Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
MÜSİREPOV  Gabit, "Kazakistanlı Asker"

15.10.2015 3865

MÜSİREPOV  Gabit, "Kazakistanlı Asker"

Язык оригинала: "Kazakistanlı Asker"

Автор оригинала: Gabit MÜSİREPOV,

Автор перевода: not specified

Дата: 15.10.2015



Öykü


Yarım yüzyıl önce Kazak halkının yetenekli oğlu, şair demokrat Sultanmahmut Toraygırov, acıyla "Kazaklarda öykü yok, öyküleri okuyanlar da yok" demişti. Birkaç sene önce Toryagırov’un bu sözlerini makalelerinden birinde alıntı olarak yazan Sabit Mukanov " Maalesef bu tespit acımasız bir gerçekti" yorumunu yaptı.

Sadece Abay’ın şiirleri, o dönemlerdeki diğer ülkelerin şiirleriyle aynı kefeye konulabilirdi. O zamanlarda Kazak edebiyatında roman tarzı eserler ise hemen hemen hiç yoktu ve bunun öncelikli sebebi, gerçektende okuyucu olmamasıydı. Kocaman ülkede, birkaç tane Fransa ve Belçika sığacak kadar büyük ülkede, okuma yazma bilenleri parmakla sayılabilirdi.

Ama o zamandan bu yana çok şey değişti – hem Kazak bozkırlarında hem de Kazak halkının hayatında. Ve artık Fransız yayınevlerinde Muhtar Auezov’un "Abay" romanını görebiliyoruz. Romanın ön sözünü yazar Lui Aragon yazmıştır: "Bu eserin benim ülkemde popüler olmasından çok büyük bir gurur duyuyorum. Benim düşünceme göre epik roman "Abay", XX. yüzyılın en önemli eserlerinden biridir…" Roman büyük bir başarı kazanmış ve bu roman Romence’ye, Lehçeye, Çekçe’ye, Bulgarcaya, Slovakçaya, Macarcaya, Almancaya, İngilizceye, Çinceye çevrilmiştir. Ayrıca G.Mustafin’in "Karaganda", T.Ahtanov’un "Sert yıllar’ adlı eserleri de çevrilmektedir… Moskova, Paris, Leipzig, Brikselde ki eleştirmenler artık sadece Kazakça ile ilgili değil Kazakistan’da ki nesirle ilgili de makaleler yazıyorlar… Ve Sultanmahmut Toraygırov’un acı sözleri artık tarihte kalmıştı.

1948 yılında Kazakistan’da yayınlanmış olan Gabit Musrepov’un "Kazakistanlı asker" romanı bir sene sonra Rusçaya çevrilerek basılmış, 1958 yılında ise Fransa ve Belçika’da da yayınlanmıştır.

1951 yılının Mart ayında "Literaturnaya Gazeta" Dossor petrol işletmesinde düzenlenmiş okuyucu konferansıyla ilgili küçük bir makale yayınlanmıştır. O makalede okuyucular, G.Musrepov’un "Kazakistanlı asker" romanın başkahramanı olan Kayruş-Kostya Sartaleev’in benzeri olan Sovyetler Birliği Kahramanı Konstantin İsmagulov ile karşılaşmasını anlatıyordu. Konstantin İsmagulov okuyuculara savaşı, kendi hayatını, anlatmış ve okuyucuların bildiği ve sevdiği bir roman olan "Kazakistanlı asker" onlar için bambaşka ve yepyeni bir yandan bakmıştır.

Okuyucular için düzenlenen konferansta, G.Musrepov’un "Kazakistanlı asker" romanının başkarakterinin, gerçekten yaşayan bir insanın özelliklerini bir anda almadığı anlatılmıştır. Gabit Musrepov’un sanat faaliyetlerinin kökleri öz topraklarında geçmektedir. Bu bağlantı; 20’li yılların sonunda çıkmış Musrepov’un ilk kısa hikâyeleri ve romanları: "Uçurumun içinde", "Kos-Şalkar", "Yeşil evde ki komşular", "Kargaburunlu"; ve kısa öyküler serisi: "Anne ile ilgili masal", ve de oyunları: "Amangeldi", "Kozı-Korpeş ve Bayan-Sulu", "Şairin trajedisi" ve sonuçta Kazak edebiyatının aşamalarında ki en ünlü romanı " Uyandırılmış toprak’ta" izlenebilir.

O zamanlar yapılmış eleştirilerde, bu romanın tarihsel olarak belli bir dokümantasyon temeli var olmasına rağmen içeriğine göre bunun – bir karakterin incelenmesi ve evcimen niteliğe sahip bir eser olduğunu yazmışlar ve orada G.Musrepov’un yazar kimliğinin özelliklerinin ifadesinin görüldüğünü belirtmişlerdir[1]. Ve gerçekten G.Musrepov hangi konuda yazarsa yazsın, sosyal olarak tipik bir karakter yaratma ve sosyal motivasyonda ustalığını gösterirken hep kendi memleketini gözler önüne sermiştir. Onun önceliği, halkının gerçek hayatıydı. Bu, Kazakistan’ın sanatıyla yeni hayata katılma tutkusu, Gabit Musrepov’un tüm sanatının dokunaklığını, yönlerini ve hatta stilinde tanımlar.

Yurt içinde ki ve yurt dışında ki eleştirmenler "Kazakistanlı asker" romanın iki farklı tarzı olduğunu: tüm hikâyenin birinci bölümünde lirik-romantik tarz (kahramanın çocukluğu ve ergenliği) ve bazılarına kuru ve yazamamış gibi gelen ikinci bölümünde ki sert, gerçekçi tarzı hakkında çok farklı şekillerde konuşuyorlardı. Bu tür tarz farklığını sanatsal anlamda reddediyorlardı. Bu arada romanda, korkunç bir savaşın, ülkenin tüm hayatının değişmesi anlatılıyor, savaşın trajedisi ve kahramanlık destanının sadece şahidi değil doğrudan katılımcısı olan genç çocuğun ruhunu nasıl sertleştirdiğini ve büyüdüğü anlatılıyordu. Kazakistanlı genç askerin, ülkemizle birlikte geçtiği bütün yollar anlatılmıştır. Hayatımızın her yanında yaşanan bu tür darbe Dünya savaşında Sovyet insanın payına düşmüş sınamaları geçtiği kahramanın gönlüğün erkekleştirmesini maksimum gerçekçe anlatmayı isteyen romanın tarzına yansıtılmaz mıydı? Dolasıyla, madem sanat acısından uyumlu bir eser konuşuluyorsa, bu nedenle kitabın ikinci bölümünde sadece bam başka hayat ve insan materyallerle değil yazarın diğer zihinsel tutum ile çalışan anlatma tarzı tamamen değişmez mi?

Romanın birinci bölümünde, romanın ana içeriğinin "sadece" bir temel oluşturması ve çocukluk duygularını, yaşantılarını, gençlik aşkını ve arkadaşlıklarını anlatmasına ve ince bir coşku dikkat çekmesine rağmen, Musrepov’un romanının bu bölümü hiçte iddialı değildir. Okuyucular; başlangıçta kahramanın yoluna güller serilmediğini, orda hayatın pınarında onun karakterinin oluşturulduğunu ve daha sonra kendi gelişiminin mantığa uygunluğunu da göreceklerdir.

Kahramanımız şöyle demektedir: "Ben çocukluğumun detaylarını hemen hemen hiç hatırlamıyorum – atılmış top gibi uçmuş, duvara çarpmış, geri gelmiş, yerde zıplamış ve aniden donmuş gibi… On yaşındaydım. Nehrin kıyısında ki ağaçta solucanlar gibi dağılmış inek sürüsünün önünde duruyordum. Sabah kumda inanılmaz kadar net görünen kendi gölgem yatıyor ve tıpkı benim gibi şaşkın şaşkın hayatla ilk karşılaşmasına bakıyor. Üzerinde aynı benimki gibi kulakları asık malahay[2], elinde ise Guryev’e inşaata gitmiş abimden aldığı çobanlık sopası…"

Bu arada küçük kahramanın gölgesinin " şaşkın şaşkın baktığı" hayat ile çatışması son derece mühimdir: kızıl köşede ki toplantıya üç kere katılma izni alan, o toplantılarda fırının arkasında rahatça uyuyan ve toplantılarda ne konuşulduğunu hiç anlamayan on yaşında ki kolhoz aktivisti, her şeye rağmen kendini kolhoz başkanı zanneden ve "tüm köyün – hem insanların hem de varlıkların – tam olarak onun emri altında olacak" diye düşünen koskoca Kara-Murt ile çatışmıştı. Gerçekte buna "çatışmada" denemezdi: çocuk her hatasında, ciddi ciddi en korkunç ceza olan "kırk gece – ahırda" diyen başkanın sihirli gücünden büyülenmiş olarak paniğe kapılıp nereye gittiğini bilmeden; yeter ki bu adamdan, onun seyrek bir fırçaya benzeyen bıyıklarından ve renksiz gözlerinin buz gibi bakışından uzağa kaçıyordu. Küçük çocuğa emanet edilmiş olan sürüden genç bir buzağı kaybolmuştu! Bu kayıptan kurt mu suçluydu veya buzağının kendisi bilmediği bir yere mi kaçmıştı. Bunu düşünmenin bir anlamı yoktu – ve bu nedenle çocuk kaçmıştı. Kara-Murt’un ona ne yapacağını düşünmeye bile cesaret edemeden kaçmıştı. Aslında belki de çocuğu sadece korku dürtmüyordu: "Belki ben Kara-Murt’un korkunç tehdidinden kaçıyordum, belki de ayaklarımla asla ulaşılamayacak denizleri doğuran serabın mavi dalgalarıyla dolu, sıkıcı, uyumuş bozkır gibi yüzyıllarca durmuş köylü hayatından, şehir hayatının yeniliğine doğru koşuyordum. Kim bilir? Belki…"

Kayraktı köyünde, oğlu nerede olursa olsun birçok kere ona geleceği annesi ve bir de yedi yaşlı "tombik" Akbota – "deve yavrusu" kalmıştı. Çocuk ona olan sevgisini çocuk tüm hayatı boyunca içinde taşıyacaktı. Kendi köyü ve üzerinde sığır ve at sürüleri otlayan bozkırda geride kalmıştı… Tabi ki sadece Kara-Murt’tan duyduğu korku çocuğu uzağa, Ural nehrine doğru ve çok daha uzağa – eski Hazar’a doğru kovalamıyordu, onunla birlikte sanki "yüzyıllarca durmuş, sıkıcı, uyumuş bozkır da kaçıyordu…".

Ne sebeple kaçmış olursa olsun, küçük kolhoz aktivisti bir daha kendi köyüne dönememişti: Kayruş Sartaleev’in "hayat üniversiteleri" Guryev şehri pazarında başlamış, sonra yaşı ondan birazcık büyük ergen Şegen ve küçük Boraş ile arkadaşlığı, sonra yetimhane, asla görmediği şehirde bir gün kendisini kurtarmak için aramaya gelen "şişmiş yüzlü, inanılmaz kirli, baldırı çıplak bir çocuk", tahmin edemediği özelliklerini ve becerilerini ortaya çıkarmaya yardım eden insanlarla.

Ama Kayruş, kendi köyüyle vedalaşıp yetimhaneye düştükten sonra bile sonsuza dek onu kalbinden silememişti. Yetimhanede kendisini bulan annesinin onu yanına alıp tekrar Kara-Murt’un ellerine düşme korkusuna rağmen, annesinin kucağına fırlayarak onun üzerine sinmiş bozkırın kokusunu hayranlıkla içine çekmesini engellememişti. O, yetimhane Uralsk’a taşındığında annesine ve köyüne geri dönemeyeceği için acı çekiyor, araba onun doğduğu topraklardan geçip köyünden daha, çok daha uzağa gidiyordu: "Keşke araba daha yavaş gitseydi. Belki o zaman arabadan atlayıp eve kaçardım. Ama araba oldukça yüksek bir hızla gidiyordu. Beni kimse anlamıyordu. Herkes kafasına hiç bir şeyi takmamış gibi şarkı söylüyordu. Ben ise arabanın gövdesine yaslanmış, gözyaşlarımı herkesten gizleyerek sessizce ve susup ağlıyordum. Taa ki sonbahar tepecikleri tekdüze geçilirken sakinleşip uyuyana kadar."

Kayruş’un içinde her zaman var olan kendine güven hissi, onu bu kadar iç zenginliğe, derinlerde hissedebilen ve etrafında ki her şeyi düşünebilen bir insan yapmaktadır. Bu yüzden onun sürekli kendisinden memnuniyetsizliği (gençliğini sorgulayarak kendini "Hayatında iyi ve işe yarar ne yaptın sen?" diye soruyordu), ve kendi halkı için önemli ve faydalı bir şeyler yapma isteği ortadaydı. Kendi köyünde gerçekleşen değişiklikleri can kulağıyla dinliyordu. Bu yüzden yaşça kendisinden büyük yoldaşı Şegen’in askerlikten yolladığı mektuplarını dört gözle bekliyordu – bu mektuplar ona umut veriyor, kendisine güvenini arttırıyor, arkadaşının romantik dünya görüşü, Kayruş’un çekingenlikten ve kendine güvensizliğinden kurtulmasına yardım ediyordu. Bu mektuplar onun gençlik için tipik olan tereddütlerinde önemli bir temel oluşturuyor, kişisel dramanın üstesinden gelmek ve evlendirildiği Akbota’ya karşı hissettiği aşka sadık kalmak için iç güçlerini bulmasında yardım ediyordu…

Kayruş-Kostya gözlerimizin önünde büyüyordu. Yazar onu sevgi dolu ve nazik bir şekilde anlatıyor, onun zayıf noktalarını saklamıyor ve karşılaşmak zorunda kaldığı zorluklarda da susmuyor. Bu yüzden okuyucu yazara güven duymaya başlıyor, romanında oluşturduğu hayat tablosu aklında kalıyor, kahramana ise tanıdığı ve samimi olduğu bir kişi gibi empati doğuruyor.

- "Siz hiçbir şey saklamayın, bende hiçbir şey eklemem. Anlaştık! Ben hiçbir şey saklamayacağım siz ise hiçbir şey eklemeyin – böyle anlaştık biz." G.Musrepov bu sözleri "Kazakistanlı asker" romanın birinci bölümünün epigrafisi olmuştur. Aslında bu söz, bütün kitabın epigrafisi olabilirdi. Ama kahramanın çocukluğunun ve ergenliğin içeriğini bu sözler maksimum şekilde ifade eder: yazar kendi kahramanda hiçbir şey saklamamıştır.

G.Musrepov’un "Amangeldi" oyununun kahramanlardan biri olan II. Nikolas’ın hakaret dolu bir kararnamesinden bahseder: "O kararnamede: Biz Kazakların memleketi yokmuş ve yüzyıllarca kendi topraklarımızda, öz memleketimizde yaşayan bizler buranın yabancısıymışız, buraya ait değilmişiz! Çarın fikrine göre biz, millet adı almayı hakketmemişiz: Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler… Aslında çar için biz insan bile değiliz, sığırız! Sığırlara nasıl davranılıyorsa bize de öyle davranmaya karar vermiş: sürü gibi en zor, en ağır işlere göndermek. Cepheye de değil – bize silah emanet etmekten bile korkmuş. Tabi. Yabancı işte!..."

Rusya’nın halklarına bu bakışı, 1917 yılının Ekim ayında sona ermişti. Kayruş Sartaleev, trajediyi 1941 yılında, sınır askeri olarak silah elinde karşılamıştı. O zamana kadar savaş tecrübesine sahip olmuştu bile: iki yakalanmış suçlular hesaba yazıldı bile… ve "Amangeldi" oyununun kahramanı Kazakların memleketi olmadığını ve bu nedenle onu korumaya hakkı olmadığını da acıyla ve öfkeyle söylüyordu. Kayruş’un hakları devrimle kazanılmıştı ve şimdi bu zor zamanlarda o da bu haklarını koruyordu.

Guryev yakınında bulunan Kayraktı köyü doğumlu Kayruş Sartaleev, Kazakistanlı asker oldu – faşizmle yapılan kanlı savaşta direnen, kendi borcunu ödemiş ve devrimin zaferini sabitlemiş milyonlarca Sovyet insanından biri.

Savaş, G.Musrepov’un kitabına sade ve günlük bir şeymiş gibi "girmektedir": Kayruş sınır geçişlerinde düzeni sağlamaya çalışan askeri birimde idi. Motorların kükremeleri, araçların sinyallerinin bağırışları, tartışmalar ve kavgalar - romantik hevesli delikanlının, düşmanlarıyla ölümcül mücadelesinin ilk günlerinde beklediği şeyler değildi: "biz çok basit ve tartışmasız bir şey için mücadele ediyoruz – insanların geçmek için sıraya uyması ve yaya ve araç trafiğinin köprüyü tıkamasını önlemek için. Bu günlük işi biz trafik polislerine benzetiyorduk. Kahramanlık için fırsat nerde?" Ama bu "bilinen köprü" üzerinden binlerce insanın, yüzlerce arabanın geçtiği esnada Almanların geçiş yolunu bombalaması sırasında teğmen ağır yaralanmış ve çavuş Kayruş tek komutan olarak kalmıştır. O, karargâha teğmenin yaralanmasıyla ilgili geçilen ilk raporu "sınır geçişlerinin başı" olarak imzalamış ve "bu imzasından dolayı çocuksu bir gurura" kapılmıştı. Geçiş esnasında bir tıkanıklık başka tıkanıkla değişirdi. O, yeni üstlenmiş olduğu görevleri ve sorunları dikkate alarak, her biriminin durumunu hesaba katarak hemen çözmeliydi. Ve havada hâkim olan ve eninde sonunda burada ki her şeyi yakıp, geçişi yok edecek faşist hava kuvvetlerinin durmadan bombalamaları altında bunu yapmalıydı.

Böylece Kayruş Sartaleev ateşle vaftiz olmuştu. Önlerinde bitmeyen çarpışmalar, geri çekilmenin acısı, askerlere "Moskova tehlikede!" sözleri, yakılan Rostov şehrinin yanında çarpışma olacağı ve Kazakistanlı asker burada Rostov şehrinin yanındaki köprüde kendini "kocaman ülkenin bir parçası" olarak hissederek Moskova’yı kollayacaktı. Sonra da yeni çarpışmalar, ağır yaralanmalar, hastane, yine cephe ve sonuçta Kayruş Sartaleev asker arkadaşlarıyla birlikte Kırım için savaşacak ve kahramanlık yapacak.

O zamana kadar G.Musrepov’un kahramanının arkasında asla bir yere ayrılamayacağı çocukluğu ve gençliği vardı ve nereye gidecekti ki zaten – bu onun serveti, onun gücüydü: kendi köyünde ki dar barakadan, pazar kalabalığı gibi sıkıştırılmış, daralmış ve gürültülü bir zamanda geldiği şehir; anne, Şegen, Akbota…Onun geçmişinde küçük Kayraktı köyü ile Moskova’nın önemini, kopmazlığını ve bağlantılarını algılaması. Onun geçmişinde savaşın zor yolları, arkadaşlarının ölümü, hikâyelerde ve kitaplarda değil gerçek hayatta karşılaştığı faşizmin suçları – bu kendisine ait bir tecrübedir. Ve bu yüzden asker kahramanımızın kaderinde, tankların salyangozları ile çizilmiş, kardeş mezarlarının tepeleri kapladığı, parçalanmış arabalarla dolu Tamansk yarımadasına adım attığında o ve onun asker arkadaşlarının, Kerçensk boğazı üzerinden zıplamaya hazırlandığı zamanda bizim karşımızda olgunlaşmış, güçlü ve onu bekleyen her şeye hazır bir adam görüyoruz.

Burada G.Musrepov’un romanının başarısının en önemli sebeplerinden biri – yazar, kahramanın biyografisini süslemiyor, resimlendirilmiyor ama okuyan insanı, ruhun evrimi ve erkekleşme ile tanıştırıyor. Okuyan sanki kahramanın vekili gibi onun her adımında empati yaşıyor.

Ama askerlerin havadan inişi, kıyıda gece kısa süren çarpışma geride kalmış, yüksekte bulunan faşistlerin ateş noktası işgal edilmiş, komutanları öldürülmüştü. Kayruş küçük asker grubu ile Almanlar tarafından işgal edilmiş olan Kırım’da ülkesinin temsilcisi olarak kalmıştı. Onları bekleyen çarpışma ne kadar fantastik ne kadar imkânsız olursa olsun askerler geriye kaçmak niyetinde değillerdi: " Almanlara bu toprakların gerçek sahibinin biz olduğunu kanıtlayacağız. Onlar bizden kaçacaklar!" ve bunu kanıtlayacaklardı: Tepede ateş noktasının üzerinde kırmızı bayrağı açacaklar ve birbiri ardına şiddetli saldırılarla düşmanı yeneceklerdi…

"Bütün dünyada doğduğun ve büyüdüğün yerlerden daha iyisi yoktur" – Kahramanımız Hoca Nasrettin’in bu sözlerini romanın en sonunda hatırlar. Bunlar onun düşündüklerini en iyi şekilde ifade eden cümlelerdi – Kayruş bu sözlerin haklığını romanın en başından hayata ilk adımlarını atarken hissediyordu. Sadece finalde derinliğini anlayacak ve hayatı boyunca bu sözlere sadık kalacaktı.

Gabit Musrepov’un "Kazakistanlı asker" adlı romanının başarısı işte burada yatmaktadır: bu bulgu yazar tarafından beyan edilmemesine rağmen tamamen doğal olarak tüm anlattıklarından kaynaklanmış, romanın içeriğini ifade etmesiyle ve romanın kahramanlarının kaderi ile teyit edilmiştir.

Ancak yazarın fikrini sadece bu düşünce temsil etmemektedir. Kayruş Sartaleev savaş yollarında nihayet bulduğu sevgilisini düşünerek: "Bütün dünyada doğduğun ve büyüdüğün topraklarından daha iyisi yoktur. Ve senin kendi göğsünle emzireceğin kişiler için bu topraklar daha iyi olsun isterim…"

G.Musrepov’un roman kahramanı için savaş bitmişti ama hayat devam ediyordu. O hayat çok daha iyi olmalıydı. Çünkü o hayat çok fazla bedel ödenerek kazanılmıştı.


Z.Krahmalnikova

BİRİNCİ BÖLÜM


- Siz hiçbir şey saklamayın

ben ise hiçbir şey eklemem.

-Anlaştık! Ben hiçbir şey saklamayacağım

siz ise hiçbir şey eklemeyin.

Böyle anlaştık biz.

I

Koşuyorum ve koşuyorum. Bozkırda ki tüy otları çıplak ayağıma tüylü kuyruklarıyla yumuşakça vuruyor, sonra da iğneler gibi batıyordu.

Sıcak...O kadar sıcak ki; kendi gölgen bile senin altına saklanmaya çalışır. Etrafında ki her şey sessiz ve hareketsizdir. Böyle bir sessizlik her yerde olabilirdi. Duyulan tek ses, günün yarısının sıcaklığında krallığını ilan eden sürekli vızıltı şarkılar söyleyen çekirgelerin şarkılarıydı.

Ürkek, etrafa bakarak koşuyorum. Şehre kaçmaya karar verdiğim için koşuyorum, Peşime düşenlerden ve cezadan korktuğum için ürkekçe etrafıma bakıyordum. Bana emanet edilen kocaman inek sürüsünü nehir kıyısında bakımsız bıraktığım için kesilmemiş altın buğday tarlasına hızlıca dağılmışlardı.

Tam on yaşındaydım. Ben bilinçli bir vatandaş hatta aktivistim: Kırmızı köşede düzenlenen toplantıya beni tam üç kere çağırmışlardı. Galiba kolhoz nedir ve çok ciddi bir konu olan kolhozun nasıl organize edilebileceği konusunda benimde yardım edebileceğimi düşünmüşlerdi. Ne anladığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey şuydu; kocaman bir fırının arkasında ki köşede yapılan sosyal bir toplantıda uyuduğum için her seferinde arkadaşça sitem ederek üzüntüyle sızlanan, benim siyah pembe burunlu köpeğim Altay’ın beni uyandırmasıydı ve her nedense ben hep toplantıdan sonra uyanıyordum.

İşte bu "aktivistin" ta kendisi, korkuyla arkasına bakarak Guryev’e kaçıyordu. Kulağında net olarak Kara- Murt’un ağır sözleri duyuluyordu. O, sürüyü emanet ederken "aktivisti" sıkıca uyarmıştı:

- Bir buzağı kaybolursa ambarda kırk gece yatarsın! anladın mı?

Bunu söylerken onun bıyıkları çok tehditkâr görünüyordu. Özellikle bu bıyıkları için ona Kara-Murt[3] lakabı verilmişti ve onu "başkan" olarak adlandırdıkları bu bahardan itibaren, bıyıkları sanki daha da tehditkâr görünmeye başlamıştı. O adam benim için, gökyüzünün dayandığı kenarlarıyla bizim geniş bozkırlarımızın tek sahibiydi.

Aslında Kara- Murt kolhozun başkanı değildi. Bunun çok basit bir nedeni vardı. Aslında ortada kolhoz da yoktu. Dahası köyümüzde başkan olarak onu hiç kimsenin seçeceğini de düşünmüyordum. Kara- Murt her zaman Kazak şarkısında söylenen kişiydi:

Bizim üzgün topraklarımız gözyaşlarıyla kaplanmıştır

Çünkü her bozkır köyünün kendi Adrakbay’ı vardır

Kolektivizasyonun Kazak bozkırında yeni başladığı ve Adrakbay’ların kendi sığırlarını, sürülerini, kurtarmaya çalışırken, genç Sovyet iktidarının her yeniliğini kendi faydalarına çevirmeye çalışmalarının üzerinden uzun yıllar geçmişti. İşte yine bir akşam insanlar, işten sonra ilkbaharın nemli havasında alçak kilden yapılmış evlerinin çatılarına dinlenmek için çıktıkları anda bu bizim "Adrakbay" bir yerden karnı tok atıyla gelmiş, etrafa çamur fırlatan atını durdurup kırbacını sallayarak, tüm köye bağırmıştı:

- Gittim! Anlaştım çok şükür. Kayraktı köyü diye bir köy artık yok. Kayraktı kolhozu var ve ben sizin başkanınız oldum.

Kara- Murt’un daha sonra anlattıklarına göre bütün köy; hem insanların hem varlıkların tam olarak onun emrinde olacağı anlaşılıyordu ve o andan itibaren kolhoz ne demek, kolhoz nasıl organize edilir diye sonsuz tartışmalar başlamasına rağmen annem de dahil köyümüzde ki bütün kadınlar, Kara- Murt’u "başkan" olarak köyümüzü de "kolhoz" olarak adlandırmaya başlamışlardı. Genelde çocuklar annelerin sözlerini tekrar ederler. Hele de babası olmayan çocuklar. Bu yüzden benim için Kara- Murt gizemli bir "başkan" ve istediği her şeyi yapabilecek biri olmuştu. Gözlerimde daha büyümüş, boyu daha uzamış ve kalan herkes onun müthiş heybetli azameti karşısında yok olmuştu.

Şimdi ise ben, Kara- Murt’un her şeyi gören bakışlarıyla benim utanç verici kaçışımı çoktan fark ettiğinden ve kendi "orlovlu" atı üzerinde peşimden koştuğundan emindim. Onun öfkeyle alevlenmiş yüzünü çok net olarak hayal ediyordum. Onun seyrek fırça şeklinde ki bıyıkları, sinirli kırmızı bir tarantulaya benzeyerek dışarı doğru açılmıştı. Renksiz gözleri buz gibi bir bakışla, sanki seni canlı canlı yutacakmış gibi bakıyordu. Altın kaplı ve kahverengi dişlerinin arasından, senin "alçak soylu" olduğunla ilgili eleştirel sözler çıkıyordu. İşte bu hatıralar bana hiç iyi şeyler söylemiyordu.

Daha önce dinlendiğimde düşüncelerimde defalarca "ambarda kırk gece" tehdidinin gerçekte nasıl bir şey olduğunu hayal ediyordum ve her seferinde aklım, un, koyun eti ve bir sürü şeyle dolu Kara- Murt’un tuğladan yapılma ambarına gidiyordu. Bazen alçak gönüllü olduğum zamanlarda bu ambara düşmek isterdim. Aslında "başkan’ın" ambarında evimden daha rahat ve huzurlu olacağımı düşünüyordum. Hele bu ambara yalnız değil de kız arkadaşımda gelirse tamamdı.

O günlerde ben, hafif bir utanma hissiyle yedi yaşında ki tombik Akbota’yı[4] seviyordum. O da bana karşı boş değildi. Ya benden makas alır, ya iki küçük yumruğuyla göğsüme vurur ya da dilini göstererek hemen yurtada saklanırdı. O ciddiyken gülerdi, gülerken ciddi olurdu. Hakikaten onda, o küçük kuzuda, bir şeyler var sanıyordum.Ben onu tüm kalbimle seviyordum ve sabırsızlıkla onu istemek için yirmi yaşıma gelmeyi bekliyordum. Hatta bu olay için aracılık yapacak çöpçatanları bile seçmiştim. Mesela kırmızı köşenin yöneticisi. Bu işlerde bayağı tecrübeli bir adamdı. Üstelikte her köyde ki romantik işleri destekliyordu. Ya da ilçe tüketim komisyonu mağazasının müdürünü. Düğünlerde en güzel konuşmaları bu adam yapardı. Yaşlı bir adam genç bir kadın aldığında - bu olayda insanlığın genç bahara doğru sürüklenmesini bu adamda görebiliriz veya genç bir delikanlı ileri yaşta bir kadınla evlenirse sözlerini tam tersine çevirerek, gençliğin ergenliğin aklını anlamaya çalışmasını anlatırdı. İki gencin düğününde Şehrazat’ın masallarını ortaya seriyordu. Bir de sanki kendisi uzun yüz yıllar boyunca genç yaşamış gibi ve en az yetmiş kere aşık olmuş gibi bir sürü hikâye anlatıyordu. Onun hikâyelerini herkes bilirdi. Bu hikâyelere alışmışlardı ve tıpkı insanların birbirlerine küçük tavizler verdikleri gibi onun da bu hikâyelerini affediyorlardı.

Kısaca çöpçatanları çoktan belirlemiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse saygıyı sadece onlara karşı değil, otlatma görevim olan ineklere karşıda duyuyordum. En önemli şey, artık en kısa zamanda gerekli yaşa gelmekti. Defalarca bir sabah hazır yirmi yaşındaki delikanlı olarak uyandığımı hayal ettim. Bazen fantezilerimde baş döndürücü gelişmeler oluyordu. Ya Akbota yirmi yaşına benden daha önce gelirse bir de "aktivistlerden" biriyle evlenirse. Kızlar için evlilik daha kolay oluyordu. Gerçi ben ondan üç yaş daha büyüğüm. Hatta ben ondan daha büyük biri olarak iki kere onu dövmüştüm. Ama sonra birlikte ağlamıştık. Yine de onun, benim gelecekte ki karımın benden daha kurnaz olduğunu düşünüyordum.

O zamanlarda biz ons ekiz yaşın reşit olmak demek olduğu ve genç erkeklerin seçmen listesine kaydedildikten sonra tamamen yetişkin olarak kabul edildiğiyle ilgili kanunu henüz bilmiyorduk. Kazakların kâğıda yazılmamış kanunu ise bunu şöyle belirliyordu: "Ancak bu topraklarda ilk bağırdığın andan sonra yirmi sene geçince yetişkin olarak kabul edilirsin..." İşte bu sınır noktasına Akbota’nın ulaşması için çok erkendi. Ben ise yaşamın açık alanında ki seyahatim için koşarak yola çıkmıştım.

- Hayır. Tabi ki şaka yapıyorum. Mesele bu değildi.

Ben çocukluğumun detaylarını hemen hemen hatırlamıyordum. Atılmış bir top gibi uçup duvara vurmuş, geri sekmiş, yerde zıplamış ve bir anda durmuş...ve ben on yaşındaydım. Nehrin kıyısında duran ağacın üzerinde ki solucanlar gibi dağılmış inek sürüsünün önünde duruyorum Sabahleyin kumda inanılmaz kadar net görünen gölgem yatıyor ve tıpkı benim gibi şaşkın şaşkın hayatla ilk karşılaşmama bakıyordu. Üzerinde aynı benim üzerimde ki gibi kulakları asık malahay[5] ellerinde ise Guryev’e inşaata gitmiş abimden alınmış çobanlık sopası…" Gölgemi incelerken babamın çapanında kendimi bayağı ciddi bir adam olarak gördüm ve uzun sopaya dayanarak gururla nehre doğru yürüdüm. Ama Kara- Murt bana doğru gelmiş ve net olarak "ambarda kırk gece" düşüncesini ifade etmişti. Bu bir anda benim gururumu kırmış ve ben ağlamaya başlamıştım. Gölgemde sanki beni taklit ediyormuş gibi gözlerini silmeye başlamıştı.

Bugüne kadar her şey yolunda gitmişti. Abime layık bir değişiklik olmuştu. Akşama doğru benim bütün ineklerim sabit bir şekilde kendi yerlerinde duruyordu. Ben asla hesabı karıştırmazdım. Ama bugün her türlü hesaplıyor ama genç bir buzağı bulamıyordum. En kötüsü de kaybolan buzağı Kara- Murt’un kendisine aitti (aslında bizim "kolhoz" sürüsünün büyük bir kısmının olduğu gibi). Bu kaybın suçlusu hırsız mı, kurt mu bilemiyordum ama yine de buzağı ortada yoktu. Ben hesap konusunda oldukça iyiyimdir. Bu yüzden hesapta her hangi bir yanlışlık yoktu. Belki de bu olay, ben hayallerimde ateşli atın üzerinde uzak diyarlara uçtuğum zaman gerçekleşmişti. Lanet olası buzağı yok olmuştu. Sanki hiç yaşamamış gibiydi. Beni ambara hapsetme tehlikesi hemen başımın üzerinde asılmış ve ben kaçmak zorunda kalmıştım. Belki ben Kara-Murt’un korkunç tehdidinden kaçıyordum belki de ayaklarımla asla ulaşılamayacak denizleri doğuran, serabın mavi dalgalarıyla dolu, sıkıcı, uyumuş bozkır gibi yüzyıllarca yerinde durmuş köylü hayatından, şehirliğin yeniliğine doğru koşuyordum. Kim bilir? Belki…"

Öyle ya da böyle ben Ural nehri boyunca koşmaya devam ettim ve en yakın tepenin zirvesinden geriye baktım. Terk ettiğim sürü denizdeymiş gibi yüksek buğday tarlasında yüzüyordu. Geri dönüp tarladan onları kovmak ve sonra sakin bir gönülle tekrar yola çıkmam gerekiyordu. Bende işte böyle yaptım.

Kendi vicdanımı temizlemek için uğraşırken, inekleri buğday tarlasından kovduğum anda, güneş tepeye çıkmıştı ve benim küçük figürüme doğru yamuk bakıyordu. Ben vücuduma yapışmış çapanı çıkartmış, babamın süvari pantolonunu olabildiği kadarıyla yukarı kıvırmış koşuyordum. Kalbim kaburgalarıma vuruyordu ve ben köyden şehre kaçmak gibi cesur bir işe beni iten kararlılığıma hayran olmuştum. Ama bu duyguma, ileride beni bekleyen bilinmezliğe karşı korku duygusu da refakat ediyordu.

Güneş beni yakıyor, kafamın üzerinde ise hafif sallanan bir sütun gibi sivrisinek bulutu uçuyordu.

Sivrisinekler - Burdaaaa, burdaaaa! İşte o burada. Kaçan çocuk işte burada dermiş gibi ve beni "başkana" söylermiş gibi vızıldıyordu.

Önümde mavi Hazar’ın güçlü nefesinin düz uğultusunu hayal ediyordum. Onun kucağına düşmek için acele ederek Ural nehrinin yolunu düzeltirken dalgalı tepelere takılıp, yine vadiden geçmek zorunda kalıyordum.

Akşamüstü yanan güneş, denizin gümüş dalgacıklarını tembel tembel yakarak denize battığı zaman bütün cildim sivrisinek ısırmalarından kabarmış gibiydi ve hareketlerimi kısıtlıyordu. Denizin üzerinde, kocaman kara bir canavara benzeyen kurşun renkli korkunç bir alacakaranlık oluşmuştu. Onun aşırı yükü altında deniz sanki daha aşağılara inmişti. Alacakaranlığın içinde bazı yerlerde, karanlıkta parlayan kurt gözüne benzeyen tek tük yıldızlar görünüyordu. Gerçi ben daha önce kurt gözü görmemiştim ama hayal gücüm müthişti. Kurtlarla ilgili ve onların keskin gözleriyle ilgili hain bir düşünce aklıma gelir gelmez her çalının arkasında kurtları görüyor gibiydim.

Korkmuş bir baykuş fırladı. Kanatlarının mavimsi pembemsi yansıması, nedense bana şeytanı hatırlatmıştı. Köy kocakarılarının tanıklığına göre; bozkırımız genel olarak Ogap Molla vefat ettiği zamandan bu yana çok sayıda yayılmış şeytanlarla doluymuş ve şimdi onlar her gece Mollanın mezarının etrafında dans ederek, onu yendikleri için kutlama yapıyorlarmış. O mezarın tam olarak nerede olduğunu bilmiyordum. Ama bu civarlarda olduğunu yani şehrin yakınlarında olduğunu ve her an onunla karşılaşma ihtimali olduğu kesindi. Gece daha da yoğunlaşıyordu. Bir canavardan korkup geri çekilerek belki de çalıdan korktum bilmiyorum ama nehrin yüksek kıyısından aşağı düştüm. Nehrin güçlü akışı beni döndürerek bir kıymık gibi sürükledi. Malahay’ım başımdan düşmüş önümde yüzüyordu. Onu çok zor yakalayabilmiştim. Nehir beni direk Guryev’e götürüyordu. Sivrisinekler geride kalmış, kurtlar ve şeytanlar içinde ben artık ulaşılamaz olmuştum ama su beni batırıyordu. Zar zor kıyıya yakın bir yere ulaştım ve sudan yürüyerek sırılsıklam yoluma devam ettim. Yaşlı Hazar denizinin derin melankolik iç çekmelerinin daha yakın olduğunu hissediyordum. Gecenin sessizliğinde vuran dalgaların sesi ve geri çekilen dalganın uğultusu, daha net duyulmaya başlamıştı. Akşam deniz üzerinden kalkan büyük siyah canavar artık görülmüyordu ve ben rahatlamış vaziyette onun nihayet boğulmuş olduğunu düşündüm.

Ve nihayet sonsuz gibi uzun köprünün yanında nehrin kıyısına çıktığım anda, şehir derin bir uykudaydı. Uzaktan balıkçı teknelerinin titreyen ıslıkları duyuluyordu. Ahşaptan yapılmış küçük bir kulübenin yanında toprağa oturdum ve hemen uyudum.



II


Elbette rüyamda ben hala kaçıyordum. Önümde benim kopyam koşuyor ve sürekli bana bakarak alay ediyor "kaçak, kaçak" diye bağırıyordu. Bu serseri çocuğun arkasından koşup nihayet yakaladım. Yere düşürüp ben de üzerine düştüğümde uyanmışım.

Yüzümden, gürültülü bir şekilde mavi sinek sürüsü uçtu.

Dinlenmeye yerleştiğim kulübeyi açan dükkân sahibi öfkeyle tıslayarak:

- Hemen git buradan. Bu baldırı çıplakta nereden çıktı şimdi. Şehir açık havada füme edilmiş balık kokuyordu. Sabah gözlerini kısmış güneş, k sakin denizin yüzeyine parlak bir ayna gibi utanarak bakıyordu. Az önce serapla titreyen bozkırın üzerine kalkmış ve onun uzun altın kirpikleri, gri ahşap evlerin arkasından görünüyordu.

Ural şehrine yumuşak serin bir rüzgâr üflüyordu.

Kulübe, balıkla kokan pazarın kenarında duruyordu ve balığın keskin kokusu, benim midemle sinsi ve baştan çıkarıcı bir sohbete başlamıştı. Dün bayağı zor işlerle uğramış benim ayaklarım bir oduna benzemişti ve her hareketinde sanki gıcırdıyorlardı. Ayağa kalktım ve Rusça yarım yamalak bildiğim tek sözü söyledim:

- Marhiba

- Yürü git...- dükkâncı anlaşılmaz bir Kazakçayla cevap verdi.

Bu nedenle onun kabalığına rağmen Kazakçaya geçtim:

- Niye böyle yürü git diyorsunuz. Önce bana biraz su bir de ekmek parçası verip, sonra da fakirlerin okulu nerede göster dedim.

Gözlerimiz karşılaştı. Dükkân sahibi Kazak değildi, Rus da değildi. Benim bilmediğim bir uyrukluydu. Gözlerinin ifadesinden sözlerimin ağlamaklı anlamını algıladığını anlamıştım.

Kıllı elleriyle nehri göstererek - Al sana su dedi.

Ben utandım, gerçekten. Nehrin yanındayken su rica etmem çok komik olmuştu. Ben galiba utangaçlıktan veya adamdan mutlaka bir şey koparmak istediğimden gülümsedim. Benim şişmiş kirli çehremde ki gülüşümün ne kadar cazip olduğunu bilmiyordum ama dükkân sahibi burnunu büzüştürerek, yüksek sesle ve hor görerek tükürdü.

Biraz bozuk bir Kazakçayla - Yüce Tanrım! Böyle bir çehreyi nasıl yarattın! dedi.

Sonra üzüntüyle kafasını sallayarak ne yazık dermiş gibiydi.

Kendisinin yüzü de pekte güzel değildi aslında. Uzun, mor renkli, anlaşılmayan lekelerle dolu bir burun ve çok geniş dışarıya sarkmış bir ağız, mavi kara renk karışımı bölünmüş bir çene. Bu tablo, çocuklulukta aklınıza kolayca gelen ve hoş olmayan benzetmelere neden olabilirdi. O, benim yüzümle ilgili kendi düşüncelerini söylediği için ona layık bir cevap vermek için hazırdım. Ama o hemen tezgâha döndü ve kırmızı havyar ile büyük bir cam kavanoz çıkarttı.

Henüz satışa çıkarmadığı için sinirliydi. - Yürü git dedi tekrar.

Ben bir Kazak atasözüyle cevap verdim. - İnsanlarla sıcak konuşursan, Allah’ı soğukkanlılıkla vaaz veren molladan daha çok mutlu edersin.

Atasözünün onun hoşuna gittiği belliydi.

Kasvetli görüntüsüyle tam zıt yumuşak bir sesle - Sen galiba buralarda yenisin. Adetleri bilmiyorsun. Satışa başlamadan hiç kimse sana bir şey vermez buralarda dedi ve bir anda - En azından ceplerin var mı senin diye sordu?

- Bir cebim var.

- Elini cebine sok...Solu değil sağ elini! Ben saygıyla pantolonumun cebine elime soktum ama hala ne istediğini anlamamıştım.

Adam emir verir gibi - Para, para ver. Hadi çabuk dedi.

Boş avucumu önüne doğru uzatarak şaşırmış halde - Param yok ki, dedim.

- Şapşal. Sen öylesine yap, yani ödüyormuş gibi yap. Hadi bana yüz ruble ver.

Parmaklarımı yumruk yapar gibi sıktı ve sonra parmaklarımı açarak "yüz ruble" aldı. Sonra alışmış bir hareketli kirli parmaklarıyla becerikli şekilde sayarak bana "paranın üstünü" verdi.

Elime ekmek parçası, füme edilmiş balık ve geniş bıçağın ucuyla birazcıkta havyar vererek, içten bir ses tonuyla - Sen böyle böcek! Kesinlikle telef olursun dedi.

Rengârenk pazar halkı, düz dar inişli çıkışlı sokaklarda yürümeye başlamıştı bile. Her santimini birbirlerinden kapan satıcı kadınlar, tavuk gıdıklamalarına benzer seslerle uzun tezgâhlarda kendi yerlerini alıp üzerlerine ürünlerini koyuyorlardı. Benim dükkân sahibi kulübesinden çıkmış ve tıpkı bir horoz gibi mağrur etrafa bakıyordu.

Ben dükkân sahibi tarafından öğretilmiş pazarı dolaşıyordum. Bir kaç kere umutla sağ elimi cebime sokmuştum ama orada hiçbir zaman yüz ruble bulamamıştım. Pazardan nehre doğru uzaklaşırken, arkamdan nazik bir ses duydum:

- Hey oğluşum! Benim zavallı yetimciğim!

Arkama baktım. En arka sırada ahşap kovalı yaşlı bir kadın gördüm. Yanaştığım zaman kovanın üzerinde ki çuvalı açarak ahşap fincana ayran doldurdu.

Titreyen kemikli elleriyle fincanı bana uzatıp - İç canım dedi.

Sağ ayağını altına almış, sol dizini kaldırmış vaziyette oturuyordu. Tıpkı annemin oturduğu gibi. Tıpkı onun gibi zavallıydı.

- Boraş’la birlikte mi takılıyorsun? diye sordu kadın.

- Evet. Birlikteyiz ninem dedim ve sonra sızlanarak ağladım. Kendi kendime karşı hissettiğim acıya dayanamıyordum artık.

Kadın çok içten bir şekilde - Şanssızsınız zavallılar diye sitem etti. Üvey anne. Evet. Tabi üvey anne. Erkek için evde bir kadın öz gibi gelir ama çocuklar için hep yabancı kalır. Boraşcığımın annesi öz olsaydı evden ayrılır mıydı diye düşünüyorsun.

Kadın benimle birlikte biraz daha ağladı ve sonra kırmızı gözlerini eliyle sildi.

- Onun ayağı nasıl oldu? İyileşti mi biraz diye sordu.

Ben Boraş ve onun ayakları hakkında hiçbir şey bilmememe rağmen pervasızca - Tamamen iyileşti dedim. Sadece bu kadın için iyi bir şeyler söylemek istemiştim. Bu yüzden, tanımadığım bir çocuğun iyileşmesiyle ilgili tam bir roman anlattım.

Kadın başımı okşayarak - Siz birlikte gelin. Ona de ki; artık ona kızmıyorum diye sözünü bitirdi kadın.

Gözyaşlarımdan zorlanarak - tamam nine dedim. Kalbimi ısıtan beni okşayan elini yavaşça uzaklaştırdım ve bu iyi kalpli kadından uzaklaştım.

Mavi kulübenin kapısına takılmış uzun bir aynada, şişmiş çehreli, tahmin edilemeyecek derecede kirli, küçük baldırı çıplak birinin korkunç görünüşü, beni şoka sokmuştu.

Daha önce ben defalarca suda ki yansımalarımı beğenirdim ama burada önümde, tanımadığım bir çocuk kıpırdamadan duruyordu ve onun yüzünde kendi yüzümün bazı hatlarını zar zor tanıyordum. Bir gecede bir insan bu kadar mı değişebilirdi.

Arkamda kısık sesle bir şey çıtırdadı. Sanki bir çobanın uzun kırbacıyla vurması gibi. Kafamın üzerinden kesilmiş siyah ve kızıl saçlar döküldü. Arkama döndüğümde, kenardan ayrılmış ve düzeltilmiş saçlarıyla kocaman göbekli şişman berberi gördüm. O, müşterilere örttüğü örtüyü benim üzerime serptiğine sevinmiş, kahkahalarla gülüyordu. Ben, Uygurların yaptığı gibi başımla onun karnına sertçe vurdum. Sonra geri çekildim ve kaçtım.

nehre doğru koştum. Bütün vücudum yanıyordu ve on tırnağımın da çalışmasını gerektiren dayanılmaz sivrisineklerin ısırmalarından kaşınıyordum. Kıyafetimi kıyının kenarında oluşmuş küçük bir girintiye katlayıp koydum, sonra etrafa güvensiz şekilde bakarak suya girdim.

- Kulübenin yanında ölmüş gibi sen mi yatmıştın? diyen bir ses duydum.

Gelen sese doğru döndüm. İki erkek çocuk badi badi yürüyerek nehrin aşağısına doğru yürüyorlardı. Biri uzun boylu, zarif, belden yukarısı çıplak bir delikanlıydı. Öbürü ise benim yaşlarımda topal biriydi.

- Henüz ölmedim ben diye cevap verdim ve adeta dövüşe hazırlanmış gibi bekleyerek durdum. Yalnızlık insanı hem dikkatli hem de kararlı yapar. Onlardan pekte korkmamıştım. Sudan sert bir şey çıkartıp -daha sonra bunun devenin kemiği olduğunu anlamıştım- saldırmalarını bekledim.

- Ohoo! Ufaklığa da bakın. Belli ki bizden dedi oldukça barışçıl bir sesle büyük olanı. Sonra adeta dans edermiş gibi yürüyerek, kısa pantolona benzeyen bir şey çıkartmaya başladı. Sonra durdu, çok dikkatli adeta dokunaklı bir hassasiyetle kendi küçük arkadaşını soymaya başladı. Becerikli bir atışla kendi kıyafetini kıyının kenarından atarken, servetine karşı özensiz davranışı beni oldukça şaşırtmıştı.



III


Topal çocuğu kucağına alan büyük çocuk nehre doğru inmişti. Bunların kardeş olduğunu düşündüm ve abimi hatırladım: o da buralarda Guryev’de bir yerdeydi. Onu burada nasıl bulabilirdim?

Ergen küçük çocuğu yavaşça suya koyup bana:

- Ne o? Yoksa seni kurtlar mı parçaladı? diye sordu.

- Sivrisinekler kurtlardan daha öfkeli- diye cevap verdim.

Bütün vücudum kaşıntıdan yaralarla kaplanmıştı. Kıskançlıkla karşımdakinin düz koyu kahverengine gözlerine bakarak kendi hikâyemi anlattım.

Ufaklık omzuma ince beyaz parmaklarıyla dokunup duygusal bir şekilde - Kaşınıyor mu? diye sordu.

- Hem de nasıl! – diyerek doğruladım onu.

- Hadi Boraşcım, tarayalım! dedi büyük olan ve on tırnağıyla beni işlemeye başladı.

- Senin adın ne ? diye sordu bana.

- Kayirgaliy – diye cevap verdim – Senin adın ne?

- Ben – Şegen, bu da Boraş, Borya yani. Benim adım hiçbir şekilde değişmiyor, daha samimi olsun diye. Bu yüzden bana sadece Şegen abi diyebilirsin: nasılsa ikinizden daha büyüğüm ben.

Şegen, daha kısa ve samimi şekli bulana kadar adımı değiştirmeye başladı. Kayirgaliy, Kayruş, Kayir…

- Yok! – dedi gayet emin bir sesle. Bundan hiçbir şey çıkmaz. Mollanın sana kötü bir isim koymuş. Senin gibi delikanlıya iyi bir isim gerekir.

Ellerini kulaklara yanaştırdı, tıpkı mollaların yeni doğan bebekleri adlandırdığı gibi ciddiyetle dedi:

- Bundan sonra adın Kostya. Hayat yolunda Kostya olarak yürüyeceksin, Allah ve Peygamber nezdinde Kostya olarak cevap vereceksin!

- Annem ne der? Kostya Rus ismi…

- Annen nerde?

- Köyde, Kayraktı’da.

Biranda sırtımda yaptığı işlemi bırakıp. - Sen yoksa eve, annene geri dönmeye mi düşünüyordun? diye sordu Şegen,

- Yook! – pekte emin olmayacak şekilde tersledim. Çünkü onu üzmek istemiyordum.

Şegen şevkle işine geri döndü.

O andan itibaren ben Kostya olmuştum.

Boraş, soluk renkli, kız gibi nazikti. Onun iyilikle dolu, yeni doğmuş bir buzağın ki gibi koyu lacivert renkli gözleri, yeni her şeye şaşkınla bakıyordu. Kolay seviniyordu, kolay küsüyordu. Ona bakınca üvey annesinin onunla nasıl uğraştığı hemen anlaşılıyordu. Ağır iş yapmaya hiç uygun değildi. Hatta yüzünde, gülümsese bile geçmeyen yürek acısının bir tonu vardı.

Ben ona ayran satan yaşlı kadının dediklerini ilettim. Boraş gülümsedi. Ama onun derin gözlerinde bir an parlayan sevinç kıvılcımı hemen sönmüştü.

- İşe bak! Ne kadar da şımarıksın sen! Yeter bu kadar! Yürü! dedi Şegen ve sırtıma hafifçe vurdu.

Şegen Borya’yı kaldırdı ve kıyıya tırmanmaya başladı. Ben de arkasından tutundum. O, susarak ikimizi de yukarıya çıkarttı. Boraş’ı yavaşça kuma indirdi, beni ise gülerek o kadar sert itti ki, ben birkaç adım öteye uçtum.

Ural nehri sabahtan beri kızgındı. Ama şimdi güneşin ışıklarına nazikçe göğsünü açmıştı. Köprünün yanında köyden sayısız çocuklar ve onların dört ayaklı arkadaşları – köpekler su da oynuyorlardı. Nehrin üzerinden yayılan çocukların gürültüsü, martların çığlıklarına karışıyordu.

Şegen zayıf yapılıydı. Onun bronzlaşmış vücudu – çok esnekti. Yüksek sesle güldüğünde beyaz dişlerinin dizini ortaya çıkıyordu. Yüksek alnında, hayattan duyduğu memnuniyetsizliğin gölgesi bile yoktu. Galiba bağımsızlık ve özgürlük duygusu onun hayatında ki en büyük mutluluğu idi. Ben ona gıptayla bakarak, bir gün mutlaka onun gibi bir insan olmaya karar vermiştim.

Şegen benim yaralanmış ayaklarıma dikkatlice bakarken aynı zamanda felsefe yapar gibi anlatıyordu:

- İlk olarak ve her şeyden önce bize kafa lazım – dedi kendinden gayet emin şekilde. Onsuz hayat, Ogap Mollanın mezarlığı gibi veya Kuran’ın sayfaları gibi karanlık olacaktır. İkinci olarak bize; ayak lazım. Ayaklar bize birini yakalamak veya birinden kaçmak için - o anda hangisinin gerekli olduğuna bağlı olarak - gerekir. Üçüncü olarak bize; senin çizilmiş derini soymamız ve yeni deri ile kaplamamız lazım.

Ve Şegen bana lazım olan ilaçları almak için gideceğini söyledi. Boraş hayranlıkla uzaklaşan Şegen’e baktı.

- O seni iki günde iyileştirir! – dedi tartışılmayacak kadar kendinden emin.

Onun problemli olan dizini elleyerek – Ayağına ne oldu? diye sordum.

- Üvey annem beni çatıdan itti ve pulluğun üstüne düştüm. Şegen beni kesinlikle iyileştirirdi ama "sarayımız" soğuktu, bu yüzden yine ağrımaya başladı.

- Şegen neden evinden kaçmış? diye sordum.

- Evden değil, molladan kaçtı. Üç hafta boyunca Arapça elif, be, te, se’yi doğru şekilde söyleyemediği için… onu üç hafta boyunca dövmüşler, ta ki kaçana kadar… O, bir yıldır burada yaşıyor ve ben de bir aydır onunla birlikte yaşıyorum…

Şegen ile birlikte ikisi beni iyotla boyadılar ve üzerine bilemediğim rengârenk merhemler sürdüler; böyle bir bakım çok hoşuma gitmişti. Onların arkadaşlarına karşı dikkatli davranışından ben çok mutluydum.

Pazara gittik.

- Ben, sirk, Borya ise bizim operamızdır. "Zaureş’i" ve "Aynamkoz’u" nasıl söylüyor duymalısın!

- Ben de "Zaureş’i" söylemeyi biliyorum – dedim.

- Yok ya! Boraş’ın söylediği gibi hiç kimse söyleyemez! – diye övünmemi kesti Şegen.

O, on beş yaşından fazlaydı. Akıllı ve esnekti. O, bir tekerlek gibi tüm pazarı geçebilir, bir anda kör ya da sağır bir insana dönüşebilirdi. Gülüşü, kalbi taşlanmamış herkesi büyüleyebilirdi. O, hem gülümseten hem de gözyaşları akıtan çok sayıda hikâye biliyordu.

Pazara geldiğimizde beni uyardı – Ellerini uzatmak yok!

Pazar halkı sanat için cömertçe para veriyordu – Borya’nın güzel sesi ve Şegen’in becerikli şakaları için. Ara sıra onun eline börekler, çörekler ve balık da düşüyordu.

Bir eliyle Borya’ya diğer eliyle ise bana sarılan Şegen – Operam benim! diye bağırdı. Ben "operanın" ne olduğunu anlayamamıştım.

Pazardan sonra onlar beni "saraylarına" götürdüler. Bu Ural’ın kıyısında geniş bir mağara idi. Herhalde inşaat için kil alındıktan sonra oluşmuştu. "Sarayın" zemini taze kamış ile kaplanmıştı. İçerisi oldukça ferahtı. Girişten içeriye düz bir ışık giriyordu. Duvarda kazınmış özel bir nişin içinde, on beş tane kitap duruyordu. Ben onları bir seferde saymıştım. Saymak – çobanın en önemli alışkanlığıdır. Bir çoban saymayı bilmezse, çok büyük zarara uğrayabilirdi.

Bakışımı yakalayan Şegen – Okumayı biliyor musun? diye sordu.

- Hayır. Ama saymayı biliyorum.

- Bu kötü.

İçimde bir alev yandı. Soracaktım ona – okumayı bilmeyenler okumayı bilenlerle arkadaş olamaz diye mi düşünüyordu? Ama kendimi tuttum.

Bu ilk şehirli günleri, benim için yabancı alışkanlıklarla ve bana yabancı olan anlayışlarla geçiyordu. "Şehirli" bir şeyle çatışmadan bir adım atılamazdı. Hiçbir konuda arkadaşlarımdan geri kalmama hırsı, beni komik durumlara düşürüyordu. Kendime kızıyordum ve arkadaşlarımı kıskanıyordum. Şegen bunu hemen fark etmiş ve sert bir şekilde:

- Sevinmek ve kızmak; tek başına olmaz – bizimle birlikte öğrenmen için sana üç gün süre veriyorum!

Ben ona öğreneceğime söz verdim. Şegen çok akıllı biriydi, hayatın bir sürü deneylerinden geçmişti.

Borya, ateşe siyah isli bir demlik koydu ve şarkı söylemeye başladı. Onun nehre bakan üzgün gözlerinde hasret vardı. O, öz annesi için söylüyordu. Onu hatırlamıyordu. Ama yalnız bir çocuğun kalbi, onunda bir zamanlar öz annesi olduğunu söylüyordu. Bu şarkıyla o, yalnız kalbini iyileştirmiyordu – içinde hayatı boyunca annenin adı yazılsın diye daha derinlere işliyordu. Biz Şegen’le birlikte, büyülenmiş gibi dinliyorduk.

Kendi annemi hatırladım. Dudaklarım üzüntülü ağlama sesi çıkartmaya hazır vaziyette gevşemişlerdi ama Şegen sert bir yüz ifadesi takınıp, parmağıyla beni tehdit etmişti. Kendimi tuttum. Borya şarkıya devam ediyordu. Demlik kaymış, aleve akıp onu söndürmüştü.

İşte benim yeni endişeli günlerim böyle başlamıştı. Çabucak çok iyi arkadaşlar bulduğuma sevinmiştim. Bu tanışıklığım gerçek anlamını henüz bilmiyordum ve anlayamıyordum. Daha henüz yolun başında olduğumu, bu yolda küçücük sevgi dolu çocuk kalbinde, binlerce belanın ve üzüntülerin telafi edebileceğini de anlayamıyordum.

IV

Özgür hayatım; onun tüm güzel yanlarını tam anlamıyla yaşamadan, daha üçüncü günde bitmişti. Şarkı söylemeye olan körlemesine Kazak tutkumuz, bizi mahvetmişti: bozkırda şarkı söylemeyi çok severler. Şegen’in bahsettiği Saratovsk Operası Guryev’e gelmişti. Opera, sivri uçlu çam keresteleriyle sınırlanmış açık sahnede oynuyordu. İki akşam boyunca bu müziği ve şarkıları, okul binasının çatısında oturmuş, en az yüz metre uzaktan dinliyorduk. Zayıf ve sürekli üşüyen Boraş, Şegen ve benim aramızda oturuyordu. Perde açılır açılmaz o bizi tamamen unutup, bir topak gibi büzülerek bütün benliğiyle müziği ve sesleri dinliyordu.

Ben ise sahnede ki başka bir şeye hayran kalmıştım: renklerin ve süslemelerin zenginliğine. Ben ilk defa gerçek beyaz rengin nasıl bir şey olduğu görüyordum: şeffaf ve tertemiz. Bu ana kadar ben gökyüzünü çok iyi bildiğimi zannediyordum – mavi ya da lacivert olabilirdi. Ama sahnede gördüğüm mavi rengi, tüm tonlarıyla oynaşan böyle bir mavi rengi; aynı zamanda hem zarafeti hem de nezaketi saklayan mavi rengi, gerçek gökyüzünde asla görmemiştim. En kötüsü özelliği olan – ederini – kaybetmiş, altın ve gümüş, kadife ve ipek, sadece müthiş renk cümbüşüne dönüşmüştü…

Üçüncü günde bile hiçbirimizin operadan uzak kalmak gibi bir niyeti yoktu. Perde açılır açılmaz çitin sivri uçlarının üzerindeydik. Denizden soğuk bir rüzgâr esiyordu. Gökyüzü ağırlaşmış, yıldızlar aşağıya inmişlerdi. Nehrin üzerinde genç ayın gümüş orağı, sessizce yüzüyordu. O bulutlara dalıyor, sonra parlayarak tekrar çıkıyordu. Parlayan kıyafeti gibi açık mavi gözlü güzel kadın, bizi ve altımızda oturanları büyüleyen şarkılar söylüyordu. O, şarkı söylemeyi bitirince insanlar sanki patlatırcasına: ellerine acımadan alkışlamaya başlıyorlar, hayranlıkla bağırıyorlardı. Bu gürültüler arasında bir anda kulaklarımıza kısık düdük sesleri geldi: üç polis memuru yavaşça bizim arkamıza geçmiş ve ayaklarımızdan yakalamak için gizli gizli yaklaşıyorlardı.

Şegen emir verdi – Atlayın! Ve yaklaşanların kafalarının üzerinden yana, uzağa doğru becerikli şekilde atladı.

Boraş da atladı. Ama polis memurun tam önüne düşmüştü ve acıyla bağırmaya başladı:

- Ay, ayağım! Ayağım!..

İçlerinde en sakarı ben çıkmıştım: atlamak için arkaya döndüğümde pantolonum çitin sivri ucuna takılmış ve ben ayaklarımı komik şekilde sallayarak toprağın üzerinde asılı kalmıştım. Ağrıdan ve korkudan değil, sadece havada böyle komik sallandığım için utancımdan ağlamaya başlamıştım. Sanki dayanılmaz bir acı çekiyormuşum gibi çite topuklarımla vuruyordum. Operanın devam ettiği çitin arkasından seyircilerin öfkeli sesleri duyuldu. Boraş zorlanarak bana yaklaşıp ayağımı dürttü.

Büyük biri gibi ciddi bir sesle – Bağırma, orda şarkı söylüyorlar! dedi.

Polis memuru benim basit kurnazlığımı çözmüştü:

- Yalan! Hiç acımadı dedi ve gayet sakin şekilde, sağlam yakalandım mı yakalanmadım mı diye dikkatlice baktı.

Boraş ile bizi birlikte işte böyle yakalamışlardı. Alacakaranlıkta bir yerde, hızlı ve becerikli arkadaşımız Şegen’in gölgesi parlıyor, iki polis onu yakalayamaya çalışıyordu. O ise, bizi bırakmayacağını söyleyerek alanın etrafında koşturuyordu. Bir ergenden beklenmeyecek şekilde kıvrak ve becerikli dönüşler yaparak, peşinden koşan kişileri yorgunluktan mahvetmişti. Onlar başta sakinlerdi ama sonra sinirlenmişlerdi. Karanlıktan, bize Şegen’in henüz yakalanmadığını haber veren ıslık sesleri duyuluyordu.

Karanlıktan uzun uzun gelen ıslık sesi bekçimizi çağırmış ve o arkadaşlarına yardım etmek için tüm hızıyla fırlamıştı. Aynı anda gecenin karanlığından bir kartal gibi Şegen çıkıp Borya’yı aldı ve hemen geriye doğru giderken:

- Korkma Kostya, seni de kurtaracağım! diye bağırıp yok oldu.

Polisler başarısızlık için birbirlerine sitem ederek yavaşça bana yaklaştılar ve dikkatlice çitten çıkardılar.

Kamyonla beni yetimhaneye getirdiler, iri, taş gibi bir kadına teslim ettiler.

- Adın? – diye sordu kadın

- Kostya.

Yorgun sesle - Siz hepiniz Kostya mısınız – dedi ve beni kaydetmek için kalemi aldı.

- Onu bırakıp gidebilirsiniz dedi polise.

Kadını Rusça uyaran polisin sert yüz ifadesinden, benim hakkında konuşulduğunu anlamıştım. Sonra polis bana doğru döndü. Sırıtarak parmağıyla burnumun ucuna bastırdı ve gitti.

Ben geceyi ayrı bir odada geçirmiştim. Boyalı yeşil yatak ve temiz beyaz çarşaflar beni çok şaşırtmıştı. Ben bunları hayatımda ilk defa görüyordum. Bu tuhaf beyazlıkla nasıl baş edeceğimi bulmam lazımdı. Az önce beni yıkayan kadınlar, utançlığımla dalga geçiyorlar, benim artık temiz, iyi ve akıllı biri olacağımı söylüyordu. Onların yumuşak becerikli elleri beni normal hale getirmişti ve işte şimdi bu "temiz ve akılı" çocuk, yatağın kenarında oturmuş, bu beyaz çarşaflarla ne yapacağını düşünüyordu.

Uyuduğum oda, yetimhane için normal olan dezenfektasyon kokuyordu. Alışık olmadığım kadar parlak tavanda, elektrik lambası yanıyordu. Bu ana kadar şehrin ışıklarını ben ancak uzaktan görmüştüm. Demek ki geceleri bizim köyümüze göz kırparak parlayan bunlarmış! Gözlerim açık, bu lamba sabaha kadar yanacak mı acaba diye düşünüyordum. Sanki zaman geçtikçe o daha güçlü yanıyordu. Ben kalktım ve her taraftan lambayı inceledim. Her şey çok basitti. Birbiriyle burkulmuş telleri, kapıdan yurtanın ortasına kadar uzatıp, ucuna cam şişeyi bağlamak - işte al sana şehir ışığı. İçimden karar vermiştim – köye döner dönmez kendimde böyle bitmeyen ve sönmeyen bir aydınlatma yapacaktım. Annem telleri bükerdi. Cam şişeler ise şehrin her köşesinde, her yerde yatıyordu.

Odanın, badana yapılmış çıplak duvarlarında göze çarpan tek bir nesne vardı – parlak metal düğmeli plaka. Ona dokundum – hiçbir şey olmamıştı. Ama bunu elde etmenin hiçte fena olmayacağını düşündüm. Cebinden çıkartıp arkadaşlarına gösterirsin- Bak! ve geri cebine saklarsın. Ben bu ilginç plakaya belli bir kâr amacıyla yaklaştım. Bir anda – Hop! Düğme çıtladı ve bütün ışık gitti. Nasıl olduğu anlamamıştım – önce çıt sesi gelmiş sonra ışık mı gitmişti yoksa tam tersi mi olmuştu.. ama korkudan bağırmışım.

Koridordan bir ses – Niye ışığı söndürdün? – dedi.

Sonra odaya biri girdi ve hiç konuşmadan ışığı açtı. Bu gelen bekçiydi.

- Amca, bu ışık nereye kaçtı? diye sordum.

Ama adam cevap vermeden üzgün üzgün bana baktı ve çıkıp gitti.

Pencerenin arkasında deniz uğultuyla nefes alıyordu. Dalgalar gürültüyle sanki evin duvarlarına vurup geri çekiliyordu. Normalde sakin ve sessiz bozkır gecesi, burada denizin yanında, çok sesli ve çok gözlü gibi geliyordu bana. Çok sayılı balıkçı teknesi korkunç şekilde gıcırdıyordu. Uzaktaki projektörlerin ışıkları bazen kıpırdamadan penceremde duruyor, bir milden kıyıya gelen kocaman gümüş dalgaları aydınlatıyordu.

Beni çok kolay yakaladılar ve bu odaya kilitlediler diye kabaran öfkem biraz dinmiş ve düşüncelerim, giden gecenin başlangıcına dönmüştü. Opera… Narin, sanki bir bulut gibi güzel bir şarkıcı… Kendime sordum – o kadının kocası ya da oğlu var mıydı acaba? Tabi ki yok! Olamazdı da zaten! Sanki ben onu bütün erkeklerden kıskanıyordum. Hayallerimde onu, hem kocasız hem de çocuksuz olarak sınırlamıştım: Büyülü bir sese sahip olan bu kadar narin mucize yaratık, inekleri sağmak, çamaşır yıkamak veya çobanlara kızmak gibi işleri yapamazdı! İşte o anda düşüncelerim tekrar ve tekrar köyüme dönüyordu…

Sabah, tam ben ayaklarımı yukarıya kaldırıp duvara dayadıktan sonra Şegen gibi ellerimin üzerinde yürümeye çalıştığım anda, yüksek bir ses geldi:

- Ay, aferin!

Biri beni ayaklarımdan tutup çevirerek yatağa düşürünce Şegen’i gördüm.

- İşte biz dedi.

Ben onun aniden gelmesine sevinip – Beni buradan kurtarmaya mı geldin? diye sordum.

- Hayır: biz de yetimhaneye gelmeye karar verdik. Sen yakalandın, Boraş ise ayağını yaraladı…

- Nerede o?

- Yan odada, doktorla birlikte. Ona bakım lazım. Kışın da gelmesine az kaldı…

- Ya sen?

- Ben de yanınızda olacağım.

Sevinçten onu dizinden ısırdım.

Öğle yemeğimizi bahçede, temiz havada yedik. Mariya Viktorovna – dün beni teslim alan sağlam kadın, aramızda şaşılacak kadar hafif hareket ediyordu. Hatta onun kilolu hali, bize çok rahatlık veriyordu. Yetimhanede onu Eğitimci diye adlanıyorlardı ama o sekizlik, onluk Rus, Tatar, Kazak erkek çocukların hepsinin annesi gibiydi. Onun yetim çocukları bize misafirmişiz gibi bakıyorlardı: bana ve Boraş’a – açıkça eleştirirmiş şekilde ve Şegen’e - saygılı ve kurnaz bir utangaçlıkla.

