Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
AUEZOV  Muhtar, "Güzel Yas Tutuyor"

23.11.2013 1433

AUEZOV  Muhtar, "Güzel Yas Tutuyor"

Язык оригинала: ''Güzel Yas Tutuyor''

Автор оригинала: AUEZOV Muhtar

Автор перевода: not specified

Дата: 23.11.2013

Güzel yas tutuyor

 

Altı sene... Altı sene yaslı, kederli. Bu seneler uzun, renksiz, hüzünlü, soğuk senelerdi. Sonbaharın son günlerini hatırlatıyordu bu seneler. Her sene sanki bir ömürdü.

Altı sene Karagöz dul yatağın esiri oldu, kuş gibi kafeste yaşadı. Günler tebessümsüz ve mutsuz geçiyordu. Karagöz talihine boyun eğmişti artık: artık ne eziyet çekiyordu, ne hasret duyuyordu, ne de başka bir hatat hatal ediyordu. Karagöz bu dayanıklılığıyla, yalnızlığıyla insanları şaşırtıyordu, hatta kendisi gurur duyuyordu, çünkü başka dula kadınlara benzemiyordu. Yas tutan dul kadın olmak onun artık alışkanlığı, âdeti olmuştu. Böylece insan gecenin karanlığına alışıyor, kör gibi bu karanlıkta yürüyor ama sanki bir şey görüyor gibi yapıyor...

Bugün o her zamanki gibi suskun ve içine kapanıktı. Tüm aul (Kafkasya ve Orta Asya'da - köy) ise gürültü ile seviniyorlar.

Karagöz’ün aulu yoldadır. Daha sabahın alacakaranlığında yurtaları söküp yüklediler, güneş dağın tepesini ısıtır ısıtmaz insanlar eyerlerine binmişler, malları mülkleri arabalarda, arabaları ise hayvanlar çekiylar. Geniş yollardan geçerek dağlara tırmanıyordular, daha çok ot biten, daha serin, gölgeli yere göç ediyordular.

Atlara binmiş zarif süslü kadınlar ve çocuklar konuşa konuşa ilerliyordular. Önce gençler yaklaşık dört yüz – beş yüz at sürüyordular, çobanlar ise koyun sürüsünü götürüyordular. Atlar ve koyun sürüleri dar boğazdan geniş çayırlara foşkırıp  fokur fokur kaynayıp akan suyu hatırlatıyordu.

İnsanlar bayrammış gibi eğleniyordular. Yaramaz neşeli genç kızlar ve kadınlar genç erkeklere ve adamlara takılıyordular, geçiş vermiyordular, şakalar yapıyordular. Erkeler de eğleniyordular, karşı değildiler, hatta kendileri kadınların bindiği yüklü arbalara ve atlara yaklaşıyordular. Genç erkekler ise atlarını hızlı sürerek kızların dikkatlerini çekmeye çalışıyordular. Atların yavruları ise sanki yerlerinde oynuyordular, kişniyordular,  sürüye yetişmeye çalışıyordular. Diğer erkekler ıslık çalarak sürüyü kovuyordu, atlar dörtnala koşuyordular. Yüzlerce atlar yelelerini rüzgarda uçuşturarak toprağı ayak patırtılarıyla sarsıldarak hızla uzaklara gidiyordular.

Neşeli gürültülü aul sakinleri sesleriyle yıllardır uyuyan eski yüksek kayaları bile uyandırır. Bakıyorsun, her taraf mucize gibi: yosunlu kayalar yaşlı insan gibi taşlarla kırışmış yukarılardan sanki gülümseyerek oralara gelenlere selam veriyor...Bir senedir öksüz gibi boş kalan ormanlar şimdi kucaklarını açmış, sarhoş kuş gibi sevinçten uçuyor.

Boğazını yırtarak bağırmaktan, sevinçten atlamamak için kendini tutmak zor böyle bir neşe içinde. Bu sevince yalnız gençler değil, yaşlılar da katılıyordu. Göçme her keste yeni hayaller doğurmuştu.

Bulat çoban elli yaşlarını geçmişti. Sakalı bıyıkları ağarmıştı artık. Ama yaşına rağmen o da hayhuylu kızların yanından geçtiğinde atını kalabalığa sürüp kızların neşesine katıldı. Yaşıtlarıyla o da  şakalar söyleyerek çene atıyordu, kızlara göz kırpıyordu. Beklenmeden bir genç al yanaklı kız  kamçıyla atını vurup öne sürdü, bu kız adamı sanki gençleştirdi. Kıza hayran kaldı, dikkatini çekmek istedi, omuzlarını doğrulttu, bıyıklarını düzeltti.

