurda Rus yerleşme yerlerinin olacağına dair hükümetin fermanı vardı. Onlara yer vermek zorundadır.

Sadık öğütçülerinin söylediklerini düşünerek, küçük asık suratlı Mahambetşe yoluna devam ediyordu.

Kervana, kuru, tırıs, açık doru atlı binici yetişiyordu. Dirseğinin hizasında ilmikteki kalın sopa vardı.

Mekeş! - diye birden bire haykırdı Kuttıbay.

Dün Elibay avulları yola çıkmak üzereyken yerleriyle vedalaşırken Mekeş gelmeyi yetiştiremedi ve sadece şu an geldi. O hemen kervanın başına doğru gitti ve adete uyarak attan atlayıp büyüklerin ellerini sıkıp onlara selam verdi. Onlar eyerlerinde kaldılar. Yakışıklı Mekeş'in pehlivan beden yapısıyla, heybetli duruşuyla, şimdi öfkeli gözlerinde yaşlar parlıyor.

Canlılar rezalete katlanmaktansa, ölsünler mi, amcam? Daha uygun bir tercih değil mi? - diye haykırdı Mahambetşe'ye.   
Bey'in gözleri sulandı.

Bu, beyaz çarın iradesidir, canım. - diye aklanmaya çalıştı o.

Çar, Tanrı değildir, neden ona baş eğelim ki? Çar adil olsaydı, bu kadar çok insan yaşadıkları evsiz kalmazdı! Aşağılatmaya sadece korkaklar katlanır! Siz öz topraklarınızda direnmiyorsunuz bile! Beni takip edin, sizi Cidelibaysın'a götüreyim. Orada çok yer, iyi insan var, orası cidden bir cennettir!

Mahambetşe cevap yerine hafifçe gülümsedi. Halk uzun zamandır kışı olmayan, yeşil çayırları olan, bolca meyvesi olan ve hükümdarları olmayan vaat edilmiş toprak Cidelibaysın'dan bahsederdi. Ama bu cennet parçasının nerede aranacağını hiç bir kimse bilmiyordu. Genç Mekeş de bilmedi, ama inanarak Cidelibaysın'ı bulmayı hayal ederdi.

Hoş hayal kurma uzansın diye Cidelibaysin'ı konuşmaya devam ettiler. Güneş daha çok ısıtıyordu. Sıcaktan köpekler dillerini çıkardı, tükürüğünü salıverdi. Gölgeyi, at arabalarına koşulan öküzler de bulmaya çalışıyordu. Kervanın yanında yürüyen sürü otlamayı bıraktı, atlar hiç durmadan başlarını sallıyordu. Kervan, baharları genelde suyu bol olan, yazları ise hemen hemen kuru Kokbek nehrinin vadisinde durdu. Çabuk çadır kurdular ve biraz sonra her yerde ateş dumanı ortaya çıkıverdi.

Güneş altındaki ot, kadife gibi renklerini değiştiriyor. Canlı olan her şey dinleniyor, tadını çıkarıyor. Sadece Sarıbala adlı çocuk durmadan kelebeği yakalamaya çalışıyor, dinlenmek için hiç vakti yok. Beyaz kelebek alay edercesine beyaz ota oturuyor, beni yakalasana diyormuş gibi. Ama çocuk elini uzattı mı havaya uçup yerini değiştiriyor. Küçük çocuk, üzüntüyle terleyen burnunu çekerek,  kelebeği yakalama umuduyla yine nehir kıyısı boyunca onun peşine daha uzak koşuyor.

Mahambetşe, Mekeş, Kuttıbay ve Abış, ablayç adındaki seyyar at arabasındaki ön koltuklarda oturarak hüzünlü sohbete devam ediyorlardı. Bey'in uzun yüzlü karısı sarı kımızı hızla çalkalıyordu.  Onun kara, frenküzümü renkli gözler düşünceliydi. Adamlar biraz çerez yediler, rengarenk kırmızımsı kımızlı tas yarı boşaldı. Kapı arkasındaki siyah kazanda cumbuldayan at etinin hoş kokusu, ablaycı dolduruyor. Kadın, kımızı çalkalayarak, adamların konuştuklarından hiç bir şey kaçırmamaya çalışıyordu.

Kuttıbay, bir şarkı söyle, biraz moral ver bize, - herkes sustuktan sonra diye söyledi o. - Yeter artık, yeterince konuştunuz, kulaklarınız yoruldu. Serçe olsa, o da en sert bir kış geçirir. Acaba Tanrı bizi serçeden daha zayıf mı yarattı? Bir Kazak yaşadığı yeri bırakmaya alışıktır. Felaket bir kışta yaşadık, şimdi de yaşayacağız.

Kuttıbay onu övdü.

Vay, Camile, bizim en önemli beyimiz sensin. Mahambetşe senden sadece kökenle üstündür, bir de erkek olmasıyla.

Senin övgün bana hoş gitti, Kuttıbay, çocukların yaşasın. Ama derler ki, mutluluk sırf kadına değil de, aptala da gelir. Gittiği zaman ise, ne sıradan bir ölümlü, ne de en akıllı kişi onu yakalayamaz.

Eve-et, - diye anlamlı anlamlı uzattı Kuttıbay ve dombırayla tanımadık bir melodi çalmaya başladı. Yüzünü bırakılmış öz topraklara dönerek, şarkı söylemeye başladı.

Kara-nura, sen uzaktan görülürsün

Çocukluktan beri yakınsın, rengin siyah

Cidden mi ayrılıyoruz şimdi?

Canım berbat hüzünle dolu.

 

Kocar, Cavırtau, sizi görürüm

Omzumda kartalı çok kez tuttuğum yersin

Aykay Şokay'ı dağlar saklar

Fakat vatan gözden saklanamaz

 

O, bulutlu yer, sütlü nehir

Halkın hüzün, kederle örtülü

En iyi canlar öfke taşır

Sessizlikten görülmeyen

 

Çar emir verdi... Ona sadığız

Dişimizi gıcırdatırız vatanda

Ama ceza vakti yakındır

Gelip hesap alırız biz ondan

 

Zaman geçtikçe Kuttıbay etrafında insanlar topladı. Kadınlar ağlamaya başladılar. Yaşlılar ağır ağır nefes alıyorlardı.

Yerleşme yerlerini boşuna kabul etmedik, - diye üzüntüyle konuştu avuldakilerden birisi.

Onun yanındaki çukur çukur karısı, yanağını çimdikleyip,

Kazak göz etmese nasıl yaşar? Bugün köyde yaşamaya razıysan, yarın haç çıkarmaya başlayacaksın, - diye mırıldadı.

Bırak, diğer inanca ihtiyacım yok!

Burası çok havasız, - diye duyuldu Mekeş'in sesi, - hüzünlenmektense suya gireyim.

O kalktı, üstüne deve kılından, kadife yakalı beyaz kaftan attı. Uzun geniş konçlu, yüksek topuklu çizmeleri muhteşem deriden yapılmıştır. Kafada beyaz kuzu derisinden başlık vardı. Herkes Mekeş'e baktı. Yavaş yürüyerek, nehre indi. Burada beş-altı genç kadın yıkanıyordu. Onlar gürültülü ile çalkalanıyor, gülüyorlardı. Mekeş'i görünce kıyıya koştular ve giysilerini alıp kaçtılar. Nafile ama. Mekeş onlardan diğer yöne döndü. Cesut çiğit kadınlardan çekiniyordu. Kadış adındaki sıska ve kara saçlı, vahşi keçi gözleriyle Mekeş'in karısı, meşhur pehlivan ve nükteci Manka'nın kızıydı ve, durum tuhaf olsa da, ailede onun sözü dinlenirdi. Bu kadın sesini yükseltince, ateşli Mekeş hemen susuyordu. Bir şeye gülse, Mekeş onu destekliyordu. Zayıf Kadış'ın özünde ne vardı ki, Mekeş gibi kaplanı itaat altına almış, onu insanlar bilmiyordu. Mekeş'in kadınlardan çekinmesinin sebebi belki de Kadış'ın etkisiydi.

Yıkanan kadınlardan uzaklaşınca, Mekeş durdu, koncundan hançer çıkarıp, uçuna parmağını hafifçe bastı. Tüfeği dikkatle inceledi. Revolveri çıkardı ve kaftana sardı. Soyunup uzun zaman bedenini okşuyor, eşofman yapıyor, suya küçük taşlar atıyordu. Sonra kazan büyüklüğündeki taş alıp ıkındı ve nehre düşürdü.

Güreşçi Şolak elli bir pud kaldırdı, diye hatırladı Mekeş, başını salladı ve suya atladı.

Kelebeği yakalamaya çalışırken uzağa koşan Sarıbala şimdi kampa dönüyordu. Onun yanında iki Rus binici gidiyordu. Onlar çocuğa bir dilim ekmek verdiler ve o büyük zevkle şimdi onu yiyordu.

Binicileri görüp Mekeş sudan çıktı ve çabuk giyindi. Ruslar yaklaştılar, selam verip ellerini uzattılar. Mekeş aniden ikisinin ellerini bir yana çekti.

Önce Aktentek'in kanının cezasını ödeyin! Bu zavallı kaçakları durdurun! Sonra "zdrasti" söyleyin!

O zamanlar Kazak ve Ruslar, yabancılar ve yerliler tarafından anlaşılan sadece birkaç sözle anlaşıyordu. Zdrasti, shampanski (kımız), marzha (kadın), kursak kayboldu (acıktı), çadır (ev). Kazaklar bu sözcükleri Rus, Ruslar ise Kazak sanıyordu. Aslında bu sözler ne Ruslara ne de Kazaklara ait değildi, ama onların anlamı herkesçe anlaşılıyordu. Mekeş'e yaklaşmış Ruslar, bu sözcükleri bile bilmiyorlardı. Binicilerden birisi, ak sakallı bir adam, Rusça konuştu.

Çiğit, anlaşılan çok öfkelenmişsiniz. Dilinizi bilmememe rağmen öfkenizi anlıyorum. Aktentek'in ölümünde parmağımız yok. Biz buralı değiliz. Bizim evlerimiz Rusya'da. Buraya yerli yaşamı öğrenmek için gelmiştik. Şokae'de Estonyalılar, Kızıl-Zhar'da Almanlar, Karauzek'te ise Ukraynalılar yaşar. Onlardan hiç birisi kendi iradesiyle gelmedi. Çar topraklarımızdan kovdu bizi, yer değiştirmek hiç te kolay olmadı bizim için. Vatan annedir, kim annesinden ayrılmak ister ki? Stolipin hem bizi, hem de sizi acı çekmek zorunda bıraktı. Sizin gibi zarurette yaşıyoruz. Neden düşman olalım ki? Kazak asıllı bir hırsız göçmenin tek atını çalar, ondan herkes Kazakları hırsız sanıyor, ve ellerine suçsuz bir Kazak düşse eğer, onu zalimce döver, hatta öldürürler. Bunu beğenmiyorum. Çiğit, sen adam isen, insanlarını razı et. Birlikte şikayet yazıp doğrudan onu çar hazretlerine verelim. Çar merhametlidir. O acı yaşlardan bizi kurtarıp Stolipin'e gem vurmalıdır...

Sen çok konuşuyorsun, hiç bir şey anlamadım, - dedi Kazakça Mekeş.

Shampanski var mı? Susadım.

Haa, kımız mı istemişsin? Et de? Siz hangi köydensiniz? Neden sustun? Hanginiz alçaklar Aktentek'i öldürdü, sen mi? - Mekeş ak sakallı adamın göğsüne parmak attı.

Anlaşılan, hiç bir şey anlamadı o. - diye konuştu ak sakallı ve nedense başını salladı. Bu sallamayı Mekeş itiraf saydı ve ak sakallının yakasını alıp, onu boğmaya başladı. İkinci Rus, bu saate kadar susan kocaman bir adam, onları birbirinden ayırmak yerine sessizce elini kaldırıp ve Mekeş'in şakağına vurdu. Mekeş ak sakallıyı bırakıp koncundan hançeri çıkardı ve onu adamın kafasına çarptı. O kesilmiş bir kavak gibi yere yıkılıverdi. İkinci vuruşla Mekeş ak sakallıyı da devirdi. Atlar homurdanarak farklı yönlere atıldı. Ak sakallı, kanlar içindeyken açıklamaya çalışıyordu.

Yazık, birbirimizi anlamadık, yazık... Her şeyin cezasını Stolipin çekmeliydi. Çar hazretleri bir bilseydi... - diye kıllı elini Mekeş'e doğru uzattı. Birkaç an Mekeş hiç hareket etmeden duruyordu, sonra elini aldı. Acı öfkeden daha güçlüydü ve titreyen bir sesle,

O aldığını hak etti, sana boşuna vurdum ama! Ne elle, ne sözle beni kırdın sen. Hiç bir şey yapmadan cezalandırılmışsın! Affet! Aktentek için öfkeliyim. - dedi. Belinden geniş bir kuşak çıkarıp yaralının kafasını sardı.

Avul kaza yerine çabuk geldi. Mekeş'i kalabalık örttü. Herkesin ağzından ateşli, acıklı sözler çıkıyordu.

Yine başımıza beladır!

Yıkılasın, Mekeş!

Geberesin, Mekeş! Şimdi vay halimize!

Karısıyla çocuları yok olsunlar!

Mekeş bedduaları dinlemiyordu. Diz çöküp, ak sakallıyı biraz kaldırdı ve kafasını dizlerine koydu. Sonra çocuğu kımız almaya gönderip, yaralıya onu içirdi ve Mahambetşe'ye konuştu,

Neden gürültü yapıyorsunuz? Ne olduysa geri dönmez. Hadi, göç edin. Ben kendi başıma kalırım, ona bakarım, sonra onu Ruslara bırakırım. Çarı çar uzun zamandır görmüyorum! Bütün günahları kendime alıyorum.

İçi öfkeli Mahambetşe hiç bir kelime etmeyip döndü ve avula yöneldi. Geri kalanlar, sakinleşip, onu takip ettiler. Nehrin kenarında iki kişi kaldı, Mekeş ve ak sakallı.

Gene çığlıklar, gürültü - avullar başarıyla durma yerinden kalkıyordu.

...Eski gıcırtılı at arabasında çocuk Sarıbala gidiyordu. O geriye bakıyordu. Her şey ne kadar tuhaf, Ruslar ona ekmek verdiler, Mekeş ise... Kan, Ruslar, her şey çocuğunun gözleri önünde duruyordu. Uykuya daldığında, bir şeyler rüyasında görüyordu. Bazen gülüyor, bazen bir şey çiğneyip yutuyor, bazen aniden haykırıp ağlamaya başlıyordu.

 

Yunus'un köleleri

 

Elibaylılar için Sıkımbay toprakları zor geldi. Bu topraklarda nüfuzlu Yunus bey, yabancıları her yerden sıkıştırıp on gün boyunca bir adım bile atmaya izin vermiyordu. O zaman Mahambetşe kendi toprak parçalarına messah ve asker başını götürdü. Fakat Yunus Elibaylılar karşı bütün Sıkımbay şehrini kaldırdı. Mehambetşe cidden ne yapacağını şaşırdı. Aceleyle vatandaşlarına ulaklar gönderdi. Çağırışa başında Mekeş olan otuz seçkin çiğit geldi.

Üç gündür düşman olan taraflar birbirini tehdit ediyor, fakat kanlı çatışmaya girmeye cesaret etmiyordu.

Dördüncü gün gelince Mekeş dayanamadı, ata atlayıp Sıkımbay sırasının önünde koşuşup,

Hadi, kan isteyen Sıkımbay, çık buraya! Cesur olan varsa savaşmaya çıksın! Sen adam isen, Yunus, kendi başına çık! Kadınsa, bütün kafileyle savaş! - diye haykırıyordu.

Sıkımbay soyundan hiç bir çiğit teke teke savaşa cesaret etmedi.

Elibaylıları kovma başarısız çabasından sonra Yunus alıştığı işine, at çalınması ve hırsızlığa geri döndü.

Toprak dondu, kar daha yoktur. Gece sessizdir, yıldızlar parlak parlak, bol bol parlıyor. İşte biri düştü, göğü çizdi ve söndü.

Dağ yamacında beş evden oluşan kışlıktır. Onlardan en küçüğünde, küçük ve alçak, kafa tavana dokunacak tek bir oda. Ortasında eğri sırıktan bir payanda. Duvarlar bodanalanmamış. Siyah çim parçalanıp dökülüyor, içerisinde pireler kaynaşıyor. Havada, tabana kalın bir tabakayla döşenen acı pelin kokusu var. Seyrek tavan sırıkları aralıklarında, kurumdan kararmış ot görünüyor. Bodur fırından duman odacığa buram buram çıkıyor. Evdekilerin kendi yaptıkları kandil, ön yerlerde oturanların yüzlerini zor aydınlatıyor. Kapı açılıp kapanırken, pencere açıtına gerilen kuru koyun midesi sesli sesli, davul gibi çarpıyor.

Evin sahibi, Mahambetşe'nin küçük kardeşi, Mustafa-hacı'dır. Kırk yaşlarında, geniş omuzlu, esmer tenli, yüzündeki çiçek hastalığının izleriyle bie adamdır. Küçük yaşlarından beri öksüz kalmış, ve onu zavallı teyzesi emzikle emziriyordu. On yedi yıldır ağabeyinin at sürüsünü otalatarak  on baş küçük hayvan elde etti. Mustafa otuz yaşlarına girince bütün hayvanlarını satıp ve karısı Hadişa'yi evde iki küçük çocukla bırakıp Mekke'ye gitti.

Mustafa tutarlı,sakin, iyi kalpli bir insan, fakat onun kıllı çiçek bozuğu yüzü her zaman serttir. Az, ama güzel ve akıllıca konuşuyor ve bir tek Tanrı'dan korkusu var. Bu dünyada her şey iyi, diğer dünyada işleri halletmek kaldı der. Hacı Mustafa'yi Elibay'in bütün altmış ailesi bilir. Kalbi kırılmış olanlar adil Musrafa Hoca'ya şikayetle gelir. Mahamnetşe onlara baskı yapmış durumlarında özellikle. Hacı kendisi Mahambetşe'yi etkilemiyor ve bütün onun yardımı Yüce Allah'a "Arkasına çık, ona bir şeyler ver" duasından ibarettir. Fakat Tanrı her zaman bu istemelere sağır kalırdı ve Mustafa ne çok kere bu adaletsiz fani dünyadan ayrılmak, Mekke ya da Medina'da ölmek isterdi.

Ölümünden önce meşhur at sahibi Bay Colan Mustafa'ya tekrar Mekke'ye gitmeyi vasiyet etti ve Mustafa yola çıkacak oldu bile.

Biz sensiz nasıl kalırız? - diye telaş etti karısı, çocuklar ağlamaya başladı.

Allah yardım etsin. Allah gün verse, gıda da verir. - diye yanıt verdi Mustafa.

Şimdi, ön koltukta oturarak her zamanki gibi küçük Sarıbala’ya nasihatlerde bulunuyordu.

Bilesin ki, Tanrı tektir, Peygamber adildir, Kuran ise doğrudur!

Ezberle. Yüz, bin kere tekrarla ve ezberle!

Çocuk anlayışlı, her şey hemen kapıyor, yüz ve bin kere tekrarlanmasına gerek yoktur. Fakat babası sert, kontrol ediyor:

Allah'ın hangi belirtileri var? Şay1 hangi parçalara ayrılır?

Allah'ın sekiz belirtisi var. Siz, şay iki parçaya ayrılır diyorsunuz, fakat Kutteke,  iki, dört sekiz gibi parçaya ayrılabilir diyor. Ne kadar istersen, o.

Kuttıbay, yaşlı şeytan, seninle alay etti. İçtiğimiz çayı kastetti o. Başka bir şeyden, evrenden bahsediyorum. Evren, canlılar evreni ve ölüler evreni olmak üzere sadece iki parçaya ayrılır.

Sonuçta Hacı oğlundan dua okumasını istiyor. Kalın kurum tabakası olan ağır font çaydanı eğip çocuk abdest kıldı. Babası, önüne tespih koydu.

Bunun ölü olduğunu varsayalım. Hadi bakalım, dua et!

Çocuk babasının bu isteğini doğru yerine getirdi. Hacı sustu, başını yere indirdi. Uzun kirpiklerini yumdu, fakat uyumadığı görünüyor, düşüncelerine dalmış sadece. Bugünlük ders bitti.  Oğluna Aptiek'i2 okutmak uygun görünüyordu, ama oğlu okuyamaz ve Hacı ona bunu öğretemez, çünkü kendisi de hiç bir zaman okula gitmedi ve imzasını bile atamıyordu. Kışlıkları yakınlarında sırf okul değil, hoca bile yoktu. Avul onu işe almaya razı olmuyor, kendi başına yapsa kesesine elvermez. Oğluna daha neler öğretmeyi bilmiyordu. Rahatsız Hadişa ise sözüne devam ediyor.

- Allah Allah, Mekke nene lazım ki? Merhum Colan yüzünden hayatta kalanları belada bırakıyorsun.  Tek atımız çalınmış. Ne yiyeceğiz ki? Bir şeyler yapmamız lazım... Böyle şafaktan akşama kadar oturup çocuğunun kafasını yıkıyorsun. Bir de deli edersin çocuğu!

Fırından ve kandilden çıkan yakıcı duman dar evi sardığı gibi, Hadişe’nin sözleri Mustafa’nın bilincini sarıyor.  Fakat ölçülülüğü sarsılmadı. Biraz düşünüp, Mustafa gülerek,

Senin ailenden birçok meczup çıkmıştı, sen de, anlaşılan, mutsuz doğmuştun. Ne kadar çok üzülürsen üzül, hırsız çaldığını iade etmez. Yemeğe gelince, elde ederiz. Böcek olsa, o da kendine yemek buluyor. Bu kadar çok konuşmaktan ne fayda var ki? Okumaktan çocuğumuz fenalaşır mı? Daha akıllı olur. Haca gelince,

 

1Şay – evren

2Aptiek – Kuran’ın bir parçası

 

Muhammed’in mezarı, Tanrı’nın evi görmek sırf zenginlerin nasibi değildir. Yolumda denizler olmasaydı, oraya zevkle yürüyerek giderdim. – diye yanıt verdi.

Dinle, Amirbek, meczubun teki asıl odur! – diye haykırdı Hadişa, ev sahibinin yanında oturan misafire seslenerek. Amirbek güldü, ama hemen öksürmeye başladı. Soluğunu alıp, ciddi ciddi,

Bu öksürük beni telaş ediyor, Hacı. Ben daha hayattayken katkımı al. – dedi.

‘Katkı’, dört yaşındaki küçük kızı, Bibi-can’a diyordu.

...İki yıl önce Amirbek, vatandaşlarıyla birlikte üç yüz verst mesafedeki Akmol’a gitti. Onun tek devesi fena zayıfladı, kendisi de çok acıktı ve üstelik evine dönerken fırtınaya düştü. Eve dönen azdı, kimi yoldayken öldü, eve ulaşanları ise soğuk fena ısırdı.

Mustafa, bütün canlıları barınaklara sokan göz gözü görmeyen tipiden korkmadı. İnsanların fırtınaya yakalandığını öğrenir öğrenmez, tek başına deniz gibi fokurdayan bozkıra aramaya çıktı. Soğuktan donmuş, tanımadığı bir adamı buldu ve deveyle beraber onu evine götürdü. O Amirbek’ten başkası değildi. Bir aydır Hacı, hiç bir ödeme istemeden hastaya baktı. Amirbek canını kurtaranı nasıl teşekkür edebildiğini bilmiyordu ve yola çıkmadan önce,

Kurtarıcım benim, ölene dek senin arkadaşın olacağım. Kendine kızımı al. O büyüyünce, büyük oğlunla evlendir onu. Başlık ödemene gerek olmayacak. Senin iyi davranışın için bundan daha büyük verebileceğim bir şey yoktur. – diye konuştu.

Kız bir fakir insan için bir servettir. Fakat Amirbek servetine acımadı.

Mustafa yaptığı iyi iş için rüşvet almak aşağılatıcı bir şey olduğunu sanıyordu. İki büyük oğlu erginlik yaşına girince onları biriyle evlendirmek güç olduğunu da biliyordu. Başlık ödeyemedikleri için aile kuramayan birçok fakir kişi tanıyordu. İki yıldır Mustafa Amirbek’e ne evet ne hayır diyerek ona rızasını vermiyordu, ama şimdi,

Davranışım buna laik değildir, ama sen hala ısrar ediyorsun. Alsam memnun kalacaksın, almasam ise kalbini kıracağım. Birbirimizi incitmektense gönüllerimizi alalım. Tamam, günler daha uzak olunca gelip gelinini alırız. – dedi.

Şimdi arkadaşlığımıza inanıyorum. Yüce Tanrı’m, beni Hacı’dan daha önce rahmetli kıl! -  diye duygulanıp ağladı Amirbek.

Gürültüyle, odaya soluk soluğa bir kadın daldı.

Hırsız yakalanmış!

Nerede?

Büyük izbede...

Büyük izbe, Elibaylılar Mahambetşe’nin evine derlerdi.

Mustafa yerinden kalkarken, hasta Amirbek Mahambetşe’nin evine ulaştı bile.

Çıplak ayaklı Sarıbala, diğerlerden önce buraya gelip, gri gözleriyle pırıldayarak kapı sövesinde duruyordu. Kışlıkta yaşayan bütün beş aile bir araya geldi. Yakın avullardan insanlar da gelmeye başladılar.

Odanın ortasındaki bilinmeyen bir hırpani direğe bağlandı. Mahambetşe’nin elinde ağır bir kırbaçtır. Bey öfkelidir, geniş burun kanatları yukarı kalkıyor, uzun sakalı azgın solunumdan sallıyor. Hırsıza kırbaçla vuruyor ve her vuruştan sonra,

Doğru söyle, Mustafa’nın gri atını kim çaldı? Doğru söyle, Alimcan’ın yağız atını kim kesti? Bahtıbay’yın kızıl ineğini kim aldı? – diye soruyor.

Hırsız her vuruşta bütün bedeniyle titriyor, ama susuyordu. Ağlamadı, aman dilemedi, daha sık dişlerini sıkıyordu sadece. Vuruşlardan pamuk gömleği bütün bütün eridi. Sırtında kan çıktı. Hırsız, susmaya devam ederek düştü, ama Mahambetşe vurmayı kesmiyordu.

Canavar! – diye titreyerek haykırdı Sarıbala. – Kuntugan!

Çocuk, bir yıl önce bir kurdun, amcası Kuntugan’ın atını paraladığını hatırladı. Kuntugan kurdu yakalayıp onu hayattayken yüzdü ve salıverdi. Kurt bir kaç adım atıp, ölüp düştü. Mahambetşe şimdi Kuntugan’a benziyordu.

Eve Sarıbala’nın babası girdi. Hacı ona sırf selam vermedi değil de, hiç bir kimse ona yol vermedi, herkesin bakışları korkunç manzaraya dikildi.

Mahambetşe, bütün kaybolan inekler ve atları sıralayarak hırsıza vurmaya devam ediyordu. Yeni topraktaki yaşamın dört-beş ay içerisinde Sıkımbaylılar, Elibaylılardan otuz baş büyük hayvan çalmıştı. Mahambetşe’ye şimdi gelenlerden neredeyse herkes hırsızlardan zarar gördü, o yüzden hiç kimse Bey’i tutmadı, zalimliği için onu yargılamaya çalışmadı.

Mustafa, bir-iki an durup,  kararlı bir biçimde ileriye sokuşup, beden bedene duran kişileri iteleyip, hırsızın üstüne düştü ve onu bedeniyle kapattı.

Kalk! Çekil buradan! – diye bağırdı öfkeli Mahambetşe ve Hacı’ya kırbaçla vurdu. Sarıbala haykırarak babasına atıldı. Kırbaç ona da kaldırıldı ama ak sakallı Aldabergen, Mahambetşe’nin elinden onu hiddetle kaptı.

Kahrolasın! Allah belanı versin! Azgın köpek bile yavrusunu ısırmaz!

Mahamnetşe zorla itaat etti. Aldabergen onun ağabeyidir. Adete göre küçük kardeş büyük kardeşinin, babasının, her yaşlının sözünü dinlemelidir.

Mustafa’nın elinde koyu kırmızı kırbaç izi kaldı. Elini yenine saklayarak Mahambetşe’ye akıl vermeye çalışıyordu.

Zavallıyı öldürmenden ne fayda? Sen kuvvetli isen, Yunus’u cezalandır. Şu ise onun gel git işlerini görüyor sadece. – dedi o, hareket etmeden yatan hırsızı işaret ederek. – Biri öldürürsen, Yunus yerine geçecek birini bulamaz mı sanıyorsun? Üstelik canlı insana acımak gerekiyordur.

Derler ki, güzel söz yılanı bile ininden çıkartır. Onca kez vurulmuş, kanlar içinde olan hırsız nihayet konuşmaya başladı. Mustafa’ya ellerini uzatarak ayaklarına sarıldı. Sırtına kırbaç vururken cıva gibi parlayan gözlerinden tek bir yaş düşmedi, şimdi ise sıcak yaşlarla boğularak,

Duyseke’ye de acıyacak bir can vardı, Allah’a şükür! Yirmi yıldır Yunus için hırsızlık yapıyordum. Şimdi belkemiğimi kırdılar. Ne karım var, ne çocuklarım. Dikilim ağacım yok. Çok hırsızlık yaptım, bunun için çok beddua hak ettim. Kaygı ve kaderim umudumdan her zaman daha büyüktür. Tanrı hırsıza ne yuva, ne çocuk verdiyse ve hayatını kurdunkisinden daha beter kıldıysa, hırsızı neden yarattı? – diye zorla konuştu.

Zavallı! – diye seslendi Mustafa. – Doğru söylüyorsun, ama daha önce ne düşündün ki?

Çalmazsan nasıl yaşarsın?

Hırsızlıkla neyi kazandığını hepimiz duyduk. İnatçılığı cesarete benzetme.

Haceke, beni ölümden kurtarıp babamın bile vermediği bir nasihat verdiniz. Hayatım köpeğinkisine benzerse, kılığım insanidir ve canım var. Daha çok saklamak elimde değil... Sizin gri atınızı biz Sekerbay’la birlikte çalıp, Yunus’a getirdik ve kestik onun için. Sizden hiç bir şey saklamam.

Seni sorgulayacak değilim. Bir düşün ve kendin karar ver. Hayatını göze alıp susabilecek misin öfkeli alem karşısında?

Duyseke, hırsızlık itirafını nasıl anlatacağını, onu nerden başlayacağını bilmiyordu. Üzerinde kurcalayıcı, bekleyen bakışlar hissediyordu. Onlar, itirafı sanki çıkarıyor, koparıyormuş ondan. Derin bir soluk alıp, sayıklayan hasta gibi sıralamaya başladı.

Yağız atı, Karadek'in hırsızlarına satmıştım...   Kızıl inek Amanbek'tedir. Beyaz alınlı kızıl at Serkebay'da. Gri at Yunus için kesilmişti. Doru olandan işte üzerimdeki çizmeler. Rus adamlarından çalıyordum, Yunus'un emri üzerine... Onlar da öç almak için Aktentek'i öldürmüşler.

Herkes susuyordu.

Elibaylılar, Sıkımbay soyunun onlardan hayvanları çaldığını zaten biliyorlardı, ama şimdi ayrıntılar ortaya çıktı. Ruslar ile Kazaklar arasındaki düşmanlığı alevlendiren kişi Bay Yunus'tu. İzbede, inilti ve öfke haykırışları duyuldu. Bozkır adetine göre Yunus diz çöktürülemez. Kendi adamlarının elleriyle öldürterek, dini bütün kişinin intikamını alıyordu. Onu kanunla cezalandırmak boş bir işti, adaletini ulaşırken hayatını kaybedersin.

Çekingen, utangaç, az önce yabancı toprağa alışan avul ne yapabilirdi ki? Şimdi herkes kendine bu soru sorup, cevabı bulamıyor, çıkmazdan çıkışı görmüyordu.

Mahambetşe kara bir kararlılıkla,

O zaman siz de hırsızlık yapın! Öyle daha adilane olacaktır. - diye söyledi. Her taraftan takdir edici sesler duyuldu.

Hayvanlarımız için ölüme de razıyız!

Siz bilirsiniz, ellerinize kimse kelepçe takmadı.

Aman Tanrım, at kaçırmak kimin elinde değil ki?

Biz de koyunların içlerini çıkarabiliriz.

Geceleri biz de hafiyelik yapabiliriz .

Yeter ki büyükler ellerimizi çözsünler...

Sarı dişli Bey, sakalını okşayarak, avulu hırsızlık yapmakla kutsadığı için gururla doğruldu.

Mustafa kafanı sallayıp, yerinden kalktı ve tam kapıdayken,

İntikam alırsanız eğer, zararı yok. Ama bu utanılacak işi alışkanlık haline getirmeyiniz. Bundan korkuyorum, - deyip çıktı.

Öfkeli vatandaşları Hacı'nın bu sözlerini hemen unuttular.

 

Sonbahar akşamı uzundur. Gece yarısından sonra kapı açıldı ve tanınmadık bir ses duyuldu.

İyi akşamlar!

Herkes susup döndü ve yabancı avuldan gelen beklenmedik misafire, esmer tenli, sıska, ağaran sakallı Abiş Hacı'ya şeref yerine yol açtı.  Herkes, Sarıbala dahil olmak üzere, onun elini sıkıp selam verdi. Kimi çizmelerini, kimi giysilerini  çıkarmasına yardım yetti. Abiş herkesin sağlığını kısaca sorup, bir süre oturdu, sonra ani bir coşkunlukla,

Elibay ve Sıkımbay soyları Begaydar'dan geliyor. Akrabalar arasında çatlak olunca, düşman ona kama çakıyor, arkadaş ise içine gömüp oyuğu örüyor. Ben arkadaş olarak geldim. Babam Katıraş, Yunus'un babası Batıraş. Biz kuzeniz. Yunus'un Katıraş'ın kızını kaçırıp bütün Sıkımbay soyunu rezil ettiğini hepiniz biliyorsunuz. Şimdi, 'utanmaz, kimin arkasına çıkıyorsun' diye düşünebilirsiniz. Ama yine de söylerim ki, suçlu olana acı, Mahambetşe, acı. Şimdi bir insan için şefaat ediyorum, bir deve için değil. Ricam, bir takkeye bile laik olmayan fare postudur sadece. Bunu yapıp, bir şapka bile elde edemeyeceğim. Yarayı saracağım ancak. Baban Kadır, öldürülen batur münakaşasını iki sözle halletti. Anlayacaksın diye umutla geldim buraya. Hırsızı serbest bırak, Yunus'u kızdırma. Adalet yolu bizim için otla kaplıdır. Fakat hırsızlık ve alçaklık yolunu çok iyi biliriz, o genişledi bile. Zor zamanlar görüyoruz. Halkın uslu, fakat kurt bulutuyla örtülüdür. Onların pişkin liderini iyi izlemek lazım. Zeka ve hile kaplanı evcilleştirebilir. – diye konuştu.

Herkes hareket etmeden oturuyor, tek bir söz kaçırmamak isteğiyle dinliyordu.

Misafir sustuğu an, yurda sessizlik çöktü. Nihayet Mahambetşe kafasını biraz sallayıp derin bir nefes aldı.

Ohh, Abiş Hacı, yıllık keçiye benziyorsun! Güzel sözler boyundaki ipi çözmezse, onlardan ne fayda? Büyüklükten, hırsızı serbest bırakmamdan bize ne? Önceden onu söyle, kendi rızanla mı geldin,Yunus mu gönderdi seni?

Yalan söylemeyeceğim. Yunus gönderdi. Ama Yunus'un uğruna gelmedim size, barış uğruna geldim. Sözlerim ve büyük niyetim kalbine dokunmadıysa eğer, yapabileceğim bir şey yok, gideceğim.

Mahambetşe düşündü. Abiş'in söylediklerinden iki söz ayırdı. Yunus gönderdi. Daha önce Elibaylılarla çarpışmalarda Bay Yunus iki kez yenildi, ama haberci göndermedi.

Haberci gönderdiyse, kuvvetsizliğini kabul etti, diye düşündü Mahambetşe.

Abiş ona göz kırpıp çıkışını işaret etti, gel, baş başa konuşalım der gibi. Mahambetşe yerinden kalktı.

Mahambetşe, dinle, - dışarıya çıkınca diye başladı Abiş.- Ben akrabalık açısından Yunus'a, yaşam ve ruh açısından ise sana daha yakınım.   Derler ki, neyin yanında dolaşırsan onu sırtında taşırsın. Dupseke'yi bana ver. Sana hem Tanrı, hem soy karşısında sadık kalırım. Sizi Yunus'la çöpçatan edeceğim. Birbiriyle iyi geçinen komşuların hem ahşap pullukları yan yana, hem de uyumu taş duvardan daha sağlamdır.

Yunus barışa razı olur mu?

Meşe eğilse kırılır. Kırılmasaydı, benden yardım ister miydi? Abiş'i daha önce de gördü, ama sana göndermedi, susuyordu.

Tamam. Komşuluğumuz uğruna kurt yavrusunu sana veririm, fakat pişkin liderin yollarında ağ kurmaya çalışalım.

Mahambetşe hırsızı serbest bıraktı. Abiş Hacı onu hemen çıkardı ve bir dakika durmadan onlar yola çıktılar. Odada bütün oturanlar şaşkın şaşkın bakıştılar. Büyük gözlü bir adam, Mahambetşe'nin yaşıtı, dizlerine kalktı ve kırbaçla yere vurdu.

Ay vay! Biz insan değil miyiz yoksa? Bize neden akıl danışmadın Mahambetşe?

Gaf yapmışsın, Mahambetşe, gaf, - diye takdir etmedi Kuttıbay.

Yeter artık! Nerede fayda, nerede şeref olduğunu sizin gibi iyi anlıyorum. - diye kaşlarını çattı Mahambetşe.

Sessizlik çöktü. Meşhur Kadır'ın halefi Mahambetşe sert bir bey. Hiç kimse ona zıt gidemez.

İnsanlar dağılmaya başlayınca, büyüklerden birisi,

İnsanlar kavga eder, beyler beslenir. - diye mırıldadı.

Sarıbala, kapıya yaslanıp uyuyordu. Amirbek onu uyandırıp elini aldı ve bir yere götürdü. Yarı uykuda olan çocuk,

İşte... Abiş Hacı... Mahambetşe... - diye tekrarlıyordu.

 

Fedor ve Turlıbay

 

Sarıbala, dünyadaki her şeyden daha çok at ve masal seviyor. Daha bir yaşına girmeden babası, kendisinin önüne onu ata oturttu. İki yaşındayken Sarıbala kendi başına bağlı çocuk koltuğunda oturuyordu ve babası atı dizginle yönetiyordu. Beş yaşındayken çocuğun kendisi dizgin tutuyordu. Fakat ailesinde at olması uzun sürmedi. Atların olmaması, Mustafa'nın uzun yola, Mekke'ye para biriktirmek için bütün hayvanlarını satmasıyla başladı. Çocuk, gündüz at, gece masal isteyerek, her zaman sızlandı. Mustafa ne at, ne masal verdi oğluna. Muhammet Peygamber ile şeriat hakkında artık her şey anlatıldı, tek güdük at ise her zaman meşgul.

Sarıbala fırsatını kaçırmamak isteğiyle misafirin atına binmeye çalışıyordu, misafir geceye kaldıysa, meraklı çocuk sabaha kadar ona masal anlatmasını istiyordu. Masallar çok iyi ezberliyordu ve yaşıtlarına anlatıyordu onları.

Çocuk uzun yolculuklar da seviyordu. Babası yola çıkarken oğlundan kendini bir türlü kurtulamıyor, sövüyor, oğlunu dövüyor ve öyleyse sonuçta kurtuluyordu. Çocuk hüzünle uzun zaman arkasından bakıyordu.

Bugün babası oğluna acıdı ve onu kendi ile aldı. Rus köyüne, Mustafa'nın eski arkadaşı Fedor'a gittiler. Bu kadar dini bütün Hacı'nın bir Rus adamıyla arkadaşlığı çocuğu cidden şaşırtıyordu.

Fedor misafirlerini güler yüzle karşılayıp, evinin içine aldı ve bir yere kayboldu.

Onlar yalnız kalınca,

Ağam, arkadaş nasıl olunur? - diye sordu Sarıbala.

Avullarda baba sözü yerine sık sık ağa derler.

Bunun çeşitli yolları var. Mesela, önce sen bir şey hediye edersin, sonra sana. Fakat bizim Fedor ile arkadaşlığımız farklı başladı. - diye yanıt verdi Mustafa ve gözlerini yumdu. - Sen daha bir yaşındayken Şokay'da yaşıyorduk. Bir sonbahar bozkırda atlar otlatıyordum. Bir baktım, bir kimse uzakta göründü. Yavaş yavaş gidiyordu. Kimi zaman oturuyor, dinleniyordu galiba... Yürümekten daha çok oturuyordu. Ona doğru koştum ve zayıf, cılızlaşmış bir adam gördüm. Sakalı uzadı, saçları dağınıktı, gözleri çürüktü. Kıyafeti yıpranmıştı, tam yırtık pırtıktı. Çizmesinden,  kanlar içinde büyük parmağı çıkmıştı. Koynunda, yumruk büyüklüğünde bir dilim bayat ekmek vardı. Acıktı. Ara sıra tek bir söz tekrarlıyordu, Japonya. Anladım ki, o askerdi, Japon savaşından geri dönüyor. Ona çok acıdım, dinlerimizin farklı olmasına rağmen.

Bu halde eve ulaşamazsın. - deyip, askeri ata bindirdim ve yurduma götürdüm. O Fedor'du. Bir hafta boyunca onu yediriyordum ve sonuçta Ruslara götürdüm.

Bütün Ruslar aynı değildir, oğlum, Kazaklar da. Aralarında iyi ve kötü insanlar var, onları ayırmak gerekiyor. Fedor'un canı güzel, beni unutmadı, bana her zaman selamı vardı, kendine davet ederdi. Bugün nihayet geldik ve görüyorsun, şimdi koyunu kesmeye gitti, âdetimize göre bize ikram etmek istiyor.

Arkadaşından memnun kalıp, Mustafa onun hakkında çok anlatıyordu. Baba ve oğlu, masaya yan yana oturdular, Fedor ise avluda bir şeyler yapıyordu. Karısı daha dün doğum yaptı, bugün ise karnını başörtüsü ile sarıp ineği sağıyordu. Sarıbala şaşkınlıkla,

Yanımıza neden oturmuyorlar? - diye sordu.

Zamanları yok, işleri çok.

Komşular neden gelmiyor? Bizde, misafir gelince, bütün avul toplanıyor.

Onların adetleri bizimki gibi değil. Herkes çalışıyor. Fedor, fahri bir misafir gelse bile, zamanı boşuna harcamaz. Ekmeği erişti, vaktinde toplamazsa yanar. Fedor özür diledi, her şeyi açıkladı bana. Çalıştığı için zengindir. Bir Kazak bir Rus'tan çalışmayı öğrense hayatı daha güzel olurdu.

Kapıda, ellerine iki dolu çuval tutarak Fedor göründü. Onları bir kenara koyup, alnından ter sildi, tütün alıp kalın sigara sardı ve ağzından duman çıkararak çuvalları işaret etti.

İşte, birinde postular için ödeme, diğerinde ise sana benden bir hediye.

Teşekkürler, Fedor, Allah yardımcın olsun.

Müsaaden olursa, sana bir tavsiye vermek istiyorum.

İki tane de ver istersen.

Üç tane verirdim fakat aklım yetmez. Postlarını yarı fiyatına zorla satmıştım. Satıcı dayatır, alıcı reddeder. Bu yılki kış Kazakları fena sıkıştırdı. Bir koyunu bir dokurcun samana, bir tayı bir dokurcun kutu ota satıyorlardı. İki inek beslememi istiyorlar ve diyorlar ki, bir tanesini kendine saklarsın. Buğday burada çok iyi ürün verir, çayırlar güzel, bolca kuru ot var ve istediğin kadar toprak var. Kazaklar Ruslardan satıl almaktansa kendiler toprak sürebilir, ekim yapabilirler. Fakat nedense istemezler.

Bunun iki sebebi var. Araç ve görgü yok. Derler ki, acemi olan ağzından düşürür, kıvrak olan ise aslanın ağzından kopar.

Ay, Mustafa, Mustafa! - diye hayranlıkla yanıt verdi Fedor. - sana ders vermek bana düşmez. Böyle bir zekâ ile nasıl fakir olabilirsin diye şaşırıyorum!

Zengin olmaktan dürüst olmak daha iyidir. Bu dünyadaki hayat kısa ve herkes onu istediği gibi sürür. Fakat öte taraftaki yaşamı düşünmek de lazım. İntihar çok ağır bir günah olmasaydı, çoktan giderdim oraya.

Bizim papazlarımız öte taraftan bahsetmeyi de severler. Fakat cennetteki altın evi, bu dünyada daha çok kalmak isteğiyle, zeminliğe değiştirmeye hazırlar.

Bazı mollalarımıza benzer bunlar. - diye güldü Mustafa.

Sana ev işlerini öğretiyorum, sen de bana günahlı şeyler söyletiyorsun. - diye güldü Fedor da.

Misafirler gitmeye hazırlanırken, Fedor deveye unlu çuvallar koydu ve arasına Sarıbala'yı oturttu.

Gri ata binip, Mustafa bağıran deveyi küçük köy sokaklarında yönetiyordu. Her şeye merakla bakıyordu. Sanki zavallı, zayıf adamlar daha dün buraya taşınmışlar, şimdi ne kadar güzel yerleştiler ki!

Zeminlikler arasında tuğla evler duruyordu. Rusların atları zayıftı, onları yerli dayanıklı bir at cinsi ile çaprazladılar. Eskiden Ruslara korku ve güvensizlikle bakan Kazaklar şimdi serbestçe konuşuyor, postular ekmeğe değiştiriyor, kimiler atlar da değiş ediyorlardı. Adamlar akıl kullanarak da çalışırlar, Kazaklar ise çalışmayarak ellerinde bulunan her şeyi yele verirler. Mustafa, bir Kazak'ın kuzu postunu değiş ettiğini hatırladı. Önüne her çıkana sertleşmiş, büzülmüş kızıl postu tutuşturarak, 'Beş libre una al' diyordu, sonra Kazakça, 'Üstüne biraz süt dök, hemen süner' diye ekliyordu.

Adamlar almıyordu. Aptal, kendisi neden süt dökmedi ki? Bu haldeki post bir kuruşa bile değmedi. Malını satmayıp, zavallı, 'Bu Ruslar hiç bir şey anlamazlar' diye mırıldayarak eve gitti.

 

Ruslar bu toprakta mükemmelce yerleştiler. Onlar gelmeden önce hiç kimse Kara Nura vadisinde ot biçmedi, su sadece hayvanlar için kullanıyordu. Ruslar ise nehirde su değirmenleri kurdular ve ot sadece çökekte değil, tepelerde de biçerler. Her yerde ot tınazları, sürülmüş ham toprağı ortaya çıktı. Tarıma ilgisiz olan Mustafa, merakla etrafına bakıyordu.

Daha önce hiç bir zaman öz yerler ona bu kadar sıcaklık, duygululuk ve aynı zamanda kendine acımayı hissettirmedi.

Bize acımanın bir faydası yok! - diye konuştu o. - Kendimiz köyler kurmaktan vazgeçip, göç etmeye devam etmiştik. Ruslar ise bir yerde kalıp açlık çekmezler. Bize sadece gıpta etmek kalır. Gıpta eden başkasının mutluluğuna soluyor.

Sarıbala da merakla etrafına bakıyor, ara sıra,

Babam, yol kenarındaki o yeşil toplar ne? - diye soruyordu.

Karpuzlar, oğlum.

O sarı, uzun olanlar nedir?

Kavunlar, oğlum.

Onlar ne için kullanılır?

Onlar yenir, oğlum.

Tatlı mı?

Tatlı.

Bana bir tane versene.

Onların sahibi var, izinsiz alınmaz onlar. Bir de daha yetişmedi, hasta olursun.

Bizde onlar neden yok?

Ekim yapılsa, olacak.

Ekim neden yapılmıyor?

Bizimkiler yapamazlar. Bir de istemezler. Başkalarından istemeden utanmazlar. Böyle biri olma, canım. Bir şey dilenerek istemek vicdanı satmak demektir. Vicdanı satmaktansa ölmek daha iyidir. Cüzdan boşsa bile, vicdan temizdir.

Biraz sonra karşılarına domuz çobanı Baymagambet çıktı. Selam vermeyi unutup, coşkunlukla gözlerini fal taşı gibi açıldı ve hemen,

Saygın Hacı, sizi gördüğüm ne güzel! Kazaklar, Rusların domuzlarını otlattığım için beni döverdi. Şimdi ise bütün Kötü Avul Rus inancını kabul etmek istiyor! Bir an önce oraya gidin. Düzeni bozan Turlıbay'ı durdurun! Ben domuzlara yetişeyim. Kurtlar onları avlıyor, bir de paralarlar onları. - diye bağırdı

Baymagambet yoluna devam etti. Mustafa şaşkınlıkla arkasına bakıyordu. 'Bu geveze ne dedi? İnanayım mı?' - diye düşünüyordu.

Nihayet fakirlik için Kötü adlandırılan köye gitmeye karar verdi. Ona uygun bir lakap verdiler, ama oradaki çiğit Turlıbay büyüyünce, Kötü Avul'dan korkulmaya başlandı. Turlıbay güpegündüz ejderha gibi korkunç, vilayet hünkârı Nurlan Bay'dan elli at kaçırdı. Turlıbay atları geri vermedi, hiç bir şeyle telafi etmedi ve etraftaki herkes onun bu cüretini öğrendi.

Mustafa, yaşıtı ve uzak akrabası olan Turlıbay'ın evi yanında attan indi. Turlıbay, yurttaki pek çok insan kalabalığında oturuyor, bir şeyi yüksek sesle, coşkuyla anlatıyordu. Mustafa'yı görünce güldü ve ona doğru yöneldi.

İçeri gel! - diye bağırdı Turlıbay, ve misafire sarıldı. - Kötü Avul'un dostu, kötülüğün düşmanı, akılla zengin, hayvanla fakir, benim sert yargıcım, nasılsın? Biri meziyetlerini biliyor mu? Ben çukurda otururken onları öğrendim.  Hiç bir şeytan bizi ayırmaz, dostluğumuz ebediyen sürsün!

Dur, dinlen biraz, - dedi Mustafa.

Herkes güldü.

Bir zamanlar genç Turlıbay akrabalarının biri Ahmet’in karısına âşık olmuş. Ve onu bilinmedik bir tarafa götürmüş. Kaçakları uzun zaman arıyorlardı. Nihayet onları bulup, bağlamışlar ve Ahmet’e getirmişler. Gözleri kıskançlıkla ve öçle kamaşan Ahmet derin bir çukur kazıp ona Turlıbay'ı oturtmuş, üzerine yurdunu koymuş.  İstediği gibi tutsağıyla alay etmekle doyamıyordu. O zamanlara göre Turlıbay affedilmez bir suç işledi. Kazak âdetine göre, sırf evli kadını almak değil de, kendi soyundan dul bir kadınla evlenmek yasaktı. Hiç bir kimse Turlıbay'ın yardımına gelmemiş. O su istediği zaman Ahmet ona sidik katıyordu. Bunu Mustafa öğrenmiş ve Turlıbay çukurdan kaybolmuş. Derlerdi ki, Akmolin hapishanesindeydi o, ama biraz sonra herkes onu unutmuş. Zaman geçti ve Turlıbay Kötü Avul'a yerleşmiş.

Şimdi Turlıbay yaşlı, orta boylu, siyah sakallı, esmer tenli, canlı ve sivri dillidir. Her zaman harekette bulunuyor, sanki bilinmeyen bir güç onu bir tarafa yöneltiyor. Bir dize kalkıyor, bir ayaklarını altına alıp topuğa oturuyor. Bir dakika bile sakin sakin oturmuyor. Dili, dağ nehri gibi hızlıdır. Keskin gözleri durmadan etrafta bir şeyler arıyor. Mustafa'ya avulunun insanlarını, yeni göçü, hayatını sorup fahri yerde oturan ak sakallı Rus'a döndü.

Yunus'la Mekeş boşuna düşmanlık yapıyorlar. Aç kurtlardan büyük farkları yoktur. Toprak ve hayvan yüzünden Kazaklar arası, Kazaklar ile Ruslar arası kavgaları beğenmiyorum. Hayvan ve toprak mutluluk getirmiyorsa, ona kimin gereği var? Hangi fakir toprağının verdiği ürünleri kullandı? Hiç bir dedikodudan korkmuyorum, Dmitriy. Hırsız, hilekâr, düzeni bozan olduğumu söylesinler. Her ağız örtüyle örtüle ez, konuşsunlar. Oğlumu senin ellerine veriyorum. Ona Rusça, bildiklerini öğret. Votkaya alıştırma ancak! - dedi.

Dmitriy kahkaha attı. Mustafa onda, geçen sene Mekeş'in durumu anlamayıp hançerle vurduğu aksakallı Rus'u tanıdı. Şimdi Dmitriy bir Rus köyünde öğretmenlik yapıyordu ve Kazakçayı iyice öğrendi.

Dmitriy, Turlıbay'ın güveninden duygulandı.

Gençlere iyi tavırları öğrenmeyi hayal ediyorum. - diye yanıt verdi o. -  Hırsızlık, şiddet, Kazaklar ile Ruslar arası düşmanlığı cahilliktendir. Hiç bir yetenek kara, geri kalmış bir ortamda gelişemez, bilgi ışığı gerekir. Karanlıkta insan yürümez, körken uzağa gidemezsin. Oğlunu saygın bir insan yapmaya çalışırım, benim için bu onur işidir.

Dmitriy'in elini sıkıp, Turlıbay,

Zaman gelince layıkça teşekkür ederim, yeter ki oğlumdan bir insan yap. Arkadaşlarım çocuklarını Rus tarzında göndermek istemezler, onların köylü olabileceklerinden korkarlar.  Oğlum dönünce gözlerini açsın. – dedi.

Dmitriy yola hazırlanıyordu. Annesi beş yaşındaki kaymaç gözlü çocuğunu öpüp ağladı. Babası,

- Bırak, onu yaşlarla üzme! - diye bağırdı. - Oğlum, bana gel. Bizi özleyecek misin?

- Elbette.

- Merak etme, ziyaret edeceğiz. Ama öğrenmen kötü olacaksa, hiç gelmeyeceğiz.

- İyi öğreneceğim.

- Onu dediysen yapmalısın, anladın mı suskunum benim?

- Anladım.

Çocuğunu arabaya bindirip, Dmitriy gitti. Bütün avul onları bakışlarla uğurluyordu. Turlıbay'ın oğlunu diğer inanca döndürmek istediği dedikodusu yerli soylara yaydı. Turlıbay boş verip kendini aklanmaya çalışmadı.

Mustafa'yı bitirilmeyen tuğla eve getirip,

- Burası okul olacak. Bütün avulun paralarıyla inşa ediyoruz. Çocuklar yeni bir tarzda öğrenecekler. Eskiden bir yıl içinde öğrendiklerini bir ay içinde öğrenecekler. Öğretmen var, bir Tatarla anlaştım...  – diye konuştu.

Sonra avul ortasındaki göle getirdi misafiri.

- Kötü su iyi olacak. Etrafta ağaç dikeceğiz. Balık yetiştirmeye başlayacağız. Tekneler çalıştıracağız. Akmola yakınında bir okul gördüm. Burada aynısını inşa edeceğim, orada ise göçebe Kazakların hayvanları ekimlerimi çiğnemesin diye büyük bir hendek kazıyoruz. - deyip avulun açığını işaret etti.

Hendeğe geldiler. Yalnız bir çiğit insan büyüklüğündeki derinlikte çalışıyordu. Mustafa Kazakları tembel görüyordu, gereği gibi kuyularını derinleştirmek bile istemiyorlardı, burada o kadar çok kazılan toprak varken!

Onun şaşkınlığını görerek, Turlıbay,

Senin şeriatının işlerime dair ne söyleyeceği var? Bay Nurlan hayatı boyunca halkını soyuyordu. Elde ettiklerinin bir parçasını ondan alıp insanlara verdim.  Azsa, zenginlerden daha çok alırım. Kendim yaşayacağım, bütün avul yaşayacak. - dedi.

Mustafa yanıt vermedi. Önüne bakıp gülüyordu. Aklı Turlıbay'ın işlerini takdir ediyordu, fakat şeriat başka bir şey öngörür. Mustafa kaçamaklı bir cevap verdi.

Gökte Tanrı'nın yedi cenneti var. Efsaneye göre gâvur Şaddat dünyadaki kendi cenneti kurdu ve Tanrı onu sekizinci cennet sanıp, göklere aldı...

Benim okulum de faydalıdır demek! Tek Tanrı bizi göklere almasın, şimdilik dünyada bıraksın! - diye kahkaha attı Turlıbay.

Çok görmüş Turlıbay'ın hikâyelerinin sonu yoktu. Ne kadar fikri, ne kadar umudu var! Kaçakken bütün Sarıarka'yı gezmiş, Karaganda, Bayan, Kereku, Akmola, Atbasar, Kokçetava'ya uğradı, insanların yaşamlarını yeterince izledi.

Okumadan, yerleşik olmadan güzel hayatımız olmaz.  Göç etmeyi keselim. Bir yerde kalmamız gerek. - diye inançlı bir biçimde konuştu o.

Güneş batmaya üzereydi. Mustafa yurda yöneldi, ikram kabul edip yola çıktı.

Devenin yavaş yürümesi çocuğa uyku getiriyordu. Bazen gözlerini açıp babasına sesleniyordu.

Ağam!

Efendim, canım.

Rus çocukları Turlıbay'ın oğlunu dövmez mi?

Hayır, onlara izin vermezler.

O zaman beni de gönder Rus tarzında okumaya.

Biraz sabret. İlk önce Müslüman tarzında okumayı bitir.

Müslüman tarzını biliyorum artık. Rus tarzını bilmek istiyorum.

Babası sustu. Oğlu bekleyip uykuya daldı...

 

Mollanın öğretimi

 

Çocuklar yurtta ön yerden kapıya kadar sırada oturup şarkı söylüyor gibi okuyorlar. Güneş doğmadan önce buraya geldiler, şimdi öğle oldu, sıcak. Canlı olan her şey gölge, su arıyor, çocuklar ise oturup hiç susmuyorlar. Sabah sesleri daha yüksek, uyumluydu, şimdi yorgun, kısık, dağınık bir mırıldama duyuluyor.

Molla Caksıbek ön yerden,

Daha gür! - diye bağırıyor.  Mırıldama biraz canlanıyor, ama çok geçmeden yine yavaşlıyor. Molla yine bağırıyor...

Masa yok, çocuklar döşemede diz oturuyorlar. Bazıların ayaklarının altında bir döşek var, çoğu zemin döşemeye yerleşti. Ayakları uyuştu, fakat doğrulmak olmuyor. Kendi isteğiyle lavaboya gidilmez, molladan avuçlarını kavuşturarak önüne çıkıp izin almak gerekiyor. Çocukların yaşı farklı, ondan birbirini rahatsız ederek farklı kitaplar okuyorlar. Kimiler alfabeyi bile öğrenmediler,  kimiler aptiek ve Kuran'ı okuyorlar artık. Öğretmen, molla Caksıbek. Sabah duası için giydiği beyaz sarığı kafasından daha çıkarmadı. Önünde esnek değnek, uyık1 arkasında aynısının bir tutamı var. Fakat mollanın kendisi, değnekten ve sarı sayfalı anlaşılmaz kitaptan daha korkunçtur. Kitabı elinde tutmuyor, önündeki altlıkta yatıyor o. Çocuklar molladan hiç bir zaman tatlı söz duymadılar, sert yüzündeki gülümseme görmediler ve piton karşısında gibi onun karşısında titriyorlar. Yurdun ortasında el değirmeni, onun yanında buğdaylı küçük ahşap tas var. Çocuklar ikişer ikişer değirmen taşını çeviriyor, Caksıbek öğütmeyi kontrol ediyor. İşte değneği kaldırıp yine Samet'e vurdu.

-  Daha ince öğüt, pis şey! Ne çok kez söyledim!

Samet diğerlerinden büyüktür, tembellik etmeyi sever. Buğday öğütmekten bıkıp ince öğütmeden kalın olana geçti fakat molla ona tekrar öğüttürdü.  Caksıbek'ın değneği havada ıslıklandı ve çocuklar daha yüksek sesle mırıldamaya başladılar. Fakat çok yorgundular ve sesler yavaşlıyor. Meyram içi geçti bile, aptiek ellerinden düştü ve sayfaları havaya uçuştu. Abilkasen ile Suleyman bir kalem için tartışmaya başladılar. Molla üçünü değnekledi. Onun öfkeli gözleri her birini deliyordu. Mahambetşe,

 

Uyık1 - yurdun parmaklığına bağlanan eğilmiş bir sırık.

 

 

yakaladığı hırsıza aynen bakıyordu. Mollanın öğrencilerine zerre kadar sevgisi yok,

çocukların öğretmenlerine de zerre kadar saygıları yok. Biri hep korkutuyor, diğerleri korkuyor.   Molla, öfkeli bir sesle Mahambetşe'nin oğlu Bilal ve Sarıbala'yı yanına çağırdı. Onlar aynı bir şey öğreniyorlar. Caksıbek yüksek ve monoton bir sesle ders anlatırken, gerginlikten damarları şişer. Aynı bir gayret çocuklardan da istiyor.

Bir kediyi öldürme günahı, altmış peygamberi öldürme günahına eşittir! Şimdi tekrarla!

Sarıbala tıkır tıkır tekrarlayıp,

Bir kedinin değeri yirmi kuruşsa, bir peygamberin değeri yarı kuruştan daha düşük mü oluyormuş? - diye sordu.

Öğretmen, çocuğun kulağını alıp, kafasını zemine eğdirdi ve olanca gücüyle sırtına değnekle vurmaya başladı.

Sen var ya! Kitaba inanmayan Tanrı'ya inanmaz! Allah'a inanmayan gâvurdur! Çekil buradan, geri kalan cezayı babandan alırsın!

Sarıbala ayakta zor durarak evine vardı.

Bir şey yok, oğlum, bir şey yok. - diye teselli ediyordu annesi. - Mollanın vurduğu yer cehennemde yanmaz.

Nasıl olsa oğlunun sırtında değnekten kıpkırmızı izleri görünce, gözlerinden yaşlar aktı. Misafirler için bıraktığı tek bir pideden oğluna büyük bir parça kırıp üstelik kırmızı peynir ve koyu ekşi süt verdi. Çocuk daha neşeli oldu, hıçkırmayı kesti. Bir suçu olmadığını anlattı. Tanrı ve kitap karıştırmışlar her şeyi. Geçen kış Mustafa hırsız kediyi boğmaya çalışıyordu. Çocuk kediye arka çıktı. Mustafa,

- Şeriata göre bir kedi yirmi kuruşa değerdir. Verdiği zarar yirmi kuruştan büyükse, o öldürülebilir. Tereyağının neredeyse yarısını yedi.  - diye kendini aklanıyordu.

Babasının bir şeriatı, mollanın diğer şeriatı var. Çocuk kime inanmayı bilmiyordu, o yüzden mollaya soru sordu.

Sarıbala karnını doldurup aşık kemikleri aldı ve evden çıktı. Avul dışı koruluğa ulaşınca, zaman zaman dönüp mollanın onu izleyip izlemediğini kontrol ederek çok hızlı koşmaya başladı. Çocuklar molladan korkuyor, avuldan uzakta aşık oyunu oynuyorlardı. Molla görse, değnek kaçınılmaz. 'Aşık oyunu kötülüğe, top oyunu yaşlara getirir' - diye telkin ediyordu molla.

Beş-altı çocuk aşık oyunu oynamaya başladı bile. Sızdık herkesten daha iyi kemikleri atıyor. Onun isabetli vuruşu diğerleri titretiyordu. Sarıbala oyuna hemen katıldı. İki kez attı ama tutturamadı. Üçüncü kez, Sızdık'a taklit etmeyerek kendi tarzında kemiği attı ve isabet etti. Hayatında ilk kez çok kemik kazandı, ama kazandığını toplarken dereden Samet çıktı ve bir anda Sarıbala'dan bütün kemikleri alıp sessizce beş parmak gösterdi. Beş kemik daha istiyor demek. Onunla dövüş ek boş bir iş, Samet on altı yaşına girdi artık. Sarıbala bir parmak gösterdi. Samet kabul etmeyip iki parmak gösterdi. Nihayet üç kemikte anlaşmaya vardılar ve Samet Sarıbala'ya kemiklerini geri verdi. Samet oynamayı bilmiyordu, her zaman kaybedip kavga çıkarıyor, çocuklar taleplerine boyun eğmese tehdit ediyordu. Sarıbala'yı parmakla çağırıp, kulağına,

- Molla beni her gün dövüyor, fakat benim için sineğin ısırığı bu, sen de bir vuruştan ölmeye hazırsın. Bana on tane aşık kemiği verirsen sana değnekten nasıl kurtulabileceğini öğretirim. - diye fısıldadı.

- Al!

Samet kemikleri sayıp cebine koyduktan sonra, Sarıbala'ya,

Sırtına, gömlek altına, bir top deri koy. - diye tavsiye etti.

Mollanın beni ne zaman kırbaçlayacağını nereden bileyim? Her zaman mı deriyle dolaşayım?

Zor mu? Mollaya gitmeden önce deri koy ve hiç kimseye gösterme.

Turlıbay'ın okuluna gitmek daha iyidir. Derler ki orada dövmezler, suçun varsa seni duvarın köşesine koyarlar o kadar. Bir ayda hem okumayı hem yazmayı hem de satmayı öğretirler. Sen yarım yılda alfabeyi bile öğrenmedin.

Öğrenmek istemiyorum. Babam Koje'ye koyunları otlatmaya gönderiyor.

Çobanı dövmezler mi?

Döverler, ama para da öderler. Bir yıl otlatsan iki koyun, bir keçi, başlı pençeler ve bir giysi verirler! - deyip gururla doğruldu Samet.

Arkadaşından ayrılınca Sarıbala avula gitti. Büyük kazançla memnun o. Bu kez en nadir kemikler aldı. Biri, en büyük olanın adı arhara, diğeri, en küçük olanınki ceyrana. İkisi on kemiğe değerdir. Yarın cuma olduğunu ve ders olmadığını hatırlayıp Sarıbala neşelendi. Yarın tekrar oynar ve tekrar kazanır. Sonra oltayla balık tutmaya gider. Sıcakta rahatlanmış balık kenara yaklaşınca o hemen olta çeker!

Balık tutacağını hayal edince Sarıbala güldü. Ama Caksıbey'yı hatırlayıp ve sırtında değnek hissedince hemen duraladı.

Öfkeli mollayı Sarıbala sırf derslerden tanımıyordu.

Bir gün molla Caksıbek, gelini için başlık ödemek amacıyla yabancı avula gitti ve yardıma iki öğrencisi, Sarıbala ve tek ayaklı Yunus'u aldı. Bir aydan çok molla bir türlü işini halledemiyor ve çocukları serbest bırakmıyordu. Gelinin babası başlığa iki at daha istiyordu, damat ise vazgeçiyordu. 'Yirmi yedisini vadettim, bu kadar veririm!' - diyordu.

Aksak Yunus için evde mi yabacılarda mı haylazlık yapacağının bir farkı yoktu. Molla onu koşturmuyor, Sarıbala ise saparta çekiyordu.

Sabahları erken kalkıyordu. Mollaya abdest kılmaya yardım ediyor, sonra akşama kadar tezek topluyor, ağır kovalarda su taşıyordu. Günden güne böyleydi. Çocuğun kıyafeti kirli oldu, kendisi de zayıfladı, fakat Caksıbek acımasızdı.

Bir gün ateş yanında otururken Caksıbek ve Yunus gömleklerini çıkarıp sırtlarını ateşe uzattılar. Çocuk sırayla sırtlarını kaşıyordu, aksak ile molla zevkten ıhlıyorlardı.

Sarıbala, - diye seslendi çocuğa Caksıbek, - bana yardım etmelisin. Avuldan kaç, sanki evini özlemişsin. Avuldaki ortalığı birbirine kat.

Çocuğun uykulu gözleri parladı.

Şimdi mi koşayım?

Sen bilirsin.

Çocuk yurttan çıkıp olanca gücüyle bozkıra koştu. Özlemiş gibi yapmıyordu, cidden evini özledi. Kaçışın başarılı olduğuna inanmayarak ara sıra arkasına dönüyordu. İleride tepeler, yolsuz bozkır, koruluk, dereler. Güneş batmak üzereydi. Kovalayanlar yoktu. 'Karanlık daha basmadan bir avula ulaşmam iyi olur. Karanlıkta bir kurt yemesin ya da bir melek veya cin çıkmasın inşallah' - diye düşünüyordu.

Caksıbek kaynatasına çocuğun kaçışını anlattı. Kaynatası, dizgin alıp, otlağa çıktı, eyersiz ata binip kaçağı kovalamaya başladı. Çocuğu yakalamak basit bir iş değildi. Sarıbala pes etmemeye karar verdi. Şapkasını ters yüz döndürüp kaftanını çıkardı ve at yüzü önünde onu sallamaya başladı. At ürküyordu, binici, düşmekten korkarak yelesine sarılıyordu. Kıvrak çocuğu attayken yakalayamayacağını görerek Sızdık attan indi ve Sarıbala'yı yakalamaya çalıştı. Yaşlının gücü ne kadarına yeter ki? Üstelik Sızdık atını kösteklerken çocuk oldukça uzağa koştu bile. Yorulup, soluk soluğa iken Sızdık yine ata bindi. Düşe kalka yakaladı, attan atlayıp Sarıbala'ya bütün vücuduyla yüklendi.

Başlık yok olsun, mollaya iki atı helal ediyorum. - diye zorla konuştu Sızdık. - İşe yaramaz bir kısım var, damattan razı alamadı. Şimdi kurtulacağım senden! Aman Tanrım az kalsın mahvedecektim çocuğu. Canım, yolunu kaybedip açlıktan ölebileceğini düşünmedin mi hiç? Bir kurt saldırsaydı ya da şeytan kafanı karıştırsaydı ne yapardın? Mahambetşe senin için öldürürdü beni...

Akşamın alacakaranlığı yoğunlaştı. Biniciden kurtulunca at avula doğru koştu. İki yorgun kişi, yaşlı ve genç, ayakta zor durarak yürümeye devam etti.

Sarıbala o olayı hatırlayınca sırtı daha çok sızladı. Babası ne der ki? Acımayacak ona. 'Kemikleri benim, eti senindir' – diye oğlunu okumaya verirken babası Caksıbek'e temin etti. Yani istediğin kadar vur ona, kemikleri sağ kalsın yeter der gibi. Ona acıyacak tek kişi büyük annesidir. Ağlayanları sakinleştirir, kederlenenleri neşelendirir o.

Sarıbala ona doğru gitti.

Büyük annesi, Camil'in eski karısı, şimdi Mahambetşe'nin karısıdır. Onun ilk kocası, meşhur Ahmet, gençken ölmüştü. Ahmet'ten ve babası, Kuandık kabilesinin reisi Kadır'dan çok öğrendi.

Büyük annesi zeminde oturarak yün tarıyordu. Onun yanında nasvarla dolu büyük camdan tas duruyor. Hiç bir zaman nasvara, Mahambetşe yaptığı gibi kıyamaz, ondan herkes nasvar alır. Çocuğu görünce büyükannesi güldü. Sarıbala ona kırbaçlanan sırtını gösterdi ve o,

Molla değil, aziz olsun da kafasına köpek derisi çekerdim. Ağlama, koçum benim. Sana gâvur diyen kendisi gâvurdur. Düşman olsa o da böyle vurmazdı. Zavallı, kırbaç kullanmaktansa akılla öğretseydi keşke! Bizim Bilal Rus okuluna gidecekti, onunla gider misin?

Ağa izin verir mi?

Ağanı da anlamıyorum. Eginay, hiçten Kemelbay'ın oğlu, sırf Rusça bildiği için adam sırasına geçti. Müslüman kuralları unutmamak, fakat şimdi Rusça öğrenmek gerekir.  Vilayet başı sadece Rusça bilenler atanacaktır. Tercüman olmak gerekir en azından. Vilayet başı Abdurahman'ın tercümanına bak, hünkârına ne yapacağını söylüyor. Mutluluk zenginliğe bağlıdır, oğlum, zenginlik ise ün gittiği gibi erir. Bir zamanlar meşhur şair Şoje, söz yarışımı humması altındayken, Kıpçak soyu başı, civar başkanı İbray'i onun Başkurtlardan gelmesiyle yüzüne vurmuş.  - diye devam ediyordu büyük annesi. - o zaman İbray, 'Yanında nehir varsa, başka yerde kuyu neden aransın ki? İnsan aklıyla şöhret kazandıysa, kökeniyle yüzüne neden vurulsun?' - dedi. Kendi gücünle adam sırasına geçmeye çalış. Günümüzdeki bereketli nehir Rus eğitimidir.

Eğitimi konuşurken Cemile uzunca meşhur İbn-i Sina’yı anlatıyordu. Çocuk karnına yatıp ve çenesini iki eline dayayıp kulak kesildi.

Büyükannesi, efsanevi bilim adamı hakkında ne doğru, ne uydurma olduğunu kendisi de bilmiyordu. İbn-i Sina sanki yer altındaki bir köşede öğrenmiş.  Eğitimi tamamlayınca tırnakları büyümüş, sakalı göbeğe kadar uzamış, saçları dizlerine kadar sarkmış. O yeryüzüne çıkınca insanlar onu hor görüp ona şeytan diyordu ve onu takip etmeye başladı. Fakat o yılan balığı gibi ortadan kayboluyordu hep, yok göklere uçuyor, yok yer altına kayboluyor, yok kovalayanların burnu altında yok oluyordu. Sürgündeyken her yerde iyilik yapıyordu. Hastayı tedavi ediyor, hapsedeni kurtarıyor, kırgın olanı savunuyordu...

Büyükannesi susunca Sarıbala hayal ederek soluk aldı. Turlıbay'ın okulu ve Rusça onda bilgiye susamışlığı uyandırıyorsa, İbn-i Sina'nın hayali, insanlara iyilik ve özgürlük getiren mucizevi erki sınırsız bilime tutkusunu açtı. O kadar düşüncelere daldı ki büyükannesinde değerli arhara kemiğini unuttu. Bir canın serçe kadar gücü var, ama hayalleri dağ kadardır.

 

Spas fabrikası

 

Elibaylıların Sıkımbay soyunun topraklarındaki yaşamı zordu. Zor yıllar geldi. Veba bütün ineklerini yok etti. Domuz ayında sert kış bolca koyun ve at öldürdü. Avullarda bir şey çok olduysa, ölmüş hayvanların ve aç insanların kemikleriydi. Adil baranta1 her günkü hırsızlığa dönmüştü. Yahya, Kamen, Tursunbek, Bakıbay uzman at hırsızı olmuşlar.

Zavallı aç Elibaylılar, diğerlerin ağıllarında kendi hayvanlarını arayarak mecburi hırsız oluyorlardı. Mahambetşe'nin altı avulunda tek tek aileler hırsızlık yapmıyordu. Bunlardan birisi Mustafa'nın ailesidir. Mustafa bir daha Mekke'ye gidip daha inançlı bir çileci oldu ve daha sık ölüm sonrası hayattan bahsediyordu. Birçok fakir, Ukraynalı göçmenlerin örneğine uyarak tarımla uğraşmaya başladı.

Veba ve kış Mustafa'ya tek gri bir at bıraktı. Onunla toprak sürülebilirdi, fakat Hacı, vatandaşlarının çoğu gibi 'kirli' işten kaçınıyordu. Mustafa için zor günlerde, Mekke’de vefat eden arkadaşı Torgaut'un oğlu Amancol ona inekle dana getirdi. Doksan yaşına girince vefat eden Torgaut, mola olsun da namussuz Caksıbek'e değil, Mustafa'ya üzerine dua etmeyi vasiyet etti.

 

Baranta1 – öç ya da zarar karşılanması amacıyla yapılan hayvanların silahlı kaçırılmasıdır.

 

Vasiyetine göre, Mustafa'nın evine rahmetlinin kendisinin bindiği kızıl bir at katıldı. O at sonradan süt ineği ve iki tane yıllık düveye değiştirilmiş. Mustafa şimdi, 'Allah'a şükür, çocuklarım şimdi süt içer, ata biner, sağ salimdir, düveler ineklere büyüyüp dana verir' - diye kendini avutuyordu.