Tam yemeğin ortasında bir gürültü geldi. Kalbim annemin sesini duyduğundan dolayı endişeli atmaya başlamıştı. Kaşığımı düşürdüm ve çorbayla yanımdakileri kirlettim. Beyaz uçan jaulıkla[6] ve rengârenk geniş elbisesiyle ağlamaklı bir feryatla annem fırtına gibi bahçeye girmişti. Hemen masalara doğru koştum, aynı şekilde kesilmiş saçlı ve aynı kıyafetli çocuklar arasında endişeyle beni arıyordu.

Şaşırdığını görünce - Anne dedim ağlamaklı bir sesle.

Ellerini bana nasılda uzattı. Nasılda bana doğru eğilip masayı salladı ve tabakları dökerek beni kucağına aldı. Çocukların karşısında utangaçlığımın üstesinden gelerek onun göğsüne yaslandım. Bozkırın kendine has kokusu anında beni kaplamıştı...

Masada gürültülü oturan ve şımarık hareketler yapan çocuklar bir anda susmuşlardı.

Onlardan birçoğu, kendi annelerine benim gibi yaslanabilselerdi çok mutlu olurlardı. Burada benim gibi evden kaçan çok fazla çocuk yoktu. Bazıları evlerini hatırlamıyordu bile. Biri iç savaşta, diğerleri ise eski köylerin ebedi arkadaşı olan açlık yüzünden yetim kalmıştı. Bebekliğinden beri onlar anne sevgisi nedir bilmiyorlardı ve bir annenin oğluna sarıldığını görünce, çocuk kalpleri acıyla yüreklerinin en derinliklerinden başını kaldırmış, tanımadıkları bir annenin sevgi ifadesine aç gözlülükle bakıyordu.

Ama annem için o anda bunlar birbirlerine benzeyen yetimler değil, onun canı oğlunu kendi köyünden şehre getirmiş düşmanlardı. Bu "düşmanlara" birlikte ve ayrı ayrı sitemlerle saldırdı.

Boraş susmuş bana içten şekilde göz kırpmış, Şegen ise kafasını çevirmişti.

Fırtına gibi kendi öfkesini döken annem sakinleşmeye başlamış, ancak o anda Mariya Viktorovna annemle konuşmaya başlayabilmişti. Çok nazik konuşarak annemi masaya davet etti ve önüne çay koydu. Ama annem kararlı bir hareketle çayı bir kenara itmiş ve tekrar kaynamaya başlamıştı.

Eğitimci kadın çayı fark edilemeyecek şekilde anneme doğru yaklaştırarak çok nazik bir sesle - Annesi! Hiç merak etmeyin. Siz oğlunuzu gerçekten geri almaya karar verdiyseniz onu bir dakika bile burada tutmam. Görüyor musunuz benim burada kaç tane oğlum var. Buyurun oturun, konuşalım lütfen...

Ama annem ısrarla çayla dolu kâseyi iterek, öz evladımı bu evde bir saat bile bırakmam diye bağırıyordu.

Bir anda aralarında hiçbir tartışma olmadığını ve ikisinin de aynı şeyleri söylediklerini fark eden iki kadın susmuştu. Çay nihayet annemin elindeydi ve böylece annem yenilgiyi kabul etmişti.

Ben yerimden fırlayarak - Köye gidemem. Kara Murt beni ambara kapatacak diye bağırdım. Etrafımda ki herkes,- Mariya Viktorovna hariç güldüler.

- O zaman annenden eğitim amaçlı seni burada bırakması için ricada bulun ... dedi.

Teklife hazırlıksız yakalanmış annem, şaşırmış gözlerini kırpıştırarak susmuştu. Ne cevap vereceğini bilemiyordu ama beni sıkıca göğsüne bağlayan elleri bir anda gevşemişti. Beni kucağından bırakmasa ben aynı pozisyonda onunla köye dönerdim. Çünkü oğlunun kaderi için titreyen annemin kalp atışlarını duyuyordum ve onun yüksek sesli feryatları, göğsünde ki kalbinin titreyişi yanında benim için hiçbir şeydi.

Eğitimci kadın, annemin kolundan tutarak kendi odasına götürdü. Ertesi gün annem, yetimhanenin faytonuyla köye geri dönmüştü. Gitmeden önce beni öperek:

- Oğlum! Boşuna korkuyorsun! Ben Kara Murt ile anlaşırdım. Ama mademki kararlısın burada iyi oku dedi.

O akıllı biriydi ve artık benim kaderim konusunda sakin görünüyordu. Aslında bu davranışı gönlümün derinliklerinde beni kırmıştı.

V

Günler geçtikçe gökyüzü netliğini ve maviliğini yavaş yavaş kaybederek toprağa, aşağı doğru iniyordu. Denizin üzerinde, büyük temizlikten sonra bahçemizde asılan yetimhaneye ait çamaşırlara benzeyen kara bulutlar asılmıştı. Ural’ın kurşun rengi dalgaları daha ağırlaşmaya başlamıştı. İnsanlar yazla istemeyerekte olsa vedalaşarak, reddedemeyecekleri sonbaharı üzüntüyle karşılıyordu. İnsanların yüzlerine bile sanki sonbaharın alacakaranlığı düşmüştü. Sonbahar ısrarla ve hoyratça hayatlarına girmişti. Daha önce neşeli otlakların yeşillendiği yerlerde artık sarı ve kuru otlar hışırdıyordu. Uyuyan devenin kamburuna benzeyen meydana çıkmış toprak tepelerde, tek tük altın kartallar tünemişti.

Yetimhanede ki büyük salonun vastazının camı kırılmıştı. İşte o delikten, dışarında ki sonbaharın sıkıcı şarkısı duyuluyordu. Köyde aynı şarkıyı gizlice koyunlara yürüyen kurtlar söylerdi. Yetimhanede ise fırınlar, odun hasreti çektiğini söylüyordu. Yataklarda gruplar halinde toplanarak ve birbirimize iyice yaklaşarak, neşeli ve akılsız tartışmalar yapıyorduk: kim daha akıllı; keller mi sakallılar mı? Hep bir ağızdan konuşuyorduk. Her biri diğerlerini dinlemeden, kendi uydurdukları şeylere gülüyorlardı. Sohbetimiz, uzun sakallılar ve kellerden -çocuklarda her zaman olduğu gibi- fark edilmeyecek şekilde tanıdığımız kişilere geçiyordu. Tanıdığımız kişilerin tavırları ve davranışları daha sağlam ve daha inandırıcı bir şekilde tartışılıyor, sonra bir anda tartışma konusu değişiyordu: kim daha akıllı ve önemli? Yetimhane müdürü mü baş muhasebeci mi?

Müdürümüze aynı anda hem sempati duymak hem de düşmanlık hissetmek son derece zordu. Genelde o, sessizce çocukların odalara girip, etajeri veya yatağı kimin yerinden kaydırdığını sorardı. Tabi ki hiçbir zaman ve hiç kimse suçlunun ismini söylemezdi. Müdürün soğukkanlı renksizliğine uyan her şey, aynı soğukkanlı renksizliği alıyordu. Düzenin bozulmasından dolayı kızmadan ve düzenin uygulanması için nasihat vermeden girdiği gibi sessizce çıkıp gider, her şey günlerce soğukkanlı ve renksiz olurdu. Soyadı Koybagarov adı Kudayber’di idi. Özellikle çocukların bulunduğu ortamlarda böyle ad ve soyadılar, tercüme isteği doğuruyordu. Rusçaya çevirisi tam olarak: "Tanrı koyun için çobanlar yarattı" oluyordu. Bu, galiba adamın çocukların kendisine yapmalarına izin verdiği tek şakaydı.

Baş muhasebeciyi biz nadiren görürdük. O, haftada iki-üç kere gelir, her zaman bir yere yetişmeye çalışır gibi acele acele konuşur ve tekrar yok olurdu. Herkes onun tütün içmekte ki ustalığını fark etmişti: dumanı o kadar derin içine çekiyordu ki; sanki dumanı tamamen yutuyormuş gibiydi. Duman yuvasının içine giren bozkır sıçanının füme rengi tüylü kuyruğu gibi biranda yok oluyordu. Daha sonra muhasebeci kısa bir duraklamadan sonra karşısındakinin yüzüne duman bulutlarıyla vura vura konuşmaya başlardı. Özellikle müdürümüze bahçede inşaat malzemeleri için para alması gerektiğini kanıtlamaya çalışırken onun bu konuşma tarzı çok etkileyici oluyordu. Bu inanılmaz sanatı öğrenmek için bizde bir gün sigara bulmuş ve birkaç kişi bütün akşam boyunca antrenmanı yapmıştık. Şegen sigara içerken bizi yakalamış ve bize günümüzü göstermişti. Bu yüzden hepimiz muhasebeciye çok kızgındık. Ona eğlenceli bir şaka yapmak için sabırsızlıkla çıkacak fırsatı bekliyorduk. Ama yine de müdürümüzün onun bazen oldukça sert ifadelerini susup dinlediğini görünce, muhasebe şefinin daha akıllı olduğunu düşünüyorduk.

O sonbahar günü Mariya Viktorovna biraz şaşkındı. Heyecanla eğitimcilerden birine, müdürün buğday toplamaya gittiğini, muhasebecinin ise Allah bilir nerede olduğunu ve il eğitim komitesinde onu "burnundan" dolaştırdıklarını anlatıyordu.O zamanlar ben henüz bu ifadenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Bu yüzden onun ayazdan kırmızılaşmış burnuna bakıp:

- Burunla mı? diye sordum

Bu iyi kadına acımıştım. Hepimiz onun etrafını sardık.

- Sizin için odun keseyim mi?

Çocuklar - Belki de saman almaya gitmemiz lazım? diye soruyorlardı.

-Yok, yok çocuklar, önemli bir şey yok…

- Eğer bu önemli değilse o zaman önemli olan neydi acaba?

Mariya Viktorovna üzgün şekilde, yönetimle yapılan toplantıda alınan karar neticesinde bizi yani büyük çocukları, Uralsk’a "aktaracaklarını" söyledi. Bunda üzülecek ne olduğunu anlamamıştık. Hatta sevinmiştik bile diyebilirim:kim bilir belki de oradaki müdürün başka bir soyadı olurdu.

Dayak olayından sonra aramızda ki en büyük çocuklar da Şegen’in başkanlığında dönmüşlerdi. Mariya Viktorovna en baştan, daha detaylı ve daha üzüntülü bir sesle her şeyi onlara da anlattı:

Anlamamızı bekleyerek – Ellerimiz boş kalmadan çalıştık. Çokta güzel çalıştık. İşte al sana – aktarıyorlar! dedi.

Şegen çok dikkatli sanki üzülüyor gibi dinlemiş ama sonra biranda keskin bir sesle ve neşeyle yorum yapmıştı:

- Tabii insanlar kötü çalışıyorlarsa - kötüdür. Ama bence insanlar iyi çalıştığından emin olduğu zaman daha da kötüdür. Bir de şöyle şeyler olur: kendileri her şeyin berbat olduğunu bilirler, ama ağız birliği etmişçesine her şeyin mükemmel olduğunu söylerler…

Şegen’in acı veren gerçeği söylediğini hepimiz biliyorduk ama onun cesareti ve neşesi bizi şaşırtmıştı.

- Demek ki tanıdığımız yerlerle vedalaşmak lazım? dedi Şegen.

- Bence de lazım! Yarın sabah arabalar gelir dedi Mariya Viktorovna.

Şegen beni şehirle vedalaşmaya çağırdı. Borya yolculuğa hazırlanmaya başlamıştı. Biz ise bildiğimiz yerleri dolaşmaya gittik. Karla karışık hafif bir yağmur yağıyordu. "Sarayımızı" su basmıştı. Oraya bulanık yeşil su, şiddetlenen Ural’dan gelmişti. Şegen, su birikintisinin üzerinden mağaranın en uzakta ki köşesine gitti, Orada bir şeyler yaptı ve kamışların altından güzel bir kutu çıkardı. İçinde altın - kahverengi karışımı bir böcek vardı.

Şegen ikna edici ses tonuyla – Deve böceği. Aslında bu adı ben uydurdum ama çokta uygun diye düşünüyorum. Bak ne kadar deveye benziyor. Belki bilim adamları ona başka isim verirler, şimdilik ise böyle olsun – "deve".

Şegen böceği bana hediye etti.

- Onu tam üç yıl sakladım – dedi. Sen de sakla ve onu koru. Onu benim için eczanede alkole yatırdılar.

Böylece Şegen akan çocukluğuna onu bağlayan en son her şey ile vedalaşıp, bilinçli bir şekilde gençliğin yeni, sert topraklarına adım atıyordu.

Pazarın yanından duygusuzca geçtik – orası artık bizi cezp etmiyordu. Pazardan çokta uzakta olmayan bir mesafede, elinde çocuğuyla rengârenk giyinmiş bir kadın yamuk kapılardan çıkmıştı. Onun arkasından uzun siyah asker parkasıyla kadının kocası olan polis memuru yürüyordu.

- O! – diye kısık sesle bağırdı Şegen ve dirseğiyle beni dürttü.

- Kim "o"?

- Tam bir yıl önce neni yakalayan adam!

Şegen’in yüzü bir saniyede değişmişti. Kahverengi gözlerinde kurnaz kıvılcımlar parlamış ve çoktan unuttuğum yaramaz bir çocuğa dönüşmüştü. Arkadaşımın eşek şakası yapmasından korkmuştum. Ama gözleri eski normal haline döndü ve gayet ciddi ses tonuyla:

- Yaklaşalım… ben ona teşekkür etmeliyim dedi.

Tam olarak niyetinden emin olmasam da sessizce peşinden yürüdüm

Polise yaklaşan Şegen – Merhaba dedi.

Polis şaşırmıştı:

- Sende kimsin?

Şegen sadece kendisinin yapabildiği gibi yumuşak ve nazikçe gülümsedi. Ondan sonra aynı yumuşaklıkla polisi dirseğinden tutup:

Hatırlıyor musunuz beni nasıl kovalamıştınız? Ben o zamanlar yetimhaneyi arıyordum, siz ise peşimden bir av köpeği gibi koşmuştunuz. Ben de şöyle bir karar vermiştim: "Yok ya, onlar beni asla yakalayamazlar!" O zamanlar yetimhane bana mollayı hatırlatıyordu… ta ki büyüyüp akıllanana kadar. dedi Şegen ve ellerini açtı. Şimdi ben çoktan beridir yetimhanede yaşıyorum. Üstelikte beni oraya kimse zorla getirmedi – ben kendim gittim…

Şegen siyah asker parkalı adama eşitmiş gibi elini uzattı. Polis de memnuniyetle uzatılan eli sıktı.

Hem heyecanla hem de samimi bir şekilde Şegen’e sordu – Demek okuyorsun öyle mi?.

Bende sabırsızlıkla bu iyi insanı sevindirmek için – O her konuda ki en iyi öğrenci! diye bağırdım.

O, ikimizin omuzlarına sarıldı ve kendine doğru yaklaştırdı.

Bir baba samimiyetiyle – Okuyun, okuyun çocuklar dedi. Daha önce Kazaklar hiçbir şeyi doğru düzgün öğrenemiyordu. Artık yetişmek size kaldı!

Biz ayrıldık.

Sabah kapalı kamyonlar gelmişti – biz Uralsk’a gittik.

Çocuklarda yer değiştirmeyi, yeni eve taşınmayı, yeni şehre gitmeyi kim sevmezdi ki? Diğerleri ile birlikte ve onlardan daha az olmayacak kadar ben de gürültü yaptım – o sabah, yolculuk öncesi yetimhanede oluşmuş kargaşayı var gücümle daha da artırmaya çalıştım. Hepimiz bağırdık, sanki bağırmazsak eşyalarımızın yükleme işlemi kötü gider ve arabalar yerinden kıpırdayamazlarmış gibi.

Nihayet arabalara bindik. Gürültülü şekilde birbirimizi iterek yerleştiğimiz zaman başlayan yağmur, tentenin üzerine davula vurur gibi vuruyordu. Soğuktan korunmak amacıyla arka perdeyi indirdik ve şarkı söylemeye başladık. Seslerimiz arabanın hareketlerden çok komik titriyordu ve biz de bununla oynuyorduk. İşte o anda ben, Uralsk’a doğru giden yolun, bana söz verdiği gibi ziyaretime geleceğini söyleyen annemin yaşadığı köyümün yanından geçeceğini hatırladım. Hemen kendimi arabanın sonuna doğru fırlattım. Beni tuttular, birinin ayağına bastığım için bağırdılar, kızdılar, ittiler. Ama ben kimseye hiçbir şey anlatmayarak, evimle bari bir bakışla olsun vedalaşmak için çabalıyordum.

Nihayet arabadan dışarıya bakma fırsatım olduğu anda, çıplak boş sonbahar bozkırı dışında başka hiç bir şey göremedim. Tanıdığım yalnız duran ağaçla, köyümüzün çoktan geride kaldığını anlamıştım. Ancak o zaman evimi ve geri gelemeyecek annemi sonsuza dek kaybetmenin acısını hissettim. Keşke araba daha yavaş gitseydi. Belki o zaman zıplayıp eve kaçardım. Ama araba yolda oldukça hızlı gidiyordu. Beni kimse anlamıyordu. Herkes kafasına bir şey takmadan şarkı söylüyordu. Ben ise arabanın gövdesine yaslanmış, gözyaşlarımı herkesten gizleyerek sessizce ağlıyordum. Taa ki sonbahar tepeciklerinin monoton görüntüsüyle sakinleşip uyuyana kadar.

VI

Ancak Şegen’in askerliğe gittiği gün, on beş yaşında olduğum ve hâlâ yetimhanenin kanatları altında ve "müdür amcanın" koruması altında yaşadığım aklıma gelmişti. Altıncı sınıfı bitirmiş ve çok iyi bir sporcu olarak kabul edilmiştim. Okulun açılmasına yaklaşık üç ay kalmıştı. Yine tüm yaz boyunca yatay çubukta dönmek ve toplarla koşturmak? Yeterdi bu kadar çocukluk!

Kendimi daha büyük hissediyordum ve yetimhanenin duvarları arkasında kaynayan hayat, inanılmaz bir güçle beni cezp etmeye başlamıştı. Benim henüz yaşamadığım en basit ve günlük her şey bir anda özel bir anlam kazanmıştı.

Yetimhanenin pencereleri şehrin bahçesine doğru bakıyordu. Ben dolaşan genç kızların rengârenk elbiselerine bakıyor, zil gibi çalan gülüşlerini hayranlıkla dinliyordum. Onlar beni cezp ediyorlardı. Onlara, oraya doğru koşmak! Ama bir şey tutuyordu beni. Pencereden kafamı çeviriyordum ama burada da beni bir ayna bekliyordu.

Açıkçası kendimi incelemek için bayağı bir zaman harcıyordum. Denizaslanın derisi gibi parlayan koyu kahverengi bir cilt. Sert ve güçlü kaslar.. Hoş delikanlıydım!.. ancak yüzümde daha büyük gözler için birazcık daha yer vardı. Bir de o kadar kare çeneli olmasam ve burnumda o kadar yapış olmasa daha da gururlu olabilirdim…ama bunlar küçük bir şeyler. Benim dalgalı koyu renk saçlarım çok güzel duruyorlardı! Stop! Kendimi bazı yasak hayaller kurarken yakalamıştım. Aynadan ayrılıyorum ama yanımda gülüşleri cıvıltılarla dolu, rengârenk, çağrı dolu bahçeye bakan pencere. Bahardan ve gençlilikten kaçamazsın!..

Tekrar aynaya bakıyorum. Nasıl da ciddiyim! Tıpkı Şegen gibi! Ne kadar da derin düşünceli bir yüz ifadesi! Sen misin Şegen? Selam kanka! Ve ben aynada ki muhatabım ile gayet ciddi sohbete başlıyorum. Baştan bu sohbet gayet iyi gidiyor, ama sonra ben yaramazlık yapmaya başlıyorum: sorularım daha saldırgan ve daha serserice oluyor, onun cevapları ise daha zayıf ve daha az ikna edici oluyor. Ben ona son ve yıkıcı vuruş yapmaya hazırım.

- Yaşlılık zaten bizde doğuda çok uzun zaman yaşanır. Gençliğe haklarına verme zamanını ertelemeye ne gerek var? diye sorduktan sonra "Şegen’e" gururla baktım. Hem kendimden hem de onu nasıl da şaşırttığımdan memnun olarak. Yaşlılık zaten bizde doğuda çok uzun zaman yaşanır! Hem mekânı hem de zamanı nasılda becerikli bir şekilde hallettim!

Ama benim aynadaki arkadaşımda az buz değildi hani:

- Gençliğe erken ulaşırsan kendi yaşlılığını hızlandırırsın dedi.

Galiba ben o yaşta çok duygusaldım ve hayal ettiğim Şegen’in cevabı, beni bütün akşam boyunca sakinleştirmişti.

Ergenliğin aşırılığı her adımda kendini hissettiriyordu. Bir işle uğraşmak lazımdı. Bu nedenle bölge eğitim bölümüne gittim.

Müdür, serin ve az önce temizlenmiş odasında beni kabul etti - sarkık, hamur yüzü ve inanılmaz sık esneme tutkusu olan bir adam. Temiz traş edilmiş yüzü ve beyaz tüsor takım elbisesi, onun siyah saçlarında yeni çıkmaya başlamış beyaz saçlarını daha net gösteriyordu.

Odaya girip – Merhaba dedim.

Müdür basit bir dudak hareketi de dahil hiç tepki vermedi. Galiba bu pekte pedagojik bir yaklaşım değildi.O, susmuş oturuyor ben de susmuş onun önünde oturuyordum. Müdür tekrar esnedi.

"Neden yüzmeye gitmiyor?" diye düşündüm.

Nihayet ona Kazakça - Abi diye seslendim. Ben bir numaralı yetimhaneden geldim dedim.

O duruşunu hiç değiştirmeden bana bakmadan - Hıı hı!dedi.

- Tatilde bir yerlerde çalışmak istiyorum.

- Hıı hıı! dedi, ağzının köşeleri aşağıya düştü.

Tekrar sessizlik olmuştu.

- Bizim yetimhanemiz örnek eğitim işleri için iki sene peş peşe ödül aldı. Bizim okulumuza şehrin sakinlerinden bile birçok aile çocuklarını veriyordu dedim.

- Sen peki kendin onlardan mı...şu eskilerden...

Ben ipucu vererek - Evsizlerden. Ben sadece üç gün evsiz kaldım.

- Notların nasıldı?

- Hepsi beş.

- Ne iş istiyorsun peki?

- Nereye gönderirseniz. Ama okuldan ayrılmak istemiyorum.

- Hımmm!...Peki. Yaşın kaç?

Biraz daha önemsesin diye on yedi diyerek yalan söyledim.

Müdür masasının çekmecesinden tablo şeklinde bir liste çıkarttı ve sessizce saymaya başladı: Köylük bölgeler için sekreter, yazıcı, kütüphaneciler, okuma memurları, berber, polis, montajcı, çilingir kursları. Sivri kırmızı kalem kırmızı burnuyla bütün hücreleri koklayarak durdu.

- Bir günde üç saat okuyacaksın ve ayda on üç ruble kazanacaksın. Uygun mudur?

- Ohoo! kaçtı ağzımdan. Sonra heyecanımı yenerek ciddi şekilde - Olur diye cevap verdim ama adamın benim için seçmiş olduğu mesleği bile sormamıştım. Açıkçası ben bu seçimde tamamen bölge milli eğitim bölümüne güveniyordum. Ayda on üç ruble ise bana çok içten gülümsüyordu.

- Gelecek ilerlerde bir yerlerde. Şimdi ise sen hiç bir işten kaçmamalısın. Bizim bir Kazak atasözü ne der: "Eşeğin poposunu yıkamakta bir iştir ama parayla olması önemlidir" duydun mu?

- Duydum diye homurdandım ve hafifçe kızardım. Söylediği atasözünü pek beğenmemiştim.

- Zamanımızda iyi berberler de lazım dedi.

Şoka girmiştim. Neden benim mutlaka bir berber olacağıma karar vermişti. Bunu ne o zaman ne de bugün anlamış değildim.

- Şimdi git, sana görev kâğıdı verecekler dedi.

Ben sustum ve çıktım. İçimde her şey öfkeden kaynıyordu. Benim için deniz bile ancak dizime kadar gelir diye düşünürdüm. Ben her şeyi yönetebilirdim. Ordu komutanı bile olabilirdim ama berber olmuştum. Bu ne ya! Baharın renkleri solmuş, gözlerimde ki ışıklarda sönmüştü. Görev listeleri bir kaç gün peşimde koştuktan sonra beşinci liste beni, kızıl haç berberi yapmıştı. Kendimi hor görerek oraya gidiyordum.

Hâlbuki Şegen kendi yoluna başlamıştı bile. Onun yaşdaşlarının birçoğu, yetimhane duvarlarını terk etmiş farklı farklı yerlerde ya eğitim görüyorlardı ya da çalışıyorlardı.Yetimhaneden çıkmış ve burada kalmış çocuklara mektup yazan çocuklar arasında, zor erişimli kuzey sularında yüzen denizciler vardı. Tyan-Şan dağlarında çekiçle dolaşan jeolojik araştırmacılar vardı, çöllerde yollar yapan teknisyenler bile vardı. Hatta öyle bir mucit vardı ki, onunla doğrudan alakası olmayan kişilerin asla ve asla bilmeyeceği bir şey için Lenin madalyası vermişlerdi. Bir de kutupta ki kışlığın telsizcisi vardı. Amatör kısa dalgacılar onun çağrı sinyallerini, taa kuzey kutbundan yakalayabiliyordu. Çocuklar birbirlerine, sınırsız Sovyet ülkesinin ünlü insanları olan Kazak halkının çocuklarının mektuplarını gururla gösteriyorlardı.

Küçük sessiz Boraş da kendi geleceğini bulmuştu. O müzik okuluna gidiyordu ve okul konserleri dışında bile halkın favorisi olmuştu. Şimdilik nasıl bir sesi olduğu anlaşılmıyordu. Erkek sesi mi kadın sesi mi? Ama şarkı söylerken herkes tuhaf bir hûşu içinde onu dinliyorlardı. O da kendini tamamen şarkıya veriyordu.

Kazak halk şarkısı - Geniş tutkulu dokunaklı ve anlamlıdır. İnsanın duygularının tüm zenginliğini dışarı vurur. Üzüntüyü ve aşırı sevinci, aşkı ve nefreti, çaresizliği ve umudu. Her melodinin nerede doğduğuyla ilgili efsane henüz kaybolmamıştı. Halk şöyle diyordu: "Bu şarkıyı üvey annesinin evden kovduğu küçük bir yetim yaptı. Bu şarkıyı ise sevmediği zengin adamla zorla evlendirilmiş genç bir kız, şunu oğlu dağlarda kaybolan bir anne...Bu, at sürüsünü fırtınada bozkırın ortasında kurtaran çobanın ağzından doğmuş, şu ise gücü gitmiş ve bitmiş zamanı hakkında üzülen yaşlı bir adam söylemiş."Boraş şarkı söylerken sadece melodi söylemiyordu. Bu insanların hepsini gerçekten görüyordu ve kendini şarkının hikâye sine kaptırarak, söylenen kişilerle birlikte üzülüyor ve seviniyordu. Söylediği şarkılar insanları ağlattığında veya avuçlarını patlatırcasına alkışladıklarında, ne kadar mutludur kim bilir.

O, Moskova’ya gidip konservatuarı bitirmeyi ve gerçek bir artist olmayı hayal ediyordu. Ya ben; sadece bir berberin çırağı olmuştum.

Saçımı bedava kestiler ve beyaz bir önlük verdiler.

Ustabaşlarına özgü biraz kibar ve aynı zamanda aşağılayıcı ses tonuyla bana verdiği ilk emir şuydu - Lütfen örtüyü çırpın, sonra da yeri süpürün.



VII


O zamanlarda şöyle bir şeyler olabiliyordu: ayın başında hemen hemen özel kuruluş olan kuaförler ay sonunda ise hemen hemen devlet kuruluşu oluyordu. Ve bu "hemen hemenler" çok başarılı bir şekilde ustabaşının cebine yansıyordu. Herkesin olduğu gibi onun da beyaz önlüğünün iki cebi vardı. Ceplerin biri devlete diğeri ise tamamen kendisine aitti. Hangi prensibe göre ve ne kadar gelirin hangi cebe düşeceğini biz bilemiyorduk. Sadece o biliyordu. Ancak biz, güya tecrübesizlik nedeniyle "kesinti" olarak ne kadar kaybettiğimizi biliyorduk.

"Devlet sektörü" gelirleri Kasiyer Katya’ya teslim ediliyordu. O, ayın ilk yarısında mesai bitmeden bir saat öncesinden ustanın sol cebini teslim almak ve geçmiş tarihli fiş yazmak için işe geliyordu. Özgürlükten şımarmış Katya, bazen fişleri çeşitlendirmek için zamanı olmadığından dolayı teslim aldığı ruble miktarına göre sadece saç kesim fişi düzenliyordu.

Bir gün ustabaşı bana "Tam bir berber oldun Kostya. Bugün kaç kişiyi traş ettin? diye sordu.

Ben adeta meydan okuyarak - Bugün kimseyi traş etmedim dedim.

- Nasıl yani. Gördüm seni.

- Siz fişleri kontrol edin.

- Haaa! Anlaşılır ve yamuk şekilde gülerek, anladım der gibi hafifçe omzuma vurdu.

- Çok akıllı bir çocuksun. Ama ne olacak, onları kim kontrol edecek ki. Bugün hep saç kestin. Yarında herkesi traş edeceksin.

- Demek ki yarın makas getirmeyebilirim, öyle mi?

- Ne gıcık bir çocuksun sen. Sana ne oluyor. Sen maaşını ve takdirnameni alacaksın. Daha ne. Hadi gel sana bira ısmarlayayım.

Ben kızgınlıkla teklifi reddettim ve ustabaşına bir kaç kaba ama doğru sözler söyledim.

Elimin altından yanaklar, başlar, çeneler, kafa arkalarının ilk bini geçmişti...Bunlardan bazılarında da hatalar yapmıştım.

Bir baş sana öfkeyle ve hoşnutsuzca sorar. - Burada ki bu çıkıntı da nedir?

Sen hafif mahçup - Bir saniye dersin.

Çık, çık, çık diyerek makası konuşturursun ve az önce çıkıntının bulunduğu yerde bayağı görünen bir açıklık oluşur, bu sefer baş daha çok kızardı.

Sen kendini kurtarmak için - Ben kesiyordum, siz kafanızı salladınız dersin.

Bizim ikinci ustamıza gıpta ediyordum. Aslında açıkça itiraf etmem gerekirse her işte başkalarını kıskanıyordum. Ama insanlardan hep gizlediğim bu duygumun gerekçesini daha sonra mesleki açıdan bana hiç ama hiç yakın olmayan bir insanda bulmuştum. Puşkin’de. Puşkin demiş ki; gıpta, yarışmanın öz kardeşi olup iyi niyetli bir duygudur. İkinci ustamız, şık ve züppe biriydi. Gülünç derecede "moda" giyinirdi. Sol elinde altın bir bileziği vardı. Yumuşak koyu rengi saçlarını her gün yeni şekilde tarardı ve bizim Katya ile evlenmek istiyordu. O da nedense onu "kan prensi olarak" adlandırıyordu ama hep "hizmetli kanı" diye ekliyordu. Aslında ben bu özelliklerini değil çalışırken susmadan konuşabilmesine gıpta ediyordum. Benim için bu beceri gerçek bir usta olduğunu kanıtıydı.

Müşterinin yüzünü sabunlarken - Katya. Nastya’ya gittin mi? diye sorardı.

- Dün uğradım.

- Eee! Ne oldu. Orada kim vardı?

- Saşa Muhin vardı gözbebeğim, prensim benim.

- O nasıl?

- Evlenmek istiyor.

- Kiminle?

- Nastya ile.

Fırça müşterinin burnunda durmuştu ve kıpırdamıyordu - Nastya ile mi? dedi usta. Müşteri sinirli sinirli kafasını sallamaya başlamıştı.

- Şaka şaka. Onunla değil.

- O zaman kiminle?...

İşte böyle boş konuşmalarla bütün bir günü geçiriyordu.

Sırf müşterilere ve bize yani küçük çocuklara, çok büyük bir usta olduğunu ve bakmadan çalışabildiğini göstermek için konuşuyordu.

Bazen kuaförde ustabaşı bulunmadığında o bize - Biliyor musunuz, ben kim olabilirdim? diye sorardı.

- Kim, kim olabilirdin?

- İşte!... diye tuhaf bir cevap verirdi.

Yavaş yavaş bende kendi işimden gurur duymaya başlamıştım. Öyle böyle değil insanın kafasıyla, herkesin saygı duyduğu bir organla çalışıyorsun. Müşterilerin eğilimlerini, özelliklerini ve karakterlerini taşıyan bu şeyin içinde neler olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. Bu meşgale git gide daha çok ilgimi çekiyordu ve aslında tüm insan soyuna karşı daha çok dikkat veriyordum.

Ancak yavaş yavaş kuruluşumuzda ki "hemen hemen özel" sıfırlanmaya başlamıştı. Katya daha dikkatli ve daha ciddi çalışmaya başlamış ve hatta bizlerden her birinin işini kaydetmeye ve her iş türünü ayrı olarak yazmaya başlamıştı. İkinci usta da daha az konuşmaya başlamıştı. Çünkü onun işi de ayrı ayrı detaylı olarak hesaplanmaya başlamıştı. Tuhaf "kesintiler" bitmiş ve on üç ruble sabit şekilde benim aylık hayatımın bir parçası olmuştu. Bir kaç kere anneme para bile yollamıştım. O, oğlunu özleyip Guryev’e abimin yanına taşınmış ve inşaatlarda çalışmaya başlamıştı.

Benim berberde ki "stajım" her gün iki saatti. Ben de o saate kadar hemen hemen her gün, yetimhane komününün tarlalarında çalışıyordum. Komünü il komsomol komitesi organize etmişti ve biz kısa bir zaman önce komsomol üyeleri olan gençler, bu işin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu anlamamız için çok fazla zaman gerekmemişti. Bize verilen işlerde coşkuyla çalışıyorduk. İşlerimizin sonuçlarının henüz çokta olumlu olmamasına rağmen. "Komün" kelimesi benim için kutsal bir kelimeydi ve beni gururlandırıyordu. Böylece dünün bozkır çobanı uçak kullanmayı öğrendikten sonra uçma becerisinden, çocukluğundan beri tanıdığı ve bildiği teknolojiyle daha önceden tanışmış insanlardan, daha fazla gurur duyuyordu. Aynı şekilde bir hamalın oğlu da yüksek fikir anlamına gelen komünde çalışırken, gururu sınır tanımazdı. Ben halk çocuğuyum ve ben Almanlardan, Fransızlardan, Amerikalılardan ve İngilizlerden çok daha önce, bilinçli insana ulaşmaya çalışan yeni bir toplum inşa ediyordum.

Berberde ki işim beni cezp etmemişti. Coşku yaratmamıştı. O iş, sadece alıştığım ve yapmak zorunda kaldığım bir işti. Ben, ancak komünümüzün tarlalarında çalışırken yeni bir hayatın yaratıcısı haline dönüşüyordum. Yaptığım işte insanda gurur şiirine dönüşüyordu.

Bir mayısta mesleğimde ki son hayal kırıklığını yaşadım. Ne kadar tuhaf olursa olsun bu olay, çok iyi çalıştığımdan dolayı bana prim verdikleri kutlama esnasında gerçekleşmişti.

Bizim ustabaşı - Müthiş ustamız Konstantin Sartaleev’e altı aylık planı dört ayda gerçekleştirdiği için prim olarak elli ruble, yazlık beyaz takım elbise ve ayakkabı veriyoruz dedi.

Diğerleri gibi ben de mağrur bir şekilde ustabaşına yaklaştım, primimi aldım ve alkışlayan topluluğa bir şeyle söylemek gerektiğini düşünerek, beceriksizce uzun uzun konuşmaya başladım. Sözlerimin sadece sonunu hatırlıyorum.

Planı gerçekleştiren ve fazlasıyla gerçekleştiren primli berberler yaşasın! lafı ağzımdan çıkmıştı.

Aynı anda pişman olmuştum. "Ne kadar aptalca bir söz. Başka bir şeyler söylemeliydin" diye düşündüm. Bir anda ateşlendim, kulaklarıma kadar kızardım, kendi kendime hakaretler ederek hızlıca çıkıp gittim.

Şehrin kenarında ki pis ve yamuk ara sokağa Puşkin adı verilmesine veya yeni doğan bir çocuğa insanlığın dehalarının isimlerinin baş harflerinden oluşmuş adlar verilmesine her zaman sinir olmuştum. Benim için kutsal ve devasa öneme sahip bir şeyin hayatın küçük günlük etkilerinden korunması çok önemliydi. Ama o anda ben ise kavgacı ve kaba olarak tanıdığım berberleri hiç hakketmedikleri şekilde yüceltmiştim.

Tahmin etmek kolaydı. Yetimhaneye en sevimsiz ve kötü bir ruh hali içinde gitmiştim.

Boraş, Moskova için hazırlanıyordu. Yol için kendine kıpkırmızı bir valiz satın almış ve şimdi kendi eşyalarını valize dikkatlice yerleştiriyordu. Masada halen sıcak olan ütü ve ütülü çoraplar ve mendiller duruyordu.

Onun kırmızı valizine bakarak - Demek artist olacaksın dedim. Son kararın mı diye sordum? Boraş mağrur - Bu benim doğuştan beri en büyük arzumdu Kostya diye cevap verdi.

Daha çok onu değil kendimi rahatlatmak için - Sonbaharda mutlaka Moskova’da görüşeceğiz dedim. Borya ile bütün gece oturup sabah onu istasyona uğurlayana kadar kendi aptalca konuşmamı ve berberler toplantısını unutabileceğim umuduyla biraz içim ferahlamıştı. Ama nerde? Gençler duygusaldır. Kendi sözlerimden duyduğum utançtan, Borya gittikten sonra bile kurtulamadım. Kuaförlükle ilgili her şeyden nefret ediyordum. Artık yüksek alınla ve güzel saçlarla ilgilenmiyordum. Müşteriyi traş etmek için tam beş dakika harcıyor sonra kuru kuru:

- Sırada ki diye bağırıyordum.

Kuaförde geçirdiğim günler kalbimde büyük bir yük gibiydi.

Kendi kendime soruyordum. "Sen hayatında iyi ve faydalı neler yaptın. Yedi yıllık okulu bitirdin. Sonra. On yedi yaşındayken ne gördün ne hissettin neler yaşadın. Aşık bile olamadın."

Hayatı gün gün saymanın bir fayda getirmeyeceği sonucuna ulaşmıştım. Bütün günler birbirlerine bu kadar benziyorsa, onları ayrı ayrı saymanın ne gereği vardı. Bir yıl boyunca öyle ya da böyle ilgi çekici bir şeyle karşılaşabilirdin. İnsanlarda zaten şöyle hesap yapmıyor mu: sadece okul yılları veya Moskova’ya gittiğim yıl veya komsomol olduğum yıl, evlendiğim yıl...Ama bu bir yılı diğer yıldan ayıran hesaplama yöntemi, benim hayatım için uygun gelmemişti. Yaşadığım günlerin ve yılların faydasız olduğu düşüncesi beni mahvediyordu. Hem kendim için hem diğer insanlar için ilgi çekmeyen biri olduğumu düşünüyordum.

Şegen’in bile askeri okuldan bana değil de Boraş’a daha sık yazma nedeni de bumuydu acaba?

Aşırı uç noktalarda ki büyük arkadaşıma hayrandım. Hem herkesle dalga geçen hayatı seven bir yaramaz hem de okumayı seven sadık ve duygulu arkadaşım, sert kararlar alabilen biriydi. Bana mektup yazmak istemediğini, onun pekte sakin olmayan aklını sürekli meşgul eden sorularına benim cevap vermekte ki beceriksizliğimin bir kanıtıydı.

Hem endişeleniyordum hem de kıskanıyordum.

Şimdi Borya gittiği zaman Şegen beni tamamen unutacaktı. Ona benim yazmam gerekiyordu. Hem tereddütlerimi anlatmalıyım hem de kendisi bilmese de benim dünyada ki en yakınım olduğunu ve kendime örnek model olarak aldığım kişiden akıl almalıydım.

Kuafördeki işi kesin olarak bırakmaya karar vermiştim. Ama ondan sonra nereye gideceğimi bilmiyordum. Sonbahara kadar daha çok vardı ve kendime bir yön tayin edebilirdim. Bu yüzden çokta endişelenmemiştim.

Yedi yıllık okulun bitmesi ve ilkbaharın gelmesi, içimde ki çocukluk anılarını ve tembellik hayallerimi uyandırmıştı.

Hatıralar geçmiş yılların uzaklarından, köyde utanarak sevdiğim küçük Akbota’nın tatlı görüntüsünü getirmişti. Gün boyunca onu yedi yaşında olduğu gibi hayal ettim ve ancak akşamüstüne doğru ayrıldığımız günden beri geçen yılları eklemek aklıma gelmişti. Bir anda o da büyümüş, omuzlarına uzun saç örgüsü düşmüş, kulaklarında ki küpeler parlamıştı. Uzakta ki görüntüsü, her dakika biraz daha tatlı ve güzelleşmişti. Benim beyaz deve yavrum! Yumrukçukları yardımıyla komik şekilde kendini ifade etme alışkanlığı aklıma geldi. Bu alışkanlığını korumuşsa çok iyi olurdu.Bu benim işime yarardı. Akbota görüştüğümüzde beni yumrukçuklarıyla iterdi, bende elinden yakalayarak kendime doğru çeker ve sarılırdım. Tatlı hayaller!

Ama yok. Şimdi başka bir hayal benim için daha önemliydi. Şegen pilot olmuş, Boraş Moskova’ya gitmişti. Ben ise berberdim. Lanet olsun!

Abay’ın bir şiiri hatırladım.

Dev dünyanın inşasında

Sen de sağlam bir taşsın

Yeter ki yerini bulup ta tut

Asırlarca yaşa..

Dünyaya pencereden bakmak yeter! Kendi yerimi bulma zamanım gelmişti.

Ben sabahleyin koşarak bölge eğitim bölümüne komitesine gittim ve dünyada ki yerimi bulma hakkım olduğunu kanıtlayan tartışmasız iki kanıtı masaya bıraktım: usta berberlik belgesini ve yedi yıllık okulun hep pekiyi olan notlarını. Okumak için beni Moskova’ya göndermelerini rica ettim.

Benim hayatımı jilete ve makasa bağlayan aynı adam, aynı zamanda ve aynı sebeple benim eski düşmanım, olimpiyatlarda ki sporcuların sakinliğiyle, evraklarımdan gözlerini kaldırdı, elleriyle evraklarımı kendine doğru çekerek üzerine kararını yazdı: "Eğitim Fakültesinin hazırlık bölümüne kaydedilmesi." Ben şoktaydım. Elimi başvuruya uzattım ama evraklarım bir anda masanın çekmecesinde yok olmuştu.

- Kuaförlüğü neden bıraktın?

- Benim için berberlik buraya kadar.

- Çalışmak mı istemiyorsun?

- Yook. Neden istemeyeyim...

- Nedenini sen de biliyorsun. Siz hepiniz Moskova’nın sizi beklediğini düşünüyorsunuz. Okuma isteğini anlıyorum. Ama ne için. Kendini daha yüksek bir mevkie çıkartmak için. Seni bu halk büyüttü. Bu halk senin yetimhaneni gerekli her şey ile donattı, bu halk seni giydirdi, yedirdi, içirdi, bu halk senin öğretmenlerinin maaşını ödedi. Şimdi sen on yedi yaşındasın ve senin halkı düşünme zamanın geldi. Şişko ve dış görünüşüyle soğuk olan müdür, inanılmaz bir enerjiyle bana işte böyle sitem etmişti.

Ama sitemleri bana haksız gelmişti. O beni neden sadece kendim için eğitim almak istemekle suçluyordu? Şegen, halk için pilot olmuştu, Boraş ise halka artist olarak hizmet edecekti. O halkına güzel şarkılar söyleyecek ve kalplerine sevgi dolduracaktı. Ya ben...Aslında bu durumda zayıf bir halka vardı. Kendim bile kim olmak istediğimi bilmiyordum ve gelecekte ki benim ne derece büyüyeceğimi göremiyordum. Ben kendi işimin faydalarını değil daha çok herkesin bana duyacağı saygıyı ve bu işi yaptığım için bana olan hayranlıklarını düşünüyordum.

Sonunda gayet emin bir sesle onu tersledim - İşte bende eğitim alarak, okuyan bir adam olarak halk benden gurur duysun istiyorum dedim.

Müdür sırıttı.

- Halk, sen ona faydalı olduğunda seninle gurur duyar. Al işte bak dedi ve masaya kocaman tablo şeklinde çizilmiş bir kâğıt serdi. Bu kâğıt bana, bıktığım berberliğe beni atadığı tabloyu hatırlatmıştı. Bak bu okul ağı gelişim planıdır. Sen okuma yazma istiyorsun. Ona ulaşmak istiyorsun. Ama bizim halkımız da cahil, insanlar da okuma yazma öğrenmek istiyorlar. Cahil insanlarla komünizme geçilmez. On binlerce basit öğretmene ihtiyacımız var. Bizim büyüttüğümüz bütün çocuklar ünlü profesörler olursa biz bu öğretmenleri nereden bulacağız. Öğretmenlerin halkın fonlarıyla seni okuttular. Sen halka olan borcunu ödemelisin. Diğer çocuklarımızı eğitimin ışığıyla aydınlatacak iyi bir öğretmen olmak zorundasın...Komsomol üyesi misin? diye sordu

Ben sessizce kafamı salladım.

- O zaman beni kesinlikle anlarsın. Geçen yılki mezunları düşüncesizce harcadık. Bu yılda okulu bitiren Kazakların yüzde doksanını, yerel eğitim fakültelerine göndereceğiz. Her şeyi kendi çıkarlarının küçük tepeciğinde değil, toplum çıkarlarının büyük dağından görme zamanın geldi. Anladın mı beni.

Ben ona nasıl karşı çıkabilirdim? Sustum ama kabul anlamında kafamı da sallamadım.

- Tamam, o zaman. Ama yazın kuaföre dönmeni tavsiye ederim. Çalışma alışkanlığını kaybetmemelisin. Üniversitede derslere başlamadan bir ay öncesinden izin alırsın, kımız içmek için memleketine gidersin.

Ben üzgün bir durumda yetimhaneye döndüm. Orada beklemediğim bir sevinç, Şegen’den gelen mektup beni bekliyordu.

Şegen’in tanıdığım düzgün el yazısıyla yazılmış mavi zarfı gördüğümde; gözyaşlarım sel olup akmaya başladı. Posta pulundan bana, alnında büyük gözlüğüyle kasklı bir pilot sertçe bakıyordu. Gözlerim ayrı ifadeleri ve düşünce parçalarını metinden kopartarak satırlar arasında açgözlülükle koşuyordu. Mektubu tamamen okumak için sabrım yetmiyordu. Gözyaşlarımın arasından büyük arkadaşımın yüksek anlama sahip benim için dünyada ki en önemli ve en doğru sözlerini yakalıyordum.

Ancak Ural’ın kıyısında tamamen yalnız kaldığımda, hayatıma yön verecek olan bu mektubu baştan aşağı okuyabildim.

Şegen mektubuna şöyle başlamıştı. "Selam boksör" Sonra benim bütün lakaplarımı ve rütbeleri saymıştı. Özendirici "koşucu", samimi "şapşik" ve alay edici "filozof" vardı. Şegen bana " boksör" lakabını, üç sene önce morluklarla kaplanmış ve iyice dövülmüş bir halde, Spor Akademisi ekibiyle yaptığım dostluk boks müsabakalarından döndüğüm günden itibaren vermişti.

Sonra Şegen’in yazmış olduğu her şey, en sevdiği ve ezbere bildiği "Şahinin şarkısından" alıntıya benziyordu. O galiba pilot olarak kendini dünyayı uçuş yüksekliğinden görmeye alışmış bir şahine benzetiyordu.

Şöyle yazmıştı. "Dünya, ufuğun geniş ise güzeldir. Ufukta yüksekten bakarsan geniştir. Ben pilot olduğum için sadece benim mesleğimin, dünyaya geniş açıdan baktırdığını düşündüğümü zannetme. Hayır. Sadece fiziksel ufuktan ve sadece uçuş yüksekliğinden bahsetmiyorum. Ben tabi ki direk anlamda uçuyorum ama uçak kabinine hiç oturmayan ve hiçbir zamanda oturamayacak insanların da uçabileceğini kabul ediyorum. Yerde sürünmek her zaman kötü bir şeydir. Çağımız, hız ve yükseklerin çağıdır. Hem beynimizi hem de kalbimizi zenginleştirebilen yüksekliklerin çağıdır. Ben bugün on gün süren uzak bir uçuştan döndüm. Bu on gün içinde ben, bizim babalarımızın tüm hayatı boyunca asla ulaşamayacakları yerleri ve çeşit çeşit insanları gördüm.

Senden ne kadar büyük olduğumu sende biliyorsun. Ama şimdi daha da büyüdüm. Bana kalsa çok uzun yaşadım. Dünyamızı başka bir tempoyla öğreniyoruz. Babalarımızın gördükleri ve bildikleri her şey, hayatı boyunca öğrendikleri her şey, her Sovyet çocuğunun kendini yıpratmadan kolayca geçtiği yedi yıllık eğitim programına sığıyor. Yetişkin Sovyet adamı için bu açlığını bastıracak bir atıştırmalık gibidir.

Boş ve güzel cümleler olduğunu düşünme lütfen ama ben hayatımın her saniyesini tüm gönlümce yaşamayı, bir kuruş biriktirmeye tercih ediyorum. Aynı şeyi, çocukluğumdan beri sevdiğim ama ancak şimdi metal kanatlarda uçarak anlayabildiğim şahin bana öğretti.

Sen yılan soyundan değilsin. Biliyorum ki uçacaksın. Ama kanatları nereden bulacaksın. Senin son mektubundan sonra bunu çok düşündüm. Ama kendi özelliklerinden ve hayallerinden o kadar az anlatırsan, ben sana nasıl akıl fikir verebilirim ki. Sen kendin ne istiyorsun. Uçacağın yerin sınırı yok. Ama rota seçiminde hata yapmamalısın Geleceğimiz için her yerde mücadele edebilirsin. Çarpışmalar sadece bizim hava kuvvetlerinde değil her yerde var. "Cesurların deliliği" sadece bizde değil her yerde var..."

Bu romantik mektup beklenmedik şekilde ciddi ve ikna edici şekilde bitiyordu: Şegen, partinin onun önüne tüm hayatı boyunca gideceği yolu açtığını yazmıştı. Demek ki Şegen partiye üye olmuştu. Bende hala komsomoldum Şegen her zaman beden öndeydi. Şimdi ise bana yol gösteriyordu.

Bütün gece boyunca şarkıya çok benzeyen mektubu düşündüm. Sabaha doğru kararımı vermiştim. Bu kararı gerçekleştirdikten sonra da bu kararımı arkadaşıma yazdığım mektupta belirttim.

Sabah erkenden askerlik komitesine gittim. Şegen, bölge eğitim bölümünün müdürünün oldukça fazla ama yeterli romantizme ve heyecana sahip olmayan sözlerine karşılık vereceğim cevapları bulmama yardım etmişti. Genç kalbim Şegen’in şiirsel gayretine coşkuyla cevap vermiş ve valizime basit eşyalarımı yerleştirirken, militan şarkılar mırıldanıyordum.

Ben vapurun uzun düdüğüyle birlikte iskeleye gelmiştim.

Şafağın yoğun ipeksi maviliğince sarılmış şehir, yavaş yavaş uyanıyordu. Orada burada tek tük pencerelerde loş ışıklar titriyorlardı. Bahçede ki gecikmiş aşk konuşmalarına ve iç çekmelere göz kırpan Venüs yıldızı, yumruk boyutunda bir elmas gibi parlıyordu. Nehrin üzerinde ki kurbağaların kutlama korosuna cevaben yüzlerce sokak köpeği huzursuzca havlıyordu.

Nehrin sessiz yüzeyinde projektörün uzun ışığında yayılmış, kendi kalp atışlarından titreyen vapur "Kazakistan" duruyordu. Ben elimde valizle hızlıca üst güverteye çıktım.



VIII


Arkasında kaynayan suyun gümüş rengi parlak üçgenini bırakan mavi vapur, sakin bir mağrurlukla kayıyordu. Dalgalar neşeli neşeli kıyılara koşuyor, orada güneş ışıkları altında parlak bir dantele benzeyen köpükten giysisini bırakarak geri geliyorlardı. Mutluluk dolu parlak bir mayıs günü, öğlen saati. Uzun uzun yayılmış deve kervanına benzeyen vapurun kahverengi tüylü dumanı, nehrin üzerinde uzunca bir süre kalıyor ve sonra yavaşça eriyerek sırayla fantastik yaratıklara ve hayvanlara dönüşüyordu.

Vapurumuzun, bordasında bizim öz Cumhuriyetimiz "Kazakistan’ı" taşıyarak denize doğru kendinden emin bir şekilde hedefine odaklanmış hareketi, bana sembolik gelmişti.

Kelimenin melodisi ile aşka gelmiş sürekli tekrarlıyordum. -Kazakistan!

O, vapurun üst güvertesinden sınırsız bozkır okyanusu gibi gözümün önünde yayılmıştı.

-Kazakistan!

Onun köyleri, onun at sürüleri...Şurada yeni demiryolunun inşası...Şurada boş bozkırın ortasında hırıldayarak ekskavatörler toprağa girişiyorlardı. Çelik dantelden örülmüş vinçler, uzun boyunlarını çeviriyorlardı. Şurada vahşi bozkırda inşaat iskelesiyle kaplanmış yüksek binalar büyüyordu. Evet. Kazakistan - Büyük bir şantiyedir. Biz kendimiz, babalarımız, rahmetli dedelerimiz ve dedelerimizin dedeleri için inşa ediyorduk.

Kıyının sağ tarafında nehre çok yakın Rus köylerinin dikdörtgen sebze bahçeleri yeşilleniyordu. Solda kolhoz köyleriyle, sayılamayacak kadar çok at sürüleriyle, şaşırmış orada burada duran develerle Kazak bozkırı uzanmıştı.

Vapur, alt bölgelerden buğday, karışık ve anlaşılmayan araba parçaları, iki koyun gri renkte akhal-teke cinsi atlar ve tek hörgüçlü iki deve taşıyordu.

Genç Kazak hayranlıkla - Atlara bak! Bunların üzerinde tüm dünyayı gezebilirsin diye mırıldandı.

Onun arkadaşı da onunla dalga geçerek - Tüm dünyayı mı? Sen Uralsk’tan daha uzağa gittin mi hiç?

Üçüncü Kazak görkemli "çöl gemilerine" hayranlıkla bakarak - Yok yok. Sen bunlara bak. Bi bak. Kavurucu sıcaklarda tek bir ot bile olmayan kumlarda, bir yudum su olmadan kırk gün boyunca yürüyebiliyorlar.

Koyun postundan yapılmış kocaman papaklı diğer yoldaş söze karıştı - Bizim Türkmen develeridir.

Siyah kadife beşmet’li[7] adam ayağa kalkarak - Nasıl yani sizin? diye sordu.

- Tabi ki bizim.

- Nasıl sizin. Bunlar bizim kolhozun develeri. Ben "Kayraktı" kolhozunun başkanıyım!

Bizim kolhozun adı geçince ben hemen irkildim.

Birinci adam karşı çıkarak - Ne kadar da saf bir adamsın. Develerin ana vatanından bahsediyor dedi.

- Haaa! Nereden çıktılar. Böyle bakarsan sen de belki boz-ata denen bir yerlerden, yani Kazak topraklarındansın ama gerçekte Türkmensin.

- Eee! Ne olacak. Sen de belki bir Türkmen vadisi olan kırk kuyuda doğdun. Ama her şeyinden Kazak olduğun belli.

- Ben nerede doğduğumu sen nereden bilebilirsin?

- Ya sen nereden biliyorsun?

İkisi de uzun zaman önce iki halkın kapladığı topraklarda doğduklarını anlayarak gülmeye başladılar. Yani onlar iki halkın birlikte yaşadığı ve halklar arasında tartışma konusu olan ama şimdi iki kültürün samimi kaynaşma yeri olan topraklarda doğduklarını anlayarak gülmeye başladılar.

Sonra bir de bakmışsın ki; ikisi de yere oturmuş ve her biri kendisine ait halıdan yapılmış hurclarını[8] açmışlar.

- Ye ye canım Türkmen’im benim!

- İç iç lütfen canım Kazak’ım!

Ben yaklaşık yirmi sene önce onların atlar üzerinde, bozkırda ki su kuyusuna iki farklı taraftan geldiklerini hayal ediyordum. Aralarında vahşi düşmanlıkla geçmiş yüz yıllar, diğerlerinin öfkesi, hiç kimseye gerekmeyen boş bir şöhret için akmış kan nehirleri vardı. Bu ikisinin sakin ve barışçıl şekilde ayrılması için çöller ve bozkır yeterince geniş değildi. Hem onlar için hem onların atları için temiz suyla dolu zengin kuyularda ki sular bile az olacaktı. Onlar öncelikle alaylarla ve hakaretlerle değiş tokuş yapıyor olsalar bile daha sonra işe sopalar giriyordu. Şimdi ise onlar yan yana oturmuş, eski zamanlarda ölene kadar kavga ve dövüş çıkacak konularda sakin sakin şakalaşıyorlar ve birlikte gülüyorlardı.

Onları izliyordum ve sadece ne zaman "Kazak’a", sadece "Türkmen’e" döneceklerini bekliyordum. Eğer onlarda çok eski ve vahşi düşmanlığın izi bile kalmamış ise o zaman bu sözler ne demekti.

Bunu sadece sonra ki sohbeti dikkatle dinleyerek anlayabilmiştim: "sadece Kazak" veya "sadece Türkmen" olmak, sadece babalarının ve dedelerinin yapabildiklerini yapmak yani bozkırda ki sürülerin sahibi ve bozkırın sadık hizmetkârı olmak demekti. Ama ikisi içinde bu artık kesinlikle yetmiyordu.

- Bak orada ne yazıyor. Makineler! Ama ne makinesi olduğunu, onlarla ne yapıldığını ne sen ne de ben biliyoruz dedi Kazak.

Türkmen iç çekerek - Doğrudur. Göz görüyor ama akıl almıyor. Veya işte şöyle bir durumda var. Vapura bindin, on iki ruble ödedin. Ama nasıl gidiyor, onu hangi güç itiyor bilmiyorsun.

Hüzünlü bir şekilde dilleriyle çık çık yapıyorlar, kafalarını üzüntüyle sallıyorlardı. İkisi de eskiden onların dedelerinin olduğu gibi olmak istememesi çok hoşuma gitmişti. Onlar birer mıknatıs gibi beni çekiyordu ve ben onlar biraz daha yaklaşmıştım.

Kendinin "Kayraktı" kolhozumuzun başkanı olduğunu söyleyen Kazak beni işaret ederek - İşte onlar bilmelidir dedi. Onun yüzünde bildiğim ama çoktan unuttuğum bir şeyler vardı. Bu asılmış bıyıkları ve gümüş rengi saçları ilk defa görüyordum. Ama bir anda onu bıyıksız halde düşününce, yıllar önce beni yetimhaneye teslim eden ve yetimhanenin taşındığı gün Şegen’le birlikte şehirle vedalaşırken tekrar karşımıza çıkan polisi tanımıştım.

Minnettarlıkla onun elini tuttum.

Arkadaşımın aile özlemleri ve kahramanlığı hakkında detaylı şekilde anlattıklarımı keserken sadece tek bir şey söylüyordu. - Eee!..eee!... Ben hikâye mi bitirdikten sonra - Ehh! Bak sen. Adam olmuşsun.Demek ki boşuna uğraşmamışım dedi.

Bana sarıldı ve ıslak yanaklarını yüzüme yapıştırdı.

Galiba benimle kendi ellerinden çıkmış bir esermişim gibi böbürlenmek istemişti ve - Sen kolhoza, işte bu akhal-tekeli atın üzerinde gireceksin dedi.

Be onu hüzünlendirerek - Yok. Ben anneme Guryev’e gidiyorum dedim.

"Kazakistan" suda geniş bir daire çizerek kıyıya yanaşmıştı. Eski polis şu anda ise kolhozun başkanı olan adam kendi safkan atlarını ve develerini indirmeye başlamıştı. İskelede bekleyen kalabalıkta elinde bebekle genç bir kadın figürünü ve onun yanında sıska bir adamın başına sıkıca takılmış mavi kepini görmüştüm. Ben ürkmüş ve çıkışta donup kalmıştım. Vapura ve vapurdan karşı karşıya iki taraflı hareket eden insanlar, yanlış yerde durduğum için beni iterek ve bana kızarak akın ediyordu. Çıkanlara basarak ve bebekli genç annesini sanki bir girdabın içindeymiş gibi çevirerek çok sesli kalabalık, alt güverteye doğru girmişti. Kadın bebeğini kalabalıktan kurtarmak için onu kafasının üzerine kaldırıyor, çocuk çaresizce cıyaklıyordu. Kalabalıkta kadından ayrılmış kocası ise uzaktan ona bağırıyordu. Bir yolcunun güçlü sırtında asılmış olan kocaman bir bohça, genç anneyi duvara yapıştırmıştı.Ben bohçayı iterek kadını çıkardım ve elinden bebeğini aldım.

O hemen beni tanımıştı - Aman tanrım! Kayruş sen misin?

Kızarmış yüzüyle gençliğin tazeliğini saçan o kadın, inanılmaz güzeldi. Akbota çocukluğunda şişko, geniş yüzlü, küçük burunluydu ve sert yumrukları vardı. Şimdi ise yüzü yuvarlaktan ovala dönmüştü, burnu incecik ve dümdüzdü. Zayıflamış, çok incelmiş ve zarifleşmişti.

Onun kara gözleri direk bana bakıyordu. Ben sustum, gözlerimi yere indirdim.

Hafif tereddütlü tekrar sordu - Kayruş sen misin?

- Gördüğün gibi Akbota.

- Sen Kostya’ya dönüşmüşsün dediler...

- Yoksa sana daha samimi şekilde sadece Bota diyemez miyim?

Sonra, o anda yaklaşan kocasına sitem edercesine bakarak - Ama dediler ki; sen asla köye dönmeyecekmişsin ve anneni bırakmışsın.

Anladığım kadarıyla işte bu dar alınlı beğenmediğim insan yüzünden bu dedikodular başlamıştı. Ben onu burada derhal ezmeye hazırdım. O da galiba niyetimi anlamıştı. Çünkü gözleri etrafında ki yüzleri korkuyla dolaşmaya başlamıştı. Aceleyle valizini ve çuvalını güverteye koydu, elimden çocuğu alarak annesine uzattı. Sonra eşyaları kaldırarak, ikiye ayrılmış çenesiyle ileri doğru göstererek:

- Hey hatun. Yürü dedi.

Ben kısık bir sesle - Ne kadar küçük bir kukla gibiydin sen Bota.

Bir anda - Ohoo! Sen bu kuklayla oynamak için geç kaldın diye tam kulağıma bağırdı kocası ve hemen köşede yok oldu. Sadece oradan - Hey hatun! diyen sesi duyuldu.

Akbota sakince durmuş gözleri parlamıştı. Susup elimi sıktı ve usulca adamın arkasından yürüdü.

O, benden daha önce yirmi yaşına ulaşmıştı!...

Ben dört kişilik kamaraya doğru tek başıma yürürken Akbota’nın kocasıyla birlikte aynı odaya yerleştiğini gördüm. O zaman yolun kalan süresini güvertede geçirmeye karar verdim ve bir daha da onu görmedim. Bazen kulağıma bebeğin ağlama sesleri geliyordu. O zaman ben güvertenin başka tarafında geçiyordum. Bir yerde Akbota’nın zayıf hünkârının kuru dar sırtını görünce kendime yeni bir köşe aramaya başladım.



IX


Genç yaşlarda o kadar çok şey görürsün ki, her şeyi hemen ve tam olarak anlaman zordur. Tıpkı peş peşe koşan dalgalar gibi intibalarda seni kapatır. Sen sürekli yeni bir şeylerle karşılaşırsın. Üstelikte aklın daha önceden gördüğün şeylerle meşgul olduğu zamanlar. Ve düşünceler asla boş değildir. Çünkü onların beslenme kaynağı gördükleri her şeydir. Genç dimağlar her şeyi kapmak, her şeyi anlamak incelemek ister. Her şeyi açgözlülükle aceleyle kapar ve daha sonra gelen şeyi kapmakta geç kalmamak için daha hızlı çalışır.

Anneme giderken ben onunla nasıl buluşacağımızı düşünmeye çalıştım. Ama yeni yerler ve yeni insanlar, tıpkı dalgaların kıyıdan tecrübesiz yüzücüyü sürüklemesi gibi dünyanın geniş ve büyük denizlerine doğru beni de alıp götürüyordu. Guryev’de iskelede indim. Ural üzerinden geçen tanıdığım köprüye yaklaşınca annemle ilgili düşüncelerime tekrar geri dönmüştüm. Ancak burada da beni yeni haberler yeni şeyler bekliyordu: yüklü arabaların tekerlekleri altında hep titreyen bildiğim ahşap köprü, hiç olmamış gibi yok olmuştu. Onun yerinde demirden yapılmış başka bir köprü vardı ve köprünün üzerinde geniş bir manzara duruyordu.

Eskiden alçak boylu, renksiz Guryev artık uzamış ve büyümüştü. Ural’ın her iki kıyısında yayılmış binaların, yeni ve kocaman camları parlıyordu. Eskiden bildiğim nehir sanki çökmüş ve sakinleşmiş gibi görünüyordu. Köprüden geçen arabaların uğultuları, elektrikli dairesel testerelerin ince melodik zil sesiyle ve şantiyelerin çeşitli gürültüleriyle birleşmişti.

Uzakta denizin gümüş rengi yüzeyinde duman çıkartan vapurlar duruyordu ve çok sayıda balıkçı tekneleri ise beyaz yelkenlerini şişiriyordu.

Kalbim yine coşmuştu " Kazakistan!"

Ben annemi çok katlı bir binanın şantiyesinde buldum. O, transportörün giden bandı üzerine tuğlalar koyuyordu.

- Anne!..

Beni gören daha doğrusu sesimi tanıyan annem tuğlayı düşürünce tuğla ayaklarının dibinde iki parçaya ayrıldı. Beni kendine adeta yapıştırmıştı ve sadece onun kucağında onu ne kadar çok düşündüğümü ama onun için hiçbir şey yapmadığımı anlamıştım.

Anneleri mutlu yapan şey nedir. Oğulların kutsal sorumluluğu neydi, henüz bilmiyordum ama bir anda onun için hayatında görmediği her şeyi yapmak istedim: onu refaha ulaştırmak, sıcaklığı ve huzuru vermek. Onun ellerini öptüm. Benim gibi hiçbir şeyle tanışmayan parmaklarımla karşılaştırıldığında onun çalışan parmaklarının ne kadar sert ve yıpranmış olduğunu anlamıştım. Cildinin her kırışığını daha net vurgulayan kızıl tuğla tuzu ile kaplanmış yüzü, ne kadarda buruşmuştu. Ben annemin hayatında hayal edemeyeceği şeyleri o anda ona vermek istedim.

Annem bana sarılıyor ve sağlığıma, sağlamlığıma, benim tükenmemiş gücüme sevinerek geniş omuzlarıma bakıyordu. Ben ise onun için "her şeyi her şeyi" yapacağımı emin tekrarlıyordum. Ama bu "her şeyin" gerçekte ne olduğunu tahmin bile edemiyordum. Sadece bunun sınırsız ve müthiş olacağından emindim.

- Küçük oğlum benim! Göğsüme başını yaslamış tekrarlıyordu. Söylediği "küçük oğlu" başında ki saçlarına ulaşıp onları okşayabilmesi için ona doğru iyice eğilmişti.

Annemin evinde her şey eskisi gibi olsa da yine de her şey yeniliğin mührünü de taşıyordu. Annemin hayatında ki köylülük hala hissediliyordu. Ama şehirde onun bütün ev yaşantısına ve tarzına kendi damgasını vurmuştu. Bu her şeyde, yani hem kıyafetlerinde hem ayakkabılarında hem de mobilyalarda hemen fark ediliyordu.

Bana ve annemin mutluluğuna bakmak için aynı onun gibi işçi komşu kadınlar gelmişlerdi. Ama artık onların sohbeti ineklerin süt miktarı ve ocağın etrafında dolanmıyordu. Artık onlar "bizim" fabrika, "bizim" şantiye, "bizim" komite şefi ve kulüp hakkında konuşuyorlardı.

Abimde çok farklı görünüyordu. O da aynı şantiyede annemin transportöre yerleştirdiği tuğlalardan üst katta duvar yapıyordu. Daha sert ve daha ciddiydi. İnşaatta ustabaşı olmuştu. Sohbet ederken sosyal yarışma, plan ve normların gerçekleştirilmesinden bahsediyordu.

Akşam benim gelmem şerefine tüm aile toplanmıştı. Herkesin gözleri benim üzerimdeydi. Ama ben kendimden bahsetmekten çekiniyordum. Zaten ne anlatabilirdim ki. Berberliğimi, sakal traşı ve saç kesimi normlarını fazlasıyla yaptığımı mı, yoksa bunun için bir kez prim aldığımı mı?

Sadece - eğitimimi tamamladım ve askerlik yapmak için çağrıldım dedim. O zamanlar gelecek büyük savaşla ilgili bayağı telaşlı dedikodular dolaşıyordu. Bu yüzden orduya gönüllü olarak gittiğimi annemden saklamıştım. O yine de telaşlanmıştı ama ağabeyim benim okulu bitirdiğim için komutanlık kurslarına göndereceklerini ve benim orada belki bir kaç sene daha okuyup ancak ondan sonra belki savaşa gideceğimi söyleyerek onu sakinleştirmişti.

Sohbet daha sonra köy ve tanıdıklarımıza geçti. Ben kolhozumuzun yeni başkanıyla karşılaşmamı anlattım ama kalbimi hala çizen Akbota ile görüştüğümü anlatmadım. Ama annem nedense bana kendisi:

- Kayruş, Akbota’yı hatırlıyor musun? diye sordu ve kısa bir zaman önce onu evlendirdiklerini söyledi.

