Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
MUSTAFİN Gabiden, "Karagandı"

15.10.2015 7877

MUSTAFİN Gabiden, "Karagandı"

Язык оригинала: "Karagandı"

Автор оригинала: Gabiden MUSTAFİN,

Автор перевода: not specified

Дата: 15.10.2015



BÖLÜM BİR

KISIM BİR


Geçen yıl sarı otlarla örtülü geniş bozkırın tepesinde kalın tellerle güçlendirilmiş, pastan kahverengimsi bir hal almış olan eski metal bir boru duruyor ve epeydir bu borudan duman çıkmıyordu. Borunun hemen yanında oldukça alçak 5-6 tane baraka bulunmaktaydı. Çok eskiden örülmüş tuğla duvarlar çatlamış ve yıkıldı yıkılacak gibiydi. Bu duvarları sadece ve sadece çok sayıda destek kalasları tutuyordu.

Barakaların arkasında bir sürü kömür külleri yığılı haldeydi. Sıcak havada hele ki hafiften bir rüzgâr esmeye başladığı zaman köy üzerini siyah bir sis tabakası kaplardı. Ama şimdi erken baharda toprak ve kül nemli olduğundan toz yoktu.

Bu ufak Karaganda köyü, çıplak bozkırın ortasında çok geniş yüzlü bir insanın yüzünde ki doğum lekesi gibiydi.

Bir bahar günü uzaktan yalnız bir kervan göründü. Ama bu tipik bir göçebe Kazak karavanına benzemiyordu.

Oturak bölümlü at arabasıyla tente kaplı iki tekerlekli at arabası peş peşeydi. Her arabada on beş-yirmişer kişi bulunmaktaydı ve hepsi de Rus’tu. Sadece birinci arabada bu yörede yaşayan, kısa boylu ama iri yarı olduğu belli olan Kazak Kanabek oturuyordu. Onun yanında, hafifçe beyazlamış siyah saçlarıyla atletik yapılı biri vardı.

Kervan, yolun kenarında bulunan terk edilmiş mezarlığın yanına gelince durdu. Yolcular sağa sola bakındılar, etrafta hiç bir canlı yoktu ve köy çoktan ölmüştü.

Kanabek arabadan hafifçe kalktı ve yüksek sesle bağırdı:

- Hey! Kimse yok mu?

Bir barakadan, aşağıya doğru inen bıyıklarıyla dikdörtgen omuzlu uzun boylu biri dışarı çıktı. Yaklaşık bir dakika kadar bu insanların kim olduğunu anlamak için gelenleri uzun uzadıya süzdü.

Sonra ağır adımlarla kervana doğru yürüdü.

Kanabek sabırsızlıkla:

- Yaa! Sanki altında ki toprak eğiliyor gibi? Sen ne kadar iriyarısın! dedi.

Bıyıklı adam yaklaşarak kısık sesle:

- Merhaba dedi.

ve kimseye elini uzatmadan öylece durdu.

Kanabek, arabadan atlayıp adama doğru koşarak elini uzattı.

- Tanışalım arkadaş! Ben Kanabek, Telman Bölgesi Yürütme Komitesi Başkanıyım. Her halde duymuşsundur.

Bir an geçtikten sonra bıyıklı adam - Duydum dedi. Benim adım Ermek, ben işçiyim. Burada Karaganda’da bekçilik yapmak için kaldım.

- Haa! Biz de seni arıyorduk dedi Kanabek acele acele. Sen bize lazımsın. Bizimle kim geldi biliyor musun? Bu insanlar Donbass’tan bazıları ise taa Moskova’dan geldiler. Ölmüş Karaganda’yı canlandırmak istiyorlar. Bizimle birlikte yeni Sovyet Karagandasını inşa edecekler! dedi. Tanıştırayım. Bu bizim yakın arkadaşımız Sergey Petroviç Şerbakov. O da aynı senin gibi eski madencidir. Gelecek kuruluşun yöneticisi olacak. Yanında ki kişiyi işaret ederek bu teknisyen yoldaş Kozlov, bu çilingir Lapşin ve mühendis Orlov.

Ermek her biriyle tokalaşarak merhaba dedi. Esmer yüzü hafifçe kızardı ve gözleri parlamaya başladı. O, çok çekingendi ve hiç bir şey söylemedi. Ama onun yüz ifadesi, bu habere çok sevindiğini birçok kelimeden daha iyi anlatıyordu.

Bu kısa sohbet sırasında küçük köy canlandı. Çocuklar koşmaya, barakalardan kadınlar ve erkekler çıkmaya başladı. Buraya yakın kolhozlardan kömür için gelen arabacılar ortaya çıktı. Yoldan geçen atlılar atlarından inerek, atlarıyla beraber kalabalığa doğru yanaşmaya başladılar. Böylece misafirlerin etrafında kalabalık bir grup oluştu.

Sorularda sorulmaya başlandı:

- Yaa! Bizim Karaganda’da yeniden kömür ocakları mı açmak istiyorlar?

- Donbass’tan ustalar gelmiş diyorlar!

- Sakın sen bizim kömürlerimizle dalga geçme. Bizim kömür demiri eritir!

Ermek, cebinden bir deste anahtar çıkartarak Şerbakov’a uzattı.

- Sizin hakkınızda Çaykov’dan çok şey duydum ve sizi uzun zamandır bekliyordum dedi. Sonunda geldiniz. İşte anahtarlarınızı teslim ediyorum!

Şerbakov anahtarları aldı ve kocaman ellerinde sallamaya başladı. Bir an düşüncelere daldı. Derinlere oyulmuş masmavi gözleriyle etrafını saran bozkıra baktı. Galiba bozkırın sınırsızlığı onu heyecanlandırmıştı.

Anahtarlı elini yükseklere kaldırarak, geniş omuzlu atletik vücuduyla yüksek sesle konuşmaya başladı:

- Yoldaşlar! Buraların çobanı Appak Bayjanov’un dağ sıçanının kovuğunda Karaganda kömürünü bulduğu zamandan bu yana yaklaşık yüz yıl geçmiştir. Bunca zaman Rus ve İngiliz kapitalistler Kazak topraklarının zenginliklerini halktan gizlemişlerdir. Ama biz bu anahtarlarla bütün kilitleri açacağız ve halka ait olan yeraltı zenginliklerini halka vereceğiz! Komünist Partisi bizi buraya, bu geniş bozkırı uyandırmak ve kardeş Kazak halkına yardım etmek için gönderdi. Sovyet hükümeti kararıyla burada ki küçük ve zayıf kömür işi, beş yıllık kalkınma planının sonlarına doğru güçlü bir endüstri haline dönüştürülmek zorundadır. Bu hiç kolay olmayacak, ama halkın gücü her şeyin üstesinden gelecektir. Parti olarak bize düşen görev, bu gücü organize etmektir. İşte o zaman fethedilmeyecek hiç bir kale olmayacaktır dedi.

Şerbakov Rusça konuşuyordu. Bu bölgede Kazakların birçoğu Rusçayı bilmezdi. Ama parti, Sovyet iktidarı gibi kelimeler herkesçe anlaşılmaktaydı. Kanabek, Şerbakov’un söylediklerini tercüme etti.

Ermek’in yanında bastonuna dayanmış duran yaşlı bir Kazak kadını, söylenenleri büyük bir dikkatle dinlemekteydi. Başörtüsünden çıkmış beyaz saçları, şakaklarına takılmış beyaz laleler gibiydi. Yaşlı kadın az işitiyordu ve bu nedenle konuşmaları anlamak için çok çaba gösteriyordu.

Kanabek’in tercümesi bittiğinde yaşlı kadın Şerbakov’a yaklaşarak elini tuttu ve mezarlığın kenarına doğru götürdü. Sonra heyecanlı bir şekilde elle birini çağırmaya başladı. Kalabalığın içinden uzun boylu, yuvarlak yüzlü, büyük ağızlı genç bir delikanlı çıktı. Utangaç tavırlı kıpkırmızı yüzünde geniş bir gülücük vardı.

Yaşlı kadın Şerbakov’a mezarları gösterirken, konuşmaya başladı:

- Burada tüberkülozdan ölen babam yatıyor. Bu kocamın mezarı. O da madende öldü. Burada ise benim büyük oğlum yatıyor. Çok ateşli bir delikanlıydı. İngiliz teknisyenin hakaretlerine dayanamadı ve onu dövdü. O anda İngiliz’e yardıma gözcü Kudrya koştu ve canım oğlumu kılcıyla öldürdü. Burada gömülen birçok insan işkenceden ve açlıktan ölmüştür. Atamız Lenin’in emekçi halkı her zaman koruduğunu defalarca duydum. Seni de bize yardım etmen için mi gönderdiler?

Daha sonra yaşlı kadın delikanlının elini tutarak Şerbakov’a yaklaştırdı ve dedi ki.

- Bu benim tek kalan öksüz ve yetim yeğenim. Adı Akım. Canım benim! Onu sana emanet ediyorum. Onu adam yap. Tıpkı bizim ailemizin diğer erkekleri gibi iyi bir madenci olsun.

Kanabek yaşlı kadının sözlerini tercüme etti ve Şerbakov şu cevabı verdi:

- Güvenin için teşekkür ederim anacığım. İsteğini büyük bir zevkle yerine getireceğim.

Yaşlı kadını ellerinden tutarak yavaşça mezarlıktan uzaklaştırdı.

Ermek, misafirleri boş duran barakaya götürürken insanlar yavaşça dağılmaya başladı. Atlılar tırıs halinde yollarına devam ettiler. Kolhozcular arabalarını kömürle doldurarak kendi köylerine doğru uzaklaştılar.

Akşama doğru rüzgârın kanatlarında bozkıra bir haber yayıldı: "Donbass’tan ve Moskova’dan ustalar geldi ve Karaganda’yı canlandırmak istiyorlar"

Aradan bir kaç gün geçti. Gelenler yeni bir düzen kurdular. Küçük kömür işi yavaş yavaş canlanmaya başladı.

Akım ve diğer işçiler, barakalara oldukça yakın mesafede bulunan bir tepecikte ufak kömür yığınının yanında ki kömür çarkını çeviriyorlardı. Bu çarka ucunda kova bulunan çelik bir halat bağlıydı. İşçiler kuyudan bu şekilde çıkartılan kömürü eski yığının yanına döküyorlardı.

- Akım, neden ayrı dökmek lazım diye sordu?

Onunla birlikte çalışan biri ne bileyim diye söylendi.

- Ben Sergey Petroviç’e soracaktım, ama Rusça bilmiyorum. O da Kazakça anlamaz.

- Senin büyük annen nasıl oldu da seni madenci yapmak için ondan ricada bulundu.

- Haa! O zaman Kanabek ona söylenenleri tercüme etti.

Maden kuyusunda bulunan ahşap merdivenden Şerbakov, hiç konuşmayan mühendis Orlov ve ustabaşı Seyitkali çıktı.

Seyitkali, eski bir Karagandalı madenciydi. Kömür işi öldüğü zaman Seyitkali köyüne gitmişti. Ama Donbass’lı ustaların geldiğini duyunca hemen madene geri geldi ve ustabaşı olarak çalışmaya başladı.

Seyitkali, sarı saçlı, etli ve geniş burunlu, kalın sesliydi.

Şerbakov kafasını sallayarak - Çok fazla kayıp var dedi. Yukarı çekerken çıkartılan kömürün yarıdan fazlası dökülüyor.

Seyitkali - Ama İngilizler zamanında kayıplar çok daha fazlaydı diye yüksek sesle söylendi.

Sergey Petroviç piposunu yaktı ve aynı zamanda çarkın yanında çalışanları dikkatlice süzerek - İngilizler bizim için örnek değildir dedi. Kaya ile karışık olmayan temiz kömürü çıkartmayı ve hiç kayıp olmadan çıkartmayı öğrenmemiz lazım dedi.

Delikanlılar çarkı zorlanarak çeviriyorlardı. Sıklıkla alınlarında ki terleri siliyorlardı. Şerbakov Seyitkali vasıtasıyla:

- Eee! Akım. Nasıl zor mu, yoruldun mu diye sordu?

- Zor. Ama yorulmadım.

- Yani belli ki sen çabuk yorulanlardan değilsin. Kazmayı alman gerekirse ne dersin.

- Ooo! O zaman nasıl kazardın beni bir görün. Yeter ki bana öğretin.

- Öğreteceğiz. Şimdi bu söylediğimi de sakın unutma. Öyle bir zaman gelecek ki kömürü makineyle kazacaksın.

Sergey Petroviç Akım’ın omuzlarına vurarak Seyitkali’ye döndü. Bu delikanlı Ermek ile birlikte çalışsın, ondan bir şeyler öğrensin dedi.

Bu sohbet esnasında mühendis Orlov buruna takılan gözlüğünü silerek bir kenarda sessizce duruyordu. Sonra gözlüklerini takarak yavaşça yaklaştı.

Sergey Petroviç çarkı çeviren delikanlıları kafasıyla işaret ederek dedi:

- Biz buna uzun zaman tahammül etmeyeceğiz.

Orlov, omuzlarını kaldırıp ellerini iki yana açarak:

- Bu şartlarda ne yapabiliriz ki dedi.

- Çarka atları neden bağlayamıyoruz?

- Haa! Yani atlı bir çark yapalım diyorsunuz, çok mantıklı.

- Evet. Atlı çark. Hem insanları ağır şartlarda çalışmaktan kurtaracağız hem de daha çok kömür çıkartabileceğiz. Bu görevi teknisyen Kozlov’a vereceğim. Siz de ona yardım edin.

- Bozkırda ağacı nereden bulacağız peki?

- Kozlov bulur, o yapar.

Seyitkali, bugün çıkartılmış kömür yığınından büyük parçaları ayırarak tahta bir kutuya koydu ve çivi çakarak kapağını kapatmaya başladı.

Akım yan gözle bakarak onun ne iş yaptığını anlamadı ve sordu.

- Kutuyu bu kadar sıkı şekilde niye kapatıyorsun. Bu ne için lazım?

- Ural’a ve Donbass’a göndereceğiz.

- Onların kendi kömürleri yok mu?

- Bizim kömürü inceleyecekler.

- İnceleyecekler mi? Ondan yağ mı yapmak istiyorlar. Kömür kömürdür.

Sergey Petroviç tartışmaya kulak misafiri olarak Seyitkali’den tercüme etmesini rica etti ve anlayınca bayağı güldü.

- Ona anlatın. Anlayınca daha verimli ve daha çok çalışacaktır. Farklı kömürler vardır. Kömürden hem yağ hem de demiri eriten kok üretilebilir. Bizim kömürümüzün ne kadar koklaşabileceğini öğrenmek çok önemli. Ural’da ve Donbass’ta bu tür incelemeleri yapabilen özel ekipmanlar var.

Akım dinledi ve kafasını salladı.

Orlov Akım’a çivi ile kapatılmış kutuyu, gelecek kuruluşun yerleştiği barakaya götürmesini istedi. Kendisi de onun peşinden gitti.

Şerbakov ve Seyitkali ise İngiliz imtiyaz sahipleri zamanından beri terk edilmiş "Gerbert" kömür ocağına doğru yavaşça yürüdüler. Tepeye çıktılar. Şerbakov memnun bir şekilde gülerek toprakları inceledi.

Uzakta ki tepe beyazımsı bulanık bir örtüyle kaplı, daha yakınlarda ise ovanın her tarafı insanlarla doluydu. İnsanlar, sanki büyük bir hayvanın yuvasını kazan avcılar gibi toprağı kazıyorlardı. Orada, burada her yerde yeni ocakların temelleri atılıyordu. Dağın arkasından ise peşi sıra kervanlar çıkıyordu.

- Sergey Petroviç çalışma başlamıştır. Görüyor musun, insanlar da yavaş yavaş gelmeye başladı. Kolhozlarla sözleşmeler imzalanacak, kervanlar bize akın akın gelecekler dedi.

- Evet. Halk artık Karaganda’yla ilgili gelişmeleri biliyor. Sadece bizim çağırmamızı bekliyorlar.

- Biz de onları karşılamaya hazır olmalıyız. Öncelikle insanlara ne lazım olur. Su, ekmek ve barınacak bir yer. Burada ise bak her taraf boş. En büyük zorluğu su konusunda yaşayacağız. Seyitkali kaygıyla başını kaşıdı. Tüm Karaganda için ancak iki-üç kuyu var. Bu kuyularda ki sularda çok derinlerdedir. Yeni kuyular açmak ise şaka değil, çok zordur.

- Hayır. Ben barınak meselesinin su meselesinden daha ciddi bir konu olduğunu düşünüyorum. Burada hiç inşaat malzemesi yok. Malzeme getirmek içinse kim bilir ne zaman demiryolu inşa edilecek. Kış gelince işçiler nerede yaşayacak.

Seyitkali şöyle cevap verdi:

- Buradan bir kaç kilometre mesafede "Kzıl-Kuduk", "Ak-Kuduk", "Aşılı-Ayrık", "Bukpa" kolhozları vardır. Başlangıçta işçilerin bir kısmını oralarda yerleştirebiliriz. Diğerleri hiç olmazsa kendileri için toprak baraka yaparlar. Bunun için fazla bir malzemeye de gerek yok. Ama su çok pahalıya patlayacaktır. Kolhozlardan su getiremezsin ki.

Sohbet çekiç sesleriyle kesildi. Çekiç sesi, yüksek demir borunun yanında ki taş ahırdan gelmişti. Eski zamanlarda bu ahır "Gerbert" kömür ocağının temelinin atıldığı yerde inşa edilmişti.

Şerbakov ve Seyitkali’nin girdiği ahırın bir bölümünde, küçük ve çevik yaşlı bir adam olan demirci Koktainşa çekiçle yüksek sesle vuruyordu. İngilizler buranın hakimiyken o Karaganda’nın en büyük ustası olarak bilinirdi. Donbass’lılar ve Moskovalıların geldiğini duyunca Koktainşa köyden herkesten önce döndü. Örsü çekiçle dövmeye başladı ve küçük bir demirci ocağı kurdu. Demirci şimdi kazma yapıyordu. Sergey Petroviç, adamın hünerli ellerini hayranlıkla izliyordu.

- Siz demiri kilden daha kolay şekillendiriyorsunuz.

Koktainşa, Rusçayı çok az bilmesine rağmen hiç çekinmeden cevapladı:

- Siz birde demirci Karakızı çalışırken görseydiniz dedi.

Şerbakov heyecanlı bir şekilde o nerede diye sordu?

- Öldü.

- Yazık. Bizim böyle ustalara çok ihtiyacımız vardı. Siz bütün eski madencilere haber verin, işlerine geri dönsünler. Ama kendi kazmalarını yanlarında getirsinler. Çünkü alet konusunda bayağı eksikliğimiz var.

- Onlar zaten bırakmazlar. Siz onlara kalacak bir yer verin, kalan her şeyi kendileri hallederler.

Adamın küçük atölyesi, paslı demir parçalar ve eski körelmiş kazmalarla doluydu. Ahırın bahçesinde bozuk dekoviller, ince raylar atılmış halde durmaktaydı. Burada tam ahırın içinde teknisyen Kozlov, Lapşin ve Koktainşa, kömür ocaklarının mekanik atölyesini donatmaya başladılar.

Ahırın önünde iki atlı gezinti arabası durdu. İçinden iri, kısa boylu, ileri yaşlarda bir adam indi ve tozlu yağmurlu üstünü çırpmaya başladı.

Koktainşa, Kozlov geldi dedi.

Şerbakov bağırarak - Ooo! Boris Mihayloviç. Artık döndünüz mü? dedi. Bir şey bulabildiniz mi?

Kozlov, arabadan eski vidalar, dişliler, çelik halat parçaları çıkartarak,

- Orada doğru düzgün bir şey kalmamış dedi.

Eskiden İngilizlerin kontrolünde ki yarı harap Spasskiy bakır eritme tesisi, Karaganda’dan 35 kilometre uzaklıktaydı. Kozlov, oraya mekanik atölyesi için malzemeler bulma umuduyla gitmişti.

- Bulduğunuz her şey bunlar mı?

- Arızalı üç tane daha lokomobil, iki adet kameron kalıntısı ve birkaç boru vardı. Onları Lapşin getiriyor.

- Büyük Mihaylovsk köyünde terk edilmiş değirmende bir şeyler var mı?

- İngilizlerden ve zenginlerden ne kalabilir ki? Kozlov kırılmış ön dişlerinin köklerini göstererek güldü.

- Orası da boş, hiçbir şey yok. İki tane yıpranmış motor var, o kadar. Bu eski hurdalardan bir şeyler yapmaya çalışırız tabi ki. Demiryolu buraya gelip bizi kurtarana kadar elimizi kolumuzu bağlayıp oturacak değiliz ya!

- Hadi buraya girelim.

Sergey Petroviç Kozlov’u, Koktainşa’yı ve Seyitkali’yi "Gerbert" maden ocağına iniş yolu bulunan ahırın yanına götürdü.

Şerbakov, karanlık ve çok derin kuyu boşluğuna baktı. Seyitkali’ye düşünceli bir şekilde derinlik ne kadardır diye sordu?

- Yaklaşık 100 metre var.

- Ermek diyor ki; kuyunun dibinde göl oluşmuş.

- Olabilir. Burada eskidende çok su vardı.

- Bu suyu teknik ihtiyaçlar için kullanabiliriz. Jeolog Çaykov bana iki yerde yer altı su kaynakları bulunduğunu söylemişti. Onları da kullanacağız ve böylece geçici olsa bile su problemini halletmiş oluruz.

Seyitkali ağzını hayretle açtı ve sadece:

- Anlamıyorum! diyebildi. Onun fikrine göre su, sadece ya kuyulardan ya da nehirlerden alınabilirdi. Biz bu suyu oradan nasıl alabileceğiz diye sordu?

- Motorla çekeceğiz.

- Motor nerede?

- Boris Mihayloviç yapar.

Kozlov kafasını sallayarak yüksek sesle güldü.

- Ben bu motoru neyle yapacağım. Bu hurdadan mı diye sordu?

- Sen bunu bizden baha iyi bilirsin. İnsanlara su lazım, suuu. Şimdilik kolla çevrilen çarkı atlı hale getir, daha sonra bakarız. Bir de acele et diye hatırlattı Sergey Petroviç. Sonra Seyitkali’ye dönerek günler geçtikçe kazı işimiz daha derine inecek, el arabasıyla halledemezsin dedi. Bak! "Gerbert" bahçesinde dekoviller ve raylar var.

- Ama onlar çok eski. Hiçbir işe yaramazlar.

- Boris Mihayloviç için yararlı olabilir. Onları en kısa zamanda madene indirmek için hazırlayın. Haa! Bu arada bir şey daha: Yeni işçileri hemen kazma işlerine koymayın. Onları öncelikle eski işçilerin yanına koyun ki, onlardan yani Ermek gibi ustalardan çok şey öğrenebilirler. Bu dinç ve sakin adam her zaman yavaş ve emin konuşurdu. Onun sözcükleri emir gibi değil, insanlarını düşünen babacan bir tavra sahipti. Sergey Petroviç Seyitkali’ye, Kozlov’a ve Koktainşa’ya talimatlar vererek müdürlüğe gitti. O, acele etmeden ellerini geniş pantolonunun ceplerine sokarak yürür ve aynı zamanda düşünürdü. Bir düşüncenin arkasından hemen bir başkası ve daha sonra bir başkası geliyordu:

Nitelikli madenci çok az! Bunları geçtik, basit işçiler bile yetersizdi. İşgücünü kolhozlardan temin ediyoruz, insanlar eğitim almak istiyorlar. Onlara yemek, kıyafet, barınak ve okullar vermek lazım. Üretimin büyümesi şart. Atlı çarklarla, el arabasıyla ve kazmayla nereye kadar gidebilirsin. Çok uzağa gidemezsin. Mekanizasyon ihtiyacı var... Demiryolu Karaganda’yı tüm ülkeye bağlayana kadar bu zorlukları çekmeye devam edeceğiz. Yanı sıra şimdi burada derhal parti organizasyonlarını, Sovyet kurumlarını ve sendikayı kurmak gerekir. Buna kim yardım edecek? Bunlardan daha fazla olsun çok isterim!

Engin bozkırın tepeleri arasında Karaganda’nın çok küçük olan madencilik mesleği gizlenmişti. Orada ve burada ayrı ayrı insan öbekleri yavaş yavaş ve sanki utanır gibi hareket etmekteydiler.

Düşüncelerden sıyrılan Sergey Petroviç durdu ve büyük bir taş üzerinde oturarak cebinden not defterini çıkartıp dizine yerleştirerek yazmaya başladı:

" Moskova. Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı yoldaş Kuybişev’e.

Durumu inceledim, çalışmalara başladım. Planlarımız hayata geçmeye başladı. Kalitenin incelenmesi amacıyla kömür numunelerini Donbass’a ve Ural’a gönderdik. Her iki yerde su kaynakları bulduk. Yerel imkânları sonuna kadar kullanıyoruz. Ama bu yetmemektedir. Gerçek yardım gelince, öncelikle demiryolundan bahsediyorum daha büyük ölçekli olarak çalışmaya başlayacağız. Yerel halk madencilik yapmak için gelmeye başladı. Yakın zamana kadar göçebe olan halka eğitim vermek için nitelikli uzmanlara ihtiyaç duymaktayız. Ayrıca yerel sosyal kurumlar oluşturmak gerekmektedir. Acil tedbir alınmasını rica ederim.

Şerbakov"

Telegramı kuruluşa veren Şerbakov oyalanmadan dışarıya bozkıra çıktı. Sergey Petroviç ceketinin düğmelerini açtı. Bozkırın geniş mekânında taze ilkbahar havasını derin derin içine çekerek yürüyordu. Yakınlarda kazı yapan işçileri gördü. Yeni madenin temeli atılıyordu. Şerbakov yönünü onlara doğru çevirdi.


KISIM İKİ


İnce, kürdan gibi zayıf yapılı sportif bir delikanlı açık bronz rengi yüzüyle, parti bölge komitesi binasından koşarak çıktı. Kalbi küt küt atıyordu. Koşarken kendisine az önce sekreter tarafından verilmiş olan evrakı gözden geçirdi. Evrakın üstünde büyük harflerle "Parti Bölge Komitesi..." yazısı bulunmaktaydı. Bu ufak kâğıt parçası onun yaşama giriş izni gibiydi.

Aslında hava çok sıcaktı ama delikanlı hızını hiç kesmedi. Karl Marks sokağının büyük taşlarla kapanmış kısmında yürümekteydi. Taşlardan bazıları yatan deve ebatlarındaydı, diğerleri ise yurta kadar vardı. Alma-Ata Bölgesine bin dokuz yüz yirmi bir yılının ilkbaharında daha önceden görülmeyen sağanak yağışlar yağdı. Dağlardan akın akın büyük taşlar getiren tehlikeli sular aşağıya doğru aktı. Şehirde hālā bu selin izlerine rastlanmaktaydı. Sokakta ki taşlar arasında tavşan yolu gibi dar patikalar bulunmaktaydı. Acele eden delikanlı bu daracık yolun zikzakları arasında yürümekten sıkılmıştı ve taştan taşa atlayarak yürümeye devam etti.

Sekreter ile bayağı uzun süren sohbetini hatırlayınca, bilinçaltında Kazakistan’ın şimdiki yolunun bu patikaya çok benzediğini düşündü. İleride büyük yeşil halı örtülmüş vadi görünüyordu. Ama oraya kadar giden yol derin çukurlar ve yüksek dağlarla kaplıydı.

Sonunda kendi dairesine geldi.

Yarısı toprağa gömülmüş ahşap ev, eski zamanlarda herhalde çok iyiydi. Ama sel sonrasında çok eğilmişti. Devrimin fırtınalı günlerinde evin sahibinin nereye kaybolduğunu kimse bilmiyordu. Şimdi ise bu ev kamunun malıydı. Ancak şehir komitesinin elleri evi düzeltmeye yetişememişti. Maalesef zaman böyleydi: Cumhuriyetin merkezden başlayarak kıyıda köşede bulunan köylere kadar her yerde herkesi yeni ev sahibi yapma heyecanı vardı, hayat daha yeni düzene giriyordu.

Genç, evinden girdiği gibi hızla çıktı. Bir elinde bavul, kolunun altında yağmurluk. Yolda ilk gördüğü faytoncuyu durdurdu:

- İstasyona dedi.

Sakallı faytoncu kırbacını şaklattı. Faytonun tekerleklerinin altından toz bulutu çıkmaya başladı. Yıpranmış fayton tümsek yolda zıplaya zıplaya yol alırken, yolcusu oturduğu yerden sıçramak zorunda kalıyordu. İstasyona kadar olan mesafe on iki kilometreydi. Yol boyunca iki yöne yavaşça giden yolcu ve yük dolu faytonlar hareket etmekteydi. Otomobil çok nadir görülmekteydi. Yol kenarlarında dikilmiş yüksek kavak ağaçları tozla kaplanmış ve bu yüzden uçları, sanki yaşlanmış beyaz saçlı başlar gibiydi. Sanki sıcak hava ve yoğun toz, canlı olan her şeyi boğmuş gibiydi.

- Genç adam- Bana kalırsa Alma-Ata sadece güneşi ve yeşiliyle değil tozuyla da zengindir dedi. Bu, bütün yol boyunca delikanlının ağzından dökülen tek cümleydi.

İstasyona yaklaşınca genç adam faytoncunun ücretini ödeyerek hızlıca perona geçti ve hareket etmesine az bir süre kalan trene bindi.

Sadece bizim kahramanımız değil diğer yolcularda bu trene biletsiz binmişlerdi. Türkistan - Sibirya demiryolu kısa bir süre önce çalışmaya başlamıştı. Yolcu trenleri daha yoktu. Ama yük trenlerinin kırmızı vagonları isteyen herkesi alırdı. Hiç kimse onları varış noktasına tam zamanında ulaştırma sözü vermemesine rağmen bu trene binmek isteyen insan sayısı inanılmaz fazlaydı.

İnsanlarla, yüklerle ve sığırlarla dolmuş upuzun tren, gıcırdayarak hareket etmeye başladı. Koyunların melemesi, harmonikanın inlemeleri, insanların sesleri büyük bahar göçüne benziyordu.

Vagon kapısının direğine omzuyla dayanan genç adam kıpırdamadan uzaklara bakıyordu. Tren hızlıca ilerlerken topraklar aynı hızla geride kalıyordu ve sadece beyaz başlı Alatau dağı trenden ayrılmamıştı. Dağların tepeleri, uzun bir zincir gibi doğuya doğru uzanmıştı.

Demiryolu kenarı boyunca uzanan orman yolunda insanlar: Yaya, atlı ve arabalı olarak hareket halindeydi. Bronzlaşmaktan parlayan erkek çocuk, hafif yassı bir burun ve çıplak karnıyla trenle yarışarak tren yolunun tam kenarında koşuyordu. Onu gören genç adam elinde olmadan güldü. Sonunda çocuğun nefesi tükendi ve trenden geride kalmaya başladı. Şimdi ise vagonların peşine bir boğa üzerinde oturan yaşlı bir adam düşmüştü. O, büyük olasılıkla Jalayir soyundan gelmeydi. Çünkü sadece Jalayırlılarda boğaya binme geleneği vardı. İki tekerlekli ve eşek tarafından çekilen arabada kestiren adam bir anda uyandı ve korkudan ayaklarını sallamaya başladı. Eşek, uzun kulaklarını dikerek kafasını trene doğru çevirdi ve aynı hızla yoluna devam etti. Rahvan koşan develer üzerinde iki Kazak kadın oturuyor, başlarında bembeyaz şal dalgalanıyordu. Atlarını son hızla süren binicilerde vardı. Toynakların tık tık sesleri, vagonların tekerlek sesleriyle karışmıştı...

Genç adam kol saatine bakarak, memnuniyetsiz bir şekilde yüzünü buruşturdu. Eski çağlardan beri Kazak halkının kullandığı tüm taşıma araçlarının hızı, trenin hızıyla karşılaştırılmazdı. Türkistan-Sibirya demiryolu, eskiden bir ayda alınan yolu bir güne sığdırmıştı. Buna rağmen bizim kahramanımız çok sabırsızlanıyordu. At üzerinde bir kaç yüz kilometre daha gidecekti. Kazak bozkırının uçsuz bozkırının sanki hiç sonu yok gibiydi.

Bir adam

- Hey oğlum! Otur da bir şeyler atıştıralım diye seslendi.

Genç adam bir anda döndü. Çok sık gür siyah sakallı bir Kazak sanki evdeymiş gibi vagonun köşesinde koşmanın üzerinde yayılmıştı. Dastarhan üzerinde - koşma üzerine serilmiş beyaz masa örtüsü üzerinde lavaş ve soğuk yağlı koyun eti, kenarında siyah renkli ham deriden füme edilmiş kımız şişesi - siyah torsuk duruyordu.

- Ellerini sil canım benim dedi Baybişe[1] ve suyla dolu demliği uzattı.

Delikanlı, hem ellerini hem yüzünü yıkadı ve dastarhana-sofraya oturdu ve o anda daha dikkatli incelemeye başladı. Vagonda birçok uyruktan insanlar toplanmıştı. Diğerleri arasında Özbekler, Uygurlar, Dunganlar da vardı. Herkes çantalarından yiyeceklerini çıkartarak kendi ağız tatlarına ve alışkanlıklarına uygun olarak sofralarını kuruyorlardı. Uzun bıyıklı Ukraynalı yaşlı adam, el yapımı ahşap valizinden bir ekmek parçası ve bir parça domuz yağı çıkardı. Kanca burunlu bir yolcu, keçi peyniri yediğine göre kesinlikle Kafkasyalıydı. Bir genç delikanlı şu anda harmonikayla "Galiyabanu"[2] şarkısını bitirdi, demek ki Tatardı.

Siyah sakallı Kazak genç adama doğru - Evet delikanlı dedi. Bir atasözü vardır: Bin kişinin yüzünü bilmektense bir kişinin adını bilmek daha iyidir.

- Benim adım Meyram.

- Yolculuğun mutlu olsun! Nereden gelip nereye gidiyorsun?

- Meyram kısaca - Çok uzak bir yerden geldim ve çok uzaklara gidiyorum diye cevap verdi. Genç adam gri gözleriyle muhatabının yüzünü dikkatle inceleyerek ekledi - Moskova’dan geldim. Orada okudum. Şimdi ise okul sonrası Karaganda’ya çalışmaya gidiyorum. Sizin isminizi öğrenebilir miyim acaba?

- Benim adım Mausumbay. Nayman soyundanım. Biz benim kocakarıyla birlikte Semipalatinske doğru evli kızımızın yanına misafir olarak gidiyoruz... Görüyor musun tren ne kadar hızlı götürüyor bizi. Hiç bir atla ona yetişemezsin.

Meyram - Kolhozun üyesi misiniz? diye sordu.

- Henüz bekliyorum oğlum, araştırıyorum. İnsanlar geliyor ama orta seviyede yaşam sürenler kolhozlara kayıt yaptırmış bile.

- Eee! Sizce bu adamlar incelemeden düşünmeden mi kayıt yapıyorlar.

İhtiyar soğuk bir tavırla - Herkesin kendi fikri var diyerek konuşmayı kesti.

İstenmeyen sohbeti kapatan yaşlı adam çok sorgulayan muhatabına kendisi sorular sormaya başladı.

- Sen eğer Moskova’da okumuşsan niye orada kalmadın? Ya da Alma-Ata da kendine niye bir yer bulamadın? Sen taşraya niye gidiyorsun?

Meyram güldü. Sohbetin başında ihtiyar ona oğlum diyordu. Şimdi ise iğneliyordu. Açıkça anlaşıldığı üzre belli ki sohbet etmekten utanmayan adam sanki "Sen Moskova’da okumana rağmen konuşmayı benden öğrenebilirsin" diye ifade ediyordu. Meyram bu zekâ oyununun bir parçası olmak istemedi ve dostça şöyle cevap verdi:

- Haklısınız otagası.[3] Ben çok büyük şehirler gördüm. Ama hayatı sadece yüzeysel olarak öğrendiğimi düşünüyorum ve çok daha derin incelemek istiyorum dedi.

Mausumbay kıkırdadı ve hayatı derin öğrenmeye çalışan tanıdığı bir kişinin hikâyesini anlatmaya başladı.

- Köyümüzde yaşayan bir adam var. Adı Turman. Aklında sadece dombra çalmak vardı ve halk ozanı olmaya karar vermişti. Biri ona demiş ki:

- Bilge bir ozan olmak istiyorsan bozkırda fırtınanın güçlü sesini dinlemen lazımdır. Turman kötü havada bir kış gününü seçerek fırtınayla baş başa sohbet etmek için bozkırda çok uzaklara gitti. Ertesi gün onu hemen hemen tamamen donmuş bir halde bulmuşlar. Ozan olmamıştı ama insanlar için sadece alay konusu olmuştu. Hayatta oğlum hem yüzeyselliği hem derinliği her yerde bulabilirsin. Derinlik aramak için niye uzaklara gidiyorsun ki!

Bu sefer ihtiyar, genç adamı acımasızca iğneledi. Ama Meyram kırılmadı ve aptal ozan hikâyesine sadece güldü.

- Doğru diyorsunuz otagası. Her yerde hayatın hem yüzeyselliği hem de derinliğini bulabilirsin. Çocukluğum ve okul yıllarım Karaganda da geçti. Sonra uzun zaman Alma-Ata’da ve Moskova’da yaşadım. Ama memleketim beni her zaman cezbediyordu.

Mausumbay - Bu konunun aksine diyecek hiçbir şeyim yok dedi ve derin bir nefes alarak bir şiirle devam etti.

Dünyada doğduğun yerden

Genç yaşdaşının

seslerini duyduğun yerden

daha iyi bir yer yok

- Ooo, sizde ozansınız demek ki.

- Buna şaşıracak ne var ki? Ayrıldığı anda her kadın veda şarkıları söyler. Ozan olma yeteneği, insanın gönlü dolduğu ve duyguları dışarı dökülmek istediği zaman ortaya çıkar. Boş bir fıçı devirirsen içinden ne çıkar ki.

İhtiyarla sohbet Meyram için gitgide daha heyecanlı olmaya başlamıştı. İhtiyarın keskin dili ve çok güçlü bir hafızası vardı. Üstelikte o eski Kazak akınlarının şarkılarını ezbere biliyordu. Son yıllarda Meyram bilgileri hep kitaplardan alıyordu. Şimdi ise ok gibi kelimeler ve düşüncelerle halk sanatının zengin hazinesi açılmıştı. Ancak Mausumbay’ın söylediklerini tam olarak anlamıyordu. Ama en önemlisi, kullandığı çok eski aforizmalar yeni hayatına uygun değildi.

- ... Bir kum yığını kaya olamaz. Kalabalık halk lider olamaz. Bir soyludan alçak doğabilir, ne hayatını ne bir çorba tabağını hak etmeyen. Aynı zamanda bir kötü soylu birinden düzgün bir adam doğabilir ama başka bir şey duymak istemeyen bir tavırla gerçekte çok nadirdir dedi.

Meyram itiraz etti - Ama siz burada bizim zamanımızla çatışıyorsunuz. Söylediğiniz kelimeler, çok eski zamanlarda iktidar organlarının egemen sınıf temsilcilerince söylenmişti.

- O zamanlarda insanların egemen megemen sınıfları bildiğini hiç sanmıyorum.

Meyram- Algılanmamış olabilir. Ama bu ifadelerin taa kendisi, fakirler ve zenginler arasında ki savaşın çok eski tarihlerden beri olduğunu teyit ederler ve sadece şimdi biz, bu yüzyıllarca devam eden sınıflar arası tartışmayı çözüyoruz dedi.

Mausumbay ara sıra genç adama kısaca bakışlar atıyordu. Bu bakışların anlamı: "Her halde genç akıllı biri" der gibiydi.

Sohbete dalıp akşamın indiğini fark etmemişlerdi. Tren bir istasyonda durdu.

- Niye gitmiyoruz ki oğlum? Lokomotif mi yoruldu!

- Ya! Herhalde treni istasyonda bir iş için tutuyorlar.

Ama Mausumbay bu cevaptan memnun kalmadı.

- Eee! İşlerini dönüş yolunda halledemezler mi? Halkı yerine götürmek lazım.

- Ama trenimiz yolcu treni değil ki. Yük treni. Yükler için yer kalmasaydı bizi trene hiç almazlardı.

İhtiyar gevşeyerek

- Bu başka tabi ki dedi.

Meyram biraz hareket etmek için vagondan indi. Güneş hemen hemen dağın gövdeleri arkasına saklanmış, güneş ışıkları sadece dağların zirvelerinde görülmekteydi. Gün boyunca diplerine kadar ısınmış olan toprak serinleyerek nefes almaya başlamıştı. İstasyon dağın eteğinde yerleşikti. İleride geniş bozkır yayılmış, arkada ve yanlarda dağın çıplak gövdeleri yükselmekteydi. Dağların yamaçlarında ve dibinde küçük yılanlar gibi nehirler ve dereler akmaktaydı. Yeşillenmiş kıyı kenarları boyunca yurtalar saçılmıştı. Yeni istasyonun etrafında ki köyün inşası daha tamamlanmamıştı. Ama burada insanlar göçebe gibi değil yerleşik olarak yaşamaktaydı. Daha önce etraflarda ki köylerde kımızın ve ayranın[4] hiç bir değeri yoktu. Şimdi ise aşırı talep dolayısıyla satış başlamış ve cazip bir paraya dönüşmüştü. Demiryolu raylarının kenarlarında kadınlar kaynamaktaydı. Bu kadınlar bir vagondan diğer vagona ellerinde kovalarla gezerek süt, krema, kımız sunuyorlardı. Satışa çıkartılmış koyunların melemeleri duyulmaktaydı. Yolcuların bir kısmı ortak satın alınmış koyunları kesiyordu. Biraz ilerde vadide kısa zaman önce buraya yerleştirilmiş yeni kolhozun sürüleri ve çiftliğin avlusu görünüyordu.

Meyram kısa bir süreliğine köylere bakarak durdu. Tren ve insanlarla canlanmış istasyona ve bozkıra baktı. "Bozkır uyanmış" diye düşündü.

Küçük adımlarla alçak bir kayanın üstüne çıktı. Ayaklarının altında akan dereye bakmaya daldığında kayayı alttan kazan insanı sonradan fark etti. İlk önce Meyram’ın kulağına metal bir ses geldi ve daha sonra balyozun çıkardığı kıvılcımı gördü. Meyram aşağıya inerek çalışan adama yaklaştı. Adam mavi renkli iş kıyafeti giymiş bir Kazaktı. Bir anlığına Meyram’a bakarak kayayı keskiyle kırmaya devam etti. Kayanın üzerinde peş peşe konmuş, aynı ebatlarda ebabil yuvasına benzer oyuklar vardı.

- Ahbap, nerelisin? Niye kayayı tek başına kırıyorsun.

- Buralıyım. Benim işte yardımcılara ihtiyaç yok.

- Ama eğlenmek için çalışmıyorsun herhalde! Belli ki yuvaları hesaplanmış şekilde yapıyorsun. Sana bunu kim öğretti?

- Bizim patlama işleriyle ilgilenen bir teknisyenimiz var. Vasili Petroviç. Bana o öğretti.

- Ee, ne için yapıyorsun bu yuvaları?

- Burayı patlatacağız. Taş demiryolu için gerekli. Her taraf inşaat, görmüyor musun?

İşçi sohbeti gönülsüzce sürdürüyor, sorulara kısa cevaplar veriyordu. Kendi işine dalmıştı ve Meyram onun zamanını harcamaya çekindi.

Bu arada istasyondan siren sesi duyuldu.

Meyram hoş[5] yaşdaş! diyerek koşarak trene gitti.

Vagona tren hareket ederken atlayarak bindi. Işık yoktu, vagonu alacakaranlık basmıştı. Meyram yattı, başını valize koyup gözlerini kapadı.

Moskova’dan ayrıldığından bu yana epey zaman geçmişti. Daha da on günlük yolu vardı. Yolda onu serin dağ vadileri, sıcak çıplak bozkırlar ve sulu bitkilerle kaplanmış otlaklar karşılayacaktı.

Meyram’ı en çok Karaganda hakkında ki düşünceler heyecanlandırıyordu. Oraya kadar susuz çöl üzerinde demiryolu ne zaman ulaşacaktı. Üretim ve halkın tüm ihtiyacı olan her şeyin teminini nasıl organize edebileceğiz? En zor olanı çalışma ordusu - genç Kazak işçi sınıfı yetiştirmekti. Bütün bunlar üniversitenin duvarlarından kısa bir zaman önce ayrılmış Meyram için hayatın bilinmeyen taraflarıydı ve tabi ki onu endişelendiriyor ve tereddüte düşürüyordu. Bölge Komitesi Sekreterinin ayrılırken söylediği şu sözler aklına geldi: "Parti bize yardım eder. Şerbakov’da gelecek, kömür kurumunun başı olacak ve çok tecrübeli bir adam. En önemli şeyi de sakın unutma. Bize bütün ülke yardım edecek"

Meyram nasıl uyuduğunu fark etmedi. Uyku sersemi diğer yana dönerken uykuda konuştu:

- Yapacağız... becereceğiz...

Mausumbay kafasını kaldırdı.

- Oğlum! Ne dedin sen?

... Meyram sınırsız bozkırda beş gündür at üzerindeydi. Bavulu, rehberin hızlı ayaklı gri renkli kısrağının arkasında bağlıydı. Rehber bir Kazak delikanlısıydı. Hareketleri çok çevikti. Hiç yorulmadan yerel halk hikâyeleri ve etrafı anlatıyordu. Biniciler yol olmadan düz gidiyorlardı.

Rehber

- Bak! Bu kanyonun üzerinden geçeceğiz. Sonra dağı geçerek direk Karaganda’ya ulaşacağız dedi.