Bir tek Sarıbala, Rus okuluna izin isteyerek Hacı'yı rahat bırakmıyordu. Ama parası yoktu, onu nereden alırdı ki?

İki yıldır Mustafa susuyordu. İşte bir sabah, çay içerken,

Oğlum, avuçlarını aç! - deyip nasıl açacağını gösterdi. - Gitmene izin veriyorum, oğlum. Allah sana mutluluk göndersin. Yaşam yolunu seçme zamanın geldi. Bu yolların sayısı çoktur. Ama hiç bir zaman Tanrı'yı unutma, adil ve merhametli ol. Her zaman bu üç buyruğu aklında tutup mahvolmazsın.

Sarıbala mutluluktan çayını bitiremiyordu.

Bütün avul tek bir kızak kullanıyordu, o da oksuzdu. Sarıbala sahibe gidip kızağı aldı ve evine getirdi. Mustafa kızak oku yerine ipler bağladı. Oğlunu halıyla örttü, ipler eyere bağladı, ata binip yola çıktı. Dışarıda şiddetli soğuk vardı, babanın sakalı ve bıyığına kırağı indi fakat o, şapkasının kulakçını indirmedi. Atkısı yok, kolçakları da yok, fakat o sanki donmuş deri dizgini hissetmiyormuş. Kızak kayıyor, yolun bir kenarından diğer kenarına dönüyor. İnişte kızak ata çarpıp ayaklarına vurdu. Ama ne sabırlı at, ne de Mustafa buna dikkat etti. At yavaş tırıs gidiyordu, binicisi ise dua okuyordu. Beyaz tavşan ıssız karlı bozkırı geçerken şaşkın şaşkın durup arka peçelerine kalkıp yolculara bakıyordu. Büyük koyu gri sıçanlar yoldan tıpış tıpış geçiyordu. Karsak, gelincik ya da sincap görünmüyor, fakat izleri her yerde bulunuyor. Çalılar arkasından, uzakta, kulak kabartıp bir kurt sürü yolcuları izliyordu.

Mustafa etrafa dikkat etmiyordu. Yüzü tamamen kırağıyla kaplanınca, çene altındaki şeritleri bağladı. Dönemeçlerinden birinde kızak devrilince çocuk haykırdı. Babası sakin sakin dönüp attan indi.

İncinmedin mi, canım?

Yok, hiç bir yerim acımıyor.

Üşüdün mü?

Hayır. Canım sıkıldı sadece.

Biraz sabret. Yollar her zaman uzun, zordur. Sabırsız her zaman yoruluyor.

Yüzümü aç, ağam. Taraflara bakmak istiyorum.

Babası Sarıbala'nın yüzünden halıyı yana çekip, onu daha rahat oturttu ve yine ata bindi. Gri atın vücudu tamamen kırağıyla kaplandı, beyazlaştı. Ara sıra, burun deliklerinden kar dişlerini düşürmek için yüzünü binicinin dizine sürtüyordu.  Mustafa dayanıyor, tek bir kez bile kendi yüzüne dokunmadı. Şapkasındaki kırağı sarkıp bakmasını engellediği zaman onu kırbaçla düşürüyordu.

Çocuk kızağın yanında kara gözlü siyah siyah kulak uçlarıyla bir fare gördü. O atın ayaklarından hayatını kurtararak kaçtı. Çocuk onu yakalamaya çalıştı ama fare karlarda gözden kayboldu. Sarıbala kar çiğnemeye başladı, fakat fare hiç yok gibiymiş.

Güdük at çok uzaklaştı. Halı kızaktan düştü.

Ağam, ağam! - diye ince bir sesle bağırdı çocuk.

Babası sesine dönüp atını geri çevirdi.

Canım, her şeyin peşinden koşma. - oğlunu halıyla örterek diye öğüt veriyordu babası. - bozkırda farelerin sayısı çok, her birini yakalayamazsın. Dünyada çok iş var, hepsini yapamazsın. Her şey değil, bir şey yakalamaya çalışmak daha iyidir.

Gri at yavaş tırıs gidiyordu. Hızlı koşmadan hoşlanmıyordu, Eğer Mustafa kırbacı kullanırsa at çifte atar, eyer kolanı sıkıştırırsa ısırmaya çalışır.

Günün yarısında sadece on sekiz verst aştılar.

Dağ geçidine çıktılar.

Nehir yanında, dağ arasındaki ovada karşılarında küçük bir köy göründü. Fakat çocuk, eski efsanelerin anlattığı bir cennet şehrine benzetti onu.

Ağam, burası neresi?

Bir fabrika, canım.

Küçük şehir girişinde yolcular, birbirine sımsıkı dayanan zeminlikler gördüler.

Ağam, bu ne?

Burada işçi Kazaklar oturuyor.

Marmot inlerine benziyor.

Ne yapasınlar artık, demek daha iyi bir barınak bulamadılar.

Bu uzun, yüksek, içinden dumanın çıktığı olan nedir?

Fabrika fırınının borusudur. Orada bakır eritilir.

Tepedeki o güzel ev kimindir?

O ev değil, kilisedir.

Kilise ne?

Rusların dua ettikleri bir yerdir.

Sarıbala her şeye şaşırıyordu. Çocukların patenle kaydıklarını ilk kez gördü. Buradaki hayat bambaşka, ilginçtir. Sokaklar insanlarla dolu, herkes güzelce giyinir. İki tekerlekli arabaya koşan bir at yanlarından hızlı geçti. Gürültü ile peşi sıra at arabaları geçti. İçinde kurum gibi kara olan, sadece beyaz dişleri görünen ve gözleri parlayan adamlar var.

Onlar kim, ağam?

İşçiler. Odun ve kömür evlere götürüyorlar.

Evler o kadar büyük ki, deveden daha büyük bile! Çatı neden demirden yapılmış? Fırınınki gibi, bir de kırmızı tuğla duvarlar ne içinmiş? Orada kim yaşıyor acaba?

Başkanlar, bürocular, bazen Rus işçilerinin yaşadığı da olur.

Geniş fabrika kapısında şoförler yığıştı. Bütün şoförler Kazaklardır. Gürültü ediyor, bağırıyorlar, herkes kendi arabasını basküle itmeye çalışıyor. Arabalar öküzlerle, develerle koşulmuş ve aynı gri taşla yüklüdür. Arabalar fabrikaya yüz verst aşarak, ta Nildinskiy (Rusçası Uspenskiy) madeninden geliyor.

Bu taşlar ne için, ağam?

Fabrika bunun için para öder. Taştan bakır oluyor.

Sövgüler duyuluyor. Şoför kalabalığını üç araba zorluyor. Önde kısa boylu genç çiğit yolunu açıyor. Üzerinde deve kılından şekpen1, omuzdan parmak kalınlığında hasır bir kordon sarkıyor, kılıç yerde sürükleniyor. Etrafındakilerini ana avrat dümdüz gider ve şoförler rüzgâr altındaki kamış gibi ona yol açıyor.

Ağam, bu kim?

Orunbek, beyin oğlu. Muhafızdır. Rusça öğreniyordu. Bunlara taklit etme, canım.

Şekpen1 – hafif bir üstlüktür.

İyi kalpli sağlık memuru rahmetli Omar gibi ol daha iyi edersin.

Mustafa, baskül yanındaki açık bir kapıya girdi. Sarıbala, büyük camlanmış teraslı beyaz ve gri evlerin manzarasıyla büyülendi. Mustafa gitmeye devam etti. Hiç durmadan göğü tüten boru yanında iki payandalı alçak tuğla bir ev görünüyordu. Mustafa eve yanaştı.

Onları karşılaşmaya, otuz yaşlarındaki şapkasız, sıska, kıvrak bir adam çıktı. Uzun siyah saçları arkaya taranmış, üzerindeki siyah ipekten kemerle kuşatan eğik yakalı gömlek mavi satendendir. Rus çizmeleri giydi, bozkır Kazakların aksine sinekkaydı tıraşlıdır. Mustafa'yı güler yüzle karşıladı. Adamın biraz sağır olduğu hemen anlaşılıyor, yüksek sesle konuşuyor, 'A? A?' diye hep kulak uzatıyor. Atı bağladı, misafirlerini evin içine alıp soyunmaya yardım etti, etraflarında koşuştu. Mustafa, daha hiç bir şey söylemeden, abdest kılıp dua etmeye başladı. Misafir dua ettiği sürece ev sahibi çay kaynattı. Çaya geçince yavaş bir konuşma başladı.

Sevgili Cusup, beraber yaşamadık ama ilişkimiz her zaman iyiydi. Bizim her buluştuğumuzda oğluma Rusça öğretmeyi tavsiye ediyordun. Zaman geldi ve oğlum aynısını konuşmaya başladı, bana Rusça öğret diye. Her şeyi düşünüp bunu göze almaya karar verdim. Biliyordun, zengin değilim, iki inek, iki düve ve bir tane atım var. Ailem beş kişiden oluşuyor. Evimi paylaşmak istersen üzülmem. Vicdanın ne derse öyle yap. Çocuğumun uğruna her şey feda ederim, tek istediğim onu adam yapmandır.

Saygın Hacı, sizden daha yoksulum ben. - diye yanıt vererek söyledi Cusup. - köpeğim bile yok. Sözlerinizi dinledim ve vicdanım sizden bir kuruş bile almama razı olmuyor. İki kişiyiz. Karım Zagipa'nın kendisi daha çocuktur. İki çocuğu zor olsa da geçindireceğim. Para olmaması bütün belalardan daha beterdir. Yakın zamanda zengin olmayacağımı biliyorum, ama açlıktan da ölmeyeceğim. Birbirimize yardım etmek gerek. Ben öksüzken, serseriyken avukat Dusembaev beni sokaktan alıp bana ev verdi, okumayı yazmayı öğretti. Önce o da fakirlikte mahvoluyordu meğer. Onu Rus okulunda okutan ve adam yapan sizin ağabeyiniz, rahmetli Ahmet'ti. Dusembaev Ahmet'i öz babasından daha çok severdi. 'Gerçek baban seni evlendiren ve bağımsız bir hayat için kendinden ayıran kişi değil, sana bilgi veren kişidir' diyordu o. Oğlunuza gerçek babası gibi bakmaya çalışacağım.

Niyetlerin iyi, sevgili Cusup. Hayvanla zengin değil, canla zengin herkesten cömerttir. Karnı değil, canı tatminse insan daha mutludur. Canım tatmin, şimdi rahat rahat giderim. Canım gelinim, kilerde biraz et var, onu alsana lütfen.

'Biraz' büyük bir çuval çıkmış. Cusup çuvalı kilere koyup misafiri uğurlamaya çıktı. Sarıbala ağladı...

Sen var ya, o kadar çok rica edip şimdi ağlıyorsun. - diye gülerek söyledi Mustafa. - Evde büyümüş bir dana boğa olmaz. Bozkıra alış. Baban, veba olup tek başına Arabistan'ın susuz kumlarında devede yatarken hiç bir yaş düşürmedi.  Murat yaşlarla değil, cesaretle ulaşılır.

Mustafa oğlunu öpmedi, okşamadı bile. Kaftanının önünü açıp geniş deri pantolonun şeridi çözdü, yeleğin eteğini kaldırıp gizli bir yerden cüzdan çıkardı. Onu çok karıştırdı,  içinde sadece yirmi kuruş vardı. Onu oğluna vererek,

Kalem, kağıt al. Oynamaktan daha çok oku. Öğretmenin söylediğini her zaman yerine getir. Ziyaretine gelirim. - deyip ata bindi.

Cusup Sarıbala'nın elini alıp onu eve götürdü.

Utangaç çocuk uzun zaman tek bir kelime edemedi. Kulakları yanıyordu, yakalanmış bir serçe gibi eğilip oturuyordu. Cusup sohbete katılmasını istedi, ama işe yaramadı. O zaman kararlı bir sesle,

Hadi, fabrikamızı sana gösteririm. - dedi.

Büyün binanın içerisinde bir şey gümbürdüyor, takırdıyor, gürlüyordu. Bir işçi, koskoca demir ağza gri taşlar atıyordu. Ağız gürültü ile onları çiğneyip gri un atıyordu. Sarıbala şaşkınlıkla garip kuvvete bakıyordu. Cusup, basmayı işaret ederek,

Bu makina sadece kırıp ufalıyor. Şimdi ileride ne olduğuna bakalım. - dedi.

Diğer geniş bir odada sıcaklık nefesini kesti, burada yılanlar gibi kızgın fırınlar cızırdıyor. Cızırtıdan başka hiç bir şey duyulmuyor. Bir fırının font kapağı kaldırılmış, ondan, kimi zaman bir tane, kimi zaman kıvılcım yağmuru çıkıyor. Çocuk Cusup'a sokuluyor. Ateş fırtınasını uzun boylu bir Kazak çiğidi yöneltiyor. Beyaz keçeden şapkası ve önlüğünü birer birer fıçıda ıslatıyor, ama yine de ona sıcak basıyor ve nefes alması güçtür. Ayakkabıları ahşap tabanlı, elinde sırık kadar uzun saplı kepçe var. Kaynayan bakır karıştırarak kepçe kaldırdığı zaman maden çengel gibi eğilir. Ateş fırtınası kudurmaya başlıyor. Çiğidin alnından ter sel gibi akıyordu. Uçuk yüzünde kan kalmadı, vücudu kuru kemiktir.

Günlük on iki saat çalışır. Ayda on beş ruble yapar. - diye açıkladı Cusup.

Ölmeyecek mi? - diye nihayet konuştu Sarıbala.

Ölürsem başka bir Kazak çıkar! - diye yanıt verdi çiğit, çocuğun sesini duyunca. - Tok açın halinden anlamaz.

Soluk soluğa iken, sesli yudumlarla su fincanı boşaltıp yine kepçe aldı.

Çocuk çiğide bakıyordu. O, kepçe kaldırarak kaslarını gerince, Sarıbala yerine koşmak ve ona yardım etmek istiyordu. İçinden fırını, dini kitaptan duyduğu cehenneme benzetiyordu. Cusup çocuğun elini alıp onu dışarıya çıkardı.

Büyük taş avlunun kenarında bir dere akıyordu.  Burada ateş şimşekle parlıyordu, duman kuduruyordu. Keçe önlüklü işçiler ahşap tabanlarını takırdatarak duman bulutlarından koşup çıkıyor, önlerinde el arabaları sürüyor ve uçurum kenarı yanında onları deviriyordu. Yanan, ışıldayan, ateş kırmızısı cüruf fışkırtıyla nehre düşüyordu.

Bu yere Bestenir denir. Buradaki iş en zordur. Bütün zor işlerde sırf Kazakların çalıştıklarını fark ettin mi? - diye sordu o.

Zehirli dumandan çocuğun gözlerinde yaşlar çıktı, boğazı gıcıklanıyordu, ama yine de bu yer onu merak ediyordu.

Kazaklar neden zor işe giderler? - diye sordu.

Uzman değiller, o yüzden.

Avullarda sürüler otlatsalar daha iyi ederler.

Hayvan yoksa ne otlatacaksın? İşte fabrikaya gitmek zorunda kalırlar. Geçinmek lazım.

İki işçi Cusup'u görünce el arabalarını bırakıp ona koştu. Birbirinin sözünü keserek şikâyet etmeye başladılar.

Ağatay, bir günüm kayboldu!

Babam ölmek üzeredir, ona gitmem lazım. İki gün fabrikaya gelmememi ayarlayın, kımız ikram ederim.

Cusup, iki rica edene göz kırptı. Onlar, memnun kalıp, gittiler.

Cusup puantördür, iş günleri kayıt eder. Onun yazılarına göre büro hesap yapar. Bazen Cusup hata eder ve çalışanlardan biri gününü kaybeder.  Çalışmayana iş günü katdığı da olur.

Cusup çocuğu gezdirmeye devam etti. Demir merdiven çıktılar. Sarıbala çok çeşitli boru gördü, hem ince hem kalın. Aniden bir şey, kulaklarını sağır ederek uğuldadı, böğürdü ve Sarıbala korkup Cusup'a sarıldı.

Korkma, oğlum, iş günü bitti. Buhar borudan çıkıp uğulduyor. Vardiya, kimi işçiler eve gider, kimi gelir.

Dışarıya, demiryoluna çıktılar. Vagonlar, katarlar. Dumanla buhar bulutları. Bağırışlar, gümbürtü, arabaların fışkırtıları. İnsanlar kurumlu, yağlı. Herkes Rus.

Depo, - diye açıkladı Cusup.

Bu mu lokomotif? - diye sordu Sarıbala. Lokomotif hayatında hiç bir zaman görmedi, fakat hakkında çok duydu ve anlatmalardan çok öğrendi.

Ta kendisi.

Canlı değil, ama hareket ediyor. Nasıl?!

Buhar gücünden hareket ediyor.

Ya fabrika?

Fabrika, buhar, elektrik ve gazdan çalışır. Bunlardan hiçbirini kömür olmadan elde edemezsin. Tren, kömür Karaganda'dan getirir. Ateş her şeyin tanrısıdır. Ateşin babası ise kömürdür... Okursan, çok şeyin sırrını öğreneceksin.

Sarıbala, Cusup'un bütün sözlerini aklında tutuyordu. 'Dünyada Cusup'un bilmediği bir şey var mı acaba? - diye düşünüyordu çocuk. - O okula devam etmiyordu bile. Onunla Caksıbek arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Galiba, Cusup iyi kalpli, samimi bir insan ve beni dövmeyecek'.

Gelinini gördün mü?

Çocuk yanıt vermedi. Mahcubiyetten değil, kaynatası Aubakır'a kırgın olduğundan sustu. İş zor, eskidir. Kırgınlığını iki sözle tarif edemezsin.

Kokuzek nehri, fabrika köyünü iki parçaya ayırır. Bir tarafta işçiler ve memurlar, diğer tarafta tüccarlar, sıradan insanlar yaşar. Burada zenginleşmeye başlayan tüccar Aubakır Seyitkemelov iş yapar. Babası Seyitkemel Özbek, annesi Kazaktır. Seyitkemel, Kadır'da molla işi yapıyordu ve Mahambetşe'den başlayarak herkesi öğretiyordu. Seyilkemel, Aubakır daha çocukken öldü ve oğluna tütülmüş yurt, yağız kısrak ve gri at bıraktı. Aybakır büyüyünce ve evlenme zamanı gelince, bir gece gri atına binip avula buluşmaya geldi. Atını köstekleyip avul dışında bıraktı. Aubakır kıza tatlı diller dökerken kızın ağabeyi Ahmetbek atın yelesi ile kuyruğunu ta derisine kadar kesti ki insanlar kahkahadan yere yatıyorlardı. Zavallı Aubakır alaya dayandı. Sonradan, evlenmeye karar verdiğinde, ona açık açık 'Soysuz Özbeğe kızımızı vermeyeceğiz' diye bildirdiler. O zaman genç Mustafa Aubakır'a arka çıktı. 'Aubakır akrabamız değil, fakat babası, Kadır'ımızın mollasıydı. - diye ikna ediyordu Mustafa. - Aubakır dünkü öğretmenimizin oğlu, benim yaşıtıdır. Onu küçük düşürürken, beni küçük düşürüyorsunuz'. Öylece Aubakır'a gelinini almaya yardım etti, sonra akraba, çöpçatan oldular, Aubakır'ın kızı Sarıbala'nın gelini yaptılar.

Evlenince Aubakır avulu terk etti, Karaganda'nın yakınlarında inekler otlatıyor, evlere fıçılarda su getiriyordu, sonra Karagandalı Tatar Ahmetcan'ın kâhyası oldu. Birazdan Ahmetcan vefat etti. Allah bilir, Aubakır ne kadar başkasının malını elde etti. Spassk'a yerleşince kendi dükkanı açtı, işleri yoluna gitti. Aubakır'ın ile çöpçatan Mustafa'nın durumları arasındaki fark gittikçe büyüyordu.

Bir gece kara zeminlikte annesi, Sarıbala'yı öpüp, 'Soysuz Özbek zengin olmuş, yavrum benim. Bizi fakir sanıyor ve gelinini vermek istemiyor...' dedi. Annesinin sözleri Sarıbala'nın ruhu içine düştü ve Aubakır'a kırgınlığını dışa vurmuyordu.

Cusup gelinini boşuna konuşmadı. Mustafa'dan hiç bir şey alamazdı, ama Sarıbala'nın kaynatasından zenginleşebilirdi.

Aubakır, adeti bozup Mustafa ile akrabalıktan açık açık vazgeçemezdi. Sürüsü yedi bin at olan Karakesekli meşhur Tursun Aubakır'a ne çok kez başlık teklif etti. Fakat Aubakır, başkasına vaat edilen kızını ona verirse, Mustafa'nın her akrabasının, 'Tanrı'yı unutmuşsun, soysuz Özbek!' deyip Aubakır'ı öldürmeye hakkı var. O yüzden Aubakır anlaşmayı bozmaya kalkmıyordu, oysa karıları onu riskli yola atıyorlardı. Aubakır korkuyor, ama Tursun'un yeni bin atı onu uykuda rahat bırakmıyor. Aubakır, 'Kızım büyüyünce, kaçış yaparım' diye çok kez düşünüyordu. Niyetlerini her ne kadar sır olarak saklamaya çalıştıysa, Mustafa onları bir şekilde öğrendi. Hacı, zengin Tursun'a rakip olamayacağını çok iyi anlıyordu. Başka bir şey yapmak gerekiyordu ve oğluna Rusça öğrettirmeye karar verdi. 'Ticaret sadece cüzdanı, bilim ise kafayı dolduruyor, - demeye başladı Mustafa, - paralı olmaktansa akıllı olmak daha iyidir. Para insanı bozar, akıl düzeltiyor...'.

Fabrika gezmesi çocuğu biraz alıkoydu, ama şimdi yine babasını hatırlayıp bir olgun gibi derin bir nefes aldı. Cusup hemen ona döndü.

Ne oldu, yoruldun mu?

Hayır...

Depoyu dolaşmalarını bitirirken akşam oluyordu. Yanlarından bir araba hızla geçti.

Şeytan araba! - diye bağırıp peşinden koştu çocuk. Yırtılmış şapkasının kulaklığı uçuşuyor, eğri topukları takırdatıyordu.

Araba bir garaj yanına durdu. Ondan iki uzun boylu adam çıktı. Üzerlerindeki kıyafet yabancı, sözleri normal değildir. Çocuk bir arabaya, bir adamlarına şaşkın şaşkın bakıyordu. Cusup geldi.

Gözleri büyük, ateşli! Neden koşuyor, içinde ne var? - diye sordu Sarıbala.

Benzin.

Neden titriyor? Yoruldu mu?

Yorulmadı, motoru çalışıyor.

Motor ne demek?

O kalptir diyelim...

Bu iki Rus kim?

Rus değil, İngiliz. Fabrikanın sahipleri onlar.

Peltekler mi?

Hayır, her zaman böyle konuşurlar, kendi dilini.

Cusup çocuğun elini alıp onu eve götürdü. Evde yedirdi, ayakları yıkattı ve yatırdı. Sarıbala kıvrılıp uzun zaman zemindeki yatakta kapalı gözüyle yatarak uyumuyordu. Bugün gördüklerini tek tek hatırlıyordu. Tahtakuruları ısırıyordu. Sarıbala bir yandan bir yana dönerek uykuya dalamıyordu. Tavan altında şeytan ampul parlıyordu. Bir daha mucize... Hem taban, hem tavan eski tahtadan, yüksek ayaklı masa, üzerinde boyanan kâğıt çiçekler, duvarda çeşitli resimler var. Küçük bir ayna horozlu havlu ile kapandı. Oda Sarıbala'ya lüks bir saray gözüküyor. Fark etmeden uykuya daldı.

 

 

Kımızhanedeki kavga

 

Bahar oldu, kar eridi, toprak kurudu. İnsanlar bahar havasını özleyip pencereleri ardına kadar açtılar. Odalara duman, kömür tozu giriyordu.

Sakin batı rüzgâr fabrikalar borularının dumanlarını dağıtmıyordu.

Bugün Rus bayramı, Paskalyadır. Sokaklarda sarhoşlar dolaşıyor. Kimiler artık salya salarak, horlayarak duvarlar altında yatıyor, kimiler yumruk savuruyorlar. Kan çıkana kadar dövüşüyorlar. Onları coştururcasına biri çan kulesinde çıngırtı çıkardı. Çıngırtı ne kadar yüksekse o kadar çok insan kilisenin önünde toplanıyor. Ekmek, yumurta getiriyorlar. Paskalya herkesin başına iş açtı.

Sarıbala'nın bayrama ayıracak zamanı yok. Yapayalnız odada otururken,

Ben - ol. Sen - sen. Ben - men. Ona - ogan. Sana - sagan. Bana - magan. Geldi - kulekpen keldı, cayav keldı. - diye açık okuyor.

Cusup öyle öğretiyor. Kâğıdın bir yarısında Rus, diğer yarısında Kazak sözlerini yazıp onları ezberlemesini emretti.

Bir gün Sarıbala,

Hazır tercüme ile bir kitap bulsam, kendi başıma öğrenebilirdim. - diye paylaştı Cusup'la.

Sonra Cusup ona aritmetiğin dört işlemi öğretti ve Rusçanın halleri anlattı. Bununla puantörün bütün bilgileri bitti. Şimdi Sarıbala'yı Rus-Kazak beş yıllık fabrika okuluna vermesi zamanı geldi.

Çocuk, Cusup'un ona bildiğini her şeyi öğrettiğini hissederek, kırmızı tuğla okulu hayat etmeye başladı. Onun müdürü Andrey Matveyeviç Volosnyakov, tüccar Seyitkemelov'un damadını okula almaktan karşı değildi.

Kâğıttaki yazıyı tekrar söyleyip, Sarıbala kapıyı kilitledi ve oynamaya çıktı.

Fabrika duvarlarında Cusupbek, Carılgap ve İlyas'ın ailesi olmak üzere üç aile yaşar. Geri kalanlar İngiliz’dir. Carılgap ve İlyas ev çalışanları. İngilizlerin kıyafeti temizliyor, atlarını eyerliyorlar. Onlar sahiplerinin kıyafeti giyiyor, insanlara yukarıdan bakıyorlar. Sarıbala uzun zaman Carılgap'ı önemli bir memur sanıyordu. Fakat onun kardeşi Nartay ile dost olduğundan beri Carılgan'ın hizmetçi olduğunu öğrendi. Nartay yaramaz bir çocuk, öğrenmek istemez. Sadece oynamayı sever. Oyunu kaybederse kavga çıkarır. Sarıbala ile bir gün kavga edince ağlamaya başladı ve sıska, kurumuş, kara ihtiyar kadını, annesini getirdi. Başında, bütün Kazak kadınların giydiği kimeşek değil, şal var. Çıkmış ak saç tutamları bütün yüzünü kaplıyordu. Saçlarının içinden, delici, fal taşı gibi gözleri parlıyordu. Kadın, öne eğilip hızlı yürüyor. Uzun, kuru, buruşuklu parmakları sülük gibi hareket ediyor, dişsiz ağzı hiç durmadan fanfan yapıyor. Sarıbala'ya o cadı göründü ve o koşmaya başladı. Fakat kadın geri kalmıyor, peşini bırakmıyordu. Sarıbala'ya arka çıkmaya çalışan Cusup da ondan dayak yedi. Kadın, deri çizmelerinin koncundan bıçak çıkarıp öfkeyle el kol işaretleri yaparak, söverek önünde onu sallamaya başladı. Bir çıkışa atılıyor, bir çığlıkla geri dönüyordu. O gidince Sarıbala biraz sakinleşti.

Bu koskoca kadın Özbek’tir. - diye açıkladı Cusup. - Kocası Kazaktı, öldü. 'Baba Hacı, kayınbirader beydir' gururla diyor o. 'Benim küçük öksüzümü biri kırarsa, böğrüne bıçak alır' diye tehdit ettiğini duydun mu? Nartay ile kavga etme, canım. Kocakarı kötü kalplidir, hiç bir şey onu durduramaz...

Bu olaydan sonra Sarıbala ile Nartay arkadaş oldular. Sokağa çıktılar mı, hemen birbirini arıyorlar.

Bir gün Sarıbala, Nartay ile ağabeyi Carılgap kapı önünde eyerlenmiş bir at tuttuklarını gördü. Kapı önüne bir İngiliz ve genç, zayıf, gıcır gıcır giyinmiş bir kadın çıktı. Sarıbala'ya o melek göründü. Ata binmeden önce kadın, küçük çantadan ayna çıkarıp ona baktı, zaten kırmızı dudaklarına ruj sürdü, beyaz bir şey zaten beyaz yüzüne sürdü.

Utanmaz!  - diye üzülerek düşündü çocuk. - Neden boyanıyor, kandırıyor?

Carılgap sivri kulaklı bir at yanına götürdü. Kadın kendi başına eyere çıktı, iki bacağını bir yana koyup tuhaf tuhaf oturdu. Nartay'a dirsek atıp, Sarıbala,

Amman! Neden böyle garip oturdu, düşecek. - diye fısıldadı.

O kurnaz, vurmak istemiyor. - diye seslendi Nartay.

Ne vurulabilir ki? - diye şaşırdı Sarıbala.

Narbay o kadar ifadeli bir biçimde açıkladı ki Sarıbala, mahcubiyeti saklamak için yüzünü başka tarafa dönmek zorundaydı.

Hayır, kadın hemen düşeceğine benzemiyor. Kocasından geri kalmayarak, atını tırıs getirdi.

Yanından alacalı bir dana geçiyordu. Sarıbala ona atılıp yakaladı ve İngiliz biçiminde ona binmeye çalıştı. Dana çifte attı, binicisi düşüp ayağını fena incitti. Tamamen tozla kapanmış çocuk zorla kalktı ama ağlamadı.

Sarıbala çıplak ayaklı, ayaklarındaki deri çatladı. Annesinin acemice diktiği gömlek ondan torba gibi sarkıyordu. Nartay ise temiz giyinmiş ve ayaklarında yıpranmış olsa da ayakkabı var. Onunkiler de fakirce yaşarlar, ama Nartay, Sarıbala'yı kıskandıracak bir top, bir paten gösterir. Nartay hiç bir şeyden korkmaz, sokaklarda istediği yere koşar. Her şeyden haberi var. Bugün Sarıbala'ya bir oyun gösterdi. Cebinden iki kırmızı yumurta çıkarıp birini Sarıbala'ya hediye etti ve yenilmemek için nasıl vurmak gerektiğini gösterdi.

Onu böyle tutuyorsun! Sivri ucunu hafifçe çıkar. Hiç birinin eline verme, yoksa kırar. Vururken yandan vurmaya çalış. Ama bu yumurtayı hiç kimse ile değiştirme. Yumurtalarımız çetindir. Annem bilerek tavukların yemine bir şeyler katıyor...

Çocuklar pazara gittiler. Orası mahşer gibidir. Kazaklar deri ve hayvan satıyor. Şehir tüccarları avuçlarını çınlayarak birbirine vuruyorlar. Malını satanlar acele etmeden geniş pantolonlarının şeritlerini çözüyor, para sayıyor, yine bağlıyorlar. Dükkancılar çörkü ile, Kazaklar parmaklar ile sayıyorlar. Fabrika bir Kazağın postunu çıkarıyorsa, tüccarlar kanını içiyorlar. Bir bozkır Kazağına tüccarlar, kurtların kuzuya saldırdığı gibi saldırıyorlar.

 

Mütevazi bir hayvan yetiştiricisinin getirdiği her şeyi mutlaka yok pahasına alırlar, eksik ölçer ve tartarlar, hiç bir kimse acımaz. Ticaret alanındaki kişilerin hepsi kazık atar. Kazıktan cüzdanı dolu olanlara fabrikanın yüksek memurunun kendisi selam veriyor.

Pazarda ne çok soygun çeşidi var! İşte bir adam büyük parmağıyla bir kuruş havaya atarak 'Yazı!' diye bağırıyor. Tura düştüyse, atan paraları topluyor. Kuruş yine havaya atılmış, kalabalık yine bağırıyor. Fakat en hararetli oyun, son kımızhanesinde yer alıyor. Buradaki masalarda bozuk para değil, Aleksandr ile Ekaterina resimli paranın yığını var. Tecrübeli oyuncu Aydarbek ve Nurke'nin sesleri, 'Her şey ortaya koyarım! Ekleyeyim mi? Yirmi bir!' - diye duyuluyor.

Demiri hamur gibi yoğurma kapasitesindeki koskoca demirci Karakız, sokakta sallayarak yürüyor. Rugan konçlu çizmeler, pahalı siyah şapka, yeni diyagonal bir takım elbise, her şey balçık kaplı. O sarhoş, öküz gibi böğürüyor. Gelip geçenler yana çekilerek ona yol veriyorlar.

Uzakta, 'Oybay! Çaldılar! Beni mahvettiler!' diye hazin bir çığlık duyuluyor.

Sarıbala bütün bunlara ilgiyle bakarak, görüp duyduklarını ezberlemeye çalışıyordu.

Nihayet arkadaşlar, yumurta oyununu oynayanlara rasgeldiler. Sadece çocuklar değil, büyükler de, sakallı da oynuyorlar ve herkes hile yapıyor. Kendi yumurtasına vurdurmadan önce rakibinin yumurtasını kontrol ediyor, dişlerine vuruyorlar. Sarıbala yumurtasını kontrole vermedi. Bir kedi gibi bıyıklı olanınkine vurdu ve kazandı. Diğerininkine vurdu, yine kazandı. O bıyıklı adam Sarıbala'ya altı tane yumurta bırakıp, başını sallayarak çekildi. Nurtay'ın da hatırı sayılır kazancı var.

Onlarınkiler kaplumbağa yumurtalarıdır!

Yumurta değil de, boyanmış taşlar! - diye duyuldu heyecanlı sesler.

Kaybedenlerin kavga çıkarmak ve kendilerine ait olanı geri almak için söz birliği yaptıkları ortadadır. Tehdidi hissedince arkadaşlar uygun bir an yakalayıp tabanlarını yağladılar.

Tüm gücüyle koşuyorlardı ve sadece fabrika duvarına ulaşıp sakinleştiler.

Cusup, onları görünce,

Eller havaya! Köşeye gidin! - diye bağırdı.

Sarıbala, ellerini havaya kaldırıp donakaldı. Fakat Cusup'un öfkesi sürekli değildir. Dudağın arkasına nasvar koyup, 'Rahat dur!' emrini verdi ve,

Seni aramadığım bir yer kalmadı! Sen var ya, kapıyı kilitleyip gitmişsin! Zagipa eve giremiyor işte. Bir daha böyle yapma, canım. - diye daha sakin devam ediyordu.

Cusup Zagipa'nın giyinmesini acele ettirdi, onunla beraber avluya çıkıp onu arabaya bindirdi. Araba iki tekerlekli, yaylıdır. Yaşlı adam Hakey, Cusup'un kaynatası onu kendi için yaptı. İki kişi alabilir. Sarıbala için yer kalmadı ve Cusup onu dizlerine oturttu. Fabrikada, Kambur gri at tüm gücüyle çekti. Kambur gri atı ve Hakey'ın iki tekerlekli arabasını bilmeyen yoktu. Yaşlı adam genelde kendi başına yolculuk yapıyor. Şimdi gelip gidenler, diğerlerin Hakey'in arabasına nasıl binebildiklerine şaşırıyor gibi arka dönüyorlar.

Cusup Kazak köyüne hızla girmiş. Avlular açık, fırın boruları yan yattı, küçük pencereler toprak altından gözlerini kısıyor. Evler yerine zeminlikler. Havada pis koku, bolca sinek var.

Kımızhane girişinde Cusup'u esmer tenli bir çiğit karşıladı. Yakında Bestemir'de hasta babasını görmeye gitmeye izini alan ve puantörü, vaat edilen kımıza davet eden fabrika çalışanından bir başkası değildi. Zeminlikte çok insan var.  Cusup buradaki herkesçe tanınır, onu fahri bir yere oturttular. Yuvarlak bir masanın ortasında etle dolu bir tabak var. Kımız satıcısı Malike pek süslü giyinmiş, beyaz kimeşeğin uçları ipek iplikleriyle iki dizide dikilmiş, aralarında küçücük boncuklar ışık ışık parlıyor. Parmaklarının hepsi gümüş yüzüklerle kaplı. Her bileğinde sekizer bilezik var. O kırk yaşlarında ama beyaz yüzünde tek bir buruşuk yok, parlayan siyah gözleri neşelidir. Kımızı bal gibi tatlı, Malike'nin şakaları daha tatlıdır. Büyük sarı tastaki kımız sona erdiği zaman uzun sakallı kocası gözle görülür biçimde canlanır, kımız satılmış, kazanç çoğalır diye.

Yeter, doya doya içtik. - diye duyulur.

İçin. - diye muhteşem bir gülüşle davet ediyor Malike, küçük kuzu dişlerini göstererek. Misafirler yine geğirtiye kadar içiyorlar.

Malike ile Cusup yaşıt, bu gerekçe ile diz dize birbirinin yanında oturuyorlar. Cusup'un eli kadının kalçasında duruyor. Cusup'un karısı genç, en çok yirmi yaşında. Onun küçük burnu, yuvarlak yüzü var, Tatar şapkası alnına çekilmiş. Kocasından kıskanç bakışını almıyor. Fakat Cusup Malike'nin kalçasından elini çekmiyor ve ara sıra çimdikliyor kadını.

Kımızdan biraz sarhoş olup, misafirler gürültü ile konuşmaya başladılar.

Kapı açıldı ve iki kişi, muhafız Orınbek ve elinde akordunla alaca genç bir kadın içeri girdi. Hiç bir kimseden çekinmiyor, hiç bir kimseden korkmuyor, davranışı küstah, kabadır. Yerine oturdu mu, Cusup'a takıldı.

Nasvarınızdan isteyeyim, amcam. Bir çimdiğe acımayın.

Demek, Orınbek'im kanını içmiştin, şimdi diğerlere el uzatıyorsun, canım. Al! - deyip ona nasvar attı.

Nasvarı dilinin altına koyunca, genç kadın yüksek sesle güldü. Sonra, teşekkür etmek yerine,

orınbek'in kanını içtiğim için sizden nasvar istemedim, amcam. Sizinkinin daha sert olduğunu umuyordum. Ama çok hafifmiş meğer. - dedi.

Kahkahalar atıldı. Yüzü kara Zagipa kadını bakışla deliyordu, ama o buna dikkat etmiyordu.

Aniden genç kadın, akordunu çalarak, şarkı etmeye başladı. Sesi hoş ve yüksektir, izbeye sığmıyor, dışarı çıkıyor. Kara Torgay, Kulager, Cirma bes gibi herkesin sevdiği şarkıları arka arkaya söyledi. Hiç yorulmadan söylüyordu. Onu görmeden, sadece sesini dinleyerek, eski bir ihtiyar hemen gençleşir, şarkıcıya sarılmak isterdi. Fakat burada oturanlara böyle şeyler hissettirmiyordu. Kadının kendisi bunu hissediyor, fakat belki de başka bir şey canını sıkıyor. O şarkı söylüyor ve ara sıra gözlerinden büyük yaşlar akıyor.

O neden ağlıyor? - diye fısıldayarak sordu Sarıbala Cusup'a.

Belki fakirlik, yoksulluk, kendi yalnızlığından ağlıyor. İnsanların ona saygı duymadıkları için canı sıkkın.

Sesi ne güzel!

Mutluluk yoksa güzellik hiçtir. Mutluluk varsa, hiçlik güzel oluyor.

Alın, alın, - diyerek bir et, bir kımız Cusup'un önüne sürüyor esmer tenli bir çiğit.

Cusup hem yiyor, hem içiyor. Çiğidin, 'Alın, alın' demesine rağmen üzgün olduğu hissediliyor. Bu kadar zengin ikramdan sonra meteliksiz kalır.

Birazdan işe gitme vakti gelir. - diye kurnazlık ediyor çiğit. - Derler ya tahsilli olanların karınları kuşlarınkiler gibi...

Fakat biraz sağır Cusup imayı duymadı. O sakin sakin,

Hadi çiğitler yarışalım, kim daha çok içer bakalım! - deyip tas aldı ve sesli bir biçimde kımız içmeye başladı.

Orınbek'e hizmette bulunmak isteyenler de vardı. 'İçin, yiyin' diye ya saygıdan, ya korkudan teklif ediyorlar onlar. Aniden genç kadın haykırdı, bir çiğit saç örgüsünü kapıp onu eline sardı ve çekmeye başladı. Kadına arka çıktılar. Bir çığlık duyuldu, dövüş başladı. Masa çatlayıp kırıldı, kımız döküldü, et lokmaları zemine uçuştu. Gürültü, patırtı, herkes bağırıyor. Kavga çıkaran çiğidin burnundan kan aktı. Saç örgüsünü bırakmadan ondan bir tutam saç çekip gitti. Kımızhanedeki heyecan giderek sakinleşti. Hakaret edilen, küçük düşürülen kadının gözlerinden tek bir yaş düşmedi bile. Etrafındakilere öfke ile bakarak,

Beni böyle köpekler ne çok kez ısırdı! Daha önce neredeydiniz, neden şimdi acıyorsunuz bana? Şimdi namusumu korumamın bir önemi kalmadı. Ama biraz daha beklerim, belki mutluluk bana yüz verir! Vermezse, bir köpek gibi rezalette yaşarım. Şimdilik işte benim avutucum! - diye yüzlerine bağırıp akordunu eline aldı. Bircan'ın Canbota adlı şarkısını söylemeye başladı. Diğerler bu şarkıyı hüzün ile kadın ise üzüntü, öfke ile söylüyor. Akordun öfkeli sesinden daha zayıftı. Kadın öfkeyle onu çalıyor, neredeyse yırtacak tulumu. Hazin üzüntüsünü dökerek şarkı söylüyor...

Fabrikada kulüp yok, insanların toplanacak bir yeri yok. Yüz Kazak'tan Cusup, Orınbek gibi okumayı yazmayı bilen iki üç tanesi var, ama onlar da ne gazete, ne dergiler okuyor. Bayramda ne yapılabilir? Nereye gidilebilir? Kazaklar kımızhaneye, Ruslar meyhaneye eğlenmeye gidiyorlar. Hem orada, hem burada eğlence dövüş ile biter.

Kımızhanede çıkan dövüş bitmedi. Kavgacı çiğit kanlı yüzle köyde koşarak,

Boşan!.. Boşan! - diye yardıma çağırıyor vatandaşlarını.

Böğüren ineği bütün sürü takip ettiği gibi, burada da böyle oldu. Vatandaşın kanını görünce bütün Boşan soyu kalktı. Karakesek, Maykı ve Boşan olmak üzere iki soya ayrılır.

Köyün diğer tarafında telaşlı bir çağırış duyuluyor.

Maykı! Maykı!

Maykılılar yardıma koştukları sürece Boşanlılar beş masum Maykılının kafasını kırdılar bile. Ellerinde kazmalar, çapalar, baltalar var. Burada Kazaklarda olduğu gibi atlı ve sopalar yok. Herkes yayadır. Bir taraftan iki yüz kişi, diğer taraftan aynı sayı var. Köyün Rus sakinleri ya da bu işte ilgisi olmayan Kuandık soylu Kazaklar manzaraya, bir eğlenceye baktıkları gibi bakıyorlar.

Kavka çıktı mı muhafız Orınbek, dolaşık yoldan, ovalardan kaçtı. Öfkeli sesler,

Maykı, bize Bey'in oğlunu verin! - diye talep ediyor.

Çileden çıkma, Boşan! İlk önce bize kadının saç örgüsünü çıkaran ve beş kişimizi döven adamı verin!

Boşan, kendi namussuz karısının örgüsünü çıkardı!

Maykılılara ondan ne? Neden başkasının kanuni karısını namussuz işlere itiyorsunuz? Neden soyumuzu rezil ediyorsunuz?

O fahişe kanuni bir karı olamaz. Onunla yatan her birini onun kocası sansak gökte yıldızlar yetmez.

Bağırarak, söverek karşı taraflar yüz yüze geldi. Bir aptal yumruğunu kaldırsa, çok kişinin kanı döker. Ama işte Rus kalabalığından saat uzmanı Stepan çıktı. Kaldırılmış elinde kasketini buruşturarak,

İşçiler, kardeşler, ne yapıyorsunuz siz? - diye bağırdı. - Soyun namusu için kan döker misiniz yoksa? Soyun namusu uzun zaman yok artık! O varsa eğer, neden bir Boşanlı diğer Boşanlıyı, bir Maykılı diğer Maykılıyı soyar? Hepiniz bir lokum ekmek için para kazanmak için çıplak, açken fabrikaya geldiniz.   Bizi serserilik etmek, öz topraklarımızdan ayrılmak zorunda bırakan soy reisleriydi. Şimdi siz işçisiniz ve soyun namusunu değil, işçilerin namusunu savunmaya başlayalım! Bir ev almak için maaşımız yetmiyor, günlük on bir, on iki saat çalışıyoruz. Ateş ve dumandan çıktın mı hemen pis kokulu çukura dönmek zorundasın. Canımız acıyor, o acıyı hafifletmek için kımızhaneye, meyhaneye gidiyoruz. Bizi öğrettirmiyorlar, gözümüzü bağladılar, bir deve yükledikleri gibi bizi yükleyip kamçılıyorlar!  Bu yükü nasıl hafifletebiliriz? Gözümüzü nasıl açabiliriz? Kendi kanımızı dökmeyelim, düşünelim. Fabrika sayemizde çalışıyor. Biz çile çekiyoruz, diğerler nimetlerden faydalanıyor! Soy namusu kahrolsun! İşçi namusu yaşasın! Eve gidin, arkadaşlar. Memuru çağırmaya gittiler...

Cusup, Stepan'ın sözlerini Kazakça anlattı. Kalabalığın uğultusu zayıfladı. Fabrika tarafından iki atla koşulan bir araba göründü. Arabanın önünde bir binici var. Araba gelene kadar kalabalık zeminliklere dağıldı bile.  Meğer o binici Orınbek'miş. Gelip, zeminliklerin çatılarında koşarak bağırıyor, herkesi azarlıyordu. Attan inip zeminliklere zorla giriyordu, fakat aradığını bir türlü bulamadı.

Memur Zalivskiy, şişman, dazlak kızıl saçlı bir adam sövebileceği birini arayarak öfkeyle etrafa bakıyordu. Onun büyük, keçininki gibi gözleri evlerinden fırlıyordu.

Kavgayı kim başladı? - diye sordu o, Ruslara yaklaşarak.

Bilmiyoruz. - diye hayır anlamında başını salladı Stepan. - Biz geziyoruz işte, kutluyoruz.

Memur, mendil çıkarıp iğren iğren burnunu kapadı.

Bu pis koku ne? Burunları koku almaz mı yoksa?

Alır, ama yapabilecekleri bir şey yok...

Nasıl yok? Tembel ve vahşi adamlar onlar, o kadar.

İşten sonra boş zaman az, memur bey. Varsa, güçleri olmuyor.

Başka birisi mi ev yapmalı?

Fabrika size, bana ev verip, Kazaklara vermedi. Onlar en zor iş yapar, bakır eritirler. Nasıl yaşadıklarını görüyorsunuz... Kazandıklarına para denilmez bile...

Sözünü anladım, anladım! - deyip, Stepan'ın yüzü önünde kalın işaret parmağını salladı memur. Ve dahasını dinlemeden arabasına yöneldi.

Orınbek yaklaştı. İz kaybeden polis köpeği gibi dönerek, acele ile,

Memur bey! Kavgayı başlayanlar ortaya çıkmadı. Böyle bir iş olunca Kazaklar ortak olur. Herkesi saklayıp 'Bilmiyoruz' diyorlar.

İsimlerini biliyor musun?

Biliyorum. Kadının saçını çeken Baycanov Omarbek. Beş kişinin kafasını kıran Sadakbaev Tuleu, Caugaşarov Aben. Hepsi hırsız. Avullarından kaçıp burada çalışırlar.

Hırsız mı?

Sahici eşkıya.

Stepan dayanamayıp,

Hırsızsa, neden çalışsın? İşçi ise neden çalsın? - dedi ve yüksek sesle güldü.

Memur onu duymamış gibi yapıp arabasına bindi. Orınbek tekrar önündeki yerini aldı. Araba, çukurlu yolda toz kaldırarak hareket etti.

Cusup uzaktan memuru görünce hemen kaçtı ve olup biteni Malike'nin evinin penceresinden izliyordu. Şimdi çıktı ve Stepan'a,

O ne dedi? - diye sordu.

Ne desin ki! 'Kavgacıları' yakalayamayıp kızdı ve eve gitti.

Sen ona ne dedin? Sana el sallıyordu.

İşçilerin zor durumunu anlattım, o beğenmedi.

Keşke anlatmasaydın. Sessizsen toksun.

Stepan, zeminlikleri işaret edip,

Onlar sakin bir hayat sürüyorlar. Toklar mı? Siz de sakinsiniz, tok musunuz bakalım? Orınbek Bekov memurla birlikte işçilere saldırır, gözaltına alabilirler, siz de saklanırsınız, kendi başınızı düşünürsünüz. Siz tahsilli Kazaklar böyle yaparsanız, okumayı yazmayı bilmeyenler ne yapsınlar?

Biz ne yapabiliriz ki?

İsterseniz çok yapabilirsiniz. İşçileri şimdi üstlere karşı kaldırmak lazım...

O zaman son ekmek lokmamı kaybederim. Peterburg'da bin dokuz yüz beşte olup bitenlerden haberin var mı?

Var. Ama korkarak her şey kaybedebiliriz.

Hayır, Stepan! Maukipov Cusup barışsever bir insan. Benden sana da bir tavsiye, dikkatli ol! - diye uyardı Cusup ve eve yöneldi.

Yaşlı Hakey  atıyla arabasını kavga daha başlamadan almıştı. Yaya gidiyorlardı. Sarıbala Cusup'un karısıyla konuşmasını keserek,

Peterburg'da bin dokuz yüz beşte ne oldu? - diye sordu.

İşçiler toplanıp çara zor hayatlarını anlatmaya geldiler, çar ise üzerlerine ateş ettirmeye başladı.

Bir de çarın merhametli olduğunu söylerler.

Galiba kışkırttılar onu.

Çarın kırk adamın aklı var, neden kandırılmış ki?

Cusup çara ne akıllı, ne aptal demek isteyerek susuyordu. Fakat çocuk onu rahat bırakmıyordu.

O memur ateş eder miydi? İşçileri yakalasaydı, ateş eder miydi? Omuzlarındaki ne, altın mı? - dedi.

Hayır, ona sırma denir.

Çarınki altın mı?

Belki altın.

Çarın ne kadar altın sarayı var?

Bilmiyorum. Çok var derler.

Nereden aldı saraylarını, kendisi mi inşa etmiş?

Cusup cevap vermedi. Çocuğun başına elini koyup,

Her şey bilmek istiyorsun, bildiğim azdır. Bir şey bilirsem, sesimi çıkarmam. - diye söyledi.

Neden?

Hükümetin birinin kulaklarını kesebileceği bazı sözler var. Meşhur avukatlar Akbaev ile Duysembaev'i bir söz için az kalsın sürgüne göndereceklerdi. Benim sözü bile edilemez. Bir an içinde hapse atacaklar. Diline sağlam olmanı öğrenmelisin canım.  Ne çok konuşursan o kadar günah edersin, bunu aklında tut!

Çocuk dudağını ısırıp düşüncelerine daldı. Bugün çok gördü ama anladığı azdı, o yüzden şimdi soruyor her şeyi. Sarıbala öğretmeninden memnun kalmadı, nasihatleri onu hiç rahatlatmadı. Tek bir söz etmeden eve vardılar. Cusup belgelerini alıp Bestemir'e yöneldi. Sarıbala onunla gitti.

Bestemir'de uğultu susmayı bilmiyor, öfkeli bir ejderha kuduruyormuş sanki. Buradaki kalın duman hiç dağılmıyor, gözünü açarsan gözyaşları sıkıyor, ağzını açarsan ağır öksürtüyor. Ateş hiç durmadan yanıyor, kıvılcımla parlayarak bakır akıyor, cüruf yağıyor. Burada uzun çalışamazsın, ya ağır hastalanırsın, ya hemen ölürsün. Fakat fabrika durmuyor, boş yere yeni işçiler geliyor.

Fabrikaya mühendis Hol gelince işçilerin hayatı daha da zor olmuştu. Mühendis sert, amansızdır daha doğrusu. Bir şey olursa yumruk, tekme atar, açıklamadan işten çıkarır. Ya da takılır, yapılmış işi kabul etmeyip maaşsız bırakır işçiyi.

Sarıbala bugün öfkeli, amansız Hol'un kendisini gördü. Eriticiler, cüruf taşıcıları, küçük şefler ondan titrerdi. Herkesin alnından ter akar. Herkes, mühendis takılmasın diye parçalanır. Gözü keskin ve tecrübeli Hol en ufak bir aksilik fark eder, işçilere bir şey sormadığı halde ne fısıldadıklarını hemen anlar. Hol uzun boylu, sıska, bir kavak gibi doğrudur. Onun sakalsız, tıraşlı yüzü acımasız, esmer teni parlar. İşçiler güldüğünü hiç bir zaman görmediler, ondan güzel bir söz duymadılar. Rica ve şikâyetleri yürüyerek dinler ki diğerler koşmak zorunda kalırlar. Her zaman alay etme, canlarını sıkma fırsatını bulmaya çalışır. Yürürken işçinin iş günlerini kaydeden Cusup'a yaklaşıp durup dururken karnına hızlı vurdu. Cusup düştü, şapkası bir yana, listesi diğer yana uçtu. Karnına yapışıp,

Bay Hol! - diye zorla söyledi.

Utanmaz! Hırsız! Git! - diye emretti Hol ve bir daha puantörün arkasına vurdu.

Cusup zaten Rusça zor konuşuyordu, şimdi ise bir söz bile edemiyordu. Uçuşan kâğıtları toplayarak eve ağır ağır yürüdü. Yanında meyus görünen Sarıbala gidiyordu. Gözlerinde yaşlar, elinde Cusup'un şapkası. Çocuk, uzun boylunun öğretmenine neden vurduğunu hiç anlamadı.

O neden dövüşüyor? - diye sordu çocuk.

İşçilerin fazla bir gününü kaydettiğimi anlattılar galiba. Bir Kazak sakin bir yaşam sürebilir mi? - diye yanıt verdi Cusup ve ağır bir nefes aldı.

 

Cusup'un kaderi

 

Cusup fabrikada iş kaybettikten sonra iş arayarak çok yer gezdi. Akmola, Karkaralı'ya gitti ama işe yerleşemedi ve sonuçta fabrikaya geri döndü. Burada, Kokuzek'te borca bir oda kiralayıp çocukları öğretmeye başladı. Belli bilgisi ve öğretmenlik tecrübesi yoktu, ama Cusup'un kaybedecek bir şeyi kalmadı. Üstelik çalışmasını hiç bir kimse kontrol etmez. Rusça öğrenmek isteyen saf insanların gözünde Cusup bayağı ağırbaşlı görünüyordu. Kendini, çok bilen, elverişli ışıkta gösterme fırsatını kaçırmıyordu. Hızlı yazar, akıcı konuşur. Onun hakkında sırf sade insanlar değil, başkaları da iyi düşünüyordu. Vilayet başı Muhtar, tüccar Aubakır ve kasap Koybagar çocuklarını ona ilk verdiler. Genç bir dul Mariya Fedorovna ondan Kazakça öğreniyordu. Kimin nesi varsa, onunla öder. Parası yoksa eşyası getirir.  Mesela otuz yaşındaki işçi Seyitkazı okumayı cep saatiyle ödedi. Öğrencisi on beşten çok. Yaşları en farklı, dokuz yaşındaki çocuk ile otuz yaşındaki çiğit sınıf arkadaşları, aynı şeyler okuyorlar. Cusup'un küçük bilgilerinin fiyatı hiç bir zaman bu kadar yüksek değildi. Rica edenlere dilekçeler yazmakla da para kazanıyordu. Yakın zamanda işsiz kalıp gündüz gece üzülüyordu, şimdi ise mutlu bir gülüş yüzünden düşmüyordu. Boş bir dakika oldu mu hemen kımızhane ya da birahaneye gidiyor.

Fakat mutluluk ebedi değildir ve sonbahar Cusup mutsuz hayatın tadını da çıkardı.

Bir gün fabrikaya, Erdenbay'ın oğlu jimnaz öğrencisi Husain geldi. Onu görmek için Cusup'un bütün öğrencileri dersten kaçtı.

Jimnaz öğrencisi kısa boylu, büyük gözlü, siyah sakallı, sinirli, barut gibi bir adam, salya ile boğulacak gibi konuşur. Görünüşü gıpta edilmez, konuşması anlaşılmaz, ama herkes onu saygı ile dinler. Oda insanla dolu oldu. Çocuklar kapıda birbirini iteleyip ona hayranlıkla bakıyordu. Husain Sarıbala'yı çağırıp defterini aldı ve başını salladı. Ondan sonra öfke ile,

Size ders veren kim? - diye Rusça sordu.

Cusup Maukimov.

Utanmaz! O bilgisiz, ders yanlış veriyor, sade insanları kandırıyor! - diye öfkeli haykırdı Husain ve kırmızı kalemle defterdeki hataları düzeltmeye başladı. Düzeltilmeyen tek bir satır kalmadı. Sarıbala kırmızı kalem yazılarıyla dolu defterlerini alıp eve yöneldi.

O günden sonra Cusup'un öğretmenlik kariyeri gerilemeye başladı. Öğrencileri birazdan dağıldı. Sarıbala, fabrikanın Rus-Kazak beş yıllık okulunun dördüncü sınıfına geçti.  O gün hayatının en mutlu günüydü. Fakat o mutluluk eski öğretmeni yüzünden sönükleşiyordu. Cusup içmeye başladı. Sarhoşken o uzun zaman başını elleriyle sarıp oturuyordu, baş ağrısından şikâyetçiydi. Fakat hasta olmaktan daha çok hüzünleniyordu.

Şimdi nasıl yaşarım? Zor bir işle uğraşamam, kolay bir iş yok. Hırsızlık mı yapayım? Ya da eşya satmaya başlayayım? Zagipa'nın tek başörtüsü mü? Off, bu dünya ne kadar dardır! Tanrı neden bu kadar insan yarattı, bu kadar umut icat etti? Bay Aubakır'a gideyim. Belki damadı için bir tane döş etine acımaz...

Cusup kalktı ve sallanarak çıktı.

Odaya, kurşun gibi ağır bir sessizlik çöktü. Zagipa yüzünü duvara dönüp inliyordu, onun da baş ağrısı vardı.

Sarıbala babasına bir mektup yazdı.

'Merhaba, ağam ve büyükannem. Dün öğretmenimin beni kırmızı fabrika okuluna verdiğini bildiriyorum. Çok mutluyum. Fakat öğretmenimi düşününce başıma hüzün çöküyor. Ağam, durumları zor, Cusup işsiz kaldı, paraları bitti. Bildiğin gibi hayvanları yok. Ne yapayım, nerede yaşarım? Onlar nasıl yaşarlar? Bir an önce gel...'  - diye yazdı.

Çocuk pazara gelip avula mektubunu gönderene kadar Cusup Aubakır'dan döndü. O elleri başının altına koyup gözlerini yumup zeminde yatıyordu. Aybakır ona hiç bir şey vermedi.

Akşam oldu. Bir pencereli odanın köşeleri karardı. Kandil yakma zamanı geldi ama ev sahipleri kalkmıyorlar. Her gün bu saatte Zagipa çay kaynatıyor, şimdi ise yatıyordu. Sarıbala bu hüzünlü, sessiz, her dakika ile kararan odada bir kedi gibi usulca dolap açtı fakat kapısı yine de gıcırdadı. Kalan ekmekten bir parça koparıp açgözlülükle yemeye başladı. Sonra usulca yerine gelip yattı...

Bir hafta sonra Mustafa geldi. Cusup arkadaşının gelişine sevindi. Sarıbala'dan önce ona koşup uzun zaman elini sıkıyordu.

Yeter, yeter, canlarım, - dedi Mustafa. - Mutluluk kenarından çıkıyorsa o da iyi değil.

Haceke, meğer ihtiyaçtayken arkadaşını yüce peygamberi karşıladığın gibi karşılıyormuşsun!

Masaya oturdukları zaman bir fincan çay içtikten sonra Mustafa hafif bir gülüşle Cusup'un bu haykırışına,

Yüce peygamber daha görünmedi. - diye yanıt verdi. - Gelse şüphesiz sana istediğin bir şey verir. Gelmemle size nasıl yardımcı olmuşum? Hiç olmadım. Dert etme, canım. Dert edersen bütün dünya dar olur. Derler ki Erdenbay'ın Husain seni belaya götürdü.

Evet, tek bir sözle bana kurşunla gibi vurdu.

Sen öğretemiyorsan eğer oğlum Rus okuluna nasıl girdi?

Jimnaz öğrencisi bana yükseklikten baktı, ama ben de okuma yazma öğretebilirim.

Ben de aynı fikirdeyim. - diye kabul etti Mustafa düşünceye daldı.

Onun uzun kirpikleri neredeyse kapandı, siyah gözleri bir noktaya odaklandı. Onun deniz gibi derin canında şimdi ne olduğu belli değil. Susup, açık ağzıyla oturan Cusup'a,

Husain yükseklikten baktıysa, biz aşağıdan bakarız. - dedi. - Kazak avullarında okuma yazmayı hiç bilmeyenler olmamalı. Burada bir yer bulamazsan, avula gel. Bir kuğu için kurtuluş gölde, bir erkek için halktadır. Kendi bildiğini öğreteceksin.

Avulda bana barınak kim verir ki?

Turlıbay.

Turlıbay? Verir mi?

Umarım. Benim adıma ona bir mektup yaz, oğlum. - diye seslendi o Sarıbala'ya.

Çocuk seve seve babasının diktesi altında yazmaya başladı.

'Sevgili yaşıtım Turlıbay'a selamlarımı sunarım. Buradaki bütün akrabalarımız sağ salim. Hayvanlar besili, baharda ot suludur. Ruslar ile ilişkimize dair bir haber yok, Allah'a şükür. Bu mektupta insanlık ödevimi yapmak amacıyla bir arkadaşım için şefaatte bulunuyorum. Sen Rusça öğretmenini aramaktaydın, ben onu bulmuştum. Onun adı Cusup, oğlumun öğretmeniydi o. On bir ay içinde oğluma, diğerlerin üç yıl içinde öğrendiklerini öğretip onu Rus okuluna vermişti. Senin gibi cesur, tecrübeli bir adamdır. Kazaklar Cusup'un bildiklerini bilecekse, avullarda ışık gittikçe karanlığı kovacak...'

Dikte etmeyi bitirince Mustafa uzun zaman mektuba imza atamıyordu. Bir çubuk bağlamak kapasitesindeki sağlam uzun parmakları bir türlü iki Arap harfi yazamıyordu, kalem takılıp yandan yana sallanıyordu. Düşe kalka nihayet, saksavul dallarına benzeyen işretleri yazabildi. Onlara bakarak, çocuk güldü.

Bir de gülüyor utanmaz çocuk. - diye güldü Mustafa. - Benim babam seni öğrettikleri gibi beni öğretseydi, senin yaşadığın zamanda yaşasaydım, ikimizden kimin daha çok güleceğine bakardım.

Cusup mektubu göğsündeki cebine koydu. Turlıbay'ın avuluna yol uzun, yetmiş seksen verst. Oradan fabrikaya insanların gelmesi nadirdi.

Ona nasıl ulaşırım? - diye kaygılı sordu Cusup.

Atıma bin. - diye yanıt verdi Mustafa.

Bayım, kendiniz yaya mı gideceksiniz?

Oğluma kanatlar vermiştin, senin için atıma nasıl acıyabilirim? O artık senindir. Oğlumun öğrenmesi için bir borç san onu.  Seninle güzel buluştuk, güzel ayrılacağız, canım. Dünya iyi ilişki ile ilginçtir. Dostlukta ayrılırsak, sevinçte buluşuruz. Ayrılık kavgada ise, buluşma da öfkeli atlarınki gibidir. Atımı hırsız çalsaydı, kurtlar paralasaydı, ya da o ölseydi ona acıyabilirdim. Şimdi ise gri atım kendine layık olduğunu gösterdi. Sen üzülme ve beni attan indirdiğini düşünme.

Cusup heyecandan ağladı. Mustafa'nın elini bir daha alıp coşkuyla teşekkür etti ve hemen yola hazırlanmaya başladı.

Mustafa oğlu ile sokağa çıktı. O, gözleriyle bir şey arayarak uzun zaman Kokuzek'in alçak, dağınık zeminliklerine bakıyordu.

Oğlum, burada bir yerde Tatar Pahrey oturuyordu. Ona gidelim, senin buradaki işin artık kalmadı.

Onlar, karşılarına her çıkana Tatar Pahrey'in nerede oturduğunu sorarak zeminliklerin arasında yürüdüler.

 

Rus okulunda

 

Sonbahar geldi, toprak dondu. Ağaçlardan yapraklar düştü ve onlar, uzun zaman önce gençlikle vedalaşan ihtiyarlar gibi çekimsiz oldu. Gök huzursuz, soğuk rüzgar sokaktaki siyah toz kaldırarak ve sarı yapraklar döndürerek geniş gri bulutlar sürüyor.

Sarıbala'nın morali değişkendir, dış dünyaya benziyor. Hem sevinç, hem utanç hissediyor. O kadar hayal ettiği kırmızı okuldan şimdi ıstırap çekiyordu. Ne Caksıbek, ne Cusup'un duyduğu kesir sayıları, Rusça grameri, Rus tarihi ve coğrafyası gibi derslerle karşılaştı. Eskiden Sarıbala'nın kitapları ceplerine sığıyordu, şimdi ise onlar için büyük çanta bile yetmiyor. Sarıbala hiç bir ders hemen anlayamıyor. Rusçanın her on sözcüğünden birini anlıyor. 'Oh, bu dili bir bilseydim!' Diye hüzünle düşündü çocuk. Onun gelininin kardeşleri, Sarıbala'nın sınıf arkadaşları Abdrahman ile Kalık'ın bildiğini bile bilmiyordu.

'Okuma değil, çiledir. - diye düşünüyordu Sarıbala. - bırakıp avula giderim...'. Fakat tahsilsiz fakir avuldakilerin zor yaşamını düşününce ona geri dönmek istemiyordu. 'İradesizim ben, aptalım!' diye kendi kendine kızıyordu Sarıbala. Dışı sakindi, fakat içi telaşlanıyordu. Geceleri kötü uyumaya başladı ama hiç bir kimseye şikayet etmedi. Çalışkan, sorumlu, nazik çocuk hiç kimseye kötü bir şey yapmayarak kendine fazla dikkat çekmiyordu. Ama bunun yanı sıra bağımsızdı ve kendinde onurunu yetiştiriyordu. 'Birisi bana ihtiyaç duyarsa bana kendi gelecek, bana ihtiyaç olmazsa diğerlere baş eğmem' diyordu kendine Sarıbala. İçine kapanık, esrarengiz çocukla zenginlik kibri daha olmayan sadece kayınbiraderleri arkadaşlık yapıyorlardı. Bir amca, bir damat ona derlerdi. İyi kalpli Abdrahman Sarıbala'ya ders çalışmakla yardım eder, evden cebinde getirdiği şeker ve kurabiye onunla paylaşırdı. Sarıbala utanarak hiç bir şey rica etmiyordu, ama Abdrahman rengârenk kurşunkalemler, kalemler, paten, toplar kendisi teklif ediyordu. Rus çocuğu çoktu, Kazak çocuğu sadece üçtü. Abdrahman ile Kalık'a hiç kimse dokunmuyor, onlardan korkuyordu, o yüzden Sarıbala da dokunulmaz oldu. Bir gün bir yerde okumayan olgun yaramaz Krımkoca Sarıbala'ya takıldı. O zaman Sarıbala ile kayınbiraderleri önderliğinde okullular, Krımkoca'yı yakalayıp haşladılar. O saatten sonra Sarıbala bir han gibi okulda dolaşmaya başladı. Çocuğun canında mutlu geleceği umudu hızla büyüyordu, şarkının kibirli sözlerini bile ezberledi.

Kaynatam bay, dedem de bay

Beni zavallı yapamazsın, Tanrım.

... Ama şimdi Sarıbala'nın övünmeye ayıracak zamanı yok. Kulağına kadar kızarıp öğretmeninin önünde hareket etmeden duruyor. Rusça sözlerini bozuk berbat söyleyerek, I. Petro hakkında belli belirsiz bir şeyler söylüyor, duraksıyor, yine susuyor. Abdrahman ve Kalık ona hemen fısıldamaya başlıyorlar. Sarıbala yine birkaç kelime edip susuyor. Öğretmen Andrey Matveeviç sabırlı bir adam, acele ettirmiyor, bağırmıyor. Ellerini cebine koyup alışkanlığıyla adımını izleyerek odayı beş aşağı beş yukarı geziyor. Sarıbala'nın uzun zaman sustuğuna ikna olunca,

Çar Petro'ya neden Büyük derler? - diye tek bir soru sordu.

Çocuk bilmiyor.

Rusya'nın ilerici gelişmesi için hiç bir çar I. Petro'nun yaptığı kadar yapmadı. O yüzden ona Büyük demeye başladılar. Rusya tarihinde bu zamana dek çar Petro ve bilim adamı Lomonosov dağ tepeleri gibi yükselir. - diye açıkladı Andrey Matveeviç.

Çocuk yüce gönüllü öğretmeninin karşısında utanıyor. Sarıbala'nın burnunda boncuk boncuk ter çıktı. Fakat mahcubiyeti yerine oturunca geçiyor. Derslikten çıkarken Sarıbala,

Andrey Matveeviç ne kadar iyi bir insan! Caksıbek sustuğum için mutlaka kırbaçlardı beni. - dedi Abdrahman'a.

Okuldan sonra çocuklar her zamanki gibi eve yetişiyordu. Bugün memurun kalem odasını geçerken onlar coşkuyla konuşan bir Kazak grubunu gördüler. Yeni memur biraz önce geldi, ama büyük ün aldı artık. Belki bu Kazakları tutuklayıp beden cezalarına çarptırmak mı istiyor? Çocuklar, merak ve kuşkuyla gözlerini fal taşı gibi açıp durdular.

Memur geometri iyi biliyor mu? - diye merak etti Sarıbala.

Bilmeseydi memur olmazdı. - diye yanıt verdi Abdrahman. - Ama ondan vilayet başı, vilayet başından vali, validen çar geometri daha iyi biliyor.

Bir vilayet başı ya da vali olmak için ne kadar okumak gerekiyor?

Çok galiba. Fakat bir muhafız olmak için dört yıl yeter. Orınbek'i örnek alalım.

Hünkâr için akıl gerek, bunu kim öğretir?

Öğrenirsen akıllı olursun.

Haayır. - diye başını salladı Sarıbala. - bir hanın oğlu vardı, o her bilim öğrendi. Bir gün han oğlunu çağırıp parmakları yumrukta sıktı ve 'Elimde ne var? Yuvarlak ve ortasında deliği olan' diye sordu. Oğlu, 'Değirmen taşı' dedi. Babası, 'Değirmen taşı yumruğa sığar mı? O yüzüktür. Anlayışlılığın yoksa bütün bilimleri öğrenmenden ne fayda?'

Abdrahman her zaman yüksek sesle güler ve şimdi karnına sarılıp kahkaha attı ve Rusça 'Ne aptal!' diye haykırdı. Küçük sevimli Kalık hikayeyi dinlemedi, serçeleri taşlarla sürüyordu, ama kahkahalar duyunca hemen yanlarına koşup, 'Ne? Neye gülüyorsunuz?' dedi. O uzun zaman bir Sarıbala'ya, bir Abdrahman'a bakarak çocukların ona dikkat etmediklerini anlayıp Abdrahman'a vurdu ve tabanları kaldırdı.

Abdrahman gülmeyi kesip acıdan ağzı burnunu büktü.

Aptal, ona acıdığımızı görmüyor! Onu yakalayıp burnunu kırarsam ne çok ağlar ki!

Molla bize değnekle vuruyordu ama neyse. - diye hatırladı Sarıbala ve kesilmiş düşüncelerine devam etti. -  Peygamber Muhammet okula devam etmedi ama bilge bir insandı. Öyle olmalı zaten, o Allah'ın arkadaşı. Bay Ayaz'a kim akıl verdi? Büyükannem, 'Halk verdi. Halk denizdir, derinliğinde çok değer var. Ve onları kahramanlar kahramanı, cesaretle, korkusuzca dalan alır' der. Demek ki, okur-yazar olmaktan bilge olmak daha zor mu?

Babam tam tersini söyler. En zor iş para kazanmakmış. Kazanırsan, para baltası her şeyi yıkar, nehri ters döndürür, insana hem akıl hem mutluluk verirmiş.

Demek bütün baylar akıllı mı?

Elbette. Aptal zenginleşir mi?

Sarıbala bir şey demedi. Kendi düşünceleriyle alıkonmuş, babası gibi adımını izleyerek susarak yürüyordu. Avuldaki Bakıray ve İtbergen'i hatırladı. İkisi baydır. Kuzularının sayısını bilmez, ama insanları hiç bir zaman doya doya yedirmez. Cimri, iğrençler. Bayların ne çok zenginliği olursa olsun, iyi insanlar onlardan nefret ederler.  Zenginler ama aklı nerede, nerde görünür? Çocuk için kendi sorularına cevap vermek güçtü.

Kokuzek'in ahşap köprü ötesinde, Egor'un dükkânı önünde Sarıbala bir avullu Kazak grubunu gördü. Onlardan birisi Mahambetşe'ydi. Sarıbala'nın alnına dudaklarınla dokundu ama yeğenini hemen unutup döndü ve satın aldığı şeyleri koynuna ve çantasına koymaya devam etti. Kendi parasına kendi için, diğerlerin parasına yine de kendi için ne çok mal aldığını bir tek Allah bilir. Ne de olsa, Mahambetşe'nin yanakları kırmızı, kendisi neşeli, yoldaşları eğilip soğukta hafifçe zıplıyor. Yanlarına elinde kâğıtlarla Kazaklar geldi. Sarıbala, bunların mal alabilecek imzalanmış bono olduğunu biliyor.

Egor Çernih fabrikadaki en büyük dükkâncıdır. Moskova zenginleri gibi bonoya para borcunu verir, mal diğer dükkanlardan daha düşük fiyata satıyor. 'Hem fiyatı düşük, hem borca verir' - diye sevinir Kazaklar ve Egor'a seve seve giderler. İlk örnek veren Mahambetşe'ydi. Diğerlere de tavsiye eder, tavsiye için para almaktan kaçınmaz. Egor açıkgöz, daha çok müşteri çekmek için hile yapar. Mal daha yüksek fiyata ya da toptan alana bir biblo ya da kumaş kalanı ücretsiz verir. Saf avullular ufak tefek şeyler şans sanıp son paralarını harcarlar. Dükkândaki satış kaynayan su gibidir. Çernih'in birkaç oğlu var, her biri Kazakça akıcı konuşur, açıkgöz, nazik bir iş adamıdır. Herkes ticaret yapar. Kumaş ölçer gibi sesli sesli çörkü şakırdatır.

Kuralımıza göre, bayım, ilaveten kaftan kumaşı, karınıza başörtüsü, elbise, şeker ve çay alıyorsunuz.

Mahambetşe verdiklerini gülerek kabul etti.

Dükkana, elinde dombıra ve sopa ile kör bir Kazağı getiren rehber çocuk girdi. Kör yaklaşıp dombıra çalarak,

 

Soyumun adı Koyanış-tagay.

Koyanış-tagay'da Daulet-tanay.

Ben şair Kakban. Mahambetşe-ışık

Sağ, salim misin, yanıt ver

 

Kör ve fakir her şeyden mahrumdur,

Arkadaşı dombıra, telinin güzel sesi

Yiyip içecek bir şeyi olsa

Ebediyen yollarda dolaşırdı o.

 

Diğerlerin gözündeki kötülüğü

Görmemem için aldı Allah göz nurumu

İnsanların iyi kalpliliğiyle yaşarım

Yabancı avlularda tohum yerim

 

İyi bir can her şey sözsüz anlar

Canı sert olan ima duymaz

Sen, Mahambetşe, boşa meşhur değilsin

Kalıbımı basmaya hazırım - diye söyledi.

 

Ya, yeter, Kakban. Beni yakalamaya kalkma. Ben kendim yakalayanlardanım. - dedi gururla Mahambetşe.