Ağzımdan - Nasıl kısa bir zaman önce. Çocuğu bile var lafları kaçtı.

- Bu çocuk, onun ölen kız kardeşinin ve kocasının ilk karısının çocuğu.

Annem, Akbota’nın kocasının il ticaret komitesinin muhasebecisi olduğunu, ilk karısının ölümünden sonra önce tüm akrabalarının kontrolü altında yaşadığını daha sonra da Akbota’ya sahip olmasıyla ilgili upuzun ve karmakarışık bir hikâye anlattı. Benim anladığım tek şey ise, Akbota’nın yirmi yaşına benden önce ulaşmış olmasıydı. Kocasının onu karısı olarak almak için sahte evraklar hazırlaması ve böylece için bir kaç sene yaşlı göstermesi hiç umurumda değildi. Bana kalan tek şey iznimi yarıda kesmek ve en kısa zamanda buradan uzaklaşmaktı.

Gideceğim gün annem, akrabalarımızı ve tanıdıklarımızı toplayarak aile uğurlaması yaptı. Adetlerimize göre elden ele teslim edilen koyun başı, yakılmış kulaklarını açarak sanki gelecek ölümün kaçınılmaz olduğunu hissetmiş gibi gözlerini kapatarak büyüklere doğru gidiyordu.

Hafif açık kapıdan kımızla dolu kâse tutan bir el uzandı. Herkes ona baktı.

Annem bana ipucu vererek - Sana sana Kayruş’um dedi.

Ben yerimden kalkarak kâseyi küçük tombul kadının elinden aldım. Kapının arkası karanlıktı ve ben kadının yüzünü görmemiştim. Kâseyi sağ elimle alırken sol elimle bana kâseyi uzatan eli tuttum. Elimin altında genç kanın hem nazik hem de coşkun atışını hissettim. Kımızı içtim. Sıcak el bana kısa süreli bir sıkma ile cevap vererek elime üçgen şeklinde buruşturulmuş küçük bir kâğıt bırakarak yok oldu.

Bu mesajla arkadaşlık hatta belki de aşk ve hürmetle dolu içilmiş kâse yanımda, ben tekrar memleketimden ayrıldım.

Annem bütün aziz atalarımın isimleriyle ve bütün antik kahramanların isimleriyle beni uğurladı. Bu dualar, onun kalbini ısıtıyordu ama benim kalbimi ise tam kalbimin olduğu yerde sakladığım kâğıt ısıtıyordu. -Sadece iki kelime içeren bir mektup: "Unutma, unutamam" ve ikimizin unutmaması gereken şeyi, sadece ikimizin kalpleri anlıyordu.



İKİNCİ BÖLÜM

I


Kolya Şurup ve ben, sınır bölgesine aynı gün gelmiştik. İşte yakında iki yıl olacak. O zamandan beri yan yana duran yataklarda yatıyoruz ve çok iyi arkadaşız. Savaş ortamında samimi arkadaşlık, Kızıl Ordu askerinin değişmez yasasıdır. Ama iki askerin arasında kardeşçesine bir dostluk varsa işte bu dostluk, o askerlerin dayanıklılığını ve cesaretini daha da arttırır. Genellikle Kolya ile beni birlikte nöbete gönderen karakolumuzun kumandanı bunu çok iyi biliyordu.

En gizli hayal ve arzularımızı birbirimize anlatırdık. Bu iki yılda Kolya’nın hayatı hakkında öğrenilebilecek ne varsa öğrendim. Tabii o da benim hayatım hakkında ki her şeyi öğrenmişti. Dostluğumuzu sağlamlaştıran bir şey daha vardı: İkimiz de aynı siklette ve aynı tecrübeye sahip boksörlerdik ve birlikte antrenman yapıyorduk. Bu nedenle de karakolda haklı olarak Aiaks’lar lakabını almıştık.

İşte ayrılmadan önce vedalaşmak için arkadaşça dövüştük. Arkadaşların Ukraynalı aksanıyla “Mıkola” olarak çağırdıkları Şurup, sol kaşımın üstündeki sıyrığı tedavi ederken, coşkulu bir şekilde sağ yumruklarımı övüyordu. Oysa sıyrık onun değil benim alnımdaydı. “Ah bu Kolya!” tanıdığımız kızlar Kolya için böyle söylemeyi severler.

Yarın olağan vardiya değişiminden sonra ayrılmamız gerekiyor. Kolya yarın tümen karargâhının emrine veriliyor. Uzun süreliğine mi? Ne için? Kendisi de bilmiyor. Kumandandan ya da örgüt başkanından bilgi sızdırma denemeleri başarısız oldu. Ancak çavuş yeni şeyler öğrenmenin her zaman iyi olduğu hakkında bir şeyler geveledi. Bu yüzden muhtemelen günlerce değil, haftalarca hatta belki de aylarca ayrı kalacağımıza karar vermiştik.

Tam da o gün bir aylık iznimi almıştım. Bundan kısa bir süre önce iki casusu ard arda yakalamayı başarmıştım. İlkini hiçbir gürültü çıkarmadan yakaladım ve sınırın diğer tarafındaki efendileri, sınırın bu kısmında güvenli bir geçişin olduğundan tamamen emin oldular. İki gün sonra aynı yoldan daha değerli olan ikinci casusu gönderdiler. Birincisi sadece “deneme balonuydu”. Bu iki alçak için kazandığım izni Karadeniz kıyısında bir sanatoryumda geçirecektim. Fakat birden bire aklıma gelen bir fikir, beni kumandandan sanatoryum yerine Guryev’deki evime gitmek için izin istemeye zorladı.

İşte Kolya ile açık bavullarımızın önünde, fakir pılı pırtımızı nasıl yerleştireceğimizi bilemediğimizden düşünceye dalmıştık.

Her savaşçı, memleketinden orduya giderken yanına kişisel ve değerli bir şey alır. Kendini bütünüyle anavatanın hizmetine teslim ederken, hazinesini kalbinin derinliklerinde saklar. Ben de bu iki yıl boyunca endişe verici ve zor bir bilmeceyi içimde taşımıştım: Benim Akbota’m nereye kaybolmuştu?

Bu bilmeceyi bana dar alınlı,cılız, tanıdık ve itici mavi kep giyen bir adam sormuştu. Olay Uralsk’da daha orduya katılışımın beşinci gününde oldu. Bölüğümüz talimden dönüyordu. Herkesin sırtında terden çizgiler oluşmuştu, omzunda hantal kaput ...ayaklarında toz içinde botlar, ağızlarında canlı ve neşeli bir şarkı vardı.

Şehrin girişinde önümüzde, “sivil bir vatandaş” bir görünüp bir kayboluyordu, ama ben de tıpkı diğerleri gibi ona dikkat etmemiştim. Tüfeklerimizi piramit şeklinde dikmiştik ki birden nöbetçi bana seslendi:

Girişte sizi bir akrabanız bekliyor. Zavallı bütün gün bekledi.

Yaklaşır yaklaşmaz ve misafirimi kibarca selamlar selamlamaz Akbota’nın kocasını tanıdım. Gözleri öyle kötü bir bakışla üzerime dikilmişti ve yüzünde öyle bir ifade vardı ki tam olarak altın köpek dişlerini bana saplamaya hazırlanır gibiydi.

Hırlayarak sordu:

Karım nerede? Benim karım nerede?

Şaşırıp kalmış bir şekilde sözlerinin Akbota’nın başına kötü bir şeyler gelmiş olduğu anlamına gelebileceğini fark ederek sordum:

Hangi karın?

Gözü dönerek bağırdı:

Hangi karım mı? Senin çaldığın karım

Kızıl Ordu askerlerinin kadınları kaçırmadığını ve ayrıca bu kuraldan başka kışlada kadın olamayacağını da anlatmaya başladım. Akbota’nın kocasını terk ettiğini anlamıştım ve mutluluk veren bu gerçek, nazik kanıtlarıma alay tonu vermiş olabilirdi. Adam bundan dolayı tamamen kudurdu ve yumruklarıyla üstüme atıldı.

Uzun ama cılız kollarının darbelerini geri püskürtmek, benim gibi iyi bir boksör için basitti. Ancak onu kasabadan uzaklaştırmak o kadar kolay olmadı. Yere çömeldi, ciyak ciyak bağırdı, yerlere yuvarlandı, ayak diredi. Adamı kucaklayıp yerden sökmek,kasabadan yüz adım ileriye çöplerin döküldüğü boşluğa taşımak gerekti. Onu kravatından tutuverdim, burada, insanlardan uzakta ona birkaç şefkatli söz söyledim ve serbest bıraktım.

Aynı akşam, yatağımın üzerinde, annemden gelen ve erkek kardeşim tarafından yazılmış olan ilk mektubu buldum. Mektup, defterden koparılmış dört sayfaya yazılı elliden biraz daha fazla kelimeden oluşuyordu. Her bir kelime, fosilleşmiş bir karıncayiyen gibi tüm satır boyunca kıvrılıyordu. Her kelimenin son harfi nedense mutlaka bir sonraki satıra taşınmıştı. Kurşun kalemin erkek kardeşimin nasırlı ellerine ne kadar düşman olduğunu ilk defa gördüm. Fakat daha önce bundan daha değerli bir mektup almamıştım.

Annem, birçok başka haberin arasında Akbota’nın benim Guryev’den ayrıldığım gün ortadan kaybolduğunu yazıyordu. Keşke bunu o zaman bilseydim!...

Omuzlarında mavi ipek bir eşarp olan ve bir görünüp bir kaybolan kadın figürünü, kamaranın penceresi önünde görünce vapurda ki yatağımdan nasıl fırladığımı, kalbimi sızlatan bir acıyla hatırladım. Akşamın geç bir saatiydi ve kamaradan yayılan ışık, güvertenin genel karanlığı içinde sadece daracık bir alanı aydınlatıyordu. Yolcuların çoğu artık yatmıştı. “Akbota!” kendi kendime bir sevinç çığlığı attım ve güverteye fırladım. Fakat orada hiç kimseye rastlamadım. Sadece aptallığıma ve kendime olan güvenime güldüm. Oysa Akbota’nın kocasını - anlarsınız ya kimin uğruna – terk edip benimle aynı vapurda olduğunu bilmek ne kadar mutluluk verici olurdu.

Annemin mektubu, benim o zaman haklı olduğumu doğruluyordu.

Beklenmedik misafir ve bu mektuptan sonraki bir kaç gün boyunca gururla, Akbota’nın beni sevdiği ve benim için kocasını terk ettiğini düşünerek yaşadım. Yürüyüşümün bugünlerde daha emin ve sağlam olduğunun kendim bile farkına vardım. Her gün ısrarla ve istekle nöbetçiye bakıyor, nihayet kasabanın girişinde beni bir “hanım akrabamın” beklediğini haber vermesini bekliyor, Akbota’nın kararlılığı ve cesaretine hayran kalıyordum. Ancak birden Akbota’yı nereye yerleştireceğimi düşünmeye başladım. Ne de olsa Akbota ne bir tüfek ne de eşya taşımaya yarayan bir çuvaldı.

Ancak kışlada karım için bir yer aramama gerek kalmadı. Nöbetçi, kadın bir ziyaretçinin beni beklediği haberini hiç vermedi. Hüzünlü bir bilinmezlik Akbota’mı örttü.

İşte kendi memleketimden uzak bu yeni yerlerde, her gün sınırı koruma görevimi yerine getiriyorum. Ara sıra annemden mektuplar alıyorum. Ama bu mektuplarda Akbota hakkında tek bir kelime bile yazmıyor. Annem bütün sorularıma aynı cevabı veriyor: “Canım benim. Akbota hakkında başka hiçbir şey bilmiyorum.” İşiyle meşgul olan erkek kardeşimin yerine bazen annemin mektuplarını güzel bir el yazısıyla yazan ve bu mektupları “S” harfiyle imzalayan kız ise herhalde Akbota’mı hiç tanımıyordu.

İşte üzerinde düşünmeye devam ettiğim bilmece buydu. Burada belki de ne öyle gerçek aşk ne de sadakat vardı, belki de başrolde oynayan delikanlılık onuruydu ama yine de bu çözümü zor bilmeceden uzaklaşmaya gücüm yoktu. Sonuçta nereye kaybolmuş olabilirdi ki? Zamanın bu saplantılı fikrimi tedavi etmesi gerekirdi ama tam tersi olmuştu. Zaman geçtikçe daha sık aklıma geliyor, ortadan kaybolan Akbota’nın naif hayali, benim için gittikçe daha sevgili bir hal alıyordu.

Önceki gün görevden kışlaya dönerken ufkun pembemsi bulutları arasında, aradığım cevabın parlak ışığının birden parıldadığını görür gibi oldum. Aklıma tamamen yeni ancak daha ikna edici bir senaryo geldi.

Annemin mektuplarını yazan meçhul şahıs, Akbota’yı saran belirsizlik içinde beni teselli eden ve beni onu Aul köyünde ve pek çok güzel kızın olduğu şehirde bulacağıma inandıran “S”, Akbota’dan başkası olamazdı.

Annemden aldığım ve S harfiyle imzalanmış olan bütün mektupları yaydım. Bütün satırlar masum ve kadınsı bir kurnazlığın sevgili ve erdemli uyanıklığıyla nefes alıyordu. Her bir ifade ve satırın duygularımın ciddi olup olmadığını sorguladığını anladım. Nedense birden, yirmi yaşıma girdiğimi hatırladım.

İşte o zaman iznimi annemin yanında geçirmek için izin almak üzere kumandana gittim. Mıkola’ma ve arkadaşlarıma da annemi görmeye gidiyorum dedim. İşte şimdi açık valizin önünde duruyordum. Mektupların iyice yerleştirilip yerleştirilmediğini gözlerimle kontrol ediyordum ve kalbim haykırıyordu: “Akbota’ya! Benim Akbota’ma gidiyorum!”

Kolya saatine bir göz attı ve:

— Gidelim...dedi.



II


Hayır, şimdi tam da “ona” gitmeye hazırlanmışken hiç de sürükleyici olmayan sınır boyu maceralarına susamış değilim.

İkna edici ve sert bir şekilde sadece huzur ve saadet isteğiyle yerinde duran, sessiz sınır muhafızına yani sınır taşına doğru yaklaştım. Komşu devletten milyonlarca insanın bu taşa baktıklarını birçok defa düşünmüştüm. Ona nefret ve hışımla, gıptayla, çaresizliğin üzüntüsüyle, bazıları ise umut ve inançla bakıyorlardı.

Bu iki yılda nöbette her şeyden önce konsantre olmaya ve dikkatimi toplamaya alışmıştım. Bu alışkanlık, kutsal bölgeye girer girmez bütün yabancı düşünceleri aklımdan kovalıyordu. Elbette hatıra ve hayallerimden vazgeçmemiştim. Sadece daha uygun bir zamana kadar onları erteliyordum.

Yanımda sadık arkadaşım Reks yatıyordu. O da hassas kulaklarını dikmiş, sınır taşının arkasında bir yerlere bakıyordu. İleri yönelttiği akıllı gözlerinde, köpeklere has bir “düşüncenin” zor fark edilir alevi oynuyordu.

Sevdiğimiz bütün hayal ve umutların, bir insan ve bir vatandaş olma duygusunun ancak sınır çizgisinin bu tarafında mümkün olduğunu yüzlerce kez düşünmüştüm. Bu sınır taşı, sadece iki komşu ülkenin topraklarını ayıran bir sınır demek değildi. Bu, iki farklı dünya görüşünün sınırıydı. Sınır taşının diğer tarafında olduğunu düşündüğünde, bütün fikirlerinin altındaki zemini o anda kaybediyordun. Hatta ana vatanın sana aşıladığı, çocukluğundan beri alışmış olduğun hayalleri kurma hakkını bile yitiriyordun. Uzak geçmişin, dede ve büyük dedelerin kederli krallığında buluyordun kendini. Asırların kervanları, bizim artık üzerimizden attığımız eski ağır bir yükü taşıyarak yavaş yavaş önümüzden geçerek uzaklaşıyordu. Benim ülkem de bir zamanlar böyleydi.

Asya’nın ağır asırları can sıkıcı bir şekilde uzuyordu. Ölü bir durgunluk içinde dümdüz stepler. Ok ve cirit, ketmen ve bu maç çağında doğan düşünce, elektrik çağında yaşamaya hevesleniyordu. Koskoca asırlar halkın omzuna çullanıyor ve onu kendi kanıyla beslemeye zorluyordu. Sonra da geçliğin suyunu sıkmış ülkenin çürümüş kökleri, çiçeklenme mutluluğunu tatmaya izin vermiyordu. Şarkıcının dombrası halkın acısına ağlayarak hüzünle tıngırdıyordu. Dombranın kimsesiz mücadele çağrıları çaresizdi.

Çizgili sınır taşının ardında uzanan ülke, bu uzak geçmişi hatırlatıyordu. Orada eski olan her şey kutsal sayılırdı. Bu durum bize olan nefretlerini de açıklıyordu. Halklarının, bizim asırların ağırlığını üstümüzden attığımızı görüp kendi bellerini doğrultacağından korkuyorlardı.

Sınır taşından bizim tarafa doğru büyüyen, gri, kirpi gibi dikenli bir çalı, insanı düşmanın gözetleyen gözlerinden koruyan güvenilir bir siper görevi görüyordu. O çalı senin ve öz. Sınır taşının arkasında aynı bunun gibi bir çalı, harekete geçmiş bir tarantula gibi kabarıyor ve içinde hain sürprizler saklıyordu.

Reks bu çalıları dikkatle izliyor, sanki sürekli onları tekrar tekrar sayıyordu.

Kayalık dağların eteklerini derince yararak fokurdayan bir ırmak, taştan taşa sıçrayıp köpürerek hızla akıyordu Bu ırmak aslında bizim sınırımızı oluşturuyor ve her iki kıyısında da dik yamaçların taşlı kıvrımlarında, gümüş renkli sık yapraklarıyla uzun dallı tek tük ağaçlar suya doğru taşıyordu. Ağaçları uzun zaman önce ve hatta tekrar tekrar saydım. Aynı şekilde sınır işaretinin hem bana ait olan hem de diğer tarafındaki her bir kıvrımı ve çıkıntıyı da biliyordum.

Daha bir süre öncesine kadar barışsever olan komşumuzun sınır muhafızları, son zamanlarda kumandanlarından bir takım yeni talimatlar alarak açıkça kemerleri gevşetmişlerdi. Birden bire olağanüstü saldırganlaştılar. Bu durum özellikle son iki üç aydır kendini iyice belli etmişti. Subayları her cuma sabahı güzel Arap atları üzerinde sıçrayarak, giysilerindeki sırma şeritler ve gümüş koşumlarla caka satarak sınır boyunca geçiyordu. Bu yaman binicilerin cesur görünüşleri anlaşılan askere, etrafı saran doğanın iç karartıcı tek düzeliğine hiç de uymayan saldırgan ve uçarı bir ruh veriyordu. Dedelerinden kalma eğri kılıçlarını kınından çıkarıp bunlarla havayı keserek, bizi tam bir bozgun ve kıyımla tehdit ediyorlardı.

Muhtemelen dağ gibi ve kudretli bir halkı yok etmek, onlara hafif bir eğlence gibi geliyordu. Hareketleri yeterince anlamlı ve anlaşılırdı. Çığlıkları ise aşağı doğru böğüren nehrin gürültüsünü bastırıyordu. Ben de pek çok defa onlara bağırarak kötü ve keskin bir şeyler söylemek istedim ama nizamname ve büyük Abay’ın sözü beni tutuyordu: “Öfkeliyken bağıran komik, susan ise korkutucudur”

Komşularımızın ülkesini artık yeterince iyi biliyorum. Karakol kumandanının komşunu iyi tanıman gerekir dediğini hatırlayarak okulun bana verdiği bilgilerden başka kendim de çok okuyorum. Bu ülkenin yaşamına son on yılda yeni olan ne eklenmişti? Daha önce giydikleri frapan, küstahça dikilip duran başlığı giymeyi bırakmışlardı. Ancak kafalarındaki fikirleri değiştirmeden saklamaya çalışıyorlardı. Yakın geçmişin utanç verici hikâye sine vasat kalitede tekstil endüstrisi eklenmişti. Zaten onu da komşularımız kendileri kurmamışlardı. Ancak buna karşın kısa bir süre önce Hitler’den hediye olarak emperyalist entrikacısını yakan unvanı ile bir “fon” aldılar. Yaklaşık o zamandan beri askerleri bize küstahlıklarını sergiliyorlardı. Görünen o ki bunu da yiğitlikten sayıyorlardı.

Yeni “fonun” bu eski ülkeye ne gibi bir yenilik getirdiği, her geçen gün bizim karakolun basit erleri için daha açık hale geliyordu. Hepimiz casus ve sabotajcıların sınırı geçme denemelerinde ki sıklaşmanın tesadüf olmadığını anlıyorduk. Birkaç gün önce siyaset dersinde parti örgütü başkanının verdiği görevle, sınır komşumuzun üzerindeki yeni yabancı tesirler hakkında bir rapor hazırladım. Bu nedenle görevimizin kıymetini net bir şekilde tahayyül etmiştim.

Ancak vardiyam bitmişti. Asayiş bozulmamıştı ve birkaç saat sonra bir aylığına ayrılacağım karakola geri döndüm. Görevimi yerine getirdiğim saatlerde benim için yasak olan bütün mutluluk verici hayallerim, şimdi yeniden kafama üşüşmüştü. Reks hafifçe cıyakladı. Onu yanıma çağırarak sakinleştirdim.

Saydam mavimsi dağ havası ve açık gökyüzüne özensizce savrulmuş pembemsi bulut öbeği, okşayıcı bir sessizlikle mest oluyordu. Kayalık tepenin bütün geceyi üşüyüp titreyerek geçiren fakir bitki örtüsü ısınmaya başlamış ve güneşin sabah şefkatine doğru parlak sarı ve mavi yıldızlar açmıştı. Dağ ırmağının homurtusu buraya sadece sakinleştirici tempolu bir nefes gibi geliyordu. Kendimi yeniden hayallerimin ritmik ve geniş akışına bıraktım.

Birden beklenmedik bir silah sesi sessizliği yardı. Reks’le birlikte hızla geriye, nehre doğru taşların ve eğri büğrü çıkıntıların üzerine atıldık. Sınır taşının olduğu taraftan bir kaç el daha silah sesi duyuldu.

Benim gibi yolun yarısını koşarak gelen Kolya Şurup, ağacın gölgesinde durdu ve yaprakların arasından dikkatle bakarken sessizce küfretti. O tarafa bir göz attım. Kucağında çocukla bir kadın taşların üzerinde kayarak ve neredeyse köpüklü akıntı yüzünden yuvarlanarak nehri geçiyor ve bağırıyordu:

- Allah! Allah!

Silah sesleri kadının sırtında gümbürdüyordu ama kurşunların hiç birisi ona isabet etmemişti.

Karşı kıyıda bir grup atlı, bir şeyler bağırıp tabancalarını tehditkâr bir şekilde bizim kıyıya doğru sallayarak, sınır muhafızlarının etrafını sardı. İkisi ansızın atlarına atlayıp zavallı kadının arkasından nehre girdi. Ancak bizim sınır muhafızımız ateş ederek onları durdurdu.

Kadın nihayet kıyıya çıktı ve doğruca bize doğru atıldı. Koşarak yanımıza vardı ve ağlayan çocuğu göğsüne bastırarak bitkin bir halde yere çöktü.

Genç ve güzel bir kadındı. Geniş ipek şalvarı, taşlar yüzünden yırtılmış, bacakları kan içinde kalmıştı. Ağlayarak ve nefes nefese, el kol hareketleri ve tek tük Rusça kelimeler yardımıyla bize bişeyler anlatmaya çalıştı. Heyecanından dolayı anlaşılmaz olan konuşmasından bir şeyler anlamayı başardık: babası komünistti, sanki Sovyet Azerbaycan’a kaçmıştı ve kadın babasını bulmasına yardım etmemiz için yalvarıyordu. Karşı kıyıda hala bağırıp kuduran takipçilerine korkuyla bakıp bize Allah’ın adını veriyor ve kucağındaki çocuğu bize doğru uzatıyordu.

Reks’in tasmasını Kolya’ya verdim.

Tut, onu karakola götüreceğim...dedim

Teğmen yanımıza gelmişti.

Ne oldu burada? diye sordu.

Reks birden kısık, zor duyulur bir hırıltıyla nehrin aşağısına doğru öyle ısrarla atıldı ki Kolya da hemen arkasından aşağı indi. Firari kadını teğmenin korumasına bırakıp ben de sık ormana atıldım. Kolya ve Reks’in izlerini takip edip dalların çıkardığı sese kulak kabartarak koşuyordum. Birden çok yakında çalıların arasından bir silah patladı, dehşetli bir çığlık duydum, ardından Reks’in hırlaması ve Kolya’nın sesi:

Tut Reks tut!

Sık çalılıkta yüzüstü bir yabancı yatıyordu. Reks sağ patisini adamın ensesine koymuş, kolunu ise korkunç ağzıyla yakalamıştı. Yanında sol elinde silahı tutan Kolya duruyordu. Sağ kolundan yere bolca kan akıyordu.

Yaralı mısın? diye bağırdım.

İki taraftan sınır muhafızı arkadaşlarımız yardımımıza koştu. Sevgili komşularımız, çocuklu kadının çıkardığı gürültüden yararlanarak, kendilerine sınırın bu tarafında lazım olan kişiyi göndermeye çalışmışlardı.

İşte kaderim böylece yön değiştirmişti. Arkadaşım Kolya yaralanmıştı ve hastaneye gönderildi. Tümen karargâhının komutanının emrine onun yerine ben gittim. Bu ani dönüşün sevgili beyaz küçük deve yavrumla (kuzumla) yapacağım mutlu buluşmadan beni uzun süre uzaklaştıracağını kalbimde hissediyordum.



III


Yüzlerce kilometrelik demiryolunu geçip tayin yerime geldiğimde, tam da benim gibi bir sporcuya uygun eğitime yazdırıldığımı öğrendim. Şehirden uzak bir kampta yaşıyorduk. Buraya şaka olsun diye “tatil köyü” diyorlardı. Spor, jimnastik, özel bilgiler veren ilginç ve çeşitli bilimler; işte derslerimiz bunlardı. Kısacası ders programımızda cebir azdı ama çok bilinmeyenli denklemler yeterince fazlaydı.

En eğlenceli derslerden biri, artık bizi korkutmayan ve dağlardan kızaklarla kayma şeklindeki çocuk oyununa ve günlük bir eğlenceye dönüşmüş olan paraşütle atlama dersiydi. İşte gerçek paraşütleri getirmişlerdi ve akşama doğru üzerine keten bezinden T harfi konulmuş olan futbol sahamız, bir havaalanına dönüştürülmüştü. Yeşil bir taşıma uçağı homurtularla yakındaki ormandan birden çıkarak bizim “tatil köyünün” üstünde bir daire çizmiş ve futbol sahasına inmişti. Uçağa doğru koşarak atıldığımız anda borazancının ateşli şarkısı duyuldu:

Kaşığını tabağını al koş

Kaşık yoksa öyle koş

Bizi yemeğe çağıran bu işaret, artık bizde koşullu bir refleks oluşturmuştu: kısa dans eden seslerden midemiz kazınmaya başlıyordu. Uçağa kadar koşmadan akşam yemeği için sıraya geçtik. Yemek sırasında bütün konuşmalar yarınki paraşütle atlayış konusunda yoğunlaşmıştı. Bu atlayış beni de biraz heyecanlandırıyordu. Diğer arkadaşlar da aynı heyecanla atlayışı bekliyordu.

Aramızda en gencimiz olan Volodya Tolstov korkusunu açıkça dile getirdi – Beni bir tek korkudan halkayı zamanından önce çekmek korkutuyor...

Göğsünde paraşüt işaretini gururla taşıyan Pyotr Uşakov şöyle dedi:

Saçma. Sadece öyle düşünüyorsun ama halkayı tam gereken zamanda çekiyorsun...

Ben ise başka bir şeyden korkuyordum. Uçağın kanadında emir anında ürkmemeyi nasıl başaracaktım? Öğretmen emir veriyor: “Atla!” ben ise cesaret edemeyip yerimde kalıyorum... İşte tam bir skandal!

Ama atlayış sırasında her şey normal geçti. Sadece Volodya, o kadar korktuğu şeyin tam tersini yaptı: uçağın kuyruğuna asılıp kalmaktan öyle çok korktu ki hepimiz paraşütünün bozulup bozulmadığını düşünmeye başlamıştık. Çünkü şemsiyesi çok uzun süre açılmamıştı.

Heyecanıma rağmen insanları izleme davranışımdan sıyrılamadım. Onların duygularını tahmin etmeye çalışarak, gözlerimi bir arkadaştan diğerine geçirdim ve bakışlarım bir kaç kere uçağı kampın üzerindeki alanda daire çizdirerek uçuran pilotun geniş sırtında durdu. Bu sakin ve cesur sırtta beni çeken bir şeyler vardı ve bakışlarım tekrar tekrar oraya döndü. Pilotun yüzünü görmek istiyordum. İşte tam öğretmen bana hazırlanmamı emrettiğinde, uçağın kaptanı başını çevirip etrafa baktı.

Ben ise bağırdım : Şegen!

Motorun gürültüsünden elbette sesim duyulmadı ama bakışlarımız karşılaştı ve pilot az fark edilir bir şekilde selam verir gibi kaşlarını oynattı.

Bu karşılaşma, atlayış için duyduğum heyecanı unutturmuştu. Şimdi içimde sadece mutluluk, arkadaşıma eskisi gibi sımsıkı sarılma isteği ve kafamda uçuşan binlerce ateşli kelimeden birini bile söyleyemeyeceğime dair bir üzüntü vardı.

Cesur bir atlayışla onsuz geçtiğim yolları arkadaşıma rapor etmeye karar verdim. Sevdiği kadının varlığının bir erkeğe cesaret ve azim verdiğini söylerler. Hayır, o anda dünyadaki hiç bir kadın, cesaretimi kanıtlama isteğini bundan daha fazla veremezdi. Hafifçe uçaktan ayrıldım.

Kayalardan inen bir doğan gibi! – fazla da alçak gönüllü olmadan bütün gırtlağımla bağırıyordum. Neyse ki etrafta kimse beni duyamazdı.

Üzerimde gökyüzü vardı, uzakta aşağıda ise yeryüzü.

Doğan gibi! Çadırlarımızın etrafındaki çayırlığa doğru inerken tekrar tekrar coşkuyla bağırdım.

Volodya Tolstov çoktan bana doğru koşuyordu.

Muhteşem! - gırtlağından neşeli ve mutlu bir ses çıkararak onayladı.

Şegen’e gitmek için can atıyordum ve anında uçağın ineceği futbol sahasına doğru fırladım. İşte o, ağır ve güçlü, başımın üzerinden geçti ve işte tekerlekleri yere değdi. Sonra hafifçe sıçradı ve düz çayırlığın üzerinde ormanın kenarına doğru gitti.

Ama Şegen’e kadar koşmayı başaramadım. Öğretmen bizimle buluşmak için acele ediyordu. Alanın kenarında yaptığımız atlayışların değerlendirilmesi için sıra olduk. Takımın komutanı olan ve yerden hepimizi izleyen teğmen, onayladığını ifade eden görünüşüyle yanımıza geldi.

Güzel ve doğru bir şekilde aşağı indiğimi biliyordum ama kumandan beni çağırdığında nasıl da: “Sovyetler Birliğinin Hizmetindeyim!” diye bağırdığımı Şegen’in duymasını istiyordum Onun da neredeyse uçağın kapısında görüneceğini bekleyerek sürekli uçağa bakıyordum. Ama uçak birden sarsıldı, öne doğru atıldı, sürekli büyüyen bir hızla yanımızdan geçti ve yerden ayrılıp sallanarak, göğe doğru yol aldı.

Kalbim arkasından göğe doğru bağırdı: Şegen! Nereye gidiyorsun! Dur! Geri dön! …

Ama uçak, üzerimizde dolaştı, kanadına doğru yalpaladı ve ağaçların arkasında kayboldu.

Akşam Şegen beni kulüp çadırında arayıp buldu. O artık bir yüzbaşıydı. Çadırın girişinde duruyordu, sakin, geniş ve yakışıklı.

Arkadaşça elini uzatıp sert bir tokalaşmayla beni çocukça bir davranışa karşı uyardı. Ben şaşkın bir şekilde uygun kelimeleri ararken o diğerleriyle tanıştı ve neşeyle hepimizi ilk atlayışımız dolayısıyla kutladı.

İşte biz şimdi onunla, üzerine kırmızı bir örtü örtülmüş olan masanın yanındaki sırada yan yana oturuyoruz. Şaşkın şaşkın “Krokodil” dergisinin parmak lekesi olmuş sayfalarını çeviriyordu, ben ise bir tür şaşkınlık içinde gülümsüyordum. Gülüşümün aptalca görünebileceğini biliyorum. Ama dikkatlerin odağında olduğumu bilmek bile mahcubiyetimi yenmeme yardımcı olmuyordu. Şegen ile buluşma anı için ruhumda ne çok şiir ve destan biriktirmiştim. Ama hangi fikirlerimi onunla paylaşmam gerekiyordu! Ancak kalbimde bir yerlerde bir tıkanıklık oluştu ve başlayamıyordum. Aklıma gelen her şey çok uzun zaman öncesine ait ve öylesine saf ve çocuksu geliyordu ki, bunları Şegen’le paylaşmaya utanıyordum. Anlaşılan bütün birikimim bir takım çocukluk hayallerinden ve çocukluktan kalma hatıralardan oluşuyordu ve benimle karşılaştırılırsa bir yetişkin sayılan Şegen’in dikkatine değer değildi. İşte yüzümdeki tuhaf gülümsemeye neden olan tam olarak buydu. Çünkü iki yıllık ordu görevim hakkındaki hikâye m böyle kuruydu ve Şegen ona yazdığım mektuplardan zaten her şeyi biliyordu.

Şegen’e veda ederken elinin omzumu nasıl tuttuğunu hissettim. Bu bir kucaklamaya benziyordu ama bir zamanlar ikimizi de ısıtan kucaklama gibi değildi.

Şegen benimle vedalaşırken:

“Mahçup olma Kostya. Sessizliğin sadece ikimizin de artık büyüdüğünü gösteriyor. Yeni şeyler henüz birikmedi, eski olan ise fazlasıyla çocuk kokuyor. Öyle değil mi? Ama senin bu iki yılda yaşadığın her şey benim için çok ilginç.” dedi. Yarın tatil Buluşur daha ayrıntılı sohbet ederiz. Şehre tiyatroya gideriz. İlk atlayıştan sonra sana harika bir kültür tatili organize edeceğim dedi.

“İlk atlayışım için teşekkür aldım” dedim övünerek.

- Atlayışını izledim, diye ciddi şekilde cevap verdi Şegen. Böyle bir paraşütçüyü düşman havada beş kere vurur. Havada fiyakalısın Kostya ama burası bale değil. Hızlı düşmek gerek.

Şegen gitti. Benim ise kalbimde bütün gece bir şeyler sızladı. Arkadaşımla buluşmamın eskisi gibi geçmemesi beni üzmüştü. Neden boynuna sarılmaya cesaret edememiştim? Acaba çocukluğumuzun zenginliğinden bir şeyleri artık saklamaya değmez miydi?

Mıkola’m ile bütün gece konuşabilirdim, ortak bir çocukluğumuz olmamasına rağmen birbirimize rahatça açılabilirdik. Belki de bizi birbirimize yaklaştıran şey tam olarak yetişkin hayatımızı ve sınır görevinin tehlikelerini paylaşmış olmamızdı. Ona Akbota’mı anlatmıştım, o ise bana Maya adlı kıza olan aşkını anlatmıştı. Ancak düşüncelerim aşka dokunur dokunmaz korktum: ne de olsa Akbota Şegen’den daha uzak çocukluğuma aitti. Acaba kıskançlıkla koruyup gözlediğim şey sadece Akbota’nın çocuksu sureti ve benim çocuksu duygumun hatırası mıydı?

Hayır, bu şey tamamen başka, sürekli ve sarsılmaz.

Bu düşünce beni sakinleştirdi ve Şegen’e ona hakkında hiç yazmadığım aşkımın sırrını açmaya karar vererek uykuya daldım.



IV


Bulutsuz mutluluk verici bir gün, neşeli bir şarkıyla başlamıştı. Pazar günüydü ve şehre gitme izni almamış olanlar, tatil gününü trenle yaklaşık bir saat kadar uzağımızda olan denizde geçirmeye hazırlanıyordu. Güneş bugün yakıcı olacağını belli ediyordu. Çiçeklerin ballı kokuları çiylerle birlikte buharlaşmış ve bu yaz sabahını bunaltıcı bir nemle doldurmuştu.

Çadırlara henüz dağılmış, temizlenmeye ve traş olmaya koyulmuştuk. Ben özel bir çaba harcıyordum. Ne de olsa ben şehre yüzbaşıyla gidecektim!

Alarm sesi birden bütün kampa dağıldı. Öğrencilerden biri haykırdı:

Allah kahretsin, tam zamanını buldular!..

Bir başkası kederle içini çekerek elindeki ayakkabı fırçasını çekmeceye atarak, aceleyle kemerini çekti:

Gitti izin günü!

Sirenler, son günlerde her günkü olaylardan biri haline gelmişti. Bu, dedikleri gibi eğitimin sıradan sonuçlarından biriydi. Sabahları, öğlenleri ve özellikle akşam yat borusundan yarım saat sonra çalan üzücü sirenlere alışmıştık.

Ama tatil alarmı henüz hiç verilmemişti.

Mecburi bir aceleyle düzene girip , sıraya geçmek için fırladık. Birbirimizin yakıt ikmalini kontrol ediyor, kemerlerimize çeki düzen veriyoruz. Herkes oyunun bir an önce bitmesini istiyordu.

Birinci, ikinci, birinci, ikinci ... sayma işlemi sağdan sola doğru değişik seslerle ilerliyordu.

Takım kaptanı net ve etkili bir sesle emrediyor:

Sağaaa dön!

Hepimizi, bütün taburu spor sahasında topladılar.

Sıraya girerken, topçuların bize iki kilometre uzaktaki kampında çalan sireni duyduk. Yakındaki havaalanından kalkan uçaklar, başımızın üstünden gümbürdeyerek geçiyordu. İşte dünkü uçak da geçmişti... Şegen’i görüyorum gibi geldi ama ardından aynı şekilde kudretli uçaklar uçuyordu – dört, altı, dokuz...Savaş uçakları uluyarak uçuyorlardı.

Hazır ol! Hizaya gir!

Eğitim komutanı Binbaşı Demkin ve askerî Komiser Somov heyecanlılar. sıramızın önünden geçiyor,hakem kulesine tırmanıyorlar.

Kampın üzerinden hızla geçen bir başka bombardıman filosunun gümbürtüsü içinden komiserin, faşistlerin gece yurdumuzun batısını ve güneyini hunharca bombaladıklarını ve şu anda şiddetli çatışmaların devam ettiğini anlatan sözleri döküldü.

Sıra dondu kaldı. Herkes kendi kalbinin atışı dışında yanındakinin kalp atışını da duyuyordu.

Savaş!

Şimdi batıya doğru fırlayan filoyu başka gözlerle izliyorduk.

Elveda Şegencim! İyi şanslar, başarılar. Umarım zafer yakındır arkadaşım Şegen!

Daha dün çadırımızda hep birlikte var olmayan hasmımıza, yakın zamanda çarpışmaya katılmaktan bizim de kaçınmayacağımızı göstermiştik. Oysa bugün “savaş” kelimesi söylendiğinde gerçekten savaşın başladığına bir türlü inanamıyorduk.

İlk saatler, olan bitenin gerçek olduğunu zorlukla benimsedik. Herkes savaş için olgunlaştığını hissediyor ama her birimiz arkadaşlarımızın da ne kadar hazır olduğunu görmek için dikkatli gözlerle diğerlerini kontrol ediyordu.

Sanırım düşüncelerim o anda diğer askerlerin düşüncelerinden farklı değildi: ansızın yaklaşan olayların, bana Kızıl Ordu’nun büyük saflarında nereyi tahsis edeceğini düşünüyordum.

Her bir kelimenin anlamına sızarak ettiğimiz yemin, heybetle okundu.

Bir saat sonra diğer yoldaşlarımla birlikte kıvrılan asfalt dağ yolunda giden kamyonda bizi hazırladıkları birleşme emrine doğru yol alıyordum.



V


Motorların dinmek bilmeyen gümbürtüsü ve otomobil sirenlerinin çığlıklarıyla gönderilmeye öyle alışıktım ki yoldan yüz adım sonra hemen sessizliği duydum. Seslerin alışılmış kaosundan kurtulan kulak; nehrin homurtulu akışını, nehir kıyısındaki ormanın soluğunu ve öksüz kalmış bir kedinin acıklı miyavlamasını yakalamıştı. İşte nehrin o tarafında bir horoz, barış zamanında olduğu gibi ağır ağır öterek, şafak vaktinin yakın olduğunu bildirdi ve aynı anda yakınlarda bir yerde ki bir yığından, gür sesli bir başka horozun cevabı geldi.

Karanlıkta çukur ve siperlere düşe kalka, ağaçların dışa dönmüş köklerine takılıp tökezleyerek, ormanda uçaktan atılan bombaların açtığı derin huni şeklindeki çukurda saklanan, iki yaralı arkadaşımı arıyorum.

Hayır, savaşın ilk günleri hiçte umduğumuz yere düşmedik ve düşündüğümüz gibi savaşmıyoruz.

Diğer arkadaşlarımla birlikte ben de gördüğümüz eğitimde, bizi en önde ve aktif bir şekilde,sınırımızı aşmaya cesaret eden düşmanla göğüs göğüse yapılacak çatışmalara hazırladıklarını düşünüyordum. İlk gün, ilk saat, ilk dakika ölümcül çatışmaya atılmak zorunda kalacağımızı bekliyorduk. Askerlerimizin hepsi böyle düşünüyordu. Ama düşman saldırmıştı, küstahça toprağımızı çiğnemişti. Biz ise hep geri görevdeydik.

İşte şimdi ikinci gün de bütün gücümüzü kanlı dövüşler ve kahramanlık yerine, ırmağın düzlüklerinde kaybolan meçhul köprülerden birinde düzeni korumaya harcıyorduk.

Sevkiyatların sırası ve köprülerin geçildiği sırada tıkanıklık olmaması gibi en basit iddiasız şeyler için mücadele ediyoruz. Bu tek düze iş, bizi cadde trafiğini düzenleyen trafik polislerine benzetiyor. Kahramanlık ve fedakârlık bunun neresinde!

Yine de bugünlerde bütün cephede bu meçhul köprüden daha zor bir bölge olmayacağını söyleyerek hepimizi teselli eden Albay Ozim’in haklıydı.

Biz burada sadece bir manga askerdik. Oysa köprüden binlerce insan akıyordu. Geçen gece kaç bin kişi geçtiyse akşama doğru yeniden bir o kadar daha insan birikmişti.

Ben Şimdi sevkiyat komutanıyım. İlk önce keşif takımızın kumandanı teğmen Gorkin sevkiyat komutanıydı. Dün gün batımına doğru faşistlerin yeni hava baskınlarını beklerken, üç faşist bombardıman uçağından araba yığınına ve köprüdeki insanların üzerine atılan bombalardan biri köprünün yakınında tam kıyıda patlamış, teğmen patlamayla birlikte arabalardan birine doğru savrulmuştu. Ama teğmen hızlıca ayağa kalktı ve şoförlerden birine bağırdı.

Geriye!

Güçlü bir tehlike anında hepimizin genelde sorduğu soruyu sordum:

Yoldaş Teğmen yaralı mısınız?

Teğmen sadece elini salladı ve sevkiyata komuta etmeyi sürdürdü. Güçlü, çoktandır oturmuş ama yine de yüksek çıkan sesi neredeyse gece yarısına kadar ortalıkta duyuldu. Fakat birdenbire bir kelimenin ortasında teğmenin sesi kesildi ve dermansız bir şekilde kamyonun kanadına dayanarak düşmeye başladı. Onu yakaladım. Elim yağmurluğunun altında iç çamaşırını ve iç gömleğini tamamen bulamış yapışkan kan kütlesini hissetmişti.

Teğmen inlemeye başladı. Bayılmadan önce tek söyleyebildiği:

“Komutayı sen devral Sartaleev” oldu.

Teğmeni bombanın açtığı huni şeklindeki büyük çukurda bir yere yatırı, üstünü örttük. Onu hemen geçit bölgesinden tahliye etmek istedim ama sırtı bir sürü parça ve kırıkla dolu, omzu ise fena şekilde yarılmış olmasına rağmen tahliye edilmeyi reddetti. Gece boyunca onlarca yaralı gönderdik ama teğmen geçidi terk etmeyi hep reddetti. Bazen baygınlık geçiriyor ama kendine gelince ilgiyle işi becerebilip beceremediğimi, geçişin nasıl gittiğini soruyor ve talimatlarıyla yardımcı oluyordu.

Bu akşam yüzü öyle soldu ki bir ölüye benziyordu ve hareketsiz yatıyordu. Kendisini göndermek için ikna etmeye çalışıyordum. Gezici sağlık aracının doktoru, iki defa geldi ve teğmeni araca taşımayı teklif etti. Ancak orada sıcaktan öleceğini ormandaki bu çukurda daha serin ve rahat olduğunu söyleyerek teklifi reddetti. İşte şimdi köprünün tam önündeki sevkiyat konvoyunda, onu bir kaç saat içinde hastane olarak kullanılan trene götürebilecek olan arabanın belirdiğini fark ettim ve komutanımın yanına fırladım.

Teğmen Gorkin’i ve omzunda kırık olan bir başka yaralı asker arkadaşı kendim taşıdım. Şimdi bir çavuş olan ben, tek komutan olarak kalmıştım. Karargâha teğmenin yaralandığını rapor etmek üzere bir haberci yolladım. Yazdığım raporun altına sevkiyat komutanı olarak imza attım ve kendimi bu imzayla çocukça bir gurur duyarken yakaladım. Ama komutan olmak şaka değildi: arkanı döner dönmez şoförler karakolumuzu yarıyor, köprüyü yıkmakla tehdit ediyor ve çok hızlı gidiyorlardı. Yıkmak belki biraz fazlaydı ama hatırı sayılır bir tıkanıklık oluşturmak muhakkaktı. Üst rütbeli komutanlar bile zaman zaman buraya saplanmış olan birliklerini ilk sırada kurtarmaya çalışırken, düzen filan düşünmüyorlardı.

Pelerinini bir omzuna atmış, tıraşsız somurtkan bir topçu binbaşısı, bütün konvoyun hareketini yandan yaran arabaları eliyle göstererek bana bağırıyordu:

- Çavuş sen geri çekilmenin doğru organize edilmesinin ne demek olduğunu anlıyor musun? Bu, taarruzun teminatıdır. Teçhizatın korunması her şeyden önce gelir! Sana ilk olarak benim birliğimi geçirmeni emrediyorum.!

Yol boyunca uzanan birliğini görüyorum. Topları, traktörleri ve cephane taşıyan kamyonları, bütün bütün ağaçlarla maskelenmişti. Bu nedenle uzun bir ağaçlandırma zincirine çok benziyorlar ve tepenin arkasında bir yerlerde son buluyorlardı. Burada ise tam köprünün önünde hafif tanklar, toplar, otomobiller, traktörler sırt sırta toplanmış, bir yığın atlı araba köprüye doğru birikmiş ve bunların hepsi birlikte akla hayale gelmez bir karmaşa oluşması tehlikesi yaratıyordu. Bizim görevimiz ise tam olarak buna engel olmak ve bir kör düğüm haline gelip tıkanıklık oluşturmalarına izin vermemekti.

Yapamam yoldaş binbaşı. Yoldan uzaklaşın.

Teğmenimizi taşıyan sıhhiye aracına ve yaralı askerleri taşıyan birkaç çift atlı at arabasına yolu açıyorum. Öfkeli binbaşı görünüşe göre haklı olduğuma kanaat getirerek yana çekildi. Yan gözle köprüye bakarak küfretti ve kendine bir sigara sardı.

Binbaşının isteğinin önemini anlıyorum. Ben kendim de önce askerî teçhizatın geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak onların yandan girmesine izin verilirse her şey karışırdı. Bütün arabaları, hatta işte şu ormanın kenarındaki korulukta duran, mavimsi öküzlerin koşulduğu kağnının üstünde oturan ihtiyarı hemen geçirmeyi ben de istiyordum. Daha dün eğri büğrü elini bana doğru salladığını görmüştüm ama kesinlikle biliyorum ki şu yirmi dört saatte köprüye bir adım bile yaklaşamamış ve hatta at arabaları ittirdiği için gerilemek zorunda bile kalmıştı.

Savaşın bu bütün çok sesli gümbürtüsü üzerimize çullanmasaydı, insanlar normal hayatta her zaman uydukları düzene uysalardı, bütün arabalar şu anda geçen on tane sıhhiye arabası gibi sakince yürüseydi o zaman elbette “savaş tanrısının” temsilcisi olan binbaşıyı ilk sırada geçirirdim. Bu uysal ve sessiz ihtiyara da yolu açmak için kalbimde yeterince yakınlık bulunurdu.

Tıkanıklık bir an için dağıldı. Yumağın ucu çözülmeye başlar başlamaz köprü üzerindeki hareketten memnun otomobil şoförleri, at arabası sürücüleri ve yayalar fırtına gibi yeniden köprünün önündeki birliğimizin böylesine sabırla koruduğu dar alana atıldılar.

Tıkanma tehlikesi, binlerce kişilik insan yığınının üstüne yeniden çökmüştü.

Bizim manganın askerleri, kükreyen arabaların basıncı altında köprüye doğru gerilemek zorunda kaldılar. Bizim, köprünün önündeki “seçme” alanımız tam iki metre kısalmıştı.

Volodya’nın nehre doğru diğerlerinden daha fazla gerilediğini fark edip emir verdim:

Yoldaş Tolstov geriye bir adım bile atmayın!

Volodya şoföre bağırdı:

Dur!

Hala çalışan motoru sessizce hırıldayan araba durdu. Onun arkasından diğer arabalar da durdu.

Düğümün sakince çözülmesi için yumağın ucu çıktığı anda ve doğru bir şekilde problemi çözmek gerekiyordu.

Gerileyen birliklerin Taganrog’un savunmasında yer almaya yönlendirildiklerini biliyordum. Öncelikle Taganrog’a ilerleyenlerin geçirilmesi gerekiyordu ama yolu açmak için zaman zaman öküzlere, ev eşyası taşıyan at arabalarına, tanklara ve toplara bir an önce geçsinler diye için öncelik tanımak gerektiği oluyordu.

Köprüye en yakın karışıklığa bir hareket memuru bakışıyla göz gezdirirken yakınlarda bir yerde ansızın böyle bir atmosfer için öylesine tuhaf sesler duyuldu ki ilk anda kendi kulaklarıma inanamadım. Belki de işitme duyumla değil de daha çok insanların yüzlerinden ve ısınan gözlerinden bunun bir rüya olmadığını, gerçekten de basit, alışılmış, tanıdık bir melodi duyduğumu anladım:

Şarkı bizim inşa etmemize ve yaşamamıza yardım eder,

Bir arkadaş gibi hem çağırır hem de götürür...

Bu melodi, motorların uğultusunu ve arabaların kornasını bastırarak çalıyordu. Böyle güçsüz bir sesin binlerce motorun homurtusunu nasıl bastırabildiği anlaşılmıyordu. Ancak önündeki her şey sakinleşiyor ve boyun eğiyordu. Şöyle bir bakınca kıyıya doğru sıkışmış bir kamyon ve üzerinde sepet ve bavul yığınının üstüne bir gramofon koymuş, karakaşlı Ukraynalı kız öğrencileri gördüm.

Sorunun çözümünü bularak köprünün civarında duran arabalardan birine sessizce elimle işaret ettim. Arabanın şoförü gaz verdi ve köprüdeki trafik birden sakin ve düzenli bir hale büründü. Ancak bloğun sonundan bir yerlerden tekrar yüzlerce motorun artan ve yaklaşan homurtusu duyuluyordu.

Topçu binbaşıya bağırdım.

Yoldaş binbaşı, baskıyı zapt etmeme yardım edin!

Binbaşı bana anlayan ve açıkça onaylayan bir bakış attı ve alanda yanımda dikildi. Tam olarak kendi dengine söyler gibi arkadaşça:

Haydi, yoldaş çavuş, elli metre ileriye bir sıra daha asker koyalım. Ben makineli tüfekli erlerimi göndereyim. dedi.

Yeni bir sigara sardı ve tam içmeye hazırlanırken vazgeçerek sigarayı benim ağzıma soktu.

İç dedi çakmağı uzatırken. Yoruldun mu?

Binbaşının aldığı önlem trafiği hemen etkilemişti: arabalar köprünün ortasından daha düzgün yürüyor, kenarlardan da bitmez tükenmez diziler halinde yorgun piyade birlikleri ve ellerinde çıkınlarıyla göçmenler geliyordu.

Aydınlanan doğu, yakında faşistlerin keşif uçaklarının geleceğini ve askerî birlikleri daha hızlı geçirmek gerektiğini, sonra da bütün gün ahalinin tahliyesiyle uğraşmak gerekeceği konusunda uyarmıştı.

Nehir metalsi bir parlaklık edinmeye başlamıştı. Steplerin üstünde serin şafak öncesi rüzgârı esince, karanlık hava sık gece yoğunluğunu kaybetmiş, doğuda altın gibi bulutlar yanmaya başlamıştı.

Şimdi artık yanımda dikilen binbaşı yakında sabah olacağını ve askerî arabaların gizlenmek üzere dereye gitme vaktinin geldiğini anlamıştı. Onunla göz göze geldik ve basit kurnazlığını tahmin ettim: Binbaşı kendi birliğini, düşmanın kaçınılmaz hava saldırısından önceki son dakikada iterek geçirmeyi tasarlıyordu.

Düşmanın hava saldırısı iki gündür, şafaktan gün batımına kadar köprüye rahat vermiyordu. Ancak dereye ve çalılara yerleştirilen uçaksavar bataryası ve makineli tüfekler, düşmanın bombardıman için alçalmasına izin vermiyordu. Köprü gibi bir hedef ise o kadar yüksekten öyle kolay hissedilemezdi. Hava baskını, köprünün yakınında bulunan yoldaki insanlar ve teçhizat için daha tehlikeliydi. Gündüz sevkiyatı tamamen başka şekilde yapıyorduk. Trafik memurlarını dere yarıklarına yerleştiriyor, düşman baskınları arasında küçük gruplar halinde araba ve insanları ara ara geçiriyorduk.

Binbaşı uyarısını yapar yapmaz faşist uçaklarının ilk homurtusu duyuldu.

Yüksek sesli haykırışlar duyuldu.

Hava! Hava!

Solumuza doğru dağlardan inen kızaklar gibi keskin bir iniş yaparak sevkiyat geçidini bulmaya çalışan, bir dizi hafif faşist bombardıman uçağı ortaya çıktı.

Tepelerden makineli tüfekler hep birlikte takırdamaya başladı ve uçaksavar bataryası nehrin arkasında büyük bir gök gürültüsüyle sarsılarak ateş etti.

Arabalar hiç bir emre gerek kalmadan yoldan aniden farklı yönlere dağılarak saklandılar. Piyadeler etrafa saçıldı, kadınlar gruplar halinde kaçıştı. Yol neredeyse boşaldı ve sadece, binbaşının idare ettiği ve bütün bütün ağaçlarla maskelenmiş olan topçu ve makineli alayı, kendi konvoyuna sokulmuş olan yabancı araç ve at arabalarından nihayet kurtularak sakince köprüye doğru yaklaşmıştı.

Güneş henüz görünmemişti ve soluk şafak aydınlığında uçaklar, sevkiyat geçidini göremiyorlardı. Ama anlaşılan nehrin kıvrımlarına göre yön tayin ederek yine de yüklerini rastgele boşaltmaya karar vermişlerdi. Yeniden keskin çığlıklar kopararak düşen bir bomba, yoldan uzakta girişin öbür tarafında patladı. Binbaşıyla ikimiz köprünün yanında ki siperde yatıyorduk. Bombalardan biri, nehrin öbür tarafında sakinleri tarafından terk edilmiş olan bir köye rastladı. Hemen bir alev sütunu yükseldi. Muhtemelen samanlar tutuşmuştu. Nihayet iki tahrip bombası daha makineli tüfeğin durduğu tepenin yakınına düştü. Orada neler olduğunu görme isteğiyle yattığım siperden hafif endişeyle doğruldum. Ancak uçaksavarcılar anında duyulan makineli tüfek patlamalarıyla tam olarak selamette olduklarını bizi bildirdiler. Uçakların etrafında parlayan kıvılcımlar, hafif dumanlar çıkararak düşmanın alçalmasına izin vermiyordu. Sevkiyat geçidinin üzerinde iki tur daha atan leş kargaları, batıya dönerek hızla yüksekte gözden kayboldular.

Topçu alayı hızla köprüye doğru atıldı ve bütün makine ve teçhizat konvoyu sakin bir yürüyüşe geçti. Herkes acele etmek gerektiğini, keşif uçaklarının arkasından ağır bombardıman filosunun neredeyse gelmek üzere olduğunu biliyordu. O zaman her türlü hareketi kesmek gerekecekti.

Benim askerlerim, yarıklardan fırlayarak köprünün uzağında savunmaya geçtiler. Böylece sınıflandırma için kendilerine daha geniş bir alan sağlamış oldular.

Topçu alayının en öndeki araçları nehrin öbür kıyısındaki en yakın tepeyi aşmışlardı. Alayın son kamyonları ardından yavaşça bir binek otomobili yaklaştı. Kulakları çocuksu bir şekilde dikilmiş olan asteğmen arabanın kapısını açarak, komutanı davet etti.

Binbaşı doğruca gözlerime baktı kurnazca gülerek:

- Hoşça kal çavuş...görüştüğümüz zaman mutlaka senden intikamımı alacağım...dedi.

Binbaşının arabası alayın önüne geçerken sarsılmadan gidiyordu.Güneşin ilk ışıkları, stepleri aydınlatarak, koruluktan ve saklandıkları diğer siperlerden çıkmak için acele etmeye başlayan arabaların camlarında parıldayarak karşıdan fırladı. Arabaları hızlıca geçiriyorduk. Tekrar sesler duyuldu:

Hava!

Telaşın sebebini gökyüzünde aramaya başladım ve bombardımana ara verilmişken üzerimizde dönen dünkü “şahinimizi” anında tanıdım. Dün birisi, onun yakınlarda bulunan havaalanını koruduğu şeklinde bir varsayımını dile getirmişti. Araba ve top akını muntazam bir şekilde köprüyü geçiyordu.

Benim için tanıdık olan yaşlı kadın, aynen dün oturduğu şekilde biçimsiz kağnısında oturuyordu. Öküzleri sakin sakin yatıyor ve geviş getiriyorlardı. Uzun süre bombardıman olmazsa yaşlı kadını ve gramofonlu karakaşlı kızları geçirmeyi deneyeceğimi düşündüm.

Volodya yanıma yaklaştı.

Al bişeyler atıştır diyerek, kirden simsiyah olmuş eline sıkıştırdığı ısırılmış bir salamın ucunu ağzıma soktu.

Nehir hemen yanı başımızda, ellerini yıkasaydın bari... diyerek bir parça ısırdım ve işte o anda çoktandır aç olduğumu hissettim.

Binbaşı bize bir araba yük bırakmıştı. Ye iç yaşa ne gam ne tasa! diye açıkladı öbür eliyle bir parça ekmek uzatan Volodya.

İşte beklenmedik bu hazinemizi sırayla, değişe değişe yedik. Salamı bir o ısırıyordu bir ben, ekmeği ben salamı o, ekmeği...Bunu fark edince kahkahayla gülmeye başladık. Çevreye bir göz attım. Diğer çocuklarda bir şeyler çiğniyordu. Arabaların sakin hareketi bizim için dinlenme fırsatıydı. Ancak kahvaltı uzun sürmemişti: bizim “şahin” birden böğürdü, aşağı doğru daldı. Altındaki sevkiyat geçidini neredeyse tıraşlayarak düzeldi ve ardından doğuya doğru atıldı. Dünkü tecrübemize dayanarak bunun faşistlerin saldırısı anlamına geldiğini söylemek mümkündü. Daha uçakları görmesek de birden ortaya çıkacaklarından emin olarak bağırdım:

Hava!

Çığlığım her yeri, yolu ve çalıların olduğu tarafı kaplamıştı. Bizimkiler, yolu geçmekte olan arabaları uyardı onlar da geriye çalıların ve ağaçların altına süründüler. Motorların uğultusu duyuldu ve ağır Alman makinelileri yola çullandı. Su ve toprak sütunları, araba enkazları, duman bulutları, bütün ovada havaya uçuştu. Ancak hepsinden şiddetlisi burada köprüdeydi: geçidin üzerinde uçan her uçak, sanki geçidi gagalıyordu ve üzerine ıslık çalan bombalar bırakıyordu. Geçidin etrafındaki her şey inliyor, ciyaklıyor ve uluyordu. Kara duman ve toz fırtınasıyla patlamaların gümbürtüsü içinde, tepenin arkasından donuk, küçük kırmızı bir tabak gibi güneş belirdi. Bu gümbürtü ve uluma, sanki bütün canlıları yere bastırıyor, eziyor ve anında insanın içine sızıyordu. Sesi hem kulaklarınla, hem ağzınla ve hatta botlarının tabanlarıyla duyuyorsun gibi geliyordu.

Başım iyice siperin köşesine sıkışmıştı.Gövdem ise bütün yerle birlikte ne zangırdıyor ne uğulduyordu. Bu sadece o güne kadar hiç yaşanmamış, fiziksel bir donakalmışlığın kuşattığı bir andı. Korkuyu sadece kalbinde hissetmiyordun, korkunun yabancı bir vücut gibi senin ruhuna saplandığını şaşkınlıkla öğreniyordun.

Başımı siperin köşesinden inanılmaz bir güçle kurtardım ve Volodya’yı gördüm. Sırtını duvara bastırmış oturuyor ve yukarda olanları izliyordu. Birbirimizi anlayarak bakıştık ve gülümsedik.

Sırtın uğulduyor mu? diye sordu.

Şeytan şarkı söylüyor!

Stalingrad’lı, iki metrelik dev Semyon Zonin seslendi:

Benimse sadece midem bulanıyor kardeşlerim.

Her şeyden daha kırıcı olanı, üzerimizde hiç bir cezaya maruz kalmadan böyle küstahça dönebiliyor olmalarıydı. Motorlar hiç durmadan gümbürdüyor, uğulduyor, bir orada bir burada toprak sütunları ve enkazlar göğe yükseliyor biz ise sadece susup bekliyorduk.

İlk patlamalar sırasında hendeğe doğru atılırken, şu benim ihtiyar kadının buraya doğru geldiğini gördüm. Yavaş ve kayıtsızca sanki mecburmuş gibi yürüyüp geldi. Hendeğe inmesine yardım ettim.

Patlamalar arasındaki sessizlik anında iniltisini duydum ve ona doğru atıldım.

- Yaralı mısınız ninecim?

- Hayır, güvercinim, sağlamım...

- İnliyorsunuz gibime geldi.

- Kalbim inliyor güvercinim!

Onu teselli etmek ve bugün mutlaka onu öbür tarafa geçireceğimi söylemek istedim ama sesimi çıkarmadım.

Yaşlı gözleri yalvarır gibi doğuya yönelmişti. Bu uğultuyu duymuyormuş gibi görünüyor, sessizce fısıldıyordu. İhtiyara hakim olanın, kendi hayatı için duyduğu korku olmadığını anladım. Donuk bakışları, gökyüzünde dikkate değer ve yeni bir şey fark edip birden canlandı. Ben de o tarafa baktım. Sanki ihtiyarın yakarmasına cevap olarak doğudan gümüş bir “şahin” direk üstümüze doğru geliyordu ve işte ikinci, işte üçüncü. En öndeki şahin, büyük bir hızla faşistlerin içine daldı. Patlamalar birden seyrekleşti, makinelilerin gökyüzünde kısa ve kesikli çatırtısı duyuldu. Biz nefes almadan uçakları izliyorduk. Faşist bomba uçağı; ağır, çaresiz, yarılmış karnından kendi bağırsaklarına asılı kalmış koca bir böcek gibi, arkasından fışkıran dumanı sürükleyerek düşüyordu.

İhtiyarın gözleriyle benimkiler buluştu. Sarı yanaklarından sicim gibi gözyaşları yuvarlanıyordu. Aslında anlamıştı ama iyice emin olması için doğrulamayı duyması gerekiyordu.

- Alman uçağı mı düştü?diye sordu.

- Alman ninecim Alman! diye haykırdı Volodya.

İhtiyar kadın haç çıkardı.

Bizim gözü pek “şahinler” bir göklere yükselip, bir parıldayıp alçalıp, sonra tekrar yükselerek, gümüş yıldırımlar gibi süzüldü. Sayıları az olmasına rağmen faşist sürüsünün içine dalmışlardı.

O zamanlar hava saldırısı için Almanların kolları, bizimkilerden daha uzundu.



VI


O sabah bizim geçit dayanamadı. İlk bombardımandan bir saat sonra üç Alman bombardıman uçağı daha geldi, köprüyü yakıp yıktılar.

Yol neredeyse boşalmıştı. Herkes yukarı kesimde bir geçit aramak için kuzeye dönmüştü.

Zaman zaman daha çok sivil, atlı arabalar olan bazı araçlar yaklaşıyor, sert bir dönüş yaparak nehir boyunca geçecek yer aramaya koyuluyorlardı.

Yakılmış köprünün üzerinde Alman keşif uçağı küstahça dolanıyor, belli ki yıkılmış geçidin fotoğrafını çekiyordu.

Dün Teğmen Gorkin’in yattığı huni biçimindeki derin çukurda, sağ kalan askerlerimden üçü uyuyordu. İkisini Alman birliklerinin uzak olup olmadığını keşfetmeye gönderdim, birini geçidin yok edildiğini haber vermek ve köprünün yeniden inşa edilmesi için istihkâm ya da duba birlikleri istemek üzere karargâha gönderdim.

Askerlerimin dönmesini bekliyordum.

Bu olağanüstü sessizlikte saatin kadranları çok yavaş sürünüyordu.

Kafamda bir düşünce beliriyor. – “İşte savaşın gerçek yüzü! Bilmediğim daha ne kadar sırrı, bir asker için can sıkıcı daha ne kadar işi var acaba!...”

“Düşüncelerinin ağırlığı, başını öne eğer yoldaş çavuş!” Sanki benim ağır Rus hareketlerimi taklit etmeyi seven Volodya Tolstov’un, her zamanki şakasını duyuyorum.

Etraf o kadar sessiz ki, insanın canı bu iç karartıcı sessizliği bozmak için bağırmak istiyor. Uzaktan uzağa bir yerlerden patlamaların boğuk iniltisi geliyor. Burada ise her şey ölümcül bir sükûnet içinde: basılmış ve solmuş çiçekler,daha yeni yaprakları hışırdayan ama şimdi köklerinden sökülmüş ağaçlar, yuvasını kaybetmiş kuşun yalnız çığlığı, bizden yüz adım uzakta bir çalının altında yatan yaralı kızın boğuk iniltisi. Hepsi iç karartıyordu ama sükûnet anlamına geliyordu.

Rüzgâr yangınların kokularını getiriyordu.

Kenarında parçalanmış arabaların yattığı yola bir göz atıyorum, darmadağın olmuş toprağa bakıyorum ve ölmekte olan kızın iniltisini net olarak duyuyorum. İstemeden dün kızın kamyonundan duyduğum neşeli şarkıyı hatırlıyorum:

Ve hayatta şarkıyla adım atan kişi...

Hayır, bunu değil. Başka daha ciddi bir şarkı istiyorum. Tıraşları bir karış uzamış, alışılmışın dışında kirli, ekşi ter, yanık ve barut kokan delikanlılarım, şehit düşen yoldaşlarına son saygılarını sunar sunmaz, yorgun çocuklar gibi bitkin ve dokunaklı, en rahatsız pozlarda uykuya dalmışlardı. İçlerinden biri çok yüksek sesle horluyor ve hatta bu benim hoşuma gidiyordu: bu beni askerin huzurlu ve güçlü olduğunu düşünmeye zorluyordu. Bu çocuklar geçitte ne kadar korkusuzdular ve şimdi ne kadar çaresiz görünüyorlar. Huzursuzca ve zorlukla uyuyorlar, ama korkarım ard arda birkaç gündür mücadele ettiğim çekici uykuya, beni de çekiyor gibiler.

Uyuya kalmamak için oyalanacak bir şeyler arıyorum. Elim, annemin iç gömleğimin cebinde komsomol biletiyle birlikte iyice sakladığım son mektubuna uzandı.

Bu mektubu ezbere biliyorum ama yine de onu bir kez daha okuyorum. Annem beni özlüyor. Abim de askere çağrılmış ve bir yerlerde faşistlerle savaşıyor. Annem yalnızlığa dayanamamış. Guryev’den Kayraktı’ya dönmüş ve kendi köyü Aula’yı tanıyamamış: burada şimdi güçlü ve zengin bir çiftlik varmış. Ama bana duyduğu özlem ona ıstırap veriyormuş. Annem bir zamanlar çocuk kampında bulunduğum sırada beni özleyince koşup geldiği gibi yine hemencecik bana geleceğini ama ona mektuplar gönderdiğim bu uzun numaralı ve sonunda tek bir harf olan şehrin neresi olduğunu bilmediğini yazıyor. Uzak mı bu şehir diye soruyor. Dağlarda mı yoksa steplerde mi? Trenle mi gelmesi gerektiğini yoksa çiftlik başkanından oğlunu bulmak için bir at rica etmesinin yeterli olup olmayacağını soruyor.

Ural’lardaki çocuk kampının aydınlık odasında yattığım karyolanın başucundan, annemi görüyorum, soluğunu duyuyorum ve tanıdık kokusunu alıyorum. Annemin hantal işçi parmakları şefkatle başımı okşuyor, beni önce alnımdan öpüyor sonra onun için fark etmiyor, burnumdan, gözlerimden, ellerimden veya ayaklarımdan, her yerimden öpüyor. O zaman uyandığımda gözlerimi açmamıştım. Kendimi artık yetişkin sayıyordum ve açıkgözlerle annem tarafından bebek gibi okşanmaktan rahatsızdım. Ama tarifi imkânsız bir mutlulukla annemin göğsüne sokuldum. Hareketsiz kalarak, kalbinin mutluluk verici atışlarını dinledim.