Yeşil tepeler arasında orada burada ahşaptan yapılmış kuleler göze çarpmaktaydı. Kulelerin üzerinden dönerek duman ve buh buh sesleri çıkıyor, etrafta bir grup insan telaşla hareket ediyordu.

Meyram

- Bu insanlar kim diye sordu?

Rehber gecikerek cevap verdi.

- Jeologlar. Kömür arıyorlar dedi. Hiç rahat durmazlar. Toprağı kazarlar, kazarlar. Düşünebiliyor musun? Üç senedir buradalar ve toprağı kazıyorlar...

- Eee! Çok buldular mı?

- Ben birine sordum ve o bana dedi ki; eğer Karaganda’da Kazakistan’ın tüm soyları ve kabileleri kömürcülükle uğraşmaya başlarsa; onların çocukları da torunları da bu işi yapsa bile yine de torunlar bile sonuna kadar bu kömürü çıkartamazlar. Tabi ki abarttı biraz. Ama kömürümüzün çok olduğu doğrudur.

Meyram itiraz etti. - Yok! Hatta az bile söylemiş. Ben okudum. Karaganda da ki kömür tüm Sovyet halkının çocuklarına, torunlarına ve hatta torunların torunlarına bile yeter.

Tepeye çıktılar. Uzaklarda başka bir tepenin üzerinde yalnız duman çıkartan bir baca gördüler.

Rehber boruyu göstererek, işte Karaganda! dedi.

Etrafında siyahlaşan köylerin ve otlayan sürülerin arasında tam gökyüzüne doğru Sovyetler Birliği’nin gelecekte ki üçüncü kazanının borusu çıkmıştı.

Yolcularımızın indiği tepenin eteklerinde tam kulenin altında, toprağın oldukça derinlerinde saklanmış çelik sondajı çeviren benzinli motor çalışıyordu. İşte bu makina, Meyram’ın daha önceden duyduğu buh buh sesini çıkartıyordu. Dar borudan fırlayan füme rengi duman, bozkırın boşluklarında çabucak yok oluyordu. Kulenin yanında beyaz bir çadır yerleşmiş ve onun yanında küçük bir Sovyet cipi olan "GAZİK" duruyordu.

Çadırdan iki adam çıktı ve kuleye doğru yürümeye başladı. Onlardan biri orta yaşlarda, kısa boylu, yağmurluk giymiş bir Rus, diğeri ise enerjik, esmer yüzlü genç bir Kazaktı.

Meyram, gürültülü makinanın arkasına geçmeye çalışan attan inerek bu iki kişiye yaklaştı.

Merhabalaştılar ve hemen sohbete başladılar. Sanki uzun zamandır birbirlerini tanıyorlarmış gibi:

- Biz jeologuz. Rus olanı konuşkan biri gibi anlatmaya başladı. Benim adım Anatoliy Fedoroviç Çaykov. Ben arama gurubunun yöneticisiyim. Bu genç adam ise Aşırbek Kalkamanov. Madencilik üniversitesinde öğrencidir. Buralarda staj yapmaktadır.

Gayet sakin ve telaşsız konuşuyordu. Mavi gözleri keskindi, hareketleri çevik ve hızlıydı.

- Sizin yolculuk nereye?

- Karaganda’ya. Siz gördüğüm kadarıyla burada bayağı işler yapmışsınız. Ben ise orada işe başlamayı düşünüyorum.

- Hangi iş kolunda çalışmak istiyorsunuz?

- Yaa! Bunu tek bir kelimeyle anlatamazsın. Genel organizasyon ve toplumla ilgili işler yapmayı düşünüyorum. Üretimle ilgili çalışamam. Çünkü teknik bilimlerle ilgili bir eğitim almadım. Bizim halkımız herhalde çok yakın bir zamanda teknik konularda hâkim olamayacak gibi.

Çaykov içten şöyle bir sırıttı.

- Eğer hayatı bizim yaptığımız araştırmaların hızıyla ölçmeye kalkarsak, uzak her şey çok yakın gelir. İşte biz Leningrad’dan üç yıl önce geldik buraya. Bu süre içinde burada o kadar çok yer altı zenginlikleri bulduk ki İngiliz ve Rus kapitalistlerin araştırmacıları buralarda sahip oldukları tüm dönem içinde bulamadılar.

Meyram hafifçe kafasını sallayarak güldü. Çaykov heyecanlı bir şekilde sorgulamaya devam etti:

- Niye gülüyorsun? Yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?

- Bu kadar hızlı ilerlemek iyidir tabi. Ama Kazakistan için bununda yetmeyeceğini düşünüyorum. Yani, eğer Rusya geçmişte ileri ülkelerden onlarca yıl geri kalmış ise Kazak halkı yüzlerce yıl geridedir. Bunu unutmamamız gerekir.

Çaykov - Yani diyorsunuz ki daha hızlanmamız lazım, değil mi? ve bu söylediğiniz doğrudur! dedi. Yüzü canlandı ve,

- Kazak halkı geçmişte ne kadar çok geride kalmış olursa olsun şimdilerde bütün hızıyla ilerlemektedir. Siz Moskova’da jeolog Kayır Amanbekov’la tanıştınız mı diye sordu?

- Sadece duydum.

- Ooo! Müthiş bir adamdır. Altın kafadır! Benim çok samimi bir arkadaşımdır. Onunla birlikte bizim müdürlüğümüzde ki bazı tutucu kişilerle birlikte savaşıyoruz. Üstelik sadece çalışma hızı konusunda değil. Örneğin onlar Karaganda’da ki kömür koklaşmıyor ve onu çıkartmak kārsız diye kanıtlamaya uğraştılar. Ama bizim dediğimiz oldu.

- Ben bu konuda bir şeyler duydum aslında.

- Bu iddiayı biz kazandık. Başka türlüsü nasıl olabilirdi ki zaten! Kazakistan topraklarında ne zenginlikler saklıdır. Kömür, demir, altın, bakır, petrol. Biz bu zenginlikleri arama konusunda Amanbekov ile yarışıyoruz. Sonunda Amanbekov beni geçti. O ispatladı ki, Kazakistan bazı cevherler bakımından dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Ben ise kömür miktarına göre Karaganda’nın Sovyetler Birliğinde üçüncü sırada olduğunu kanıtladım ve ben ancak sadece buralarda araştırma yaptım diyerek elleriyle etrafını gösterdi.

Onların önünde, sonu görünmeyen yoğun sorguç otuyla kaplanmış dalgalı tepeler ve çeşitli otlarla kaplı düzlükler çok uzaklara doğru gidiyordu. Tepelerin uçlarında kuleler birer siyah nokta gibi gözüküyordu. Motorların üstünden duman çıkıyordu.

Meyram:

- Kaç milyar ton buldunuz? diye sordu.

Çaykov sırıtarak:

- Devletin cebine karışmayalım!

- Kusura bakmayın eğer lüzumsuz bir soru sorduysam.

- Siz kömürü çıkartmak için yetişin, biz ise mutlaka kömür buluruz. İşte bu bizim motorların yerine Kazak bozkırında büyük fabrikaların boruları gökyüzüne yükseldiği zaman, Kazaklar arasından hem bilim adamları hem de mühendisler çıkacaktır. Aşırbek gibi yoldaşlarımız doğayı incelemek için gerekli anahtarları ellerine aldılar ve onlar bu anahtarı cesurca kullanıyorlar bile.

Aşırbek sohbete katılmamıştı. O, içine kapanık birine benziyordu. Oldukça eğilerek topraklardan çıkartılmış kaya örneklerini dikkatle inceliyordu. Rengârenk kil sütunları bir sıra dizilmişti. Her sütunun üzerine ilgili yazıları yazıyordu.

Çaykov, numuneleri göstererek yazılara hiç bakmadan anlattı:

- Linyit, antrasit...

- Birbirlerinden farkları ne?

- En temel fark karbon içerik miktarıdır. İçindeki karbon miktarı ne kadar fazlaysa kömür o kadar fazla kalitelidir. Karaganda’da ki kömür çok yüksek kalitededir ve çok iyi koklaşmaktadır.

Sohbet beklenmeyen bir olayla kesildi. Meyram’ın rehberi bu zaman boyunca "GAZİK" cipin yanında dolaşmaktaydı. Her taraftan cipe bakıyor ve elliyorken yanlışlıkla sinyal butonuna basmıştı. Meyram’ın atı kişneyerek yana sıçramış, koşumları koparmış ve bozkıra doğru koşmaya başlamıştı. Rehber onun peşinden koşsa da ne fayda. Korkmuş bir atı yakalamak hiç kolay değildir.

Meyram sinirlenince Allah seni bildiği gibi yapsın! Şimdi ben yaya kaldım dedi.

Çaykov onu sakinleştirerek:

- Bir şey olmaz, yakalanır... Buralarda makina çok nadir rastlanan bir şeydir. Ama göreceksiniz iki sene geçmeden bu genç adamda aynı at gibi direksiyonu da kullanacaktır. Şimdilik böyle olsun. Siz oturun, ben sizi bırakırım dedi.

- Öylemi! Çok teşekkür ederim. At arabasını sizin köyden bulacağım artık. Yoldaş Aşırbek hoşça kalın!

Aşırbek kafasını kaldırarak bir şey demeden başıyla selam verdi ve tekrar kaya numunelerine eğildi. Bütün zaman boyunca o hiç bir söz söylememişti.

Çaykov ve Meyram "GAZİKE" bindiler ve sohbete devam ederek yola koyuldular.

Bozkırda orada burada karagan[6] yeşillenmekteydi. Her tarafta dağ sıçanı yuvalarının kenarında ki tümsekler görünüyordu. Dağ sıçanları sürüler halinde yaşarlardı. Bu kemirgenler çok dikkatliydi: Taa uzaklardan arabayı görerek hızlıca ve çok komik bir şekilde zıplayarak kaçarlardı. Hah işte! Şişman bir dişi yavrularıyla birlikte yuvasına koşarak yaklaştı ve arka ayakları üzerine kalkarak "hadi yakalamayı dene bakalım!" dermiş gibi viyaklıyordu.

Çaykov ise Karaganda ile ilgili konuşmaya devam ediyordu.

- Siz de bilirsiniz herhalde. Taa bin sekiz yüz otuz üç yılında aynı bunlar gibi dağ sıçanlarının yuvalarında Karaganda’lı genç bir çoban Appak Bayjanov kömür buldu. Tabi ki o zamanlar bu çobanın ne bulduğundan haberi bile yoktu. Köye gidince ihtiyarlara göstermiş ve onlarda çok şaşırmıştı...

- Meyram itiraz etti. Böyle olduğunu düşünmüyorum. Kazakçada çok eski zamanlardan beri "komir" kelimesi vardı. Rusça ise kömür demektir. Hiç bir halk bir kelimeyi boşuna kullanmaz. Ayrıca Kazakistan’da eski çağlardan beri bir atasözü söylenirdi: "Kömürü basit bir şey sanma. O demiri eritir" Eğer genç Akpak ne bulduğunu bilmese bile ihtiyarlar mutlaka hatırlardı.

- Belki öyle oldu... Yine de kömürün bulunduğu toprakların sahibi olan ilin yöneticisi Tati, bu araziyi Rus girişimci Uşakov’a iki yüz elli rubleye satmıştı.

Meyram gülerek;

- Çok yüksek fiyatmış! dedi.

- Sizce Tati ucuza mı verdi? Ama Uşakov bin dokuz yüz dört yılında bu araziyi bir Fransız kapitaliste yani Cumhurbaşkanı Karno’nun oğluna, yedi yüz altmış altı bin rubleye satmıştı. O da iki -üç yıl sonra bu toprakları İngiliz kapitalistlere sattı. Böylece bir yüz yıl içinde kömürle dolu Kazak toprakları, defalarca el değiştirdi. Çaykov tepede yalnız duran boruyu göstererek - İngilizlerden sonra işte bunlar kaldı. Devrim onları Kazak topraklarından kovdu dedi...

Meyram aslında Çaykov’un anlattıklarının birçoğunu kitaplardan ve Alma-Ata da ki yöneticilerin konuşmalarından biliyordu. Ama jeologu dinlemek çok hoştu. Çaykov Karaganda hakkında bıkmadan yorulmadan devamlı konuşabilirdi.

- Yirminci yılda Aleksandr Aleksandroviç Gapeyev, buralara doğru bir keşif seferi yaptı. İşte bu adam burada hem çok zengin Karaganda kömürü kaynaklarını keşfetmiş hem de burada ki kömürün çok iyi koklaşma özelliğini kanıtlamıştır. Ne İngiliz ne de Rus kapitalistler, buralarda ki toprakların derin katmanlarını incelemediler. Genel olarak kömürü çok kaba şekilde yırtıcı bir hayvan gibi vahşice çıkarttılar... Gapayev keşif seferinden döndükten sonra Karaganda kömür havzasının dünya için çok önemli olduğunu ilan etti. Biz Kayıramanbekov ile birlikte ve daha birçok kişi ile birlikte kendimizi Gapayev’in öğrencileri sayıyoruz dedi gururla.

Meyram şaka yollu

- Bence siz öğrencilik döneminden çoktan çıkmışsınız dedi. Çaykov neşeyle güldü.

- Böyle olmasa biz çok yeteneksiz öğrenciler olurduk. Biz bile Gapayev’in incelediği alanların beş katını inceledik ve iki katından fazla kömür bulduk. Artık Karaganda havzasının yer altı zenginlikleri konusunda hiç kimsenin şüphesi kalmadı. Ama hala buralarda ki kömürün koklaşma özelliğini tartışan "bilim adamları" var. Bu çok tuhaf Meyram Omaroviç. En tuhafı ne biliyor musun. Bizim hesaplamalarımıza ve keşiflerimize müdürlüğün bazı memurları da inanmıyor.

- İnanmasınlar dedi Meyram. En önemlisi halkın inanması!

- Çaykov doğrudur! dedi. Sol elini direksiyondan alarak ileri doğru gösterdi. İşte bu maden kuyusu etrafında yerleşmiş bütün bu insanlar inanmasaydı buraya gelmezdi!

- Şimdi en önemlisi onların güvenine layık olmak. Birçok insan geldi. Ama kömür çıkartmak konusunda ne tecrübeleri ne de teknik bilgileri var... Sadece Rus halkı bir kardeş gibi bize yardım elini uzatabilir dedi.

Çaykov’un gözlerinde neşeli ışıltılar vardı. Her şeyi çok büyük bir ilgiyle dinliyordu. Bazen merakla ve sabırsızlıkla Meyram’in sözünü kesiyordu.

- Aynı şekilde yerel işçilerin hepsi böyle düşünmüyor. Mesela ben Jappar Sultanov adlı biriyle konuştum. Akıllı biri. Ama Kazakların üretimi öğreneceğini inanmıyordu.

- Kötü örnek. Ben bu Jappar hakkında bir şey duydum. O, bir zamanlar burada ki yetkililerden biriymiş. Ama sonradan çok ırkçı olmuş. Şimdi onu Akmolinsk şehrine tayin ettiler. Bakalım orada neler yapacak.

İleride yolda atla çekilen hantal ve çok uzun eski bir araba göründü. Arkasında arabaya iple bağlanmış bir inek yürüyordu. Araba bir anda yana yattı - tekerlek ekseninden çıktı. Arabada oturan bir erkek ve bir kadın arabadan atlayarak kaldırmaya çalıştılar. Arabanın peşinden gelen fayton yanlarına geldi. Faytondan güçlü, iri yapılı bir adam indi. Kolayca arabayı kaldırıp diğer eliyle tekerleği eksene taktı ve arabayı indirerek yine faytona binerek yoluna devam etti.

Çaykov - Bu adam kuruluşun yöneticisi Şerbakov’du dedi. Şimdi mi yakalayalım yoksa sonra mı tanışacaksın?

- Yaa belki acelesi vardır. Oyalamayalım.

Enerjik, akıllı ve işi bilen bir adamdır. Bir grup yardımcısıyla birlikte Donbass’tan geldi. Onlar geldikten sonra ölmüş Karaganda gerçekten canlanmaya başladı! Tepelerde ki siyah noktalar - yeni temeli atılmış maden ocaklarıdır.

Yolda durmadan sürekli olarak atlı arabalar geçiyor, bozkırda sığırlar otluyordu. Bazı yerlerde yoğun, bazı yerlerde tek tük yurtalar kurulmuştu. Kaya atıkları ve cüruf yığınları, kara kurganlar (tümsek) gibi duruyordu.

Araba hızla ilerliyordu. Köye yaklaşmıştı. Çaykov:

- Nerede kalmayı düşünüyorsunuz diye sordu?

- Burada Seyitkali adlı bir işçi yaşıyor. Beni çocukluğumdan beri tanır.

- Ben onu tanıyorum. O şimdi ustabaşı. İşte o barakada yaşıyor.

Araba durdu. İngilizlerden bu yana kalmış olan alçak barakalardan birinin yanında, ham tütünden sigara saran sarı yüzlü bir adam oturuyordu. Adam yaklaşan insanlara bakarak hemen ayağa kalktı ve kalın bir sesle:

- Meyram mı yoksa? dedi. Yaklaş, yaklaş. Kaç sene oldu görüşmeyeli.

Meyram’a sarıldı ve öpmeye başladı. Sarılmalar çok uzadı, soruların da sonu gelmiyordu. Ama Çaykov acele ediyordu.

- Ben artık vedalaşayım izninle Meyram Omaroviç. Bozkır beni bekler.

- Çok teşekkür ederim Anatolyi Fedoroviç. Anlattıklarınız için de teşekkür ederim. Burası benim memleketim olmasına rağmen siz bu yerleri benden iyi biliyorsunuz. Yeniden görüşeceğimize söz verin.

- Bende sizinle görüşmeyi sabırsızlıkla bekleyeceğim.

Çaykov gitti. Seyitkali Meyram’ı evine götürdü.


KISIM ÜÇ


Ertesi gün güneş doğar doğmaz Meyram Seyitkali ile birlikte Şerbakov’a gitti.

Gökyüzünde hiç bulut, havada hiç esinti yoktu. Gün çok sıcak ve havasız olacağı benziyordu. Hava keskin kömür kokusuyla doluydu. Mekanik atölyesinden çok gür balyoz sesleri geliyor, birinci kuyunun yanında bir grup adam çalışıyordu: Birileri kömürü kovayla yüzeye çıkartıyor, diğerleri ise çıkartılmış kömürü el arabalarına yükleyerek kısa bir mesafede ki yığına boşaltıyorlardı. Çok uzak olmayan bir tepede tembel tembel otlayan inekler dolaşıyordu.

Kalabalık, gürültülü ve kocaman Moskova’da bir kaç sene boyunca yaşayan Meyram buralarda gördüklerinden; küçük köyden, artisanal maden ocağından utanmıştı. Tepelerin yamaçlarında otla kaplanmış az kullanılmış yollar uzamaktaydı. Şimdi ise bu yollardan tozu dumana katan ve otları ezen kervanlar geçiyordu. Otlaklarla zengin komşu vadide Karaganda’yı bir halka içine alan köyler yerleşikti.

Meyram - Bozkır yeniden canlanıyor! dedi.

O, her şeye dikkatle bakarak yavaşça yürüyordu.

Seyitkali - Hızlanalım kardeşim. Yoksa onu kaçıracağız, acele edelim dedi. Taa evde başlamış sohbeti devam ettirdi:

- Şerbakov bizim işimizde çok tecrübeli bir adamdır. Madenciliğinde çok iyi bilir.

Onlar kısa zaman önce döşenmiş yeni çatısıyla alçak taş eve yaklaşmışlardı.

Kapının önünde kahverengi bir at bağlı hafif bir fayton duruyordu. Faytonda kısık sesle şarkı söyleyen genç bir Kazak faytoncu yayılmıştı.

Seyitkali - Görüyor musun, Şerbakov gitmek üzere dedi.

O direk kapıyı açacaktı ama Meyram onun elini tutarak kapıyı çaldı.

İçeriden tok bir sesle evet buyurun diyen bir ses duyuldu.

Şerbakov üzerinde bir gömlekle, kaba yapılı örtüsü olmayan masada oturmuş traş oluyordu. Gelenleri karşılamak için hafifçe kalktı:

- Merhabalar, iyi günler! dedi.

Meyram elini uzatarak kendini tanıttı:

- Meyram Omaroviç Omarov.

- Memnun oldum. Sergey Petroviç Şerbakov. Buyurun oturun. Affedersiniz, şimdi hemen bitiriyorum.

Yüzü sabunlu, gömleğin kolları kıvrılmış, yakası açık, geniş ve belirgin alınlı, çene hatları keskin, güçlü kaslı kolları vardı, dirsekten aşağısı siyah kıllıydı. İlk bakışta çok aktif ve cana yakın bir adam imajı yaratıyordu.

Masanın üzerinde küçük aynanın hemen yanında ki çerçevenin içinde yaklaşık kırk yaşlarında bir kadın resmi vardı. Kadının gözleri neşeli ve akıllıydı. Öyle bakıyordu ki sanki şimdi candan ve güzel bir şey söyleyecekti.

Resime kapalı bir zarf yaslanmıştı. Meyram istemeyerek adresi okudu: "Moskova. Antonina Fedorovna Şerbakova’ya". Demek ki karısı buydu. Kubbe şeklinde tıpkı yurtalar gibi alçak tavanlı ufak odada az eşya bulunmaktaydı: Basit bir demir yatak, masa ve büyük bir bavul. Kapı kasasında madenci lambası asılıydı. Meyram: "Herhalde eski bolşeviklerden, gizli aktivistlerden biriydi. Hayatı boyunca basit saha koşullarına alışıktı" diye düşündü.

Meyram, tahminlerinde yanılmamıştı. Sergey Petroviç 1914 yılından beri komünist parti üyesiydi ve kırk beş yaşını kısa bir zaman önce geçmesine rağmen saçlarında yoğun şekilde beyazlıklar bulunmaktaydı. Otuz iki sene önce onun babası madenci Petr Alekseyeviç, Donbass’ta ki kömür ocaklarından birinde işçilerin yaptığı grev esnasında polisin kılıcıyla yaralanmıştı. İri yapılı, uzun sakallı, kesilmiş sol omzundan akan kanının farkına varmadan yumruğunu kaldırarak yüksek sesle bağırdı:

- Bizim kanımızı kanınızla ödeyeceksiniz!

O anda Seryoja okuldan eve dönüyordu. Kolunun altında kitaplarla birlikte bir de sapan vardı. Babasını görünce çocuğun içi yanma hissiyle doldu. Aynı zamanda kırmızı bir at üzerinde oturan ve "dağılın" diye bağırarak kılıcını savuran uzun bıyıklı bir polise nefret dolu bakıyordu. Seryoja sapanıyla nişan alarak ateş etti ve polisin tam yüzüne somun fırlattı. Polis atın yelelerini tutarak öne doğru düşmeye başladı.

Bir sene sonra Petr Alekseyeviç vefat etti. Ondan kalan iki oğlan ve bir kız çocuğuydu. Büyük oğlu Seryoja on dört yaşındaydı. Aile için çok zor zamanlar başlamıştı. Kaç kere soğuk alacakaranlıkta bir odada aç çocuklar ses çıkartmadan annelerinin etrafından oturuyordu. Ertesi gün ekmek almak için paraları da yoktu. Eskiden yerinde duramayan kahverengi gözlü neşeli çocuk Kola, şimdi çoğu zaman üzgün duruyordu. Altı yaşında ki Svetlana tüm konuşkanlığı ve koşturmacayı unutarak hep ağlıyordu.

Bir gün esmer, sakin ve sert huylu bir kadın olan Anna Nikiforovna, Sergey hem yüzüyle hem karakter olarak ona çekmişti, derin nefes alarak:

- Seryoja çocuğum okulu bırakmak zorundasın dedi. Ailemizin büyük erkeği sensin. Bütün evin sorumluluğu sana kaldı.

Ölen Petr Alekseyeviç’in sadık bir arkadaşı vardı. Ondan daha küçük yaşta olmasına rağmen çok samimilerdi. Çilingir Boris Mihayloviç Kozlov. İşte bu adam Sergeyin madende işe girmesi için yardımcı oldu.

Ciddi görünümlü, yavaş, az konuşan ergen çocuk madencilik kayışıyla bağlandı. Önce lambaları dağıttı. Sonra at sürücülüğü yaptı. Madende kızakçı bile oldu - Alçak, pis kuyuda sürünerek kömürle doldurulmuş kızakları taşıyordu. Sergey on sekiz yaşına gelince eline kazma alarak madenci oldu.

Ağır işçilik, zorlu hayat koşulları ve ailenin acısı, gencin hayatla ilgili birçok şeyi anlamasını sağladı ve o zamanlar biliyordu ki; hem madenin hem işçilerin sahibi bir kapitalist olduğu müddetçe onun bu karanlık köyden çıkması ve güneş ışığını görme şansı yoktu. Sadece sahiplerle mücadele ederse işte o zaman madenciler daha güzel ve daha iyi yaşam koşullarına kavuşabilirdi. Boris Mihayloviç delikanlıyı ilk defa gizli bir grubun toplantısına çağırdığı zaman büyük bir coşkuyla o toplantıya gitti.

1914 yılında ki savaşta Sergey artık Bolşevik olmuştu. Savaşın ön saflarında savaş karşıtı broşürler dağıtıyordu ve çok aktif bir parti aktivistiydi.

İç savaş başladığı zaman Sergey Şerbakov kızıl orduya katıldı.

Meyram’ın şimdi tanıştığı Sergey Petroviç Şerbakov işte böyle bir adamdı. Geçmiş hayatı böyleydi.

Traşını bitiren Sergey Petroviç ceketini giyerek misafirlerinin yanına oturdu.

Hah! Şimdi rahatça konuşabiliriz.

Meyram, parti bölge komitesi tarafından verilen evrakı uzatarak lütfen alınız dedi.

Şerbakov gözlüğünü takarak evrakı okudu. Gözlüklerini hızla çıkartarak gülen gözlerle baktı.

- İyi, çok iyi! Çok ihtiyaçlarımız var. Ama en büyük ihtiyacımız yerel parti organizasyonudur. Partiyi burada organize etmenin zamanı çoktan gelmişti. Çok büyük bir işe başladık ve partinin yardımı olmadan bunun altından kalkamayız.

Meyram - Şimdi burada kaç komünist var diye sordu.

- Yaklaşık on kişi kadar ama halk durmadan geliyor.

- Peki, insanlar nasıl geliyor. Kendiliklerinden mi ya da örgütlü bir şekilde mi?

- Genel olarak organize bir şekilde geliyorlar. Bölgelere iş gücü alımıyla ilgili talimatlar gönderildi. Kolhozlara standart sözleşmeler gönderildi. Bölgelerde ki yetkili kişiler köylere çıktılar. Bizim burada Telman Bölgesi Yürütme Komitesinin Başkanı yoldaş Kanabek bize çok yardım ediyor.

- Şimdi burada toplam kaç kişi bulunmaktadır?

- Yaklaşık üç yüz kişi var. Geldiğimiz zaman otuz-kırk kişi kadardı.

- Hımm. Üç yüz kişi...Bu veriler hangi zamana ait.

- Bu rakamı üç gün önce aldım.

- Gördüğüm kadarıyla daha fazla insan var.

- Olabilir. İnsanlar gece gündüz geliyorlar diye cevapladı Sergey Petroviç. Siz galiba dün geldiniz?

- Evet. Dün geldim.

- Nerede kalıyorsunuz? Bizim burası sıkışık, hiç bir konfor yok...

- Ben Seyitkali’de kaldım. Ama onun ailesi kalabalık. Seyitkali bana Ermek’e taşınmam için teklifte bulundu.

- Mantıklı. Ermek’in ailesinde sadece iki kişi var. Siz yalnız mı geldiniz yoksa eşinizle mi geldiniz?

- Ben bekârım.

Şerbakov geniş bir gülücükle:

- Bu değişebilir bir durumdur dedi. Ama önce bir ev inşa etmeniz lazım. Yani ev olmadan evli çiftlerin burada yaşaması çok zor. Benim karım henüz Moskova’da. Eee nerden başlamayı düşünüyorsunuz?

- İzin verirseniz ben ocağa inmek istiyorum. Daha önceden yer altına hiç inmedim. Sonra buralarda ki köylülerle tanışmak isterim. Daha sonra da bölge merkezini ziyaret etmek isterim.

- Bu da çok mantıklı. Siz etrafı dolaşın, inceleyin, ne var ne yok bir bakın...Sergey Petroviç muhabbete devam etmek için zamanı olmadığını söylemekten utanarak sustu.

Meyram bunu anlayınca:

- Sizin herhalde yeni madenlere gitmeniz gerekiyor. Lütfen benim yüzümden geç kalmayın. Seyitkali bana burada her şeyi gösterir.

- Peki. Aslında gerçekten çok acelem vardı...

Bu üç kişi odadan çıktılar ve birinci madene doğru yürüdüler. Onları gören işçiler kömür kovalarını kaldırmaya devam ederek aralarında fısıldaştılar:

- Bu Şerbakov’un yanında ki de kim?

- Diyorlar ki dün eyalet merkezinden gelmiş.

- Ooo! Artık sadece eyalet merkezinden değil taa Moskova’dan gelmeye başladılar.

Şerbakov ayaklarını genişçe açarak kuyunun ağzının yanında durdu. Kalın kıvrık piposunu yaktı ve dumandan halka yaparak:

- Biz gelmeden önce Ermek ve diğer işçiler işte bu madeni çalıştırmışlar dedi. Köylülerle burada ki kömürü ekmek ve etle takas ediyorlarmış. Böylece hayatlarını devam ettirmişler ama yine de kömür ocağını bırakmamışlar. Kömürcülüğün yeniden hayata geçeceği anı umutla bekliyorlardı ve nihayet beklediklerine kavuştular. Bakın bu kuyunun ağzı bize İngilizlerden miras kaldı. İlkel kaba işçilik... Bu ıvır zıvır her şeyi mekanizmalarla değiştirmek şarttır. Bu konu hakkında daha ayrıntılı konuşalım. Siz idareye gelin.

Şerbakov hızlıca yürüyerek faytona gitti.

Kömür tozu kaplı işçiler kuyunun ağzında kolu çekmeye devam ediyorlardı. Bir kaç kişi develer tarafından çekilen arabalara kömür yüklüyordu.

Ustabaşı Seyitkali kalın bas sesiyle - Kenardan alın, kömüre basmayın, Bu mal düşman malı değil diye bağırdı.

Görünüşü çok ciddi, çok kızgın ve acımasızdı. Ama belli ki işçiler onu seviyordu. Ona bizim Seyitkali diyorlardı.

Ustabaşı Meyram’ı alıp oradan götürdü. Sakallı araba sürücüsü gözleriyle onları uğurlayarak keyifsizce homurdandı:

- Hep kızıyor yahu. Kömür yüzünden insanları üzüyor.

Zayıf bir Kazak söyleyene bakarken yüzünü buruşturdu. Sonra dilinin altına yuvarlanmış bir tutam tütün -Nasvay koyarak ağzında tuttuktan sonra tükürdü ve şöyle bir cevap verdi:

- Kömür kolay elde edilmiyor. Görüyor musun kovalarla ne kadar derinlerden çıkartıyoruz onu. Sanki aslanın ağzından çekip alıyor gibi.

- Bu kömür altın bile olsa ben buraya gelmezdim. Köyümüzde demirciler kömürsüz çalışmadığı için buraya geldim.

Zayıf Kazak - Eee! Bunca insan buraya sadece köydeki demirhaneler için mi geldi diye düşünüyordun? diye sordu ve eliyle uzakta ki köyleri gösterdi.

Dağın eteklerinde ve yeşil yamaçlarda her tarafta eski yıpranmış yurtalar görülüyordu. Köylerde sürekli bir hareketlilik ve karmaşa vardı. Gelen arabalardan ev eşyaları indiriliyor, yeni yurtaların ahşap karkasları çatılıyordu.

Sakallı sürücü gösterilen şeylere uzun uzun baktı ve küreğe dayanarak gözlerini kıstı:

- Tabi. Hem kömürcülüğü yeniden canlandırmak zor hem de kolhozları da yeniden inşa etmek kolay değil. Anlamadığım bir şey var. İnsanlar kendilerini niye bu kadar zorluyorlar ki. Eski zamanlarda ki gibi yaşasalardı fena mı olurdu? dedi.

Zayıf işçi tekrar dişlerinin arasından tükürdü. Muhatabına kızgın bir şekilde bakarak:

- Ehh İsa, sen fakirler gibi yoksulluk nedir bilmezsin. Ama zengin adamlar gibi doygunluğun tatlı hissini de yaşamadın. İşte bu yüzden eski ve yeni arasında ki farkı anlamadığından iki arada bir derede dolanıyorsun. Ama bak! Diğerlerinin peşinden başka insanlarda buraya geliyor. Sen de geldin ve iyi de yaptın. Burada insanların yaptığı her şey, kocaman bir toya[7] benzemiyor mu sence?

- Orası öyle ama kolhozlardan herkes ayrılıp madenci olursa o zaman biz ne yiyeceğiz?

- Aynı şekilde herkes kömür madenciliğini bırakıp kolhoza giderse kömürü kim çıkartacak? Kömürsüz yaşam mı olur. Yani herkes kendi işini yapmalıdır.

- Bilemem! Ama hayat bir çember gibi hızla dönmeye başladı ve ben bunu biliyorum diyen İsa arabayı hareket ettirdi.

Seyitkali ve Meyram, ocağa inişin yanında duruyorlardı. Ustabaşı heyecanla çıkartılan kömürün miktarında ki artışı anlatıyordu. Meyram, Seyitkali’nin heyecanına kapılmadan ve çokta inanmadan onu dinliyordu.

- Henüz övünecek bir şey yok.

Seyitkali bir anda parlayarak:

- Sen dün geldin, burası hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Kömürcülük buralarda bir ölü gibi yatıyordu. Bugün ise bak kömürcülük hem canlandı hem de kömür çıkartıyoruz. Sadece şu anda yüz kova çıkarttık!

Meyram tartışmadı. Çite ellerini dayayarak derin kuyunun içine baktı. Kuyunun dört duvarı ahşap kereste ile kaplanmıştı. Bakarak karanlık uçurumun dibine ulaşmak mümkün değildi. Ara sıra kuyunun derinlerinden upuzun bir ses geliyordu:

- Haydaaaa!

Kovacılar, bu sesi duyunca hemen çarkı çevirmeye başlıyorlardı.

Meyram telaşla

- Kim bağırıyor diye sordu?

Seyitkali kuyunun yanında bulunan iniş merdiveninin kapağını açtı.

- Hadi inelim, her şeyi kendi gözlerinle gör dedi.

Meyram, kuyunun dibine kadar inen dar, iki kişilik merdivene adım attı. İs çıkartan maden lambasının zayıf ışığında ayaklarının altında hiç bir şey görünmüyordu: Seyitkali hemen hemen dik duran merdivende o kadar emin ve o kadar hızlı adım atıyordu ki, sanki düz bir yerde yürüyormuş gibiydi. Meyram anında ayaklarında bir güçsüzlük ve bütün vücudunda halsizlik hissetmeye başladı. Basamaktan basamağa sanki onu biri arkadan itiyormuş gibi eğilerek geçiyordu. Bir anda elinde ki lamba söndü. Alnını ter basarken kalbi hızlı hızlı ve çok güçlü atmaya başladı. Kendini toparlamaya çalışsa da bunu bir türlü beceremedi.

Meyram - Biraz bekle, dinlenelim diye rica etti.

Ama o anda ortam zifiri karanlığa bürünmüştü. Ne Seyitkali ne de onun lambası görünüyordu. Bir anda ortadan kaybolmuştu.

"Nereye gitti ki bu şimdi?"

Meyram telaşla aşağıya baktı. Orada sanki sönen bir alevin kıvılcımları gibi çok hafif bir ışık parlıyordu. O zaman yukarıya baktı ve orada sadece küçük bir yıldız boyutunda ışık görebildi. Etraf ise zifir karanlıktı ve hiç bir şey görmenin imkânı yoktu.

- Seyitkali, başım dönüyor. Neredesin! Düştün mü yoksa?

Seyitkali Meyram’ın hemen yanında biterek - Kim. Ben mi düştüm? dedi ve hemen sonra onun lambası ışık saçmaya başladı.

- Sen nerden çıktın?

- Buradaydım. Üç basamak altında. Ben lambamı yağmurluğumla kapatmıştım, o kadar. Ne oldu. Şaşırdın mı yoksa?

- Eskiden de şaka yapmayı çok severdin. Alışkanlıklarından hiç vazgeçmiyorsun değil mi?

- Alışkanlıklar değişir mi?

- Her şey değişebilir.

- Ya, her şey yani? Sen Bayteni değiştirmeyi dene bakalım.

- Bayten’de kim?

- Çok eski bir madenci. Aynı zamanda tembelin önde gideni. Karaganda’yı tüm yeni gelenlerden kıskanır. Kendisi ise sadece konuşmayı bilir.

Meyram - Karaganda da sadece Bayten için değil, bütün Kazaklar ve ülkenin diğer halkları için yeterince yer var diye cevap verdi.

Burada bu karanlık yerde çok fazla konuşmak istemedi ve bu yüzden sadece sordu:

- Orada aşağıda ki o şey ne?

- Madencilerin lambaları.

Biraz dinlendikten sonra yola devam ettiler. Derinlere indikçe aşağıda ki ışıklar yakınlaşmaya ve kulağına bazı sesler gelmeye başladı. Dokuz merdiven inip onuncu merdivene adım attıktan hemen sonra ayaklarının altından sesler geldi.

- Haydaaa!

Seyitkali anlattı:

- Bu eski bir madenci olan İshak’ın sesi. O kömürü yukarıya gönderiyor. Yukarıdakiler ise onun sesini duydular.

Nihayet kuyunun dibine ulaştılar. Meyram sanki hiç bilinmeyen bir dünyaya girmiş gibiydi. Boşluk, yurta içinden biraz büyüktü. Yukarıda çok küçük bir ışık deliği yurtanın koni ucuna eşit boyuttaydı. Bu delikten gelen zayıf ışık, sıklıkla inen ve yukarıya çıkan kovalarla kapanıyordu. Boşluğun sağ tarafında bir insan boyunda yer altı geçişi vardır. Bu koridorun duvarları kömürden oluşmuştu ve lambaların ışıklarından pırlanta gibi parlıyordu. Boşluğun tavanı yoğun şekilde traversle döşenmişti. Traversler, iki taraftan duvarın yanında ki ahşap direklerle desteklenmişti. Karanlık koridordan geçen arabacıların sesleri, el arabalarının gıcırtıları, çıtır çıtır sesler ve havada ki kömür tozu hep beraber fantastik bir görünüm oluşturuyordu.

Meyram daha dikkatli bakınca:

- Yaa! Belli ki bu kuyu çok büyük zahmetlerle açılmış. Ne kadar zaman, güç, emek ve sağlık buraya harcandı. Üstelik burada çalışmakta çok keyifli değil dedi...

İshak dinledikten sonra kafayı salladı. Ama bu hareket kabul ettiği anlamına gelmiyordu. Meyram’ı gözleriyle delerek - Sen kimsin. Bir türlü kim olduğunu çıkartamadım? diye sordu.

- Ben burada yeniyim. Buraya dün geldim.

- Haa! Genç ve yeni geldin öyle mi? Anlaşıldı! Bilmediğin için böyle konuşuyorsun. Eskiden işçiler kendi terlerini burada İngilizler ve yükleniciler için dökerdi. O zamanlarda biz kızakları sanki sürünerek taşırdık. Dizlerimize kadar çamur içindeydik. Yukarıdan da üstümüze pis sular akardı. Mal sahipleri yalan dolanlarla çok zor şartlarda çalışıp kazandığımız paranın bir kısmını bizden almaya çalışırdı. Şimdi ise biz kendimiz için çalışıyoruz. Bizden hiç kimsenin çalma hakkı yok. Eğer bir şey kazanamamışsan suç sendedir, başka kimsede değil.

Meyram gözlerini kaçırmadan İshak’a baktı. Bu adamın yüzü seyrek sakal ve derin kırışıklıklarla kaplıydı. Adam tek başına arabacıların getirdiği bütün kömürü yukarıya göndermeye yetişiyordu. Kovayı dolduran İshak yüksek sesle yukarı doğru bağırdı. Onun yerinde başka biri olsa bu kadar gür sesle bağıramazdı. Eski madencinin her hareketi, onun büyük iç gücünü tanımlıyordu ve bu gücü sanki sayılamayacak kadar çok kömürü saklamış kocaman dağın İt-Jon’unu[8] yerle bir etmeye yetecek gibiydi.

Meyram madenciye - Agay[9] nasıl güzel bir cevap verdiniz bana. Gördüğüm kadarıyla kalbiniz bu lambadan binlerce kat daha güçlü bir ışıkla yanıyormuş dedi.

Dünden beri madende gördüğü her şey genç adamın gönlünde buruk bir mutsuzluk oluşturuyordu. Ama İshak’ın söyledikleri Meyram’ın keyfini tersine çevirmişti. Onun gönlünde mutluluk ve canlılık uyandırmıştı. Meyram Seyitkali’ye en içten duygularla:

- Daha çok zorluk çekeceğiz. Ama İshak gibi insanlarla birlikte korkacak hiçbir şey yok. Bana ne dediğini duydun mu sen dedi.

- Sana gerektiği kadar cevap verdi. Sen onun köyünden kısa zaman önce geldiğini mi sanıyorsun. Yok. O çok eski bir madenci. Diğer bir deyişle o gerçek bir madencidir.

- Çok mu madenci var burada?

- Yaklaşık 30 kişi kadar.

- Onların kaç tanesi eski madencilerden?

- Herhalde on beş kişi kadar vardır.

- İşte onların etrafına bin kişi koyabilirsek o zaman iş gerçekten başlar ve bu köy bir göle dönüşür. Sen Şerbakov’un Karaganda’nın geleceği hakkında söylediklerini duydun mu?

Seyitkali cevap vermedi. Meyram ile aynı fikirde olduğu ya da itiraz ettiği ve belki de söylediklerini kulak arkası edip etmediğini anlamak zordu.

Yüz adım susarak yürüdüler. Daha sonra Seyitkali yüksek sesle ama başka bir konuyla ilgili konuşmaya başladı:

- Şimdi biz ana yolun üzerinden geçiyoruz. Kömür bu yoldan dışarı çıkartılır. Sağa ve sola giden yolun kollarını görüyor musun? Madencilikte bunlara "fırınlar" denir.

Meyram şaşkın bir şekilde Seyitkali’nin yüzüne baktı. Sanki "ben şimdi senle fırınlar hakkında mı konuşuyordum?"diye sorar gibiydi. Ama ustabaşı devam etti.

- Kömürün damarları vardır. Sevkiyat yollarını kafana göre yapamazsın. Sen bu kullandığın "kuyu" kelimesini unut. Bizim buralarda kuyu değil çukur da değil gerçekte maden kelimesi kullanılır. Hakikaten görmüyor musun.

Meyram " kuyu" kelimesiyle madencinin gurunun incittiğini anlamıştı.

- Sen beni düzeltebilirdin. Alınmazdım.

- Her şeyi kendi adıyla seslendirmek lazım. Sen kuyu da kuyu deyip duruyorsun.

- Tamam. Artık hep maden diyeceğim.

Seyitkali belli ki sevinmişti. Daha hızlı yürümeye başladı. Sonra sağa döndüler. İleride lambalar görüldü ve yeni vuruş sesleri gelmeye başladı.

Meyram - Şimdi nereye gidiyoruz diye sordu?

- Kazmacılara.

Az sonra iki el arabacısına doğru yaklaştılar. Onlar kendi el arabalarına yaslanmış şekerleme yapıyorlardı. İki kazmacı bellerine kadar çıplak vaziyette dizlerinin üzerinde kazmayla kayaya vuruyorlardı. Sıkışmış siyah kaya parçaları hafifçe parlamaktaydı. Her bir vuruşta kayadan en fazla diz kapağı boyutunda bir parça kırılıp düşüyordu. İşçilerin çıplak bedenleri üzerinden siyah ter damlaları akıyordu. Meyram onların işinin çok zor olduğunu gördü. Ama Seyitkali kaşlarını çatarak kazmacılara kızdı:

- Bu ne biçim bir duvar? Yahu aynı köydeki bahçe duvarı gibi yamuk yumuk. Düzeltmek gerekiyor. Yere de bak. Şeytan gelse ayağı takılıp düşer. El arabası nasıl sürülecek hiç düşündünüz mü? Bakın kömürle kaya karışmış. Kil yanar mı sizce? Arabacılar iş olmadığı için böyle boş boş oturuyorlar. Siz bugün bir araba bile kömür vermediniz. Bu ne biçim bir çalışma.

Kazıcılar hiç bir şey söylemediler. Onlardan biri iştahla cebindeki şişeden su içiyordu. Siyah duman çıkartan lambanın loş ışığında, tozlu havada ki kömürlerde onun kaslı figürünün konturu görünüyordu.

- Su içmeyi bitiren kazıcı; bu lanet olası kaya var ya! Granitten daha sert. Sen bilirsin. Ben güç konusunda dünyanın en güçlü adamlarıyla yarışabilirim dedi.

Seyitkali ona içten bir gülüşle baktı. Seyrek bıyıklarını okşarken

- Eee kardeş, zor mu? Ben sana demedim mi. Kazı işi senin için daha erken. Ama sana dinletemedim. Senin gücün fazla, bu doğru. Ama işi bilmiyorsun ve maharetin de yok. Şu anda kömür senden daha güçlü ve onu sadece sabırla ve maharetle yenebilirsin dedi.

Daha sonra Meyram’ı ileri doğru götürdü.