Şarkıcının etrafında halk toplandı bile. Pazara kuru ot, hayvanlar getiren Kazaklar, develerde, arabalarda, atlarda oturarak, öndekileri iteleyerek dinliyorlar. Kokban insanların yanında olduklarını görmüyor, ama hissediyor ve daha yüksek sesle,

 

Halkı cimri yılanla sar,

Deveyi kılıyla yut

Mezara bir şey götürmezsin

Zenginliğini kaybedersin

 

Uzun yakılırsa taş erir,

Kötülüğün kökünü ara, körün sesi

Dilenen körün yüzünü

Kim yarmaya kalkar ki?

 

Eşeğe binen tüccar

Muhteşem ata geçti

Doyasıya yemesi için

Fakirlerin daha kanı var

 

Çoban kazayla çobanın

Sırtına vuruyor

Bay bir yüzyıl bana biner

Sırtım eyer değilse bile

 

'Çekil!' Dedi tüccar, sana

Yalvarmaya gelip, aynısın sonucuna vardım

Bayın namusu yok. Zavallı Kakban,

Kaderin acı.

 

Mahambetşe, kara Özbek hakkında duyunca güldü. Şair, Seyitkemel'in oğlu Aubakır'ı çok incitti. Yakında zenginleşen, yabancı topraklardan gelen Aubakır, Mahambetşe'nin tam sahibi olmak istediği topraklarda büyük nüfuza sahip oldu. Aubakır'ın gücü sırf Mahambetşe'yi değil, Moskova ve İrbit ile ticari ilişkisi olan Egor'u telaşlandırıyordu.

'Bak, nerelere karışıyor!' - diye telaşla söylerdi Egor.

Aubakır'ı düşüren şairin cüretli sözleri bay ve tüccar için bal gibiydi. ‘Ona bir şey vermeden seni rahat bırakmaz' dedi cimri Mahambetşe ve şaire pantolon basması kesti. Egor da geri kalmadı, ona üç metre pamuk verdi.

Önce ne olduğunu anlamayan Abdrahman şimdi Kakban'ın sözlerini kavradı.

Kör köpek, - diye fısıldayıp neredeyse ağlayarak eve koştu.

Sarıbala şarkıya takılıp arkadaşının kaybolduğunu hemen fark etmedi. Şarkı bitti, halk dağıldı, fakat şairin sözleri aklından çıkmıyordu. Sarıbala onları

ezberleyip tekrarlıyordu..

 

Acı ve mücadele yılı

 

Daha dün gece seferberlik hakkında haber çıkmış ve sabaha doğru haber ucsuz bucaksız bütün bozkrın etrafına yayılmıştır. Köyler cağludaymış. Sıcak ve açık gündü. Gökyüzündetek bir bulut bile yoktu, etraf sakindi ama köylulerde bir panik havası vardı. Cıgitler atlarına binmişlerdir. Soyun başları, beyler, ilçe görevleri, aksakallar meclise toplandılar. Kadınlar ağlıyormuş ve ofluyormuştan sonra acı düşüncelerini paylaşıyormuşlar.

Sarybale böyle geliyor ki tüm dünya yasa burunmuştu. O köyde yalnız kaldı, herkes Aubakirin evinin yanında toplandı. Sarybalin adetlerine göre o an gelecekteki kaynatısının evine yaklasmaya hakkı yoktu. Ama bugun herkes oylesine endişeliydiki böylesine büyük bir olayın dışında kalmak istemiyordu ve Sarıbal gürültü kalabalığın içine girdi. Kadır Mahabetşe, Batıraş Cunus, Priton Lmir, Lzıma Mustafa oğulları ve Esmakai, Mevmir ilçe görevleri yeşil çayırın üzerinde Kumıs kuduka – Kumıs kuyu vadisinde kalabalığın arasında oturmuşlardı. Daha önce onlar birbirlerine düşmanca bakıyorlardı, birbirlerini parçalamaya hazırlardı fakat bügün ise çok iyi arkadaşlardır.

Cupus yüksek sesle ve açık bir dille konuşmaya başladı:

«Köpek derisinin üzerine imza atıp rus atalar hiçbir zaman kazakları askerliğe almamaya söz verdiler. Fakar kral sözü bozdu. «Ablayin  rengarenk bayrağı kaldırın. Atlara jıgıtlar... Silahları alın». Büyük geniş omuzlu olan Cupus kulaklarına kadar bıyıklı adamdır, onun gıcık sesi kalabılığın içinde en uzak yerinden duyuyorlardı. Başkalarına bir şey söylemeye izin veremiyordu fakat Mahabatşe yine sözünü kesti:

«Varsayalım ki düşen bayrağı biz yine kaldıracağiz. Cıgıtler atlara binerler. Peki silahları nerden alacaklar? İncecik birine karşı yüz jıgit nasıl direnecek. Eğer kral birçok tüfek sahibi olsaydı bizim de ozaman ucsuz bucaksız maviliğimiz tepelerimiz kayalırımız ve ucurumlarımız olurdu. Barınakları da tavşanlar koruyorlar. Tavsanlarla uzunyillar yaşanabilir mı? Kralın ruhu sıkılmıştır. Alman onun boğazını yakaladığında boğulduğunu zanettim. Yoksa o bizden güç istemezdi. Güzdüz gizleneceğiz geceleyin saldıracağiz. Eger yolumuz at sürüleriyle kapanırsa, onları öldürmeye calışacagiz, onların boğazını tutup öldürmeye çalışcağiz. Böylece zafer kazanacağiz.

Amir yaşlı adama bıyıksız deyemezsın. Çenesinde birkaç tane kıl  ve burnun altında belirli belirsiz bıyık vardı. Onun  bir tane bile dişi yoktu, yanakları çöküktü. O konusmaya başladı. Yangına körükle gidiyordu.

Kendi soyu için ölmezse – günah değil yabancıyı oldürmek haklılıktır. Cocukların ve kadınların hıçkırarak ağlaması duymaktan, namusmuzun ve vicdanımızın bataklığa sürüklenmesine müsaade etmekten, tüm halkımızı öldürmek daha iyidır. Jıgıtların ayakları ve ellerini bağlamak imkansızdır. Yaşlı bir koyundan daha fazla yaşayamam. Benim gücüm sadece sözlerindedir. Benim silahım cebimdeki tek bir bıcaktır. Sabredemiyorum ve belki de güçlü bir atın kuyruğunu tutarak savaşmaya çıkacağim».

Amir konuşmasından sonra hiç kimse söz almaya cesaret edemedi ama kalabalık içinde uğultu arttı. Şimdi hiçbir cıgit kurşun önünde yalvarm, ateşten kaçmaz, ölümü kabul ederdi. En korkak olan Arin bile elinde sopayla ata bindi. Yetmiş yaşındaki Cekebey kırılmış tırmıklara sap yaptı takmış onları düsmana saplayacak gibi görünüyordu.

Çocuklar

«Yazık Rusyaya. Aşağılatılmış, hakaret edilmiş, ahlakça düşmüş. Ülke zincire vurulmuş bir aslan sa bile bu zinciri keseceğiz.

Eğer beni bu işe alırsan  bu zenciri kesmeye başladığın demektir».

Yolda sesizce sohbet ederken Stepan Nurman le ayrılıp gittiler. Kalabalık içinde görultü ve bağırtılar kesilmiyordu. Bir kısım seferberlikten uzaklaşıyor digerleri seferberliğe düşüyorlardı. Sarybalin canı sıkkındır.

O evine gidiyordu. Kazakların ağır kaderleri hakkındaki düşünceler dalgalarda sallanan kayık gibi bir uzaklaşıyor bir geri dönüyordu.

 

 

 Kralı artık yoktu

 

«Çağırma yılı» olarak adlandırılan 1960 yılı kazakların hayatı için en zor anlardan  biridir. Halk kan revan içindeydi gözyaşı akıtıyordu fakat fakat krala boyun eğmiyordu. Baş güç önünde eğiliyordu fakat ruh eskisi isyan ediyordu. Çağırma hakkında geniş özgürlüklerde sanki rüzgarla dağıtılmış olan acıklı ve ağlamaklı şarkılar dolaşıyordu. Sarımba onların bir çoğunu duymuş ve diğer bir çoğunu hatırlıyordu.

Şimdi o atla gidiyordu ve Akın Narıbetov şarkısı söylüyordu.

Sarıkarm öz açıklığım

Benim çocukluk göz zevkim

Vadiler, dereler ve göller

Göktaki dağların Ah dünyanın bir ucundaki sevgili ülkem

 

Sen tüm dumanda tüm ateşte

Isığı siper edip külün içindeydin

Gündüz ve geceleyin karanlıktasın

Boğazıma bir yudum giremedi

Görüşü pus kaplıyordu.

 

Kocaları köle haline dönüyordu

Onların eşleri – tesellisiz dullarıdır

Gözyaşları içinde solmuşlar

Ak saçlı annenin oğlunu arayarak üzgün uzun çığlığıdır

şiddetli gözyaşıyla ona tekrarlanmasıdır

Acıların kümesi, yaşlı adam, öksüz  torun, dul - gelin

Neden Allah acımasızdır?

Baharında etkileyici bir melodi ve bozkırda çok popülerdir. Serybala kötü şarkı söylüyor motif  bozduruyor fakat sözleri beğeniyor ve onları tekrarlamak istiyor. Herkesin kendi tadı vardı. Çok at sahibi olan Talinbek aygırın kişnemesi beğeniyordu İtbergene ise kuzun melemesi hoşuma gidiyordu bu yüzden o binlerce kuzunun sahibiydi. Dinle bağlı olan Mustafa dua haykırışı en hoş dokunaklı söylenişten daha höştur. İnsana ne hoş geliyor onu herzaman ulaşmaya çalışıyor. Sarybala kötü şarkı söylese de ve kötü dans etse de gene hep bu yapmayi seviyor. Tepenin üzerinde artık tam fabrika girişinde yapayalnız olup o bütün gücüyle şarkı söylemiş. Birin çığlığı duyup Sarybala dönmüş. Kar erdiği tepenin güney yamacında bir adam ona eli sağlanıp cağırmış. Dağdığı Akımbayi tanımıştır. O adam erkek selamlaşıp sormuştur:

Rusça okuyan sevimli Mustafın oğlu değil mısıın?

Evet.

Eve ne zaman gideceksın. Anne baba iyi mı?

Allaha şükür.

İyi bir insan olacağını görünüyorum. Tembellik yapamadın yoldan ayrılıp benimle selamlaştın. Bügünkü gençler yaşlılara pek dikkat veremezler. Şimdi kaç tane kitap okudun söyle bana?

Dördüncü sınıftayim.

Bunu anlamıyorum. Kaç kitap okudun söyle bana.

Yaklaşık 10 tane

Ah Ah yavrum çok okumuşsun. Hadi bizim rus hayatımız hakkında ne biliyorsun. Söyle. Savaş bitecek mı? Bizim jıgıtlar ne zaman dönecekler?

Savaş hakkında hiçbir şey duymadım. Amangeldi batur Kıpçak kuşaktan çıkmış ve binlerce jıgıtlarla birlikte Turgana gittiği söylüyorlar. Bekbolat Cemıtosunda yeni kahraman çıkmış  ve Almaatuya taaruz ediyor. Herhalde o kenarları bügüne kadar kral emrine baş eğmemiştır.

«Eğer Amangeldi Kıpçaktan gelmiştir demek ki Koblandı kala kıpçaktanmıştır. Eğer Bekbolat Cemitosundan gelmiş muhtemelen Sıpataya kuşağından çıkmış demektir. İyi insanlarmıştır. Demek ki iyi bir hatıra bırakmışlardır. Birliği mahrum bırakarak Allah bizi cezalandırdı ve biz kim nereye dağılıp tüm yetişkin adamları vermiştik. İncitilmeden o kuşaklarla ölmesidir» - Akımbay çığlık koparıp sopayle yeri vurmuştur. Bronzlaşmış yüzünde üzüntü çıkmış. Onunda sopa değilmiş keskin demir ucuyle gerçek bir kalın sopa varmış.

Bu sopa veya mızrak? – çocuk sormuş.

İkisi de. – yaşlı adam cevap vermiş. Çatışma için insanları kaldırdığı zaman onu hazırlanmış şimdi ise onunla kuzu çabanlığı yapıyor. Çok kurt vardı, kuru ot yok o yüzden hayvanları tepelerde otlatıyordu. Tüm kış aul acılarda yaşamıştır. Bir atı onun oğlu kurtarmak için vermiş. Zorla onu kurtardı. Kalay bıcaklar yapıp onarı sallayarak savaş oyunda oynuyorlar.

Öfke sözleri geçmiyorlar. Birden kalabalık kuşkulanmış, susmuştur. Uzakta bir şey kararıyordu bir haraket eden noktasıdır. Bir andan önce bir at görünüyormuş sonra iki çıkmıştır. Fakat süvari tekmiş demek ki acil bir haberi varmış. Belki belli bir kuşaga mecut ait olan bey ölmüş ve ulak cenazeye çağırıyor. Mutlulukla veya üzüntüyle geliyor mu?

Yorulmuş ulak kalabalığa yaklaşmıştır. Manşetin kulakları bağlıdır göğüs kıl iple kaplanmış. Sıcak bir demir gibi kırmızı yüzüdür. Atların burun delikleri okadar büyükmüş sanki oraya yumruk girebilecekti. Bıyıklı jıgıt bir anda kısık sesle bağırdı:

«Nurlan gönderdi. Nurlan çağırıyor. Nurlan tüm Kuanduk kuşağı meclis toplanıyor». Dağılık altaylılar han seçmişlerdi, ordu toplanmış, krala karşı çıkmak için hazırlanıyor. Tınal aullar artık silahları hazırlanıyordu ve barut stoklanıyordu».

Konuşması başlamadan  ve soruya cevap veremeden jıgit ata binip gitmiştır. Ona geç kalmaması emir vermişlerdir. Aynı kelimeler tekrararlayıp bir auldan başka aula daha uzağa gidiyordu. Ulağın sesi, atların tırnagın patırtısı telaşlı seslerle sesiz açlılıkta yayılıyordu.

Mahut Nurlan hakkında konuşmaya başlamıştır. Onun durumu burdaki başka yöneticilerden daha yüksektır. Bir gün ölen için anma yemeğinde Altay ve Karpak kuşaklar arasında kavga çıkıyordu. Kıyaş kızgın Nurlan babası bağırdu:  «Kırpıklar! Benim topuğum olur musunuz? Altay Kıyaştaki on iki ilçesine tehdit etmesi bir rastlantı değildir. Onun babası on iki aul bırakmıştır her birinde en az bin at varmış. Böyle büyük bir zengin kuşak sadece sayısız altaylar arasında değildi aynı zamanda sayısız Kuandık kuşağında yokmuş. Nurlan ise tüm kendi cetleri geçmiştır, onun şühreti Akmolinsk toprakların sınırlarından çıkmış ve uzak çevresinde yayılmıştır.

      Bir gün Nurlandaki küçük soyun başlarına tavsiye etmişlerdir.

«Hey köyde köper vardı fakat her köpek bir tilki yakalamaz».

Kendi üstünlük hakkında direk bahsetmemiştır fakat atasözün yardımıyla onu açıklamaya çaşılıyordu. Bu nedenle Nurman   tüm Kuandık kuşağı ele geçirmek için yeterince kolları itmeye çalıştı. Altay yani hanı sectiği ulağun haberi çeşitli varsayımların çıkmasına sebep olmuştur.

«Nurlan yeni hanı seçmeye düşünüyor mu?»  - Makhambet tahmin etmiştır.

Bu zamana kadar susan ilçe görevli sesli tonla konuşmaya başlamışlar.

Kendi mutlaka han olmak istiyor mu? – Esmay farketti. Fakat kim başka? – Mustafa sormuş.

. – Mumar olumsuz biçimde söylemiştır. Yani Nurlan bir kazak kralı olacakmış, böyle anlamak gerekiyordu?

Üç müdür sustular ve onların yüzleri çok kızgın oldular. Kalabalık haraket ederek konuşmaya başladı. Ozaman Amir ihtiyar adamı bağırdı:

Yeni bir han olmayacağını ve ilçe hükümeti kaybedeceğını korkun. Yabani otları rüzgar koparıyordu. Eğer felakatte insanlara hizmet vermiyorsa ozaman sizing ilçe hükümetinize tükermek istiyorum.

Turlan yanına gelin. Han kral şeytan bir de olsa gene de halkın yöneticisi ihtiyacı var. Onu arayin ve seçin. Eğer herkes sizden müdür olmak isterse herkes bozkırında saklanmaz herkes köle olur.

İlçe yöneticiler sustular ihtiyar adamın sözüne girmeye cesaret edemiyorlardı. Nurlan köyüne altı adam altı soyundan toplantıya göndermekeye karar verdiler. Bunda karar verdiği zaman Turlubay kenarında oturup başını kaldırdı ve sesli konulmaya başladı:

İnsanlar aksakallar yöneticiler dinleyin. Kalkıp Turlubay kalabalığın içine girdi. Her adımla daha sesli konuşuyordu. Kalabalık haraketsiz kaldı. Ortasına çıkıp o eli kaldırdı ve aksakallar üstünde kalabalığa baktı.

Dağ gibi konuşma büyüktür fakat faresi gibi bana geliyor. Hangi han kazakları kandırıyor. Kenasar ve Cangirin kanlı akını hatırlamıyor musunuz? Akıllı sayin ihtiyarlılar bizim akılımızı karıştırmayin. Nurlan han olarak seçilmesinden bize hiç yaramaz. Eğer o insanların temsilci ozaman daha önce neden gelmedi? Kazaklar hakkında konuşmayalım. Siz sayin ilçe müdürleri aksakalları kime sizden Nurlan baskı yapamadın ve kimi sizden köpek gibi dışarıya attı?

Böyle durumda birliliği gerekiyor. – Amir söyledi. Turlubay saygısızca sözüne girdi:    

İlk önce hayatım önemlidir. Önlemleri taşıyan birlik bana ne için gerekiyordu. Nurlan benim ayaklarım ve ellerim zincire vurup beni hapishaneye attığı zaman bu birliği hakkında duymuştum. Nurlan iki kuşağı bir birine çatıştırıp dökülen kan için kraldan altın kürk aldığı zaman ve yine o birlik hakkında duymuştum. Artık bunun hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum. Kazakların şimdi han zalim ihtiyacı değil tüm zorluklara bakmasına rağmen kendi topluluğu yonetibeleceğin kahramanın ihtiyacı vardı.

«Fakat bu kahraman nerde»? – Amir sormuş. Turlıbay duraksayıp susmuştur. Işıtılı gözleriyle herkeze bakıp yanıtlamıştır:

Böyle kahramanları burda göremiyorum. Onlar yok olurken ben ordun başında olmaya hazırım.

Sen boş elleriyle savaşmak istiyor musun?

Kalın sopayle tüfeğe karşı gidemez. At sürüsüyle kendi kapanıp zafer kazanamazsın. Tinali bizi silahla sağlanmaz. Tinali kuşağı bizden çok farklı olmadığı onların arasında kalıp biliyorum. Makeş yöntemleri bana hoşuma gidiyordu. Makeş sıldırıp gizlenecek. Askerler bir tek Makeşa yok edemezler. Gece bozkırlar ve tepeler bu kale sadece tüfekler için değil toplar için de fethedilmez. Eğer gizlice gözetlemek ve darbe indirmek sadece kralı değil Tanrıyı yok edilebilir. Tam bununda bizim birliğimiz olmalıdır. Eğer ilçe yöneticiler sadece kendi toprakları ve beyler kendi hayvanları koruyacakmış birlik olmayacak demektir. Her kez kendi zenginliği unutup kendi halkı korucağını yemit etsin. Ozaman ne Nikolay ne Vilgem bizi kazanmazlar. Kazağı yakalamak için onlar tüm kazak topragı geçmek zorundadır. Nerde okadar asker alacaklar?  Kralın askerleri bizim kuzularımızdan daha fazla yok. Eğer tüm koyun sürüsü bırakırsak sonra hiçbir yerde bulamacağiz. Kurnazlıkla devi devirilebilir, aklıyla geleceği önceden görülebilir. Bizim halkımız hem akıyla hem de kurnazlıkla zengindir ve asıl bununle paylaşmalıyiz. Hiçbir insan hareket edememiştir. Ağır bir sesizlik gelmiş. Herkes düşünmüş. Sanki çatal ağzı üzerinde gibi bügün uzun konuşmasıdır. Hangi etrafına gitmesi gerekli olduğu insanlar bilemiyordu.

Uzun zaman sustular. En sonunda Amirteki sesi bir anda duyulmuş. Bu defada yaşlı adam konuşmaktan daha çok inlendi. O nadiren hüzünlemiş. 

«Ah ah böyle demektir» -  sözü uzatıp başı sallanmıştır. Görünmeden daha az görünüyordum. Ben çok beyaz saclı sahip bile olsam da bu durumda sanki çocuk pantalonsuz kaldım. Ne yapmam gerekiyor. Bir tarafa dönersem öküzümü kaybedecem başka ise kağnı kıracam. Araba tam yol ortasında durmuş, tam kaldırmasındadır. Yaşlı arabanın sahibin canını rahaysızdı okadar sağkin değilmiş. Onun devesi bile yüğü kaldırmıyordu. İlçe yöneticiler toprağa bakıyorlar, Tulubay – gökyüzüne, Amir yaşlı adam ise halka bakıyordu. Ama halk kime bakacak ki? Ben sadece bir tırnaksız kartaldır.Aybakirin gelemsini bekleyelim. Ne söyleceğini dinleyeceğiz. Aybakir akıllı adamdır.

   Aybakirin gelmesini beklemeye karar vermişlerdir. O sadace şehirli zengin adam değildir aynı zamanda aulda meşhurdu. Buğday ekiyordu, ot biçiyordu, hayvanları büyütüyordu. İyi bir komşuluk Kadır kuşakle kaybetmiyordu. Gecen yıldan beri onun kardeşi annesi ve bazı akrabaları ayrı bir aula geçmişlerdir. Bügün tam zamanında tüm aul meclise toplanmış. Aybakir kendi işlerini haletmek için buraya gelmiş fakat üzüntü bir haberi duymuştu. Aybakir iyi bir sağlam haberi getireceğini insanlar zanetmişlerdir ve onun sabırsızla beklemişlerdir.

İşte uzaktaki ufuğunda toz bulutu çıkmış.

Kağnıyle geliyordu.

O Allah iyi bir haber getirsin.

İnsanlar hep yola bakmışlardır. Konuşma hiç kesilmiyordu.

Şafak sökerken iyi bir rüya gördüm

Aybakir hafif kağnıyle gelmiş.

«Bizi kaldırmaya çalışıyorlar! Eğer dizgin altında tutarsalar haraket etmeye izin veremezlerdir».

«İşe değil onların misafir bir de olamam»!

Aybakiri sonsuza dinlenmeden önce insanlar konuşmaya başlamışlardır.

Bizin toprağımızı aldılar. Bizim adetlerimizi bozdular. Şimdi ise bizim tüm erkeklerimizi yol etmek istiyorlar.

          Amir toprağı sopayle vurup sesiz olmayi rica etmiştir:

           «İlk önce sonuna kadar dinleyin».

          İnsanlar sakinleşmişlerdir. Aybakir konuşmaya devam etmiş:

          «Bizim insanlarımı geri işlerine alıyorlar fakat savaşlamak için kabul     edemiyorlar. Sadece on dokuz – otuz yaşlarına kadar alıyordu. Bu tam doğrudur. Küsmeyin. Biz savaşıp ne kazanacağiz ki. Savaş sadece iki aul arasında sopayle kavga değildi. Düşünün, heyecanlamayin». Alihan Bykeihanov ve Mırcakıl Dulatov kazak toplumın temsilcileri mektupla bir emiri göndermişlerdir.

«Direnmeyin. Rusya şimdi büyük tehlikededir. Düşmanlar Rusyayi boğazından yakalamış... Eğer ruslar kaybederse demekki kazakları kaybetmiş olurdu». Sonra gerçek soygun başlar. Savaşı kazanmış olan alman tamamen bizim toprakları ve hayvanlarımızı mahrym edecekler. «Bence direnip biz sadece felakat çağıracağiz. Ben fabrikasında amirlerle anlaştım. Çalışmaya başlayabilirsiniz. İlerde insanlar saknleşecek».

Makhambet elleri dağıtıp ilçe yöneticilere şöyle demişti:

«Eğer insanlar sağkin olacaksa başka Allahtan ne rica edebiliriz ki». Üzülmüş ilçe yöneticiler gözle görülür biçimde hareket etmeye başlamışlar.

«Aybakir tabiki de herşeyde bilgilidir» - Esmakay söyledi. – Onun tavsiyesi dinleyelim.

Sarmantaya soyu seve seve işe gidecek. – Mustafa temin etmiştır. – Çoğu fabrikalar bizimdir.

O zaman kralın emiri ve Alihan Bykeyhanov isteği gerçekleştirelim. – Muhtar demişti. – Oküz kayıp olmayacak ve kağnı kırılmayacak

Amir yaşlı adam beyaz sopa yukarıya kaldırıp böyle demişti:

«Daykir bey Esmakay Mustafa Mahabetşe ilçe ymneticiler herkes sizden insanların hayatı için sorumludur fakat şimdi siz anlaştınız, büyük başarı ulaştınız. Ama yinede ben Nurlanın yanına gideyim. Onu da dinlememiz gerekiyor. Sıkıntılı zamanında belki bir yararı da getirecem».

Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamış. Mustafa dereye gitmiş ve yalnızca namaz kılmaya başlamış.

Kalabalık dağılmaya başladı. Mustafa vadiden uzaklaştı ve tek başına namaz kılmaya başladı.Sarıbal Turlubayın kalktığını gördü yerleri temizledi ve  Mustafanın peşine düştü. Çocuk da Turlubayın arkasından yavaşça gitti. Mustafa onların yaklaştığını görmedi. Yüzünü güneye dönüp ellerini açıp gözlerini kapattı. Eğer şimdi aslan onun yanında kükrese dahi o hiç fark etmezdi. Güçlü, kudretli adam Tanrı'nın önünde güçsüz kalmış ve yüzünde gözyaşları vardı. Bazı durumlarda onu kaynak demirle yaksalarda bile ağlamazdı( göz yaşları düşmezdi.)

Buraya  gel oğul. – Turlubay sesizce erkeği çağırmış. – Baban şimdi bize yetişemez(bizi rahatsız edemez). Hadi biraz konuşalım. Sen kaç yaşındasın?

Ondördümü doldurdum.

Zhusul seni daha önce eğiten adam şimdi bizde kalıyor. Senin akılı bir çocuk olduğunu söyledi. O toplantıdan ne anladığını söyler mısın bana?

Sarybala aşağa bakıp susmaya devam etmişti. Belki o yeterince gelişmemiş veya doğadan sözlerini saklayan içine kapanık bir insandır. Onun ne düşündüğünü, ne sıkıntısı olduğunu anlamak çok zordu. Gurlıbay konuşmak istiyordu. Sonunda çocuğun onuruna dokundu.

İyi bir tay atın peşinden koşuyor iyi bir adam ise otuz yaşında ailenin reisidir. Fakat sen yirmi dört yaşında koca olamazsın. Görünen o ki bugün hiç bir şey anlamadın.

Yok. Her şeyi anladım. – diye söyledi çocuk. Onun yüzü kıp kırmızı oldu. - Fakat her şey aklında kalmadı.

O zaman söyle bakalım kimin sözlerini beğendin!

Amirin ve sizin ki ama sanırım sizin sırtınızı yere getirdiler.

Evet böyle. – Turlubay soluklandı. Canım evladım iyi ve hoş sözler her zaman kazanamazlar.  Herzaman onları görmezden gelmeye çalışırlar. Fakat iyi kelimeler unutulmaz bir gün insanlar için faydalı olur. Bugünkü kazaklara bir önceki ataları doğru yolu gösteriyorlar. Şimdilik, nasıl olsa, yaşamaya devam edelim.

Mustafa dua etmeyi bitirmiş. Etrafına bakmış: Turlubay gülümsüyor.

Bu kadar neye seviniyorsun? – diye hacı sormuş.

Sen ellerini kaldırıp dua ettin. Elbette cömert Tanrı seni mükâfatlandıracak ve sen benimle paylaşacaksın. O yüzden mutluyum.

Mahkum karga altın kartalla oynamayı sever. Evlat atla oynayınca sırtını kırabilir. – tebessümle Mustafa cevap verdi. Tanrının karşısında günah işleme. O olmadan senin bir sürü düşmanın var. İlk önce onunla savaş.

Günah işlemeyeceğim merak etme. Uzun zaman sen ondan tavsiyeler aldın. Ne söyledi sana?

Tüm on sekiz bin evrenin hakimi_ Allahtır. – dedi o: senin temsilciler yolunu şaşırmışlar, onlara doğru yolu göster.  Kazaklar iyi zamanda arkadaşlar, kötü zamanda düşmanlar, kendi aralarında anlaşamazlar. Hiç bu şekilde düşmana karşı zafer kazanılabilir mi? Ben Allah’a bizim için birlik, parlak düşünceler ve  bize cesur liderler göndermesi için dua ettim.

Senin rican çok önemlidir. Allah senin ricanı yerine getirdi mi?

Şeytan saçma sapan konuşma. Allah benim komşum mu ki  hemen ellerini uzatsın?

Neyse eve gidelim, orda konuşalım. – Mustafa teklif etdip kalktı.

Kalabalık giderek dağılıyordu. Kalabalığın uğultusu yatışmış sadece bir orda bir burada sessiz konuşmalar duyuluyordu. İnsanlar solgun ve neşesizce eve dağıldılar.

Yaz endişeli geçti. Tüm herkes bozkıra çıkmıştı, sadece bazı uzak köyler eskisi gibi sakindi. Krakı koruyan ilçe yöneticileri at kuyruklarla bağladılar. Birçok jıgitler kralın tenkil müfrezesinin çatışmasında öldüler.

Şiddetli kış yaklaşıyordu. Göçebelerin ne stokta ekmeği, ne kuru otu, ne hayvan ağılı, ne evi -  hiçbir şeyleri yoktu. Yiyecek ve ev olmadan böyle kıştan daha tehlikeli ne olabilir ki? Arkadan canlı düşman askerler sıkıştırıyordu. ileride – sesiz düşman – doğal felaket yaklaşıyordu. Keşke bütün yıl yaz olsaydı o zaman kazaklar bir yerden bir yere göç ederler, mutlu olurlardı. Bazı aullar vatan topraklarını terk etmek, Çin ve Moğolistan’a geçmek zorunda kaldılar. Diğerleri ise dalgınlıkla yarı yolda ipi boynunu boğan yabani bir at gibi durdular.

Kışa doğru halkın sindiği görülüyordu, yine ilçe yöneticileri canlanıp kendine geldiler.

Spask yakınlarında Kunduk kuşağından altı ilçe yöneticisi çıktı. Köylü şefi(hocası) Spass'a gelip Aybakirin evlerinden birini  kontrol altına aldı. Bezirgan kasketi yana yatırıp gururla yürüyordu. Onun düşüncelerine fabrikanın sahipleri, ingilizler, köyün başı, herkes ona kulak kabarttı. Görünen o ki ilçe yöneticileri de onun etkisi altında kaldı. Fabrika asker alma günlerinde büyük fuara benzemeye başladı. Kazaklar buraya farklı üretimler getirmişlerdir. En iyi beslenen ve en iyi yetiştirilmiş hayvanlar en pahalı ve en nadir eşyalar gibi buraradydı. Her türden bir çok eşya zanaatçı işleri vardı.

Tüm yaz halk sopa ve mızraklarla tüfeklere karşı kendi hakları korumak için mücadele ediyordu. Fakat sopa ile tüfeklere karşı çıkılmaz, direniş yararsız oldu ve insanlar bunu kabul edip ilçe yöneticilerden daha bağımsız oldular. Asker kaydını silme, fabrikada işe alma veya hastalığın tedavisi – hiçbirşey rüşvetsiz yapılmıyordu. Köylü şefinin kendisi Aybakir, ilçe yöneticiler bağımsız insanlardan son paraları aldılar. Mutsuz insanlar sahte rapor almak için sağlık memuru olan Ivan Antonoviçe bile rüşvet veriyorlardı. Anlaşılan rüşvet bu topraklarda hiçbir zaman o kadar popüler olmadı, hiçbir zaman insan vicdanı ve onuru bu kadar düşmedi. Atmaca leş yiyor ve onu  hor görüyorlar insan de bu günlerde kardeşini yiyordu. Fabrika avlusunun ortasındaki demir çatılı evi saran kalabalık yalvarırcasına gökyüzüne bakıyordu. Dipsiz gökyüzünde açık bir bulut parıldıyordu. Yer yüzünde kalmayan hafif, beyaz bir adaleti andırıyordu.

Sarybala amaçsızca gri çatılı evinin yanında kalabalık içinde dolaşıyordu. İç karartıcı bir manzara onu korkutuyordu ve bu durumu gözyaşları ve acıma uyandırıyordu fakat buradan kaçacak gücü yoktu.

Komisyon oturduğu yerden elleriyle tüm çıplaklığını kapatan delikanlı çıktı.

Onun sol gözü büyük bir tümörle kaplıydı.

Hemen akrabaları yanına koştular.

Özgür bıraktılar mı?(Özürlüğüne kavuştun mu?

Bıraktılar.

Oy Allah’ım benim biricik oğlumu bıraktılar. Allaha şükür. Kurban keseceğim.- Yaşlı baba bağırıp ağlamaya başladı. (Yaşlı sağlık memuruna rüşvet vermiş ve o bir iksiri gözlerine damlatmış.

Neden seviniyorsun ki baba? – acı ile delikanlı sordu. Sanırım  gözsüz kaldı. Eğer bana gözümü geri verseler o zaman sadece işe değil aynı zamanda savaşa giderdim. Eğer seni kaybetseydim iki gözümü kaybetmiş olurdum diye ağıt çekiyordu baba. Hadi çabuk Ivam Antonoviçin yanına gidelim, çok acıyor belki bana bir ilaç verecek. Akrabalar jigiti kucaklayıp sağlık memuruna getirdiler. Haberci olan SIMAK sundurmaya çıkıp sanki birini kaybetmiş gibi şöyle bir göz attı. Giden yaşlı adamı görüp çığlıkla onun arkasından koştu.

 

Kendi oğlunun gözlerine acımayan yaşlı bir adama neden acımak gerekiyor?

Sımak köpek gibi sütü içip yutkunalarak döndü. Çoğu asker adayılar soyunup kendi sırası beklediler. O sadece şaşı değil onun sağdaki gözü hiç görünmüyor göz lekesiyle kapalıydı. Eğer kör askerliğe yayarlı olmuyorsa ozaman şunu da alamazlar. Sımak çıkıp söyledi.

Kim Kalı Cakan? Çık!

Benim. - Göz lekesiyle kapanış gözüyle olan Aban cevap verdi. – O Allah beni alsınlar. – genç mırıldamış. Sarıbal şaşkındı. Kalmak - herkeste bit tek arzu vardı fakat bu genç asker olmak istiyor. Haberci Kali çağırdi fakat onun yerinde Aben gitti. Çok geçmeden döndü. Hoş haber için ödemesidir.

Aldılar!

Onun sevinci hiçbir kimse anlamadı. Aben eve gitti. Sarıbala onun peşinde koşup sordu.

Agay siz Cakinin oğlu değilsiniz değil mı, ben Kaliyi biliyorum.

Çok boşboğazlık etme! – sağlıklı gözüyle kırpıp uyardı. – Benim karım ve çocuklarım var. Benim yerine inek, dana ve bir at alacaklar. Ben on beş yıl çalıştım ve okadar para kazanmadım. Eğer hayatta kalırsam dönerim.

Karı çocuklar razı oldu mu?

Onların başka çaresi yoktu. Kuş uçuyor, hayvan koşuyor, herkes yemeği arıyor,herkes yaşamak istiyor. Ağlamaktan sonra izin verdiler. Eğer başka çare yoksa ne yapabilirim ki?

Abenin görünüşü neşeliydi fakat içinde bir korku ve üzüntü vardı. Onun sesi titriyor. Sarybala geri kaldı. Aben gitti fakat onun sesi uzun bir zaman çocuğun kulaklarında kaldı. Sarybala döndüğü zaman komisyonun odasından geniş bir sakalle çıplak bir adam çıktı. O öfkeden titredi. Elleriyle kendini kapatmaya unutup heyecanla bağırmaya başladı.

İnsanlar bakın ben otuz bir yaşında değilim ben tam kırk yaşında bir adamdır. Lanetliler beni neden daha önce açlığı azaltılar. Keşke daha önce bunun hakkında birşey bilseydim. Kendini ölücektim fakat bu çakalları yanıma alırdım. İlçe yöneticiler sadece rüvşet alamıyor aynı zamanda itaatsizlere intikam alıyordular. Bıyıklı adam herhalde diriniş zamanında farklıydı ve şimdi onunle hesaplaşıyorlar.

O çıktığında insanlar konuşmaya başladılar.

On dokuz otuz yaşlarına kadar dediler. Rezalet!

Eğer ellerinde kurşunkalem var ne istiyorlar onu yazıyorlar.

Herhalde biri yaşlı adamı ele verdi. Belli. Diriniş zamanında yaşlı adam onu yırtık koşmaya giyindirmeye rica etti.

Ozaman herşey hakkında bahsedilmiş. Eğer sadece konuşma için yakalamıyorsa kim evde kalacak.

Görültü dışardan herhalde içerde oturanları rahatsız etmiş. Sımak kapıcalığa çıktı. Onun kibri basit haberciden daha çok. O açıkgöz yardakçıdır. Bir eli göğüsünde sanki pirinç plakaya gösteriyor başkası dama kabzası üzerindedir. Ayaklarını yerine vurup bağırmaya başladı.

Bu ne görültü? Gene isyan etmeye başlmak istiyor musunuz? Burda köylü şefi var. Hadi sizden biri kıpırdamaya çalışsın. Hemen seni vururum. Simak K-kınından bıçağını çekerek sanki vurmaya çalışıp önünde sallandı.

Simaka bir vuruşle öldürebilen jıgıtlar haberci önünde duruyorlar. Onların arasında Lısen vardı. O direniş zamanında han olarak seçilmiş ve isyancı müfrezesi yönetti. Herkes susıyor hiçbir kimse ağzı açamıyor. Sadece arkasında atlarda ve devede oturan biri bir şey zor nefesle sordu.

Ne zaman kuyuya kulan düşecek? Kurbağa çok sesi çıkartıyor. Sımak bu sözlere hiç dikkat veremedi ve geri döndü. Asker adayılar kıyafet değiştirdiği yerde sadece bir tek adam kendine canlı hisetti ve yese düşmüyor. Bu Mirkarizm uzun kıllı, kızıl saçlı, baykuş gözleriyle tilki malahayle yüksek topuklu ayakabıda olan adamdır. Mirkazm okadar korkak olmuşken avluya girmekten korktu. Gelecek için korkan çıplak jıgıtlar arasında o çok sakindi. Malahay çıkartırıp Sarıbalyıye damga ile kağıdı okumaya verdi.

Madenci olarak çalışıyor. – Sarıbala okudu.- O zaman almaycaklar. Erkek madenciya baktı. «Yalan söylüyorsunuz. Belge sahte. Sizi biliyoruz». – onun gözleri böyle dediler. Mırzakarım kavlamış dudaklar yalayıp gülümseyordu. Komik şarkıyı hatırlayıp erkek gülümseye başladı.

Evlenmeye karar verip

Zeynep karşısında ölmüş, kör olmuş.

Ne hoş görmektır.

 

Ve o ne kadar akıllıydı ne kadar kurnazdı.

Fakir Mırza açgözlülükle bakıyordu.

Mırzakarimi çağırdılar. Kapının arkasında saklanmış, bilgi gösterip hemen çıkmış. Kibirli Simak ona bile gülümsedi ve Mirza ad koydu. Onun için insan alçaklığı, çirkinliği görmek iğrençtir fakat o hiç bir yere gidemedi. Sımak onu kovmuyor Aybakirin gri gözlü damadı olduğunu biliyor. Haberci sadec Aybakirin damadı değil hizmetciye de eleştiri yapmaya izin veremiyordu.

Avluda gene görültü çıkmış.

Mırza dinleyin beni!

Değerli Bakir tüm yaşlıların tek gecindiren.

Bizim yaşı karıştırıyorlar. Daha çok yaşı ekliyorlar.

Sakat almayacağını sözü nerde?

Aybakir girdi. Sarıbala eğilip kendine saklandı ve Aybakir çıktığı zaman çıkıp bekleyen kalabalığa girdi. Herkez bir nedenle konuşmaya başladı. Birkaç istisna dışında burda uzaklardan gelen saf ve sade kazaklar durmuşlar. Sadece kendi insanlar ve ilçe yöneticiler değil aynı zamanda şehreli yöneticiler kaldırıyordu. Küçük fabrikadaki çalışanlar bu durumu da akılıca kullanmaya çalıştılar. Kalabalığa güzel soy atla gelen Beygamet ve tilki kürkte olan Orınbek yaklaştılar. İkiside utanmayan onların cebinde olan para, rüşvetler hakkında konuşmaya başladılar. Sarybala şaşkınla birinin pahalı kemere ve başkanın güzel atına bakıyordu.

Mihail Çernıh Egor bir zenginin babası içeriye girmiş. O yaşkı keskin adamdır ve sarhoş olurken küstahlı olmaya başlıyordu.

Bak kazaklar bir birinden deri çıkartıyordu.- Çernıh gülmeye başladı.

Neden gülüyorsun Mıkola. – Baymagabet sordu. – Kazaklar parça parça tükünüyor ruslar ise kürekle çekiyor.

Hayir hiç bir rus Aybakir gibi kürek çekemez. Para artık onun evinde sığışmıyor o yüzden onları avluya atıyor.

Fakat senin paran bile bahçede sığmaz.

Bizim rüşvetimiz yok sadece ticaret var.

Sadece bir tek yağmacılık var. – Baymagambet söylemeye devam ediyordu.

Aptal. Nasıl sadece yağmacılık? Rüşvet alması için yargılanıyorlar. Atı senden alacaklar bir de hapishaneye atacaklar.

Ozaman kim özgür kalır?

O halde kim devlet memurlarda revşet almadığını söyle? Çernıh sustu ve tek hörgüçlü boz deveye baktı. Gururlu hayvan kalabalığın üzerinde yüksekle başı tuttu. Bu nadide bir deve oldu herhalde Tama kuşağında yüksek fiyatle alan uzaklarından getiren devesidir. Çernıh büyük bir adamdır. Taşkentten onun için trenle bir eşeği getirdiler.

Satır mısın? – Çernıh sordu.

Sahip hayir anlamına başını salladı. Çernıh suratı asmış fakat bu anda Beygambet onun yanında gelip kenara çekmiş ve mırıldamış.

Mıkayla satmaz hediye olarak sana verecek.

Eğer böylese ozaman bana bir hediye ona vermem lazım?

Kuşkusuz. Onun kardeşi asker kayıttaydı. O fabrikada çalıştığını ingilizlerden ona belge getir veya kendine müdürle konuş. Onu askerlikten muaf ederesen hediyeni alırsın.

Çernıh düşünceye daldı. O da çok üzülüyor bu yüzden sürekli alkohol içiyordu. Onun iki oğlu cephedeydi. Eğer dönse? Rusya üzerinde büyük bir tehlike vardı. Eğer felaket olmasaydı ozaman kazakları da yardım için çağırmayacaktı. Almanlar kazanırsa ruslar ne yapacaklar? Çoğu zamanla sarhoş olup Çernıh bağırmya başlıyordu. – «Kendi memleketten canımı esirgemem, savaşmaya gidecem». Tek hörgüçlü deve onun savaş hakkında unutturuyordu ve tüccar söz verdi:

Halledecem. Hadi sahibiyle konuşalım. Sarıbala açıkça onun sözlerini duydu ve Çernıh Baymagambetle tek hörgüçlü devenin yanında yaklaşması görünce onlar ne hakkında konuştuğunu anladı. Abayin şiirleri hatırladı.

Sadece yanda baş başa kalıp

Anlaşabilecek.

Herkes için rüşvet reisidir. Ne Allah ne yasa rüşveti kabul etmezler. Neden bizim için hiçbir kimseyi celazandırmıyorlar? – öfkeyle çocuğu düşünmüş. Yanda durup Sarybalının tanıdığı adam bir çicek hastalığın izleriyle yanaklarda olan ve büyük uzun kirpikli jıgıtle konuşmuş. Dürüş ve çok uzun boy olmayan adamında  gizli bir güç hissedildi. O iğrenç olarak görültülü kalabalığa baktı.

Rusya mutsuz, Nırmal Baysılkovıç. – Stepan konuşmaya devam etti. – Japonlar kendi askerlerine silah verdiği zaman bizim kralımız bize ikonları verdiler. Kursundan tahtanın parçası kurtaramaz. Ve şimdi almanlar bizi silahlarla vurduğu zaman tüfeklerimizi hiç yetmiyor. Böyle cephededir fakat ülke içinde daha iyi değildi. Rüşvet, soygun, şiddet, sarhoşluk, cehalet hepsi bu insanları boğuyor.

Bunun hakkında Kral bir şey biliyor mu? Eğer biliyorsa neden yasaklanmıyor?

Biliyor fakat yasaklanmaz. Sadece aptal oturduğu dalı keser. Kralın tahtı kirli işler ve alçak insanlarda duruyor.

Sesiz olun. – Nyrmak uyardı fakat Stepan ateşli ateşli söz etmeye devam etti. Şimdi fabrikada çalışıyor. İkinci at o kadar zayıftı ki ayaklarının üstünde dahi duramıyordu. Akımbay kendi koyun sürücü sabahtan akaşama kadar otlatmış. Tek çok sıkılıyordu o yüzden geçen insanları yanına çağırıyordu. Onlarla konuşup rahatlanıyordu.

Akımbar konuştu ama onun gözleri herzaman koyunları izliyordu.Yaklaşık 40 koyun çok zayıflamış ve kış geçmesinden sonra tepe yamacında açlıkla ot yiyordu. Beygir örtüsüyle kaplanılmış atı da onların yanında ot yiyorlardı.

Bey zaman zaman tuzlu peynir yiyordu. Fakat dışler olmayınca emmek zorunda kalıyordu. Akımbay altmış yaşında doldurmak üzereydi fakat onun yüzünde hiç buruşuk ve sakalında bir tane bile beyaz kıl yoktu. Altın kartalın tırnakları gibi kalın oynaklarla onun parmakları yamrı yumruydu. Kayada eğrı büyümüş olan ağaca benzeyen zayıf kamburlaşmış adamdır. Ne zor kış ne zaman bu yaşlı adamın ruhu ve vücüdü kırmadılar.

Canım gidebilirsi.- yeterince konuşup söyledi. – Benim konuşmala sonu gelmez. Geç kalma.

Sarıbala ata binip gitti. Atın üsütünde oturup o daha çok yaşlı adam ve onun koyunları hakkında düşündü. Her şey bakmamasına rağmen okadar başkaların hayatı koruyordu. Ona ne diyebilirsin ki – delli, inatçı, özverili?

Fabrikadaki avlusunda kar eriyordu. Çatılardan saçak buzular sarkıyordular. Sokaklarda gölekler ve çok acele eden insanlar vardı. Etraflarından heyecanlı sesleri geliyordu:

Kralı devirildi.

Nıkolay artık yoktu.

Evlerde hiçbir kimse kalmadı herkes fabrikadaki meydanına gitti. Sarybala ata binip meydana geldi. Meydanda çok insan vardı. Beyaz gömlekte olan çatal sakallı rus adamı ateşli ateşli konuştu:

Bizim büyük kralımız istifa etti ve yerini Mıkaıl onun kardeşine bıraktı. Kral gitti fakat onun tahtı aynı kaldı. Halkımız. Düzeni ve süküneti ithal etmeyin.

Çoğu toplanmış olan kazaklardır fakat sadece ruslar konuşuyorlar. Bir yerde Orınbektır başka ise de – Baymagabettır.

Geçici hükümeti yaratılmış. Biz vatanın onurunu savunalım. Zafer sonuna kadar savaşacağiz. Kalabalıgın tarafa Stefan ve Nurmak yaklaşmıştılar ve dirseklerle çalışıp ileriye gitmişler. Hatip konuşmasıyı dinlemeye bitirmeyip Stepan sesle konuşmaya başladı:

Üç yüz sene yöneten Romanovı saltanat dönemine sonu geldi. Rus çarlık rejimi bitti. Köleliğin dumanı dağıtılıyor, sabah kızılığı parlıyor.

Kahrolsun alüvyon ova. Tüm iktidar sovyetler işçiler köylüler ve askerlerin ellerinde olacak.

Görültü çıkmıştı ve bir şey anlamak sor oluyordu. Krala alışmış olan insanlar hükümetsiz sanki boynuzsuz inektir.

Nerde genelde kralsız yaşıyorlar? – yaşlı kazah mırıldamış.

Kral olacak mı olmayacak mı yine de birine itaat etmek gerekiyordu.

Kime?

Duyudun mu?  - diye Stapan sordu. – işçilere köylülere ve askerlerin ellerinde olacakmış.

Ay bırak ne zaman onlar yönettiler? Başaramazlar.

Köylü şefi ve başka mübaşirler uzak durdular ve söze karışmadılar.

Formu daha çıkarmadılar fakat hiçbir kimse onlarla tatlı dillerle dökmedi. Herkes bu konuşmalar nereye kadar getireceğini bekliyorlardı. Sallanıp meydana çok içince kavgacı olan Karakız çıkmıştı. Şimdi o sarhoş değildi fakat ayık ta değildi. Etrafına bakıp o hükümetin iki temsilcilerine döndü.

Saygı beyler siz kimsınız? – Karıkı sordu.

Sen kimsın? – başkası sordu.

Karakız ona mağrur bakışı bırakıp fabrikanın tarafa gösterdi:

Şu borular ben inşaa ettim. Benim adım Karakız. Ben tesviyeciyim. Sen beni bilmeyebilirsin fakat ben seni biliyorum. Sen benim çalışma odasında kazakları kapanıp kürekle dövdüğü biliyorum. Neden şimdi dövmüyorsun?

Sana nasıl kralle birlikte küfredeceği dinlemeye geldim.

Saçma sapan konuşma. Eğer alcohol içtiysen eve git.

Eğer ben sarhoş olsaydım ben senin yutağı koparırdım. Maalesef az içtim. Ya sen köylü şefi beyefendi kim olarak şimdi oluyorsun? Askere alma bitmişti Kral gitmişti.

Müdür sesizce durmuş ne cavabı verebilecek ki bilmemiş. Orınbek söze karışmış.

Sormayın hiç sormayın eski hükümeti aynı yerinde kalacaklar. – tesviyeciyi kotuklanıp getirmek istemişti.

Ahh cüce sen mı beni kandırmaya çalışıyorsun? – Karıkaz kızıp Orunbenin taşı şiddetle çıkartmış.

Hükümet ve müdür kavgadan kaçınıp gitmişler. Karıkaz onların peşinde koşmaya bile düşünmemişti. Orınbeğin şapkası iki parçaya koparıp aşağa bırakmıştı.

Allah bizim kralımızı koru. Koru. Kendinden koru. – rusçası o bağırdı. Gülümseyip ve kalabalığın içine girip sesli şarkı söylemeye başladı:

 

Cesaretle arkadaşlar yürüyelim

Can olarak müdalalesinde güçleneyelim

Özgürlüğümüze yol açalım

Kendi canını verelim

Biz çalışkan ailesinin çocuklarıyız

Kardeşlik birliği ve özgörlüktür

Şu bizim savaş parolamızdır

Stepan ve başka ruslar şarkıyı da söylemeye başladılar. Kazaklarından hiçbir kimse Karıkız ve Nurmak dışında bu şarkın sözleri bilmemiş fakat herkes sözsüz şarkıyı söyleme devam etmişti. Bazı ruslardan bir şey söyleme çalıştı fakat hiçbir kimse dinlemedi.

Attan inmeyip Sarybala herkesi izliyordu. O hiç bir şey anlamadı. Nasıl kral istifa etmiş? Kim onu hükümetinden devridi. Kim ondan daha güçlüdür? Keşke onu ilk önce görebilseydik. Çok düşününce Pahreyin evine yaklaştığı hiç fark etmedi.

 

 

Süyümbay lakabı olan adamıdır.

 

Kral devirildi fakat sabit hükümeti daha yok. Kerenski geçici hükümetin başkanı para boşuna harcamıştı. Paranın hiç değeri yoktu. Şavaş devam etmişti hem cephede  hem de uzaklarda olan topraklarında iktidar kavgasında kan akıyordu. Sonunda Ekim Devrimi gerçekçekleştirilmiştır.  Büyük olaylara kazak aullarda Lenin Bolşevik Sovet adı verişmişti. Spassk fabrikası yanında aullarda kolda kırmızı bantle olan Turlubay önceden çıkmıştı. Onu çoğu taklit etmiş. Spassk ve Karaganda da işçiler cürüf gibi ingilizleri kapı arkasına götürüyorlardı. Kahrolsun burjuazları. – her ikincisi bağırdı.

Fakat hepsi bu sadece devrinin yankısıydı. Nıkolayev yönetme zamanında tüm ilçe yöneticiler aynı yerinde kaldılar. Müdürlerin düşünceler hala herkes için yasasıydı. Spasskta Orınbek yeni bir müdür olarak seçildiği hiç şaşılacak değildir.

Her gün yeni haber çıkıyordu. Bazı mutlu oluyorlardı başkalar ise üzülüyorlardı. Sarybala ikinci yıl kaldığı Pahrey ailesinin örneğe göre yeni haberler yeni kurallar nasıl alabileceği hüküm verebiliyordu. Pahrey ocak üstünde yatıyor. Onun beyaz sakal ve kalın parmaklar sigara dumanından sarardılar. O sigara hiç durmadan içiyordu. Eğer alkohol içmezse hiç konuşmaz fakat bügün sarhoş değil. Onun konuşması ilginçtır. O sürekli tatarca ana diline rusça ve kazakça kelimeler ekliyordu.

Bu bolşevikler krala karşı değiş Allaha karşı konuşuyorlar. Ben sigara ve alkohol içiyorum namaz kılmıyorum fakat Allaha inanıyorum ve ona karşı çıkamam. O Nikolay gibi pislik değildi, o on sekiz bin toprağın hakimidir.

Bırak gevezeliği babam. Senin Allah Nikolaydan daha kötü.- Huseyn küçük oğlu dedi. Küçük usta kızıl saçlı jıgıttır. Yeni askerlikten gelmiş. Zarf yapıp onları satmak – onun tek bir işidir. Hiçbirşeyden memnun değil. Kavga etmeyi sever ve galip gelmeyip sakin olmuyor.  Şimdi kaybedeceği hisederse mutlaka rezalet çıkartacak. Baba onun kavgacı karakteri biliyor o yüzden hiç tartışmaya başlamıyor. Fakat onun oğlu hiç susmuyor:

Ben bolşeviklerden hiç korkmam. Benim ne zenginliğim ne sağlığim ne de mutluluğum yok. Onların karşısına zengin ve sağlıklı olan titresinler. Babam sende korkma ne de olsa tüm altmış sene sen senin hayatı kurtarmaya çalıştın ve sonuna kadar beceremedin. Artık yaşlı oldun fakat yaşamayi devam etmek için ihtiyacı bitmemiştı. Artık bolşeviklerin müdürü bize ne verecek bakalım: « Daha önce küvetsiz olan şimdi daha güçlü olacaklar».

Pehreyin ortadaki oğlu otuz yaşındadır. O uzaklıkta göremiyor ve herzaman kendi kutu uğraşıyor. Bir anda onu avluda saklanıyor başka anda evine getiriyor. Menlykan sokaklarda bir şey satıyordu bu kutuyle aullarda dolaşıyordu ve şimdi nu kutu nereye saklanabileceği merak ediyor?

Hüseyinı dinleyip şöyle dedi.

Evet kim daha önce küvetsizdi ilerde güçlü olacaği bolşevikler bağırıyorlardı. Yegoraya baskı yaptılar ve soydular. Sonra Seyıtkamalovu ve Trıponovunun yanına gelecekler. Sonra benim kutumu da alacaklar.

Ne benim zarflerim ne senin kutunu dokunumazlar.

Sence stokçular dokunamazlar?

Ben stokçu değilim. Ben kendi zarflerim yapıp satıyorum.

Beni hapishaneye atarlar. – diye Menlika endişeleniyordu.

Kutun çatısını kaldırıp içeriye baktı. Faklı ilaçlar, iğneler, ipler, gibi çok şey içinde vardı. Hepsi bu bir ineğin fiyatıdır fakat bu ürünler olduğu Melikan söylüyor. Yemek yiyip bile bir şey hesaplanıyordu. Sarybala kutun sahibi kendine çok övmeyi sevdiği bilmiyordu ve bir gün kutun içine bakıp sordu:

Bu kadar mı?

Canım burda bir sürü değerli şey var. Koyun içinde kürt çıktığı zaman sadece bir tek bu şişe için kazakları koyun veriyorlar ve hasta olunca sadece üç hap için yıllık kuzu vermeye hazırlardı. Böyle ilaç hiç bir yerde yok. Bu küçük kutun içinde bir koyun sürüsü var. Onu nerde saklanayabilirim ki? – diye Melikan merak etmişti.

Odaya Şeyhi Pehreyin en büyük oğlu girmişti. O Akmolanskta yaşıp kuaför olarak çalışıyor ve yeni akrabalar zirayet etmek için geldi. Kardeşlerine biraz kibirli davranıyor nasıl olsa ilçe merkezinden geliyor. Herkes orda kibirli olmaya başlıyor. Fakat belki o böyle doğdu. O mektubu getirdi. Tüm Spassk şaşırtabileceği içinde haber vardı fakat Şeyhi rahatça söyledi.

Çocuklar iyidır. Siz ne zaman gelebilirsiniz soruyorlar.  Size selam veriyorlar. Kolçak Petropalovsk ve Kokçetav işgal etmiş yakında Akmola gelecek.

Pahrey ihlayip aşağa indi. Menlikan ve Hüseyn bir anda kalktılar. Öğle yemeği hazırlayan yaşlı kadın açık ağızıyle donmuş.

Kolçak - herkesi sadece bir tek kelime korkutmuş fakat Şeyhi sakin kalıyordu. Ben hiçbir zaman kendime paniğe kapılmam. Ayak ayak üstünde atıp sağ elindeki parmaklarını şakırdarak konuşmaya devam etmişti:

- Kalçak gelsin. Ne Kalçak, ne Kerenskiy, ne de Nikolay hiçbir kimse umrumda bile değil. Herhangi bir hükümet olsa benim için tün insanlar aynıdır.

- Senin umrunda değil fakat benim Hasan nasıl kendine hissediyor? – diye yaşlı kadın bağırıp ağlamaya başladı. – Kolçağı biri oldürünce geri dönecek. Fakat bu şeytan hala yaşıyor.

Yaşlı kadın ağlayıp Hasanın mektubu buldu. O askerlik yapıyordu ve evden askere gidip daha eve hiç gelmemişti.

Annem beni hangi parazitler işkence yaptığı bak. Onları öldürmek için ilk önce Kalçağı ve Nıkolayi öldürmem lazım. Zarfa birkaç tane bit koydu. Mektup gitmeden bitleri korumuşlar.

Yaşlı anne ne kadar zor ne kazar kötü oğlu için oluyordu fakat oğludan mektubu alıp rahatlanmıştı. Onun hızlı dönüşü bekliyordu. Oğlunu Kalçaktan korumak için değerli mektubu okumayi bitirip ateşe atmıştı.

Kendi başı tutup Pehrey kendi kendine konuştu.

Laanet insanlar bizi kandırıyorlar. Ne Nıkolay Ne Kerenskıy ne de başkalar herkes bizi kandırmaya çalışıyor. Kime inanacağiz ki? Tüm hayatı iyi zamanı gelmesinde geçti. Bire, ikinciye, üçüncüye inanmışlar fakat herkes kazanmış.

Kim kandırdığı kim doğru söylediği bu günlerde Sarybala hiç anlamıyordu.

Bir gün sokakta çok genç asker görmüş. Evlerine girip biri arıyorlardı. Üç veya dört Baysalıkova Nurmakayi refakat etmişler. Bağlamış elleriyle Nurmak atların yanında yürüdü. Siyah satın gömlek kamçı vuruşlardan yıprandı. Başından kan akıyordu fakat adam gururku yürüyordu. Hiç başını eğmıyordu ve kendi acı göstermeyip aman dilemiyordu. Zaman zaman insanlara bir şey bağırıyordu.

Kolçak yakında ölücek.

Sus. – diye genç askeri bağırıyordu ve gene Baysalıkovayı kamçıyla vuruyordu.

Tüm bağlamış insanları Kalçakçılar hapishaneye attılar. Orınbeki bile tuttular. Onun sözlerine hiç inanmadılar ve başkalarıyla birlikte Akmolinska gönderdiler. Fakat Orınbek yakında hapishaneden çıktı. Aybakir ona yardım etti. Spaskka dönüp Orınbek polis olarak çalışmaya başlamış.

Ne suda batmıyor ne de ateşte yanmıyor. – insanlar konuşuyordu. Fakir Bekanında açıkgöz oğlu doğumuştu. O Allah...

Beyazlar geldiği zaman Mustafa çocuğu hemen Spassktan aldı. Cocuk aula gitmek istmedi fakat baba dediğinden hiç dönmedi.

Onlar uzun zaman ıssız bızkırda bir süre sesiz gidiyorlardı.

Aga.- diye oğlu sessizliği bozdu.

Ne oldu canım?

Neden okulu bitirmeye izin vermedin?

Hiçbir kimse tüm bilimi doldurmaz, oğlum. Eğer üç yıl boyunca okumasından sonra kafanda bir şey çıktıysa ozaman bu dünyada son adamı olamazsın. Eğer çıkmadıysa ozaman hiç bir okul sana yardım etmez.

Tundiği açınca yurtada ne olduğunu sadece görüyorsun.   Fakat Kalhan açtığı zaman tüm dünyayi görülebilir.

Her gördüğümüz şeyi faydalı olamaz canım. Belki şimdi her şey göremezsen daha iyi olur. Karışık günler gelmiş her şeyde süreklilik yok. Orınbek sadece yönetilen insanlara hizmet veriyor.

Kim vicdanı aç karnına ve şöhret düşkünlüşü için satıyorsa o insanı kuşkusuz anne babası ve kendi halkı satabilir. Canım benim böyle insanlardan uzak dur. Her kuşu kendi yuvası koruyor. Ben kuş gibiyim. Durumu düzeltmesine kadar benimle kal. Gençler ne iyi ne kötü anlamağini merakı oluyorlar. Ben seni kötülükten korumak istiyorum . Doğru yolu göstermek istiyorum.

Ben daha çocuk miyim? Hiç bir şey bimiyorum muyum yoksa?

Sen daha çocuk olduğunu senin sorunudur. Sadece aptal bir genç her şey bildiği söylebilir. Ağacın dalı meyvelerden eğiriliyor akılı başı ise – bilgilerden. «Yenekli olan herşey ulaştığımı söylemez daha çok şey öğrenmek istiyorum» – diye söylecek.

Mustafa sabirla oğlunu öğretmeye çalıştı. Sarybala dinledi. Susuzluktan onun dudakları çatlamış ve yanında ne aul ne kuyu ne de çeşme yokmuş. Açık bir sıcak gündü. Yakıcı kuvvetli rüzgar esiyordu. May ayi daha gelmedi fakat tüm koru ot yandı. Yağmur yoktu. Ne tepe ne ormanle korunmayan bozkır  korumuştu. Bazı kah burada kah orada tozutup kasırga çıkıyordu. Geniş ovasında nadir ekimlerin küçük parçaları görülüyordu. Genelde bu zaman kadar otları dize kadardı fakat bu yılında biraz çıktı ayak bileğine kadardı. Bu otla bile çekirgeleri yedirilmez. Çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri ne yapacaklar, kış gelmesine kadar nasıl hazırlanacaklar? Eğer yağmur yağmazsa daha yaz zamanında herşey kaybedecekler.

Kuraklık hastalıkları getirmişti. Tifo her iki ailesinde ortaya çıkmaya başlamıştı. İnsanlar bulaşık hastalıktan ölmeye başladılar. Ondan nasıl kurtabilecekler bilmediler ve sağlıklı olanlar hasta insanlarla konuşmaya devam etmişler. Hakimler ozamanında yoktur. Mustafa her zaman Tanrıyı yalvardı.

O Allah biraz merhametli ol. Benim halkım felakettedir. «İyi bir misafir gelirse – koyun iki kuzu doğacak, kötü bir insan gelirse – su kalkmaz». – bizim gecen kuşaklarımız böyle söylüyorlardı.

Kalçak hükümeti tüm felakatleri getirdi.

Son olayları hatırlayip Sarybela korkuyla anlatıyordu:

Bu beyaz olan insanlar çok korkunçtu. Nurmakov kanla kaplıydı. Namluyle vurdular. Herhalde ölücek. Koybagaradan koşmayi, Cumaşından  beyaz alını olan atı aldılar. Herkes bağırıyordu, küfrediyordu. Eğer biri direniş gösteriyorsa kırbaçle vuruyordu. Herkes korkmuştu ve faklı yönlerine koşuyordu. Eğer onlar insanları inlendiriyorsa iyi bir sonu bundan olmayacak. Onlar da Allah üstündedir hiç bir kimse onun cezasından kaçamaz.

Ahh Abayin şarkıları biliyor musunuz?

Birazcık. Akıllı Abay çok şarkı söyledi. Bir şey duyudum ve hatırladım.

Acelesiz konuşup baba ve oğlu yolu devam etmişler. Erkeğin atı biraz topallıyordu. Babanın atı da istemeyerek yürüyordu ve eğer kırbaşla vurursun tepki gösteriyordu. Kazaklar atların kendi kanatları olarak zanettiği halde bazı onlar sudan daha yavaştır. Akşama kadar sadece Koktal ˗ Cariğa gelmişlerdi. Daha önce burda çayir ot okadar iyi ki atlar otların içinde hiç gözükmezki. Koktal küçük nehri otlarında saklıyordu. Elibay kuşağın altmış ailesi Kara Nurıdan göç edip bu korunan yerinde altı yıl yaşadılar. Şimdi onların ağlı boştu pullar Cayluğuya gittiler. Bazı aullarda hırsızlar saklanıyorlardu ve yalnız yolcuyu saldırıyolardı. Bunu hatırlayip Sarybalayi bir korkudur alıyordu. Kendi aulların bazı ağılları onun için şimdi mezarlık gibi. O onlara korkuyle bakıyor. Şu anda belki beş altı hırsız çıkacaği görür gibi oluyordu. Onların yüzleri meldivenle kapalıydı.

Kırbaçle vurup ve «Gözleri kapat» bağararak saldırıyorlar.

Sarybala titrenerek bağırdı.

Aga

Ne oldu canım.

Hırsızlar bizi dokunmazlar.

Allah korusun. – Dokunmazlar. Eğer korumazsa – çekirgeler koruyacaklar. Hırsız kendine insanlardan saklanıyor. Ondan neden kormamız gerek. Korkuncun gözleri büyüktür.

Sizin için Allah yerinde kim daha korkunç olabilir ki?

Kim Allahtan çok korkuyorsa o insan başkalardan kim olursa olsa korkmaz.

Kim yersel hayattan korkuyorsa göksel hayattan korkmaz. Allahtan sadece korkayabilrsin canım.

Kurama aulların ağıllarından sağ selim geçmişlerdi. Fakar Sarubala korkunçla bir kaç defa arkasına baktılar. Rüsgar artık esemiyordu. Daha sıcak olmuştu. Sivirsinekler ve atsinekleri ısırmaya başladılar. Atları kuyruğunu sallanıp ve başıyla sarsılarak ifritleşiyordu. Eğer atsinek ısırıyorsa kan bile kalın derinde çıkıyordu. Erkek ot tutamıyle kendıne vuruyor. Göz kapağı ve alını sivirsineklerin isırmasından şiştiler. Mustafa kendine hiç korumuyordu. Sivirsinek sanki onu hiç ısırmadılar. Onun kafasına kuzun derinden yapılan şapkası vardı. Basit kıyafeti ve çizme ayakabı giyimişti. Sesizce at üstünde oturuyor ve etraflarına bile bakmıyor.

Boyazımı korudu. – diye erkek şikayet etmişti. Kendi elleriyle kendini koruyor. Yaşlı adam çocuksuz kaldığı hiç bir kimse bile itibar etmiyordu. Orınbek bizim son atımızı alındı bir de tehdit edip Hamen hırsızı bulmaya emretiyordu. Biz becerikli hırsızı nasıl bulabilir ki? Hamen hırsızı bulmak için atı almıştı fakat geri vereceği söz verdi ama sözü tutamadı. Şimdi Orenbeği bulmak gerek. Kötü bile olsa ama atıdır. – Tokal ağlamaya başladı.

Tamam Tamam. – sert biçimde adam farketmişti. – Allah ne vereceği bilmemesi daha kötüdür. – Mustafa dönüp yalvayarak sordu:

Böyle kazaklar da cennete gidecek mı?

Herhalde. Onlar da müsülmanlar.

Hangi onlar müsülmanlar? Onlar sadece çakallık dedıkodu ve şiddet yapabilirler. Onlar edepsiz, cahil, korkak bir de tembellerdir. Namaz kılmaya bilmiyorlar ve oruç tutmuyorlar. Eğer böyle insanlar cenette giderse o zaman böyle cenetten uzak dursam daha iyi olur.

Suyeke siz insanlarda sadece kötü tarafları görüyorsunuz. – onu Mustafa sakinleştirmeye çalıştı. – İyi taraflarlar da görmemiz  lazım. Allah temizliği ve düzenliliği kabul ediyor. Kazakların çok yetenekleri var. Mekke'ye giderken farklı ülkelerden gelen insanlarla tanıştım. Fakat yabancıya bedava bir şey verdiğini hiç göremiyordum. Su bile satıyorlardı. Parasız açlıktan orda ölebilirsin. Kazaklar arasında çoğu parasız, atsız, akrabasız ve arkadaşsız yaşıyorlar. Bizim topraklarımıza ruslar, özbekler, tatarlar geldi ve ne kadar zengin olduğunu görüyor musun. Bu sadece bizim topraklarımızın zenginliği değildi aynı zamanda bizim canlarımızın cömertliğidir. Biri ölürse ve ölünen olan insanın akrabalarına destek olması veya yaşlı insanlari saygı duyması gibi sence adetlerimiz kötü mü? Eğer birin hayvanı açlıktan ölse onu yedirmesi veya biri zor durumda kalsa ona yardım etmesi – kötü mu? Bahsettiğini aşağılık törelerden halkımız çoktanberi rezalet ve lanetin damgası koydular. Kötülekten olmayan iyiliğii anlayamazsın. İyilik daha güçlü olunca – kötülük gidiyor. Beş gün yaşamak için on gün savaşması lazım. Sonunda herkes ölür fakat iyi geleceğimiz için savaşmamız lazım. Sonunda biz de ölüceğiz Meleke. Mezarı hazırladığı iyidir. Çay içmeyi bitirmeden önce adam kalkıp gitmişti. O herhalde sıkılmış. Ocağa gelip ateşi üflemeye başladı. Mustafa dua okuyup ata bindi. Çıkınca oğlu sordu:

O adam müsülman mı?

Neden bu sorudur?

Eğer müsülmansa ozaman neden sizinle namaz kılmıyor? İslam bir duada değil. Herkez oruç tutuğu ve dua ettiği insanı cenette giremez ki. Eğer insan kötüyse ne dua ederse ne oruç tutarsa hepsi bu onun kotü tarafı saklanmaz. Yüz kere bile dua etse hiç bir şey yardım etmez.

Eğer herşey canle bağlıysa neden çok şariatın kuralları var?

Çelme atıyorsun evladım? – diye Mustafa güldü.

O cevap vermek zorunda kalmadı Mustafanın dikkati uzaklıkta olan dumanlı yangınları ve insanların toplanması çıktı. İlerde Karamol yanında Tenzıbay kuşağın aulları bulunuyorlardı, onların arkasında ise Semena bölgesinde Orınbay kuşağın kalabalık aulları vardı. Sanki alıştığı gibi herkes stepe çıktı. Orda çok insan vardı. Eğer toplandıysa ozaman neden okadar aullardan uzaktı.

Sarybala çok mutlu olmuştur ve kendi atı getirince böyle dedi:

İyi geldik.

Kurban sunma gibidir.- Mustafa dedi.

O doğru tahmin etti. Carlaut nehri yanında birkaç ocağı kazınmış ve her ocağında dolu etin kazanı vardı. İçinde kuzu, keçin derisi vardı. Her kümesinde mula oturuyordu ve ellerini dağatıp dua etmişti ve tespih çıkıyordu. «Allah kabul etsin» hayvanları kestiyen insanlar bir birine söylediler ve «Allah bizi unutma» kurban kestirmeyen insanlar kazanlara bakıp söylediler. Et daha hazır değildi. Sabırla yemeği bekleyip onlar sadece bir tek şey hakkında konuştular:

Gecen senede de çok sıcaktı. Yemeği verdiği zaman insanlar çok mutluydu.

Orda bulut çıktı. Vallahi yağmurluydu. Kim bilir ki bir anda bulut çıkıyordu başka anda saklanıyordu.

Allah bizi kandırmaz.

Kazanların kaldırmasın zamanıdır. Eğer et bile hazır değilse burda  tehlikelli bir şey yoktu. Yine de lezzetlidir. Bazı yaşlı kadınlar kepçe ile hafifçe sallanıyordu. Adamlar ise mula ile birlikte dua ediyorlardı. Allahtan yağmuru rica ediyorlardı. Farklı islam, şaman ve kazak duaları duyuluyordu.

Kazanları boşanıp eti yemeye başladılar. Ne kadar dua ettiyse hiç yağmur yoktu. Her zaman ki gibi koru toprak, yakıcı rüzgardır. İnsanlar doymuşlar fakat canı sakin değilmiş. Tanrıya küsüp memnüyetsizliği ifade etmek korkusuyla bazı iyi bir geleği için ümit ediyordu.

İnsanlar bile acele ederseler Tanrı ise hiç acele etmez.

Başkalar üzülüyorlar:

Allah bize yardım etmiyor herhale bizi mahvetmek istiyor.

Burda kurban etmeye bitirmişler fakat ne dualar ne kurban etmesi ne de başka şeyler yağmuru getirmediler. Kalabalığından ayrılıp Mustafa aulla gitmişti. Hiçkırmaktan sonra Mustafa dinsel şakı söylemeye başladı.

Bu insanların akıllı nerde? – Sarybala sözü kesti. – Kışlardan, kuraklıktan, açlıktan korumasıdır.

Keşke herkes Suygembay ve ruslar gibi çalışsaydı ozaman hiç bir kış korkunç olmayacaktı.

Korkunç değildi. Tüm problemiz için felaketimizdır.

Hangi felakettir?

Tembellik. Çoğu çalışmayi sevmezler. Tembellik en büyük düşmanıdır fakat maalesef tembel insanlara bile saygı duyarlar.

Ben böyle insanlara saydı duyamam.

Eyvallah.

Idcona tepelerde büyük akıcı çalılık bitiyor. İnsanlar ve hayvanlar kuyudan su içiyorlar. Burda ne nehir, ne göl, ne de çeşme yoktu. Burda doğan çocuklar yüzmeyi bilmiyorlar.

Boş bozkırında bügün toz bile yanmış ve sararmış. Nadir herhangi bir aulda kugen bile yoktu. Az deve kaldı. Eğer buzağı ineğin yanına gelirse ve tüm sütü içerse büyük ihtimalde aile içinde kavga çıkar. Aulda yaşıması zor ve Sarybala bunu biliyor fakat genede vatan torprakları görünce multu oldu ve atı vurunca çabuk giderek bağırmaya başladı:

Aula geldim!

Küçük ve kötü aul erkek için en sevimli dünyada bir yeridir.

 

 

Beyaz at

 

Çok özlediği aulda Sarybala çok sıkılmıştı. Sabahtan beri akşama kadar insanları ev işlerine bakıyordu. Şehirli hayata alışkan olan genç aultaki hayata hiç alışamıyordu. Burda oynamak için hiç bir kimse yoktu. Bir tek Sarybalıyı eğlendiren şey - ata binmesidir. Keşke onun iyi bir at olsaydı ozaman tüm zaman onunle geçirecektı.   Fakat gerçek atın fiyetı normal dört atın fiyatı gibidir. Ama ne kadar Mustafa cömert adamı olsa fakat okadar pahalı atı alamaz. Bir gün hacı yanında Bakay Aybakirin  iyi ve dürüst işciyi çağırıp rica etti:

Muhamedin yanına git ve çocuk okumadan gelmiş ve boşuna boşuna dolaştığını söyle. Eğer ona hiç bir iş bulmazsak auldan kaçırır. Myhamed iyi bir at versin ona. Çok iyi bir at veya onun gri atı istemiyorum. Ona hediye verdiği beyaz atı istiyorum.