Annem bana şimdi de – Ne kadar büyümüşün Kayruş’um! – derdi.

Büyüyen yavrusuna hayran hayran bakmak, bir annenin en büyük mutluluğudur. Annem kuluçka yapan bir tavuk gibi etrafımda endişeyle dolanıyordu. Ben onun için hala aynı çocuk hala bir zamanlar şehre kaçan aynı Kayruş’um. Oysa delikanlı büyüdü, annem onu zaman zaman ziyaret etti, öptü, ne kadar hızlı büyüdüğüne şaştı, ama bu ayrılıkta beni her zaman şehre gittiğim zaman olduğum gibi hatırladı.

Dalların sırtımda hafifçe çıkardığı çatırtı, beni annemin kucağından almıştı. Üç arkadaşın önceki gibi uyuduğu çukurun üstünde ki ormanda kendime geldim. Bizim ihtiyar kadın bana doğru yaklaştı.

Ne bana sorar gibi ne de üzüntüsünü dile getirir gibi - Köprü artık yok. dedi. Görüyorsun ya her şey sustu... ama orada hep vuruyor da vuruyor! Bombardıman seslerinin geldiği batıda bir yeri işaret etti.

Yaşlı kadının hayatta kaldığına ve birkaç kelime söylemek için ana gibi yanımıza geldiğine sevinmiştim.

Konuşmak için daha iyi bir şey bulamayarak sordum:

- Öküzleriniz nerede?

- Sağlamlar oğlum sağlamlar! Sefiller her şeyi haklayacak değiller ya... tavuklar da sağlam dedi ve üç sıcak yumurtayı bana uzattı. Üç tane yumurtlamış, dördüncüye üşenmiş edepsiz...

Askerleri uyandırdım. Yiyeceğimiz çoktu, nineye de ikram ettik. İstihbaratçılarımız ve nizamname gereği önümde durup selam vererek görevi tamamladığını rapor eden Volodya Tolstov dönmüşlerdi.

Tolstov gururla; sadece Almanların pozisyonunu öğrenmediğini, ayrıca onları kendi gözleriyle gördüğünü bildirdi. Bu Volodya’nın yaşadığı ilk savaş hadisesiydi. Düşmanla yüz yüze gelmişti. Gri gözleri mavimsi bir parıltıyla yanıyordu.

Üniformasını saklayıp göçmenlerin arasına karışmış, kör ve topal taklidi yapmıştı. Görünmez olarak kalmak suretiyle, sivil halkın omuzlarında akan Alman seline bakmıştı.

Benimkilerin henüz görmediklerini gören cesur gözlerine gıptayla bakarak sordum:

- Peki nasıllar?

- Küstah ve haydutlar. Çarlık polislerini gördün mü?

- Hayır. Sen sanki gördün mü?

- Görmedim ama biliyorum... Tanklar yığınla, arabalar yollarda gidiyor. Piyade yaya değil, arabalarla gidiyor. İnsanlara köpeklere davrandıklarından daha kötü davranıyorlar.

Yaşlı kadın sordu- Küfrediyorlar mı solucanlar?

Volodya’nın sesindeki yiğit ton kayboldu sesi titredi:

- Daha beter. Köpekler, hainler, domuzlar..diye bağırdı. Kadın ve çocukları hayvan sürüleri gibi itiyorlar, botlarıyla dövüyorlar... sen istihbaratçı sabret! Sana her şeyi görmeyi ve sanki görmemişsin gibi davranmayı öğrettiler. Şaşıracak hiçbir şey yok, kendine hakim ol. Sen kendine hakim olmayı denesene. Gözlerinin önünde canavarlıklar yaptıkları zaman kendini tutmayı denesene ... kendin denesene...

Peki, ne olmuş? Elimi omzuna koyarak sordum. Sözcükler olmadan neler olduğunu anlıyordum.

-İşte. Cebinden daha önce görmediğim sarı bir cüzdan çıkardı.

Hepimiz merakla açmaya başladığım kâğıtların üzerine eğildik. İlk önce kendinden memnun ve kaba bir bakışla bir fotoğraftan bakan, pilot şapkası takmış bıyıklı cesur bir genç gördük. Bir yazı olduğunu fark edip okudum: “Kapitano Alberto Nikolo Petro Karpni”.

- İtalyan olmalı dedim.

- O sadece herhangi bir milliyeti olmayan bir alçak, sadece bir faşist kasabı ve tecavüzcü...

- Ne yaptın ona?

- Sadece yumrukla ve boğazını...

Volodya heyecan içinde durdu. Değerli arkadaşımıza, en genç arkadaşımıza, saklanamaz bir hayranlık ve saygıyla bakıyorduk. Yaşlı kadın birden müdahale edip, Volodya’nın omzunu bir anne gibi okşayarak sordu:

- Yani kadınların gözyaşlarını mı ödettin ona?

- Bu cüzdanla birlikte karargâha gitmen gerek Volodya. Kadın fotoğraflarını, mektupları ve bir takım belgeleri gözden geçirerek. Buralarda İtalyanlar olduğunun bilinmesi önemli olabilir dedim.

- O zaman ben yüzerim dedi Volodya

Öbür istihbaratçı Seryoja, arkadaşına gıptayla baktı. O, Volodya gibi uzağa gitmemiş, sadece göçmenlere sorup soruşturmakla kalmıştı.

- Haydi, biraz bir şeyler atıştır öyle git dedim Volodya’ya

Volodya:

- Ben böyle giderim dedi ve otların üzerinden kalktı.

- Yoldaş Tolstov sana atıştırmanı emrediyorum.Bir komutan gibi resmî şekilde emretmiştim.

- Emredersiniz yoldaş çavuş.

Biz konuşurken etrafa alaca karanlık çökmüş ve arabalar hemen bir biri ardından eski köprüye doğru yolda ilerlemeye başlamıştı. Şoförlerden biri bize doğru haykırdı:

- Hey yoldaşlar, şimdi nereden geçeceğiz?

- Tüh tüh geçit dedi Sergey şakayla : Pantolonlarındı çıkarmanız ve yüzerek geçmeniz gerekiyor. dedi.

Şoför:

- Yalan söylüyorsun birader. Kötü şakalarınız var çocuklar. Geçit aramadınız mı?

Şoförün sorusuna ben cevap verdim:

- Buralar derin. Sığ bir geçidin nerede olduğunu kim bilebilir.

Bu kıyıda az sayıda insan, at ve araba kaldığını biliyordum. Nehirdeki sığ bir geçit, bunlar için hayatlarının ve namuslarının kurtulması demekti. Geçit demek, faşistlerden kaçmayı başaramayan sivil halk için de şiddetten kurtulmak demekti.

Yaşlı kadın birden:

Zaharov geçidinin bu yaz nasıl olduğunu kim bilir. Şimdi oraya gitmek gerek, bilirsin dedi.

Hepimiz birden canlanmıştık:

- Hangi geçit ninecim?

- Zaharov geçidi. Zaharov’lar kumaş satıcısıydı. duymadın mı? Fabrika buradan on beş verst uzaktaydı. İç savaşta o alçak fabrikayı halka bırakmamak için yaktı. Kendisi ise İngilizlere kaçtı. Ama fabrikanın müdürü İngiliz’di. Büyük kızının yani Katya’nın kocasıydı. Katya sonradan Kity oldu...

- Peki yani?

- Fabrika burada duruyordu, yün ise o tarafta yıkanıyordu: benim rahmetli, gençliğinden beri orada çalışıyordu. Bir geçit yapılmıştı. Zaharov kendisi inşaatın başından ayrılmıyordu. Bütün yaz nehrin dibine taş taşıdılar, sonra da kumla boşluğu doldurdular...

Şoför nineyi yanına, arabaya almak istedi. Ama o öküzlerinden ayrılmayı reddetti. Toplanan birlik ve mangaların komutanları yaşlı kadının etrafına toplanarak, geçidi nasıl tanıyacaklarını sormaya başladılar.

Yaşlı kadına sordum:

- Ninecim üç gün burada neden oturdunuz? Neden o geçitten geçip gitmediniz?

Dürüstçe cevap verdi:

- Tek başıma nereye gideyim?

Traktörler ve hafif tanklar, çalıların, çayırın ve toprağın üzerinde geçide doğru yol açarak, kıyı boyunca gümbürdemeye başladı.

Silah sesleri gittikçe daha yakından duyulur olmuştu. Hava karardığı zaman batıda sanki gökyüzünü paralayan yıldırımların akislerini görüyorduk.

Yaşlı kadına öküzlerini arabaya koşup, herkesle birlikte yola çıkması için yardım ettik. Karanlıkta nehrin öbür tarafından yıkılmış olan geçitten bir seslenme duyduk. Bu bizim karargâhtan dönen habercimizdi. Öbür kıyıda ağır bir şeyi hareket ettirerek uzun süre uğraştı.Sonunda kıyıdan uzaklaştığı ve karanlık silueti bize doğru yaklaşmaya başladı. Tam olarak ayakta duruyor ve bir sırıkla kendini itiyordu. Sonunda parçalanmış bir kamyonun kasasını yüzdürdüğünü anlamıştık.

Bize öncelikle az önce yaşlı kadının anlattığı geçidi inceleme, ardından birliğe geri dönme emri getirmişti. Anlaşılan karargâh, geçidi bizden önce öğrenmişti. On dakika sonra arabalardan biriyle öküzlerini koşturan nineye yetiştik. Yolda hepimizi öz torununu öper gibi öptü özellikle Volodya’ya şefkatle ve sıkıca sarıldı.

- İyisin sen! İyi bir kalbin var dedi. Elveda güvercinlerim, iyi yolculuklar, sağ olun...Tanrı hepinize...

Arabaya fırladık ve hızla hareket ettik.

Geçide yaklaştığımız zaman oradan arabalar geçmekteydi. Çiftlik hayvanları birbirini izliyor ve köylülerin çocuk ve ev eşyasıyla dolu arabalarından oluşan uzun bir araba katarı sürükleniyordu.

Etraflarındaki toprak gümbürtüyle sarsılıyor, batıdan kıpkırmızı akşam kızıllığı yükseliyordu.



VII


Yeni istihbarat komutanı teğmen Miroşnik’in yeraltı sığınağına girdim. Komutan bir rapor yazarken ben alışkanlıkla rapora göz atmaya ve bu kişinin kim olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. Masanın üstünde komutanın önünde duran kandilin mantarı, yağlı gölün düzgün yüzeyinde şamandıra gibi yüzüyordu. Küçük alev kendini bir o tarafa bir bu tarafa atıyor, sanki uçup gitmeye can atıyor, komutanın yüzünü görmeme engel oluyordu. İnsanların kocaman gölgelerinin bu solgun alevin kaprisiyle duvarda nasıl oynaştığını görmek eğlenceliydi. Geniş omuzlu koca kafalı komutanın gölgesi bir tavana kadar yükseliyor, bir sahibinin arkasına saklanıyordu. Kandilin üstünde altın gibi bir kelebek uçuyordu.

Komutan bir takım kutulardan oluşan ve siperin konforu için bir pelerinle özenlice örtülmüş masada oturuyordu. Düzgünce kısaltılmış saçları, muntazam tıraş edilmiş, temiz, gür, burnunun üstünde neredeyse birleşmiş karakaşlı esmer görünüşüyle askerlerde saygı uyandırıyordu. Ben insanın içine işleyen ve ters bakışları sevmem. Teğmen Miroşnik’in büyük kara gözlerindeki bakış; ne soru soruyor ne de test ediyordu. Sadece kayıtsız şartsız güven ifade ediyordu.

- Anlatın yoldaş çavuş.

Komutana köprüde olan biten her şeyi rapor ettim, nehirdeki sığ geçitten de bahsettim. Teğmen dikkatle dinliyordu ve zaman zaman gözlerinden, benim hatalı Rusçamın neden olduğu zor fark edilir bir gülümseme kıvılcımı geçiyor gibime geliyordu. Oysa ne zaman güzel ve doğru konuşmak istesem, çabalarım hep beceriksiz ve birbirini tutmayan ifadelerle sonuçlanırdı.

Rus dilinin bütün karmaşık söz dizim engellerini aşıp raporumun sonuna vardığımda, komutan bana – oturun dedi. Ancak oturacak hiçbir şey yoktu ve ben ayakta durmaya devam ederken komutan benim manganın askeri Tolstov’u dinlemek istedi.

Peki, onun özel raporu nedir?

O keşfe çıkmıştı.

Volodya çok heyecanlandı ve benden daha fazla tereddüt ederek konuştu. Gördüğü her şeyi rapor etti, vaziyeti bütün ayrıntılarıyla sıraladı. Faşist yüzbaşıyı anlatmayı tamamen unutacak veya alçak gönüllülüğünden dolayı anlatmak istemeyecek diye korkmuştum. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Volodya yüzbaşıyı anlatamadı. Yüzü birden değişti, dudakları büzüldü ve titredi. Kelimenin yarısında sustu ve cebinden kendisi tarafından öldürülen yüzbaşının sarı cüzdanını çıkarıp, tek kelime etmeden masanın üstüne bıraktı.

Teğmen de konuşmadan dikkatle kâğıtlara baktı. Bakışları ikimizin üzerinde dolaştı, ayağa kalktı kuvvetle elimizi sıktı ve:

Gidin dinlenin, tıraş olun dedi.

Bu zayıf, sağlam ve güven veren kardeşçe eli hissettim ve her zaman hatırladım.

Yüzbaşının yanından ayrıldığımız zaman Volodya kırgın bir şekilde:

Neden beni öyle ezdin!

Nasıl ezdim?

Biliyorsun ki rapor vermeyi beceremiyorum. Ne oldu şimdi? Karıştırdım karıştırdım hiç bir şey anlatmayı başaramadım.

-Nasıl başaramadın? Bana anlattığın her şeyi hatta daha fazlasını rapor ettin.

- Tankları anlatmayı unutmadım mı?

Arkadaşımı teselli ettim:

- Sakin ol lütfen hiçbir şeyi unutmadın.

Şafakta hepimiz uyandık. Volodya benim ona sormaya hazırlandığım soruyu bana sordu.

- Ne o? Neden uyandın?

Koca Zonin de aynı soruyu sorarak Sergey’e, Sergey de ona gözlerini dikmişti: Hepimiz beceriksiz ani bir itme hareketiyle komşumuzu uyandırdığımızı sanmıştık.

Toprak yeniden sarsıldı. Kandilin alevi de sanki korkuyla göz kırpmıştı.

Yarıklardan üstümüze yavaşça kahverengi bir toz yağdı. Kum tam olarak kum saatindeki gibi akıyordu. Ancak genç, yorgun arkadaşların uykusu o kadar ağırdı ki görünüşe göre çok yakındaki ilk patlamayı duymamış, sadece sarsıntısını hissetmiştik. Sığınaktan dışarı fırladım ve birkaç yerde havaya yükselmiş toprağın karanlık ve ağır kamburlar halinde ormana indiğini gördüm. Mermilerin ulumasıyla karışmış olan böğürtü ve gümbürtü bize yaklaşıyordu. Almanlar hedefi el yordamıyla arayarak ateş ediyorlardı.

Yakınlarda bir yerlere düşen mermi, kara düzensiz bir toprak ve duman bulutunu havaya kaldırdı ve sadece bir dakika sonra, bir meşe ağacının çizgileri ortaya çıkmaya başladı. Ağacın yaprakları aniden gelmiş bir sonbahar gibi patlama tarafından soyulmuştu.

Faşistler bu sefer bizi kısa menzilli değil, uzun menzilli silahlarla atıyorlardı.

Ormanın üzerinde kasırga uluyordu. Bazen kuşkanatlarının gürültüsüne benzer bir hışırtıyla parçalar uçuyordu.

Tekrar sığınağa indim. Hepimiz saklandık.

- Merhaba yoldaşlar! Teğmen Miroşnik’in sesini duyduk ve basamaklarda güzelce fırçalanmış botlarını gördük..

Komutan yalnız gelmemişti. Yanında siyasi komiser Revyakin vardı. Kalktık. Güçlü sırtını yeraltı sığınağının tavanına dayamış olan Zonin, kendini hafifçe kamburlaştırmış ayakta duruyordu. Teğmen sordu:

- Dinlendiniz mi?

- Dinlendik yoldaş teğmen. Herkes adına ben cevap vermiştim.

Savaşın ilk gününden beri bizim için tanıdık olan siyasi komiser Revyakin, bize Smolensk bölgesinde ki çatışmaları anlattı. Almanlar sadece yavaşlamakla kalmamış aynı zamanda oldukları mevzilerde hareketsiz kalmış, ileri bir adım bile atamaz haldeydiler.

Geçitte kaldığımız bir kaç gün boyunca bilgiden kopmuştuk ve şimdi yeni haberleri şevkle içiyorduk. Almanların ilerleyişi hakkında sorular sorduk. Faşist ordusu, bana yurdumun vücuduna saplanan dört dişli çatal gibi görünüyordu.

İşte bu dişlerden her biri sert ve yenilmez bir şeylere dayanmış ve hatta hafiften bel vermeye başlamışlardı.

Konuşmamız sürerken faşistlerin topçu saldırısı kesildi. Teğmen Miroşnik ve bizim siyasi komiser, bir bölük oluşturup bizi ormanın derinliklerine götürdü. Orada bizi tabur komutanı bekliyordu. Gür ve köklü şakakları kırlaşmış, mavi, hüzünlü ve bir yanıyla kadınsı gözleriyle tabur komutanının etrafını, tanımadığımız başka komutanlar sarmıştı. Bunların arasında geçitteki topçu binbaşıyı hemen tanıdım. Biz hazır ol komutundan sonra beklerken Binbaşı, Albaya kısaca bir şey rapor etti ve ardından selam verip çıktı.

Albay bize şöyle bir baktı ve otların üstüne oturmamızı emretti.

Yavaşça ve kelimeleri düzenleyerek konuşmaya başladı:

- Alman ordusunu henüz kendi gözleriyle görmemiş olan pek çoğunuzda düşman hakkında yanlış bir fikriniz olabilir. Ancak onunla mücadele etmeniz için onu iyi tanımanız gerekir. Düşmanın teknik üstünlüğü kuşku götürmez. Bu faşist bir teçhizat, bu saldırgan bir teçhizat. Bu teknoloji saldırıya göre ayarlanmış.

Volodya’ya baktım. Gözlerinde herhalde düşmanı gördüğünü ve taburdan teke tek savaşmaya çıkanın ilk o olduğunu ve zaferle döndüğünü söyleyen gurur alevi yanıyordu.

Albay devam etti:

- İşte şimdi bu tekniğin yok edilmesi için gruplar oluşturuluyor. Sadece cephede değil, düşmanın cephe gerisinde de faaliyet göstereceğiz. Bu özel gruplara, istihbarat operasyonu yapma görevleri de verilecek.

Albayın her sözünden sonra bu grupların faaliyet alanı düşüncemizde daha bir genişliyor, çeşitli şekiller alıyordu. Albay konuşurken, bütün bunlar sanki hepimiz için alışıldık, tanıdık şeylermiş gibi anlatıyordu ve bu nedenle bütün bunlar bize artık o kadar da zor değilmiş gibi görünüyordu.

- İlk grubun komutanlığına, deneyimli ve görüp geçirmiş başçavuş yoldaş Borin’i tayin ediyorum dedi albay.

Hepimiz gözlerimizle albayın deneyimli komutanını aradık. Aramızdan yüzü güneşten yanmış, parlak gri gözlü genç bir asker ayağa kalktı. Hızla ve cesurca ayağa fırladı ama gözlerinde açıkça “O deneyimli komutan ben miyim?” sorusu ışıldıyordu.

- İkinci grubun komutanı mükemmel bir istihbaratçı, muvazzaf sınır muhafızı, başçavuş Sartaleev olacak.

Şaşırdım, kuşkuyla: Benim adımı mı söyledi? İstihbarat takımında benimle aynı soyada sahip bir Tatar ya da Özbek olabilirdi. Üstelik ben albayın söylediği gibi başçavuş değil sadece çavuştum. O anda albayın kimin çavuş kimin başçavuş olduğunu hatırlayamayacağını düşündüm. Tamamen beceriksiz bir durumda kalmamak için kalkmaya hazırlanıyormuş gibi bir hareket yaptım.

Albay direk gözlerime bakarak: - Oturun, oturun yoldaş başçavuş dedi

Adı geçenin ben olduğuma ikna olup fırladım.

Ardından siyasi komiser, komsomol başkanımızın ve parti örgütü başkanımızın soyadını belirtti. Benim grubumun komsomol başkanı olarak Volodya Tolstov tayin edilmişti ve buna tabi ki çok sevinmiştim. İçimden bir his Volodya ve benim, biri komutan biri komsomol başkanı olarak aynı gruba düşmemizin tesadüf olmadığını fısıldıyordu. Ama bu hissin nedenini kendime açıklayamıyordum. Bunu ancak albayın konuşması bittiği ve kendi elleriyle bize “cesaret madalyası” taktığı zaman anladım.

Yakındaki ormanı şiddetle topa tutan Alman güllerinin yol açtığı patlamalar, o zaman bana birden pek ufak göründü. Biz hep birlikte düşmana mutlak yıkım hazırlarken, düşmanı çözmüşken ve onun sadece teknik açıdan güçlü olduğunu, bizim ise inancımızın ve büyük ideolojimizin gücü ve zafer azmimizle güçlü olduğumuzu bilirken, bu top ateşi de neydi?

Akşama doğru dokuz askerden oluşan grubum, tepenin arkasından zırhlı alnını çıkarır çıkarmaz düşmanı vurmak için öncü tanksavar bataryalarının yerleştirilmesine kadar bekledi.

Alaca karanlıkta ilerlemek için durduk. Çünkü bizim cephenin arkasında düşman noktaları olabilir ve batı yönüne doğru bu günler için normal olmayan hareketimizi anında görebilirlerdi. Biz, istihbaratçının dostu olan karanlığı bekliyorduk.

Çalıların arasına gizlenmiş olan tanksavar bataryalarının yerleştirilmesi sırasında bugün tabur komutanıyla yaptığımız görüşmede bir görünüp bir kaybolan topçu taburunun tanıdık komutanı olan binbaşıyla karşılaştık.

Binbaşı Pyotr Grigoryeviç Rusakov, beni ve Volodya’yı madalyalarımızdan ötürü kutladı ve yakamda yeni ortaya çıkan üçgene bir göz atıp sanki şaşırmış gibi haykırdı. Ama bakışlarındaki arkadaşça kurnazlıktan, hem madalyalarımızı hem de yakamdaki üçgeni kastettiğini anlamıştım:

Yoldaş başçavuş, sizi yeni rütbeniz dolayısıyla da mı kutlamalıyım? Ben bilmiyordum. Bilmiyordum! Bunu bilseydim albaya benim alayımı uzun süre geçide bırakmadığını söylerdim.

Ancak şakacı ve canlı ses tonunun içinden, ciddi endişeler sızıyordu.

Açıkça görünüyordu ki içi içine sığmıyordu.

Çocuklar iyice bakın .Oralarda çok insanımız kaldı mı, halkın tahliyesi nasıl gidiyor. Bütün ateş bölgeleri eldeki bilgilere göre barışçıl halkla dolu. Almanlar konvoylarını onların içine sürüyor. İşte böylesine alçaklar! Öyle olmasaydı onları uzun menzillilerle vururduk ama şimdi burada otur ve kendi kendilerine tanksavarların önüne atlamalarını bekle!

Gerçekten de faşistlerin acımasız topçu baskınlarına rağmen bizim “savaş tanrımız” sessizliğini koruyordu. Yeterince cephaneliğimiz vardı. Hava kuvvetlerinin yardımıyla toplandıkları yeri keşfeden topçular, geçidi istila edenleri tepeleyebilirlerdi ama faşistlerin tankları, onlardan kaçan binlerce kadın, çocuk, yaşlı ve hasta kalabalıkları içinde dolaşıyorlardı.

Geçidin yok edilmesi bizim lehimize de değildi. Birliklerimizin çoğu uzaklaşmayı başaramamıştı. Düşmanın hızlı giden tank konvoyları onları sollamıştı. Birliklerimizin köprüleri geçip cepheyle birleştiği birkaç hadise belirlenmişti ama ilk faşist birlikleri o köprülerden zaten geçmişti. Şimdi de çok sayıda başka birliğimiz uçsuz bucaksız açıklığın yollarında Almanlarla paralel şekilde, onlarla ne temas edip ne de çarpışarak hareket ediyorlardı.

Biz konuşurken etrafa iyice alaca karanlık çökmüştü.

Binbaşı Rusakov içtenlikle – İyi şanslar yoldaşlar, canlı olarak geri dönünüz dedi ve aşina olduğum şakacı yanıyla bana dönerek: Sen beni doğuya bırakmadın ama işte ben sana batının yolunu açıyorum. Yürü! Bu sefer madalya değil, nişan almanı temenni ederim.

Çalıların, çiyli soğuk otların üzerine kapanarak, Hitler’in haydutlarına doğru yola çıktık.



VIII


Karayolunda hala insanlar kitleler halinde hareket ediyordu. Azak denizi kıyısında yaşayanlar tüm eşyalarını almış bulundukları yeri terk edip doğuya doğru yürüyordu. Ana yola kadar her tarafta ki küçük yollardan köy arabaları ve ordunun arabaları akıyordu. Bizde çok acele etmemiz gerektiğinden ana yolun kenarına geçmek ve otlaklar, bahçeler, korular üzerinde yürümek zorunda kalmıştık. Böylece çalılıklar ve küçük korulardan geçerek yolumuzu düzeltiyorduk.

Gözcü tekdüze hareket etmezdi. Bazen yerde sürünürken veya kıpırdamadan beklemek zorunda kaldığında saatlerce değerli zamanı kaybederdi. Herkesin bildiği gibi savaşta bir tarafın kaybı diğer tarafın kazancı demektir. Yani bizim kaybettiğimiz zamanı düşmanımız kazanıyordu. İşte bu nedenle düşmanın işgal ettiği topraklardan gözcülerin geçme imkânı varsa gözcü o alanı bir geyik gibi koşarak geçerdi.

Biz sivil halktan gizlenmeden yolun hemen kenarından yürüyebilirdik ama asla ve asla düşmanımızın bizden daha aptal olmadığı konusunda uyarılmıştık. Bir Sovyet asker grubu, halkın gittiği yönün aksine hareket ederken düşmanın dikkatini çekmez miydi? Üstelikte doğuya doğru akan insan seli ve arabaların arasında bir kaç Alman gözcü olabileceğini de hesaplamalıydık. Bu nedenle tüm bu kocaman akışın kenarından, otlaklardan, ormanlar üzerinden geçmeyi tercih etmiştik. Toplanmamış buğday acımasızca ezilmişti. Atlarla kopartılmış, tankların paletleri ve traktör tekerlekleriyle ezilmiş, acıklı şekilde hışırdayarak ayaklarımıza batıyordu ve dökülen buğday taneleri, sınırsız bir deniz gibi yayılmıştı. Tüm zenginliğiyle birlikte terk edilmiş kolhoz bahçeleri duruyordu. Onları geçince orada burada tuk sesiyle elmalar düşüyordu.Bekçi köpekleri havlamıyorlardı. Ya sahipleri onları yanlarına almıştı ya da onlar da kaçmışlardı. Yoldan durmadan top arabalarının, kamyonların ve traktörlerin gürültüsü ve uğultuları, atların kişnemeleri, otomobillerin kısa ve çeşitli sinyalleri duyuluyordu. Ağaçlardan yapraklar dökülmeye başlamıştı.

Bizim sol tarafımızda deniz vardı. Ama biz onu görmüyorduk hatta duymuyorduk. Sadece havanın neminden, gecenin kara yününü hafif bir beyazlıkla yumuşatan, zor görünebilen beyaz bir sisin varlığını hissediyorduk.

Batıda tam önümüzde gökyüzü, farklı yerlerde uzaktaki yangınları korkunç yansımalarıyla aydınlanıyordu. Evlerimizi düşman mı yakmıştı yoksa halk düşmandan kaçarken ve nefret duyduğu işgalcilere mallarını mülklerini bırakmamak için kendi mi yakmıştı?

Gökyüzünde uçan Alman işaret fişeklerinin yeşil, kırmızı, beyaz ışıkları parladı. Biz durduk. Bozkırda direk bize yaklaşan Alman kısa bölüklerinin sinyallerini ilk defa gördüğümüz yerleri haritada işaretledik.

Arabaların gıcırtılarına, ahşap tekerleklerin vuruş seslerine ve tokaçların gürlemelerine göre yolda kaçakların yürüdüğünü anlamıştık. Buralarda bir yerde bu sisli alacakaranlıkta, bu tozlu yolda, belki de bir ninenin mavi mandaları yürüyorlardı ve yarı yıkılmış geniş araba hareket edince sepette ki benekli tavuklar yumurtluyordu.

Şose taşları üzerinden kayan metalin bozkır üzerinde yayılmış sesi hemen hemen yok olmuştu ama insan akışı için tipik olan daha çok, daha yoğun ve daha karartıcı sesler geliyordu. Yıpranmış yolun sonunun nerde olduğunu bilmeyen insanlar, uzun yolda ciddi ve suskun yürüyorlardı. Onların hareketlerinin uğultusu, gördüğü işkenceden acı çeken bozkırın üzerinde ağırlığınca asılmıştı.

Taganrog şehrinin yanında aceleyle kurulmuş savunma hattının önünde Almanlar için son ciddi engel olan ve nehrin üzerinde bizim hedefimiz olan köprüye yaklaştığımızda, gecenin karanlığı yırtılmaya başlamıştı.

Sol tarafta köprünün arkasında büyük bir köy vardı. Şafağın alacakaranlığında köyün silueti, yığınlara benzeyen yüksek çatılar görünüyordu. Ama köy hem sessiz hem de körleşmişti. Köprünün üzerinde aralıklarla arabalar, bohçaları, sırt çantaları ve küçük sandıklarıyla yayalar sırayla hareket ediyorlardı.

Yola yaklaştık ve kıyısından köprüye çıktık. Görevimiz - faşistlerin öncü tanklarını kaçan insanlardan kopartmak ve bu tarafa geçmelerini engellemekti.

Bu köprüyü mayınlamak ve patlatmak o kadar da zor iş değildi. Biz bunu faşistlerin hatlarında defalarca yapmıştık. Böylece onları durduruyor ve geciktiriyorduk. Saldırı planlarını bozuyor ve bizim bölüklerimizin pozisyonlarını sabitlemeleri için zaman kazandırıyorduk.

Alacakaranlıkta işimizi tek vücut gibi ve sessizce yapıyorduk. İşte o anda cehennemin metal nefesini duyduk. Dinamitleri bağladığımız köprüyü titreten tankların ağır yürüyüşünü hissettik.

Artık biz etek kalan şey buradan kaçıp, köprünün kenarında daha önceden seçtiğim çalılıklarla kaplanmış çukurda yatmak ve beklemekti. Biz de kaçıp yattık, yolu gözlemeye devam ettik.

Yoldan, kükremelerle ve gürültülerle tank konvoyu geçiyordu. Daha tam olarak dağılmamış şafağın alacakaranlığında bu tanklar bizim mi faşistlerin mi göremiyorduk. Konvoy bir kaç yüz metre önde durmuş, şıkırdamalar kesilmişti.Sadece motorların kulakları sağır eden sesleri geliyordu. Sonra onlar da susmuştu.

Volodya tereddütlü - Nehirden yüzerek karşıya geçip daha yakından baksam olur mu diye konuştu.

Ben onu tersledim. - Sen yüzene kadar onlar köprüden geçerler dedim.

Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Dakikalar geçtikçe arka planda alçak boylu çelik kaplumbağalar daha net görünüyordu.

Uşakov kısık sesle - Biliyor musun? Bunlar bizim tanklar değil. Bizimkiler köprüden niye korksun? Bunlar kesin Almanlar dedi.

- Ben de Alman olduklarına eminim dedi Zonin.

Tolstov, Zonin ve Uşakov burada kalsın, sen Zvezdin, nehrin karşı kıyısını net olarak görebileceğimiz yüksek bir ağacı gözetleme noktası olarak seç ve ağaca çık diye emrettim. Ben, patlamadan sonra köprüden kaçışımızı sağlamak için daha önceden kazılmış çok sayıda siperlerin birinin içine, makineli bir tüfek yerleştirdim. Şafağın sessizliğinde bir göçmen kuş öttü. Volodya’nın içime koyduğu tereddüt, beni yiyip bitiriyordu. Belki de bu bizim konvoydur. Son piyade bölükleri, sefer mutfakları ve ninelerin mavi mandaları arkasında neden bizim konvoylar olmasın? Şu an son derece zor bir karar vermeliydim.

Hiçte makul olmayacak şekilde hatta mantığa aykırı olarak - belki bu gerçektende bizim konvoydur ve biz şimdi onun yolunu keseceğiz diye düşündüm.

Kalbim daha önce geçiş yolunda havadan atılan bombalar altında ve uzun menzilli silahların mermileri altında hiç çarpmadığı kadar hızlı çarpıyordu.

Önümüzde ağır ağır nefes alarak, boğuk tınlama sesi çıkartan çağımızın canavarları bir süre durdu. Belki de bu canavarlar bizim dostlarımızdı.

Volodya sabırsızlıkla kısık sesle - Niye gelmiyorlar? diye sordu.

- Konuşuyorlar, korkuyorlar.

Ama bizim tankçılarda mayınlardan korkarlardı. Belki onlar da bir çarpışma esnasında planlanmış rotalarından sapmış ve tanımadığı bir köprüye çıkmışlardı. Bu köprü güvenli mi değil mi nereden bileceklerdi.

Bir anda öndeki tank kükredi, kıpırdadı ve tek başına ileriye, direk köprüye doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Tank sanki kısa bir zaman önce kör olmuş bir insanın yürürken önünde ki yolun her santimini incelemesi gibi yavaşça ve çok dikkatli ilerliyordu.

Eğer bu düşman tankı ise savaş görevini yerine getirme esnasında yavaşlığımdan ve kararsızlığımdan dolayı kimse beni övmeyecekti.

Tank, köprünün tahtalarına girmişti. Bize yakındı ama onu iyice görmek için hava henüz yeterince aydınlanmamıştı.

Bazen akıllı bir düşünce dilime geç düştüğünde Şegen, her zaman benimle dalga geçerdi. Bu tür fikirleri "merdivende ki fikirler" olarak adlandırırdı. Yani; bir insan misafirlikten çıktıktan sonra arkadaşlarıyla sohbet esnasında aklına gelmeyen fikirlerle dolması gibi...Yoksa şimdi de kararım geç mi aklıma gelecekti. Derhal bir karara varmalıydım.

Zonin’e birinci tanka yaklaşıp üzerinde ki işaretleri incelemesini söyledim. Sonra tereddüt ettim: Zonin iri yapılı ve yavaştı. Onu geri çağırdım, o da istemsiz durdu.

Ben Tolstov’a - en iyisi sen Volodya. Sen onları daha öncede görmüştün dedim.

Volodya tek kelime etmeden kertenkele gibi otlara daldı. On adım sonra onu izleyen biz bile onu gözden kaybetmiştik.

Tank, köprüye çıkmıştı...Hemen hemen yarısını geçmişti...O anda bir patlama oldu. Volodya’nın tankın altına el bombasını attığını anlamıştım - Patlat! diye bağırdım.

Aynı anda köprünün altından kulakları sağır eden patlama sesi geldi. Ateşle birlikte inanılmaz bir güçle yukarıya tahtalar, kirişler, demir bağlantı elemanları, duman ve toz bulutu yükseldi. Ateşle parlayan kara bulutla birlikte tankta yükselmiş, yavaş yavaş arka kısmına doğru çökerek tamamen suya düşmüştü.

Kısa bir zaman önce havaya fırlamış olan demir parçaları, tahtalar ve keresteler, nehre ve kıyısına düşerek gökyüzünden dökülüyordu.

Bir anda otlardan çıkan Volodya - Güzeldi değil mi? diye sordu. Sığınağımızdan çıkıp toprağa doğru eğilerek koştuk. Karşı kıyıdan makineli tüfekler takırdıyordu. Ama mermiler yanımıza kadar bile ulaşmıyordu. Galiba patlamadan oluşan bulut, bizi kaplamıştı ve Hitler’ciler bizim hala köprünün yanında olduğumuzu zannederek rastgele kıyının kenarında kil olan yere ateş ediyorlardı. En yakın çalılara ulaşıp toprağa uzandık.

Şafağın bulanık beyazlığı, işaret fişeklerinin yeşil ve kırmızı tonlarıyla renklenmişti. Bu ışıkta fark edilmedik şekilde inmiş sis ve yağmurun içinden, Alman tanklarından oluşan çelik konvoyunun geriye doğru çekildiğini gördüm Bazı tanklar köyün arkasında bulunan bahçelere ve tepelerde ki ormana doğru yönlenerek ana yoldan kaçmaya başlamışlardı.

Zonin sayarak - Yüzden fazla dedi.

Uşakov onu dürterek - Belki de iki yüz dedi.

Anlaşılan bu tanklar, köprü veya nehrin sığ bir yerini bulmaya çalışacaklardı ya da ağaçların altında yatıp bütün gün burada kalacaklardı. Ama bunu doğrulamalıydık. Bu yüzden kafalarımızı kamufle ederek karın üstü yatıp izlemeye başladık.

Ben Uşakov’u Zvezdin’e gönderdim. Zvezdin olabildiği kadarıyla net bir şekilde tankların durduğu yeri tespit ederek ağaçtan insin ve bize dönsün dedim.

Yağmur kesilmişti. Gökyüzü pembe bulutlarla renklenmiş, yumuşak sabah güneşi çıkmıştı. Yaprakların hafifçe titremesinden Seryoja Zvezdin’in ağaçtan indiğini anlamıştık. Bir kedi gibi ağacın gövdesinden inmiş, buğdayların arasına karışmıştı. Şimdi etraf daha iyi görünüyordu. Almanlar kıyının kenarında kimse olmadığını anlayarak buğday alanını makineli tüfeklerle tarıyorlardı. Bir dakika sonra sırtında Seryoja ile bize yavaşça sürünen Uşakov’u gördük. Seryoja yaralanmıştı.

- Seryoja nerenden vuruldun diye sordum?

Sergey hırıltıyla - Sırtımdan dedi.

-Her şeyi görebildin mi?diye sordum. Bana kurşunkalemle çizilmiş kâğıdı uzattı. Kâğıtta her şey ellerimin üzerindeymiş gibiydi. Zvezdin kadastrocuydu. Bu yüzden topoğrafi tam ona göre bir işti. Benim masada bile asla yapamayacağım resmi o orada, ağaç üzerinde çizmişti.

- Çalılıklara doğru sürün. Yapabilir misin? diye sordum.

- Yaparım...

Ama Seryoja sürünemedi. Onu çadır tentesi üzerinde götürmek zorunda kaldık.

Tank konvoyu hem bahçelerde hem de ormanda gizlenmişti. Kâğıttan kendim için bir kopya yaparak Seryoja’nın çizdiği planı Petya’ya verdim ve onu karargâha yolladım.

Uşakov’un gitmesinin üzerinde üç saat geçmeden kafalarımızın üzerinden geçen top mermilerinin ıslık seslerini duyduk. Sonra hemen ardından arkamızdan bir yerden top sesleri duyuldu ve karşı tarafta ki bahçelerde yankılandıktan sonra patlamaların kara bulutları havalara yükseldi.

Zonin - Ağır topçular konuşmaya başladı dedi.

Tekrar üzerimizden güçlü ıslıklarıyla top mermileri uçtu ve tekrar önce güm güm sesleri ve uzaklarda ateşlerin vuruşlarını duyduk. Sonra da karşı tarafta patlamaları gördük.

Volodya - Bu tankların sonra ki kaderi hakkında komutanımız ne düşünüyor acaba? diye bana sordu.

- Bunlar iyice yıpranacaklar dedim.

- Kaçamazlar mı?

- Beyaz günün ortasında cesaret edemezler dedim.

Havada ki ıslık sesleri ve gürültü, kafalarımızın üzerinden defalarca tekrarladı. Binbaşı Rusakov’un uzun menzilli ağır topları, faşistlerin tanklarını kırmaya başlamış, bizim de bölüğümüze dönme zamanımız gelmişti.



IX


Bizim bölük bir ay önce çatışmaya girmişti. Geri çekilmenin zor günleri, sert çatışma haftalarıyla yer değiştirmişti. Faşistler delirmişti: Avrupa’da ki nispeten küçük mesafeleri iki-üç gün içinde geçmeye alışkın olanlar burada aynı mesafeleri geçmek için uzun haftalar boyunca beklemek zorundalar dı. Bir adım ileriye bir adım geriye...Bir ay boyunca onlarla siperleri hendeklerle değiş tokuş yapıyorduk.

İşte bugün Ekim devriminin yıl dönümünde bayram gününde ben grubumla birlikte rahat sığınağın içinde oturuyordum. Daha dün burada bir bölük belki de bir alayın Hitler’ci komutanı olan "sayınlardan" biri oturuyordu. Bugün ise burada Guryev’in altında bulunan Kayrak’tı kolhozundan Kazak bir vatandaş kıdemli başçavuş Kayruş Sartaleev oturmuş,önemli bir rütbeli faşistin aceleyle kaçarken kendisine bıraktığı gümüş çerçeveli aynaya bakarak traş oluyordu. Yanaklarına porsuk tüyünden yapılmış fırça ile yumuşakça sabun süren ben, ev sahibinin neler kaybettiğini çok iyi anlamıştım.

Belli ki adam konforu seviyormuş. Burada savaşta aslında hiç gerekmeyecek çok sayıda eşya bırakılmıştı.

Az önce bana öfkeyle bakan suratsız führerin portresini duvardan çıkartıp atmıştım. Hitler galiba bakışında azametiyle büyüleyici bir şeyler olduğunu zannediyordu. Duydum ki çar sülalesinden biri bir bakışla insanların damarlarında akan kanı durdurma yeteneği olduğundan eminmiş. Ama aslında o güven saray mensupları arasında ki yalakaları tarafından yaratılmıştı. Onun her bakışında çok korkarmış gibi rol yapıyorlarmış... Faşistlerin siperlerinde de birçok kez Hitler portreleri görmüştük. Ona bizzat ulaştığımda asla hata yapmayacaktım. Aslında bu buluşmayı Sovyet askerlerinden hangimiz hayal etmiyorduk ki? Hayaller bir gün mutlaka gerçekleşir.

Bu yeraltı sığınağı herhalde ilk baştan bizimdi. Bunu faşistlerin başka taraftan yeni bir giriş yaparak kapattıkları bu giriş kanıtlıyordu. Ama düşman için rahat olan şey bize uymazdı. Biz faşistlerin girişini kapatıp bizim eski girişi açtık.

Traşım bittikten sonra berberlik günlerimi hatırlayarak Zonin’e giriştim. Çünkü onun elleri, jiletten daha büyük eşyalar için yaratılmıştı.

- O büyük adam kadınlara çok büyük bir saygı duyuyormuş dedi Zonin. Baksana ne kadar çok fotoğraf asmış.

Gerçektende "Von’un" yatağı üzerinde bolca çeşitli " Fraun’lar" yerleştirilmişti ve fotoğraflara göre bütün bu kadınlar için elbiselik kumaş yetmemişti!

Uşakov, soylu Almanın bıraktığı sığınağın donanımını inceledi. Burada kürklerle dolu bir valiz vardı."Von’un" bir kuyumcunun mağazasında bulunduğunun kanıtı olan el saatleri, broşlar, yüzüklerle dolu bir kutu, ince kadın çoraplarıyla dolu kocaman bir kutu ve Ukraynalı tarzı nakışla süslenmiş bir kaç havlu vardı. Galiba sığınağın duvarını süsleyen yeterince giyinmemiş kadınlardan her biri, birer hediye bekliyordu.

Tüm bunlar elimize düştüğünde elbette ki suçlanacak olan emir eriydi. Bu gece sığınağın çok yakınında bizim komsomollar "hurra" diye gürlediği, Volodya’nın Almanların cephe arkasında bulunan makineli tüfeğinden " ekim devrimi ateşi" açtığı anda ve bizlerden her birinin yıl dönümü namına en yakınımızda duran siperlere ve hendeklere iki-üç el bombası attığımızda bizim "Von" tabi ki aceleyle geri çekilmiş ama onun emir eri geri çekilememiş, bizi görünce iki elini havaya kaldırmıştı.

Petya bir yerden tüyle yalıtılmış kışlık subay çizmeleri bulmuştu.

- Adam neyle kaçtı ki acaba? Ben gerçekten onun sağlığı için endişeleniyorum! dedi

Bugün hepimiz mutluyduk. İşte bizim grup da düşman karargâhına ulaşmış, burada ortalığı karıştırmış, Almanları oyalamış ve böylece büyük Ekim devriminin yirmi dördüncü yıldönümünde yapılan hücum için başarıyla katkı sağlamıştı. Çok iyi olmuştu.

Almanlar süngüyü sevmezler. Özellikle onları süngülerle siperlerden kovdukları zaman hiç sevmezler. Onlar ışıkları söndürmezler ve tüm gece boyunca aydınlatma fişekleri atarlar. Aydınlatılmış alandan geçmek hiç kolay değildir. Ama eğer süngü vuruşu için yeterince yaklaşmayı becerebildiysen Almanların siperlerini teslim edeceklerinden emin olabilirdin.

Ben Semyon’u keyifle traş ediyordum. Bu güçlü dev adamı beğeniyordum. Onun geniş omuzlarına ve şişmiş kaslarına hayranlıkla bakıyordum. O bu omuzlarla, atın bile dayanamayıp eğileceği bir yükü hiç zorlanmadan kaldırabiliyordu. Bu eller Stalingrad şehrinde traktör yapıyordu. Şimdi ise düşmanları süngüye takıp boş bir çuval gibi fırlatıyordu. Semyon’un yumruklarından düşmanların vücutları bir tüy gibi havaya uçuyordu. Ama şimdi içine büzülmüş kazayla dirseğiyle bana dokunmamaya çalışarak oturuyordu. Zaten her zaman yanışlıkla birine dokunmaya veya vurmaya korkardı.

- Tamam, artık başçavuşum yeter. Nasılsa böyle at gibi bir yüzden uygun bir şey çıkmaz dedi protesto edermişçesine. Her ne kadar onun "at yüzü" olduğunu söylese de yakışıklı olduğunu kabul bile etmiyordu.

- Yüzünün şekli çok uygun Semyon. Almanlardan her hangi biri seni görse asla unutamaz.

- Bıyık mı bıraksam. Daha tehditkâr olurdum.

- Bıyık mı?

- Evet. O zaman şeytanın kendisi de korkardı benden.

- Yok, Söma, gerek yok. O zaman daha yaşlı gösterirsin. Biz ise savaştan, aynı evimizden çıktığımız genç komsomollar gibi dönmeliyiz. İşte annelerimiz, sevgililerimiz bizi böyle beklerler.

- Neyse kes o zaman dedi Semyon.

- Sen Söma, evdeyken bir kızı sevdin mi?

- Ben mi? O, hiçbir zaman soruyu tekrarlamadan cevap vermezdi. Tabi ki sevdim... Hatta hâlâ seviyorum...

- Anlatsana Söma.

- Anlatayım mı?

- Anlat diye rica ettim. Traşı bitirmiştim. Arkadaşım için subay kolonyasını hiç acımadan döktüm.

Semyon çekinerek anlatmaya başladı - Şöyle olmuştu...Çokta düzgün bir şey olmadı aslında. Ben tabi ki çok küçük bir kız yani minnacık bir kız sevdim...

Uşakov sözünü keserek - Neden tabi ki?

- Neden mi? Bana büyük biri uymaz ki. Ben kendim çok şükür fazlasıyla stokluyum...Bi de o işler kendiliğinden gelişiyor. Ne olacağını bilemezsin ki. O, fabrikamızda ki kitapların komutanıydı.Bir keresinde ondan traktörlerle ilgili bir kitap aldım. İşte o anda başladı. Gerek olup olmadığına bakmaksızın her gün gitmeye başladım. O da olayı anlamış bana "Birinci Petro" veya "Stepan Razin" gibi kitaplar veriyordu. Bu kitaplar bir günde okunabilir mi. Ben en kısa zamanda değiştirebilmek için tüm gece sabaha kadar bu kitapları okuyordum. Ondan sonra bana ne lazım olduğunu anlamıştı ve Zemfira, Meri, Tamara ya da Tanya gibi kitapları verdi. Okuyunca kütüphaneci de onlar gibi her gün daha hoş ve daha güzel oluyordu. Ne yapacaksın. Her gün gerçekten dağları yıktığım işten çıkarak kütüphaneye koşuyordum. Tamara’yı götürüp, Zemfira’yı alıyordum... Kız da kara gözleriyle bana bakarak gülümsüyordu...

Uşakov - Adı neydi?diye sordu.

- Adı mı? Nina...Bana bakıp gülümsüyordu. "Siz Söma, galiba aşık olmuşsunuz. Hep böyle kitaplar alıyorsunuz" diyordu. Elbette görüyordu ama yine de sordu. Ne cevap verebilirdim.

Petya şakayla - Hiçbir şey.

- Aynen öyle. Ben de bilemedim. Ona "Bu kitapta bir yeri çok sevdim. Tekrar okumak istiyorum." diyorum. O bana "Neresi acaba, öğrenebilir miyim?" deyince ben şoka girmiş ve kırk ikinci sayfa diye ağzımdan kaçırmıştım. Hemen o sayfayı açarak bana baktı ve gülümsedi. Benim yalan söylediğimi anlamıştı. Ama yine de kitabı bana verdi. Bir keresinde ben geldiğimde o yoktu. Düşünebiliyor musunuz kütüphane meğer ne kadar boşmuş.

- Siperde ki gibi.

- Yook! Nerede. Burada hepimiz birlikteyiz. Ama orada...Ben şehre nasıl da koşarak gitmiştim; tıpkı bir lokomotif gibi. Şehir parkını aradım, sinemadan gelenlerin her birinin yüzüne baktım, Volga boyunca koşarak dolaştım. Yok. Nihayet onu bulmuştum... Çok geç olmuştu ama diskoda dans ediyordu.

Uşakov sözünü keserek - Kiminleydi?

- Kimle olacak. Kız arkadaşıyla. Bir erkekle dans etseydi ben o adamı sonsuza dek danstan vazgeçtirirdim. Orada durdum. Nefes almadan bakıyordum. O bir kız değil, nefes aldığım havaydı. Seninde gördüğün gibi benim dans etmem kesinlikle yasaktı. Ama o zaman kendimi zor tutmuştum.

O görüntüyü hatırlayan Semyon içini çekti. Semyon’un hikâye si ile çok heyecanlanan Petya, neredeyse onun burnunun dibine girmişti.

Arkadaşının bu kadar dokunaklı hikâye sini dinleyince en kısa zamanda mutlu sonla bitmesini çok istiyorsun. Çünkü bu kitap değil, uydurma bir masal değil, bu aynı kendin için tüm kalbinle en iyisini arzu ettiğin senin asker arkadaşının hikâye sidir. Bir anda bu duyguya kapılıp, heyecanlanmıştım.

- Eee! Senin Nina şu anda nerede? diye sordum.

Aslında Semyon’un üzgün gözlerine bakınca sormamalıydım diye tahmin edebilirdim. Ama yine de sordum. Madem kaderimiz tek bir kader olmuştu. Arkadaşımla sadece başarıları ve sevinçleri değil üzüntüleri de paylaşmalıydım.

Her birimizin evdeyken yaşadığımız ve yaşamaya devam etmek istediğimiz bir şeyler kalmıştı. Planlarımız, işlerimiz, hayallerimiz ve tabi ki annelerimiz ve sevgililerimiz de kalmıştı. Savaş başlamadan önce içimizi ısıtan her şey, şimdi artık yakıyordu. Gerilimli ve tehlikelerle dolu haftalar ve aylar, hatıralara sadece bir an için dönmeye izin veriyordu. Her seferinde o anda dayanılmaz üzüntü hissediyorsun. Aynı Semyon ile olduğu gibi. Ve biz onu kendi sorularımızla üzüntüye boğmuştuk.

- Tatile kız kardeşine Odessa’ya gitti... Ama artık kim bilir...

O üzüntüyle elini salladı.

Biz her şeyi anlamıştık.

Belki binlerce kaçan arasında çaresiz ve yalnız küçük kara gözlü Nina da vardı. Bir tek şeyi hayal ediyordu - Faşistlerin dirgeninin dişlerinden birinin odaklandığı Stalingrad’a ulaşmak. Nasıl yapsak ta bu binlerce kişinin tam içine bakıp, bu kum tanesini bulsak. Kızın düşmanın ellerinde kalmadığını gören Semyon’un nasıl rahatlayacağını bir kere görsek...Evet. Biz kara ve mavi gözlü, güzel ve çirkin olduğuna bakmadan inanılmayacak kadar çok öz kız kardeşlerimizi gördük. Onlar yıpranmış, yırtılmış botlarıyla ve kanla kaplı çıplak ayaklarıyla yürüyorlardı.

Ben teselli etmek için Semyon’a - Onu arayacağız ve bulacağız! dedim.

Not defterini çıkardım ve içine Stalingrad’tan küçük kütüphanecinin adını ve soyadını yazdım. Üzüntülü sohbetimizi bu noktada bıraktık.

Volodya içeri girdi. Onu karargâha çağırmışlardı. Akşama kadar tuhaf bir halde dolaşmasına neden olan bir sırrı olduğunu biliyordum. Sonra ise siyasi komiser gelmiş ve herkesin önünde Volodya’yı açık etmişti. Volodya her zamankinden biraz farklı olarak hepimize mektupları vermiş ve gözlerini yere eğmişti. Ama Revyakin bana Volodya’nın İtalyan bilgilendirme bürosunun haberlerine çıktığını ve tüm gazetelerde yayınlandığını anlattı. Ayrıca Revyakin’in postayla birlikte Volodya’ya gazete verdiğini de biliyordum. Ama Volodya bu gazeteyi bize göstermiyordu.

Gelen bu postayla ben Leningrad’ın yanında ki siperlerden soğuk, su girmiş ve buzla kaplanmaya başlamış abimin mektubunu aldım. Kardeşim büyük olduğu için her zaman içimde ki asker ruhunu desteklemeye çalışıyordu.Bu yüzden mektupları her zaman biraz kasıntılı birazda komik oluyordu. Galiba burada güney bölgelerinde de sonbaharın sona doğru yaklaştığını ve burada ki siperlerin de hayallerden çok uzak olduğunu bilmiyordu. O geçen sefer kendi oturduğu siperde, sonbahar mantarları çıktığını yazmıştı. Demek ki onlar bayağı uzun bir zaman, bir adım bile geri atmadan bulundukları noktayı tutmuşlardı. Şimdi ise siperde ki zor hayata alıştığını, haftalarca küçük iğrenç yağmurlarla sulanan soğuk toprak üzerinde yattığını yazmıştı. Yaşadığı savunma hattını kırmış tanklarla çatışmayı çok kolay bir işmiş gibi anlatmıştı.

Bana yazmıştı. "Senin birinci düşmanın senin korkularındır." Bu bana abimin beni desteklemek için çok şeyi basitleştirdiğini, kendisinin ise henüz korkudan özgürleşemediğini göstermişti. Aslında bende bir türlü bu rahatsız edici duygudan kurtulamamıştım. Ama eğer gerekiyorsa şeytanın boynuzlarına bile saldırırsın. Seni kurtarabilecek tek bir şey var. Öfken. Çarpışma esnasında öfkeli olabilirsin ama gözcülükte öfkelenmen bile yasaktır. Rahatlayamazsın. Hem kendini hem de arkadaşlarını düşünmen lazımdır. Dahası komutan olduğun için diğerlerine korktuğunu da göstermemen lazımdır.

Herhalde abim iyi savaşıyordu: mektubuna dikkatlice yapıştırılmış küçük bir fotoğrafında iki madalya ve bir nişan görüyordum ama onlar hakkında hiçbir şey yazmamıştı. Yani kendin gör dermiş gibiydi. Bıyıkları dikilmiş ve daha erkeksi duruyordu.

Abimin mektubundan düşüncelerim Volodya’ya geçiyor ondan da geriye abime dönüyordu. Biri bana biraz övünerek bakarken diğeri ise utanarak bakıyordu. Onun utancı diğerlerinden daha önce gazete sayfalarına geçtiği için oluşmuştu. O, muhabirin köprünün yanında bizim yaptıklarımızı anlatmak zorunda olduğunu ve bi de arkadaşlarının da onu kıskanacağını düşünüyordu. Ben Volodya’yı yaşadığı rahatsızlıktan kurtarmak zorundaydım.

Petya benden daha dobra çıkmıştı. Ben Volodya ile bu konuda nasıl daha iyi nasıl daha hassas konuşabileceğimi düşünene kadar o, Volodya’ya giderek direk:

- Saçmalıyorsun komsomol, gazeteyi ver de bakalım dedi.

Biz Volodya’nın etrafını sardık, sevinçle gürültü yaptık. Onu kutlamaya başladık. Volodya’nın şöhretinin, bizim içinde onur kaynağı olduğunu söyleyecektim ama o anda uzun menzilli silahların ağır gürleme sesleri geldi ve ondan sonra hemen tam yanımızdan bizim havanlar karşılık vermeye başladı...Bu askerin eğlenceli dakikalarının sona erme sinyaliydi.

Hepimizin propaganda subayını çağırdılar. Tüm müfreze oradaydı.

Revyakin’in sözleriyle ağır bir mermiyle vurulmuş gibi başımız düşmüştü:

- Moskova tehlikede.

Biz askeriz. Savaşta her zaman ateşin ortasındayız. Ama asker de odun değildir. O sadece ateşte yanmaz ateşi de o yaratır. Her askerin önünde biriminin haritası vardır ama bütün ülkenin haritasını da unutmaz. Tüm ülkenin ciddi bir tehdit altında olduğunu bütün askerler biliyorlardı. Ama Revyakin’in bahsettiği tehlikeyi kimse beklemiyordu. İnanmak çok zordu...

Üzerimizde gökyüzünü bile çatlatabilen şiddetli topçuların düellosu vardı. Siperden hangi tarafa bakarsan bak her yerden havaya yükselmiş siyah toprak fıskiyeler görünüyordu. Ama bu saatte biz ne bir şey görüyorduk ne de bir şeyler duyuyorduk. Bu bizim için sadece iki net kelimenin korkunç tekrarıydı: "Moskova tehlikede"

Üzerimizde gökyüzü bağırıyordu - Moskova tehlikede!

Ayaklarımızın altında ki toprak patlamalarla - Moskova tehlikede! diye yankılanıyordu.

Bu sözler basit sözlerdi aslında. Onların son derece net anlamından ne kadar istersen iste saklanamazsın. Çünkü bu sözler direk insanın kalbine vuruyordu.

Revyakin bizimle çok sakin konuşuyordu. Hafif çatık kaşlarının altından, uykusuz geçen gecelerden ve rüzgârdan kızarmış gözleri gayet ciddi bakıyordu. Ama o, umut doluydu ve biz onu tüm benliğimizle dinliyorduk.

Revyakin, Moskova’nın savunması hakkında konuşuyordu. Sanki savunma hatlarının şemasını çiziyordu. Bu hatlar her yerden geçmekteydi - Moskova’nın yanından ve Moskova’nın içinden. Ukrayna’nın bozkırlarından ve Belarusya’nın bataklık ormanlarından. Burada güneyden ve uzak kuzeyden geçiyordu. Şehirler, fabrikalar, madenler, yetişmek için kahramanca uğraşıyorlardı. Özbekistan pamukla, Sibirya ise buğdayla bu mücadeleyi ateşliyordu.

Savunma hattı Balhaş, Leninogorsk, Jeskazgan ve Şimkent üzerinden geçiyordu; düşmanlar tarafından işgal edilmiş Donbass’ın yerine kömür veren Karaganda’dan geçiyordu. Hatta şairlerin şiirlerinde ve bozkır akınlarının[9] şarkılarından geçiyordu. O, Sovyetlerin kalbini koruduğu için milyonlarca Sovyet vatandaşının kalplerinden geçiyordu.

- Moskova için!

- Moskova için!

- Moskova için! diye silahlar bağırıyorlardı.

Gece zaferimizden sonra yaşadığımız kutlamalar aniden hemen uçup gitmişti. Şakalaşmalar, evleri, yakınlarımız, gönül işleriyle ilgili hasret çeken düşüncelerimiz yok olmuştu.

Propaganda subayları bu sabah geçit töreninde söylendiği Stalin’in konuşmasının özetini getirmişlerdi. Tabur karargâhında ki telsizci onu yazabilmişti. Gazetelere ancak yarın düşecekti ama bizim Revyakin her zaman telsizcilerle iletişim kurarak "taburdan" olarak adlandırdığımız bizim küçük gazetenin matbaada haberler basılmadan önce öğrenmeyi beceriyordu.

Konuşmanın tam metni olmamasına üzülerek subayın verdiği kâğıdı korumaya çalışıyorduk. Ama herkes umutla ve güvenle: "zafer bizim olacak diyordu"

Siyasi komiser kol saatine baktı ve kararlı şekilde yerinden kalktı.

- Hava gözlemcileri büyük bir tank konvoyunun hareketini fark etmiş dedi – Sizin göreviniz, bugün faşist cephenin arkasına ulaşmak, tankların bulunduğu noktaları hava kuvvetlerine bildirmek. Tankların bulunduğu yerleri haritada işaretleyin. Anlaşıldı mı? Hadi bakalım, şimdi komutana gidiyoruz.

Biz gittik, ama faşist topçu birimlerinin ateşi yoğunlaşıyordu: mayınlar savunma hattımızın ön kısmına vuruyordu. Orda burada siperlerimize top mermileri düşmeye başlamıştı.

- Boşuna değil! diye homurdandı Zonin.

- Ne boşuna değil? – diye sordum.

- Böyle bir saldırı. Bence yetişemeyeceğiz.

- Neden yetişemeyeceğiz?

- Onlar şimdi kendi saldırılarını başlatacaklar…

Top mermilerinden biri bizden yüz adım öteye düşmüştü.

Propaganda subayı– Yatın! diye emir verdi.

Ve aynı anda üç top mermisi daha başlarımızın üzerinden ıslık çalıp biraz uzağa düştüler. Biz hendeğe atlamaya yetişemesek paramparça olurduk. Yukarıdan üstümüze toprak parçaları düşüyordu. Ön tarafta makineli tüfeklerin çıtırtıları duyuluyordu. Sesler her dakika daha da artıyordu. Bazen uyuyan bozkırda çekirgenin biri ötmeye başlar, diğeri ona katılır, üçüncü cevap verir, dördüncü ve bir de bakmışsın ki tüm bozkır kenarlarına kadar çekirdek çınlamalarıyla dolması gibiydi.

Mermiler üzerimizden uçuyordu. Nereye bakarsan bak her tarafta patlamaların siyah bulutları yükseliyordu. Bu fırtınaya karşı herkes toprağa yapışmıştı… Biz de kalkamadık. Toprak patlamaların uğultularıyla titriyordu. Bir anda bir yerden sanki tam toprağın altından faşistlerin tank konvoyunun artan gürültüsü duyuldu.

Hayır. O anda bir tek bizim ciddiyetsiz çocuklar olduğumuzu düşünmemiştim. Traş ettiğim sırada sohbetimizin ve düşüncelerimin böyle bir ağır anda boş bir yaramazlık olduğunu düşündüm.

Bizim anlık neşemiz ve bizim samimi asker üzüntümüzün, gençliğimizin ve insan kalbinin canlılığının göstergeleri olduğunu henüz bilmiyordum. O zamanlar ben henüz anlamıyordum: yaşadığımız duygularla biz sanki önceki çatışmaların kirliğini yıkamış, gülmeler, şakalar ve arkadaşlarımızın iç çekmesi, yeni mücadele için bize güç veriyordu. Çok büyük bir mücadele bizi bekliyordu.

Artan uğultuyu dinliyorduk.

Semyon haklı çıkmıştı: biz gözetlemeye çıkmak için geç kalmıştık. Beyaz gün ortasında faşist tankları savunma hattını kırmak için saldırıya geçtiler…

- Tanklar! diye bağırdı Volodya.

Propaganda subayı– El bombaları ve şişeleri hazırla! diye emir verdi.

O, siperden ilkönce çıkıp tabur karargâhını koruyan sınırda pozisyon almak için koştu…



X


Rostov şehri patlama darbeleri ile öfkeli ve ağır iç çekiyor gibiydi. Faşistler top ateşiyle güneyde biriktirebildiği her şeyi iki hafta boyunca şehre döküyorlardı. Şehir tüm tüfekleriyle iki haftadır mücadele ediyordu. Almanların attığı her top mermisi onların üzerine düşüyor, onlar ise top mermilerini geniş alanlara yayacak şekilde atmak zorunda kalıyorlardı: şehri hayatı boyunca besleyen yollar şehirde yaşayan ve şehre ulaşmaya çalışan sokaklara, vadilere, tarlalara, bahçelere. Yoğun nemli dumandan oluşan ağır bir bulut, tüm gökyüzünü kaplamıştı.

Patlamaların kükremeleri ve motorların gürültüleri, şehrin üzerinde tek bir anlaşılmayan uğultuyla birleşmişti. Düşman topçu birimlerinin gücü onu bile bastırıyordu. Her top mermisinin direk ulaşması için hedef bayağı büyüktü. Hem gece, hem de gündüz…

Ateş, kulaklara, gözlere baskı yapıyordu. İnsanlar bağırarak kısa konuşuyor, mimiklerle, el hareketleriyle ve gözleriyle anlaşılması için yardım ediyorlardı.

Biz bayağı uzun zamandır her gün savaşı görüyorduk ama şu an savaş tam önümüzde şaha kalkmıştı. Uğultu ile büyük evlerin duvarları yıkılıyor, mahalleler moloza dönüştüren ateşle dans ediyordu.

Ama kalbimizde bugün sadece Rostov şehri üstünde var olan tehlike yoktu. Biz ayrıca Moskova’ya giden kara bulutları hissediyorduk. Omuzlarımıza, barut dumanı koklamış sert Leningrad’ın gökyüzünün ağırlığı basıyordu.

Moskova’nın endişelendiren alarmı tüm ülkede duyuluyor, siperlerde ve askerlerin kalp atışlarına yansıyordu… Savaş raporlarında şehirlerin isimleri okumak zordur: Volokolamsk, Klin, Maloyaroslavets, Tula, Kalinin…

Bizim bölüğümüze sıklıkla köprü görevi veriliyordu: bizi her zaman en sorumlu bölgelere gönderiyorlardı. Köprü ise – geniş savaş alanlarının en dar yeridir. Küçücük kimseyi ilgilendirilmeyen bir köprüye bazen bir günde o kadar çok metal düşüyordu ki – bir ay içinde her fabrika bu metali karşılayamazdı galiba.

Ama bu sefer biz köprünün yanında yalnız değiliz. Ufak köprünün önünde ki alanda birçok birimler toplanmıştı. Bizi karşı kıyıda köprünün yanında yerleştirilmiş topçular da destekliyorlardı. Onlarca makine, geçiş yoluna yakın mesafede ateş hatlarını kesiyordu: her çukurda, her olukta havanlar duruyordu… Etraftaki tüm toprak, patates tarlası gibi kazılmıştı. Onu top mermileri kazmıştı ve hala da kazıyordu, onu siper kazma araçları – asker savaş kürekleri kazmıştı ve hala da kazıyorlardı. Her yerde siperler, hendekler, delikler. Köprünün yanındaki yapılar ve binalar yıkılmıştı. Tam kıyıda yamacın altında sığınaklar kapatılmıştı. Şu anda biz hendeğin sonunu, ana yolun iki tarafı arasında iletişim kuran beton su borularına kadar döşemeye çalışıyorduk.

Bu seferde bu köprü hem bize hem de Almanlara lazım olmuştu. Faşistler şehri işgal ettikten sonra bu köprü üzerinden Kafkaslara doğru tanklarını ve teknik ekipmanlarıyla birlikte tüm ordusunu geçirmeyi planlıyordu. Ama bizim karargâhımız da bu köprünün neden korunması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Galiba kısa zaman içinde karşı saldırı planlanmaktaydı. Bu yüzden her zaman olduğu gibi bu köprüye hiç kimse dokunmuyordu. Bu dar alan nispeten sessizdi. Küreğimi bir kenara koyarak alnımda ki teri sildim ve bir sigara sardım. Sigara için bir parça kopardığım gazete sayfasıyla birlikte küçük kesilmiş gazete parçaları da düşüyordu. Bu makale Guryev şehrinde ki petrolcülerin başarılarından bahsediyordu. Bu makalede benim memleketim anlatılıyordu. Toprağımda ki insanlar bizim zafere ulaşmamız için cansiperane çalışıyorlardı. Ayrıca bu makalede savaşa giden kocası yerine petrol pompalayan genç bir Kazak kadınından da bahsediliyordu. Bu makaleyi üç gün önce kesmiştim. Sigara içtiğim her seferde onu cebimden çıkartmış oluyordum ve her seferinde istemeden de olsa bir kaç satır okuyordum. Memleketimden bahseden bu satırlar kalbimi ısıtıyordu. Bütün askerlerimiz sevgiyle her gazetede memleketiyle ilgili haber kırıntılarını yakalamaya çalışıyordu.

Köprünün üzerinden yeni sınırı elde tutmak ve Kafkaslara girişe yeni engeller koymak için peş peşe dizilmiş son bölüklerimiz geçiyorlardı. Yolda bizim önümüzden kapalı aracıyla Mareşal Semyon Mihayloviç Budyonniy geçti. Onu hemen tanımıştım. Çok gür bıyıkları ve keskin kartal bakışları bana; birinci süvari tümeninin başarıları hakkında bildiğim her şeyi hatırlatmıştı. O, arabayı durdurdu yaptığımız işe dikkatlice baktı.Aceleyle saramadığım sigaramı cebime sokup, hazır ola geçtim ve yüzümün kızardığını hissetmiştim. Ne yapmalıydım. Ona koşup rapor mu vermeliydim? Yani bu durumda bir başçavuş raporla mareşalimi gidecek. Saçmalık! Olur mu böyle bir şey. Galiba işimizin köprünün yıkılmasına yönelik olmadığından emin olarak kafasını salladı, yola devam edilmesini emretti. Araba köprüden geçti.