KISIM DÖRT


Az önce Seyitkali’nin konuştuğu kişi kazıcı Hutjan’dı. Çok güçlü bir adam olarak ün salmıştı. Büyük yarışmalarda onunla kimse boy ölçüşemezdi. Kendi gücünden emin olan Hutjan, Karaganda’ya gelir gelmez hemen kazıcı olmak istedi. Kömürcülerin nazarında kazıcılık işi en onurlu işti. Eğer kazıcı belirtilmiş normları geçerse hem maaşı hem de nāmı büyüyordu. Ancak kazma ile herkes çalışamazdı. Hutjan’ın kazıcı olma dilekçesi, sırf onun gücüne duyulan saygıdan dolayı kabul edilmişti. Onunla aynı ekipte bulunan işçiler mutluluktan yerlerinde duramıyorlardı. Ama günler geçtikçe bu mutluluk azalmaya başladı ve şimdilerde ise işçiler karamsarlığa kapılmışlardı. Seyitkali ile Meyram onların yanından ayrıldıkları anda tüm işçiler yorgunluktan bitāp düşmüş vaziyette yere oturdular.

Arabacılardan biri - Yaa! Yeni işçiler, eski zamanlarda ki diğer soyun yabanileri gibidir dedi. Konuşan adam uzun boylu, sanki dumanla kaplanmış gibi simsiyah, keskin çene hatlı, yaklaşık kırk beş yaşlarında bir adamdı. Belki diş etleri kaşınıyordu, belki sadece alışkanlıktı ama her zaman çenesiyle bir şeyler çiğner gibi yapıyor ve dişlerini gıcırdatıyordu. Küçük derin çukurlarda ki gözler hiç sakin değildi. Bir şeyden öbür şeye atlıyordu. Onun yüzüne karşı saygılı bir şekilde "otagası" diyorlardı ama arkasından ise "kuseu kara"[10] diyorlardı. Üçü birden aynı ocakta çalışmalarına rağmen, kömür madenlerine kısa bir zaman önce geldiklerinden birbirlerini az tanıyorlardı.

Kazıcılardan biri - Yahu boşuna şikâyet etmeyelim. Biz buraya kendi isteğimizle çay içmeye değil çalışmaya geldik dedi.

Ama Kuseu kara sertçe sözünü kesti:

- Beni tavada pişirsinler ama rezil olmaya dayanamam. Bu ustabaşı Seyitkali var ya! Dırdırlarıyla benim başımın etini yedi.

Hemen hemen her sözcüğü kekeleyerek konuşan genç işçi, kıpır kıpır ve huzursuz kahverengi gözlerini birinden diğerine çeviriyordu. Cesaretinin toplayarak büyüklerin sohbetine katıldı:

- Su su suu suuç bizde. Sadece ustabaşına kızmayı biliyoruz. Ermek gibi çalışsaydık o zaaa za zaamman ustabaşı da önümüzde arka ayakları üzerinde dans ederdi.

Kuseu kara bir kirpi gibi kabardı.

- Boş konuşma kekeç! Bak şuna. Bu genç yaşta konuşmayı öğrenmiş. Ermek çok eski bir işçidir. Onu her zaman yüceltecekler bizi ise aşağılayacaklardır. Genç ayağa fırladı. Kıpkırmızı olmuş ve zaten büyük olan gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacak gibiydi. Sinirlenince daha çok kekelemeye başladı ve bayağı zorlanarak:

- Seee see sseen ağamısın yoksa!

Hutjan yeter diye bağırdı. Onun gür sesi, bütün madende yankılandı. Ağadır da ağadır. Boş boş konuşuyorlar. Çabucak aletlerinizi alın ve kömürleri yükleyin!

Çalışma sessiz bir şekilde devam etti. Vardiya sonuna doğru Hutjan’ın kırdığı kayanın derinliği kırk santimetreyi aşmamıştı ve bu da çok azdı. Hutjan çok sinirlenmişti: Bugün ekip o kadar çok çalışmasına rağmen yine de normalin yarısını yapabilmişlerdi. Belki utandığından belki de kendini kötü hissettiğinden kırmayı bırakan Hutjan:

- Ben kırdım, parçayı siz oradan kopartın dedi. Bir zamanlar güreşirken kalça kemiğime zarar verdiler. Şimdi nedense çok ağrımaya başladı.

Parçayı kırmak, düşürmekten daha zor bir işti. Bu yüzden Kuseu kara parçayı kolayca ayırdı. İki arabacı birbirleriyle yarışarak kömürü kaldıraça götürmek için koştular ve Hutjan eve ulaşmadan içinde az bir kömür cevheri olan bu parça kovalara ulaştırıldı.

Kuseu kara genç adama dönerek dikkatlice:

- Sen eve git delikanlı! Görüyorum ki çok yorulmuşsun. Biz burada Jumabay ile destek kalaslarını yerleştiririz. Sonra da ustabaşını bekleyip, kırılmış kısımları ölçeceğiz dedi.

Genç adam söz dinleyerek gitti. Kalan iki kişi destek kalaslarını yerleştirmeye başladı. Bir kaç dakika sonra Kuseu kara suskun ortağına:

- Hey Jumabay. Para kazanmak ister misin? diye sordu

Jumabay cevap vermek için hazırlanırken bayağı bir zaman geçti. Önce düşen keçe pantolonunun ipini çözerek çekti ve daha sıkı bağladıktan sonra:

- Yahu tabi ki! Buraya herkes ailesi adına para kazanmak için geldi dedi.

- Hıh! Burada ki kırk santimetreden ne kazanabileceksin ki!

- Yapacak bir şey yok. Eğer benden bahsediyorsan ben bütün gücümle çalıştım.

- Aslında burada kürekle para kazanabiliriz.

- Nasıl yani canım! Öğret bana bunu.

- Sen dilini dişlerinin arasında tutabilecek misin?

- Beceremeseydim Hazretin[11] sırrını içimde saklayamazdım.

- Ne sırrı bu?

- Bunu hiç sorma canım! Bu sır benim en derinlerimde saklıdır.

- Haa!. Madem öyle sen de bana nasıl para kazanabileceğimizi sorma.

Bu cümlelerle Kuseu kara Jumabay’ı ikilem içine atmıştı. Her zaman kuzu gibi sakin olan Jumabay gerçekten dilini dişlerinin arkasına saklamayı çok iyi biliyordu. "Hazretin sırrı" Mollanın çok basit ve olağan bir kurnazlığı, Jumabay için çok önemli bir olaydı ve onun için bu "sırrı" ifşa etmesi, yemin bozma suçu işlemek gibiydi. Ama kolay ve bol para kazanma imkânını da elinden kaçırmak istemiyordu. Uysal ve sakin Jumabay, birbirleriyle çatışan düşünceleri yüzünden acı çekerken ne karar verebileceğini bilemiyordu. Heyecandan alnından ter boşandı. Gereksiz bir şeyi ağzından kaçırdığı için kendi kendine küfrediyordu. Kuseu kara ise onun içinde ne fırtınalar yaşadığını anladığından:

- Nasıl istersen, ne halin varsa gör! dedi.

İşte o adan Jumabay dayanamadı:

- Sen söyle. Sen kendi diline hâkim olabiliyor musun?

- Benim karnıma canlı bir deve girer ve geri çıkmaz. Hiç korkma!

- Peki, o zaman. Söyleyeceğim. Jumabay toprak anam söylediklerimi kabul etsin diye dua ederek hikâyesine başladı. Dinle.

Köyümüzde Amantek adlı bir ağa vardı. Şimdi onu sürdüler...

Her şey Allah’ın takdiri. Bu adam zengin olduktan sonra ikinci bir eş aldı. Kız da çok gençti. Adı Bibijamal’dı. Ama resmen kötülüğün simgesi gibiydi. Eğer ufacık bir şeyi beğenmezse, hoşlanmazsa hemen hastalanmış gibi yatağa düşer ve "Hazrete beni götür. Beni dualarıyla iyileştirsin" diye söylenip dururdu. Bu kadın Hazretin yaşadığı yerde doğmuştu ve her halde defalarca onun dualarıyla iyileşmişti.

Bir keresinde Amantek beni atı kullanmam için yanına alarak genç karısını Hazrete götürdü. Hazretin bir günlük mesafede yaşadığını belirtmem gerek. Bir de Hazret için şişman bir kısrak aldık.

Ve gittik... Hazretin yaşadığı yurta köyün içindeydi. Ama dua ettiği yurtası kenarda ayrı bir yerde duruyordu. Bu yurtaya abdestsiz kimse giremiyordu. Yurtanın önü o kadar kalabalıktı ki bazıları geceden kalmışlardı. Gece boyunca Hazretin yanında kalırsak iyileşiriz diye düşünüyorlardı. Bazıları duayla tedavi olmak için bazıları ise sadece sorular sormak için gelmişti. Sıra bize gelince biz de Hazretin yanına girdik.

Hazret, orta yaşlarda, iri bir adamdı. Başında kocaman bir çalma (kavuk) vardı. Az konuşur ama ağzını açtı mı "Allah" kelimesini hiç ağzından düşürmezdi. Daima kafasını öne eğmiş bir şekilde otururdu. Neyse Allah’ın takdiri. Biz içeri girer girmez hemen sordu: "Sizin hocanız kim". Amantek şaşırdı ve aceleyle: "Bizim hocamız olmanız için ricada bulunmaya geldik" dedi. Hazret hemen bu durumlarda nasıl yapılıyorsa kendi kuşağını boynumuza attı ve bizi mürit[12]olarak kaydetti. Amantek bunun için Hazrete kendine ait yeni Şapanını (Çapan)[13] verdi. Bibijamal parmağından altın yüzüğünü çıkartarak Hazretin önüne koydu. Ben ise bende başka bir şey olmadığından bu muhterem adama kapatılabilen bir çakı verdim. Daha sonra Hazret Bibijamal’ın nabzını tuttu ve bir ay boyunca tedavi görmesi lazım dedi.

Amantek tabi ki kendi evini, çiftliğini bu kadar uzun zaman bırakamazdı ve ertesi gün köye geri döndü. Ben ise Hazrete ve Bibijamal’a hizmet için kaldım. Hazret onu ayrı bir yerde duran yurtada tedavi ediyordu. Günde bir kaç kere onlara yemek götürüyordum.

Bir gün acayip sıcaktı. Yurtanın tundiki[14] kapalıydı ve ben yurtanın yanında otururken evimi, ailemi düşünmeye başlamıştım.

Allah’ın takdiri! Bir anda o kadar büyük bir fırtına çıktı ki yurta devrildi. İçerdeki her şey bir anda göz önüne çıktı. Hazret çıplak vaziyette fırladı. Koşarak "çalmam nerde çalmam nerde" diye bağırmaya başladı. Bibijamal yataktaydı. Ben Hazrete yardım etmeye çalıştım. Eee işte Allah’ın takdiriyle Hazretin çalması Bibijamal’ın yatağında bulundu...

O zamandan bu yana çok zaman geçti. Hazret ağa olarak sürüldü. Bibijamal öldü... Toprak anam söylediklerimi kabul etsin. Bunu sadece sana anlattım haa! Ona göre.

Jumabay için olağanüstü olan bu hikâye, Kuseu kara için hiç şaşırtıcı değildi. Sırıtarak:

- Vay be gördüğüm kadarıyla çok sıkı sır saklayabilirsin. İşte şimdi söz verdiğim gibi sana bir şey göstereceğim dedi.

Kuseu kara kalktı ve bir destek ayağına yaklaşarak giysisinin koluyla kara kalemle yapılmış bir işareti sildi ve aynı işareti başka bir destek ayağına yaptı. Jumabay hiç bir şey anlamamış şekilde ağzı açık duruyordu.

Kuseu kara gülerek - Şimdi bak! Bizim kırma işi kırk santimetreden bir anda bir metreye çıktı dedi.

Jumabay önce bunun bir dolandırıcılık olduğunu anlamadı.

O yıllarda çıkartılmış kömür tartılmıyordu. Bunu yapabilecek ne bir uzman ne bir tartı ne ayarlı vagon vardı. Bu sorun sadece madende kazılan yerin ölçümleriyle çözülüyordu. Ustabaşı Seyitkali hem saf olduğu hem de çok fazla zamanı olmadığından dolayı sıklıkla şöyle yapardı: Vardiyanın kazmaya başladığı yerde ki direğe kara kalemle bir işaret koyar ve vardiya bitince bu işaretten kırma işinin uzunluğunu ölçerdi. Kuseu kara bu basit yöntemi fark etmişti ve şimdi kara kalemle işareti altmış santimetre gerideki başka bir direğe koymuştu.

Jumabay nihayet Kuseu karanın yaptığı hileyi anladı. Şaşkınlıkla içini çekti.

- Şimdi ben ne yapacağım. Ben hayatımda hiç bir zaman yalan söylemedim.

- Bi sus şapşal! Yoksa sen o Hazretten daha mı azizsin.

Jumabay yalvararak - O kötü bir şey yaptı. Bu ise resmen hırsızlık olmuyor mu şimdi? dedi.

Kuseu kara kahkahalarla - Neresi hırsızlık bunun. Sen ne diyorsun. Kömür tanrının bir armağanı. Para ise kamunun malıdır. Kamu hazinesi kime ait. Bizim gibi çalışanlara ait. Eee! Sen kendine ait bir şeyi alıyorsan bunun neresi hırsızlık.

- Ustabaşı öğrenirse, bizi ağa gibi suçlayacaklar.

Kuseu kara hoşnutsuz bir şekilde - Hakikaten akılsız bir adamsın sen dedi. Biz seninle birlikte bir yurtada yaşıyoruz. Bir tabaktan yemek yiyoruz. Sadece bu nedenle güvenerek sana söyledim. Mal senin eline kendiliğinden düşüyor. İstemiyor musun? Bir de bana çok para kazanmak istiyorum diyorsun. Bizi nasıl ağa zannederler ki. Bir işçi nasıl ağa olabilir ki? dedi.

Jumabay ne yapacağını bilemeden kafasının arkasını kaşıdı. Sonra bir karara varmıştı.

- Yaa galiba her şey Allah’ın takdiri. Dediğin gibi olsun. Ama bir şey olursa hesabı sen vereceksin...

Seyitkali gelip kısaca işarete baktı, yaklaşık ne kadar kazıldığını ölçtü.

- Ne kadar kazdınız diye sordu?

Kuseu kara - Ben nereden bileyim. Bu işi sen daha iyi bilirsin dedi.

- Buradan mı başladınız?

- Galiba buradandı.

Seyitkali herhalde bizim Hutja’nın gururu ayaklandı diye düşündü. Sonra ölçümleri yaparak:

- Sonuçta bugün bir metre beş santimetre kazmışsınız. Demek ki az önce sizi boşu boşuna utandırmamışım. Görüyor musunuz, gururda çok büyük bir kuvvettir!

KISIM BEŞ

Meyram Hutjan’ın kazdığı galeride gördüklerinden dolayı ilk defa üretim hakkında düşünmeye başladı. Bir damarı kazmak için sadece fiziksel güç değil, hem akıl hem de maharet gerekmektedir. Eğer ünü herkesçe bilinen gerçekten çok güçlü biri olan Hutjan bugün başarısız olduysa, ondan daha zayıf yeni işçilerden ne bekleyebiliriz ki?

Hutjan galeriden çıktığında Meyram ile Seyitkali arasında şöyle bir konuşma geçti:

- Sen bugün Hutjan’ı ve adamlarını eleştirdin. Büyük olasılıkla bazı zamanlarda bu gerekebilir. Peki yardım. Yani sen onlara ne tür yardımlarda bulunuyorsun?

- Yardım, yardım. Kendileri yavaş yavaş öğrenecekler.

- Daha hızlı öğretemez miyiz?

Seyitkali biraz düşünerek şöyle cevap verdi:

- Sergey Petroviç az önce yeni gelenleri eski tecrübeli işçilerin yanına verin demişti. Ama tecrübeli işçiler buna razı olmuyorlar. Ermek kendi ekibine yenileri aldı, diğerleri ise kaçınıyorlar.

- Peki, neden kaçınıyorlar?

- Yaa! Yeni işçiler çalışmayı çok yavaşlatıyorlar. Bu nedenle eski işçilerinde maaşları azalıyor.

Meyram düşündü. "Yaa! Oldukça ciddi bir sebep. Burada uzman işçiler arasında ajitasyon yaparak sorunu halledemezsin. Bu konuyla ilgili mutlaka Şerbakov’a danışmam lazım. O bu konuya mutlaka bir çözüm bulur. Bir de ilk zamanlar devlette yardım etmelidir."

Çok fazla emin olmadan Seyitkali’ye:

- Öğrencileri alan uzman işçilerin maaşını kesmesek mi? diye sordu.

Seyitkali hemen yerinden kalktı:

- Peki, verimlilik nasıl olacak. Burası ne. Maden mi yoksa bir okul mu?

- Yahu sence maden sadece kömür kaynağı değil de aynı zamanda emek okulu değil mi?

Seyitkali kaşlarını çatarak alt dudağını öne doğru çıkardı. Bu muhatabının söylediklerinin kulağa hoş gelmediği ve sohbete devam etmek istemediği anlamına geliyordu.

Meyram en iyisinin susmak olduğunu düşündü. Zaten Seyitkali’den niye hesap soruyordu ki? Ustabaşının ne özel yetenekleri vardı ne de keskin bir zekâya sahipti. Ama karakteri güçlü, dürüst ve çalışkan bir adamdı. Bir anda parlasa bile! "Şerbakov ile konuşmak lazım. Başka biriyle konuşmanın faydası olmayacak..."

Yeni yola yaklaşmışlardı. Bu sefer Seyitkali muhatabına her hangi bir açıklama yapmadan sessizce yürüyordu. Bu yolda zemin düzdü, ayaklarının altında hiç kömür ya da taş parçası yoktu. Duvarlar düz ve pürüzsüz, sanki bir makinayla kazılmış gibiydi. Destek ayakları düz ve telgraf direkleri gibi bir sırada duruyordu. Döşeme kalasları ve tavan arasında ki boşluklar kamalar ile kapatılmıştı. Meyram madene ilk defa gelmesine rağmen o bile anlamıştı ki; bu galeri çok tecrübeli, işi çok iyi bilen eski madenciler tarafından yapılmıştı.

O - Burada bambaşka bir düzen var dedi.

Seyitkali cevap verdi - Bu galeride Ermek çalışıyor.

Dizlerinin üstünde duran Ermek’i gördüler. Eski madenci, sanki döküm çelikten yapılmış gibi duruyordu. Onun çift taraflı çelik kazması, lambanın ışığında her vuruşta çok parlak bir ışık saçıyordu. Kazmanın sivri ucu, Ermek’in kartal gözleriyle baktığı bir noktaya düzenli bir şekilde düşüyordu. Adamın kısa parmakları, kazmanın kolunda aşağı yukarı sanki dombra çalar gibi oynuyordu. Madencinin vücudu, kömür tozu ile kaplanmış ama kupkuruydu. Üzerinde bir tane ter damlası yoktu. Ermek’in vücudunu germe hareketi de çok özeldi. Geniş değildi ve çok sakin hareket ediyordu. O vuruşlarını, aynı aralıklara ritmik olarak yapıyordu. Onunla birlikte çalışan genç kazıcı, çabalamaktan nefesi tıkanmış bir halde olmasına rağmen yine de Ermek’in çok gerisindeydi. Arabacılar ve parça koparan işçiler hiç durmadan kazılmış kömür cevherini götürüyorlardı. Montajcılar, daha önceden hazırlanmış direkleri çabucak getirerek yerlerine yerleştiriyorlardı. Hiç bir telaş, acele ve boş hareket yoktu. İş sakin bir şekilde ve çok düzenli olarak yürüyordu. Maharetli çalışma ilk bakışta sanki yavaş gibiydi. Ama çok güvenli ve becerikli görünüyordu. Kazma, yüz yıllık dağların gövdesine cesaretle giriyordu.

Meyram ve Seyitkali onlara fark ettirmeden yanaştılar ve bir müddet sessizce çalışmaları izleyerek durdular. İkisinin de yüzünde aynı ifade vardı: "Keşke her yerde herkes böyle çalışsaydı." Ermek başını çevirince gelenleri gördü ve ayaklarının üzerine doğruldu. İşçilerde Meyram’ı ve Seyitkali’yi fark etmelerine rağmen sadece birbirlerine bakarak çalışmaya devam ettiler.

Seyitkali kendini tutamadı - Ermek diye bağırdı. Aferin sana!

Ermek sesleniş üzerine bütün vücuduyla dönerek merhaba demeden sadece kafasını salladı. Belli ki konuşmayla pek arası yoktu.

Seyitkali onun işinden çok memnun kalmıştı. Ermek’e:

- Ben galerileri gezeyim, Siz ise vardiya bitince Meryam ile birlikte yukarı çıkın olur mu dedi ve gitti. Meyram Ermek’le kaldı. Meyram madenciyi sohbete çekmeye çalıştı. İş hayatı ve madencilikle ilgili birçok soru sordu.

Ermek tek kelimelik cevaplar veriyordu. Onu hareketlendirmek pek mümkün görünmüyordu. Ama yavaş yavaş muhatabı onun ilgisini çekmişti.

- Burada ne iş yapacaksınız diye sordu? Bu onun alışkanlığıydı. Önce insanı tanımak, kim olduğunu öğrenmek ve daha sonra ise sohbet etmek.

Meyram çok açık yüreklilikle, Şerbakov haricinde hiç kimseyle paylaşmadığı planlarını ona anlattı.

- Parti organizasyonunda çalışmayı düşünüyorum.

- Sekreter olarak mı. Yoksa?

- Eğer seçerlerse sekreter olarak.

Ermek net anlaşılmayan bir şekilde - Belki de seçerler dedi. Ama aklında ki düşünceyi söylemedi. "Niye seçmesinler ki. Delikanlı belli ki uygun biri."

Meyram - Madende ne kadar zamandır çalışıyorsunuz diye sordu?

- On yaşından beri.

- Başka kömür havzalarında bulundunuz mu?

- Karaganda dışına hiç gitmedim.

- Ama Karaganda son dönemlerde çalışmıyordu.

- Ben burada bekçi olarak kaldım.

Ama eski madenci, Meyram’ın gerçekten duymak istediği çalışma metotları, kömür çıkartma teknolojisiyle ilgili hiç bir kelime etmedi. Ya sakladı ya da bunu konuşmanın yeri ve zamanı olmadığını düşünmüştü.

Ermek bir anda sırıtarak hafifçe çenesini kaldırıp galeriyi göstererek:

- Bana yetişmek için kendini hırpalıyor dedi.

Geniş ağızlı ve biraz tedirgin bakışlı delikanlı, sıklıkla arkasına bakarak kazmayla durmadan çalışıyordu. Bir saat önce o Ermek’in yarım metre arkasında kalmıştı. Şimdi ise yetişmesine az kalmıştı. Onun tedirgin bakışları, aklında ki her şeyi açıkça gösteriyordu. "Eğer Ermek biraz daha oyalanırsa biraz daha sohbet ederse ben ona mutlaka yetişeceğim."

- Bu genç kim?

- Gördüğünüz gibi genç bir madenci. Adı Akım. Düşünüyorum ki çok iyi bir kazıcı olacak.

- Yeni gelenlerden mi?

- Evet. Önce yukarıda çarkın kolunu çeviriyordu. Daha sonra Şerbakov bana talimat verdi." Ona kazmayı vermeyi dene" . Ben de verdim. Şimdi görüyorum ki kazma güvenli bir ele düşmüş.

Meyram’ın aklına geldi. "İşte! Sohbete bununla başlamak lazımdı. Kazmayla"

O anda Ermek kendi iş ortağına yaklaşarak elinden kazmayı aldı ve gözleriyle bakarak suratını buruşturdu:

- Ne biçim bir alet bu yahu! Bak körelmiş. Sen benimkini al, iş daha çabuk ilerler. Bende seninkiyle çalışayım dedi.

Akım Ermek’in kazmasını neşeyle aldı ve hayranlıkla dilini şaklattı. Bu aletle daha gayretli kazmaya başladı.

Meyram, Ermek’i dürtmeye çalışırken - Ya! Kazma bu kadar önemli bir alet mi diye sordu?

Madenci kafasını sallayarak önce kısa cümlelerle ama daha sonra uzun uzun anlatmaya başladı: Kazma nasıl sivrileştirilir, nasıl sertleştirilir, kazmayla kayaya nasıl vuracaksın, yani kısa bir eğilişle mi yoksa geniş bir hareketle mi. Bunlara çok bağlıdır. Ermek galeriler, ocaklar, lavlar hakkında çok şeyler anlattı. Meyram anlattıklarını çok az anlıyordu. Ama eski madenciyi pür dikkat dinliyordu.

Meyram şaşkınlıkla sordu - Nereden mezun oldunuz diye sordu?

- İmza atabilirim!

- Biliyor musunuz. Sanki en azından bir mühendis gibisiniz.

Ermek hafifçe yüzünü buruşturarak, başka tarafa baktı ve elini sallayarak:

- Ahh! Kardeşine mühendislik çok uzak. Ben okula bile hiç gitmedim.

Sonra tekrar dizlerinin üzerine çökerek çalışmaya devam etti.

Gürültülü bir şekilde kömürden büyük bir parça koparak düştü. Siyah toz bulutu havalandı ve etrafı yoğun bir duman kapladı. Dumanın içinden lambanın ışığı altında insanların siluetleri görünüyordu. Montajcılar baltaları oldukça hızlı bir şekilde vuruyor, kömür taşıyıcıların kürekleri zil çalıyordu.

Ermek’in Akım’a övgüsü duyuldu.

- Aferin sana, benim kartal yavrum! Aferin sana!

Gençte cevapladı:

- Siz gidin dinlenin. Vardiya bitti. Biz burada ki işi bitiririz.

Ermek mutlu bir gülüşle dumandan çıktı ve Meyram’a yaklaştı:

- Bu benim kartal yavrum var ya! Çok iyi bir kazmacı olacak. Ben ona güveniyorum. Hadi gidelim artık.


KISIM ALTI


Meyram yukarı çıktıktan sonra omzundan sanki büyük bir yük kalkmış gibi hissetti kendini. Işıklı geniş dünyayı çok özlemişti. Yürürken sevinçle etrafına bakıyor ve doymamış gibi temiz havayı içine çekiyordu. Ermek yanında yürüyordu. Herhalde güneşli bu bahar günü, eski madenciyi de mutlu etmişti. Ermek alçak sesle:

- Yahu eve gitmek için erken gibi, dedi.

Onlar birlikte yerleşim yerinin diğer tarafına gittiler. İt-Jon dağına çıktılar. Buradan çıplak gözle bir günlük mesafede ki her şey görünüyordu. İt-Jon’un kar beyazı yorgan ile sarılmış çıplak tepelerinde, tüm kış boyunca fırtınalar bulunurdu. Şimdi ise tepeler yemyeşil bir halıyla kaplanmıştı. Uzak ufuklarda buğday yetişen bereketli sahalar, oluklu bir desen gibi süslüyordu. Gökyüzünde çok yükseklerde bir tarla kuşu yorulmadan şarkı söylüyordu. Isınmış havada seraplar oynaşıyordu. Bazen bir ipek kumaşın hafifçe dalgalanışına benzeyen esinti geliyordu. Toprak erken gelen bahar çiçekleriyle renklenmişti.

Meyram baktı. Gözlerini bu güzelliklerden alamıyordu. Bazı yerlerde uçurumlarda ve alçak vadilerde kar kalıntıları bulunuyordu. Mavimsi alacakaranlıkta Semiz - Kız, Kos - Agaş dağları görülüyordu. Gözler çok uzakta bulunan Ku-Şoki ve Nar-Şokken tepeciklerini de yakalayabilirdi. İt-Jon ve Koktal-Jarık tepelerinin arasında geniş bir vadi yayılmıştı. Uzun zaman öncesinde bu vadide binlerce at sürüleri otlamıştı. Bunlar şehrin valisi Tati Bey’e aitti. Şimdi ise oralarda hayvan çiftlikleri yerleşmişti. Vadinin yamaçlarında aşağıya doğru kolhozun tarlaları iniyor, kuzeyde parlak bir şerit gibi Nura nehri uzanıyordu. Kıyıları Rus ve Kazak köyleriyle doluydu. Kısa bir zaman önce nehrin yakınlarında araziler yüzünden Ruslar ve Kazaklar arasında çatışmalar oluyordu. Şimdi ise Nura, halkların kardeşliğinin bir sembolü olmuştu. Jaur ve Kojır dağları nehrin üzerinde bitişik kuleler gibi duruyorlardı.

Meyram bu yerlerden çok genç yaşta ayrılmıştı. Ama memleketi onda unutulmaz anılar bırakmıştı. O, şimdi sanki en küçük tepecik ile her vadi ile dost sohbeti yapıyor gibiydi. Anılarla sarmalanmış bir halde Ermek’e:

- Ana toprakları ne kadar iyi ne kadar sıcak dedi.

- Yaa! Burası bu kadar iyi ve sıcak olmasaydı, ben bu demir bacayı bekler miydim hiç! diye yanıtladı. Babam Karaganda’ya ben beş yaşındayken gelmiş. Ondan sonra da hiç ayrılmamış. İlk defa madene on yaşında indim.

- Siz sanayicilerle mi çalıştınız?

- Hem Rus hem de İngiliz sanayicilerden bayağı acılar çektim. İngilizler işçileri yerel yükleniciler vasıtasıyla işe alıyordu. Hem onlar hem de bunlar bir sülük gibi kanımızı emiyorlardı. Özgürlük, devrim sonrası Sovyet iktidarıyla geldi. İngilizler buralardan kaçınca ben ocağı korumak için kaldım.

Meyram elini uzatarak:

- Bakın. Kömürcülük sayesinde etrafta ne kadar çok köyler oluşmuş dedi. Her gün yeni kervanlar geliyor. Birçok mal getiriyor. Karaganda sonbahara doğru çok genişleyecek. Köyler büyük yerleşim yerleri haline gelecek. Tabi ki kışın zorluk çekeceğiz.

Ermek - Evet. Çok zor olacağını kabul etti.

Karaganda’ya halk bir nehir gibi akıyordu. Herkes iş istiyordu. Ama madende bırakın yeni ekipmanları eski kazmalar bile yetmiyordu. Kısa bir zaman önce gelen gelen göçebelerin bazılarının altında kalacak bir çatıları bile yoktu. Demiryolu henüz sadece Akmolinsk’e kadar gelmişti. Oradan develer ve öküzler üzerinde gerekli malzemeler, gıdalar, aletler zamanında getirilebilir mi kim bilir?

Ermek - Hükümet bize yardım etmeli dedi.

Meyram - Haklısın dedi. Ama bizden de sorulacaktır.

İkisi kendi düşüncelerine dalmış yavaşça köye dönüyorlardı.

Bacanın yanında ki direkte bir ray parçası asılmıştı. Biri raya ağır bir sopayla tüm gücüyle vuruyordu. Keskin bir ses bozkırın geniş alanında çok uzaklara yol alıyordu. Ermek kızgın bir şekilde kaşlarını çattı:

- Oyun oynayacak bir şey bulmuş. Şapşal dedi.

- Niye vuruyor ki?

- Bu bizim çanımız. Biz bunu çan yerine kullanıyoruz. Saat beş oldu ve işi bırakma zamanı geldi. Bu şımarık Bayten ise ne mutlu ona.

Meyram hatırlamıştı: Ustabaşı Seyitkali ona Bayten hakkında bir şeyler söylemişti.

- Sizin Bayten bildiğim kadarıyla çok şakacı biriymiş.

Ermek - Onun her şeye karşı yeteneği vardır dedi.

Yığılmış yapılar arasında düzenli ve temiz bir baraka, yeni boyanmış çatısı ve badana yapılmış duvarlarıyla çok özel görünüyordu.

- Donbass’lılar buraya gelir gelmez hemen evin tadilatını yaptılar ve eve yerleştiler. Ben Bayten’e diyorum ki:"Zamanında el değdirmek çok önemlidir. Her konuda Donbass’lılardan bir şeyler öğrenmeliyiz. Onlar çok tecrübeli madencilerdir". Bizim ahlaksız Bayten tavır koydu: "Nasırsız el! Onlar sadece evde temizlikle uğraşırlar". dedi.

Meyram gülmekten kırılıyordu.

- Yani, bir evi temizleyip düzen kuran kişi nasırsız eldir. Kötü köhne barakalarda yaşamaya alışanlar gerçek işçi mi oluyor yani!

- Bayten’e kalsa böyle. Diğer yandan ona gülmemek mümkün değildi. Bütün hayatı boyunca Karaganda’da işçilerin büyük ve güzel evlerde yaşadığını görmedi ki çocuk.

Sohbete devam ederek barakaya kadar geldiler. Burada ağır iş gününden sonra insanlar toplanmış dinleniyordu.

Ermek Meyram’a - Siz gidin elinizi yüzünüzü yıkayın diye teklifte bulundu.

- Önce siz. Ben burada beklerim.

Ermek dairesine gitti. Meyram ise barakanın önündeki banka oturdu. Buralarda yeni biri olarak köyün sakinlerinin hayatlarını nasıl geçirdiklerini izlemek çok enteresan geliyordu. Dağınık saçlı, saten kumaştan açık yamuk yakalı gömlekli ileri yaşlarda bir işçi ona doğru yaklaştı. Barakanın kapısının önünde durdu ve ellerini beline dayayarak işçilere baktı. Bu adam işte o bahsedilen Bayten’di. Ya keyfi yoktu ya da böyle bir alışkanlığı mı vardı bilinmez ama sürekli bıyıklarıyla oynuyordu. Zaten çok geniş burun kanatları şişiyor, gözleri sinirli bir şekilde sağa sola hareket ediyordu. Barakadan çıkan yaşlı kadın barakaya yaklaşan yaşlı sucuyu kafasıyla işaret ederek - Baytenciğim, kız ona dedi ve hemen içeri girdi.

Zayıf yapılı bir ihtiyar, deve tarafından çekilen kocaman bir fıçı ile barakalar arasında su dağıtıyordu. Onun yaklaştığını gören her barakada tartışma başlıyordu.

Bayten - Hey! İhtiyar. Seni ne kadar daha bekleyeceğiz. Hala beyaz yakalı idarecilere mi hizmet veriyorsun diye bağırdı.

- Ya oğlum kuyuda ki su yetmiyor.

- Eskiden yetiyordu, şimdi yetmiyor. Öyle mi?

- Yaa! Ne kadar çok insan geldi. Hem kendileri içiyorlar hem de hayvanlara veriyorlar.

- Eyvah! Arkamızı koruyamadık. Onlar buraların sahipleri gibi davranmaya başlamışlar. Suya ihtiyaçları varsa kendilerine ayrı bir kuyu açsınlar. Onlara böyle söyle. Bu köy bizimdir. Köyün eski sakinlerine aittir.

- Ama onlar çalışmak için geldiler buraya.

- Ben seni biliyorum. Sen her zaman başka köylerden gelenlerin arkasında durursun. Sende aynen onlar gibisin. Senin deveye bakmak yeter. Kim olduğun hemen anlaşılır.

Bayten’in tiz sesine barakadan ellerinde kovalarla kadınlar çıktı. Fıçının yanında kavga çıktı. Yıkanmış olan Ermek geri geldi.

- Gidin serinleyin biraz dedi.

- Biraz daha oturup bunlara bakmak istiyorum dedi Meyram.

Bayten, sucu kendi devesini hareket ettirirken - Hey diye bağırdı! Bir daha su getirirken gecikirsen Karaganda’da ikimizden sadece biri kalacak. Ona göre.

İhtiyar yoluna devam ederken kısık sesle - Doğru derler. Kendi köyünde her köpeğin kuyruğu dik durur diye cevapladı.

Meyram "Yahu burada disiplin çok zayıf. Belli ki eski kafalı Karaganda’dan kalan çok şey var. Bu yüzden cahil, cimri, kaba Bayten burada emretmeye çalışıyor" diye düşündü.

Barakanın etrafında ki halk gitgide artmaya başlamıştı. Ermek, hemen hemen her birinin isimlerini Meyram’a söyledi. Bu delikanlı - Aşınmış, on iki tonlu harmonikalı adamın adı Şayken. Şimdi Şayken’e yaklaşan uzun saçlı, sağlam yapılı delikanlı şarkıcı Joltay.

Şayken çalmaya Joltay şarkı söylemeye başladı. Onların etrafında birçok genç toplanmıştı. Barakalardan yaşlı kazıcılar çıktı: Açık kelleşmiş kafasıyla Span, siyah sakallı Aubekir, çilli yüzüyle Vaytıken. Eski madenciler bir müddet kendi kapılarının önünde durup daha sonradan birer birer ve yavaş yavaş eğlence yerlerine yaklaşmaya başladılar. Sadece Bayten ellerini arkasında birleştirerek yaklaşmadan kenarda dolaşıyordu.

Seyitkali’de işten gelmişti. Meyram ve Ermek’in yanına oturdu.

Akşam indi. Gölgeler uzadı. Rüzgârsız ve sessiz havada armonika sesleri ilkbahar akşamında yayıldı. Joltay "Elimay"[15] adlı Kazak şarkısını, Rus ve Tatar atma türkülerini söyledi.

Genç şu şarkıyı söylemeye başladı:

Sabana çift atı bağladım

Dört atın alamayacağı yere girdim...

Bu ana kadar kenarda duyan Bayten dayanamadı:

Hey! Nu. Hadi bastır!

Bazıları dans etmeye başladı. Dansçılar şarkının ritmine uyarak elleriyle dizlerine vurarak tempo tutuyorlardı.

Her taraftan - Evet, evet! İşte böyle! Bastır diye bağırıyorlardı. Beyaz saçlı Span bile yerinde duramıyordu.

Ağır bir iş gününden sonra tek eğlenceleri ve tek dinlenme anlarıydı. Köyde henüz bırakın kulübü radyo bile yoktu. Kazak gazetesini sadece Seyitkali ve Joltay ortak olarak, yani ikisi tek bir abonelik yapma yoluyla okuyorlardı. Gazete haftada bir geliyordu.

Meyram’ın kafasında hiç de sevimli olmayan düşünceler dolaşıyordu.

"Burada barakanın hemen yanında insanlar az bile olsa eğleniyorlar. Buraya çok yakın bir yerde tepede, eski bir mezarlık var. O mezarlıkta gömülmüş zavallılar tüm hayatları boyunca ışığı, dinlenmeyi bilmeden tanımadan kömür sahiplerine hizmet ettiler". Ama yeni Karaganda resimlerini hayal edince gönlüne hemen bir mutluluk hâkim oluyordu.


KISIM YEDİ


Hah! Müthiş. Ufak taş barakada, güvenli olmayan duvarlar kalaslarla desteklenmişti. İngilizler döneminde Karaganda’da ki tek mağaza bu barakadaydı. Şimdi ise bu binada, kömür idaresinin idari ofisi bulunmaktaydı.

Sergey Petroviç Şerbakov, masada oturmuş karakalemle masaya hafifçe vururken düşünüyordu. Yüzünde ve alnındaki çizgiler belirgindi. Ama gözleri genç bir adam gibi capcanlı bakıyordu. Bütün hareketleriyle sakin biri olduğu anlaşılıyordu. Şerbakov saatine baktı ve hafifçe omuzlarını silkti.

Kapı çalınmıştı. Sergey Petroviç ağır vücudunu umulmadık bir hızla sandalyeden kaldırdı, kapıya yaklaştı ve kapıyı açtı.

Odaya Meyram girdi.

Sergey Petroviç - Buyurun. Çok memnun oldum! dedi ve Meyram’ın elini tutarak masaya götürdü.

Meyram özür diler gibi - Kusura bakmayın, Geç kaldım. Ama dün çok geç yattım dedi.

Sergey Petroviç onun dediklerini şakaya dönüştürerek - Eee bu durum çok normal. Gençlerin geceleri uykuyla ne işleri olabilir ki dedi.

Meyram, bu adamın yanında kendini çok rahat hissediyordu. İlk görüşmelerinde Şerbakov’un kendinden emin, sakin ve çok büyük bir hayat tecrübesine sahip bir adam görüntüsü çok hoşuna gitmişti.

Sergey Petroviç - Artık sohbete geçelim. Zamanımız az, işimiz çok. Kim başlayacak konuşmaya. Benim saçlarım beyaz olmasına rağmen aynı sizin gibi yeni yöneticiyim dedi.

- Kim başlarsa başlasın. Kesin olan bir şey var ki. Genciz diye indirim istemeyiz.

- Çok doğru konuştunuz Meyram Omaroviç. Bizi çaylak olarak kabul etselerdi yönetici yapmazlardı. Yaşa bakarsak ben sizden önce doğmuş olsam bile aynı yaşta sayılırız.

Meyram - Nasıl yani. Ben sizi tam olarak anlamadım galiba dedi.

Sergey Petroviç kısaca geçmiş hayatından bahsetti. O, son dört sene Sanayi Akademisinde okumuş. Okulu bitirince aday olarak Karaganda’ya gönderilmiş.

Ben daha önce hiç yöneticilik yapmadım. Ama iyi ve kötü her tür yöneticiyi gördüm.

Meyram - Sohbeti siz başlatın diye teklifte bulundu. Siz buraları daha iyi biliyorsunuz ve hayat tecrübeniz benden çok daha fazla.

Sergey Petroviç yavaşça piposunu tütünle doldurarak şöyle başladı:

- Eğer biz, bu beş yıllık dönem sonuna kadar üçüncü kömür ocağının temelini atabilirsek ve onu Ural ile bağlayabilirsek o zaman bize verilen görevi yerine getirmiş olacağız.

Piposunu masanın kenarına koyarak, denizlikten bir kömür parçası aldı ve elinde bir kere zıplattı.

- İşte bizim altınımız! Umutlarımız gerçekleşti. Donbass’tan ve Ural’dan test sonuçları geldi. Bu kömür yüksek kaliteli koklaşabilen kömürdür. Bize inanmayanların ve belki de İngiliz kapitalistlerin hizmetçilerinin itirazları yerle bir oldu. Bu kömür koklaşabiliyorrrr. Artık Moskova hiç bir yardımı geri çeviremez.

Bir anlık bir duraksamadan sonra:

- Ama bunun için öncelikle insanlara demiryolu ve elektrik lazımdır dedi.

Meyram - Gelecekte hepsi olacak diye ekledi. Ama siz bana söyleyin. Bugün şu anda bize en gerekli olan şey nedir?

- Sabır. Ben bugünümüz yarına çok bağlı olduğu için geleceği anlatarak başladım. Bugün ise; Nura nehrinin yatağını değiştirerek suyunu buraya çekene kadar kuyuların sayısını arttırmak ve "Gerbert" kuyusundaki suyu teknik ihtiyaçlarda kullanmak için yukarıya çıkartmak gerekiyor. Hazırlıklara başladık bile. Elektrik gelene kadar buhar gücünü kullanacağız. Bu konuyla ilgili çalışmalar başladı. Yarı harap Spasskiy ve Ekibastuzskiy fabrikalarında, Karaganda’da ve terk edilmiş ağaların değirmenlerinde bir kaç adet lokomobil, küçük kazanlar ve bir kaç tane Kameron bulduk. Şimdilik deliklerini kapatıp kullanacağız. Ama buhar makineleri çalışana kadar bekleyemeyiz. Kömür kovalarını çarklarla kaldırmak nereye kadar?

- Evet. Bende gördüm. Şu anda kömürü gerçekten işçilerin fedakârlıklarıyla elde ediyoruz.

- İşte bu fedakârlığı akıllıca kullanmamız gerekiyor. Kovaları ise atlarla kaldırmak lazım. Teknisyen Kozlov’a gerekli görevi verdim zaten. En fazla haftaya atla çevrilen çarkları monte edecek. Sergey Petroviç çok aktif şekilde konuşmasını sürsürdü. Artık en önemli şey - eski ocakları genişletmek, yeni ocaklar açmak. Şimdi kömürü sadece bir ocak veriyor. İşçiler, biz gelmeden önce bu kömür ocağını kendi çabalarıyla çalıştırmışlar. En yakın zamanda üç yeni kuyu açacağız. Sonbahara doğru en az on beş tane çalıştırmak zorundayız. Bu ne demek? O zamana kadar burada yaklaşık on beş bin işçinin çalışması demektir.

- Eee. Onlara barınacak yerleri ve yaşamak için gerekli şeyleri nasıl sağlayacağız?

- Evet. Bu çok zor bir soru. Yakında Ak-Kuduk, Kzıl-Kuduk, Aşılı-Ayrak, Bukba köyleri var. İyi ki oraları şimdi kolhozdur. Eminim ki kolhozlular kendi evlerinin bir parçasını geçici olarak işçilerimize vermeyi kabul ederler. Ama orada sadece işçilerin küçük bir parçası yerleştirilebilir. Kalanlara ise geçici barakalar ve samandan evler inşa etmeyi teklif edeceğiz. Tabi ki malzeme konusunda yardım edeceğiz. Gelecek senede konut fonundan büyük apartmanlar inşa edeceğiz.

- Şimdi bizim inşaatçılar ne yapıyor acaba?

- Bize yeni işçileri hazırlamak için eğitim yerleri, eski madencilere uzmanlık eğitimi için yerler, çocuklar için okullar lazım. Banyolar, ekmek fırınları, mağazalar, yemekhaneler de gerekiyor. Sonuç olarak bir işletme bu binada doğru düzgün çalışabilir mi? İnşaatçıların gücünü en çok sosyal öneme sahip binaların inşaatında kullanacağız. Her şey bir anda yapmak mümkün değil. Şerbakov bir an susarak - Düşünüyorum ki; gelecekte yeni inşaatlar öncelikle konut ve evsel tesislerin inşasıyla başlayacaktır diye devam etti. Biz ise, sabredeceğiz artık. Yapacak bir şey yok. İşçiler anlar.