Karagöz üç yaylı kaleskada gidiyordu, kaleskayı üç at sürüyordu. Çobanın yanına yaklaşıp seslendi:

-     Ey, Bulat...şeytan senden can ister! Dünkü ateşin sende kıvılcımları mı kalmış ne olmuş!

Çarpaşık sözlerdi, ama Bulat Karagöz’ün ne demek istediğini anladı. Aha, düşündü, işte Karagöz’ün kendisi beni farketti. И он браво и почтительно привстал на стременах.

-     Yorum yapmak zor böyle bir durumda, canım! Gençler kaynar su gibi, ben onlara yaklaştıkca eriyorum. Tüm damarlarımda dolaşıyorlar sanki...

Karagöz yüzünü başka tarafa çevirdi. Bir tek o, sürünün sahibi, bu neşeli iyi geçinen kalabalığın tek ve en güzel kızı yanında olup geçen her şeye ve her kese karşı ilgisiz. Kendi acısına dalmış. İçine kapanmış. Ve bu hali altı senedir sürüyor...

Yaşı yirmilerini daha yeni geçmişti kız kafasını siyah yas örtüsüyle örttü, tüm sevinçlere kapılarını kapattı. Önceden hayat Karagöz’ü şımartıyordu. Kız neşeli mutluydu. Eşinin ani ölümü Karagöz’ü yıktı, hayatını kırdı. Yaşıtlarının arasında onun eşinin eşidi yoktu.

İsmi Azimhan’dı, ailenin tek çocuğuydu. Akrabaları kendi kaygılarında, kendi ihtiyaçlarıyla aullarında yaşıyordu. Azimhan’ın en yakını babası Usen’di, babası yetmişlerini geçmişti. Azimhan’ın kardeşleri olmamasına rağmen İrgaylinski’de şöhret kazanmıştı, ünlüydü. Sayıca az soyda Azimhan kadar hiç kimse bu kadar şöhret kazanamazdı.

Eskiden irgaylinliler Konırtauskoy soyu ile iyi geçinemiyordular. İki taraf da birbiri yüzünden rahatsız yaşıyordu. Gece gündüz hep çağrılar, acılı bağırtılar,  «atlara binin!» sesler duyuluyordular, sık sık aralarında çarpışmalar, çatışmalar oluyordu, birbirinin sürürlerini kaçırıyordular.

Daha Karagöz ile evlenmeden önce Azimhan en çok dövüşken, en çok atılganların sırasındaydı. Genelde irgaylinlilerin şerefi için savaşmaya giden kendi ve başka soyların savaşçılarının başında duruyordu. Ama Azimhan sık sık tek başına konurtauslulara saldırmaya gidiyordu, korkmadan, çok riskli olduğuna rağmen, kavgalara girişiyordu. Kötü diller konurtausluların özellikle Usen’in soyunu sevmediklerini söylüyordular. Ve bunu bir insan değil, çok insan defalarca dumuştu. 

Konurtauslular bir saldırısına irgaylinliler iki-üç baskıyla cevap veriyordular. Böyle işlerde Usen’in oğlu yorulmak bilmezdi. Bu çekişmelerin sebebi ise Karagöz’ün çocukluğundan konırtauslulardan en zengin soylardan biri olan Sıbanbay’ın torununa söz verilmesiydi.

Azimhan’ın Karagöz’ün konırtausluların gelini olması hoşuna gitmiyordu...Karagöz’ün kendisi de bu durumdan hoşlanmıyordu. Onun kalbi irgaylilerden birini seçmişti!

Karagöz’ün nişanlısı topaldı, gençliğinde ayağını sakatlamıştı. Hatta öz ailesi bile ona saygı duymaz sevmezdi.

Karagöz acınacak, yazık, cılız, Allah tarafından bile sevilmeyen insanla evlenmekten utanıyordu. Ama annebabanın sözünü dinlememek akla hayale gelmez bir şeydi, ama memnuniyetsizliğini gizlemiyordu, açık söylüyordu. Ama babası artık başlık parasını ödemişti.