Herkesçe bilinen bir olayı hatırladım. On sekizinci yılda o, elinde açık bir kılıçla kendi süvari tümeninin önünde yine Almanlar tarafından işgal edilmiş Rostov’a ta Bataysk’tan gün içinde dalmış ve şimdi terk etmek zorunda kaldıkları şehri işgalcilerden geri almıştı. Arabasını Bataysk’a doğru yönlendirmişti. O da belki şimdi üzüntülü -en azından bana böyle gelmişti- köprü üzerinden geçerken aynısını hatırlamıştı. Ben onun tıpkı geçmişte, on sekizinci yılda ki gibi zaferle dönmesini diliyordum.

Cebimden sarılmış sigarayı çıkartıp attım ve yenisini sarmaya başladığım anda yanıma Zonin gelmişti. O, hepimizi seviyordu ve biz de özellikle ta Leningrad’da küçük genç kızla ilgili hikâye sinden sonra onun için daha samimi duygular taşıyorduk. Herkes onun sevgilisinin adını ezberlemişti - Nina. Ne için yaklaştığını biliyordum. Ve hazır tütün kesemi ve askerce kıvrılmış eski gazeteyi uzattım. Gazetenin ortasından kesilmiş yine benim değerli parçam düştü. Semyon onu kaldırarak nazikçe gülümsedi.

- Başçavuşum. Hala saklıyorsunuz...

Arkadaşlarımdan birinin bu gazete parçasını fark ettiğini düşünmemiştim. Özellikle böyle meraklı olmayan ve genelde suskun Semyon’un. Ama bu genç, hem fark etmiş hem de bu basit gazete makalesinden hissettiğim duygularımı da anlamıştı.

Üzüntüyle - Ben de sık sık düşünüyorum: Şimdi Stalingrad’da durum nasıl acaba. Bizim çocuklarımız Almanlardan daha kötü olmayan iyi tanklar kullanmalıdır. Doğru değil mi? dedi Semyon.

Ben gayet emin - Kullanacaklar kesin. Belki de kullanıyorlardır bile. Ama şimdi Moskova birinci planda olduğu için belki de Moskova’ya göndermişlerdir.

- Tabi. Ben anlıyorum...Bizim içinde tankların nereden geldiği önemli değil. Yeter ki tank olsun. Yine de bizim tanklarımızı görmek iyi olurdu. Sırıttı, biraz sustu, sonra -Akrabalarımız gibi sanki.

Ben onu çok iyi anlıyordum. Stalingrad’dan gelen tankları görünce aynı anda kendi şehrini, kendi evlerini görecekti. Üç gün önce o, yolda ilk yardım arabasında Kazak bir hemşire gördüğünü ve onun benim Akbota’m olduğundan emin olduğunu söylemişti. Hatta onun anlatımları beni ikna etmemesine rağmen ben onun için asla asker kaderi istemememe rağmen yine de düşündüm: "Ya belki. Belki de gerçekten bu savaş yıllarında bir araba geçer ve o arabada "Kayruş! Kayruş! Kostya!" diye bağıran bir ses duyulur. Tabi ki bu araba köprüde durmaz. Durmadan geçer. Ama ben canımın sadece sesi bile olsa razıyım...

Asker fantezisi her şeyi yapabilir. Ben de aklımda ikisini, Akbota’yı ve Stalingrad’lı Nina’yı bir arabaya oturtmuştum bile. Onlarda tıpkı bizim gibi birbirlerine bizden bahsediyorlar ve bir anda yolda bizi görüyorlar.

Ama geçen arabalardan bize hiç kimse bağırmadı.

Akşama doğru köprünün gözetleme pozisyonlarına taburumuzun ikinci bölüğü çıkmış, biz de yarı toprak sığınakta toplanmıştık. Bize her zaman ki gibi bilgilendirme bürosunun son raporuyla Revyakin uğramıştı. Tekrar Moskova’nın yanında ki yerleşim yerlerinin isimleri. Sormaya başlamıştık. O da bir şeyleri gizlemiyordu. Açık ve net olarak:

- Evet. Moskova hala tehlikede. Üstelikte raporlarda ki noktaların adlarına bakarsak Almanlar şimdi Moskova’ya eskiden daha yakın duruyorlar. Cephemizde şimdi çok büyük çatışmalar var ve bu çatışmalar Moskova için yapılan çatışmalardır dedi.

Daha detaylı soruyorduk. Volokolamsk, Moskova’dan ne kadar uzaklıkta, Maloyaroslavets nerede, Klin nerede?

"Moskova yine tehlikede. Yakında ki Almanlar tekrar saldırıya geçtiler."

Bu sözler basitliğiyle ve korkunç anlamının işkence edici netliğiyle damarlarımıza basıyordu. Ama biz biliyorduk ki; cephemizde Rostov’un batı taraflarında üç gün boyunca faşist General Kleyst’ın ordusu yıkılıyordu. Diğer cephelerden gelen raporlarda da son günlerde Almanların çok fazla tank ve uçak kayıplarıyla ilgili haberler vardı. Kaybedilen tankların yerine binlerce yeni tankı dipsiz bir kuyudan mı çıkartacaklardı. Bizim sadece ta ki onlar saldırı güçlerini tükettikleri ana kadar, sabit bir yerde durmamız lazımdı. Aynısını bize Revyakin de söyledi.

- Bugün Don nehrinin arkası, tam arkamız Moskova’dır. Moskova’yı teslim etmeyeceğiz.

Biz de heyecanla tek bir ağızdan destekledik - Vermeyeceğiz subayım! Öleceğiz ama vermeyeceğiz!

- Ölmeye gerek yok. Zafer için yaşamalıyız diye sonlandırdı ve gitti.

On dakika sonra beni tabur komutanı çağırmıştı. Benimle birlikte bölüklerin diğer komutanları da çağrılmıştı.

Köprünün korunma görevi bize verilmişti. Belki bir ay sonra ama belki de yarın bizim işçi köylü ordusunun zaferine faydası olacaktır. Burada ne kadar durmamız gerekirse gereksin, son askere kadar durmalıyız dedi Teğmen.

Onun bakışlarında bize olan güveni ve asla geri çekilmeyeceğimize olan inancı parlıyordu. Bitişik mangaların yerleşim planını gösterdi. Biz, ikinci kanatla, birinci kanatta üçüncü bölükle bizim önümüzde tam bariyerin yanında kar fırtınası içinde olacaktı. Bugün bizim bölük nöbetçiydi. Köprünün bekçiliğini şimdi biz yapıyorduk.

Akşama doğru birimlerimiz Rostov’dan tamamen çekilmişti. Şehre Almanlar tarafından yapılan ateş kesilmiş, ortalığa sessizlik hakim olmuştu. Duman kokuyordu. Hiçbir ışık görünmüyordu. Sol tarafta bir yerlerde şehrin banliyölerinde sahibinin cesedinin yanında bir köpek ağlıyordu...

Kısa bir zaman önce teslim edilmiş olan ve düşmanın çizmeleri altında bulunan büyük şehrin yakınlığını hissetmek zordu. Şehir tamamen güçsüz ve çaresiz susmuştu. Ama yine de bu sessizlik içimizde, her ifadeden daha güçlü intikam çığlığı yaratıyordu.

Bu üzüntülü sessizlik içinde uzaktan, sanki yer altından görünmeyen çatışmaların uğultuları yanında bir de Moskova’nın endişelendiren imdat çağrısını duyuyorduk.

XI

Gece Hitler’ciler bayağı ilerlemişti. Yeni bir darbe için yeterince güçlü olduklarını göstereceklerdi. Ve Rostov’u almak için bayağı pahalı bir bedel ödemelerine rağmen kayıplardan sinirlenmiş bu canavarın deliliği daha çok ilerlemek için yetecekmiş gibi gelmişti bize...Ama ne olursa olsun biz ona bu fırsatı vermeyeceğiz. Çünkü arkamızda Moskova var. Moskova, Don nehrinin işte bu köprünün arkasındadır. Biz de burada ölene kadar kalacağız...

Bu gece de hiç uyumamıştık. Yerden dikenli karı kaldıran bir rüzgâr esiyordu. Biz sığınakta sırayla ısınıyorduk. Tamamen üşümüş halde sığınağa girdiğimde küçük fırında sıcak su kaynıyor, gençler ise Moskova’yı konuşuyordu. Volodya Tolstov komsomol kongresine Moskova’ya gitmiş. Delegeler bir kaç gün antik anıtlarla ve inanılmaz yeni binalarla dolu başkenti gezmişler.

- Kremline de gittin mi? Kremlini gördün mü? Anlat bize.

Ve Volodya anlatıyordu.

siyasi komiser tekrar bize uğradı. Keyfimiz nasıl diye kontrol etmek gerekirse neşelendirmek için geldiği belliydi. Belki de daha önce çaresizce Moskova’yı anlattığı için pişman olmuştu.

O, düşüncelerine dalmış Zonin’e - Sen Söma. Neden susuyorsun? diye sordu.

Petya şakayla - Şiirleri hatırlıyor dedi.

Semyon hakikaten dalmış halde oturuyordu. Ama onun dalgınlığında bir heyecan vardı sanki. Bir anda canlanmış gibi. Şiir mi? Sen nereden biliyorsun?

- Bildim mi yoksa?

Herkes Petya’ya sitemle baktı: arkadaşının üzüldüğü bir anda arkadaşlık namına seninle paylaştığı şeyle dalga geçmemeliydi.

Zonin kabul ederek - Bildin ve ocağın köşesine bakarak kısık sesle okumaya başladı:

Söyle amca boşuna mı

Alevle yakılmış Moskova’yı

Fransızlara verdiler

Semyon ocaktan uzaklaşıp kalktı, sesi oldukça güçlenmişti. Sığınağımızın alçak tavanı altında tam olarak duramıyordu ama okuduğu şiirler herkesi etkisi altına almıştı. Artık rüzgârla gelen makinelerin çatlama seslerini, bombaların darbelerini duymuyorduk. Bize daha önceden duymadığımız sözler getiren yeni bir insan gibi, Semyon’a bakıyorduk...

...Gözleri parlamış dedi ki:

- Gençler! Arkanızda Moskova var değil mi?

Moskova için ölelim...

Bunu söyler söylemez ayağa fırladık. Benim boğazıma bir yumru takılmıştı...

Volodya kendini tutamamış - Arkamızda Moskova değil mi? diye bağırdı.

Zonin okumaya devam ediyordu.

...Moskova için ölelim

Kardeşlerimizin öldüğü gibi!

Biraz es verdi, kimse nefes almıyordu.

Ölmek için söz verdik

Ve Borodino çatışmasında

Sadakat yeminini tuttuk...

Zonin’e bakarak biz, şiirde anlatılan kahramanların işte böyle Zonin gibi olduğundan emindik.

Bizim propaganda subayımız da aynı heyecana kapılmıştı. Beni kenara çağırarak:

- Nasıl da okuyor. Asla beklemezdim. Benimle gelsin, yeni gelen genç askerlere okusun...Ay aferin ona! Helal olsun! Hey Zonin. Benimle gel. Sana bir görev vereceğim dedi.

Semyon şaşırmıştı - Sadece bana mı?

Aslında biz her gizli operasyona en az iki kişi gönderilmesine alışmıştık.

Revyakin - Ben de varım dedi. Onlar çıkıp gittiler.

" Yeni gelen gençler..." dedi subay. Ama biz şu anda yanımızda sadece bu genç yoldaşlarımızın olmadığını hissetmiştik. Bizimle beraber Belinskiy, Çernişevskiy, Tolstoy, Glinka, Çaykovskiy, Gorkiy, Suvorov, Donskoy ve Kutuzov, yani geçmiş yüz yılların ve bizim çağımızın Rus beyinlerinin tüm generalleri vardı. Bunların hepsi bize umutla bakıyordu. Bir de Lenin yanımızdaydı. O, her zaman kahramanlık ilhamı verirdi ve onun adıyla bizim Moskova’ya sevgimiz, kopmaz şekilde bağlıydı.

Bugünlerde çok özel bir çarpışma oldu. Bu çarpışma aynı anda tüm cephelerde, tüm sınırsız mekânlarda gerçekleşmişti. Bu çarpışmalara Sovyet halklarının zekâsı, becerisi, cesareti ve onuru damga vurmuştu. Her yerde çarpışma vardı. Havada, toprakta, su da ve iletişimde.

Puşkin’in tanıdığım ilk satırları, Abay’ın yaptığı çeviriyle ana dilimde okumuştum. Hem Puşkin hem de Abay bizim yanımızdaydı. Onların arkasında açık çapanı, elinde dombrasıyla siperlere zafer rüzgârı çağıran yüz yaşında ki akıllı akın Jambul yürüyordu...Tüm halkın önde gelenleri bugünlerde bizim yanımızdaydı. Ayrıca bugün Semyon, Lermontov’u ve Borodino’nun kahramanlarını yardımımıza çağırmıştı. Onların isimlerini, demir yumruk kültürü dışında başka bir kültür tanımayan "Kavgam" adlı Hitler’in kitabında ki alçaklık kokan hezeyanları dışında başka şiirleri bilmeyen kibirli barbarlara karşı mücadele bayrağı gibi kalbimizde taşıyorduk.

Semyon Revyakin ile birlikte döndü. siyasi komiser kısık sesle - Arkadaşlar. Üçüncü bölüğün alanında geçilme tehlikesi var. Orada Almanlar iyice baskı yapmışlar. Çocuklarımız sarsılmışlar. Komsomollar, düşün peşime dedi.

Biz, gecenin ve kar fırtınasının içine çıktık. Köprünün sağ tarafında karşılıklı şiddetli ateşler yapılıyordu. Planlanan geçişin sınırlarını çizerek kendi piyadesine ve havanlara gece hedefi göstererek, kesintisiz izli mermi akışı ile Alman makinelileri ateş ediyor, aynı yere bombalar da düşüyordu.

Gece bunların hepsi gün ışığından daha çok korkunç görünüyordu. Bombaların ateşli patlamaları, ışıldayan mermilerin ateşli uçuşları, bölgenin üzerinde uçan ölümü daha net daha gerçekçi yapıyordu. Ateşli arılar sürü halinde sanki direk senin yüzüne uçuyorlardı...

Ama bizim şaşkınlığımız çok fazla sürmemişti. Vurulmuş araba enkazlarından, bombalardan ve top mermilerinden kalan çukurlardan geçerek sürünmeye başladıktan hemen sonra geçmişti. Aynı engeller bizim için sığınaktı. Bazen onlar ön sınıra sürünerek değil de koşarak iyice yaklaşma imkânı sağlıyorlardı...Boş siperlere kadar gelmiştik. Burada da fena sayılmayacak bir savunma hattı kurulabilirdi. Ama bizim daha ilerlememiz lazımdı.

Yine siperin üzerinden iz bırakan mermiler uçarak, içimizi sıkıntıya boğuyordu. Gündüz bunların daha az olmadığını, sadece görünmediğini ve bu ışıklı ateşin sadece psikolojik etki yaratmak amacıyla yapıldığını, sırf bizi toprağa yapıştırmak için odaklandığına kendi kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz. Ama yine de çok rahatsız ediyordu.

Psikolojik etki deneyimlerinden birini biz faşistlere kullanmamayı öğretmiştik. Onlar artık siperlerimizden eğilmeden geçmeye çalışmıyorlardı. Biz onlara korkmayı öğretmiştik. Onların nasıl kaçtığını görmüştük. Bu bizim terbiye tarzımızdı: Avrupa’da onlara kaçmayı öğretememişlerdi. Ama daha çok ders vermemiz lazımdı.

Uçan ışık yağmuru altında siperlerden çıktık. Kısa koşularla tekrar sürünmeye başladık. Ölüm getiren ışıkların yelpazesi alan üzerinde açılıyordu. İşte o artık direk bizi yönlenmişti.- Almanlar hedefi değiştirmişlerdi. Bir müddet durduk. Hatta az önce bıraktığımız sipere dönmek istedik. Ama bugün beklemek tamamen yasaktı.

Teğmenimizin sesi karanlıktan duyuluyordu - İleri!

Tam geçeceğimiz yolun üzerinde bir bomba patladı, sonra ikinci bir bomba.

siyasi komiser teşvik etti -İleri!

Başka nasıl olabilirdi ki. Sonra ki bombalar başka bir yere düşecekti.

Bir inleme sesi gelmişti. Arkadaşlarımızdan biri dikkatsizce uçan ışıklardan birine yakalanmıştı. Belki de ölmüştü. Kim? Yanımda siperde ki herkesi aklımda saymaya başladım. Ne bileyim. Belki de Zonin’di. Onun için sürünmek o kadar zor ki. Bunu hiç beceremiyordu.

İşte kıyamet buradaymış: üçüncü bölüğün çok yakınında Alman otomatik tüfekleri yerleştirilmiş. Onlar bir anda yüzün yarısı tüfeklerinin çıtlama sesleriyle bizi karşıladılar. Hay şeytanlar!

Tüfeklilerle çatışmamız, artık onlar tarafından işgal edilmiş siperlerden bizi ayıran elli metrelik alanın sonrasında başlamıştı. Onlar bizim süngülerimizi iyi biliyorlardı. Bu yüzden süngü mesafesine bizi yaklaştırmıyorlardı.

Ortalık aydınlanmaya başlamıştı.

Biz, yarısına kadar karla kaplanmış, sağ kenarı yıkılmış eski sipere ulaşmıştık. Sapasağlam siperin içine yanıma Zonin atladı. Geldiği iyi olmuştu. El bombasının pimini çekip atmakta onun eline hiç kimse su dökemezdi. Emri alan Semyon, her zaman ki gibi biraz yavaş hareket ederek tüfeğini siperin duvarına yasladı, asker paltosunu çıkardı. Kenara dayandı ve onu durdurmaya yetişemeyecek kadar hızla siperden fırladı. Orada mermi yağmuru altında peş peşe iki el bombası atarak hemen yere yapıştı. El bombalarından biri Almanların siperlerinde öbürü ise bize biraz yakın bir yerde patlamıştı.

Ben Zonin’i ayaklarından tutarak vurulduğunu yaralandığını zannederek aşağı çekmeye çalıştım.

- Bırak beni bırak. Kim bu yaramazlığı yapan diye sakin sesini duydum ve Semyon "geri geri sürünerek" sipere döndü. Sapasağlamdı.

Alman tüfekçileri şaşırmışlardı. Onların mermileri yukarı doğru rastgele uçuyordu. Keşke bir el bombamız daha olsaydı. Ama o anda bize doğru karşı siperden iki kırmızı ışık çıktı. Kıyamet! Tankların uğultusunu duyuyorduk. Onlar bize ulaşana kadar siperi değiştirmeliydik.

Revyakin’in sesini duyuyordum - Yoldaşlarım hücum!

Biz, siperden dışarı fırladık. Böyle anlarda insanlar hem en güçlü hem de en cesur olur.

Biri tekrar bağırdı:

- Gençler! Arkamızda Moskova değil mi?

Artık gizlenmiş düşman tüfeklilerinin bizi vurması kimsenin umurunda değildi. Herkes kendi rakibini bulup, düşmanına saldırıyordu. Yenmek...Herkesin zaferi için gerekirse ölmek...Burada her biri rüzgâra boşuna atılmayacak kadar kutsal sözleri bağırarak:

- Memleketim için!

- Moskova için!

Bunların hepsi birkaç saniye içinde olmuştu. Otomatik tüfeklerin çıtlamaları h emen sustu. Uzakta ki bombaların yansıması ile aydınlanmış karanlıkta dişler parlıyor, kaskların altında ki öfkeli gözler ışık saçıyordu. Süngü..Dipçik. Çelik kask seslendi. Bir çatırtı duyuldu. Bağırışlar, iniltiler. Ateşle kaplanmış gökyüzünün arka planında kocaman Zonin çıkmaktaydı: Öfkeli ve acımasızdı… Birbirleriyle göğüs göğüse silahsız olarak mücadele ediyor, elleriyle birbirlerinin boğazlarına yetişmeye çalışıyorlardı.. Vücutlardan birine basit ve soğuk süngü batıyor…

Başlarımızın üzerinde bir roket parladı. Çatışmalarımız henüz bitmemişti ama, işgal ettiğimiz siperi bir tank uğultuyla basmıştı. Dövüşün sıcaklığında bu canavarı el bombalarıyla karşılamaya yetişememiştik.

- Yat!

Zonin jet hızıyla henüz parçalamadığı kocaman faşisti toprağa attı. Onu boğuyordu. Üzerimizde korkunç homurdanmasıyla tank kenarları dökülmüş siperi ütülüyordu. Biz toprakla kaplanmış bekliyorduk…

Tank, paletleriyle siperimizi eziyordu. Zonin altındaki faşisti kıpırdamayınca bıraktı, nallı çizmeli ayaklarını benim tarafıma doğru uzattı.

Dişli palet tam yaklaştığı anda siperin dibine düştüm. Kendi vurduğum tüfekli askerin yanında yatıyordum. Ondan biraz uzağa sürünmek istiyorum ama Zonin fark etmeyip yüzüme topuğuyla vurur diye korkuyordum.

Tank paletleriyle siperimizi eziyordu. Ama bu kadar büyük bir hedef bir yerde uzun süre duramazdı. El bombalarından korktuğundan siperimizin üstünde hareketsiz durmaya cesaret edemedi ve bu noktadan uzaklaştı. Ama bir anda o arkasından alev almıştı: komşu birimimiz buna yok edicileri göndermişti… Biz de geri kalmadık. Siperimizden de molotov şişesi uçtu.. Tank tamamen ateşle kaplanmış halde geriye kaçmaya başlamıştı ama hemen paletinin altına Semyon’un el bombası uçtu. Patlama. Canavar yanarak durdu…

Arkamda bir vuruş sesi duyuldu. Arkadaşlarım siperin duvarlarından kayan Zonin’i kaldırmaya koştular. O inliyordu. Meğerse faşist asker Semyon’un parmakları onun boğazını sıkmaya bıraksın diye yalandan kıpırdamayı bırakmış ve ayaklarını uzatmış. Zonin el bombalarını attıktan sonra nefes alan faşist gizlice silahını çıkartmış ve alttan onu vurmuştu.

Zonin göğsünden yaralanmıştı.

Ben ona seslendim– Söma! Söma! Kendimi attım.

Petya az önce Zonin’in üzerinde durduğu Almanı kafasından vurdu.

Savunma hattı düzelmişti. Biz siperlerde ölü Almanları bırakıp kendi yaralılarımızı taşıyarak gidiyorduk. Kar örtüsü ve sabahın mavi alacakaranlığı bizi sarmalamıştı. Ben Semyon’u taşımaya yardım ediyordum. İşte biz kıyıya inmiştik. Buradan görünmüyoruz. Kendi sığınağımıza doğru hareket ediyoruz. Hemen hemen herkesin bir ganimeti vardı – Almanların tüfekleri.

Tolstov yaklaşınca – Semyon al sana tüfek dedi. O, sanki Zonin’in ciddi yaralandığına inanmıyormuş gibiydi

- Aman boş ver… Lanet olsun! Bana ne ondan? Nerede kullanacağım. İt dalaşı için çok hafif… Söma, sıradan çıktığına inanmıyordu – Su! istedi.

Ona hemen birkaç tane matara uzattılar. Birini aldı, ağzına kadar götürdü. Elinden düşürdü, hırıldadı ve gözlerini kapattı.

- Söma! Söma! Çocuklar çabuk onu arabaya, çabuk karşı tarafa getirin! – diye bağırdım. Revyakin bize yaklaştı, Semyon’a baktı ve gri şapkasını çıkardı.

- Semyon! – şaşıran Volodya bağırdı. Her şeyi açıkça anlatan bu harekete hala inanamıyordu.

Askerler Zonin’in etrafını sardılar. O, kıpırdamadan kocaman yatıyordu. Ölümün görünüşü tanımayı çoktan öğrenmiştik.

Zonin dışında üç kişi daha ölmüştü ve beş kişi de yaralıydı.

Almanlar bütün gün geçmek için bizim zayıf noktamızı bulmaya çalışıyorlardı. Güçlü karşılamanın olduğu yerlere saldırmaya cesaret edemiyorlar ve yeni yerler bulmaya çalışıyorlardı. Onların avcı uçakları bize yağmur gibi mermi dökerek durduğumuz yerin üzerinde alçaktan uçuyorlardı. Ama köprüyü bombalamıyorlardı. Orada bizim askerlerimizin çok az kaldığını görmüşlerdi. Ama köprünün onlara da lazım olacağını bildiklerinden, bugün değilse bile yarın kesin olarak buradaki işlerini halletmeyi planlıyorlardı…

Almanlar akşamüstüne doğru yavaş yavaş sakinleşmişti. Ölmüş ama henüz gömülmemiş arkadaşlarımızın yattığı kıyıda ki hazır mezara doğru yaklaştık. Bütün bölük toplanmıştı. Teğmen Miroşnik ve propaganda subayımız geldi. Bir dakikalığına hepimiz şapkalarımızı çıkardık. Semyon’un yüzünden gözlerimi alamıyordum ama gözyaşlarım onu net olarak görmeme engel oluyordu.

Sonra Teğmen kısık sesle sıraya geçmemiz için emir verdi. Hepimiz "hazır ol" vaziyetine geçtik.

Subay Revyakin, ölenlerin başında durdu. Cenaze konuşması yerine sadece:

- Onlar Moskova’yı savunmak için öldüler dedi. Ve biz üç kere yapılan ateş sesleri altında onları toprağa verdik...



XII


Rostov çatışmasında herkes için unutulmaz olan günlerde, güneyde bizim ilk zaferimiz doğuyordu. Güneyden, kuzeyden ve doğudan güçlü baskıdan etkilenen ilk büyük Alman kaçışı, Hitler’lilerin ilk kaçışı başlamıştı.

Bilgilendirme bürosunun mesajlarında bizim cephede dev bir çatışma gerçekleştiği biliyorduk. Bir kaç gece boyunca peş peşe parıltı ve ufukta patlamaların titreyen alevlerini görmüştük. Ayrıca bizim cephe için yeni bir ses duyuyorduk. Bu sanki kocaman bir Timpaninin sesiydi. Bu daha önce bize diğer cephelerden gelen askerlerin sadece anlattıkları "Katyuşa’ların[10]" patlama sesiydi.

İşte her şeyin belli olacağı, nefret ettiğimiz karanlık gece gelmişti. Bizim için bu gecenin görünmez hava bozukluğu, çok sağlam bir koruma kalkanı oluşturmuş, düşmanlara ise ölüm getirmişti.

Sanki öfke ve hiddet fırtınası doğudan batıya doğru yürüyordu. Bizim piyadeler karanlıkta düşerek ve tekrar çıkarak ince bir buz tabakası üzerinde, bir kıyıdan diğer bir kıyıya geçiyordu. Bazı yerlerde yakan buz gibi kasım suları, insanların göğsüne kadar geliyordu.

Gecenin ortasında beklenmedik bir şekilde şehrin tam merkezinden Rusça- "yaşasın" sesleri geliyordu. Sokaklar engellenemeyecek ve aralıksız akınlarımızla dolmuştu.

Şehrin merkezine giden yollarda süvari birimlerimizin çekilmiş kılıçlarından oluşmuş nehir akıyordu.

Çelik kılıçlar, işaret fişekleri altında yıldırım gibi parlıyordu.

Ülkemizle birlikte hepimiz bu mutluluk saatini, upuzun gelen beş ay boyunca beklemiştik. Bunca zaman sadece bir yöne, doğuya doğru daha derinlere hareket eden savunma sınırında ne kadar çok kardeşimiz, ne kadar çok arkadaşlarımız ölmüştü...Eminim onlarda zafere kadar yaşamayı ne kadar da isterdi...

Böyle bir gecede ayaklar inanılmaz derecede hafiflemiş koşuyordu! Askerin gözü hiç bir zaman olmadığı kadar keskin, elleri güçlü ve sağlamdı. Binlerce ses bağırıyordu. "yaşasın" sesi duyulunca sevinç gözyaşları insanı boğuyordu.

Onlar şehrin üzerinden adeta uçuyorlardı. Fişeklerin ışığında süvarilerin çıplak kılıçları parlıyordu. Hızla ilerleyen piyade askerlerinin ellerinde ki süngüler, acımasızca saldırıyordu.

Hitler’liler güneyden gelen beklenmedik ve güçlü saldırı karşısında güney banliyölerini terk ederek şehrin kuzey sınırına doğru kaçıyorlardı...Ama kuzeyden de onlar için darbe hazırdı. Orada da onlara saldırıyorlar ve kovuyorlardı. Paniğe kapılıp tekrara güneye doğru kaçınca da burada süngülerle kendi ölümlerini buluyorlardı.

Dağ fırtınası esnasında sonbahar gecelerinde at sürülerinin korkudan şaşkın vaziyette birbirleriyle çarpışıp, birbirlerini ezerek dar yollarda dağlara vurup geri tepmeleri ve kayalardan kayarak uçuruma düşmeleri gibi aynen o durumdalar dı...

Aynı şey o gece Rostov’da Almanların da başına geldi. Burada tüm kışı geçirmek için yerleştiklerini zannediyorlardı. Bir anda fırtına kopmuştu...Karargâhların bahçelerinde arabalarını bırakarak kaçıyorlardı. Birbirleriyle çarpışmış, devrilmiş, tekerlekleri takılmış, patlamış motorlarla yük ve hafif araçlar durmuşlar ve yatmışlardı. Sokaklarda ve meydanlarda bozulmuş silahlar ve el arabaları duruyordu...

Ateşlerin uğultusunda, top mermilerinin patlama seslerinin ortasında motorların bağırtısı arasında hiç susmayan "yaşasın" sesleri deniz gibi giderek yayılıyordu.

Bu zaferde bölüğümüzün de payı vardı. Köprüleri sonsuza dek korumak gerekmemişti. O görevimizi daha önce çatışmaya katılmamış, cephe arkasından bir yerlerden kısa bir zaman önce gelmiş genç çocuklardan oluşmuş tüfekli bölüğü teslim almıştı.

Teğmen Miroşnik beni çağırarak şehre girmemi ve güney kısmında ki sokakları inceleme görevi vermişti.

Akşamdan yola çıktık. Ara sokaklarda sürünerek çitler üzerine tırmandık. Çatlaklara, deliklere bakıp bahçeleri meydanları inceleyerek sokakları izliyorduk. Her yer karanlık ve boştu. Bir yerde devrilmiş tramvay vagonu yatıyordu. Hemen yakınında sokakta ellerini açmış ve vurulmuş vatman yatıyordu. İki kez somurtkan Alman devriyeleri gördük. Volodya onları dinlemişti Sadece ayaz hakkında konuştuklarını söyledi. Bu mu ayazmış. Keşke onları Kostanay’a atsalardı.

Faşistler tarafından işgal edilmiş şehrin merkezine en az bir kilometre kadar girmiştik. Küçük kilisenin bulunduğu meydanı kesen sokakta evlerin arasında, kara dağlar gibi duran barikatlar gördük. Biz ona tam olarak yaklaştık. Uzun uzun dinledik. Barikatın diğer tarafından hafif bir araç gelmişti. Araca doğru biri koşarak rapor verdi. Volodya dirseğiyle beni dürttü. Uzaklaşan arabanın gürültüsü arasında en yakın kapıya süründük.

Volodya askerin raporunun anlamını bana tercüme ederek - Barikatta üç makineli ve on asker olduğunu söyledi.

Onu, izlemeye devam etmesi için bıraktım. Ben de grubumda ki askerleri sırayla yola gözcü olarak bırakarak geri dönmek için aceleyle ayrıldım.

Teğmen Miroşnik, geri dönüşümü bekliyordu. Diğer mangaların komutanları çoktan toplanmışlardı bile. Onlar, benim bulunduğum sokakların yanında ki sokakları incelemişler, bölük komutanına durum raporu veriyorlardı. Elde ettiğimiz sonuçları anlattıktan hemen sonra Teğmen’in sığınağına tabur komutanı sonra da Albayın kendisi girdi. Albay bana - Eee Sartaleev! Ne haberler var? diye sordu.

- Haberler iyi albayım. Askerlerimizi sokak boyunca bir kilometrelik mesafede yerleştirdim.

Albay sevinmişti - İyi haberler bunlar dedi.

Bizi gönderdiler. Yöneticiler bölük komutanının sığınağında kaldılar.

Buz üzerinden geçen kalabalık insan topluluğundan her şeyi anlamıştım: bu gece biz yine Rostov’da olacaktık..."yaşasın" diye bağıracaktım. Ama insanlar bir ses çıkartmadan yürüyorlardı. Sessizliği hiç kimse bozmuyordu. Sadece sağ kanadımızdan makineli tüfek sesleri susmuyor, bazen de bombalar patlıyordu.

Karşı tarafa geçmiş tabur hatta belki de alay, tam kıyıda yerleşmişti...Tutkulu kısık konuşmalar duyuluyordu. Onlara cevaben "kes konuşmayı" emirleri duyuluyordu.

Karanlıkta öz Kazakça konuşmalar duydum. Hemşerilerimi bulmak için fırladım. Ama o anda teğmen Miroşnik bana seslenmişti.

Biz tekrar daha önceden geçtiğimiz keşif yolunda sürünüyor, tırmanıyorduk. Aynı şekilde sessizlik olmuştu ama biz arkamızda bir taburun, onun arkasında bir alayın hatta belki de bir tümenin harekete geçtiğini biliyorduk. Daha önceden kararlaştırdığımız yerde gözlemci olarak bıraktığım Uşakov beni karşıladı. Her şey yolundaydı ve hareket edebileceğimi söyleyerek bir kez elimi sıktı.

Ana bölüğü barikatlardan yüzün yarısı kadar adım mesafede pusuda bıraktık. Benimle birlikte omuz omuza teğmenimiz de geliyordu. Karşı duvardan Volodya çıktı. Kısık sesle barikata destek olarak bir manga askerin daha geldiğini söyledi.

Yolun buzlu taşlarına ellerimizle dayanarak süründük. Tüm manga boş demir fıçıları ve devrilmiş arabaların arkasında saklandık.

- At! diyen Miroşnik’in emri duyuldu.

Hepimiz barikatın karşı tarafına ikişer el bombası attık. Sonra fıçıların üzerinden atlayarak koşmaya başladık. Dikenli tel elime, ayağıma batmıştı ve pantolonumu yırtmıştı. Ama biz faşist makinelilere arkadan saldırmıştık. Karanlıkta sokaktan peşimizde buraya, barikata doğru yüzlerce asker koşuyordu. Hiç beklemeden barikatın üstünden geçerek meydana dağılıyordu ve evleri işgal ediyordu. Sokak boyunca el bombaları patlıyor, makinelilerin tak tak tak sesleri duyuluyor, çatışma sesleri geceye vuruyordu...

Çatışmanın büyüdüğünü ben herhalde duymamıştım. Çarpışma şehrin tüm güney kısmında kaynıyordu. Güçlü muzaffer bağırışlar fokurduyor ve yayılıyordu. Sokaklara bombalar düşüyor, top mermileri patlıyordu... Faşistler bizi makineli tüfeklerden mermi yağdırarak şehrin merkezini tutmaya çalışıyorlardı. O anda arkamızdan sokaklardan geçen tankların uğultuları duyuldu.

- El bombalarını hazırlayın. Arkadan tanklar geliyor diye bağırdım ben.

Teğmen beni durdurmuştu - Sakin Sartaleev. Bunlar bizimkiler.

Zonin’i hatırlayıp düşündüm. "belki de Stalingrad’lılardır"

Tanklar, patlayan bombalara, top mermilerinin sık patlamalarına ve makineli seslerine aldırış etmeden piyadeye yol açarak, tıkanmaları yararak ve dikenli telleri kopartarak; cesurca şehrin karanlık sokaklarına dalmışlardı.

Ortam git gide aydınlanıyordu. Öncü birlikler evlerin arkasında, bahçelerin bulvarların arkasında, şehrin sokaklarının arkasında bir yerlerde savaşıyorlardı.

Biri tam kulağıma, kuzey tarafından bizimkiler saldırmış ve Almanlar silahlarını bırakarak kaçıyorlar diye bağırdı.

"Almanlar kaçıyorlar" sözlerini duymak ne güzeldi...

Yüksek binaları görüyorduk. Binaların çatılarında küfür edermişçesine somurtkan bacakları dışa vurmuş, nefretle dolu tarantulalı kocaman kara faşist bayrağı dalgalanıyordu. Meydanlarda ki darağaçları ve sokaklarda ki Sovyet halklarının işkence görmüş cesetleri, işte bu bayrağın iğrenç işleriydi.

"yaşasın" bağırışımızın güçlü sesleri karşısında, evlerin kırılmış pencerelerinden başlar uzanıyordu. Şehrin sakinleri sokaklara çıkıyordu. Bize sarılmak için koşuyorlardı ama durmaya zaman yoktu. Zafer rüzgârı bizi devamlı ileriye götürüyordu. Düşmanları, bitirmek, ezmek, bu dünyadan yok etmek.

Süvariler uçuyordu...Çatıların üzerinden batıya doğru ağır ağır uçaklar gidiyordu. Sabah ışığı, uçağın gövdesinin altında ki bağlı bombaları net olarak görme imkânı sağlıyordu. Uçaklar bu yükleri, yollardan geri kaçan faşistlerin arabalarının ve askerlerinin üzerine atacaklardı.

Bizden daha önce elini tutmuş biri yüksek binanın çatısına tırmanmış ve oradan sivri ucu aşağı doğru tarantulalı kara faşist bayrağını ayaklarımızın altına atmış, onun yerine kırmızı Sovyet bayrağı dalgalanmaya başlamıştı. Bu manzarayla şafak sanki daha çabuk geliyormuş gibiydi. Doğudan gelen rüzgâr bir anlık bulut perdesini aralamıştı ve güneş ışığı gururlu Sovyet bayrağını aydınlatıyordu. Işık aynı zamanda batıya doğru vurmuş, bize peşinden koşacağımız yolu gösteriyordu.

Sokakları ve evleri ağır metal adımlarla titreten doğudan gelen tankların, gürültülü konvoyu geçiyordu. Tanklar kurtulmaya çalışan düşmanlarımızın peşinden koşarak onları ezecekti...İşte bizim öz makinelerimiz, işgalcilere ölüm getiren savaş makineleri!

Bir ara sokaktan karşımıza kesin kendisine ait olmayan, ona büyük olan keçe çizmeler içinde bir erkek çocuğu koştu. Şapkasını salladığına göre mutlulukla dolup taştığı kolayca anlaşılıyordu. Bize çok acil ve çok önemli bir şey söylemek istiyordu. Ciddiyet ve cesaret taşıyan görünüşü, bunu bize anlatıyordu.

Mutlu, heyecandan nefesi kesilmiş halde, sanki ormanda bir yerlerde mantarla veya meyvelerle dolu bir yer bulmuş gibi; fabrika! fabrikamıza gidin yoldaşlar. Onlar orada diye haber verdi. Tabi ki onun için kendi gözleriyle gördüğü şey, en önemli şeydi. - Beni babam gönderdi. O şimdi orada onları gözetliyor...

Volodya sırıtarak - Baban gözetliyorsa kaçamazlar dedi.

Çocuk kırgınlıkla ona baktı ve cevap vermedi.

Bunlar bizim mahallelerimiz. Faşistlerin kalanlarından mahallelerimizi temizlemek, bizim yaşama sebebimiz. Çocuğun peşinden ara sokağa girdik. Çocuk cesurca yürüyordu. Yanda ki sokakta bomba patladığı an bile hiç durmamıştı.

Eliyle göstererek - işte fabrika bu dedi.

Camsız boş fabrikanın yüksek blokları sessizdi. Kısa bir zaman önce burada her taraf hareketlerle ve çalışma sesleriyle doluydu.

Önümüzde giden küçük rehberimiz - Sadece buradan atlayabilirsiniz dedi ve hemen de nasıl yapılacağını gösterdi.

Fabrikanın ana girişinin tam üstünde kocaman bir delik ağzını açmıştı. Bahçe devrilmiş dekovillerle, dolu çuvallarla, metal hurdalılarla, kalın tellerle ve kırılmış tuğlalarla doluydu.

Açık kapılardan ve kırılmış camlardan giren karlar, boşalmış atölyelerin köşelerinde ve duvarların yanlarında toplanmıştı. Kara hayalete benzeyen makineler kıpırdamadan duruyordu. Transmisyonların kayışları, kasnaklarından kopmuş halde gri ölü yılanlar gibi ayaklarımıza takılıyordu. Çocuk gürültü yapmamamız için işaret ediyordu. Beton sütunun yanında, eski işçiler için tipik görünüşlü bir adam gördük. Beyaz bıyıklı, çatık kaşlı, siyah kalın kısa tulum giymiş, elinde ki el bombasıyla o, kafasıyla konuşmadan yandaki atölyenin penceresini bize gösteriyordu. Atölyenin derinliklerinden birbiri ardına ellerinde tüfekler ve Alman makineli tüfekleriyle bir kaç işçi bize doğru yaklaştı.

- Biz onları gözetliyoruz. Yaklaşık yirmi kişi kadar varlar. SS biriminden. Tüm mahallenin yolları kesildiğinden kaçamadılar ve bu yüzden burada saklanıyorlar.

- Siz bunu nasıl öğrendiniz?

Çocuğun babası - Fabrika gerilla biriminden biri olarak benim nöbet noktam çatının altındaydı. Parti komitesi bize SS’lerin karargâhını bombalama görevi vermişti.

Biz yedi kişiyiz. Gerillalar beş kişi. Orada ise yirmi SS var. Askerlerime gözlerimle işaret ederek el bombasını aldım. Aynı anda herkes eline birer el bombası almıştı. Çocuk yalvararak bana bakıyordu. Bir şey söylemeden eline tüfeği verdim ve gözlerimle duracağı yeri gösterdim. Hemen tüfeği kaptı, devriyeler gibi geri döndü. Babası bana minnet dolu baktı.

Yavaş yavaş, sanki sudan yürüyormuş gibi büyük adımlarlarla, parmak uçlarında hedef atölyenin arkasında ki alandan geçtik. Atölyenin ağır demir kapıları, içten kilitlenmişti. Bir kaç saniye ne yapacağımızı bilemeden durduk. İşçilerden biri yukarıyı göstererek sessizce, sadece dudaklarıyla arkadaşlarına bir şeyler söylüyordu. Onlar harekete geçmişti. El bombalarıyla bir nöbetçiyi kapının önünde bırakarak, sessizce yangın merdiveninden üçüncü kata çıktık. Sonra karanlık ve dar iç merdivenden ikinci kata indik. Buradan onların sesleri duyuluyordu.

Faşistler etraflarının sarıldığını hissetmişlerdi ve savunma için hazırlık yapıyorlardı. Pencerelerin önünde makineli tüfekler sıralanmıştı. Önüne nöbetçi koyduğumuz demir kapıyı içeriden bir makineyle desteklemişlerdi. Birbirlerine bir kaç kelime edip, sonra şehri dinlemek için susuyorlardı. Bizim varlığımızı anlamamışlardı. Bu arada biz onları hem duyuyorduk hem de transmisyonlar için yapılmış deliklerden görüyorduk. Tavana gözlerini kaldırmak hiç birinin aklına gelmemişti. Yoksa göz göze gelirdik.

Ben el bombasının çapının delikten geçip geçmeyeceğini kontrol ettim. Volodya birinci kata giden merdivenin koridorundaydı. Otomatik tüfeğini hazırlamış, kapının arkasında bekliyordu.

Çimentodan yapılmış beton zeminde dört tane delik vardı. Ama her birinden aynı anda ikişer el bombası atılabilirdi. Aşağı önce dört tane attık, daha sonra dört tane daha bıraktık...Alt taraftan çaresizce bağırışlar ve inlemeler duyuluyordu. Biri vahşi bir sesle kaput[11] diye bağırıyordu.

Volodya otomatik tüfeği hazır halde merdivenden indi. Biz de onun peşinden indik. Alt katta on faşist kıpırdamadan yatıyordu, kalanların hemen hemen hepsi yaralıydı. Bağırarak ellerini yukarı kaldırmışlardı. Zavallı şekilde yalvarıyorlardı, af diliyorlardı.

Hitler’lilerden biri herkesten daha heyecanlı - Hitler kaput! Hitler kaput! diye bağırıyordu.

Tabi ki o, Hitler’in "kaputa kadar" daha çok zaman olduğunu gayet iyi biliyordu ama sırf hayatta kalmak için tüm benliğiyle führerden vazgeçiyordu...

Esir alınanlara işaretlerle kapıyı açmalarını engelleyen makineyi çekmesini işaret ettik. Onlar memnuniyetle isteğimizi yerine getirdiler.

- Götürün diye emrettim.

Onlar kendiliklerinden ikişer ikişer sıralanmışlardı. Ama üç kişi ayağa kalkamamıştı.

İşçilere - Sonra buraya sıhhıyeyi getirin. Şimdi silahlarını alın, alanı inceleyin dedim.

Alanı bende incelemeye başladım ve bir anda, sanki biri istekanın güçlü bir vuruşuyla beni göğsümden itmiş gibi oldum...Atölye gözlerimin önünde döndü ve ben düştüm. Düşerken kocaman çelik bir makinenin arkasında saklanmış olan gözlüklü yılanın, küçükbaşını gördüm. Sonra otomatik tüfeğin ateş seslerini duydum. Volodya veya Petya’nın alçak herifi vurduğunu anladım.

Beni ayağa kaldırdılar. Yaşlı işçinin omzuna dayanarak oturdum. O elleriyle beni sırtımdan tutuyordu. Önümde ellerini dizlerine dayamış vaziyette rehberimiz çocuk duruyordu. Sanki sorarmış gibiydi "acıyor mu amca?"

Volodya sanki beni teselli etmek istermiş gibi vurulmuş alçak sarı saçlı ince boyunlu gözlüklü SS subayını köşeden çıkartarak, demir talaş yığınına attı.

Düşmanıma merakla baktım. Kimdi bu. SS yüzbaşısı mı?

Hemen yanımda çadırı açmış çocuklar beni yavaşça kaldırıp yatırdılar. Susmuştum... Her şeyi görüyordum ama susuyordum...Gözlerim her an daha bulanık görüyordu. Kulaklarımda sanki pamuk tıkanmış gibiydi. Kelimeleri duyuyordum ama onlar sanki dalgalanıyormuş gibi geldiğinden, anlamlarını algılayamıyordum.

Volodya direk yüzüme bakıyor, dudakları kıpırdanıyordu ama bakmaya ve bayılmamaya çalışırken, sesini duymuyordum. Bende Volodya’ya bir şey söylemek istedim. Çok önemli ve çok dostane bir şey. Bütün gücümü toplayarak:

- Komutan sensin dedim.

Taşımak için beni kaldırdıkları anda beni vuran kişiye tekrar bakmak istedim. O bana sırtını dönmüş yatıyordu. Yüzü kara batmış, kısa ceketi ve gömleği belden yukarı doğru açılmıştı. Açık zayıf sırtına rüzgâr küçük soğuk karı üflüyordu...

Beni taşıyorlardı...Tank paletlerinin şıkırdamalarını duyuyordum. "Stalingrad’lılar" gidiyordu. Keşke tankçılara Semyon’un öldüğünü söyleseydik... Onu orada ki herkes bilirdi mutlaka. O kadar büyük ve o kadar iyi biri.

Beni hala taşıyorlardı. Sokak boyunca başımızın üstünden uçaklar geçiyordu. Bu uçaklar paraşütle atladığımız nakliye uçaklarına benziyordu. Belki de birini Şegen kullanıyordu. Uçağını gördüğümü nereden bilebilirdi ki?...

Evet canım Şegen’im. Bu aylarda çok şey birikti. Kaptanım çok şey konuşabilirdik. Yook: Artık ben de utanmazdım ve susmazdım. Artık ben de sana layık bir arkadaş olduğumu düşünüyorum...Göğsümde ki acı daha da keskinleşmişti. Arkadaşlara o kadar az konuştuğumuz her şeyi söylemek istiyorum. En önemli şey olmasına rağmen konuşmak nedense aklımıza gelmemişti. En önemli şey. En önemli olan şey ne? Şimdi en önemli olabilecek bir şey düşünmüştüm ama unuttum.

Rüyadaymış gibi bir kadın sesi duyuyorum:

- Ağır yaralı. Onu arabaya koyun.Hemen seyyar hastaneye götürün.

- Yaralı olan kim? Volodya mı yoksa? Ah ah! Dikkatsiz, ateşli çocuk. Bakamadım ona. Nereye götürdüklerini öğrenmeliyim.

Revyakin - Bak Kostya: Hastaneden sonra seni yine bizim bölüğe göndermelerini iste. Anladın mı beni.

Beyaz elbise içinde Akbota elimi aldı. Bileğimin biraz üstünden nazikçe tutuyordu. Gözlerimi kapattım. Tekrar açmak, bir şey sormak istedim ama kalabalık sesler benim konuşmamı bastırıyordu...Biri yaralıydı. Birini göndermeleri lazımdı. Düşüncelerim azalmıştı. Atlaya atlaya gidiyordu. Atladığını görüyordum: "adres...Volodya...Semyon....Akbota..."

- Hitler Moskova’ya giremeyecek. Biz onun kutlama törenini bozduk, kesin.

Bunu Revyakin’in dediğini biliyordum. Her zaman kısa ve sert konuşurdu.

Ben de bağırmak istiyordum. "Asla! asla olmayacak!" ama sesim yoktu.

Rostov’un üzerinde kar fırtınasının çığlıklarını duyuyorum. Sonra Moskova üzerinde kar fırtınasının çığlıklarını duyuyordum ve görüyordum...

İşte yüzü kara batmış Hitler’li SS yatıyor... Güçlü rüzgâr onun saman sarısı saçlarını karıştırarak ve kalkmış gömleğini şişirerek zayıf sırtına, küçük soğuk karı üflüyor.



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

I


Kondüktör dört adet "a" harfini uzatarak vagonda - Karaganda! diye bağırıyordu. İşte nihayet evinizdesiniz. Akrabalarınız sizi karşılayacaklar mı diye direk bana sordu.

Evdeyim! "ev" o kadar geniş ki; Karaganda’dan Guryev’e kadar serbestçe iki Fransa veya on iki İsviçre ve Belçika sığar, "Lüksemburg" ise iki-üç kolhozun otlaklarına serbestçe yerleşebilirdi. Paris’ten ya da Londra’dan Berlin’e kadar olan mesafe, Guryev’den Karaganda’ya daha yakındır.

Bizim Kazak alanlarının genişliği, galiba seyyar hastanede ki adamları da yanıltmıştı. Onlar beni iyileşmem için evime akrabalarıma ve yakınlarıma daha yakın bir yere göndermek istemişlerdi. Onların iyi niyetleri beni Guryev yerine Karaganda’ya getirmişti. Trenimizde hem Kazaklar hem Sibiryalılar hem de faşistler tarafından işgal edilmiş memleketlerine gitmesi imkânsız olan kişilerle birlikte gidiyorduk. Fark ettiğim kadarıyla Kazakistan’da daha önce bulunmayanlar, bu bölgeyle ilgili çok belirsiz ve muğlâk bilgilere sahipti. Orenburg’u geçer geçmez sürekli bu konuyla ilgili konuşmalar devam etmişti.

Ayağından yaralanmış talebe jeolog Grişin bozkırlarımızda sürekli ceyran olduğundan emin, üşütmemek için gri pazen battaniyeyi üzerine almış, paltosunu ta çenesine kadar kaldırmıştı. Bilirmiş gibi vagonun pencerelerine bütün günler boyunca, Grişin’in Kazakistan’la ilgili düşüncelerini doğrularmışçasına karlı rüzgârlar vuruyordu. O, daha çok titriyor ve kondüktöre vagonu daha sıcak yapması için yalvarıyordu...

Tartışmak benim için hala çok zordu. Yüksek sesli ve uzun konuşmalar, çok ağrı verici öksürüğe sebep oluyordu. Tıpatıp aynı fırtınanın yaralandığım gün Rostov’da da vardı diyemiyordum.

Kafası sarılmış diğer bir asker, Kazakistan’ı güneş ülkesi gibi hayal ediyordu. Sanki bizde bir tane değil bir kaç tane güneş olduğunu düşünüyordu ve hala içinden gitmeyen buzlu siperlerin soğukluğunu kovmak için tüm güneşlerin altında bir anda ısınmak, yanmak istiyordu.

Grişin’e karşı çıkan dördüncü komşumuz Güney Kazakistan’dan kolhozcu - Bizim Şimkent’te buğday bile ekiliyor şu anda dedi.

- Buğday mı ekiyorlar? Şubat ayında mı?

- Evet. Hatta dikmeye başlayalı yaklaşık iki hafta oldu.

Vagonun pencerelerinin arkasında bir orkestra çalıyordu. Vagonun içine trenimizi karşılayan "Kazakistan kömür ocağı" delegasyonu girmişti. Genç alçak boylu iri yapılı bir Kazak, galiba Karaganda’da ki farklı kuruluşların temsilcilerinin başındaydı. Onun merhaba konuşmasında bir kaç kere "bölge komitesi" lafı geçmişti. Onun hemen arkasında astragan yakalı, siyah paltolu genç bir Kazak kadını duruyordu. Yumuşak oval şekilli esmer yüzü, ayazdan kızarmıştı. Canlı kahverengi gözleri, sıklıkla ifadesini değiştiriyordu. Çabucak bir gülümseyiş parlıyor, aynı hızla üzüntüyle buğulanıyor veya endişeyle yanıyordu. Hepimizi dikkatlice inceledi. Özellikle kafası sarılı olduğu için yüzlerinin detaylarının hemen anlaşılması zor olanlara. Git gide kahverengi gözleri daha fazla gözyaşlarıyla doluyordu. Hepimize sanki bir soru soracakmış gibiydi. "Neden bu sensin de o değil?"

Tabi. Buraya sadece bizi karşılamak için gelmemişti. Onun için kıymetli olan birini aramızda bulma umuduyla gelmişti...

Evet canım. Bazılarını artık göremeyeceğiz, karşılaşamayacağız. Ve kaybettiğimiz bu kişilerin dürüstlükleri ve kahramanlıkları, çocuklarınızın babası olan ve aynı zamanda bizim memleketimizin sadık oğulları olanların kutsal hatıraları, sizi teselli etsin, gururlandırsın ve hayatta kalmanıza yardım etsin. Gözlerinizden bu kayıplara razı olmak istemediğiniz anlaşılıyor. Hala bekliyorsunuz. Her gelen trende onu arıyorsunuz. Bütün içtenliğimle sonunda onu bulmanızı diliyorum.

Bölge komitesinin temsilcisi bizi kadınla tanıştırdı. İşte şefiniz. Bölge kültür bölümünün yöneticisi. Yoldaş Kulay Daniyalova.

Daha peronda bizi arabalara taşıdıkları anda yarım milyon nüfuslu şehrin nefesini hissetmiştik. Birbirlerine bitişik tepelerin yüksek siluetleri gibi bitişik yerleştirilmiş madenlerde cevher yığınları yükselmişti. Gece onlar sanki şehrin ışıklarına göz kırparmış gibi binlerce mavimsi ışıkla parlıyordu. Bundan dolayı şehir sanki birçok tepeciğin yüzeyinde ve arasında ki vadilerde yerleşmiş gibi görünüyordu...

Grişin, gördüğü şeyden bayağı etkilenmişti - Bu ne? Yoksa Karaganda dağların arasında mı duruyor? diye sordu.

- Yook. Bu dağları ceyranlar dan korunmak için yapmışlar dedim.

Bizim refakatçimiz Daniyalova gayet samimi anlatmaya başladı. Yani, bu yığınların işlemiş kayaların birikmesinden ve onların içinde ki küçük kömür parçalarının kendiliğinden yanmasından oluştuğunu anlattı.

Grişin kendi kendine sitem ederek - Ben niye anlamadım ki şapşal diye söylendi.

Kadın hassas bir ses tonuyla - Mesleğiniz ne? diye sordu.

Grişin utanmıştı. - Benim mi? Kaya yığınlarını bilemeyince jeolog olduğunu söylemekten çekindi. Bu yüzden anlaşılmayacak şekilde - Ben, daha şey, öğrenciyim dedi.

Arabalar yeni Karaganda’da ki büyük binanın yanında durdular. Şehrin tıpkı barış zamanlarında ki gibi iyice aydınlık olması bizi mutlu etmişti. Bizden hiç kimse hatta ben de dahil burada bozkırda, böyle kocaman bir şehir görmeyi beklememiştik. Yetimhane komününden ölmüş bir madencinin oğlu bana Karaganda’yı anlatmıştı ama o bile şehrin on yıl önceki halini biliyordu. Bizim Sovyet aritmetiğine göre on yıl - İki buçuk beş yıllık plan demekti. Üstelikte her beş yıllık planımız çarlık zamanının yüz yılına eşitti. Yani, iki buçuk yüz senelik sürede köylü barakalarının yerinde elbette yeni şehir büyüyecekti. Yüz yıllar sonra annem gibi bütün bozkır insanları kolay adımlarla, bu şehri kendileri için kendi Sovyet ülkesi için inşa ediyorlardı.

Grişin kabul ederek - Moskova’nın merkez mahallelerinden bile daha iyi.

- Ceyran vuruyor mu size? diye sordum.

Yeni binada bulunan hastanenin katlarına ve geniş koridorlarına dağıtıldık. Bazıları sedyede, bazılar koltuk değneğiyle bazıları ise hemşirelerin sağlam ve düşünceli ellerine dayanarak.

Bizim gurubumuz altı numaralı odada yatırılmıştı. Bu yüzden herkes Çehov’un "6 Numaralı koğuş" adlı eserinden bir şeyler hatırlamaya başlamışlardı. Ama bu odalar arasında sadece zaman değil, hem ruhundan hem anlamından çok farklı olarak zamanın içeriği de duruyordu.

Oda çok rahattı. Tam ortasında evdekiler gibi örtü serilmiş bir masa üzerinde saksılı çiçekler vardı. Lambalarda yumuşak mat abajurlar, hemşirelerin sesleri yumuşak, hareketleri nazik ve gencimsiydi. Bu yüzden kalbimiz de daha sıcak ve daha sakindi.

Sabahleyin doktorların muayenesinden hemen sonra odamıza bizim "şefimiz" Kulay uğradı. Onun ismini hemencecik Gula’ya çevirmiştik. Kimin neyi eksik olup olmadığını sordu. Sonra da her birimizin nereden hangi cepheden geldiğini öğrenmeye başladı. Ukrayna ve özellikle Harkov şehriyle ilgilendiğine göre kaybettiği kişinin Almanlarla, Ukrayna topraklarında bir yerlerde savaştığını anlamıştım.

Dayanamayıp - Tebligatlarda da hatalar olabilir, değil mi? diye sordu.

Grişin’le birlikte aynı anda - Hem de nasıl diye bağırdık! Ve o kadar ikna ediciydik ki sanki kendimiz bu tür hataları defalarca yaşamış gibiydik...

Ancak maalesef Zonin ile ilgili tebligatta hata olmadığını biliyordum.

Bu daha çok genç kadının bize inanmasını ve umutla yaşamasını çok istemiştik. Bu yüzden hepimiz elimizden geldiği kadarıyla, insan savaş gibi büyük bir kargaşa ortamında bazen mermilere dokunmadan bile çıkabilir diye anlatıyorduk (hepimiz; top mermileri ve uçaktan atılan bombalardan değil, tüfeklerden çıkan mermilerden bahsetmenin daha uygun olacağını düşünüyorduk).

Savaşın sert nefesi, burada cephenin çok derinliklerinde bile hissediliyordu. Kadın, yoğun uzun olmayan kirpiklerinin bir sallayışıyla gözlerinden üzüntüyü kovarak hemen ciddileşti - Yoldaşlarım. Eve ya da cepheye arkadaşlarınıza mektup yazmanız gerekiyorsa söyleyin yazarım dedi.

Onun küçük ellerinden geçen insanlar sadece bizler değildik.

SS askerinin bana giren mermisi, çapraz olarak kaburgalarımın arasından geçmiş köprücük kemiğine takılıp kalmıştı. Hala kıpırdamadan yatmak zorundaydım. Bu yüzden kendim yazamıyordum. İstemeyerek de olsa mektuplarımı diğerlerine emanet ediyordum.

Benim ilk mektubum, Volodya Tolstov’a gidecekti. Ona nerede olduğumu anlattım ve Revyakin’in iyileştikten sonra kendi bölüğüme dönmek için bana yardım etsin diye başvurmasını rica ettim.

İkinci mektubu çok uzun zaman yazdık ama yine de bitiremedik. Onu anneme yazıyorduk ama yazarken bambaşka bir tarafa yöneliyorduk. Öyle ya da böyle Akbota’ya ne olduğunu öğrenmeliydim. Ama onun ismini düşüncelerimin kurnaz gidişini dikkatle takip eden başka bir kadının yüzüne söyleyemiyordum. Kadınlar bazı şeyleri erkeklerden çok daha çabuk ve çok daha derin anlarlar. Gula’nın bakışı safça beni teşvik ederken ısrar ediyormuş gibiydi "Hadi söyle. Bunda kötü bir şey yok ki...Sen yeter ki adını söyle. Ben onun için en güzel en duygusal kelimeleri bulacağım..."

Sonunda biz anneme telgraf çektik: "Karaganda’da hastanede tedavi görüyorum. Gelin. Kostya." Gula "gelin" kelimesini yazdığında zor anlaşılır şekilde kurnazca baktı. Ama ben o bakışlara dayandım.

Diğer yoldaşlarım mektuplarını kendileri yazıyordu. Zorlandığım anda gülümseyerek bakıyorlardı.

Güney Kazakistan’dan kolhozcu ileri yaşlarda Aben, savaştan önce bir çobanmış. Şimdi ise çavuş olmuş saf bir adamdı. Utangaçlığını zor saklıyordu.

Bana - Karıma canım yazabilir miyim? diye soruyordu.

Gula söze karışarak - Neden olmasın. Böyle sözleri başka kime söyleyebilirsin ki?

Aben karısını çok seviyordu. Ama tüm Kazaklar gibi karısına "canım" demeye alışık değildi. "Karıcığım, hatunum" (Rusça "canım karıcığım)" hem komik hem de uygunsuzdu. Uzun uzun oturdu, düşündü. Sonunda bulduğu çözümü herkesle paylaştı:

- Yazdım! Dinleyin: Canım Batiya!

Onun için bu çok büyük bir buluştu: çoktan geçmişte kalan beyler ve köleler rejimine ait geleneksel karı-koca ilişkilerinin kalın tabakasını kıran bir söz yazmıştı. Ve bu gerçekten onun için çok büyük bir buluştu!

Bizim ortak sorunumuz bizi uzun zamandır bırakmıyordu. Problemimizin adı savaştı.

Gula bize, hem cephelerden hem de cephe arkalarından gelen günlük raporları okuyordu. Durum çok kötü sayılmazdı. Almanların Moskova saldırısı artık başka bir ad almıştı. "Hitler’lilerin Moskova’da yenilişi" Savaş bizim güçlü saldırımızdan sonra duraklamıştı ama Almanlar henüz geriye batıya doğru geri çekilmemişlerdi.

Gazete hastanede devamlı bulunan ve en sevilen misafirdir. Son zamanlarda cephelerde neler olduğunu ve özellikle Moskova’nın yanında neler olduğunu heyecanla konuşuyorduk.

Vasya Grişin, muzaffer bir edayla - Bu, faşist imparatorluğun çöküşünün başlangıcıdır dedi ve sonra şaşkın - Hitler yok olmaya başladı. Kesin artık diye ekledi.

Aben her şeyde pratik amacı bulmayı severdi - Köpek, insanların gözlerinde asla ölmez. O ölmek için kendi yerine kaçar. Üstelikte böyle dilini dışarı çıkartarak koşacak ve ben de onun peşinde olacağım dedi kararlı bir şekilde.

Grişin merakla - Sen niye koşuyorsun?

- Yakalamak için. Onu bırakmak olmaz. O, tıpkı bir yılan gibi hayatta kalabilir. İşini bitirmek lazım!

Biraz endişelenerek yine de merakla bu olaylar hakkında Gula’nın ne diyeceğini bekliyordum. Bu genç kadın ne diyecekti acaba? Moskova’nın altında ki faşizmin yenilgisinin tüm tarihsel derinliğini algılayabilecek miydi acaba? Yoksa sadece zaferi kutlayıp, ciddi düşüncelerimizi sevimli gülüşüyle değiştirecek miydi?

Hayır. Gula’nın aklı iyi çalışıyordu. Onun göğsünde de memleketinin kızının sıcak kalbi titriyordu. Dünyayı sarsan olayları kendi penceresinden algılayabiliyordu.

Hitler’in önünde, haince kapılarını açan Avrupa başkentlerinin temsilcilerinin konuşmaları, özgür ve yenilmez halklarını aşağılamakla ilgili notları vardı.

- Dizlerinin üstüne çöküp onun çizmelerini yaladıkları zaman rezalet onları boğmamıştı!.. Biz galiba "gurur" ve "onur" kavramlarını farklı şekilde tanımlıyoruz.

O, yumuşak ve fark edilmez şekilde başka bir görünümüne geçmişti. Uğuldayan dalgaların ortasında kocaman güçlü bir kaya gibi duruyordu. Dalgalar bu kaya parçasına vurup geri çekiliyorlardı ve bu kayanın adı – Moskova idi. Komünizm bayrağı Moskova üzerinde dalgalanıyor ve bu yüzden yenmenin imkânı yoktur.

Bir anda Grişin’e dönüp:

- Neden siz ilk söylediğiniz sözleri değiştirdiniz? Bence çok doğru dediniz: "Faşizm imparatorluğunun çöküşünün başlangıcı" değil mi diye sordu.

- Olabilir, ama biraz kasıntılı olduğu düşündüm dedi Grişin.

- Kasıntılı ama doğru!.. Onların artık kurtuluşu yoktur. Çatlak oluştu bir kere, faşist ordusu bölünüyor…

Hepimiz ilerde zor ve korkunç savaşın ağır günleri ve ayları bizi beklediğini biliyorduk. Biz tarih bizi ne kadar güçlü bir düşmanla karşılaştığını anlıyorduk, ama Moskova altındaki yenilgi bu farklı dilli ölüm alayların bölünmeye sürecini başlatmıştı diye de biliyorduk.

Hem Gula hem de Vasya Grişin ülkemiz çoktan emin olduğu şey tekrarlıyorlardı. Tabii, hepimiz oybirliği ile "Moskova altındaki yenilgi – faşizmin çöküşü başlangıcı" diye formülü kabul ettik.

Cephe arkasında herkes çok dikkatli tüm olayları takip ediyorlar. Burada Hitler ülkemize ve başkentimize yaptığı hakaret anıt la ölümsüzleştirsin istediğini biliyorlardı. O yanında on yedi metrelik gümüş-yeşil damarlı pembe mermerden yapılmış kolonu taşıyordu, onu Moskova’da faşizmin hayvan imparatorluğun tim insanlığının büyük umudu olan ülkesi zaferi namına koyacaktı.

Onun bizim için de yanı kazaklar için de bir hediye vardı. Kendi kervan kuyruğunda utanmaz haydut eski Kokand Han olan Çokaev için yeri ayırdı, onu Kazakistan "Arilerin" bankacıların koloni olacak zamanında kazak halkının boynuna oturtmak istiyordu. "Han" boyunduruğu ve kölelik usulü unutmuş "Asyalıların" hâkim edebileceğini umutluydu.

Cephe arkasından gelen raporları da bizi sevindiriyorlardı: Sovyet cephe arkası cepheye sadece savaş önce sahip olan şey değil sakin zamanın planlarına göre ülkemizde sadece birkaç yıl sonra olması lazımdı şeyler de veriyordu. İnsanlar imkânsız gibi düşünülen işleri yapıyordu.

Gula – Karaganda2da her iş satının üretim yükü 3 kata arttırılmıştır. Dedi.

Ve biz cephede mücadele ederken buradalar insanlar da zaferi için kendilerini acımıyordu anladık.

Karaganda fabrikaların ve madenlerin siren seslerin oylamasında biz ülkemizin ciddi emir duyuyoruz. Gula’nın basit sözleri büyük kitabın sayfaları gibi bölgenin zenginliklerini ve yorulmaz gündüz gece insan emekleri açıyorlar. Bu küçük kazak kadın Karaganda ile ilgili böyle konuşa biliyor ki tüm birliğinin kömür ocağının gerilmiş ve zor hayatı herkese tüm detaylarla görünebilirdir.

Gula bu zor zamanda parti ona görev verdiği işleri aksatmıyor; savaş kültür konusunu arka planına itmedi iç. İnsanlar çok şeyleri anlamaya öğrenmelidir ve anlamaları için temeli bu sevimli genç kadın atıyor. Yine de hemen hemen her gün o bize de az zaman için olsa bile uğramaya yetişiyor.

Biri onun yorgunluğunu fark etmiş bize vakit harcayacağına eve gidip uyumak lazım dediğinde o - Ben çok yakında oturuyorum. Size eve dönerken uğruyorum dedi.

Ona en çok Grişin alışmıştı. Kadını büyük ölçekli işletmeci veya jeolog profesörü zannederek sorular soruyordu:

- Tüm bu zenginlikler işletiliyor mu?

- O, henüz değil dedi. Bozkırımız sadece ilk bakışta sıkıcı olabilir. Ama aslında çeşit çoktur. Jeologlar için bayağı iş var buralarda.

Grişin sabırsızlıkla talep edercesine - Eee! Çalışıyorlar mı peki? diye sordu.

- Tabi. Ama her şeyi hemen öğrenemezsin.

Grişin neden merak etmişti acaba. Ya onun gözlerinin önünde iş için sınırsız alan büyümüştü her jeolog için cazip olan jeolojik bulmacalar görmüştü ya da bu küçük Kazak kadın serbestçe öz toprakların gizli sırlarını o kadar detaylı bilip anlaması onu şaşırtmıştı.

Gula ekledi:

- Siz jeolog olarak İngiliz kapitalist Lesli Urkvart’ın Sovyet hükümetine yazdığı mektubu duymuşsunuzdur elbette. O, işte bu toprakları "araştırmak" için izin istemişti. Adamın düşüncesine göre biz kendimiz bu zenginliklere ancak elli belki de yüz sene sonra ulaşabilecektik...

Grişin bana sanki ben ondan bu haberi bunca zaman saklamışım gibi yüz ifadesiyle döndü. Dayanamadım. Kazaklara has gururum beni şişirmişti.

- Hee! Nasıl! dedim ben. Aslında kendimde "Hee nasıl" derken ne demek istediğimi tam olarak bilmiyordum.