Sergey Petroviç Meyram’ın sabırla dinlemesine, kısa ve net sorularına ve yorumlarına bakarak, gelecekte ki parti organizasyonunun yeni sekreterinin terbiyeli ve zeki bir insan olduğu kararına vardı. Meyram ise hemen Şerbakov’un akıllı olduğunu ve işi bildiğini düşündü. Meyram ilk defa duyduğu "Gerbert" kuyusundan suyun çıkartılması, eski lokomobillerin, kazanların, kameronların tamiri, çarklarda atların kullanılması gibi ilk bakışta küçük önlemlerin, gerçekte çok büyük Sovyet Karaganda’sının sağlam temellerinin atılması için kocaman bir adım olduğunu anlamıştı. Şerbakovun ise küçük şeyleri ihmal etmemesi ve tüm yerel fonları kullanmaya çalışması, inanılmaz derecede önemliydi.

Meyram - Gördüğüm kadarıyla başlangıçta bizim görevimiz, tüm yerel imkânları en uygun ve en ekonomik şekilde kullanmak olmalı dedi.

Sergey Petroviç, Meyram’ın bu sonuca tek başına ulaşmadığını anlamış ve - Çok doğru anlamışsınız, çok doğru dedi.

Meyram ise çok emin olmadan devam etti:

- Siz eğitim kompleksleri hakkında bir şey söylediniz. Tabi ki onlar olmadan olmaz. Ama onlar ne zaman olacak? Ben ocağa indim ve yeni işçiler kazmayla nasıl çalışıyorlar gördüm...

- Çok mu kötü?

- Anladığım kadarıyla kötü. Seyitkali’de aynı şeyi söylüyor. Yani bir şekilde yeni gelenleri daha hızlı eğitmenin bir yolu var mı?

Sergey Petroviç dikkatle:

- Eee! Ne düşünüyorsunuz. Onları daha hızlı nasıl eğitebiliriz?

- Gerçekten bilmiyorum... Ben Seyitkali’ye sordum. Yeni gelenleri eski madencilerin yanına verebilir miyiz diye.

- Seyitkali çok korktu değil mi?

- Diyor ki; bu ustaların kazancını düşürür.

Sergey Petroviç, ağır vücuduyla sandalyeye yaslanarak yüksek sesle kahkaha atmaya başladı.

- Ermek ise korkmadı. Çünkü o, işinin gerçek ustası.

Şerbakov, gözlerini kısarak büyük bir dikkatle Meyram’a bakarak "Bu çocuğun kendi düşüncesi bu. Bizim genç çok cesur adımlar atıyor".

Ciddi şekilde:

- Bunu düşünmek lazım. Acele karar vermeyelim. İşi öyle organize etmemiz lazım ki, tecrübeli madenci hem gençlere öğretsin hem de para kaybetmesin. Ama ne olursa olsun sizin bu fikriniz çok faydalı olacak gibi... dedi.

Konuşmayı durdurmak zorunda kaldılar. Odaya uzun boylu, oldukça zayıf, burnun üstüne takılan gözlüklü bir adam girdi. Soğuk bir şekilde Şerbakov’la tokalaştı, Meyram’ı kafasıyla selamlayarak kendi masasına oturdu ve hemen hesap yapmaya daldı.

Sergey Petroviç saate baktı, sandalyeden kalkıp Meyram’a:

- Konuşmamıza yürüyerek devam edelim mi dedi.

Kapıdan çıkar çıkmaz:

- Bu bizim başmühendisimiz Orlov dedi. Ben sizinle onun yanında konuşmak istemedim. Onu henüz tam olarak tanımıyorum. Eski rejim karşıtlarından biri. Hapiste yatmış. Buraya deneme amacıyla gönderilmiş. Aslında çok çalışkan bir adam. Ama yine de onu tanımak lazım dedi.

Barakanın yanında Şerbakov’un faytonu bekliyordu. Sergey Petroviç faytona binerek neşeyle:

- Faytondan GAZİKE bineceğiz ve yamuk yumuk barakadan çok katlı binalara çıkacağız. Ne müthiş olur değil mi? Her şey gelecek, her şey olacak, hedeflerimize ulaşacağız Meyram Omaroviç. Siz yeter ki toplum kuruluşlarının çalışmasını düzenleyin. Onları çok özledim. Köylere bakın. İnsanlar biz onları eğiteceğiz diye sabırsızlıkla bekliyorlar. Bayten gibi eski işçilerin bazılarının bile hala bilinçleri paslı. Durumumuz çok zor ve bu durumda kamu organizasyonlarının yardımı olmadan büyük bir iş kurmak çok zor hatta imkânsızdır.

Meyram - Sabredin diye cevap verdi. Siz de dediniz. Her şey olacak.

- Siz şimdi nereye?

- Komşu köylere gideceğim. Oradakiler nasıl yaşıyor, bakmak istiyorum.

Sergey Petroviç - İyi fikir dedi ve Meyram’ın elini sıktı. Bense yeni ocaklarda işler ne âlemde ona bir bakayım. Sonra buluşalım, gördüklerimizi birbirimizle paylaşalım.


KISIM SEKİZ


Her taraf alçak gecekondular, kararmış yurtalar veya kalkmış araba okları üstünde gerilmiş kanvastan çadırlarla doluydu. Bunlar çalışanlar için yeniden oluşturulmuş köylerdi. Burada çok sayıda koyun ve sığır at yavrularını bağlayacak direkler göremezdiniz. Bozkırda otlayan at sürüleri de yok. Bu yerleşimler normal köylere birazcık benzemektedir. Bazı yerlerde inekler, koyunlarla kuzular, keçilerle yavruları dolaşıyor, bazı evlerin bahçelerinde atlar ve boğalar duruyordu. Sığırlar çok az olmasına rağmen otlaklar yok olmuştu.

Köyde düzen yoktu. Bazı yerlerde ki evler uzun sıralar şeklinde uzanmış bazı yerlerde ise gruplar halindeydi. Sürekli yeni arabalar geliyordu. Hafif gezinti arabaları, gıcırdayan rıdvanlar ve at arabaları kuyruk oluşturmuş, atlar ve öküzler tarafından çekilen arabalar, yüklü develer, atlar, inekler ve insanlar akın akın kömür ocaklarında çalışmak için geliyorlardı. Ama sığır yetiştirileri eski alışkanlıklarından vazgeçmeden varış noktasına gelmeden arabalarını durdurup, etraflarını inceleyerek otlak güzel mi kötü mü diye bakıyorlardı. Yakınlarda otlak olmadığı, daha ilerde su da olmadığı anlaşılıyordu. Yeni yerleşmeye gelenler kafalarını kaşıyarak arabaları boşaltmaya başlamışlardı.

Meyram, tepeden aşağı indi. Etrafını dikkatle inceleyerek köylere doğru yürüdü. İlk gördüğü keçeyle kaplı kulübenin önünde durdu. Girmek için izin var mı diye sordu?

İçeride üç kişi oturuyordu. Ahır gibi olan evin sahibi yaklaşık kırk yaşlarında, tıknaz yapılı, yuvarlak sakallı adam toprağın üzerinde oturmuş ham deriden şarke[16] örüyordu. Sonra bunlara ahşap tabanlık yapmayı planlıyordu. Adamın karısı, yirmili yaşlardan biraz fazlaydı. Bronzlaşmış yüzü ve yuvarlak yanakları vardı. O, eski çuvaldan çorap dikiyordu. Daha yürüyemeyen erkek çocuk, ebeveynlerinin etrafında sürünerek dolaşıyordu.

Meyram merhabalaştı ve evin misafiri olarak ileriye başköşeye doğru geçti. Oraya ter kumaşı boyutunda ufak koşma serilmişti. Evin hanımı, çabucak koşmanın üzerinde ki tozları sildi. Ama Meyram onu durdurdu:

- Hiç zahmet etmeyin dedi.

Ahır gibi evin sahipleri, şehirli kıyafetler içinde beklenmedik bu ziyareti yapan gence çok şaşırdılar. Meyram, gerilimi azaltmak için:

- Kolay gelsin Agay dedi. Şarkeniz sağlam olsun. Onları bu çoraplarla giymeyi mi düşünüyorsunuz?

- Evet. Bu çoraplarla giyeceğim. Yer altına inmeye hazırlanıyorum.

- Ee! Daha önceden madende çalıştınız mı hiç?

- Yok, çalışmadım. Yeni karar verdim. Çok şükür Allah’a sağlığımda bir sıkıntı yok. Burada da güzel para ödüyorlar. Direk kazıcı olacağım.

- Size hemen kazma verecekler mi acaba?

Ev sahibi - Vermemeyi bir denesinler bakalım dedi. Cebini karıştırarak rulo şeklinde bir kâğıt çıkartıp Meyram’a uzattı. Biz sokaktan biri değiliz.

Meyram ev sahibinin bu kadar gurur duyduğu evrakları inceledi. Belgede, bu evin sahibi Bokay Tuleubay ve onun yedinci kuşağa kadar olan atalarının ırgat olduğu yazılıyordu. Bokay, geçen sene kolhoza katılmıştı. Şimdi kolhozla anlaşarak çok uzakta bulunan Kuvsk Bölgesinden Karaganda’ya taşınmıştı.

Bokay - Herkes diyor ki, burada kazıcılar ayda bir sığır bedeli kazanıyorlarmış. Eskiden biz bir sığır başı için beylere tam bir sene hamallık yapıyorduk dedi. Sesinde gelecekte ki büyük kazançların heyecanı vardı.

Meyram, evrakları geri verdi - İyi evraklar Boke dedi.

Bokay memnuniyetle sırıttı. Meyram evin sefil halini üzüntüyle inceledi. Bokay kibarca:

- Senin adı ne kardeş diye sordu?

- Meyram.

- Nerede çalışıyorsun?

- Ben de aynı sizin gibi kısa zaman önce geldim.

- Bahsediyorlar ki, bir gün iki şakacı adam kapkara bir gecede bozkırda yürüyormuş. Bir anda şimşek çakmış. Yolcular: "İster çak ister çakma, bizden başka kimseyi göremezsin demişler". Ben de şimdi aynısını diyeceğim. Bizim yaşadığımız yere ister bak ister bakma! Bundan daha fazlası olmayacak. İkramımız içinde kusura bakma lütfen.

- Söz konusu bile değil.

- Bizde söylemezdik, kazanımızdan duman çıksaydı. Ama ne yapalım. Fakirlik, cömertliğin kollarını bağlar dedi.

Karısı hoşnutsuz bir şekilde - Eksikliklerimizi konuşmak yerine gidip dagaur[17]imzalasaydın veya neyse dedi.

- Dagaur çok. Herkese ödemek için yetişmez. Burada ki şeflerin herhalde işlerden başları dönmüştür. Birazcık kendilerine gelsinler.

- Senin aptalca huyların var ya! Onların yüzünden otuz sene hamallık yaptın. Kaltay’ı sürmeselerdi, hala onun evinin önünde iş için yalvarıyordun. Kadın sakinleşmiyor, söylenip duruyordu.

Bokay Meyram’a dönerek - İkimizden hangimiz haklı? Karım diyor ki: "Hemen git, dagaurda ne yazdıysa iste". Ben ise: "Madende daha işler düzene girmedi herhalde. Tıpkı bizim kolhozumuzda olduğu gibi. Bize ne yazıldıysa bizden kaçmaz diyorum. Beyler çalışıp kazandıklarımızı yıllarca ödemiyorlardı. Ama maden için henüz bir şey yapmadık. Bir şey istemek için henüz erken. Önce çalışmamız lazım değil mi"? diyorum.

Genç kadın - Hay Allah. Keşke senin yerine ben erkek olarak doğsaydım diye bağırdı. Kendine verilen şeyi gidip almasını bile bilmiyor dedi.

Meyram, bu birbirlerine zıt iki kişinin tartışmalarını, gülümseyerek dinliyordu. Ona kalsa ikisi de haklıydı. Bir tarafı tutarak diğer tarafı kırmaya ne gerek vardı. Meyram:

- Bence de beklemeye gerek yok. Gereken şey gidip almak. Depoda hem kıyafet hem de yiyecekler var. Eksik şey varsa onu da kısa zamanda temin ederiz. Sizin her şeyiniz olacak dedi.

Sonra kendini tutamayarak:

- Yanlış anlamayın lütfen. Sanki sizin aranızda yaş farkı çok fazla gibi. Her şeyinizden belli ki karı kocasınız. Bu nedenle sizi anlamıyorum...

Genç kadın Bokay’a bakarak, sanki "sen söyle" der gibiydi.

Ev sahibi önce ağzına su alıp şarkeye püskürttü. Sonra hafif bir nefes alarak anlatmaya başladı:

- Az önce bahsettiğimiz Kaltay Bey’in yanında otuz sene boyunca hamallık yaptım. Otuz senelik emeğimin karşılığı işte bu ev ve bu kadın oldu. Bokay kafasıyla kadını göstererek, o fakir birinin kızıydı. Kaltay benim için onu beş yaşındayken sözlemiş ve on beş yaşına gelince benim yerime başlık parasını Kaltay, ödeyerek bizi evlendirdi. Yani benim otuz yıllık çalışmamın karşılığı işte bu kadındır dedi.

Meyram düşündü "Yahu insanlar ne kadar zor zamanlar yaşamış. Ama artık hayat değişiyor, yeniden kuruluyor. Bokay gibi diğer çalışanlar için yaşamak daha kolaylaştı. Artık gözleri çok şeye açıldı".

O, yerinden kalktı.

Bokay ayağa kalkarken - Siz öylesine mi geldiniz. Yoksa yardıma mı ihtiyacınız var?

- Yok, sağ olun. Sadece konuşmak istedim. Görüşürüz. Hoşça kalın.

Yavaşça köyde yürüdü. Her yurtada, her ocakta iğrenç kokulu tezek yerine kömür yanıyordu. Hemen hemen hiç bir evin önünde hayvancılığın mutlak bir simgesi olan - kuruk[18]yoktu. Onun yerine kazmalar, kürekler yatıyordu. Çocukların oyunları da değişmişti. Eskiden bir dal üzerinde oturup atla gider gibi yaparlarken şimdi ise küçük sopaları toprağa dikerek aralarına ip geriyor veya el arabasına benzeyen demir halka ile koşuyorlardı.

Meyram, bir yurtanın önünden geçerken içeriden bir kadının öfkeli bağırışlarını duydu.

- Bu ne biçim bir yakıt? Seni köpekler alsın. Ayy ayy ayy! Nerede benim büyük alevli tezeğim nerede.

Kömür ile ateş yakmayı bilmeyen kadına ne diyebilirdiniz ki. Kısa zamanda öğrenir. Meyram durmadan yoluna devam etti. Kuyunun etrafında küçükbaş hayvanlar toplanmıştı. Su yüzünden tartışan hayvanların sahiplerinin sesleri duyuluyordu.

Hay bu ne biçim bir düzen. Bizi buraya çağırdılar. Ama burada su bile yetmiyor.

- Sen kendin bir kuyu aç. Hem suyun olacak hem de sana para ödeyecekler. İlave para kimsenin cebini yırtmaz dedi akıl veren ses.

Meyram düşündü: "Halk arasında gezerken daha neler duyacaksın. Kendileri eleştiriyor, kendileri akıl veriyorlar ve kendileri çözüm buluyorlar".

Köyden biraz uzakta seyrek otlar üzerinde iki adam oturuyordu. Meyram onlara yaklaşana kadar etraflarında on kişi toplanmıştı. İnsanlar heyecanlı heycanlı bir şeyler konuşuyordu. Meyram biraz uzaklarında oturdu. Saçlarını arkaya doğru taramış, kara parlak gözlü genç bir delikanlı herkesten daha heyecanlıydı. Heyecandan yerinde duramıyordu. Sık sık bir yerden diğer yere geçiyor, sürekli konuşmaya karışıyor, elleriyle kollarıyla hareket ediyor ve sabırsızlıkla çıplak ayaklarıyla yere vuruyordu. Çıkardığı gürültüyle Bayten’e çok benziyordu. Ama gayet mantıklı konuşuyor ve şakaları da kaba değildi. Birinin tarafını tutarak diğerleriyle tartışarak farkında olmadan tüm konuşmayı yönetiyordu.

Öbek öbek sakallı, sırt üstü yatan kişi kafasını bile kaldırmadan - Janabıl! duyuyor musun Janabıl! diye bağırdı. Sen nerede çalışmayı düşünüyorsun söyle.

- Başka nerede olabilir. Sovyet topraklarında.

- Hay Allah sana uzun ömür versin. Daha ciddi cevap versene.

- Daha net söylemem gerekirse mekanik atölyesinde çalışacağım.

- Senin söylediğin bu atölye nerede.

- Oradaki bacanın tam yanında. Orada bir kabadayı Bayten çalışıyor. İşte ben onunla iş konusunda da yarışacağım.

Sırt üstü yatan erkek - Sen kavga alışkanlıklarını bırak artık oğlum dedi ve kafayı kaldırdı. Eski işçilere de dokunma. Ekmek yapıyorsan yap ve sus.

Janabıl - Ne kadar çok eğilirsen hayat sana o kadar yüklenir diye cevap verdi. Sakın çalışırken her şeyi çabuk kavrama özelliğini kaybetme. Bu Bayten her yerde söylüyor ki, onun on sekiz yıllık tecrübesi varmış. Ama eğeyi kullanmayı bile bilmiyor. Ben iki sene hamallık yaptım. Ama koyun gütmek nasıl diye sorarsan biliyorum. İki sene mekanik atölyesinde çalışsam, ona becerilerimi ve yeteneklerimi göstereceğim.

Genç, ateşli Janabıl eski zamanlarda ki aşağılanmış hamala hiç benzemiyordu. Ona bakan biri, beylerle mücadele ederek güçlenmiş ve kolhozlara ilk katılan genç köylü delikanlılardan birini görürdü.

Janabıla bıyıklı bir genç dönerek konuştu. Bu ana kadar sadece sessizce gülmüş ve parmaklarında saman parçası çeviriyordu.

- Sen Janabıl. Köydeyken hep şunu söylerdin: "Sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesi". Doğru da diyordun. Bu söylem sana Hurjik ağayı yıkma konusunda çok faydalı oldu. Burada ise başka bir şey var. Burada düşman sınıfla mücadele etmiyorsun. Bu senin iş ortağınla arandaki bir yarışma olacak ve bence sen Bayten’i yenmek istiyorsan eğeyi değil kazmayı almalısın. Bu daha sağlam bir alettir dedi. Janabıl hemen siyah bıyıklı adamı durdurdu:

- Siz yoldaş Düysen. Sadece akıl vermeyi biliyorsun. Kendin ise kenarda oturup bıyıklarını buruyorsun. Aynı şeyi köyde de yaptınız. Özellikle de ben Kurjik ile mücadele ederken. Güzel bıyıklı arkadaşım sana şunu söyleyeceğim. Eğede bayağı sağlam bir alettir. Eğe ile elimde bir meslek olacak. Konuşmadan önce iyice düşün artık. Bir şey daha söyleyeceğim. Burada güzel bir kız dolaşıyor. Biri ona göz koymuş ama güzelimiz yiğitin bereketli bıyıklarına bakacak mı bakmayacak mı belli değil.

Herkes yüksek sesle kabul eder gibi kahkaha attı. Janabıl artık bir kazanan gibi durarak çayırın etrafından dolaştı ve bir anda Meyram’ın karşısında durdu.

- Siz yoldaş. Buraya çalışmak için mi geldiniz yoksa?

- Bunda şaşılacak bir şey yok. Değil mi?

Janabıl inanmamış gibi kafasını sallayarak uzaklaştı.

Gürültü azaldıktan sonra güzel bıyıklı delikanlının yanında oturan yaşlı adam derin bir nefes aldı:

- Yakında kış gelecek. İnsanlara kendi kılıcını çekecek dedi.

Bu sözler, yeni bir konuşma konusu oldu. Her taraftan sesler gelmeye başladı:

- Yaa! Ne kadar çok insan geldi buraya. Herkes için barınacak yeri nasıl bulacağız?

- Dagaur ile gelenleri bir şekilde yerleştirirler elbet. Büyük olasılık belgesi olmayanlar için sorun olacak.

- İnsanlar için öyle ya da böyle bir çatı bulunur. Hayvanlar ne olacak. Nereden yem bulacağız. Ahır nerede.

- Birde avanslar ve iş kıyafetlerinin verilmesi de gecikecek besbelli.

- Daha fazla kazanırsan her şey olacak. Büyük para kazma işinde var.

- Kazma işini herkes bilmez ve herkes yapamaz.

- Ben ise biraz daha bakarım buralara. Beğenmezsem çeker giderim evime.

Janabıl bir anda öncekinden daha yüksek bir sesle konuşmaya başladı.

- Ne düşüncelere daldınız? Yağ mesela. Bütün düşüncelerden daha tatlı. Ama onu da çok yersen miden bulanır. Ben dün Şerbakov ile konuştum. O dedi ki; buralarda Meyram adlı genç bir Kazak parti sekreteri olacak. İşte ben ona akıl danışmak isterim. O zaman her şey daha netleşir. Birazcık sabredelim. Bi şekilde her şey halledilecek burada. Şefler bizim ihtiyaçlarımızı düşünürler.

- Bu senin Şerbakov’da kim?

- En büyük adam.

- Öyle mi? Bir daha anlat bakalım. Bu güzel haberin keyfini sürmemize izin ver.

Janabıl - Yeter bu kadar diyerek konuyu kapattı. Anlayabildiğimin hepsi bu kadardı zaten. Rusçam zayıf ve istediğin her şeyi de soramazsın. Şerbakov ise Kazakça bilmiyor. Ben o sekreter ile konuşayım, sonra size anlatırım.

Janabıl’ın söyledikleri insanların moralini yükseltmişti.

- Rusça bilmek ne güzeldir!

- Yahu bu Janabıl adam olur.

- Haa! Gelir gelmez şeflerle tanışmış.

- Janabıl’ın dediği doğrudur. Herkesi doğru düzgün yerleştirme imkânı olmasa, bunca adamı çağırırlar mı sence?

Meyram devamını dinlememe kararı verdi ve sessizce kalktı. Duyduğu her şeyi düşünerek yavaşça yürüdü. Bir anda durdu.

Önüne bir yurta çıktı. Yurtanın açık olan girişinde genç bir kız duruyordu. Elini kaldırıp kapının pervazını tutarak zarif esnek bir dal gibi durdu. Taze beyaz yüzünde ki siyah kuş üzümü rengi gözlerinde üzüntü ve sevinç ifadesi devamlı değişmekteydi: Yüzüne bir gölge düşüyor, bir ışık parlıyordu. Görünüşünü bu kadar çabuk değiştiren gizli duyguları nelerdi acaba?

Grimsi yurtalar arasında o sanki bulutların arkasından ortaya çıkmış bir ay gibiydi ve hemen sanki bir kakımın yuvasına girişi gibi yuvasına girdi.

Meyram sanki bir rüya görmüş gibiydi. Kendi iradesine aykırı bir şekilde yurtaya döndü.

Onu karşılamaya koyun derisi pantolonlu kısa boylu bir adam çıktı. Meyram’a onun yüzü tanıdık gelmişti. Adam elini uzatıp tokalaştı ve belli ki büyük bir sevinçle ve büyük dişlerini göstererek çok genişçe gülümsedi. Meyram’ı içeri davet etti.

- Buyurun, girin lütfen.

Meyram, bu adamı nerede ve ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalışırken içeri girdi. Güzelliğiyle göz kamaştıran genç kız masada oturuyordu. Sanki kazara Meyram’a bakarak hemencecik başını defterlere eğdi: Hemen yanında oturan kız arkadaşıyla ders çalışıyordu.

Onur köşesinde sakallı bir adam oturmaktaydı. Alçak duran kafasını kaldırmadan misafir için yerini boşaltarak çok ağır yana kaydı.

Eski geleneklere göre mutfak olarak kabul edilen yurtanın sol tarafında ileri yaşlarda bir kadın yatıyordu. Çiyden[19]örülmüş bölme örtüsünün yanında reçine gibi siyah torsuk duruyor, keregede[20]kürek ve kazma asılıydı. Meyram, kibarca merhabalaşıp sakallı adamın yanında oturana kadar bütün bunları gözlemledi.

Meyram’ı karşılayan ve ona tanıdık gelen kişi, yurtanın girişinde duruyordu. Ya onun kalçaları dardı ya da koyun derisinden giydiği pantolonunu sıkı bağlamamıştı. Sürekli olarak pantolonunu çekiyor ve telaşla yatan kadına ve kızlara bakıyordu.

Yurtanın diğer kısmında yatan kadın kafasını kaldırmadan - Ardakcan, Maypacan! Semaveri koyun dedi. Benim belim kalkmama izin vermiyor.

Kızlar aceleyle defterlerini toplamaya başladılar. Meyram kızlara dönerek - Sadece benim için semaver koymanıza gerek yok dedi.

Meyram’ın gözüne masada duran kitap çarptı."Anna Karenina". Meyram’ın gönlünde, uzak bozkırlardan gelen bir Kazakın yurtasında Tolstoy’un eserini görebildiği için sevinç ve sıcak bir duygu yayıldı. Onu güzelliğiyle şaşırtan kızın bu kitabı okuduğuna dair hiç şüphesi yoktu. Ama hala ismini bilmiyordu. Bu iki adam kimdi bilmiyordu? Bu hasta kadın kimin karısıydı? Onu da bilmiyordu.

Bu arada Meyram’ı karşılayan adam - Tanrının isteği işte. Karım biraz hastalandı dedi.

Güzel kızın yanında oturan kız, büyük gözleriyle hasta kadına çok benziyordu. Birazcık kambur vücut yapısıyla ise kadının kocasına benziyordu. Hālā sessizce Meyram’ın yanında oturan avurtları çökmüş sakallı adam o an konuşmaya başladı.

- Ardakcan, misafirimiz çay istemiyorsa, kımız ver dedi.

Meyram o an hem güzel kızın ismini hem de babasının kim olduğunu öğrendi.

Ardak ayağa kalktı. Üzerinde bayağı yıpranmış, mavi renk kadife kumaştan yapılmış şehirli tarzı bir elbise vardı. Açık yakası, güneşten hafifçe pembe - beyaz boynunu gözler önüne seriyordu. Saçları, o zamanların şehirli modasına uygun şekilde kısa kesilmiş ve arkaya doğru taranmıştı. Genç kız hiç çekinmeden duruyordu. Ama Meyram’a Çin kâsesiyle kımız verirken kırmızı dudakları hafifçe titremiş, yüzünü hafif bir allık kaplamıştı. Hatta Meyram’a gizlemeye çalıştığı tedirginliğiyle dolu kızın siyah gözleri sanki bir an parlamış gibi geldi ve o anda kızın sesini duymayı çok istedi. Ama Ardak susuyor ve büyüklerinin yanında konuşmaya çekiniyordu galiba. Meyram konuşmaya onu da katmaya karar verdi.

O - Başıyla gösterdiği kazmanın sahibi kim diye sordu?

- Ben dedi adam. Siz beni galeride görmüştünüz. Allahın izniyle buraya biraz para kazanmaya geldik. Ama bu iş hiçte kolay değilmiş meğer. Bir anda kazma kullanmayı öğrenemezsin dedi.

Meyram hatırladı: Bu Hutjan’In ekibinde ki işçilerden biriydi.

- Ben orada sizin isminizi sormayı unuttum...

- Adım Jumabay.

Meyram - Galiba ben sizi de galeride gördüm diye yanında ki adama sordu?

Jumabay - Evet gördünüz diye doğruladı. O, kömür atıyordu. Allah’ın izniyle biz onunla beklenmedik bir şekilde karşılaştık ve işte birlikte yaşıyoruz.

- O, uzaktan mı geldi?

Jumabay nasıl cevap vereceğini bilemeden sakallı adama baktı. O, bir müddet sustu ve sonra kimseye bakmadan:

- Uzaktan, Semipalatinsk şehrinden dedi.

Konuşmayı çokta sevmediği belliydi. Meyram’da ısrar etmedi. Genç kıza:

- Bacım! Bu kitabı siz mi okuyorsunuz? diye sordu.

Ardak kısaca cevap verdi:

- Evet.

- Arkadaşınızla ders mi çalışıyorsunuz?

Ardak, kısık sesle - Burada okul yok dedi. Onun okuma-yazma öğrenmesine yardım ediyorum.

- Ne güzel! Okuyamayan yazamayan çok insan var...

Kızın babasının Ardak ve Meyram arasında ki sohbeti istemediği belliydi. O:

- Herhalde kısrağı sağma zamanı geldi dedi.

Kızlar kovayı alarak yurtadan çıktılar. Meyram gözleriyle onları uğurladı. Açık girişten biraz uzak mesafede ayakları bağlı koyu kestane renkli kısrağın otladığını ve onun yularına bir tay bağlı olduğunu gördü. Meyram için yurta artık sıkıcı olmuştu. Sohbette bir türlü kıvamında değildi. Misafirperverlikleri için teşekkür ederek yurtadan çıktı.

Kısa bir zaman önce gökyüzünde küçücük bulut parçaları yüzerken şimdi ise gökyüzü tertemizdi. Güneş yükseklerdeydi. Öğlen zamanı olmuştu. Çok sayıda ki yurtanın tepesinden çıkan açık mavimsi bir duman, rüzgârsız havada köyün üzerini kaplamıştı. Tepede ki madenden raylara vurma sesi geldi. İşçiler, yolun iki yönüne doğru yürüyordu, arabalar ise kuyruk olmuştu. Sabahtan köylerin ve kuyuların yanında dolaşan sığırlar, şimdi kenarda otluyordu.

Meyram kızı düşünmekten kendini alamıyordu. Sürekli olarak arkaya bakıyordu. Ardak’ta iki kez arkaya baktı. Ama o kızın nereye baktığını anlayamamıştı - Ya ona bakıyordu ya da kızın dikkatini başka bir şey çekmişti.

Kızlar yüksek sesle "Akkum" şarkısını söylemeye başladılar.

Kızların melodik sesleri, güzel Ardak, etrafında çiçek açan bozkır! Meyram sarhoş gibi yürüyordu. Aklında tek bir düşünce: Ardak ile nasıl daha yakınlaşabilirim ve onun sessiz babası nasıl bir adamdı acaba?

Meyram kafasını karıştıran düşünceleri anlamaya çalışırken biz, kız ve onun babası hakkında konuşmaya başlayalım.


KISIM DOKUZ


Uzun yıllar önce... Büyük beyaz bir yurta. Dışarıdan ve içeriden kaplanmış keçe parçaları, yurtanın tepesine kadar kırmızı bez şeritlerle süslenmiş ve tam olarak dört parmak genişliğinde rengârenk halıdan dokuma bantlarla bağlanmıştı. Tam kırk iki tane olan bu dokunmuş bantlar, yurtayı süslemek için üç sene boyunca topraktan yapılmış ocakta açık güneşin altında oturan ve kurtlu peynir pişiren kırmızı gözlü yaşlı kadın tarafından dokunmuştu. Kadının üzerinde, üç yıllık emeğine karşılık aldığı bayağı yıpranmış beşmet vardı.

Köyün arkasında Jelilere [21]taylar bağlıydı. Tayların etrafında o kara çok kısrak dolaşıyordu ki erkek sağıcı[22]jelin öbür ucuna varana kadar tekrar sağma zamanı geliyordu. Deriden yapılmış yarım önlükleriyle çıplak ayaklı genç delikanlılar, şalvarlarının paçalarını kıvırarak sağılmış sütleri kovalarla götürüyorlardı. Genç sağıcı adamları, zayıf yapılı, seyrek sakallı yaşlı bir adam gözetliyordu. O, ocağın yanında duran yaşlı kadının kocasıydı. Bu yaşlı adam bir zamanlar bir işe gitmek için yurtanın sahibinden bir at istemiş. Ama atı ondan çalmışlar. İhtiyar adam borcunu ödemek için iki sene boyunca rengârenk zengin boyanmış yurtanın karkası üzerinde çalışmıştı. Ama hālā borçluydu.

Sahibin evinin sağ tarafında gri renkli harabe bir yurta duruyordu. Sol tarafta ise daha küçük, tamamen kararmış bir yurta vardı. Bu yurtalar arasında bir halat bağlıydı. Halata rahvan giden atlar ve atlama atları bağlanıyordu. Bu atlarla sadece Mırza[23]gezebilirdi. Beyaz yurtanın gölgesinde tenteyle kaplı araba oku kaldırılmış bir at arabası duruyordu. Arabanın altında siyah benekli köpeğin yanında eyerin altına konan keçeden cedye örtülmüş ve kafasının altına eyer koymuş bir çoban uyuyordu. Köpeğin sürekli havlaması ve bayağı içilmiş kımızdan sarhoş olmuş yurtada ki insanların yüksek sesleri, çobanı sıklıkla bir yandan öbür yana dönmeye zorluyordu.

İki-üç yaşlarında parlak siyah gözlü ve kaşlarına kadar inmiş kâküllü bir kız çocuğu koşarak arabaya yaklaştı, arabanın altına köpek ve çobanın arasına uzandı. Kaşlarını çatarak yanaklarını şişirdi. Uyuyan adamın yüzüne şaşkınlıkla bakıyordu. Adamın burun deliklerinden korkunç bir horlama sesi çıkıyor, dudaklarından ise "bop-bop" şeklinde şaplak sesi çıkıyordu. Çok zaman geçmeden kız cesaretle adamın daha yakınına sokuldu, parmak uçlarıyla adamın nefesiyle hareket eden siyah bıyıklarına dokundu ve hemen elini çekti. Uyuyan adam kıpırdamamıştı. Kız o zaman göğsüne dayanarak bıyıklarıyla oynamaya başladı.

Çoban uyandı ve gözlerini açtı. Kıza sarılarak yanaklarından öptü ve kafasıyla beyaz yurtanın girişini göstererek, babana git dedi.

Kız girişe doğru koştu. Yurtanın girişinden kafasını sokarak baktı ve girişte durdu. Yaklaşık otuz yaşlarında, saçları arkaya doğru taranmış kaba ipek Çin kumaşından yapılma elbiseli adam, kollarını arkada kavuşturmuş yurtanın içinde ileri geri yürüyordu.

Metalden yapılmış, bükülmüş arkalı büyük Varşova yatak üzerinde yastığa dayanarak aksel bantlarla oynayan geniş omuzlu, gür bıyıklı ve derin gri gözlü Rus askeri uzanmıştı. Yerde yuvarlak, toplanabilen alçak masada sakallı tolmaç[24] oturmuş, elinde ki tüyü gıcırdatıyordu.

Onur köşesinde büyük bir öneme sahip iki kişi duruyordu. Onlardan biri inanılmaz iri, kalın boyunlu, yağlı cilt katmanları çeneden aşağıya doğru asılmış ve kocaman göbekli biriydi. İşaret parmağını kaldırıp konuşurken boğazından hırıltılı bir ses çıkıyordu. Şişko adamın yanında sıkıca kapalı gözlerini açmadan uzun şapanlı ve sarkık bıyıklı bir molla oturuyordu. O, arada sırada yüksek sesle "Ya hak"![25]diye bağırarak humma salgınına tutulmuş gibi titriyordu. Bir kaç kişi daha anlamsız bir şekilde dolaşarak ayağa kalkıyor, yere oturuyor, yer değişiyorlardı Her birinin kuşağında kıldan yapılma ipe bağlı keçe torba asılmış sallanıyordu. Tam girişte uzun boylu iki bekçi duruyordu. Göğüslerinde bir el boyutunda bakır plakalar vardı. İkisi de bekçi köpekleri gibi onur köşesinde oturan insanların kaşlarının her hareketini takip ediyordu.

Küçük kız için rengârenk boyalı kerege ile desenli çiyden yapılma örgü halılarla ve nakışlı keçe halılarla kaplanmış beyaz yurtada "kodamanlar ve bozkır sahipleri" işte bu şekilde görünüyordu. Bu adamların davranışları hem kızı meraklandırıyor hem korkutuyor hem de şaşırtıyordu. Kız gözlerini onlardan alamıyordu.

Bir anda dışarıdan dünyayı sarsacak gibi nal sesleri geldi. Herkes yerinden fırladı ve korkmuş bir sürü gibi koşmaya başladı. Birileri kapıya doğru yöneldi, birileri yatakların altına birileri de çiyden yapılma halıların altlarına saklandı. Boğuk çığlık sesleri yurtayı doldurmuştu.

Yolda büyük bir fırtına öncesi gibi toz bulutları uçuşuyordu.

Kısa zaman sonra köye gürültülü ve farklı sesli atlılar yaklaşmış ve yurtanın etrafını sarmışlardı.

Dışarıdan - Alibek’i çıkartın! Onun kanını istiyoruz! Polisi yabani atın kuyruğuna bağlayın sesleri geliyordu.

Yurtanın içine girenlerden biri yurtanın sahibini bıçakladı, diğer adam polisin boynuna kıldan yapma kementi geçirerek kapıdan dışarı sürükledi. Bir başkası tolmaçı yere iterek masadaki kâğıtları toparladı...

"Kodamanları" dağıtan atçılar gittiler. Yurtanın içinde sadece kanlar içinde yatan yurtanın sahibi kalmıştı. Üzerine eğilmiş iki karısı inleyerek ağlıyorlardı. Korkmuş olan küçük kız da ağlıyordu.

Şimdi bıçakla yaralanmış olan yurtanın sahibi reyonun yöneticisi Alibek, uzun zamandan beri halka eziyet ediyordu ve halkın artık yapacağı başka bir şey kalmamıştı...

Küçük kız, bir anda alevlenen olayları tam olarak algılayamamasına rağmen olaydan çok sonra uzun bir süre geceleri korkuyla uyanıyor, bağırıyor, küçücük bir gürültüden bile korkup ağlamaya başlıyordu. Ancak büyüdüğü zaman etrafındaki insanlar o gün neler olduğunu kıza anlattı.

İşte bu kız, az önce tanıdığımız Ardak’tı. Meyram’ın Jumatay’ın yurtasında gördüğü suskun, siyah sakallı adam ise kızın babasıydı. Adı Alibekti.

...Güzel ve hoş bir yaz günüydü. Güneş yavaş yavaş yukarı çıkarken topraktaki gölgeler kısalıyordu. Genel olarak bu saatlerde topal ihtiyar çoban, kırmızı bir boğa üzerine binmiş vaziyette köyden bayağı uzakta koyun sürüsü otlatıyordu. Bugün ise sürüyü köyün yakınlarında otlatıyordu ve altında ise uzun yeleli siyah aygır vardı; Çoban eyere yanlamasına bir kement koydu. Kırmızı boğa ise diğer boğaların arasında serbestçe otluyor ama sanki onu niye bağlamadıklarını öğrenmek ister gibi kafasını çevirip çobana bakıyordu. Bugün at sürüsünü köye her zamankinden daha erken saatte getirmişlerdi.

Yarı daire şeklinde yerleşmiş köyün ortasında duran yüksek yurtanın etrafı çok kalabalıktı. Herkesin elinde dizginler, yularlar, ipler vardı. Komşu köylerden sürekli olarak tek tek ya da gruplar halinde yeni insanlar geliyor ve kalabalığa katılıyordu. Atların kişneme sesleri, koyunların melemeleri, ineklerin mölemeleri, develerin kükremeleri ve toplanmış insanların sesleri, kaotik bir şekilde köyün üzerinde yayılıyordu.

Yaşanan yurtanın sol tarafında bulunan mutfak yurtasının kapılarında bekçiler nöbet tutuyordu. İçeride karı-koca iki kişi vardı. Kadının gözleri, gözyaşlarından şişmiş halde ağır ağır iç çekiyordu. Adam ise kafesteki bir kurt gibi yurtanın içinde sağa sola sallanarak dolanıyordu. Keskin çene hatlı ve öfkeyle parlayan gözüyle adamın yüzünde, çaresizlik vardı. Arada sırada keçe kaplamalar arasında ki deliklerden dışarı baktığı zaman daha çok kederleniyordu.

Yanında duran küçük yurtada da anne-kız iki kişi vardı. Burada bekçiler yoktu ama hanımlarında dışarı çıkmaya niyetleri yoktu. Uzun bir hastalıktan bitkin düşmüş anne zorlanarak kafasını yastıktan kaldırıp, yanında oturan siyah gözlü kızına kederle bir şey anlatıyordu.

- Ailemiz onunla eşit değildi. Ama halk arasında güzelliğimle ilgili yapılan dedikodulara kapıldı. O zamanlar yüzümde çiçek hastalığından kalma delikler yoktu. Günümüzden altı ay sonra ben hala kafamda jelekle[26] çiçek hastalığını kaptım. Ben yatakta yatarken o ikinci kadını eve getirdi. Daha sonra neler olduğunu sen kendin biliyorsun.

Şimdi sen on beş yaşına girdin. Bu zamana kadar beni sırf senin için bırakmadı. Yoksa çoktan kovardı. Hıh! Kovmadılar da ne oldu sanki. Ben sağ bir kocanın yanında dul gibi yaşadım. Beni köle gibi kullandı. Onun kocaman sığır sürüleri varken ben zavallı küçük bir oğlak sahibi olamadım. Dayaklar ve hakaretler sanki buzdan kalıplarla kalbimi sıkıştırıyordu. Bu nedenlerle hastalandım ve tükendim...

Baban! Canım kızım benim. Zengin ve güçlü olmak için çok çabaladı. Ama bir atasözünde dendiği gibi "suyun akışında da bir engel vardır". Hayat onu iki kez cezalandırdı. Ama o hiç ders almadı. İlkinde sen küçüktün. O zaman halk ayaklandı ve içlerinden biri onu bıçakladı. Sonra bu topraklara kızıl ordu geldiğinde babanı içeri almak istediler. O zamanlar babanı onunla birlikte okuyan bir arkadaşı kurtardı. Şimdi ise baban üçüncü cezayı çekiyor ve bu cezadan kaçması mümkün değil...

Ben pişman değilim. Niye üzüleceğim ki? Ne malım mülküm ne de kocam vardı. Buradan giderek ana topraklarımı ve aralarında büyüdüğüm yakınlarımı nasıl bırakabilirim ki? Sen de benimle kal. Babanla gitme...Derler ki! On dört yaşında ki kız, yeni evlenmiş yurtanın hanımıdır. Artık sen kendi elinle yemek yiyebilirsin! Gözlerin açık, hem Rusça hem Kazakça okuyabiliyorsun. Canım benim Ardak’ım! Gözbebeğim! Artın benim tek bir hayalim var. Seni mutlu bir yurtaya hanım olarak yerleştirmek ve senin çayını dağıtmak. Eğer soğuk toprak beni erkenden almak isterse, sözlerimi unutma. Halk bilgelerinin dediği gibi yaşa: Kendi yerini eşitler arasında bul. Yola tek başına değil her zaman insanlarla çık. Ama yine de hiç kimseye güvenme, kendi kürkünü kendin dikmeyi öğren. Anladın mı bebeğim?

Ardak, kafasını kaldırmadı. Gözlerinden gözyaşı aktı ve o:

- Anladım anne dedi.

Sokakta ki gürültü dinmiyordu. Herkesin yüzleri neşeli ve sevinçliydi. Uzun yeleli siyah aygırı yularından tutmuş getiren, kapatıldıkları yerden onluk kuzu ve keçi sürüsünü iteleyen topal çoban ihtiyar Şostayak çıktı. Hamallar Jantak, Asambay ve Balgabek at sürüsünü paylaşmıştı. Deve çobanı İshak, beyaz dişi deveyi götürüyor, süt sağan kız Undekey, Holmogor cinsi kafası kel, kırmızı ineğin boynuna sarılmış duruyordu.

Sesler geliyordu:

- Hayırlı uğurlu olsun!

- Sizin de hayırlı uğurlu olsun! Bu sığırlar bizim. Bizim emeğimizle beslendi, büyüdü.

- Evet. Şimdi her zavallı kendi payını aldı ve artık karnı doyar.

Eninde sonunda sığırın paylaşımı sona erdi. Büyük yurtadan keçe halılar ve karkas sökülmüş ve arabalara yüklenmişti. Ev sahibi ve karısı, yüksek sesle bağıran sarı deve tarafından çekilen arabaya oturmuştu. Arabalar uzun sürecek yola koyulurken insanlar onları gözleriyle uğurladı. Sarı deve tembel tembel adım atarak yüksek sesle bağırıyor, araba tümseklerde zıplıyor ve gıcırdıyordu. Bey ve karısı, kafalarını insanlardan çevirmiş ve eğmiş halde kaldırmıyorlardı.

Sığırı dağıtan yetkili kişi, tepeciğe çıkarak yüksek sesle bağırdı:

- Bugünden itibaren kana susamış, yırtıcı Alibek Mirzabekov bizim bölgemizden sürülmüştür. Siz çalışan insanlar, bütün vadiye yayılmış otlakları kullanın ve size ait sığırlarınızı besleyin.

Kısa bir zaman sonra insanlar dağılmaya başladı. Toprakta büyük kocaman yurtadan sadece yuvarlak bir leke kalmıştı.

Bu olay, bey-yarı feodal mülkiyetin haczedildiği zamanlarda 1928 yılında gerçekleşmişti.

Üç sene daha geçmişti. Yaz gecesinin geç saatleriydi.

Voroşilov köyünde ki bir kaç ev henüz uyumamıştı. Ama gençler sokaklardaydı. Armonika sesleri eşliğinde Rus şarkıları duyuluyordu. Burada Ruslar yaşardı.

Alibek kolhoz köyünün sokaklarında yürüyordu. Sırtında bir çuval sallanıyor, elinde ise değnek vardı. Peşinde havlayarak koşan küçük köpekçiğe dikkat etmeden alelacele çevre sokaklarda yürüyordu. Alibek genç grubun yanına varınca armonika ve şarkı sustu.