İnsanların sözlerine göre «Eğer düşersen ozaman iyi bir deveden düş». Eğer atı istiyorsan ozaman iyi biri atı rica etmemi gerekiyor.

Bu atların fiyatı yüksektir. Eğer beyaz olan atı verirse iyi olur. Eğer vermezse ümitle kalırım. Fakat herzaman ümit edince sanki kırık sırtasıyle olmaktır.

Bakay gitmişti. Muhamedye Aybakirim küçük kardeşidir. O yeni yirmi yaşında oldu fakat güçlü yakışıklı yetişmiş bir gençtir. İnsanlarla iyi anlaşıyor ve eğer gerekirse Aybakirin sözü da kestirebilir. Mustafa kendi çöpçatandan bir genç adamına daha saygı duyuyordu. Muhamed onu reddetmeyeceğini ümit ediyordu. Bakay çıktığında Mustfanın karısı Hadica onu donatlamış:

Senin aklın nerde? Sen başlık ödedin mı? Kaç defa senin çöptan bu kızdan vazgeçmeye tavsiye etti? O hemen sana söyler: «Tut atını» Vay anasını. Keşke bu Bakayı rezaletle gönderseler.

Biraz konuşsunlar. Eğer gerçek bir çopçatan olursa ozaman onun damatı için hiçbir şey sefil olmayacak. Şimdi tamamen başlık ödemem. Böyle bir ihtimalim yok ve benim başlığım Aybakire ne için gerektir. Ona  hayvanları fazlasıyla yeterlidir.

O Allah sence gelin başlıksız olur mu

Eğer parası yoksa?

Gerçekten senin akıl nerde? Senin fakirliğe kim bakacak ki?

Ben ne zaman bunu istedim ki? Ben sadece açıkca söylemek istiyorum.

Aga tabi ki insanlar senin namusluluğa bakarlar. Bekle...

Bakmasınlar. Namusluluğu erken ya da geç yol açar. Aullarda köperkler havlamaya başladılar. İnsanlar her taraftan bir yöne konuşmaya başladılar. Hadica kapı aralayıp bağırdı.

Ne feci...- diye çıktı. Mustafa bir bile hakaket yapmadı.

Kotanda şaşılacak bir adam dırdu.Gözleri fal taşı gibi açıldı. Yırtık pırtık elbisededir. Onun ellerinde büyük bir sopa vardı. Onun bir taraftan yeleği başka taraftan demir ucu vardı. Zaman zaman sopa çalıyor. Adam yerinde zıplıyor ve saçma şeyleri bağırıyor. Sonra kendi dudağı deşti ve dudağından ip çekti. Uzun maşa kızdırırıp onları yalamaya başladı. Tüm aul ona bakıp şaşlıktan oflamaya başladı. İnsanlar büyücü yanında insanlar toplanmaya başladılar. Atları sağmaya zaman gelmişti fakat onların hakkında herkes unuttu. Buzağılar ineklerin yanına yaklaşırken  sütü emmeye başladılar.  Aç köpekler yurtaya girince eti yiyor. Bir yerde yurtada çocuğu alıyordu fakat kalabalığın görültüsü yüzünden onu hiç bir kimse duymuyor.

Tuhaf adam çatlak sesle bağırıyor:

Elini alıp ve nabzını yoklayarak gelecekten haber veriyorum. Siz ne düşünüyorsunuz anlatabilirim. Canından şeytanı çıkartıyorum. Herhangi hastalığı tedavi ediyorum.

Meldivenın ucuyle yüzü kapanıp büyücünün yanında kadın yaklaştı. O kaynatadan ve başka yaşlı adamlardan utanıyordu.

Büyücü hemen onun eli alıp yüzüye bakmaya başladı.

Başım dönüyor. – diye kadın mırıldamış. – Gözlerim kararıyorlar.

Biliyorum. Sana büyü yaptı. Seni herkesten uzatıp bir hafta dualarla tedavi etmek lazım. Asız parmaktan gümüş yüzüğü çıkartırıp hakime verdi ve kalabalığın içine girdi. Herkeste bir hastalık bulmuş. Herkes taşlarda falına bakmayi rica etti başka ise iskambildedir. Herkese büyücü fılan bakıyor, gelecekten haber getiriyor. Kim o şarlatan, hakim? Hiçbir kimse bilmiyordu. O sanki insanlara emir veriyordu. Cetpisbekanın oğlu Tokaş yeni iyileşti fakat hastalıktan sonra o şaşı ve çarpılış ağzıyla kaldı.

Zavallı adamı kötü ruhlar neredeyse boğarak öldürmeye çalışıyordu. – büyücü söyledi. – Üç gün boyunca onun başına su dökmesi lazım ve sonra geçer. Kamburlaşmış Abış onun yanına geldi. Büyücü onu sakinleştirdi.

Siyaz kuzu kestir ve sonra senin üzsünde biri yellesin. Ayaklarına kalkacaksın.

O tüm hastalıkları ve ilaçları biliyor. Hasta olan az kalsın bir birine vuracaklar. Herkes onu yurtaya çağırıyor. Tedavi görmek istiyorlar. Fakat büyücü gitmiyor, fiyatı yükseltiyor.  Titreyek ve sesle duaları okuyup ikinci aula gitti. İnsanlar onu hiç bırakamıyordu, peşinde koşuyordu.

Sarybala yurtaya döndü. Baba kaldığı yerde oturuyordu ve aşağa bakıp tespih çekiyordu.

Neden gitmedin ki. – Sarybala söyledi. – Herşey çok ilginçtır. Baba başı kaldırdı.

Ne ilginç oğlum?

Onun özel gözleri vardı. Onun bakışı  sanki boydan boya geçiyordu. Sözleri çok komiktir. Kim o kutsal? Aziz biri mı?

Magometten sonra hic bir insan aziz olmadı ve olmayacak ve herkes bunu biliyor. Bu adam aziz olmak istiyor ve mutsuz insanlar ona inanıyorlar. Hep kendini hep insanları kandırıyor.

Bir kaç defa sıcak demiri yaladı. Dudağı ve burnuyu iğneyle deliyordu. Nekadar sabırlıdır. Ne kadar özveerilidir.

Hepsi bu odaklardır. Sizi kandırdı.

Ne söylerseniz ama bu da bir işidir.

Zanaat zanaatle çekişmesidir. Gerçek zanaat altın gibidir kolay kolay ellerine gelmez.

Saryballa örülmüş  bölmesin arkasına girdi. Orda ahşap kovasında ekşi süt vardı. Başka bir şey yemekten yoktu. Sütten bıktı fakat sarı köpük iştah çıkartıyordu. Fakat Sarybala onu tadı bakmaya cesaret edemiyordu. «Nene gene bağıracak». – Sarybala düşündü.

Eğer istersen sütü içebilirsin. – baba emretti.

Oğlu küçük tahta fincanı sütle doldurmuştu. Bölümün arkasında çıkarak ekmeği aramaya başladı. Tüm aile için sadece bir tek filtre keki vardı. Sandık içindedir. Sandık kilitkenmiş ve anahtarlar annesindedir. Sarybala çok acıktı. Kilidı kırıp onu açmıştı.  Bir parçası almış ve sonra gene onu kapattı.

Sü üstüne içip ekmeği çiğnediği zaman üç küçük çocuklarla anne girdi. Bir başkasından küçüktür. Tüm üç bebek ağlayarak yemeği rica ettiler.

Bırakın. Ben nerden ekmeği alacam. – anne bağırdı. – Bir tek filtre keki misafirler için bıraktım. Eğer biri gelirse ona ne vereceğiz ki? Ne kuzu ne koyun eti ne de kurutulmuş eti pişirmek için bile yoktu. Çayi bile ikram etmeyeceğiz. Bu ne bir aile? Ekşi sütü için. Sarıkbayanın ekşi sütüyle de pek doyumazlar.

İki erkek iştahle sütü içmeye başladılar. En küçük kırmızı saçlı olan aşağa  düşüp ağlamaya başladı.

Bu köpekçi istediği elde etmeye uğraşmazsa durmaz. Ona ekmeği ver. – Mustafa emretti.

Anne ekmeği parçaladığı zaman başka iki çocuk sütü bırakıp acıklı acıklı ona baktılar.

Onlara da ver, bak nasıl bakıyorlar? – Mustafa acıdı.

Ekmekten hiçbir şey kalmadı. -  Hadica hırçın hırçın söyledi.

Çocuklara verdiği dilimleri çok küçüktür. Yetişkin insanlar bir yudumla onları yiyebiliyordu. Fakat çocuklar birçok kez ısırdılar ve çok yavaş çiğniyordular. Zevki uzatıyorlardı. Onlar okadar çabuk ekmeği bırak istemediler. Ne zaman gene yiyebilecekler belli değildi. Fakat boşuna boşuna Şariat kelimeler öğtemiyorlar «Kurana ayakla basabilirisin ama ekmeğe asla basamazsın». Kazakların herzaman ekmeğinde ihtiyacı vardı fakat hiçbir zaman çiftliği uğraşmadılar. Tedbirli ve akıllı Mustafa bile bu senede sadece bir fincanın darı ve buğdayin pudu ekmişti. Kıt ekimi işlemedi ve serçelerden korumadı. Serçeler tarlada ne bıraktığı sadece Allah bilir. Eğer Mustafa kimde ne eti ne de ekmeği yoktu hiç bir şey düşünmüyor başkalar neden gelecek hakkında düşenecekler ki?

Köy aç kalıyor. Eğer birin yanına misafir gelirse ozaman herkes ikrami alamak için buraya ümitle geliyordu. Eğer bir ailede kuzu kestiyorsa beş aile eti tadı görmek istiyorlar. Bu ayip adeti galiba açlıktandır geldi. «Doymaya kadar duyması sanki tüm zenginliği kavuşmasıdır» veya «Bir gün aç kalan insana tavsiye kırk gün isteme». – kazaklar böyle dediler. Doyuyup Sarybala babasıyle kitapları okumaya başladılar. Hacin ellerinde Hadci Ahmetin «Hikmatlar» siyah kapağında yıpranmış sayfalarla dinsel kitabıdır. Oğlu ellerinde yenide yazmış olan Abayin şiirleri vardı. Kitapları onları farklı yönlere çekiyorlar. Hadci Ahmetin ahretine,  Abayin ise yersel zor ve aydın yaşama getiriyor. Onlar sesle okuyorlar.

«Lamakanda beni adaletli olmaya öğretiyorlardı». – Mustafa düşük sesle okuyordu.

Mustafa ise sesizce şarkı söyleme başladı.

Ben de sizi sevdim.

Fakat sizi kalbinizde ne buldum?

Ne cevabı? Bir tek sertlik vardı.

Doğru değil mı? Sizin için yenilik değildi.

İtaatki kız için aşktır.

Mustafa dinleyip sormuştu.

Kim zavallı kızı kırmış?

Bu Puşkin rus ünlü şairi yazdı. Tatyana bir kızı Onegin cıgıta aşık oldu. Abay kazakçaya çevirdi.

Ruslarda kalım yoktu ve kadınlar için yol açık olduğunu söylüyorlar. Neden o alamıyor. Özgür değil mıydı?

Puşkindan daha iyi rus hayatı hiçbir kimse bilmiyor. Eğer o böyle yazdıysa doğru demektir.

Demek ki Abey rusça bildi. O Allah ne kadar akıllı başı yaratmışsın. Abeyin şakaları var. Oğlum okur musun?

Hangi şakalar?

Sen duymadın mı? Abay babası ünlü Kunanbay yaşlıyken Mekkayi ziyaret etti. O dili bilmedi. Zor durumda kaldı ve orda kaldı. Babam neden gelemedi? – Dönmüş olan  babanın yoldaşlarına sordu. «Baduam – din kuralları öğreniyor». – cevap verdiler. « Uzun hayat boyunca sadece 5 sayfa hala öğrenmedi mı?».- şakacı olarak Abay sordu. Bu haberi Kunanbayina geldiğinde hemen  cevap verdi: «Baduamda tüm dinsel kuralları var. Her kural uzun bir nehir gibiydi. Nehirin sonun yoktu. Bu nehir durmadan akıyor. Abay ise çok gençtir. Belki o bakamadan nehir üstünde atlamış. Demek ki hiçbir şey öğrenmedi.

Başka hangi şakalar biliyorsun?

Bir gün Abay kendi yaşıtlarla kumıs içip söyledi: «Eğer halk doğru söylüyorsa demek ki benim babam tepededir. Ve ben babamın üstünde oldum». Kunanbay oğlun övünmesi duyarak böyle cevap verdi:

«Eğer senin oğlun beni fazlasıyla geçerse ozaman benim seviyemi ulaşmış demektir. Şimdi ki gençlerin kendileriyle ilgili görüşleri çok büyük». Abay şaka yapmış olabilir fakat kendini hakkında böyle düşünmüş olmalı. «Eğer sende bir gün kendini fazlasıyla büyük görürsün ben sana hakkında aynı cevap vereceğim».

Kim ozaman daha büyük baba veya oğlu?

Elbette Kuneki. O Mekkayi ziyaret etti. Cami inşaa etti. Aga-sultan olarak halkı yönetti. Hem bu dünya hem de başka dünya için herşey yaptı.

Kunabay ne yapardı fakat Abay ile hiçbir zaman aynı seviyede olmazdı. Doğru değil mı? Abay sadece bir kuşak için değil tüm kazakların oğludur. Kendine düşünceleri kitapta yazmış ve gelecek kuşağa bırakmış. Kunanbay ne bıraktı?

Ahh akıllı çocuğum iyi söyledin!- diye Mustafa razı oldu ve gülümsedi. Kendini yenilişi tartışmada keyifsiz kabul etti.

Bu anda çok gülümseyerek Bakay içeriye girdi.

Şansle herhalde benim Bakay?

Bir de hangisiyle. Hiç bir Muhamedya söylemeyip hediye verdi. Eğer bile beyaz olan değil başka atı rica ettiyse gene verirdim.

Herkes yurtadan çıktı. Sarybala bakarak hayal kırıklığı canlandı. Beyaz olan atı hiç beğenmemişti. Çok küçüktür.

Büyük göbeği vardı bir de kulalkar asılıydı. – memnunsuz babaya söyledi.

Mustafa hiç bir cevap vermedi. Atın yüzü alıp dişlerine baktı sonra kasığı dokundu. Ön ayakların kas kirişi kontrol edip kuyruğu kaldırmaya çalıştı. Dikatli bakarak yavaş yavaş atı çevrindı sonra memnu kalıp oğluna yana çekerek böyle dedi.

Bu atı başka atlardan daha iyi. Aybakirin ailesi ticarette çok başarı fakat atların seçmesinde hiç. Zayif ve kötü bir atı düşününce iyi olan at bize verdiler.

Neresi beğendiniz?

Geniş bir kasığı koru bir başı geniş göğsü ve iyi bir nefesi var. İyi bir tonak var ne kadar uzun bir mesafeye giderse hiç ısınmazlar. Kuyruk ve kas kirişi çok güçlüdür. Böyle atı hiç yorulmaz. Alçak göğsü ve karın iyi toplandı. Arka bacaklar çok uzundur devede gibidir demek ki koşmayinca geniş adımı vardı. Yarışmada korkmadan katılabilirsin. Atlar faklı oluyorlar oğlum. Eğer böyle atı serbest bırakırsan başka atlardan daha hızlı olacak. Adımda daha hızlıdır. Ben ona uzun zaman bakıyorum o yüzden onu rica ettim. Eğer kötü hiç bir  başa gelemezse bizimle kalacak.

Eğer okadar iyi niteliğin sahibidir ozaman neden görüşü okadar kötüdür?

Böyle bir türüdür. Gelişince iyi bir görüşü ediyor ve hız baygi oyunu zamanındadır. Kenar ayağa kadar sabırla ben onu öğretirim.Fakat ozamande hem onu mevzun oluşu hem de nisbi süratı görürsün. Hadişanın büyük zenginliği bize bu atı hediye vermeyi zorunda bıraktı. Sandığın dibinde biraz kurutulmuş eti ve un vardı. Et kızartılıyor, ekmek pişiriliyor. Bakay şerefli yerde oturuyor. Etin kokusu hem onun hem de tüm köyde olan insanları sürüklüyordu.

 

 

İki kurt

 

Gece göğü aydınlatmış. Birbiri ardında yıldız solmaya başladılar. Doğuda şafak vakti gelemeye başladı batıda daha karanlık gecesidir. Itconataki tepeleri çıkmaya başladılar fakat güneş daha çıkmıyordu. Serin ve temiz sabahtaki havasıdır. Köyde olan insanlar daha uyanmadı. Tüm sandıklar kapalıydı. Sadece çobanlar kalktılar. Uykulu uykulu yüksek sesle esneyerek bazı öküzleri başkalar - atları eyerlediler. Öküz öncü koyun sürüsü otlağa getiriyor. Zorla inekler kalkıyorlar. Kumganle Mustafa yurtadan çıktı. Komşu uykulu uykulu esneyerek penirle kutular yerine koymaya başladı.

Uzun kınnaple bağlı olan beyaz atın yanında Sarybala daha uyuyordu. Geceleyin Sarybala kendini atı korudu. Çok uzun zaman bekleyen atı biri çalıyabilirdi veya at çobanı alıp kullanabilirdiler.

Kazaklar küçükten büyüğe kadar hayvanları seviyorlar. Galiba kazak hayvansız ve hayvan kazaksız yaşayamaz. Tüm hayat boyunca onlar bozkırında dolaşıyorlar, bir yerden başka yere göç ediyorlar. Fakat herkeste düşman var.

Uzaklarda biri bağırdı. Herhalde şimdi otlağa çıkan koyun sürüsünü kurt saldırdı.  Köy yanında asıl memeyle olan kurt çıktı. Mustafa Sarybalayi çabuk uyandırıp ona uzun huş kalın sopa verdi.

Eğer yaklaşırsan hemen vurma. Eğer sopa sana bastırırsa attan düşersın. Kurtun yüzü vur. – Acelesiyle adam tavsiye etti. Sarybala uyanmadan eyersiz ata binerek kurtun yanına dörtnala koştu. Karşı rüzgar gözlerinden gözyaşları çıkartıyor. Göğsünü bastırıyor ve erkeği arkasına atıyor. Heyecanlamış genç korkmadan yırtıcı hayvan peşinde koşuyor. Güçlü ve hızlı olduğunu etraftan bakıp insanlar düşünebilirler. Nerde cesaret orda zaferidir. Mustafa beyaz atı çok iyi çalıştırdı. Tüm engelleri aşıp durmadan koşuyor. Her zıplamasında Sarybala sanki kene gibi atın yelesi tutuyor. Yaşlı ve kurnaz kurt takipçiden kaçanmayacağinı analyıp kurganların tarafa döndü. Arkasına bakıp tepenin başına çıktı. Bu anda erkek avcıların emiri hatırladı: «Dağ geçidiyi ulaşıp kurt kovalayanlar nereye gittiğini ikna olmak için herzaman dönüyor». Çabuk yönü değiştirmesi lazım ve yırtıcı hayvan gözlerinde kaçıracağını zaman hemen geri dönmek gerek. Mutlaka onunle karşılacaksın. Sarybala avcıların dediği gibi yapmış. Dizigini çekip geri döndü ve tepeyi atlayıp geçiverip kurtle karşılaştı. Sopayi kaldırıp – kavarana. Atı tutmayip ileriye gitti ve gene geri döndü, - ulaşarak gene sopa kaldırdı. Kurt bir taraftan başka tarafa koştu ve hızlı adam kaçmayacağinı anlayınca çukurlarda saklanıyordu. Kuzu kanı onun yüzünde daha korumamış. Kaçıyorsa da fakat son dakikada savaşmaya hazır. Sarybala artık kabaetleti kanatıncaya kadar çarpık etti onun pantalonu atın terisinden ıslanmıştı fakat o hiç acı hisetmiyordu. Başında onu siyah yüzü nasıl vurabileceğini düşüncelerivardı. Fakat kurnaz hayvan eline geçmiyor.

Başka tarafta insanı görüp Sarybala kurt oraya koşturmuştu. Kötü sonu hissetip kurt bir anda durdu. Bu anda Sarybala tüm küvvetle onun siyah kafasını vurdu. Düşüp o gene kalktı. Gelecek vuruş gene onu devirdi. Onun haraktmemesine kadar sopa onun baş üstünde ıslıklanıyordu. Memnun Sarybala attan indi. Karşıya giden adam – Syıgembayemdır.

Başarılı avcılık sana herzaman canım. Senin hızlı beyaz atın herzaman başarılı olsun.

Size kurt hediye veriyorum dedem. Karşılaştığını için teşekkür ederim.

Hayir alamam. Bu senin ilk başarıdır. Deri çıkartmaya yardım edecem. Kuyruğu alacam. Bana iyi bir eşarp olacak.

Ustalıkla kurtun deri çıkartarak Syıgembay söyledi:

Bir tuzağa bir iki ayaklı kurt düştü.

Kim o? – genç kuşkulandı.

Hamen amcan. Orınbek birkaç gün onu gözetledi. Dün gece onu görüp beş adamla Hamen peşinde koştu. Onu ulaşmayacağını görünce ateş etmeye başladı.

Bir kursun Hamenanın eline başkası ayağa girdi ve o düştü. Hamenanın karısa geceleyin bizim yanımıza geldi. Çok ağlayip saçları dağıttı. Kışlamada senin bildiği gibi Hamena ve Suygembay demirci dışında hiç bir kimse yoktu. Herkez Caylaudadur. Haberi vermek için evden erken çıktı. Seni karşılaştığı iyi oldu. Ben dönebilirim. Sen insanlara haber ver.

Hamenan hayatta mı?

Burdan getirirken daha hayattaydı. Eğer yolda çok kan kaybetmezse sadece bir yara yüzünden ölmez.

Neden yürüyorsunuz?Acaba aldığınız atı daha geri almadınız mı?

Keşke alsaydım ozaman şimdi yürümıyordum.

Neden geri onu istemiyorsunuz?

Orınbek le sadece o dünyada hesaplaşayablirim. Allah karşındadır. Hiç bir kimse yakalamayan Hammenayi o yakaladı. Şimdi kesinilikle delirterecek.

Ne kadar delirtirse ama Aybakirdan üstünde olamaz. Aybakir onu hapishanede çıkardığı ve polis  olarak çalıştırdığı söylüyorlar. Neden Aybakira ricada bulunmazsın.

Neden. Sence o Orınbekin  düzensizliği hakkında bilmiyor mu? Biliyor. Eğer bilseydi ozaman benim atımı geri verirdi. Fakat eğer istemezse rica etsem bile geri veremez.

Kurtun deri çıkardığı zaman Suygembay onun kuyruğu kesti ve deri eyer yerinde koyup Sarybala ata binmeye yardım etti. Vedalaşıp yaşlı adam döndü. Geniş omuzlu ciddi yaşlı adam sopayle elinde yalnız yolda yürüyordü. İhtiyarlık fakirlik ve çocuğa olmama onu çok üzdürüyorlar fakat yaşlı adamın adımları metindır. Sarybala Suygemabayin tuhaf karakteri nasıl ifade edebileceği bilmiyordu. Yani iyi mı kötü mu bilmedi. Onu bakışla takip edince genç mırıldamış: «İlginç adam». – ve ata bindi. Sadece şimdi kabaetin acıdığı hissetti. Deri yumuşak fakat düzgün oturmak imkansızdır. Acı yüzünden bir taraftan başka tarafta kendini aktarmaya mecbur kaldı. Dizginleri tutarak Sarybala yavaş gidiyordu. Yoruldu ve çok su içmek istedi. Fakat yorgunluğa bakmasına rağmen Suygambey hakkında düşünmede devam ediyordu. «Onu hiç anlamıyorum» - bunu söyleyip Hamenayi hatırladı. Kısa boylu, her zaman asık suratı, korkunç siyah yüzüyle, zayif olan Hamen hiç bir zaman gülümsedi ve her zaman aşağa baktı. Tüm yıl byunca o yalnız yurtada'da yaşadı. Herzaman akına gidince onun karısı yalnız kalıyordu. Nasıl hiç korkmuyor, sıkımıyor? Günduz ve geceleyin Hamen bozkırında dolaşıyor. O kurt hayattan nasıl sıkılmaz ki. Tüm hayat boyunca hırsızlık hapıyor ve bu hayatta ne elde ederdi. Bir de beyaz yurtayi iyi inşaa etmedi. Hamenanın sadece bir tek zenginiliği var – ettir. Et dışında başka amacı bile yok. Kurttan neresi daha iyidır.

Onlara üçün kuşağında kardeşidir ve ünlü Mekeş için – kuzenidir. Orınbek onu kolayca yakaladı. Sarybala çok üzüldü fakat sebebi ne hiç bilmiyordu. Böyle yapmak ne kadar ayıp.

Akrabalık bağıntı Hamena için öfkü çıkartırıyor fakat onu hırsızlığı genç adamı biraz rahatlanıyor. Orınbek alçak ve namussuz olduğunu Sarybalın hiç şüphe yoktu.

Beklenmedik bir sırada at kulakları kabartmış. Yavaş yavaş giden altı süvari çıkmış. İkiside arkasında silah vardı. Kılıçlar gözüküyorlar. Birisinin göğsünde pirinç plakası var. Çabuk yaklaşıp genç adamı çevresini oluşturdular.

Selam aleyküm. – diye Sarybela selamladı.

Alık selam. Sen kimin olacaksın?

Mustafa Hadcin oğludur.

Kurtun deri nerden çıkardın?

Öldürdüm.

Tek başına mı öldürdün?

Evet.

Mümkündür. Gri gözlerin var. – Pirinç plakasıyle olan söyledi ve genç adamı ve atı dikkatle gözden geçirip Sarybalı dolandı. – Mustafanın böyle hızlı atı yoktu. Nerden onu aldı?

Aybakir hediye verdi.

Aaa herhalde sen Aybakirin damatsın.- Şogel herkesle bilenen postacı söyledi. Sarybala onu bir anda tanıdığı halde o çocuğu sadece şimdi tanıdı. Süvariler arasında başkalardan daha iyi giyinen olan ilçe yönetici Muhtar vardı. Onun gözleri sanki ölü insanın gözleri gibidır. Cansız hiçbir şeyi ifade etmiyorlar. Hain bir adamdır. Erkek onu karakteri çok iyi biliyor ve sanki ilk defa görünen kedi köpeğe bakıyordu. Muhtar da başı kaldırdı ve onların bakışları karşılaştı. İlçe yönetici birinci aşağa bakmaya başladı. Dikkatli bakışları sanki coğu hakkında anlattığını gözüküyordu. Muhtar ilçe yöneticinin ünlü Igilik dede babasında on iki bin kuzu vardı. Igliğin Tati oğlu vardı. Tatin ise Mustafa oğlı vardı. Mustafanın ise Muhtar oğludur. Hiç bir İgliğin mirasço ilçe müdürlüğü görevinden kaçmamıştı. Sadece Mustafa yönetiği zaman Ahmet bir genç adam iktidarı ele geçirdi fakat yakında öldü ve herşey eskisi gibi gitmişti. O Ahmet Kadırın büyük olan oğludur. Sarybalanın babasının kardeşidir. Baba. Kadıra Matay İgliğinle aynı zamanda yaşadı fakat on iki bin kuzu sahibi olmadı. Muratın ailesinde İgilik, Matay, Akpan, Orıybay - dört büyük çiftçi vardı – tüm kuşağın sahipleridir. Fakat yıllar geçince kuzu sürüsü sadece İgiliğinde kalmış. Başka çiftçinin işi azaldı. Kuzu sürüsü kayıp oldu ve onunle birlikte mutluluğu da gitti. Fakat soy ayrıcalıkları ve saygı gelecek mirasçılara geçti. Erkeğin ve ilçe yöneticin karşılık bakışları kuşakların eski ilişkileri ifade ediyorlardı.  

«Mahabetşe Bılal ve Mustafada bu kırmızı saçlı olan okuyor. Yarın benimle

mücadale edecekler». – Muhtar düşündü.

Evet bizden kork. -   sanki Sarybalın bakışı uyarıyordu.

Muhtarı korkutan insanlar yok etmek için herhangi bir şekilde yoldan kaldırmayi çalışır. Eğer hemen omuyorsa ilçe yönetici ikiyüzlüce rakiple arkadaş olmaya çalışır ve aynı zamanda düşman için çukur kazımayi unutmuyor.

Kralın istifa etmesinden sonra neredeyse her gün hükümeti değişiyordu ve kimin peşinde koşmak kimi dinlemek kimi güvenmek insanları bilmiyordu. Bozkırında karmakarışıklık olmaya başladı. İgliğin zamanında toplandığı Tatı ve Mustafın

soyları şimdi birkaça ilçelere bölündü. Eğer eski hükümetin kalanları elde etmezse halk kesinilikle dağılacak. Bu genci örnek olarak alsak bile. O kendini çok yükselti. Eski Matay soyu tükenen küşağın ahfadıdır. Eğer onu bir çabar gibi patlatırsak...

Muhtar kendi nefreti hiçbir şekilde göstermedi ve dostça gülüşle söyledi:

Evladım babana ve saygı Muhabetşeye selam söyle. Benim aceleğim var bu yüzden ziyaret edemem. Sen gördüğüm gibi büyüdun ve artık küçük yurtanın sahibi olabilirsın. Ne zaman evlenmeyi düşünüyorsun? Düğüne çağırır mısın? – diye gülümserek bitirdi. Sarybala hiç bir cevap vermedi. Dostça konuşmayi beğendi beğenmediği hiç göstermedi. Onların misafir olmayacağını acelesin sebebi değil Elibeyin fakir köyde hiç bir şey almayacağını sebebidir. Et, kumıs ve rüşvet olmadığı yerlere hiç bir zaman gidemez. Aybakire ise o etkilenmez. Aybakir sadece kendini hakkında düşünüyor. Birşey çıkarabileceği yerlere Muhtar sadece gider. Kazarlar dışında Kalçak polisten onu iki rus refaker ediyor. Daha önce yardımcısıyla gezmişti ve insanlar ona karşı titredi. Şimdi ise polisle çıktı. Mukhtarın anlamasında halkı iyi yönetmek için ilk önce insanları korkutmak gerekiyor. Zalimliğin yüzünden ona hain başgeldikli adı verdiler. Köylerinde aksakalın kararı hükümetinden daha güçlüdür. Adetler ise kurallarından daha küvvetlidir. Fakat aksakallarından hükümetinden ve kurallarından ilçe yönetici en güçlüdür. 

Sarybala polise pohpohçu yaranmaya çalığtığı görüyor. Kolçak çok esniyor herhalde çok yoruldu. İlçe yönetici ona yaranıyor.

Subay bey korsak kayboldu mu. Bir dakika Kazır. – diye ilçe yönetici yaranmaya çalışıyor. Kızır koyun şappan iyiyor. – cevap verip atı vurarak  ocağa gitti. Onun sözleri Sarybalın gölüşü çıkardılar.

İlçe yönetici ve onun yoldaşın peşinde tozun büyük kuyruğu uzandı. At toynakların sesi uzaklıktan geliyordu. Kara Murat köylerin tarafına gittiler. Ahh ne kadar sen Kara Murat zavallısın. Ne kadar kuzu kestireceksın ne kadar at onlara vereceksın. Yıllık ve en iyi hayvanları İnşallah dokunmazlar.Ama hain biri kendine alamazsa rahatlanmayacak.

İki at çobanı ilçe yötecinin at deve inekler gibi ganimeti sürüyorlardı. Toplam yaklaşık altmış baş hayvanı vardı. İkisinden birinin yanında elinde altın kartalı ve aşağada gümüş tasmasıyla olan köpek vardı.

Kara Kunduk kuyu yanında kuzu sürüsü uzandı. At çobanları oraya gittiler.

Sarybala onlardan önce geldi ve acıya bakmadan attan binip su içmeye başladı. Samet at çobanı küçük yaştan beri Sarybalının arkadaşıdır. Samet sopayle kurt deri vurmaya başladı ve «kırmızı olan kuzu ve siyah koyunu öldürdü. Laamet olası. Beş kuzu parçaladı. Bir tane sana yetmedi mı. Ben sana ne yaptım»?-  diye bağırdı.

Vurma tüyü bozduracaksın. – sudan dudakları ayırıp Sarybala uyardı.

Samet sakinleşti. Tahta fincanı kuzu sütle doldurdu. Ateşi yakmaya başladı. Çok avlendiği zaman bir kaç taş içine attı.  Sarybala şaşkın gözleriyle at çobanı izliyordu.

Ne için taşları ateşe attın?

Taşların yardımıyle sütü kaynatıyorlar, bilmiyor musun? Onlari ısındırıp fincana koyaam ve hemen lıkırdacak. Ozaman biz sütü içeceğiz. At çobanı misafire et veya kumıs veriyor fakat kuzu sürüsün çobanı sadece böyle ikram ediyor.

At çobanın iyi kaplar var. Atle dolaşıyor. İsterse kurdu veya yıllık atı öldürebilir.

Evet onlar daha zenginler. At arabası yerinde bozca kahferengi öküz, kaplarlardan sadece tahta fincanım ve yağlı eti yerinde süt var. Benden bile bit korkmaz ve sadece baba değil fakir insanlar bile beni küçümsebilirler. Dünyada çobandan en kötü Allahın yaratması var mı? Sabahtan beri akşama kadar kuzularla zaman geçiriyor. Yazın güneş altında yanıyor yağmur yağıca iliğine kadar ıslanıyor ve şiddetli soğukluktan titriyor. Tüm yıl boyunca kuzu sürüsü yanında duruyor. Eğer bir kuzu kaybolursa kırbaçle vuruyorlar. Tüm nasıl kontrol edersen. Hırsızlık yapıyorlar. Bir de kurtlar saldırıyorlar. Sen böyle kaderinden kaçırdın ben herhazlde hiç bir zaman patronumun hunharn tırnaklarından kaçırman.Ben sana daha önce tavsiye verdim. Hatırlıyor musun? İşte bu benim eski hayalim. – Samet söyledi ve gömlek altında köpek derine baktı.

Çocukluktan beri Samet köpek derin parçası altına giyiyordu böylece Kaksıbek patronun vuruşlarından kendini koruyor ve bügüne kadar onu hiç çıkartmadı. Ozamanında çok zaman geçti. Samet artık yirmi yaşında oldu. Sarybala ise sadece 16 yaşında oldu. Samet çobanlık yapmaya başladı. Sarybala ise okumaya gitti.

Onlar bir kaç saat geçmiş yılları hatırlıyorlardı. Kuzular bir yerde toplandılar, zor nefes alıyor, güneşten kurtarmak için gölgeyi arıyorlar. Hiç rüzgar esnemior. Ateşin dumanı yavaş yavaş uzanıyor.

İlçe yönecinin sürücüler arkadaşlarına konuşmasına girdiler. Çobanın kuzu sürüsü geriletip kendi hayvaları su içmeye sürdülar.

Elinde altın kartalle olan yaşlı adam bağırdı.

Eyy çoban bize de süt kaynatır.

«Sen kimsın ben sana neden kaynacam ki?». – diye Samet çok kızmaya başladı.

Biz ilçe yönticinde vazifesi alıyoruz. Beylik hayvanı sürüyoruz.

Altın kartal ve  at da beylik mı?

Ne kadar kıvraksın herşeyi bilmek istiyorsun?

Saklarsın saklanmazsın artık belliydi. Büyük hayvanın yarısına ilçe yönetici sahip olacak.

Senin istediği olsun. Eğer başkaların malı kendine mal edemezse ozaman o ne bir yönetici olacaksa ki? Bizin hain patronumuz açıkça talan ediyor hiç saklanmıyor. Herkes görür fakat herkes söylemez.

Keşke önceden böyle söyleseydin.

Sürücü Sameti yöne çıkıp sesizce bir şey söyledi ve onun eline bir şey koymak istedi. Samet kabul etmeyip Saryblaya döndü.

Hayvanlara su verip yaşlı adam başka tarafa hayvanları sürdü.

Samet küfür etmeye başladı. «Sakal kuzun kuyruğu gibidir. Görüyor musun Sarybala sadece ilçe yönetici değil onun yardımcısı kurt da aynı yapıyor. Benim için kuzu hırsızlık eder mısın? – sordu ve pirinç parası uzattı. Salağı bulduğunu zanediyor».

Tuhaf insanlar. Hızsızlık yapıyorlar, rüşvet alıyorlar, alay ediyorlar. İnsanlar onlar kabul etmediği görüyorlar fakat genede kendi iğrenç işi yapıyorlar. Hizmetçiler nasıl hırsızlık yapamazlar eğer patron aynısı yapıyor.

Onlar hepsi birlikte. İlçe yöneticiler, hizmetçiler herkes aynı ve irgat başları onlara hiç bir şey deme sadece para koy.

Böyle kazaklar hiç bir zaman cennete girmeceğini söyleyerek Suygembay halkıdır. Barış günlerinde bile onlardan iyilik bekleme. Askere alma günlerde onlar insanlarda iki post çıkartırıyorlardı.

O siyah yılında senin beyaz olan atı Baykonor haci Muhamede hediye verdi. Bu hediye değil bu tamamen bir rüşvetidir. Onu neden daha önce hediye vermedi.

Samer fincana birkaç sucak taş koydu. Beyaz sütü kaynatmaya başladı ve gri bozca kahverengi oldu. Kendiği yaptığı fincanın kenarları çok kalın ağızına alamazsın. Fincanın duvarlarında inca tabakası vardı. Acıkınca Sarybala iğrençliği hakkında bile unuttu. Sütü açgözlülükle içti sanki bir hafta hiç yemek yemedi.

Ne kadar lezzetli. – diye hayranlık duydu.

Su içip ve fincanı daha boşandırmayarak Samet uzattı ve düdük öttürmeye başladı. Düdüğün sesi Sarybalayi ağlattı. Basit bir kımuştan düdük yapıp dudklarlın yardımıyla okadar güzel sesleri çıkartabildiğini şaşırdı.

O Allah Samet neden kendi istidadı saklamıyorsun. – Sarybala bağırdı. – Sen çoban değilsin sen Toyun süslemesidir.

Saçmalama. Düdükle sakin bozkırında kendimi eğlendiriyorum.

Sen Abayi nerden biliyorsun? Sen şimdi Tetyana şarkısı çaldın. 

Hiçbir kimseyi bilmiyorum. Ahmet nasıl çaldığını hatırladım.

Gene çalar mısın.

Samet Narımbetanın «Sarıark» şarkısı hatırladı. Fakar ne sözleri ne melodi icat ettiğini insanı bilmedi. Düdüğün melodi duyup Sarybala heyecanlı konuşuyordu.

Sen bozkırında sıkılıyorsun ben ise köyündedir. Eğer sen düdüğün sahibi olmasaydı ve ben atın sahibi sıkılmaktan ölürdük. Köy sanki bir mezarlık gibi olduğunu düşünüyorum. Nadir köylerde bazı yerlerde otlaklarında atlar var. Bazı at yarışı yapıyorlar. Başka eğlence var.  Akşamleyin satranç oynuyorlar. Biz sadece bunun hakkında duyuyoruz. Bizde bir tek kırmızı kurgan yoktur. Yüzmek için ne gölü ne de bir nehir yoktu. Tüm Saryarka bozkırında Allah bize bile iyi bir konma yeri vermedi. Biz neden okadar bizim boş bozkırı ve bizim fakir köylerimizi seviyoruz. Özleyip buraya geliyoruz. Hasret geçmeden önce biz gene kaçırmak istiyoruz. Neden biz böyle yaşıyoruz? Orınbek Hamen ve Muhtar ilçe yöneticin haydut davranışlar hakkında bile konuşmazsak.

Genelde suskun Sarybala bir anda onun sıklımış ruhunda kaldığı şeyleri anattı.

Ona ata binmeye yardım edince Samet şaka yapıyordu.

Büyük zevkle senin konuştum, yaramaz torunum.

 

Eğer sen anne taraftan Saliya büyük soyundan amcamsın ozaman kime benzeyeceğim. – Sarybala şaka yaptı ve gitti. Yolda yarışmada katılacağını hayal etti. At yarışmasında beyaz atle birinci olacağını hayal etti. Sonra zengin olacağını hayal ediyordu.

İyi bir ilçe müdürlüğü olacağını hayal ve sonra iyi bir konuşmacı insanlar koruyan adamı olacağını hayal ediyordu. Hayal sanki kuş gibi bir dalıdan başka dalına uçuyordu.

Fakat sonra karanlık köyü çıktı ve gencin hayallerinden hiç bir şey kalmadı. Endişeli baba uzun zaman oğlu bekledi. Yakalanan hayvanı görünce mutlu oldu ve attan inmeye yardım etti. Yurtada çok insan toplandı. Mahabetşe bile geldi. Sen nasıl onu öldürdün?- tüm taraftan duyuldu. Bazı genç avcı başkalar ise iyi süveri övüyorlardı.

Bir anda tüfek sesi çıktı. Umutsuz köpekler havlamaya başladılar ve insan sesleri duyuldu. Herkes yurtadan çıktı ve Kotanında yaklaşık on rus asker vardı. Tilki şapkayle omuzundan kılışla olan kazak onları yönetiyordu.

Ben Alman Aynabekov. – o  bağırdı ve onun atı kotanında dans etti.

Almenayi herkes bildi. Onun insanlıkdışı zalimliğiyle başka asker tenkil müfrezesi mensubulardan daha üstün oldu. Tüm Karkaralınskıy ilçesi eşkıya baskınından  onu kurtardı. Geçenlerde Amanbek köyünü saldırdı ve neredeyse tün yerli insnları öldürdü. Onda ateşten gibi Almolinsk köyteki kazakları korkuyorlardı ve şimdi Aynabek eşkıya buraya geldi.

Şimdi herkesin gözlerinde Turlıbeğin Aybakır oğlunda gündüz arasında at sürüsü alıyordu. Kendi Aybakir evinde yoktu. Onun karısı çocuklarla birlikte atların peşinde koştular. Almen tüfeğin atışlarıyla onu geri döndürdü. – Zavallı kadın çok ağladı.

Neden? Ne yaptık ki? Bizi fakir yaptın.

Sus! – Aynabekov bağırdı. – Hamen senin kocanın kardeşi herzaman bizim soyumuzda hayvanları çalıyordu. Ben aynısı yaptım.

Hiçbir kimse zavallı kadını korumadı. Hatta köpekler ateşten korkunca havlamaya bitirdiler. Dört çocuk çevresinde ağlayınca bağırdı:

Eğer Hamepa intikam alıyorsun bizimle ne alakası var. Köpek gibi ölürsün. Laanet olsun sana. Senin tüm ailen fakir olsun. O Allah eğer sen varsın cezalandır onu. Onları beyaz gibi adı veriyorlar. Onlar beyaz değil onlar katiller eşkıyalardır.

Almen askerlerle birlikte at sürüsü sürdüyorlardı. Köyün insanları Aybakir yurtada acısını paylaşmak için toplandılar. Sarybala dışardan yurtaya yaslanıp gitmedi. Almen, Orınbek, Muhtar, Hamen -  farklı insanlar fakat tüm eşkıyalardır.

Ünlü Nurlan bey öldü. Bir yıl sonra mühteşem anma yemeği yaptılar. Akmolinsk Karakalinsk ve Pavlodarsk ilçelerinden tüm ünlü kazaklar davet edildi. Yarışmada yaklaşık iki yüz en iyi at katıldı. Birinci Batırış atı oldu.

Sonra ünlü Tarlıbay da öldü. Fakir ailesi anma yemeği yapmadı. Ondan başka iyi bir mezarı bile yapmadılar. Fakat Turlıbay kendi anıt yaptı. Onu herkes hatırlıyordu.

«Turlıbay iyi bir cıgit oldu. Bir ateşidir».

Mekeş ünlü bir hırsız da öldü. İnsanlar arasında onun hakkında hiçbir kimse konuşmadı ve bile iyi bir ölüm sonrası hayatı arzu etmedi.

Hamena dünya kenarlarına gönderdiler...

Saken Seyfulin prangaya vurulan adamı Sıbira gönderdiler.

Nurmak Baysalıkov yirmi beş kırbaçle vuruşu mahkum ettiler.

Bozkırında büyük beyaz olan müfrezesi çıktı.

Köylerinde savaş için hayvanlar yemek ve tüm gerekli olan şeyleri toplanıyorlardı. Kırmızı olanları desteklenen insanları öldürüyorlardı.

Kırmızı olanlar nerde?

Alaş sürü ne düşünüyor?

 O yazında köyler köylerinde sadece bunun hakkında konuştular. Aybakir şehirden köye geldi. Onu yanında o onda haberi dinlemesi ve eti yemesi isteyen insanları toplandılar. Aybakir iş adamıdır. Faslası konuşmayi sevmiyor ve yürürken konuşuyor. Geldiğinde bazı rençperleri otu biçmeye başkaları sürüleri dağlanmaya gönderdi. Kanditsk panayırından sonra o kendi sürüleri arttı. Belki tüm sürü başı biliyor fakat söylemiyor. Büyük A ve C damgası ön atın bıcağında ve küçük A ve C her koyun ve ineğin boynuzunda koymayi söyledi.

Köyünden yanasında ateş yaktılar ve tüm taraflarından oraya sürüsü sürdüler. Yarı yaban hayvanları zorla ateşin tarafa getirdiler ve böğürme bakmasına rağmen damgalanıyorlardı. İnekler inatçı atlarından daha kötü oluyorlardı. Deliler gibi böğürüyorlar ve boyuzlanarak insanları parçalamaya hazırlar. Her yerinde insanlar var. Herkes sanki fakir kızın düğünde eğleniyor. Her yerinde dağdağadır. Bazı atları başkaları ise inekleri damgalanıyorlar. Aybakirin damgalı olan hayvanları dokunmuyorlar bu yüzden her fakir insan kendi atını damgalanmak istiyor. Fakat Aybakir herkes değil bazı insanlara izin veriyor. Bazı mutlu sesleri duyuluyor.

Bana izin verdiler. Cıgitlar yaban hazyvanları gem vurmayi seviyorlar böylece kendi küvveti gösteriyorlar. Bunu ödemesiz ve sıcak havasında yapıyorlar. Damgalama kazak için bayramıdır. Hayvanları ulaşmayi severler.

Rotogez Şuks eğlenip öfkeli öküz yanında kaldığı görmüyordu. Kahverengi öküz Rotogezi taklit etti ve boynuzlarla yana attı. Öfkeli hayvan onu parçalacak fakat Şukeş aşağada uzanıp ve durdu. Haraketsiz insanı ne öfkeli öküz ne öfkeli koyun dokunmuyor. Felaketinden çıkartması için Şukeşe yardım etmeye çalıştı ama Aybakir gölüşten ölüyordu. Şukeşle onlar aynı yaşında ve birbirinden gülmeyi çok severler.

Eğer bir insana Magomet diyeceksen sence o peygamber olur mu? – diye Aybakir sordu.

Şukemin gerçek adı – Şaymuhamed fakat ona ölen babası hariç hiçbir kimse demedi. Bozkırında ne kadar arab isimleri ünlü olsa genede kazaklar kendi isimleri koydular. Az insan şamanları desteklendiler ve az insan İslam bağlı oldu. Cıgitlara bakınca bunun hakkında hüküm verilebilir. Birinin üstünde malahay yerinde şapkası ve kısa gömleği vardı. Başkası çizme yerinde potinleri giydi ve üçüncü sigara içiyordu. Isoy haci yanında bir taraftan gür bıyıklı cıgit oturuyor ve bisikleti uğraşıyor ve başka taraftan yalnız mula oturuyor. Daha önce Mula Kuranı ve Şeriatı öğretiyordu fakat şimdi öğrencisiz kaldı. Çocuklar rusça öğrenmeye gittiler. Buyurcasına bozkırlarına birkaç böyle haberi vardı. Bu yenilik batıda ve doğuda çoktanberi köhneleştiler. Ruslarında ise sadece çıktılar. Kazak bazı çocuğa benziyor. Herşeyi ne gördüğünü  yapışmaya çalışıyor. Mirzanın keyfi çıkartmaya çalıştılar. Birşey komik gösteriyorlardı veya anlatıyorlardı. Aksayarak siyah sakallı ve dombra – kazak milli müzil aletiyle Doskey saz şairi buraya geldi. 

Daha önce şarkı söylüyordu.

Saz şairi benim kadara şakıdı

Şoce Matay altı oğlu olan babasıdır.

Kadır onlar arasında en güçlüdür.

Ve sonra Kaderin yerine Mahabatşe geldi.

Ve bügün Doskey büyük olan Mahabetşe değil ilk önce küçük olan  Aybakire elleri uzatıp selamlaştı.

Yıllardan önce bahadır Aybakir ünlü Azın beyi köye getirdi. Ozamanda Doskey şarkı söyledi.

On yedi bin atın Cumanı sahibidiydi.....

Sonra başkası söyledi

Bizi asilliği baba öğretiyordu.

Memnun kaldın mı?

Allah sana mutlu aydın kaderi verdi.

Ben senin yumuşak şarkı dinlemek istemiyorum. Eğer daha iyi biri şarkı söylersen iyi olur.

Bebeke yaşlı caddı görüp herkes ona eli uzattı. Doskay şarkı söyleme başladı.

Bibekle kim aynı yerinde durabilir.

O ne mutluluğunda ne hüznünde mutludur.

Onun yüzüne bakıp suyu bol nehri

Ve sadece bir tek yudum hakkında düşünüyorum.

Bibeke ona sesli söyledi.

Saçma sapan konuşan adamı bize geldi. – Doskaya sert işareti gösterip Aybakir yanına gitti. – Öğle yemeği hazırdı. – Fakat hepsileri yediremezsın. – Daha az insanı çağır.

Ben burda nadir misafiridir ne için cimrilik edecem? – diye Aybakir kabul etmedi. 

Neyse istersen tüm tembelleri yedirebilirsin. Bizim ki az yediler mı. Mustafa hariç herkes hırsızlık yapıyor. Kendi Mahabetşe bile hırsızdır. Eğer hırsızlık yapmadıyda nerden bu kuzu aldı. Allah şahit bu bizim kuzumuzdur.

Tamam deyip bile yaşlı kadın eve gidince birşey mutsuz mırlandırıyordu.

Aybekir kendi at sürülerine baktı. Ne kadar onun kuzu vardı sadece sahibi biliyordu. Biri – on  ikinci – on beş üçüncü – on sekiz bin başı olduğunu söylüyorlar. Aybakir daha atları seviyor fakat pazarda kuzular daha ucuzdur. Kendini tutamadı ve aldı. Gecelerin tüm kuzu sürüsü Elibay köylerindeki tüm altı kotana sürdüyorlardı. Her kotanı akşamadan sabaha kadar iki süvari korudu fakat Bibeke biri kuzular hızsızlık ettiğini iddia ediyordu. Bibeke düşüncelerine göre Elibay eski soyuna kuzular bırakmak sanki sürüsüne kurt atması gibidir. Aybakir başka hakkında düşünüyordu. Kış yaklaşıyordu ve hayvan yemi yoktu. Aybakir Kzıl Cara köyünden biri bey efendiyi çağırdı ve tüm kuzu ona sattı.

Şimdi o kuzeye gittiğini kuzu sürüsüne baktı ve para hakında düşündü. Endişeli düşündü. Para eskisi gibi önemli değildir çünkü hükümer sürekli değişiyordu. Fakar paraasız zenginliği nasıl koruyabilirsin. Bu zavallı insanlar Aybakirin yanına gelip yardım ediyorlar, övüyorlar ve ona kıskançlıkla yaranmaya çalışıyor. Aybakir başka hayattan ne istebilir ki? Dünyada ondan daha zengin ve mutlu insanı yoktu. Fakat Aybakir çok üzülüyor ve insanlarda uzaklaşmak istiyor. Fakat yalnızlığı onu kuşkudan işkenceden gene de kurtulamaz. Kolçak ve alaş-sürüsünün hükümeti Aybakira etkilenmedi. Ama şimdi para onu daha ciddi politika hakkında düşündürecekler. Sandığında saklanan parası hiç bir işe yaramazlar fakat para dolaşımda sanki suyu bol çeşmesi gibi daha kar getiriyorlar. Eğer yönetici güçlüyse – para daha değerli oluyor eğer daha güçsüzde ozaman – para değerlisiz. Aybakir Kolçak veya alaş-sürüsün hükümetinin gücüne pek güvenmiyordu. Kendi zenginliğe daha güvendi. Onun zenginliği hiç bir zaman zarara girmedi. Fakat eğer hükümetine kırmızı olanlar gelirseler para tamamem boş kağıt gibi olacaklar.

Aybakir zorla nefes aldı. Kral istifasından sonra Bay kendine güveni kaybetti. Hükümetin değişmesi onu korkuttu. Şimdi nasıl zenginliği herhangi hükümeti etsikinde korucabileceğini hiç bir kimse iflas etmemesi için çok düşündü. Çaremsiz atın kişnemesi duyuldu. Luakir atı yakalanan ve atın kullaklatı tutan kırmızı saçlı, uzun boylu, gri gözlü cıgitı gördü. Başka cıgit çabuk sıcak dağ atın ön bacağa götürdü. Aybakiri cıgitin cesurane bir davranışı şaşırttı. Onun yanına yaklaşıp söyledi.

Ben sana Cakıpe ve Camal gibi aynı para ödeceğim. Sen kimin oğlu olacaksın. Deri gözlü adamın oğlusun veya değil? Hiç bir kimse inanmaz.

Cakip ve Camal Aybakirin en iyi işçileridır. Birinci başka on sekiz arab işçilerini yönetti ikincisi ise ürünleri kaldırıyordu. Cakip ve Cımal ev işlerinde birincı yardımcı oldular ve Muhay kendi kardeşinden onlara daha değer veriyordu.

Genç cıgit bu sözleri duyup çok mutlu oldu. Ona hiç bir zaman adında çağırmadılar. Sadece bazı «Ey» deyip seslendiler.

«Deri gözü. Veya «Ey» deri gözlü adamın oğlu». Fakat bundan sonra onu herkes İrinsmagamet deri gözlü saydı adamın oğlu çağırdılar. Sıvı sakallı olan adam hemen onun yanına gitti ve ikigözlü olarak konuşmaya başladı. Sözlerle ınsanı ısıtabilirsin veya soğutabilirsin. Sözler yüzünden insan hem zayıflabilir hem de kilo alabilir. Bu sözlerinden sonra genç mutlu oldu ve sanki köpek gibi kurbana atmak için «Yakala» emrisi bekliyordu.

Aybakir yurtasından Cusunbek pehlivan elinde kumganle çıktı. Abdest yapıp tek başına dua etti. Sıcak bir gündür fakat pehlivan yıpranmış çizme ayakabı giydi. Göğsünde siyah sık kıl vardı. Cusunbeğin haraketleri yavaştır. Mahmurluktan kalkıp tembel tembel haraket ediyor. Kim onu ünlü bir güreşçi olarak bilmiyor hemen ona böyle olduğunu söylenmez. Birkaç defa yarışmada birinci oldu. Orta boylu ve biraz zayıf  kaslı olan cekete giyen bir adamıdır. Fakat karakter olarak güçsüz savunmasız biridir. Bügün sabahleyim Bay yurtasında kumus içip dastarhan (bazı Orta Asyadaki halklarında servis koymuş olan masası) başında uyudu. Şimdi sadece uyandı. Dua edip Aybakirin yanına gitti.

Ey Aybakir. – diye seyrek sakalı tarayip pehlivan çağırdı. – Hayvanları ruh için büyütüyorlar ama senin sadece hayvan için kendine için bile sakin değil.

Aybakir hiç cevap vermedi. Bakıp ateş yanında kuyu vardı. Irnemagameta göz kırpayarak sesizce söyledi.

Onu arkasından kucaklanıp kuyuya aşağa at. O hemen koşup güreşci arkasından kucaklandı. Yorgun Cusumbek yıldırım haraketle onu kendinden attı.  Irnemagamet düştü ve tozu kaldırıp döndü ve uzandı.

Hayran haykırışları çıktılar.

Vay be. Kuvvet ihtiyar adamı ihanet etmedi. Cusupek küstü.

Salak. Aybakir benimle aynı yaşında. Dalga geçebilir. Fakat sen benimle aynı yaşında değilsin. Seni bana karşı kırşkırtılar ve sen hemen köpekçi gibi beni saldırmaya çalışıyorsun.

Irısmagambet özür diledi ve Cusumbeğe eli uzatıp onu yalvarmaya başladı. Aybakir samimi insanları akşam yemeğe çağırdı.

Üzgün Sarybala damgalama zamanında yurtanın yanında oturdu ve Mustafa Haci ile sohbeti dinledi. Baba Aybakirle şimdi görüştü ve üzgün ondan döndü.

Sarybala kalabalığa girmek istiyor fakat orda onun kaynatası var.

Köylerde gençler çok çabuk büyüyorlar. Bazı dudaklarında süt bile korumadı fakat o artık yetişkin insanların kötü ve iyi davranışlar hakkında biliyorlar. Yetişkin insanları kendini çocuklardan saklanmıyorlar. Soz zamanlarında Sarybala daha az oynamaya başladı ve daha çok düşünüyordu. Anne ile babanın konuşması ona kısvete verdi. Haci söyledi:

Durum artık her gün değişiyor. – Aybakire söyledim. – Hem hastalık hem de ölüm insanlara yaklaşıyor. Hadi çocukları evlendirelim.

Benim kızım daha çok genç. – diye o cevap verdi.

Gecen sene aynı dedi. Nasıl genç? On iki yaşındaki kız annelik için hazırdı. Erkek on dört yaşındayken artık yurtanın sahibidir. Sen benimle on dört yaşında olmadığını evlendin. Onun kızı artık on beş yaşında oldu bizim oğlumuz ise on altı yaşında doldurdu.

Aybakir kendi kızı bize veremez. – Hadica söyledi. – O bize istihfafla davranıyor ve onun karıları kendine büyükleniyorlar. Eğer genç kadınlar kendi eski hayali unuttular ozaman eski kadınlar kendi siyah yurtaları ve tek bir atı unutmaması gerekiyor. Bu zamana kadar gelecek damatına ne tavuk eti ne ikram ne de adetlerine göre beyaz gömleği hediye olarak vermedi. Onu dışarda görünce dalga geçiyorlar: «Bir de kendini saklanıyor salak ve damat olacağını düşünüyor» ve sert işareti ona gösteriyor. İhtiyar cadı benim oğlumdan dalga geçtiği için Allah celandırsın. Onlara zengin misafirler gelince kuzu kestiyriyorlar fakar eğer biz onlara gelince bir kumıs fıncanı bile veremezler. Bizimle akraba olmak herhalde istemiyorlar.

Fakat bizim çocuklarımız nikah koydular bu yüzden mmecburen kendi kızı bize verecek. Aybakir bile Allahtan korkmuyor senden mı korkacağını zannediyorsun. Tursun Adambay soyundan adamı yedi bin atın sahibidir onun le herhalde kızını evlendirecek. Asla bizim oğlumuzla onun kızı evlendirmez.

Eğer Allahtan korkmuyorsa ozaman halktan tabi ki korkar. Halk korkutuyor derinlik batırıyor. Biz fakiriz fakat bizi tüm Elmbay soyu destekleniyor. Bizim onurumuzu korumak için sadece Murat ve Aydarın soyular değil tüm Altay kalkacak.

Onlar hepsi Abakırın işçileri: kim seyis, kim haberci olarak çalışıyor. Onlar hepsi bizim adetlerimizi unutmadılar. Herkes bilir böyle işi kan akıtmasına kadar getirebilir. Kendine tehlikeye atmak için Aybakir salak değil.

Sarybala köyünden uzağa gidiyordu. Onun cebinde mendil vardı ve onun üstünde batıma bir yazı vardı. Bir kaç gün önce Aybakirin zengin kıza gidip Batma ile karşılaştı. Nazım Aybakirin Muhay küçük kardeşinin karısıdır. Muhay mütevazı ve biraz anlayışsız adamıdır. Nazım Sarybala ile yakın akrabaları ve çok iyi arkaşlarıdır. Sadece Nazım değil Bibi tüm fakir akrabaları Sarybala iyi davranıyorlardı. Rodiya Batima geç kıza babadan daha etkisi var çünkü baba iki karısıyle ve Muhamedye küçük kardeşiyle Spasskta kalıyorlardı Batima ise köyde yaşıyordu.

Damat ve gelin yakın bir birine yaşamasına rağmen ilk defa onlar Nazım yırtasında buluştular. Onun nenesi çok sert ve çok kavgacı bir kadındır ve genç aile fazla kararsız ve utangacıdır. Onlar sonunda buluştular ve çok uzun zaman konuşmadılar. Onların yanakları kıp kırmızı oldular. Her ikisi de çok utandılar. Nazım onları elleriyle bağladı ve omuzlarına koyup çıktı. Fakat o çıktığında damarın ve gelin elleri çaresizlikle düştüler. Onları izlenen Nazım dönüp azarladı.

Şimdi doğan kuzu ayaklarına kalkmayi çalışıyor. Siz kuzulardan daha kötü mu. Siz herhalde mum ışığında utanıyorsunuz ozaman ben kapatacam.

Lambayi kapatıp nazım gene de çıktı ve yurtaya yaslanıp dinlemeye başladı. Yurtada eskisi gibi çok sesizdir. İyi ay gecesidir. Küçük yurtası beyazlaşıyor. Sesiz yurtasında damat ve gelin bir birine dokunmaktan korkuyorlardı. Bir lafı bile çıkartmıyorlardı sanki şimdi ağzından ateş çıkıp onları yakacağını davrandılar. Nazım anlayışsız beklemekten yoruldu ve yurtaya döndü.

Tanıştınız ve istediği kadar konuştunuz. Artık bensiz görüşüp gezmeye gidersiniz. Hiç bir kimseden korkmayın. Şansı diledip Nazım Sarybalayi çabanle kapatıp getirdi.

Öbürteki günde Sarybala kendi cebinde mendili buldu. O nasıl onun oraya koyduğunu hiç anlamadı. – şaşkınla genç düşündü. Hiç bir şey demedi ve haber vermedi. Bu hepsi ne demek. Belki o beni fakir bir insanı gibi acıdı. Kendi zenginliği belki göstermek istedi veya hatıra olarak onu hiç bir zaman unutmayacağını verdi.

Bügün iyi değil bir baba annesiyle konuşması duydu. Sarybala kendine çok bağırıyordu. «Yurtadan sadece biz varız fakat bir laf bile atamadım». Ben bir salak olduğumu düşündü. Ehh keşke bir defa görüşseydik. Biz hemen görüşmeliyiz. Onun babası ne düşündüğü anlatmalıyım ve onun düşünceleri da duymalıyım sonra karar verebiliriz.

Sarybala kendi yurtaya baktı. Serpmiş şekilde yurtalar duruyorlardı. Sarybala Bakayin kızı Salimanı tanıdı. O herzaman onun gelini hakkında anatıyordu ve herhalde onun geline Sarybala hakkında da anlattı. Saliman onlar ikisiden büyüktür. Herzaman onları görüştürmeyi çalıştı. Fakat bu defa o yürüyerek Batima yarın gideceğini söyledi. Sarybala tek kaldığını anladı. Keşke Batima kalsaydı.

Neden sadece şimdi haber bana verdin? – diye sordu.

Onun babası sadece bügün böyle karar verdi. – cevap verdi.

Bügün bizim görüşmemizi sağlar mısın?

Onun babası burda.

O Batakır yanına gidecek.

Peki nenesiyle ne yapacağiz ki? Ne gündüz ne geceleyiz torunu bırakamıyor.

Oraya gidecem eğer kapı acamazsa pencereden girecem. Ben onunle bügün görüşmeliyim.

Eğer seni yakanırsalar.

Ben ondan hiç korkmuyorum. Sen çok inatçısın fakat daha önce neden düşünmedin.

Daha önce okadar üzülmüyordum ama şimdi çok üzgünüm. Geleceğimi söyle.

Aybekir Botakar köyüne gitmeyi toplanıyordu. Volosnıkov yöneticiyle bügün oraaya beyaz olan sürü gelecek. Celalandırıcılar nereye gitiğini orda herzaman felaket ve gözyaşları vardı. Aybakir yöneticiyle onun köylerinde yana çıkartmak için görüşmek istedi. Kalabalık baya iyi bir yolu diledi.

O Allah bizden yaban hayvanları alıp getir.

Batma yurtada tek başına kaldığı zaman multu Seliman içeriye girdi.

Sen kendi mutluğu yakaladın mı. – Batıma sordu.

O evet... Bügün senin damatı gelecek.

Batima kulak kesildi.

Gerçekten gelecek.

Saçma sapan konuşma.

Eğer gelemezse bu dünyada yaşaymam. Kapı kapatmamanı rica etti. Kapı üstünden aşacak.

Siz ikiniz delisiniz. – Batıma bile soluklaştı. Onun yüzünden güzel bir gülüşü yok oldu ve büyük siyah gözlerinde endişe çıktı. Salimana şaşkınlıkla baktı. Orta boylu zayif yumuşak karakteriyle olan Batıma bir anda başkalaştı. - Git onun yanına çabuk git ve söyle gelmesin yanıma. Eğer biri görürse ayıptan kaçmaycağiz.

Ben söyledim. O beni hiç dinlemedi

Ben gönderdiğimi söyle. Gene git.

Saliman gitti. Batıma onun peşine saklayarak baktı. Sarybala nehir yanında gördü. Kendine çok küfretiyordu. Sarybala gelmemesi söyledi. Vicdan ölümden daha güçlüdür. Vicdanı ve aşk kızın kalbinde basmak istedi. Batıma Sarybalayi çok görmek istedi. Adetlerine göre gelin damatı adı ile çağıramıyor ve Batıma adetlerini tuttu. İnsanlar Sarybala konuştuğu zaman o sanki duymadığı gibi davrandı fakat her sözü yakalamaya çalıştı. Sanki gezmeye gidiyormuş gibi o yurtaların tarafa gitti ve saatlerce onun sevgilisi görmesi bekliyordu. Arkadaşım sözleri «O senin gelecek kocası» onu çok mutlu ediyordu. Fakat nenesinin sözleri «Mustafanın köpekçi» onu çok üzdürüyorlardı. Temiz kızın vicdanı onun yolunda sanki engel gibi oldu. Sarybala atrık bu engeli aşmaya hazır fakat o daha duraksıyor.

Birazdan Saliman geri döndü.

Tavsiyelerimi ciddiye almıyor. Sanki duvarla konuşuyorum. Daha çok kızdı.        _

Demek ki beni rezil etmeye çalışıyorsun değil mi?

Saçmalama! Ne rezaleti. Dolandırıcı değil nişanlındır! Merak etme kimse öğrenemez. Ama kapıyı kilitleme ve yağla, çok ses çıkartıyor. Büyük anne çok sağlamca uyuyor biraz sağır hem de uyurken başını örtüyor. Bir de bu saatte genç at oynamaya başlar, toynakların sesi çıkar.

Beni ikna etmeye çalışma lütfen git.

Peki gidiyorum. Ama haberin olsun pencereden girmeye çalışırsa daha ayıp olur! – diye uyardı Saliman ve gitti.

‘Hayır o gelmez. Sadece beni korkutuyor – diye kendini sakinleştirmeye çalışıyordu Batima. –Başıma ne kadar büyük bir bela olacağını biliyor’.

Akşam geldi hava karardı. Batima heyecanlıyordu. Avullarda ışıklar yanmaya başladı, köpekler havlıyorlardı. Altıbakan adlı salıncakların yanında toplanan kızların ve yiğitlerin neşeli sesleri çıkmaya başladılar. Yarım ay gözüktü. Batima düşüncelerine dalıp hiç bir şeyi görmeyip duymuyordu. Yaşlı Bibi yatsı duayı okuyup yattı. Devamlı yurttan çıkıp geri dönen torunun heyecanını fark etmedi.

Yat Bateş, esneyerek söylüyordu ihtiyar kadın. Kapıyı kilitle, lambayı söndür. Serseri girmesin!

Batima kapıyı kapatıp kilidi koydu. Ama sonra Sarıbala’nın pencereden gireceğini düşünüp kilidi aldı. Yavaş yavaş kapı menteşesi, eşiği ve sövesini yağladı. ‘Lambayı söndürmezsen gelmez – diye düşündü Batima. İhtiyar kadın sanki düşüncelerini okuyup söyledi;

Söndür artık ışığı, boşuna gazyağı harcama.

Lamba söndü ve karanlık yurtta sessizlik yayıldı. İhtiyar kadın yerde yatıyordu, fısıltılı nefes duyuluyordu. Batima yatakta yatıyordu. Uyumaya ne kadar çalıştıysa hiç uyku yoktu. Her hangi fare geçse hemen kapıya bakıyordu. Kalbi bir at sesi kadar güçlü çarpıyordu. Beklentinin zor dakikaları hem acı hem de tatlıdır. Sıkıntının yıllarına onları değiştiremezdi.

İşte nihayet ayın hafif ışığında kapının arkasında bir gölge geçti. Batima titremeye başladı. Keçeyi kaldırıp onunla bedenini örterek birkaç saniye boyunca hareketsiz kaldı ve sadece dinledi. İşitme duyusu  ne kadar keskindi! İhtiyar kadının zar zor duyulan uykulu nefesini duyunca kapıyı açıp çabuk içere koşuverdi. Yalın ayak, kolları ve dizine kadar pantolonları sıvalı girdi. Sarıbala üşümemesine rağmen titriyordu. Nefes almadan ine kulakları dikip dinlemeye başladı. Yurttaki ortam onun için tanıdık değil ilk defa buraya girdi. Kamış bölmesinden geçip uyuyan ihtiyar kadının yanında durdu. Sanki engel olan kadın değil siyah yılandır. Ve yola devam etmeye cesaret edersen mutlaka ısırır. Bir şeyi devirip kadını uyandırabilir diye yatağı diğer taraftan geçmekten çekindi. Biraz kuşkulanıp Sarıbala ihtiyar kadının üzerinden geçti. Batima hiç bir şeyi anlamadan bile yiğitin kucağında kendini buldu. Hemen battaniye ile örterek bir kelimeyi bile edemediler. Sakinleştiklerinde şafak olmak üzereydi.

 

Gideceğini öğrendiğim için yanına geldim, dedi Sarıbala. – Şüphelerimi yok etmelisin.

Ne şüphesi?-diye fısıldadı Batima.

İki yıldır avulumuzda bir dedikodu var. Taytursun’un oğlu ile evleneceğini diyorlar.

Vardı öyle bir konuşma ama anne baba neye karar verdiklerini bilmiyorum.

Ama gerçekten onunla evlendirecekseler seni ne yapacaksın?

Batima ne diyeceğini bilemiyordu. Geleneğe göre kız damadı seçme hakkına sahip değildir. Buna anne ve baba karar verir. Müthiş Aubakir olan babasının iradesini yapmama  imkanı yok ama aynı zamanda  sevgili Sarıbala ile ayrılmak istemiyor. Annesi aklına gelince kız dedi ;

Anneme umudum var beni kıracağını zannetmiyorum.

Annenin ne gücü var ki kendisi hep ağlıyor.

Onun hakkını dayı, büyük anne ve Muhay korur. Babam tek başına onlara karşı hareket etmez.

Bizi ayıran kişinin başını kesmeye hazırım! – dedi Sarıbala, - Biz büyüğüz, bağımsızız ve birbirimizi seviyoruz. Sadece ‘Ben seninim’ diye söyle bana!

Ben seninim!..

İnsanların konuşması ve arabanın sesi onları susturdu. Bir andan sonra biri yurdun yanına geldi ve sesşer çıkmaya başladı.

Babam geldi!—diye korkarak fısıldadı Batima.

Yurta Aubakir ve Bakay girdi. Lambayı yaktılar. İhtiyar Bibi Yataktan biraz kalkıp şaşırarak sordu;

Bakay kapıyı kim açtı?

Kapı açıktı.

Oybay kızım ne kadar unutkansın! Kapıyı kitlemeyi unuttun. Belki biri girmiş içere ve bir şey alıp yemiş. Nereden bileceğiz? Hepsine dikkat verilmez. Uyumadan önce kaç defa söyledim ‘Lambayı söndür, kapıyı kilitle’ diye.

Taaamaam anne! – uzatarak dedi Aubakir ve ön tarafta kendine yer hazırlamaya başladı. – Kumıs kaldıysa bize verir misin, başka bir şeye ihtiyacımız yok.

Bakay kumısı içip gitti. İhtiyar Bibi oğlunun yanına geçip oturdu. Aubakir üzgün kederli ve suskun yatakta oturuyordu. Ensedeki yağ başını kaldırmayı çenedeki yağ ise onu indirmeyi engelliyor. Beyaz saçlı, kısa geniş sakallı ve büyük uykulu gözlü bay şuan akbabaya benziyor ya onun yanında olurken annesi ise biçare karga gibidir.  Ama tabii ki kimse onlara bunu demeye cesaret edemez. İnsanlar onlara bir isim ile başvurmaz bile mutlaka ‘mırza’ ‘Bibeke’ diye saygılı bir şekilde der ve onlara karşı  dalkavukluk yaparlar. Sarıbala kayın pederi ve onun yaşlı annesini ilk defa o kadar yakından dinledi. Keçeye atın böğüre bir dalak gibi yapıştı.

Bu gevezeciler ne anlatıyorlar? – diye sordu yaşlı kadın. – Barış olacak mı?

Aubakir zorla nefes aldı.

Ne barışı? Bir birilerini kesiyorlar.

Sence kim yenecek beyazlar mı kırmızılılar mı?

Allah bilir! Beyazlılar bolşevikleri hemen yeneceklerini söylediler , Japon, Amerika ve diğer ülkelerin onlara destek verdiğini diyorlardı. Ama kırmızılılar itiraf etmeyi düşünmüyorlar.

Kırmızılılarda sadece fakirler mi var?

Aynen öyle.

Ah Allahım! Onlar yenerseler bizi yok ederler. Şimdi bile bir tane vicdanlı işçi kalmadı. İyi ki koyunları sattın yoksa hepsini alırlardı.

Sadece koyunları değil, inekleri ve öküzleri de satarım. Hayvanlar güvenli bir zenginlik değil; ya çalınacak yada alınacak. Şehir zenginleri fabrikaları, evleri inşaat edip altınları biriktirip torunlara kuşaktan kuşağa miras bırakıyorlar.

Azeke’nin altınlarla dolu deve derili torbasının olduğunu diyorlar. Sen de kalım olarak altın iste. Bu arada Mustafa ile ne yapayım? Bir cızsineği gibi yapıştı beni rahat bırakmıyor.  Neden ona hayır demiyorsun?

Olmaz. Düşmanlığa yol açar. Bu zamanlarda komşu avul ile düşman olmak en büyük dert olur.

Allahım kızımızı bu serseriye mi verelim?

Anne  işlerime karışma! Yemek ye ve uyu işin bu kadar. – diye kızdı Aubakir.

Yaşlı Bibi kalkıp kumgan alıp dışarı çıktı. Aydınlanmaya başlandı. Aubakir lambayı sönerek yattı. Uygun anı bekleyip Sarıbala yurttan fırladı.

 

 

Beyazlılar.

 

Sarıbala hiç engel görmeden evlendi ne kadar şanslı olduğuna kendisi bile şaşırdı. Son zanlarda Aubakir çok değişti. Daha önce Mustafa birkaç kere kızını istedi ama hep ret cevabı alıyordu. Bugün ise kayın peder kalımı bile istemeden ta kendisi ‘Kızımı veriyorum’ dedi. Bir tek yazlık yurt için keçeleri hazırlaması ve kışlık yurdun duvarları yapmasını istedi kalanları ise kendisi halledeceğini söyledi. Mustafa akrabaları toplayıp iki odalı kışlığın duvarlarını bir günde kurdu. Fakir Mustafa’nın akrabaları ona neden bu kadar yardım ettiği belliydi. Birileri ona üzüldüğü için diğerleri ise çıkarma var diye yardım ediyorlardı. Büyük çeyize sahip olan zengin gelin sonradan onlara tazminat verebilirdi.

Çoğu Aubakir’e ne olduğunu tam anlayamadılar. O kadar zaman boyunca inatçılık yaptıktan sonra neden razı oldu? Spassk’ta inşaat edilmiş on altı odalı taş evine yeni taşınınca neden kızını hemen bir fakir erkek ile evlendirdi?

Gelin için çeyiz Muhay, Muhammedya, Bibi ve tokal dört aile tarafından hazırlanıyordu; ama Aubakir yasağı koydu. Ayrıca yıllarca annenin hazırladığı çeyizi üç parçaya bölerek iki parçayı evde bıraktı. Gelin damadın yurduna taşındığında Aubakir’in seksen arabasından bir tane bile verilmedi. Dünür ve enişte onlarda sadece iki gece kalabildi üçüncü günde kovuldular.