Ama Grişin beni anlamıştı.

- İnanılmaz şaşırtıcı.

- Yaa! Belki savaştan sonra buraya dönmek istersin.

- Neden olmasın. Benim için burada çalışmak en iyi seçenek. Buraya o kadar çok adam lazım ki.

Nedense o bani daha sonra hep Kostya diye çağırmaya başlamıştı ben de ona Vasya demeye başlamıştım.



II


Son günlerde beklediğim ve umutlarımın tersine geçmişti. Üzüntüler peş peşe başıma düşüyordu. Nedense felaketler yalnız gelmezlerdi. Üçüncü ikinciye yapışmaya çalışırdı. Üçüncüyü bekliyordum.

Günde üç kez bana yazan Akbota, gelmeye söz vermişti ama gelmemişti. Hastaneden çıkarken, bana farklı derecelerde sevinç ve mutluluk getiren otuz mektup, yedi telgraf ve tüm beklentilerimizi ve umutlarımızı kökten bitiren, son sekizince telgrafı götürecektim. Bunların hepsini bir şansızlık sayabilirdim. İkinci başarısızlığım ise hastaneden en kısa zamanda çıkma çabalarımda oldu. Bir kaç gün boyunca doktorla görüşmeler yaptım. Konuşurken nefis ifadeler ve son derece nazik kelimeler kullanıyordum. Bu ana kadar akıllı, disiplinli, sağlık iştah örneği ve hastanede ki en iyi şarkıcı olmuştum. Bana hem jimnastik antrenmanları hem şehre çıkma izni verilmişti. Her şey yolundaydı. Ama şimdi nedense doktorum fikrini değiştirmişti: artık o her şeyi benim en kısa zamanda taburcu olmak " onu kandırmak için yaptığımı" düşünüyordu. Jimnastik dersleri iptal edilmiş, ateşim düzenli olarak ölçülmeye başlamıştı. Disiplinim eleştiriliyordu ve güveni yitirmiştim. Ben üç kişilik porsiyon yesem bile doktorun umurunda olmuyordu. Diyor ki "olur böyle şeyler" Bu kadar objektif bir tanık - röntgenin ifadelerini bile şüpheyle karşılıyor ve "kendi kontrol etmek" istiyordu. İşte bu benim ikinci başarısızlığımdı. Aslında ben bi şekilde komisyon kontrolüne benim kaydettirmeyi başarmıştım. Ama onların orada ne karar alacağı belli değildi. Şimdi ise benim ısrarım sadece hastane yönetiminin hoşnutsuzluğuna neden olmuştu.

Ayrıca Vasya, yani bizim birlikte geldiğimiz, ciddi komplikasyonlar yaşayan ve yarasının çok uzun bir müddet kapanmadığı Vasya Grişin, sağlıklı olarak kabul edilmişti ve yarın taburcu edilecekti...

Savaşta zaten birçok tanıdığını, arkadaşlarını kaybediyordun. Vasya ile ayrılmak istemiyordum. Belki eğer bizi birlikte taburcu ederlerse birlikte bir bölüğe gönderirler hatta şansımıza Vasya’yı, gıyaben tanıştığı ve arkadaş olduğu benim eski arkadaşlarımın olduğu bölüğüme geri gönderebilirlerdi.

Başta her şey ne kadar iyiydi.

Akbota’nın telgrafında - "Annen çıktı. Kurslar biter bitmez hemen geleceğim. Detayları mektupta anlatırım" diye yazmıştı.

Annem gelmişti. Onun kendisi mutlulukla doluydu, onun halı çantaları da çeşitli lezzetler doluydu.

- İşte sana tayım benim...Bu da sana kuzucuğum benim... İşte bu da sana kuşum benim...

Daha ben tekeye sonra da çeşitli diğer küçük yaratıklara dönüşmüştüm..Bir anne için hastane düzeni neydi ki? O buraya yüksek dağların sınırsız bozkırından, onun kuşu yavrusunun ağrıdan bağırdığını duymuş, bir kartal gibi hemen uçarak gelmişti.

Ben onu karşılamak için kaçak olarak hastanenin ikinci katında ki ana girişe indiğimde, annem boynuma atılmıştı. Mermimi çıkarttıktan sonra iki hafta geçmişti. O zamanlar kendimi merdivenden inmek için yeterince güçlü hissediyordum. Bunu yaparken hem doktordan hem de hemşirelerden çok korkuyordum. Ama annem herkesten beter çıkmıştı: bana burada kötü bakıyorlardı ve yataktan kalkmama izin verdikleri için inanılmaz sinirlenmişti. Odaya kadar merdivende ve koridorda beni hemen hemen kucakta götürdü.

Anneme iyi olduğumu, hiç ağrım olmadığını ve beni burada sadece istirahat etmem için tuttuklarını söyledim.

Ama onun solgun gözleri, uzun uzun sorgulayarak bana bakıyorlardı. Bu gözler, sadece kendine güveniyordu. Ben bu zor teste dayandım. Gerçekten bütün güçlerim bana masal hızıyla dönüyordu. Mermi tarafından kırılmış kaburgam çok kadar iyiydi. Sadece tam olarak nefes almama değil hareket etmemede izin veriyordu. Bunların dışında ben tamamen sağlıklı bir adamdım.

Annem uzun uzun baktıktan sonra ikna olmuştu ve gülümseyerek gözlerini sildi.

Kısık bir sesle - Biliyordum dedi.

Anneler kendi oğullarıyla ilgili her zaman iyi şeyler düşünürler. Felaketin yavrusuna ulaşmasını izin vermezler. Böyle bir şey olsa bile kötülük en iyi şekilde geçecek diye inanırlardı.

Annem benim iyice iyileşmem için en iyi ilacı getirmişti: anne sevgisini ve Akbota’dan bir kaç mektup. Galiba annem yol hazırlıklarına başladığı anda Akbota, bana her gün yazıyormuş ve güvenilebilir bir postacı gibi anneme vermişti. Akbota’nın düşüncelerine göre her mektubunda göre benim için güzel bir söz daha eksikti ve bu sözü yazmak için Akbota yeniden mektuba oturuyordu.

Mektupları okudum. Annem de yanımda oturmuş, gözleriyle yüzümde yansıyan her şeyi okuyordu. Benim heyecanıma bakarak, benim mektuptan anladığımdan daha çok şey anlıyordu.

- Akbota ile biz önce sana devetüyünden bir hırka ördük. Sonra o bana "bunu da götür" dedi. O daha iyi biliyordu tabi ki...

Annem artık her şeyde "ben" değil "Akbota ile biz" diyordu. Bir de artık bana ne lazım olduğunu annem değil, Akbota daha iyi biliyordu.

İlkbahardı. Annem kolhozda sebze bahçesinde ustabaşıydı. Onun emanetine tam kırk dört hektar verilmişti. Annemin baharda eki yapmak gibi zor günler bekliyordu. Bu yüzden burada uzun kalamazdı.

- Zaman böyle Kayruş’um benim. Savaş var! dedi. O kadar basit ve alışmış gibi söyledi ki pekte şaşırmamıştım.

Tüm ülke zafer için bütün güçlerini veriyordu. Tabi ki iç savaş gazisinin dulu ve genç askerin annesi de bizim ortak zaferimiz için bütün gücüyle çalışmalıydı. Onun ziyaretlerini çok seviyordum. Anne sevgisi beni ısıtıyordu. Kendi gelini olarak düşündüğü Akbota’mı da ona sorup duruyordum. Aslında annem soru sormam için fırsat vermiyordu. Sürekli beni "beyaz deve yavrusu" için ajite ediyordu. Hala benim rızamın tam olmadığına emin olmadığı için, bu karmakarışık konuyu kendisi açıyordu.

Gitmesini istemiyordum. Ama tutma hakkımda yoktu.

Akbota’da orada yalnız kaldı dedi annem. Sonra devam etti. - Kısa bir zaman önce kurslardan dönmüş, azıcık birlikte olduk sonra ben geldim. Ona bakmam lazım. Seni de anlatmam lazım. Nasıl beklediğini de biliyorsundur. Dedi ki; işlerini halledip hemen sana gelecekmiş...

Annem hafifçe dudaklarını sıktı ve sanki benim son ve direk cevabımı beklermiş gibi sorgulayarak bana baktı.

Onu iyice sakinleştirmek için - Akbota sana iyi baksın annem. Ben ona yazacağım, o da sana sesli okur dedim.

Aydınlanmış ve sakinleşmiş annem evine döndü.

Onlara en ikisine kıymetli hediyeler vermeyi çok isterdim ama maalesef askerde küçük siyah beyaz fotoğrafların dışında hiçbir şey yoktu. Ama ben annemin kalbinde en çok istediği şeyi vermiştim: Akbota’ya karşı hissettiğim aşkımı söylemiştim.

Akbota bana gelmedi. Gelememişti. O, bölge meteoroloji istasyonunun şefi olmuştu. Ve annem şöyle anlamıştı: hava durumuyla ilgili bilgiler olmadan, kolhozun tüm hayatı durur. Galiba Akbota’nın kurstan almış bilgileriyle ve aklının yardımıyla yağmurları, rüzgârları ve güneşi yönetebildiğini düşünmüştü.

Annem gittikten yaklaşık iki hafta sonra yeni misafirimi beklemeye başladım. Bir türlü gelmiyordu. Üçüncü hafta, ay...Onun yerine sadece son sekizinci telgrafı gelmişti. Telgrafta sert ve anlaşılmayan " olmuyor" vardı. Ne olmuştu?

Bu "olmuyor" sözüyle daha önce o kadar sıcak yazmış olduğu her şeyi mahvettiğini anlamış mıydı acaba. Artık onun otuz beş mektubunda her kelimesinin önünde bu "olmuyor" görüyordum. Bu ana kadar yumuşak ve cezp edici "evet" olan her şey şimdi bağıran "hayıra" dönüşmüştü.

Galiba bu nedenle ben, taburcu olmak için bu kadar acele ediyordum. Ama aynı neden doktorların yanlış anlama nedeni de olmuştu. Tabi ki ben üzülmüştüm. Yemek yemeyi istemiyordum. Şakalarla ilgilenmiyordum. Aslında biraz çökmüştüm. Ama doktorlar, akciğerimde ki yaranın tamamen geçmediğine karar vermişler ve her şeye baştan başlamışlardı. Ateşimi kontrol ediyorlar, balgam analizi yapıyorlar, röntgen çekiyorlardı...

O günlerde benim için tek teselli, siyasi komiser ve Volodya’dan sık sık gelen mektuplardı. Başçavuşunun kendi bölüğünden uzaktayken yaşadığı gönül işleri, Revyakin’in umurunda bile değildi. Sanki her yeni siperde benim için boş bir yer bırakmış gibi iyileşmem ve geri dönmem için acele ediyordu. Bu işler uzaktan görüldüğü kadar kolay değilmiş!

Volodya, Sergey’in hastaneden geri döndüğünü yazmış. Kendisi Sergey ve Petya ile birlikte partiye üye olmuşlar, Petya vatanseverlik madalyası almış. Kendi ödülü hakkında tek kelime etmemişti. Sadece Rostov’a bağlı olarak beni de bir sürprizin beklediği hakkında imada bulunmuştu.

Samimi şekilde gülerek komisyondan geçtiğim odadan çıktıktan sonra başhekim, bana mühürlü dokuzuncu telgrafı uzatarak - Buyurun alın dans edin. Sadık arkadaşınız Grişin ile birlikte gidebilirsiniz. Taburcu oluyorsunuz.

Ben terlikle yapılabileceği kadar sevinçle step dansı yaptım. Okumaya fırsat bulamadığım telgraf için değil, daha çok tamamen iyileştiğimi ve gitmeye hazır olduğumu göstermek için.

Doktorlar çok tuhaf insanlardır. Onlar sen hasta olduğun zamana kadar sana bakarlar, ilgilenirler. Sen onlar için ilgi çeken bir insansan, aldığın mektupların içeriğini bile merak ederler. Evden ne haberler var ve sevgilin yazıyor mu diye sorarlar. Ta ki onların hastası olduğun müddetçe. İyileştin mi, sen artık onlar için bir ilgi konusu değilsindir. Senin yerini hemen başka bir yaralı alır ve onların merakı ve düşünce dalgası onu kaplar.

Başhekim beni sevindirmişti. Aynı anda onun için ben yok olmuştum ve o gitti...

Yetimhanede ki âdete uyarak dua ettim "Mutluluk mutlukla gelsin" . Dikkatlice telgrafı açtım. Akbota’dan olduğuna emindim.

Bir anda sanki burada, Karaganda’da hastanenin içinde, Alman topçularının mermisi patlamış gibi hissettim. İçerik beni şaşırtmıştı:

"Cepheye gidiyorum. Adresi eve, annene bildireceğim."

"eve..."Bu tabi ki çok sıcak bir haberdi. Ama yine de ona cevaben yazdığım yüzün yarısı mektuplarda söylediğim gibi "yağmurların başkanı, rüzgârların komutanı, sıcakların ve soğukların başı" iklim organizatörü ne için cepheye gitmişti? Almanların başına gök gürültüsü indirmek için mi yoksa!

Sayılamayacak kadar çok karmakarışık ve zor savaş yollarında, Akbota’mı artık nasıl ve nerede bulacağım.

Sabah Grişin ile birlikte askerlerin dediği gibi "aktarma" noktasına gittik.

İlk baştan aktarma noktasının baş siyasi komiseri Tarasenko’nun parti vicdanına başvurdum. Beni bildiğini ve bu lanet olası aptal yaram olmasaydı, mutlaka parti üyesi biri olarak bölüğüme dönmem gerektiğini söyledim.

Hastanede geçirdiğim aylarda kaybettiğim gözetleyici askerlerinin duruşunu göstererek, daha genç daha güçlü biriymiş gibi görünmeye çalışıyordum.

Tek sağ kalan eliyle evraklarımın sayfalarına baktı.

- Komutanlık kurslarına okumak için gidiyorsun başçavuş diyerek sonlandırdı.

- Ama subayım dedim yalvararak. Kendi sesimde komik, çocuğumsu bir şeyler duymuştum. Nasıl olur diye sordum?

- Askeri akademiyi bile bitirmeye söz vermek için hazırım. Yeter ki savaştan sonra, Berlin’i aldıktan sonra olsun...

Ama bununla komiseri kandırmanın imkânı yoktu. Kızıl ordunun her askeri geri çekilse bile, çaresizce ateşlerle, yağmurlarla çamura dönüşmüş siperin dibine yapışmış olsa bile, onun mutlaka birliğinde olması lazımdır ve onsuz birliğinin de hiçbir şey yapamayacağından emindir. Tabi ki baş subay Tarasenko da aynı şekilde düşünüyordu. Ta ki sağ elini kaybedip, bu uzak diyarda ki sıkıcı aktarma noktasına düşene kadar.

Kazaklardan komutanlar hazırlamamız gerekiyor. Siz ortaokulu bitirmişsiniz. Nasıl oldu da siz orduda basit bir çavuş olarak kaldınız diye komiser beni ikna etmeye çalışıyordu. Sağ eli çalışma alışkanlığını henüz bırakmadığından benimle ilgili kararı yazmak için kaleme uzanmıştı. Ama ceketin kolunun içinde ki kol kalıntısı biraz hareket ettikten sonra durdu. Benim tüm gerekçelerime cevaben - Savaşta her bölük "benimdir" dedi. Boşuna yalvarmayın. Hiçbir şey yapamam.

O zaman ben son kozumu oynamaya karar verdim: yoldaşlarım Volodya’nın, Petya’nın, hastaneden dönen Sergey’in ve subay Revyakin’in mektuplarını çıkardım. Bunları benim lehime en önemli kanıtmış gibi masaya koydum.

Hafifçe gülümseyerek en üste duran mektuba yandan bakarak - Bu bir bayandan gelen mektup dedi. Akbota’nın son mektubunu aceleyle cebime koydum.

- Özür dilerim komiserim.

İlginç ama işte bu mektup komiserin keyfini değiştirmişti. Samimi şekilde sırıtmış, gözleri daha sıcak bakmaya başlamış, sesi değişmişti. Eş ve çocuklar, savaşta insanların kalbini her zaman yumuşatır. Belki de bu yüzden gereken ciddiyetini kaybetmekten korkarak, bu özel konuları konuşmayı pek sevmezlerdi.

Onu ikna etme umudum doğmuştu.

İstemeyerekte olsa ve eninde sonunda yine de benim düşünceme katılmamak için komiser mektuplarımı kendine doğru yaklaştırdı ve üstünkörü bakarak gözden geçirdi.

Bir anda sorgular gibi bana bakan komiser - Subay Revyakin mi? diye sordu

- Aynen öyle. Baş subayımız Revyakin dedim.

- Mişa Revyakin mi? Onun adı Mihail mi?

- Aynen öyle komiserim. Siyasi komiser Mihail İvanoviç Revyakin.

- Vay anasına! Demek ki ordaymış. Rostov’da oturuyormuş.

- Aynen öyle Rostov’da.

- Biz onla kankayız!

- Aynen öyle...

- Biz Harkov’da kursta birlikte okuduk. Kendisi Kursk doğumlu.

- Aynen öyle!

Komiser cümleleri makineli tüfek hızıyla çıkarttığı için cevap vermeye yetişemiyordum ama tıpkı o kendi buluşunu teyit etmek istermiş gibi ben de onun söylediği her kelimeyi teyit etmek istiyordum. Büyük olasılıkla o başka bir Revyakin olsaydı bile ben yinede kabul ederek cevap verirdim. Çünkü bu adın benim bölüğüme dönüş yolunu açacağını anlamıştım.

Şansıma bizim subayımız Tarasenko’nun tanıdığı aynı subaydı.

- Sen bunca zamandır niye beni sıkıştırıyorsun. Öyle desene be adam. Revyakin sana dönmeni emretti desene...

Asker arkadaşlarım, beni bekleyen ödül, partiye üye olmak her şey bana yaklaşıyordu. Son yaptığı yoruma doğru düzgün cevap vermek zordu. Ben sadece homurdandım.

- Aynen öyle. Emir verdi.

- Madem o sana bu kadar değer veriyorsa ve sen ona orada o kadar lazımsan, o zaman git. Mişa’ya yârdim lazım. Git. Benden ona bir mektup götür.

- Götürürüm elbette komiserim.

- Yahu otur sen, otur. Oralar nasıl bir anlat. Almanlarla nasıl savaştığınızı bi anlat. Nerelerde. Her şeyi sırasıyla anlat.

Her şey bir anda çok basit ve net olmuştu.

Bir saatten fazla oturdum ve ona Revyakin ile birlikte yürüdüğüm yolları anlattım. Başka bir görevim daha vardı. - Grişin’e yardım etmek.

Sohbetimizden Tarasenko’nun madenci olduğunu, Donbass’ta parti çalışanı olduğunu, sadece son yıllarda askerlik yaptığını ama gönlünde hala madenciliğin kaldığını öğrenmiştim. Savaştan sonra o, Karaganda’da kalmayı planlıyordu. Burayı çok sevmişti ve buranın geleceğini görüyordu. Tam zamanında tahliyeye yetişen ailesi burada oturuyordu. Karısı maden teknisyeniydi. Savaş günlerinde Karaganda’da ustabaşı olmuştu. Bu adamda Karaganda vatanseverliğini gördüm. Ve anladım ki Vasya Grişin, Karaganda’yı sevdiği için ve özellikle Karaganda’lı çalışan kadını sevdiği için, avantajları vardı.

Elbette Vasya bizim akıllı Gula’ya hiçbir zaman başka bir gözle bakmamıştı. Genel konuşma sınırlarını aşan hiçbir kelime etmemişti. Ama bazen Gula odadan çıkmaya hazırlanırken Vasya bana ve yoldaşlarımıza o kadar yalvararak bakardı ki; ben Gula’yı bir kaç dakika daha tutmak için cephe, Kazakistan’ın durumu ve hatta uluslararası ilişkiler hakkında yeni sorular sorardım.

Gula’nın sevdiği adam bulunsa ve onunla mutlu olsa bile Vasya yine de buraya döner diye düşünüyordum.

Hastaneden taburcu olduğumuz gün ve bütün evraklar hazırken, biz henüz bir saattir eşyalarımız topluyorduk ve üniformamızı uygun hale getiriyorduk. Ta ki, onun mavi arabasının tanıdığımız sinyalini duyana kadar. Vasya, kendisi için çizme bulamamasına rağmen hastaneden koşarak çıkıp gitmişti...

Küçük Gula ile son konuşmamızda ben, ikimizin ona ara sıra kendi durumumuz hakkında mektup yazmak ve onun durumunu sormak için izin almıştım. Adresini benim not defterine yazdı.

Ben Vasya için komiserle anlaşma yapmak umuduyla arkadaşımın Karaganda’nın yer altı zenginliklerini araştırmak için mevcut olan ilgisini kullanacaktım. Vasya Tarasenko ile konuşsa kesinlikle aynı dilden konuşurlardı ve işinin halledileceğini düşünüyordum. Böylece komiser ile Vasya konusunu konuşmaya başladım.

- Bak sen! Bi kadını cennete al, o da yanında inek götürsün! Tarasenko o kadar dostane bir sitemle bunu söyledi ki, ben işimin başarılı olup olmayacağı konusunda şüphelenmeyi kesmiştim.

Tarasenko beni çözmüştü. Grişin komiserin odasına çağrıldı ve benim gibi kapalı bir zarf aldı.

Geldiğimiz gibi yine geceydi ama daha yumuşak bir yaz gecesiydi. Kocaman yığınların ışıklarından gözlerimizi zor alarak Karaganda’yı terk ediyorduk. Vagonun penceresi önünde Gula’nın yüzünü gördük. O bize, kendi küçük ellerini salladı. Gözleri sıcak bakıyordu. Tüm cepheye ve belki de bizim karşılaşacağımız birine selam gönderiyordu...

Ölüm tebligatlarında hatalarda oluyordu çünkü...



III


Ben bir yazar olsaydım, herhalde birbirilerine benzeyen durumları tekrar yazmaya gerek olmadığını düşünürdüm. Anlattıklarımda özellikle geri çekilme gibi hoş olmayan ve ağır askeri operasyonlardan kaçınırdım.

Ama büyük savaşların özelliği, ne okuyacak kişilere bakar ne yazara bakar. Bazı tekdüzeliği ve tekrarı içerir.

Gerçek şu ki; bu tekrarlar aslında sadece dıştan öyle görünür. Her sonraki aşamada taraflardan biri zafere daha yakın, öbürü ise yenilgiye daha yakındır. Bir taraf daha zayıftır, diğer taraf ise güçlerini artırmaktadır. Tabi ki zayıflayan taraf acele eder ve karşı taraf yeterince hazırlanıp güçlü bir karşı saldırı yapmadan önce, onu yok etmek için zayıf denemeler yapar...

Ben kendi bölüğüme, Kafkaslarda ki geri çekilmenin neşeli olmayan günlerinden birinde döndüm. Arkadaşlarım beni iyice incelemeye, görünüşümden doymaya yetişememişlerdi bile. Onların cephe arkası hakkında, yani nasıl bir şeydir, ne yaşanıyor oralarda, orada ki insanların kalpleri güvenli ve sakin atıyor mu diye soracaklarını düşünüyordum.

Ben kendim yoldayken, cephe arkasında gücümüzden emin olduklarını düşünmüştüm. Yolda bizi geçerek giden sağlıklı ve sağlam askerlerle dolu trenler, sırada tüm ışıklarını açmış uzun ve ağır yüklü trenleri gördüm. Cephenin arkasında ki en derin yerlerin yollarında geniş paletler üzerinde ağır çelik araçlar gördüm. Cepheden çok uzakta - Tanrı bilir ne kadar uzakta- gökyüzünde güneşte parlayan onlarca motorlu yeni uçaklar gördüm. Yüksek ve etli buğdayla dolu, sayılamayacak kadar tarlalar gördüm. Hatta kalabalık vagondan tüylü ağır başakları ellemek için çıkıyordum. Ben onlara Karaganda’nın kömürü, bakırı, manganezleri hakkında moral veren bir sürü hikâyeler getirmiştim...

Aslında son konuyu anlatma hakkını, birlikte geldiğim Vasya’ya bırakmıştım. Bizim bölüğe düşer mi düşmez mi diye korkuyordum. Ama her şey yolunda gitmişti. Bugünlerde hiç kimse ilave asker vermiyordu. Bu yüzden belli bir bölüğe yönlendirilmiş askerler, hiç konuşmadan kabul ediliyordu. İkimizi de hemen Miroşnik’in bölüğüne gönderdiler ve Miroşnik zaman kaybetmeden:

- Başçavuş, kendi manganızın komutasını teslim alın diye emretti.

Savaş Kafkasya’nın vadilerine değmişti. Kocaman Kazbek dağı üzüntüyle bakıyordu. Beyaz şapkası altında gri kaşlarını çatmış, korkunç nefesi, vadilerde uğultuyla yansıtan yanında ki kayalardan gurul gürül yayılıyordu. Taşlı göğsünden saldıran düşmanlara top atılıyordu. Az olsa bile yine de tanklar için yeterince geniş geçitlerden, korkunç homurdanmalarla tankların aptal domuz burunları çıkıyordu.

Moskova’nın altında ağır yaralanmış düşman, toparlanmış, gücünü toplamış ve pençelerini Stalingrad’a, Volga’ya uzatmıştı. Tanklar deli gibi Don’a ve daha sonra Kafkasların vadileri üzerinden, Grozniy şehrine kadar ulaşmaya çabalıyordu. Benim yeni yerim eski arkadaşlarımın arasındaydı. Artık bize müthiş eğitilmiş savaş köpekleri gönderilmişti. Her şeyi anlayan ama konuşamayan tank yok edici bu ekip, çocukluğumdan beri en sevdiğim çok safkan olmayan, soylu da olmayan ama gayet normal çeşitli sokak köpeklerinden oluşmuştu.

Yalvaran aç gözleriyle bana bakarak, onları dışarı çıkartmamı ve Alman tanklarından hangisinin altında yem arama emri vereceğimi bekliyorlardı.

Biz yolun tam yanında, bütün taraflardan korunmalı, çok rahat, küçük gri çalılıklarla kaplanmış kayaların arasında bulunan mağarada oturuyorduk. Buraya gece ulaşmıştık ve bariyerlerin savunma hattı önünde pozisyon almıştık. Biz geri çekilen ordumuzun kenarda ki artçılarıydık. Aynı zamanda da bizim bariyerimiz ön kenarıyız.

Mağaramızda küçük bir de mucize vardı: en derinliklerde ki küçük çukura temiz pınar suyu toplanıyordu. Tam bir asker matarası içindi. Su asla belli bir seviyeden daha fazla yükselmiyor ve aşağıda inmiyordu. Matarayı doldurup çukuru boşalttığında hemen aynı miktarda bitmeyen bir su kaynağı oluşuyordu.

Sağ tarafımızda ve tam karşımızda Alman piyade birimi yerleşmişti ve bizim başımızın üzerinde arkamızda ki birimleri ateşle yıkıyordu. Burada siper yapmaya hiç gerek yoktu. İlkbaharın dağ suları uzun yüz yıllar içinde o kadar çok yarık oluşturmuştu ki, onların içinde tam bir tümeni rahatça saklayabilirdin.

Almanlar bugün, bizim dün olduğumuz yerlerdeydi. Onların arkasında kolhoz tarlalarına bölünmüş geniş vadi, daha uzakta meyve ağaçlarının gölgeli bahçeleriyle dolu köy vardı.

Seryoja ve Vasya Grişin, mağaranın tam girişinde kocaman bir taşın arkasına sniper tüfekleriyle yatmışlar, arkamızda duran ordularımızın birimlerinin açtığı ateşi bastırmayı düşünen ve bu yüzden bizim tarafımıza bakmayan faşist subayları, acele etmeden tek tek vuruyorlardı. Savunmanın ilk hattının onların düşündüklerinden daha yakın olabileceği, akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Biraz sol tarafta tanksavar silahlarıyla Petya ve daha iyi tanıyamadığım yeni arkadaşımız yatıyorlardı.

Bizim topçu bölüğü sıradaki saldırıya hazırlanırken, ateş altında geniş vadide faşist tanklar yavaş yavaş sürünüyordu! Bizim bulunduğumuz yere saldırarak sağımızdan ve solumuzdan geçeceklerdi. Çünkü sığındığımız yer iki küçük tepe arasında olduğundan tanklar için geçilemezdi. Biz onları sabırsızlıkla bekliyoruz.

İlk görüştüğümüzde Volodya bana bir soru sormuştu - Kostya neden sen bu kadar uzun süre tedavi gördün? Evlendin mi yoksa? Şimdi de aynı soruyu soruyordu.

Hakikaten evlendim mi evlenmedim mi! Bu seferde cevap verememiştim. Çünkü bazen Akbota’yı tamamen kaybettiğimi düşünüyordum.

O ısrar ediyordu - Bir şeyler değişmiş sende? Aldattı mı yoksa?

- Yok. Daha kötü...

Bildiğim kadarıyla her ne olursa olsun aldatmadan daha kötü bir şeyi bilmeyen Volodya, düşünceli şekilde sustu. Yanlışlıkla yaramı deşmekten korkmuştu.

Bizim topçu bölüğü, şaşırtıcı ve isabetli şekilde her gizli yerde ki Alman tanklarını bulup, onların bir yerde toplanmalarını engelliyordu. Galiba bu nedenle düşman tankları bulunduğumuz yere doğru bilmediğimiz sırayla hareket etmeye başladılar: en önde duran sınırın yanında bir grup haline geçerek aynı o şekilde saldırmışlardı.

Tanklar soldan ve sağdan geçiyordu.

Bizim yuvamızı göstermemeliyiz. Bu yuva tanklardan müthiş derecede korunmasına rağmen bize kalabalık piyade grubu saldırabilirdi.

Kavas’ın dağları yanan tanklarla kaplanmıştı. Tankları bizim tanksavar silahları vuruyordu. Her biri, aldığı ganimetler arasına en azından bir tank fazla eklemek için uğraşıyordu. Ama Alman tankları ufuktan hiç bitmeyecekmiş gibi sırayla dağların daha yükseklerine çıkıyorlardı. Akşama doğru Almanlar bizin sığınağımızın yerini bulmuşlardı. Başımıza yüzlerce top mermisi dökülmüş, mağaranın girişinde kocaman taş parçalarından oluşan yığınlar büyümüştü. Mermiler taşa vuruyorlar ve yakında ki çalıların dalları kırılıyordu. Süngüne takıp kaskını kaldırırsan – faşist keskin nişancılar bir kaç noktadan hemen ateş atmaya başlıyorlardı.

Bizim makineli tüfeklerimizden yapılmış koruma kalkanının zamanından önce ezilmemesi ve Hitler’in piyadeleri saldırdığında bize destek verebilmesi için susmak zorundaydı. Piyade az sonra saldırırdı…

Vasya Grişin ikinci kez – Sağdan geçiyorlar dedi.

- Soldan da diye cevapladım. Girmezler. Çünkü burada ne kadar güç saklandığı bilmiyorlar..

Yanılmıştım: yakında sanki dans ediyormuş gibi utanmaz otomatik tüfekli küçük bir grup atağa kalktı. Onları ateşle karşıladık.

Artık bizim hakkımızda biraz daha fazla şey biliyorlardı. Bizde de otomatik tüfeklerin olduğunu biliyorlardı.

Sol tarafımızdan geçemezlerdi: orda bizi ön birimin ateşi koruyordu. Otomatik tüfekliler koşarak vadiye inmeye başladılar. Orda toplandılar. Diğer tarafa geçmeyi deniyor, geri vadiye düşüyorlardı. Orda ise biz onlara ateşle kolayca ulaşıyorduk.

Sağ tarafımız biraz daha açıktı. Alman otomatik tüfekçiler orda büyük bir grup olarak yattılar. Bize, tıpkı bıldırcının oturduğu çalılara yaklaşan avcı gibi gizlice yürüdüklerinden hiç şüphemiz yoktu.

En zor an yaklaşıyordu. Korumanın yarı dairesi içinde dokuz asker taburu karşılaşacaktı. Dayanamazsak, acele ederek mesafeyi hesaba katamazsak ya da fırsatı kaçırırsak – ölecektik. Hesap net olmalıydı. Düşmanımızı kovmak değil pozisyonumuza yaklaşınca onu yok etmemiz gerekecekti.

Aramızda ki mesafe oldukça azalmıştı. En zor olanı bu mesafeyi ve bu saniyeleri saymaktı. Korkudan değil, uzun iki saniye boyunca içinde ki gerilimi tutmak zorunda olduğundan titriyordun.

- Yüz elli… Yüz otuz… Yüz yirmi beş adım…

Ama daha yirmi adım lazım… İşte o anda "Çapaev" filminden beyazlıların "psikolojik atağından" önce ki Anka’yı canlı gibi hatırlıyorsun. Askerler bu an ile hemen hemen her çatışmada karşılaşıyordu.

Zayıf tenor sesimden şüpheleniyordum. Böyle sinir bozucu durumda vereceğim komut, endişeli ve güvensiz şekilde duyulmamalıydı. Asker, komutanın ses tonunu müthiş algılar: çıkan ses onda ya güven ya da endişe doğurur…

Emrim "ateş" o kadar sert çıkmıştı ki; sanki önümde dokuz askerlik manga değil – alaylar duruyordu.

Adil olmalıyım. Alman tüfekçilerin sıraları, ne komuttan ne de makineli tüfeklerimizin ateşinden durdular. Bize ateş dökmeye devam ederek daha da hızlandılar… Aynı kritik anda önümüzden direk faşistlerin ikinci grubu bize saldırdı.

Hala arkadaşlarımın gözlerinde ki öfkeli parlaklığı hatırlıyorum. Düşmanlara karşı kaynayan öfkeden kararmış halde tüfeklerimizi sıkıca tuttuk.

Komutanlığın tartışılmaz emrini hatırlatarak – Bir adım bile çekilmek yok! dedim. Bu memleketimizin emriydi ve vicdanlı hiçbir asker, ona ihanet edemezdi.

Almanlara da geri çekilmek yasaklanmıştı ama bambaşka bir şekilde. Bunu da aynı gün kendi gözlerimiz ile gördük.

Bize saldıran tüfekliler, ateşimiz ile toprağa yapışmış vaziyette, tam bizim sığınağın yanında yattılar – en fazla yirmi metre mesafede. Artık biz yatanlara ateş ediyorduk. İşte o anda, daha sonra defalarca gördüğümüz şey ilk defa oldu: bizden otuz adım mesafede taşın arkasında yatan bir asker, bir anda ayağa kalkıp tüfeğini bıraktı ve kollarını kaldırıp bize doğru koşarak bizim taş yuvanın içine düştü. Volodya’yı ateş etmekten zor tuttum. Kaçağın arkasından ateşler başladı. Adam sırtından, omzundan ve topuğundan yaralıydı.

Hiç "Ari" sarışınlardan değildi. Esmer, zayıf, küçük boylu Macardı. Vücudunda ki üç mermi ile yaşamasının zor olduğunu gayet iyi anlıyordu. Belki de bu yüzden bize düşündüklerini anlatmak istemişti. Acele acele konuşuyordu. Dudaklarından çıkan her ses, çok kötü bir ıslık sesi ile çıkıyordu. Sıklıkla kuru diliyle dudaklarını yalıyordu. Ona mataramı uzattım ve bir müddet yatmaya bıraktım.

Aklımıza yatarak gizlenmiş askerler geldi. Epeydir başlarını kaldırmıyorlardı. Sağ tarafa geçmeye çabalayan grupta geri dönüp vadide saklanmışlardı.

Volodya – geceyi bekliyorlar dedi.

- O başka bir şey diyor dedi Vasya Grişin ve kaçağı gösterdi Vasya Almanca biliyordu. O diyor ki: bunlar Macarlar ve Romenlermiş. Onlar ileriye ta ki Alman makinelileri arkalarından vurana kadar asla gitmeyeceklermiş… Bize saldırarak aynı sığınağı bulmaya çalışıyorlardı. Ne biz ne de Almanlar onlara ulaşmasın diye…

- Nasıl yani?… Ne diyor o?

Grişin cevabı almaya çalışırken biz her şeyi görmüştük: yatmış tüfekçilerin arkasında ki iki noktadan Alman makinelileri onlara ateş etmeye başladılar. Her tüfekli asker öfke ifadesiyle arkaya bakıp, bizim ateş hattına girmek için koşuyordu. Ateşimizden hiçbir şey ile korunmamış, arkalarından ölüm getiren Alman makinelilerin kırbaçla ittiği onlar, anlamsız ve amaçsız şekilde ölüyorlardı. Güçsüz, şaşkın, zavallı yaratıklar. Rastgele ve nişan almadan yapılan ateş, bize zarar vermeden ve mağaramızın kenarına bile dokunmadan tüm grubu yok etmişti.

Eğer bir halk savaşta anlam görmeyip onu istemiyorsa, bu halkı ölmeye zorlayabilirsin. Ama kazanmaya zorlamak imkânsızdır.

Macar hala Vasya’nın sorusuna cevap veriyor, mimiklerle kendine yardım etmemizi isteyerek bir şeyler söylüyordu.

- Ben geçen yılın sonbaharından beri esir düşmeyi hayal ediyordum diye Grişin tercüme ediyordu. Biz Macarlara, Rusya’da hiçbir şeyin lazım olmadığını biliyorum… Gerçi bizimki de burada coşmuş, soygunlar yapmış… Silahlı ama fikirsiz insan kolayca hayduda dönüşürdü ve Hitler’cilerde hırsızlığı teşvik ediyorlardı… Ben Hıristiyan’ım. Ölmeden önce size yalan söyleyemem. Macar savaş istemiyor… Çoktan beridir istemiyor…

Acıdan kıvrıldı. Konuşması oldukça zordu. Sözleri güçsüz ve zayıf çıkmıştı. Grişin’in çevirisi de kısa ve bağımsız olmaya başlamıştı. Vasya yabancı dilde ki konuşmaların içeriğini zorlanarak yakalıyordu. Bir anda tıpkı ölene "veda duasını" okuyan pederin ölüm geldiği anda istemeyerek susması gibi o da sustu…

Gece beni komutan çağırdı. Sadece o anda ben onun gömleğinde ki bir fazla nişanı fark etmiştim.

- Üsteğmenim. Başçavuş Sartaleev emrinizdedir! – forma uygun olarak komut verdim.

Miroşnik gülümseyerek elimi sıktı ve oturmamı istedi.

O ve Revyakin, iyice korunmuş taş mağarada oturuyorlardı. Köşeyi çadırla kapatıp, yağ lambasını bile yakmışlardı. Onun ışığında Miroşnik kâğıda çok fazla yanaşarak, az önce gelen emrin soluk harflerini okumaya çabalıyordu. Ona ölen Macardan aldığım elektrik fenerini uzattım ve askerlerimizin moralini yükselten olayı anlattım.

Miroşnik durumu izah etti. Savunma hattının ana çizgisi yamulmuştu ve onun yarın düzeltilmesini kimse beklemiyordu. Gerçi o bunu söylemedi. Kim söylerdi ki? Ama sadece kötü bir asker, yarın onu neyin beklediğini hissetmez. Ertesi gün ki durumun belirsizliğiyle uyumaktansa hiç yatmamak daha iyidir.

Görevimiz, bir gün daha dağ yollarını tutmak. Bir gün daha orada ki pozisyonumuz önemli olacaktı. Ondan sonra eğer hayatta kalırsak, sığınağımızı bırakıp Kafkas’ın kalbine daha yakın bizin birimleri dönecektik. Demek ki biz yine geri çekiliyorduk ve bu en kötüsüydü.

Yaralanmadan önce ki son geceyi hatırladım. Ne müthiş bir geceydi. Yoğun karanlığa, ayaza ve kar fırtınasına rağmen! Ne kadar kolay ve sevinerek tüm yoksulluğun üstesinden geliyorduk! Biz o zamanlar saldırıyorduk…

Revyakin’e aktarma noktasının komiseri Tarasenko’nun mektubu verdim. Çocuklar gittiğimde günlük raporu öğrenmemi rica etmişlerdi.

Propaganda subayı içini çekerek – Rapor ne ki! Bugün bir şey yok. Emirle birlikte göndermediler. Yarını bekleyeceğiz. Stalingrad’a tırmanıyor lanet olasıcalar! dedi.

Miroşnik cevaben – Orda onların dişlerini kırsak! Sovyet halkı Volga’yı verir mi? Ne dersin Kostya, verir mi?

Korkuyla ağzımdan kaçtı – Asla, ne diyorsunuz üsteğmenim!

- Ya, işte ben de diyorum, vermez! dedi Miroşnik. Bizin görevimizi şu anda anlıyordum – daha çok gücü kendimize çekmek. Son ana kadar durmak. Omuzlarında ağır bir yük gibi asılmak. Evet Sartaleev bir gün dayan… Dayanmak zorundasın..dedi sözünü yarıda kesti.

Sonrasını söylemeye gerek yoktu. Her şey anlaşılmıştı. Hepimiz, yarının bizim bölük için çok zor gün olacağını biliyorduk…

Komutan elini uzattı.

Ben Revyakin’e baktım ve benim kafamda hemen şimdi yazacağım ve ona vereceğim sözleri çıktı "Ölümüm halinde beni… olarak düşünmenizi rica ediyorum".

Ama Revyakin elini uzatıp sözümü kesti:

- Başçavuş,yarın tümene dönünce bunca zaman sizi bekleyen madalyanızı teslim alırsınız.. Yarın de seni parti üye adayı olarak kaydedeceğiz…dedi.

Askerlik talimatlarında propaganda subayı ile sarılmak öngörülmemişti ama ben ona sarıldım.

Vedalaştık. Karanlıkta taşlardan, çalıdan çalıya ben çocukların sabırsızlıkla beklediği yuvaya kadar süründüm.

Bir yerde ıslık çalan mermiler beni taşa yapıştırdılar, bekledim. Yattığımda yarınki parti toplantısını hayal ediyordum. O büyük salonda düzenlenecek, orda kolonların yerinde – kayalar olacak, tavan koyu mavi rengi Kafkas gökyüzü olacaktı. Beni partiye büyük parlak yıldızlar altında kaydedeceklerdi.

Mağarama ulaştığımda Petya oraya yeni tank yok edici ekibini getirdi. Henüz her şey sessiz ve karanlıktı. Vadide yola yakın yerde gözcüler yatıyordu. Karanlıktan korkan Almanlar arada sırada aydınlatma fişekleri atıyordu. Bazı yerlerde tek tük ateşler duyuldu. Savaş günü bitmişti.

O gün mangamız burada bir gün daha durabileceğini hatta belki de üç gün durabileceğini kanıtladı. Hitler için bu yetmiş iki saatlik gecikmeydi. Bu gecikmede Almanlar için dinlenme molası olacaktı.



IV


- Kostya, eşin nerde şimdi?

- Aynı yerde.

- Ne yazıyor?

- Bu mektup ondan değil.

Dinlenme ve yeniden birim oluşturma sona ermişti. Biz yıkandık, traş olduk. İğneden yeni çıkmış dendiği gibi giyindik. Yeni çamaşırlar ve henüz alışamadığım yeni rütbeleriyle gömlek taze ve hoş kokuyordu. Çizmeler gıcırdıyordu: o kadar kalın tabanı var ki –Berlin’e kolayca gidebiliriz.

Vasya, madalyalı ve nişanlı yeni üniformasıyla dinlenmiş ve tazelenmiş halde – çok yakışıklıydı. Bir kaç günlük dinlenme onu coşturmuş, boş sorular sorup duruyordu. Dikkatli olmasına rağmen eski yıpranmış botları atmaya unutmuştu. Botlar yatağın altında genç su aygırı gibi ağızlarını açmış, duruyorlardı. Bizim cimri başçavuş bile onları depoya almaya istememiş ve Vasya’ya "hatıra" olarak bırakmıştı.

Mektubu okumaya devam ettim. Ama soruyu beklemediğinden satırlar dağılmıştı ve her söz benden karınca gibi kaçarak Vasya ise birlikte bana soruyormuş gibiydi: "eşin nerde şimdi?"

- Hakikaten – eşim nerde?

Akbota – eşim diye düşüncesine iyice alışmıştım. Arkadaşlarım da beni buna ikna etmek için uğraşıyorlardı:

- Bak sen! Böyle mektuplar yazıyor ve sen hala emin değilsin öyle mi? Böyle mektubu ancak karın yazabilir!

Arkadaşlarımdan hiçbiri evli değil ve gerçekte eşleri kocalarına nasıl mektup yazar; kimse bilmiyordu. Ama herkes bir eşin kocasına aynen böyle yazması gerektiğinden emindi.

Annemde benden daha çok Akbota için endişeleniyordu. Onun düşüncesine göre savaşlar erkek çocuklar için daha kolaydı. Zavallı kız çocuğu Akbota için nasıldı acaba...Akbota’nın bulunduğu yerin posta kodunu bana söyleyerek "oraya" gittiğimi ve Akbota ile aynı birlikte savaştığımdan emindi. Bu yüzden soruyordu. Akbota hala sütlü çay içiyor mu? Çok net olarak anladığı tek bir şey vardı. Savaşta ne ayran ne de kımız vardı. Bu yüzden Akbota’ma daha iyi bakmamı söylüyordu. Sanki madem biz aynı savaştayız demek ki aynı kolhozda çalışıyormuşuz gibiydi.

Ben ise saha postasının numarası ve Akbota’nın net olmayan pozisyonu dışında, hiçbir şey bilmiyordum sayılır.

Vasya ısrarla ikinci kez sordu - Kimden o zaman?

- Karaganda’dan Gula’dan.

Vasya’nın yüzü kızarmıştı. Sırtını döndü ve sağ omzuyla bir şeyler yazmaya devam ediyormuş gibi yaptı.

Bize az önce gelen Özbek Samed Abdulayev - Demek böyle bir Fergana kanalı olacakmış. Gördün mü başçavuşum. Gördün değil mi? dedi.

Düşüncelerimden zorlukla sıyrılarak - Tabi ki gördüm diye teyit ettim.

Birlikte güncel bir film izledik. Orada Özbekistan’ın eski zamanlarda inşa ettiği kocaman kanalı gösterdiler. Aynı şekilde Özbek halkının pamuk hasadını arttırmak ve planlanandan fazlasını yapmak için verdikleri sözü izledik. Samed hemşerilerinin başarılarının takdir edilmesini bekleyerek sabırsızlanıyordu.

Samed devam ederek - Pamuk hakkında verdikleri sözleri duydun mu?

Ben onayladım ve ekledim:

- Karagandamız da artık Donbass’ın yerine geçti.

Samed bir anda ciddileşerek, bir kaç kez kafasını salladı.

Vasya benim Samed’e, Gula’nın mektubundan alıntılarla cevap verdiğimi anlayarak bana döndü:

- O zamanlarda çok ilgilendiği yeni fabrikayla ilgili bir şeyler yazmış mı?

- İnşaat bitmek üzereymiş.

Vasya, galiba yazdığı şeylerin doğru olmadığını düşünerek yazmış olduğu kâğıdı öfkeyle parçaladı. Zaten etrafına sanki bir roman yazıyormuş gibi yırtılmış ve buruşturulmuş kâğıtlar saçılmıştı. Kurşun kalemle masaya o kadar vuruyordu ki sanki komşu odadan duvara vuruyorlarmış gibiydi.

Vasya’nın Gula’ya mektup yazdığını anlamıştım. Tabi ki o Gula’ya romantik bir şeyler yazmayı düşünüyordu ama iddiaya girerim ki bunu Karaganda’ya olan sevgisini açıklama şeklinde yapacaktı. Karaganda’nın yer altı zenginliklerini övecekti ve bu jeolojik ama lirik tarzda olacaktı.

Uşakov göğsünde ki madalyaların şıngırtıları arasında içeri girmişti. Sanki başında ki şapka bile gülümsüyordu.

Genç siyah bıyıkları altında bulunan beyaz dişleri parlayarak - Evet çocuklar. Beni yakın plan çektiler. Şimdi sen Vasya yakın plan çekim için git!

Grişin sırıtarak - Hangi plandan çektiklerini nereden biliyorsun?

- Kameraman söyledi. Ekranda madalyalarım bir avuç boyutunda gözükecek dedi...

Evet. Yoldaşlarım, ülkenin ekranlarında yakın plan gösterilmeyi hakketmişlerdi. Yeni kırk üçüncü yılın ilk gecesinden bu yana dinlenme anına kadar yorulmadan çatışmaların içinde ilerlemişlerdi. Yürüyerek, arabalarla, tanklarla ilerlemişlerdi. Kaçan düşmanı yakalayarak yürümüşlerdi.

Yeni yıl bizim için çok iyi başlamıştı. Askerlere mutlulukla gülümsemişti. Kaçanları hızlandırarak, ölenlerin cesetlerinin üzerinden atlayan her asker "Yaşlı Kafkas. Yeni yılın kutlu olsun!" bağırdığında, Kafkas’ın gümüş tepeleri ne kadar da neşeli parlıyorlardı.

Sabahın mavimsi alacakaranlığında tarihin hakimi ve hatırası kocaman grimsi Elbrus tepesi, gururla yükseliyordu. Sovyet halkının Kafkasları koruduğunun tanığıydı. Faşist alaylarını tüm vadilerinden ve mağaralarından fırçayla kovaladığımızı görmüştü.

Bugün biz Stalingrad etrafına çelik bir halkanın takıldığını ve bu halkanın faşist ordusunun boğazını iyice sıktığını biliyorduk. Ordunun geri kalanından kopartılmış Hitler’liler çetesinin Stalingrad şehrinin altında, son günlerini yaşadığını anlıyorduk. Damarları kesilmişti ve artık o damarlar, hala dişlerini gösteren yılanın ölen kafasını besleyemiyordu.

Yeni yılı Binbaşı Kruger’in karargâhında karşılamıştık. Bizimle birlikte artık hiçte müthiş görünmeyen altı tane subay daha vardı - Askerlerimin kontrolünde fırının yanında uslu uslu duruyorlardı.

Binbaşı kendi yenilmezliklerine artık o kadar da güvenmeyen askerlerin moralini yükseltmek için son yeni yılı bayram şeklinde kutlama kararı vermişti. Yeni yıldan hemen önce binbaşının geri çekildiği köyün üzerinde havai fişeklerin rengârenk ışıkları ve iz bırakan mermiler serpantin gibi uçuyordu.

Daha dün paniğe kapılmışlar, "Katyuşaların" her şeyi yakan ateşinden kaçıyorlardı. Bugün ise bir anda coşkuyla ancak kalıntıların kaldığı köyde yeni yılı kutlamaya karar vermişlerdi.

Revyakin’e birlikte çağırıldığımız Petya. - cesaret gösterisi yapmak istiyorlar dedi.

Revyakin tersleyerek - Bence teslim olmak istiyorlar, gidin arkadaşlarım ve durumu araştırın dedi. Biz keşfe gittik. Biz bir ay önce çarpışarak bu köyü terk etmiştik. Her taşını biliyorduk. Yıkıntıların arasından geçmek zor değildi. Yarım saat sonra hem askerler hem de subayların hepsi sarhoş diye baş teğmen Miroşnik’e rapor verdik.

- Serserileri alalım mı? dedi Miroşnik. Tüm dikkatiyle unutulmuş faşistlerin sarhoş hallerine baktı. Bizim manga ile Revyakin batıdan, Miroşnik diğer iki manga ile güneyden köye yüz metre yaklaşarak aynı anda ateşe başladılar ve tüm köyü sarsan "yaşasın" sesleri arasında saldırıyı başlattılar. Fenalaşan Hitler’liler kutlama ışıkları işini bırakarak, tek bir el bile ateş etmeden "kaput, kaput" diye bağırdılar.

Alman askerleri, her gübre yığınının her yıkıntının arkasında oturmuşlardı ama ateş etmek yerine ellerini kaldırıyorlardı.

Sonunda Miroşnik kocaman Rus fırının rüzgâr aldığı tarafta kurulmuş yılbaşı masasında aslında sokakta çünkü ortada bir bi an yoktu sadece çatısız iki duvarda oturuyordu. Gerçi yılbaşı kutlaması için yıkıntılar çıkartılmış ve sayın Alman subaylar için daha alt seviye rütbeli kişiler vasıtasıyla yer süpürülmüştü.

İşte bu temiz yerde fırının arkasında ki köşede bayramı kutlayanlar oturuyordu. Rahatsız şekilde dizlerini bükmüş altı subay, yeni durumdan ayılmış direk kendilerine bakan iki otomatik tüfeğin namlusundan utanarak gözlerini çeviriyorlardı. Tabi ki sana böyle bir kör burun bakıyorsa kendini rahat hissetmen zordur. Grubun tam ortasında binbaşı Kruger’in kendisi oturuyor ve bizim teğmene renksiz gözleriyle düşmanca bakışlar atıyordu.

Sokakta su kuyusunun yanında toplanmış koyunlar gibi esir Alman askerleri oturuyordu.

Herkes Vasya Grişin’e bağırıyordu - Biz kendimiz teslim olduk... Ben silahımı kendim attım...Tüfeğimi kendim attım!

Birbirlerinin sözlerini keserek - Savaşmak istemiyoruz. Biz sizin düşmanınız değiliz diye bağırıyorlardı.

Sergey tarafından korunan başka bir grup esirler arasında kargaşa başlamıştı. Esirler Avrupa’nın bilinen bütün dilleriyle kavga ediyorlardı.

- Neler oluyor? diye sordum Sergey’e.

Yerinden kıpırdamayan Sergey sakin bir sesle - Hesaplaşıyorlar diye cevap verdi.

Grubun ortasında iyice dövülmüş iki Hitler’li yatıyordu. Birçok el onları gösteriyor ve çeşitli dillerle kalabalık bağırıyordu: "Faşist! Faşist!

Bağıranların gözleri nefretle parlıyordu.

Siyah saçları taranmamış Romanyalı, artistik şekilde mimiklerle ve jestlerle şimdi yerde yatan makineli tüfekçileri kendileri sığınıkta kalıp onu ateşe çatışmanın ortasına ittiğini gösteriyordu. Sonra kibirli bir görüntüyle küstahça ve yavaşça yatanlara yaklaşarak bakmadan ayağıyla birinin üstüne bastı. Onu durdurmaya yetişememiştim. O, pozlarını değiştirerek acımasızca Almanca bağırıyordu: "Kalk Romen domuzu! Yürü!"

Onu tutmak istedim. Ama o yerinden fırlayarak şeytan gibi yerinde dönerek deli gibi el kol yaparak anlamadığım bir dilde kendini ve Almanları göstererek bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Aslında sahne sözsüzde anlaşılıyordu: "İşte bize böyle yaptılar!"

Sergey sırıtarak - İşte faşist tarzı "halkların arkadaşlığı" görünüyor dedi.

Karargâhımızda sorgulama için faydalı olabilecek bu iki Almanın hayatını korumak için Sergey’e faşistlerin müttefikleri daha fazla "arkadaşlık duygularını" göstermesin diye emir verdim. Kendisi de bir Macarla yaşadığımız olayı hatırlattı.

O günden itibaren durmayı bilmiyorduk. Arkamızda Hitler’lilerden serbest bıraktığımız daha geniş alanlar bırakarak ilerliyorduk. Her gün faşistlerin tüm cephelerden kovalandığı haberleri geliyordu. Kışın ortasında onlar kendi harap ettikleri bozkırlardan kaçıyorlar ve karlarda ölüm buluyorlardı. Biz onların peşindeydik. Ama daha yavaştık. Bizi yollarda yepyeni üniformalarıyla genç askerlerle dolu ağır "üç eksenli" arabalar geçmeye başlamışlardı. Kırmızı yıldızlı "Berlin’e", "Faşizme ölüm", "Zafere doğru ileri" yazılarıyla tanklar geçiyordu.

Bu çocukları kıskanarak uğurluyorduk.

Bizi arkada kalan alanları temizlememiz için bırakmışlardı. Bizim sonra ki durağımız, yıllar evvel iyi kalpli Meri’nin büyüklerden gizlenerek Gruşnitskiy’nin düşürdüğü fincanı kaldırdığı pınardı. Ama yanımızda ne Peçorin ne de Gruşnitskiy vardı. Bizimde zamanımızın kendi kahramanları vardı, kendi Merilerimiz vardı.

İşte zamanımızın bu kahramanları bugün film çekimi için davet edilmişti.

Vasya çıkışa doğru yürüdü. Zavallı o kadar kasılmıştı ki kaşlarının arasında derin buruşukluklar oluşmuştu. Yine de kendi emeklerinden hiç memnun kalmadığını ve bir tane bile uygun satır yazmadığını görüyordum...

Bu durum yakın planın kalitesini etkileyebilirdi. Bu yüzden onun daha fazla ızdırap çekmesini istemediğimden aslında ikimize gönderilmiş ve o kadar çok beklediği Gula’nın mektubunu ona verdim.

Sergey, tatilini ızdıraba dönüştürmüştü. Kurtardığımız köylerden birinde Almanlar daha önceden çaldıkları birçok eşyayı bırakmışlardı. Eşyaların arasında tuvaller, fırçalar ve boyalar vardı. Bu bizim kadastrocunun gizli yeteneğini ortaya çıkarmıştı. Seryoja resim sanatının fanatik bir hayranı çıkmıştı. Bu tutkusunu lisede okurken fark etmişti. Babasının ölümünden sonra onun elinde annesi ve iki küçük kız kardeşi kalınca onlara bakmak için sanat okuluna gitme fırsatı bulamamıştı. Burada fırçaları ve boyaları görünce kendinden geçmişti. Biz kazandığımız tempoyu taa Berlin’e kadar hiç yavaşlatmayacağımızı düşünmemize rağmen yine de onları yanına almaya karar vermişti.

Şimdi bunun bedelini ödüyordu. Onun için dinlenme dönemi çatışma döneminden daha ağırdı: sabahtan akşama kadar tuval önünde oturuyordu.

Yaptığı ilk resmi oybirliğiyle beğenmiştik ve dinlenmek için bizim bölüğün yerleştiği tatil köyünün müdürüne hediye ettik.

O resimde Sergey, Almanları kaçarken gösteriyordu. Geniş bozkırın peyzajında her yerde soluk yeşil renkli kabaklar gibi gamalı haçlı Almana kaskları dağılmıştı. Ön planda göz yuvaları boş ve kaskında ki ölüm amblemiyle ölü bir baş vardı. Önünde sanki onun gözlerinin olup olmadığından emin olmak istermiş gibi bakan bir karga oturuyordu. Kenarda ölü başa ve kargaya yamuk bakan kıvrılmış bir şeylere sarılmış ve çok net 1812 yılında Fransızların kaçışına benzeyen Alman askerlerinin gölgeleri yürüyordu.

Sergey hemen ikinci resme başlamıştı. Henüz bitmemişti. Volodya ressamımızın arkasında durmuş onu eleştiriyordu.

- Ne biçim sembolizm bu? Sabah güneşin ışıkları her şeyden önce dağların tepelerine düşer. Karlı tepelerin nasıl parladığını unuttun mu? Tıpkı kıpırdamayan yıldırımlar gibi.

Seryoja kabul etmişti - Peki. Bu yorumunu kabul ediyorum.

Volodya meydan okurmuş gibi, fırçanın ucuyla herkesin bildiği Terek nehri vadisini göstererek - Ya bunu. Kabul etmiyor musun? diye sordu.

Sergey, onun realizmi sembolizm olarak zanneden acımasız eleştirmene karşı desteğimizi almak için yalvaran gözlerle bize bakıyordu.

Volodya - Baldırı çıplak ve fakir kalabalık ne alaka? diye sordu.

- Esirleri hatırlıyor musun?

- Hitler’lileri resminden defet gitsin. Onlara niye bu kadar kafayı taktın ki. Bizimkileri göster. Nasıl ilerlediklerini, gözlerinde güneşin nasıl parladığını göster! dedi.

Zavallı ressamın sanatsal ıstıraplarına aktif olarak katıldık. Biri renkleri beğenmiyor, biri Kafkaslarda yaşadığımız tüm zamanı, tüm kışı bir resimde göstermek istiyordu.

Bu resmin konusunun - "vedalaşma" olduğunu belirtik.Tüm cephe saldırıya kalkmadan önce bizim bölüğü göstermesini istemiştik. Bir de o kadar uzun zaman tuttuğumuz savunma sınırını - Terek nehrini de göstermesini istemiştik.

Resimde taştan taşa atlayarak akan nehri biliyorduk. İki yaşlı ihtiyar, Kazbek ve Hazar’ın şımarık kızı olan bu nehir, o günlerde bizim kız kardeşimiz olmuştu. Bu dağlar, taş omuzlarıyla bizi mermilerden ve bombalardan koruyarak bizim erkek kardeşimiz olmuştu.

Savaşta bile gençliğimiz bizi terk etmemişti. Dağların taş kıvrımları arasında epey zaman önce Lermontov’un okuduğu satırları bizde okuduk. Terek nehrinin şarkısında çok zaman önce Puşkin’in duyduğu sözleri dinliyorduk... En sevdiğimiz şairin işte bu kanlı siyah kayada durup gümüş tepelerden bu karanlık ve üzgün dar vadiyi dolaştığına karar vermiştik.

Bu yeni yılın ilk günüydü. Birimimiz savaşarak ilerliyordu. Bize ise özel talimatları beklememiz emredilmişti. Miroşnik’i tümen komutanının karargâhından çağırmışlardı. Bölüğümüz dağ yolunun yanında ki vadide kalmıştı. İlk iki manga biraz aşağıda, biz ise karanlık kayanın yanında ki bir alanda yerleşmiştik.

"Mtsıri[12]" okumayı bitirdikten sonra - Ne kadar da büyük bir şairmiş dedi Volodya. nehre aşağıya doğru indi metal kaskıyla Terek nehrinden su doldurdu.

Grişin - Çok geç kaldın. Biz bunu çok önceden duymuştuk dedi.

- Salak! Duydunuz. Burada kendi gözlerinle görüyorsun.

Burada tam bir kış geçirmiştik. Her şeyi hissedememiştik. Şimdi ise Lermontov’un şiirsel Kafkas’ını algılamak için bir saat yetmişti bize. Geceleyin yaşanmış zaferin mutluluğu, Sovyet bilgilendirme bürosunun çok iyi haberleri, saldırıya geçtiğimizi anlamak, bunların hepsi bizi hem mutlu ediyor hem de gençleştiriyordu.Çocukluğumuzdan beri kalbimizde yaşayan ama ağır çatışmalarda unutulmuş her şey artık hayata dönüyordu. Lermontov’un şiirlerini ilk defa, Abay’ın çevirisiyle tanımıştım. Ama gerçek sesi, herkes gibi benim için de Rusça idi. Şairler bize uzun uzun mesafelerden uzun uzun yıllardan seslenirlerdi. Onların şiirlerinin melodisi o kadar net halkın kalplerinde yansımış ise demek ki halkın hayatının içinden doğmuştu.

Sergey, ganimet yığınından süngüyü sessizce çıkartarak kayaya şairin portresini çizdi. Resim sanatında ki yeteneğini ve becerisini ilk defa gördüğümüz için şaşırmıştık.

Önce sadece ince çizgilerle silueti çiziyor, daha sonra bu çizgileri derinleştirmeye başlıyordu. O anda ben ve Volodya, bir anda yağmurlarla cilalanmış taşlarda Kafkasya’ya hatıra bırakmak istediğimiz sözleri yazmaya başladık.

Miroşnik dönmemişti. Sessizce ve konsantre olmuş bir halde, sanki kutsal bir geleneği yapıyormuşuz gibi işimize devam ettik.

Ben yazmayı bitirip Volodya’ya yaklaştığımda o da son üç noktayı koyuyordu. Belki sözleri biraz yanlış söyleyerek ama anlamını tam olarak koruyarak okudum:

... Terek aslan gibi zıplayarak

Sırtında dağınık yeleleriyle

Kükrüyordu. Ve dağ, hayvan ve kuş

Masmavi yüksekliklerde dolaşıp

Suların çağrısını dinliyorlardı

Aynı satırların Abay tarafından Kazakça yazılmış çevirisinin, kayanın diğer tarafında yazılmasında hiçte tuhaf bir şey yoktu. Beni mutlu etmek isteyen Volodya, her harfine takılarak Kazakçayı okumaya başladı.

Asau Terek doldanıp, buırkanıp,

Taudu buzup, jol salgan, tastı jarıp...

Evet Lermontov Kazak şairin gönlünde ve sanatında derin biz izi bırakmıştı. Abay’ın sadece çevirileri değil, orijinal şiirleri de aynı büyüklükte esiyordu:

Ben, kayaların tepelerinden dünyaya sözler söyledim

Uzaktan bana sadece yankı cevap verdi...

Bu artık düşmanın asla yaklaşamayacağı ünlü Lermontov’un portresi ve sözleri yazılı kutsal bir kaya idi. Bu kaya üzerine ben de Abay’ın ismini bıraktım. Bu kaya Almanların ulaştığı ve 1943 yılının başlangıcında hızlıca geri çekilmeye dönüştüğü noktada, sınırdaki sütün gibi duruyordu..

Ben de sınırda yaptığım askerliğimi ve koruduğum sınır sütünü hatırladım. Orda da nehir taştan taşa zıplayarak canlı canlı akıyordu. Oradan o zamanda tehditler kafasını kaldırıyorlardı. Hala aynı sınırı koruyan Mıkola Şurup daha bir ay önce bana yazmıştı. Günün her saatinde çatışma başarısını deneme fırsatını bekliyordu. Almanların saldırı dalgaları işte bu dağda yıkılmasaydı ve ilerlemeye devam edebilselerdi, oradaki dedeleri eğimli kılıçlarla Mıkola’ya saldırırdı. Ama şimdi Mihail İvanoviç Revyakin "bu tarihsel bir seçenek olmadı" diye düşünüyordu.

- Artık onlar için geç. Aptal değiller, galiba anlıyorlar!dedi.

kim bilir? Hitler’liler, Kafkas kayaları faşist darbelere dayanamayıp ve karşılarında "Stepan Razin" uçurumu da durdurmayacağı ve Volga’dan geçme imkânı oluşacağı umuduyla düşmanlarımız (belki de "samimi arkadaşlar" ) bizim için daha ne tür "tarihsel seçenekler" hazırlamışlardı?

Stalingrad yanında çatışmaların ortasında, "Volga" kelimesi, büyük bir acı gibi askerlerin kalplerinde yansırken, hepimiz kader onu nereye atarsa atsın kalpten Stalingrad’a uçuyordu. "arkadaşlarımız" ve müttefikler ise sadece sorular soruyorlardı: "Daha direnebilir misiniz acaba, ne düşünüyorsunuz?" Ama sadece Hitlerin faşistleri değil ne olursa olsun bunlara uyarak bizim direnme yeteneğimizden şüphe edenler, yani dünyaya hakim olmak isteyen her işgalci, kendilerine verilmiş net ve sert cevabı almışlardı.

Artık ben ve Mıkola, tanıdığımız sütünün öbür tarafında kılıçların o kadar hızlı sallanmadığını biliyorduk. Mıkola, davul uğultuları yerine artık lirik melodi çalmaya çalışan flütün nazik ve duygusal seslerini duyuyordu…

O kadar çok olay olmuş, geçen sonbahardan bu yana o kadar çok şey değişmişti ki, arkaya baksan – başın dönerdi… ve bizim daha tecrübesiz ressamın motifleri ve konuların çeşitliliğine karşı şaşırması tuhaf mıydı?

Geniş peyzajın arka planında, o zamanlar Kafkas’ın tüm sokaklarından aralıksız geçen tankları çizmişti. O günlerde her dağ, her kanyon, her dağ kıvrımı, sanki tank konvoyları doğuyordu. Faşistlerin havadan yaptığı bombalamalardan korkmadan, cephe arkasından gün ortasında yeni birimlerle ve rütbeli askerlerle dolu ağır yük arabaları geliyordu… Biz ise o zaman kayanın yanında eski üniformalarımızla kendimizin ve düşmanlarımızın kan lekeleriyle dolu delikli paltolarla durup, bize "yaşasın!" diye bağıran ve şapkalarını sallayan bu cesur çocuklara kıskanarak bakıyorduk. Kayalar, havada ve toprakta çalışan motorların uğultularına müthiş bir yankı ile cevaplıyorlardı…

Seryoja hafızasında sakladığı her şeyi anlamaya çalışıyor ve bu yüzden ana konuyu kaybediyordu.

Acımasız Volodya öfkelendi – Ne biçim tank bunlar? Bunlar hamamböcekleri gibi koşuyor!

Sergey, tıpkı bir öğrencinin disiplinli bir öğretmen karşısında olduğu gibi kızarak ve utanarak anlatmaya çalışıyordu – Sen Volodya, genel temayı anla.. Bu arka plan bir fondur. Resmin ortasında ki ise – bizim kaya.

Volodya eleştirel bakışla tekrar soruyordu – Kaya mı? Bu kaya Lermontov’dan alındı. Kendinden hiçbir şey eklemedin sen.

Tabi ki o zamanlar hepimiz Kafkas’ı Lermontov’un gözleriyle görüyorduk. Volodya bize orada "Mtsıri"‘yi okumaya başladı.

"Asıl Usta" rolünü yaparak Volodya – Siz saygıdeğer ressam, kendinize ait sanat yolunu bulmanız lazım. Şimdi ise siz büyük bir sanatçının esirisiniz ve sadece kopya çekiyorsunuz… Derler ki bu yol şöhret getirmez…dedi muzipçe.

Seryoja, Volodya’nın şakayla söylediği sözlerinin arkasında gerçeğin sakladığını görüyordu. Tabi ki o, aramızda ki hiç kimseden böyle ciddi bir eleştiri beklemediği gibi resim yapma yeteneği ile de biraz böbürleniyordu. Ama al sana! Sergey şaşırmıştı. Onun yerinde olsam; saygıdeğer eleştirmen, senin sanat yolun son yıllarda siperlerde, tanklarda ve sığınaklarda geçti derdim..

Volodya – Siz saygıdeğer ressam, sizin yeteneğiniz olduğu kesindir. Siz ünlü olacak resimler yaratabilirsiniz ama henüz kendi tarzınız eksik diyerek konuşmasını bitirdi.

Sonra Sergey’e sarıldı ve yanına oturdu:

- Sen bana kızma Seryojka. Kolektif askeri eser yaratalım. İşte şu gence bak. Onu ne kadar da yakışıklı yapmışsın. Sanki Peçorin’in kendisini çizmişsin. Hâlbuki ortak tanıdığımız biri...Çok yakışıklı desek yalan olur. Olduğu gibi gösterelim ki bize değil de Tanrı’ya küssün. Hatırladığım kadarıyla onun üstünde o zamanlar ona çok büyük gelen deliklerle dolu asker paltosu vardı ve arabada onu tamir etmeye çalışıyordu dedi.