- Arkadaşlar! Bu yürüyen adam da kim?

- Dilenci galiba.

Alibek’in görünüşü çok şüpheliydi. Başında eski bir miğfer, ayaklarında yırtık botlar, omuzlarında Kazak şapanı vardı. Çenesinden bozkırda ki cılız çalıya benzer küçük bir sakal sarkıyordu. Alibek, gençler onu köy komitesine götürmesinler diye korkarak çabucak sordu:

- Bir Kazak çoban varmış. Nerede oturuyor?

- Sen onu nereden tanıyorsun?

- Akrabam olur.

- Çoban iyi bir ihtiyardır.

Alibek’e nereye gideceğini gösterdiler ve o taa çobanın evine giren kadar gözlerini ayırmadılar.

Evde sadece iki kişi vardı. Ocak üzerinde uyuyan yaşlı kadın ve kitap okuyan Ardak.

Ardak kapının çalındığını duyunca eline lambayı alıp sundurmaya çıktı.

- Kim o?

- Aç kapıyı canım. Yabancı değil.

- Yani! Sen kimsin?

- Korkma kızım. Benim baban.

- Ne! Ne dediniz? diyen Ardak şaşırmıştı.

Yarı uykulu yaşlı kadın sundurmaya çıkmıştı.

- Kim O?

- Benim Şeşe[27]

-Aman Tanrım! Ölü biri canlanır mı hiç? Yaşlı kadın şaşırıp ellerini göğsüne bastırarak derin bir iç çekerek geriye çekildi.

- Gürültü yapmayın. Bu benim. Gördüğünüz gibi yaşıyorum ve geri döndüm.

Ardak’ı anlaşılmaz bir güç ileri itti - Babam! diye bağırdı. Kapıyı açmak için koştu. Lamba sönmüştü.

Alibek’in odaya girer girmez ilk yaptığı şey, kapının kancasını kapatmak oldu. Sonra ağlayan kızını ve yaşlı kadını sakinleştirmeye çalıştı.

- Gerek yok. Gürültü yapmayın. Hiçbir canlı bunu bilmesin. Beni burada kimse görsün istemiyorum. Lambayı yaktılar. Ardak ve yaşlı kadın misafiri sessizce gözleriyle incelemeye başladılar. Alibek sakin bir şekilde:

- Ee! Niye o kadar korktun ki? Aslında hayatım çok iyiydi. Ama Allah’ın lanetinden kaçamadım. Sürgün hayatını benimle paylaşan ikinci karım vefat etti. Bense gördüğünüz gibi yaşıyorum. Sağlığım ve sıhhatim yerinde. Seni çok özledim kızım. Burnumda tütüyorsun. Yalnız yaşamaya dayanamadım. Benimle gel diye yalvarmaya geldim...

Ardak cevap vermeye yetişemeden yaşlı kadın konuşmaya başladı.

- En önemli şey senin sağ olman. Derler ki felakete düşen başını kaybeder...

- Şeşem! Eski zamanlarda böyle düşünülürdü.

Ardak derin bir nefes alarak:

- Yine de çok değişmişsiniz Köke![28]

Alibek, kızını sakinleştirerek - Altınım benim! Bu durum kolayca halledilir. Sadece yol nedeniyle çok yorgunum dedi.

Anlatmaya şu şekilde devam etti:

- Umutsuzluğa kapılmadım. Kader beni nereye attıysa, hangi duruma düşürdüyse her yerde ben el çekmeden devamlı çalıştım. İşte doğru düzgün çalışmam sayesinde beni süresinden önce serbest bıraktılar. Belgem de burada dedi ve belgeyi gösterdi. İş ve emek, beni bambaşka bir insan yaptı. Anladım ki kızım geçmişi geri döndüremezsin...

Ardak -- Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz? diye sordu.

- Yeni hayata alışacağım. Buralara yerleşmek istemiyorum: İnsanlara karşı vicdan azabı duyuyorum. Buradan bir kaç günlük mesafede büyük bir inşaatın temeli atıldı. Yeni bir şehir inşa ediyorlar. Oraya binlerce kişi lazım... Benim içinde bir yer bulunur elbet. İşte seni benimle gelmen için çağırmaya geldim. Köyde oturup ne yapacaksın? Senin ufkunu genişletme zamanın geldi.

Yaşlı kadın yemek pişirmeye başlamıştı. Ardak büyük bir ilgiyle babasının anlattıklarını dinliyordu. Sonra defterlerini babasına gösterdi. Bu sene yörede ki ortaokulu bitirmişti. Babası defterlerin sayfalarını karıştırdı, çok memnun kalmıştı.

- İşte bak gördün mü ne kadar güzel! Bu zamanda eğitimsiz yaşayamazsın. Ama burada kalırsan bilgileri nerede kullanacaksın? Büyük şehir bambaşka. Sen orada adam olacaksın adam!

Ardak tereddüt ediyordu. Babasının ikna çabaları onu cezbetmişti: Yeni yerler, yeni insanlar... Bunların hepsinin genç bir kızı heyecanlandırmaması mümkün değildi.

Utanarak - Nagaşinin[29]eve gelmesini beklesek. Akıl danışsak, vedalaşsak dedi.

- Haa! O ne zaman döner ki? Siz kendiniz söylediniz. Onu kongreye göndermişler. Bir haftadan önce gelemez. Biz ona mektup yazalım. Buradan çabucak gitmek istiyorum. Hadi kızım. Eşyalarını topla.

Yaşlı kadın ön odada semaver ile uğraşıyordu. Ardak onun yanına giderek kapıda durdu ve üzüntüyle büyükannesine bakarak:

Kısık sesle - Aje[30]diye seslendi.

Kocakarı sanki bunu bekliyormuş gibi kulağını kızın ağzına doğru yaklaştırdı.

- Aje! Ben ne yapacağım?

- Ne diyeceğimi bilemiyorum canım. Kendi kararını kendin ver.

- Babam Nagaşinin dönmesini beklemek istemiyor...

- Benim ölen kızım Şolpan’dan bir tek sen kaldın. Ama bu adam senin baban. Yapacak bir şey yok. Ağlamaklı bir sesle senden ayrılmak ne kadar zor olsa da...dedi ve gözyaşları sel olup akmaya başladı. Sen karar ver. Yeter ki sen mutlu ol. Eğer gitme kararı verirsen Nagaşi dönmeden önce gidersen iyi olur. Alibek’te belli ki aynı şeyi düşünüyor. O, benim Şolpanımla evlendikten sonra evimize ilk defa bugün geldi. Kendini hiçbir zaman bizimle eşit olarak görmedi. Benim ihtiyarda bu yüzden ona çok kızgındır...

- Orası doğru. Nagaşi babamı hiç sevmiyor. Ölen annemde hep şikâyetçiydi ondan. Ama sanki o değişmiş, başka bir insan olmuş gibi. O zamanlar ben çocukken annemle birlikte onunla gitmedik. Ama şimdi ona yeni hayatı anlaması, öğrenmesi için yardım etmem gerektiğini düşünüyorum. Söyle bana Aje. Ne yapmalıyım?

- Gideceğin yer uzak mı?

- Uzak.

- Ne yapalım. Senin bir yurtanın hanımı olma zamanın gelmişti.

Semaver kaynamıştı. Çay içerken üçü de suskunluklarını korudu. Kocakarı bir anda elindeki fincanı düşürdü ve kederli bir şekilde:

- Elim titredi dedi.

Ardak, fincanı kaldırdı:

- Ajem! Bayağı yaşlandınız siz dedi.

Kocakarı derin nefes alıp:

- Ne yapalım. Yeter ki senin iyi bir hayatın olsun dedi.

Alibek cebinden bir avuç para çıkardı ve sayarak masanın üzerine bıraktı.

- Şeşem. Burada beş yüz ruble var. Beni de kızımı da sizi üzdüğümüz için affedin. Onu sizden almazdım. Ama bana da acıyın. Ben bu dünyada tamamen yalnız kaldım.

- Sen, canım benim! Paranı cebine geri koy. Teşekkür ederim. Beyimin maaşı bize yetiyor. O burada oldukça itibar sahibi biri. Sadece o hiçbir zaman rahat edemedi. Hele bir de toplantı ya da kongre olduğu zaman onu hiç evde oturtmuyorlar. Diyorlar ki; önde gelen adam...Torunuma çok alıştım. Benim Şolpan’ım gibi sevdim. Ama yapacak bir şey yok! Kocakarı gözyaşlarını yeniden sildi. Senin şansına beyimde evde yok. Ben ona ne diyeceğimi bilemiyorum. Bayağı sinirli ve ateşli bir adam.

Alibek konuşmanın uzamasından korkarak, kocakarıya bir kaç rahatlatıcı söz söyleyerek sofranın toplanmasını beklemeden yola hazırlanmaya başladı.

Ardak kıpırdamadan oturarak ninesinin ne söyleyeceğini bekliyordu. Kadın ona yaklaştı, bir kaç kere yanaklarından ve alnından öptü:

- Peki. İzin veriyorum. Mutlu ol, canım benim! dedi.


KISIM ON


Dünün büyük beyi bugünün işçisi Alibek, madende işe girmiş ve sınıcısız bozkırın her köşesinden Karaganda’ya gelmiş çeşit çeşit insanın arasında yok olmuştu. Kızını yanın alması gereklimiydi acaba? Büyük olasılıkla kendisi de bu soruyu cevaplayamıyordu. Belki de gerçekten yalnızlık ve hayattaki tek yakınından uzak olmak ona çok ağır gelmişti. Aslında basit bir yararı olacağını da düşünüyordu. Eğitim almış, ileriyi düşünebilen bir kızın onun yanında onun koruması altında olması, insanların güvenini kazanması bakımından önemliydi.

Ardak babasının gizli düşünceleri olabileceğini düşünmüyordu bile. O, sırf Alibek’e acıdığından dolayı onun kendi yönünü bulmasında yardımcı olmayı istemişti. O kadar. O, babasının yeni bir hayatı kabul ettiğini, gönlünün bu hayata razı olduğunu ve dürüstçe çalışarak insanların güvenini kazanmak istediğine inanacak kadar saftı. Onun için böyle düşünmek gayet doğaldı. O, son yıllarda basit, açık kalpli ve saf insanlar arasında yaşamıştı.

Alibek ve Ardak Karaganda’da misafirperver Jumabay’ın yurtasında barınacak bir yer buldular. Ardak Meyram’ı ilk defa burada görmüştü. O andan itibaren kızın hayatı yeni ve parlak ışıkla aydınlandı. Meyram yurtaya sadece bir kez gelmişti. Ama görüntüsü kızın kalbine işlemişti. Ardak bazen bir hayale kapılıyordu:

Meyram tekrar yurtaya girsin, onur köşesinde otursun ve kalbini şiddetle çarptıran bakışlarıyla onunla sohbet etsin.

Ardak yurtada yalnız oturuyordu. Son zamanlarda düşüncelerini sıkı sıkıya düğümlemişti ve bu düğümlerin en zoru babası hakkındaydı. Onu anlamak çok zordu. Dışarıdan bakılınca sanki samimi, açık yürekli bir adam gibiydi. Ama yeni şekliyle yaşamayı becerebilecek miydi? İkinci düğüm kendi hayatıydı. Okumaya devam edebilecek miydi? Meyram onu neden bu kadar heyecanlandırıyordu? Meyram nasıl biri acaba? Bu karmakarışık ve yenidünyada Ardak kendi yerini nasıl bulacaktı? Etrafında o kadar çok umutlar ve o kadar çok kaygılar vardı ki. Kaygılar onu bastırıyor, umutlar onu kanatlandırıyordu. Genç ve deneyimsiz kızın gözlerinin önünde hayat denizi ya derin bir dinginlik içinde ya da çalkantılı oluyordu.

Ardak düşüncelere dalıp kitap okumayı çoktan bırakmış ama elinden bırakmamıştı. Onu dalmış olduğu düşüncelerinden, içeri giren Jumabay’ın kızı Maypa uyandırdı.

Cin gibi Maypa yüksek sesle - Babalarımıza öğle yemeği götürme zamanı gelmedi mi diye sordu?

Ardak gülümseyerek ona baktı ve masadan kalktı.

- Hadi gidelim.

Kızlar yemek bohçasını alarak madene doğru yürüdüler. Yüzlerinde sevinç ve mutluluk vardı. O an onları bu kadar sevindiren şeyin ne olduğunu kendileri bile bilmiyordu. Kuyuya ilk defa gidiyorlardı. Onlara kalsa bütün iyi insanlar orada çalışıyordu.

Kuyunun yanında kızların ilk gördüğü şey - Yaklaşık on kişi olan işçilerdi. İki eşek (ayaklı tahtadan yapılma küçük iskele) arasında uzun bir kaç yüz metrelik "dil" olarak adlandırılan bir kaç tel destesi bağlanmış ve onlardan kalın demir sopalar yardımıyla telden halat örüyorlardı.

Kızlar yakında ki bir tümseğin üzerine oturup, daha önceden görmedikleri bu işleme bakarak birbirileriyle konuşuyorlardı.

- Tıpkı kıl halat örer gibi yapıyorlar.

- Bizde bunu yapabiliriz diye düşünüyorum...

O anda fazlaca gerilmiş dilin ucu, direkten çıkarak vınlayarak ve yay şeklinde dolanarak kızların elbiselerine dolandı.

Janabıl’ın yüksek sesli kahkahası duyuldu.

- Hey Bayten! Tut, tut onları. Tuzağa düştüler bak!

Telin bu ucunu Bayten örüyordu. Bayten genel olarak işe çok heyecanlı bir şekilde sanki koşmaya çıkartılmış iki yaşında ki tay gibi başlar ama kısa bir zaman sonra yorulurdu. Şimdi de aynısı olmuştu. Bir saat bile geçmeden nefesi tıkanmış, halatı güçsüzce çevirmeye hatta esnemeye başlamıştı. Bu nedenle demir sopa onun elinden kurtulmuş ve yüzüne vurmuştu. Dudakları anında şişti, kendiside aynı kızlar gibi telle sarılmış ve çıkmak için aynı yerde zıplayıp duruyordu.

- Hah! İşte al sana on sekiz yıllık tecrübeye sahip bir işçi.

Janabıl çıkması için yardım ederken - Sen sadece çenenle çalışmayı bilirsin dedi.

Bayten - Bırak! diye homurdandı. Yüzünde önceki özgüvenden iz kalmamıştı. Gözleri şaşkın şaşkın bakıyordu. - Şimdi doktora gitmem lazım dedi.

Janabıl şaşırarak - Bu küçücük şeyden dolayımı diye sordu?

- Yaa! Yine de bugünkü mesaimi yazacaklar nasıl olsa.

- İş yarım kalacak ama?

- Hiç merak etme. Hazinenin boynu kalındır.

Janabıl çok sinirli bir şekilde - Sen on sekiz sene boyunca sadece bunu mu öğrendin diye bağırdı. Bu kadar önemsiz vakalarda biz beylerin sığırlarını bile kontrolsüz bırakıp gitmedik. Sen resmen hasta rolü yapıyorsun. Çok kötü örnek oluyorsun dedi.

Ve Janabıl kızların telden kurtulmaları için yardıma koştu. Bayten birazcık uzaklaştıktan sonra fikrini değiştirdi ve homurdanarak geri döndü.

- Bana ders veren kişiye bak. Sanki devlet işleri bir günlük gibi. Ehh!

İstemeyerekte olsa işe devam etti. Eskiden maden işine erkekler için denirdi. Gerçektende öyleydi zaten. İngilizler zaten çok az olan işçilerin maaşından yalanlarla dolanlarla kesinti yapmak için uğraşıyordu. Bayten gibi işçilerde fırsat buldukça sahiplerinden bir pay koparmaya çalışırdı ve yıllarca süregelen bu alışkanlık Bayten’de iyice yer etmişti. Şimdi ise o, sırf ortakları onu suçlayacak diye işine geri dönmüştü. Ama halatı yine de çok yavaş ve istemeyerek örüyordu. Bu işler için henüz performans normları belirlenmemişti. İş ekibe götürü olarak veriliyordu ve gelen para eşit olarak paylaşılıyordu. İşte bu nedenle Bayten kendini işe fazla vermiyordu.

Kızlar kendilerini ne kadar çok çözmeye çalışsalar da yine de Janabıl’ın yardımı olmadan elbiselerinden telleri sökemediler. Metal tel onları çok sıkı sarmıştı ve onlar kıpırdayamıyordu.

Janabıl şakayla karışık - İşte bizim tuzaklar böyle yakalar dedi.

Önce Ardak’ı çözdü, Maypa’ya sıra gelince bahaneler üretmeye başladı: Önce iyice bir yalvar sonra seni çözerim.

- Lütfen kardeş!

- Çok mu rica ediyorsun?

- Çok.

- Sonra vazgeçmek yok haa, ona göre! Janabıl Ardak’a bakarak şahitsiniz dedi.

Maypa’yı çözerken halatı övmeden duramıyordu.

- Ay ne güzel bir halatmış. Saf çelikten yapılmış. Hem madene indirir hem de kızları yakalarmış!

O ana kadar susan Ardak şakayla:

- Siz kızları her zaman çelik tuzaklarla mı yakalarsınız dedi.

- Yok. İpek halatlarımızda var. Onlar daha sıkı sararlar.

- Ama yine de bir kalbi yakalamak için yeterince sağlam değiller.

Janabıl - Bakalım! Neymiş sizin kalbinizi yakalayacak şey. Onun içinde bir tuzak vardır elbette.

- Kimde vardır acaba?

- Biri örmeye başlamış bile.

Ardak ısrarla - Kimmiş bu diye sordu? Ardak Maypa’dan Janabıl’ın Meyram’la tanıştığını hatta bir kaç kere buluştuklarını öğrenmişti. Şimdi ise düşünüyordu ki "belki aralarında çok samimi sohbetlerde geçmişti"

Janabıl şakalarına devam etti:

- Bakın bakın. Ne kadar genç delikanlılar var burada. Siz düşündünüz ki onlar sadece halat örmeyi mi bilirler? Yoook! Genç kızların kalpleri için tuzaklar örme konusunda da ustadırlar.

Maypa sinirlenerek - Eee. Yeter valla! Daha akıllı bir şeyler söyleseydin keşke. Burada madende hayat nasıl gidiyor bari ondan bahsetseydin.

Janabıl hemen ciddileşerek:

- Nasıl gidiyor. Hıh! Çok iyi gidiyor. Kızlar sizlere verilecek çok haberimiz var.

Geçen hafta parti bürosunda seçim yapıldığından bahsetti. Sekreter olarak oybirliğiyle Meyram seçilmişti. Meyram seçimden sonra toplantıda "komsomollerin ve komunistlerin en yakın üretim hedefleri" konusunda sunum yapmıştı. Janabıl’ın söylediklerine göre çok iyi bir sunumdu ve bu kadar enteresan ve dikkat çekici konuşmayı ilk defa duymuştu. Aynı şekilde Janabıl Şerbakov hakkında da heyecanla konuştu.

- Sergey Petroviç bizzat kendisi beni işe alsınlar diye benimle birlikte mekanik atölyesine geldi. Ayrıca çilingir Lapşin’i bildiği her şeyi bana öğretmesi için görevlendirdi...

Konuşmayı seven Janabıl hiç susmadan konuştu, herkesi överken kendini de unutmadı.

- Siz Lapşin’i tanıyor musunuz? Nasıl bir adam biliyor musunuz? Böyle birine çok nadir rastlarsınız. Komünisttir. Donbass’tan geldi. İşinin ustası biri. İşte bu eski halat var ya! Madenin arkalarında bir yerde bulmuş ve ondan yenisini örmek için teklifte bulunmuş. Bunun için on kişilik bir ekip kurdu ve kendisi de birkaç gün bize yardım etti. Daha sonra da beni ekip başı yaptı.

O an Lapşin geldi. Yaklaşık otuz yaşlarında görünüyordu. Zayıf ve içine kapanık biri olan Lapşin, insanlarda hemen iletişime geçilecek biriymiş gibi bir intiba yaratmıyordu. Bir de buz gibi keskin bakışları yüzünden Lapşin hakkında bu duygular oluşuyordu.

Lapşin kızlara merhaba dedi ve sonra Janabıl’a:

- Halat artık çok çok lazım. Ne zaman bitireceksiniz diye sordu?

- Öğle yemeğine çıkmadan hazır olur.

Janabıl Rusçayı az ve aksanlı konuşabiliyordu. Kelimelerin yetmediği yerde her şeyi mimiklerle anlatıyordu.

Lapşin halatı inceledi. Bir yerlerin bükülmüş olduğunu görerek bir şey söylemeden Janabıl’a gösterdi. Janabıl ise Bayten’a yumruğunu gösterdi.

- Burasını sen çevirdin değil mi sen! dedi.

Lapşin - Bu yeri yeniden açmak ve çevirmek lazım diye talimat verdi. Halat kötü ve sıkı örülmediyse büyük yükleri kaldırmaz, daha çabuk yıpranır, mühendislik yasaları bunu der dedi.

- Kim, kim böyle diyor?

Lapşin güldü.

- Böyle bir bilim var. Zamanı gelince sen de öğreneceksin.

Janabıl tekrar sordu - Bilim mi? Bunu hatırlamam lazım. Cebinden kurşun kalemini çıkardı ve dizinin üzerine bir kâğıt koydu.

- Mükendislik değil mühendislik yazacaksın. Ver ben düzelteyim.

- Düzelt lütfen!

Biter bitmez halatı "Gerbert" maden ocağına getirin ve lütfen yoldaşlar hızlanalım dedi ve gitti.

Janabıl onun peşinden baktı. Dilini şaklattı ve kızlara göz kırptı:

- Gördünüz mü nasıl bir adam? Bizde herkes yiğittir. İşte! Sadece Bayten öyle...

Ardak gülerek - Sizin yiğitliğiniz sadece halat örme işinde mi kendini gösteriyor? dedi.

- Halat olmasa kuyudan kömürü yukarı çıkartamazsın. Kömürsüz ise yaşam yok. Bunu anlaman gerek. Paslanmış telden yeni halat örmek sanki küçük bir işmiş gibi konuşuyorsun. Eskiden benim gibi hamal olan birinden usta yapmak kolay mı? Şerbakov dedi ki; yapmak zorundayız. Meyram’da aynısını dedi. Bu adamların kalpleri çok büyük ve çok derindir. Ben bu derinliğe henüz çok az sirayet ettim. Ama yine de az derseniz siz deneyin bakalım dalmayı. Belki de değerli bir şeyler çıkartmayı başarırısınız.

Ardak - Su olsa dalardım. Ama bir adamın gönlüne girmek çok zordur dedi.

- Kolay olsaydı herkes yapardı. Ama zor olanı yapmak daha gurur vericidir diyor Meyram dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Düşünüyorum ki zor bir şeye ulaşmak işkence gibidir. İşkence çekmeyi de herkes istemez.

Janabıl ateşli bir şekilde karşı çıktı.

- Siz beni yanlış anladınız. Meyram insanlar işkence çeksin hiç istemez. O çok iyi bir adam.

Ardak yüzü kızararak

- Ben nerden bileyim. Bir de siz bu Meyram’ı niye bu kadar övüyorsunuz ki dedi.

Janabıl - Niye mi? Bence siz birbirinize çok yakışırsınız diye ağzından kaçırdı.

O anda üçü birden gülmeye başladı.

Kızlar geç kaldıklarını fark ederek kalktılar. Biraz uzaklaştıktan sonra Maypa heyecanla arkadaşına anlatmaya başladı:

- Bu Janabıl var ya! Yerinde duramayan biri. Onunla karşılaşınca rahat bırakmaz. Mutlaka saç örgümü çözecek. Geçen sefer su kuyusunun yanında durduk, zor kurtuldum. Yüzüğümü aldı.

- Nasıl yani aldı. Sen kendin verdin herhalde.

- Yok! Gerçekten zorla aldı. Az kaldı parmaklarım burkuluyordu.

- Demek ki siz şimdi küssünüz.

- Ayy! Bu kadar küçük bir şey için küslük mü olur. O bana parfüm hediye etti.

Ardak hafifçe iç geçirdi. Bu iç geçirmesini Maypa fark etmesin diye uğraştı. Ama konuşunca istemeyerekte olsa kendini ele verdi.

- Maypa. Sen Janabıl ile mutlu musun?

- Ya sen!

- Ben ne. Benim kimsem yok ki.

- Meyram’a ne oldu.

- Aman! Tutturdunuz bi Meyram da Meyram. Ben onu doğru düzgün tanımıyorum bile. O da beni.

Ardak düşüncelere daldı. "Keşke şimdi onu görsem. O kesinlikle buralarda bir yerde". Ama Meyram yoktu. Ardak için maden de ki her şey yeniydi. Daha önceden görmediği şeylerdi. Genç bir adam çarka bağlı atları kırbaçlayarak onları döndürüyordu. Kocaman kovalar sırayla kuyunun derinliklerine iniyor ve diğer taraftan kömürle dolu olarak çıkıyordu. İşçiler kömürü kovalardan el arabalarına boşaltarak getiriyor ve yığına döküyorlardı.

Ardak - İşte maden bu mu diye sordu?

İşçiler gülmeye başladı.

- Siz sanki yeni doğmuş gibisiniz.

- Ya siz! Sanki bu dünyaya birlikte mi geldiniz?

Şakacılar hemen sustular. Çarkın yakınlarında bir direğe dayanmış, beyaz bıyıklı, geniş omuzlu yaşlı bir adam duruyordu. Görünüşünden çok cana yakın olduğu belliydi. Ardak’a hemen kalın parmaklı elini uzattı.

- Merhaba kızlar. Kimi arıyorsunuz? Ben mekanisyen Kozlov.

- Ben Ardak Mırzabekova. Babama yemek getirdim.

- Ooo! İlk defa böyle canlı bir Kazak kızı görüyorum. Eğitim aldığınız belli. Sen kızım buraya nereden geldin?

- Köyden.

- Altınım! Gerçekten köyden mi geldin?

- Yoksa inanmıyor musunuz?

Kozlov - Yok yok. Netleştiriyorum dedi.

O konuşmayı ve şimdi duyduğu sevinci paylaşmayı çok istiyordu. Gerçekte paylaşacak bir şeylerde vardı. Çünkü Şerbakov’un onayladığı süreden iki gün öncesinden atlı çarkın montajını bitirmişti. Artık kovaların alttan yukarı ellerle kaldırılması işi geçmişte kalmıştı. Artık bu işi bir adam yapıyordu. Kovalar ise eski kovalardan beş kat daha büyüktü. Çıkartılan kömür küçük bir tepecik değil, büyük bir yığın oluşturuyordu. Ama yine de Kozlov kömür çıkarma yöntemlerini geçici olarak yani eski kafa yöntemi diye adlandırıyordu. En yakın zamanda atlı çarkı söküp buharlı makineye geçmeyi planlıyordu. Ama söylediklerine göre bu büyüyen üretimi buhar makinası bile karşılayamazdı. Gelecekte tüm işler, elektrikle yapılacaktı. Demiryolu da çok gerekecekti. Kozlov sözünü bitirerek:

- Ermek gibi tecrübeli Kazak madencileri, Janabıl gibi hızlı düşünen gençleri ve sizin gibi canlı cana yakın kızları her gördüğümde gözlerimi alamıyorum, gözüm doymuyor. Böyle adamlarla istediğin her şey yapılır dedi.

- Biz büyük bir alevin sadece küçük kıvılcımlarıyız atam.

- Biliyorum, biliyorum! Ama kıvılcımları sadece çok büyük bir alev yaratabilir...

Raylara vuruş sesi, öğle zamanının geldiğini haber vermişti.

Alibek ve Jumabay yukarıya çıkınca kızlar onlara doğru yürüdüler. Kozlov Alibek’in elini sıktı:

- O galiba kızın değil mi? Ne mutlu size be!

Alibek - Ben Rusça bilmiyorum diye Kazakça cevap verdi. Nedense çok iyi Rusça bildiğini saklamıştı.

Ardak, babasının bu yaptığından çok rahatsız bir duyguya kapıldı. Ama onu şımarıklık olarak kabul etti. O kızına ısrarla söylüyordu."Ben eski görüşlerimi değiştirdim. Kendin de görüyorsun. Küreği aldım ve kuyuya indim". İş hakkında her zaman içten konuştum. Ardak babasına güveniyordu. Yine de onun bitmeyen kaprisleri kızı çok üzüyordu. Şimdi de aynı şekilde derin bir üzüntü hissetmişti.

Kozlov bu arada konuşmaya devam ediyordu:

- Bi bak kızım. Bu bacanın altında büyük bir göl var. Biz göldeki suyu yüzeye çıkartmak istiyoruz. Burada bacanın yakınında mekanik atölyesi de var. Öğlen molası bitince seni oraya götürüp sana öğreteceğim. Genç yaşlarda bir şeyler biriktirmezsen yaşlanınca bilgeliğe ulaşamazsın.

- Teşekkür ederim atam. Bakalım dedi.

Kozlov gitti.

Alibek ve Jumabay kenara geçerek ufak seyrek otlarla yeşillenmiş alana oturdular. Kızlar babalarının önüne yemek koydular. Jumabay yağlı koyun etini bıçakla parçalayarak:

- Alın alın, buyurun dedi.

Alibek - Madenin galerileri bayağı uzamaya başladı dedi. Az kaldı öğlen tatiline yukarıya çıkmak için zaman kalmayacak. Ohh! Bozkır neredesin.

Babasının son söyledikleri Ardak’ın kalbine iğne gibi saplandı. " Hālā eski zamanları özlüyor. Ya da sadece yoruldu mu?" diye düşündü ve babasının yüzüne sorar gibi baktı. Ama Alibek’in sert yüzü duygularını hiç belli etmiyordu.

Jumabay koyun etiyle ağzını doldururken Alibek’in şikâyetini önemsemedi.

- Ne yapalım. O zaman yemeğimizi aşağıya yanımıza alalım dedi.

Alibek karşı çıktı - Mide yemeği yer altında çok kötü hazmeder dedi.

Jumabay - Valla Allah bilir! Benim midem var yemeği her yerde çok iyi hazmeder. Kendi kendime şaşıyorum zaten. Ben genç bir damat olarak nişamlımın köyüne gittiğim zaman bana "obur" lakabı verdiler.

Ardak güldü. Alibek ise sakalına doğru sırıttı ve kabul ederek:

- Tabi! İş olsun. İştahta gelir elbet. En önemli şey iştir dedi.

Babalar yemeklerini bitirdikten sonra kızlar bacaya doğru gittiler. Orada onları Kozlov karşıladı.

Alçak taş bina artık bayağı büyük bir isme sahipti."Mekanik Atölyesi" Ama bu büyük ismine ancak gelecekte layık olabilecekti. Şimdi bina içinde doğru düzgün çalışan bir tane bile mekanizma yoktu. Köşeler yığınlarla doluydu - demir tekerlekler, dişli parçaları, paslanmış küçük dekoviller, birkaç çalışmayan lokomobil ve ıvır zıvır şeyler. Bunların hepsi İngilizlerden kalmıştı.

Dışarıda kapının önünde üç tane lokomobil duruyordu. Çilingir İvan Potapov dede sabahtan akşama kadar, bunların etrafından dolaşarak çekiçle bir şeylere vuruyordu. Acele etmek ve yorulmak gibi bir alışkanlığı yoktu. Üstelikte çok suskun biriydi. Sadece konuşma lokomobil konusuna geldi mi çekici hemen bırakıp acayip konuşkan biri oluyordu.

Mekanisyen Kozlov kızları işte bu adama getirmişti. Dedeye kızları lokomobille tanıştırmak gerektiğini söyleyerek hemen uzaklaştı.

Ivan dede konuşmadan önce başparmak kalınlığında sardığı sigarasını yaktı ve durmadan içine çekerek bir elini ağzında diğerini göğsünden çapraz geçecek şekilde koltuğunun altında tutarak bir müddet lokomobile baktı. Bu onun özel konuşmaya yaklaşım yoluydu. Kızlar ilgiyle dedenin her hareketini izliyor, tütün dumanından sararmış beyaz sakalını inceliyorlardı.

İvan dede Kazakça bir şey söyledi. Aslında o Kazakçayı çok iyi biliyordu. Ama onun konuşma tarzına alışana kadar ilk cümleleri anlaşılmazdı. Üstelikte dedenin dişleri de eksikti ve konuşurken peltekleşiyordu. Ardak başlangıçta hiçbir şey anlamıyordu. Sormaya da utandı. Yaşlı dedeyi kızdırmakta istemiyordu.

Yaşlı çilingir daha net şekilde - Bu lokomobil daha önce yamuk gözlüye aitti dedi.

Yamuk gözlü adam Bukba köyünde ki dumanla çalışan değirmenin sahibi ve şimdi sürülmüş bir ağaydı. İvan dede yamuk gözlü bu adamı çok iyi tanıyordu. Bu yüzden herkesin onu tanıdığından emin olarak kızlara fazla açıklama yapma gereği duymadı. Lokomobili gösteren İvan dede anlatmaya başladı:

- Biz bununla birlikte yamuk göze on beş sene hizmet ettik.

Sonra diğer bir lokomobile yanaştı. Bu ise eskiden Ryazanovski’ye aitti dedi ve dikkatli bir şekilde yere attığı sigara izmaritini ezdi. Ryazanov’un eskiden değirmenin sahibi olduğunu söylemeye de gerek görmedi.

Yaşlı adam -Bu makineyi ben otuz senedir biliyorum diye ekledi. Ben onu herhalde en az otuz kere tamir etmişimdir. Nihayet sigarasını söndürerek büzülmüş ellerini karnına koydu.

Üçüncü lokomobil tamamen hatta tekerlekleri bile yamayla kaplanmıştı. Ona yaklaşınca İvan dede gülmeye başladı. Bu ihtiyar benim yaşdaşımdır. Ayağının dibine tükürerek - Vay şerefsiz vay! Bu dünyada çok fazla kaldın herhalde. Çöpe gitme zamanın çoktan gelmiş dedi.

Atölyede kızlar bir adamla daha - Anton Levçenko ile tanıştılar. O, hem dış görünüşü hem de karakteriyle İvan dedenin tam zıttıydı. Hareketleri çok hızlı, sanki bir şahin gibiydi. Konuşurken kibar ve saygılıydı. Kızlar yaklaşınca hurda bir metal yığınında bir şeyler arıyordu. Görünüşü öyleydi ki; sanki orada çok değerli bir şeyini kaybetmiş gibiydi. Sol elinde bir tel üzerinde dizilmiş somunlar vardı.

Ardak - Ne arıyorsunuz amca diye sordu?

Levçenko başını sallayarak aramaya daha hızlı devam etti.

- Ay kızım! Gerekli bir parçayı bulmak için bütün zamanım gidiyor. Ya somun lazım oluyor ya da cıvata. Burada bulmayı dene bakalım.

Aynı zamanda Kozlov, Lapşin, Janabıl ve diğer işçilerle birlikte toplanmış dipsiz deliğe bakıyorlardı. Bu "Gerbert" maden ocağına inişti. Janabıl’ın ekibinin yardımıyla örülmüş çelik halat yardımıyla aşağıya inmeyi ve kuyuyu incelemeyi planlıyorlardı. Ama hiç kimse inmeye cesaret edemiyordu. Terk edilmiş kuyunun derinliği doksan metre civarındaydı.

Kızlar - Ben ineceğim diye bir ses duydular. Bu Lapşin’in sesiydi.

Kızlar koşarak ona yaklaştı. Lapşin gömleğinin koluyla alnında ki teri sildi ve halata asılı ahşap kafese girdi.

O, işçilere dönerek - Benimle kim geliyor diye sordu?

Janabıl - Ben diye seslendi ve Lapşin’in peşinden kafese girdi.

Kafes, dipsiz bir uçurum üzerinde sallanıyordu. Maypa ince halat şimdi kopacak ve kafes ve içindeki insanlar uçuruma düşecek diye çok korkuyordu.

Maypa elinde olmadan ağzından kaçırdı - Janabıl. İnme diye bağırdı.

Janabıl gururla cevap verdi:

- Düşünüyorsun ki bende kız kalbi mi var?

Lapşin komut verdi. İki işçi çarkın kolunu sıkıca tutarak hazır pozisyonda bekledi. Derinlerden Lapşinin sesiyle komutlar geliyordu - İndir! Dur!İndir!... Ses yavaşça uzaklaştı, sonra zor duyuldu ve daha sonra tamamen gitti.

Kozlov telaşlanmaya başladı.

- Neden sustular? Yoksa aşağıda gaz mı var?

Ardak ancak şimdi bu insanların ne kadar tehlikeli bir iş yaptıklarını anladı. Kızın kalbi yüksek sesle atmaya başladı.

- Amca. Bu kadar tehlikeliyse onları niye aşağı indirdiler ki?

- İnsanların iradesi tehlikelerden daha güçlüdür kızım. Çalışan bir adamı hiç bir tehlike durduramaz.

Bayağı zaman geçtikten sonra derinlerden alçak bir ses - Çek dedi.

Kuyunun etrafında duran herkes rahatlayıp derin bir nefes aldı. Yüzlerinde neşe parlamaya başladı.

Lapşin ve Janabıl kafesten sağ salim çıktılar. İnsanlar onlara meraklı gözlerle karşıladılar.

Lapşin anlattı - Aşağıda çok su var. Sopayla dibini bulamadık. Ama kameronu koymak tehlikelidir. Bazı yerlerde karkasın kaplamaları çürümüş. Bu haber işçileri düşündürdü. Suyu yukarı pompalamak için su yüzeyinin hemen üzerinde zemin yapmak ve onun üzerine kameronu monte etmek ve kameronun yanında sürekli bir makine operatörünün bulunması gerekiyordu. Ama kaplama düşerse, karkas çökerse zeminde yıkılabilirdi. İşçiler çok endişelendi. Her biri bu işin daha güvenli şekilde nasıl yapılacağına dair öneriler sunuyordu. Fikirler birbirlerinden çok farklıydı. Tehlike, başarı olanağından daha fazla görünüyordu. O anda başmühendis Orlov geldi. Uzun boylu, biraz kambur, sivri burnu üzerinde sıkıca duran gözlüğü ve kama şeklinde beyaz sakalı olan bir adamdı. Durdu, kimseye bakmadan ellerini ceplerine soktu ve öylece hiç ses çıkarmadan mekanisyen Kozlov’u dinliyordu.

Kozlov ona durumla ilgili rapor verdikten sonra Orlov tek bir şey söyledi:

- Hiçbir şey yapmanıza izin vermiyorum dedi ve gruptan ayrıldı.

İşçiler onun bu söylediklerini farklı şekilde yorumladılar.

Orlov’un hangi yetkiye sahip olduğunu bilen Janabıl - Kızgın yahu! Yaklaşamazsın dedi.

- Korkuyor herhalde. Birine bir şey olursa hesabı ilk o verecek.

- Kim bilir? Belki de tehlikeyi bahane ederek üretimi susuz bırakmak istiyor.

Kozlov kararlı bir sesle - Ben Şerbakov’a gidip rapor vereyim dedi. Tüm zorlukları aklında inceleyerek çözümü bulmuştu bile. kameronu hiç riske atmadan koyabiliriz. Su yüzeyinin üzerinde metal profiller döşeriz. Uçlarını kuyunun duvarlarına ve kaplamalarına tuttururuz. İşte onların üzerine zemin döşeriz ve güvenliği daha da arttırmak için kameronu etrafına metal halat bir ile sararak yukarıda sabitleriz. O zaman kameron bizden kaçamaz! İşte böyle canım yoldaşlarım benim, işte böyle.

Kozlov’un teklifini herkes beğendi. İşçiler bu çözümü yüksek sesle tartışarak dağılmaya başladı.

Ardak ve Maypa da evlerine gittiler. Bugün gördüğü her şey Ardak’ı çok düşündürmüştü. Bu kadar farklı insanlar, farklı karakterler ama işleri bir hedefleri de bir. Bu hedefe ulaşmak için bütün risklere hazırlar. O zaman Ardak kendi kendine sordu. Senin bu insanların arasında ne işin var? Ama cevabını veremedi.

Aynı soru evde de onu rahatsız ediyordu. Yatağa yatıp yüzünü yastığa gömse bile.


KISIM ON BİR


Bölge yürütme komitesinin başkanı Kanabek kırk yaşını geçmişti. Bodur yapılı, çilli iri yüzlü, seyrek sakallı bu adam genel olarak gülerek konuşuyor ve muhatabına "canım" demeyi çok seviyordu. Konuşma tarzı canlı, sürekli atasözleri, deyimler ve şakalarla karışıktı.

Kanabek Meyram’a bölge yürütme komitesine girdiği zaman - Gençlik alev’dir demişti. Diyelim ki benim kocakarı şimdi benim gibi çilli yüzlü olsun. Ama o uzun boylu ben kısa. Bana kızarsa çengel maşayı bana göstererek tehdit eder. Eski zamanlarda ben onun için hem suya hem ateşe atlamaya hazırdım. Tabi ki şaka yapıyorum. Öylesine, lafın gelişi konuşuyorum. Ciddi konumuza dönersek şunu demek isterim... Belli ki sen Karaganda’yı gönülden sevdin. Bu yüzden onu düşünüyorsun, onun için endişeleniyorsun. Üstelikte yeni gelmene rağmen. Bu gece sen birçok konuda ve çok doğru olarak bize sitem ettin. Karaganda sadece bizim bölge için değil tüm Kazakistan için çok önemli. Karaganda, Sovyet ülkesinin üçüncü kömür ocağı olacaktır. Teknik anlamda yaklaşık yüz yıl geri kalmış Kazakistan’a Sosyalist endüstriyi kazandıracaktır. Karaganda eski göçmenlerden çalışan insanlar yaratacaktır. Ben bunu çok iyi görebiliyorum. Ama çok fazla ileri gitme. Her şey bir anda olmaz. Şerbakov çok tecrübeli bir yönetici. O bunu anlıyor.

- Ama biz bölge komitesinden yardım istiyoruz. Azcık olsa bile.

- Yaa! Evet canım. Bende onu diyorum işte. Yardım diyorum, başka bir şey demiyorum.

- Ve ne zaman bu yardımı vereceksiniz?

Kanabek - Nasıl da gaz veriyor. Bi bak şuna! diye bağırdı. Size ne lazım? İlk sırada size yerel iktidarı kurmak lazım. Hemen yarın Karaganda’ya benim yardımcım Karimbay gidecek. O, köy komitesi kuracak. İkinci önemli konu sendikanın kurulmasıdır. Karimbay ile birlikte bölge sendika başkanı Jumaniyaz’da gidecek. O, Ekibastuz taş-kömür ocaklarında ki işçilerin adayıdır. Belki ikisi de sizinle kalacak. Eee! Şimdi memnun musun?

- Bunun için teşekkür ederim. Ama bunlar söz verdiğiniz işçiler değil.

- Şimdi bir anda aklıma bir atasözü geldi "Sakalsız adamı eve alma. Onur köşesine oturtma". Tamam. Bu hafta size beş yüz kişi göndereceğiz. Kolhozlardan sözleşmeli olarak. Ama sözleşmede yazılı şartları tamamen uygulayın. Eğer sizin hakkınızda tek bir şikâyet gelirse dostluğumuz biter, ona göre!

Meyram hatırladı - Bu insanlardan birçoğu okuma- yazma bilmeyenler. Bizde öğretmenler de yok. Ama biliyorsunuz ki üretimde çalışmak için eğitim şart.

Kanabek düşündü. İnsanları okutmak, yeni bir işletme kurmaktan daha kolay değildi. Kazak köylerinde okuma- yazma bilmeyen çok insan vardı. Eğitim ise istediğimizden daha yavaş ilerliyor.

Çözüm bulmaya çalışan Meyram şöyle bir teklifte bulundu:

- Rusça alfabe ile insanları okutmak nasıl olur? O zaman çok fazla öğretmen eksiği yaşamayız.

- Hay canım! Çok acele ediyorsun, çook! Bunun için tüm Kazakça baskıları Rus alfabesine dönüştürmek gerekecek. Bu hiçte kolay değildir.

- O zaman öğretmen verin.

Kanabek kısık sesle - Haa! Şimdi yine öğretmenleri konuşmaya başladın. Ama öğretmenler köylerde de yok. Sonra biraz yüksek sesle ekledi. - Öğretmen veremeyiz. Eyalet Parti Komitesinin Karaganda’ya siyasi propaganda grubu gönderme kararı var. Şimdilik orada ki okuma-yazma bilen insanları kullanın. Ayrıca unutma! Karaganda sadece kömür ocağı değil aynı zamanda kültür merkezidir ve kültür köylere sizden yayılacaktır. Durmak yok.

Meyram gayet güzel anlamıştı ki Küçük Telman Bölgesinin Karaganda’nın kültürel taleplerini karşılama imkânı yoktu. Tartışmadı.

- Ciddi anlamda yardım edeceğiz diye söz vermiştiniz. Bekliyoruz.

- Çalışmalarınızda başarılar. Şerbakov’a selam söyleyin. Onun sözünü her konuda dinle.

Meyram memnun bir şekilde odadan çıktı. Tabi ki Kanabek ile bütün sorunlar çözülmemişti. Gece yapılan Bölge Komitesinin Yönetim Kurulu toplantısında konuşmalar daha ayrıntılıydı - Karaganda’nın artan nüfusu için gıda temini konuşulmuştu. İnşaat ana planına göre kömür ocaklarının etrafında sovhoz (Sovyet Çiftlikleri) ve destek çiftlikleri organize edilmesi planlanmaktaydı. Karaganda’nın tarlaları ve otlakları yüzlerce kilometreye yayılacaktı. Komşu kolhozlar Dolinskiy, Kompanenskiy ve Semerkandskiye yeni parseller verilecek, onlarda kendi arazilerini büyük Karaganda sovhozlarına vereceklerdi. Bu büyük alanları karşılaştırırsak Telman Bölgesi, atın alnında ki yıldız gibi bir adaya benziyordu.