Karagöz’ün annesi Usen’in akrabasıydı, tabii ki de onun taraftarıydı. Usen’in aulunu Karagöz de beğeniyordu. Sık sık buraya gelir uzun süre orada kalıyordu, bazen annesiyle bazen yalnız. Bu aulda bir çocuk vardı, yalnız – öz kardeşleri yoktu, ama öyle bir kavgacıydı ki, sanki yedi tane onu koruyacak delikanlı kardeşleri vardı! Karagöz bu çocuktan çok hoşlanıyordu.

Gerçi bu erkek çoğu küçükken onun da annebabası başka bir kızla evlenmesine söz vermiştşier, ve büyüdüğünde o kızla evlenmişti. Kader yazısından kaçamazsız. Bir sene içinde iki insanın ölümü yaşanıldı: Karagöz’ün babası öldü, Alimhan ise birinci eşini kaybetti, toprağa verdiу. Zaten bu olaylardan daha önce Karagöz’ün Sıbanbay’ın torunuyla evlenmek istemediği belliydi. Kim bilir şimdi kızın aklına neler gelecek! Önceden annesi kızının şikayetlerini dinlemezdi bile, zamanı gelir görürüz deyip boş verirdi. Ama eşini kaybettikten sonra, dul kaldığında kızının söylediklerine daha dikkatle dinlemeye başlamıştı.

O sırada onların evlerine sevimli cesur Azim gelmişti. Onları görmeye hal hatırlarını sormaya gelmişti... Her kes böyle dişiniyordu. Belki o kendisi de öyle düşünüyordu, çünkü onun da acısı aynı acıydı, birisi dul kalmıştş, biri öksüz. Ama yurtaya girdiğinde tam başka bir Karagöz gördü, eskiden hatırladığı gibi değildi, kızın büyüdüğünü insanlardan duymuştu, tahmin etmişti, ama görmemişti, şimdi ise gördükten sonra kararı değişti, kesinleşti.

O Karagöz’ü daha çocuk olarak, yeniyetme hatırlıyordu. Ama şimdi karşısında büğümüş bir genç kız duruyordu  - uzun boylu, ince, esnek, güçlü bir kız. Saçları ne kadar da güzel, mucize gibi! Gözleri ne kadar çekici, çok güzeller! Ama nasıl olabilir topu toplamı bir sene görmemişti Kragöz’ü... karşısında gelin duruyordu artık, onun hayal ettiği gelin. İşte o, onun kısmeti. Karagöz utanarak bakıyordu, yanakları kızarmıştı. Kız delikanlının heyecanlandığını farkediyordu, onu gördüğüne seviniyordu. Bu sevivç karşılıklıydı.

Azimhan kızın annesiyle selamlaştı, sonra kıza dönüp : «İyi misin, sevimli kız» diye sordu- Karagöz kısaca konuşmadan iyi olduğunu işaret etti. Onların birbirini anlamsı için zaten sözlere ihtiyac yoktu. Onlar kalpleriyle anlaşıyordular. İkisini de kalpleri umutla dolmuştu.

Bu karşılaşmadan sonra zor görüşmeler başladı.

Karagöz’ün akrabaları Azimhan’a karşı değildiler. Ona teveccüh gösteriyordular. Annesi dul kaldıktan sonra Usen’in soyuna, ailesine sığınmak istedi. Korunacak, kendini güvenli hissetmek istiyordu, en güvenilecek yer ise akrabaların yanıdır. Azimhan gizlice onun rızasını aldı. Ama tek onun isteği azdı. Bu iki aşığın aralarında tehlikeli geçidli sıradağlar vardı – Sıbanbay ve konurtauslılar. Gelin yabancıydı, başkasınıydı. Kız düşman soyuna satılmıştı.

Sıbanbay ihtiyar Usen’in ve onun oğlunun planlarını öğrendiğinde kudurdu. Konurtauslılar telaşa düştüler, en küçüğünde büyüyne kadar hepsi, düşmanın bu planı onlara dokundu ve onlar bunu hakaret gibi anladılar. Her kes gelini savaşsız vermeyeceklerini anlamışrı artık.

Beklenmeyen ölüm olmasaydı belki işler daha da kötü olabilirdi. Sıbanbay’ın torunu, cılız topal, pek dayanıklı değilmiş: ruhunu Allah’a verdi. Sıbanbay’ın diğer oğullarının, torunlarının eşleri vardı, eşi olmayanların da sözlenmiş müstakbel eşleri vardı.  

Torununun ölümüne rağmen inatçı ve dik başlı ihtiyar bu evlenmeden vazgeçmeyeceğini söyleyip tutturdu.