Ben Volodya’nın bunların hepsini benim hakkımda söylediğini sanki duymuyormuşum gibi hatırlamıyormuşum gibi davranıyordum.

Volodya coşmuştu - Anlıyor musun Seryoja. Muhtar kadın Vasilisa tarihe çok güzel olduğundan geçmemişti. Hatta bu gencin karısı bile sana kızmaz diye düşünüyorum.

Karım...Evet benim karım...Burada dinlenme molasında onun mektuplarını eskisine göre üç-dört gün erken alıyorum. Ama nerede olduğunu neler yaptığını hala bilmiyordum. Mektuplara göre hava sıcak, meyveler olgunlaşmış. Demek ki o da buralarda güney cephesinde bir yerlerde.

Alarm sinyali duyuldu. Yeni asker üniformasıyla ve dört yıldızı da parlayan rütbesiyle komutan Miroşnik’in komutları duyuluyordu. Önümüzde ki nakliye uçağına birer birer bindik.

Tozu girdaba döndüren uçak titriyordu. Sarılaşmış sonbahar otları, pervanenin güçlü rüzgârından toprağa yapışmışlardı.

Bizim taburumuz iki kısma bölünmüştü. Bizimle birlikte komutan Revyakin de uçuyordu. Miroşnik kalanları diğer bir uçağa almıştı.

Hiçbir vedalaşma töreni yapılmadan uçak güneye doğru yönünü çevirdi.



V


Büyük gece çatışması esnasında neler olduğunu açıklamak çok zor. Bir şeyi açıklamak çok zor olunca netliği sağlamak amacıyla ya herkesin çok iyi bildiği veya (ne kadar da tuhaf) hiç kimsenin bilmediği, örneğin cehennem gibi şeylerle karşılaştırma yöntemi kullanıyorduk.

Yani; yanan şehirde ve çevrede bu gece cehennem gibi kaynıyordu. Her şey tamamen aralıksız şekilde ateşle kaplanmıştı. Top mermilerinden binalar değil, yanan dağlar yıkılıyormuş gibi görünüyordu. Bizim sol tarafımızda denizin üstünde, duman bulutlarından oluşmuş boğucu sislerin içinde, tek bir yıldızı olmayan ağır siyah gökyüzü asılıydı. Bazen sönük gri renkli bir balon gibi çok çok uzakta ay çıkıyordu.

Yanan şehirden bize doğru top mermileri ve bombalar uçuyordu. Devamlı toprağa düşerek anında geniş yapraklı kocaman kırmızı çalılar gibi büyüyerek etrafı dumanlı karanlıkla ve uçan toprak bulutuyla kaplıyordu.

Bizim sağ tarafımızda volkan gibi ateşli lavlar çıkıyordu: geceyi kara dumanla doldurarak kocaman çimento fabrikası yanıyordu. Ta ki son akşama kadar fabrika alanı "kimsenin" değildi. Şimdi ise onu alevler sahiplenmişti.

Bu şehir Volodya Tolstov’un öz şehriydi. Burada doğmuş ve burada büyümüştü. Babası bu fabrikada çalışmıştı.

Fabrikanın arkasında biraz daha sağ tarafta, bir dizi yüksek tepeler sıralanıyordu. Gündüz bunlar dev bir sürüye benzeyen çıplak gri tepeler gibi görünüyordu. Yumuşak yamaçlarında hiçbir hayat emaresi yoktu. Sanki bir gecede, yüzlerce evin pencerelerinde sürekli ışık açılıp kapatılıyormuş gibi ışıklarla parlayan yeni şehir büyümüştü. Bu tepelerde geceleri bizim ağır silah birimi duruyordu.

Biz şehre doğru deniz kıyısından tırmanıyorduk. Roketlerin ve bombaların parlayan ışıklarında, sol tarafımızda ki yüksek dalgaları görüyorduk. Ama onların uğultuları çatışmanın gürültüsü altında boğuluyordu. Dün şehirde ki iskelenin yanına çıkarma yapan deniz piyadelerinin durumunu öğrenme görevi aldık. Çünkü onlarla iletişim kopmuştu.

Bizim topçularımızın yoğun koruma ateşi altında her adımda insan ve atların cesetlerine takılarak, yavaşça şehrin sınırına doğru yaklaştık. Çukurdan çukura, bir insan cesedinden diğerine sürünerek hareket ederken, beş kilometre mesafeyi arkamızda bırakmıştık.

Belime her biri yirmi metre uzunluğunda iki halat bağlanmıştı. Bu iplerin diğer uçlarında Samed ve şehrini çok iyi bilen Volodya vardı. Bu ipler, sessiz konuşmalar için ve birbirimizi buralarda karışmış bizim ve düşman askerlerinin yüzlerce cesedi arasında kaybetmemek için kullanıyorduk. Cesetlerin kokusundan alan üzerinde ki hava çok ağırdı. Rüzgâr bile onu temizleyemiyordu.

Volodya bağlı olduğum ipi bir kere çekti: "dur!"

Ben aynı yöntemle sordum: "ne oldu"

İp aceleyle çağırıyordu: "buraya gel"

Biz çağrıya doğru yaklaştık.

Vurulmuş atın yanında bir kızıl ordu askeri, yanında da Volodya yatıyordu.

- Ne oldu?

- İleride Alman gözcüler var.

Yaralı asker - Çukurda. Buradan en fazla yüzün yarısı kadar adımlık mesafede diye ekledi.

- Sen de kimsin?

- Keşif kolundanım.

- Ağır mı yaralandın?

- İki ayağımdan birden...Sürekli onları gözlüyorum...Buraya kadar alacakaranlıkta geldiler, devam etmeye cesaret edemiyorlar...Orada çukurda oturmuş sigara içiyorlar...Dumanı buraya kadar geldi...

Yardım etmemiz lazımdı. Ama yapamayacağını bilerek böyle bir duruma düşmek çok acıydı. Sadece yaralarını bağlayarak onu bırakmak zorundaydık.

Volodya ona söz verdi - Hayatta kalırsak söz gelip seni alacağız dedi.

- Peki arkadaşlar. Teşekkür ederim. Siz gidin. Sadece beni bu ata yaslarsanız görmek isterim. Nasıl olsa artık savaşamam.

Onun için konuşmak çok zordu. Kısık ses dudaklarından aralıklarla çıkıyordu. Madem çatışmaya katılamayacaktı en azından görmeyi çok istiyordu. Bir zaferimizi daha görmeyi çok istiyordu. O, sakin ve basit konuşmuştu. Romanlarda ki ölen kahramanların ulu sözlerini kullanmamıştı. Yüzüne bakmak için eğildiğim. Ne yazık ki bu kısa dakikalar içinde hiç bir işaret fişeği ortalığı aydınlatmamıştı.

Suyla dolu matara ve bir kaç tane sigara verdik.

- Siz arkadaşlar bana tütün ve gazete bıraksaydınız keşke. Ellerim bari bir işe yarasın. Çok sıkıldım...

Onun yalnız bırakıp sürünerek gösterdiği çukura yanaştık.

Gürültü yapmaktan veya yüksek sesle konuşmaktan korkmamıza gerek yoktu. Bu gece bir makineli tüfek sesi veya el bombasının patlaması, aynen bir çocuğun alkışı kadar duyulabilirdi.

Tam çukurun yanında içinde bir grup halinde birbirlerine yapışmış askerleri gördük.

- Ya hannan diye bağırdı Samed. Böyle sizi Stalingrad’da vurmuştuk diyerek toprağa yapıştı. İki tane el bombasının patlamasından sonra çukurda ne hareket ne de bir inleme sesi vardı.

Daha sonra ben Samed’e kendi dilinden "ya hannan" ne demek diye sordum.

- kim bilir. Hoca Nasrettin karısını çalan Hanın Vezirine sopayla vurduğunda böyle bağırırmış.

Deniz piyadeleri denizin kıyısına çok yakın bir konumda duruyorlardı. Volodya bu yere en yakın yere kadar bizi getirmişti. Bu küçücük alanda sanki çatı üzerine dolu vuruyormuş gibi aralıksız gürlemeler vardı. Sıklıkla duyulan el bombalarının patlamaları, yüksek sesle bağırışlar ve susmayan makinelilerin ve tüfeklerin çıtırtıları çok şey anlatıyordu. Ama bizi piyade biriminden ayıran küçük alan tamamen düşman piyadeleriyle, havanlarla ve makineli tüfeklerle kaplanmıştı. Daha yakına gitmemiz, bizimkilerle iletişim kurmamız mümkün değildi. Dönüşte alanda bıraktığımız askeri bulduk. Hala ölü ata yaslanmış oturuyordu. Açıkgözleri, ateşlerin ve patlamaların ışıklarını yansıtıyordu. Ama asker onları artık göremiyordu...

Döndüğümüzde komutan Miroşnik sığınakta yoktu.

- Seni çok bekledi. Şimdi kıyıda ki topçu biriminin karargâhına gitti. Sizinde oraya gelmenizi emretti. Bizden sonra ki üçüncü mağara dediler.

Bizim saldırı birimlerinin karargâhları, denize dik sahilin üstünde ki eski taş ocağının mağaralarında yerleşmişti. Buradan dalgaların kıyıya vuruşu duyuluyordu. Denize küçük delikler açılıyordu. Gündüz bu delikler gözetleme için kullanılıyordu, geceleri ise gözetleme noktasının anlaşılmaması için içerde ateş yakılmıyordu. Mağaranın karanlığında denizin gürültüleri içinde komutanımızın sesini duydum:

- Aynen öyle albayım. Çoktan gönderdim. Dönmek üzeredir.

Bizim hakkımızda konuştuğunu anlamıştım. Beni fark edene kadar karanlıkta beklememe gerek yoktu.

- Albayım. Komutanımız Miroşnik’e rapor vermek için izninizi istiyorum dedim.

Karanlıktan albayın sesi duyuldu - Kim var orda?

- Tabur komutanı Miroşnik’in emriyle keşif taburu birinci bölük birinci manga komutanı başçavuş Sartaleev huzurunuzda dedim. Cevabı Miroşnik’in sevdiği gibi tam kurallara göre söylemiştim.

- Kostya. Geçiş köprüsü arkadaşım. Bu sen misin. Senin hastanelerde kaybolduğunu söylemişlerdi dedi albay ve sesinden eski binbaşı Rusakov’u tanıdım. Ver bakalım raporunu Kostya.

Ben keşif sonuçlarının önemli olanlarını anlattım.

Komutan ve albay sırayla piyadelerimizin konumunu daha net öğrenmek için sorular sordular.

- Teşekkür ederim arkadaşım dedi albay. Onun güçlü eli karanlıkta sol elimi yakalayarak kendine doğru çekti. Ay çocuğum çocuğum! dedi. Bana sarılmamıştı ama neredeyse dibine kadar yaklaştırmıştı.

Yüzünü görmek istemiştim. Ama çok karanlıktı.

Telefon çaldı.

- Ben Rusakov diye cevap verdi albay. Dinliyorum Iraklı Georgiyeviç. Geliyorum...General çağırıyor. Beş dakika sonra geleceğim, beni bekleyin dedi Rusakov ve mağaradan çıkarken ekledi. Sen de Kostya...

Geçiş köprüsünü, arkadaşça ağzıma soktuğu sigarayı hatırladım. Savaş yollarında yaptığımız ilk adımların şahidi ile buluştuğumuza sevinmiştim.

Mağaranın çıkışında albay birine bağırdı: "yat" aynı anda tam mağaranın girişinde uğultuyla düşman bombası patladı. Girişin dar mavimsi açıklığı dumanla kaplanmış, burnumuza toz ve duman kokusu vurmuştu. Yakınlarımıza tek tük taşlar ve topaklar düşüyordu. Sonra sessizlikte tekrar denizden dalga sesleri geldi ve birinin kısık korkmuş sesi:

- Albay öldü!dedi

"öldü"...Bu kısa ağır kelimeyi ne kadar da sık duymuştuk ve kendimiz de söylemiştik. Son sigarayı sırayla içtiğin arkadaşınla, içten bir bakışla ve sorularla seni ısıtan arkadaşlarınla, cephede ki üzüntüyü ve sevinçleri paylaştığın arkadaşlarınla kaç kere sonsuza dek vedalaşmıştık. Çatışmada her ölen arkadaşınla birlikte sen de sanki kendinin bir parçasını gömüyordun.

Bu karanlık mağarada kısık sesle söylenen "öldü" kelimesi, bana tüm tabur bağırmış gibi çok daha yüksek sesli gelmişti.

Miroşnik, Rusakov’un yerine gelen yeni komutana bizim çıkartma bölüğü hakkında rapor verdikten hemen sonra biz kendi mağaramıza döndük. Taburumuz deniz kıyısında saldırı birimlerinin ön saflarında saldırıya geçti.

Kafalarımızın üzerinde çift taraflı ateş asılıydı. Bir taraftan faşistler ağır top mermileriyle, makineli tüfeklerle ve havan mermileriyle saldırırken diğer taraftan bizim yolumuzu açmak için önümüze bizim topçular ateş ediyordu. Bizim tarafımızdan gelen top mermilerinin bıraktığı izlerden yürüyorduk. Ateş perdesinin arkasından. Bazen bu perdeye iyice yaklaşıp yatıp bekliyorduk. O zaman top mermileri bizden sadece yüz metre uzakta patlıyordu...Sonra ateş hattı ileriye sonra daha ileriye aktarılıyor, böylece bize yeni ilerleme yolu açılıyordu.

Volodya’nın öz şehri olan Novorossiysk, Karadeniz’in doğu kıyısında ki Hitler’lilerin son kalesiydi. Almanlar tüm gücüyle direniyorlardı ama piyadenin ani saldırıları onların bütün planlarını bozmuştu. Onlar standart topçu hazırlık vuruşlarını ve sonra piyadelerin saldırılarını bekliyorlardı. Beklentileri gerçekleşmemişti. Piyadeler onlara top mermileriyle hemen hemen aynı anda saldırmıştı. Piyadelerin deli cesareti topçularımızın şaşırtıcı isabetleriyle birleşmişti.

Samed Abdulayev kendini göstererek - Ya hannan! diye bağırıyordu ve her el bombasını fırlattıktan sonra işte sizi böyle Stalingrad’da da gebertmiştik diye ekliyordu.

Vasya Grişin ona - Gebertiyorduk ve şimdi de gebertiyoruz diye cevap veriyordu.

Tabi ki bazen birimler birbirlerine karışıyordu. Senin bağırışına tanımadığın bir ses cevap verebilirdi. Bir kenarda atılmış naraları komşular alıp aktararak başka bir kenara gidebilirdi. Yolda başlangıçta ona verilmiş anlamı değişmiş halde sana bambaşka bir anlamla dönebilirdi.

Bir yerde asker savaşta kaybettiği arkadaşını hatırlayarak bağırırdı:

- Grişa için!

Demek ki savaş arkadaşları için intikam dakikası geldiğini hissetmişti.

Ölen sevgilisini hatırlayarak yanında ki askerde sürdürerek - Olga için! diye bağırdı.

Bir anda tüfeklerin kıvılcımları arasında piyade sıralarından da bağırışlar çıktı:

- Şura için!... Luba için!...

Hepsi buradaydı. Bizimleydi. Onlar görünmez askerin ruhunu destekliyorlardı. Birilerini koruyoruz, diğerleri için düşmandan intikam alıyoruz. Ama onların hepsi bize yardım etmek için buraya gelmişlerdi. Sol tarafımızdan bir yerlerden biri bağırdı - Yarim diye bağırınca Samed yanlış anlamış o da - Karım için diye bağırmıştı.

Ama ne kadar sıcak çatışma olursa olsun bazı bağırışlar çok net ve anlamı değişmeden, binlerce kez çağırılıp dolaşınca sana aynı anlamıyla dönüyordu. Onlar içinde memleketimizin kutsal oğullarının duygularını taşırdı.

Topçuların ateş hattını ilerletmesini beklemeyen piyadelerimiz sabırsızlanıp deniz piyadelerinin yakınına fırladılar. Onların orada durumları çok zordu. Son kanlarını dökerek savaşıyorlardı. Bizim "yaşasın" bağırışımız güç versin, destek versin istedik.

- "yaşasın!"

Şimdi sen koşmuyorsun, sen uçuyorsun. Her askerin içinde büyüyen gerilim bu bağırışla patlayarak seni güçlü bir dalga ile sürüklüyordu. Bazen haftalarca beklediğin an bu andır. Çatışmanın bu anlarında her asker kendini diğerlerinden ayrı hissetmiyordu. Onun "ben" çözülüyordu. Ateş şelalesi içinden ileriye doğru koşan ve tam içinden çıkan deli gibi haykırışlar, tek bir şekilde birleşiyordu.

- Yaşasınnnnnn!

Saldıran fırtına gibi "yaşasın" haykırışı, kocaman bir dalga gibi kaynayan güç, savaşın en öfkeli tanrılarından biri olduğunu defalarca kanıtlamıştı.

Yat kulübüne daldığımız anda Hitler’liler silahlarını bırakarak dört bir yana dağılmışlardı. Ateşlerin ışığında bunların peşinden koşan bir denizci gördüm. O koşarken arkasından el bombasını fırlatıp aniden durdu ve bize dönerek ağır ağır topallayarak, sallanarak bize doğru yürümeye başladı. Tamamen kanlanmış sargıyla sarılmış kafasının altında, sadece sadece sağ gözü vardı. Otomatik tüfeği tutan elini sanki sarılmak istermiş gibi kaldırdı ama göğsüyle sol elime düşüp bana yaslandı. Sanki o anda uykuya dalmış gibi. Ona sarıldım.

- Elini çek. Sırtımda sağlam bir yer kalmadı diye homurdandı.

Elimi çektim, avucum tamamen kanla kaplanmıştı.

Yanımda piyade arkadaşlarım denizcilerle kucaklaşıyordu. Ama duygular için zaman yoktu...

- İleri! diye bağırdı biri. Volodya’nın sesi olduğunu düşündüm.

Çok sesli bağırışlar - Vur! Kaçıyorlar. Vur! duyuluyordu.

Denizci bütün ağırlığıyla üstüme düştü. Canının gittiğini anlayarak dikkatlice bir kutunun üzerine oturttum.

- Sen arkadaşım burada biraz dinlen. Sıhhiyeciler şimdi gelir dedim ve ileri doğru koşmaya başladım. Ama arkamdan - Bak sen dinlen ha! Ben de geliyorum. İleri sesi geldi ve o hemen hemen benim yanımda, ağır ve sallanan adımlarla kaçan Almanların peşinden koştu...

Sabaha karşı Almanlar Göbbels’in kendi kaderi için endişelenmeye başlayan Hitler’lilere sakinleştirmek için dediği gibi "stratejik amaçlarla" şehri terk ettiler.

Her zaman ki gibi burada da biz küçük çatışmalara katılmaya, bodrum ve çatı katlarını temizlemeye başladık...

Petya Uşakov, iki sokağın kesiştiği kavşakta demir fenere vurmuş düşmanların arabasına koştu. Kapıyı açıp ayağıyla koltuğun altında görünen popoya bir tekme attı.

- Çık köpek!

Arabadan kollarını kaldırmış, bildiğimiz siyah SS kıyafetli bir subay çıktı.

Korkudan sadece "esir esir" diye mırıldanıyordu. Sergey "dur" diye bağırmaya yetişemeden Petya otomatik tüfeğiyle SS subayının göğsüne mermileri boşalttı.

"Petya. ne yaptın sen’"

Petya Uşakov’un böyle olmuş yüzünü ilk defa görmüştüm: dudakları yamulmuş, bıyıkları dikleşmiş, gözlerinin beyazları kanla kaplanmış, burnu kabarmıştı. Ağır ağır nefes alarak öfkeyle Seryoja’ya baktı. Sonra sessizce faşistin cebinden evrakları çıkarmaya başladı:

- Al. "Golden Fleece" seversin. Bu bizim tütünden, iç dedi ve Volodya Tolstov’un eline kutuyu tutuşturdu.

Kutu Tolstov’a çok ağır gelmişti. Kutuyu açtı. İçinde bir kaç tane saat, yüzükler, küpeler ve kim bilir belki de öldürülmüş ya da canlı insanlardan alınmış altın dişler vardı.

Yıkılmış şehir hala yanıyordu. Hiç darbe almamış bazı evler çok tuhaf görünüyordu. Onlarca sokak dolaştık. Ama şehrin sakinlerini göremedik...Şehir ölmüştü. Her harabe yığını intikam çağırıyordu.

Şehrin güneyinde duran tuğla evin kalıntılarının yanından geçerken Volodya bir anda titrek bir sesle:

- Kostya. Girelim dedi.

Her şeyi anlamıştım. Tüm bu zaman boyunca onunla konuşurken hepimizin kaçındığı konu olan şeyle yüz yüze gelmiştik. Volodya’nın bu şehirde doğduğunu ve annesiyle babasının burada yaşadığını biliyorduk. Faşist ordunun şehre saldırmasından hemen önce annesinin ve babasının kurtulduğunu da biliyorduk. Ama sonra her hangi bir iz bile yoktu.

Şimdi o bu kalıntılara bakarak "bize gidelim" yerine sadece "girelim" dedi. Ama aslında girilecek yer de kalmamıştı ki.

Önümüzde sanki bir antik mezarlık gibi yarısı yıkılmış bir duvarın yanında, tuhaf şekilde yuvarlak, boyalı bir fırın ve moloz yığınları duruyordu.

Volodya - Burada... benim...yaşıyordu...dedi. Dudakları gevşedi ama bu hareketiyle kalbinin sıkıştığı ve ağlamamak için kendini zor tuttuğu belli oluyordu.

Duvarın köşesini inceleyerek eğildi hatta elleriyle dokundu. Sanki bir şeyler arıyordu. Çekinerek utanarak odada ki çöpü elleriyle karıştırdı. Yerde ki mor rengi lekeyi gösterdi.

- Burada kız kardeşim Tanyuşka benim mürekkebimi dökmüştü..."yazmayı" çok severdi. Ama okul için henüz çok küçüktü. Ona çok kızmış poposuna bir kaç şaplak indirmiştim. Görüyor musun burada fırında "b" - baba, "a" anne var ama "v"yi çizmiş görüyor musun. Ona kızdığım için çizmişti. Ancak savaşa giderken barışmıştık. Bak evime yetiştim dedi sırıtarak. Fırını incelemeye devam etti ve bir anda sevinçten fırlayarak bağırdı. - Kostya, Kostya bak! Yine bir şeyler yazmış. Burada. "V", "V", "V". Baksana kaç kere yazmış. Dayanamadı. Sesi titredi.

Onun için sanki yıkılmış şehrin yıkılmış yuvasını görmek, kız kardeşinin hasret ifadesini görmekten daha kolaydı.

Bir saat sonra biz arabada Taman’a doğru çıktığımızda Volodya her zamanki haline dönmüştü. Şakalaşıyordu, gülüyordu. Ama bir kere bile yıkılmış şehrine dönüp bakmamıştı.


VI


Taman yarım adası dünyanın çok güzel ve hoş bir köşesi sayılmazdı. Onun toprağı sürekli çürümüş suyu süzerdi. Liman alanı, toplam alanından fazlaydı. Burada askerin ayakları sürekli batardı. Sürünürken ıslanırdın koşmaya kalkarsan batarsın.... Daha da kötüsü Mart ayında karlar erirken ve sürekli yağmur yağarken buraya gelmektir.

Tüm yarımada üzerinden Alman tankları ve arabaları geçmişti. Sonra bizimkiler. Şimdi bu ada, makinelerin izleriyle çizilmiş kardeş mezarlıkların tepeleriyle, vurulmuş makinelerin kalıntılarıyla ve yanmış tankların kambur siluetleriyle doluydu. Ağır savaş yollarının derine kadar işlemiş izlerinde, bulanık tembel ilkbahar suları akıyordu.

Kafkas ve Kuban bölgelerinin rengarenk güzelliğinden sonra bu üzüntülü yarımadayı buraya bir yerden getirip, Kafkas batı kapısının önüne eski paspas gibi atmışlar diye düşünüyorduk.

Taman yarımadası, Hitler’lilerin henüz işgal etmedikleri Kerçen yarımadasından sadece dar bir boğazla ayrılıyordu. Galiba bizim asker kederimiz, boğazın üzerinden Kırım’a doğru zıplamak için hazırlanıyordu. Kimse bunu sesli ifade etmiyordu ama toprakların son sınırına gelmiştik. Öldürmediğimiz faşistleri denize dökmüştük. İleride saldıracak bir yer kalmamıştı.

Bizim asker düşüncelerimizin doğru olduğu, bize yeni bir şeyler öğretildiğinde kanıtlanıyordu: biz teknede oturduktan sonra yarım daire hareketi yapıp kıyıdan elli metre mesafede duruyordu. Biz ise çabucak kıyıya geçmek ve hemen ateş etmek zorundayız. Kıyafetlerle yüzmek hiçte kolay değildi. Boğulmanın her türlüsü yasaktı. Ölümden kurtarabilecek bazı aletler, bizi hiçbir şekilde buz gibi sudan kurtarmıyordu. Ama en tuhafı, bu yüzmeler esnasında biz hastalanmanın ne demek olduğunu unutmuştuk.

Düşünsene; anneler, eşler, kız kardeşler bu mevsimde kazayla tekneden suya düşüp sırılsıklam halde eve gelseydin ne yaparlardı. Yardımına güncel bilimin tüm güçleri ve atalarımızın tüm ilaçları koşardı. Seni evde her ne varsa yorganların, kürklerin altına koyarlar ve ahududu ile sıcak çay vererek, merhemler sürerek, ağır ağır iç çekerlerdi. Burada ise bir yudum votka, yarın yine yüzme. O kadar. Belki de insanların hastalıklarından yarısı, sadece onlardan çok korktuğumuz için gelişiyordu. Petya Uşakov için çok zordu: O, yanına makineli tüfeğini ve iki kartuşla birlikte el bombalarını almaya karar vermişti. İşte o sudan çıkmış, ateş etmiş ve çabucak soyunarak gömleğini sıkmaya başlamıştı. Kerç tarafından bomba geliyordu. "yat" herkes yatmıştı. Kıyının tam yanında havaya sular sıçradı. Biz kalktık. Pekte temiz değildik ama Petya en şanslımız! çıkmıştı. Yapışkan çamurdan zenci gibi siyah halde kalktı ve öfkeyle hepimizin çok saygı duyduğu bıyıklarından yapışmış kirleri siliyordu.

- Bu resmen ayılık yahu! dedi.

Saldırı sırasında ne tür mermilerle ateş edildiğini anlayabiliyorduk. Hangisinin daha tehlikeli olduğunu anlayıp yere atlıyorsun. Ama böyle tek tük rastgele atılan bombalardan kurtulmak için çok özel bir şans olması gerektiğini düşünüyorduk. Herkes neşelenmişti.

Uzun, zor ve karmaşık şekilde Volodya bilerek şaka yaptı - Bizim çok saygıdeğer başçavuş Konstantin Sartaleev’in söylediği gibi; canım Pyotr Afanasiyeviç, düşmanı derhal tam önünüze koymak gerekir ki bir tekmeyle onu Kırım’a kadar kovabilesiniz, diğer tekmeyle de Berlin’den kovabilirsiniz.

Volodya, deniz yakınında ki bölge sakini olduğu için ve Novorossiysk şehrini kurtarma esnasında bizim deniz piyadeleriyle buluştuğumuz yat kulübünün üyesi olduğu için, müthiş bir şekilde yüzme biliyordu. Gömleğinin göğsünde ki cepleri bile ıslatmadan sudan birinci olarak çıkmış ve kıyafetini ilk o değiştirmişti.

Samed:

- Denizde su gibidir. Sadece çok soğuk olması kötü. Özbekistan’da suda yürümek çok hoş bir şeydir. Soğuğu sevmiyorum ben dedi.

Vasya söz vererek - Olsun Samed. Soğuktan sonra hemen sıcak çatışmaya girersen anında ısınırsın dedi.

Volodya herkesle şakalaşıyordu. Petya’nın bıyıklarına deniz aygırının bıyıkları gibi diyor, benimle dalga geçiyor, Sergey’le Vasya ile şakalaşıyordu. Zonin ile hemen hemen aynı boyda olan Ural’dan ormancı İgor’u bile didikliyordu. Mesela Volodya, İgor derinlik ne olursa olsun asla boğulmaz. Çünkü kafası ne olursa olsun suyun üstüne çıkar diyordu. Ama kimse onun şakalarına kırılmıyordu. Sadece Petya bıyıklarını tarayarak hiç gülmeden ona hırladı ve not defterini silkelemeye başladı. Defterini şapkasına koyduğu için sudan korumuştu. Ama yere düşünce çamurdan koruyamamıştı. Her sayfasını açıp iyice siliyordu.

Volodya hepimizi ısrarla şaka ortamına çekerek - Ne oldu Petya? Hesaplar çamurla gitti mi?

Petya hala öfkeli - Yook. Benim hesabımı silemezsin. Sağlam kalır dedi.

Petya, tablo şeklinde kendi özel hesabını tutardı: askerler, subaylar, arabalar, tanklar. Her çatışmadan sonra çok dikkatli bir şekilde çatışmada ki durumu inceler ve arkadaşlarının teyidini aldıktan sonra, kendi yaptığı işlerle ilgili rakamları defterine yazardı. Hesap çoktan iki yüzü geçmişti. Ama ta ki Novorossiysk’te ki gece çatışmasından sonra hesabına hiçbir şey eklemediğini düşünüyordu. Aslında büyük çatışmada özellikle gece yapılan çatışmada, bizzat kendi öldürdüğün düşmanları saymak çok zordur. Tabi ki defterine bütün bir şehri yazmakta ayıptı.

Petya’mızın savaştan sonra evine son derce sert, ciddi, şakalara kapalı, hem kendine hem insanlara karşı son derece titiz biri olarak döneceğini düşünüyorum.

Seryoja - Nerede çalışırsan çalış. Senin ekip her zaman düzgün olacaktır.

- Seninki olmayacak mı yani. Yok kardeşim. Sende en az şimdi ki gibi çalışacaksın. Hadi Kostya. Annenin mektubunu ona tekrar oku. Şimdi kadınların nasıl çalıştığını hatırlasın. Her kadın üç kişilik çalışıyor.

Petya bu konuda o kadar ikna edici oluyordu ki sanki tüm savaş boyunca kolhozda çalışmaktan başka bir şey düşünmemişti ve yarın tüm bölüğümüz ekime çıkıyormuş gibiydi...

Samed Volodya’ya sordu - Bu Gelendjik nerede acaba. Belki orası daha iyi olacak?

- Sular daha derin, kıyı da daha yüksek

- Peki. Ya çamur?

- Yook. Orada çamur yok.

Askerler arasında bizi tatbikat için Gelendjik’e aktarıyorlar diye dedikodu dolaşıyordu. Bundan anladığımız şuydu: bir yerde bizi yüksek kıyılar ve deniz bekliyor. Ne denizden ne de yüksek kıyılardan korkmuyorum ama Taman yarımadasından gideceğimize üzülme sebebim var. Son günlerde Akbota’nın sesini çok yakından duyuyordum: mektupları ikinci günde bana ulaşıyor. Bu limanlarda ya da o yüksek kırmızı tepelerin arkasında bir yerlerde ki benim Akbota’m. Hatta yakınımdan geçip belki duyar diye Kazakça şarkı söylemeye başlamıştım. En duygusal şarkıları söylüyordum ama şarkı söylemeye sadece sığınakta ve molalarda izin vardı. Belki de bu yüzden Akbota beni duymamıştı.

Böyle rastgele sığınağımızın yanından geçse, bildiği şarkıyı duysa, içeri girse ve askeri tüzükte belirtildiği gibi neşeli bir sesle - Başçavuş rapor vermem için izin verin dese. Ne iyi olurdu.

Ancak karı koca buluşmasında bu tür şekil ne kadar hoş olursa olsun çokta iyi sayılmazdı bence. Mesela karşıma subay paltosu içinde bir hanım çıksa ve o zaman raporlama iznini ben sormak zorunda kalsam o da sus dese! En iyisi bana aynı şarkıyla cevap versin...Yook. Savaş opera değil ki. Bu seçeneği hemen elemek lazım. Onu o kadar çok görmek istiyorum ki içim yanıyor.

Savaş milyonlarca aileyi ayırdı. Bizim yuvamızda bir tek yaşlı annem yaşıyor ve kendini toparlamaya çalışıyor. Abim kuzeyde, ben güneydeyim. Bu durumda buralarda bir yerlerde sana en yakın kişi olan karının yanında olduğunu hissediyorsun ama yine de sanki evde kalmış gibi aynı derece uzakta.

Her zamanki neşeliyle Volodya - Saygıdeğer komutanım benim. Yüzünüzü neyin kararttığını öğrenebilir miyim acaba? dedi.

Ben aynı tavrına uymaya çalışarak - Gerçek savaşçı kalbinin tüm düşüncelerini ve üzüntülerini ezip geçer diye cevap verdim.

Seryoja - Samed, Hoca Nasrettin’i anlatır mısın.

- Sonra. Şimdi yat borusu çalar.

- Yetişirsin. Bak orada kumsalda çocuklar daha sudan yeni çıkıyorlar.

Samed, rahat bir şekil alarak ciddi ciddi anlatmaya başladı.

Sayılamayacak kadar çok Hoca Nasrettin hikâyeleri bilirdi ve müthiş bir mizah duygusu vardı. Onun hikâyelerinde Nasrettin dünya savaşında siperlerde yaşıyor, gözcü olarak keşfe çıkıyor, Hitler’lilerin karargâhına dalıyor ve herkesin bildiği tavukları ve yumurtaları verin hayaliyle, faşistleri su kuyusunda batırıyordu. Dahası Tegeren sokağında Roosvelt’i Churchill ile karşılaştırıp onlara ikinci cephe ile ilgili anlamlı sorular sorardı...

Tadat borusu çaldı. Teknelerden sığınaklara dönmeye başladık.

Bütün bu günlerde ben dikkatlice Samed’i izliyordum. O, bizim mangaya, bizi Novorossiysk’e götürecek olan uçağa binmeden önceki son saatlerde hastaneden gelmişti. Birlikte üç kez keşfe çıkmıştık. Kendini cesur ve akıllı biri olarak göstermişti. Novorossiysk için yapılan çatışmada boylu boyunca kalkarak el bombası atıyor, hedefine ateş ediyor, it dalaşında ise elinde ne varsa onu kullanıyordu.. Uzun, kuru, zayıftı... Mesleğini tahmin etmeye çalıştım: kolhoz saymanı, anaokulu öğretmeni, tarım uzmanı ya da inşaat teknikeri. Gerçekte motorla çayhaneleri ve kolhozları dolaşıp, bir akşamda filmi üç kere ekranda göstermeye yetişen sinema teknisyeni çıkmıştı. Belki de bu yüzden savaş görevlerini ve en küçük görevleri yaparken gösterdiği canlılık, hız ve titizliği bundan kaynaklanıyordu.

Her şeyi özel bir kayıtsızlıkla yapıyordu. Bazen bu kayıtsızlığı önemsemezlik olarak düşünebilirdiniz. Ama tehlike anlarında iki sıra beyaz dişi, arkadaşı için gülüşle parlardı. Sanki onun için hiçbir tehlike yokmuş gibi. Samed herkes ile çok kolay anlaşır, askerce hemen "sen" demeye başlardı. Sadece benimle, kurallara göre düşük sesle, resmi olarak "siz" diye iletişim kurardı. Ama her seferinde keskin kahverengi gözleri neşeli ve samimi şekilde sanki: "sen’e" geçelim mi diyorlardı.

Şakalar için uygun zaman olmadığında bile onun ağzından şakalar çıkardı. Her zaman mutlaka Hoca Nasrettin’i hatırlar ve onun bir deyişini söylerdi. Ama onun şakaları ve gamsızlığı kimseyi sinir etmezdi, hatta tam tersi herkes ona minnettar oluyordu.

Sırada ki yüzmeden sonra sığınağa döndüğümüzde ben ona yaklaşarak, tütün kesesini uzattım.

"köpek ayağını" sarmaya başlayan Samed - Hoca Nasrettin Kuran’ı her zaman dinlememeyi de tavsiye ederdi.

Gözlerini kısmış,direk gözlerime bakarak, tahmin edermiş gibi değil de emin şekilde:

- Anlaşılan o ki, başçavuşum benim ne biçim bir adam olduğumu anlamaya karar vermiş. Doğru mu?

Ben bu kadar direk sorulan sorudan biraz şaşırmıştım. - Yook. Sadece o kadar çok hikâye yi nereden bildiğinizi öğrenmek istedim.

- Çatışma esnasında karşılaştığım eski bir arkadaşımdan biliyorum diye cevap verdi Samed.

- Duyduğum kadarıyla siz Stalingrad cephesinden gelmişsiniz.

- Evet. Var böyle bir şey dedi kısaca ve yüzüne yaşadığı üzüntü yansıdı. Kendisi de bizimle birlikte hatıralarını paylaşmak istediğini hissederek - Neden bize Stalingrad çatışmalarıyla ilgili bir şeyler anlatmıyorsun o zaman. Stalingrad bizim içinde özel şehirdir dedim. Biz Kafkaslarda onun için savaşıyorduk. Anlat dedim.

- Bunu size hiçbir asker anlatamaz, hatta bütün bir alay bile anlatamaz. Generallerden bir tümen toplasan bile belki zar zor becerebilirler dedi Samed.

- Sen kendi gördüklerini anlat.

- O kadar da çok şey görmedim. Bir asker ancak nişan hattında olduğu kadarını görebilir. Üç ay ve üç gün, ben hemen hemen yerimden kıpırdamadım sayılır. Bir evi koruyorduk. Muhteşem bir evdi. Taş kubbeleriyle, betonarme sütunlarıyla, asırlarca durabilirdi. Bizim sağımızda büyük güzel bir tiyatro vardı. Onun arkasında geniş güzel şehir görünüyordu. Önce ben makineli tüfekle çatı katında oturuyordum. Üç gün sonra üst katımız tamamen yıkılmıştı. Biz aşağıya indik. Benim parçalanmış makineli tüfeğimin yerine başka bir makineli koydular. O zamanda çok az görebildim. Tiyatro her şeyi kapatmıştı. Ancak yakınımızda ki sokak kalmıştı. Sonra her gün binamızın bir katı gidiyordu. Böylece bodruma kadar indik. Başımızın üzerinde yarısı düşmüş çatı ve beton sütunlar kalmıştı. Bunları koruyorduk. Sen Semerkand’a gittin mi? Gitmedin mi. Hımm! Aksak-Temir’in savaştan dönüşü şerefine onun en güzel karısı Bibi Hanım, müthiş bir cami yapılması için emir vermiş. Ona bakınca bu mucize güzelliğin çökmesine hep üzülürüm. Ama zaman orda altı yüz yıl boyunca çalışmış. Burada ise gözlerimizin önünde koskoca bir şehir, Bibi Hanım’ın camisinden daha kötü hale gelmişti. Üç ayda taburumuzdan sadece dokuz kişi kalmıştı. İnsanın güldüğü zaman yüzünün nasıl olduğunu unutmuştuk. İnsan şaka yaparken sesinin nasıl çıktığını unutmuştuk. Yedi kişi kaldığımızda Almanlar tam bir taburla bize direk olarak saldırdılar. Komutanım beni yardım çağırmak için gönderdi. Uçan taşlar, döküm ve metal parçaları arasında gece olana kadar koştum. Bana yardım vermediler. Geri döndüğümde Almanların bizimkileri nasılda sıkıştırdığını duyuyordum. O anda benim için en önemli şey ne pahasına olursa olsun arkadaşlarıma sağ salim ulaşmaktı. Çünkü bende onlar için bir yardım sayılırdım...O anda karşıma yaşlı bir arkadaşım çıktı. Kulağıma bir kaç kelime edip beni güldürdü. Bu Hoca Nasrettin idi. Onun dediklerini konuşarak birlikte sokaklarda süründük. Bizimkilere ulaştığımızda onlar üç kişi kalmıştı. Faşistler bastırıyordu. Ama biz Nasrettin’le onları bozguna uğrattık. Nasrettin " ya hannan" diye bağırarak el bombasını fırlattıktan sonra saklandığımız yerden çıkarak tüfekle faşistlere doğru koşmaya başladı. Ben de onun peşinden, çocuklar da benim peşimden. Faşistler kaçtı. Nasrettin onları kandırmıştı. Onlar bizim yeni bir tabur getirdiğimizi zannetmişlerdi. Bundan sonra biz memleket savaş madalyası aldık ve Nasrettin ile asla ayrılmamaya karar verdik...

Samed neşeli ve içten gülümsüyordu. Hikâye sini dinledikten sonra elini sıktım.

- Peki canım Samed. Hoca Nasrettin’i sık sık dürt ki bizimle birlikte savaşsın. Savaşta iyi bir asker her zaman lazımdır.

Asker dedikoduları hayata geçmişti. Şafakta teknemiz en hızlı şekilde standart dairesel hareketini yeni yerde - Gelendjik’in yüksek kıyısının yanında yapmaya başladı.

Volodya bana - Bu sahte Gelendjik dedi ama "sahtenin" ne olduğunu anlatamadan tekneden zıpladı.

Onun arkasından Samed, İgor, Petya, Sergey, Vasiliy... İkinci teknede yaklaşıyordu. Samed ve İgor, ayaklarıyla yürüyerek kıyıya kadar yürüyorlardı.

- Yüzün diye emrettim.

Sabaha kadar denizden üç kez kıyıya saldırdık. Oradan "düşmanın" bulunduğu noktadan "tüfeklerin" ateş sesleri ve "el bombalarının" patlama sesleri duyuluyordu.

Volodya en iyi yüzücümüzdü. Ama Petya her zaman onu geçiyor ve daha hızlı ateş ediyordu. Tıpkı ağır bir yorganın altındaymış gibi buz gibi sudan çıkıp makineli tüfeğiyle herkesten önce "düşmanlarımıza" seri ateş ediyordu. Herkesten en zayıf olanı Seryoja’ydı. En son sudan o çıkıyordu ve taşlara en son o tırmanıyordu.

Hep kendi kendini cesaretlendirerek - Akşam görürüsünüz. Size yetişeceğim. Sadece büyük çizmelerimi değiştireyim yeter diyordu.

Aceleyle kıyafetimizi sıkıp giyindik. Mataralarımızı elimize aldığımız anda dağların arkasından soğuk güneş yüzünü göstermeye başlamıştı.

Samed dişleriyle mataranın ağzına vurarak gülüyordu - Hz. Muhammet şarap içmeyi yasakladı!

Seryoja bir yudum aldı ve yerinde koşmaya başladı. Uşakov hala gömleğini sıkıyordu. Herkes şakalaşıyordu - Daha sık. Bir daha sakın ıslanmasın.

Hepimiz giyindik ve çizmelerimizden suları boşalttık. Vücudumuzda alkolden ısı yayılmaya başlamasına rağmen, dişlerimiz hala takırdıyordu. Isınmak için arkadaşlara gülümsemek en iyisiydi. Gülümsemek; insanın içinde ki alevdir.

Bir anda Samed bilerek sözlerini komik şekilde söyleyerek bir şey anlatmaya başladı - Allah’ın iki tane eşi varmış.

O kadar beklenmeyen bir şaka yapmıştı ki, herkes kahkahalar atmaya başlamıştı.

Bizim kahkahalarımız, çıplak kıyının kayaları arasından yankı yapmış, yakında ki taşlar üzerinde oturan üç kişinin dikkatini çekmişti. Onlar bize doğru yürüdü. Komutan Miroşnik’i hemen tanımıştık. Yanında pilot tulumları içinde iki kişi vardı. "hazır ol" komutu vererek komutanın yaklaşmasını bekledim. Titremelerimizi zor tutarak arkadaşlarım hazır ola geçtiler. O anda hava kuvvetleri yarbayı olan pilotlardan birinde hayatımda ki en değerli insanı tanıdım. Bize Şegen yaklaşıyordu.

Önünde sırılsıklam üşüdüğüm halde geçtiğim iyi yolumdan gurur duyarak duruyordum. Onun gözleri benimkiyle karşılaşmıştı. Hemen ısındım. Subayların üstü olan Şegen "rahat" komutu verdi ve Miroşnik’e:

- Komutanım, burada benim kardeşim varmış dedi.

Yok. Birbirimizi boynuna sarılmadık, öpüşmedik. Hatta birbirimizin omzuna bile vurmadık.

Sadece her biri diğerine başını yaklaştırarak bakınca diğerinin nasıl savaştığını ve nasıl savaşmaya devam ettiğini hemen anlamıştı.

Yollarımız defalarca kesişmiş. Şegen sayılamayacak kadar başımızın üzerinde uçmuş. Bunu o kadar sık yapıyormuş ki anlatmak istediğim her şeyi kendi biliyordu.

Bana karşı eskiden hissettiği duyguları hatırlayan Şegen o arada:

- Sen bu savaşta galiba benim kendi uzayımdan gördüğüm kadarından daha çok şeyler gördün dedi. Ben sustum.

Böylece biz yıllar önce Şegen ile konuşmaya layık olmadığını düşündüğüm konuya gelmiştik.

- Guryev’de ki ilk günü hatırlıyor musun diye sordu bana. Gözlerinde bizim Guryev’de ki bütün bir yazı gördüm.

Gözlerimin önüne ilk defa gördüğüm halde ki şehir geldi: kalabalık, dar, pazar gibi gürültülü. Ben o zamanlar evler birbirine bu kadar yakın konulmuş, çünkü tüm insanlar pazarda yaşıyor ve şehir pazarın ta kendisi diye düşünüyordum. Köyde her şey çok farklıydı. Mesela Kara Murt, Sabit amcayı çağırmak için seni gönderir. Çıktın, önünde kocaman bir bozkır. Sokak yok, yol yok. Tüm alanları direk olarak geçersin. Tanıdığın köprünün üzerinde zıplarsın. Bir de bilerek sırf bağlanmış buzağının üzerinde zıplamak için yolu uzatıp dolaşırsın. Yarı toprak barakanın çatısından koşarsın. Düşününce artık hayret ediyorum. Böyle bir çatı nasıl oldu da içinde yaşayanların kafasına düşmemişti.

Aynen böyle bir barakada ben de yaşıyordum, Şegen de aynı barakada doğmuş ve aynı çocukluğu yaşamıştı. Biz birlikte, yıllar evvel ayrı olarak yaşadığımız anları bile konuşabilirdik. Aramızda o kadar ortak şeyler vardı...

Birbirimizin sözünü kesiyor, sonra da birlikte yaşadığımızı hatırlıyorduk.

- Bizim polis memurumuzu hatırlıyor musun? – biranda aydınlanmış ciddi soğuk gözleriyle sordu Şegen ve cevabı beklemeden hayranlıkla kendi kendini cevapladı. Okumamızı ne kadar çok isterdi!

- O artık bizin kolhozumuzun başkanı!

- Hadi canım. Adresi verir misin? Ben ona yazacağım ve fotoğraf göndereceğim.

Şegen not defterini çıkardı. - A…bak bu arada.. kucağında küçük bir çocukla bir kadının fotoğrafını uzattı. Bunlar eşim ve kızım. Eşim seni en az benim kadar iyi tanıyor. İzindeyken tüm ay boyunca ona çocukluğumuzu anlattım.

Şegen defterine kolhozumuzun adresini sonra da benim adresimi yazdı. Boş sayfayı kopardı ve üzerine saha posta numarasını yazdı. Kâğıdı katlayıp bana uzattı, ben de onu şapkama sakladım.

- Biliyor musun Kostya, bir daha birimizi hiç kaybetmeyelim olur mu? Galiba Berlin’e kadar birlikte gideceğiz… Hadi görüşürüz…diye vedalaştı Şegen.

- Berlin’ de mi?

- Yok. Daha önce. Artık biliyorum ki komşuyuz ve birlikte savaşıyoruz sayılır.

İki gün sonra biz sudan direk kıyıya hızlıca nasıl tırmanacağımızı öğrendik. Seryoja bile diğerlerinden geç kalmıyordu.

Bize yeni kıyafetler verdiler. Çizmelerimizin tabanları o kadar kalındı ki onlarla Berlin’den daha uzağa kolayca gidilebilirdi.

Gece tüm tabur önünde komutan bize, taburumuz ile ilgili başkomutanımızın özel emrini okudu. Bu gece Kerçen yarımadasına çıkarma yapma görevi verilmişti.

Biz emir kâğıdına, savaş görevini tamamlayacağımıza dair asker yemini yazdık.


VII


Gece kaynayan denizin siyah kıyısı. Keskin rüzgâr içimizden geçiyordu. Bu soğuk kükreyen su da daha yüzmemizin gerekeceğini düşünmek bile acıydı. Teknelerin gelmesini bekliyorduk.

Bizden iki yüz metre mesafede duran komşu bölük için Revyakin’in emri duyuldu – Hazır ol!

Biz çoktan hazırız. Askerin hazırlanması çokta zor değildir. Denizde ki rüzgârın uğultusu, motor seslerini kulaklarımıza getiriyor. Geldiler mi? Yook, yanılmışız…

Ben Şegen’e yazarken sığınağa Revyakin girdi. Görevle ilgili konuşmaya gelmişti.

- Siz düşmanın arkasına çıkarma yapacaksınız. Belki bir müddet iletişimsiz kalabilirsiniz…

Revyakin bizi en büyük sürprizlere hazırlıyordu.

Volodya Uşakov’a söylediği şeyi şimdi söyledi: düşmanımızı Kırım’dan sert bir tekme ile kovmak. Bunun için öncelikle köprüde koruma alanı oluşturmak gerekiyor. Bizim görevimiz, Kerçen yarımadasının güney tarafından girmek. Kuzey tarafında çoktan başka bir grup yerleşmişti…

Konuşmayı bitiren Revyakin çantasından birkaç tane katlanmış üçgen şeklinde katlanmış mektupları çıkarttı ve masaya koydu. Bakışının benim yüzümde ki duruşundan bir tanesinin Akbota’dan olduğunu anlamıştım. Revyakin tüm mektupları el yazısından tanımayı öğrenmişti.

Aramızda mektupları dağıttığımızda biri Vasya’nın ikincisi de gerçekten banaydı… Açtığım zaman yerimden fırladım: Akbota’nın mektubu aynı günün sabahı yazılmıştı.

Ravyakin çok anlamlı bir ses tonuyla vurguladı – Cevapları bugün hatta en iyisi hemen yazın dedi.

Biz gayet iyi anlamıştık. Bu tür konuşmalardan sonra operasyon için genellikle çok az zaman kalmış demekti.

Evet, Akbota yakındalarda bir yerde. Belki birkaç yüz metre mesafede. Belki yarın ben onu bulabilirim…

Belki biz bugün hiçbir yere gitmeyeceğiz ne olur? Belki operasyon bugün değil de yarın olacak?

Ama ne olursa olsun abim olarak gıyaben tanıştırdığım Şegen’e emanet olduğunu belirten mektubu yazdım. Şegen’e yazdığım mektupta da Akbota’yı bulmasını rica ettim ve onun adresini yazdım. Hiçbir şeyden utanmadan açık açık anlattım: onun tam yanımda olduğunu bilmek, benim onu bulmak için ne zamanımın ne fırsatımın olmadığını bilmek ne acı verici bir şeymiş. Tabi ki görevimizden bahsetmemiştim.

İki mektubu da bitirip şapkamdan Şegen’in posta numarasını yazdığı kâğıdı çıkardım… Ona bakınca sanki beni yıldırım çarpmış gibi gözlerimi kapattım: bu aynı Akbota’nın olduğu gibi dört haneli bir rakamdı. Sadece rakamdan sonra duran alıştığım "A" harfinin yerinde "D" harfi vardı..

Savaş, bizim birliğimizin konumunu ve türünü birbirimize söylemeyi yasaklıyordu. Ben Akbota’ya keşifçi olduğumu yazmıştım ama.. o kadın olarak daha çok disiplinli olduğu için bana hiçbir şey yazmamıştı.. Ama ben nasıl bunca zaman nasıl olurda kendim düşünememiştim – "rüzgârların komutanı" ve "bulutların sahibi" için orduda başka bir yer olur mu? Onun hava kuvvetlerinde olduğu anlamamak için tam bir salak ve akılsız olmak lazım!" diye kendi kendime kızdım.

Grişin rapor verdi – Birinci çeyrekte plan, yirmi üçe kadar gerçekleştirilmiş!

- Yirmi üç mü? – diye sordum. Ben onun ne dediğini hiç anlamamıştım – Dur, plan ne ?

- Nasıl plan ne? Sen nerden düştün? Üç aylık plan!

- Üç aylık mı?

O kafayı salladı

- Karaganda’da olan! Anlamayacak ne var ki? Fabrikayı çalıştırdılar…

- Aaa, evet, evet. Tebrik ederim…

Vasya "teşekkürler" diye cevap verdi. Karganda ile o kadar kaynaşmıştı ki, benim anlayışsızlığım onu kırmıştı. O, beni memleketimden iyi haberler ile sevindirmek istemişti ve bu mühim haberleri yeterince mutlu karşılamadığımı düşünmüştü…

Ama aklım başka bir yerde idi. Bana kalırsa yarın ben Miroşnik ‘ten izin isteyeyim ve arabayla havaalanına gideyim. Buralarda olduğunu biliyorum, en fazla on kilometre…

Ama aynı anda bizi dizdiler. Tekneleri bekleyerek duruyoruz.

Volodya’ya ne olduğunu anlattım. Artık eşimden uzakta kalmaktan korktuğumu da itiraf ettim. İyice yakın olmamız ve Akbota ile birlikte kurduğumuz "ailemiz", her şeyin yoluna gireceğini dair bir serap oluşturmuştu – ve işte al sana…

Samed söze karıştı – Hoca Nasrettin bir keresinde bana dedi ki "Karısının nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmeyen kocanın durum vahimdir. Ama Allah kocalara böyle sınamaları ne için verir? Kadınlar da kocalarının kederiyle ilgili belirsizliği sevmezler bilsinler diye!"

Samed dalgaların seslerini dinleyip konuşmayı kesti. Evet, bu dalgaların kükremeleri boşuna olamazdı… Bu motorlar…Demek ki tekneler geliyordu…

Motorların sesi yükseliyordu. Bulutların arasından çıkan ayın ışığında beliren siyah dalgalarda ki teknelerin siluetleri göründü. Dalgalar yükseliyor sonra taşlardan korkarak geri çekiliyorlardı.

Tam yanımızda komutan Miroşnik’in emri duyuldu: "Hazırlan!"

Dalga üzerinde asılmış tekne denizden çıktı ve kıyının yanında durdu.

- Ya, hannan! diye bağıran Samed tekneye bindi.

Yanında onun komşusunun – Egor’un kocaman figürünü görüyorum. Güverteye zıplayan diğerlerini de tanıyorum. Hepimiz korkuluklara tutunuyoruz. Dalga tekneyi bizimle birlikte atıyor ama o bizim yükümüzden daha ağır ve daha sağlam oluyor. Komutan teknenin içinde.

- Sartaleev, herkes bindi mi?

- Aynen öyle!

- Gorin, sizinkiler?

- Aynen öyle.

Teknemiz dalgalar kırıldığında onlara tırmanıyor ve sonra dağdan kayar gibi hareket ediyor. Böcek gibi dalganın zirvesine çıktığı zamanda biz bir anlıkta olsa diğer tekneleri görebiliyoruz. Önce biz onları yakından görmüştük ama sonra onlarda farklı yönlere dağılıp görünmez oldular.

Deniz bizim küçük gemimizi yandan, önden ve arkadan vuruyor, yukarıya kaldırıp uçuruma atıyordu…

Samed – Cehennemin dibi, daha derin değildir dedi.

- Gördün mü?

- Kendim görmedim. Hoca Nasrettin oradan mektup yazdı..

Son ipimize kadar ıslandık. Dar alan hareket ederek ısınmamıza izin vermiyordu. Buzlanmış parmaklarımız sıkıca tuttuğumuz korkulukları hissetmiyorlardı. Teknenin kaptanı cesurca dalgaları kesiyordu.

Daha neler yazmış sana Hoca Nasrettin anlat bakalım.

Açık denizde tekneler birbirlerine yaklaşmıştı. Ay ışığında tekrar ne kadar ciddi bir savaş grubumuz olduğunu gördük. Tekneler sertçe dönerek hızla kıyıya doğru gittiler.

Denizin uğultusu ne kadar çok olsa da Almanlar motorların sesini duymuş ve ateş etmeye başlamışlardı. Başımızın üstünde faşistlerin uçakları uğuldadı ve bir anda bizim filoyu aydınlatan işaret fişekleri parlamaya başladı. Kıyıdan ateş yoğunlaşmıştı, top mermileri suları sıçratarak teknelerin arasına düşüyorlardı.

- Ya hannan! Vur!

Samed, nişan almış, tek bir el ateşle üstümüzde ki parlak ışığı vurmuştu.

Teknelerden iz bırakan mermi dizininin ışıklarını söndürmek için ateş ettik. Ama top mermileri ve uçaktan atılan bombalar, çıkarma birimine daha yoğun dökülmeye başlamıştı. Teknemiz hızla kıyıya yaklaşıyordu. Arkamızda fişeklerinin ışığında iki uzun beyaz köpüklü burun uzanıyordu. Tam kıyının yanında ateş duvarı vardı. - Roketler, iz bırakan mermiler, top mermileri ve patlayan bombalardan oluşan. Ama nedense bizim teknemiz bu bölgenin dışındaydı. Sanki bizimle çatışmıyorlardı. Mermiler başımızın üzerinden geçip gidiyor, uçaklar arkamızı bombalıyordu.

Miroşnik sakin bir sesle - Diğerlerinden koptuk. Bu bizim için daha iyi oldu...dedi.

Komutanın düşüncesini anlamak zor değildi. Sıçrayan sular teknenin dışında kalmış, aydınlanmış şeridi geçen tekne yoğun karanlıkta kaybolmuştu. Ateş bölgesini geçmiştik. Tam önümüzde kıyının karartısı vardı...

- Yaralı var mı? diye sordu komutan.

- Sanki yok gibi.

Sadece bir dakika sonra utanma duygusunun üstesinden gelmiş olan Seryoja:

- Bana biraz dokundu galiba... diye söylendi.

Sağ elinden yaralanmıştı. Her tür başka yara bunun kadar bizi üzmezdi. Şimdi asker olabilirdi ama gelecekte biz onu ressam olarak görüyorduk.

- Çok küçük bir yara. Hiçbir şey olmaz dedi mahçup şekilde. Yarasını sardık.

- Aynı tekneyle geri dönüyorsun diye emretti Miroşnik.

Kıyıya çok az bir mesafede teknemiz standart yarım daire hareketini yaptı.

- Atla! dedi komutan ve ilk olarak kendisi suya atladı.

Böylece vedalaşamadan Seryoja ile ayrıldık. Yerine ulaşıp ulaşamayacağını kim bilir. Ne olursa olsun birlikte olmak daha iyiydi. Ondan otomatik tüfeği ve el bombalarını aldıktan sonra sadece Petya ona sarılabilmişti ve hemen sonra kıyının yanında kazanda ki kaynar suya atladık.

Atladıktan sonra ayaklarımla denizin dibini hissetmiştim ama başımın üstü ilk anda bütün hareketlerimi kısıtlayan buz gibi suyla kapanmıştı. İçgüdüsel olarak vücudumu yukarı doğru fırlattım. omzuma kadar sudan çıktım ve bütün ciğerlerimi gecenin havasıyla doldurdum. Dalgalar beni alıp ıslattı, götürdü ama ayaklarımın altında taşları hissettiğim anda ağır bir darbeyle beni geri iterek, derinliklere götürmeye çalıştı. Dalganın bir sonra ki darbesine hazırdım.Beni taşlara doğru sürüklediğinde taşlara tutundum ve dalganın geri hareketinden kaçabildim.

Karanlıkta tam önüme iki kişi çıkmıştı. Anında otomatik tüfeğimi hatırlayarak hazır hale geçtim.

Kısık sesle - Dur! diye kaptan Miroşnik beni durdurdu.

Denizin dalgalarının şeytanlığının herkes kendine göre üstesinden gelerek sudan çıktı. Şapkalar, çantalar, diğer yükler denizde kalmıştı. Sadece tüfekler ve mühimmatlar tamamen korunmuştu. Deniz, birer ve ikişer askerleri bırakıyordu. Son kişilerden biri olan Samed denizden çıktı ve hemen Volodya’ya koştu.

- Ya hannan! diye bağırdı.

Tam önümüzde taşlı, çok dik kıyı yükseliyordu. Tam kafalarımızın üstünde iki Alman makineli tüfeği, sanki istemeyerek aralıklarla denizin ufuğuna doğru ateş ediyordu. Almanlar teknelerin gittiğini görmüş, çıkarma ile mücadele ettiklerini düşünerek ne olur ne olmaz diye öylesine gürültü yapıyorlardı. Aynen bir köydeki köpeklerin komşu köydeki köpeklerin kavgasına tembel tembel havlamaları gibi.

- Burası bir cennet. Sadece Özbek pilavı eksik dedi Samed.

Pilavsız mataramızdan bir yudum aldık.

Daha çok sol tarafımızda bir yerlerde topçuların ateşleri, deniz yönüne devam ediyordu ve hiç azalmamıştı. Denizde artık hiçbir tekne görünmüyordu ve sadece roketlerin ışıklarına, şarapnel patlamalarına ve kıyıdan gelen iz bırakan mermilerin uçuşuna göre çıkarmanın geri teptiği tahmin edilebilirdi. Denizde çatışmak, bizim çıkarmanın ne göreviydi ne de yeterli olurdu.

Kıyıda ki çıkıntının tam altında yüz üstü yatarak komutan Miroşnik’in önerisiyle ilk "savaş konseyini" oluşturduk.

Almanlar şimdi kıyı "taramayı" başlatacak diye bekleyip, dar kıyının iki tarafına birer kişiyi gözcü olarak yolladık. Komutan canlı hatta neşeli bir sesle - Bizim alanın genişliği şimdilik beş metre. Üstümüzde taşlar, arkamızda deniz var. Ne yapalım daracık ama huzursuz değil dedi. Gördüğünüz gibi geri çekilecek yer de yok. Ama saldırmak için istediğiniz kadar yer var. Demek ki biz saldıracağız arkadaşlar. Zaten bu yarımada bizim Sovyetlerin. Bu yüzden Almanlara biz bu toprakların sahibi olduğumuzu gösterelim ki kendiliklerinden kaçsınlar!

Emir ilan edildiğinde verdiğimiz yemini hatırlamıştık. Bizim "savaş konseyi" saldırma kararı verdi.

Tabi ki hepimiz yirmi askerlik bir çıkarma birliğiyle şehri kurtaramayacağımızı anlıyorduk. Ama alanı tutarak bu alandan sonra ki daha büyük bölüklere yardım edebilirdik, tabi ki başımızı kaybetmeden. Şimdi bizim için bu baş, komutan Miroşnik idi. Akıllı ve cesur komutanın yönetiminde ki yirmi kişi, kendi değerini bilen yirmi asker, kocaman bir güç olabilirdi. Buraya gezmek için gelmediğimizi iyi biliyorduk. Belki de burada memleketimiz için hayatlarımızı vermek gerektiğini anlıyorduk ama bu bizim öylesine kolayca ölmeye hazır olduğumuz anlamına gelmiyordu.

Alman kıyı devriyelerinin makinelileri ne olur ne olmaz diye denize ateş etmeye devam ediyorlar arada sırada köyün yanında ki alanı işaret fişekleriyle aydınlatıyorlardı.

Taş kıyının altında biz çizmelerimizden suyu boşaltmak için ayaklarımızı kaldırıp yatarken, paltolarımız biraz kurumuştu. Silahlarımızı kontrol ettik, ateş etmeye hazır hale getirdik. Komutan grubu ikiye ayırdı. Sol gruba kendisi komuta ediyordu, sağ grubu ise bana vermişti.

- Eğer biz çok fazla uzaklaşmadıysak yaklaşık buradan üç kilometre ötede bir köy olması lazım. O köye mermiden daha hızlı ulaşmalıyız. Yarım kilometre mesafede kuzeye doğru bir höyük var. Büyük çıkarma planına göre bizim tabur o höyüğü alacaktı. Aldığımız emre göre hareket edeceğiz. Görevimiz aynı. Köyün kuzey tarafında ki en yüksek noktayı ele geçirmek. Her şey anlaşıldı mı?

- Anlaşıldı komutanım.

Sonra komutanımız her askere özel sloganları söyledi. Bağırırken daha çok ses gelsin diye: "faşist sürüngenlere ölüm!", "Sovyet toprakları için!", "işgalcilere ölüm!", "Kırım için!", "Sevastopol’e kadar ileri!". Komutanımızın kendi sloganı "memleketimiz için" diye bağırmasıyla birlikte tüm askerler, hedefimiz olan höyüğe ulaşana kadar susmayacaklardı.

Ayrıca Miroşnik aramızda komutları da dağıtmıştı:

"Ukraynalı taburu koş!",

"Kazak taburu koş!"

"Özbek taburu ileri!"

Ve bu "taburlarda" birer kişi olması hiç kimseye komik gelmemişti. Biz tam bir alay gibi görünecektik.

Komutan sözünü sonlandırarak - Sessizce ilerliyoruz. Ta ki her hangi bir direnişle karşılaşana kadar. Siz beni takip edeceksiniz dedi.

Mangam ile birlikte komutanımızın belirlediği gibi askerler arasında on metre mesafe bırakarak yürüdük. Bizim solumuzda elli metre ilerde kendi askerleriyle komutanımız yürüyordu.

Yukarıya sessizce çıktık. Ama ilk yüz yarım adımda arı yuvası uyandı ve çatışma başladı.

Komutanımız kendi sloganını bağırdı. Ardından ben dünyanın en uzun komutunu verdim:

- Kaaa-zaaa-kkkkk taaa-buuuu-ruuuu i---le-----ri!

"taburlarımızın" komutanları ayni şekilde emirler vererek herkes "yaşasın" diye bağırdı ve bizim "alay" otomatik tüfeklerin tıkırtıları arasında saldırdı..

Gerçekten de düşmanlarımıza tam bir alay gibi saldırdık. Aynı anda bir sığınak olan hedefimize ulaşmaya çalışıyorduk. Tecrübemize göre höyükte siperler hatta belki de makineli tüfek yuvaları olması lazımdı.

Seslerimiz hiç susmamıştı. Samed tuhaf ve öfkeli şekilde özel kelimelerini "ya hannan" bağırıyordu. Bir kaç tane Alman siperlerini el bombalarıyla yok ederek it dalaşına girmeden, onların üzerinden hedefimize doğru koşmaya devam ettik. Hazırlıksız yakalanmış olan Almanlar, el bombalarını rastgele fırlatıyor ve bunlar bizim bayağı uzağımızda arka tarafımızda patlıyordu. Diğerleri gürültüyle ve patlamalardan korkmuş kaçıyorlardı.

Tıpkı emredildiği gibi "mermi hızıyla" otomatik tüfeklerle etrafı tarayarak köyün sokaklarından geçtik.

Önümüzde gökyüzünün arka planında, hedefimiz olan yüksek noktanın kamburu görünmüştü. Yüksek noktadan iki yerden karanlığa doğru makineli tüfekler ateş ediyordu. Bize sadece bu iki makineli değil sağ tarafımızdan, sol tarafımızdan önümüzden arkamızdan seslerimize doğru el bombaları ve mermiler yağıyordu.

Almanların kargaşası bizi kurtarmıştı: dışarıdan bakılınca gece boyu süren kocaman çatışmanın güçlü kesif ateşi fark ediliyordu ve bu ateşlerin arasında bizim ateşlerimizin payı çok küçüktü. Almanların vuruşları bize yardım etmişti. Düşmanlarımızın yerleşim yeri üzerinden koştuğumuz için arkamızda başlatılmış ateş, kendilerini vuruyordu. Bunlarda onları biz zannedip onlara ateş ediyordu.

Höyüğe kadar o kadar hızlı koşmuştuk ki; makineli tüfekler sadece bizim arkamızda ki izlerimize yetişebilmişlerdi.

Yavaş yavaş uyanan Almanlar, tüm köyü ateş yağmuruna tutmaya başladılar. Daha da sinirlenen Almanlar, tüm yarımadayı ateşe boğmuşlardı. Daha sonra komutan Miroşnik itiraf etti. O da tıpkı benim gibi bir kaç dakika bizim burada yalnız olmadığımızı, peşimizden denizden çıkmayı başarmış diğer askerlerinde koştuğuna dair bir umuda kapılmıştı...

Höyüğün tam dibindeydik ve başımızın üzerinde sadece kazayla atılmış mermiler uçuyordu. Tek bir el ateş etmeden karanlığa bürünmüş halde tırmandık. Sonra deli gibi bağırarak tepeye saldırdık. Bizim otomatik tüfeklerin ateşi altında karanlık siperlerden bir kaç gri renk figür çıktı.

Miroşnik - Yere yatın diye emretti.

Patlamalar oldu, bir kaç el bombasını makineli tüfek yuvasına fırlattık.

Hende Hoh[13] "ya hannan"

Böylece faşist garnizonu yok edilmişti.

- Höyüğün yamaçlarına bir dakika bile ara vermeden ateş edin. İşaret roketlerini bulun, her tarafa dağıtın. Höyüğün onların elinde olduğunu sansınlar.

Volodya ve İgor, Almanların bıraktığı makineli tüfeklerden ateş etmeye başladılar.

- Sartaleev etrafı bir dolaş ve bak bakalım. Ne var ne yok? Sonra da bana rapor ver.

Tüm askerler hızlı ve sıkı çalışıyordu. Mevziyi ölmüş Almanlardan temizlemiş gökyüzüne roketler fırlatılmıştı. Ben Petya ile birlikte konstrüksiyonları inceliyordum. Komutanımız ise sığınağın içinde durumu inceliyordu.

Tepe, çok sağlam donatılmıştı ama henüz tam donanımlı değildi. Betonarme siperlerin ana alanı, yer altı yollarıyla yanlarda bulunan betonarme makineli tüfek yuvalarına bağlanmıştı. Çok derin ve üstü kapalı siperler, otomatik tüfeklilerin gizlenmiş yuvalarına kadar gidiyordu.

Her şeyi raporumda belirttim. Komutan Miroşnik şaşırmış, omuzlarını silkmişti:

- Bu kadar kocaman siperi neden bu kadar ucuza verdiler anlayamadım dedi.