Aubakir’in neden o kadar cimrilik ettiği ve Batima’yı evlendirmeye acele ettiğini kimse anlamıyordu. Ama bir hafta geçince kurnaz bayın hareketleri belli oldu. Fabrikaya durmadan yaya, atlı, arabalı dahil olmak üzere beyazlılar gelmeye başladılar. Atlar halsiz, arabalar kırık, toplar öküz ve develer taşınıyordu. Askerler üzgün ve ezgindiler. Hiç savaşma keyfi yoktu. Ama yine de bu haydutluğu engellemiyordu. Avullara aç kurtlar gibi saldırıp gıda, ürün, sıcak kıyafetleri alıp kadınları dövüp tecavüz ediyor, erkekleri ise öldürüyorlardı. Avuldaki insanlar o kadar korktular ki hazır halde yatıp sabah korku ile bozkıra bakıyorlardı. Araba, koşum, değerli eşyalar, hatta et ve yağı bile derecik ve çukur gibi her hangi yerde saklıyorlardı. Korkmasına rağmen haydutlardan intikam alınıyordu. Eşkıya tek başına geldiyse geri dönmez. Bazen beyazlıların orduları avullarda gece kalıp yanarak ölüyorlardı. Her gün bozkırda beyazlıların yine bir avulu soyması veya beyazlı askerlerin ölmesi, bir evde yanması gibi haberler ortaya çıkıyordu. Kazaklar silahlara ve mermilere sahip oldular fakat bunlarla ne yaptıkları ve nasıl davrandıklarını bilmiyorlardı. Ellere almıyor ama her zaman belki lazım olur diye yanında tutuyorlardı.

 

Sarıbala bu günlerde attan inmiyordu. Altında doru ve alnında yıldızı olan at; semer yerine keçeli eğre vardı. Avulda Sarıbala  haberci ve ulak olarak seçildi. Beyazlıların kampları onu karşılarsa tutuklanmaz. Pek iyi görünmüyor; yırtık kıyafetler, yıpranmış şapka. Evli olmasına rağmen bir çocuktur.

Sarıbala bir saman demeti yanında doru atı durdurup uzağa baktı. Batıda on iki- on beş verst uzaklıkta telegraf direklerin yanında büyük ordu geçiyordu. karaganda ve Spassk’taki fabrikalardan Akmolinsk’ee gidiyordu. Beyazlıların bu yoldan Karkaralı yönüne geçmesinin bugün üçüncü günüdür. Söylentilere göre baş ordular orada kalmayıp Çin’e doğru gittiler. Hepsi onlar Kızıljar’dan gidip yaklaşık iki bin verst geçmelidirler. Giderken arkalarında bir kasırga gibi harabeliği bırakıyorlar.

Ekim bitmek üzere. Genelde bu zamana kadar kar yağıyor avullarda kesim için beslenen hayvan kesiliyordu. Bu yıl ama kar yok, sonbahar kuru ve soğuk. Soğuklukta her hangi ses uzaktan duyuluyor. Sarıbala beyazlıların dizisini çok iyi görmüyorsa bile arabaların sesleri ve bazen silah seslerini gayet iyi duyuyor.

Sarıbala büyük yolsan yolsuzluğa doğru giden insanların dizisine dikkat verdi. Yaklaşık on kişi yavaş yavaş yürüyordu. Avuldaki insanlar tehlikeyi hissedip kenara çıktılar. Atlılar, - diye tespit etti Sarıbala.

Avuldaki insanlar saklanmaya başladılar, biri saman demetine, çukura veya çalıya, diğeri nehre doğru koştu. Bir tek Mustafa karanlık yurdunda kalıp dizlerinde bir kitap ile kıpırdamadı bile. Her zamanki  gibi duaları ancak Allah’a yöneli.

Sarıbala saklanmaz, atı ağıla koyup atlılara bakıp duruyordu. Erkek gibi giyinmiş Batima onun yanına koştu. Bir birile ancak baş başa konuşuyor insanlar arasında utanıyorlardı hala. Batima korkup heyecanlanıyordu ama yine de utanmaya devam edip etrafına bakarak yavaş konuşmaya başladı;

Neden duruyorsun, haydı gidelim buradan.

Ben kaçmak istemiyorum .

Seni alır yada öldürürler!

Risk alıp onları karşılacağım. Ya sen saklan.

Ben saklanmam yanında duracağım!

Yanlarına yaşlı Bibi gelip Batıma’ya somurdanmaya başladı;

Adam olmayacak senden, olmayacak! Çeyizden ne kaldı sende? Yatağını bile o aptal Tukebay’a verdiler. Ona demir yumuşak yatak ne için lazım ki? Tekgöz (Krivoy)’ün oğlu seinin ipek çapanını aldı. Bu serserinin atalarından kim böyle şeyleri giydi? Allahım Kozıket daha nereden halı alabilirdi? Bütün çeyizi Mustafa’nın fakir akrabalarına hediye edersen hiç bir şeyin kalmaz!  Cahil kaynana kova, çaydanlık ve fincanlarını tamamen mi aldı? Saçmalama kendi eşyalarını topla. Şimdi zor zamanlar, eşyaları alamazsın. Kimseye hiç bir şey verme! Verirsen eğer benden bir yudum su bile alamazsın!

Batima susuyordu. Büyük annesi onu görünce hep aynısını söyle 'Verme!' Diye. Kocası, kayın peder ve kaynana ise tam tersine hep 'Ver!' Derlerdi. Batima razı olmazsa bile onun rıza olmadan da verirler. Daha dün akrabalar Mustafa’ya el uzatıp yardım ettiler. Bugün Mustafa veya Sarıbala akrabalarına hayır diyip böyle nankörlük yapabilirler mi?. Bu Kazak geleneği iyi bilen cimri Bibi toruna kocasını ve akrabalarını hep kötü taraftan göstermeye çalışıyordu. Sarıbala bunu dinleyemezdi. Bibi yaklaşınca atı binip gideverdi. Onun nasihatları, tembihleri ve yasaklarından bıktı.

Sarıbala atlıların gittiği avula doğru gitti. Atları yorgun mu yorgun başlarını indirip yavaş yavaş hareket ediyorlardı. Atları binen insanlar daha kötü durumda, üzgün ve yırtık hiç askerlere benzemiyorlardı. Onlar kimdi acaba? Kazaklar atları ancak çok kar olduğunda binerler yaz ise yanında yürüyüp birbirinden uzaklaşmamaya çalışıyorlar.

 

Giderek Sarıbala askerler olduklarını anladı. Arkalarında silahlar vardı. Birin başında kazak tımak, diğerinin şapka üzerinde tüylü şal vardı. Hepsi çoktan tıraş olmayıp vahşi gibi oldular.

Ne kadar şaşırtıcı olsa da atlılar atlarını avula döndürmeyip yolsuzlukta ıssız bozkıra gitmeye devam ettiler. Sarıbala cesaretini toparlayıp onlara yetişmeye çalıştı. Son asker atın yanında yürüyordu.

Selamlar, - diye söyledi Sarıbala.

Selam,— diye bir cevap geldi.

Nereye yol? Kimsiniz?

Tahmin et sence kime benziyoruz?

Anlayamıyorum ki, kimseye benzemiyorsunuz...

Ordudan kaçıp eve gidiyoruz.

Nereye?

Botakara’ya.

Botakaraya mı? Adınız ne?    /

Uzun Fedor’u tanıyor musun? Bir kaç yıl önce bu topraklara çimleri biçmeye geldi.

Çok iyi tanıyorum! Ben Mustafa’nın oğluyum!

Ben de Fedor’un oğlu Aleksey’im.

İkisi gülüp el sıkışarak daha dostça konuşmaya başladılar.

Avula gel biraz dinleneceksin- diye davet etti Sarıbala.

Rusya Japon savaşından sonra halsiz Fedor’u Mustafa aldı ve evine götürdü. Şimdi ise iç savaşta güçsüz Fedor’un oğluyu Mustafa’nın oğlu evine götürüyor.

Yedi-sekiz yaşındayken babamla beraber evine gittik, - diye söyledi Sarıbala.  – Buluşmamız babalarımızın buluşmasına benziyor. İnşallah dostluğumuz da onların gibi olur.

Ah babam nerede ben neredeyim. – Aleksey zorla nefes aldı. – Japon savaşında babam benden daha çok kötüydü. Ama asker yemini ihlal etmedi ben ise korkaklık yapıp sözümü tutmadım.

Kaçtın mı? .

Evet. Yakalanmaktan korkarak yoldan geçmedik bu yüzden yolsuzluktaydık.

Kimden kaçtın kırmızılılardan mı beyazlardan mı?

Şuan beyazlardan. Bugün beyazlar bizim kırmızılılar olduğumuzu sanıyor, yarın kırmızılılar bizim beyazlar olduğumuzu zannederler. İşte böyle bir durumdayız!

Kırmızılılar şuan nerede?

Ön ordular Akmol’de olmalı her halde.

Beyazlar nereye gittiler peki?

Çine, ondan sonra kim nereye giderse artık. Hayatı saklayıp vatanı bırakıyorlar. Biz ama ne olursa olsun topraklarımızda kalmaya karar verdik. Ölürsek en azından bizimkiler arasında ölürüz.

Muhabbet ederek Sarıbala’Nın eve giderken bunlar otlaktan iki hırsız Ikış ve Tırabay’In oğlu Abuir tarafından takip ediliyorlardı. Zamanlarda çok saygılı ve şuan vefat etmiş olan Ahmet’in oğlu Sarıbala’nın akrabası Yahya’da kalıyorlardı. Saygılı adamın tek oğşu şimdi hırsızların başı oldu. Ikış ve Abuir seçmeden ordudan uzak kalmış her yalnız askeri öldürüyorlardı. Şimdi de Sarıbala’Nın yoldaşını görünce Ikış sevinerek dedi;

Allah bir tane daha gönderdi!

Atını kullanabiliriz, onu külde gömeriz, - diye cevap verdi Abuir.

Yahya onu avulda öldürmemize izin vermez. Biraz uzaklaşmasını bekleriz.

Sarıbala misafiri yurtta oturtturup kaçanlar takip ediliyor mu diye beyazların kaçtığı yolu izlemek için dışarı çıktı. Ona Ikış yaklaştı.   .

Oğlum yanındaki Rus adam kim?

Asker.

Beyaz mı?

Şuan kimseye ait değil. Botakar’da oturan babamın bir rus arkadaşının oğlu. Atı çok zayıf kendisi de açlıktan ölmek üzeredir. Biraz dinlensin sonra onu eve bırakacağım.

Kendisi gidebilir neden onunla uğraşıyorsun? Şuan çok tehlikeli zamanlard.

Ikış uzaklaştı. Sarıbala avula atlıların grubunun yaklaştığını fark edince yurta koşuverdi. Aleksey soluk, heyecanlı ellerinde bomba ve silah ile ayağa kalktı. Ne? Takip mi ediyorlar?

Oraya bir bak!

Aleksey baktı.

Evet askerler, takip ediyorlar. Nerede saklanayım?

Saman demetine tırmala ve samanların içinde saklan. Ben onları karşılaşıp kandırmaya çalışacak diğer tarafa gittiğinizi söyleyeceğim.

Delikanlı alnında yıldızı olan kumral ata binip koşuverdi. Askerler Tenizbay’ın avulundan çıkıp Yelibay’ın soyunun en büyük avullarından biri olan yolun kenarındaki Kuram’ın avuluna doğru gidiyorlardı. Sadece gündüz değil gece de buradaki yurtlarda sadece çocuklar ve yaşlılar vardır. En ufak değerli şeyler çoktandır saklanmıştır fakat askerler hala bir şey bulmaya çalışıyorlardı. Sarıbala atı durdurup ön taraftaki askerle konuşmaya başladı

Şu dağlara doğru gittiler! – Semiz-kız sıradağına gösterip söyledi.

Kim oraya gitti?

Aradığınız kaçaklar işte!

Kaçağımız ellerimizde, - diye cevap verdi asker.

Sarıbala bir askerin önünde Kazak bir kız oturduğunu ancak fark etti. On beş on altı yaşındaydı. Saçları ve kıyafeti karışık, gözleri üzgün, ama küçün ağız ve düz burnu ile solgun yüzü çok gğzeldir. Ağlamaktan şişmiş gözleri dünyaya bakmıyor bile. ‘Ne olur acının bana! Beni bırakın!’- sanki yüzünde yazılıydı. Sarıbala’yı görünce kız ağlarken dedi;

Beni arabaya bindirip kaçırdılar. Akmola’dan çıkarken araba bozuldu. Karaganda’ya gelince anı bekleyip kaçtım ama yine de yakalandım. Şimdi beni patronuna götürüyorlar.

Kendileri kırmızılılardan kaçıyorlar. Seni bir yerde bırakırlar.

Bırakmazlar!

Avulu araştıran beş altı asker onlara yaklaşıp bağırmaya başladı;

Neden bu Kazaklar konuşuyorlar? Semerine kuzu derileri, diğer askerin boynunda tüylü şal vardı. Daha iyi bir şey bulamadı ama boş eller ile gitmiyorlar. Bütün atları Kuandık avulundan aldılar. Çift yüzük Tokay’ın damgası, kulağındaki kesik Sarmantay’ın damgası, kulağındaki delik Murat’ın damgasıdır. Ruslar her halde Rusya’dan veya Sibir’den geldiler Kazakçayı hiç bilmiyorlardı. Giderken ilk kızın bindiği atı hareket ettiler. Dönüp üzgün mü üzgün dedi;

Görüşürüz yaşdaşım! Hoşça kal sevgili vatanım.

Birazdan kayboldular fakat Sarıbala’ya yalvaran kızın üzgün sesi uzun zaman boyunca duyuluyordu.

Nasıl yardımcı olabilirim? – üzülerek diye söyledi Sarıbala. – Ne gücüm ne imkanım var. Onlar da delirmiş kurtlar gibidirler. Karnı doyurmak için bir kuzu yetmesine rağmen bütün sürüyü kesmeye hazırlar.

 

 

Kırmızılılar

 

Beyazlar bozkırda kan izlerini bıraktılar. Sesli ve genç Kırmızılılar  ‘Bolşevik’, ‘Sovyet’, ‘Kahrolsun burjua!’ gibi yeni kelimeleri, insanlar arasındaki ilişkileri, yeni gelenekleri araya getirdiler.

Önce halkın ‘liderleri’ aksakallar devamlı deyimleri söylüyorlardı.  ‘ Onu yemiyorsan bile yağ sütten saha iyi, hiç bir şey vermezse bile bay fakirden daha iyidir’, ‘Kumdan taş olmaz, köleden önder çıkmaz’. Şimdi bu deyimler duyulmaz. Eskiden baylar zenginliği göstermeye çalışıyor, şimdi isse kaçıp saklanmak zorunda kalıyorlardı. Beyazları kovup bolşevikler kırmızı bayrak ile gelip çağrı attılar; ‘Arkadaşlar! Çalışanlar! Vaktiniz geldi!’. Hkümetin sık sık değişimi ile korkutulan bozkır milleti neye inanacağını bilmiyorlar.

Kırmızı ordu düşmanları yıkıp kovmaktan başka yaptığı işler ile Kazakların bilincinde yeni yol açtılar.  İki yıl önce bütün dünyayı sarsan Müthiş Ekim bozkır avullarına ancak geldi. Baylar devrimden korktular fakirler ise ümit ile karşıladılar. Ama ikisi sonra ne olacak diye şüpheleniyordu. Bolşevikler Kazakların kararsızlığını hissederek rençper, fakir, orta sınıf insanların sempatisini kazanmaya çalışıp bay ve tüccarları bastırıyorlardı.

Bir gün komiser Petrov Aybakir’in evine geldi. Üç gün önce burada saygılı yerde beyaz ordulu asker yatıyor yanında da  Aubakir oturuyrdu. Şimdi ise mırza komiserim karşısında durup sorulara heyacanlayarak cevap veriyor. Rusçayı yarım yamalak bilmesine rağmen tercüman Sarıbala’dır.

Siz zengin bir insansınız, - diye söyledi Petrov. – Gerçekten Kırmızılıların gelmesini istediniz mi?

Aubakir eskiden alışıp söyledi;

Efendim...

Petrov onu kesti;

—- Dalkavukluk yapmayın bana ne efendi ne mırza söylemeyin. ‘Komiser bey’ diye başvurun. Gerçekten sizin için bir dost değilim ama görevime göre bana başvurmanızı rica ederim.

Komiser bey! Benim bay ve zengin olduğumu zannediyorlar. Ama ne yapayım? Fakirlik beni çocukluğumdan beri boğuyordu. Babam serseriydi. Buraya uzaklardan ta Taşkent’ten  geldi. Kazakların arasında yabancıydı. Gelenlerin durum hep zordu. Çocukluğumdan beri çalışıyor Karaganda’da inekleri otlatıyor, su getiriyordum.

Demek ki geçmeşinize göre bize diğer baylardan daha yakınsınız. Bu halde bizi anlayabileceksiniz. Bize yardım etmelisiniz. Beyazlılar ile çatışmalardan sonra atlar güçsüz kalıp zayıfladı, çoğu aksamaya başladılar. Bize yirmi seçmeli at verin.

Komiser bey atlarım yok ki. Hayvanları tutmuyor ticaret ile uğraşıyorum. O da çok ciddi değil. Şuan hiç tasarrufum kalmadı. Sadece bir kaç araba ve öküzlerim var, onlarla hayatta kalmaya çalışıyoruz.  Böyle mal lazımsa alabilirsiniz.

Atlılara öküzlerle yetişemeyiz. – diye dalga geçti komiser. – Sizde atları bulursak kusura bakmayın!

Aubakir heyecanını saklayarak susuyordu. ‘Nasıl bulurlar ki?’. Bayın heyecanı büyük gözlerinden belli oluyordu.

Odaya fakir Sattıbay girip selamlaştı ve daveti beklemeden dastarhanaya oturdu.

Seni kim davet etti? — diye sinirlendi Aubakir.

Bu arkadaşlar ile geldim, - diye cevap verdi  Sattıbay. ‘Arkadaş’ kelimesine vurgulayıp gururla başını kaldırdı.

Nurı vadisinde kasabaların kurulduğunda Sattıbay inşaatçıların yanına gitti. En fakir insanlardan biri, Yelibay’ın soyunda en son kişiydi, şimdi ise en saygılı adam gibi duruyor. Önce Aubakir’in bulduğu yere yaklaşamazdı bile şimdi ama daveti beklemeden ve ayakkabılarını çıkartmadan bile cesurca dastarhanaya yaklaştı. Aubakir için çalışan adam çayı dökerek hoşnutsuzluğunu gösterdi;

Kim olduğunu sanıyorsun?

Bayın hizmetçisin bu tavırlar nedir? Neden Kırmızı orduya çalıştığım için gurur duymaz mıyım? – diye kızdı Sattıbay. – Baksana koruyucuya! Haydi çay dök. Vaktimiz yok. Komisere dönüp ve Rusça, Ukraynaca ve Kazakça kelimelerini karıştırarak mimik ve işaretlerin yardımıyla  beyazların Karkaralinsk’te komünisteri öldürdüğünü anlattı. Toplantının olduğu zaman onlara aniden vurup gittiler. Ama fazla uzaklaşamazlar. Bugün Semiz-kız tepelerinin yanından geçerek Kosagaş’a varacaksak yarın Karkaralıda oluruz.

Tamam biz bunu dikkate alırız, - dedi Komiser.

Sattıbay biraz daha oturup çıktı. Aubakir komiserin sempatisini kazanmaya çalışıyordu. Aubakir Sattıbay’ın küstahlığına sinirlenipsoruyu sordu;

Komiser bey bu yiğiti nereden buldunuz?

Biz değil o bizi buldu. Neden bunu merak ettiniz?

O hemşehrim, onu tanıyorum. Kağıt oynuyor, durmadan yalan söylüyor, yerinde olmayan şeyi çalmaktan çekinmiyor. Haberiniz olsun.

Dikkatimize alırız.

Kapı bir ses çıkardı biri girmek üzereydi ama korktu. Aubakir kapıya yaklaşıp açtı ve yüzü dehşet içinde olan aksak çoban Rustem’i gördü.

Mırza! On kırmızı asker gelip yirmi at aldılar! – çoban zar zor nefes alıyor, sanki kendi atlarını çaldırmışlar heyecanlıyordu.

İşçi olduğunu deseydin!

Dedim ama inanmadılar. Damga her şeyi belli etti. Atlar güvenli bir yerde saklıydılar. Biri bildirmiş olmalı.

Şuan neredeler?

— Buraya geliyorlar. Ben diğer yoldan geçip onları geride bıraktım.

Rustem efendiye haber verdiği zaman avluya kırmızılılar girdiler. Geniş avluda silah, toplar, at, araba, asker mutfağı gibi şeyler vardı. Aubakir’in  iki taşlı avlusu kırmızılılarla doluydu. Kırmızılıların alayı küçük fabrikanın bütün evlerinde yerleşti.  Beyazlıların zamanlarında olmadığı gibi sokak sessiz, sarhoş yok, ateş sesleri de yok, yağmaya kimse şikayet etmiyor.

‘Kırmızılılar yolda gördükleri her hangi şeyleri yıkıyorlar’- diye bir dedikodu yayıldı. Ama millet bir zaman içinde bunun doğru olmadığını gördüler. Korkudan saklananlar yavaş yavaş kendilerine gelmeye başladılar. Bir tek Aubakir rahatsızdı. Komiser yala söylediğini tespit etti fakat sesini bile yükseltmedi.

Hani atlar yok diyordunuz! – Komiser yine soğuk ve alayıcı bir şekilde gülümsedi. – Yalancının doğru kelimesi bile boşuna gider. Bir daha yalan söylemeye kalkmayın bizi kandıramazsınız.

Eyvallah Komiser bey bu benim atlarım değil!

Damga da mı sizin değil?

Damga benim de... ama isteyen her kes koyuyordu.

Aubakir’i sonuna kadar dinlemeden komiser kalktı. Güçsüz atları yenilere değiştirip ordu yola devam etti. Sattıbay her kesten uzak önde gidiyordu.  Arkasında ikişer atlı gidiyordu. Ordunun başı sıradağını geçerken sonu şehirden ancak çıkıyordu. Kırmızılılar sefere sakin, sessiz ve acele etmeden çıktılar. Beyazların arkasında  üzgün ıssız sokaklar vardı şimdi ise her yer kalabalıktı.  Hayvanları hep saklamaya çalışan bozkır kazakları şimdi korkmadan atlara bindiler.  Aksakallardan biri deveden eğip sordu;

 

 

Bu mu şimdi bolşevikler?

Kimse cevap vermedi, her kes kırmızılıların ordusuna bakıp duruyorlardı.

Bir tek şey belli ki bunlar beyazlar değil, - mırıldadı aksakal. – Bolşevikler kırmızılılar olsunlar da fark etmez suratları iyidir. Beyazlılar lanet olsunlar!

Aksakal devesini hareket ettirip Aubakir’e gitti. Petrov ile buluşmaktan sonra bayın heyecanı hala geçmedi bir de aksakal sarmaya başladı;

Selamın aleyküm mırza! Sağlınız nasıl ne var ne yok? Çocuklarınız, eşleriniz, yaşlılar nasıldır? Ev işleri iyi mi?

Allah’a şükürler olsun her şey iyidir.

Bu koskoca ordu nereye gidiyor?

Beyazları takip ediyorlar.

Onlar kim? Kırmızılılar mı bolşevikler mi?

Bilmiyorum sormadım ki.

- Ben sordum da ama kimse cevap vermedi. Her halde kırmızılılar çünkü bayrağı öyledir.

Bunun için mi evden çıktın?

Hayır, tohumları almaya geldim. Kış için beslenmiş öküzü kestim ekmek ama yok. Öküzün derisini al karşılık olarak da bana biraz tohum ver.

 

Mırza bana çuha yada basmayı verin, o zaman değiştiririm.

Bende öyle bir şey yok!

İyi düşünün mırza, bence var.

İyi misin sen? Ticaretten çoktan vazgeçtiğimi bilmiyor musun?

Neden bıraktın canım? Senin için karlı değil mi? Seni zengin yapan bu değil mi? Aman aman mutluluğunu çiğnedin.

Böyle zamanda zenginliği değil hayatta nasıl kalabildiğini düşünürsün. Delirdin mi yoksa?

İhtiyar adam şaşırmaya devam ediyordu;

Sağlık, yemek, kıyafet varken insan neden üzülür ki anlayamıyorum!

Onların yanına küçük adımlarla Orınbek yaklaştı. Üstünde tilki şapkası, kurt kürkü, yüksek topluklu ayakkabı vardı. Polis kıyafetlerden hiç bir şey kalmadı şimdi mırzaya benziyordu. Hemen Aubakir’e selam verip el uzadı, yanında duran Sarıbala ve Baumbek’e bakmadı bile.

Mırza onlar ama o kadar acımasız değil...değil mi?  - diye gülümsedi Orınbek. Gülüşü neyin ifade ettiğini anlaşılmıyordu. Diyorlar ki Hamen’i vurduğunda sesli gülüyordu.

Canım Orınbekcan, - yine Baumbek karıştı.- Seni zorla tanıdım. Gözlerim askeri kıyafetlerine alıştı. Nerede o?

Çıkardım.

İyi ki böyle yaptın hiç güzel değildi. Bu arada iyi ki buluştuk canım. Diyorlar ki kar olmasaydı izler de olmazdı. Suygembay’ın komşuyum bu arada. Hatırlıyor musun onu? Ondan geçici olarak aldığın o gri at nerede?

— Kullandığım her atı hatırlayabilir miyim?

Demek ki at kayboldu. Adam bunu tahmin edip onu aramıyordu. Her buluştuğumuzda ‘Akraba ile karşılaşırsan atımı al’ diye rica ediyordu. İkimiz Karaksekliyiz değil mi? Peki peki, tohumları aramaya gidiyorum ama bir dakika benimle gelir misin?

Baumbek Orınbek’I tarafa aldı ve fısıldamaya başladı;

‘Dudaklarımı acıyken yala, tatlıyken kendim yalarım’. Yakın yaşamamamıza rağmen Karakeseğin çocuklarız biz. Dikkatli hareket et, canım dikkatli ol. Yerli insanlar sana sıcak bakmıyorlar hatta seni bir düşman olarak görüyorlar. ‘Orınbek Suygembay’In atını akrabasına vermiş’, ‘Taşeke avulundan kaybolan iki madiyanı Orınbek evinde kesti’ diyorlar. Dükkanın soyulduğunda yönettiğini de diyorlar.

Olsun Baueke, konuşsunlar. Orınbek için fark etmez.

Allah sana sabır versin. Kuandık soyu mert iyi kalplidir. İyiliğe bağlan, kötülükten uzaklaş. EN iyi tavsiyem budur. Adamdan özür dile canım. Kimseye kötülük yapmadı, çocuğu olmayan fakir bir yaşlıdır.

Eeeee şimdi anladım neden o kadar konuşuyordun, kafamı karıştırıyordun. Suygembay’ın avukatı olduğunu söyleseydin! Aferin sana! – Orınbek yaşlının sakalından tuttu o da başını salladı.

Ben öyle bir şey yapmam oybay yapmam! – diye itiraz etmeye başladı yaşlı adam.

Orınbek sakalı bıraktı.

İstediğimi aldım işte aldım! – homurdanmaya başladı Baumbek. Neden diğerinin işine karışıyorum! – Arkasına bakarak deveye binip gitti.

İki köpeğin birbirine saldırdığında dikkat vermeden geçemezsin. İki kavga eden kişi ise düşüncelere dalıp fark edemedi. Komiserin karşısında solgun ve biçare gözüküp şimdi yüzü yine koyu esmer ve sert oldu. Bir kaç defa nefes aldı. Kırmızılıların ordusu tepelerin arkasında kayboyldu ama Aubakir hala o tarafa bakıyordu.

Orınbek Baumbek’e ders verip baya yaklaştı ve onu sakinleştirmeye çalışarak canlı canlı konuşmaya başladı;

Her şeyi biliyorum mırza, her şeyi kontrol ediyordum ama yanınıza ancak gelebildim. – Orınbek dilin altına nasvarı koydu.- Üzülmene gerek yok. Üzülmekten ne faydası var? Benim derdim sizinkinden daha kötü. Sizden en fazla zenginliğinizi alır benim ise başımı keserler.

Fakir insanın hatası affedilir.

Amam sizin de avantajınız var. Babadan bay değilsiniz, fakirlerdensiniz.

Onlar hepsi Petrov gibi ise merhamet beklenmez. Hükümet temsilcisi bana asla hayır demedi.

Petrov’e misafirperverliğimi gösterdim ama buna rağmen yirmi atımı aldı.

Beni onları yakalamaya gönderin. Atlarınızı geri alacağım.

Nasıl geri alacaksın?

Atların size değil fabrika işçilerine ait olduğunu kanıtlayacağım. Yirmi işçinin imzası ile kağıt hazırlarız.

Aubakir Orınbeki anlayıp evine götürdü. Evde onu ve çoban Rustem’i oturtturup emir verdi;

İkinize güveniyorum. Rustem sen atların özelliklerini anlat, ya sen Orınbek gerekli kağıdı yaz. – Avula çıkınca Sarıbala’nın avula geri dönmesini sitedi.

Bir kış günüydü. Saat on ikiyi geçti öğlen namazının vaktiydi. İki gün ve iki gece boyunca kar lapa lapa yağıyordu şimdi de yumuşak tüylü bembeyaz bir halı gibi oldu. Güneşin parlak yansıması gözleri kamaştırıyordu. Sarıbala kardan zar zor gözüken demir yolunda yavaş yavaş gidiyordu. İlerde kurt, kokarca, tilki, sincap ve farelerin izleri vardı. At izleri yoktu kimse avlamaya çıkmadı. Sarıbala avlamayı çok sever ve şimdi bu günleri kurtu yakalamak yerine faktörde geçirdiği için pişmandı. Yavaşça üzülmekten düşünmeye geçti.

«...Komiser Petrov sert bir adamdır. Kayın peder onu çok iyi karşıladı ama Komiser hiç merhametliği göstermedi.

Aubakir zangin olduğu için suçlu değil ki. Ama para çalmaktan değil ticaret yapmaktan zenginleşti. Ticarette ne var? Dürüst bir iş değil mi? Kırmızılılar seçmeden  bütün zenginleri öldürürlerse ne olacak? O zaman fakirlerin hangi amaçları kalır? Hiç bir şey anlamıyorum.  Kayın pederi de anlamak zor ama. Sanki beyazların taraftarı ama aynı zamanda hırsız şikeci ve tecavüzcü Orınbek ile arkadaştır. Kendisi onu hapisten çıkarıp Kolçak polisinde ona bir görev buldu. Bu iyilik için Orınbek yirmi atları geri getirerek teşekkür etmek istiyor. İkisi Kolçak’a destek veriyordu. Kolçak milleti soyar, yıkar, ordusu gözyaşları, kan ve ölümü getirip kudurmuş kurtlar gibi geri çekiliyordu. Beyazlının atındaki o kara gözlü esir kazak kızı asla unutmam. Kırmızılılar hayatta zorluk çekmesine rağmen hiç bir zaman hırsızlık yapmadılar. Bir asker soğukluktan donmuş kulakları sürtürerek yalvarıcı bir şekilde bakıyordu. Ona tımağı verdim ama onu Petrov’dan izin aldıktan sonra ancak aldı. Onlar şerefli ve dürüst insanlardır. Beyazlar bir kelime etmeden hemen alırdılar. Beyazlılar iktidarda kalsaydılar Aubakir kızını benimle evlendiremezdi. Kırmızılıların gelişinden korkup itiraz etti. Kırmızılılar baylardan iktidarı alsınla’.

Sarıbala tırıs gidip Baumbek’e yetişti. O da yırtılmış burunlu iki kamburlu devede sallayarak bir şeyler mırıldıyordu. Şarkı mı söylüyor ağlıyor mu belli olmuyor.

Demek ki öküz derisini değiştiremedin değil mi? – onu yanına gelip sordu Sarıbala.

Değiştirseydim geri götürmezdim. – mırıldamaya devam ederek cevap Verdi Baumbek.

Baumbek o nasıl bir şarkı?

-— Her kuş kendi şarkını söyler.

Doyumdan mı güzel keyiften mi?

Her şarkı söyleyen mutlu değildir. Canım sıkkın bu yüzden söylüyorum. Babam Kibat doksan yaşındayken öldüğünü biliyorsun. Vatanında onu gömemeyip Yelibay’ın topraklarında gömdük. Yetmiş yaşını geçtim artık. Neden bu dünyaya geldim ki? Allah bana uzun ömrü ve zor kaderi verip bir dakikalık mutluluğu bile vermedi. Bir de insanlar benimle dalga geçiyorlar. Orınbek’in beyaz sakalımı koparıp ne sen ne mırza ‘Yaşlıdan elini çek!’ diye söylemedi! Merhametsiz Orınbek milletin saygı duyduğu mırzanın, saf delikanlının karşısında böyle davranıyor. Böyle canavar ile baş başa kalırsan eğer ondan iyi bir şey beklenmez.

Sarıbala ne diyeceğini bilmeden başını indirdi. Baumbek ona yan gözle baktı. ‘Onun için de teşekkür ederim’ diye düşündü , bakışı biraz yumuşadı ve yaşlı adam mırıldamaya devam etti. Kavşakta onunla vedalaştı;

Görüşürüz oğlum. Babana selam söyle ve aşağılanmamı anlat. Sağlık olsun. Bu günlerde çevrede Mustafa kadar adaletli insan yoktur.

Güneş battı hava kararlanmaya başladı. Baumkek avulun doğru gitti.

Sarıbala kar tozunu kaldırıp koşarak Kuram’ın avullarından geçti. Hızlı gidişten ve soğuk rüzgardan keyfi güzelleşti. Şarkı ile Batime ile buluşmayı sabırsızlıkla bekleyip ilere doğru gidiyordu. Ayın altın tası doğunca açık mavi gökyüzünde yıldızlar ortaya çıkmaya başladı. Avulundaki koyunlar artık ağıldaydı. Ağıllar kapalı, her yer sessizdi. Evin önünde Sarıbala Batima’yı gördü. Üzülerek fabrikanın tarafına bakıp Sarıbalanın şarkısını duyunca çok sevindi.

Kalk Sarıbala kalk! Muhammedya dayı çağırıyor seni, sıcak giymeni istedi, çabuk atı çıkartmanı istedi onunla gidersin. Haydı kalksana!

Batima kocasını sallıyordu ve nihayet Sarıbala başını kaldırıp zorla gözlerini açtı. Bugün hep uyudu artık öğlendi. Dünkü sessizlikten bir tek hatıra kaldı çünkü fırtına başladı. Rüzgar uluyor, sağanaklar geliyor, ya boa yılanı gibi tıslıyor yada aslan gibi kükrüyordu. Pencereler karla örtüldü.

Ne yazık!’— gözlerini açıp dedi Sarıbala.- Avlamaya yetişemedim. Temiz kar ve açık izler kayboldu! Rüzgar nereden esiyor? Sağdan mı soldan mı?

Bilmiyorum, - dedi Batima.

Dışarı çıkmadın mı?

Çıktım ama dikkat vermedim.

Böyle havaya dikkat etmiyorsan seni idam etmeye gelen cellati de fark edemezsin.

Sen de uykucu ilk göçmede evde uyup kalırsın. Bir saattir seni uyandırmaya çalışıyorum bir kendine gelemedin. Kıyafetlerini al çabuk giyin. Dayı bekliyor.

Gitmezsem?

Dayı küsebilir.

Ama gece eve yeni geri döndüm. Ve yine sabah erken bir yere gönderiyorsunuz beni! Havaya da bak.

Biraz düşünüp Batima bir bardak soğuk su kocasının boynuna döktü. Sarıbala yataktan hemen kalkıp yüzünü yıkadı ve giyinip çıktı. Avluda develerin yanında Muhammedya ve Jamal bekliyorlardı.

Bozkıra çıktılar. Yolsuzluk, kar fırtınası vızıldıyordu,, göz kamaştırıyordu. Ayakların altında ya sürtülmüş kar ya atın göbeği kadar derin kürtün vardı. Sırayla gidiyorlardı; önde Muhammedya, arkasında develeri götüren Jamal, en son Sarıbala. Nereye gideceklerini ancak Muhammedya biliyordu. Genç mırza 30 yaşında ama az konuşur ve sırları iyi saklar.  Çoğu mırza gibi sevinçten patlamaz, acıdan ölmez. Muhammedya hep sakin, dengeli, bir tek eğitim almamış, ama alsaydı büyük ihtimalle ne kötü ne iyi işte kimse onu geçemezdi. Kırmızılıların gelişi onu korkuttu ve heyecanlandırdı ama o, en samimi arkadaşlar ve yanında giden akrabalar dahil olmak üzere hiç kimseye bunu asla söylemez.

Kar fırtınası onu önden yüze ve göğse vurup gözlerini açmaya engel oluyor ve atın gittiğini zorluyor. Her seferinde bastırıp  ‘Geri dön! Dönemezsen seni gömerim!’ diye uyarmak istiyor sanki.  Ama genç mırza itiraf etmez. Arkadaki tehlike ilerideki tehlikeden daha kötü gibidir. Mırza bunu söylememesine rağmen Sarıbala bunu hşssedebiliyor.  Muhammedya Kırmızılıların yoldaki her şeyi yaktıklarını duydu bu yüzden yangından kaçmak istiyor. Yüzü tamamen donduktan ve yönü kaybettikten sonra yoldaşlara döndü;

Burada bir yerde büyük bir çukur vardı. Kim onu hatırlıyor?

Mırza, böyle kart fırtınasında çukur değil yoldaki kurganı bile bulamazsın, - diye cevap verdi Jamal. Sesi çok düşük ve kesik olduğu hem de devamlı karşıdan gelen rüzgar onu boğduğu için mırza hiç bir şeyi anlamadı. Sarıbala da bağırdı;

Çukurun nerede olduğunu bilmiyoruz ve başımız dönmeye başladı artık!

Muhammedya susarak atı hareket ettirdi. Kar fırtınası kuvvetlendi. Bir zaman sonra mırzanın atı göğse kadar kardaydı. Muhammedya inip kütrünü geçti ve mutlu gülüşü ile çağırdı; m

Buldum! İşte o!

Bu deli kar fırtınasında ıssız yerde hiç yoldan sapmadan bir çukuru buldu.

Üçü bir kürek ile sırayla çukurdan kar atıyorlardı. Onu temizlemek çok zordu çünkü kar hemen geri düşüyordu. Ağır kürklerle kazmak hiç rahat değil ama onları çıkartırlarsa soğuk rüzgar kemiklere kadar üşütür. Birazdan hepsi bunalıp çok terlediler ama çukuru yeterince kazdılar ve develerden balyaları indirdiler. Balyalar çok ağır olduğu için onları karda yuvarlıyorlardı. Yaklaşık on tane balya vardı. Sarıbala yorgunluktan zar zor yürüyor, ama iki büyük ve güçlü adam da aynı derecede yoruldular.

Evet yiğitler, bugün zor bir gün çıktı. – balyaları gömüp söyledi Muhammedya. Ama merak etmeyin yakında Kırmızılılar gidecek ve bugünkü sorunları unuturuz.

Geri dönüş daha hızlıydı. Ya koşarak yada çok hızlı gidip geri dönüyorlardı. Yük yok, saklanacak yer de yok soğukluk ise hızlandırdı onları. İşten terlemiş Sarıbala birazdan donmaya başladı. Kaş, kirpik ve kollar gri buz ile kaplandı. Yüzü sanki taşlamış, yanakları hi bir şey hissetmez oldu kar fırtınası ama bitmiyordu. Karanlık olduktan sonra avula zorla vardılar ve evlerine gitmeden önce Muhammedya uyardı;

Sadece yabancılar değil eşlerimiz bile nereye ve niçin  gittiğimizi bilmezler.

Bu yolculuktan sonar Sarıbala hastlandı ve yatakta üç gün boyunca hiç kalkmadan kalıyordu. Donmuş elmacıklarda su kabarcıkları büyüyüp patladılar ve acıyorlardı. Vücudu yanıyordu.  Arada sırada Sarıbala sayıklayıp devamlı aynı şey söylüyordu;  ‘Aile olunca sorunlar da olur’. Bilinçteyken mi sayıklıyken mi bunu söylemesi belli değildi. Amam her şeye rağmen ne babasına ne eşine nereye gittiğini ve ne yaptığını anlatmadı. Dördüncü gün gece ayrısında çok terleyip uykuya daldı. Öğlen saatlerinde kalkıp göğsünde güneş ışıklarını gördü.

Demek ki gök açıldı! – sevinip dedi.

Dün daha! –diye cevap verdi yan odadan koşarak gelen Batima.   – Kendini nasıl hissediyorsun?

Daha iyiyim.

Oh çok fena hastalandın. Çok korkuttun bizi.

Ben hastalığı hissetmedim bile. Kar fırtınası dertleri mi getirdi size?

Senden başka kimseye zarar vermedi. Cesaret edip yüzün donduğunu bile fark edemedin! – diye güldü Batima. – Ah bu arada az kalsın unutacaktım. Orınbek geldi ve Kırmızılıların aldığı bütün atları getirdi. Gece fabrikadan büyük dayım da geldi. Galiba buraya da gelecek. Her gün bugün gibi mutlu olsaydı keşke.

Keyfin yerinde. Her gün böyle olursa mutluluğun fazlalığından ölebilirsin!

Mutluluğun sınırı mı var?

Her şeyin sınırı var.

Yeni evliler şakalaşıyorlardı. Güneşin ışığıyla dolu küçük oda sıcak ve temiz, hiç bir yerde toz bile yoktu. Sarıbala acıktı, üç gün boyunca bir şey yemiyor ancak su içiyordu. Şimdi kurumuş at eti yeseydi. Ama nereden çıkar ki? Bu sene atı kesemediler. Eşinin ailesinden almak utanç verici olur. Delikanlı ima edip söyledi;

Ehhh at nasıl bir mucizedir! Yürüyene kanat, sussana kumıs, acıkana et, hasta olana ilaç olur.

— At etini yemek istediğini anladım, - dedi Batima.

İstiyorum da nereden alırız?

Ben getireceğim.

Rica etme. Fakirlik günah değil diyorlar da ama zenginler gülerler.

Avluda konuşma ve ayak sesleri duyuluyordu. Kapı açıldı ve Aubakir, Orınbek ve Muhammedya ile başında yaklaşık 10 kişi içeri girdiler Kar fırtınasından sonra çok soğuk ama erkekler tımakları bağlamadılar . Her kes vodkadan değil mutluluktan neşeliydi. Sarıbala’nın durumunu kısaca sorup sesli konuşmaya devam ediyorlardı.

Orınbekcan! – diye bağırdı Aubakir. – Dost dertte belli olur. Beni Akmolinsk’teki hapisteyken tanıdın. Şimdi ise mülkiyetim ile ilgili bütün işleri sana ve Muhammedya’ya devirmek istiyorum. Ben de sakin mi sakin dinleniyim.

Buyurun mırza buyurun. – Orınbek başını salladı. Gülen gözlerde kurnazlık yansıyordu.

Düzelip ve tımağı yöne çekip oturdu. Kendini beğenmesi çok belliydi. ‘Orınbekcan’ kelimesini mırzadan duyup kızardı. Aynı kelime yaman Hüseyin, kel Hasen ve uzun dilli Yunus gibi  diğer insanları sararttı. Onlardan her biri eskiden beri Aubakir’in emrinde ve bayın sadakayı kullanarak kurnazlıkta, kandırmada, zekada ve beceriklikte birbirinden  geçmek istediler. Ama bunlar Aubakir içinn sadece bıldırcınlı atmaca gibi olsalar onlarla kıyaslayınca Orınbek bir altın kartal gibiydi. Bu yüzden şimdi kıskanan üçlü bay ve Orınbek arasına girmeye çalışıp onun  ününü bozmaya çalıştılar;

 

Hayret! O atları asker seferinden nasıl geri getirdin? Sihirbazsın galiba Orınbek! – artistlik yaparak şaşırdı Yunus.

Esperiyi aniden anlamaya alışkın dayak yemiş Orınbek hemen cevap verdi;

Bazı cesur insanlar korkak köpeğe benzerler. Kırt olmayınca bu köpek seli havlayıp avulda koşar. Kurt gelince korkarak en uzak yerlere saklanır. Sihirbaz değilim canım Yunusum, Yapmayı bilip korkmazsan cehennemden de geçersin. Komiser Petrov beni ahiretteki şeytan kadar sert soruşturuyordu. Ben ona bir soru sordum, ‘Proletarya direnişi ne için yapılır? Fakir işçilerden son atı almak için mi?’. Birinin, diğerin başını kesersin herkesin dili ama kesilmez.  Bu münasebetsizliği ta Lenin’e yazıp anlatırız!’ diye. Komiser patron ile konuştu. O da Ukraynalı  çıktı, Ukraynaca’yı anlamadığımı zannedip Petrov’a ‘Geri vermemiz gerekiyor’ diye söyledi. Çok sevindim ama bunu göstermedim. Petrov memnunsuz bir şekilde çok sert bakıyordu, gözleri beni deliyordu. Yalan söylediğimi öğrenseydi kesin orada kafama sıkıp vururdu. Tekrar bütün belgelerimi kontrol edip ve sakin hiç kızmadan dedi; ‘Yanıldık hata yaptık işçiler affetsinler. Atların Seitkamedov beyin olduğunu zannettik. Elini bile uzattı..

Kırmızılıların semerleri toplayıp atları alıp geri döndük.  İşte böyle canım Yunus, hiç sihirbazlık yok ancak cesaret lazım. Beşparmak yerken veya Aubakir’in atlarını binerken şüphesiz çok cesursunuz. Mırza zor durumda olduğunda neredeydiniz?

İncitilmiş Yunus kahkaha attı.

Bek’in Orınbek’i  yarattığına inanmıyorum. Vallahi o melezdir.

Her kes doğar, ama her kes insan olmaz.

Kısacası aptal değil soyu ama iyi değil.

İnsan olamazsan neden doğarsın ki? – yine güldü Orınbek.

- Her hanın yanında  bir hırsız olur diyorlar. Orınbek mesela Nikolay’ın, Kerensk’in, Kolçak’ın ve Sovyetlerin yanında da dolandırıcı olarak kaldı.

Şans bir attır, bin de git, - kendinden memnun kalan Orınbek güldü. – Zorla almadığın şeyler konusunda zekanı kullanırsın. Zamana uyman lazım yoksa boynunu kıracaksın.

Demek ki doğuştan beri  ‘Rüzgar nereye ben oraya’ diye bir düşüncen yok, değil mi? – Yunus gülmeye başladı.

Şakalar daha sert olmaya başladı. Dubakir konuşmayı gerginleştirmemek için kalkıp ikramı beklemeden avluya çıktı. Orınbek’i arabaya bindirip  fabrikaya gitti.

Sarıbala duygularını Batima’ya anlattı.

Babanın çevresinde ancak dolandırıcı ve iş adamlar  var.  Onlardan her biri on avulları yıkabilir. Dördü ise birleştiyse sadece babanı değil en aziz adamı da yıkarlar. Baban onlara hediye ederek yanında tutuyor. Bu yüzden zamanla insanlar ondan uzaklaşırlar. Yalnızlıkta ölecek, bütün hayranları kaçarlar.

Bunu nereden biliyorsun? Galiba babanın düşüncelerini tekrarlıyorsun, o da küsmüş ve adaletli davranamaz.

Evet babamın düşüncelerini tekrarlıyorum. Ama babam dargınlığı intikama dönüştüremez. Senin baban diğerlerden zenginlik ile, benim babam ise bilgelik ve insanlık ile farklıdır.

Gördüğüm gibi babamdan pek hoşlanmıyordunuz, - dedi Batima ve gözlere yaşlar doldu.

Sarıbala karıya bakıp sustu.

Sarıbala ilk defa kamu işi için gitti. Uzak bozkır avullarda vergileri toplayacaktı. Kayın peder Aubakir ile beraber gidecekti. Aubakir vergi konusunda akit taraftı. Akmolinsk deri fabrikasının sahibi Yahudi Gutermaher de akit taraftı. Yeni hükumet iki ünlü zengin adamı vergi toplamaya görevlendirdi. Onlar yardımcı olarak yakınlardan on kişiyi aldı. Onlar arasında Sarıbala da vardı.

— Seni okuldan aldım eğitime devam etmene izin vermedim,  zor zamanlarda yanlış yola gireceğinden korkarak seni sınırladım. Şimdi zamanlar sabitleşti her şey düzene girdi.  Amacına ulaş oğlum, seni tutmayacağım. İyi yolculuklar! Şans yaver gitsin. Senden daha güçlü olanlar ile kavga etme, sende daha zayıf olanları incitme. Saf bir delikanlı olarak avulları gezersin çok şey öğrenirsin. Unutma ki, millet senden daha çok şey bilir. Kibirli olma, bildiğin yoldan dönme, dönersen kaybolursun. Açlıktan öl ama yine de dürüst kal. Tavsiyelerim aklında kalırsa bütün zorlukları yenersin ve ne kariyer ne zenginlik seni sarhoş etmez.

Böyle hayırdua ile Mustafa oğlunu uzun yolculuğa uğurladı.

Yaz gelmek üzereydi. Koktal nehri Semizkız ve Kosagaş boğazından dereleri içerip sularla doldu. Sıcak günler geldiğinde su azaldı ve eski akmalıktan akmaya başladı. Ama geniş Jarıka bozkırı hala mavi ayna gibi parlıyordu. Araba buradan geçmez, at dize kadar çamurda kalır. Böyle yazda Jarıka’da bozkır samanı çok yoğun ve insanın boyu kadar büyüyor araba ile biçemezsin. Yelibaydaki altmış aile onu biçmeye çalıştılar ama yarısını bile yapamadılar. Baya bir saman vardı, ama komşular alışkanlık ile saman yüzünden tartışıp kavga bile ediyorlardı.

«Doymuş ama gözü aç!’ – diye bir deyim geldi Sarıbala’nın aklına.

Küçük kuru tepede su ile dolu çayırın ortasında Yahya’nın ailesi oturuyordu.

Yoğun duman sadece ocak borusundan değil çatı ve çimenden yapılmış yarım yıkılmış ağılın duvarlarındaki deliklerin altından çıkıyordu. Sarıbala önünden geçmek istedi ama ama dumanı görünce yangın olduğunu zannedip koşuverdi. Yangın yoktu sahip sadece füme eti yapıyordu. Yağlı at etinin büyük parçaları üç çubukta asılıydı. Yahya füme yapmayı biliyordu.

Yağlı sucuk karanlıkta parlıyorlardı; kalın olan karta, ince olan kazıydı.

Yahya’nın tek atı vardı ama sucuk için uygun değildi. Sarıbala sucuğun çalınmış at etinden yapıldığını anladı.

Yoğun duman perdesinden misafiri karşılamaya Yahya’nın karısı  Zura çıktı. Duman kokuyor gözlerinden yaşlar akıyordu. Sümkürüp kirli kimeşeğin kenarıyla yüzünü sildi. Kaba ve  şapşal Zura beklenmeden gelen akrabayı görünce utandı.

Attan in yemek ye, -diye teklif etti.

Teşekkürler. – Sarıbala bu fümelikte durmaya devam etmek istemiyordu.

Duvarın büyük deliğinden (pencereden mi kapıdan mı?) sadece don, gömlek ve  ayakkabılar  ile Yahya çıktı onun peşinde domuz arkasından çamurdan çıkan domuz yavruluları gibi pis ve kirli 5 çocuk çıktı. Geleneğe göre sevmek için onlara dokunmak bile iğrençti.  Çocuklar babasına benziyorlardı.  EN büyük yaklaşık on on iki yaşındaydı, geniş yüzlü kızıl saçlı Gabbas. Bu yaşta bile küçük kuzuları çalmaya başladı. Sarıbala akrabanın ailesine  iğrençle baktı.

İyi yolculuklar! Gidiyor musun? – diye sordu Yahya.

Çocuklar kendiler aralarında gürültüyü yaratıp kavga etmeye başladılar. Baba her kese vurup onları annesinin yanına kovdu.

Benimle gel, - diye teklif etti Yahya. – Sana bir şey anlatmak istiyorum.

Yeşil ota oturdular. Yahya dudağın arkasına nasvarı koydu. Şimdi biraz sönük, çapaçul görünüyordu. Ama bir zamanlar atılgan bir yiğitti. Gençken bir törende güreşiyordu ve büyük ödül olarak iki kamburlu deveyi ve susamurunun  derisini  kazandı. Şimdi 40 yaşına girdi; göz kapağı altın kartalda gibi ağırlaştı, burnu büyük, gözleri hala parlıyordu. Zamanında eğitim bile alıyordu, doğadan zeki ve hayatı iyi billirdi. Babası tanınmış aksakal Yahya küçükken vefat etti. Annesi baybişe Jamila Mahambetşe’nin karısı oldu ve oğluna çok şey öğretti fakat çalmamayı öğretemedi. Yahya fakir insanlar ve akrabalardan çalmazdı, kendisi hayvanları almazdı genelde hırsızı alırdı, o da atları uzak avullardan başka şehirlerden bile atları getiriyorlardı. Yahya hiç bir zaman yakalanmadı ve yakın insanları incitmedi. Bu yüzden sadece yargılanır ama nefret edilmezdi.

.— Bilal şimdi Akmolinskte. – dedi Yahya. – Sen de kamu işi için gidiyorsun. İkinizi Allah korusun. Birine diğerinden daha çok  değil ikinize aynı derecede şans dilemek istemiyorum.

Bilal Mahambetşenin Jamiladan tek oğluydu. Yahya’nın öz kardeş Saribala'nın kuzeniydi. Buna rağmen Yahya ikisine şöyle diledi; Kazakların çok kötü şeyi var o rekabetçiliktir. İki yakın insan bile başarılı olup hep bir birinden memnunsuz kalır. İgilik’in torunlarına bak! İgik yaşasaydı babam Mustafa'dan nahiye iktidarını almazdı. Mustafa, patronuna akrabası Bekkoja'yı şikayet ettiğinde kalp krizi geçirerek öldü. Matay’ın soyunda böyle anlaşmasızlıklar yoktu. Canlarım benim, dostça yaşayın.

' — Neyi böleceğiz ki?

Aynen ne zenginliğimiz ne mutluluğumuz kaldı. Ama insnlr dğnyanın küçük olduğu için çok hain maksatlar olduğu için kavga ediyorlar. Bilal yeni iktidarda nahiye başkanı olursa senin onun yerine geçtiğini konuşurlar. Senin kurnaz kayın pederin ile dikkatli davranman için bu sırrı açıkladım.

Bilal nahiye başlkanı mı olmak ister?

Fabrikada Sovyet iktidarını belirten ünlü Rus adam Katçenko Akmol’dan gelen bir bolşeviktir. Kolçak hapishanesinde Seyfulla’nın oğlu Saken ile duruyordu. Katçenko Bilal’ı çağırdı. Sovyetlerde nahiye başkanı fakirlerden olmalı. Bilal’ımız ise hem fakir hem rusça öğrendi hem de komünist oldu.

Allah nahiye iktidarını ilelebet İtalik’in torunlarına vermemişse bu sefer Bilal onu kendi eline almalıdır. Her şeyin barış bir şekilde bitmesini isterim ama savaş kaçınılmaz. Nahiye başkanı Muhtar ve Aubakir beraber Bilal’ı zehirlemeye başlarlar.

Aubakir neden bunu yapsın ki?

Serseri esmer Özbek bizim için büyük kötülük oldu, bütün Matay’ın torunlarını veya en azından bütün Kıdır’ın torunlarını yok etmesine kadar  sakinleşmez. Biz artık dağıldık, soyumuzda birlik yok. Kızını seninle iyi kalpli olduğu için değil Kırmızılılardan korktuğu için evlendirdi.  Kırmızılılar ise çok tuhaf davranıyorlardı. Bütün bayları az kalsın canlı yiyecekti. Şimdi ise zengin Aubakiri kendisi için yirmi bin koyun toplamaya gönderdiler, Muhtar hala nahiyeyi yönetiyor, kan içici Orınbek yanında yine kılıç ve silahı taşıyor

Yahya genç akrabasına çok ümit veriyordu, içinde biriktiren şeyleri uzun uzun anlattı. Sarıbaal susuyordu ve dayının söylediklerini ciddiye alarak dinleyip dinlemediği belli değildi. Sonra gitme vakti geldiğini göstererek kırbacı alıp onunla biraz oynadı.

İyi yolculuklar- tekrar söyledi Yahya. – Şansını yakalarsan zengin olursun. Bozkır Kazakalrı kağıt okumaz. Elli koyun yerine yüz tane, yüz tane yerine bin tane alabilirsin. O zaman hem hazine hem de ceplerin dolu olacak. Aubakir şüphesiz kendi mallarını ikiye katlar.

Sarıbala insan ve hazine sayesinde zengin olmaktan fakir olmak daha iyi olduğunu söyledi.

İnsan ve hazine sayesinde yaşamazsan iktidarda olmanın ne faydası var? Evde sessiz oturusun o zaman, dedi Yahya.

Sarıbala bir şey demeden atı bindi. Sularla dolu Jarık’tan çıkınca attı yavaş koşturdu. Otlu bozkırda kırmızı lale ve haşhaş ile doluydu. Aşağıda çalılarda bülbül, yukarıda da toygar kuşu ötüyordu. Itırlı ıtırlı bozkır otları yolcuyu misafirperverlikle karşılıyordu. Kelebekler ve şahinlere benzeyen kuşlar uçuyorlardı,kırlangıçlar incecik kanatlarıyla az kalsın başa çarpacaktılar. Morali biraz hayali ve belirsizdi. Uzaklarda bir serap gibiydi. Sarıbala sevdiği şarkıyı söylüyordu. Bozkır hep böyle ıtırlı ve güzel olsaydı keşke. Ama her güzelliğin er yada geç sonu gelir. Sarıbala sa şarkı söylemez oldu çünkü ileride Batima’Nın dayısı Muhay vardı.

Oğlum! – uzaktan çağırdı Muhay. Ondan yaşlı insanları bile ‘oğlum’ diye sesleniyordu. – Kardeşime mi gidiyorsun?

Evet.

O gitti. Bugün Jantır avulunda olacak, anladın mı? Şimdi kulağını getir, bir şey diyeceğim;

Sarıbala ıssız bozkırda fısıldamanın bir anlamı olmadığını düşündü ama yine de eğildi. Muhay amca talimatını söyledi;

Uzak avullarda çok hayvan var, oradaki Kaazaklar çok zenginler. Çok çıkarınız olacak, anladın mı? En azından elli tane getirirsin. Olduğu kadar yeriz. Öngörülü ve çıkarıcı olmak lazım oğlum. Hiç bir şeyi bilmeyen Naşarbek, Akbas ve Ahan bile bir hayvana bile sahip değildiler ama şimdi kurnazlık yapıp hayvanları yetiştiriyorlar. Çıkarımı ihmal eden adam yiğit değildir! Senin yaşındayken cehennemin dibinden bile her şeyi alabiliyorduk. Çok güzel imkanın var! Sakın kaçırma onu anladın mı?

Muhay hep tekrar diyordu ‘anladın mı?’ diye. Ama Sarıbala bir kere bile evetlemedi. Bir şey demeden gitti. Kendi kendine kızmaya başladı.

‘Her kes bana akıl veriyor, Yahya ve Muhay bile! Ben kimim Allah aşkına. Her halde müstahkarlardan en büyük müstahkar, salaklardan en büyük salağım. On sekiz yaşına girdim sonuçta! Kaz sesli Kazıbek 14 yaşındayken  ve dedem Kadır on yedi yaşındayken hakim olarak seçildiğini diyorlar. Bana da Yahya ve Muhay hala akıl vermeye çalışıyor. Babam ‘Açlıktan ölsen bile dürüst kal!’ diye sadece bir tavsiye öneriyor. Akrabalar ise hep ‘İmkanın olduğu kadar çal!’ diyorlar. Kimi dinleyim? Nasıl yaşayım? Kimse ölümden kaçamazsa her kes ölüme karşı aynı değil mi?  Hem günahkar hem de günahsız.’

Sarıbala insanları yönetenler arasında hiç dürüst ve şerefli insan görmedi. Şeriat ancak kağıtta güce sahip, adalet de ancak dilde var. Gerçek hayatta ama adaleti bulamazsın. Neden? ‘Ohhh hayatın bütün sırlarını bilseydim kimseden tavsiye almazdım ve kendim doğru yolunu bulurdum!’ Sarıbala’nın aklına Aybay’ın şarkısının sözleri geldi. ‘Ne o ne de bu, hayat ta yaşanır gibi değil’.  Şairin duygulandırıcı sözlerini hatırlayarak yüksek sesle şarkı söylemeye başladı.

Güneş tepedeydi, rüzgar kayboldu, sıcaklık başladı.

Tepeden aniden inek sürüsü çıktı. Kısa, sessiz hayvanlar sanki korkudan donup kuyrukları diktiler, her hangi tarafa koşup küçük zararsız sayga olan arkadaki korkunç düşmandan kaçmaya çalışıyorlardı.

‘İşte insanlar da bazen bu ineklere benziyorlar, - diye düşündü Sarıbala. –Kocaman hayvan sürüsü zararsız saygadan kaçıyor. Aynı şekilde güçlü ama kör halk bir yada iki hırsızdan korkuyor. Korkaklık güçsüzlük değil sadece tehlikeden korkusudur’.

Sarıbala tepenin zirvesine çıkıp aşağıda büyük avulu gördü. Otlak koyunlar ile doluydu. Kadınlar oturup memelere vurup onları sağıyorlardı. İki sivri boynuzlu koç çatışmaya hazırlanıp avuldan çıktı. Bira geri çekip birbirine saldırarak boynuzla çarpışıp düştüler. Kalkıp yine çatışmaya hazırlandılar. Sarıbala onları şaşırarak izliyordu, avulunda böyle saldırgan koç yoktu.

Beyaz yurda yaklaşınca sinirli erkek sesini duydu.

Kurt yediyse ceset nerede?! Koç öldüyse derisi nerede? Kızıl koçu bul dedim bul!

Kırbaç vuruşları ve bir adamın hırıltılı sesi duyuldu;

Amca, amca, canım mırza, vallahi dün koç yerindeydi! Demek ki bugün gece çalındı.

Sen nereye bakıyordun?

Den gündüz gece ayaktayım, yorulup uyumuşum galiba.

On yıl boyunca yorulmuyordun bugün nedense uyumuşsun! Demek ki aklında kötü bir fikir ortaya çıktı.

Ne fikri amca ne fikri? Önce söyleyin sonra isterseniz öldürün bile.

Avulun yanında silahlı biri çıktığı zaman hemen ona koşup dedikodu yapıyorsun.

Oybay, onlar kendileri bana yapışıyorlar. Ben kaçıyorum onlar da beni bırakmıyorlar.

Sana neyi sordular?

Herşeyi. Ne kadar hayvanlarınız olduğunu, eşlerinizle nasıl yattığınızı beraber mı sırayla mı, beni dövüp dönmediğinizi... Ama bir kelime bile söylemedim.

Bir ödül vermeye mi söz verdiler?

Yine de sizi aldatamazdım. Ekmek tuzunuzu yiyorum, Allah  ve dedelerimin ruhları karşısında günahkar olmak istemiyorum.

Günahkar değilsen kızıl koç nerede?! Bana doğru söyle.

Sarıbala'nın gelişi ile kavga durdu. Delikanlı çapan ve tımaktan hariç Rus gibi giyili, hem de kızıl saçlı, gri gözlüydü. Kazaktan daha çok  Rus yada Tatara benziyordu. Küçük sakallı sağlam esmer adam girene şüphe ve heyecan ile bakarak kırbaçı atıp dedi;

- Hoş geldiniz.

Çopur yüzlü patlak dudaklı üstlüğü ters giyinmiş adam Sarıbala’yı görünce gülümsedi. Hem sahip hem de çoban yurtta özel bir şey olmadığını göstermeye çalışıyorlardı. İkisi beklenmemiş misafirin önemli yektili olduğunu sandılar.

Nereye yolcuğunuz? Nereden? – Yurt sahibi terbiyeli bir şekilde sordu.

Sarıbala avulun ismini verip  kimin oğlu olduğunu da söyledi. Sahip avulu duydu fakat Mustafa’yı tanımıyordu. ‘Babam Mekke ve Medine’ye vardı fakat ünlülüğü yarım gün geçidi kadar yayılmadı bile. ‘ diye üzülerek düşündü Sarıbala.

Sarıbala misafirden utanmaz olup işçisine emir verdi.

Git kadınları çağır. Bu delikanlıyı ikram etsinler. – Kapı sövesinde asılmış koyu renkli şişeyi incelemeye başladı.

Çopur yüzlü patlak dudaklı adam yurttan fırlayıp birazdan geri döndü. Sahip yine ona kızmaya başladı.

Gri koyun sık sık yatıyor , görmüyor musun? Galiba solucanlandı. Onlara iyi bakmıyorsun!

Görüyorum nasıl görmez olabilirim? Geçen sefer otlakta bütün soluncakları aldım, yaraya pelin yaprağını koydum.

Fenolu da tamamen harcadın! – şişeyi alarak homurdandı sahip. – Bir damla kaldı, gidip damlatalım.

Onlar çıkınca yurta koyunların sağılması için tahta kova ile genç esmer kadın girdi. Elbisesi pantolonlara sokulmuş, kıyafeti kirliydi. Belliydi ki çok işi var ama kara gözleri neşeliydi.

Merhabalar,— şefkatli bir şekilde dedi kadın. Sütü kovadan kazana koydu. Fincanı yıkayıp misafire kumısı koydu.

Sahibin karısı mı akrabası mısınız?-diye sordu Sarıbala.

Neden bunu soruyorsunuz?

— Sır ise özür dilerim.

— Hayır sır değil, sahibin karısıyım.

Demek ki tokalsınız. Diyorlar ki Allah kumayı kocanın ciğerinden yaratır, bu yüzden koca onu diğer eşlerden daha çok sever. Ama onu sevgisi kadın için yeterli değil, öyle değil mi?

Bütün sorulara cevap veren aptal olduğumu mu sanıyorsunuz?

Sizi kırdıysam özür dilerim. Yurdun sahibinin adı ne?

Sahip kopek ile adaştır. – cevaptan kaçarak dedi tokal.

İtbay, Kuşıkbay? Veya Tubet mi?

Aynen öyle. Bildiniz.

«Tubet demek erkek köpeği. Çok saygılı değil, değil mi?»,— dedi Sarıbala.

Bu avul kimin? Hangi soya aittir? Otagasıya soramadım çıktı

Yine beni çaresizliğe düşürüyorsunuz. Kayın pederinin veya abilerin isimleri verebilir miyim?

Kocanızın ismini vermediniz ama ima ettiniz. Diğer sorularıma da ima ederek cevap verin. Hangi soydansınız?

— Her halde fıkrayı duymuşsunuzdur; ‘At yavrusu tüyü yese ne için iyileşsin?’

Hee demek Kareke.

Evet.  parmaktaki tırnağın ucunu göstererek  'Avulun adı da böyle' dedi.

Tuyakbay’ın avulu mu?

Aynen öyle.

Demek ki soyunuz Kareke, avulunuz Tuyakbay’ın, kocanızın ismi  de Tubet. Allahım, bu kadar basit sorulara ne kadar yavaş cevap veriyordunuz. B

Bizim oralarında da kadınlar çok konuşkan değiller. Fakat misafir ile baş başa kalırken kafa karıştırmaya çalışmıyorlar.

İki kişi baş başa kalırken hatta istedikleri zamanlarda da neler neler yapıyorlar. – kurnazca gülümseyip dedi tokal ve bir tane daha kumıs fincanını uzattı. – Ama sizinle otumak için vaktim yok, koyunları sağmam lazım. Hoşça kalın.

Erken vedalaşıyorsunuz. Ata yemek verip biraz dinleneceğim ve ondan sonra gideceğim.

Nasıl isterseniz.

Tokal çıktı. Sarıbala dikkatle yurta baktı. Zeminde bir köşede geniş yatak vardı, diğer köşede bölmenin arkasında kuş tüyü ile süslenmiş beyaz deve yavrusunun başı gözüküyordu. Ön taraftaki yer misafirler için her zaman hazırdı.  Ama genç tokal nerede uyuyor?  Bu kocaman esmer adam iki eşi ile aynı yatakta mı yatıyor? Sarıbala iğrendi. Çıkıp atı bağladı ve çimende bıraktı.

Güneş batıya doğru hareket ediyordu, sıcaklık geçti, ikindi namaz vaktiydi. Genç tokal eski sarı semaver yanında çalışıyordu. Bütün gücü ile üflüyordu ama ateş çıkmadı. Semaverden yoğun duman çıkıyor, kadının gözlerinden gözyaşları akıyordu. Sahibin baş karısı topraktaki ateşte devamlı karıştırarak peynir hazırlıyordu.     Ona baybişe denmez, otuz yaşına bile girmemişti. Yanında dört karışık saçlı kız koşuyordu, her biri de annenin kopyasıdır.  Otagası Tubet her halde sadece kızlar doğduğu için memnunsuz kalıp oğluyu doğuracak ve evde yardımcı olacak diye tokal ile evlendi.

Tokal ve baybişe suskun, konuşmalar için hiç vakitleri yok fakat sık sık nefretle bakışarak kırıcı kelimeleri atıyorlardı. Sarıbala onları izleyip atına doğru gitti. At ön ayakta aksıyordu. ‘Ne oldu?! –şaşırdı Sarıbala. –Bağlıyken oynadığında mı sakatlandın?’.  Sarıbala kirişi inceleyip toynağa bakmak için ayağını kaldırdı. Yurdun oralarından sesli kadın cırlaması geldi. Sarıbala dönüverdi ve Tubet’in eşlerinin kavga ettiğini gördü. Kavgaya baybişe başladı. Kırıcı lafları duyup tokala kaşak ile vurdu, tokal da kaşağıyı aldı ve kavga başladı. Baybişe rakibin başından örtmeyi kopardı. Tokal aynısını yaptı. Birbirinin saçlarından tutup bağırmaya başladılar.

Delirdin mi sen! Fakir serserinin kızısın! Bedelin beş koyundur!

Senin için kırk yedi baş verdiler de ama benden bir farkın mı var?

Allah’a şükür dört çocuğum var!

Allah nasip etse tek benim çocuğum dört senin çocuğuna eşit olur!

Bekle bekle, tabii ki senin de çocuğu olur. Elinden ele geçiyorsun!

Kendinin dürüst olduğunu mu sanıyorsun? Küçük kızın çobanın kopyasıdır!

 

 

Tepenin yamacında kuzulara bakan Tubet eşlerinin bağırmalarını duyup hemen onlara koşuverdi. Yaklaşınca saçlarından tutup onları çuvalı gibi çadıra sürükledi. İnsan gözünden saklanmadan bile onları kamçılamaya başladı;

Size ne dedim? Bir ses bile çıkarmadan susmanızı demedim mi? Bakınız onlara nasıl bağırıyorlar! Sovyet iktidarı mı size o kadar cesaret veriyor? Barışta yaşamazsanız bir tane daha tokal alırım o zaman görürsünüz!

Sarıbala bunu iğretiyle izliyordu. ‘Böyle kavgadan sonra tekrar aynı yatakta yatabilirler mi; hiç bir şey olmamış gibi birbirilerine gülerler mi?’

Tubet bir erkek olarak Sovyet hükumetini sövmek bir görev olarak görüyordu. Kırbaç ile eşlerini ve çobanı çalıştırıyordu. Sovyet hükumeti ne kırbacı ne hayvanlarını aldı ne de onu rahatsız etti fakat Tubet ondan nefret edip her şeyden suçluyordu; yemek boğazında kalırken veya at tümsekten sürçürken tek suçlu vardı o da Sovyetler.   O hiç bir şeye ve hiç kimseye inanmazdı ve eşlerine ve çobanına karşı çok merhametsizdi. Sovyet hükumeti gelirken bu özellikler daha çok gerginleşti. Bu sefer eşlerini komşuların gelene kadar dövüyordu. Koruyucular evlerine gidip kavga bittikten sonra Sarıbala içeri girdi. Her kes susuyordu. Baybişe tokal ile sırt sırta oturup hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Tubet ise baş köşesinde oturuyordu. . Kısa ve şişman boynunu çeviremediği için bütün vücudu çevirmek zorunda kalıyordu. Sağlam omuzlarında başı bir yumruk kadar gözüküyordu; yüzü yağlı ve geniş, şişkin gözler, bir düğme kadar burun. Dış görünüşüyle Tubet’in cimriliği, kızgınlığı ve duygusuzluğu belli oluyordu. Sarıbala gitmek istediği için ona;

— Otagası atım aksamaya başladı bakar mısınız? - Dedi.

Tubet biraz oturduktan sonra susup ata yaklaştı. Ayağını, kasağını ve kürek kemiğine bakıp hiç bir şey tespit etmedi. Sonra ayağını kaldırıp bıçak ile küçük sivri taşı çıkarttı. Sarıbala teşekkür edip ata bindi.

Ödeme nerede?— hırçın hırçın dedi Tubet.

Sarıbala şaşkın kaldı. Hiç parası yoktu, yanına da hiç bir şey almadı. Kırbacını çıkarttı,Tugat güldü. Ama genç adam onu  vermedi, yere atıp atı hareket ettirdi. Biraz uzaklaşıp açlığı ve küskünlüğü hissetti. O kırbacı neden bıraktı?

Dumanı arayıp çevrelere baktı. Avul yok sağda uzak bir yerde sadece koyun sürüsü vardı. Aç yolcu tuzsuz tuzlu ile sütün karışımı olan koyırtpak içmek umuduyla oraya gitti. Çatlak dudaklı alaca adam çoban çıktı. Eski dostlar gibi muhabbete başladılar.

Hoş geldin oğlum. Avulumuzda neden o kadar az zaman geçirdin?

Etrafım kurt ile dolduktan sonra avulunuza ancak gelirim!

Neden?

Ama cevap vermek yerine Sarıbala şunu sordu:

Koyırtpak var mı? Çok acıktım.

Çoban deveyi  oturtup kamburundaki tuluktan fincana beyaz koyırtpak ile doldurdu. Sarıbala tek yudumla içip sordu;

- Kaymak mı koyırtpak mı?

Çoban cevap vermeden tekrar doldurup fıncanı verdi.

İç kardeşim. Yakınlarda hiç bir avlu bulamazsın. Mırzamız yemek vermedi mi sana.

Mırza mı o?

Zengin olduğu için ona mırza diyoruz.

Sen onundan daha çok mırzasın!  Sana bir şey sorsam doğruyu söyler misin?

Denebilirsin.

Yurta yaklaştığımda bay seni döverek ‘kızıl koyun nerede?’ diye soruyordu. Daha önce aynısı oldu mu?

Vallahi hiç bir zaman çalmadım. Bir koyun kayboluyorsa hemen her kese saldırmaya başlayıp çıldırıyor. Yabancı biri yok burada ve kimse bizi duymaz... Açıkçası şu kızıl koyunu tokal almıştı.

Kendi koyunu mu çaldı?        ,

Sevdiği bir yiğite vermişti. İkisi koyun sürüsüne bakıyorlardı ben de uykuya daldım.

Tokalın yiğiti varsa ve baybişenin kızı sana benziyorsa demek ki Tubet’i iyice cezalandırdınız.

Dalga geçme kardeşim.  Baybişe’nin benimle ne işi var?

Ben ciddiyim. Evinizde kavga çıktı. Baybişe ve tokal birbirlerine günahlar ile suçlayıp tartıştılar.  İkisi Tubet’ten dayak yedi.

— Beni de bulur şimdi! Yandım ben yandım! Sen git kardeşim. Bu koyunları bırakıp gideceğim ben..

Zavallı çoban korkudan titreyip saçmalamaya başladı ve Sarıbala’yı takip etmeye başladı.

Bekle!— dedi Sarıbala.—  Tubet hiç bir şeyi bilmiyor. Tokal kendisi suçluyken hiç bir şeyi anlatmaz merak etme. Ya diğerlere ne? Yavaş yavaş çobanlığı yap. Koyunları bırakırsan şüphelenirler senden. Ya koyunlara kurtlar sardırırlarsa? O zaman yandın.

Allahım. Yani hiç bir şeyi bilmediğini söylüyorsun?

Aynen öyle. Ona koyunları geri ver ve gidebilirsin. Daha iyi bir patronu bulamaz mısın?