- Karagöz beklesin, benim küçük torunlarım büyüsün, onlardan biriyle evlenecek.

Bu güzeli torun oğlu için korumak istiyordu. Şimdi onunla tartışmak daha kolaydı, çünkü bozkırın yazılı olmayan kuralları kanunları Usen’in tarafını koruyordu.

Usen Sıbanbay’ın Karagöz için verdiği tüm başlık parasını Sıbanbay’a ödedi, Karagöz’ü de kendi oğlu ile nişanladı. Bir sene sonra Azimhan zengin çeyizli gelini  kendi auluna getirdi.

İrgaylinliler ve konurtauslılar barıştılar gibi gözüküyordu. Sahiden çekişme sanki yatıştı, düşmanlık külleniyordu. İki – üç sene iyi komşu gibi yaşadılar, ama bu mutlu seneler içinde iki taraf da kıskançlıkla birbirini izliyor, takip ediyor, geçmişi unutmuyordular. Soylu bozkırlarda geçmişe çok önem veriyordular.

Her kezinde Usen’in kendi gücüyle bir servet elde ettiği duyulduğunda Sıbanbay Usen’in servetinin az olduğunu göstermek için elinden geleni yapıyordu, kendi servetini çoğaltıyordu, Usen’inkini azaltıyordu. Usen ise Sıbanbay’ın her böyle teşebbüsüne çelme attıkça mutlu oluyordu. Bu soy kibiri gittikçe onları hırslandırıyordu, daha da gaddar olmaya başlıyordular.  Sırayla birbirine üstün geliyordular, bir türlü ödeşemiyordular. Bu insanların kendi aralarında bu kadar büyük bozkır topraklarını bölmek kısmet değilmiş, dostça bölmek kısmet değilmiş.

Yine çekişme başladı, yara gibi ilerliyordu, bir yerde kalmıyordu. Barımta başladı.

Bu uğursuz senede Usen’in aulu Kainda ırmağına doğru göç ediyordu, çok sevilen kendi topraklarına, altı sene sonra Karagöz’ün ailesi de oraya taşındı. Geceler endişeliydi. Usen’in aulu cevabi baskın bekliyordu, bu yüzden atlarını eyerleyib hazır bekletiyordular, en güçlü ve en hızlı atlar seçilmişti. Hafiften uyuyordlar, kulakları hep dinlemekteydi. İşte tanıdık sesi duydular: «Atlarınıza binin!», Azimhan’ın sesiydi, Azimhan her kesten önce kalkmış, eyerine binmiş bile.

Gece sakin ve aylıydı. Karagöz eşinin ardından kaçtı, atının dizgininden tutup durdurdu. Karagöz hiç bir zaman bu kadar endişeli olmamıştı, hiç bir zaman bu kadar korkmamıştı.

-  Kendinizin gitmenize lüzum yok... – diye eşine yalvarıyordu. – Başkalarını gönderin...Bugün gitmeyin, canım benim, bugün değil...

Eşi Karagöz’ü dinlemedi. Kızın korkusu onun için hoş değildi. Onun kara iradesi, bu kara isteği savaşa çağırıyordu, kanı kaynıyordu, acele ediyordu, öfkeye kapılıp Karagöz’ü itti.

Azimhan ile üç – dört atlı baskına gittiler. Ses yapa yapa, bağıra bağıra taşlı küçük tepelerden atlarını düşmana taraf sürüdüler, uzaklarda kayboluyordular, küçük kapa parçaları gibi gözüküyordular.

Onların ardınca tüm aulun kalabalık uğultusu duyuldu. Atı olmayanlar bağırıyordular, ellerini sallıyordular, anlamsız, ne yapacaklarını nasıl yardım olabileceklerini bilmeden oradan oraya koşuyordular.

Azimhan’ın baskın yaptığı sürü koruyucularını, çobanlar ise artık telaş bürümüştü, düşman saldırıcıları at sürülerini sürüp götürüyordular. At çobanları aşçak hırsızların ardınca koşuyordular, ama baya bir geride kalmıştılar, çünkü saldırıcıların sayı çoktu. Gece onlara öyle gözükmüştü.

Azimhan çobanları toplam saymamıştı, karşısına kaç düşman çıkacağını düşünmemişti. Ama düşman yaklaşmıştı artık. Azimhan hiç düşünmeden saldırıcıların üstüne koşuyordu. Arkasına bakmadan savaşarak atları durdurup kendi aulu tarafa döndürmeye çalışıyordu.