Meyram, Karaganda’nın en yakın beş yıllık stratejik dönemde bayağı ilerleyeceğini açık ve net olarak görüyordu. Kendi halkı için ana topraklarının bereketi ve gelişimi, her kalp için çok büyük bir mutluluktur. Geçmişte ne olmuştu? Çocukluğundan beri bildiği yerleri tekrar görmeyi çok istiyordu. Meyram Kanabek’ten çıktıktan sonra atına bindi. Sığ bir nehir olan Kokozek’in derin olmayan yerinden karşıya geçti. Bu nehir, buralar için büyük olarak kabul edilen köyü iki parçaya bölüyordu.

Eski zamanlarda nehrin batı tarafında tüccarlar, küçük esnaflar ve kasaplar otururdu. Burada ki pazara etrafında ki altı reyondan insanlar gelirdi. Köyün başının bütün reyonu yönettiği ofisin bulunduğu yeşil çatılı ev hala durmaktaydı. Köyün başı çoktan sürülmüş, ev de bayağı yıpranmış ve çökmüş, girişte "bölge hurda malzeme deposu" yazısını içeren tabela asılıydı. Meyram bu yazıyı görünce gülümsedi.

Nehrin doğu yakasının merkezinde, eskiden İngilizlerin olan Spasski bakır eritme fabrikasının müdürlüğünün bulunduğu binalar vardı. Ateş tuğlasından ve işlenmemiş taştan yapılmış evlerde icra memurları, polis memurları, büro çalışanları ve ustalar otururlardı. Onların arkasında küçük barakalar ve yer altı sığınakları yerleştirilmişti ve eskiden bunlarda işçiler yaşıyordu. Şimdi bu harabelerin yerinde, tıpkı eski terk edilmiş mezarlıklar gibi sadece döküntüler ve çukurlar kalmıştı. Meyram, değişiklikleri fark ederek etrafı dikkatlice inceliyordu. Bir anda bakışları eski beş yıllık Kazak-Rus Okulu binasına takıldı. Meyram atını durdurdu. Gözlerinin önünden geçmişi geçti.

Meyram o zamanlar on-on bir yaşındaydı. Bayağı soğuk bir sonbahar günüydü. Şimdi ölmüş olan babası Meyram’ı bu eve getirip bırakmış ve gitmişti. Daha sonra haftada bir ziyarete gelip azıcık yiyecek getirir ve köyden üzüntülü haberleri paylaşırdı.

- "Hayatımız çok kötü. Sen oku oğlum. Belki daha iyi bir hayat yaşarsın".

Ama sadece iki kış okuyabildi. Devrim başlamıştı. İngilizler kaçmış, hem fabrika hem de okul kapanmıştı. Okul!... O eski yıllarda bu çirkin ve alçak bina küçük Meyram’a saray gibi gelmişti.

İşte o zaman Meyram memleketine dönmek zorunda kaldı. On sekiz yaşındayken babası ve annesi tifodan öldü. Bir beye hamallık etti. Onun için çok zor yıllardı... Sonra ona komsomol yardım etti ve tekrar okul tekrar eğitim. Ama şimdi büyük şehir, sonunda Moskova ve üniversite.

Gözlerinin önünde yine çocukluğundan bildiği yerler vardı. Meyram atını sürdü.

Köyden kısa bir mesafede Spasskiy fabrikası yerleşmişti. Şimdi fabrikanın ana girişinin üzerinde büyük harflerle yazılı tabela görünmüyordu. Her şey ölmüştü. Bloklar yarı yıkılmış yarı ayaktaydı. Terk edilmiş fabrika, boşaltılmış yazın otlağa göçmüş bir köye benziyordu. Neyse! Karaganda büyüyordu. Etrafında ki her şeyi de canlandırırdı.

Meyram’ı yaşlı bekçi karşıladı.

- Kimi arıyorsun oğlum?

- Fabrikaya bakacaktım.

- Bakacak ne var ki? Azıcık değerli bir şey hatta boruları bile Karsakpayskiy fabrikasına götürdüler. Kalan her şeyi ise Karaganda’ya.

Meyram zaten bunu biliyordu. Ama o buraya başka bir şey için gelmişti. Çocukluk günlerini anmak. Okul yıllarında sıklıkla fabrikaya kaçardı. Meyram atından indi ve fabrikadan içeri girdi. Açık kapılardan hemen hemen her gün baktığı ama girmeye korktuğu "ateş evi" fırınlarda her zaman bakır kaynardı. Bakır kaynarken bir kazanda pişirilen peynire benzerdi. Kazak işçiler, keçeden önlükle ayakkabılarına bağlı ahşap taganalarda[31]uzun demirin ucuna bağlı kepçe ile eritilmiş bakırı alıp üç kenarlı döküm kalıplara döküyorlardı. Kepçe çok ağırdı. İşçilerden seller gibi ter boşanırdı. En güçlü adam bile düşebilirdi sanki. Bu cehennem gibi işi her gün en az on saat boyunca yapmak zorundalardı. Fabrika sahipleri için bir bakır külçenin maliyeti, fabrikanın tüm giderleri dahil olmak üzere bir buçuk kuruştu. Meyram şimdi bile bu acıları her gün çeken işçilerin kaç para aldıklarını hesaplamakta zorlandı.

Geçmişte yaşanmış bir olayı hatırladı. Bakır döken işçiye doğru Holl usta hışımla geldi. Bu adamın çok acımasız olduğunu herkes bilirdi. İngiliz ustalar kızdıkları zaman, küfür ve hakaret ederler ve yumrukla döverlerdi. Holl ise kendi uzun ayaklarını kullanır ve ayaklarıyla coplardan daha şiddetli vururdu. Usta tek bir laf etmeden işçiye o kadar güçlü bir tekme attı ki işçi yere düştü. Zavallı kalkmaya çalıştı. Ama Holl tekrar vurdu ve böylece tekmeleyerek işçiyi kapının dışına kadar sürdü. Ama bu sefer bu hayvanlık Holl için cevapsız kalmadı. Bir anda saatinden önce siren sesi geldi. Her taraftan taganalarıyla yere vurarak işçiler koşuyordu. İki tane iri delikanlı Holl’u iple bağlayarak metal el arabasına attılar ve kalabalığın onaylayan kükremesiyle nefret ettikleri ustayı cürufun atıldığı yüksek uçurumun kenarına götürüp burada el arabasını devirdiler. Holl yamaçtan yuvarlanarak aşağı düştü.

Meyram daha uzun bir zaman fabrika bahçesinde dolaştı. Sanki gitme zamanı gelmiş gibi atı kişnedi. Meyram atına atladı ve aygırı dörtnala koşturdu.

Hızlı gidiş ağır hatıraları dağıtmıştı. Gönlü rahatlamıştı. Saransk dağlarının sırtlarını geçen Meyram aşağı indi ve bozkırın sınırsız alanına çıktı. Dar bir ova, doğudan batıya doğru sonsuzmuşçasına uzanıyordu. Dağlık bölgelerde güneş dağın sırtından doğar ve dağın sırtından batardı. Burada ovada ise güneş sanki direk topraktan doğuyormuş gibi ve toprağa batıyormuş gibiydi.

Alan genel olarak ormansızdı. Bazı yerlerde geçilmez çalılar - karagan adaları görünüyordu ve her taraf kamış gibi yüksek, yoğun tüylü otlarla kaplıydı - tavşanlar için çok güvenli bir sığınaktı.

Şimdi köyler bu yerlerden Karaganda yakınına taşınmışlardı. Çayırlarda artık sığırlarda görünmüyordu. Ot, sanki çiçekli dalgalı bir deniz gibi yüksek ve geniş bir alana yayılmıştı. Olgun tüy otunun fırçaları, kızların başını süsleyen baykuş tüylerine benziyordu. Açılmış sasır, yeşil ipekten kuyruklarını sallıyordu. Kırmızı, pembe ve sarı laleler ovayı daha çok renklendirmişti.

Meyram, bu hoş kokulu bozkırda sanki açılmış zengin bir halı üzerindeymişçesine atını hızla sürerek gidiyordu. İçinden şarkı söylemek gelmişti. Meyram kendisini şarkıya verdiğinden, geniş bozkırı iki parçaya bölen büyük yolda yanında ki arabaların hareket ettiğini fark etmemişti. Dünya da ki her şeyi unutan Meyram, yüksek sesle şarkı söylemeye başladı.

Güneş, gölde yalnız yüzen beyaz bir kuğuyu öper.

Kuğu kanatlarıyla suya vurur, etrafına hayranlıkla bakar.

Hafif ipeğimsi dumandan ricam!

Bu bembeyaz güzelliği kapatma.

Gözlerinin önüne Ardak’ın yüzü geldi. Meyram ilk gördüğünde gönlünde bu kadar derin izler bırakan kızı düşünmeyi hiç bırakamamıştı. Sadece güzel bir görünüşü varsa ne olacak? Boş ve soğuk kalpli muhteşem güzel bir kız, mutluluk verebilir mi hiç. İnsanın gerçek güzelliği; karakteri, aklı ve yaptıklarıdır. Dış görünüşü acımasızca yanıltabilir. Yook! Tabi ki Ardak boş bir kız değil. Meyram bunu düşünürken kızın babası Alibek’i hatırladı: "Suskun, hep içine kapanık bu adam kim?"

Yanlışlıkla Meyram sağa büyük yola doğru baktı ve düşüncelerinin akışı koptu. Yol, kervanlarla doluydu. Tek tük arabalar, tek tük atlılar değil, büyük bir akın vardı. Ön ucu dağın sırtında saklanmış, arka ucundan ise Karagan ve çiy adalarından devamlı arabalar çıkıyordu. İnsanların kıyafetleri, arabaların tarzları, hayvanlarda ki damgaların çeşitliliği göz kamaştırıyordu. Bu çok sayıda Kazak soylarından oluşan kervanlardı.

Meyram sesli - Evet! Büyük göç başlamış dedi.

Atını yola çevirdi. Kervanların doğruca Karaganda’ya gittiğini bile bile Meyram durmuş bekliyor ve soruyordu:

- Yolculuk nereye?

- Karaganda’ya.

- Nerelisiniz?

- Kolhozdan.

- Sözleşmeli misiniz?

- Evet.

Herkes aynı cevabı vermişti. Kervanlardan biri Taşlı kuyunun yanında dinlenmek için durdu. Tepenin yamacında develer, atlar, inekler, koyunlar ve keçiler birlikte otluyorlardı. Meyram kuyuya döndü:

Diğerlerinden biraz kenarda kurulmuş keçeden yapılma kulübenin kapı deliği açıktı. İçerde bir koşma üzerinde eğilmiş iki kişi oturuyordu. Belli ki karı kocaydı. Atın nal seslerini duyunca kafalarını kaldırdılar.

Meyram attan indi. Kulübeye yaklaştı ve sahipleriyle merhabalaştı. Bu iki kişi ileri yaşlardaydı. Kıyafetleri tozlu, yüzleri yorgundu.

Meyram - Yolunuz nereye otagası diye sordu?

Otagası yumruğuyla kızarmış gözlerini silerek:

- Herkes gibi Karaganda’ya.

- Nereden geliyorsunuz?

- Karkali ilinden.

- Bayağı uzaktan yani.

- Evet. Uzaktan. Baktım ki insanlar uzak yerlerden gelmeye kalkmışlar, biz de göç etmeye karar verdik. Yalnız bir sıkıntı var. Kolhoza katılmaya yetişemedik henüz. Dagaursuz gidiyoruz. Galiba çok zor olacak. Ama neyse. Her hangi bir iş versinler o da yeter. Yavaş yavaş düzenimizi kurarız. Kömür ocağında çalışarak sığırlarımızı otlatacağız.

Meyram içinden güldü. Bu adam geniş bozkırda sığır otlatacak yer bulamadı da şimdi doğru düzgün otlağı olmayan Karaganda’ya gidiyor. Göç alışkanlığı böyle bir şey işte! Herkes nereye, bunlar da oraya. Otagasının Meyram’ın neden güldüğü konusunda hiç bir fikri yoktu. Düşünmedi bile ve sakin sakin parmaklarını seyrek sakallarının arasından geçirerek konuşmaya devam etti. Bu adamın sakinliğinde hem iyi niyetli olduğu ve aynı zamanda hayattan çok fazla bir beklentisi olmadığı anlaşılıyordu. Meyram düşündü: "Bu tür insanlar, yolda buldukları kolon tokasının bile çok büyük bir şans olduğunu düşünürler. Ama bazen kaybettiği atı ya da deveyi umursamazlar". Meyram adamın ismini sordu.

Otagası - Benim adım Jaylaubay diye cevap verdi ve aynı soruyu Meyram’a sordu.

- Senin canım! Adın ne?

- Meyram. Babamın adı Omar.

Otagası ve karısı birbirlerine bakarak:

- Sen hangi soydansın?

- Ben soylardan pek anlamam. Babam buralara gençken taşınmış ve ölene kadar burada yaşamış. Babam ve annem öldükten sonra okumaya gittim.

Kadın - Annenin ismini biliyor musun canım diye sordu?

- Biliyorum. Onun adı Malike.

Kadın Meyram’a doğru adeta uçtu. Ona sarılıp ağlayarak feryat etmeye başladı:

- Vay vay! Omar kardeşimden sonra kalan tek canım benim. Ay seni sağ salim görmeyi Allah bana nasip etti ya! Şimdi eğer Tanrıda isterse şu anda ölebilirim.

Meyram bu çığlıkları şaşkınlıkla dinliyordu. O daha önce hem baba tarafından hem de anne tarafından hiç bir akrabasını görmemişti. Var mı yok mu? Haberi bile yoktu. Yavaş yavaş anlaşıldı ki bu kadın Meyram’ın babasının tek kız kardeşiydi. Meyram doğduktan sonra annesinin babasının evine sadece bir kere gelmişti. Kardeşi ve gelini öldü diye duyurulduktan sonra onlardan kalan küçük erkek çocuk ise kayboldu diye söylenmişti.

Meyram kendi öz halasını görünce çok sevindi. Halası, yüz hatları ve özellikle gri renkli keskin bakan gözleriyle Meyram’ın babasına çok benziyordu.

Kadın durmadan - Benim kaybım bulundu. benim sönmüş yıldızım yeniden parlıyor. İhtiyar çabuk koş ve bir koyun kes diye söylendi ve eline kovayı aldı. Ama Meyram onu kararlılıkla durdurdu:

- Yok! Koyun etini Karaganda’da yiyeceğiz. Şimdi kavuştuğumuz yeter.

O akrabalarına, Karaganda’da nerede barınabilecekleri hakkında akıl verdi ve Ardak’ın yaşadığı köyü söyledi.

Jaylaubay - İşte atasözü doğru çıktı görüyor musun "Kefeni giyen adam dönemez, kürk giyen adam bir gün mutlaka dönecektir" canım. Vermiş olduğun akıl için teşekkür ederim dedi.

Meyram onlarla vedalaşarak atına bindi. Bundan sonra demiryolunun tümseği üzerinden yoluna devam etti. Bu terk edilmiş, dar raylı Spassk-Karaganda yoluydu. Tamamen otlarla kaplanmış, bazı yerleri sulardan yıkılmıştı. Meyram atını demiryolu görevlisinin yıkılmış kulübesinin yanında durdurdu. Bu noktadan Karaganda’nın yanında ki ovada yerleşmiş tüm köyler görünüyordu. Eskiye nazaran sayıları çok artmıştı. Meyram gözleriyle Ardak’ın köyünü bulup oraya doğru atını koşturdu.

İşte tanıdığı gri yurta oradaydı. Ardak girişte duruyordu. Onun yanında şehirli kıyafetler giymiş, genç kıvırcık saçlı bir adam duruyordu. Onlar bir şeyler konuşurken yurtanın arkasından çıkan atlı adamı fark etmemişlerdi.

Meyram iyice yaklaşıp yüksek sesle -Merhaba dedi.

İkisi birden aniden döndüler. Ardak kafasını hafifçe eğerken yüzü kızarmıştı.

Kıvırcık saçlı genç adam kibirli bir şekilde duruyordu. O, ileri geri yürümeye başladı. Ara sıra dişlerinin arasından "Evet, evet" diyordu. Adam en fazla otuz yaşındaydı. Ama yanakları dolgun ve göbeği yuvarlaktı. Kendini çok önemli biriymiş gibi göstermek için yürürken vücudunu sağa sola sallıyordu.

Yağlı gözleriyle Ardak’a bakarak - Mağazada sizden muhteşem bir satıcı olurdu dedi.

Meyram adamın söylediklerinden ticaretle uğraştığını anladı. Kendi mesleğine bağlı kalarak şu anda bile kızı işe almak için pazarlık yapar gibiydi.

Ardak durumun garipliğini düzeltmek isteyerek uzlaştırıcı şekilde:

- Ben düşündüm ki siz birbirinizi tanıyorsunuz. Ama şimdi uzak durduğunuzu fark ettim. Tanışın. Bu, bölgemizde kooperatif kurumunun yöneticisi. Buraya madende mağaza açmak için gelmiş. Yanılmıyorsam adı Mahmet dedi. Meyram’ı göstererek - Bu genç adam ise burada çalışıyor ve yanılmıyorsam adı Meyram diye ekledi.

Meyram teşekkür etti. Siz iki kez "yanılmıyorsam" dediniz. Düşünüyorum ki üçüncü kez yanılmazsınız.

- Demek istiyorsunuz ki: "Batır gücünü üç kereye kadar sınar"? Öyle mi?

- Siz şimdi kendinizi mi kastettiniz?

- Yanılmamak için batır olmak gerekmez.

- Neyse. Hatalarımızla öğreneceğiz. Bunda büyük bir kusur yok.

Mahmet sırıtarak - Anladığım kadarıyla bu adam herkese akıl vermeyi seviyor dedi.

Meyram adamın sırıtışını cevapsız bırakmayarak Ardak’a:

- Eğer siz bir şeylerde yanılsanız da koruyucunuz da yanınızda ve gördüğüm kadarıyla zayıf biri de değil diye cevap verdi.

Mahmet kendini kaybederek:

- Sen yoldaş biliyor musun? Kendini kaybetme. Belki sen kendini bu köyde büyük bir adam sanıyorsun. Ama benimle konuşurken sözlerine dikkat et. Ben gerekirse kızı korumaktan kaçınmam dedi.

Meyram sırıttı.

Ardak kendini çok huzursuz hissediyordu. Sansına işten dönen babasını gördü. Yurtaya girerek arkasına doğru laf attı:

- Benim korunmaya ihtiyacım yok. Boşuna çabalamayın dedi.

Meyram kalbinin kıskanma duygusuyla dolduğunu hissederek atını koşturdu.


KISIM ON İKİ


Alibek Ardak’ı ve iki genç delikanlıyı görünce aralarında ki sohbetin çokta basit olmadığını anladı. Alibek şöyle düşündü: "Herhalde onlar kızım için ağ örüyorlar. Ağlardan hangisi daha sağlam, seçmem lazım. Meyram boyun eğmez bir adam. Mahmet ise daha yumuşak biri. Nereye söylesem gider, ne istesem yapar".

Kurnaz Alibek insanları bir görüşte çözerdi. Meyram’ı da böyle çözmüştü. Dışarıdan onunla ilgili bilgileri toplamış, yurtasında bir gün kaldığı Mahmet’i ise iliklerine kadar incelemişti. "Onun partinin adamı olması önemli değil. Onu elde etmek çok kolay. Onun hem otoritesini hem de devlet parasını iyice kullanırım ben"

İşte böyle düşüncelerle yurtaya girdi. Ardak iş kıyafetini çıkartmasına yardım etti. Ilık su vererek, dışarıya yemeği ısıtmaya çıktı.

Mahmet, topraktaki ocağın etrafında dolaşıyordu. Kendini hızlı ve becerikli göstermeye çalışmıştı. Ama sakarlığı, her hareketinden belli oluyordu. Kaynamış demliği ocaktan almak isterken elini yaktı. Eli çok acıyordu ama Mahmet belli etmediği gibi Ardak’ın her gülüşünde kahkalar atıyordu.

Etrafından bir top gibi yuvarlanan iri ve âşık adamın kaba kahkahaları ve beceriksizliğini gizlemeye çalışması, Ardak’ın kalbinde en küçük bir duygu bile uyandırmamıştı. Mahmet onun gözlerinde zavallı görünüyordu. Ama delikanlıyı kırmak istemediğinden dıştan sakin ve kibar davranıyordu. Mahmet ise kendini mutluluğun doruklarında hissediyordu.

Alibek kıyafetini değiştirdikten sonra ikisi yurtaya girdi. Onların dışında yurtada hiç kimse yoktu. Jumabay karısı ve kızı Maypa ile birlikte üçüncü madene gitmişler ve ancak yarın döneceklerdi.

Alibek önde oturuyordu. Onun keskin çenesi, içeri çökmüş yüzünde çok belirgin olarak görülüyordu. Kömür gibi siyah saçlarında ve sık yuvarlak sakalında beyazlıklar görünüyordu. Derin gözleri kaşlarının altından etrafında ki her şeye dikkatlice bakıyordu. Alibek otururken, fareyi bekleyen atmacaya benziyordu. Ama Mahmet onu güçlü bir kartala benzetiyordu.

Aceleyle valizinden etiketinde beş yıldız olan bir konyak şişesi çıkardı. O zamanlarda bu konyak bir hasta için bile bulanmazdı. Sonra sofraya çikolata kutusunu ve tereyağlı kurabiye kutusunu koydu. Sonra kâselere konyak doldurdu.

- Buyurun! diyerek bir kâseyi babaya bir kâseyi kıza uzattı - Misafir sadece geldiği gün misafirdir. Sonra ben size yük olmak istemem dedi. Dahası söylemek isterim ki otagası; sizi bu pis kara işlerde görmek benim için çok büyük bir acıdır.

Alibek- Teşekkür ederim canım! dedi. Kâseyi bir yudumda içti ama tekrar doldurmasına izin vermedi.

Ardak sadece dudak ucuyla tadına baktı ve kâseyi sofraya koydu. Bir daha içmesi için ısrar eden Mahmet’e:

- Tadına baktım, yeter. Yoksa siz benim sarhoş olmamı mı istiyorsunuz? diye cevap verdi.

Alibek o anda anladı ki kız Mahmet’e soğuk davranıyordu. Ardak’ın ağzının sıkılığını çok beğeniyordu. Ama yine de endişelendi: Ya kızı Meyram’ı beğeniyorsa. O zaman ne olacak. Bunu öğrenmek için kızına şöyle dedi:

- Yer altında ki iş elbette ki çok onurludur Ardakcan. Ama ben artık yorulmaya başladım. Sen bir işe başlarsan?

Kız kabul ederek - Tamam dedi. Dinlenin babacığım. Ben çalışayım.

- Sen alışana kadar ben çalışırım. Sen ise ticaretle uğraşırsan iyi edersin. Canım Mahmet. Sana kızımı emanet ediyorum: Önce Allah’a, sonra sana.

Mahmet sevinçle - Muhteşem! Ben size dün söylemiştim! İlk zamanlarda burada beş tane bakkal açacağız. Ardak istediği her hangi birini seçebilir. Alışana kadar onun yanına birini veririz. Karaganda çok yakın zamanda çok büyük bir şehir olacak. Ben ise epeydir buraya taşınmayı düşünüyordum. Siz otagası, yer altında ki işi bırakın. İnanın, hiç bir şeye ihtiyacınız kalmayacak!

Ardak’ın sırtına bir soğukluk geldi:"Neden babam bana sormadan teklifi bu kadar çabuk kabul etti? Neden Mahmet her şeyi hızlıca halletmeye çalışıyor? Beni çift ağ ile sarıp kıpırdatmamaya mı çalışıyorlar? Ayy! Ben ne yapacağım?" diye düşündü. Ardak akşam yemeği bitene kadar hiç konuşmadı.

Alibek - Gece kısa, yatma zamanı geldi dedi ve keskin bakışlarla kıza baktı.

Ardak nasıl davranacağını düşünüyordu. Ama Ardak kendi iç dünyasını, babasından daha iyi saklamayı biliyordu. Sahibinin çağrısına koşmaya hazır saf bir deve yavrusu gibi yerinden kalktı.

Alibek her zaman ön tarafta yatardı. Ama bugün havasızlık bahanesiyle dışarıda yatacağını söyledi. At arabasını yurtanın gölgesine çekerek içinde kendine bir yatak açmasını söyledi.

Mahmet ön tarafta yattı. Güzel kız, sessiz yurta ve karanlık gece... Gözlerini kapatmaya çalıştı ama ne mümkün. Heyecanı hiç dinmiyordu. Kalbi küt küt atıyordu...

Ardak babasına ve misafire yatak açtıktan sonra yurtada epeyce bir şeylerle uğraştı. Sonra lambayı masaya koyarak kitabını açtı - Gorki’nin "Mama"

Mahmet, kız lambayı söndürüp yatar umuduyla sağa sola dönerek gün ağarana kadar uyumadı. Ardak okuyordu.


KISIM ON ÜÇ


Gergin günler gelmişti. Meyram köy komitesini, partiyi, komsomolu ve sendikayı organize ediyordu. Toplantılar, görüşmeler, bazı zamanlar çok sert geçen tartışmalar; genç adamın büyümesi ve daha keskin akıllı olması konusunda yardım ediyordu.

Meyram masada oturmuş, kaşlarını oynatarak yazıyordu. Düz, sanki dizilmiş mercanlar gibi satırlar kâğıtta akıyordu.

Şakalaşarak odaya Şerbakov, sendika başkanı Jumaniyaz, Ermek, Janabıl ve mekanisyen Kozlov girdiler. Şimdi onlar parti organizasyonunun geniş katılımlı yönetim kurulu toplantısına gitmeye hazırlanıyorlardı. Gündemde bir sorunun tartışılması konusu vardı - Üretimin durumu. Herkes sabırsızlıkla iş kapsamında yeni sekreterin nasıl davranacağını görmeyi bekliyordu.

Meyram gündemi okudu, Şerbakov’a söz verdi ve bütün katılanlara:

- Zamandan tasarruf etmeye çalışalım lütfen diye rica etti.

İçinden çok heyecanlıydı. İlk defa yönetim kurulu toplantısını yönetecekti. Yönetmeyi söylemek kolaydır: Tartışmalar çıkacak, birbirilerine zıt fikirler olacaktı... Doğru teklifleri tespit etmek, doğru olmayanı reddetmek, ufak tefek konuşmalar arasında önemli olanı gözden kaçırmamak gerekiyordu. Bu nedenle o, ilk sınavına çok dikkatli hazırlanmıştı. Hatta önceden söyleyeceği cümleleri düşündü. Ama her şey öngörülemez ki! Şerbakov’un desteğinden çok umutluydu.

Sergey Petroviç iri vücudunu düzeltti, kollarını arkada birleştirdi ve konuşmaya başladı. O, hazır bir metin olmadan konuşuyordu. Katılanların arasında ki en yaşlı adamdı. Bu ileri yaşta saçları beyazlaşmaya başlayan adam, zeki bakış açısıyla Karaganda’nın sadece bugününü değil yarınını da kapsıyordu. Üretimi anlatırken sanki bir harita okuyordu. Başarıları hakkında az konuşuyordu. Daha çok eksikliklerden bahsediyor ama bunu bile kırmadan babacan bir tavırla yapıyordu. Bu nedenle konuşmaları hiç kimseyi üzmezdi.

- Şimdi bizde sadece bir maden çalışıyor. İşçiler onu biz gelmeden önce kötü çalıştırmışlar. Çünkü hayatlarını devam ettirmek için başka bir şeyleri yoktu. İşte bu yüzden kömürü kovalarla çıkartıp köylülerle gıda değiş tokuşunda kullanıyorlardı. Ama şimdi durum bambaşka. Biz yeni üç madenin açılışının hazırlık işlerini tamamlamak üzereyiz. Ama sorunlarımız var: Malzemeler özellikle ilk sırada kereste yetmiyor, su yetmiyor, bazen yeterli gıda gelmiyor. Sürekli gelen çalışanlar için barınma yerleri yok. İhtiyaçlarımız çoktur yoldaşlar. Her şey demiryoluna takıldı. Demiryolu buraya gelene kadar halka gereken her şeyi sağlayabilir miyiz? Hayır. Çözüm? Yerel olan tüm imkânları kullanmamız gerekir. Öncelikle komünistler bütün güçleri tek bir elde toplamak ve her yerde herkes için bir örnek olmak zorundadır...dedi.

Meyram Sergey Petroviç’e baktı "Örnek olmak..."

Sergey Petroviç devam etti:

- Bugün "Gerbert" maden ocağından yukarıya su çıkartacağız. Onunla üretimin ihtiyaçlarını karşılayacağız. Kuyulardan sadece içme suyu alacağız. Ama yine de bu bizim su problemimizi tamamen çözmeyecek. Ne yapabiliriz? Buradan iki kilometre mesafede büyük bir pınar olan May-Kuduk var. Otuz beş kilometre mesafede ise Nura nehri var. Bu kaynaklarda ki suyun Karaganda’ya doğru akmasını sağlamamız gerekir. Demiryolu bize su temini borularını ne zaman getirecek tam olarak bilmiyoruz. Ama su borusu döşenecek kanalları şimdiden hazırlamak şarttır. Bu işi kışa bırakırsak toprağı kazmak çok zor olur. Kanal kazacak insanları nerede bulacağız. Tüm insanlar üretimle uğraşıyorlar. Komünistler bu durumdan bir çıkış bulmalılar. Şimdi başka bir konuyu da düşünelim...Yazın büyük kısmı geçti. Sonbahar ve kış dağların arkasında değil. Yüz işçinin doksan dokuzunun normal barınma yerleri yok. Bunu halletmemiz gerekir. Her birinin kendisine geçici ev inşa etmesi için işçileri organize etmek ve onlara malzeme vermek gerekir. Bunun dışında beş kolhoz ile sözleşme imzaladık. Onlar bize daireler ayıracaklar. Şimdi beslenme konusu. Bütün sorun yine demiryolu. Hükümet bize gereken fonları ayırdı. Ama gıda yavaş geliyor. Burada yerel kolhozlardan gıda temin etme konusunda umutluyum. Biz ağalardan pahalı değiliz...

Sunucu kömür çıkartma planları, önde gelen ve geride kalan ekipler hakkında bilgi verdi ve:

- İşte yoldaşlar, durum bu. Hiçbir şeyi saklamadım, hiçbir şeyi de abartmadım. Çok büyük devlet görevlerini yerine getirmemiz lazım. Üstelikte kısıtlı imkânlarla ve çok zor koşullarla. Ama işte biz komünistler bunun için varız. Hiç bir komünist zorluklardan yılmaz diyerek sözünü bitirdi.

Sessizlik oldu. Yani hem ilk başarılarımız hem de üretimde ki eksiklikler açık ve net. Daha ne söylenebilir? Meyram’da aynı şeyi düşünüyordu: "Sunuma daha ne ekleyebilirim? Bunu Şerbakov büyük üretim ve parti tecrübesine sahip bir adam söyledi."

- Sergey Petroviç, bir sorum var? Dediğiniz gibi en önemli şeyler - Demiryolunu buraya getirmek ve malzeme teminini sağlamak. İlk tren yaklaşık ne zaman gelecek?

Şerbakov sakin bir şekilde:

- Yolun inşasını biz yapmıyoruz. İlk yüklü trenin gelme süresini net olarak söylemek çok zor. Şu anda demiryolu Oskarovka’ya kadar döşenmiş. Ocak ayına kadar Karaganda’ya geleceğini düşünüyorum diye cevap verdi.

Eski madenci Ermek ayağa kalktı:

- Doğru. Demiryolunu biz yapmıyoruz. Onları biraz sıkıştırsak! Ne olur? Biz ocak ayına kadar dayanamayız. Aralığa kadar bitirseler bu yolu. Olmaz mı? Siz onlara telegram gönderdiniz mi? Onlara deyin ki. Madenciler bekliyor. Birde sorun. Onlara nasıl yardım edebiliriz. Gereken ne varsa biz yaparız. Yol bize çok acil lazım.

Sergey Petroviç yakmadığı piposunu masaya koydu. Önce Meyram’a daha sonra Ermek’e baktı ve o bakışta şevk parladı.

- Yok! Yoldaş Ermek. Ben telegram göndermedim. Ama göndermeliydim. Yarın mutlaka ilk işim telegram göndermek olacak. Yol bize lazım. Donbass’tan gelecek ilk tren bize çok büyük yardım getirecek.

Meyram kendini tutamadı - Ne yardımı? diye sordu.

- Buhar jeneratörü, iki adet buhar kazanı, benzinli motor, dinamo motoru için yeni halatlar getirecekler. Şimdi ne kadar faydalı. İki-üç sene sonra bunlar bize az gelecek. Ama şimdi duman kazanları çok işimize yarayacak. Ülkemiz, hükümetimiz bizi düşünüyor. Toplantı başlamadan kısa bir zaman önce yoldaş Ordjonikidze’den gelen bir telegram aldım. Diyebilirim ki; buraya beş yıllık stratejik planın ilk çocuğu olarak beş adet traktör yollamışlar. Yoldaş Ordjonikidze Karaganda’nın inşasını ve merkezden yönetim işini bizzat kendisi ele aldı...

- Ordjonikidze Karaganda’nın inşasını mı yönetiyor? Ooo! Şimdi her şey daha kolay olur.

Jumaniyaz - Yoldaşlar! Ben bir şey söylemek istiyorum. Lenin sendikalar komünizmin okuludur diyordu. Herkesin haftada bir gün kamu hizmetlerinde çalışma uygulamasını yoldaş Lenin başlattı. Ben sendika adına teklifte bulunuyorum: Bir kaç tane bu tür organizasyon düzenleyerek May-Kuduk pınarından ve Nura nehrinden su boru hattının döşeneceği kanalları açalım dedi.

Sergey Petroviç heyecanlı bir şekilde - İşte bu gerçek bir yardımdır! diye bağırdı. Jumaniyaz’ın teklifine gönülden destek vermemiz lazım. O zaman sorunlarımızdan biri azalmış olacak.

Jumaniyaz - Proletarya zorluktan korkmaz diye cevap verdi. Bütün işçiler Karaganda’ya suyun lazım olduğunu, ev lazım olduğunu çok iyi biliyorlar. Biz inşaatı kendimiz yaparız. Yeter ki siz malzeme ve para yardımı yapın. Kalan şeyleri bize bırakın. Karaganda bizim evladımız...Haa! Bu arada bir şey daha hatırlatmak isterim: İşçilerle toplu iş sözleşmeleri imzalamanın zamanı geldi yoldaş Şerbakov. Sözleşmeleri ihlal edenleri de okşamayız elbette dedi.

Bu, Sergey Petroviç’in Donbass’tan geldiği günden beri sendikanın sesini duyduğu ilk seferdi. Bu sesi çok özlemişti. Jumaniyaz’ı gaza getirmek istiyordu.

- İşte! Hep sözleşmelerden başlıyorlar. Kalıplaşmış sendika alışkanlığı!

Jumaniyaz kızgınlıkla -Evet. Eski alışkanlığımız! Biz bu alışkanlığımızdan vazgeçmek niyetinde değiliz. Sosyalizm yoldaş Şerbakov, kanunlar ve düzen demektir. Bizim de sendikanın üyeleri olduğumuzu unutmayın dedi.

Toplantı canlanmıştı. Artık her biri konuşmak istiyordu. Meyram’ın telaşı da dinmişti. Artık tartışmaların işin karakteristik özelliklerine sahip olmayacağı konusunda korkmayı da bırakmıştı.

Mekanisyen Kozlov ayağa kalktı.

- Ben kadro konusunda konuşacağım diyerek başladı. Ben Kazak halkını söylenenler kadarıyla biliyordum. Bu halk nasıl bir halktır tam olarak her hangi bir fikrim yoktu. Şu anda ben de mekanik atölyesinde yirmi beş Kazak işçi çalışıyor. Onların on tanesi ileri yaşlarda kalan on beş kişi ise genç yaşlardadır. Yeni gelenler ilk zamanlarda ellerinde eğe bile tutamıyorlardı. Ama çok kısa bir zamanda Janabıl gibi gençler mekanizmaların dilini anlamaya başladılar. Büyük bir gururla söylemek isterim ki yoldaşlar, genç kadroları yetiştirme işimiz toprağa ekilen tohumların filiz vermesi gibi boy vermeye başladı. Ama daha çok ekmemiz lazım. Kazaklar sadece sığır bakmayı bilir hikâyelerine artık küçük parmağımın yarısı kadar bile inanmıyorum. Yeni işçileri eski işçilere bağlamak için daha cesur olmamız lazım. Yeni Karaganda’nın temelini Rus işçilerin yardımıyla Kazak halkı atacaktır. Burada ki gençler, bizim eski Rusya’da yıllarca okuduğumuz ve öğrendiğimiz şeyleri Sovyet zamanında bir kaç ayda öğrenecektir. Yoldaşlar! Biz zafere ulaşacağız, başaracağız. Sabırla ve özenle yeni kadrolar yetiştireceğiz. Görmüyor musunuz? Buraya geldiğimiz günlerde Karaganda nasıldı ve şimdi nasıl? Gün geçtikçe daha da büyüyecek dedi. Kozlov’dan sonra Janabıl söz aldı. Bu genç adam daha düne kadar hamaldı. Konuşurken aşırı derecede heyecanlanıyor ve üretim esnasında ki her küçük arızada sınıfsal entrikalar görüyordu. Kötü çalışan herkesi hemen ağanın elemanı olarak adlandırıyordu.

Büyük bir güvenle - Aylak ve dikkatsiz çalışanların ağalardan hiç bir farkları yoktur dedi. Bu insanları da yollamak gerekiyor.

Meyram:

- Tembelleri ve ihmalkârları yeniden eğitmek lazım dedi.

- Eee! Bende aynı şeyi diyorum zaten. Biz komsomoller olarak Bayten’i ele aldık bile. Çift taraftan eğeliyoruz. Bu tür adamlarla acımasızca mücadele edeceğiz. Hiç taviz vermeyeceğiz...

Kelimeleri ekonomik kullanan madenci Ermek Janabıl’a bakarak, sadece hafifçe gülümsedi ve kafasını salladı. Hem sevindiğinde hem de üzüldüğünde bu hareketi yapardı. Şimdi de hem o duyguyu hem de bu duyguyu hissediyordu. Bu cin gibi delikanlıyı beğendi. Kendi fikirlerini açıkça söylediği için sevdi. Ama onun aşırı kutuplarda olması Ermek’i üzmüştü. Ermek konuşmayacaktı aslında. Ama burada söz almak istedi:

- Ben öncelikle Janabıl’a cevap vereceğim. Gördüğüm kadarıyla düz ve ateşli bir adamsın. Ama şunu bilmelisin ki; Bayten ağa değildir. Köyde mücadele ettiğin adamlardan biride değildir. Bayten’den alınacak hiçbir şey yok. Bu adam tam on sekiz yıldır eski Karaganda’da çalışıyordu. İngiliz taşeronlar döneminde işini baştan savma yapmaya alışmıştı. Şimdi üretimin halka ait olduğu konusunda onu ikna etmek lazım. İşte o zaman bambaşka bir adam olur ve sen de görürsün. Birde başka bir şey söylemek istiyorum. Burada yoldaşlardan söz alan hiç biri, yer altında yapılan işler hakkında tek kelime etmedi. Bu nasıl olabilir? Karaganda kömürdür, kömür toprak altındadır. Kömüre yaklaşım yolunu bulamazsan toprak altından onu alamazsın. Büyük hacimli kömürü çıkarmanın tek yolu galerilerdir. Yeterince galeriler ve girişler olmazsa kömür çıkartma miktarının artması mümkün değildir. Eğer biz çıkmaz bir yola girmek istemiyorsak, yer altı hazırlık işlerini geliştirmek zorundayız. Bu hazırlık işlerini yapmazsak gelen yeni mekanizmalar boşa bekleyecek ve yoldaş Şerbakov bunu benden daha iyi bilir. Sergey Petroviç not defterine bir şeyler yazdı:

- Bu yorum tam zamanında geldi dedi.

Söz alanlar küçük ve büyük öneriler sundular. Bazıları iki kez söz aldılar ve sadece köy komitesi başkanı Karımbay devamlı susmuştu. Meyram bunu hoş karşılamadı ve sözlerine Karımbay’a atfen başladı:

- Ya yerel iktidar yetkilisi olan kişi yoldaş Karımbay Alibayev’in söyleyecek bir şeyi yok ya da kendi düşüncelerini içinde saklıyor. Her iki durumunda kendisine yakıştıramadım. Bugün onun sesini duyamadık. İşçiler için yaşama yerleriyle ilgili konu yoldaş Alibayev’i hiç mi ilgilendirmiyor? Köye su getirme konusu önemsiz mi? Ben yoldaş Alibayev’i ilgisiz olmakla suçlamıyorum. Ama sadece şunu söylemek isterim ki; Karaganda’nın inşası tüm halkı ilgilendirdiği için buna herkes katkıda bulunmak zorundadır.

Karımbay’ın sakalsız ve esmer yüzü Meyram’ın siteminden sonra daha da kararmıştı. Ama o yine de sustu.

Meyram - Susmak bana da yakışmaz. Ama açıkça söylemek isterim ki sizinde çok iyi bildiğiniz gibi buraya kısa bir zaman önce geldim ve işlerin tamamıyla henüz tanışmadım. Üstelikte hem üretim hem de hayat tecrübem yetersiz... Bu yüzden sadece kendi bildiklerim ve gözlerimle gördüğüm şeyler hakkında konuşacağım. Büyük Karaganda sosyalizmin inşası için önemli bir parçadır. Sosyalizm ve cehalet, sosyalizm ve önyargılar asla bir araya gelecek şeyler değildir. Dün iki işçi arasında ki kavgayı gördüm. Biri: "Sen bana ne öğretiyorsun, sen buralı değilsin". Diğeri ona cevaben: "Sen köyünde sadece koyun otlatmayı bilirdin, senden madenci "olmaz" dedi. Üçüncü bir kişi şu anda aramızda ama ismini söylemek istemiyorum. Orada durup işçilerin tartışmalarını dinledi, ikisininde haksız olduğunu söylemedi. Orada kavga yerinde onları barıştırmadı. Bu olayın yanından geçip gitmek olur mu hiç? Bu ağaların entrikaları, düşmanlarımızın etnik çatışmaları kışkırtma girişimidir. Bu işçiler siyaset konusunda geliştirilmiş olsalardı birbirlerini aşağılamazdı. Adını söylemediğim üçüncü kişi ise prensip sahibi olsaydı bu kavgayı önemsiz olarak değerlendirmezdi. Ben gördüm. Herkesin tanıdığı Bayten küçük eğe yerine büyük eğe ile çalışıyordu. Köylerden birinde kömür ile ateş yakamayan bir kadının tezekli günleri özleyen konuşmalarını duydum. Tabi ki bunlar küçük şeyler. Ama bu bize hem çalışma kültürünün hem de ortak yaşam kültürünün yetmediğini göstermektedir. Ama kültür olmadan daha da önemlisi kitleleri siyaseten eğitmeden bize verilmiş olan bu büyük görevi yerine getirmemiz çok zordur. Demek ki bizim öncelikle yapmamız gereken şey, işçilerin siyasi eğitimini sağlamak, toplu yaşama ve üretime kültürü indirgememiz gerek. Tüm yerel imkânları kullanmalıyız. Köy komitesi ve sendika hemen yarın okuma-yazma bilmeyenleri tespit etmeli ve kayıt altına almalıdır. Ayrıca aramızda halkın cehaletini halletmeye ve yok etmeye hazır olan okumuş kaç insanın bulunduğunu da tespit etmek gerekir. Parti ve komsomol organizasyonunun yönetim kurulu, planlı bir şekilde siyasi eğitimler düzenlemelidir.

Meyram devam etti - Özellikle üretimle ilgili çok az şey biliyorum. Bu nedenle söyleyecek fazla bir şeyim yok. Bu konuyu dinlemek benim için daha iyi. Çok büyük bir dikkatle Sergey Petroviç’in sunumunu dinledim ve çok şey öğrendim. Sadece iki küçük şey üzerinde duracağım. Bu iki konudan biri hakkında Şerbakov yoldaşla daha önceden konuşmuştum. Bizde yeni çok işçi var ve çok az uzman madenci var. Sanayi okulları açılana kadar bekleyemeyiz. Tecrübeli işçilerin sorumlulukları - Yenilere madenciliği öğretmek olmalıdır. İşte yoldaş Ermek genç işçi Akım’a öğretmektedir...

Ermek - Benim Akım var ya! Süper bir kazıcı olacak dedi.

Meyram devam etti - İşte gördünüz mü. Ama diğer eski madenciler kendi ekibine yeni eleman almaktan kaçınıyorlar. Diyorlar ki bu onların kazancını azaltıyormuş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz Sergey Petroviç.

Şerbakov - Talimatı hazırladım bile dedi.

- Benim için Ermek’in sunduğu yer altı hazırlık işlerinin gelişimiyle ilgili önerisini anlamak çok zor. Ama doğru bir şey olduğunu hissediyorum. Sizin fikriniz?

Sergey Petroviç onaylayarak - Çok yararlı bir düşünce dedi. Başmühendis Orlov gelişim projesini tasarlamaya başladı.

İşte bu kadar yoldaşlar— diyerek bitirdi Meyram.— Jumaniyaz değerli bir öneri sundu- Kanal kazımı ve bireysel inşaat çalışması için cumartesi çalışmalarını organize etmek. Ama bunda zorlamaya izin verilmesin. Araştırma komitesi ve sendika, işçilerin inisiyatifine bıraksın. Büro da bu konuda yardımcı olur. Bu işi yapalım yoldaşlar!