Çoktan giderdim de beni  bırakmıyor. Ona bir borcum var diye cevap verdi çoban ve borçları nasıl aldığını uzun uzun anlattı. Tek çocuktu ailede. 10 yaşından beri çalışmaya başladı. Kamburlu annesi ve hasta babasıyaşlanıp aile  ancak bir ineğin sütüyle besleniyordu. Annesi vefat ettikten sonra ineğin sütü vermez oluktan sonra danayı vermek şartıyla Tubet’ten bir koyunu aldılar.  Ama danayı kurtlar yiyip ineği ise çaldırdılar.  Öksüzün de borçları vermek için hiç bir şeyi kalmadı. Yıldan yıla borçları artıyordu. Borcunu yeni veriyor efendiye altı ay sonra kuzuyu  bir yıl sonra ise koyunu ister. Hep böyle. Kuzuyu vermezsen tosunu ister, tosunu vermezsen öküzü ister. 10 yıldır çoban ücretsiz çalışıyordur ve hala borcunu ödemedi. Tubet onun için hem efendi hem de tanrıdır. Fakat o kadar zavallı çoban bile eşiyle ilişkilere başladı.

Bu durumun onun için ne kadar tehlikeli olduğunu nalıyor mu peki? Neden baybişe ile ilişkilere girdi? Belki de zavallı adam  için baybişe ile ilişkiler tek neşedir bu hayatta.

Sarıbala yola çıkınca çoban ona yalvarmaya başladı;            ]

Kardeşim lütfen dilini sıkı tut yoksa beni öldürür.

Sarıbala hızlıca gitti. Tek başına kalmaya ihtiyacı vardı.

Fakat yalnızlık onu  yeni duyduklarından ve üzücü düşüncelerden kurtarmadı. ‘Tubet hem eşlerini hem de çobanı korkutuyor. Ama buna rağmen onlar da onu gizlice tahkir ediyorlar.’

Güneş battı hava kararmaya başladı. Issız sessiz bozkırda nihayet bir yurt ortaya çıktı. ‘Neden buradadır? Neden herkesten o kadar uzaktadır?’

Sarıbala yurta doğru gitti. Kim olursa olsun kalacak başka yer yok. Ona doğru sarı köpek bağırarak koşmaya başladı arkasında da siyah sakallı adam ellerle bir şeyi gösterip koşuyordu.

Dur! Yaklaşma!

Sarıbala atı durdurdu siyah sakallı adam  uzaktan konuşmaya başladı;

Efendim neden yaklaşmama izin vermiyorsunuz?

Olmaz oğlum bütün avul göçebe edip bizi yalnız bıraktı. Çocuklarımızın vebası var, üçü öldü ikisi annesiyle yataktadır. Yalnızlıktan daha kötü bir şey olamaz bu dünyada!

Yardıma ihtiyacınız var mı?

Sağol oğlum gerek  yok. Her şey Allah’a emanettir, ben de sabrederim. Yeter ki millet yaşasın. Yaklaşma oğlum sana da bulaşır.

Yurdun orada üç yeni kazılmış mezar vardı. Uzaklarda yaklaşık on keçi, danalar ile iki inek ve at yaylanıyordu. Yurttan iğrenç bir koku geliyordu. Hazin çağırışı duyunca efendi yurda doğru gitti, köpek hemen onu takip etti.

‘Bu zavallı bay yada muhtar olsaydı tek başına bırakılır mıydı? Hemşehriye yardım edemeyen insan mı olur? Güçsüz mü onlar merhametsiz mi?’- Diye düşüyordu Sarıbala.

Genç ruh için bir gün boyunca alınan fazla buluşma ve heyecan! Sabah avuldan giderken babası ona bir şeyi amcaları ise bambaşka şeyleri anlatıyorlardı. Tubet’in avulunda kavga, çoban ile konuşma ve yalnız bırakılmış bu zavallı Kazak...

Bütün bu şeylerin neden olduğunu nasıl anlatılır ki?Bir gün banların değişeceğine inanılır mı?

Güneş batımı başladı gökte sanki yangın vardı. Tanımadığı avul ve yerler çıkmaya başladı. At onu nereye götürür nerede bu geceyi geçirir? Beyaz at hızlıca ileri gidiyordu. Aklında duydukları, gördükleri ve bozkırdaki hayatın zorluğuna ve güzelliğine şaşırması var...

Toka soyunun dallarından avul olan Tungalar, merkezi belediye Akmolinsk’ten 400 kilometredeki çayırda bulunuyor. Bu avullar zengin. Koskoca otlakta sayılmaz hayvanlar var.   Üzücü ve uzun bir yıldan sonra domuz gözükmez bu aç topraklarda. Yeşil çimenler, sağlam hayvanlar, neşeli insanlar...    Göcebe yeri şehirden uzak olmasına rağmen eğlencelerle dolu şenlik bitmiyor.

Tungatar’daki en etkileyici adamlardan birine ait olan büyük beyaz yurdun yanında kalabalık oluştu. Haberleri almak umuduyla insanlar Kulmagambet’e bakıyorlar, Kulmagambet ise Aybakir’e ve Gutermaher’e. Saygılı misafirler beyaz yurtta yerleştiler. Sartau muhtarlığı Sovyet hükumetine 20 bin koyun teslim etmek zorunda olduğunu belirttiler. Kulmagambet yetkili şahış ile anlaşmış ki bu vergi 15 bine kadar düşürülecektir. Şuanda koyunlar avulların sahipleri arasında bölünüyordu.

Allahım, Auke! – sevinçle dedi Gutermaher Aubakir’e. – Sizsiz bu insanlardan en kötü keçiyi bile alamazdım! Ya şimdi her halde beni attan bütün saygılarla indirecek!

Aubakir sadece derin bir nefes aldı.  .

Attan saygılarla bindirdikleri halde bile bizi rahat bırakmazlar. Sovyetler aptal değiller ki, etkimizi kullandılar sadece. Kazak hayvanları asla rahat veremez. Koyunları Kırmızı Ordunun askerleri  almaya gelseydiler avullar dağılırdı, yetkileri gönderseydiler kimse onları dinlemezdi. Bize ise hem saygı duyuyor hem de korkuyorlar. Yirmi bin istedik on beş bin alırız, kötü değil sonuçta. Millet de memnun, vergilendirmeyi azalttık! Demek ki bizi savunuyorlar. Ama hükümet bizim katkımızı görür mü onu merak ediyorum.

Bozkırlı bayların  başından bir saç bile dökülmedi şehirli zenginleri bırak zaten. Kırmızılar iktidara ilk geldiği gün fabrikamı aldılar.

Her deve yavrusunun hadım günü gelir. Şehir bayları yutan o kocaman canavar avul nayları yutmaz mı? Şu yeni hükumetle bir gece bile adam akıllı uyuyamadım. Bütün kış boyunca yüz develerle hazineye tuz getiriyordum hem de nereden ta Ekibastan!  Beş kuruş bile almadım. Bütün yaz boyunca sizinle avulları geziyoruz. Yine de hazine için. Hükümet bizden daha en ister acaba? Bir şey olursa hemen bağırıyorlar!    «Burjuva bayları kovalım!»

Çok hoş bir insan, eylemci, Sovyet hükümetinin kuran komisyon çalışanı Artişevskıy fabrikada kazaklar arasında çalışıyordu. Orınbek, kızıl saçlı Cakıp, Naşarbek gibi dolandırıcıların işleri iyi gitmeye başladı.

Orınbek ile arkadaştınız sanki. Aranızı bozan şey neydi?

İkiyüzlü bir insandır o! Onun için bir yarar olsun da sadece beni değil babasını da aldatır.

Uzaktan at sesi geldi kalabalık içinde ‘kim geliyor?’ diye sorular başladı. Bu ana kadar Sarıbala kayın pederi dikkatle dinliyordu sonra çıkışa doğru koşuverdi.

Atlı adam tepeden devamlı kırbacı sallayarak avula doğru hızlıca iniyordu. ‘Suyunşı! Suyunşı!’ diye bağırıyordu. Sesinden belliydi ki uzun zaman boyunca bağırıyordu. Kalabalığa yaklaşınca zorla söyledi;

Beyazlar Akkyla yaklaştılar. Kırmızılar orayı terkediyorlar.

Bunu kim söyledi?!

Esenbay’ın oğlu ünlü Beltibay.

Ona kim söyledi?

Ortaus belediyesinin habercisi. Akmola’dan geri döndü.   .

Demek ki doğrudur.

Kalabalığın gürültüsü Kulmarambet’in yüksek sesini kapladı;

Allahım bizi çok mutlu ettin! Beyaz koyunu kurban edeceğim!

Aubakir ve Gutermaher kalabalığa katılmamasına rağmen mutluluktan az kalsın ağlayacaklardı. Heyecanlı bayların oğulları hemen ata binerek koyunu alıp kök börü oyununa başladılar. Kalabalıktaki insanlar şaşkın şaşkın bakışıyorlardı; inansınlar mı yoksa dedikodu mu bu. Böyle suyunşi ve kök börüler daha önce de yer aldı, ama neşeli çatışma bir zaman sonra üzüntüye dönüşüyordu. Belki bu fırtına da sakinleşir kim bilir.

Haber haberdir de ama Aubakir, Gutermaher ve Kulmagambet biraz konuşup şöyle bir karar aldılar; koyunlar toplanmalı. Sovyet hükümeti yıkıldıysa koyunları geri alırız. Aksi taktirde görevi yapıp şüphelenmeyeceğiz.

Kulmagambet’in emriyle Aubakir’in yardımcıları koyunları tıplamaya gittiler. Sarıbalı’nın yoldaşı daha önce ayakçı olarak bir nahiye başı için çalışmış hareketli yiğit Atuşa’ydı.  Yerli avulları çok iyi biliyordu, ama daha iyi bildiği şey insanları kandırmak ve hırsızlık yapmaktır. Avuldan yeni çıktılar ve Atuşa hemen ders vermeye başladı;

Şimdi Bahrık avuluna gideriz. Tungatar’a girmez olabilir ama orada çok zengin insanlar yaşıyorlar. Allah’ın yardımıyla çok çıkarımız olacak!

İki bin koyun toplamalıyız! Ne daha fazla ne de daha az.

Ama uygun olan ve olmayanları seçebiliyoruz değil mi? Bazılar koyun yerine sığır hayvanları  vermek isterler! Bir ineği sekiz koyun yerine almamı isterlerse ben 5 koyun yerine alırım. Bazılar koyun yerine kuzuları teklif ederler. Biz daha fazla isteyip daha az yazarız. Merak etme hazine için iki bin koyun bulurum! Ama kardeşim beni rahat bırak. Böyle imkanı yakalayamayız bir daha!

Seni gayet iyi anladım, amacın insanları kandırmak! Kimi kandıracaksın ama?

Fark etmez. Yeter ki kendime adaletlidavranıyım. Her kes böyle yaşıyor zaten.

Allah’tan korkmuyor musun?

Korkuyorum.

İnsanlardan utanmıyor musun?

Utanıyorum.

Öalmaktan çekiniyor musun?

Çekiniyorum.

Hepsi yalan. Doğru söyleseydin diğerlerin koyunları almaktan utanırdın!

Kardeşim ben çok yer gördüm, akıllı insanlarla tanıştım. Beni dinle...

Akıllı insanlar derken? Muhtar ve ona benzeyenler mi? Seni dinliyorum da ama uyarıyorum; insanları kandırmaya kalkarsan yollarımız ayrı düşer!

Atuşa biraz düşünüp dedi;

Tamam  kandırmayacağım! Şaka yaptım. Sen de hemen inandın. Sovyet zamanlarında böyle işler olmaz.

Atuşa fikrinden hemen vazgeçti, Sarıbala nedeni sormadı bile.  İkisi susup üzgün mü üzgün tepeye çıktılar. Aşağıda bir nehir gözüküyordu, kıyısında yurtlar vardı. Avullarda önemli bir şey oluyordu. Her kes çocuklar dahil yurtları terk ettiler. Bir bukete benzeyen güzel giyimli kadınlar bir avuldan diğer avula geçip üzücü şarkı söylüyorlardı.  Atlı erkekler kök börüyü oynarken çatışıyorlardı.  Yiğitler o kadar meşguldüler ki attan düşeni, kaburgayı kıranı, hatta öleni bile fark edemiyorlardı.   Aksak at yavrusunda küçük erkeklerden gebe kısrakta yaslı dedelere kadar her kes çatışıyordu.

—  Tam zamanında geldik! Toy (düğün töreni) var. Kızı evlendiriyorlar. Keyfi hemen yerine geldi atı mahmuzlanıp indi.— Bu topraklarda düğün çok ilginç oluyor. Buradaki insanlar geride kalmış eski geleneklere uyuyorlar. Hadi gel biraz izleyelim.

Yüzün niçin kızarsın ki?

Siyah saçlın niçin parlasın?

Ah vatanım benim!

Burada kim sevecek ki beni?

Karaağaç evimin önünde

yanağıma dokundu dal ile

Annem, babam size ne kadar minnettarım ki anlatamam

Sevginizi asla unutmam .

Ama boşuna geldim dünyaya,

kaderim var Kara kara.

Çiçeklenip sevdireceksin insanları

Ama susup diz çökmek zorunda kalacaksın yine.

Sarıbala susup kadınları dinleyerek başını salladı. Gelin mahzun mu mahzun söylüyordu. Yaşdaşları, arkadaşları ve genç kadınlar ona eslik ediyorlardı. Her kesin gözlerinde yaşlar vardı. Gelinin hüznü herkesin hüznüdür. Duygulandırıcı sesler bütün bozkıra yayıldı.

 

İki yoldaşımız  düğün töreni başladığı ve gelinin uğurlandığı gri yurta gitti. Yurdun etrafındaki çalıya  uzun nakışlı kırmızı örtülü at bağlıydı. Örtünün üstünde semer ve eğre, hepsi gümüş ile süslendi.

Gri yurdun sağında kalan beyaz yurt yiğitler tarafından sökülmeye başladı. Halıları resimler ile süslü, duvarları renkli yağ boyası ile boyalı. Son derece güzel dekoru yünlü baskurlar tamamlıyordu.

Tecrübeli insan gri yurdun sahibinin zengin olmadığını tespit edebilirdi. Belki zamanında görkemli yaşıyordu ama şimdi belliydi ki jeli ve kugeni kısa oldu. Fakat böyle yurdu kurmak ve atı bu şekilde süslemek her bayın yapabildiği şey değildir.  Bu aykırılık kuşkuluydu.

Yurdun kapısını açınca sahibi gördüler. Çıkışın sağ tarafında oturuyordu. Göbeği  dize kadar sarktı.

Sarıbala uzaklaşan atlılara uzun uzun bakıyordu. Birkaç defa durgun sesle dedi; ‘Dayanağımız sosyalizm ve Sivyet hükümetidir!’. Bu sözleri tekrarlayınca ve üzgün hava yok oluyordu. Sarıbala biraz şenlenmeye başlıyordu.

Tuhaf bir şey o insanın ruhu! Serçe parmağı bile sıkıştığını zannedersin ya sonra bütün dünya sığar! Sarıbala büyük umutlar ve hayallere dalıp yerde duramıyordu. Sessiz yeşil sahaya çıktı.

Birazdan akrabaları ziyaret etmeye giden Atuşa geldi. Genelde yabancı topraklara giden ve eve geri dönen  yolcunun keyfi güzel olur fakat Atuşa çok üzgündü sanki babası yeni öldü.

İşte al, elimizde hiç bir şey olmadan geri dönüyoruz! – derin nefes alarak dedi.

Sarıbala gülmeye başladı. Üzgün Atuşa’ya bakarken daha çok gülüyordu. Karnını bile tuttu. Biraz sakinleşip Sarıbala ata bindi ve sadece bundan sonra arkadaşına cevap verdi;

Konuşma böyle Atuşa. Çok çıkarımız var. İki bin koyun az mı?

Vay vay,— bize ne bundan?

Devletimiz için bir yarar varsa bizim için de vardır!

İnsanlar boğazından geçirebilen bir şeyi yararlı bir şey olarak sayarlar.

Boğazından geçmeyen şey ne ki? Kumıs, bal, karışım ve herhangi pislik bile geçer. Ayrımcılık ise sadece insana değil hayvana da aittir. O kadar istediğin rüşvete razı olsaydım midem bulanırdı! Kusardım!  Benden daha fakir yada daha fazla şeylere ihtiyaç duyan biri değilsin. Biraz önce benim keyfim de çok bozuktu ağlayacaktım. Kayçenko ve Baysalıkov geldiler. Biraz konuştuk. Bence Katçeko söylediği şeylerle açlıktan ölen ruhumu besledi. Onun söyledikleri benim için kumıs yada kazıdan bin kat daha faydalıdır.

Atuşa dinlemesine rağmen kendi fikrini değiştirmiyordu.

Bunu hak ettim,— diye hüznüyle bağırdı ve kendini fiskeledi. – Neden seninle yola çıktım? Aptal Ali veya Şahimanın yanına gitseydim keşke.

Başka bir şeyi konuşmadılar. Bozkır sessizdi. Atların yavaş sesi zorla duyuluyordu. Ama Sarıbala’nın aklında rahatsız düşünceler vardı. Daha net bir ses duyuluyordu; ‘Siyah atı beyaz yapamazsın’.

Vergi toplanması başarıyla bitti. Kayınpederi ile Sarıbala görevini yaptılar, uzak avullarda 15 bin koyun topladılar. Ama Atuşa gibi bazı görevliler ölmüş koyunların sayısını abartıp ve sahte belge yapıp dolandırmaktan çekinmiyorlardı. Aubakir görevi namusla yaptı ve minneti aldı.

Sarıbala’yı herkes unuttu. Bir ay boyunca boşuna çaba verdi; zayıflayıp kıyafetleri yıpratıp eve boş ellerle döndü.

Ailesi üzgündü. Batima durmadan öksürüyordu ve yataktan kalkamıyordu. İştahı kapandı, sert ekmek yiyemiyordu ama daha lezzetli bir şey Mustafa bulamıyordu; sadece hayal ediyordu ‘Ah bir ineğim olsaydı bari... Kazıyı yeyip taze et suyu ve sert kumısı içerdik.’ Mustafa ama zengin eniştesine bir şeyi söylemeden ancak hayal ediyordu. Eniştesi  ise imaları anlamak istemeden kendisi anlayamıyordu.

Bir zaman sonra Batima bir oğluyu doğurdu. Genç baba çocuğu ele almak çok istedi ama insanlardan utanıp bunu yapamıyordu.

Çocuk fazla yaşamadı küçükken öldü. Sarıbala’nın kalbi parçalanıyordu ama bir gözyaşı bile dökmedi. O zamanlar gelenek böyleydi.

Kazaklar çocuklarının bilincine bir düşünceyi soktular; ‘ Vicdan ölümden daha güçlüdür’.

Dertten Batima’nın hastalığı ciddileşti. Annesi onu yanına aldı. Aubakir Spasska’dan ayrılıp otlaktaki avulda yaşıyordu. Mustafa evini terk etmedi neşesiz hayata devam ediyordu. Ağıllar boşaldı, her yeri öksüz sessizliği kapladı. Koyun az, inek birkaç tane kaldı. Sivrisinek, sinek ve cizsinekleri ise her yerdeydi. Hayvanlar olmadığı için insanlara saldırdılar. Hiç haber yoktu. Biri otlaktan gelirse herkes hemen onun etrafını alıp neyin olup olmadığını sormaya başlıyorlardı.

Sıkılmamak için kim ne bulursa onu yapıyordu. Mustafa dini kitapları okuyor, Sarıbala Abaya’yı veya eski hikayeleri okuyordu. Mustafa okumaktan bıkmaz sabahtan akşama kadar oturup kitap okuyabilir. Sarıbala ise çok sabırsızdır. Kitabı bırakıp tavşanları avlamaya veya Koktala ve Elşi’nin kara sularında balık tutmaya giderdi.

Bir gün avdan geri dönerken kayınpederin işçisi Cakıbı gördü. Batima’nın eşyaları bağlayıp arbaya koyuyordu.

■— Ne yapıyorsun böyle?!— diye şaşırdı Sarıbala.

Batima beni gönderdi...getirmemi istedi.

Yalan söylüyorsun!

Onun annesi gönderdi,— itiraf etti.

Kayın validenin emir Sarıbaya’yı kırdı ve sinirleyerek dedi;

Çabuk eşyaları yerine koy! Seni kim gönderdiyse önemli değil onları vermem!

Ne kavga ne dalaş çıktı ve Sarıbala kuşkulandı. Ne oldu? Neden Batima’nın eşyalarını almak istediler?

Hatice ve Mustafa ellerinde tespih tutarak dışarıya çıktı. Baba oğluna yaklaştı ve başını indirip sessizce dedi;

Yokyere kızdım oğlum. Eşyalar için yakın insan mı kırılır.

Yeter artık!—kendine aşık Hatice karıştı. – Ne kadar affediyorduk bitti artık! Gücümüz yok. Allah’a şükürler olsun akrabalarımdan korkmuyorum artık. Oğlum büyüdü ve bağımsız oldu. Evlendi diğerler karışmasın! Aptallar, kız hayattayken eşya mı alınır? Utanmazlar ki hiç. Her halde korktular ki sonra alamazlar. Kim böyle yapar? Lanet olsun o paçavralar, oğluma değmez! Ama dünürün cimriliğine inanamıyorum!

Dırdır etmeyi  bırak artık.

Bırakmam!

Karı ile kavga etmeye başladı. Sarıbala düşüncelere dalıp karışmıyordu.

‘...Vergiler avullar arasında bölünüyor. Aubakirin zanginliği Elibay’ın 6 avulunun zenginliğinden daha çok. İnsanlar onunla aynı vergi ödemeye şikayet ediyorlar. Şikayetçiler beni de rahat bırakmıyorlar. Yaşlı Mahabetşe eski iktidarı kullanarak hala rüşvet istiyor. Geleneğe göre bayın oğlu Bilal belediyede patronluk yapıyor. Aubakir ve Muhtar ile düşman, sovyetlerin düzenini ancak laflarla savunuyor, icraata gelsek tecavüzcü! Bir de Orınbek ve Tulebay’ın hileleri. Bununla nasıl mücadele edebilirim? Eskilere karşı nasıl savaşıyım? Benim o kadar gücüm yok! Mücadeleye katılmak istemiyordum ama vicdansızlar beni rahat bırakmıyorlar. Günün ortasında böyle küstahça evime girilir mi? Sonra eşyalarımı vermediğimden suçlanıyorum! Babam bana hep öğretiyordu ‘Sabırlı olursan doyulu olacaksın’ diye. Bütün sabredenler doyulu mu peki? Ömür boyu sabreder mi insan?’

 

Sonbahar geldi. Kış için otlaktan insanlar da geldi. Her gün yeni sorunlar çıkıyor.

Dört aileleri ile beraber Aubakir çok odalı ve çok otlaklı yeni evlerde yerleşti. Sessiz neşesiz kışlıkta yine hayat başladı. İneklerin ve koyunların seslerinden görültülü oldu. İnsanların konuşmaları bitmiyorlar. San ki bir tek Sarıbala susuyordu meraklı kalabalığın gittiği kayın pederinin yeni evine girmedi bile.

Sarıbala kendinde olmadığı üzgün bir sonbahar gününde kayın valide Batima’yı getirdi. Sarıbalanın bütün yakınları seviniyorlardı sanki yenge bu eve ilk defa girdi.  Arka odaya sadece iki  kişi girdi Batima ve Sarıbala, ön odaya ise kalabalık ile doldu. Kahkaha, görültü, konuşma.

Sensiz çok acı çektim bu yuzden geldim – dedi Batima. – Sen neden bir kere bile gelmedin yanıma?

Çok zayıfladı ancak kemikler ve deri kaldı. Gözleri büyümüş, zorla nefes alıyordu sanki boğuluyordu.

Zayıf, solunuk yüzünde kan damlası bile yoktu fakat Batima gülümsüyor kocasına hoş laflar söylüyordu. Batima’dan can çıkıyordu ama konuşmaya gğcleri buldu.

Çok sert ve kapalı oldun. Bundan hoşlanıyorum. Ama diğerlere küserken bana küsme. Öleceksem beni gömmen için sana geldim. Bir gün seni asla kırmamaya yemin ettim.  Bunu yapmaya çalıştım ama yeminimi tutmadıysam özür dilerim. Hala hayattayken senden özür dilemek istiyorum.

Allahım sen gerçekten mi vedalaşıyorsun? – diye hıçkırıp bağırdı Sarıbala.

Galiba ne kadar tutuyorsan acıyı o kadar güçlü çıkıyor. Sarıbala ağlayıverdi. Batima sadece dudakları büktü, üzüntüylehüznü ile dolu gözler ıslanmadı. Çok zayıf, biçare ve acınacak haldeydi ama buna rağmen kocasına destek vermeye çalışıyordu. Zayıf el ile mendili yavaş yavaş kaldırıp oun güzlerindeki yaşları sildi.

 

Bana kötü birşey yapmadın, özür dileme – dedi o ağlarken.

Batima son saatini hissetiği için galiba Sarıbala’ya gitti.

Her geçen dakika ile daha zor nefes alıyordu. İnsanlar yan odadan yavaş yavaş buraya geçtiler. Abubakir ağlayarak ölen kızına yaklaştı. Batima ama onun gözyaşına beklenen tepkiyi vermedi. Belki üzülmesi için gücü kalmadı veya hayatın son dakikasında sevmediği babasına antipatisini göstermeye  cesaret etti. Ona bakmadı bile. Bir elini annesi, diğer alini de Sarıbala tutuyordu. Batima onlara birşey söylemeye çalışıyordu fakat bunu beceremiyordu. Sarıbala’nın alini sıkıp donakaldı. Gözlerini kıpıştırmadı, sessiz ve soluksuzdu. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlayıverdi. Peşinden orada bulunanlar da ağlamaya başladı.

Batima’nın ölümünden sonra 1 aydan fazla geçti. Onun kısa hayatı sadece iyi hatıraları bıraktı.

Erken sonbahar hemen karlı kışa dönüştü. Kar lapa lapa yağmaya başladı, yer bembeyaz oldu, gök ise koyu mavi sis ile kaplandı.

Sarıbala yataktaydı. Batima’nın her gün giydiği kadife gömleğine baktı. Gözlerine yaşlar doldu.

Kapı açıldı ve odaya Sızdık girdi. Kendini kardan temizleyip Sarıbala’ya yaklaştı.

Yardım et!. Muhtar’ın habercisi atımı aldı. Hadi kalk oyboy böyle yaşamaktan ölmek daha iyidir!

Sarıbala kalkıp gözlerini sildi ve düşüncelere daldı.

Sonra sakin sakin sordu;

Nereden çıktı o?

Ne demek ‘nereden çıktı’? San ki Muhtar ilk defa avulumuzu soyuyor! Biraz önce buraya geldi ve Abubakir’de kaldı. – Şimdi orada yaklaşık 20-30 aksakal iki polis memuru ve bir habercisi topladı.

—  Her halde geçici olarak bir yere varmak için aldılar.

Bütün avuluda benim atımdan başka at yok mu?  Neden tek atımı aldılar? Biliyorum kötü birşey düşünüyorlar! Geri vermezler!

Sabret. Geri vermezlerse birşey düşünürüz.

Sarıbala oturmaya devam ediyordu Sızdık sabrıyı kaybedip gitti.

Sızdık Sarıbala’nın  akranı ve anne tarafından akrabasıdır. Öksüzdü onsekiz yılında tifodan sonra ailesinde bir tek o kaldı. O zamanlarda öksüzün tek tayı vardı, şimdi ta 5 yaşına girdi. At güzel çıktı dayanıklı, hızlı.. Hemen tanınmış oldu. Koşu atları seven insanlar onu almaya çalışıyordu hem de onun yerine dört 5 yalındaki at veriyorlardı. Ama Sızdık sevdiği atı vermiyordu. At ancak çalınır veya zorla alınabilirdi. Sarıbala da onu istiyordu ama istemeye cesaret edemedi. ‘Düşüncesiz haberci o güzel atı ezmesin, ayakları sakatlamasın’ – diye düşündü.

Bir dakika sonra yine Sızdık geldi.

Sana demedim mi kötü birşey düşündüklerini! Avlunun köşesine bağladılar onu ya beni yakına bile almıyorlar.

Ne diyorlar?

‘Yan avuluya gittikten sonra geri veririz’- diye anlatıyorlar da ama geçitten geçtikten sonra kimse onları bulamaz.

Nurgali ve Meyram Sarıbala’nın yaşdaşı, güçlü yiğitler ama sessizler, kavgalardan çekiniyorlar. Birazdan Sızdık onları getirdi.

Birazdan Sızdık ‘işleme’yi başladı.

Bugün Sızdık’ın sevdiği atı aldılar yarın eşlerinizi de alırlar!

Çar Nikolay ve Kolçak zamanında nahiye başkanı Muhtar istediği her şeyi yapabiliyordu. Aynısını Sovyet iktidarı ile de yapmak istiyor. İstihzalar ile ancak korkaklar katlanabilirler.    Savaşmalıyız! Güçleriniz yeter , Allah sizi korusun! Beni takip edin! Kendiniz bir şey yapamıyorsanız beni bırakmayın bari. Avulumuzda kavga etmekten korkmazsalar savaşacağız..

Polis onlarla beraber – dedi üzgün Nurgali.

Polis da kendi hayatını kaybetmek istemez. Haydi gidelim.

Dört sağlam yiğit nahiye başkanına doğru gittiler.

Aubakirin evinde ve etrafında avuldakiler toplandılar. Gruplara ikişer üçer kişi dağıldılar ve sessizce konuşuyorlardı.Sırrı ne kadar saklamak isterseniz de iyilik susar kötülük bağırır. Sarıbala durumu düşündü.  ‘Vergiyi bölüyorlar. Birinin çağırmasını isterler. Nerede bayın nerede fakirin olduğuna bakmıyorlar, eşitçe avul, soy ve kabiliyetler arasında eşitçe bölüyorlar’.

 

 

Hazine için beş gerekiyorsa onlar yedi tane alıyorlardı. Fazllalığı kendine alıyorlardı. Nahiye başkanı akbaba, ya bunlar kargalardır. Leşten şişip vicdanı ve şerefi konuşuyorlar. Göğüse vurup sovyet işçilerindeniz diye bağırıyorlar. Oh sizin kaburgalarınızı yasa çenesine atsaydık! Kızgın Sarıbala kalabalıktan atın olduğu avluya geçti.

Sızdık ata bineverdi ve kaçtı. Aynı anda haberci Satmagambet bağırarak çıktı.

Seni cehennemin dibinde bile bulurum! –diye bağırarak ata bindi ama Sarıbala dizginlerden tuttu.

Dur! Bırak onu, niçin sana lazım?

Bırak! Bıraksana dedim.

Ben bunu planladım! İstersen benimle konuş – dedi Sarıbala.

Öyle mi?

Evet öyledir.

Satmagambet attan inip eve koştu.

 

Evde soyların başları, Begaydar-Amir, Balmagambet, Tişmagambet, Kakim, İsabek, Serşe, Mahambetşe soylarından aksakallar ve aktivistler topladılar. Aralarında babadan kalma nahiye başkanı olan Muhtar daima ‘demek’ kelimesinin rusçasını tekrarlıyordu. Avula bağlı oluyorsa her kese kardeş gibi davranıyor, iktidar tadını çıkarmaya başlıyorsa ama ona yağ ver katran der. Bugün ona yaklaşılmaz bile. Yanında iki polis var. Bilelik sanki diyor ki ‘Bir ses bile çıkartma’. Herkes bunu söylenmeden anlar.

Daha yaşlı insanlar ona Muhtarcan diyorlar, gençler ise saygılı Muha diyorlar. Pis Muhtar konuşmaktan daha çok horluyor ama buna rağmen her dediği kelime kanundur. Adaletli olup olmadığına da o karar verir. Önce koruma görevlisiyle şimdi ise polisler ile gezer. Emrini yerine getirmeyenin boynu hemen kırılır.

Vergilendirmeye karşı çıkanlar da oldu ama işe yaramadı.

Susun yeter! – diye Muhtar bağırdı. Sessizlik olunca ilan etti; Yelibay 10 tane koyun, 5 tane inek; Saliya-Ban altı inek, on iki tane koyun; Sıkımbay üç inek, yirmi beş koyun teslim edecek. Avullarınız arasında bölün ve çabuk bana getirin. İtiraz edenleri direk bana getirin! Polis onlara akıl verecek.

Beş dakika boyunca herkes susuyordu. Sonra avul başkanı dizleri çöküp ıkıl ıkıl dedi;

—Muha! Bulunduğumuz topraklarda Abubakir’den başka Yelibay ailelerinden hiç biri böyle vergi veremeyeceğini biliyorsunuz. Diyorlar ki Sovyet hükümeti zamanlarında fakir insanlar vergilendirilmez. Demek ki on tane koyun ve beş tane inek tamamıyla mırza vermelidir.

Yeter! Benimle tartışma. Gidin ve bunu bölün. Kaçmak isteyenden mührü alırım!

Bir dakika sonra avul başkanları ve aktivistleri avluya çıkıp konuşmaya başladılar. Sessiz konuşuyor hemen hemen fısıldıyorlardı.

Aubakir, ne tehditkar nahiye başkanı, ne aksakal, ne de aktivistler umrunda olmadığını göstermeye çalışarak uzak odada kalıyordu. Konuşmaya katılmıyordu. Misafirlere yemek getirildiğinde ancak çıktı, biraz oturup yine gitti. Sevgili tokal Bibijan onun yanındaydı.

Bu köpek ne zaman gidecek?— diye sordu Aubakir, - yoksa onu kovmam mı gerekiyor?

Olur mu ya?

Şerefsiz! Hala nahiyeyi yönetmeyi düşünüyor.

Çürümüş insan nasıl çıbanlardan kurtulabileceğini anlatıyor! Allah’tan huzuru isteseydi ve olduğu şeyler için minnettar olsaydı. Amam hala iktidar için can atıp milletten son şeyleri almaya çalışıyor. Haydi bakalım insanları daha ne kadar kandırabileceksin!

Munir Aubakir’in dediklerini dinlemiyordu ama üzgün suratından hoşnutsuzluğu belli oluyordu. ‘Bekle, bekle serseri’ diye söylüyordu nahiye başkanı. Baya çoktandır tehdit ediyor ama eli kolu bağlı o zengin adama birşey yapılmaz. Ünlü deyime göre ‘Baltalı adama karşı çıkabilirsin ama zengin ile çatışma!’

Odaya bağırarak Satmagambet girdi;

Jekebay’ın oğlu atı aldı! Mustafa’Nın oğlu onu savunuyor! Haydi polisi çağıralım!

İktidarın emrine uymayan o aziz kimdir? Hemen tutklayın, akıl verin ona ve bana getirin!’

İki polis ve haberci çıkışa doğru koşuverdi.

Git ama avludakiler toplayıp heyecanlanmaya başladılar, büyük skandal başlayacak. Bazılar ‘Kaç geç olmadan!’ diye merhametli uyarıyorlardı.

‘Korkak kaçar! Ben onlardan korkmam!’ diye cevap verdi Sarıbala.

Sabrı bitti, artık barışmak istemiyordu.

Satmagambet polislerle girip tamamen çıldırdı. Ata koşarak bindi ve biraz kalkıp bağırmaya başladı;

-Anasını satayım... Bok! Akıllıysan Akmola’ya git!

Sarıbala kurşun gibi Satmagambete koşuverdi. Enseden tuttu ve attan onu attı. Polislerden biri onları ayırmaya çalıştı diğeri ise durup yalvarıyordu;

Ayırın onları, zavallı haberciye acıyın!

İurgali ve Meyram korkudan sarardılar ama polis  kızgınlıktan sarardıklarını sandı. Bu iki genç kavgaya başlarlarsa kimse onları ayıramaz. Onun dış görünüşü bile korkutur insanı. Sarıbala yiğitlerin tehditkar figürleri ve diğer arkadaşlardan etkilendi. Ne polis ne de haberci ona el kaldıramadı.

Satmagambet yine ağlayıp sızlama ile nahiye başkanına geldi. Gömleği yırtık, burnu kanamış eski kibirliği hiç olmamış gibi ağlamsayıp dedi;

— Beni dövdüler...Görüyor musunuz kan bile var. Polis olmasaydı öldürürlerdi!

Haberciniz doğru söylüyor.

Yüzü sararmasına rağmen kararlıydı. Hiç bir şeye rağmen geri çekilmez. Biri dokunursa karşılığı hem sözlerle hem de yumruklar ile verir.

Her kes susuyordu. Sarıbala inanılmaz terbiyesizlik yaptı.

Gürültüye Aubakir geldi ama o da susuyordu. İlk Mahambetşe konuşur oldu.

Şu azgınlığa bak! – diye kızgınca söyledi. ‘At teri yüzünden o kadar görültü yapılır mı? Ya haberci haklı değilse? Ama emir veren efendiye saygı duyulmalı! Habercinin değil nahiye başkanının gömleği yırttın. Saygılı aksakallar ne zaman terbiyesiz gençlerimi düzene getirdiğimi ve ne zaman kendime suçu attığımı bekliyorlar. Sarıbala, diz çökmeni  talep ederim! Ağabeyin karşına dizlerini çök!

Ama bu kadar değil! Geçici olarak vermek istemediğin atı şimdi tamamıyla verirsin! Karşı koyma , dizini çök dedim!

 

Sarıbala kıpırdamadı bile. Kızgınlıktan patlayacaktı, Bay’a küfür etmek istedi ama kendini tuttu. Mahambeşte ile tartışmak öz babası ile tartışmak gibidir. Terbiyeli delikanlı ağabey ile çekişmeden dinledi fakat onurunu da kaybetmek istemedi.

Nahiye başkanı Muhtar Sarıbala’nın Mahambeşte dinlemediğini group Aubakir’e söyledi;

Buna ne dersiniz mırza?

Siz bu sorunları yarattınız  kendiniz çözeceksiniz. Ben karışmam.  – kızgın mı kızgın dedi Aubakir.

Muhtar sessizce kalktı. Onunla beraber aksakallar da kalktılar. Çıkınca en fazla aksakal Amir durdu. Kolları açarak Sarıbala’yı çağırdı;

Yanıma gel oğlum, alnını öpeyim. Begaydar soyumuzda ancak karıların kaldığını zannettim. Allah’a şükürler olsun bir layık evlat kaldı! Allah sana sağlık versin. Ya Rabbim cesaretli gençlerimize uzun ömrü ver! İgiyk’ten Tati, Tati’den namussuz, o namussuzdan da yeni namussuz Muhtar doğdu. Bugün onu yıktın ve bunu milletimiz için bir iyilik yaptın. Millet bunun için seni sevecek. Bu sevgiyi koru oğlum. Büyük insanlar uzağa bakar, hızlı atlar uzun diger. Uzağa bak oğlum, sadece bugünle yaşama.

İhtiyarın yaşlı sönmüş gözlere yaşlar doldu. İhtiyar sessizce ağladı.

Yaşlı Amirin bir dişi bile yoktu, seyrek sakalı bembeyaz oldu, burnu ta dudaklara kadar indi.

Zamanlarda tartışmada yenilmezdi en güölülere bile şans vermiyordu.

Yaşlı adam tarafında oturan aksakalları sessiz dinleyip her şeyi izliyordu ve nihayet duyguları serbest bıraktı. Sarıbala yaşlı adamı dikkatlice dinliyordu. İhtiyarı kolundan tutarak dışarı götürüp  ata bindirdi ve sadece bundan sonra teşekkür etti

 

Ata, tavsiyenizi asla unutmam. Ben sadece Begaydar’ın onurunu değil adaleti savunuyordum.   Adaletsizliği Begaydar yapsaydı ona karşı da çıkardım.

Güzel dedin oğlum. Tökezlemeyen at yok, hata yapmayan insan yoktur.

Haklısın.  Bütün Begaydar oyu adaletsizlik ile dolu. Akıl gençken mücevher gibidir, onu saklayıp biriktirmek lazım. Ben sana dedim, sen de artık aklında tut.

Aamir hafif kırbaçla dokunup yavaş atı hareket ettirdi.

Saken Seyfullin

Zamanında ilk nahiye başkanı iki üç bin ata sahip olan bay İgilik’ti. İktidarı oğlu Tati’ya, o ise Mustafa’ya, Mustafa da Muhtar’a devretti. Dört kuşak boyunca nahiyeyi İgiliğin torunları yöneltiyordu. Ama bir gün gelince üzüntü yayıldı. İgilik sanki yeni öldü.

Zamanlarında on iki bin koyuna sahip olan Mataya’nın torunları başlarını kaldırıp gurur duyuyorlar sanki onların dede babaları dirildi. Nahiye iktidarı onlara geçti, devlet mührü Mahambetşe’nin oğlu Bilal’ın ellerinde durmalıdır. Kadır soyunun yıkılmış avullar bugün heyecanlıydı, soyu için gurur duymayan yoktu.

Kalabalık Jelinin yanında duran Mahambetşe’yi çevreledi. Bayın buruşuk zayıf yüzü kızardı. Jeli etrafında genelde üç tay otluyordu ama dünden beri beş oldu. Avulun arkasında alnnında yıldız olan kumral iğdeş ipleri koparıyordu. Daha önce o yoktu ama dün onunla yeni nahiye başkanı geldi.

Dumanlı yurtlar arasında beyaz gri yamalanmış yurt var; sağda altı kafesli beyaz yurt; orada iki eşiyle beraber yeni nahiye başkanı yerleşti. Geleneğe göre biri tokal, ikinci baybişedir. Bilal önce tokalı kendisi seçip onunla evlendi sonra çoçuklukta nişanlı olan baybişe ile evlendi.

İkisi de genç yirmi yaşından fazla değiller. Yaşlılar ‘Kazakın çocukluğundan beri üç hayali var; nahiye başkanı olmak; zengin olmk ve birkaç eş ile evlenmek’ diye söylüyorlar. Bilal’ın iki hayali gerçek oldu inşallah üçüncüsü de gerçekleşecek. Mutluluk ile beraber nahiye başkanına zenginlik de geliyor, gelmezse bile onu zorla getirecekler. Başlangıç olarak büyük şişman koyunu getirdiler ve onu beyaz yurdun altında kesiyorlar. Bu avulda küçük koyunlar beslenmez.

 

Bütün yaz boyunca etin tadına bakmayan fakirlerin çocukları ocağa koşuverdiler. Mahambetşe’nin yanındaki kalabalık çok büyük, kutlayanlar ama gelmeye devaöe diyorlardı. Oradan buraya dilekler, iltifatlar, deyimler duyuluyordu; ‘Mutluluk olduğu yere gelir’, ‘Hayvanlar olduğu yerde olur’.

Nihayet geç yiğitlerin eşliğıyle yurttan genç nahiye başkanı çıktı. Rus tarzında giyinmiş enerjik geniş omuzlu sağlam yüzünü biraz kapatan ama buna rağmen dik duran siyah saçlı adam.

Boyu ortadan biraz daha fazla, edamlı, solgun yüzlü, nurun deliği biraz geniş olan, küçük kaymaç gözler suratını etkileyici yapıyor. Huyuna göre Bilal kendini tutamayan ve kaba bir insandır. On yıl önce doğsaydı Mekeş amcası gibi haydut olurdu. Şimdi bile sovyet nahiye başkanı olunca terbiliğin sınırlarından çıkıyordu, toy boyunca herkese bağırıyordu, insanlara küfür edip dövebilirdi. Huyunu her kes bilerek ona bulaşmamaya çalışıyorlar.

Şimdi de kendinden emin  yiğit babasını yalak şekilde çevreleyen aksakallara selam vermeye gitmedi, bunun yerine gençler arasında güreşi düzenledi. Her kazanan ile kendisi güreşip herkesi yeniyordu. Aksakallar nezaketsiz görevin eğlencilerinden rahatsız oluyordu fakat kimse söylemeye cesaret edemiyordu. Sonuçta Nurman amca ona yaklaşıp sessizce dedi;

—- Bilalcan küçük değilsin yaşlılara selam vermen gerekiyor.

Bilal aksakallara yaklaştı.

Sana başarılar dileriz, - diye söylediler yaşlılar.

Eski avulcu Nurman hemen işe geçti;

— Mühür kimde Bilalcan?

Mühür Muhtar’da, kalanlar bende.

Kalanlar önemli değil. En önemli şey mühür.

 

Muhtar mühür ile kaçtı. Ama benden saklanmaz, mührü herhalde alırım. Katçenko telegramı verdi.

Bu köpek Katçenko’nun kafasını bile karıştırdı. Paraya düşük değil mi o?

Hayır çok namuslu bir insan. Muhtar şike vermeye çalışırsa onu hemen tutuklayacak.   .

Oh bilmiyorum. Melek bile altını görünce  yoldan döner diye söylüyorlar. Rüşvetten vazgeçen bir patronu bile görmedim. Zenginlikten kaçan patron mu olur?

Konuşmayı dinleyen Sarıbala öfledi.

Nahiye başkanı görevi çok büyük bir şanstır. Sarıbala’nın kuzeni nahiye başkanı oldu. Buna bir avul değil bütün soy sevindi. Sarıbala sevinecek bir şey bulmayıp endişelenmeden uzak durup eskisi gibi sakin dolanıyordu.

Aubakir geldi onun yanında da Bakay vardı.   Mırza Kadır avullarıyla beraber kalıyor aynı suyu içiyor. Ama kutlamaya her kesten daha geç geldi törenin ikinci gününde.

O yaklaşınca herkes, Mahambetşe başında, kalkıp karşısına yetişti ve elini sıkarak selam verdiler. Yarananlar sırf ailesi ve ev işlerinin saadetini sormakla yetinmeyip onun alacalı atının sağlığını da sordular. Aubakır Mahmabetşe’ye biraz dönüp, ‘Tebrik ederim’ soğuk soğuk deyip sırtını döndü. Bu saate kadar sadece tebrik ve övgü sözlerini dinleyen Mahambetşe şimdi söz aldı.

İki soy, Sarmantay ve Murat, eskiden bir vilayetin parçasıydı. Biraz sonra, Mustafa’nın baskısına dayanmayıp üç vilayete ayrıldı. Murat soyunun kalanlarını vilayet başı Muhtar takip ediyordu. Ama şimdi bizim sıramız da geldi. Şimdi, Muratlılar, iktidarınızı sımsıkı tutun. Tutmazsanız, suç sizde olacak. Oğlum genç, ama gençliği yüzünden mubahın sınırlarını geçse, yaramazlığını affedin, bir hakaret olarak algılanmayın. İktidar korumak mühimdir, nifak sokmayalım. Başın kırılmışsa şapkasının altında tut, elin kırılmışsa yeninde tut. Birlik ve arkadaşlığımız olmazsa hem iktidar, hem hayvan hem mutluluk kaybederiz.

Kabulüz. Bilacan’ın bütün yaramazlıklarını affedelim. Yeter ki intikamımızı alsın! – diye bağırdı Nıgman, Bilal’in damadı ve diz çöktü.

Gençken Nıgman avullar yönetiyordu ve güzel konuşmayı öğrendi. Biraz önce Muhtar onu avul başı vazifesinden çıkardı ve Nıgman dilini ısırdı. Fakat göründüğü gibi içinde eski ateşler yanmaya başladı gene ve o yine konuştu.

Bilal, Muhtar’ın bize karşı ne kadar zalim olduğunu unutma. Senin ağabeyleri Yahya ve Şayhı ile ne kadar alay ettiğini unutma.  Beni avul başı vazifesinden çıkarmasının nedeni, ona kızıl atı vermediğimdir. Bir geline değer at böyle kolay kolay verilir mi? Onun Nikolay zamanlarındaki şiddetini unutalım, ama onun Sovyet zamanlarındaki haraçları için en ufak bedeli istemeliyiz, seksen at, beş yüz kuzu ve öldürülen çiğidin bedelini. Ağam, Koşkar soyu Muhtar’ın desteğini hissederek ne çok gururlanıyordu! Şimdi bizim zamanımız geldi. Korkma, hiçbir şeyden yılma, intikamımızı almak için her türlü aracı hoş gör, canım!

Bilal’in dudakları titredi, gözleri öfke ile parladı. Telaş duyulduğu alçak sesle konuştu. Güçlü çiğidin sözleri ona uyuyordu.

Koşkar’a Murat’ın intikamını almazsam bu dünyada neden yaşayayım? – dedi ve atları işaret edip devam etti. – İki kısrak ile o yıldızlı doruyu Koşkar’dan almıştım. Bu sadece bir başlangıçtır. Muhtar Muratlılardan sürü sürü kuzu alıyorsa ben de aynısını yaparım. Muhtar Muratlılara yabancı  kırbaçlarla vurduysa Koşkarlılara kendi kırbaçlarımla vururum. Bayların zamanı geçti, fakirlerin zamanı geldi. İntikam almak isteyen varsa kırmızı bayrak altına geçsin!

Sarıbala yine homurdandı. Aubakır gözlerini yere dikti. Onun doru yüzü kıpkırmızı kesildi, içinde öfke fokurduyor, işte şimdi patlayacak.

Hey, Nıgman. – diye söyledi nihayet Aubakır ve yukarıya baktı. – Belayı arayan ona rastlar, kavgayı isteyen onu alır. Genç çiğidin hastalıklı azgınlığını kızıştırmaktansa onu sakinleştirmeye çalış. İntikamdan bir şey almayacağız. İnsanları intikama değil, akıllı davranışlara çağır.  Sevgili Bial, sana aynısını söylüyorum.

İstediğim zaman bana tavsiye verirsiniz. Şimdilik kendi aklımı kullanarak yaşıyorum.

Akıllı bir şakacı olduğunu sanıyordum meğerse aptal bir şakacıymışsın!

Sen kendine bak, aptal!

Tüh, ahmak!

Kendin ahmak!

Acıyla tükürüp Aubakır ata bindi. Çok insan onu durdurmaya çalışıyordu, dizginleri tutuyordu ama o gitti.

Sessizlik çöktü. Bir dakika sonra Nıgman,

Ayy, canım benim, aklın az! Bir tek Muhtar’ı yen, yeter. Şimdi ise iki ateş arasındasın. Ayy, ne yazık! – diye sövmeye başladı.

O Sovyet otoritelerinden daha güçlü mü yoksa? Kara Özbek beni Muhtar kadar kırdı! – diye öfkeyle bağırdı Bilal ve kalktı.

Sarıbala sadece şimdi işe karıştı.

Bilal, bekle, heyecanlanma. Düşmanlarından öç alana kadar sakinleşmezsin anlaşılan. İnsanlara en büyü zararı hırsızlık, şiddet, rüşvet, haylazlık ve tembellik getirir. Muhtar’ı ile Aubakır’ı yok etmeyi başarırsan bu kusurlarla da savaş et!

Bilal, Sarıbala’nın dileğine hiçbir şey söylemeden gitti.

En çok bir buçuk ay geçti ve Bilal hakkında Akmolinsk’e altmış tane şikayet dilekçesi geldiği duyuldu. Altmış şikayetten elli tanesinin Aubakır ile Muhtar tarafından gönderilmesini sansak bile, şüphesiz ki geri kalan on tane onun şiddetinin kurbanları yazmışlardı. O az sanılmaz. Bilal, kendini tutamayan, düşüncesiz hareketler yapabilen çiğitlerle avullara gitti. Görevleri dışında Bilal, polis, mahkeme, müsadere işlerini yapıyordu, aksakal görevini yapıyordu bile. Ganimetlerini hemen evine gönderiyordu. Tek bir ay içinde Mahambetşe’nin yedi at yavrusu oldu, iki koşum at yerine dört oldu. Kuzu sürüsü hissedilir ölçüde çoğalıyordu.

Bilal’in avullar gezisinden eve döndüğü gece kapısını Koşkar soyundan fakir Bupey’in oğlu Tusim çaldı. Muhtar’ın kanadı altında yaşamasına rağmen hakkında kötü bir söz duyulmadı. Mütevazi, namuslu bir çiğittir.

İyi akşamlar. – dedi Tusim, cebinden bir zarf çıkartıp Bilal’a uzattı. – Hemen sunmamı söylediler.

Bilal okumaya başlayınca yüzü sapsarı kesildi, mektup ellerinde titredi.

‘Sana inanıyorduk, seni akıllı sanıyorduk, fakirlerden çıkan partiye sadık kalan bir insandın gözümüzde. Fakat bizim sana inancımıza layık değilmişsin. Vilayet başı Muhtar hakkında bile bu kadar şikayet gelmedi. Halk sana destek vermiyorsa biz de vermeyeyiz. Yönetici sıralarında Sovyet otoritelerini rezil eden kişi katlanılmaz. Vilayet başı haklarını hemen Bupeev’e teslim et. Zahar Katçenko’.

Katçenko’nun kendisi Bilal’i vilayet başı atamıştı, kendisi de görevden çıkardı onu. O zamanlar bozkırda Katçenko gibileri, onun kadar prensipli ve tutarlı bolşevik azdı. Zamanlar zordu, insanların çoğu politik alandan hemen anlamazdı. Sovyet iktidarı sırf hain düşmanlarla değil, akılsız arkadaşlarla da savaşmak zorundaydı. O günlerin zor karmaşıklığını aklına getirince, kalbim kısılıyor.

Bilal mektubu okudu ve onun suçunun cidden olduğunu düşünmedi bile. Duvarlar yanındaki yataklara baktı, biri diğerinin karşısındadır. Birinde genç karısı, diğerinde de…

Bilal, ön yerde sakin sakin oturan Tusim’i dövmek istedi. Giysili bavullar üzerinde iş kağıtlarıyla üç dosya vardı. Bilal onları kapıp yaradana sığınıp kapıya attı.

Çekil git buradan, pis şey, al ve çekil! – diye bağırıp çadırdan çıktı.

Bilal uzun zaman öfke içinde avul dışında geziyordu.

Ayak patırtısı duyuldu ve karanlıktan bir binici çıktı.

Dur! Kim gidiyor? – diye haykırdı Bilal.

O sen misin, Bilal? – diye yanıt verdi binici ve attan indi.

Bilal, Muhammedya. Aubakır’ın kardeşini tanıdı. Daha otuz yaşına girmedi ama akıl canlığı, kıvraklığı, hilesi bakımından sırf Bilal’i değil, Aubakır’ın kendisini aşar. O tutarlı, nazik, güçlü ve cesur bir çiğittir. Bilal ile Aubakır’ın kavgasına rağmen, Muhammedya,

Buluştuğumuz çok iyi. – diye dostça konuştu. – Oturalım ve birbirine akıl danışalım. Bazen insanların dostluk içinde yaşamasına gözde çöp gibi dikkatimize değmeyen küçük şeyler engel olur. Küçük şeylerin büyümemesi ve çöğün gözü kör etmemesi mühimdir. Ailemizi kötü Özbek sanıyorsun, fakat biz kendimizi Kadır’ın oğulları da sanıyoruz, çünkü burada doğup büyüdük ve babamız bu avulda yaşadı. Allah rızasıyla bize az çok servet geldi. Bundan kim fenalaştı? Elibay’in hangi çocukları, Kadır’ın çocukları bir yana, bizim desteğimizi, bizim hizmetimizi kullanmadı ki? Bizim düşmanlarımız olduysa sizden başka kimden yardım istedik? Doğru mu diyorum?

Doğru.

Söylediğim doğruysa, sen vilayet başı olunca bütün Altay-Karpık’ın büyük kardeşine gibi saygı gösterdiği Aubakır’a hakaret edip bu doğruyu neden unutmuştun?

Bana hakaret eden ilk oydu.

Öyle varsayalım. Baban sana köpek dese ona aynısını der misin? Aubakır yaş bakımından baban gibi.

Bilal susarak toprağı karıştırıyordu. Muhammedya,

Karı ile kocanın, çocuk ile ebeveynin konuşmasında bazen yerli olmayan kaba sözler çıkar, olur böyle şeyler. Fakat kırgınlık uzun olmaz. Aramızda kırgınlık olmasın diye elini ver. – diye teklif etti ve elini uzattı.

Bilal nedense cevabını geciktiriyordu.

Elini ver, inatçı! Kimin arkadaşın, kimin düşmanın olduğunu göremezsin! – diye haykırdı Muhammedya. – Seni görevinden çıkaran ben değil, Orınbek’tir. Şimdi seni gözaltına almak, bütün malını ve hayvanı haczetmek için gelecek! Dikkatli ol!

Ne? Orınbek gözaltına alınmış ve hapse atılmış!

Onu Saken Seyfullin serbest bıraktırdı. Orınbek şimdi serbesttir ve büyük yetkilerle bir belde aldı. Benim gece karanlığında haber vermem gereken kişilere koşmamın sebebi budur.

Şimdi konuşma Orınbek’e geldi. Sırf bu iki kişi değil, Spassk yakınlarında bütün avullar bu açıkgöz insandan nefret ediyordu. Bilal hakkında altmış tane şikayet gelseydi, Orınbek hakkında da bu zaman içerisinde aşağı yukarı yüz tanesi geldi. Çarın muhafızıydı, devrimden sonra Sovyet iktidarının üyesiydi, Kolçak yanı polisiydi, Bilal’in kuzeni Hamen’e vurdu. İktidarın yerleşmesinden sonra rüşvet alıyor, her türlü baskı ve şiddetin yanına çıkıyordu. Kendine beyaz bir çadır kurdu, hile ve şantajla çok hayvan topladı. Gücü kimdeyse ona hizmet eder. Cesur, kıvrak, güzel konuşma yeteneğiyle, suya batmaz ateşte yanmaz bir insandır. Haysiyeti sınırını geçtiği zaman insanı uçuruma iter. Öylece Orınbek eski erdemi Aubakır’ı altına almak istedi, ama olmadı. Aubakır kendini savunarak kırılan, öfkeli, uzun zaman Orınbek’ten nefret eden insanlarını saldı.

İnatçı Bilal Orınbek’in ismini duyunca hemen yumuşayıp Muhammedya’ya elini uzattı. Muhammedya’nın dışı heyecanlıydı, ama saf Bilal’e öyle geldi sadece. Kurnaz Muhammedya rolünü çok iyi oynuyordu. İş icap etse kurabiyeyle karşılar, tuğla ile uğurlar ve aksine. Gölgede kalıp Muhammedya hem Orınbek’in tutuklaması, hem de Bilal’in görevden çıkarılmasını başardığını az kişi biliyordu.  Şimdi ise planını sürdürmek amacıyla düşmanlarını birbirine karşı kışkırtmak istiyordu.   

Ailemiz her zaman her türlü kavgadan kaçınıyordu, sadece ticaretle uğraşıyorduk biz. Günlerimizde zaten hiçbir kavganın parçası olmuyoruz. – diye kurnazlık ediyordu Muhammedya. – Biz sadece barış istiyoruz. Fakat eşkıya Orınbek hiçbir kimseyi rahat bırakmıyor. İlk önce seni ve Aubakır’ı yok etmek istedi. Aubakır’ın servetini alamaz, hükümet izin vermez, diğer suçu ise yoktur. Sen de dikkatli ol.

Bana ne yapacak?

Tutuklayacak!

Bir kalksın! Hemen boynunu kırarım!

Senin için gelirse, kendi başına değil, silahlı gelir. Hayvanlarını bir yere götürmeni tavsiye ederim. Kendin de sakla. Seyfullin’i karşılamaya geleceğim, olup biteni açıklayacağım…

Ortalık ağarmaya başladı. Bilal ne canlı ne ölü oturmaya devam ediyordu, Muhammedya ise atını Mustafa’nın evine götürdü. Sarıbala temiz havada evin dışında uyuyordu ve uyanıp bütün konuşmayı duydu.

Muhammedya Bilal ile karşılanmasını anlatmaya başladı, ama Sarıbala,

Ben her şey duydum. – diye sözünü kesti.

Daha iyi. Her şey anladıysan eğer, akşam benimle fabrikaya gideceksin. Yakın Sakın, partinin yüksek üyesi gelecek. Halkın bazı aktivistler hakkında düşüncelerini duysun. Belki açıkgöz Orınbek’i çakmadı ve o yüzden himayesine aldı. Biz gözlerini açarız. Olaylardan uzak duramazsın, canım. Hayat seni her halde savaşın içine çeker. Bir an bekleyip gücünü ve yeteneklerini göstermeye çalış. Günümüzde senin gibi tek bir genç, on sayın aksakaldan terazi kefesini daha çabuk eğer.

Sarıbala düşünüp razı oldu.

Gideceğim. Ama terazi kefesini eğmek için değil, Seyfullin’i görmek istiyorum.

O akşam endişe vericiydi. Bilal aceleyle hayvanlarını saklıyordu. Muhammedya, herkesin yarın fabrikada olması gerektiği haberiyle her tarafa ulak gönderiyordu. Kendisi, yanına bir kımız şişesi, bir kuzu ile bir at yavrusunu alıp gece Spassk’a çıktı. Sarıbala onunla birlikte gitti.

Fabrikaya şafakla vardılar. Kenar bölgedeki zeminlikler boştu. Fabrika durunca işçiler dağıldılar, sadece birkaç muhafız kaldı.

Uzakta yeşil çimenlikte zeminlikler arasında kurulan Orınbek’in beyaz çadırı görünüyordu. Orınbek’in kendisi yanında onun yardakçıları ve işçiler gibi satan iş adamları vardı. Herkes Saken Seyfullin’i karşılamaya hazırlanıyordu.

Muhammedya çadırı dolandı, Kokuzek geldi ve aksakal Balaubay’ın  evinin yanında durdu.

Balaubay Aubakır’ın ikinci karısının babası, sağlam, endamlı, her zaman temiz giyinen, ağırbaşlı, her türlü kavgadan kaçınan bir adamdır. Sırf görünüşü sevimli değil, canı da temiz. Üzerinde kahverengi satenden kaftan, bir elini arkasında tutuyor, diğeriyle ak sakalını okşuyor. Birkaç aksakal çevresinde durarak gözle görülür bir biçimde boyu ile ayrılıyor.

Yanında herkesçe tanınan insanlar toplandı. Sattıbay’ın oğlu Abıl, Taşen’in oğlu Taşmagambet, Kocabek’in oğlu Serik, şarkıcı, akın ve nükteci, en çok Puşkin Tatyana şarkısının Abay’in tercümesini söylemekle meşhur Ahmetbek. Hizmetçileri de burada. Toplam yaklaşık kırk kişi. Herkes Muhammedya’nın dünkü haberi üzerine buraya geldi.

Herkesin sözünü keserek Ahmetbek, uzun zaman önce beyler Kazıbek, Tule ve Baydalı’nın üç köy arasında barış saptamaya ve milletin kanını içen zalimlere gem vurmaya çalıştıklarını anlatıyordu. Muhammedya sözünü kesti.

İlk sırada karşılamaya çıkalım. Onlar da toplanıyormuşlar.

Saken belki bana selam verir. O galiba bizim Salken’i tanıyormuş. Tabi ki tanıyor. – kendinden memnun bir şekilde dedi Balaubay.

Salken onun tek oğludur. O Akmolinek’te çalışır ve vilayet gazetesinde bazen şiirlerini yayımlıyor. Balaubay övüngen adam ya da geveze değildir, fakat oğlundan açık açık gurur duyuyor. Bu adam çok uzun bir hayat yaşadı, fakat sadece iki kısa hikaye anlatabilir. Onlardan birisi her zaman ‘Bizim Salken’ sözüyle, diğeri ‘Yirmi beş kez tüccar Kubrin’in hayvanlarıyla Orenburg’a gittim’ sözüyle başlar. Anlatırken bazı şeyler tekrarlıyor, bir yenilik katmıyor, hikayeleri o kadar ilginç değil, ama Balaubay onları beğenerek diğerlerin de beğendiklerini düşünüyor. Şimdi de ‘Bizim Salken’ sözüyle tam başlayacaktı, ama Muhammedya sözünü kesti.

Tamam, bir başka sefere, - deyip ata bindi.

Herkes, Balaubay dışında aynısını yaptı.

Dağ Baydaudet, batıya yöneldiler. Biraz sonra o tarafa Orınbek’in küçük grubu çıktı.

Saken Seyfullin buraya tepeler aşarak gelmeliydi. Kimin taraftarlarında, Muhammedya ya da Orınbek’inkilerde kalacağı belli değildir. Tek bir şey gün gibi açık. Yüksek misafiri ilk ayarlayan bu savaşın galibidir. Sakın Seyfullin hükümetin üyesidir.

Ayy, Allah’ım, hükümetin üyesinin ne olduğunu anlamaya yardım et! – diye yalvardı Muhammedya’nın grubundan Taşmagambet. – Vilayet başı mı? Ya da vali? Tamamen Ruslaşmış olmalı, fakat ne de olsa meşhur Kazak soyundan çıkmıştı.  

Orınbek’in grubundan hareketli Sarıcakıt bu ara daha emin bir şekilde,

Kafamı keserim iş namusu soy namusundan daha üstün çıkmazsa. Saken bizde kalmalı! – deyip gururla doğruldu.

Gruplar ayrı ayrı, birbirine yaklaşmadan ve ileri çıkmaya çalışarak yürüdü. Uzaktan iğneli yorumlar atıyorlardı.

Baydaulet’in yamacında yaklaşık on atlı göründü. Dörtnal koşuyorlardı. Karşılayanlar gürültü yapmaya başladılar. ‘Saken, Saken!’ – diye bağırıp toz kaldırarak, at toynaklarıyla sert zemine vurarak onlara koştular. Her biri, noktaya birinci ulaşmaya çalışarak sanki büyük bir ödül konuyormuş gibi dörtnal koşuyordu.

Ne oldu? – diye sordu Saken, atını durdurarak ve gülerek. – Her birinizin burun deliğine bir yumruk sokulabilir.

Hiçbir şey olmasaydı, burun deliklerimiz bu kadar yukarı kalkmazdı. – diye yanıt verdi Muhammedya. – Sizinle konuşmak istiyoruz, ama ilk önce güzel güzel yerleşmek gerekiyor. Dastarhanlarımız hazır, misafirimiz olun, ulus başı. Bu sayın insanların adına sizi davet ediyorum.

Ve yanıtı beklemeden Muhammedya atını döndürdü, misafire yol göstermek niyetiyle.

Fakat bu sırada öne Orınbek çıktı ve atını yolun enine yerleştirdi.

Ben işçiler adına sizi davet ediyorum! – diye kendinden emin bir şekilde söyledi. – Dastarhanlarımız da hazır. Siyah tulumdan kımız ve at yavrusunun etini istersen, Muhammedya’yi takip et. Fakat sırf çay ile ekmek senin için yeterse beni takip et, Saken!

Seyfullin düşündü. Güzel, uzun boyunlu, gri atı onun altında heyecanlanıyor, yerinde durmuyor, sivri kulaklarını sallıyor, çifte atıyor, homurdanıyor, durmadan başını sallıyordu. Eyeri gümüşle döşendi, atın her hareketiyle parlıyor, güneşte renk renk ışıldıyor. Fakat gri at ne kadar güzel olursa olsun, her karşılayan ne kadar atlar seversen sevsin, herkesin gözleri Saken Seyfullin’in üstündeydi. Halk söyleyişi onu güzelleştiremedi, çünkü cidden yakışıklıydı. Üstünde Çin ipeğinden yaz ceketi, küt burunlu çizmeler, göğsünde Kırgız komisyonu yazısıyla bir rozet, ince beyaz fötr şapka. Atın üstünde doğru ve sağlam bir şekilde oturuyor. Boynu açık, hafif bir ten yanıklığı görünüyor. O beyaz yüzlü, siyah saçlı, uzun boylu ve ağırbaşlı. Böyle bir insan yanından ona bakış atmadan geçmek zor. Gururlu, biraz soğuk yüz ifadesi onun kibirli karakteri olduğunu gösteriyordu.

Seyfullin önündeki kalabalığı sessiz inceleyici bir bakışla süzdü. Herkes onun keskin bakışı altında kendini sıkışık hissetti.

İşçilere gidelim! – nihayet dedi Saken çenesiyle Orınbek’i göstererek.

Muhammedya’nın grubu başını eğdi. Fakat Saken’i takip etmekten başka bir şey kalmadı. Orınbek Saken’in yanında yürüyerek  hiç durmadan,

Bu ovada, Baydaulet’in eteğinde çok kanlı çatışma oldu… Fabrikanın polis başı Sokolov, Kolçakov’un cezalandırma ekibinin başı Volosnikov bu ovaya işçileri göndererek sırtlarındaki deriyi şerit kadar ince çizgi çiziyordu. Ben saklandım, fakat kendimi o erkeç sakalı çalılığında yakaladılar. Sovyetler zamanında bile bizi rahat bırakmıyorlardı. Sana, Saken, ölümüze kadar borçluyuz. Sen bizi akbabaların ellerinden kopardın, hayatımız daha neşeli ve serbest oldu. – diyordu.

Arkalarında yürüyen Ahmetbek, atını birkaç kez kamçılayıp ve Saken’in hizasına gelince konuştu.

Saken, ışığım, bizim dilimiz de var ve dinlemek istersen söyleyeceğimiz olacak. Küçük her zaman büyüğe selam verir, dastarhalardan atlanmaz. Kazakların adetini unutma, canım. İşte evinin kapısında seni aksakal Balaubay bekliyor. Neden önünden geçiyorsun, ona bir uğra.

Sevgili Ahmetbek, Saken’in bütün adetlerine uyacak fazla zamanı yok.  – diye seslendi Orınbek ve çakma kahkaha attı.

Saken sağındaki küçük siyah sakallı yoldaşına yüzünü dönerek bir şey sordu.

Akın, Balsabay’ın Ahmetbek. – diye açıkladı siyah sakallı, eyerinden biraz kalkıp.

Saken hemen Balaubay’in evine yöneldi. Attan binip ev sahibine selam verdi. Saf adam çok memnun kaldı, sevinçten yüzü kızardı. Ne diyeceğini bilmeyerek o birkaç kez,

Allah sana uzun ömürler versin, ışığım, uzun ömürler! – dedi.

Misafir onda uzun kalmadı, etten vazgeçti, kımız içip yola devam etti.

Seyfullin zeminlikler arasındaki beyaz çadırın önünde durdu. Çadır, kendini işçi gibi satan Mahşay, Orınbek’in arkadaşınındı. Bir işçi böyle beyaz çadır nereden alabildiği belli değildi. Nitekim Orınbek’in kendisinin aynı çadır vardı, buradan uzak değil, Arşala ovasında, orada yaklaşık altmış tane hayvan var. Neden Saken’i oraya değil, buraya getirdi? Orınbek evini göstermek istemiyordu. Burada daha rahat kendini işçi, tek bir at sahibi gibi tanıtabilir, duruşu özgür, konuşması cesur, fakat taraftarı Muhammedya’nınkinden daha az. İnsanlar Muhammedya’ya her taraftan geliyor. Saken’in küçük siyah sakallı yoldaşı kendine dikkat çekiyor. Ona saygı ile Auke derler.

Tarafların mücadelesine katılmayarak Sarıbala Saken’i izliyordu. Hükümet üyesi yıkandı, uzun yoldan sonra kendine çekidüzen vererek tıraş olmaya başladı. Sarıbala arabaya dayanıp uzakta duruyor, olup biteni dikkatle izliyordu. Yine Abay’ın şarkısının sözlerini hatırladı.

‘Bir tarafa çekilmeden

Gizlice fısıldaşmadan

Doyasıya konuşmazlar’

Rakipler birbirini parça parça koparmaya hazır, bir sürü gaklayan, aç ve acımasız kargaya benziyor. Sarıbala Saken’e bakmaya devam ediyordu. O hala tıraş oluyordu.

Fabrika yanından altı çiğit göründü. Sarıbala her birini tanıdı. Onlar, Spassk’ta gördüğü gerçek işçilerdi, Arap’ın oğlu Duysen, kardeşler Sadvakas ve Şaymerden, kardeşler Kasım ve Karatışkan, Baybokış’ın oğlu Maksut. Onlar, Kazaklar yaptıkları gibi yürüyerek değil, misafirin yanında durup ona selam verdiler ve her biri susarak elini sıktı.

Saken onları oturmaya davet etti ve nereden geldiklerini sordu.

Biz fabrikanın çalışanıyız. – diye yanıt verdi Duysen, geniş omuzlu ve kızıl bıyıklı bir adam.

Ala! Haydi bakalım, bana ne işiniz var?

Sizi görmeye geldik. Bize bir şarkı yazarsanız çok güzel olurdu.

Saken güldü, gülüşle o genç çiğitlere, geniş yüzlü ve kızıl saçlı Maksut ile esmer tenli Karatışkan’a baktı. İkisi sakin sakin oturamıyor, yavaş sesle konuşuyor, birbirine dirsek atıyorlardı.

Ağam, - diye seslendi Maksut, - şarkınızın sözlerine bir melodi söylemenizi rica ediyoruz.

Saken gene güldü ve çadıra gidip Masut’a Arap yazısıyla iki tane kâğıt uzattı.

Bir şarkı hemen yazmak zordur. – dedi. – Daha önce yazdığım birisini alın. Lütfen, okuyun. Fakat melodiye gelince.. Ben kötü bir şarkıcıyım.

Çiğit kağıtlara bakarak,

Bu şarkıyı artık söyleriz burada, ağam. – dedi.

Melodiyi de biliyor musunuz?

Biliyoruz.

Haydi bakalım, söyleyin, biz dinleyelim.

Maksut tıkır tıkır,

Azamat, başını eğme, doğrul

Kardeşlerinle el ele kalk

Özgür ve eşit olmak için

Kırmızı bayrakla karanlıkla savaşırız, - diye söyledi.

Saken’in ölçülülüğü şarkısını dinledikten sonra eridi. O ılık bir şekilde, kardeşçe Maksut’la konuşmaya başladı.

Sen yetenekli bir çocuksun bakayım. Okumak ister misin? İstersen kendimle alırım seni.

İsterim.

İlk önce annenden izin al, canım. – diye homurdandı Duysen.

Saken hemen haddini bildirdi.

Hiçbir anne oğlunla ayrı yaşamaya razı olmaz. Fakat bu, hayat boyunca beraber yaşayacaklar anlamına gelmez. Şefkatli bir anne gözyaşıyla uğurlar, sonra kaderine oğlu tahsil gördü diye teşekkür eder. Lenin der ki, okumak, okumak ve bir daha okumak gerek. Devletimizin sahibi işçidir. İşçimiz şimdilik az, tahsilli olan çok azdır. Devleti yönetmek için sırf kuvvet değil, bilgi gerekiyor. Bilgi, düşmanı arkadaştan ayırmak için gerekiyor. Kazma ile çalışmak için bile bilgi gerekiyor. Proletariat sırf işçiler değil, bilim adamlar, devlet adamları, akın yazarlarını hazırlamalıdır. Onlar gökten düşmez, biri onları göndermez de bize.

İşçiler sırf selam vermek için geldiler, ama Saken’de uzun kaldılar.

Yeni şarkılar mutlaka gönderirim, - diye vaat etti Saken, onlar giderken. Sen de, Maksut, fikrini değişmezsen eşyalarını topla. Burada uzun zaman kalmayacağız.

Sarıbala işçileri ta fabrikaya kadar uğurladı. Yoldayken, yaşlı, kısa boylu, yüzünde çiçek izleri ve alnında iki ağır buruşuğu olan  Sadvakas ile konuştu. Genelde Sadvakas’ın konuştuğu az, ama söylerse kestirip atar sözlerini. Karakteri kapanık, sert, Sarıbala’nınki gibi tutarlı.  Ama onlar öylece baş başa buluşunca  yürekleri ne ile doluysa anlatıyorlar.

Saken’e rastlayanların fısıldamasında, Allah tanıktır, kötü bir şey saklı. – dedi Sadvakas, vedalaşarak. – Buraya geldin, ama o anlaşmaya katılmayarak iyi ediyorsun. Katılmanı da tavsiye etmiyorum, kirli olacaksın.

Hayır, uzak duracağım. Çünkü katılırsam dayanamayıp kavga ederim. Beni rahat bırakmazlar, iftira atmaya çalışırlar.

Orınbek senin babanın Hacı, kaynatanın bay olduğunu söyleyebilir ve seni çamurla karıştırır. Bir kalksın. Sana arka çıkarız. İnsanlar, haddini bilmeyen Muhtar’a direniş gösterenin kim olduğunu unutmadılar.

Sadvakas’ın sözleri Sarıbala’yı çok etkiledi.

Yüksek misafirin ayarladığı yere heyecan içinde, namuslu insanların desteğini umarak döndü.

Saken’in yanında aynı kısa boylu siyah sakallı bir adam duruyordu. Kalabalık yavaş sesle konuşuyordu.

O kimdir?

Esenbek’in oğlu, Aubakır.

Saken’in arkadaşı.

Esenbekov el hareketiyle isteyenleri davet etti ve Saken’i takip ederek çadıra girdi.