Gururlu ve öfkeciydi Azimhan. Korku ve endişe bilmezdi, bu yüzden çoğu ondan korkardı. Ama pek de güçlü ve becerikli değildi. Kötü dövüşüyordu, ama öfke dolu, yorulmadan, ama ne dövüşme yatkınlığı vardı, ne gerçek savaşçı el yatkınlığı vardı, çünkü mal sahibi, zengin babanın oğluydu. Soğukkanlığı yetmiyordu.

Genellikle kendisiyle en ürkeklerini ve tembel, ama güçlü pehlivanları götürürdü, ve öylece düşmanlarını korkutuyordu. Bu kez çatışma süreksiz devam etti.

İki sağlam erkek, barımta zamanı terlemiş, ay ışığında al atın üstünde bir atlıyı farkettiler. Yetişmek istemesen bile yetişemezsin. Atlının altındaki at aşırı afacan! Ama o kendisi sürüyü döndürüp atını onların tarafına sürdü. Ve bu iki erkek atlıyı karşıladılar...

-    İşte o... Hadi! Kıskaç içine alın onu...kıskaç içine ...Azimhan bu iki babyiğitin aralarına balta ağaca saplanar gibi girdi. Onu sanki  baltanın sapını kama çakıp tutturdular. Üçü de keskin çığlıkşar atan, birbirini kemiren atların üstünde aynı yerde dönüyordular. Azimhan ilk kır atın üstündeki yiğitin kafasının sağ tarafından güçlü bir darbe vurdu. Darbe çınladı, ama kısaydı ve ağır olmadı. Aynı atlı karşılık vermek istedi, ama Azimhan’a tutturamadı, Azimhan darbeden sıyrıldı, atının yelesine ağildi. Ama diğer yiğit, soldaki, sarımtıl atı süren, yavaş, nişan almadan yarım dönüş yapıp kalın sopayla Azimhan’ın tam alnının ortasına vurdu. Darbe sessizdi, ama güçlü darbe oldu.

Bu darbe atlıyı da durdurdu, atlının al atını da.

Azimhan nasıl attan kayıp yere düşdüğünü hissetmedi, ayakları büküldü, elleri açıldı. At kendi yüzünü ona uzattı ve hemen yana çevirdi, hırıldamaya başladı, ince ayaklarında oynar gibi hafifçe zıplamaya başladı.

Azimhan’ı vuran atlı ona yaklaşıp, oturduğu eyerden aşağıya eğildi, ve Azimhan’ın ilk vurduğu atlıya:

-      Ahh, seni...Attan kötü düştü. Sen nasıl düştüğünü gördün mü? Allah korusun ölmesin...Yoksa ölecek mi?

-      Sen kendin peki nasıl vuruyorsun...Nasıl vurduğunun farkında değil misin? – diğeri mırıldandı.

Azimhan yerde cansız yatıyordu, sevdiğine son «beni affet» demeden ölmüştü.  Kalın sopa kafasını yarmıştı. Onun adamları koşup yardıma geldiklerinde Azimhan artık nefes almıyordu.

Karagöz aulda, kendi yurtasında Azimhan’ın ölümünü hissetti. Çığlıklar kopardı, ağladı. Yere düştü, sanki yeri dinliyor gibi, aklını kayetmiş gibi simsiyah karanlığa bakıyordu. Uzaktan, çayırlardan, savaşın olup bittiği yerden bir az önceki seslere benzemeyen sesler duydu, muammalı seslerdi. Sesler hüzünlüydü, göz yaşları vardı bu seslerde. Onların aullarının at çobanlarının, savaşçılarının sesiydi bu sesler, ağır ağır bağırıyordular:

-    Canım benim! Dayanağım, desteğim benim!

Işte o geceden Karagöz’ün altı senelik yası başladı.

İrgaylinliler onlara bu acıyı verenlerin yaptıklarının altında kalmadılar. Çatışmaların birinde onlar da bir genç savaşçıyı öldürdüler, gerçi genelde baskınlara çoğu zaman gençler giderdi...Bu ölimden başka konurtauslular öldürdükleri Azimhan için fidye ödediler, yüz deve fiyatı kadar. Çok büyük bir para! Ama konurtauslular bundan sonra onlardan korkmaya başladılar...Genç dul kadını sevindirmek istediler. Ama Karagöz’ü bir türlü teselli etmek olmuyordu.