Meyram tarafından sunulan büro çözüm projesi oy birliğiyle onaylandı. Herkes dağıldı. Şerbakov Meyram’ın yanında kaldı. Neşesi yerindeydi.

- Bak gördünüz mü? diyerek heyecanlı bir şekilde konuştu. Bugün akşamdan itibaren parti organizasyonumuz kendi hayatına başlıyor!

Meyram - Siz başlangıcın iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz diye kendi güçlerinden hala şüpheli bir şekilde sordu?

- Neresi kötü ki? Karargâh toplandı diyebiliriz... 30 tane komünistimiz var ve bu büyük bir güç. Ermek, Jumaniyaz, Janabıl. Temiz kalpli insanlar, onlara güvenmek mümkün.

- Peki ya Kozlov?

- Ooo! O çok tecrübeli bir adamdır! Eğer o: ben yapacağım derse yapar...

Sadece Karimbay bugün hoşuma gitmedi diye kızgınlıkla konuştu Meyram

- Ya bir fikri yok ya da söylemek istemiyor. Öyle ya da böyle kötü bir durum. Dün iki işçi tartıştıklarında oda onların yanında duruyordu ve hiçbir kelime etmedi. O da komünist ve üstelik köy heyetini başkanı. İnsanlar yumruklaşıyor o sanki ağzında su çalkalıyor. Kayıtsız!

Sergey Petroviç kafasını salladı ve fark edilir şekilde gülümsedi...

- Boşuna sinirleniyorsunuz. Daha yakından bakın. İnsanları kusurlarından dolayı kınamak kolay, tekrar eğitmek zor. Yeniden eğitmeyi öğrenin Meyram Omaroviç. Anladığım kadarıyla sizin en önemli göreviniz bu. Siz kendiniz de bugün bunu söylediniz.

Meyram sustu. Anlamak çok zordu. Bencilliğinden mi susmuştu yoksa Sergey Petroviç’in söylediklerini mi düşünüyordu. Şerbakov elini onun omzuna koydu ve konuşmaya başladı:

- Bak bugün biz az kalsın önemli bir şeyi daha unutacaktık. Eğitim hakkında her şey konuşuldu ama insanların eğlenmeleri hakkında bir şey düşünmedik. İnsanların eğlenmesi sakıncalı değildir.

Meyram şüpheyle- Ne yapılabilir bilmiyorum! dedi. Henüz ne sinema ne de tiyatromuz var.

- Peki ya amatör performanslar? Janabil’a söyleyin hemen şimdi tüm gençleri toplar...

Meyram biraz kızardı.

- Doğru ben tahmin etmedim. Tavsiyeniz için çok teşekkürler!

- Tamamen tavsiye. Öğretmek konusunda usta değilim ama tavsiye verebilirim. Lazım olduğunda hiç çekinmeden bana gelin.

Odadan çıktıklarında saatin okları geç vakti gösteriyordu. Meyram bir kez daha anlamış oldu, Sergey Petroviç’in öğretecek çok şeyleri vardı.


KISIM ON DÖRT


Gün rüzgârlı başlamıştı. Karaganda üzerinde siyah bir kömür perdesi asılıydı. Uzaktan sanki kara bir bulut gibi görünüyordu. Bazen rüzgâr sisi dağıttığında yüksek baca borusu ortaya çıkıp adeta "Bakın ben her zamanki gibi yerimdeyim" diyordu. Karaganda’nın ağaçsız tepelerinde kışın hep kar fırtınaları, yazın ise toz rüzgârları esiyordu.

Bugün toz şeridi uzağa Nura nehri tarafına doğru sürüklendi. Karavanlarla dolu yol boyunca sonsuz bir hendek vardı. Yanında ise toprağa taze ekilmiş sarı sorguçların olduğu- yeşil otlarla kaplı alan vardı.

Karaganda ve Nura nehri arasında 35 km mesafe vardı. Nura hem iş hem de nüfus için su ve elektrik temin etmeliydi. Nehirde enerji santrali kurmak için birkaç milyon metreküp su rezervli bir göl oluşturmak ve bir baraj inşa etme planı vardı.

Karagandalılar öncelikle en acil olan işten başladılar: Nura’dan ve May- Kuduk su kaynağından madene kadar olan su boru hattının döşenmesi için kanal açma işi. Gönüllü olarak cumartesi günleri çalışma yapılan kazı yerinden çıkan toz, nehir tarafına şerit halinde gidiyordu. Tüm hat madenci kazmasıyla, çapa ve kürekle kazıldı. İnsanlar su için yeni bir yol açtılar.

Ruslar, Ukraynalılar ve Tatarlar vardı. Çeşit çeşit elbiseler: ceketler, renkli gömlekler ve şapanlar; çeşit çeşit baş aksesuarları: şapkalar, kepler, kürklü şapkalar vardı. Havada birçok ulustan binlerce inanı birleştiren tek amacı sembolize eden kırmızı bayrak sallanıyordu. Bu insanların gücü, geniş bozkırın tarihi kaplamasını yırtmıştı.

Jaylaubay buraya kendi küçük yurtasını getirmiş ve onu tozdan daha uzağa, yeşil tepenin yamacına koymuştu. Birkaç inek ve buzağı, bir düzine koyun yurtanın yakınında taze yeşil çimenlerin üzerinde otlamaya geldiler. Jaylubay bir yandan kanal kazarken bir yandan da kendi küçük sürüsüne bakıyordu. Koyunların hendeğe yaklaştıklarını fark etti.

- Şiiişt diye bağırdı ve onları daha ileri sürerek kendi yerine dönüp çapa yapmaya koyuldu. Her sallamada Jaylaubay daha derine ulaşmaya çalıştı ama sert toprak direndi. Jaylaubay’ın işi yine de iyi gidiyordu. Çapayı alışılmış şekilde erkekçe tutmuyordu sanki. Onun toprak işlerinde becerisinin çok fazla olmadığı açık bir şekilde görülüyordu. Koyunlar tekrar hendeğe yaklaştılar. Jaylaubay şiiiit diye tekrar kovaladı onları.

Meyram ve Şerbakov hendek boyunca yollardan gittiler. Jaylaubay’ın huzursuz hareketleri uzaktan bile onların dikkatini çekmişti...

Bizim zavallı Jayleke[32] ikiye bölünmüş, koyunları mı kovacak, çapa mı vuracak bilmiyor diye ironik bir şekilde özetledi Meyram.

Ama iyi kalpli Jaylaubek’in yüzünde karmakarışık ruh halini görmek mümkün değildi. Şerbakov’u ve Meyram’ı en içten duygularla karşıladı...

- Oh ne güzel! İyi insanlar geldiği zaman iş iyi gider. Hadi yurtaya gidelim...

- Neden yurtaya?

Bu soru Jaylaubay’ı çok şaşırttı.

- Nasıl neden? Koyun keseceğim. Epeydir beklenen misafirlerim olacaksınız. Benim akrabam gelmiş, yanında da saygıdeğer bir bey...

Meyram onun cümlesini Şerbakov’a tercüme etti, o da gülmekten kendini alamadı.

- Nasıl yoğun bir iş var. Ama Jaylaubay misafir ağırlamaya kalkıyor.

- Ay- ay Jayleke diyerek sitemkâr bir şekilde konuştu Meyram- İş ne olacak?

- Boş verin! Buranın işi çok mu sanki. Bak ne kadar insan burada toplanmış! Hayatta misafirlere yapılmış ikramdan daha önemli bir şey yok.

Şerbakov ve Meyram koyuna itiraz ettiler, kımız içmeyi kabul ettiler: tüm günleri sıcağın altında, toz yutarak geçmişti...

Yurtanın girişinde Meyram’ın teyzesi Şeker, başörtüsünün üzerinde beyaz bir kunduk, elbisesi şalvarının içine basmış bir halde onları karşıladı. O, çalışmaktan güçlenmiş bir yapıya sahipti. Daha misafirler oturmadan çadırın ortasındaki ocağa üçayaklı demir askıyı koyup demir kazanı buna astı.

Jaylaubay şakayla karışık- Hiç zahmet etme. Jien[33] sanki yakın akraba mı? Şimdi gider. Kımız ver.

Şeker - Görünen o ki vakti yok dedi. Halk dilinde şöyle derler "Yeğen canavar da olsa akrabadır, boyun yağlıda olsa lezzetlidir".

- Onun boynu o kadar kaslı ki bıçağı orada bileyleyebilirsin. Nerede yağ bulacaksın? Etrafta ot yok toprak yalanmış gibi. Bizim yeğenin sığırı nereden olacak acaba?

Şeker - Her şey onun kafasında. Bana senin parlak alnına kurban olmak düşer diye kendi yeğeninden gurur duyarak konuştu.

Jaylaubay’ın tek kısrağından olan kımız oldukça sert ve lezzetli gelmişti. Misafirler içtiler ve mest oldular.

Meyram halasının halini hatırını sordu. Görünen o ki Jaylaubay daha bir işe girmemiş ve bu yüzden cumartesi çalışmalarına bile yurta ve hayvanlarıyla birlikte geliyordu.

- Siz Jayleke, buraya herkesten önce geldiniz, ama bu zamana kadar hālā çalışmıyorsunuz dedi Meyram.

- Evet, uygun bir iş bulamıyorum bir türlü. Sürüyü besleyecek bir şey yok, tüm yakın çayır ve meralar kapılmış. Biz halanla bir kaç saman demeti bulduk ama onu da biri alıp götürdü.

- Eee yapacaksınız? Yoksa geri mi döneceksiniz?

- Bir çıkış yolu bulunur...

Önleri kıştı. Jaylaubay’ın ne bir evi ne bir ahırı ne de sığırı için yem vardı. Ama o endişelenmiyordu.

Meyram - Neye güveniyorsunuz diye şaşkınlıkla sordu? Bakıyorum hiç endişelenmiyorsunuz bile!

Jaylubay her zamanki alışkanlığı olan bıyıklarını okşayarak sakince cevap verdi:

- Neden endişelenelim? Biz burada yalnız değiliz ki! Bak ne kadar kalabalık toplanmış. Herkes nasıl yaşayacaksa biz de öyle yaşayacağız.

Meyram - Görüyor musunuz benim nasıl bir amcam var! diyerek Şerbakov’a döndü. Bir hayli sakin. Üretimde faydası olacak mı?

Şerbakov - Hayır bence o zoru seven bir adam diye karşılık verdi. O sadece yeni hayatta kendine göre bir yer bulamamış. Meyram Omaroviç biz insanlara yeni yer bulmalarında yardımcı olmalıyız. Sanırım onu çiftlikte hayvanların bakımı veya tarım faaliyetlerinde görevlendirirsek o daha verimli olur. Amcan bizim ahırlarda çalışsın....

Meyram Şerbakov’la olan konuşmasını tercüme etti ve ekledi;

- Sanırım sizin için uygun yer bulundu.

Karısına döndü:

- Haklıydın! Bizim yeğenimiz akıllı bir yiğit...

Jaylaubay meraklanıp iş koşullarını sormaya kalkmadı, o mütevazı bir adamdı.

Misafirleri geçirirken ev sahipleri dışarı çıktı. Şeker Meyram’ı öbür tarafa döndürdü ve ona fısıldadı:

- Bizim komşumuz benim çok hoşuma gitti. Bize karşı nazik ve şefkatli. Ne düşünüyorsun? Ona iyice bir baksaydın. Neden sana gelin olmasın ki?

Jaylaubay ve Şeker Ardak’ın yaşadığı köye yerleştiler. Akrabalarına giderken Meyram iki kez Ardak’la karşılaştı, ama onunla yalnız konuşma şansı olmadı. Kız o zamandan beri yeni yerleşenlere karşı çok nazik yaklaşmış, onları çok iyi tanıdıkları biriymiş gibi kabul etti...

Teyzesi - İşte kesinlikle Ardak[34] diye övdü. Mütevazı, akıllı ama ne yazık ki hiçbir adım atmıyor. "İyi bir baba tarafından terbiye edilmiş bir oğul ok atmayı bilir, annesi tarafından iyi yetiştirilmiş bir kız ceket dikmeyi bilir" derler. Bu kız bunun örneği. Onu kaçırma canım.

Ardak’ın adı geçince Meyram’ı heyecan bastı, ama kendini tuttu ve şakayla karışık sordu:

- Peki, kızın kendisi ne düşünüyor biliyor musunuz?

- Eee! Karşı çıkmayacaktır.

- Daha burada yemek bile yemeden bana kız buldunuz diyerek şaka yaptı Meyram. Küçük faytona oturarak bu konu için daha erken hala dedi.

Hendek uzaktan bakıldığında ok gibi düz ve karınca sürüsüne benziyordu. Her tarafta iş kaynıyordu. Bir sürü insan hendeklerin içinde küreklerle çapalarla kazıyorlardı. Havada kesintisiz bir uğultu vardı. Uzun, Keralat tepesinin arkasına doğru kırmızı bayraklar havada dalgalanıyordu. Daha ileride toprak ve gökyüzünün birleştiği çizginin üstünde kara bulutlar vardı ve korkunç görünüyorlardı. Zamanla bu siyah kütle adeta ateşli bir kırbaç gibi şimşek çakıp gök gürültüsüne dönüşüyordu.

Meyram ve Şerbakov hendek boyunca gittiler. Erkeklerin içinde çalışan iki kadın gördüler.

Şerbakov - Bak kadınlar da işe çıkmış dedi.

Meyram - Kim bunlar böyle? Bir tahmin yürütemedi. Baksana onların çalışması kırlangıçların narin çırpınışını hatırlatıyor...

Meyram daha yakına gidince şaşkınlıkla öğrendi ki, o iki kadın Ardak ve Maypaydı... Onlar çapadan su toplamış avuçlarını sarıyorlardı.

- Merhaba! Siz de mi buradasınız?

- Eee tabi ki! Yoldaş Lenin bile cumartesi çalışmalarına bizzat katıldı diye cevap verdi Ardak.

- Bravo! Kendi kız arkadaşlarınıza örnek olun.

- Ne diyorsunuz! Bizim kendimizin örneğe ihtiyacı var.

Ardak Meyram’ın tam karşısında utanarak gözlerini hiç ona kaldırmadan durdu ama duraksamadan cevap verdi. İşten al al olmuş ve daha da güzelleşmişti. Meyram neden olduğunu bilmeden gülümsedi. Kalbindeki histen çok memnundu. İkisi de Şerbakov’un yanında Rusça konuştular ve Meyram Ardak’ın iyi derecede Rusça konuşmasından memnundu.

- Siz doğru bağlamıyorsunuz dedi sakince ve kızın elini tuttu.

Avucunun içi şişmiş ve sıyrıklar vardı. Meyramı merhamet ve şefkat duygusu kapladı: Ardak’ın güvenle elini tutması onun çok hoşuna gitmişti.

- Böyle bağlamak gerekli dedi. Böyle acımaz. Biraz dinlenin, şimdi çalışmayın. Ne yazık ki burada revir yapılmadı. Bunu Jumaniyaz’a hatırlatmak lazım.

- Hey neden tembeller gibi çalışıyorsunuz? Sizi kara tahtaya yazacağız! diyen Janabıl’ın sesi duyuldu. Belden yukarısı çıplak, saçları dağılmış, yüzü sararmış adeta burnu düşmüş gibiydi.

Ellerindeki sargıları değiştiren kızlar tekrar işe koyuldu.

Görünen bir yere biri kırmızı, biri siyah iki tane tahta koymuşlardı. Kırmız tahtada: uçak, tren ve kanatlı at resmi çizilmiş, siyah tahtada ise deve, öküz ve kaplumbağa çizilmişti. Bu tahtalar daha önce mekanik atölyesinin önünde duruyordu. Janabıl onları buraya getirmişti. Ateşli delikanlı yine kendine has abartılı davranışlarını burada da sergiledi. İnsanlar cumartesi çalışmasına gönüllü olarak gelmişlerdi. Çaba göstermemezlik yaparlarmıydı ? Eğer kişi tüm gücünü işe veriyorsa diğerlerinden geri gitse bile neden onu ayıplayıp kara tahtaya yazsınlardı ki ? Bu yetmezmiş gibi Janabıl kendi bölümünde çalışma kuralları da koymuştu...

Kızlara kazı işi zor gelmeye başlamıştı. Ardak birkaç kez daha çapa vurunca avuç içlerinde yine acı hissetmeye başladı ama çaktırmadı. Maypa’da göstermek istemedi ve kazmaya devam etti.

Meyram insanların önünde Janabıl’a insanları çok zorlamasından dolayı sitem etmedi. Tek başına konuşmanın daha doğru olduğunu düşündü. Ardak’a çapayı verin size yardım edeyim diye öneride bulundu.

Kız itiraz etmeden yerini ona verdi. Şerbakov da Maypa’nın çapasını aldı. İkisi de taze güçleriyle işe koyuldular ama alışkın olmadıkları için çabuk yorulup daha yavaş çapa vurmaya başladılar. Meyramın çalıştığı elinin içi kızardı.

Janabıl - Çekilin yoldaşlar ve şefler! dedi ve hendeğe girdi. Elleriniz çok beceriksiz ve hemen kabarcıklarla dolduruyorsunuz. Han kızları mısınız siz? Dördünüzün de gücü bitti.

O hızla kazdı. Hareketlerinde alışılmış ritim fark ediliyordu: yavaşça genç ve güçlü vücudu eğiliyor, kasları hareket ediyor ve saçları uçuşuyordu. O acele etmedi, heyecanlanmadı ama toprak onun darbelerine dayanamadı ve kolayca aşındı. Çalışırken kızlara şaka yapmaya devam etti:

- Daha bu yaşlarda yoruluyorsunuz, ileride ne olacak size?

Ardak - Ne kadar kötüsün dedi. Köyde de insanları cumartesi çalışmasına getirene kadar kimseye rahat vermedin.

- Hayır herkez değil. Otaganız gelmedi. Çok ağır bir taş galiba, ben onu kaldırmayı beceremedim.

Janabıl’ın sözleri Ardak’ın yaralı yerine dokundu. Her zamanki gibi babası ile ilgili olaylarda onun kalbi huzursuz oluyordu.

Kafasında, kızıyla iyi ilişkisi olan, konuşkan, maden işiyle övünen, insanların önünde kimseye diklenmeyen, suskun oturan bir baba kavramı vardı. Ama Ardak babasının hep değişeceğini ümit ediyordu. Janabıl’In lafına cevapsız kalmadı:

- Eğer babası gelmediyse kızı geldi. Eğer bu da yetmiyorsa bana bir tane daha kural koy!

Janabıl - İşte ben diyorum konuşma konusunda kimse sizinle tartışamaz. Kendi gücüyle nasıl övünüyor ama perişan avuç içlerini görmüyor dedi.

Meyram ve Şerbakov tahtalara doğru gittiler. Bu kısımda iş hızı oldukça yüksekti. İnsanlar kendileri için yüksek hedefler koymuşlardı ve birbirleriyle yarışıyorlardı. Janabıl herkesten öndeydi. Onun adı uçağın altında yazıyordu. Kızların adları ne kırmızı ne de siyah tahtada yazmıyordu.

Kızları azarlasa bile geride oldukları için üzülürler diye onların adını yazmadığını fark etmişti Meyram.

Şerbakov Meyram’a takılma şansını kaçırmadı:

- Şu karagözlü Ardak’ın avuç içindeki kabarcıkları gördüğünüzde siz de merhametten ağlamaya hazırdınız dedi.

Meyram - Ve sizde dayanamadınız Sergey Petroviç. Hemen çapayı aldınız Maypa’nın elinden dedi.

- Ee bunlar farklı şeyler! Benimki sadece baba ilgisi... Ama ciddi söylüyorum Meyram Omaroviç, sizin Ardakı gözünüzden kaçırmamanız lazım. Belli ki ilerleyen bir kız ve herkes görüyor.

Meyram - Onun babası biraz tuhaf dedi.

Şerbakov karşılık verdi:

- Janabıl’In hatalarını tekrarlamayın. Böyle detayları kurcalamayın. Unutmayın Sovyet Okulu bu kıza ailesinden daha çok şey verdi. Eğer onun babasının düzgün bir adam olmadığı ortaya çıkarsa bu kızı ondan koparmak için daha fazla çaba harcamak lazım. Düşünerek ekledi: Kapitalist bir kuşatma var. Ve şu an bu varken kalkınamayan iç düşmanlar kötü niyetlerini bırakmayacaklar. Dışarıdan bize tüm şekillerde haydut göndermeyi bırakmayacaklar diyerek sorgulu gözlerle arkadaşına baktı. Siz bunun için ne diyeceksiniz Meyram Omaroviç? dedi.

Meyram - Sizin haklı olduğunuzu söylüyorum diye cevap verdi. Uyanıklılığı elden bırakmamalıyız...

O konuşmayı kesti, Janabıl’ı çağırdı. Janabıl çağrılır çağrılmaz geldi.

- Biliyorum yeni bir görev vermek istiyorsunuz? diye sordu kötü Rusçasıyla

Meyram - Bildin diye cevap verdi. Senin bölümünde işler iyi gidiyor. Amatör etkinliklerle ilgili durum ne aşamada? Dinlenme zamanlarında insanların eğlenmelerinde bir mani yok.

- 3 kişi organize edildi.

- Kim onlar?

- Buradakiler. Ben, Ardak ve Maypa

- Çok az. Daha çok olmalıydı.

- İyice incelemeden herkesi almak olmaz, yoldaş sekreter. Bu grubun otoritesini azaltır.

Sergey Petroviç güldü.

- Ne diyorsun! Gruba gelmek isteyenlere anket doldurtup, otobiyografi yazdırıp, sonrada kökenlerini mi araştırıyorsun?

Janabıl bu sözlerin şaka mı yoksa ciddi olduğunu anlamadığından kafasını kaşıdı.

- Onların kökenlerini biliyorum. Ben onlara anket doldurtmadım. Kızlar çok iyi görüyorum. Ardak okuma yazma bilmeyenleri eğitmeyi kabul etti.

Sergey Petroviç - İşte bu bir başarı diye övündü. Onları komünist birliğine daha da yaklaştırır. Meyram’a yavaşça dokundu ve insanlara nasıl yaklaşmak gerekir anlıyor musunuz?

Hendek boyunca yürüdüler. Biraz sağdaki büyük yol her zamanki gibi at arabalarıyla doluydu. Orada yolun hendekle kesiştiği yerde kırmızı örtüden, üzerinde "Cumartesi çalışmasına katılın" yazısı olan bir afiş asılıydı.

Arabalar burada duruyor ve oradan her geçen kanalda bir metrede olsa kazmaya kendini borçlu hissediyordu.

Bir araba geldi. İçinde sekiz çocuk ve beyaz saçlı yaşlı bir adam oturuyordu. İneklerin arkasından bir bayan ve bir bay geliyordu. Çocuklar yazıyı okudular ve hemen toprağa atıldılar. İhtiyar düşünerek yavaşça indi, aksayarak diğerlerinin peşinden gitti. Ayaklarını zorlukla hareket ettirerek hendeğin kenarına yaklaştı ve iki elini de kaldırdı.

- Ooo! Gökyüzü dedi! İşçilerin dileklerini gerçekleştirelim. Bu topraklarda torunlarım mutlu olsunlar!

Bunu söyleyerek güç aldı eğildi, hendeğin dibinden bir kil parçası aldı ve dışarı attı.

İş tempolu bir şekilde gitti. Ama kazma, kürek ve çapa yetmemişti. Aletler bozulmuş ve körleşmişti. Tekniker Kozlov tüm demircileri ve tesisatçıları atölyesinden buraya getirdi. Metal çekiç sesleri duyuldu. Taşınabilir fırının yanında Kozlov sigarayla duruyordu. Şerbakov ona doğru gitti.

- Ne düşünüyorsun Boris Mihayloviç?

- Burada ne düşünmezsin ki! diye cevap verdi tekniker. Bir makine yüz kişinin yaptığı işi yapabilirdi.

- Doğru söylüyorsun. Ama insanların şevki makinenin gücünden daha fazladır. Makinaları da insanlar yaratıyor. O doğruldu, arabalarla dolu yola baktı. Bakın her yerden buraya kervanlar geliyor. Bunlar şimdilik sadece yakın köylerdeki insanlar. Demiryolu buraya geldiğinde bize tüm Kazakistan’dan ve diğer Cumhuriyetlerden işçiler gelecekler. Donbass dört yüz tane daha vasıflı madenci göndereceğinin sözünü verdi. Bizim yeni ve modern ekipmanlarımız olacaktır. Yoldaş Ordjonikidze şu adan itibaren direk hatla bizimle devamlı iletişimde olacak. Bugün ki cumartesi çalışmasından da haberi var...

Mekanik atölyesinin geniş omuzlu demircisi Koktayşina madenin önünde duruyor, çapa ve kazmaları bireyliyordu. Şerbakov’un sesini duyunca hızlandı ve bağırdı:

- Kımıldayın arkadaşlar! Kımıldayın!

Uzun bacaklarını sürterek Orlov geldi

Şerbakov onu görünce Kozlov’a sordu:

- Nasıl çalışıyor?

- Soğuk çalışıyor. İçi hemen çözülmüyor.

- Belki de tedirginlikten soğuk çalışıyordur. Kendi günahlarını unutamıyor olabilir? Onu ısıtmak lazım. Bu adam bize gerekli.

Arabalar diğer tarafta durdular. Orlov pelerinini iki yana açıp arabadan inerek, dikkatlice gözlüklerini sildi. Yavaşça geldi ve kibarca selamlaştı.

- İşler nasıl gidiyor AndreyAndreyeviç? diye sordu Şerbakov.

- Bu tempolarda bir haftada bitiririz.

- Siz sanki iki hafta diye hesaplamıştınız?

- Öyle! Ama çalışma temposu benim hesabı yendi.

- Öyleyse suyu kolaylaştırdık. Keşke su borularını çabuk getirselerdi. Ama bu da bizim için çok az. Karaganda hidro elektrik santrali Kargres bize su ve elektriği sağlayacaktır. Jeolog Çaykov’un hesabına göre Nura nehri su açısından bizim öngördüğümüzden daha zengin: onun ikinci bir yer altı yatağı daha olduğu ortaya çıktı. Nura nehrinde yapay bir göl oluşuyor. Ama o zamana kadar mevcut suyu mantıklı olarak kullanmak gerekiyor dedi ve kararsız bir şekilde Orlov kalktı.

Şerbakov canlandı:

- Dinliyorum dinliyorum devam edin!

Mühendis daha cesur konuştu:

- May-Kuduk su kaynağını kazanlar için kullanmak gerekiyor. Onun suyunda tuz az ve bu da tam kazana göre.

- Mantıklı bir öneri.

Ama May-Kunduk şu an ki durumuyla kazana yararlı olamaz. Ya gölet oluşturulması ya da çukur kazıp suyun depolanması gerekiyor.

Şerbakov - Bir doğru öneri daha! Peki, siz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? diyerek diğerlerine döndü.

Kozlov Orlov’un önerisini destekledi. Meyram hiçbir şey söyleyemedi: imalat bilgisi henüz zayıftı, kazanlardan da çok iyi anlamıyordu. O sadece gözlerini birinden diğerine çevirerek konuşmacıları izledi.

Şerbakov - Hadi gelin kaynağa gidip yerinde bakalım diye önerdi ve arabaya gitti.

Güneş tam tepedeydi. İşçiler kürekleri bırakıp yemeğe ve dinlenmeye gittiler. Ama Janabıl henüz dinlenmiyordu.

Şarkı dinlenecek, şarkı! diye bağırdı elini sallayarak.

Kalabalık toplandı. Janabıl paravanı getirdi, Ardak’a onun üzerine çıkması için yardım etti.

Sessiz olun! Şimdi Ardak şarkı söyleyecek.

Kız hiçbir zaman kalabalığa şarkı söylememişti. Heyecanlandı ve melodik sesi titredi.

Şerbakov atları dizginledi, şarkı bozkırda çimlerden yuvarlanarak gelen dalga dalga yayıldı.

SergeyPetroviç - Bozkırda halk müzikali! dedi ve dinledi. Kız güzel söylüyor!

Alkışlar koptu ve sesler yayıldı:

- Çok yaşa!

Bir daha bir daha!

Başarının cesaretiyle Ardak daha yüksek sesle, daha rahat söyledi ve sesi açıldı. Yorulmak bilmeyen güçlü madenciler hakkında şarkılar söyledi. İnsanlar paravanın önünde toplanarak Ardak’ı dinlediler.


KISIM ON BEŞ


İş halk tarafından yapıldığı zaman mucize oluyordu. Nura ve May-Kuduk arasındaki hendek bir haftada kazılmış ve işçiler şimdi önemli olan diğer işlere koyulmuşlardı...

Karaganda, yüksek tepenin kuzey bölgesindeki yamaçta konumlanmıştı. Köyler buradan başlıyor ve uzaklarda ki Kompayneskiy ve Ak Kuduk kasabalarına kadar uzanıyordu. Tepenin güney uzantısı Karaganda’dan May- Kuduk’a kadar tamamen dolmuştu. Çok sayıda çadır, batıda beyaz Marinovka tepesi civarında doğuda ise tepenin yamaçlarında yayılmıştı. Karaganda her taraftan çok sayıda işçi köyleriyle çevrelenmişti.

Artık ilginç ve güzel bir tablo görmek mümkündü. İnsanlar buralarda sert toprakları kazmışlardı. Daha önce göze çarpan temeli atılmış maden ve çukurlar, artık kazılmış topraklar arasından zor görülüyordu. Kazılmış yüzeyler, çok sayıda atın üzerinde koşturduğu kar yığınlarına benziyordu. İnsanlar bir yerde kendi yaşayacakları alanın düzenlemesini yapıyor, diğer tarafta toprak kazıyor başka bir tarafta ise çatıların üzerini toprakla kapatıyorlardı. Çoğu sığınak kazılmıştı, ama üzeri kapanmamıştı. Çünkü kereste yetmiyordu. Keresteyi demiryolu getirecekti. Herkes sabırsızlıkla "Ahh! ahh! Yolu bi yapsalardı" diyordu. Soğuk eylül akşamları dondurucu kış gecelerini hatırlatıyor bu nedenle insanlar acele ediyorlardı...

Bugün hava rüzgârsızdı. Kazılmış topraktan kalkan tozlar havalanmıyor, hızla çöküyordu. Açık bir gündü ama güneş çok ısıtmıyordu.

Meyram köylerin kenarından geçiyor, sığınakları kazan insanların yanında sık sık duruyor ve konuşuyordu. Artık herkes onu tanıyor, neredeyse her konuşmada bir şeylerin eksikliğinden şikâyet ediyorlardı. İşte bir işçi gurubu da orada duruyordu. Onların içinde beyaz tenli, parlak kahverengi gözlü bir bayan vardı.

Meyram - Evet! İşiniz yolunda gitsin dedi yaklaşarak.

Bayan ağzını açar açmaz daha ilk kelimesinde ona serzenişte bulundu:

- Bu ne kaynım[35]? Yoksa bizim için tuz bile temin etmek bu kadar mı zor? Bu obez yiğit nereye kayboldu? Sadece sözlerle bizi besledi ve gitti.

Obez yiğit dediği Karaganda’da bir kaç bakkal açarak geriye şehre dönen Mahmet’ti. Meyram, Mahmet’in yerine cevap vermek zorunda kaldı.

- Buraya ürünleri temin etmek çok zor. Sizin obez yiğit herhalde tedarik işini organize ediyor dedi.

Genç kadın gülerek - Ben başka bir şey duydum. Diyorlar ki o, nişan işini halletmeye gitmiş.

Bu sözler Meyram’ı ürküttü. Genç kadın ise sitemlerini dökmeye devam ediyordu.

- Siz hepiniz demiryolu yok diye söyleniyorsunuz. Yol ise Şokay’a kadar geldi. Şokay buradan bir kol mesafesinde. Eee! Oradan buraya ürün temin etmek bu kadar zor mu?

- Biz temin ediyoruz. Ama çekiş gücünde eksiğimiz var.

- Burada ki nüfusun birçoğunda hem at hem boğa var. Yahu! Halkı toplasanıza, onlara doğru düzgün bir şeyler anlatsanıza. Küçük bir ücret karşılığında bile herkes gider. Etrafta ne kadar çok sığır otluyor. Görmüyor musunuz!

Nasıl denir. Genç kadın Meyram’ı köşeye sıkıştırmıştı.

Onun kocası başka bir çeşit adamdı. O karısını ikna etmeye çalıştı.

- Ama yeter ya! Henüz yeni bir iş. Bir anda her şeyi getirmek çok zordur dedi.

Kadın hiçbir şey duymak istemiyordu:

- Sen benim ağzımı kapatma! Evde ağlayacağıma burada içimden geçenleri söylemem daha doğru olur. Ben şimdi her şeyi söyleyeceğim. Bize söz verilen inşaat kerestesi nerede? Orada, büroda oturup bizim her sorumuza "hayır" diyeceğinize araştırsanıza, arasanıza! Biz çalışmıyormuyuz? Elimizden gelen çabayı göstermiyormuyuz? diye bağırdı.

Meyram kadını sakinleştirmeye çalıştı - Her şey olacak, ama her şey. Yeter ki araba bulalım...

- Kendim bulurum. Kendi atımla her şeyi getireceğim. Evimi inşa etmek için gerekli malzemeyi getireceğim. Yeter ki bana kereste vermeleri için gerekli belgeyi verin.

- Sadece belge değil. Getirmeniz için para da vereceğiz.

- Hah! Eğer böyleyse herkes gider.

Meyram not defterine şunları yazdı: " Halkta at arabaları var. Şerbakov ile konuşmak"

Kışa doğru halka barınma yerleri sağlanma sorunu, kuruluş yöneticilerinin en büyük problemi olarak kalmıştı. Ama boşta ulaşım araçları yoktu. Şimdi bu genç kadınla konuştuktan sonra Meyram durumun eskisi gibi çaresiz olmadığını görmeye başladı. Kadına teşekkür etti:

- Vermiş olduğunuz akıl için size çok minnettarım. Adınızı öğrenebilir miyim?

- Adım Baljan. Bunu da yaz!

Genç kadın sözleriyle sert olduğu kadar, uzun siyah kirpiklerle çerçevelenmiş gözleriyle sıcacık gülümsüyordu. Bakışında ki ifade ise sanki "Hah! Korkuttum mu şimdi ben seni" der gibiydi.

İşçilerde kadını destekledi - Baljan doğru diyor. Eğer kuruluş taşıma işleminin bedelini öderse, at arabası olan herkes sadece kendisi için değil atı olmayanlara da her şeyi getirebilirler.

Meyram emin şekilde söz verdi - Ödeyecekler. Şimdi kuruluşumuz atları ve at arabalarını etraflarda ki kolhozlardan arıyor. Burada ki arabalardan vazgeçmenin bir anlamı yok. Sizin teklifiniz çok doğru. Atları olanlara söyleyin buraya gelsinler. Eğer arabaları bozuk veya arızalı ise kuruluşun atölyelerinde tamir edeceğiz dedi.

Sesler duyuldu:

- Ooo! Çok iyi olur. Benim arabalarımın lastikleri de çok eskimişti.

Tabi ki halkın yararına olan bu iş için herkes yardım etmedi. İnşaatta oluşmuş zorlukları, problemleri kullanarak bu zorluklardan kişisel fayda sağlamaya çalışan kişiler de vardı. Bu tür insanlara Karaganda’da alay ederek "Arbakeş" denirdi: Bunlar bir ayaklarını madene indirmiş ama diğer ayağı hala köyde olan insanlardı. Bu tür insanların henüz ayakları üzerinde duramayan üretimin yanında yaşamaları, onlar için çok faydalıydı. Onların hayvanlarına tarım vergisi uygulanmıyordu. Sütlerini fahiş fiyatlarla satabiliyor, atlarını taşıma işleri için kiraya veriyorlardı. Aynı zamanda bunlara onurlu bir unvan olan "işçi" adı da veriliyordu. Zamanla üretim gelişip ayakları üzerinde durduğu zaman onların kişisel gelirleri düşmeye başladıkça bu "işçilerden!" bazıları yeni inşaat bölgelerine gidiyorlardı.

Meyram dönüş yolunda bu insanlar hakkında şöyle düşündü "Bunların aklında çok kirlilik var. Neyse ki yavaş yavaş onu da temizleyeceğiz. Yeniden terbiye edeceğiz". Yol üstünde olduğundan merkezi su kulesine uğradı.

Artık "Gerbert" madeninden cameron yardımıyla suyu yukarıya pompalıyorlardı. Ama bu suyu sadece sığırlar için, çamaşır yıkamak için ve inşaatta teknik ihtiyaçlarda kullanılabilirdi. İçme suyu kuyulardan alınıyordu. Artık su ihtiyacı o kadar vahim değildi. Ama yine de Meyram su kulesinin yakınında her üç musluğun yanında büyük fıçılarla bekleyen birçok insan ve birçok sığır görmüştü. Bazıları sıraya girmeden öne geçmeye çalışıyordu. Burası her zaman çok gürültülüydü.

Meyram’ı karşılamak için sendikanın yöneticisi Jumaniyaz çıktı. Çok heyecanlıydı ve birine öfkeyle bağırdı:

Meyram - Sizi bu kadar sinirlendiren nedir diye sordu?

- Anlamıyorum ki. Bunlar işçi mi hayvan besicisi mi? Bütün gün hayvanlara su içiriyorlar. Bize işçi lazım işçi.

- İşçilere de sığır lazım.

- Onlara sığır lazımsa bu sığır için gerekli suyu kendileri bulsunlar.

- Onlar suyu nerede bulacaklar?

- İstedikleri yerden bulsunlar.

Meyram ikan etmeye çalışmak için - Kumeke! Haksızsınız. Çalışanların birçoğu için sığır çok büyük bir destektir. Biz gıdaları bazen zamanında getiremiyoruz. İşte bu sığırlar sayesinde bizim işçiler aç kalmıyor. Sığırı korumak lazım. Onların hayvanlarının zayıflamasını da önlemek iyi olur. Su kulesinde ki muslukların sayısını arttıralım ki kuyruklarda azalsın.

Jumadiyaz Ekibastuz taş kömürü ocaklarından çok eski bir işçiydi. İşi tahta kalaslardan destek karkası yapmaktı. Bu yüzden bu tür işlerde hem becerikliydi hem de tutumluydu. Mühendisler ve teknisyenlerin oturduğu barakaların yanından geçerken Jumaniyaz tekrar sinirlendi:

- İşte bakın! Diyorlar ki, inşaat için kereste yetmiyor. Tuvalet tuğladan yapılabilirdi. Buraya kullanılan ahşapla küçük bir evin çatısı yapılabilirdi. Orlov, bunu Orlov yaptı. Onun kalbi halk için çarpıyor mu hiç?

Meyram küçük şeyler için büyük bir kavga çıkmasını istemediğinden - Olabilir. Ama bu tuvalet Şerbakov’un talimatıyla inşa edildi, dedi.

Ama Jumaniyaz daha çok sinirlendi:

- Bu mal mülk Şerbakov’un değil, devletin. Ne hakla bu tür talimatlar verebiliyor. Şimdide işçilerin iş kıyafetlerini geciktirdi. Eğer Şerbakov böyle yapmaya devam ederse işçilerin sendikaları var ve iş kanunu var diye kendisini uyarmak gerekecek. Biz böyle ihlallere tahammül edemeyiz dedi.

Ama her zaman ki gibi bu seferde Jumaniyaz’ın sinirli hali çok uzun sürmedi. Hemen sakinleşti ve madene gitti.

Meyram büroya doğru gidiyordu. Burada Şerbakov ve bölge yürütme komitesinin başkanı Kanabek oturuyordu.

Şerbakov onu karşılayarak - Tam zamanında geldiniz Meyram Omaroviç dedi. Yoksa sizi aramaya çıkacaktık. İşte bölge sorumlusu. Bize çok nadir gelir ama geldimi de çok büyük hediyeler getirir dedi.

Meyram - Zaten böyle olmalı. Büyük adamın kucağı da geniş olmalıdır.

Kanabek - Yok yok! Siz kurnazlar beni pohpohlamayın diye cevap verdi ve alışkanlıkla yüksek sesle kahkaha attı. Size yüzümüzü nadiren gösterdiğimiz doğrudur. Ama biz dışarıdayken bile sizin ihtiyaçlarınızı hiç unutmuyoruz. Akmolinskten geliyorum. Alma-Ata da idim. Şimdi hem bölgede hem şehirde ki her konuşma Karaganda ile başlıyor. Eyalet size yedi doktor, beş öğretmen yolladı. Beş yüz işçiye ek olarak bölgemizin size farklı meslekten gönderdikleri bunlar. Demiryolunun inşasının hızlanması konusunda da acil önlemler aldık. Daha ne istiyorsunuz?

- Aynı şekilde devam!

- Daha da ekleyin!

Kanabek - Ohhoho! Ağızlarınızı nasıl da geniş açtınız dedi. Destek çiftlikleri organizasyonuna başlayın. Şimdilik size üç yüz sığır ve beş yüz hektarlık tarla veriliyor. Başlangıç için yeter değil mi?

Şerbakov göz kırparak - Eğer buna ilaveten iki sovhozluk arazide verirlerse o zaman yeter dedi.

Kanabek kafasını sallayarak:

- Böyle durumlarda ne denir biliyor musunuz: " Bana öz babamın verdiği çapa her vuruşta daha yükseğe çıkar" En yakın zamanda Karaganda ayrı kocaman bir şehir olacak. İşte o zaman korkarım ki siz Telman Bölgesiyle ilgili şöyle diyeceksiniz "Ana babanın evi sadece evlenene kadar evdir"

Daha çok konuştular: Gelecekteki sovhozlar ve destek çiftlikleri için yerler belirlediler. Bunların organizasyonuyla ilgili konuştular. Meyram işçilerden birçoğunun inşaat malzemelerini taşımak için kendi arabalarını vermeye hazır olduklarını söylediği zaman Şerbakov çocuklar gibi sevindi ve hemen ayağa fırladı:

- Sanki gökyüzünden yeni bir hediye kafama düştü! Acele edelim, acele! Siz bizim Meyram Omaroviç’e bakın. Bu kadar önemli bir haber getirmiş ve bunca zaman söylemeden bekliyor.

Sergey Petroviç çok canlı ve yerinde duramayan bir adamdı. Bütün duygularını açık ve gürültülü bir şekilde ortaya saçıyordu. Gönlü sanki dibi kumlu temiz şeffaf bir göl gibiydi. En derin yerlerinde bile her şey görünürdü. O, hiç zaman kaybetmeden arabaları kereste taşımaları için göndermeye hazırdı.

Kanabek nazikçe - Yaa! Bu işi öncelikle kayıt altına almak iyi olmaz mı? diye öneride bulundu. Yani gidenler arasında devlet kuruşunu sevenlerde olacak elbette ama bence köy komitesinin özel bir karar alması lazım. Bu kararla herkes kimde çekiş gücü varsa taşıma işlemine katılmak zorunda kalsın. Üstelik kuruluş taşıma işlemlerinin ücretlerini de onaylamalıdır.

Sergey Petroviç kabul ederek - Çok doğru! dedi.

Meyram bir isteğinden daha bahsetti:

- İşçilere sığırlarını kış mevsiminde beslemeleri için yardım etmemiz gerekir. Bizim kuruluşumuzun henüz böyle bir imkânı yok. Sizin bölgenizde ne kadar yem depolandı bu sene. Bizimle paylaşabilir misiniz diye sordu?

Kanabek ciddi ciddi düşündü. Karaganda günler geçtikçe daha da büyüyordu. Bölgeye daha çok, bazen beklenmedik ve acil talepler iletiyordu. Yerine getirilmese olmayacaktı. Sonuçta bu iş çok büyük bir devlet işi. Ama bazen bu talepler bir bölgenin gücünü aşıyordu.

Meyram - Biz size, siz toprağa bakıyorsunuz. Şimdi öyle mi oldu? diye sordu.

Kanabek biraz daha düşündükten sonra şöyle cevap verdi:

- İşte bende diyorum ki, siz beni sarp bir dağın kenarına götürüp bana "hadi çek" diyorsunuz. Peki! Çekmeye çalışacağız... Bu konunun iki çözüm yolu var diye düşünüyorum: Çekiş gücüne sahip işçiler kendileri için samanı kolhozlardan getirir. Atları olmayanlar ise kendi sığırlarını tüm kışı geçirene kadar kolhozların ahırlarına koyarlar. Tabi ki ikisi de ücretli olacak. Kolhozlar hayır demezler. Yem stokları fazlasıyla vardır. Bir kışı böyle idare edeceğiz dedi.

İşte bu karara vardılar. Ancak sohbet bitmemişti. Bir cümle başka bir cümle doğuruyor, bir çözülmüş sorunun arkasından yeni sorunlar çıkıyordu. Ama üçü sohbete devam ettikçe Karaganda’nın ne kadar durdurulamayacak şekilde büyüyeceği ve gelişeceği açık ve net olarak görülüyordu.


KISIM ON ALTI


İşten dönen Andrey Andreyeviç Orlov, kalın çantasını masanın üzerine bıraktı ve odada bir ileri bir geri yürümeye başladı. Uzun, zayıf ve biraz kambur vücudu hala sağlamdı. Saçları seyrekleşmiş ancak henüz kel görünmüyordu. Aşağı yukarı yürürken Orlov kāh gözlüklerini çıkarıp siliyor, kāh sivri sakalını çekiştiriyordu. Başmühendisin her hareketi, onun içinde bulunduğu derin dehşetini anlatıyor, sık sık ve derinden nefes alıp veriyordu. Ona adeta hava yetmiyordu.

