Sıcak bir yaz günüydü. Tavuklar duvar dibinde duran kuru dalların üzerinde ağızlarını açmış hareketsiz bekliyorlar, nefes alışlarını metrelerce uzaktan bile görmek mümkündü. Kediler ortalıktan kaybolmuş, köpekler buldukları bir gölgede uyur gibi hiç hareketsiz yatıyorlardır. Bizse Veysel’le dut ağacının gölgesinde üç taş oynamaktan sıkılmıştık. Ben kaç kez yenmiştim, kaç oyunu Veysel kazanmıştı, ikimiz de bilmiyorduk.
Küçük bir yel eser gibi oldu. Tenimizi hafifçe yalayıp geçen bu esinti, günün ağır sıcaklarının hafifleyeceğinin işaretiydi.
Veysel , evin duvarının dibine yığılmış otları göstererek;
“Atlayalım mı?” dedi.
Hiç itiraz etmedim.
“Haydi” dedim.
İki kafadar yandaki ağaç merdivenden evin damına çıktık. Yan yana durup aşağıya şöyle bir baktık. Oyunu bulan oydu, dolayısıyla ilk oynamak hakkı da onundu. Bu yüzden bekliyordum. Kollarını iki yana açarak ilk atlayan Veysel oldu. Önce iki dizini biraz esnetmiş ve kendini boşluğa bırakıvermişti. Evin damından ayrılıp otların üzerine düşene kadar süren “Hoooooop” nidası da Veysel’e eşlik etmişti. Onun otların üzerinden inip bakışlarını bana çevirmesi ile birlikte aynı hareketleri ben tekrarlayarak kendimi boşluğa bıraktım. Uzun zamandır dut ağacının altında oturmaktan sıkılan bedenimiz sanki birden açılmıştı.
Hemen merdivene doğru koşup evin damına çıktık.
Sıcak havada düşerken etrafımızdan geçen hava sanki bizi rahatlatıyordu. Boşluğa düşerken kollarımızı iki yana açarken kendimizi kısa da olsa kuşlar gibi uçuyor sayıyorduk.
Bir daha atladık, bir daha…
Önce saydığımız atlayışlarımızı artık saymaz olmuştuk. En son “yirmi biiirr” diyerek atladığımı hatırlıyorum.
Bu oyun da sıkmaya başlamıştı.
Damın ucunda durmuş yeni atlayışımızı planlıyorduk ki, oyunun kurucusu olan Veysel ,
“Mustafa, birazda baş üstü atlayalım mı?” dedi.
Nasıl olurdu ki acaba? Daha önce baş üstü atlayanı ne duymuş ne de görmüştüm. Ama böyle atlamak da sıkıcı olmaya başlamıştı, doğrusu. Biraz tereddütlü;
“Olur, ama önce sen.”
Veysel zaten buna hazırdı.
Tamam dedi ve damın ucuna gelip nasıl atlayacağını düşünerek aşağıya baktı, biraz da korkuyor gibiydi. Ama teklif onundu, geri dönemezdi. Önce eğildi ve otların üzerine düştüğünde başının aşağıda olması için bedenini ve hareketlerini ayarlamaya çalışarak kendisini bırakıverdi.
Gerçekten de ot yığınının üzerine önce başı değdi, gövdesi biraz esnedi sonra yanının üzerine devrilerek otların kenarına, toprağa kadar yuvarlandı.
Ayağa kalkarken biraz zorlanır gibi olmuştu. Üzerine yapışan otları çırparken ben de yüzünü görmeye çalışıyordum. Yüzündeki ifadelerden bu atlayıştan pek zevk almış gibi bir hal yoktu ama ağlamıyordu da.
“Acıdı mı?” diye seslendim.
Üzerindeki otları eliyle temizlemeye devam ederken, hayır anlamında, başını arkaya doğru hareket ettirerek;
“Yok” dedi.
Baş üstü atlamanın pek zevkli olmadığı görülüyordu ama demek bir yeri de acımamıştı. Ben de atlamalıydım.
Damın ucuna gelip tereddütle ederek bekliyordum. Belki biraz baş üstü atlamaktan korktuğumdan, belki biraz da Veysel’in kendini tutamayarak ağlamaya başlaması ile vaz geçme imkanı bulur muyum düşüncesiyle kararsız duruyordum.
Veysel bana bakıyor ve hala ağlamıyordu.
Daha fazla bekleyemezdim, ben de otların üzerine geldiğimde önce başım değecek tarzda atlayışımı planlayarak kendimi boşluğa bırakıverdim.
Ayaküstü atlayışlarımıza göre daha heyacanlıydı. Eğer gerçekten bir yerimiz acımazsa biraz da böyle atlamalıydık.
Ben de Veysel gibi başımın üzerine düşüp sonra kontrolsüz bir şekilde yuvarlanarak ot yığınının kenarında toprakta kendimi bulmuştum.
Ayağa kalkarken biraz zorlanıyordum ama her şey normalmiş gibi doğruldum.
Veysel durmuş bana bakıyordu. Boğuk bir sesle “Nasıl?” dedi.
Her tarafım ağrıyordu, kendimi zor tutuyordum.
“Benimki biraz acıdı.” derken elim ağrıyan belime doğru gitti.
Veysel,
“Benimki de biraz acıdıydı” derken daha sözünü tamamlamadan birbirimize sarılıp ağlamaya başladık.