Ne yaşlı kaynatası Usen, ne küçük oğlu Mukaş zavallı dulu acısından derdinden oyalayamıyordular.

Bu iki yaşlı Mukaşa aul sakinleri umutla bakıyordular.  «Ölü aslandan canlı fare daha iyidir», - atasözünü tekrar tekrar diyordular, çocuğun büyüyüp yiğit olmasını istiyordular; babasının kanını akıtanları hatırlayacak, onlardan intikamını alacak. Her kes Mukaş için Allah’a dua ediyordu, sani yüzyıllarla, bir ömür konurtauslularla savaşmalılar...

Yetmiş yaşlı Usen ölmüş oğlunun kırk gününü bekleyip anma yemeğini verip tiritleşmiş, hayat gücünü kaybedip, hayatta yapabileceği her şeyi yapıp bu hayatu terketti.

Erkek yükü Karagöz’ün omuzuna yüklendi. Bir kadın için bu kadar büyük tarım, hayvan işletmeleri ile ilgili işleri yapmak kolay değildi. Genç bir dul kadın için eşinin ve kaynatasının soyunu yönetmek zor bir işti. Etrafında az avcılar dolaşmıyordu – kimisi zenginliğine, servetine aşıktı, kimisi güzelliğine! Onların arasında inatçıları, ısrarcıları, sırnaşıkları, her türlüsü vardı. Ama Karagöz hepsiyle başardı. Annesinden farklı olarak o kendisi için korunma yeri, destek aramıyordu. Hem koyun sürüsü, hem at sürüsü düzenli yetişiyordu.

İlk zamanları sanki aniden yaşlandı.  Boşluk, umutsuzluk hissleri gölge gibi kızın arkasınca her yere gidiyordu. O yalnızdı, hüzünü çaresizdi.  Akşamın alacakaranlığından sabaha kadar uykunun en tatlı zamanı Karagöz yüzünü yas başörtüsüne saklayarak göz yaşlarına boğuluyrdu. Kendini tutamıyordu, tutmak da istemiyordu. Aulda onun acıdan bağırdığını, ağlayıp sızladığını her kes duyuyordu. O eşini çağırıyordu, saatlerce eşi ile konuşuyordu:

-    Parlak doğanım benim, kanatlı doğanım benim...bir tanem benim...ırmağın üstünde bitmiş uzun kavak gibidir benim eşim...kıymetlim benim...güçlüm benim, düşmanını ürkütenim benim, gücüm dayanıklılığımsın  benim, irademsin benim...

Karagöz’ü duyan onun söylediği bu türlü sözleri şarkı sözü gibi ezberleyip hatırlıyordu. Çok acı bir şarkıydılar bu şarkıla, pelinden acıydı, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşıyordu bu şarkılar. Yakında tüm irgaylinliler Karagöz’ün Azimhan ile nasıl, hangi sözlerle vedalaştığını, ama bir türlü vedaşalamadığını, onun aldığı nefesinin içini nasıl yaktığını, göz yaşlarının yakıcı olduğunu biliyordu.

Zamanla bu yas örtüsünün tutuklusu hakkında överek konuşmaya başladılar, kadınlar hakkında nadiren böyle konuşurdular:

-    Sevgili aşığının arkasından nasıl da ağlıyor... ihtiyar kadınlar ve erkekler yaşadıkları seneler sürece çok şey görmüşler, ama bir kızın eşini bu kadar sevdiğini yeni görüyordular, efsane gibi anlatıyordular Karagöz’ü.

-    Karagöz’e benzer kadın yoktur! Tuttuğu yas uzun süredir sürüyor, bu yas mukaddestir, kutsaldır...  Diğerleri için böyle bir yas ağır geliyor, ama Karagöz’ün tuttuğu bu yas tanrı için bile hoştur.

Karagöz’ün bu sevgisi ona şan, şöhret kazandırdı, defalarca başkaları için örnek koydular bu aşkı, bu yası. Bu şan onu yükseltti.

Yaz geliyordu, ormanları, dağları yeşil otlar tutmuştu. Mevsim değiştikce aul da yeni topraklara göç ediyordu. Mukaş büyüyordu, kuvvetleniyordu. Katagöz ise kendine sadık kalıyprdu. Kendi şanına, yasına sadık kalıyordu. O dul kalarak yaşıyordu, ihtiyarların istediği gibi, kendi oğlundan başka hiç kimseyi okşamıyordu. Binlerce çekici şeylere karşı sabr gösterdi, bir kez bile güçsüzlüğünü, zaafını göstermedi. Ve bu yas böyle altı senedir sürüyor. 