Ganimet mühimmatları sayan Samed - Komutanım, kızmayın onlara lütfen dedi.

Kalan ganimetleri inceleyerek işgal ettiğimiz mevzinin planını bulduk. Kayıplarımızı saydık. Tepeye yedi kişi gelememişti. Askerlerimizin arasında esir düşen olmadığından emindik. Mücadele dolu üç buçuk kilometre için ve böyle bir operasyon için mucize denecek kadar az kaybımız vardı. Bu operasyon, tam donanımlı bir tabur tarafından gerçekleştirilseydi ve askerlerden üçte biri kaybedilseydi bile yine de operasyon müthiş şekilde tamamlanmış sayılırdı.

Komutanımız planda ateş noktalarını işaretlemişti.

Taburumuz, çıkartmanın baş grubu olarak höyüğe bayrağını dikti. Petya paltosundan ona emanet edilmiş olan Rostov İlçesi komsomol komitesi bayrağını çıkardı.

- Komutanım, bizim bayrağımızı mevziye dikmem için izin verin.

- Bekleyelim çavuş Uşakov.

Telefon sürekli çalıyordu.

Komutan Almanların evraklarını inceleyerek - Sartaleev, bana Grişin’i çağır dedi.

Vasya geldi.

- Telefona cevap verin. Siz Obergefreiter Grubbe olacaksınız. Her şey yolunda, saldırı başarıyla püskürtüldü diyeceksiniz.

Vasya telefonu aldı ve Almanca konuşmaya başladı:

- Alo. Aynen öyle... Obergefreiter Grubbe...Evet... Her şey yolunda...Evet...Sesim mi? Ben Grubbe değil miyim? Vasya’nın yüzü asılmıştı. Obertegmen Visberg uyuyor...Evet. Ben Grubbe değil miyim? Ben domuz muyum? Bir anda Grişa Rusça - Hayvan sensin, köpek, Sıkıyorsa gel! diye bağırdı.

Miroşnik yerinden fırlamıştı.- Sen ne yaptığını zannediyorsun? diye bağırdı.

Vasili - İnanmadı bana şerefsiz. Rusça bana küfürler etti dedi ve telefonda bağırmaya devam etti. Ben Bolşevikçim. Sen bir faşist or---- ço..... Sizi ezeceğiz. Esir mi? No, no. Kim olduğumuzdan haberin bile yok. Bir şey olmaz. Yeterince gücümüz var bizim. Ne? Sensin salak. Önce höyüğü ele geçir, sonra konuşuruz. İpin herkese yetmez. Birazcık kendine bırak.

Miroşnik - Tamam yeter. Cehennemin dibine gitmesini söyle diye emretti.

Grişin iyice coşmuştu. - Generalimiz ne dedi biliyor musun?... git. Sonra telefonu kapattı, Miroşnik karşısında hazır ola geçerek - Özür dilerim komutanım dedi. Miroşnik boş ver der gibi elini salladı.

- Uşakov! Sovyet bayrağını asmak için izin veriyorum dedi.



VIII


İlk gecemiz şüpheli bir sessizlikte geçti. Durumumuzda yeni bir şeyler yoktu.

Dünyada olabilecek en küçük adanın ortasında, etrafta neler olduğundan ve yarın sabah ne olacağından haberi olmayan bir avuç Sovyet askeri kalmıştı.

Çıkarma tamamlanmamıştı. Teknelerimiz battı mı, kovuldu mu, geri döndüler mi yoksa denizin dibindeler mi bilmiyorduk. Bize doğru tek bir bile ateş edilmemişti. Sadece etrafımızı sarmış düşman dünyada, çok nadiren işaret fişeklerinin renkli ışıkları uçuyordu.

Mevzinin merkez odasında yedi kişiydik.

Samed, dar pencereden bakarak - Onlar ışıkları salıyorlar dedi.

Ona kimse cevap vermemişti. Herkesin düşüncesi bambaşka şeylerle meşguldü. Hepimiz sanki yerlerimize kök salmış gibi sessizce ve kıpırdamadan oturuyorduk.

Daha dün herkes bizim yeni çizmelerimizle Berlin’e kadar gideceğimizi hayal ediyordu. Şimdi ise biz, alışmadığımız bunaltan sessizlikte Sovyet dünyasından kopmuş halde oturuyorduk. Herkes uyumak istediğini göstermeye çalışıyordu ve aslında daha güçlü, daha mücadeleci olmak için uyumak lazımdı. Üstelikte iki saat sonra yuvalarda nöbet tutan askerleri değiştirmek gerekiyordu. Ama uykumuz yoktu.

Samed, Volodya’ya - Nasrettin Hoca bir keresinde bana; düşündüğün şeyi düşmanda düşünebilir. Mesela arkadaşım sen şimdi ne düşünüyorsun? diye sordu.

- Almanlar bizim son dakikalarımızı saydığımızı ve bizim onların ceplerinde olduğumuzu düşündüğünü düşünüyorum.

Samed itiraz etti - Ay ay ay!Asla düşmanın senden daha salak olduğunu zannetme. Düşmanın salak değildir. Düşmanında böyle bir cepte kendi elini kaybedeceğini bilir dedi. Sonra kendi özel ses tonuna geçerek, sen canım benim Volodya’m. Korktuğun için böyle konuşuyorsun. Ama Hoca Nasrettin ne demiş; " kendini düşmanın için korkutucu göstermek istersen, öncelikle kendin korkmamalısın" dedi.

Vasya sırıtarak söze karıştı - Ya hakkımızda bir şeyler söyledi mi?

- İşte bunu söyledi ya.

İgor Samed’e - Senin bu hocan kendisi hiç savaşa gitmiş mi? diye sordu.

İgor, daha önceleri asla akıllı şakacının ismini duymadığı için Nasrettin’in kim olduğunu bir türlü anlamamıştı. Aslında bende bir Kazak olarak ne olduğunu hemen anlamamıştım. İlk başlarda ben, Samed her seferinde hocanın söylediklerini hatırlayınca bunları bende çok duyduğumu, halk arasında çok yaygın hikâyelerden aldığını düşünüyordum. Zamanla yanıldığımı anlamıştım. Samed alıntı yapmıyordu. O, Hoca Nasrettin’i kendisi yaratmıştı. Daha doğrusu atalarımızın yarattığı kahramanın görünüşü, yeni özelliklerle donatmıştı. Galiba aynı bu şekilde, yüzyıllarca cesur akıllı insanların ağzından dürüstlüğü seven, despotlardan tüm benliğiyle nefret eden, saf, kurnaz, neşeli, filozof, her zor işte insanların gücü ve güvenilirliğini korumaya yardım eden kişi olan Nasrettin doğmuştu. Artık bizim Samed Hoca Nasrettin’i askerliğe davet etmişti ve o da ağır askerlik hayatında bize yardım ederek, halkına dürüstçe hizmet veriyordu.

Samed İgor’a şöyle dedi - Yaa! Hoca Nasrettin öyle bir savaşçıydı ki; tüm hayatı boyunca binlerce kişi ile savaşmıştır. Hem de tek başına. Hiç kimseden korkmazdı.

İgor hayranlıkla - Yaa, öyle mi! Galiba kahramanlık madalyası almıştır. Tabi ki kahraman ise neden korkacak ki dedi.

Samed onu didikliyordu - Sen kahraman değil misin?

- Nerde. Benden kahraman olmaz. Karımdan bile korkuyorum. O bi kızdı mı; hemen evden ormana kaçıyorum dedi İgor.

Volodya sırıttı - Ormanda ayılar var ama dedi.

- Ayıdan bir şey olmaz. Ben üç tane ayıyı bıçakla doğradım, beş tanesini tüfekle vurdum.

Petya’nın ilgisini çekmişti - Tek başına mı ayı avına çıktın?

- Ben ayı avına kadınımı da götürecektim yoksa! dedi ve sözünü bitirdi. Onun salamı da çok güzel oluyor dedi.

- Keşke burada da olsaydı.

- Ama Hoca Nasrettin, ulaşamayacağın şeyi hayal etmeni tavsiye etmiyor. Kerçen yarımadasında ayının bir parçasını bile bulamazsın dedi.

- Sabah kuru ekmek vereceğim size dedim. Komutan dedi ki; stoklarımız her birinize sadece üç yüz gram vermeye yetecekmiş.

Petya - Kaç gün yeter? diye sordu.

Çok tehlikeli bir soruydu. Garnizon için gıda stokları savaş sırrıdır. Ama benim çocuklarımdan bunu mu saklayacaktım. Bunlar çok güvendiğim ve tecrübeli askerlerdi.

- İki gün yetecek malzememiz var dedim.

Petya oldukça kararlı - O zaman porsiyonlarımızı azaltalım. Üç gün yetsin dedi.

Samed sırıtarak - Mataralarımız da bize daha iki gün verir. Al sana beş gün dedi.

- Ya su? diye sordu Volodya.

- Su mu? Hoca Nasrettin demiş ki; su yoksa saksaulu düşün. Çölde yaşıyor, suyu bilmiyor ama yinede dayanıyor ve büyüyor.

Herkes söylediklerine katıldı.

Ben kendi kendime sordum. Bu neydi acaba. İki gün fazla yaşama isteği mi veya iki gün fazla savaşma isteği mi. Aslında boş bir soru. Şegen’in dediği gibi - "metafizik"

Ne taraftan bakarsan bak, hayatın bir fazla günü, savaşın bir günüdür.

Sabah konumumuzu tespit etmiştik. Antik Kerçen şehrinin etrafında ki deniz kıyısında, geniş daire şeklinde duran bir kaç höyükten birinin tepesindeydik. Her höyükte aynı siperler olsa da bizimki avantajlıydı. Çünkü diğerlerinden üstte ve merkezi konumdaydı.

Biz gece boyunca kıyıdan çok uzaklaşmıştık diye düşünüyorduk. Ama höyüğün tepesinden deniz çok yakından görünüyordu. En fazla bir kilometreydi. Eskiden höyüklerden denize kadar kolhoz bahçeleri görünürmüş. Bizim kuzey tarafımızda kel bir adamın tepesi gibi soğuk göl görünüyor, doğu tarafında ise Kerç şehri bulunuyordu. Perişan hale getirilmiş, kasıp kavrulmuş mahalleler, Hitler’in ülkemizi çöle dönüştürmek istediğini yüzüncü kez kanıtlamıştı.

Bizim ele geçirdiğimiz köyün etrafında törenle Alman askerleri yürüyordu.

İgor şaşırmıştı - Burası cephe ama onlar yürüyüş yapıyorlar dedi.

Miroşnik ele geçirdiğimiz dürbünle bakarak anlattı:

- Bize korkmadıklarını göstermek istiyorlar. Galiba bizim gece ki öfkeli "taburlarımızın" gerçekte ne olduğunu anladılar dedi. Petya sinirle makineli tüfeği sıkıca tuttu. Serseriler dedi.

Höyüğün etrafında onu korumak amacıyla yapılmış iki sıra siper vardı. Şimdi bunlar kuşatma halkasına dönüşmüştü. Almanlar buraya doğru yürüyorlardı.

Düşmanı bu kadar yakından görüp ateş etmemeye alışık değildik. Hepimiz makineli tüfeklerin yanında ateş etmeye hazır pozisyonu aldık "ateş" komutu beklemeye başladık. Ama komutanımız sakince tam tersine bir komut verdi: Dur! Onlar ateş etmemizi istiyorlar. Biz susabildiğimiz kadarıyla susacağız. Anladınız mı.

- Anlaşıldı komutanım.

Komutan izlemeye devam ediyordu. Sonra kafasını salladı. Elinde ki dürbünün vidasını daha sinirli şekilde çevirmeye başlamıştı.

- Lanet olsun! Burada neler oluyor, lanet olsun! Dürbünü başka bir noktaya çevirerek tekrar, neler oluyor?dedi.

Cesaretimi toplayıp sordum - Komutanım ne oldu?

- Höyüklerin tepelerine bak dedi. Her tepede tıpkı bizim tepede olduğu gibi bizim kırmızı bayraklar dalgalanıyordu. Demek ki faşistlerin kargaşası boşuna değilmiş. Demek ki biz kendi bağırışlarımız ve ateşlerimiz yüzünden diğer teknelerde ki arkadaşlarımızın öbür höyüklere saldırdığını duymamıştık.

- Andrey Denisoviç. Her yerde bizimkiler. Yaşasın! bizimkiler. Tüm höyüklerdeler diye bağırdım.

Arkadaşlarımda kendi gözleriyle görmek için ateş noktasında ki deliklere hücum edip - Yaşasın diye bağırmaya başladılar.

Komutan dürbünün vidasını çevirmeye devam ediyordu. Zayıf sinirli parmakları sabırsızca hareket ediyordu.

Nihayet - Saçmalık. Bunlar sahte. Bu kadar mevziyi bizimkiler kapmışsa Almanlar bu kadar rahat hareket edemezlerdi. Bizden korkarlardı! dedi.

Ben onun bu fikrine çok şaşırmıştım. - Kendilerinin mi kırmızı bayrak astıklarını düşünüyorsunuz? Ne için? diye sordum.

- Belki büyük çıkarmayı bekliyorlar. Bizimkiler gelince bizim nerede olduğumuzu anlamasınlar diye. Yani kartları karıştırmak istiyorlar.

Samed çekinerek - Hoca Nasrettin her karttan koz ası yapabilirdi.

Komutanımıza Hoca Nasrettin’i anlatmaya çekiniyordu. Ama komutanımız çoktan Hoca Nasrettin’i tanımıştı. Üstelikte bu çok tecrübeli arkadaşına sempati de duyuyordu ve savaşla ilgili onu kullanarak onu tabura bile kaydetmeye hazırdı.

Samed’in ses tonuna uyan komutan - O zaman bizde Hoca Nasrettin’den bir şeyler öğrenmeye çalışalım. En önemli şey gözetlemek. Tepelerden birini sıkı gözetleme altına alalım. Hadi yoldaş Samed, işte burada oturun ve gözlerinizi ayırmadan bakın.

Samed gözetleme noktasında ki yerini aldı.

Aslında hepimiz etrafımızda neler olduğuna bakıyorduk. Şimdi bizim tek işimiz gözetlemekti.

Bir anda Almanların arasında hareketlilik oldu. Koşmaya başladılar. Ufuğa bakıyorlardı. Uçak! Bizimkiler! O anda yarımada gürültüden titredi. Bir keşif uçağı uçuyordu. Etrafında uçaksavar mermilerinin patlamalarından pamuk bulutları gibi beyaz duman kalkıyordu...Uçak manevra yapıyor, bir anda yüksekten aşağıya doğru inip höyüklerin üzerinden geçiyor, yukarı kalkmadan toprağa yakın deniz tarafına doğru gidiyordu.

Keşif uçağının numarasını görebilen Grişin - kırk üç on iki diye bağırdı. Öyle bağırmıştı ki sanki eski bir arkadaşını görmüştü.

Kendimizi tekrar herkesin terk ettiği bir adada değil, yenilmez kızıl ordunun ortasında olduğumuzu hissetmiştik.

Keşif uçağı tekrar fırtına gibi geçerek uzaklaştı. Sanki pilotun bağrışlarını duyuyorduk: "Neredesiniz arkadaşlar?"

Miroşnik - En tepeye bir işaret koymamız lazım. Almanların anlamayacağı bir işaret olması lazım dedi.

Volodya dışarı çıktı. Yabani otlarla kaplanmış tepeye tırmanmaya başladı. Bandajlardan alayımızın numarasını yazdı. Bu numarayı Almanlar asla bilemezdi.

Almanlar fark etmemiş, Volodya sapa sağlam aşağı inmişti.

Keşif uçağı yüksekten tekrar geliyordu. Uçaksavar mermileri arasında daireler çizdi, höyüklerimizin üstünden zor görünebilecek şekilde kanadını salladı ve doğuya doğru uzaklaştı.

- "Gördüm sizi" dedi bize.

- "Günaydın" dedi. Çocuklar böylece keşifçinin sinyalini çözmeye uğraşıyorlardı.

Tabi ki hem onu hem de bunu söylemişti. Hatta bu merhabalaşmadan daha fazla bir şeyler söylemişti. Öyle bir şey söylemişti ki; kelimelere sığdıramazdın. Anlamak için binlerce düşman tarafından sarılıp, bu höyüğün tepesinde oturman lazımdı.

Yaklaşık günün yarısı olmuştu. Şehirden bizim tepeye doğru faşistlerin bir tankı çıktı. Üzerinde "iyi niyetli" beyaz bir bayrak vardı.

Savaş esnasında faşistlerin "iyi niyetleri" hakkında çok şey duymuştuk ve gerçek huylarını iyi biliyorduk.

Komutan - Ateşkes elçisi... Kabul etmek lazım. Grişin hazırlan dedi.

Vasya yakasını düzeltti, toparlandı, aramızda tek kalan şapka olduğu için Volodya’nın şapkasını taktı ve cebinden çıkardığı cep aynasında kendine baktı.

Komik şekilde büyümüş tüylerine bakarak - Çok ayıp dedi.

- Ehh! keşke dün traş olsaydın dedi Volodya.

Komutanla birlikte mevziden aşağıya yaklaşık beş metre kadar indiler.

Petya korkarak - Bizimkileri vurmazlar mı diye sordu?

Samed - Beyaz bayrakla mı? diye şaşırmıştı.

- Faşistler ya. Onlar için beyaz bayrak nedir ki.

- Ne olur olmaz el bombalarını hazırlayın dedim.

- Ben de bu ateşkes elçisinin kendisine nişan alayım bari diye cevap verdi Volodya.

Tankın kapağı açıldı ve içinden bir subayın kafası göründü. Bu kafayı Rostov’da ki fabrikada beni ısıran "gözlüklü yılanın" kafasına benzettim. Bu yılan hafif gülümseyerek sanki gerçekten bize günaydın dermiş gibi nazik bir sesle konuşmaya başladı:

Vasya tercüme ediyordu - Bizim Alman komutanlığı ile müzakerelere başlamak isteyip istemediğimizi sordu.

Komutan, sözlerini bizimde iyice duyabilmemiz için yavaş ve yüksek sesle konuşuyordu - Söyleyin ona çavuş...Hükümetimizden faşist Almanya ile barış müzakereleri yapmak için yetkilendirilmediğimizi söyleyeyim.

Alman subay tatlı bir gülümseyişle alkışlar gibi bir hareket yaptı.

- Bravo, bravo! diye bağırdı. Sonra uzun ve karmaşık sözler söylemeye başladı.

Ama Grişin çok kısa tercüme etmişti.

- Teslim olmamızı istiyor köpek.

- Berlin ile ilgili bir şeyler söyledi ama.

- Bizi uçakla Berlin’e göndermeye söz veriyor.

- Söyle ki; kendimiz oraya en kısa zamanda geleceğiz. Biraz beklesin.

Vasya özel bir gururla açık açık komutanımızın sözlerini iletti. Subayın yüz ifadesi değişmişti. Gülümsemesi yerini üzüntü ve acıma hissine bırakmıştı.

- Ben size dünyanın en kıymetli şeyini önerdim. Hayatınızı kurtaracaksınız. Yoksa hayatınızın sizin için bir değeri yok mu?dedi subay.

- Hayatımız bizim için çok kıymetli olduğundan dolayı teslim olmuyoruz. Hatta Almanya’ya gelip hepinize hayatın ne kadar değerli bir şey olduğunu iyice anlatacağız dedi komutanımız.

Subay donmuştu. Kol saatine bakarak güçlü taraf olmanın ses tonuyla:

- Bir saat. Düşünmeniz için tam bir saat veriyorum dedi.

- Biz buraya bir saatliğine gelmedik. Biz bu ülkenin sahibiyiz. Yerleştiğimiz höyük nihai olarak ve sonsuza dek Hitlerin işgalinden kurtarılmış, konu kapanmıştır dedi sertçe Miroşnik.

Subay elini sallayarak kapağın içinden girdi. Aynı anda komutanımızın durduğu alttaki sipere, makineli tüfeklerden yaylım atışı başladı ve komutanımız sallanıp düştü.

- Ateş diye bağırdım.

Petya bir deste el bombası attı, Volodya ve ben otomatik tüfekle ateş etmeye başladık ama kapak kapanmıştı.

Kimseye özellikle seslenmeden - Tankı yok edin diye bağırdım. Maalesef bu bağrışımla da komutanlığı teslim aldığımı ilan etmiş oldum.

Herkes emri yerine getirmek için siperden çıkmaya başladı - Dur! Hepiniz nereye diye bağırmak zorunda kaldım.

Üstteki siperden bağıran Petya - Ben.

- Git! dedim.

Petya bir kerecik atlamayla eski hendeğin içinde ki otluğa ulaşmış, motorunu çalıştırmış tankın hemen dibinde bitmişti. Bu noktada tankın makineli tüfeğinin ateş alanının dışındaydı ama kendisini atacağı el bombalarının parçalarından saklanamayacaktı. Bunu hiç düşünmeden el bombalarını tanka doğru fırlattı ve başını ellerinin arasına alarak yere yattı. Tank patlamadan dolayı olduğu yerde dönmeye başlamıştı. Uşakov tanka yaklaşarak yumruklarıyla demir duvara vurmaya başladı.

- Çık faşist köpeği! Senin Berlin’e dönemeyeceğin kesin!

Yukarıdan subayın kendisine el bombası atmaya hazırlandığını görünce ben - Petya yat diye bağırdım.

Petya yüz üstü yattı. Öfkeden ağlayacak gibiydi. Volodya el bombasını tutan askeri vurdu, el bombası tankın öbür tarafına düşerek orada patladı.

Koşarak aşağı indim. Komutanımız göğsünden ve omzundan yaralanmıştı. Kesik kesik ve boğuk nefes alıyordu. Ona doğru eğildim.- Komutanım! Andrey Denisoviç! diye bağırdım.

Büyük siyah gözleriyle bana gayet ciddi baktı, göz kapakları kapandı ve bir daha da kıpırdamadı. Nefes almıyordu. Biz İgor ile birlikte onu yukarı taşıdık.

Samed - Geldiler dedi ve kafasıyla ileriyi gösterdi. Gözetleme deliğinden baktım.

Otomatik tüfekleriyle höyüğü ateşle tarayan faşistler, her taraftan bize doğru geliyorlardı.

Bize doğru koşuyorlardı. Onları şimdi biçme zamanıydı ama kendi güçlerimizi ifşa etmemeliydik. Üstelikte Petya şimdi kalkamazdı. Ancak saldırıyı püskürtebilirsek yukarı gelebilirdi.

Üç tane otomatik tüfeğin hedeflere doğru ayarlanması emrini verdim ama daha yakına gelmelerini beklemelerini söyledim.

- Batı tarafından saldıran bir grup tüfekli var.

- Kuzeyden de.

- Doğudan da.

Her komuta noktasından yeni haberler geliyordu.

- Görüyorum. Dayanın!

Samed ve Volodya tankın önünde otuz metrelik mesafede nişan aldılar.

Ben de makineli tüfeğe sıkıca yapışmış bekliyordum.

- Güneyden de.

- Gördüm.. Dur!

Aman tanrım! Sen de kimsin. Bu cesur adamların hayatını sırf kurtarılmış memleketin bu küçücük kısmını düşmana vermemek için boş yere harcamaya aklının soğukkanlılığı yetecek mi senin. Komutan demişti ki; biz bu höyüğü faşistlerden sonsuza dek geri aldık. Verdiği söz çelikten sert olmalıdır. Çünkü o verdiği sözü tutardı.

- Ateş!

Biz tam onların yüzlerine ateş ettik. Düşüyorlardı lanet olasıcalar. Ama yine de kalkıp ileri koşuyorlardı.

Gerekli olmayan yerde ama sırf askerlerin moralini yükseltmek için - Ateş! Faşist köpeklere ateş. Haydiii! diye bağırıyorum.

Son bağırdığım komut tüzüğümüzde yoktu ama yardım ediyordu.

Sol kanattan - yaşasın sesleri duyuyorum. Orada ki tüfekçiler korkup kaçmaya başlamışlardı. Hepimiz bağırdık - yaşasın.

Petya faşistlerin şaşkınlığından ve kaçmalarından faydalanarak elinde son kalan el bombasını arkalarından fırlatarak, hendekten sipere doğru atlamayı başarmıştı.

makineli tüfeklerin yanında her tarafı görecek şekilde birer kişi bırakarak ikinci Kerçen "savaş konseyini" topladım.

Otomatik tüfeklerin mühimmatları azalmıştı. Ele geçirdiklerimizde çok azdı.

Volodya - Otomatik tüfeklerden tekli ateş etmemizi önerdi.

Samed - makineli tüfeklerden sadece hedef gözeterek ateş etmek lazım dedi.

Kuzey tarafından el bombası mesafesine yaklaşabiliriz. Orada ki siper el bombası atmak için çok rahat. makineli tüfek için kuzeyde bir şarjör yeter. Ben orada bombalarla otursam ne iyi olur dedi şakayla Petya.

"konseyin" kararı, ana maddeler halinde bunlardı.

Küçük "cephemizi" batı, kuzey, güney, doğu kısımları olarak bölmek zorunda kaldık. Her tarafta üç-beş arası asker vardı. Ayrıca biz müthiş çalışan Alman telefonunu da kullanıyorduk. Tüm noktalar merkezle bağlantılıydı.

Faşistler yeniden saldırıya geçtiler.

Samed - Hoca Nasrettin "Ter akmadıysa çalışmamışsın demektir" dedi.

Almanlar kuzey tarafından höyüğün üstüne doğru tırmanmaya başlamışlardı bile. Petya iki askerle birlikte el bombalarını yan yana dizmiş bekliyordu. Tam o anda denizin üstünden çok uzaklardan gelen bizim bombardıman uçaklarımızın ağır uğultusundan hava titremeye başlamıştı.

Onlara karşı küçük gruplar halinde hafif Alman uçakları havalanmıştı. Bizim bombardıman uçaklarımız yaklaştığı anda etraflarında sayılamayacak kadar çok savaş uçakları dolu olduğunu gördük. Almanlar mücadele için cesaret edemediler, batıya doğru dönerek ortadan kayboldular.

Betondan yapılmış makineli tüfek yuvasına - ateş noktalarını böyle adlandırıyorduk - gittiğimde Volodya - Hatırladın mı Kostya. Onlar bize kırk birinci yılda nasılda baskın yapmıştı. Şimdi kuyruklarını kıstırıp kaçtılar dedi sevinçle.

Höyüğün etrafında ki Alman siperlerini bizim bombardıman uçaklarının nasıl paramparça ettiğine baktığımda, kalbim deli gibi çarpıyordu. Daha! daha! Uçaklar düşmanları arıyordu. Biz korugandan nereye bomba atılması gerektiğini daha iyi görüyorduk. Sabahtan beri nerede karargahları var nerede havan topları var gözlemlemiştik. Komşu höyüklerden birinde kesin bizim siperlere çok benzeyen bir tane vardı.

- Volodya, iz bırakan mermilerle orada ki höyüğü göster diye bağırdım.

Volodya şeridi değiştirerek kırmızı mermileri upuzun sıraya dizdi.

- Bir daha, daha uzun!

Ateşten dere havada aktı.

Başarmıştık! Bombardıman uçaklarımızın bir grubu ayrılmış ve gösterdiğimiz höyüğe peş peşe bir kaç tane bomba bırakmıştı.

Volodya desteklercesine - Şimdi karargahlarına. Okulun bahçesine. Oraya doğru işaret fişeği fırlattı. Uçaklar orayı da vurdu. Daha, bir daha! Bina yanmıştı. Faşist subayların nasıl da koşarak kaçtıklarını görüyorduk.

Önümüzde ki her şey sanki ölmüştü. Hitler’liler deliklere saklanmıştı.

Aynı şekilde havanların bulunduğu yeri de gösterdik. Bir kaç bomba da oraya düştü. Ben sanki Şegen ile konuşuyor gibiydim. O da söylediklerimi dinliyor ve benim düşündüğüm şeyleri yapıyordu.

"Şegen, sen beni duyuyor musun?"

Duyuyordur. Havadan görmenin mümkün olmadığı üç tane çok iyi gizlenmiş sığınakları paramparça ettiler. Bomba darbelerinden yeraltından toprakla birlikte keresteler, ahşap plakalar havaya uçtu. Ben bombaların daha yakında patlamasını, içinde gözlüklü yılanın olduğu yaralı tankı patlatmasını, uçaklar gider gitmez tekrar saldıracak Almanlarla dolu bu siperleri vurmalarını çok istemiştim...

Birlikte yaşadığımız çatışmayla ilgili Şegen’in Akbota’ya anlatacağı çok şey vardı.

İgor, hava kuvvetlerinin işine hayran kalmış - Evet. İşte böyle diye bağırıyordu.

"Elveda Şegen!Sen beni duyuyor musun?"

Uçaklar gitmişti. İçimizden yalnız olmadığımızdan, etrafta duran basit bir bölük olmadığımızdan, Hitler’lilerin cephe arkasında Sovyet ordusunun sağlam duruşundan emin olmuştuk.

Almanlar akşama kadar daha bir kaç kere bize saldırmayı denediler ama onları biçen makineli tüfek ateşinden geri kaçtılar.

Güneş batmadan hemen önce Almanların böyle bir saldırısı esnasında tekrar bir grup "şahinlerimiz" gelmiş ve pike yaparak bize saldıran faşistleri biçmişti. Arkadaşlarımız sanki bize dayanmamız lazım olduğunu ve bize burada ihtiyaçları olduğunu söylüyorlardı. Bu bize destek vermişti. Ama yine de çok yorulmuştuk, açtık ve ölümüne susamıştık.

Güneş karabulutun arkasına girmişti. Denizde kabaran dalgalar çıkmıştı.

Volodya kısık sesle - Fırtına geliyor. Böyle bir havada tekneler çalışmaz. Bu gece çıkarma olmayacak dedi.

Karanlık basmadan önce topçu birliklerinin saldırısı başladı. Ağır top mermileri peşi sıra sığındığımız beton sığınağın etrafına düşüyordu. Etraftaki her şey metal parçaları ve toprakla kaplanmıştı. Sanki gökyüzünden demir ve taş dolu kum yağmuru vardı. Ama o anda piyadelerin saldırılarından korkmaya gerek yoktu.

Ben ateş ettiği delikten ayrılmayan Samed’i ve Volodya’yı çağırdım. - Hadi çocuklar. Alt katta dinlenelim biraz. Orada bu kadar gürültü yok. Yoksa sağır olacağız dedim.

Disiplinli ve uslu Samed elini sallayarak - Bi dur başçavuşum, ben gitmem dedi.

- Niye gitmiyorsun? diye şaşırıp sordum.

- Tankı izliyorum. Kapak iki kere birazcık açıldı. Ateş altına çıkmaya korktuğu belli. Çıkar çıkmaz ben onları indireceğim.

- Ne kadar bekleyeceksin?

- Bir kere Hoca Nasrettin arkadaşı için tavuk çorbası yapmış. Sonra yumurta üzerinde kendisi oturmak zorunda kalmış. Ta ki civcivler çıkana kadar. İşte bende böyle oturacağım...

Tepeyi peş peşe iki saattir vuruyorlardı. Ama bu beton toprağa iyice girmişti. Becerememişlerdi ve gece tekrar saldırıya geçtiler.

Ben şöyle önerdim - İşte bakın ne kadar çoklar. Top mermilerinize acımayın. Tüfek mermilerini daha az harcayalım.

Bir anda peş peşe iki patlama sesi gelmişti. Samed deli gibi bağırıyordu - Civcivler, civcivler! Onlar benim karanlıkta görmediğimi sanıyorlar. Ama ben görüyorum. Zaten karanlık, ben kedi gibi olmuşum. O kapağı açmış dışarı çıkıyordu. Ben sustum. İkinci kez çıktı ben yine sustum. Üçüncü kez çıktığında bir el ateş ettim sonra bir tane daha vurdum, üçünü birden yere serdim diyerek başarılı avını anlattı Samed.

Ben sessizce ince uzun elini sıktım. Bir işaret fişeği attık, aşağıda tankın yanında üç faşistin cesedini gördük.

Aslında höyüğümüzün etrafında bu cesetlerden onlarca değil yüzlercesi yatıyordu. Ama Almanlar bizi parçalamayı kafalarına koymuştu. Karanlıkta bile bize saldırıyorlardı. Aralıksız ateş etmekten makineli tüfekler yanıyordu.

- Batıdan geliyorlar.

- Güneyden de geliyorlar.

Her birine cevap veriyordum. Kıpırdamayın!

- Mermimiz azaldı!

Gorin’in bölüğünden genç bir gönüllü askeri gönderdim - Vitya, mermi getir!

Vitya yorulmadan siperlerin arasında ki bağlantı yollarından koşuyor, mermi getiriyordu.

Volodya telefonla - Doğrudan ateş ediyorlar. Yüzden fazlalar.

- Şerit mermilerimiz var mı?

- Var.

- Dayanın...



IX


Biten gün durumumuzu iyice kötüleştirmişti. Birincisi bizim tek subayımız ölmüştü. Komutan Miroşnik. Aktif ve tecrübeler asker grubu olmamıza rağmen ne ben ne arkadaşlarımdan biri, onun yerini dolduramıyorduk. İkinci olarak; dokuz kişi kalmıştık. Üçüncü olarak Alman saldırıları sırasında ikinci manganın komutanı Fedya Gorin ölmüştü. Şimdi onun yerine mangaya Petya Uşakov komuta ediyordu. Onunla birlikte o mangada dört kişi, benim mangada dört kişi vardı ve ben beşinciydim.

En kötüsü her tarafta sadece ikişer asker kalmıştı.

Petya - Bir tarafı kapatmamız lazım. Hendeklerin olduğu yere koruma koymalıyız diye önerdi.

Aslında höyüğün planı çoktan bunu söylüyordu. Ama daha önce yeniden gruplaşma şansımız yoktu.

Teklifi kabul ettim.

mühimmatları saymak da bizi üzmüştü. Eski sahiplerinin bize bıraktığı bir sürü top mermisi ne otomatik tüfeklerin ne de makineli tüfeklerin yerine geçmiyordu. Ancak Almanlar ikinci kez böyle bir fedakarlık yapmazlar diye umutluyduk. Toplam mühimmatımızın iki günlük savunma için yeteceğini düşünüyoruz.

El bombaları hakkında kimse konuşmuyordu. Sessizce kendimizin son dakikalarını en tepede savunmak zorunda kalacağımız zamana saklıyorduk.

İki Alman sniper tüfeğini iki mangaya dağıtırken ki ciddiyetimize bakılırsa sanki iki tümenin ağır silahları miras kalmış gibiydi. Vasya saatine baktı, uyuyan Samed’i uyandırdı. Nöbete gidiyorlardı.

- Ohh! Güzel yatakta epeydir uyumamıştım. Hocamız derdi ki; "İyi uyursan, iyi çalışırsın"

- Nerede kaldı o? dedi içini çeken Petya.

- Korkarım öldü diye cevap verdim.

Biz İgor’dan bahsediyorduk. İki saat önce su almak için gitmişti ve hala dönmemişti.

Bu kadar ağır bir çarpışmadan sonra bidonda bulduğumuz tüm suyu bitirmiştik. Bir kişiye en fazla yarım bardak düşmüştü. Samed paylaştırmış, Petya herkese eşit dağıtılıp dağıtılmadığına bakmıştı. İgor su için gitmeye karar vermişti.

- Suyun nerede olduğunu tam olarak biliyor muydu?

- Kesinlikle.

Gündüz bölgemizi dürbünle gözetlerken, köyün tam yanında küçük bir koyağın dibinde pınar görmüştük. İgor höyüğe koşarken az kalsın ona düşüyormuş. Üstelikte pınarı haritada görüyorduk. Eğer Almanların pınarı koruduğunu anlarsa geri çekilecek diye anlaşmıştık. Bir de su aramak için gece en uygun zamandı. O anda yerinden kalkan İgor şarkı söylemeye başlamıştı:

Çünkü su olmadan

Ne şuradan ne buradan

Gelmemişti. Kalan dokuz kişiden birini daha kaybetmek, şimdi bizim için en ağır şeydi.

Bir anda Petya - Kostya. Ne düşünüyorsun? Berlin’in sokaklarına ilk biz girebilir miyiz acaba? diye sordu.

- Neden olmasın.

- Yok, ben ciddiyim. Biz geri çekilirken hep artçı görevi yaptık. Saldırmaya başladığımızda da hep öncüydük. Doğru değil mi?

- Eee!

- Demek ki bölüğümüzün karakteri böyle. Her zaman düşmanın en yakınında olmak.

- Doğru.

- Belki o zaman biz Berlin’de ilk Sovyet bayrağını dikeceğiz. Biliyor musun ben burada Berlin’in planıyla birlikte bir subayın not defterini buldum. Şehir merkezine daha çabuk ulaşmak için sokaklara bakabiliriz. Taa Rostov’dan beri taşıdığımız bayrağı oraya kadar götürebilirsek. Ama onu bugün bayağı deldiler. Pek güzel durmayacak.

- Olsun. Bayrakta ki yaralar, askerlerin utancı değildir.

- Yine de sorabilirler. Bayrak nerden çıktı diye. Taa mareşale rapor vereceksin. Korkar mısın.

- Niye korkayım ki. Şöyle diyeceğim: "Sovyetler Birliği mareşali. --Tümeninin -- alayının -- keşif bölüğünün bayrağını Sovyetler Birliğinin kahramanı Pyotr Uşakov dikti.."

Petya ıslık çaldı:

- Ohoo! Ne kadarda uçtum ben.

Belki bu boş konuşmalar çocukçaydı ama işte böyle en zor dakikalarda askerlerin hayalleri doğardı.

Nöbetten dönen Volodya bize bakarak sordu:

- Niye bu kadar sevinçlisiniz. İgor döndü mü?

Petya heyecanla bağırdı - Berlin’i aldık. Faşizm kaput!

- Faşizm kaput mu? Alman faşizmi evet dedi Vasya. Ama faşizm " faşina" - bağlantı kelimesinden oluşur. Hangi bağlantı? Tabi ki kapitalistlerin ve bankacıların bağlantısı. Bu yüzden kapital yaşadığı müddetçe faşizme ulaşmaya çalışacaktır.

- Demek ki profesör, Berlin’den sonra bile silahlarımızı hazır tutmalıyız diyorsun.

- Galiba herkes tüfeğini teslim etmeyecek.

Petya sinirlendi - Ben tarlaya gidecektim. Hayret bi şey ya! Tüm keyfimi kaçırdın..

- Ben de savaş meraklısı değilim. Eğitim görmem lazım. Zaman geçiyor. Kırk yaşında mühendis olacağım. Ama yapacak bir şey yok dedi Vasya.

Dışarıdan sığınağımıza kadar ateş sesleri gelmeye başlamıştı.

- Şerefsizler yine geliyorlar.

Hepimiz yerimizden fırladık ve ateş noktalarına koştuk.

Ama bize ateş etmiyorlardı. Köy tarafından höyüğe doğru yaklaşan işaret fişekleri uçuyordu ve bu aydınlığın ortasında bidonlarla İgor koşuyordu. Ortalık o kadar aydınlanmıştı ki, İgor’un gölgesini bile görüyorduk. Şimdi tabi ki ışıkla yakalandığı için yatıp beklemesinin bir anlamı yoktu. Bu yüzden zig zag çizerek koşuyordu. Işık veren mermi sürüleri tam yanında uçuyordu. Petya ve Vasya İgor’u korumak için makineli tüfeklerle ateş etmeye başladılar. Ama hedefleri görmüyorlardı. İgor’un siperlerimize kadar sadece yirmi adımı kalmıştı. O, düştü ve bidon elinden fırladı. Sadece takılıp düşseydi bidonu bırakmazdı. "demek ki yaralanmıştı" diye düşündüm. Ama yok. İgor kalktı. Bidonu aldı ve sallanarak bile olsa bize doğru koşmaya başladı. Sipere kadar koşup bidonu içeri attı ve oraya yığıldı. Yukardan kıpırdamadan durduğunu görüyorduk..Ölmüştü.

Işıklar sönmüştü. Ama karanlıkta ben hala uzun kıpırdamayan ayağını görüyordum.

Vasya - Sekiz asker kaldık.

- Evet. Artık biz sekiz kişiyiz. Yoklama fazla sürmeyecek.

Elinde bidonla içeri Volodya girmişti. Galvaniz bidon üç yerden delinmişti ve içinde hemen hemen su kalmamıştı. Bu en pahalı su için hiçbir şeyden korkmayan arkadaşımız ölmüştü.

İgor’umuzun son sözlerini duymamıştık. En son ve en değerli fikirlerini bizimle paylaşmamıştı ama biz onu biliyorduk: Saklanmak için sipere ilk önce kendi zıplamak yerine, önce getirdiği yükü atmıştı. Sırf arkadaşlarına güç vermek için. Onun duygularını ve düşüncelerini biliyoruz. Çünkü bizim düşüncelerimiz ve duygularımız da aynıydı. Hayal ettiği şeyi de biliyoruz. Çünkü o bizimde hayalimizdi.

Volodya bidonu yere koyarak - Fırtına çıkacak demiştim. Nasıl da bağırıyor. En az dokuz şiddetinde olacak dedi.

Ateş sesi duyulmuyordu. Sessizlikte sığınakta bile denizin gürültüsünü duyabiliyorduk.

Susmuştuk. İgor hakkında konuşur diye Volodya’ya baktık. Ama o sözünü bitirmişti:

- Tekneler geçemez. Anlaşılan o ki bu gecede bize iyi bir şeyler getirmeyecek.

Petya, Vasya ile birlikte İgor’u korumak için tükettiği mermi kovanlarını saydı.

- Eksi elli yedi dedi.

Kadromuz bir kişi daha eksilmiş, mühimmatımız da önemli derecede azalmıştı.

Volodya herkesin sustuğunu görünce ekledi:

- Ben Karadeniz’i biliyorum. Sabaha doğru sakinleşir. Göreceksiniz. Onun iyi niyetli gözleri, zayıf fenerin soluk ışığında bile parlıyordu. Güçlü çıkarmanın bizim yardımımıza mutlaka yetişeceğine inanmamızı çok istiyordu.

Delinmiş ve yıpranmış bayrağımızla Samed girdi.

- Bayrak direğini vurmuş şerefsiz. Daha sıkı bağlamam lazım..

Şafakla birlikte tepe ağır bir darbe aldı. Tam karşımızda elli metre mesafede beş tane kendinden tahrikli toplar "Ferdinandlar" dizilmiş ve direk mevziyi dövmeye başlamıştı. Almanlar işçilerin zamanını boşa harcamadığı kanaatine varmışlardı: yapılmış konstrüksiyon zırh delici mermilerin darbelerine dayanıyordu. Bu yüzden Almanlar ölümüne mazgalları parçalamaya çalışıyorlardı.

Çok anlamlı şekilde Vasya - Yaa! Demek ki bu delikten bizi kazımak istiyorlar.

Başımızın üzerinde iki-üç sıra beton artı raylar konulmuş katmanlar vardı.Bir de üzerinde çok sağlam beton katmanı olduğunu biliyorduk. Almanlar için en kolayı deliklerden kazıtma işine başlamaktı ama bu işte o kadar kolay değildi ve pahalıydı. Ancak bu dın dın sesleri, acayip sinir bozucuydu.

"Ferdinandların" yardımına üç tane daha "tiger" geldi ve oyuna katıldı.Düşmana cevap vermediğin zaman keyifler berbattır. Tanklara makineli tüfeklerden ateş etmekte komikti.

Güçlü ritmik darbeler etkisini göstermeye başlamıştı. Ya mazgalın tam önünde toz kalkıyordu ya da yanından beton parçaları düşüyordu.

Höyüğün tepesini bulut sarmış, büyüyerek kararmaya başlamıştı.

Vasili direk kulağıma bağırarak - Kostya. makineli tüfek yuvası kuzey tarafından yok edilmiş. Vitya ile birlikte.

Bir asker daha gitmişti.

Volodya - Denizi izliyorum. Fırtına dindi ufukta kimseler yok dedi.

- Boşuna bekliyorsun. Gündüz vakti mi gelecekler. Gece olana kadar oraya bakmanın bir faydası yok. Eğer dayanabilirsek..

Top mermisi tam duvarın altında patlamıştı. Topraktan kocaman bir parça kopmuş, mazgalın önünde havaya fırlayarak tüm görüşü kapatmıştı. Tavanda darbelerden tıpkı yumurta kabuğu gibi çatlaklar oluşmuştu. Buradan ayrılma zamanı gelmişti. makineli tüfekleri ve dürbünü alıp merkezden yan tarafa geçtik.

Silahlar susmuştu. Almanlar bize ne olduğunu kontrol ediyorlardı. Otomatik tüfek taburu hendekten çıkarak dağılarak bize doğru yürüyorlardı.

- Tüfekleri hazırlayın diye emrettim.

Petya akıllıca - İyi ki mermileri harcamamışız. Şimdi biraz harcama hakkımız var. Ohoo! Kostya bak. Manzaraya bak. Onlar höyüğün çıkıntısını vurunca bize geniş bir görüş açısı sağladılar..

Saldıran faşistleri izliyordum.

- Ateş!

Üç makineliyle onları doğradık.

Provokosyondu: Nereden ateş edeceğimize bakacaklardı. Yedi cesedi bırakıp hemen geri çekildiler. Bizde ise sadece yedi yaşayan kişi vardı.

"Ferdinandlar" utanmadan yaklaşmışlardı. Şimdi yandan vuracaklardı. O zaman işimiz daha çabuk daha bitecekti.

- Kostya. Ferdinandların içinde iki nişancı görüyorum. Bana sniper tüfeğini versene dedi Petya.

O, daha net görmek için dürbünle deliğe yapıştı.

Ona tüfeği uzattım ama Petya bir anda yere yıkıldı.

Volodya onu tutarak -Petya diye bağırdı. Kafası arkaya doğru düştü. Alnının tam ortasında siyah bir delik vardı. Kan akmıyordu.

"Ferdinandlar" vurdular. Bir daha, bir daha!

Batı ateş noktasından biri - mazgalımız toprakla kaplandı dedi.

- makineli tüfeği hendeğe taşı.

Altı kişiyiz. Tek güvenli yer güneyde ki atış yuvası.

Volodya’nın aklına bir fikir gelmişti - Onlar galiba merkezde ki mazgalı vurmayacaklar artık. Taşların arasında makineli tüfek için rahat bir yer bulabiliriz.

Gidip bakayım.

- Hadi git dedim.

Artık biz "Ferdinandları" görmüyoruz. Görme açısı çok dar. Topçular susmuştu. Belki de pozisyonlarını değiştiriyorlardı.

Samed bağırdı - Batıdan geliyorlar.

Yukardan Volodya - Arkadaşlar. Çıkarma, denizde çatışma var diye deli gibi bağırıyordu.

- Samed dayan!

Denize bakma zamanımız bile yok. Samed, hendekte saklanarak yanında ki taze çukurda makineli tüfeğin yeni yuvasını hazırlıyordu.

Ona yaklaşınca bağırdım - Dayan Samed! Çıkartma.

makineli tüfekleri bırakmadan birbirimize bağırıyorduk. Çıkartma, çıkartma!

Herhalde kendini iyi hissetmiş olacak ki gözetim noktasında ki Volodya - "Ferdinandlar" denize gidiyorlar dedi.

makineli tüfeklerin uğultusundan aşağıdan onu söylediklerini duymuyorduk, sadece tahmin ediyorduk.

- Memleketmiz için! diye bağırdık.

- İşgalcilere ölüm!

- Köpek faşistleri vurun!

Tepemiz dışarıdan lav çıkartmayı bırakmış ama hala duman çıkartan bir volkana benziyordu. Tepeyi sarmış dumandan kötü gördüğümüzden faydalanan tüfekçiler ısrarla tırmanıyorlardı. Ama dumanın içinde nişan alamıyorlardı. Samed yerleştiği yere iyice yaklaşan birini tüfeğin dipçiğiyle devirdi. Ama kendisi de dibine düştü.

- El bombaları!

El bombaları, höyüğün tepesinde oturduğumuzda en kullanma kararı verdiğimiz mühimmattı.

peş peşe yaklaşık on el bombası attık. Vasya Samed’in makineli tüfeğine yapıştı. Ben arkadaşıma koştum. Samed gülerek yatmıştı.

- Nereye Samed?

- Galiba herkesin gittiği yere dedi gülerek.

- Nerenden yaralandığını soruyorum?

- Bilmiyorum ki. Ne yazık ki Berlin’e gidemedim. Hoca Nasrettin.. ve sustu.

Biz beş kişi kalmıştık.

Almanlar bombalarımıza el bombalarıyla karşılık verdiler. El bombası çoktu ama Almanlar da bizden daha çoktu. Biz hendek boyunca yayıldık ve onlara nefes alma fırsatı vermemeye çalıştık. Çatışma, höyüğün yamacında olduğu için bizim için avantajlı, düşmanlarımız için dezavantajlıydı. Duman dağılmaya başlamıştı.

- Kostya. Ben onları makineliyle tarasam mı? diye sordu Vasya.

- Eğer görebiliyorsan vur.

Almanların mermi olmadığı için sustuğunu düşündüğü makineli tüfek, kafalarından vurmaya başladı.

- Petya için diye bağırdı Vasya. Kaçıyorlar. Al sana bu da Samed için.

Kaçanları arkasından taradı.

- Uzaklaştılar köpekler. Yeni şerit verin. Ben kalkamam, hemen vururlar. Ben ona aşağı yeni şeridi attım.

Aynı anda uzaklardan bir yerden taa denizin oradan kocaman "yaşasın" sesi geldi.

Yeni çıkarmanın ilk "yaşasını"

makineli tüfeklerin ruhu olsaydı, ben onu çıkartıp sallasaydım da bir dakikada bin mermi atıp, Almanların arkasından bizimkilere yardım etsin.

Bir anda çatışmanın geriliminde hissetmediğim şeyi fark ettim - Benim sağ ayağım ağırlaşmıştı, parmaklarımı kıpırdatmaya çalışırken ağrıyordu. Yaralandığımı anlamıştım.

- Volodya, fişek ver. Samed bayrak diye bağırdım. Sonra komutu ölen askere verdiğimi anlayarak - Kola bayrağı ver diye düzelttim.

Gorin’in mangasından Kolya Lubimov, beton parçaları arasından top mermisiyle düşürülmüş bayrağımızı aramaya başladı. Onların mangasından hayatta kalan ikinci asker Lönya Ştanko, kafasından hafifçe yaralanmasına rağmen sniper tüfeği elinde yukarı Volodya’ya doğru tırmanıyordu. Komutana bir şey olursa askerlerin paniğe kapılabileceklerini biliyordum. Bu yüzden yarama rağmen akciğerimin ve boğazımın verebileceği en güçlü komutla bağırmaya çalışıyordum.

- Herkes tepede toplansın. Bütün mühimmatları oraya toplayın!

Volodya parçalanmış mevziden heyecanla bağırdı - Kostya. Tüfek için çok uygun bir yer buldum. Gel.

Yaralandığımı bilmiyordu.

Çatışma kıyıya geçmişti. Bizi rahat bırakmışlardı. Artık bize top mermisi düşmüyordu, otomatik tüfeklilerde hendeklerin arkasında ki eski pozisyonlarına dönmüşlerdi. Höyüğün yamacında el bombalarıyla ve tüfeklerle öldürdüğümüz yaklaşık otuz faşist kalmıştı.

Vasya, Samed’i çukurdan çıkartıp, makineli tüfeğini vurulmuş beton mevzinin kalıntılarına taşıdı. Mevzinin yıkılmasından sonra oluşan beton duvarın dar aralığı içinde ikinci makineli tüfeği yerleştiriyordu.

Onlara doğru süründüm. Buradan beton parçaları arasında oluşmuş yarıktan tüm deniz kıyısı görünüyordu. Bizimkiler Almanlara havanlarla ve makineli tüfeklerle ateş ediyorlardı. Rüzgâr dumanı iyice dağıtmıştı ve artık çıkarmayı net olarak görüyorduk.

Volodya’nın yanında oturup dürbünü aldım.

Almanlar galiba tamamen tükendiğimizi düşünüyorlardı. Buradan Almanların çıkarmanın böğrüne vurmak için gruplar halinde toplandıklarını gördüm.

Kolya Lubimov, beton parçacıklarının içinden bayrakla çıktı.

Sevinle bağırdı - Buldum. İşte bakın!Sopayı taşların arasında ki yarığa soktu.

Zavallı bayrağımız. Nasıl da işkence görmüştü.

O anda tıpkı dün olduğu gibi gümbürtüyle Sovyet uçakları çatışmaya yetişti. Faşistlerin uçaksavarları köyün arkasından ateş etmeye başladılar. Beyaz patlama bulutları gökyüzünde kıvrılıyordu.

Artık biz aktif olarak savaşa katılmak zorundaydık. O kadar çok asker kaybetmiştik ki şimdi çukura düşen çocuklar gibi bizi kurtarmalarına izin mi verecektik. Biz askeriz ve savaşmayı da biliriz.

Kolay’a emrettim. Roketleri getir. O hemen hendekten çuvalı getirdi.

- Arkadaşlar. Uçaklara hedef göstereceğim. Faşistler tekrar saldıracaklar. El bombalarını hazırlayın.

Artık yan yana bayağı kırılmış beton sığınakta yatıyorduk. Beş kişiydik. İki makineli tüfek yarıklardan tepenin yamacını kontrol altında tutuyordu. İki asker el bombalarını hazırlıyordu. Ben dürbünle bakıyordum.

Bizim yeni çıkarmamızın sağ tarafından koşarak Alman otomatik tüfekli askerler yaklaşıyordu:

- Ateş!

Kırmızı şeritle parlayan hedefi gösterdim. Üç bombardıman uçağı, çelik kuşların sürüsünden ayrıldı. Pike yaparak tepenin arkasında toplanmış paltolu fareleri vurmaya başladı. Paltoların arasından havaya topraklar fırladı. Yıpranmış kumaş parçaları da uçtu. Bi daha, bi daha!

Uçaksavarlar köyün arkasından ateş ediyorlardı. Yanlarında duran höyüğün arka planında, hızlıca sönen ışığı görebildim. Dürbünle bakınca yukarıdan çalılıkların içinde bir insan gurubu gördüm. Tabi ki, uçaksavarlar birliği ordaydı.

Roket işaret parmağı gibi çalılıkların ve ağaçların arasında saklanmış askerleri gösterdi. Yeni vuruş. Orada da her şey havaya fırladı.

Volodya bağırıyordu. Hücum ve makineli tüfeğinin tetiğine basıyordu.

Bize doğru koşan Alman tüfekçiler tekrar yatmak zorunda kalmışlardı.

Yeni bir hedef arıyorum. Uçaklara daha ne gösterebilirim.

"Ferdinandlar" ve tanklar ağaçlara doğru gidiyorlardı. Al sana hedef!

Roketi fırlat!

O taraftan atılmış bomba inanılmaz gürültü çıkarmıştı: galiba "Ferdinandların" mühimmatını taşıyan araba patlamıştı.

Uçaklar yarımadanın derinliklerine doğru gittiler. Buraya yedek kuvvetlerin gelmesini engellemek için kıyıda ki yolu bombalayacaklardı. Kıyıda ki Almanlar toprağa yapışmış, diğerleri korkmuş kaçıyorlardı. Çıkarma yapan askerler bize doğru koşuyorlardı.

Bizim hücumlarımız Alman hücumundan farklıydı. Biz süngülerle bile saldırabilirdik.

"yaşasın" artarak yaklaşıyordu. Koşan askerleri görüyorduk. Dürbünsüz bile subayları tanımıştık.

Volodya Sovyet hücumunu göstererek - Revyakin! Revyakin! diye bağırdı.

Almanlar kalkarak höyüğümüzün yanından geçmeye çalıştılar.

Zayıf sesle bağırdık - yaşasın.

- makineli tüfeklerle faşistlere ateş diye bağırdım ve yukarıdan kaçanların peşinden ateş ettik.

Roketleri peş peşe havaya attım.

Volodya bana aceleyle - Kostya hadi. Çabuk. Bizimkiler hendekte. Hadi karşılamaya çıkalım.

Kalkmayı denedim ama ayağımın üzerine basamıyordum.

- Ne oldu sana? Yaralandın mı?

Yaşasın. Askerler höyüğümüzün etrafından geçerek hendeği aldıktan sonra faşistlerin siperlerine doğru yaylım ateşe başladılar. Tepemizden Almanlara havan atılıyordu.

Revyakin hızlı bir şekilde sığınağımızın kalıntılarına ulaşınca bizi parçalanmış gururlu bayrağımızın yanında gördü. Biraz şaşırmıştı. Hepimize sarıldı. Bana yaklaştı.

- Ne?

- Ayağım.

Revyakin tekrar herkese baktı. Gözyaşlarıyla ıslanmış yorgun ama yine de gülen ve mutlu yüzlerimizi gördü.

- Herkes burada mı?

- Herkes burada komutanım Mihail İvanoviç.

- Herkes dedi kısık sesle ve şapkasını çıkardı.



X


Günler geçtikçe savaş alanı genişliyordu. Sovyet topraklarının sahipleri adaya her geçen gün daha sağlam yerleşiyorlardı. Kurtarılmış çok fazla toprak yoktu ama biz ona daha derin ve daha aktif şekilde kök salıyorduk. Bu iki ana yüksek nokta, denize doğru geniş geçişli bir alan olmuştu. Artık havadan yemek ve mühimat atmalarını beklediğimiz günler geçmişti. Hafif uçaklar, donatılmış küçük havaalanı pistine inebiliyorlardı. Çıkarma bölükleri sürekli olarak hem denizden hem de havadan geliyordu.

Bizim ilk savaş alanı olan höyüğün derinliklerinde bir sürü sığınak ve hendekler inşa edilmiş, tam bir yeraltı şehri olmuştu: karargahlar, hastane, elektrik santrali, depo, gazete bile vardı.

Yattığım hastane odasında yedi yaralı vardı. Sıcaktı. İlaçların kokusu "mini minnacık" ampulün sönük ışığı. Aslında bizi eğlendiren radyomuz bile vardı. Gazete odasından bize kulaklık döşediler. Biz günlerce Moskova’yı dinledik. Bu sabah benim için önemli haberi kaçırmışım. Dediler ki uyumuşum. Şimdi belki yüzüncü kez bu haberi gazetede okuyordum.

Yirmi kişiden oluşmuş liste, alfabetik sırayla Abdulayev Samed’den başlıyordu.

Ezbere her şeyi baştan aşağı biliyordum. Sovyetler Birliği kahramanlık unvanının kime verildiğini iyi biliyordum. Ama gazeteyi görür görmez baştan aşağı tekrar okuyordum.

Gözlerim Samed’in isminde - savaşmayı bile kolaylaştıran beyaz dişli neşeli adam. Sonra komutan Miroşnik. O, genç olmamıza rağmen bize zor ve ciddi görevler vermişti. Bizi devamlı kontrol etmiyordu. Korkmamıştı. Her şeyi başaracağımızdan emindi. Petya’nın ismi beni en çok üzendi. Berlin’i ele geçiren Sovyetler Birliği kahramanı olacağını söylediğimde ne kadar da sevinmişti. Hatta o zaman bile kahramandı. Kendini bu unvana layık görmemiş olsa bile. İgor. Fedya Gorin.

Benim canım arkadaşlarım Volodya ve Vasya, benimle birlikte aynı listedeydi. Volodya ile alfabetik sıraya göre yan yanaydık.

Revyakin bize Seryoja’nın sapasağlam döndüğünü ve en yakın cephe arkasında tedavi gördüğünü söyledi. O da bizimle birlikte bu görevimizde olsaydı kesinlikle o da bu unvanı kazanırdı..

Doktorumuz olan sağlık bölüğü binbaşısı - Sevk için hazırlayın dedi.

Beni burada iyileşene kadar bırakmasını rica ettim. Üzüldü.

- Siz sağlık konusunda şaka yapmayın. Direk söyleyin. Durumunuz vahim. Belki de ayağınız kesilecek ve ben bu kararı burada alamam. Sizi hastaneye iyi cerrahlara göndermemiz lazım.

Gitmek zorundaydım demek ki. Yine kendi alayıma dönme fırsatım olacak mı, bilmiyorum. Çocuklar beni teselli ediyorlardı: Sovyetler Birliği kahramanlık madalyasını nereye düşersem oraya göndereceklerini söylediler. Vasya Volodya ile birlikte Berlin’e kadar gideceklerdi. Ben o gün nerede olacağım, yoksa koltuk değnekleri ve ayaksız mı?

Doktora - Ayağımı kesmenize izin veremem. Berlin’de yürüyebilmek için iki ayağıma da ihtiyacım var dedim.

- Göreceğiz. Onlar bakıp karar verecekler. Boş yere kimse kesmez merak etme.

Volodya beni destekleyerek - Asla izin verme. Ayaklar ancak çift olursa iyidir dedi.

Artık bizim taburumuzun komutanı olan Revyakin, emrederek:

- Kesmeyi falan aklından çıkart hemen. Olmaz. Oder nehrinde bize yetişirsin. Bak. Şprey’de alamam ona göre.

Sadece Vasya farklı konuşmuştu. O, cephe arkasında bile savaştan sonra cepheyi görebiliyordu.

- Sen acele etme. İyi ol. İyileşince her yerde lazım olacaksın. Çok çalışan eller ve akıllı kafalara ihtiyaç var. Eğitim almak da lazım. Herkese lazım dedi.

Vasya bana görünmez bir teselli hazırlıyordu. Yani cerrahlar beni ayaksız bırakırsa diye.. O, annemin oğlunun kahramanlığına nasıl sevineceğini anlattı. Hatta nasıl görüşeceğimizi bile anlattı. Kendisi ise çaktırmadan en sevdiği konuya geçmişti. Sigara içerek ve sigara dumanıyla kaplanmış halde belki tekrar hastaneye Karaganda’ya düşeceğimi söyledi.

Yakalandığını anlayarak kızarmıştı.

- Ne yazıyor? diye sordum ben.

- Kim?

- Karaganda tabi ki diye güldüm ben.

Komşu odada ki doktor - Sedye, çabuk çabuk diye bağırdı. Sıhhiyeler girdi. Volodya - Binbaşım. izin verir misiniz.

Beni sedyeye taşıdılar.

Doktor acele ederek - Çabuk olun.

Sağlık uçağı Alman keşif uçaklarına rağmen inebilmişti. Yükünü hemen alıp büyük topraklara geri dönecekti.

Volodya ve Vasya, kafa kafaya vurarak iki yanağımdan beni öptüler.

- Çabuk iyileş.

- Bekliyoruz seni.

- Her gün bize yaz.

- Yazmaz mıyım. Böyle arkadaşları bir daha nereden bulurum?

Sedye alçakta asılı bir lambanın altından geçiyordu. İkinci lamba, üçüncü lamba. Hava daha taze ve serindi. İlaç kokan sığınaktan sonra temiz havayı koklamak ne güzeldi.

Gökyüzünde motorların uğultuları duyuluyordu. Bizim bir kaç "şahin", kurtardığımız bu toprak parçasını koruyorlardı. İşte Miroşnik’in o zamanlarda söylediği olmuştu. Hiçbir yere gitmiyoruz. Bu höyük sonsuza dek faşistlerden temizlenmiştir. Faşistler onu öldürdüler. Ama verdiği sözü biz tuttuk. Her şeye rağmen tuttuk.

Metal gövdesi titreyen, kanatlarında kırmızı hastane haçı bulunan sağlık uçağının yanında kaptan duruyordu.

Vasya birinin önünde hazır ola geçip selam verdi. Gözlerimi çevirdim. Sedyemin yanında Şegen vardı.

- Senin için geldim oğlum. Bu uçağı generalin emriyle özellikle senin için getirdiler. Seni ayağa kaldıracaklar. Bizimkiler bunu iyi becerirler. Biz pilotlar bazen dört ayağımızı birden kırarız. Onlar yeniden tamir ederler. Şegen konuşurken yanımda yürüyor ve sedyeyi eliyle tutuyordu.

Arkadaşlarım uçağın önünde toplanmışlardı. Motor gürültüsü arasında bağırdıklarını anlamıyordum. Rastgele cevaplar veriyorum:

- Hoşça kalın. Çabuk döneceğim.

Sıhhiyeciler beni yatırıp kemerle sabitlediler. Sonra uçaktan içeri ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sedyeleri yerleştirdiler. En son doktor girdi. Beyaz önlüğü içinde ki kadın aceleyle pilot kabinine geçti. Sonra Şegen’in samimi ve gülümseyen yüzünü gördüm. O da pilot kabinine geçti.

Uçak koştu, zıpladı, tekrar zıpladı ve uçtu. Uçak sakin ve rahat.

Gözlerimi kapatmıştım. Ama bir şey tekrar gözlerimi açmam için beni zorlamıştı.

Hayır. Rüya değildi. Nemli siyah, nazik, samimi ve müthiş bir aşkla dolu gözler bana bakıyordu.

Ancak şimdi kabine giden Şegen’in gülüşünde ki kurnazlığı çözmüştüm.

Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaktan korkuyordu. Tekrar gözlerimi kapattım ama motorun uğultusuna rağmen o kalbimin seslerini duyabiliyordu. İsmini söylemek istedim. Ama boğazım kurumuş, sesim gitmişti. Dudaklarım kıpırdadı ve o anda hayatımda ilk defa dudaklarımda mucize canlandıran ve hiçbir şeye benzemeyen onun öpücüğünü hissettim.

O, benim traş olmayan sönük yüzümü, alnımı, saçlarımı, kimseden utanmadan öpüyordu. Tıpkı benim onu bulacağım gibi o da beni milyonlarca insan arasında bulmuştu.

- Kayruş! dedi kısık sesle.

- Bota. Sessizce dudaklarım cevap verdi.

Tekrar gözlerimi kapattım. Onun eli yumuşak serinlikle gözlerimin üzerine uzandı. Gözlerimi açmaya korkuyordum. Bu en güzel, en samimi, en mutlu rüyanın gitmesinden korkuyordum.

Uçak mı, hayal mi beni kanatlandırmış uçuruyordu bilmiyordum?

Yanımda oturuyordu. Hiçbir şey konuşmak istemiyordum. Belki de bir şeyler sormak bir şeyler anlatmak lazımdı. Ama sonra lütfen. Ne olur. Seninle ilgili her şeyi bilmek istiyorum. Ama şimdi seninle birlikte sadece biraz susmak istiyorum. Sonra biz oturup birbirimize aradan geçen yıllarda yaşadığımız her şeyi anlatacağız.

Sonra birlikte yıllarca dünyanın tüm yollarında, gerekirse savaş yollarında yürüyeceğiz. Hatta savaşın yollarında birlikte yürüdük bile. Bir bölükte değildik ama olsun. Böylesi daha iyi. Sen bu kadar dayanamazdın, benim küçük deve yavrusu.

Annem yaşlanmıştı. Çoktan nine olmak istiyordu. Biz onu mutlu edeceğiz. Ama sana bunu yüksek sesle söylemeyeceğim, benim küçük deve yavrusu.

Kafamı göğsüme yaslamasına arkadaşlarım kıskanarak bakıyorlardı. Elimle saçlarına, sırtına dokunuyorum. Bu hafif dokunuşumla sen utandığımı düşünüyor olabilirsin. Yook. Ben utanmıyorum. Sadece hafif tüyler gibi benim çenemi kaşındıran senin kirpiklerini korkutmak istemiyorum. Kirpiklerin ıslanmış. Ama senin beyaz önlüğünün içinde omzunda basit bir çavuş rütbesi görmüyorum. Subaylar ağlar mı? Utan!

Ne kadar yıldız var diye sormaya bile çekiniyorum. Belki orada daha görmediğim ve gökyüzünün senin gökyüzünün gücünün sembolü olan takımyıldızını göreceğim.

Bunu da yüksek sesle söylemeyeceğim. Dalga geçtiğimi düşünebilirsin. Ama içimde sana sevgi dışında başka hiçbir duygu yok.

Bunu da sana söylemeyeceğim.

Bunu şarkıyla söylemek lazım. Benimse bugün sesim yok. Zaten az olan organlarından biri kesilecek adam, güzel şarkı söyleyemez.

Seninle ilgili her şey benim için önemli ve kıymetli. Ama subay rütben hakkında bana bir kelime bile yazmadın. Göğsüne dokunmaya cesaret edersem belki orada bir sürü madalyayı da hissederdim. Tam kalbine girebilseydim..Orada her şeyi tıpkı bu şeffaf gökyüzünde ki gibi net görebilirdim. Değil mi?

Hayır. Ben cerrahlara ayağımı vermeyeceğim. Ben yanında, her tür yolda, her tür alanda, Berlin’e kadar kendi ayaklarımın üstünde yürümek istiyorum.

Hoca Nasrettin demiş ki; " Dünyada doğduğun ve büyüdüğün topraklardan daha güzel toprak yoktur" Ve ben kendi göğsünle emzireceğin çocuklar için bu topraklar daha iyi olsun istiyorum. Ama şimdi bunu da sana söylemeyeceğim.

Kendime beni ne zaman bırakacağını soruyorum. Belki bu motorlar susup uçak yavaşça toprağa indikten bir kaç dakika sonra olacak. O zaman bu rüya bitecek. Sen dudaklarınla benim dudaklarıma dokunacaksın. Beyaz önlüğünü çıkartıp askere dönüşeceksin. Aşkım namına sena savaşmayı bırak deme hakkım yok.

Karım benim! Kara gözlü küçük deve yavrum benim. Bu savaşı zaferle bitirmek ve eve dönmek için en kısa zamanda iyileşmeliyim. Evimize barış getirmeye, okumaya, çalışmaya, aşkımıza dönmek için.

İşte bunu ben sana sesli söyleyeceğim……. vedalaşınca.


1949



[1] "Gerçek ve koşullu" B.Runin – "Literaturnaya Gazeta" 4 Nisan 1959 y. bakınız

[2] Malahay – şapka

[3] Kara-Murt - Siyah bıyıklı (yazarın notu)

[4] Akbota - İki kelimden oluşan bir isim. Ak- beyaz, Bota - deve yavrusu

[5] Malahay – şapka.

[6] Jaulık – şapka.

[7] Beşmet - Türklerde üst giyim

[8] Hurc - Atın (devenin) sırtına asılan çuval

[9] Akın - Halk şairi

[10] Katyuşa - Arabalı füzeatar

[11] Kaput - Almanca teslim olmak

[12] Mtsıri - Lermontov'un bir şiiri

[13] Hende Hoh - Almanca eller yukarı