Küçük çadıra herkes sığmaz. Yeri kalmayanlar kapıda duruyorlar. Sarıbala içine girebildi, fahri yerlerde oturan kişilerin yüzlerine dikkatle bakarak kapıda oturdu. Saken’in sağında Esenbekov, solunda Orınbek oturdu. Hiç bir kimse hareket etmiyor, konuşmuyor, odada sessizlik tamdı. Onu ilk bozan Muhammedya’nın kaynatası koskoca Abıl’dı.

Işığımız Saken, geleceğini duyunca biz, yaşlı ve genç, seni görmek için ve kaderimizden şikayetçi olmak için buraya geldik. Biz seninle Altay-Karpık soyunun çocuklarıyız. Herkes hem seni, hem babanı tanır. Kazak toprağında şimdi inek böğürüyor, ayı böğürüyor, kim kimi paralar bir tek şeytan bilir. Her kavga, barışla sona ermeli anlayacağın. Bize barış ver. Biz karımla rahat rahat uyuyamıyoruz. Bizden iyi at ve güzel yemek aldılar. Biri tüfekle gelir, bir şey beğenmezse sana hemen burjuva diye bağırır. Bir yanıt versen ‘Arıstabayt’ diye haykırıyor. Çocuklarımızla karılarımız sürekli bir korku içinde yaşarlar. Kendimiz tavşanlar gibi gölgemizden korkmaya başladık. Sadece senin karşısında açık açık konuşuyorum, diğerlerin karşılarında ağzımı açmaya cesaret etmiyorum.

Sizi kıran kimdir? – diye sordu Saken, Abıl’a direk bakarak.

Bütünü sıralayamam… Bu çadırda bile olanlardan ve diz dize oturduğun olanlardan da bulunur. Bütün hakaretler hükümet adına yapılır. – dedi Abıl, güldü ve sustu.

Orınbek asabiyetle konuştu.

Sen neden gülüyorsun, devletin şişko ve obur savunucusu? Sen ta ‘Sovyet hükümeti kahrolsun’ demek istiyorsun. Senin kafandaki tek şey bu. Açık açık konuşmaktan korkuyorsun, nefretten dişini sıkıyorsun! Konuş, pislik, ölmeden önce her şey söyle! Senin günlerin sayılıdır!

Muhammedya hemen karıştı.

Sakin ol, Orınbek, sakin ol! İkinizden pis kim diye söylemek sana değil, halka düşüyor. Halkın söyleyeceği kesindir. Saken, halk sana geldi. Bu köpeğe havlamayı yasakla!

Ağzımı hiçbir kimse örtmez! – diye haykırdı Orınbek. – Canımı karıştırma, aç çakal! Senin dişine göre değilim!

Ben de kolay kolay yutulmam!

Yeter artık! Her şey anladım. – diye öfke içinde söyledi Saken ve yerinden kalktı.

Çadıra mezarlık sessizliği çöktü. Seyfullin, her sözünü tartarak yavaş yavaş konuştu.

Ekimin arındıran fırtınası geçti, güneşli günler geldi. Sizlerden birileri yeni bir fırtına bekliyorlarsa, diğerleri ise güneşte sakin sakin yatmak istiyorlarsa, ikisi yanılıyor. Ülkedeki iktidarı fakirler ve işçiler aldılar. Onlara karşı çıkan ölür. Aksakal Abıl, tekerimize taş koyarsanız boynunuzu kırarsınız. Sen, Orınbek, yeni hayat için mücadele edenlerin başına çıkmıştın. Fakat şişkoyu bir vuruşta bitireceğini deme. Saçlarla birlikte baş çıkartılamaz. Çıkartmaya kalkarsan ellerini keserler. Sonsuz kavgalar, tartışmalar bu iki sonuca getirir. Ben eski zamanın aksakalı ya da beyi değilim, hükümetimizin politikasını açıklamıyorum. Onu zamanda anlamak istemeyen daha sonra felakete uğrar… Şimdi birkaç arkadaşınıza karşı davranışımdan bahsederim. İnsanlar, Orınbek’i serbest bıraktığımı takdir etmiyorlar. Eğer insan bütün kalbiyle suçunu itiraf ettiyse ve af dilediyse , onu affetmemek bir zalimliktir. İnsanın geçmişteki suçu ne kadar ağır olursa olsun ona karşı zalim davranmak bir cürümdür. Kolçak zamanlarında beni zincire vurdular, kürek cezasına gönderdiler, başımdaki saçlarımı koparıyorlardı. Şimdi cezalandıranlar Sovyet hükümetinin eline düştü. Onların hiç birinden intikamımı almaya niyetim yok.  İnsanlar düzelmezse, köylüler ile işçilerin iktidarına  karşı savaşmayı kesmezse, tabii ki onlara acınmaz. İşte Orınbek ve bazı diğer arkadaşlarınız hakkında söylemek istediğim budur.

Düşmana acımak kendini yaralamak anlamına gelmiyor mu?  - diye sordu Sarıbala.

Saken hemen ona döndü.

Düşman farklı, düşmanlık da farklı olabilir. Düşman acımasızsa ve barış istemiyorsa onun yaptığı yaralar da tedavi edilemez.  Böyle bir düşmana karşı davranışımız belli. Düşünüyorum ki Bekov böyle ulaşmaz düşmanlardan değildir. Onun hapisten çıkmasını sağlamaya çalıştığım zaman canı pek temiz olmadığını biliyordum. Herkes bilir ki masum insan hakkında onlarca şikayet gönderilemez. Nasıl olsa Orınbek’in davranışları Muhtar, Bimende, Aubakır ve diğer zenginlerin suçlarına oranla hiçe sayılabilir. Geçmişte hükümet eden Kazak feodal soyluları hala elebaşlık yapmaya çalışıyor, her araç kullanarak bozkırda nüfuzunu korumaya çalışıyor. Öyleyse neden sade bir işçi Bekov’un oğlu yeni hayat kurmaktan uzaklaştırılmalı ki? İnsanlara böyle davranılamaz. Orınbek Bekov’un geçmişi için suçunu anlamasından ve en yakın gelecekte aktif Sovyet işçisi olacağından hiç şüphem yok.

Muhammedya’nın üzülerek başlarını eğip susarak oturuyorlardı. Şimdi bütün kaburga kemiklerini kırsalar alacakları yaraları Saken’in sözlerinden daha kolay geçireceklerdi diye görünüyordu.

Orınbek kalktı ve söz istedi.

Affedin beni, insanlar. – diye seslendi herkese. – Biliyorsunuz ki sizin aranızda büyüdüm ve fabrika dışında hiçbir şey görmedim. Eskiden kör bir hayat sürüyordum , fakat beni düzeltebilen yoktu, şişman zenginler ise beni daha çok çukura itiyorlardı. İyi ki eski hatalarımı anladığım ve kavradığım bir gün geldi. Sırf gelecekte değil, Saken ağam, bugün Sovyet hükümetine hizmet edeceğimi vaat ediyorum. Tekrar ediyorum, yarın değil hemen bugün, Saken, seninle beraber ebediyen kalıyorum!1

Konuşma uzun sürdü. Öğle yemeğinden sonra misafirler hemen çıktılar. Orınbek onları uğurluyordu.

1 Bekov sözünü tuttu, suçunun kefaretini ödedi. Yazar bunu gelecek kitabında anlatmak istiyordu.

Gençlik zümresi

Avul sessiz. Gecenin geç saati. Köpekler havlamayı kesti, gençlerin şarkıları duyulmuyor. Çadırlar yanındaki ocaklar söndü, ışık görülmüyor. Gece kara, zifiri karanlığıydı. Avul dışında, vadide üç çiğit Sarıbala, Nurgali ve Meyram hırsız gibi kendine yol açıyordu.  Toprağa sessiz basıyor, kulak duymaz bir şekilde nefes alıyor. Ovadan omuza kadar çıkıp gri çadırı uzun zaman izliyorlar. Sessiz gece sadece kalplerinin sık atışları duyuluyor.

Gri çadırda, yatakta güzel bir kız yatıyor. Gözleri kapalı, ama uyumuyor. Kız hayalin kanatlarında uçuyor, onu bir sıcak, bir soğuk basıyordu. Eninde sonunda uzun hayal etmeden usanıp uykuya daldı.

Fakat çiğitlerimiz kafalarında o hala uyumuyor. Saçına gümüş paralı zilli şerit örüyormuş, gülen gözleriyle onları çağırıyormuş büyüleyici gülüyormuş gibilerine geliyordu.

‘O kimi çağırıyor? – diye soruyor her çiğit kendi kendine ve hemen cevap veriyor. – tabi ki beni…’

Aniden ürkütücü hırlamasıyla onlara doru sarı bir köpek fırladı. Gençler toprağa dayanıp kuşlar gibi saklandılar.

Köpek hırlıyor, atlalar ile çukura yaklaşıyor. Nurgali toprağa daha sıkı dayanıyor. Bir korku dakikasından kurtulmak için Nurgali bir saatlik aşk zevkini verirdi. Etrafta en öfkeli köpek kimi korkutmaz ki! Havlayıp, atlayıp, çağırılmayan misafirler saklanıp nefes almaktan korkuyorlar haberini sahibine verip, köpek karşısında yatıp bekliyor. Çiğitler yatıyorlar. Bir, iki, üç dakika geçti. Köpek gitmiyor. Arkadaşlar az kalsın hemen kalkıp koşacaklardı. Ama koşarlarsa köpek bir kaplan gibi saldırır. Ellerinde ona direniş edecek bir şey yoktu, ne sopa, ne taş vardı yanlarında. Burada çok kalmak iyi fikir de değildi. Birazdan şafak olur, yaramazları yakalayabilirler ve o zaman çiğitler rezil olurlar.

Sarıbala ova boyunca ilk sürünmeye başladı. Arkadaşları nefes almadan onu takip ettiler. Yılanlar gibi kıvrılarak birikintilerde, tozda, çamurda tehlikesiz bir uzaklığa varana dek sürünüyorlardı. Köpek sahibinin çadırı yanından ayrılmak istemedi.

Kurtuluşlarına sevinerek arkadaşlar yakın korkuyu unuttular.

Nurabek’in çadırına girelim. – diye teklif etti Sarıbala.

Nurabek sessiz zararsız bir yaşlıdır. Adı fıtıklı Nurabek ya da peltek Nurabek’tir. Büyük kızını evlendirdi. Oğulları yok. Nurabek’in küçük bir hayvan sürüsü var. Kımızı öyle ki kendisinin dışında kimse onu içemez, kımız değil tam göz taşının tentürüdür. Atlarına acıyor, her zaman yaya yürüyor.

İşte talihsizler Nurabek’in çadırına vardılar. Daha önce hiçbir zaman kızlara gece gitmeyen korkak Nurgali aniden cesur oldu. Arkadaşlar, Nurabek’in kızına kim gitmeye kalkacağını kavga etmeye başladılar.

Yeter, ben giderim! – diye kararlı söyledi Nurgali.

Sarıbala ve Meyram bu vazifeyi ona bıraktılar.

Arkadaşlar sessizliğe kulak verdiler, onu tek Nurabek’in horlaması ve Nurgali’nin dişlerinin tıkırtısı bozuyordu. Gıcırtılı kapı, koskoca ve hantal çiğit çadıra girdiği zaman ses çıkarmadı. Sinekten daha sessiz yürüyordu. Ocağın üstünde sütlü bir kazan duruyordu. Kız, sağdaki demir parmaklık yanında zeminde uyuyordu. Nurgali, sıtma nöbetine tutulmuş gibi ona doğru gidiyordu. Kolları, paçaları dizine kadar sıvandı. Yorganı altına girse ne güzel olurdu! Ama yolunda kazan, şeytan onu kahretsin, onu başarıyla bir geçsin yoksa mahvolacak!

Dışardaki ikisinin canı sıkıldı. Avullardaki yaşıtların şakaları zalim olabilir. Sarıbala sicimle çadırın kapısını dışarıdan bağladı, Meyram ise, bir inek gibi çadıra sürtünmeye başladı.

Gebersin, ya, gebersin! – diye hemen duyuldu Nurabek’in sesi.

Meyram sürtünmeye devam etti.

Kıracak, ya, çadır zaten zor duruyor, kıracak, aman! – diye telaşlandı yaşlı. – boynuzların geri kalanlarını kırarım! – diye bağırıp yatağından kalktı ve sopa kaptı.

Nurgali çıkışa atıldı, kazana süründü. Kazan gürültü yaptı, süt yere döküldü.

İmdat, imdat! Soyuyorlar! – diye bağırdı yaşlı adam.

Çaresiz bir haykırış bütün avulu uyandırdı. Köpek yavruları havlamaya başladı bile. Dökülmüş süte basarak Nurgali çaresizce çıkış bulmaya çalışıyordu. Kapıyı kendine çekti ama olmadı!

Nurabek sopa ile adım adım huzur bozanı takip ediyordu. Gürültü ile bir o, bir Nurgali kazana takılıyordu. Yaşlı adam sopasını sallıyor, fakat vurmak için kıvraklığı yetmiyordu ve hiç durmadan ‘Amaaaan!’ diye bağırıyordu. Nihayet Nurgali’nin ta burnuna vurdu ve o cıyak cıyak bağırdı.

Sarıbala ve Meyram kapıyı çözüp tabanları yağladılar. Onları takip ederek, bir şişe mantarı gibi Nurgali atıldı. Burnundan kan yağıyordu, ama buna dikkat etmeyerek tüm gücüyle koşuyordu. Köpek sürüsü yüksek havlamasıyla onu takip etti. İşte talihsizi yakaladı, öndeki köpek paçasını kaptı. Nurgali koşarak kendini savunuyordu, etrafa bakacak zamanı yoktu ve derin bir kuyuya düştüğünü fark etmedi. Ama böyle durumlarda olduğu gibi kötü bir şey olmadı. Aksine, Nurgali yıkanıp üstünden çamur çıkardı. Köpekler, kuyuyu kucaklayıp ona bekleyerek bakıyordu. Nurgali, kulaklarına kadar suya dalıp kaderini Allah’a bırakmaya karar verdi…

Oysa Nurabek’in haykırışına toplanan avuldakiler durumu anlayıp zavallı yaşlıya sövmeye başladılar.

Senin baban genç, annen kız olmadı mı yoksa?

Eşkıyalar saldırmış gibi neden herkesi uyandırdın?

Adil yaşlı kadınlardan birisi Nurbek’e arka çıktı.

Bir çiğit bir kıza kazanla çadırı devirmek için mi geliyor? Eskiden çiğitler kedi gibi kıvraktı. Gelip gitmeleri sessizdi ki sadece ebeveyn değil, kendimiz de farketmiyorduk. Bugünkü erkekler, aman, ne kadar eline ağır, ne kadar hantallar!

Sakinleşen Nurabek yine öfkeye patladı.

O ne biçim bir çiğittir ki? Pis şey! Dolu kazan süt kaynattım, şimdi tek bir tabak kalmadı! Kahretsin! Geberesin, köpek! Kucağına kız değil, başına bela diliyorum! Huzurumu hiçe sayıyorsan kendin mutsuz ol. Oğlum olsaydı kim ister benle alay eder miydi hiç!

Sarıbala eve gelip uyumaya yattı. Avullar birbirine yakındı ve Nurabek’in beddualar buraya kadar geliyordu.

Annesi onu zorla uyandırdı. Gözlerini açıp Sarıbala fahri yerde küçük doru bir çiğit gördü. Artık öğle zamanı geldi.

Sizin gençler gece dolaşır öğle uyur anlaşılan. Komşu çadırında bey ‘Kalk, kalk, Meyram-can’ diye bağırıyor. – diye gülüşle söyledi yabancı.

Evet, birisi bugün dolaşıyordu.  – diye konuşmaya katıldı Sarıbala. – Belki onların arasında siz ve vardınız, benim varışlı dostum. Nereye gidiyorsunuz, nereden geliyorsunuz, sizi tanıyamadım.

Adım Kabıl, babam Bleusiz. Akmolinsk’tan geliyorum.

Yanılmıyorsam gençlik komitesinde çalışıyorsunuz.

Evet.

Konuşmalarını Mustafa kesti. Çıplak ayaklarında deri çizmeler, elinde uzun tespih. Onunla beraber kırılan Nurabek girdi. Onlar sabah duasından sonra avul dışında buluştular. Anlaşılan ki o gece olayından bahsetti ve ikisi çadıra susarak girdi.

Misafir yaşlıların ellerini sıkarak selam verdi. Mustafa ona sadece ‘Salim misin canım?’ dedi ve misafire bakmadan tespihini çekmeye devam etti. Hadişa onu uyararak ona dirsek attı, hacı buna dikkat etmedi. O zaman ‘Tespih bırak’ diye kulağına fısıldadı, Mustafa ise devam etti. ‘Onun kırbacı var!’ diye tehdit etti Hadişa. Mustafa güldü ve herkes duyabilecek kadar,

Zavallı, kırbaçtan korkmaktansa Allah’tan kork. Kırbaç insanın elinde, insan ise Allah’ın elindedir. – sesli dedi.

Senin yüzünden çocuklarımıza bela düşmesin!

Senin oğlun gerçek adamsa, beladan kendi kurtulur. Aptalsa, hiçbir şefkat onun yardımcısı olmaz.

Kendi düşüncelerine dalan Nurabek aniden konuşmaya katıldı.

Yok, hacı, size taşınırım. Yoksa o aptallar beni soyar,  soyar! Beni himayesine al.

Allah’ın himayesini kabul et, Nureke.

Allah’a küsüm, canım!

Aman! Ondan merhamet istenmeli, Nureke, ona küsülmemeli.

Ondan merhamet istemekten usandım, canım.

O zaman hükümete başvur. O insanları himayesine alır.

Bunu yapana dek beni canlıyken yerler! Beni kırdıkları zaman neredeydi hükümet? Sen olmasaydın Ahmedi bana atımı iade eder miydi hiç?

Ahmedi benden değil, hükümetten korktu.

Tek bildiğim şudur. Ben sana başvurdum. Onu nasıl ayarladığın benim işim değil.

Hadişa konuşmalarına dayanamayıp,

Senin komşu olmamızdan Allah korusun, Nurabek. Git, bizi rahat bırak. – diye söyledi.

Ama Nurabek gitmeyi düşünmüyordu. O zaman Hadişa bir çimdik tuz alıp ateşe yaklaştı. Mustafa,

Bırak, akılsız! – diye öfkeli bir şekilde haykırdı.

İnanışa göre ateşe atılan tuz fıtık getirir.

Nurabek korkup kalktı ama Mustafa onu durdurdu.

Yırtık pırtık elbise giyen insanı köpekler hor görür. İnsanlar da, ama köpek karakteri ile insanlar. Zavallı Nureke’nin küçük düşürmelere, hakaretlere dayandığı az mıydı? Ona hayırlı bir işle yardımcı olamazsak, ona kötülük de etmeyelim. Yorgun insanın yaralarına tuz basmaktansa ona tavsiye verelim, güzel bir söz edelim. Benim yardımımı çok kez istemiştin, Nureke. Avulumuza taşınabilirsin. Komşuluğundan iğrenmiyorum.

Mustafa’ya teşekkür sözlerini saçarak Nurabek çadırdan çıktı. Sarıbala alışkanlığından babasıyla espri yaptı.

Demek, bütün iyilik senden değil, Muhammed’ten mi?

Oğlum ciddi misin şaka mı yapıyorsun? Ne olursa olsun, sana ciddi bir cevap vereceğim. Lenin’i severim, çünkü sen ve halk onu seversiniz. Benimle halkın sevdiği Muhammed’e sen de saygı göstermelisin. Saygı diz çökme değildir. Diğerine saygı duyabilen kendine de saygı kazanır.

Kabıl Sarıbala’ya göz kırptı, onunla tartışma yenilmiş olacaksın der gibi. Sonra baş işareti ile onu çıkmaya davet etti.

Dışarı sıcaktı, toprak da sıcak oldu. Her canlı yaratık saklandı, güneşi seven yılanlar bile soğuk bir yer arıyordu. Tek neşeli yaratıklar atsinekleriydi. Durgun sıcaktan yorulmuş hayvanlara neşeli bir vızıltı ile saldırıyordu.

Off ne kadar sıcak! ‘Megraj’ı okudun mu? – diye başladı Sarıbala.

Kabıl damağını şaklattı. Sarıbala devam ediyordu.

Kıyamet kopardığı zaman güneş toprağa bir şiş mesafesi yaklaşacak. Dünya kızgın kora dönüşecek. Evren koro ile bağırarak ve bu koroda her biri aman dileyecek. Sırf Muhammed, Allah ile toprak arasında atla koşuyormuş. Bugün kıyamet koparmasına benziyor, atsinekleri ise Muhammed’e.

Bu arada, baban tartışmanızda haklı çıktı.  – diye fark etti Kabıl. – Muhammed’i ve ona inanan insanları bu kadar sert konuşmak yanlış bir şey.

Kabıl yabancı avulu dikkatle izledi. Sarıbala bakışını takip etti.

İşte yaşlı Abiş, Nurgali’nin inmeli babası, her zamanki gibi yırtık çadırının gölgesinde içini geçiyor. Yürüyemiyor, ayakları zayıfladı, elleri sadece yemeği ağzına taşıyacak kadar çalışıyor. Canlı, ama çaresiz bir yaratık. Ama Abiş ölmek istemiyor. İşte Mustafa’nın küçük kardeşi Hametcan. Geniş omuzlu, bir zenci gibi siyah, güçlü ama ağızsızdır. Sıcağa rağmen demirci ocağından uzaklaşmıyor, sabahtan beri demir dövüyor. Alnından ter ırmak gibi dökülüyor. Pamuk gömleği çamur ile ıslandı. Hamet’in karısı ev işleri ile meşgul, dört küçük çocuk babasının çekicinin ağır vuruşlarını izliyor. Bitirilmiş çadıra tek bir at yavrusu bağlandı, onun yanında alçak sesle kişneyerek doru bir kısrak duruyor. Hametcan bir iki dakika için çekicini bırakıp kısrağı sağar ve tekrar ocağa dönüyor. Ter alnından akarak gömleğine dökülüyor. Ama demirci işini bırakmıyor.

‘Ah, hayat, hayat! O kadar ilginç, ıstıraplı, değişkendir! Bugün sona erebilir ama insan ölümsüz gibi çalışmaya devam ediyor. Dünyada o kadar esrarengiz, şaşırtıcı şey var ki! İncele onları sırlarının çözümü bul! Ama insan hayatı kısadır. Bir zaman seni çözmeden öte tarafa giderim, hayat. Bu boş düşünceler Kabıl’ı beni ilgilendirdiği kadar ilgilendirmiyor.’

Kabıl yavaş yürüyerek kenardaki beyaz çadıra yöneldi. Girişinde büyük harflerle ‘Bilgisizlik kahrolsun!’ diye yazıyordu.

Kaç kişi okuyor? – diye neşeli bir şekilde sordu Kabıl.

On beş. – diye seve seve yanıt verdi Sarıbala. Çoğu gençtir. Ama hasta Abiş’in büyük oğlu sakallı Bukpantay ve fakir bir kız Canıl, o siyah barınakta yaşıyor. Kazaklar arasında onlar gibi öğrenciler ilk kez görüyorum.

Yeni mi eski mi tarzda okuyorlar?

Yeni. Ben eski tahsili görmüştüm, Arapça ve bir ay içinde okumayı yazmayı zor öğrendim. Onlar ise bir ay içinde hem okumayı hem yazmayı öğrendiler.

Öğretmene kim para veriyor?

O muhteşem bir insan. Fakirleri ücretsiz öğretiyor. Geri kalanlar kimin nesi varsa onunla öder.

Böyle bir öğretmeni ilk kez duyuyorum. Adı ne?

Tuleubay. Onun büyük ağabeyi Spassk’ta çalışıyor, doğramacı Adiyabek.

Sarıbala ve Kabıl beyaz çadıra yöneldiler. Kapısı kilitli çıktı. Onlar onu açıp girdiler. Zeminde ızgaranın yanında yapılmış bir yatak gördüler. Yukarıda dergiden kesilmiş Lenin’in portresi vardı. Küçük ev temiz ve rahattı.

Sahipleri nerede?

Yıkanmaya gittiler galiba.

Şimdi ıssız bir çadırda baş başa kalıp Kabıl Sarıbala’ya gelmesinin sebebini anlattı. Gençlik komitesi onu avullarda gençlik zümreleri açmaya gönderdi.

Sen ne dersin?

Zümrenin üyeleri ne ile uğraşacaklar? – diye sordu Sarıbala.

O, iş çoktur. Komünistlerin yardımcısı, avul gençlerinin organize çekirdeği, bütün siyaset, ekonomi ve aydınlatıcı faaliyetlerinin öncüleri olacaksınız. Bir sözle partinin ve hükümetin sağ eli olacaksınız.

Bir sol eli olsak o da iyi olurdu. Avullarda bütün gençler babaların, aksakalların etkisinde kalıyorlar. Hayatlarını kendi başına sürmeye çalışan az.

Bu azı birleştirelim. Fakirlerden, işçilerden kişileri çekmeye çalışırız. Sence uygun olan kim? İsimlerini ver bakalım. – diye istedi Kabıl ve cebinden bir bloknot çıkardı.

Sarıbala zorla dört kişinin isimlerini söyledi.

Mesela, hasta Abiş’in oğlu genç pehlivan Nurgali var. Cesur olanlardan değil, ama görünüşü sağlamdır. Tek görünüşüyle izlenim yaratacak. Bir de yaşıtım ve kuzenim Meyram var, dürüstler dürüstü, iyi kalpli. O da fakirdir. Öksüz İzbasar iş adamı, akıllı, şimdi tahsilli, o ikisinden daha iyi yaşıyor. Kızlardan Canıl, işçinin kızı, görünüşü çok mütevazi, fakat desteği duyunca hemen cesur olur. Yanan kömür kül altında ısıtmaz, ama kül çıkarsak ve üflesek kömür daha çok yanmaya başlar. Canıl bu kül altındaki ateşe benzer.

Az. Başka?

Şimdilik sadece onlar.

Kendini neden saymıyorsun?

Sen işçilerin ve fakirlerin çekilmesini söylemiştin. Ben orta sınıftanım. Nitekim babam hacı, kaynatam bay, dedelerim bugün dedikleri gibi, feodaller.

Derler ki Allah her inananın günahlarını ayrı ayrı soruyor. Sen sırf dedelerin değil, babasının da ödemek gerektiği bedeli ödememelisin.

Biliyorum. Ama köken bakımından beni hor görecekler, bunu istemiyorum.

Nurgali değil, sen korkak olmayacağına dikkat et.

Korkaklık ve temizlik gökle toprak gibidir.

Seni, genç adam, tartışmada yenmek zordur. Sana açık söyleyeyim. Seni zümreye çağırmayı teklif eden Katçenko’ydu.

Katçenko mu? – diye şaşkın şaşkın sordu Sarıbala.

Meşhur bolşevikin soyadı o buluşmadan sonra aklında kaldı. Çilli yüzlü, sağlam, kızıl saçlı, iyi kalpli komünistin ‘Abim, sana güveniyorum’ sözünü çok kez aklına getiriyordu. Şimdi de Sarıbala’nın gözü önündeydi. Genelde soğuk kanlı, sakin Sarıbala canlandı, neşeli oldu, tıpkı bir yık önceki otla örtülü geniş bir bozkırda Katçenko’nun ona tavsiyeleri verdiği, onunla yeni hayattan bahsettiği  zaman olduğu gibi. 

O zaman beni de yaz! – diye karar verdi Sarıbala.

Yazdım bile. Şimdi isimleri verdiğin olanları razı etmeye yardım et bana.

Onlardan üçü beni suda, ateşte takip eder. Canıl’ı razı etmek zor olacak.

Bir şarkı duyuldu. Zilli genç sesleri yakınlaşıyordu.

Azamat, sıraya savaşçı gel

Dünyaya gözlerini aç

Bizimkiler söylüyor. – dedi Sarıbala. – derler ki şarkı sözlerin kraliçesidir. Belagat en iyi iştir. Düşünüyorum ki, ‘işini bilmeyen ağızda altın sözler de balçık olur’ diye ekleyebiliriz. Parlak konuşma en sade işi canlandırır. Büyük inandırıcılık için nüfuz da önemli. Katçenko’yu ve Seyfullin’i görmüştüm. Nurgali onları benden önce görseydi ve söylediklerini kendi sözleri gibi aktarsaydı bu insanlar bana bu kadar büyük bir izlenim bırakmazdı.

Felsefe yapmayı bırak şimdilik, başladığımıza devam edelim. Gençlik organizasyonunun vazifelerini açıklarım senin çiğitlerine , sen de Canıl’la konuş, onu razı etmeye çalış.

Birkaç genç insan yüksek sesle konuşarak çadıra girdi. Onların arasında Canıl ve öğretmen Tuleubay. O genç, ince bıyıkları zor görülür, ama öğretmen onları burmaya çalışır. O her zaman yeni gelenlere yardım eder, özellikle şehir otoritelerine. Tuleubay haberlerine açtır. O içine girdi mi Kabıl’a hemen sorularla yapıştı. Sarıbala Canıl’ı önemli bir konuşma için dışarıya çıkmasını rica etti.

Senin için bir iş var. Ama ilk önce razı olacağını vaat et.

Aman, ne konuşuyorsun sen?

Korkma. Korkudan düşündüğün değil bu.

O zaman söyle.

Bak, Akmolinsk’tan bir memur geldi, avulumuzda gençlik zümresini açmak için. Seni, beni, İzbasar’ı, Meyram’ı ve Nurgali’yi oraya davet etmek niyetinde. Ona ne dersin?

Ya sen?

Ben katılıyorum.

Sahibimin karısı bana izin vermez. Okumaya gitmeme bile bazen izin vermez. İtaat etmesem kızar, döver bile.

Zümreye katılırsan hiçbir kimse sana sövmeye değil de, seni dövmeye bile kalkmaz.

Karısı kovarsa ne yaparım? Annemler yaşlı, hasta, yemeksiz kalırız.

Zümre her halde yardım eder.

O ne biçim bir zümre, iki üç kişi ile? İlk önce kendilerine yardım etsinler.

Zümrenin ne olduğunu anlamıyorsun. Uzağa baksak zümre Sovyet Hükümetidir, Komünist partisidir, Lenin’dir!

Ay Allah! Sözlerimiz Lenin’e kadar ulaşır mı?

Parmağına kıymık batsa başın hemen acı hisseder. Lenin baş, zümre parmak olduğunu varsayalım. Devrimden önce bizim büyük soyumuz Karamurat’a İgilik’in birkaç çocuğu hakaret etti. Şimdi Karamurat’ın gençlik zümresi, Sovyet hükümetine dayanarak, asalak otoritelerle savaşmaya başlayıp yarın onu devirir. Şişmanların zamanı bitirme ve işçi insanları için geniş bir yol açma saati geldi. Herkesin her mesleği okumak hakkı olsun, kadın erkekle eşit olsun. O zaman Canıl bütün hayatı boyunca bayın çocuklarına bakmaz. Bunun için zümre gerekiyor…

Zavallı kızın çilli elmacıklı yüzü, bir sevinç, bir korku göstererek sarı kesiliyordu. Fakat onun mavi gözleri umutla parladı.

Siz bilirsiniz – diye endişelenerek konuştu kız. – yeter ki ben hiç ile kalmayayım.

Endişeleniyordu. Tabii ki! Canıl bayın zalim peçelerinde zayıf bir kuştu. Zümre onu bu peçelerden kurtaracaksa iyi olacak. Olmazsa Canıl mahvolur. Sovyet zamanı geldiği halde baylar hala güçlü. Canıl’ın korkusu ve endişesi Sarıbala’yı bir daha savaşın kolay olmayacağına razı etti.

Onu göze alalım, Canıl! – dedi o konuşmayı bitirerek.

Çadırda kalanlar soruyu ondan daha önce çözdüler. İzbasar, Nurgali ve Meyram anketler aldılar bile. Sarıbala ile Canıl aynısını yaptılar. Eskiden beş kişiyken buluştukları zaman şakalaşıyor, sevinçle birbirini iteliyor, şarkı söylüyor, dövüşmeye başlıyorlardı.   Şimdi onlar anketle meşgul susuyorlardı. Kalpleri hızla atıyordu. Her biri kendi tarzında geleceği görüyor, hayatında değişmeleri bekliyordu. Ciddi niyetler gençleri düşüncesizlikten uzak tutuyordu. Ateşli, heyecanlı geçler aniden sakinleşti, ağırbaşlı ve ölçülü oldu.

Şimdi başkasının sütünü dökmek olmaz. – öylesine dedi Sarıbala. Nurgali ona şaşkın şaşkın baktı, dudağını ısırdı. – Affediyor musun? – diye sordu Sarıbala.

Ankete bakıp Nurgali başını evet anlamında salladı. Böylece Sarıbala haşlamadan kaçınmış oldu. Kabıl önemli bir işle gelmeseydi, gece kabalığı için çürükle dolaşırdı.

Kabıl kendi düşüncelerine dalıp çadırda bir aşağı bir yukarı geziyordu. O memnundu ve komitesine raporunu düşünüyordu. Oraya bir dağ devirmiş gibi galip tavrı ile gelecek. Canı seviniyordu. Küçük olsa da, ama başarıydı. ‘Teşekkür edecekler belki!’ diye seviniyordu Kabıl. Çiğitlerden hiç birisi sıcağı hissetmiyordu, çünkü herkes güneşten daha çok anket ile ateşleniyordu. Öğle Kabıl anketler, dilekçeler, özgeçmişler toplayıp çantasına koydu.

Organizasyonun adı belki ‘Torunlar’ olacak. – dedi. – komite bunu doğruladıktan sonra biletler getirip size sunacağım.

Kabıl, Mustafa’nın evinde peynirle çay içtikten sonra ata bindiği zaman Mahambetşe atına kolan uzatıyordu. Kulaklarını sıkıştırıp at sahibinin kalçasını kaptı. Mahambetşe,

Dördüncü avulda hayvan da kudurdu! – diye öfke ile haykırdı. – Nasıl kudurmasın ki! Mustafa’nın ağzında Allah’ın adı, elinde tespih, oğlu ise gavur, evi şeytanın ocağına dönüşmüş. Ne kadar garip, korkunç zamanlar geldi!

Mustafa, uzakta büyük kardeşinin sesini duyunca,

Senin gibi ahlaksız olan, beddua ve ağlama ile öte tarafa giden çoktu. Sizin hanginiz bu dünyayı memnunken terk etti ki? Beddualarla kader değiştirilemez. Her zamanın kendi adeti var. Kimin ekmeğini yesen onun adetine uyarsın. 

 

Polis görevinde

 

Muhtar ve Bilal birbirinden şikayetçi olup suçlarını ortaya çıkardılar. Bütün mesele, ikisinin kovulmasıyla ve fakir Tusip’in vilayet başı atanmasıyla bitmişti.

Görevden ayrılıp düşmanlar savaşını bitirmedi, birbirinden öç almaya çalışıyorlardı. Bir Muhtar, bir Bilal bu savaşın galibi oluyordu. Uygun bir an bekleyip Muhtar Bilal’in tutuklanmasını başardı ve büyük kardeşleri Yahya ve Şayhı ile birlikte onu Akmolinsk hapishanesine attırdı.

Hapishane her çeşit dolandırıcı, vurguncu, maceracılarla doluydu. Oraya masum olanlar, eski düşmanlığa maruz kalarak da düşüyorlardı. Halk bir yandan uzun savaşın sonuçlarından, diğer yandan karmaşıklıktan faydalanan ve namuslu insanlardan eski intikamı almak isteyen yerli alçaklardan çile çekiyordu. Genç Sovyet cumhuriyeti, daha güçlenmeyen Sovyet devleti kararlı ve tutarlı bir şekilde sosyalizmin fikirlerini uyguluyordu. Ama ülkenin içindeki zenginler ve yurt dışı kapitalistler, Sovyet devletin günlerinin sayılı olduğunu, onun birazdan yıkılacağından hiç durmadan bahsediyordu.

Sürekli evi olmayan avulların tahsilsiz nüfusu bozkırda göç etmeye devam ediyordu. Avullarda hayvan olmasaydı yaşam da olmazdı. Kazakların hayvanları, pehlivan bir kurşunun kurbanı olabildiği gibi, sert kışın kurbanı olabilir. Göçmenlerin karakteri serttir. Kalksalar onları sakinleştirmek güçtür, sakinleşseler ise kaldırmak zor. Kazaklar, işin özüne bakarsak, daha önce tek bir devlete birleşmeyen, kanunlar, birleşik adetler, kurallar uydurmayan genç bir halktır. Yeni fikirlerin gücü yolundaki her çeşit engel yok ediyordu.

Şiddetin bütün evrenini temeline kadar

Yok ederiz, sonra yeni, bizim

Dünyamızı kurarız

Hiç olan her şey olur.

Bu sözler fakirlerin kalplerine umut yaşatıyordu. Fakirler ile baylar arasındaki sınıf savaşının eski ateşi yine yanmaya başladı. Baylar tehdit ediyorlardı, ama başı kesilmiş yılanın ne tehdidi vardı? Oysa çok fakir alışkanlıktan soy feodallerine saygı duyuyordu. ‘İğdiş deve, ölmüş deve yetiştiricinin kafasından korkabilir’ demekten hoşlanıyorlar Kazaklar.

Böyle huzursuz zamanlarda Akmolinsk’in yürütme komitesi Sarıbala’yı avuldan çağırıp ilçe polisinin müdürü muavin görevine gönderdi. Müdür, Spassk’tan gelen aksakalın oğlu Salken Balaubaev’di. Avullu, şehri görmeyen, özel kursa gitmeyen, hiçbir kurumda çalışmayan bir genç bu kadar sorumlu bir işe başladı. İyi ki Sarıbala kibirli olmadı. Bir şey bilmezse müdüre soruyor.

Katçenko vilayet şehri Kzıl-Jar, Petropavlovsk’ta işe gönderildi. Sarıbala onun dışında Rus bolşeviklerini tanımıyordu. Küçük Akmolinsk ona kocaman geliyordu, onun polisteki görevi yüksek, mühim bir vazifeydi onun için. Kendi durumunu kavramaktan Sarıbala’nın başı dönüyordu ama öz avulunu unutmuyordu. Bozkır hayatından görüntüleri, uçsuz bucaksız açıklık , bahardaki gürültülü avullar, aşık oyunu oynayan çocuklar, at yarışları, gençlik marifetleri, arkadaşı Nurgali, iyi kalpli Meyram, sakin babası ve rahat olmayan, her zaman ihtiyaç duyan eve sevinç yaşatan koşuşma içindeki annesi aklına geliyordu. Uçurumlarda atlayan oğlaklar görür gibi oluyordu. Sarıbala avulda yaşadığı zaman can sıkılmasından şehre gitmek isterdi, şimdi ise avulu özlüyordu. Öz yerlerin onu çekmesinin nedeni belki de yabancı şehirde Sarıbala’nın her zaman üzgün üzgün dolaşması ve insan kalabalığının arasında kendini yalnız hissetmesiydi. O daha sosyal olsaydı, arkadaşları daha çok olsaydı nüfuzu da yükselirdi.

O zamanlar göçmenler için bir işin, polisteki işten daha itibarlı olduğu azdı. O zaman ‘Ya vilayet yürütme komitesine ya da polise başvur’ derlerdi. Sarıbala bu nüfuza sahip değildi ve sık sık gevşek ve kararsız davranıyordu. Görünüşü de pek ağırbaşlı değil, eski kasket, küt burunlu çizmeler, kemerinde iki kurşunlu tabanca. Kını, kılıcı da eski, çatlaklı. Giysisi yarı Rus yarı Kazak, kendisi gri gözlü, kızıl saçlı, Rus’a benzer. Kazaklar, alay ederek, bilerek onunla Rusça konuşuyorlardı, o yüzden Sarıbala kaftanı çıkarmıyordu. Ona ‘Canım, sen Kazak mısın?’ sorulduğunda Sarıbala öfkeyle ‘Sen kendin Kazak mısın?’ diye cevap veriyordu.

Onun görevi, şehirde düzeni sağlamak, hırsızlık ve vurgunculukla savaşmaktan ibaretti. Ve at hırsızlığıyla ilgili bir dava çıktığı zaman Sarıbala eskiden Mustafa’nın yoksul avulunu soyan tutulmaz Joken ve Şagır’ı hatırlıyordu. Şehirde kolera ve diğer bulaşıcı hastalıklar kuduruyordu, pazarda çok vurguncu , hırsız, öksüz vardı. Sarıbala acımasızca düzeni bozanlara ve vurgunculara ceza kesiyordu. Ceza o zaman hiçbir makbuz ya da senet olmadan kesiliyordu. Ceza paralarını kontrol eden biri yoktu. Her sabah polis binasında ilçe polisi müdürü Bayseyit Adilov’un sesi duyuluyordu.

Mahmurluğu giderecek bir şey var mı? Verin bakalım.

Müdür elini pencereye uzatıyordu. Balaubaev eline hesaplamadan para koyuyordu. Şehirde derlerdi ki Adilov deveyi kılıyla yutabilir, votkayı su gibi içer.

Sarıbala öfkeleniyordu. ‘İnsanlar, müdürü alkolik ve rüşvetçi ise polisin davranışını adil, yansız görebilir mi?’

Bir gün Sarıbala’ya bir yabancı geldi, üçgen şeklinde bükülen mektubu uzatıp tek bir söz etmeden gitti. Mektuba şunu yazıyordu.

‘İşte ne kadar büyük bir pehlivan olmuşsun, akrabalarını tanımazsın bile! Şapkanı giyip herkesi unutmuşsun. Muhtar ile Aubakır bizi hapse atıp memnunca kahkaha atıyor, sen de bizi ziyaret bile edemezsin. Şayhı koleraya yakalanmış, Yahya ayakta zor duruyor. Benim de vaziyetim iyi sayılmaz ama şimdilik direniyorum. Sende soy namusu ve insan acımasının tek bir damlası kaldıysa beni ziyaret etmeye çalış. Yoksa elveda, öte tarafta buluşuruz. Bilal’.

Genç bir polis yerinden hemen kalkıp hapse koştu. ‘Bilal cezasını hal etti. – diye mırıldıyordu Sarıbala. – ama ona nasıl acımayayım ki?’.

Hapse girince Sarıbala gardiyan vasıtasıyla Bilal’i çağırttı. Akrabası zayıfladı, yüzü sarı kesildi, ama kendisi ezgin değildi. Daha önce Bilal her vesile ile öfkeleniyordu, ama şimdi öfkesini tutmayı öğrendi. Bunun yüzünden de daha kindar oldu. Kardeşine sivri bir bakış dikip ona üç görev verdi.

Şayhı’yı hastaneye götürdüler. Ondan geri dönmesinin imkanı düşüktür. Hor görmezsen onu ziyaret et. Adilov ile konuş, o sana saygı duymalı. Ricanı yerine getiremezse rüşvet ver, ama Yahya’nın serbest bırakılmasını başar. O şimdi çıkmazsa ölür. Beni kolay bırakmazlar, sordu yargıcı davamı mahkemeye gönderdi. Yargıç ilçeleri dolaşıyor, bir iki ay sonra döner. O zamana kadar herkesi öldüren kolera beni de öldürür. Sorgu yargıcı Sunitskiy burada çalışıyor, onu bulup Muhtar’ın tutuklanması ve bir gün için bile onun hücreme atılmasını başarmasını söyle ona. Geri kalanı ben hallederim ve hiçbir zaman sizden yardım istemeyeceğim. Sen düşmanım değildin, arkadaşım da. Şimdi düşmanım mısın arkadaşım mısın ispatla.

Tamam, ispatlarım. – dedi Sarıbala.

Hapisten çıkınca vilayet polisine yöneldi. Yürüdü, yürüdü ve aniden durdu… yine hızlı hızlı adım attı ve gene durdu.

İçinde iki his savaşıyordu. Birisi, ‘Dön, polise gitme. Neden gidiyorsun oraya? Hırsız Yahya’yı savunmak için mi? Vicdanın, namusun, yansızlığın nerede?’ diyordu.

Diğeri, ‘Polise git ve Yahya’nın serbest bırakılmasını elde etmeye uğraş. O masumdur. Onu Muhtar’ın iftirası üzerine hapse attılar. Yahya kırılmış tabii ki. Ona yardım etmelisin!’ diye talep ediyordu.

Sarıbala izin almadan kararlı bir şekilde Bayseyit Adilov’un odasına girdi. Adilov, kadınınki kadar ince sesli, kırmızı yüzlü yaşlı bir adamdır. Ayıkken çok nazik, sarhoşken iğrenç oluyor. Şimdi Adilov biraz sarhoş, küçük burnunun terli ucu bunu gösteriyor. Galim Aubakırov’un omzuna elini koyup onunla bir şey konuşuyordu. Kolçak zamanlarında ikisi takiplere maruz kaldı, tutuklanıp hapse atıldı. O zor günlerin çilelerini beraber geçiriyorlardı. Galim bütün ilçece sert, yansız bir komünist gibi tanınmış. Onun için herkes eşitti, Rus ile Kazaklar, yerli ve yeni gelenler. Bunun için ona ‘kara nogay’, kara tatar demeye başladılar. O esmer tenli, siyah saçlı, kısa boylu, büyük gözlü ve arkaya taranan saçı ile bir çiğittir. Sarıbala girdiği zaman o tam gidecekti.

Kara Nogay! – dedi Bayseyit vedalaşarak. – biz Kolçakov hapsinde ölmediysek, şimdi yüz yaşına kadar yaşarız, değil mi?

Şüphesiz!

Dostluğumuz yüz yaşına kadar sadık olur mu?

Elbette.

Arkadaşlar öyle ayrıldı. Fakat dostlukları ebedi olmadı. İleriye giderek size kısada bu iki dostun kaderini anlatayım. İki yıl sonra onlar Sarıark’ın kenarsız bozkırında buluştular. Bayseyit Galim’i kendi elleriyle öldürüp cesedini suya attı kendisi ise ortadan kayboldu. Tutuklandığı zaman Bayseyit kendini tabanca ile vurdu.

Bugün eski dostlar onları ileride bekleyeni düşünebilir miydiler? O, fani dünya! Akıllı bazen üç çamda yol kaybediyor, cesur olan bir an içinde zayıflayıp korkabilir. Sarıbala bütün bunları nereden bilebilirdi ki? Şimdi inandığı gelecek adına özveriyle savaşabilir. Hareketlerinin faydası şimdilik az. Sarıbala tecrübesiz, bazen düşüncesizdir.

Ne oldu? – diye telaşlı sordu Adilov odaya fırlayan Sarıbala’yı fark edip. – her şey yolunda mı?

Hayır, yolunda değil. Akrabalarımın birisi hapiste, koleraya yakalandı ve şimdi hastanededir. Diğer akrabam serbest bırakılmazsa yakında ölecek. Sizden saklayamam, akrabam meşhur hırsız Yahya’dır.

Hırsız olduğunu biliyorum! Ama senin akraban olduğunu bilmedim.

Akraba hissimden sizden bunu istemeye geldiğimi düşünmeyin. Yahya’nın masum olduğuna eminim. Ona ne suçun atıldığını biliyorum. Birkaç yıl önce bölgemizdeki köyden birkaç hayvan kayboldu. Hayvanların sahibi Muhtar’a şikayet ile geldi, o da hiç düşünmeden Yahya’yı işaret etti. Çalan başkaydı, belki Muhtar’ın emri üzerine çalışıyordu, Muhtar bunu yapabilir. Uzun sözün kısası, doğruyu sadece Allah bilir, ama Yahya’nın bunda bir işi yok. Kendim ne çok kez, ‘Bize Karakesek ve Suyundik soylarında hayvanlar yeter. Rus köyleri ve akrabalarına dokunmayın!’ arkadaşlarına demesini duydum. Yahya’ya her türlü hırsızlık suçu atılabilir, çünkü kendisi hırsız olarak biliniyor. Kaybı ile öfkelenen adamlar onu o kadar dövdüler ki şimdiye dek kendine gelemiyor. Dövüşe hapsin zor şartları ile şehri kapsayan korkunç bir hastalığı katsak birazdan sonu gelir. Onu serbest bırakın, lütfen. En azından kefille bırakın…

Ona kefil kim olacak?

Darmen ve Sızdık.

Biliyorum. Güvenilebilir insanlar.

Sarıbala teşekkür edip çıkışa yöneldi ama Bayseyit onu durdurdu.

Bak, çiğit, bana mahmurluğumu giderecek bir şey getir, olursa..

Çalışırım. – diye vaat etti Sarıbala ve çıktı.

Hastane şehrin ta kenarındaydı. Oraya personel hariç hiçbir kimseyi almıyorlardı, ama Sarıbala bedeli ne olursa olsun girmeye karar verdi. Bayseyit’i hatırlayıp, insanlar ‘Cenazede molla, bayramda öküz, insan beladayken vicdansız memurlar semiriyor’ diye boşuna söylemiyorlar.

Sarıbala hastaneye yaklaştığı zaman güvenlik,

Burada bulaşıcı hastalar, kolera! – diye ellerini salladı.

Ben korkmam.

Buraya girilmez. Karantina.

Benim iznim var.

Ne gibi?

İşte! – Sarıbala tabancasını gösterip güvenliği yana itti ve hastane avlusuna girdi.

Avluda yanmış tuğladan ten bir ev ve iki üç çadır vardı. Ölmüşleri çadırlara çıkarıyorlardı, hastalar evde yatıyorlardı. Havada güçlü bir ilaç kokusu vardı.

Sarıbala burnunu kapatıp eve girdi. Eşiği aştı mı ona beyaz gömlekli yetişti.

Buraya girilmez! Derhal deri dönün!

Ben şey soracaktım. Mahambetşin yaşıyor mu?

Evet.

Hangi koğuşta?

On beş.

Ben bakıp hemen gideceğim.

Yok-yok-yok! Polis bey, düzeni bozmayın! Siz bozuyorsanız kim uyar ki?

Kadını dinlemeden Sarıbala koğuşa gidip kapıyı açtı. Yataklarda altı tane hasta yatıyor, her biri inliyordu. Kararmış yüzleri ateşle yanmış gibi büzüldü, gözleri çöktü ve derin çukurlarından sönük bir ışık veriyordu. Hiç biri konuşamaz. Şayhı akrabasını tanıyıp zorla elini uzattı. Sarıbala ona yöneldi, ama doktor kadın kaftanını koptu.

Siz sadece bakacağım dediniz. Baktınız mı? Şimdi gidin. – deyip onu koğuştan çıkardı.

Çıkış kapısına varıp Sarıbala aniden ağladı ve yaşlar içinden,

Biri bu hastalıktan kurtulabildi mi? – diye sordu.

Nadir.

Şayhı da ölecek mi?

Bu geceye direnirse yaşayacak.

Gece Şayhı’yi kendinle aldı. Sabah onu ölü ile dolu çadıra çıkardılar. Ölüler çıplaktı, yüzleri klor kireçle serpilmiş.

Mezarcılar ar arabasına on ceset koyup onları mezarlığa götürdüler. Herkes bir mezara gömülecek. Sarıbala mezarcılarla beraber yürüdü, her şey gördü. Amcasını kendi başına gömdü, hastalığa yakalanmasından korkmayarak ve kalbi kan revan içinde olmasına rağmen dün olduğu gibi ağlamıyordu.

Şayhı’yı gömdükten sonra Sarıbala faaliyete geçmeye karar verdi. Mezarlıktan hemen sorgu yargıcı Sunitskiy’in dairesine yöneldi. Sarıbala yolunda vilayet başı Muhtar’a rastlasaydı o büyük ihtimalle onu vurup Sunitskiy’in dairesini aramasından vazgeçerdi. Sorgu yargıcının karısı Valya Sitnikova ile Sarıbala Spassk fabrikasında aynı sınıfta okuyordu. Sunitskiy Bilal’in arkadaşıydı. Eskiden Spassk ilçesinde ilçe arası halk yargıcı görevini görüyordu, az önce Akmolinsk’a taşındı.

Beklenmez bir misafiri genç çift sevinçle karşıladı. Bilal’in başına düşen belayı öğrenince Sunitskiy düşündü.

Muhtar burada mı yoksa avulda mı? – diye sordu o çaya oturunca.

Burada.

O zaman namussuzu hapse atmamız lazım! Ama Bilal’i serbest bırakmak zor. Serbest bırakmazsak büyük ihtimalle ölür.

Muhtar’ı hapse atmaya başarırsak Bilal çıkar.

Nasıl?

Muhtar’ın kendisi Bilal’i serbest bırakır, yargıç onu dinler.

O zaman her şey iyi. Bilal’a selamlarımı ilet. En çok üç gün içinde onun ricasını yerine getirmeye çalışacağım.

Synitskiy vaadini daha önce yerine getirdi. Muhtar hücreye girince Bilal ranzada yatarak içini geçiyordu ve fare fark eden bir kedi gibi yerinden fırladı. Muhtar onu görünce baştan tırnağa titredi ve oğlunun yaşıtı olan Bilal’e selamı ilk verdi.

Selâmünaleyküm!

Bilal eski vilayet başının yakasını kapıp onu boğmaya başladı. Muhtar’ın burnundan kan çıktı ve o bayıldı. Bilal o kadar öfkelendi ki düşmanını öldürebilirdi. Zorla ellerini Muhtar’ın boynundan kopardılar. Hücreye sessizlik çöktü. Köşede yatan bir tutuklu aniden,

Siz neden onları ayırdınız? – diye isteri ile bağırdı. – İki kurt birbirini paralarsın! Müdürler, alkolikler, hırsızlar, dolandırıcılar yok oldukları zaman hayat mutlu olacak. Bu müdürler birbirinin kanını içer, hiç bakmadan yakınlarını öldürür. Alkolik günü geceden ayıramaz. Kahrolanlar yok olsunlar! Her biri geberdiği zaman sakinleşeceğim! Benim hiç suçun yok, hiç, düşmanlarım beni buraya attılar! Bunlar gibi attılar! – deyip yorganı başına çekip köşesine yine yattı.

Hiç biri bu haykırışına yanıt vermedi, herkes başını eğip oturuyordu. Bilal yine öfkelendi.

Köpek ısırır, yılan sokar. Bir kardeşimi öldürdü, diğeri ayakta zor duruyor. Beni hayat boyunca hapse atmaya karar verdi, kendisi ise özgürlükte seviniyor! – deyip yine Muhtar’a atıldı.

Üç güçlü tutuklu onu zorla tuttu ve ikna etmeye başladı.

Sakin ol, canım, sakin ol, diz çöktüreceğiz onu, sakin ol!

Muhtar’a baş eğdireceğiz ve sana bir daha dokunmayacak diye yemin ettireceğiz!

Bilal durdu. Muhtar ayaklarına kapanıp,

Ölene dek senin arkadaşın olacağım! – diye yemin etti. – hapisten senden önce çıksam beş gün içinde senin serbest bırakılmanı sağlarım.

Bilal, Muhtar’ı serbest bırakılması dileğiyle Sunitskiy’e mektup yazmaya başladı.

Mektubu, Cılkıbay’ın oğlu Ergali teslim etti. Ama teslim etmeden önce iki atını satıp kazandığı paralar Devlet Siyaset Müdürlüğü’ne tescil etti. Bayın oğlu Sunitskiy’e para ile mektup getirdi. Sorgu yargıcı ne olduğunu anladı.

Lütfen diğer odaya geçip orada bekle. – dedi Ergali’ye, kendisi ise suçlu Muhtar’ın serbest bırakılması için rüşvet teklif ettiği için Ergali’nin tutuklanmasına dair hemen kararı yazdı. Paralar için Sunitskiy bir zabıt tuttu, hiçbir şeyden şüphelenmeyen Ergali ona imza attıktan sonra, Sunitskiy, - Muhtar’ı serbest bırakıyorum. Bu mektubu ise hapse getir. – dedi Ergali’ye.

Ergali, bir taşla iki kuş vurduğu için, hem Muhtar’ı çıkardığı, hem de Sunitskiy’i hapse attığı için çok memnundu. Neşeli bir gülüşle o hapse geldi, mektubu verdi ve müdür onu hücreye kapattığı zaman hatasını anladı.

Hapisten çıkınca Muhtar hemen ortadan kayboldu. Hem yeminini, hem Bilal’i, hem Ergali’yi unuttu. Sarıbala kardeşine yine yardım etmek zorundaydı. Aynı Sunitskiy’in yardımıyla hapis doktoru Bilal’i hastaneye geçirdiler. Oradayken Bilal üç gün için karısının akrabaları görmeye izin almaya başardı. Öylece hem Sunitskiy’i, hem doktoru, hem Sarıbala’yı zor durumda bıraktı.

Ergali Muhtar yüzünden hapse girdiyse, şimdi doktor ve Sunitskiy Bilal yüzünden tehlikeye düştü.

‘Namussuz! – diye düşünüyordu Sarıbala. – Namussuza gösteren merhamet akrebe dönüşüyor.’

Müdürlüğündeki gece nöbeti süresinde o yapayalnız oturarak kaderini uzun zaman düşünüyordu.

‘…hem avulda, hem şehirde yalan, rüşvet, şiddet. Namusun ve yansızlığın damlaları yalan denizine batıyor. Buna karsı çıkacak gücüm yok. Burada neden oturuyorum? Kime nasıl yardımcı oluyorum?’

Sarıbala avulu özleyip gitmeye karar verdi.

 

Asiya ile buluşma

 

Akmolinsk’ten öz topraklarına geri dönünce Sarıbala avulda iki yıldan daha çok yaşadı. Kızlar ve çiğit arkadaşları için şarkılar yazıyordu. Eskisi gibi koşu atlarıyla, usta tazı ile avlarla ilgileniyor, neşeli oyunlardan hoşlanıyordu.

Babası oğlunun istediklerini takdir etmiyordu, ama oğlu babasının gönlünü alacak gücü yoktu.

Sovyet hükümeti insanları bozkır avullarındaki Sovyet kuvvetlerinin güçlendirilmesine çağırdı. Yönetici iş yerlerinden baylar, onların takipçileri, görev durumlarını kötüye kullanılan rüşvetçilerin uzaklaştırılma süreci başladı.

İlk sıralarda Adilov Baysent'i vazifesinden çıkardılar. Bilal hayatını kurtararak Orenburg'a okumaya gitti. Orınbek fırtınanın yaklaşmasını hissederek, Karkaralinsk ilçesine kaçtı.

Sarıbala yine Akmolinsk'e çağırılıp vilayet polisi başı atandı. Avullarda ona "naşandik" derler. Polis hala vilayet yürütme komitesinden daha büyük nüfuza  sahiptir. Bu vazifeyi sert karakterli bir adam alsa eğer, nüfuzu daha çok çoğalacak.

İşe başlayınca, Sarıbala komitenin sekreterine,

rüşvetçiler halka baskı yaptıkça, baylar, asalaklar hükümet ettikçe, mali eşsizlik oldukça halk başını kaldırmayacak. - diye kararlı bir şekilde söyledi. - avullarda Sovyet ilkelerini uygulamak niyetindeysek yolumuzdaki bu engelleri gidermeliyiz. 

Sarıbala devletin büyük fikirlerini ve sınıf bilincini kendine kılavuz edindiği söylenemez. Adil, doğru sandığı bir şey yapıyordu, vicdanı ona nasıl tavsiye etse öyle yapar. Ve öyle oluyordu ki, onun hareketleri devletin, işçi sınıfının, köylülerin çıkarlarına uygundu. Çocukluğundan beri durum ne olursa olsun hesaplı olarak davranmaya alıştı. Her zaman kendine böyle sorular soruyordu. 'Sen bunun iyi olduğunu söylediysen, bunun nesi iyi ve bunun neden iyi olduğunu düşün. Bunun kötü olduğunu düşünüyorsan, nesi kötü ve neden kötü olduğunu düşün'. Bir gün anladı ki bir şey bilir, ama bilmediği olan bildiklerinden daha çok.

Sarıbala büyüdükçe karakteri daha sert ve belirli oldu. Birşeye yada bir kimseye inandıysa onu düşüncesinden vazgeçirmek güçtü. İyi sandığı kararlar cesurca veriyor, başkaları zikzaklar yaptıkları durumlarda tereddüt etmiyordu. Ona saklanan gücü bütün gücüyle ortaya çıkmak için uygun bir an bekleyerek uyuyor gibiydi.

Sabahlar, o masasına oturdu mu etrafında insanlar şikâyetleriyle toplandı bile. Yansızlığını ve gönül yüceliğini umarak, gerçek için, adalet için geliyorlardı. Kıran az, ama yaptığı kırılmalar çoktur. Sarıbala sık sık umutsuzluğa kapılıyordu, ama görünüşü sakindi.

İşte odaya iki adam girdi, götürülen gelini iktidar gücüyle geri göndermesini istiyor.

gelin istemediyse senden onu nasıl alabildiler? Sen kendin demircisin, işçisin, Sovyet zamanındayız zaten.

Ben buralı değilim, diğer topraklardan gelmiştim. - diye yanıt verdi şikayetçi. - buradaki herkes beni hiçe sayıyor. Güçlü ve küstah olan zavallıdan sırf gelinini değil, karısını da alacak.

Benden önceki polis müdürü bunu biliyor muydu?

Tabii biliyordu. O Muhtar'ın arkadaşıydı, o yüzden şikayetime bakmadı bile. Doğrula, Kasım, neden susuyorsun? - diye dirsek attı demirci arkadaşına.

Kasım vakvak edip,

Onu bilmelisin, naşandik, bizim damadıdır. - diye makara gibi konuştu. - Benim kız kardeşimin ölmesinden sonra ona bir akrabamın kızı, namuslu bir kız Dameş'i kararlaştırdık. O başlığı hemen ödeyemedi, tane tane ödüyordu. Kazandığı her şey onun için veriyordu. Başlık, on yedi tane hayvandan ibaretti. Damat tamamen hesaplaştı. Bir gün Muhtar'ın kanadı altında yaşayan onun aptal yeğeni kızı zorla kızağa oturtup bir yere götürdü. Öylece zavallı hem gelini, hem hayvanı, hem ailesini kaybetti. Ona acıdım, o yüzden onu polise getirdim. Babam sana selam vererek, senin annenin de Sali soyundan geldiğini ve bu zavallının şikayetini dinleyip Muhtar'ı cezalandırmanı söylüyor. Naşandik bunu yapmazsa eğer, insanları yönetmektense koyunları otlatmaya gitsin diyor.

Sali soyunun dili sivri, babana Egri derler, karakteri de iğrençtir. - deyip güldü Sarıbala.

Ama gülmesi neşeli değildi. ' Muhtar'dan mührünü aldılar, iktidarından yoksun bıraktılar, nüfuzu ise aynı kalıyor. Eski vilayet başının nüfuzu kaldıysa insanlar eskisi gibi ona destek verecekler. Kazakların en büyük kavgaları, gelin, toprak, öldürülen insan yüzünden oluyor. Çalınmış gelin Muhtar'ın evinde gelin oldu. Gelini evden göndermek, sırf Muhtar için değil, bütün soy için, sadece soy için değil de bütün eski zamanların şişman hayranları için bir rezalettir. Böyle bir gücü yenmek kimin elinde ki? Şiddet gösterenler ile savaşmamak gerektiği anlamına mı geliyor yoksa? Ama birisinin kırılanları, küçük düşürülenleri, hakaret edilenleri savunması gerekmez mi? Ya da boş versin, her şey eskisi gibi mi kalsın? Sovyet kanunlarının adaleti, namusu ve sertliği nerede o zaman? Hayır, vazife unutulmaz, sırf kendi hayatı düşünülemezdir. Rezalette yaşamaktansa yerin altında yatmak daha iyidir.'

Abdilda! - diye haykırdı Sarıbala.    

Bıyıklı bir polis odaya girdi.

Muhtar'ın gelinini buraya getiriver. O barışla gelmezse, kuvvetini kullan!

Muhtar kendi avulundakilere at arabasını bile vermiyor, gelinini mi verir? Beni de döver, abim!

Ali! - diye çağırdı Sarıbala.

Geniş omuzlu esmer tenli bir çiğit girdi. Cesareti yeterse, gücü az sayılmaz. Omuzları geniş, boyun öküzünki gibidir.

İligik'in torunları hayatları boyunca atalarının boyunlarında oturuyordu ve sadece Sovyet zamanında rahmetli Talken onlara direniş yaptı. Karamurat soyunda tek cesur bir çiğit kalmadı mı acaba? Karamurat soyu tükendi mi, ha?

Karamurat büyük bir soydu, nasıl tükenebildi ki? - diye kırıldı Ali. - sözlerin Muhtar'ın sopasından benş daha çok incitiyor! Beni cehenneme gönder istersen, her emrini yerine getireceğim! Abdilda, silahını Ali'ye teslim et. Korkak silahını da rezir eder. Eve gidip ne istersen yapabilirsin. Sen, Ali, Muhtar'a gidip onun gelini ile kocasını getir. Getirmezsen karşıma gelme. Tutuklanacağın, dövüleceğin de olabilir, dayan. Yardımına kendim geleceğim. 

Kılıç ve tabanca ile silahlı Ali Muhtar'ın avuluna yöneldi. Kılıcın kemerini omzuna koydu, ama yanlış bir şekilde. Kılıç gerektiği gibi solda değil, sağdaydı. Tabanca ile hiç bir zaman vurmadı. Ama altındaki at hoştur.

Kar eriyor, at bir düzgün yolda gidiyor, bir kara batıyor, ama Ali yavaşlamadan koşuyor. O seviniyor, ona kılıcı emanet ettikleri için mutluydu. Ondan başka hangi çiğit bütün Karamurat soyunda kılıç taşır ki? Görünüşü, arkasında yüz tane sadık arkadaşı koşuyormuş gibi gururlu, korkusuz, kendine emindir. Muhtar'ın avuluna gelince Ali biraz hoplayıp attan atladı ve evine fırladı.

Muhtar gözlerini fal taşı gibi açtı.

 Ne oldu? Fahri yere geç!..

İşim var. Fahri yere geçecek değil de, oturacak bile zamanım yok! Naşandik gelininizi çağırıyor. - deyip Ali genç kadına yüzünü döndü. - Kalk, canım, giyin. Kocan nerede? O da gidiyor.

Kocası polisin bu sözlerini duyunca korku içinde çıkışa atıldı. Gelin kaynatasına korku ile bakıyor.

Kaynatası ondan daha çok korktu, önce sarı, sonra kırmızı oldu. Dilini yutmuş gibi susuyor. İlk konuşan onun eski arkadaşı yaşlı Balpetek'ti.

Sakin ol, Muhtarcan, sakin ol. Çömlek bin kez değil, bir kez kırılır. İşte kırıldı. Senin asabiyetinden ne fayda var? Naşandik ve polisi hımhımla burunsuz birbirinden uğursuz. Öfkeni dinlersen kan dökülür. Nikolay'in kanını hor görmedikleri gibi, senin kanını da hor görmezler. Aklının sesini dinle. Gelininle polise hepimiz gideceğiz. Hem nüfuzumuzu, hem hayvanımızı kullanacağız. Nasıl olsa, memur Kıdır'ın torunudur ve gavur olduğu halde Kazak'ın bir parçası kaldı onda. Kaldıysa bize saygı ile davranacak. Razı olmazsa, kovarsa, memnun olmadığını gösterme. Bilal'dan kurtulmak için altmış şikayet gerekti, bundan kurtulmak için en çok yüz tane gerekecek. Bin tane yazarız, onu şikayetlere boğacağız. 

Muhtar ne kadar kızgın olursa olsun, ihtiyarı dinledi.

Macit'in oğlu, Mahmet'in kuzeni aksakal Balpetek'i kendiyle alıp polisin peşinden gitti.  Ali geline ilerisinde koşmayı emredip yine hızlı tırıs gitti. Dört atlı onu takip ediyordu. Dar kırılmış, erimiş karlı yolda atlar kayıyordu ve bazı biniciler atlarının kafaları üstünden teker meker yuvarlanıyordu. Birazdan zincir dağıldı, ama Ali dönmedi bile. Uzakta ilçe merkezi göründüğü zaman Muhtar yoluna devam etmekten vazgeçti.

Dur! – diye kendininkilere seslendi o. – Ben dönmeye karar verdim. Bu zalime uzun zaman önce güvenimi kaybettim, beni de hapse atabilir. Macit, o senin yaşıtındır, onunla okuyordun, konuşmaya çalış.

Ağam, seni hapse atacak gücüne sahipse, beni atmaz mı?

Ay, ne kadar korkaksın! Senin yaşındayken ne sudan, ne de ateşten korkuyorduk. Konuşma, git! Zaman senin, yaşıt da senindir.

Kendisi korkar, bana ise korkma diyor. – diye mırıldandı Macit, kararsız bir şekilde atını dehleyerek.

Muhtar ve Balpetek döndüler.

Ali genç kadını odaya getirince Sarıbala sevinçten atladı bile, böyle bir başarıyı beklemedi.

Aman, oraya uçuyor muydun, gidiyor muydun?

Rüzgardan daha çabuk koşuyordum.

Direndiler mi?

İstiyorlardı, ama olmadı.

Muhtar kime direnip direnmediğini biliyor. Kocası nerede?

Kaçtı…

Demirci ve Kasım Dameş’i özenle kucaklaştılar. O hüzünlü, siyah gözlerinden büyük yaşlar akıyor.

Neden ağlıyorsunuz? – diye seslendi ona Sarıbala şaşkın şaşkın.

O ağır bir nefes aldı sadece.

Dilekçeyi kendi verdiniz, sizi kurtarmalarını istediniz, kurtardılar, şimdi ağlıyorsunuz. Bunu nasıl anlayayım?

Hiçbir dilekçe vermedim.

Bu ne o zaman? – deyip, Sarıbala demirci ile Kasım’ın getirdiği kağıdı okudu. – yazıldığı doğru mu?

Doğru, her şey doğru. Beni alıp, sesimi çıkarmayacak kadar ağzımı bağladılar e götürdüler. Ama dilekçe vermedim.

Tamam, bu dilekçeye ne ekleyebilirsiniz?

Ne ekleyeyim? Zavallıyım, hiçbir şeyim kalmadı, o kadar! – acıyla dedi o ve yine ağladı.

Demirci onu teselli etmeye başladı, omuzlarını okşuyordu.

Ağlama, Dameş, ağlama. – diye yalvararak kendi ağladı. – Bir köpek akan suyu ne kadar içerse içsin, onu kirli edemez. Her şey unutulacak, unutulacak… Beraber belamıza dayanmalıyız, mutlu olmak istersek eğer! Unutmalıyız bunu!

Sarıbala büyük kaderiyle kıran iki kişiye büyük acıma ile bakarak, avutmaya başladı.

Rezalet sizi tedirgin ediyor, utanıyorsunuz, ama her şey geçer, bu olay unutacaksınız. Muhtar ile zorba yeğenini Sovyet kanununa göre mahkemeye vereceğim. Bu saatten sonra hem siz, hem onlar avulların sovyetleştirilmesinin uygulandığını aklında tutmalı. Baylara hiçbir ödün vermeyeceğiz! Ali, onları evlerine kadar eşlik et. Saldırılmasınlar diye dikkat et. Düğünlerine misafir olacaksın.

Kapıya vurmadan, izni almadan odaya yaşı geniz omuzlu Aydarbek girdi. Sarıbala’ya yaklaşınca hemen onu kucaklayıp yanağını öptü. Makat’ın oğlu Aydarbek bütün çevrece tanınan kumarbaz ve hovardadır. Doyasıya kağıt oynayıp uzak bozkırın hırsızlarından yardım ister. Sürekli Spassk fabrikasında yaşar. Sarıbala’yı çocukluğundan beri tanır. Aydarbek kırkını aşkın ama hala kızların peşinden koşuyor. Ağırbaşlı, sosyal, kurnaz ve girgin, her türlü habere ve kimsenin gizli niyetlerine aç bir insandır. Kendinden emin bir şekilde konuşuyor, ama korkaktır.

İşin halledilmesini görüp Dameş, Kasım ve demirci, memura teşekkür ederek Ali’yi takip edip odadan çıktılar. Belkeme odasında bekleyen Muhtar’ın takipçileri Macit ve Mahmet memurun çağırışına yetişmeyip eve gittiler.

Canım, yüksek görevini kutluyorum! – dedi Aydarbek. – haberi duyunca, kendim polis başı atanmış gibi sevindim. Sana emanetiz. Gereği duyduğun zaman bizi kullan, razı oluruz.

Kullanırız. Polisin yardıma ihtiyacı var, özellikle bu günlerde.

İlk önce sana diyeyim ki, Coken ile Şagın’ı benden başka kimse bulamaz. Seninle onları yakalamaya gitmeye hazırım.

Sarıbala Aydarbek’e şaşkın şaşkın baktı. Coken ile Şagın, Semipalatinsk, Karkaralinsk, Pavlodarsk, Akmolinsk olmak üzere dört ilçece nefret ediliyordu. Her zaman saklanıyorlar, onları yakalamak imkansız. Gizli bilgilere göre Karagadinsk vilayetinden Kareke ve Bargan soylu baylar onları saklanarak hırsızlık yapmaya gönderiyorlar. İşte bu gece Sarıbala onları yakalamak amacıyla yola çıkacaktı. Bunu daha kimseye söylemedi ve şimdi Aydarbek’in bunu nereden öğrenebildiğini merak ediyordu. Tahmin etti mi ya da kimseden haber mi aldı? Kontrol etmek gerek.

Şimdi kaçaklar yakalanabilir mi? Yolların çamurdan geçilmez zamanı geldi. Kıştan sonra atlar zayıfladı, iyi bir at arabası bulmak zor. Hırsızları yakalamak niyetinde olduğumu nereden çıkardın?

Bana inanmıyor musun, canım? Tamam, senin güvenini kazanamadıysam eve giderim. Ama Coken ile Şagır’ı cidden yakalamak istiyorsan, beni al, pişman olmayacaksın. Yakalamazsam kafamı keserim. Bir şeyler saklandığını tahmin ediyorum, ama seni aldattım mı hiç?

Tamam, hırsızları yakalamaya çalışacağız.

Yanlarına dört silahlı çiğit alıp gece gelince çıktılar. Gece kapkara. Yol sert, ama çukurludur. Atlar, takılarak ve çukurlara batarak yavaş korkulu adımlar atıyor. Bulutlar bütün göğü örttü, kar ya da yağmur yağacak. Uzun gece ve yavaş ilerleme yolcuları yordu. Sarıbala, arkadaşlarının birine,

Bitimbay, bize bir şarkı söyleyiver, biraz rahatlat bizi. – dedi.

Şaşı Bitimbay iyi bir şarkıcıdır. Genelde akordun çalmadan söyler, ama şimdi başka çaresi yoktu, ‘Gauhartas’ – ‘Değerli bir taş’ı söylemeye başladı.

Güzelliğin şafak yıldızlarından daha güzeldir

Gözlerin güneşin ışığıdır

Ağzın yaprak, alnın yüksek, aydındır

Ananın hayır duasıdır!

 

Gauhartas, yaşıtım

Sesin yüksek, bülbül şarkısıdır

Senin sessiz gülüşünle büyülendim

Her şey unutuyorum

 

Sarıbala şarkıyı beğenip farkında olmadan ona katıldı, ama birazdan sustu, kendi sesi onu üzüyordu. Bitimbay sustuğu zaman o heyecan ile konuştu.

Moralimiz neşeliyse, yukarıdaki bulutlar hiçtir! İyi şarkı güzel kız gibidir! Can seviniyor. Daha söyle, Bitimbay! Allah isterse diğer gözünü da eğri yapsın, yeter ki bu yeteneğinden mahrum bırakmasın. Bir insanın büyüklüğü ve zarifliği görünüşten ibaret değil her halde, bir şey iyi yapma yeteneğinden ibarettir. Şimdi seni hiçbir güzelliğe değiş etmezdim!

Güzeller de beni başkasına değiş etmesi şüpheli! – diye yanıt verdi Bitimbay ve kahkaha attı.

Geniş dikkatle ilham edilen çiğit uzun zaman şarkı söylüyordu. Yoldaşları şarkısını dinleyerek hüznü ile yorgunluğu unuttular.

Aniden ileride buz parladı. ‘Nehir yada göl falan değil, birikintiden mı korkalım?’ – diye düşündüler çiğitler ve bir adım daha attılar. Ama buza durdular mı o altlarında hemen çöktü. İki kişi zor kurtuldu, diğer ikisi  uzun zaman debelenerek gülüyordu, ani bir macera onları güldürdü. Aydarbek hariç bütün polisler gençlerdir. Ne çamurdan geçilmez bozkır yollarını, ne de bugünkü avullardaki yaşamı biliyorlar.