Karagöz Bulat çobana boşuna şeytanlardan, ateşten bahsetmedi, o Allah’tan korkardı.

Ama Karagöz daha gençti. Yaşıyordu daha, canlıydı. Hüzünlü siyah gözleri eskisi gibi güzeldi, yanaklarının esmer cildi kızarıyordu. Göz yaşları onun güzelliğini harcamamıştı. Vücudu bembeyazdı, biraz kilo almıştı, ama genç vücuttu. Sağlıklıydı, hızlıydı, güçlü kadındı. Damarında sıcak kan akıyordu, hayata düşkün, yatışmayan.

Karagöz zarif bir kadındı, bir anneydi. O seviyordu ve onu seviyordular. Mutluluğun ne olduğunu tatmıştı, az sürse de onun yaşadığı mutluluk her kese nasip olmuyor. Ama şimdi her şey bitmişti onun için.  Ah, keşke onun sözlerini larkı yapıp söyleyenler Karagöz’ün iöinde yaşayan o acıyı, ne kadar ağır acı taşıdığını görseler.

Ama bu azap ıstırap Allah için hoştursa o razıdır. Ama Karagöz boşuna lambayı söndürüp tenha yatağına uzanıp Allah’a dua ediyordu. Boşuna Allah’tan huzurlu uyku istiyordu. Uyku ve rahatlık başkalarındaydı, güçsüzlerde, günahlılardaydı, ihtiyarların övmediklerindeydi huzurlu uyku. Onun nasibi karanlık uykusuz gecelerdi. Damarlarında sanki ateşli yıllanlar sürünüyordu, tüm vücudunu ısırıyordular ve bu yıllanlardan kurtuluş yoktu. Sabaha kadar Karagöz bu acılar içinde uyuyamıyordu, sanki kör, sağır oluyordu, lambayı yakıyordu, güvendiği yaşlı hizmetçisini çağırıyordu, onun önünde soyunup çıplak kalıyordu, sonra onu dövmesini damarındakı o yılanları öldürmesini emrediyordu. Hizmetçi Karagöz’ün bu halinden korkardı. Ama cahil hizmetçi Karagöz’ün içinden dışarıya çıkmak isteyen şeyin gençlik olduğunu, başka tü hayat yaşamak isteği olduğunu anlamıyordu.

Zamanıydı artık – Karagöz’ün huyu değişiyordu. İnsanlara karşı tuhaf davranıyordu, sanki hasta olmuştu. Biri bir şey söyledimi hemen kızardı, boş şeylere öfkeleniyordu katlanılmazdı artık, insanlarla alay ediyordu, acımadan küstürüyordu. Bazen ise kendine kapanıyordu, fare yuvasına saklanır gibi susuyordu, haftalarca, hiç kimsenin yüzüne bakmazdı, insanlar acımaya başlıyordular.  Onun kırdıkları bile Karagöz’e kıyamıyordular. Bazen ise kadına mahsus olmayan gücüyle her kesi şaşırtıyordu.

Bu yaz, yasını yedinci senesinin yazı Karagöz yine çekilmezdi.

Havalar sıcaktı, günler sevinçli geçüyordu, geceler ise buz gibi soğuktu, ama açıktı, gökler yıldızlarla doluydu. Atların ayak tıpıltılar, kuzuların melemeleri her tafarta müzik gibi duyuluyordu. İnsanlar mutluluktan sarhoş gibiydiler. Her kesşn kalbinde yeni umutlar doğmuştu. Geceleri uyumayan, sürüleri koruyan Bulat çoban bile artık utanmadan mutlu olduğunu bağırıyordu...

Karagöz bunu duyunca yüzünü çevirdi. Ama çobanın masum «canım» demesi Karagöz’ün vücudundaki yıllanları uyandırdı.

Ata arabasında uyuyan Mukaşı bırakıp Karagöz arabadan indi. Yavaş yavaş sahilde yürüyordu. Suyun sesini dinliyordu, sabahın serinliğiydi. Güçsüzlük hissett Karagöz, dizleri titredi, yatmak istiyordu.

Karagöz Kaida’ya kadar yürüdü, burada o ilk kez Azimhan’ın öldüğünü öğrenmişti. Ama artık bu hatıra bile eskisi gibi hatırlanmıyordu.  Hava boğucuydu. Kalbi hızlı güm güm,ağır ağır atmaya başladı.