Donmuş gölü dolaşıp, kaçakları hazırlıksız yakalamak için Kulcumır ile Soran dağını geçmeye ve Spassk fabrikasında durmamaya karar verip Karamurın’daki Cangır’ın avuluna direk yöneldiler. Yolda biraz daha kalsalar uzun kulak yaşlaşmaları haberini avullara getirir. Aydarbek’in söylediğine göre hırsızlara barınak verenler Nurlan’ın oğlu Bimende, molla Sayabek, bay Alibek, kör hacı Abiş’ti. Dördü Kareke ile Bargan soyunun en nüfuzlu insandır. Onlar hırsızları himayesi altına aldıysalar kolay kolay vermezler. Onları sımsıkı duvara sıkıştırmak gerek. Talepler ve tehditler yardım etmese bayları tutuklamak gerekecek. Ama tutuklama, bütün soyun öfkesini uyandırabilecek bir ifrattır.

Avula yaklaştıkları zaman Sarıbala,

Hiçbir şey önünde pes etmeyin! – diye uyardı.

Meşhur avulda Nura’nın ta kenarındaki Karamurın’ın eteğine sıkışan sadece üç çadır duruyordu. Ev az olduğu halde burada insan çok. aniden gelen polis başını uzun beklenen bir misafiri gibi karşıladılar. Kalabalığın başında güzel, kırmızı yanaklı, kırk yaşlarındaki bir kadın duruyordu. Sarıbala’yı kucaklayıp selam verdi. Yaşlılar, özellikle aksakal Tınkı Mustafa’nın ailesinin sağlığı ile saadetini detaylı bir şekilde sordu.

Çadıra girip oturdukları zaman Tınkı diğerlere konuşma imkanı uzun zaman vermiyordu. Mustafa’yı sorduktan sonra Elibay soyunun her ailesini sormaya başladı. Sarıbala, bunun arkasında bir şey olduğunu anladı. Tınkı, bozkır feodallerinin büyük temsilcisi Cumabek’in çok oğlundan biriydi. Elibaylılar arasında büyüdü. Mustafa’nın yaşıtı olmakla beraber onun eski arkadaşıdır. Karaganda ve Spassk fabrikalarında yüklenici görevini yapmakla zenginleşti, meşhur ve sayın bir kişi oldu. Sonra, yaşlandığı ve zayıfladığı zaman uzak bozkır kabillere, Aktau ve Ortau’ya göç etti. Sarıbala’yı karşılayan güzel kadın Cumabek’in kızıydı. O yirmi beş yaşındayken dul kaldı. Onun rahmetli kocası Altın meşhur Ablay hanın torunuydu. Uygun bir kişi bulamayıp ve sayısız servetini birinin ayaklarına atmak istemeyerek Batima daha evlenmedi ve onun tek oğlu Sultan ile yaşıyordu. Etrafında çok yoksul akrabasını toplayıp birleştirdiği ortadaydı.

Sarıbala bütün bunları sadece şimdi öğrendi. Batima’nın zenginliği değil, daha çok onun insanlığı ile cömertliği onu şaşırdı. Onun hareketlerinde, davranışlarında, konuşmasında Sarıbala hantal olan bir şey fark edemedi, onun her şeyi inceydi. İyi kalpli, yüzü sevimli, kanlı canlı bir kadındı. O zilli ve ateşli bir şekilde güldüğü zaman kara yüzlü Aydarbek hemen soğukkanlılığını yitirdi.

Nadir bir Kazak, kuvveti olan birini sevinçle karşılamaz, seve seve ikram etmez. Fakat Batima, Tınkı ve diğerler misafirperverlik yanı sıra, Sarıbala’ya ‘bizim oğlanımız’ diyerek onu adete göre içten bir sevgi ile ağırladılar. Sarıbala’ya gösterdikleri içtenlik, sadelik ve sevgiye itibar etmemek güçtü.

Ama onlara acısan Sovyet işçisinin nüfuzunu, diğerlerin gözünde kendini düşürürsün. Sarıbala kendini zor bir durumda hissetti.

‘Şimdi Bimende’yi ne yaparım?’ – diye düşünüp onun konuşma başında bir yere kaybolmasını farketti.

Birazdan Bimende döndü. Nurlan’ın tek oğlu olan, zamanında aklı ve serveti ile bütün Kazaklardan daha üstün olduğu ile övünen aktif, sıska, kısa boylu bir çiğittir. Babasının ölmesinden sonra, onun ünü ce servetini kaybedip Bimende karısının akrabalarında bir barınak buldu. Ablay ve Nurlan’ın torunları zor duruma düştükleri zaman onların vatandaşlarına destek veren tek kişi dul Batima’ydı. Yeni ekonomi siyaseti zamanlarında Bimende yine başını kaldırdı, Batima’nın kanadı altında bulunduğu halde soylu, meşhur bir bayın davranışlarını gösteriyordu. Sık sık ve yerinde olmayan bir tarzda şaka yaparak kendi de gülüyordu. Ona kadar Rus sözü bilerek onları her duruma sokuyor, belagatli görünmek için çırpınıyordu. Atasözü haline gelen babasının sözlerini kendininki gibi tanıtarak, onları gururlu bir tarzda söylüyordu. ‘Her avulda köpek yeter. Ama her köpek tilki yakalayamaz’. Ama babası kartal idiyse, o sadece bir serçeydi.

Çadıra dönüp Bimende sakin görünüyor, kendinden emin bir şekilde davranıyordu. Sarıbala’ya pohpohluyor, Aydarbek’i iğneliyordu.

Aydarbek’in beni Coken ve Şagır ile karıştırdığı doğru mu? – diye gülüşle sordu o.

Aralarındaki ilişkinin gergin olduğu hissediliyor. Eninde sonunda Bimende Aydarbek’i ciddi bir şekilde iğneledi.

Karakesek’in yoksulları bir şey oldu mu hemen halka saldırıyor, insanlara ne çok bela veriyorlar. Bu kez ne yapmak niyetindeler acaba?

Aydarbek asabiyetle,

Pis şey, dilin uzun olsun, beni iğnelemeyi bırak.  Benim için sırf Karakesek’te değil, Kuandık’ta da, Ruslar arasında da yer bulunur! Her Kazak soyu beni kabul eder. Sen de vatandaşında yaşayamayıp diğer kabilin yardımına gelmiştin! Yarama tuz basma. İpim senin boynundadır! Tek kalan şey, daha sıkı sıkmamdır.

Ayy! Kolçak zamanlarında ve babamın cenaze töreninde söylediğin aynıydı. O zaman Aubakır’a, şimdi ise galiba patronuna dayanıyorsun.

Dayanıyorsam ondan ne? Patronum insanları Karakesek ve Kuandık’a değil, temiz ve kirli olanlara ayırıyor.

Öylece sen temizsin, ben kirli mi oluyorum? – diye öfkeyle haykırdı Bimende ve belirli bir el işreti yapıp elini Aydabek’in burnuna yaklaştırdı.

‘Bak, nasıl patlıyor’ – diye düşündü yarasına tuz bastırılmış Sarıbala. Sarıbala’nın canında öfke kaynıyordu. Yakalanmaz hırsızların insanlara verdikleri çileleri hatırlayarak. Azgın Bimende onların öncüsü oldu.

Böyle el hareketlerini sadece övüngen bir kadın yapar. – diye cevap verdi Sarıbala surat asıp. – Namuslu bir erkek, kendini beğenmişlik ve utanmazlıkla dokunulmamış eğer taklidi yapmaz. Karakesek ve Kuandık’tan size ne? Herkes kendi yoluna gitmeyi ve kendi aklını kullanarak yaşamayı öğrenirse iyi eder. Bimende, boş konuşmayı bırakalım, bana Coken ile Şagır’ı bulmaya yardım et. Senden saklamam, sana geldik. İki hırsızın nerede olduğunu biliyorsun.

Ben nereden bileyim?

Biliyorsun, itiraz etme.

İnanmıyorsan, canım, derimi çıkarıp canıma bakabilirsin!

Onu yapmayacağım. Hırsızların nerede olduğunu göstermezsen eğer, senin kendini tutuklayıp onları yakalayana kadar tutacağım.

Senli benli konuşma hemen kesildi. Tınkı Sarıbala’ya bakışını dikti, onun ciddi olduğunu ya da şaka ettiğini anlamayarak. ‘Bizim oğlanımız’ yabancı çıktı ve bir an önce gülen yüzler kapkara oldu. Batima memura yan bakışı atıp yere baktı. Semiz kuzu kesilmiş ve eti kazanda pişiriyordu. Zengin bir sofra, güzel kokulu kurutulmuş et hazırlandı. İki yaşındaki kısrakların kımız tası yanında fahri bir misafir için konulmuş birkaç votka ve şarap şişesi vardı. Bütün saygı işretleri boşuna çıktı.

Gidelim! – dedi memur ve yerinden kalktı. – Bimende, giyin. Ahmet, onu ilçeye eşlik edip kilitlersin ve bize yetişirsin. Otağası Tınkı, Batima-apa, sağlıcakla kalın. Ağırlamanız ve ikramınızdan çok memnunuz. Size duyduğumuz saygı için damadınıza bir tatsızlık yaşatmak istemezdik ama görev icabıdır bu.

Batima Sarıbala'nın elini aldı ve vedalaşarak,

ben yaşadığım sürece hiç bir hırsız benim evimde yuva yapmaz, bunu aklında tut, canım. Damadımı aldığından değil, onu rezille aldığından üzülüyorum.

Sizi rezil etmek istemiyorum.

O zaman bir ricam var.

Dinlemeye hazırım.

İmkansız olanı yaptırmam, hükümetin rızasını yerine getirmeye hazırım. Bimende'yi bana verir misin, ona kefil olacağım.

Kendi başımıza, polissiz onu istediğin yere götüreceğiz.

Sarıbala Böyle bir ricaya karşı olamadı. Annesine itibar eden her biri, Batıma gibi bir annenin ricasını göz ardı edemezdi. Sarıbala ondan senet ile vecibe almak yersiz olacağını düşündü. Yarına kadar Bimende'ye, Batima'nın oğlu Sultan kefili olacak. Yarın Sultan onu götürüp güvenliğe teslim edecekti. Bunu yapmazsa, onun yerine hapse atılmalı.

Polisin avula çıkmadan hemen önce, soluk soluğa bir işçi içeri fırladı.

nehir taşıyor!.. 

Herkes nehirde toplandı. Atlatın hiç zorlanmadan geçtiği genelde sakin Nura kudurmuşçasına fokurduyor, taşmakla tehdit ederek hızlı hızlı akıyordu.  Çadır kadar büyük buzullar hafif kuru ot demeti gibi hızlı yüzüyordu. Nehir sayesinde susuzluğu gideren, onda yüzüp keyifli keyifli rahatına bakan insanlar şimdi ise ona yaklaşmaktan bile korkuyorlardı. Öfkeli sessiz düşman, tabiat afet dünyada var olan her şeyden daha korkunçtur. Polisleri diğer tarafa geçme bekliyordu.

hızlı olursak buzullar arasından geçebiliriz. - diye paylaştı fikrini Bimende, misafirlerini açıkça ölüme iterek. - atlarımız güçlüdür.

Batima endişe ile itiraz etti.

yok yok, başıma bela gelebilir!

Ağam, adım atıp pitonun üstünden geçmek böyle bir nehirden geçmekten daha kolaydır. - diye söyledi Aydarbek.

İnsanların çoğu, nehir taşması bitene dek ve geçit yeri açılana kadar avulda beklemelerini tavsiye ediyordu. Ama o zaman hırsızları beklenmedik bir sırada yakalama niyetleri bozmuş oluyordu. Dünya dedikodu ile yaşar, biraz daha beklesen, kaçakların izleri kaybolacak.

Sarıbala bunu gözüne alsa mı, beklese mi diye tereddüt ediyordu.  Aksakal Tınkı diğer bir yol buldu.

Nehir, doğduğu yerde daha geniş ve doğru olur. Buradan uzak değil, dört adımlı bir yerdir. Nehrin akışına karşı çıkıp oradan geçersiniz.

Aydarbek'in içi kapandı.

Çıksak Karkaralı topraklarına uğrarız. Koyanıştagay'dan gelen oradaki kanun hayranları atlarımızı alıp geri yaya göndermesinler!

Sarıbala onun korkularına aldırmadan nehir akışına karşı gitmeye karar verdi. Her zamanki gibi ileride koşan Aydarbek şimdi arkada koşuyordu. Onun duruşu, gururlu görünüşü nereye gitti ki, o bükündü, içi kapandı. Bunun sebebi, Akmolinsk Kazakları yanında bulunan Karkaralinsk ilçesindeki Karakesek'in birçok soyundan biri Koyanıştagay'dır. İki komşu kabile arasındaki eski soygunlar ile kavgalar, sade hırsızlık haline geldi. Hırsızlığa hayır duasını, soyun başlarının kendileri verdi. Aydarbek hırsızlık yapmadığı halde hırsız ganimeti paylaştırıldığı zaman ondan onun da payı vardı, bunun için layığını buldu. Yanında bir polis ile o Koyanıştagay'ya gelmeyi göze aldı ve iki soy arasındaki eski kavgayı çözmeye başladı. Koyanıştagaylı çiğitler uzun zaman dinleyip ikisini iyice dövüp Akmolinsk topraklarına kovdular. Aydarbek bunu böyle kolay kolay unutabilir mi? Ama şimdi geri dönemez, yardım etmeyi kendi teklif etti.

Aydarbek Sarıbala'ya bağlanmış gibi onu takip ediyordu. Koyanıştagay topraklarına girdikleri zaman hiç durmadan etrafa dönüp bakıyordu. Kırbaçla koskoca siyah sakallı adamı görür gibi oluyordu. İki üç avul geçip ona rastlamadılar.

Bozkıra serpilmiş avullarda birer, ikişer, bazen üçer, dörder çadır duruyor. Canları nasıl sıkılmıyor! Bu uzak bozkır soyları ekmek ekmez, ot biçmez, sadece hayvan otlatır, bozkırda göç eder, karın daha çabuk erdiği yer ararlar. Buradaki toprak yeşil otla kaplanmış bile, avullar yaz otlağına göç ediyorlardı. Genelde develerle yola çıkıyorlar, at arabası az, ama hayvan çoktur, bozkır kenarından kenarına koşulmuştur. Polisin yolunu bir kuzu, bir at, bir inek sürüsü kesiyor. İnsanların morali iyi, hayvan canlı canlı yürüyordu, uzun kış soğuktu ve açlık doluydu. Göçmenlerin sevimli görünüşü büyük ihtimalle Aydarbek'i etkiledi ve o, hayran içinde,

ayy ne kadar zenginleştiler, şeytanlar! - diye haykırdı.

Nehri geçtikten sonra Akmolinsk topraklarına çıktılar ve Aydarbek için kara canavar ile buluşma tehlikesi geçti.

Sarıbala onun hayranlığına katılmadı.

servetleri sürekli değil. Bir fırtına her şeylerini yiyebilir.

Şaşırtıcı olsa da sürüler arasında bahar için yaya göç eden insanlara rastlıyorlardı. Burada ne çok at var, onlar ise yaya yürüyorlar! İşte esmer tenli bir ihtiyar geliyor. İsli çadırını siyah bir ineğe yükledi, üstelik kuyruğuna danayı bağladı. Diğeri eşyalarını deveye yükledi, üstüne çocuklarıyla karısını oturttu, kendisi yanında yürüyor.

'Yaz otlağı hayvansız bir yoksul ne yapacak ki, neden oraya gidiyor? - diye şaşırıyordu Sarıbala. - yaz otlağı, hayvanı çok olan için var, fakir için boş bir kışlık daha iyidir. Hayvandan yoksun ol, akıldan yoksun olma. Peki, fakirlerin jatakta1 (kış ve bahar yaşanan bir yer),  kaldıklarını varsayalım, - diye düşünmeye devam etti Sarıbala. - orada ne yaparlar? Toprak mı sürerler? Süremezler, istemezler de. Jatakta hayvanları fareler rahatsız ediyor, sinekler sahibin kendisini paralamaya hazır, herkesle beraber yaz otlağına çıkarlarsa, taze süt içerlerse, iyice yerlerse daha iyi ederler... 'Bir fakir tek bir kez karnını doyasıya doydursa, zenginleşmiş gibidir'. Bir fakir için başkasının kazanında bulunan kuyruk eti değil, elindeki koyun akciğer leziz yemektir. Bir fakire kışlıkta kalmayı tavsiye etmeden önce orada ne yapacağını, ne yiyeceğini bilmek lazım. Hayat sürdürülmesi için uygun koşullar daha yoktur!'.

Sarıbala derin bir nefes aldı. Alıştığı göçmenlere bir ilgisizlikle, bir saygıyla bakıyordu, ama şimdi, büyüdüğü zaman vatandaşlarının adetlerinin çoğuna eleştirel bir gözle bakmaya başladı.

Sarıbala susarak, suratını asarak yoluna devam ediyordu. Fikirlerini arkadaşlarıyla paylaşamıyordu. Derler ki, iyi bir dost kara günlerde belli olur. Arkadaşlarını sınıyordu. Aydarbek, patronunun sessizliğinde kötü bir şeyin olduğunu hissetti, sözlere cimri patronu bir plan uydurup onu saklıyor gibisine geliyordu. Aydarbek'in telaşlandığı boştu, patronu onlar hakkında kötü bir şey düşünmüyor, dilemiyor. Doğrusu oydu ki, duygulu Sarıbala halkının yaşamını izlediği zaman suratını asıp düşünür, düşünür...

Onlar yeteri kadar uyumadan, gülmeyi unutup, kedi ihtiyatıyla hareket ederek bütün hafta boyunca Coken ile Şagır'ı arıyorlardı. Ama ikisi havada erimiş gidiydi. Sarıbala yorulup, umudunu kesip eskiden hırsızlarla ilgisi olan nüfuzlu aksakalları bir köşeye sıkıştırmaya karar verdi.

Gece kör Abiş'in avulunu kucakladılar. Avulun bir kısmı göç etti bile, diğeri yola çıkmak üzere sabah bekliyordu. Eşyalar bavullara konulmuş artık.

Abiş bütün hazretler üzerine hırsızları tanımadığına, Coken ve Şagır'la işinin hiç bir zaman olmadığına yemin ediyordu.

Sarıbala'nın Abiş'i çadırda sorguladığı sırada dışarıda polis Ahmet'in öfkeli sesi duyuldu. Polis, birine kırbaçla vurdu.

Diyeceğim, ağam, diyeceğim! - diye cıvıldadı tanınmak bir ses. - bu avuldaydılar, bu öğleden sonra gittiler! Onları Alibek'te bulacaksınız, Alibek'te... 

Sarıbala hırsızları anlatan çocuğu ve Abiş'i yanına alıp, onları deveye bindirdi ve Alibek'in avuluna gitti.

Sarıbala çok yoruldu, uyumak istiyordu, ama yatarsa uykuya dalır ve bütün çabaları boşuna gider, hırsızlar kaçarlar.

Ama onlarla buluşma karşılıklı sevimli olmayacak. Aydarbek, hırsızların iyi silahlı olduklarını ve savaşmadan teslim olmayacaklarını biliyordu. Oysa ne polisler, ne patronlarının kendisi iyi ateş ediyorlardı. Bir kez hedef kullanarak ateş etmeye çalıştılar. Sarıbala'nın diğerlerinkinden daha çok isabeti oldu. Bu kendine daha çok güven veriyordu. Aydarbek, hırsızlarla buluşmadan korkuyor, bunu saklamıyordu.

gözlerine kendimi göstermeyeceğim! Beni görseler beni ilk vuracaklar!

Bütün gece dinlenmeden gidiyorlardı, avula şafakla vardılar. Sabah oldu, etraf görünmeye başladı. Tepe aşıp, Alibek'in avulunu kucakladılar. Bütün avul, çocuklar olmak üzere ayaktaydı bile. Atlılar göründüğü zaman avlu ortasında duran beyaz çadır kendi başına kenara hareket etmeye başladı.

Aman Allah'ım, bu alçaklar öğrendiler! - diye haykırdı Ahmet. - Çadırı bizim için elle taşıyorlar. Demek, her şey mahvoldu, kaçaklar burada atık yoklar!

Yoksalar, Alibek'in canını çıkart. - diye emir verdi Sarıbala.

Avula girdiler. Karşılarına ona kadar insan çıktı. İleride orta boylu, geniş omuzlu, büyük elmacıklı, derin dikilmiş gözlü, abanoz gibi sakallı bir adam yürüyordu. O ellerini açarak patrona seslendi.

Bir soylu avulun oğluna gibi sana selam vermem ve seni kucaklamama izin ver.

Sarıbala biraz geri çekilip soğuk soğuk,

Soyluluğu sonra konuşalım. İlk önce bize Coken ve Şagır’ı verin! – diye yanıt verdi.

Onları nereden bulabilirim ki, canım?! Kırda rüzgar bulunamaz.

Nerede olduklarını biliyorsunuz! Sizin inadınız belli, hırsızları saklamaktan sizi vazgeçireceğiz.

Buna alışmıştık artık. Nasıl istiyorsan, öyle yap. Şimdilik avuluma seni davet ediyorum. Sizin için bir çadır kurulmuş, dastarhan hazırlanmış, ikramımızın tadına bakın. Alibek’in ekmekle tuzdan başka bir şeyi kalmadı.

Alibek’in hayvanları var. Kimin hayvanları varsa, onun kuvveti ile nüfuzu var. Üstelik sizin kurnazlığınız ve kıvraklığınız var. Kendiniz azgın, sözde barışçısınız. Galiba çok kez sakinliğinizle diğerleri aldatıyordunuz. Ama ben aldatılmış olmak istemiyorum. Coken ve Şagır’ı bulun, talep ediyorum!

Elindeyse, onları kendin bul, canım. İhtiyara neden hırsızlar yüzünden ıstırap çektiriyorsun, yeter ki serveti yüzünden ıstırap çekiyor…

Canım sözünü incitmek istemiş gibi söyledi. İhtiyarın barışçı kılığı arkasında zalimlik ve nefret saklanır. Sarıbala, zalim yaşlı Kuntugan’ın bir kurdu yüzdüğünü yine hatırladı. Kurt o zaman ses çıkarmadı bile. Sarıbala, Alibek’e aynı şey yapsa o zaman bile bir şey söylemez. İhtiyarın inadını takdir etti aslında, ama karakterini uygun olmayan bir yerde gösterdiğine acıdı. Sarıbala Ahmet’e baş sallayıp beyaz çadıra girdi.

Patronunun izinli bir işareti alınca Ahmet’in elleri çözülmüş oldu.

Ama Alibek susmaya devam ediyordu. O zaman polis, atların kösteklenmesi için kullanılan demir köstekle onu zincirledi. Çadırın dışında olup biteni Sarıbala tahmin ederek ‘Kanun dışında davranıyoruz!’ diye kendini yüzlüyordu. Ve hemen, ‘Ama bunu halkın çıkarları ister. Demek, yaptığımız iş kanun içidir, demek öyle olmalı’ diye kendini avutuyordu.

Dışarıda kadın sesi duyuldu.

Bırak beni! Hırsızlar için yemin edecek ve Kuran’ı tutacak kadar daha delirmedim! Az önce o yoldan kaçtılar. Avulda atlar yoktu, yaya gittiler. Yazık ki daha önce gelmediniz, yakalardınız onları…

Polisler, bozkırın kulaklarını at ayakları patırtısı ile  sağır ederek onları takip ettiler. Çalılıkta yukarı geçip tepeye çıktılar ve uzaktaki ovada iki yaya gördüler. Takipçileri fark edince, hırsızlar koşmayı bile denemeyip ellerini hemen havaya kaldırdılar.

Hızlı koşmadan boğulan öfkeli Ahmet, onlara kırbaç ile vuracaktı, ama kendini tutup sövmeyerek bile ikisini ata bindirip patronuna getirdi. Sadece şimdi elleri kaşındı. Hırsızları dövme, ona verdikleri çileler için intikam alma arzusu Ahmet’i rahat bırakmıyor. Gözleriyle patronunu, öfkesini çıkarmasına izin versin diye yer gibi. Ama Sarıbala hayır anlamında başını salladı. Hırsızları takip ettiği öfkesi ve kızgınlığı, onları yakaladığı an yok oldu.

Çadırda sorgulama başladı. Hırsızların görünüşü onların ününe uygun değil, ikisi kısa boylu, sıska, kötü giyinen, sözlere cimridir. Coken hiç konuşmuyor. Şagın nasıl olsa sorulara cevap veriyordu. İkisi Sarıbala’nın gözlerine bakmaya cesaret edemiyor, bakışını yere dikti. Ama inat ve gizemlilik açısından birbirinden aşağı kalmıyor, itiraf onlardan kolay kolay çıkarılamaz.

Sarıbala sabrını toplayıp sorgulamaya devam ediyordu.

Tüfekleriniz nerede?

Onları çoktan atmıştık.

Neden?

Kurşunlar bitti, taşınması zor.

Tabancalarınız nerede?

Onların da kurşunları bitti. Yakalanacağımızı anlayıp tabancalarımızı da atmıştık.

Geleceğimizden kim haber verdi?

Hiçbir kimse, kendimiz öğrendik. Bir rüya gördüm, uyanıp ‘Aman, bizim için geliyorlar!’ diye bağırıp koşmaya başladım. Coken korkup peşimden koştu. Bütün avul ayağa kalktı.

 Rüyada ne gördün?

çıngıraklı yılanı. Bize doğru gidiyordu…

Ne güzel bir önsezin var! Ne karınız, ne çocuğunuz, ne yuvanız, ne rahatınız, ne sevinçleriniz var. Kötü bir iş yapıyorsunuz. Bu kadar geniş bir dünyada yeriniz yok, saklanıyorsunuz. Önsesin daha önce sonucunun kötü olacağını, namuslu bir hayat sürecek bir zamanın geldiğini neden söylemedi sana?

Söyledi. – diye alçak sesle yanıt verdi Şagır. – Ama alıştık.

Kurt ete de alışıktır. Ama bir kurt etin yanında kapan görse oraya adım bile atmaz. Tehlike her alışkanlıktan daha güçlüdür.

Durumumuz aksi..

O zaman kurtlar değil, gerçek çakallarsınız!  - diye haykırdı Sarıbvala.

Şagır gevşek bir şekilde başını salladı.

Doğru söyle, bir kez olsa da doğru söyle. – diye devam ediyordu Sarıbala. – Alibek size barınak verdi mi?

Hayır.

Ya Bimende?

Hayır.

Kör Abiş?

Hayır.

Molla Sayabek?

Hayır.

Sizi gece için kim alıyordu?

İnsanlar, dağlar, ıssız bozkır.

Hem insanlar, hem dağlar, hem bozkır sizi lanetliyor!

Herkes değil!

İşte onları soruyorum.

Kanunumuz var, memurum, ele vermektense ölmek daha iyidir.

Bu saatte sorgulama bitti.

‘Sabır değerli bir niteliktir. Hem iyi, hem kötü insana özgüdür. – diye düşünüyordu Sarıbala. – İyi bir insan sabırla iyilik, kötü bir insan aynı bir şekilde kötülük yapar.’

Coken ve Şagır’ı diğer tutuklananlara zincirlediler ve herkesi ayrı bir çadıra kapadılar. Sarıbala, içi geçmek için yattı mı, çadıra orta yaşlardaki esmer tenli bir adam girdi ve,

Selâmünaleyküm! – diye selam verdi.

Müslüman selamının titiz bir söylenişine göre giren molladır. Görünüşü sakin, acele etmeden konuşuyor, naziktir. Sarıbala onun kim olduğunu tahmin etmeye çalıştığında, yabancı ismini kendi söyledi.

Ben molla Sayabek. Günlerimizde çamur mollaya kolay kolay yapışsa da kötü diller mollanın hırsızın arkadaşı olduğunu daha konuşmadılar. Ama bunu duymuştum. Buradaki toprakları tazip eden iki hırsız bana da acımamış meğer. Ama sonuçta onlar da insanlardır. Onlarla görüşmemi ayarla, susmazlar mı?

Onları neden görmek istiyorsunuz? Sizi anmadılar, size çamur dökmediler.

Demek öyle! O zaman bana bir daha yanılmama izin ver. Demek, bu dedikoduya başlayan iftiracı Aydarbek’tir.

Aydarbek kimseye iftira atmıyor.

Ondan kork, canım, kork. Onun hizmetini bir kez kullansan senin hizmetini on kez kullanmayacağından haberin bile olmaz.

Tekrar yanıldınız. Kendi için daha hiçbir şey istemedi. Ama isterse, doğrusu, itiraz etmem.

Birazdan istemez, görevin ile niyetini maskeleyip arkanda işini yapar. Avludaki fısıltıyı bir dinle, midem bulanıyor bile.

Sarıbala kapıya gelip dışarıya baktı.

Aydarbek insanların arasında duruyordu. Biri, sonra diğeri onu yana çekiyor. ‘İşte böyle hırsızları yakalamamıza yardım edebilirdi. Şimdi fısıltılar neye yarar?’ – diye şaşkın şaşkın düşünüp Sarıbala yerine döndü.

Sayabek şimdi daha cesur, kendinden daha emin bir şekilde konuşuyordu.

Aydarbek’in kendi alışkanlığı var. Düşmanlarından intikamını almak için bir kuvvet sahibine gönüllü olarak eşlik etmeye razı olur. O bir kurt gibi açgözlü ve cimridir. Diğerlerden bir şeyler almaya kalktı, sınırını geçip benden de atımı almak istiyordu. Ben vermedim ve şimdi bana iftira atmaya, beni korkutmaya, ve atımı yine de almaya çalışıyor. Hükümete saygı gösteriyoruz, ondan korkuyoruz, ama Aydarbek’ten neden korkalım ki? Ona neden saygı gösterelim? O, kuvvetini kullanabildiği birine hizmet eder. O tahsilsiz, dolandırıcıdır, başkasının yemeğinin kalanları ile geçinerek diğerleri korkutuyor. Bana bir mollaya olarak saygı göstermeyebilirsin, ama canım, sana bir ata tavsiyesini vereyim. Bimende, Alibek ve Abiş’i, Aydarbek’in iftirası üzerine tutuklanma. Onları serbest bırak. Hırsızlar bulundu, sizin elinizdeler, aksakalları hapiste tutmaya, soylar arası ilişkilerini gerginleştirmeye neden devam edesin? Onlar herhalde yargılanmaz, Sovyet hükümetinin onları kötü adamlar sanmasına rağmen halk onlara saygı hala duyuyor. Onları serbest bırak, başkalarına değil, sana şöhret olsun…

Sayabek hiç durmadan akıcı konuşuyordu.

‘O haklı, - diye düşündü Sarıbala. – bu asalakları tutuklayabilirim, ama onları hapiste tutmayacaklar, serbest bırakacaklar. Avulların sovyetleştirilmesi bayların tam yok edilmesini öngörmez. Sadece onların kuvvetinin sınırlanmasını hedef alıyoruz. Sayabek ve Mukaş, o eski aptal mollalar değiller, akıllı, dilleri sivri, yeni kanunları anlayan ve onlara alışabilen insanlardır. Yazık ki mollalardır!’

Sayabek’in uzun ricasına Sarıbala, ‘Tamam. Serbest bırakacağım’ diye kısa bir yanıt verdi.

Avludaki fısıldamalar bitti. Aydarbek hiçle kaldı. Serbest bırakılmış baylar ona arka dönüp bir kuruş bile vermediler.

Aniden polis memurundan korkmayı kestikleri de gariptir. Yoluna çobanın sıska atını verdiler. Bir an önce serbest bırakılmasını bağırarak rica eden Alibek, şimdi ona yaklaşılmayacak bir tavrı aldı.

‘Ne oldu?’ – diye şaşırıyordu Sarıbala.

Grup yola çıkacağı zaman bir atlı geldi. Ya büyük bir sevinç, ya da ağır bir dert getirmişe benziyordu.

İkisi de doğru değildi. Sarıbala’yı yana çekip, haberci ona köşesindeki ‘Acil’ yazısı olan bir mektup uzattı. Sarıbala mektubu açtı.

‘…Senin namusundan şüphem yok. .. Bu günlerde öz yerlerde çalışmak çok zor. Senin hakkında bize çok şikayet belgesi geldi. O yüzden seni Eremeyskiy vilayetine geçirilmene dair karar alındı. Sen kırılma, canım, kötü bir şey aklına getirme.

Şabdan Eralin’.

Haberci ne kadar yetiştiyse yetişsin, polis müdürünün geçirilmesi haberi buraya daha erken ulaştı. Sarıbala kaderini sadece şimdi öğrendi. Alibek’in bundan haberi daha erkendi, ve şimdi takkesini yana yıkıp gururlu bir şekilde çadır önünde dolaşıyordu.

Sarıbala öfkelendi.

Ey, kara köpek, buraya gel! – diye haykırdı o. – Ben geçiriliyorum diye sonum mu geldi sanıyorsun? Sovyet hükümetinin sonu geldiği zaman benim de sonum gelir! Ey, Mehmet, onu yine zincirlesene. Hırsızlarla aynı odaya kapa! Bu atı çobana geri verip bana Alibek’in atını eyerleyin!

Aldatılan Aydarbek başını yine kaldırdı. Müdür birazdan sakinleşti, ama o, kendini ağır bir şekilde rezil etmişler gibi kudurdu. Alibek’i hırsızlarla beraber aynı deveye bindirdiler, üçünü demir köstekle bağladılar. Yola çıktıkları zaman Aydarbek deveye fırlayıp Alibek’e,

Boyunlara saldıran pis şey! Isırgan otunun nasıl koktuğunu anlarsın!

Sus, ısırgan! Bana yanıt ver, senin ’tutuklayın’ sözünün fiyatı neydi? Pis midemden atılan kusmayı pis boğazınla ne çok kez içmiştin! Bizi yine kustur bakalım, sonra iç!  - diye yanıt verdi Alinbek, sakin sakin devede sallanarak.

Ne dilin var, ne dilin, o yok olsun! – diye makara gibi konuştu Aydarbek, daha iğneli bir cevap veremediği için daha çok öfkelenerek.

Polisler çıktılar. Elliye kadar atlı onlarla beraber çıktı. Hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şey konuşmuyor, arkada kalmıyorlar.

Sarıbala ileriye çıkıp atını tırıs salıverdi. Altında Alibek’in soy atıdır. Polis müdürü, eyerde taş gibi sağlam ve doğru oturuyor.

Yolunda avuldan karşısına insanlar çıkıyor, onu misafirliğe davet ediyor, Sarıbala’ya bir ‘damat’, bir ‘teyze’, bir ‘yeğenler’ diye kendilerini tanıtıyorlardı. O durdurmayacağına karar verip, hiçbir davete razı olmadı.

Güneş battı, karanlık çöktü. Avullar kendine ışıkla çekiyordu. Atlılar, şarkılar söyleyen, kuzuları koruyan altı bakanlar yanındaki kızlar ve genç kadınlardan geçiyorlardı. Sarıbala, kendi düşüncelerine dalıp yoluna susarak, çöken gece gibi kara yüzle devam ediyordu. Aydarbek ona yaklaşıp,

İrsimbet hacının avuluna yaklaşıyoruz. – dedi. – Oğlu Şaymerden’in ne güzel kızı var! Şaymerden kendisi, davet üzerine gelmiş. Biraz dinlenelim, canım, herkes yoldan yoruldu. Kızı görünce bayılırsın.

Hiçbir gerekçe, gerçek ve mantıklı bir sebep Sarıbala’yı yolundan alıkoyamıyor gibiydi. Ama güzel bir kız anılınca onun kararlılığı azaldı. Sarıbala atını İrsimbet avuluna döndü.

Şaymerden misafirlerini kendi çadırında ağılayıp onlara ayakta durarak hizmet ediyordu. Kızı o kadar inanılmaz bir güzelliğe sahip değildi, genç, zayıftı, sevimliydi sadece. Gençliğinden, ürkekliğinden, ya da hacının talebinden misafirler geldi mi hemen ortadan kayboldu. Koyun kesilmişti bile, dastarhan hazırlanmıştı. Sarıbala’nın morali, gitmek için uygun bir gerekçe bulamadığı için bozuktu. Kızım tasını içip ‘İçimi biraz geçeyim’ deyip yattı.

Gözlerini kapattı, ama uyuyamıyordu. Uzun uykusuzluktan, telaş verici yoldan, vatandaşlarının inadından ve hareketlerinden yoruldu.

O uykuya daldı mı, birisi el işretleriyle Aydarbek’i dışarıya çağırdı. Önceden çadır insanla doluydu, ama şimdi insanlar dağıldı ve yakında ön yerde uyuyan müdür ile kapıdaki bağlanan Alibek, Coken, Şagır kaldı çadırda.

Çadırın yakınında küçük bir grup Aydarbek’i kucakladı. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Bu sayısı bilinmeyen fısıldamalarda ile söz birliklerinde insanların ne çok aldatma, hainlik ve cimrilikleri vardı bir tek Allah bilir. Birkaç dakika sonra Aydarbek ile Şaymerden çadıra yetiştiler.

Diyorum ya, ölü gibi uyuyor şimdi. Çok yoruldu. – diye temin ediyordu Aydarbek yürüyerek.

Çadıra girince o sevinçle,

Aynen söylediğim gibi. – deyip kendinden memnun bir şekilde güldü.

Şaymerden eline bir anahtar verdi. Aydarbek tutuklananlar yanına diz çöküp demir zinciri hemen açtı ve çabuk kaçın der gibi göz kırptı. Hırsızlar ne yapacaklarını bilmeyerek ve serbest olduklarına inanmayarak birbirlerine baktılar. Alibek hareket etmedi bile.

Sarıbala yerinden fırladı.

Eller havaya!

Ellerini kaldırıp Aydarbek sıtma nöbetine tutulmuş gibi titremeye başladı.

Korkak, alçak şey! Korkuyorsan elini ateşe neden sokuyorsun?

Affet, canım! Affet, ebediyen kölen olacağım! Zincir ayaklarını kesiyor, acıdım onlara…

Yalan! Biri senden bunu istedi mi, bana onu söyle!

Evet, evet, öyle…

Şimdi her şey düzelteceğim de!

Düzelteceğim, düzelteceğim! Onları yine zincirleyeceğim.

Hayır, şimdi yapamazsın. Eh, sen, alçak Aydarbek burada tek başına olsaydın seni bir köpeği gibi öldürecektim. Ama ne yapayım artık, senin gibin çoktur! Onlara acıdıysan, kefilleri olacaksın sabaha kadar. Sabah teslim edeceksin. Etmezsen zinciri ayaklarına değil, boynuna takarım.

Ayy, hayır kefilleri olmam, olmam!

Olmazsan seni onlara zincirleyeceğim.

Aydırbek’in senet vermekten ve hırsızlara kefil olmaktan başka yapabileceği kalmadı, nitekim polis müdürü onları bağlamak ve zincirlemeyi yasakladı.

Sarıbala huzur içinde uyudu. Alibek, Coken ve Şagır sırada oturarak ‘kurtarıcı’ Aydarbek’e bakış atıyorlar. Elleriyle ayakları serbest, istediklerini yapabilirler. Ama tuvalete bile çıkamıyorlar, Aydarbek izin vermiyor. Elinde hançer. Aydarbek kapıyı destekleyerek çömelerek oturdu ve zaman zaman tehdit eder,

Hareket etmeye kalkma. Bunu yapmaya kim kalkacak olursa, keserim! – diye.

Böylece sabaha kadar, güneş doğana ve müdür kalkana dek oturdular.

Bunu nasıl anlayayım? – diye sordu Sarıbala, başını kaldırıp. – tutuklananları serbest bırakıyorsun, serbest bırakılanları gözetliyorsun!

Canım, daha yapamam, ayakta zor duruyorum. Onlara zincir takama izin ver, beni kurtar! – diye sızlanıyordu Aydarbek.

Korkutucu, güçlü bir adam ıslak bir tavuğa dönüştü. Uzun yoldan ve bütün gecelik nöbetinden gerçekten zayıfladı. Üstelik evine şöhret sahibi olarak ve büyük ganimetle dönmesi hayalleri bir sabun kabarcık gibi patladı.

Ama Alibek Aydarbek’ten daha çok yitirdi.

Allah aklımı karıştırdı. – diye konuşmaya başladı Alibek. – avullara gelen ne çok memur gördüm. Bütün onları havlayan bir köpeğe benzetiyordum. Böyle bir köpeğe kemik atsan hemen kuyruğunu sallar. ‘Tutuklan’ sözüyle bize gelen çoktu. Dişine bir şey soksan seni rahat bırakıp kendi yoluna devam ediyordu. Senin bunların bir parçası olduğunu düşündüm ilk önce. Düşünüyor, tahmin ediyordum, işte aldım ayaklarımdaki zinciri. Çok kıran söz duydum, dövüldüm. Hayatımda ne çok kez can ıstırabı çekiyordum, ne çok kez namusuma ve nüfuzuma tehdit ediyorlardı. Ama böyle bir şey daha önce olmadı! Sadece şimdi, avulların sovyetleştirilmesi ile yeni politikanın boş konuşmalar değil, ciddi bir iş olduğunu anlamaya başladım. Kaderi belirtilmiş bir fareyle kedinin oynamasına benziyor bu. Benden sonuna kadar intikamını almadın, uzatma, işte boynum. – dedi Alibek ve toprağa kara sakalı ile dokunarak başını eğdi.

intikam almamı layık olup olmadığına karar vermeyeceğim, sırf bu sözlerin için seni serbest bırakıyorum. Senin için de, Aydarbek, yeter, nereye istersen gidebilirsin.

Alibek'in serbest bırakılmasından sonra avul atlıları geri kaldı ve küçük bir grup hiç durak yapmadan ilçe merkezine yöneldi. Hırsızların ayaklarında demir zincir şıngırdıyordu. Polisler bütün gece uyuyor, eskiden olduğundan daha dinç hissediyorlardı.  Tek bir Aydarbek çile çekiyordu, kafası dönüyordu.

Öğleyin susuzluğu gidermek için bir bay avuluna girdiler.  Avulun ortasında bezekle süslenen beyaz bir çadır duruyordu. Çadırın yanında beyaz bir deve hazin hazin böğürüyordu, gözlerinde şeffaf yaşlar görünüyordu. Çadırdan kıvrak beyaz deve yavrusu götürerek sevimli genç bir kadın çıktı.  Başı tüyle süslenmiştir. Üstünde gök gibi mavi bir elbise, siyah pelüş kaftan, jelek - genç kadının desenli bir başlığıdır. Deve yavrusunu annesine yaklaştırıp, büyük devenin gözlerini temizleyip, yanağını başına dayandı ve ağlamaya başladı. Yabancıları görünce onlara dikkatle baktı. Yüzüne yaşlar dökülüyor, yanağında büyük bir çürük var.

Sarıbala elinde olmadan genç kadına bakış dikti, attan inip ona yavaş yavaş yaklaştı.

yemin ederim, sizi bir yerde görmüşüm! - diye haykırdı o.

Adım Asiya.

Asiya! Aman Allah'ım, sizin düğününüzün ziyafetindeydim!

Şimdi sizi de tanıdım! - diye sevinçle haykırdı Asiya ve yüzünde güller açıldı.

Sarı yüzü pembeleşti, sevinçsiz yaşamın kaba bir görüntüsü olan çürük daha belirli oldu.

Bir gün bu saatte yakın çadırda vilayet yürütme komitesi başkanı ile vilayetin birkaç işçisi oturuyordu. Misafirlerin gelmesi uğruna koyun kesilmiş, insanlar toplanıp haberler dinlemeye geldiler. Biriler lezzetli etle, diğerleri konuşma ile ilgileniyor. Biri rica ile, diğeri ise şikayet ile geldi. Bütün şikayetçileri Sarıbala vilayet yürütme komitesi başkanına gönderdi. Asiya ile baş başa kalıp, o,

eşiniz nerede? - diye sordu. 

İki üç yıl önce, eşinin düğünde aptal yüzünü göstediğini hatırladı.

Asiya istemeyerek,

atımız kayboldu, onu aramaya çıktı. - diye yanıt verdi.

Avulun sizi uğurladığı zaman söylediğiniz veda şarkınızı hala hatırlıyorum. Siz ağlayarak avuldan uzaklaştıkça babanız evinde iki gözüyle çeşme oldu.  Kendisi ağlar ve aynı zamanda teselli eder, 'Dayan, canım, dayan! Birazdan alışırsın, annenin yaptığı gibi' diye. Ee, alıştılar mı?

Bir insan cehenneme alışır mı hiç? Ben de kendimi cehennemde bulmuştum. Yüzümdeki çürükler at ayaklarından değil, eşimin çizmesindendir. Annemler öldü. Onların mutluluğuyla serveti onlar daha yaşadıkları zaman kayboldu. Akrabalarımdan bu çileden kurtulmama yardım edebilecek hiç biri olmadı. Dayanıyordum, eşimin dayaklarını ve alay etmelerini saklıyordum, ama daha yapamıyorum! Hüznümü paylaştığım tek bir dostum beyaz bir devedir. Zavallı, o böğürerek yavrusunu çağırıyor, beni de bununla ağlatıyor...

Sizi neden dövüyor?

Babamı kırmamak için evlendim. Şimdi bu alçak onu sevmemem için benden intikamı alıyor. Üstelik daha çocuğum yok. 'Çocuksuz bir kafın sürüdeki bir kısraktır' diye tersliyor sürekli. Hiç durmadan, söver, hakaret eder, döver...

Bakışını yere dikip Asiya çilelerini döküyordu. Kara gözlerinden soluk yanaklarına yaşlar akıyor ve elbisesine düşüyor.

Sarıbala'nın gözü önünde aniden iki Asiya ortaya çıktı. Birisi, gelinin ipek örtüsünü kaldırıp Sarıbala'dan yüzük aldığı zaman utançla gülerek ona geçmişin derinliğinden bakıyordu. O Asiya bulutlar arasındaki temiz parlak aya benziyordu. Diğer Asiya Sarıbala'nın yanında oturarak onun için sönen bir kandile benziyordu.

'Sovyet zamanlarında böyle akıllı, güzel, utangaç bir kadının açık açık alay edildiğine izin verilebilir mi? Hiç bir kimseye kötülük yapmıyor' - diye öfkeleniyordu Sarıbala.

dert yaşlarla giderilemez. - dedi.

Korkuyorum. - diye yanıt verdi Asiya. - mahkemeyi bekleyene, kocan boşanmaya kabul edene dek çok zaman geçer. Üstelik kocam beni sağ bırakmaz, öldürür.

Bana dilekçe yazın, her şey olduğu gibi tarif edin. Sizin hemen istediğiniz yere gitmenize izin veririm. Nitekim kendim size eşlik edeceğim. Geri kalana mahkeme karar verir.

Aman Allah'ım, bu rüya mı gerçek mi? Benimle vedalaşarak, 'İşte muhteşem bir sabah oldu, güneş doğuyor, dünyayı ışık ve ılıkla sevindiriyor' demenizi hatırlıyorum. Şimdi güneş benim için siz olmuşsunuz! - diye yaşlardan haykırdı Asiya.

Kederi tatmadan, mutluluğu da tadamazsın, ama mutlulukta gözlerden yaşlar değil, inciler akıyor. Kısa bir durak yaptıktan sonra yola çıkmak niyetinde olan müdür akşama kadar kaldı. Vilayet yürütme komitesi başkanı Amanbay'a gelmeyip selam vermedi, o bekleyip polis müdürüne kendi geldi. Şaşı, geniş alınlı, temiz giyinen çiğit alçak sesle ve dostça bit gülüşle ona selam verdi.

'Allah göndermesin' - diye korkarak söylüyordu Kazakların çoğu polis müdürü Sokolov'un adını duyup. Şimdi duydum ki, aynı sözler Sovyet Solokov hakkında da ediliyor. - diye alay edercesine konuştu başkan.

Çar zamanındaki Sokolov,  kimin çıkarlarına hizmet etse onlar tarafından saygı duyuluyordu.  Sovyet Sokolov'a namuslu insanlar saygı duyacaklarsa, diğerlerin konuşması benim için önemli değil. Kimden bu söxleri duydun, falirlerden mi baylardan mı, ona bana söyle.

İnsanlarımız konuşuyor. Onlardan da şüphe ediyor musun yoksa?

Bazen Sovyet hükümetine karşı olanlara insanlarımız diyorsun.

Ne kadar ihtiyatlısın, Sarıbala, insanlara güvenmiyorsun. Senin yoluna tuzak kuran insanlar aptallar.   

Komite başkanı ve polis müdürü baş başa konuşmak için avul dışına çıktılar.

Amanbay buradaki insanları uzun zaman tanıyordu, onlara eşit davranıyordu. O yaşlı, hayat tecrübesi ile bir adamdır. Polisin Asiya'yı serbest bıraktığını öğrenince, avul aksakalları Amanbay'a başvurdular.

buraya ne çok kez gelmiştim, hiç bir zaman Asiya'nın kötü hayatını konuştuğunu duymadım. - diye başladı Amanbay. - onu bozan sen değil miydin? Sen gençsin, o genç...

Onu neden bozayım? Benim sevgilim var.

Neden bu kadar çabuk gitmeye karar verdi o zaman?

Şimdi değil, bugün değil, uzun zaman önce gitmeye karar verdi. Sovyet kanunlarından duymuştu, ama verilmiş haklarını kullanamadı. Ben sadece ona yardım ettim, tavsiye ettim, ve himayeme almaya söz verdim.

İşte o yüzden aksakallar sana yaklaşmaya kalkmadılar, bana geldiler. Beni tanıyorlar, Asiya'yı yargıç gelene kadar burada tutmayı rica ediyorlar. Avul ikimize hediye olarak iki kısrak ve iki at hazırladı.

Hediye etsinler. Rüşveti alıp onları tutuklayacağız.

Onları kızdırma, Sarıbala. Sen olmadan da çok düşmanı var. Burada uzun kalma diye tavsiye ediyorum. Bütün çevre, senin burada durduğunu biliyor ve kırılanlardan birisi seninle hesaplaşmak isteyebilir. Yeni ekonomik politika bayları dağıttı, ve onlardan bazıları azgınlık etmeye başladı, cinayet karşısında bile durmazlar.

Demek, onları köşeye biraz sıkıştırmak gerekiyor.

Oh, insanlar ne çok iş yapardı onlara özgürlük verilse... İyi ki hükümet, bayları ve seni avucunun içinde tutuyordur.

Sence şiddet kullanarak devrim yapma şansını falan mı kaçırmayacağım? Bence, bay sınıfı kaldırılmasına karşı olanlardansın! İkimizden kimin haklı olduğunu zaman gösterecek.

Bu tartışmayı bırakalım. İnatçılık yaptıysan ikna edilemeyeceğin bellidir. - dedi Amanbay ve avula geri dönmeyi tavsiye etti. - Yakında büyük ihtimalle diğer yere geçirileceğim. Sen burada kal, hırsızlar ise arkadaşları ile yoluna devam etsinler. Gece her şeyi doyasıya konuşuruz.

Avula döndükleri zaman akşam oluyordu. Kuzular ağıllara dönüyor, atlar otlağa çıkıyorlardı. Ortam gürültülü, telaşlıdır. Omuzlarında avul namusu korunmasına dair eski buyruklar olan aksakal ve karasakalların canları de telaş içindedir. Dış sakinliğini özenle koruyorlar. Onlar, büyük soyun bayının altmış yedi tane hayvandan oluşan ağır mı ağır bir başlık verdiği onların gelinleri, genç bir kadın avuldan ayrıldığı için hem atalarının ruhu, hem vatandaşları karşısında utanıyor, mahcup oluyorlar. Aksakallardan daha cesur olanlar, 'Yeter, artık dayanamıyorum!' diye öfkelerini salıvermeye hazırlar bile. Ama sessiz atın çiftesinin pek olup olmadığını kim kontrol etmeye ister ki? Vilayet başkanını arabasından çıkarmaya ve onu ölümüne dek dövmeye kalkan yaşlı kurtlar, şimdi Sovyet otoriteleri önünde kendilerini ürkek ürkek davranıyor. O genç olmasına rağmen bayların dişlerinin kırıldığını biliyor, duruşu cesur ve kendinden emindir.

Amanbay aksakallara yöneldi, Sarıbala ise Asiya'nın çadıra doğru gitti. Burada bütün eşyalarını haczedip Asiya'ya giyinmesini emretti. O çabuk toplandı, ikiden daha çok yıl yaşadığı avulla vedalaşmadı, sadece beyaz deveyi yavrusuyla okşayıp müdürle gitti. Amanbay da onlara katıldı.

Bulutsuz, aydın bir geceydi. Ayın on dördünün ışığıyla gece hem toprakta, hem gökte gün kadar aydındı. Asiya'nın canı ay altı dünyadan daha aydın, öz sınırsız bozkırdan daha geniş ve ferahtır. Ne çok gün onu tutan zinciri bir vuruşta kıran müdüre kendini feda etmeye hazırdır.

Onun moralini fark etmiyormuş gibi Sarıbala Amanbay ile konuşmaya daldı. Konuşmaları, büyük ihtimalle çabuk bitmeyecek. Birbirine, Asiya’nın anlamadığı bir türlü suç atıyordu.

Polis muhafızları ile hırsızlar ve Alibey’in yoldaşları avuldan çıktılar mı hemen ilçe merkezine yöneldiler.

Gece yarısından sonra Amanbay’in evine gelip hemen uyumaya yattılar. Küçük çadırda sırayla dört kişi yatıyordu. Ön yerde Sarıbala ve Asiya, yan ızgaralarından birisinde Amanbay ve karısı. Amantay yatağına ulaşıp hemen uykuya daldı, Sarıbala ise uyuyamıyordu.

Elini Asiya’ya uzattı. O da uyumuyordu.

İç sesi ‘Elini çek!’ dedi.

Ama diğeri onu sakinleştirdi. ‘Burada utanacak ne var? Gençler ve kızlar duygularına kendilerini vermezler mi? Asiya, galiba kendi bekliyor, o yüzden uyuyamıyor’.

Sarıbala elini uzattı ama birinci ses yine, ‘Utanmaz! Bir iyilik yaptıysan, onu kirletme! Masum olanı kırma! Onun fazlasıyla derdi var. Sevmek istiyorsan, ciddi sev, ebedi olarak!’

Sarıbala Asiya’yı, diğerini sevdiği için sevemiyor. Asiya telaşını, iki kez elini uzattığını hissediyordu, ama kafasının içindeki sesleri duymuyordu. O vicdan ile arzu arasındaki savaştı.

Misafirler, gece hemen hemen uyumadıkları halde erken kalktılar. Amanbay’ın karısı herkesten önce kalkıp kahvaltı hazırladı.

Uykunuz nasıldı? – diye merak etti o gülerek.

Misafirler belli belirsiz bir şeyler söylüyorlardı. Birazdan Asiya’nın üç akrabası geldi. Onlar, duygularını dökmeye başlayıp, soylarının namusunu korumaya hazır olduklarını açıkladılar.

Asiya onlarla öz avuluna gitti, Sarıbala tek başına kaldı. İlçe merkezine kadar bir günlük mesafesi vardı. Atını acele ettirerek Sarıbala öğleye kadar odasındaydı. Yoldaşları, Aydarbek hariç, gece gelip hırsızları hücreye kapattılar. Yeni müdür, Gaziz adında da geldi. Davayı teslim etmeden Sarıbala tutuklanan hırsızları Akmolinsk’e gönderdi. Sonra son bir kez masasına oturdu ve ilçe polisi müdürüne bir mektup yazdı.

‘…Ben bir buçuk ay görevimde kaldım. Bu zaman içerisinde az iş yaptım, ama aldığım kınama çoktu. Onlardan beni kurtardığınız için teşekkür ediyorum, Şabdan amcam. Şimdi ise beni tedirgin etmeyin. Eremeysk vilayetine gitmeyeceğim. Oradaki şiddet ve cahillik bizimkine kadardır. Adil hareketlerimden kazandığım düşmanlarım bana yeter. Şikayetler bana göndermeye devam etsinler. Beni incitebilir bu. O yaralar kapanır, canımı, bilincimi ise hiçbir zaman kirletmeyecekler. Ruhu kuvvetli olan kişi fiili yenebilir. Canla güzel olan bütün güzelliklerden daha güzeldir, öyle değil mi? Buna bütün gücümle inanıyorum. Söylemek istediğim bu değildi. Şu an iki hayalim var. Aile sahibi olmak ve Kazakistan’a okumaya gitmektir. Başka işlerle uğraşacak gücüm yok, başka bir şey hayal etmiyorum’

Sarıbala işlerini yeni müdüre teslim edip avuluna gitti.

Tek başına geniş, sessiz bozkırda gidiyordu. Canı tedirgin. Aktif, genç, çok ta güzel olmayan ama sevimli bir kız gözleri önünde duruyor. Dili keskin, şımarıktır, onun ateşli sözleri Sarıbala’nın aklından çıkmıyor…

 

 

Birinci kitabın sonu

 

Bağlılık ve sevgilerle…

Büyük yazarın sanat mirası, hem hayatın ayrı görüntüleri, hem tarih çağları, hem sayısı çok imgeleri barındıran çok kutuplu, özgün bir dünyadır.

Yazarların çoğu eserlerinin temeli, anlamlı hayat olayları ve tarihin çağlarıdır. Ama bütün eserler edebiyatın altın fonunda kalmıyor. Halkın hatırı bunların en iyilerini saklıyor. Halk, bu eserlerin yazarlarına değer veriyor, saygı ve itibar ile adımlarını sayıyor.

Böyle yazarlardan birisi Gabiden Mustafin’dir, eserlerinde Kazak bozkırında yer alan çeşitli değişiklikler göstermeye başaran söz ustasıdır. Romanları, Sovyet dönemi Kazak haklının en çok önemli devirlerine adanmıştı. Öyle, ‘Fırtına sonrası’ adlı romanında devir sonrası halkın uyanması, yeni ekonomik politika ve bayların malının müsaderesi anlatılmakta, yani yirmi yıllarının gerçekleri canlandırılmaktadır. ‘Karaganda’ romanı, Kazakistan’da yeni sanayi merkezilerinin açılması, işçi sınıfının oluşumunu anlatıyor, yani otuz yılları söz konusudur. ‘Şinagak Bersiev’de göçmen avulu, yerleşmeye geçerek kolektif çiftliğinin parçası oluyor, ‘Milyoner’de savaş sonrası avulu, en iyi bilinçli temsilcileriyle canlandırılıyor. ‘Tanık’ önsözünde yazar, ‘Gördüğümü ve kendi yaşadığımı anlatmaya karar verdim. Ama bütün bu o kadar çok ki, kitaba sığmaz. O yüzden en iyi anları seçip en önemli olanları yazmıştım’ diye söylüyor.

Demek, G. Mustafin romanlarında detaylara dalmayarak, kendi gördüğü zamanın tarihi gerçeğini, bütün çağın en önemli olayları aydınlatarak gösteriyor.

O, sözün tam anlamı ile, zamanının yazarıdır.

Zaman, insan, sosyal çevre eserlerinde canlı olarak, belirli realist bakımından yazılmıştır. Bu, sadece büyük  bir sanatçıya özgüdür.

G. Mustafin’in konuları, fikri-sanat ve üslubunun özellikleri yüzeysel yaklaşıma dayanmayarak, büyük konuşma, derin bir araştırma ister. Elbette, küçük bir sonsöz, yazarın detaylı tahlili olarak kendini gösterilemez. Ama okuyucuyu onunla daha yakın tanıştırmak isterdim.

Gabiden Mustafin’in romanları çok kez tekrar yayımlandı, zaman sınavından geçip kendini yaşama direnci olarak gösterdi. Her tanınan sanatçının mutlu yeteneği, yapıtlarının daha önce fark edilmeyen, yeni taraflarını keşfedilerek kitaplarını çok kez yine okunabilmesidir. Bizim için ciddi bir halk yazarı olan G. Mustafin’in bu yeteneğe de sahiptir. Kitapların ortaya çıkılmasından önceki tarih neydi? Onlar nasıl yazılırdı?

Benim hiçbir eserim bir rastlantı sonucu değildi. Onlardan her biri, büyük heyecan ve düşüncelerin meyvesidir. – diyordu G. Mustafin. Edebiyatta ne yaratıldı? Beyaz noktalar nerede daha belirlidir? Yazarlar hangi yaşam taraflarını göstermedi? İşte bu yaklaşımlar ile eserlerimin yaratılmasına yaklaşmam gerekiyordu. Otuz yıllarında ben Karaganda’da bir madenci olarak çalışıyordum. O zamanki işçilerle konuşmam bana çok verdi. Birazdan, gazetede çalışmaya başladığım zaman ‘Ne hakkında yazmam gerek?’ düşüncesi beni rahat bırakmıyordu. İşçi sınıfı konusu dokunulmamış kaldı. Hepimiz bozkırdan çıktık ve sadece avul hakkında yazıyorduk. 1938 yılında Alma-Ata’ya gelmemden hemen sonra, beraber çalıştığım işçilerin hayatlarının benim için tanıdık, anlaşılan görüntülerini tarif ettiğim ‘Hayat ve ölüm’ yazmaya başladım. Sonra ‘Şinagak Bersiyev’e geçtim, kolektifleştirme  ruhunu canlandırmak istiyordum. Büyük bir bağlılık ve sevgiyle yazıyordum. Kolektifleştirme zamanında rüşvet, sınırları aşma, çeşitli ihlaller ile karşılaştım. Temelsizliklerini anlayarak okuyucuya bu fikri göndermek istiyordum. ‘Şinagak Bersiyev’ hikayesinde o zamana kendi davranışımı aktarmayı başardım. Kendi düşüncen ve inancın yoksa yazar olamazsın. Bir kitap yazarken gerekli fikri kahramanın ağzınla aktarmaya çalışıyorum. Yaşamı bilen ve çalışmayı seven tecrübeli yaşlı Şinagak tipinde halkımın en iyi niteliklerini toplamaya çalıştım. İşte böylece ‘Hayat ve ölüm’ adlı romanım ve ‘Şinagak Bersiyev’ adlı hikayem böyle yazıldı.

Gabeke, ama ‘Hayat ve ölüm’ yeniden yazılıyordu, bunun sonucu okuyucuların ‘Karaganda’ adlı roman ile tanışmalarıdır.

Evet, ‘Hayat ve ölüm’ romanı yeniden yazılıyordu. Sen ne kadar çalışırsan çalış, hayat, yazarın fikrinin her zaman önünde oluyor. ‘Hayat ve ölüm’ü bitirdiğim zaman Karaganda tanınamaz bir şekilde değişti.  Hissettim ki, roman sanayi Karaganda’nın pek hızlı gelişmesinden bayağı geri kaldı ve bugünkü okuyucunun taleplerine uygun değil. ‘Hayat ve ölüm’ü, ‘Edebiyat ve sanat’ (şimdi ‘Julduz’) dergisinde çalıştığım zaman yazmaya başladım. Roman, derginin birkaç numarasında yayımlandı. Oysa numaradan numaraya eserlerimi yayımlamaya yetişiyordum. Kitap fazlasıyla hızlı doğuyordu. Nitekim, ‘Hayat ve ölüm’ benim roman yaratma çabalarımda bir adımdı. Birazdan fark ettim ki, kitapta çok eksiklik ve kusur var. Bu eseri böyle bir şekilde kalamayacağını anlayarak onu yeniden yazdım. Sonra ne vardı? Her tip yeni aydınlanmasını bulmuştu. Aslında, ‘Karaganda’ ayrı bir eserdir,  onda ‘Hayat ve ölüm’den çok şeyin alınmasına rağmen. ‘Karaganda’yi yazarken, diğer kitaplarımı yazmaktan daha çok zaman harcadım. Ama yine de, en özenli bir çalışmayı, ‘Fırtına sonrası’ adlı romanım istedi.

Son romanınızı hazırlarken amacınız neydi?

Ben her zaman bugünkü gerçeklerden bahsetmeye çalıştım, ve fırsatım olduysa geleceğe göz atmaya çalışıyordum. Geçtiğim şeylere hiç ir zaman dönmedim. ‘Fırtına sonrası’ adlı romanımda bilerek adeti bozup geriye dönmem gerekiyordu. Kazak edebiyatına göz atıp Kazak topluluğundaki en ilginç döneminde bir eksiklik fark ettim. Yeni ekonomik politikaydı, bayların mallarının müsadere ile ilgili olaylardı. Bir yazar, zamanını belirten bir kişi oluyor. Küresel değişmeleri görmüyorsa ya da görüp onları anlatmıyorsa topluluğu karşısında büyük bir borcu var. Ben de sanatçı olmaktan hoşlanmıyorum. Benim zamanımın yazarları bu konulara dokunmak istemiyorlardı, gençler ise bugünü çok iyi bilmesine rağmen, geçmişi pek te iyi bilmiyordu. Böyle düşünceler beni ‘Fırtına sonrası’ romanımı yaratmaya itti.’

Kendi özgeçmişi bir yazarın kaderinde önemli bir rol oynamakla beraber, eserlerinin konularının belirtilmesinde yardımcı oluyor. Çünkü yazarın özgeçmişi onun zamanının, yanındakilerin özgeçmişidir. Her yazarın eserleri onun özgeçmişi, hayata bakışıdır. Yazarın hayat, ebedi değerler, sosyal sorunlara davranışı, vatandaşlığı açıklaması hakkındaki düşünceleri onun eserlerinin sayfalarında bulunmaktadır.

Gabiden Mustafin Karaganda’ya yakın bir yerde, Nura nehrinin kıyısındaki Cauır dağının eteğinde doğdu.

Yazar olmadan önce o toprağın yaşamını öğrendi, yaşlıların anlatmalarını içine çekti, çeşitli sosyal tabakaların temsilcilerinin karakterlerini inceledi. Büyüyünce, aktif olarak içinde bulunduğu yeni yaşamın yerleşmesine katıldı. Yirmi yıllarında Sovyet organlarında göver yaptı. Sonra, otuz yıllarının başlamasında Karaganda madenlerinde sade bir işçi olarak çalışıyordu. İşçi olarak başladığı iş hayatında adım adım tornacı mesleğini öğrendi.

Gabiden Mustafin’in büyük edebiyata gelmesi öncesi hayatı buydu. Edebiyata kendiyle öz topraklarının yaşam gerçeğini, yirmi ve otuz yıllarının Kazak bozkırın tarihini getirdi. ’Fırtına sonrası’ ve ‘Karaganda’ romanlarının içinde kendi yaşam tecrübesinden aldığı fiili malzeme bulunmaktadır. Ama bu bakımdan yazarın özgeçmişine en yakın duran ‘Tanık’ kitabıdır.

‘Yoldaki düşünceler’ kitabında yazar kendinden bahsediyor.

‘İnsanlar farklı şekillerde yaşam sürer, farklı izleri bırakıyorlar. İki durumda yazar çalışmasından daha güzel bir şey aramıyordum. Yazar çalışması en sayın, zor ve sorumlu bir çalışmadır’.

Gabiden Mustafin’in bu sözleri onun yaşam ilkelerine ve yazar yoluna en uygun bir rehberdir. Her şey net ve anlaşılan bir şekilde anlatıyor. Onun için bir yazarın çalışması ilk önce gerçek bir çalışmadır. ‘Kitabımı bitirdiğim zaman çok yoruluyorum. – diye itiraf eder o. – Bir temiz sayfa uğruna onlarca sayfa yazıyorum. Yazıyor, üstüne kalem çekiyor, yeniden okuyorum. Yine cümleyi değiştiriyorum. Beğenmiyorum. Tadıma göre tek bir cümle bulmam halinde seviniyorum’.

G. Mustafin nerede olduysa olsun, hangi toplantılara katıldıysa katılsın en çok edebiyat hakkında konuşuyordu. Gerek duyunca söylediğini tekrarlamaktan bıkmıyordu. Bazen ister istemez bir soru çıkıyordu. ‘Bize başka söyleyeceği bir şeyi yok mu acaba?’. Ama hemen böyle bir sonuçtan vazgeçmemiz gerekiyordu. Sovyet zamanının en önemli döneminin sanat vakayinamesini yaratan büyük yazar, hiç şüphesiz çok şey yaşadı, gördü, öğrendi. Ama yine de o, kendini tutmaya çalışmış gibi nadirce ‘Böyle oldu, böyle bir şekilde yer aldı’ diye söylüyordu. Kendisi söylediği gibi edebiyat, bütün hayatının dedesiydi. O yüzden edebiyat eserlerinin konusuna gelince etrafına kendi yükseklikten bakıp, emin bir şekilde yazarın topluluk karşısındaki sorumluluğunu, insancılığını, insanlığını, yeteneğe gereksinimlerini anlatıyordu.

Biliyoruz ki, G. Mustafin tam bir tahsil görmedi. ‘1916 yılında ben bir yıla kadar Spassk fabrikasında puantör görevini yapan Cusup Maukumov’dan Rusça derslerini alıyordum. Gelecek yıl, bu fabrikada bulunan beş yıllık Rus-Kazak okulunun dördüncü sınıfına geçtim. Dördüncü sınıfı bitirince tedirgin bir zaman yüzünden olumayı bıraktım’ diye yazıyordu kendisi. Buna rağmen Gabiden Mustafin çok dile çevrilen geniş çaplı, büyük romanlar yazıyordu. Diğer büyük söz ustalarıyla birlikte cumhuriyetteki edebi sürecin başına geçiyor.  Yazar tecrübesine dayanan fikirleri, büyük edebiyatın temsilcilerinin fikirlerine uygundur. Heyecanlı ve derin bir şekilde edebiyatı düşünerek doğru ve net sonuçlara varıyor. Nasıl olur, diye sorarsınız. Galiba yeteneğin gücü bunda mı saklandı? Belki de annesi sütüyle halkının en iyi özelliklerini içine çekiyor muydu? Ya da bu, doğal bir yeteneğin mi sonucudur? Nasıl olsa, belli olan tek şey bu. Bütün bu özelliklere gerçekten sahipti. En önemli şey, yazar çalışmasının zor olduğunu anlayarak belirtilen yoldan dönmemek ve onun bütün yükünü taşıyarak gönüldeki parlak ateş korumaktır. ‘Diğerlerin yüzeysel yaklaşımından hiç hoşlanmam. Böyleler, düşündüklerini sonuna kadar ulaştırmıyor ve diğerlere yetişemiyorlar. Sonunda yarı yolda kalıyorlar’ diye çok kez vurguluyordu Mustafin.

Gabiden Mustafin’in bütün görünüşü sanki ‘Bir yazar nasıl olmalı?’ sorusuna cevap veriyor gibiydi.

Aslında ölçülüydü, konuşması azdı. Sessizlik ona bir şekilde yakışıyordu. O her şeyi içinde tutuyor, diğerler karşısında hemen açılmıyordu. Her zaman sözlerini özenle seçerek konuşuyordu. Bütün bunlar onun yazar dünyasının doğal, uydurulmamış bir kökeni olduğunu doğruluyordu. .Çünkü genelde yazarın hususi hayatı kitaplarında gösterilen yaşamının bir devamıydı ya da ona benzemiş oluyordu.

Öz topraklarını gezerek Gabiden Mustafin gürültülü ağırlamalar, buluşmalar düzenlemeden hoşlanmıyordu. Günkü hayatın akışına engel olmamaya çalışıyordu. Onun için, onu nasıl ağıladıkları ya da hangi saygı işretleri yaptıkları önemli değildi. Bugünkü avuldaki değişmeler görme arzusu onu rahat bırakmıyordu. Geçmişi bugün ile karşılaştırdığı zaman ciddi bir sevinç duyuyordu.

Birkaç yıl önce ben G. Mustafin ile birlikte Karaganda’ya gitmiştim. Uzak avulları ziyaret edip onun böyle bir sevincinin tanığı olmuştum. O zaman görüp duyduğumu şimdi romanlarında anlatılan olaylarla karşılaştırıyorum. Kendi buluştuğum kişilerden kitaplarının prototiplerini bulmaya çalışıyorum, portrelerini, karakterlerini, o zaman söylediği sözleri yeniden kurmaya çalışıyorum.

Önce dediğim gibi G. Mustafin Karaganda topraklarında doğup büyümüştü. Ve eserlerinin birçok olayı burada yer alıyordu.

Br yazar için her şeyi kendi gözleriyle görmek ve yaşamak ne kadar önemli olduğunu G. Mustafin’n yaşamı ve kitaplarının sayfaları anlatıyor. Ciddi hayat tecrübesi aldıktan sonra yazmaya başladı. Edebiyata, kendi gördüğü yaşam, kendi katıldığı olaylar, her günkü hayatta onu kucaklayan insanları tamamen getirdi. Sonra gördüğü ve yaşadığını geliştirdi ve yazar hayal gücü ile zenginleştirdi. Ve daha sonra konuştuğu bir rastlantı sonucu değildi. ‘Gördüğünden bir izlenim özel olabilir. Yazılış kolay, çünkü kahramanın psikolojisini kolay kolay anlıyorsun. Yeterince heyecanlanmadıysan, hayatta görmediysen bir kitap yaratmak zordur. Yüreğin alışılmış bir şeyle doluysa sevgi ve bağlılıkla yazıyorsun.’

Temirtau’ya giderken G. Mustafin’n 1902 yılında doğduğu Cauğır dağı eteğinde durduk. ‘Topraklarımız göçmenlere verildiği ve bütün avulumuz Cauır’dan çıkıp Kızılkuduk’taki yeni yerleşme yerine göç ettiği zaman etrafımı yeni anlamaya başladım. Öz toprakları ile vedalaşan insanların ağlaması ve inlemesi, göçmenlerle dövüşler, insan kayıpları, her şey canımda giderilmeyen bir iz bıraktı’ – diye hatırlıyordu o uzak zamanları.

Yaratıcılığın psikolojisinde çözülmemiş çok sır var. İnsanda yazar yeteneğinin uyanmasının tam saatini belirmek zor. Ve o uzak zamanın olaylarının yedi yaşındaki çocuğun canında giderilmeyen bir iz bıraktığı şaşırtıcı değildir. Belki tam o sırada etrafındaki çevrenin yazar algılanmasının bir başlangıcıydı.

Her insan için onun çocukluğu, doğduğu ve büyüdüğü yerler değerlidir. İster istemez görüştüğün ve konuştuğun insanlarla buluşmak istiyorsun. ‘Geçmişin olayları göz ardı etmemek gerek. Gidilmiş bir yol iyi bir başlangıcın temeli olmalı. Kızılkuduk avulumuzun yazlığıydı. Yolculuğumuza ondan başlayalım, Spassk’ta onu bitirelim.’ – diye rica etti benden o zaman G. Mustafin, çocukluğunun topraklarını tekrar görmek isteyerek. Geçmişten ne kaldığını, bugün hangi değişiklerin olduğunu görmek istiyordu. O topraklarda her şeyin ona yakın olmasına rağmen, dün ile bugün arasında kocaman bir zaman vardı. Avul bambaşka, insanlar da bambaşka oldu.

Edebiyat bir insanın ikinci hayatıdır. Edebiyat, bir bakıma yaşamdan ders alıyor, diğer bakıma ise yaşamdaki değişmeleri etkiliyor. Yaşam, bilindiği gibi yerde durmuyor, her zaman ilerliyor. Bir yazarın sadece yarına bakması değil de, geleceği öngörmesi gerekiyor. Çok hızlı akan yaşamın kervanından çoktan geri kalan geçmişin anlatılmasının bir anlamı yok. Belki yolda uzun zaman susan yazar bunu düşünüyordu.

Gabiden Mustafin avullara giderek her zaman eksi dostlarını soruyor, onlarla mutlaka görüşüyordu. Böyle buluşmalar sırasında konuşma uzun sürüyordu, yine bu ya da şu insanlar, unutulmuş olaylar ortaya çıkıyordu. Bazen, yazarın yarattığı kahramanların arasında kendimi bulmuş gibiydim. Bir hikaye anlatıldığı zaman, G. Mustafin her zaman, ‘Bunu ‘Tanık’ta gösterdim!’ demeye yetişiyor, ya da öylesine ‘Onun babasının davranışı ‘Fırtına sonrası’ romanında bulmak mümkündür’ diye belirliyordu. Oturanlar arasında ‘Karaganda’nın prototipleri de vardı. Sanki bütün bozkır, kılığını kaybetmeden buradan kitaplarının sayfalarına doğru göç etmişti.

Genelde küçük insanların sevinçleri ve üzgünlükleri kolay görülemez. Ama onları yazarlar fark ediyor. Gabiden Mustafin’in kitaplarında sadece baş kahramanların tiplerini anlamaya değil de,  zamanın kendisinin tipini yeniden kurmaya yardım eden eşsiz karakter özelliklerine sahip olan çok kahraman buluyoruz.

Gabiden Mustafin yenilikleri, yaşamımızın güzel taraflarını yazmaktan hoşlanıyordu. Kitapları ebedi hareket, durduramayan yeniliklerle doludur. Onların temeli ve hareket gücü, yeni zamanın insanlarının kaderlerine büyük değişiklikler getiren komünist fikirleri ve sosyalist çalışmasıdır.

 

Ahat CAKSIBAYEV