Yakındaki gölgeden bir genç gülüş duyuldu. Bu bir kızın gülme sesiydi...Sonra neşeli birilerini çağıran bir ses duyuldu. Bu bir erkek sesiydi...Karagöz onları sanki rüyasında duyuyordu, geri dönmeyi düşünüyordu, ama sesleri duyduğu tarafa gitmeye karar verdi. 

Ormanın kenarında durdu. Bülbül ötüyordu. Bu topraklarda bülbülün sesini Karagöz kaç kez duydu, ama hep yanından geçti.ama şimdi onun ötmesini dinliyordu.

Kuşun şarkısını dinleyerek Karagöz dalmış ormanın derinine gitmiş. Ama aniden erkekle kızın sırtını gördüğünde korktu. Erkek kızın elinden tutuyordu, beyaz gömlek ve siyah yelek giymişti., saçları kıvırcıktı, birileri saçlarını karıştırmıştı, tabi ki kız elleriyle.  Kız da süslü ve temiz giymişti. Yeşil sahilde oturup birbirilerine sarılmıştılar. Karagöz’ü farketmediler.

Bunlar İsmagul’un aulundandırlar, nişanlılar, Karagöz’ün uzak akrabalrı oluyorlar. Karagöz onları tanıyor. Erkek baya yakışıklı, üstelik okuma – yazması var. Tüz yaz boyunca onlar burada kalacaklar, ve annebabaları engel olmayacklar.

Anlaşılan birbirini seviyorlar, beraber olacaklar herhalde.

Karagöz gözlerini çekmeden onları seyrediyordu. Ama başı dönmeye başladı. Damarlarında yine yılanlar haraket etmeye başladılar. Karagöz tüm gücüyle düşmemeye çalıştı, ses yamadan oradan uzaklaşmaya çalıştı. Yüzü utançtan yanıyordu, kendisi kendisinden utanıyordu.

Yurtalar yerleştirildiler. Akşama kadar bayram sürdü. Her kes yorulmuştu. Uyumak istiyordular. Sürüyü koruyan Bulat bile uyumak istiyordu.

Karagöz uyumuyordu. Uzanmıştı, ama uykusu yoktu. Bugünkü insanların sevincini hatırlıyordu. Her kes onunla alay ediyordu düşünmeye başlamiştı.

Altı sene içinde Karagöz ilk kez bir erkeğe dikkat etmişti. Beyaz gömlekli, siyah yelekli erkeğe. Erkek sanki Karagöz’ü çağırıyoru, Karagöz artık kontrolünü kayedip bağırdı:

-    O Allah, artık gücüm kalmadı! Beni niye tutuyorsun ki bu hayatta?

Yerinden atlayıp yurtadan çıktı, kendi de nereye gideceğini bilmiyordu. Aulda sakinlikti, ay ışığı her tarafı ışıklandırmıştı. Yurtalar arasında hiç kimse yoktu. Karagöz’ün çıplak ayaklarının altında otlar parıldıyordu, saçları açıktı üzerinde siyah gömlek vardı. Karagöz gecenin serinini hissetmiyordu. İçeriden onu ateş basıyordu. Sahile yaklaştı, dizine kadar ırmağa girdi. Bir süre sonra sudan çıkıp yumuşak saahile uzandı. Üzerindekileri çıkarıp çıplak kaldı. Vücudu bembeyazdı. Vücunda ateşli yılanlar sürünüyordu.

Kısık bie ses tepe tarafından ona seslendi:

-    Karagöz...Nasılsın? Bir şey mi oldu sana? Karagöz kimin ve ne hakkında onunla konuştuğunu anlamıyordu. O erkek sesi duydu, yerinden kalkmadan ellerini ona uzattı. Ot üzerinde yürüyen ağır adam adımlarının tıpıltısı duyuldu. Adam yaklaşıp Karagöz’ün üzerine eğildi, Karagöz bu sırada tüm gücüyle adamı kendi üzerine çekti; tüm vücuduyla onu kucaklayıp öpmeye başladı.

Ayın ışığı söndü, suyun parıltısı yok oldu, otlar ezildi. Fakat ateşli yılanlar Karagöz’ün damarlarında sevinçten göbek atıyordular. İhtiraslar içinde Karagöz bir tek Bulat’ın beyaz yanaklarını ve parıldayan kurt dişlerini görüyordu.