Onun bu endişesi, bugün gerçekleşen hoş olmayan bir durumdan kaynaklanıyordu. Madende çökme meydana gelmiş ve bir işçi yaralanmıştı. Acemi madenciler paniğe kapılmış ve galeride bir süre iş durmuştu.

- Lanet olası maden, yüzeye çıkalım! diye endişeli sesler duymuştu.

Yaralanan işçinin etrafı çevrelenmiş, çığlıklar duyuluyordu "Ah canım benim"

Orlov’u sadece bu ağır durum mahzunlaştırmamıştı. O, birde Jumaniyaz’ın ona attığı şüpheli bakışı ve onun sözlerini hatırladı:

- Kimin suçu? Merhametsizce yargılayacağız!

Mühendisin rahatsız olma sebepleri ciddiydi.

O, daha kısa bir zaman önce yargılanmıştı ve denetimli tahliyede gibiydi. Dürüstlüğüyle son suçunu telafi etmeye çalışmıştı ama yine de arkadaşları ve işçiler ona şüpheyle bakıyorlardı. O, şimdi çaresizlik içindeydi. "Nasılsa bana inanmazlar"

Beklenmedik bir şekilde kapı çaldı.

Orlov - Girin dedi huzursuzca. Kalbi çarpıyordu ve yüzü bembeyazdı.

Alibek girdi ve iyi bir arkadaş gibi:

- Merhaba Andrey Andreyeviç! dedi ve elini uzattı. Ben Alibek Mırzabekov. İşinize göre kötü yaşıyorsunuz. Daha iyi yaşayabilirdiniz.

Orlov’un anlamasına fırsat vermeden otoriter bir şekilde devam etti:

- Zamanımız az. Ayrıntılara girmeden konuşalım. Muhtemelen merak ediyorsunuz? Kim size böyle kabaca geldi diye? Bende sizin gibi iyileşmeyen yarası olan biriyim. Bu yarayı iyileştirmek için bir çare var mı? Bir zamanlar bozkırda ölümsüz bir ağaç gibiydim. Rüzgâr devirdi ve kırdı. Ben ayağa kalkabilir miyim? Sustu. Kurnazlık yapma konusunda usta değilim. Açık açık konuşalım. Benim buraya sadece teselli aramaya geldiğimi düşünmeyin.

Orlov ilk sözlerini bu kadar açıklıkla ortaya döken Alibek’e şaşkınlık ve korku içinde baktı.

Kendinden emin oluşu, temiz Rusça telaffuzu, eğitimli adam imajı veren konuşma figürleri onu şaşırtmış, daha çok panikletmişti. Orlov’da paranoya şeklinde şüphecilik hastalığı vardı. Buraya onunla beraber gelen eski mühendislere bile şüpheyle yanaşmıştı. Her adım onda hile ve tuzak düşüncelerini uyandırıyordu. "Maden enkazı" onu sarsmış, tüm bakış acısı ve inancını yıkmış, geçmişi tekrar düşünmesine sebep olmuştu. Eski uzmanlara yaklaşmaya korkmuş, yalnız ve içine kapanık yaşamıştı.

Uzun bir sessizlikten sonra Orlov - Beni nereden tanıyorsunuz? diye nihayet sordu.

Alibek biraz sırıtarak - Maden işinde olduğunuzu biliyorum. Sizi burada yer altında çok sık gördüm. Siz fark edilir birisiniz dedi.

- Sizde madende mi çalışıyorsunuz?

- Evet. Şimdi her şeyi madencinin kazması çözüyor. Ben de bu aleti kullandım.

AndreyAndreyeviç gözlerini tekrar misafire dikti. Alibek’in sert ve küstah görünümü onu korkutmuştu: "Eğer bu düzgün eller bir zamanlar kazma tuttuysa, bu adam her şeyi yapabilir. Bugün tatlı olup yarın zehrini akıtabilir" diye düşündü Orlov.

Kendine hâkim olmaya çalışarak – Siz benim geçmişimi biliyorsunuz ama şu anı bilmiyorsunuz’ dedi ve cebinden sigara paketini çıkardı.

Alibek ikram edilen sigarayı reddetti. Mühendis sigarasından birkaç kez çekerek tekrar konuşmaya başladı:

- Şimdi ben yeni bir hayat inşa eden adamlarla gidiyorum. Başka yol yok. Eski yağmacılar kendilerini harap ettiler. Siz kendi kazmanızla bin kazmanın karşısında ne yapabilirsiniz bilmiyorum? Bu yerin altında milyarlarca ton kömür yatıyor. Ve onlarca bin kişi ortak bir yarar için derin madenlerden kömür çıkarmak amacıyla yola çıktılar. Amaçlarına ulaşacaklarından hiç şüphem yok. İnsanlar gönüllü olarak kendi istekleriyle, ekipman olmadan ücretsiz çalıştılar ve cumartesi çalışmalarında mucizeler yarattılar. Kış bile onları tehdit etti. Şimdi onlar ortak güçleriyle bu tehditleri ortadan kaldırıyorlar. Bu insanların karşısında ne durabilir ki? Hele de bu insanlar makinaları aldıklarında ve onları kullanmayı öğrendiklerinde karşılarında ne durabilir ki?

Alibek - Sizin dikkatiniz hoşuma gitti dedi kocaman gülümseyerek ve dişlerini göstererek — Sizi anlıyorum. Beni de sahip olduğum birçok şeyden mahrum ettiler. Eski hayatımdan bana sadece bir tek kızım kaldı. Ama kızımı koruyorum, korumamak olmaz. Halk bizden uzaklaştı. Siz doğru söylüyorsunuz, bin kazma bir kazmadan daha güçlü. Ama unutmayın bin kazmayla yaptıklarını bir kazmayla yıkmak mümkün. Mesela bugün madendeki çökme. Size samimiyetimi kanıtlamak için daha fazlasını söyleyeceğim. Bu çökmeyi kimin yaptığını biliyorum. Şimdi bana güveniyor musunuz?..

Andrey Andreyeviç hızlı ve tereddütlü bir şekilde konuştu:

- Maden çökmedi, hayır. Siz çökerttiniz. Evet, ve başkalarına yüklüyorsunuz. Bu delilik! Ahşap mermiyle çelik zırha vurmak istiyorsunuz...

Alibek - Durun! diye soğukkanlılıkla onu durdurdu.— Ya siz bana hala inanmıyorsunuz ya da çok korktunuz. Her neyse ben geri adım atmayacağım. Kim artık soyunduysa sudan korkmamalı. Yaygara yapmayın ve böyle bağırmayın.

- Ben gerçeği söyledim gerçeği!

- Hayır. Gerçek sizin geçmişiniz. İki kez doğup, iki kez ölünmüyor. Bizim gerçeğimiz sadece bir tane. Ben size açıldım ve bana yalan söylemenizi istemiyorum. Siz bana çıldırdığımı söylediniz. Bu tam olarak öyle değil. Yavrusunu kaybeden kurdun annesi köyün en ortasında ki koyun sürüsüne cesaretle saldırır. Eli bağlı bir hırsız ise yatarak yemek yemek zorunda. Eğer onlar kendilerini kurtarmazsa ne kurtu ve ne de hırsıza kimse acımaz. Biz de böyleyiz. Bizi ne kadar köşeye sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar dünya büyük. Bu dünyada hem korkak tavşanlar ve hem de zehirli akrepler birlikte yaşayabilirler. Eğer son umudumu kaybetseydim ben de akrep gibi kendimi zehirlerdim. Ama hala umut var. Umutsuzluğa kapılmayacağız. Benim hemşerilerimin tavırlarına aldırış etmeyin. Ben onları sizden daha iyi tanıyorum. Daha derinlere bakmanız lazım. Burada isli, keçeli yurtalarıyla toplanmış köy halkı sadece birlik sloganlarını dinlemiyorlar. Kabilenin kalıntılarını anıyorlar, cehalet ve batıl inançla dolular. Bir de buna etnik çekişmeyi, üretimde ki sürekli sorunları ekleyin. Bu halk ayak takımı. Yoksa bunu gerçekten görmüyor musunuz? Eğer sizde çakmak taşından bir parça kaldıysa şimdi ateş yakmanın tam zamanıdır. Tabi ki bu bizim kırılmış omurgamızı düzeltmez. Asıl şifacımız yurt dışında. Onun keskin gözleri bizi izliyor. Sabredin gelecek. İlk yarada teslim olmaktansa son çabayı göstermek daha iyidir. Burada başlayan durumu sarsmayı becerebilirsek bu bir zafer olacak.

AndreyAndreyeviç susmaya devam etti. Kendini sarhoş gibi hissediyordu: Başı dumanlı, kafası karışıktı. Alibek’in yeni hayat kuran herkese zehrini akıtmaya hazır olduğuna şimdi ikna olmuştu. Orlov’da zamanında böyle insanlarla aynıydı. Ne oldu? Ruhunda zor bir mücadele oldu ve sağduyu tarafına geçti.

Başını çevirerek - Bana ajitasyon yapmana gerek yok dedi sertçe. Sizin inandığınız yurt dışındaki şifacıların ilaçlarını biliyorum. Onlar doktor değil, şifacı. Ama sizin ayak takımı dediğiniz insanlar- büyük bir güç. Onlara tüm ülke yardım ediyor. Donbass buraya en iyi işçilerini gönderdi ve göndermeye devam edecek. Siz kaybettiğiniz şeyleri geri almak için uğraşırken neredeyse kendimi öldürüyordum. Artık karar verdim, topallayarak da olsa halkla gideceğim. Kendi yaralı sırtımı daha sıkı sarmaya çalışacağım. Bu benim net kararım. Bu yüzden hesaplarınıza beni dahil etmeyin.

Alibek Orlov’dan hiçbir şey alamayacağını anlamaya başlamıştı. Onun küçük derin gözleri sabit bir şekilde mühendise bakıyordu. Yüzü koyu mor bir renk almış, sözleri yakıcıydı:

- Tabi ki tazıyı hızlı koşmak zorunda bırakırlarsa, tilkileri avlayamaz. Nasıl isterseniz. Aslında siz günahlarınızı çok çalışarak örtebileceğinizi aklınıza bile getirmeyin. Eğer çökmeyi başka biri yaptıysa bile onu sizin teşvik ettiğinizi kanıtlayabilirim. Anladınız mı? Alibek kalktı tabureyi gıcırdattı, şimdi benim aleyhime ifade verin bakalım! dedi ve kapıyı bütün gücüyle çarparak çıktı!

İçinde şiddetli bir öfke fırtınası vardı. Oysa kısa bir süre önce bin kişi onun önünde uysalca eğiliyor ve hamallık yapıyordu. Bu insanlar onu devirip iktidarını, topraklarını elinden almışlar ve Alibek için anlaşılmaz, nefret uyandıran sosyalizmin inşası dedikleri işe koyulmuşlardı. Bu insanların her kelimesi Alibek’in kalbini deliyor, işleriyle kaldırdıkları her toz adeta bir alev gibi yakıyordu. Ama o, Orlov’a geldiğinde kendi "gerçeğinden" duyduğu güveni kaybetmemişti. Önceden her şeyi ölçüp tartmıştı ve odadan çıkarken hata yaptığı aklının ucuna bile gelmedi. O emindi "Mühendis gerçeği dile getirmeye cesaret edemez".

Alibek su pompasına gitti. Karanlık çökmüştü ama su pompasının etrafındaki hareket devam ediyor ve sesler duyuluyordu:

- Bugün kim yaralandı?

- Hareketli genç kadının uysal kocasını biliyor musun? İşte o zavallı.

- Canlı genç bayan?

- Hatırlıyor musun parti sekreterini köşeye sıkıştırmıştı? Adı neydi? Evet Baljan!

- Madende maaş iyi olsa bile çalışmak tehlikeli. Yeraltından çıkmayı isteyeceğim.

- Evet, artık çoğu kişi düşünüyor...

Alibek bu konuşmaları dinledi ve çöküntünün işçilerde bıraktığı izlenimi anlamaya çalıştı. Ve aynı zamanda düşündü "Gerbet"te suyun çıktığı yerde bir şeyler "denemek" mümkün olabilir miydi? Ama bu madene iniş taş binanın içinde bulunuyordu ve çilingir Lapşin ise kapıyı her zaman iyi kilitlerdi.

- Hey yol verin- diye sarhoş bir ses duyuldu.

Bir inşaattan diğerine geçen avare, zorba ve kabadayı Bondarenko geldi. Genç bir boğa gibi boynuzları üzerine kaldıracak birilerini ararken insanlara kırıcı sözler söylüyordu.

Su pompasından kendi kısrağının yularından tutup giden Jumabay geçti. Alibek onu tanıdı ve seslendi:

- Ne oldu? Sen bugün kısrağını geç mi suluyorsun?

- Geciktim. Bugün siz çıktıktan sonra usta Seytkali hepimizi topladı ve çökmeden sonra oluşan hasarı düzeltmeye götürdü.

- Eee! Nasıl düzelttiniz mi?

- Tanrı’nın hikmeti işte. Böyle durumlarda insan özel bir güç alıyor. Zor bir iş olmasına rağmen hızla düzelttik. Jumaniyaz bizi yönetiyordu. Onun işçilerden olduğu hemen belli oluyordu. O hem kazmayı hem de baltayı iyi kullanıyordu.

- Muhtemelen her zamanki gibi kızmıştır?

- Şu beyaz saçlı mühendis biraz kızdı: Kendi görmüyor, diğerlerine öğretmiyor. Jumaniyaz bize destekleri nasıl koyacağımızı, nasıl ayarlamamız gerektiğini, tavanda sıkı durup durmayacağını nasıl kontrol edeceğimizi gösterdi. Aslında o kadar da zor değilmiş. Biz daha önce bunu nasıl bilemedik? Şimdi artık kaçırmayız.

- Bizden ne isteyebilirler? Biz yeni işçileriz. Yanılabiliriz.

Görünen o ki Bondarenko su pompasında olay çıkaramadı ve şimdi Alibek ve Jumabay’a doğru geliyordu. Onunla takışmak gereksizdi, bu besbelliydi. En iyisi oradan ayrılmaktı.

Ama Alibek inadına Bondarenko duysun diye Rusça ve yüksek sesle bağırdı: - Sarhoş!

Bonderanko’ya da bu kadarı yeterliydi. Küfürle cevap verdi.

Alibek - Tuh! Ne yazık ki yaşım müsait değil. İnsanlara karşı kendimi rezil etmek istemiyorum. Yoksa ben ona gününü gösterirdim, işte susuyorum dedi.

Her zaman kuzu gibi sessiz olan Jumabay bu sefer Bonderanko’ya çıkıştı:

- Hey neden hakaret ediyorsun? Nasıl sözler bunlar?..

Bondarenko Jumabay’a tokat attı ve kaçtı.

Alibek onun yanında durdu ve onu azarladı:

- Neden ona uyuyorsun? Neden skandal yaratıyorsun?

Jumabay mahcup bir şekilde cevap verdi

– Neden uydum ben de bilmiyorum.


KISIM ON YEDİ


Jumabay onu Bonderanko ile kavga etmeye Alibek’in ittiğini anlamamıştı. Bondarenko’da bu olayın kendisine nasıl sonuçlar getireceğini görememişti. Ertesi gün olay tüm çevreye yayıldı. Janabıl olayı Jumabay’dan öğrenip o akşam Meyram’a anlattı ve o da Jumaniyazı çağırdı.

Mekanik atölyede mesai bitmiş ama kimse ayrılmamıştı. Az sonra yoldaş mahkemesi başlayacaktı.

Atölye madenin eski makina odasında yerleştirilmişti. Şimdi duvar boyunca kalın tahtalardan tesisat tezgâhları vardı. Kenarlarda mengeneler tutturulmuştu.

Binanın ortasında dağınık halde cameronlar, dinamo makinaları ve farklı mekanizma parçaları duruyordu. İşçiler bu makinalarda ve masalarda oturuyorlardı. Hepsinin üzerinde iş tulumları vardı ve kimse yıkanmaya bile yetişememişti. Gaz lambasının loş ışığında isli yüzlerinde beyaz gözleri parlıyordu.

Kırmızı bir örtüyle kaplı masada üç kişi oturuyordu: ortada yoldaş mahkemesi başkanı çilingir Lapşin, onun sağında mahkeme üyesi Janabıl, solunda ise ihtiyar Anton Levçenko oturuyorlardı.

Bondarenko şapkasız masanın önünde duruyordu. Soruşturma detaylı bir şekilde yapılıyor, suçlanan kişi zaman zaman eliyle alnındaki teri siliyordu.

- Yoldaş Bondarenko diye hitap etti ona Lapşin. Dün siz yoldaş Jumabay’a vurmuşsunuz. Mahkemeye sebebini açıklayın!

- O bana vurmak istedi diye homurdandı Bondarenko.

Jumabay - Tanrı korusun! diye yerinden sıçrayarak cevap verdi ve ekledi. Bu tamamen yalan. Hayatımda kimseye elimi kaldırmadım. Hatta kendi eşimi bile elimde ki kırbacı kaldırarak korkutmadım.

Salonda gülme sesleri duyuldu. Bu sözlerle Jumabay her şeyi anlattı. Olayın tek şahidi Alibek hasta olduğu için mahkemede bulunmamıştı. Fakat orada bulunanlar haklı tarafın Jumabay olduğunu anlamışlardı. Bondarenko’ya atölyenin her köşesinden gelen sorulara izahat vermek düştü.

Jumabay kendisine göre önemsiz böyle bir olayın, geniş ve ciddi bir tartışma konusu haline geleceğini beklemiyordu. Hatta buraya istemeden Janabıl’ın uzun ısrarları sonucunda çıkmıştı. Şimdi ise olay ciddileşmişti ve herkesin onun tarafında olduğunu fark etmiş ve bu durumdan gurur duyuyordu. Kavgacı Bondarenko içinse mahkemede ki durum içi karartıcı şekilde devam ediyordu. Özellikle mahkeme başkanı Lapşın ısrarla onun üstüne gidiyordu:

- Yoldaş Bondarenko çalışma deneyiminiz ne kadar?

- Yedi yıl.

- Benim on yedi yıl ve iş yerinde bir kez bile arkadaşıma el kaldırmadım. Siz hangi tesislerde çalıştınız?

- Yedi- sekiz şehirde çalıştım.

- Ben Donbass’ta sürekli aynı yerde çalıştım. Siz fazla içiyorsunuz. Ne kadar kazanıyorsunuz?

- Altı yüz-yedi yüze kadar çıkıyorum.

- Ben 1000 rubleden daha fazla kazanıyorum ama hiçbir zaman aklımı kaybedecek kadar içmedim ve kimseyle kavga etmedim. Proleter davranıştan ne anlıyorsunuz?

Bondarenko cevap verecek bir şey bulamadı, kabadayı halleri nereye kaybolmuştu! Lapşin yumuşak sesle konuşuyordu ama her kelimesi balta gibi sertti.

Oturanların bulunduğu yerlerden sesler gelmeye başladı:

- Tembel bu Bondarenko!

- Sarhoş!

Yarı karanlık odadan gelen bu ses git gide güçleniyor ve artık baharın azgın nehri ve rüzgârlı bir geceye benziyordu. Lapşin insanları sakinleştirmek için ağır elini kaldırdı...

Daha ileride köşede oturan birisi Lapşin’i yanlış anlamıştı.

- Yahu neden bu kadar gürlediniz? Onun gözüne vurmadı ki!

- Kim bu sesi çıkaran? diye sertçe sordu Lapşin. Yerinden kalktı ve köşeye baktı. Konuşmak istiyorsan masanın önüne çık ta seni görelim.

Bondarenko’nun koruyucusu çıkmaya cüret edemedi. Herkes gözleriyle o kişi aramak için düşmanca arkasına döndü.

Beyaz saçlı, kırışık yüzlü, sakalları tütün dumanından sararmış tesisatçı dede İvan Potapov kalktı. İhtiyar toplantılara nadiren katılırdı. Konuşmayı hiç sevmezdi. Yavaşça masaya doğru yaklaştı.

Yorgun, yaşlı gözleriyle Bondarenko’ya baktı ve işaret parmağını kaldırdı:

- Sen baksana genç! Neden Jumabay’a dokundun? Ben tüm hayatımı burada Karaganda’da Kazakların arasında geçirdim. Beni kimse serçe parmağıyla bile tehdit etmedi. Ben Nemkov’da, Ryazanov’ta İngilizlerle çalıştım, aç yaşadım. Çok sıkıştığımda köye gidip orada tıka basa yerdim. Burada merhametli ve cömert insanlar yaşıyor. Kaljan rahmetli tamır yani bizde sonsuza dek dostum demek, oğlu doğduğunda beni davet etti ve bana düve hediye etti. Bu çok uzun zaman önceydi ama bunu hiçbir zaman unutamam. Bu düvenin torunları da bende, soyları devam ediyor. Samanlarını da Kazaklardan aldım her zaman... Ve çalışırken senden hiçbir farkları yok kardeşim. Kazıcılar Karimjan, Smayl, Jarmagambet, Ermek, Span Donbass madencilerine eşit seviyede değiller mi? Onların yumrukları senden daha güçlü. Zamanında İngiliz Hall’u ve çavuş Kudrin’i yendiler. İnsanların onuruna dokunma.

Bizim ortak dostluğumuz, halkın onurudur. Halkın ekmeğine, tuzuna tükürme. Lanetleneceksin! Eski karanlığı geride bırakmak gerek. Karaganda’da çok fazla kavga oldu. İngilizler, taşeronlar, tüccarlar senin gibi gençleri içirip birbirlerine düşürüp kavgayı izlerlerdi. Zaman geri gelmez. Seni kim doldurdu Bondarenko? Bize gerçeği söyle belki Jumabay seni affeder. Ve bizde o zaman seni affederiz.

İvan amca son olarak elini salladı ve yerine oturdu.

Başkan - Başka kim konuşacak? diye sordu.

Bu mahkemede ne savcı vardı ne de avukat. Bu yoldaş işçilerin mahkemesiydi. Olayı birlikte çözüyorlardı. Mahkeme ortak geleneklere, işçilerin sınıf bilincine dayanıyordu. Bonderanko’da bu durum büyük bir etki bırakmıştı. Sanki onu halk mahkemesinde yargılıyorlardı. Başta konuşanlara dik dik bakıyordu. Ama kimse ona karşı geri adım atmadı. Herkes onu kınıyordu. Son umudu mahkeme üyesi olan çilingir komşusu Anton Levçenkoydu. Ve Anton söz alıp konuştu ve Bondarenko biraz kendini toparladı;

Anton- Ancak şu an komşumu tanıdım diye gözlerini kırpıp boynunu çevirme alışkanlığıyla söze başladı. Ona bakmak midemi bulandırdı. Bu hakaret kelimelerini neden kullandı? Sanırım ağaların tahriğine kapılmıştı. Onlar etnik çatışmaları ateşlemeye çalışıyordu ve bu genç adam onlara uymuştu. "Bondarenko" dinle! Şu an karar ver, bizimle mi kalacaksın yoksa ağaların peşinde mi gideceksin? Hayır, bana öyle bakma. Beraber çalışıyoruz, arkadaş gibiydik ama senin bu serseriliğin bizim dostluğumuzun sonu...

Anton’un her kelimesi Bondarenko’ya iğne gibi işledi. Başı öne eğik omuzları düşmüş bir halde durdu. Ama hala "hata yaptım, affedin" demekten çok uzaktı. Oysa işçiler ondan özellikle bunu beklemişlerdi.

Mekanikçi Kozlov söz aldı. Akıllı ihtiyar mahkemenin gidişatını dikkatle izleyerek o zamana kadar susup oturmuştu. Yavaşça sanığa mahkemenin gerçek anlamını açıkladı.

- Bu toplantı işçilerin kendi vicdanlarının mahkemesidir. Başka hiç kimse buna müdahale edemez. Bende işçilerdenim ve aça şimdi yöneticilerden biri olarak kendi görüşümü bildirmek istiyorum. Yoldaş mahkemesi normal mahkemeler gibi kanunlara göre yargılamaz ve onun görüşünü herkes kabul edecektir. Mahkeme kararımız sadece yöneticileri değil halk mahkemesini de sayıyor. Yoldaş mahkemesi ne diyor? Bondarenko’yu daha alt bir göreve alıp, ihtar vermek ya da kovup savcıya vermek - Ben her fikri onaylıyorum. Eğer Bondarenko samimiyetle kendi suçunu kabul ederse ve mahkeme ailevi durumunu göz önüne alıp burada ki kararı yeterli olarak kabul edip cezasında olası bir indirim yaparsa bunu da onaylarım.

Lapşin -Sanık hala kendi fikrinde ısrar ediyor. Belki de daha ciddi bir şey yapmak gerekiyor dedi ve Bondarenko’ya döndü:

- Söyleyin belki de sizi birisi zorladı?

Bondarenko, gösterecek birini arar gibi etrafına bakındı. Kimseyi göstermedi. Birden gözyaşlarına boğuldu.

- Benden daha ne istiyorlar? Bu utanç yetmez mi? Eğer bir daha böyle bir şey yaparsam beni sert bir şekilde cezalandırın. Üç küçük çocuğum var. Acıyın bana! Jumabay vurduğum için özür dilerim. Jumabay’a doğru gitti başını önüne eğdi.

Jumabay atıldı, onunda gözlerinden yaşlar geliyordu. Aceleyle konuştu:

-Tamam affediyorum. Mahkemenin gidişatından memnumum. Bu niye ağlıyor? Ağlaması kemiklerime kadar işledi. Ah Tanrı aşkına! Ne olur onu affedin!

Lapşin suçla ilgili bir fikir yürütmeden:

- Haddinden fazla yumuşaklık yarar getirmez. Herkes Jumabay’ın kendi inisiyatifiyle Bonderanko ile muhatap olmayacağını bilir. Bondarenko’da her ne kadar korkutmayı sevse de vurmazdı. En iyisi gerçeği söyleyin. Sizi kavga etmeye bir ağa mı itti?

Jumabay - Hiçbir zaman beylerle ve ağalarla işim olmadı diye heyecanlandı. Öyle deme canım, öyle deme! O henüz daha asıl suçlunun Alibek olduğunun farkına varmamıştı.

Lapşin mahkeme üyeleriyle istişare yaptı ve kararı açıkladı:

Mahkeme, Bondarenko’nun bu ayıbını görmezden gelemez. Mahkemenin kararı, tüm topluluğun kararıdır. Biz Karaganda’da kavga için değil büyük ortak bir iş için toplandık. Mahkeme mağdurun ricası ve sanığın pişmanlığını dikkate aldı ama Bondarenko’ya ihtar verilmesini ve sözlerinin samimiyetini ispat edene kadar şimdiki görevinden bir alt kademeye verilmesini yönetimden istemeye karar vermiştir. Bu karar yarından itibaren geçerli olacaktır.

İnsanlar kendi aralarında yüksek sesle konuşarak dağıldılar. Herkes yoldaş mahkemesinin kararını onaylıyordu.


KISIM ON SEKİZ


Sarı kil yığınları, toprak için kazılan çukurlar her yerden görünüyordu. Hafriyat kulübeleri ve gri barakalar artmış, köyler büyümüştü. Artık otlayan develer, atlar ve boğalar görünmüyordu: Tüm çekici kaynaklar iş için tayin edilmişti. Şokay’dan inşaat malzemesi getiren yük araçları sürekli olarak yolda seyir halindelerdi.

Son zamanlarda Karaganda bayram görüntüsünde gibiydi. Her yerde sloganlarla dolu renkli pankartlar göze çarpıyordu. Yurtalarda, kulübelerin alçak duvarlarında, taş evlerin duvarlarında "Kahrolsun cehalet" "Sosyalizm ve kültürsüzlük bağdaştırılamaz" yazıları vardı. Gençler, kadınlar ve erkekler ellerinde ders kitaplarıyla sık sık toplanıyorlardı. Çalışan insanlar ciddi olarak okula gidiyorlar, tüm boş zamanlarını derslere veriyorlardı. Yer altına inen madenciler bile kendi notlarını okuyorlardı. Deve tarafından çekilen varilin önünde oturan su taşıyıcı bile dizlerinde açık defterini tutuyordu.

Okuma yazma bilmeyenlere dersler gruplar halinde "beyaz madende" veriliyordu. İngilizler zamanında bu madeni su basmıştı. Bu madeni toprakla doldurmak için işçiler iki cumartesi çalışması yaptılar. Biriken tüm çöp aşağı atılmıştı. Ama madeni yüzeye kadar dolduramadılar. İnişi tahtalarla sağladılar. Maden alanının üstünü okul olarak tayin ettiler. Burada sabahları çocuklar, işten sonra da yetişkinler okuyordu.

...Bugün okulda ders var. Öğrencilere bakıyorsun ve şaşırıyorsun: Yaşlılar – elli yaş ve altı, orta yaşlılar – otuz yaş ve altı, gençler ve delikanlıların sayısı daha azdı. Ve bu insanlar okuma yazma öğrenmeye kalkmışlardı. Kazma tutmaya alışmış sertleşmiş parmaklarıyla, ince kalemi korkarak ve acemice tutuyor, kalemi kâğıt üzerinde zorlayarak hareket ettiriyorlardı. Herhangi bir harfin eğik çizgisini yazarken adeta demir büker gibi çaba gösteriyorlardı.

Tahtada Ardak vardı. Çizilişlerini göstererek tebeşirle harfleri yazıyordu. Okuma yazmada çok zorlanan yaşlı insanların soruları bazen onu güldürüyordu.

- Canım ya bir söyler misin! Şu keçi kuyruğu gibi sarkan neydi?

- Ben yine unuttum, şu çekiç kafası gibi olan!

- Şu kazmaya benzeyen harf neydi?

Harfleri ona alışılmış nesnelerle kıyaslayarak sordular. Ders vermek zordu, fakat öğretmen de öğrencide bu sıralarda neşeliydi.

Ardak babasını dinlemeyip okula gidip öğretmen olduğu için çok memnundu ve bu sayede işçilerin içine düşmüştü. Onlara öğretirken kendi de öğreniyordu. Şu anda onun grubu diğerlerinden daha ilerideydi..

Sadece Bayten derslere öylesine geliyordu. Derslere düzenli olarak katılmış ama buna rağmen on akşamda tek bir harf bile öğrenememişti. Öğrenciler öğretmeni sorulara boğarken o en arkada her şeyi biliyormuş gibi yaparak sessizce oturur ya da burnunu çekerdi.

Bugünde öyleydi. Ardak öğrencilerin defterlerini kontrol ederek Bayten’e gitti ve onun önünde durdu. Defteri ve kalemi yere düşmüş, uyuyordu. Ne yapabilir di? Ardak omzuna dokundu.

- Bayteke, Bayteke!

- Haa! Bayten uyandı gözlerini fal taşı gibi açarak çalı gibi bıyıklı yüzünü kaldırdı.

- Böyle öğrenilmez. Eğer uyumak istiyorsanız evinize gidin.

- Bu okul sizin gibi beyaz elli kişiler tarafından değil bizim gibi işçiler tarafından inşa edildi. Beni buradan kovmaya hakkın yok yoldaş. Eğer hoşuna gitmiyorsa kendin çık git!

Bu kelimeler Ardak’ın yüzüne tokat gibi çarptı.

Hiçbir kelime etmeden okuldan koşarak çıktı. Ama sokakta kendini tutamadı: gözlerinden yaşlar aktı. Kalbi ağrıyla sıkışmıştı.

«Beyaz elliymiş!.." Bu hakaretleri dinlemek yerine en pis en kaba işe gitmek en iyisi.!" Böyle olduğunda kalp bir yumru gibi daralır ve koca dünya senin avuçlarının içine sığacak kadar küçük ve dar görünür. Şimdi ne yapacaktı? Ardak kendini dünyanın en sefil, en gereksiz insanı gibi hissediyordu.

Bu sırada sınıfta ise fırtınalı bir sahne vardı. İşçiler Bayten’in etrafına toplanmıştı.

Yaşlı demirci Koktaişa bağırdı:

- Asıl sen buradan git lanet olası! Neden kızı gücendirdin? Bu yaşımda benim gözlerimi açtı o!

- Eee! Gidiyorum diye çıkıştı Bayten. Artık okul çok nasılsa. Bura olmaz başka okul olur.

- Seni başka okuldan da kovarız. Git bizim öğretmenimizden özür dile.

- Özür dilemek mi? Kızdan mı? Bayten döndü ve hakaret edercesine kapıya gitti.

Baskı ve zulümden ayaklarını zor hareket ettiren Ardak mekanik atölyesine gelmişti. Orada Janabılı görmeyi ummuştu.

Janabıl meşguldü. Vardiyası çalışmayı bitirince dağılmıştı. O atölyenin bahçesinde kalmış ve bir adamın bel hizasına kadar derinlikte iki çukur açıp, oraya iki direk koymuştu. Onların arasını bir kalasla sabitlemiş, bu kalasın üzerine kalın bir halat atıp halatın bir ucuna 2 pud[36] ağırlığında döküm çubuk bağlamıştı. Sonra bu yapıya bir parmak kalınlığında demir bir plaka sürükledi.

Janabıl terden sırılsıklam olmuş ama yorgunluğunu hissetmemişti. Bu nedenle O, Ardak’ı ancak yakınına gelince fark etti.

Ardak - Hayırlı işler! dedi. Gözleri kayıtsız, yüzü tamamen hasta gibiydi.

Ama Janabıl hiçbir şey fark etmedi.

-Evet, öyle olacak diye cevap verdi. İcadıma baksana! Tokmakçıların işlerini kolaylaştırmaya çalışıyorum.

Son zamanlarda tokmakçılar çok zor bir iş yapmışlardı: kalın demir plakalardan tamir edilebilen lokomobiller için detaylar bükmüşler, sabahtan akşama kadar atölyeyi gürültüyle dolduran bir pud ağırlığında ki çekiçlerle çalışmışlardı. Janabıl da onlar için bir tezgâh yapmaya karar vermişti. Mekanik Kozlov ve tesisatçı Lapşin çok yaratıcılardı. Janabıl onlara ayak uydurmaya çalıştı.

Sabitleme kalasının altına plakayı koyarak kendi buluşunu denemek istiyordu. Ardak bu mekanizmanın boş ve yararsız bir fikir olduğunu gördü.

- Seninkinden hiçbir şey çıkmaz dedi. Sen manivela gücü kullanarak bu vuruşları yapmak istiyorsun? Senin çubuğun çekiçten daha ağır olmasına rağmen vuruş daha zayıf olacaktır dedi.

- Neden öyle düşünüyorsun?

- Bunu fizik yasaları söylüyor. Sen yakın mesafeden, neredeyse açıklık olmadan vuracaksın. Bu yüzden de vuruş güçlü olmayacak.

Janabıl dinlemedi. Halatla çubuğu çakıp bıraktı. Demir levha sadece bükülmemekle kalmadı, vuruştan iz bile yoktu.

Janabıl keyifsizce yere eğildi.

- Lapşin geçen sefer mekanik hakkında konuşmuştu. Şimdi sen fizik hakkında konuşuyorsun. Bana şu fiziği öğret. Görüyorum ki senin fizik büyük bir ustaymış. Artık işten sonra sana öğrenmeye geleceğim dedi.

Ardak - Bundan sonra kimseye öğretmenlik yapmayacağım. İşçilerin yanında atölyede çalışmak istiyorum dedi sertçe.

Janabıl şaşkınlıkla ona baktı ve şimdi onun kederli ve üzgün olduğunu fark etti.

- Neden suratın asık? Hasta mısın yoksa birisi mi gücendirdi?

- Hasta değilim.

- Ay ay ay! İçine atmak senin kötü bir alışkanlığın. Neden bana direk ne olduğunu açıklamıyorsun?

- Bayten bana okulu terk et dedi, bende terk ettim.

Janabıl - Bayten dediği için mi terk ettin! diye sinirlendi. Yahu o bataklık kuşunu nasıl dinlersin? Diğer işçiler sana nasıl davranıyorlar?

- İyi davranıyorlar. Ama o herkesin içinde "beyaz elli git buradan" dedi. Nasıl gitmezdim ki! En iyisi en pis en kaba işte çalışmak. Yüzünün kiri suyla yıkayınca geçiyor. Gurur kırıklığını neyle geçirebilirsin ki?

Janabıl kararlı bir şekilde - Gidelim dedi. Şu Bayten’in diline sıcak demiri basınca nasıl susuyor nihayet. Hadi bir an önce gidelim. Kendini yeniden doğmuş gibi hissedecek!

- Nereye gideceğiz?

- Parti komitesine, maden komitesine, senin öğrencilerine gideceğiz.

Ardak - Hayır çağırma gelmem diye itiraz etti. Daha fazla Bayten’le konuşmak istemiyorum. Sen en iyisi atölyede uygun bir iş bulmam için bana yardım et! Birlikte makinaların dilinden anlamayı öğrenir, birlikte uğraşırız. Kim bilir belki bir mucit veya tasarımcı oluruz.

Ardak’ın atölyede çalışmak istemesi Janabıl’ın hoşuna gitmişti. Ama yine de kınayarak konuşmaya devam etti:

- Boşuna sinirleniyorsun. Öğretmen olarak daha fazla yarar sağlıyorsun. Ahh ah! Komsomol birliğine girseydin sana daha çok kapı açılırdı.

- Oraya girmek için önce kendini işte göstermen gerekli.

- En iyisi bu. İnsanlara öğret!

Dışarı çıktılar. Bir gürültü duyuldu. Şaşkın şaşkın gökyüzüne baktılar. Ama gökyüzü açıktı. İlerde bir kalabalık göründü. Uğultu artıyor ve yaklaşıyordu. Janabıl ve Ardak insanlara doğru koştular.

Beş traktör kendi gürültüsüyle Karaganda halkını ürküterek yavaşça hareket ediyordu. Tepeye mekanik atölyenin olduğu yere çıkıp, zincir gibi arka arkaya dizildiler. Her traktör kendi römorkunu çekiyordu. Bazı römorklar o kadar büyüktü ki yarım metre genişliğinde lastik izi bırakıyorlardı ve öyle uzunlardı ki lastiklerin arasından rahatça bir kervan geçebilirdi.

Römorklardan birinde tepeye benzeyen kocaman, ağır kırmızı bir kazan vardı. İnsanlar heyecanla:

- Vah vah! Gök gürültüsü gibi uğulduyor!

- Ne kadar büyük!

- Kocaman bir dev desene! Tek başına tüm dağı taşır?

- Bu traktörlere dağ taşıyan desek daha iyi olur!

Karaganda ilk kez traktör motorlarının sesini duymuştu. Daha önce görülmemiş makinalar, büyük kazanlar, uzun römorklar bu insanlarda çok güçlü bir etki yapmış, herkes daha yakından bakmak, kendi elleriyle dokunmak istiyordu.

Janabıl geç kaldı ama hızlı bir şekilde öne geçti. Kısa burun delikleri şişmiş, gözleri heyecandan yanıyordu. Ellerini sallayarak hiç kimseyi römorkların yanına yaklaştırmadı.

- Çekil! Yolu kapatma! Nereye gidiyorsun?

- Kim bu kalkık burunlu?

- Ne sanıyor bu araçlara bineceğimizi mi düşünüyor?

Janabıl - Kalkık burunlu ne dediğini biliyor diye cevap verdi. Çekilin, lastiklerin altında kalıp ölmek mi istiyorsunuz? Çek arabacı yoldaş çek!

Diğerleriyle beraber insanların tavırlarını dikkatlice izleyerek Meyram, Jumaniyaz ve Şerbakov geldiler. Meyram’ın gözüne Ardak çarptı. Kız orada duruyordu. Kolunun altında dosya vardı ve acınacak halde bakıyordu. Hiç gülmemişti ve kederli bakışları vardı. Meyram’ı ve Şerbakov’u gördü onların yanına geldi.

Şerbakov sordu: - Eee Kızım! Nasıl, yeni işlerimiz hoşuna gidiyor mu?.

- Hoşuma gidiyor Sergey Petroviç. Daha önce görmediğimiz mucizevî bir güç.

Şerbakov - Mucize daha ilerde. Bu daha mucizenin başlangıcı dedi. Buraya demir yolu yaptığımızda mucize gerçeğe dönüşecek. Her kırk dakikada bir tren gelip gidecek. Bununla Karaganda’nın geleceğini tahmin etmek mümkün.

- İlk tren ne zaman gelecek?

- Yol Şokay bölgesinden geçti. Muhtemelen ilk kar yağdığında tren gelir. Hükümet bizim yola özel ilgi gösteriyor.

- Peki, bu makinalar nereden geldi?

- Onları bize yoldaş Orconikidze hediye olarak gönderdi. Bu araçlar bize çok lazım. Buhar kazanını görüyor musun? İşte o elektrikten sonra en büyük güç.

Ardak - Buhar, elektrik, motor. Bunlar bilgi gerektiriyor Sergey Petroviç dedi. Basit bir işçi bunları nasıl kullanacak? Ne kimya, ne matematik, ne fizik biliyor bu işçiler. Ben burada kenarda durup hep bunları düşündüm.

Sergey Petroviç - İyi düşünmüşsün kızım iyi diye onayladı. İnsanlara bu bilgileri verebilmek için biz şu anda sadece çocukları değil yetişkinleri de eğitiyoruz. Onlara yardım et kızım, bir an önce okuma yazma öğrensinler!

Janabıl - Evet yoksa Ardak size daha anlatmadı mı? Bayten bugün onu okuldan kovdu diye konuşmaya girdi

Terledi ve nefes aldı. İşçilerin olduğu yere gelen makinalara baktı. Sergey Petroviç ve Ardak’ın konuşmasına girerek onların her şeyi görmesini, bilmesini ve anlamasını istiyordu.

Meyram Janabıl’ın sözlerini duyunca kaşlarını çattı ve - Ne dedin sen? dedi.

- Evet, aynen öyle. Yoksa Ardak daha size anlatmadı mı? Bayten ona beyaz elli diyerek sınıftan kovmuş. Ardak ise bizim atölyede kaba işçilere katılmayı düşünüyor.

Meyram - Bu gerçek mi? diyerek kıza döndü.

Ardak - Gerçek diye cevap verdi mahzun gözleriyle.

Meyram istemsiz olarak kederli kıza baktı ve sonra onu yavaşça çenesinden tutup kaldırarak "üzülmeye gerek yok, kafana takma demek istedi". Ama utandı: Kazak geleneklerine göre insanların önünde kendi hislerini göstermek doğru değildi. Ayrıca Meyram Ardak’ın arabaya yaslanıp Mahmet’le konuşmasını bir türlü unutamıyordu. Neden bu boş adamla görüşüyor, neden kendi evinde ona tahammül ediyor diye düşünmüştü. Ama kıskançlığı bir an alevlenmiş ve Ardak’a olan merhametiyle boğularak sönmüştü. Hatta Ardak suçlu olsa bile Meyram affedip unutmaya hazırdı.

Ve o Bayten’e kızarak öfkeyle konuştu:

- Düşman gizlice, aptal dost açıkça zarar verir! Sizin önlem almanız gerekiyor yoldaş Jumaniyaz. Bu Bayten sendika üyesi değil mi!

- O eski işçilerin içinde bir şeytan diye mırıldandı Jumaniyaz.

Meyram sinirlenmeye başladı:

- Biz tüm eski işçilere bel bağlamıyoruz. İlerleyenlere, binlerce yenilik getirebilecek kapasitede olanlara bel bağlıyoruz. Acaba tüm siyah şeyler kömür mü? Taşı kömürden ayırabilmek gerekiyor. Ardak rica ediyoruz okula geri dönün: Bin kişiye görmeyi öğretmek, atölyede bir kişi için çalışmaktan daha önemlidir. Anlıyorum Bayten sizi küstürmüş. Ama siz yanılırsınız; eğer Bayten!’i sözlerini düşünürseniz. Onlar işçilerin sözleri değil. Gerçek işçiler öğretmenleriyle hiçbir zaman bu sözlerle konuşmazlar.

Şerbakov - Bende aynı şeyi söylüyorum kızım diye ekledi. İşçiler giderek fazlalaşıyor ama öğretmenler büyük ihtiyaç.

Ardak’ın yüzü aydınlandı. Onun işi insanlara gerekliydi yani. Zorlukla nefes alıp veriyordu, kalbi öyle çarpıyordu ki neredeyse duyulacaktı:

- Peki, size teşekkür ederim. Ben şimdi kendim de anlıyorum fazla sinirlendim. Janabıl da bana böyle söylemişti.

Ona dost, aile olan bu insanlarla Ardak köye döndü. Güneş batıyor, akşam şafağı pembeleşmiş ışığında traktör kafilesi mekanik atölyeye yaklaşıyordu.


KISIM ON DOKUZ


Sonbahara doğru Karaganda’nın görüntüsü sadece manzara olarak değil, köylerin nüfusları ve merkezi de değişmeye başlamıştı. Büyük binaların altına çukurlar kazılmış ve büyük inşaat malzemeleri oralarda muhafaza edilmişti. İnşaatçılar, demiryolunun Karaganda’ya gelmesini beklemeden Şokay istasyonundan tuğla ve ekipmanları getirmişlerdi. Mevsimlik işçiler at arabalarıyla ve traktörlerle bu malzemeleri taşıyorlardı.

Aslında bu oldukça pahalıya mal oluyordu ama kış gelene kadar kalan ılık günler daha kıymetliydi.

Şerbakov en çok kazanın yapılması konusunda acele etti. Buhar kazanı kömürcülüğe yeni bir soluk verecekti. Buhar yardımıyla çok sayıda verimli cameron kazanılıyordu. En önemlisi de kömür artık atların arkalarındaki makaralara bağlı kovalarla değil, vagonlarla yüzeye çıkarılacaktı. Madene iniş boyunca döşenmiş olan raylarda güçlü mekanizmalar vagonları ileri geri hareket ettirecekti.

Tuğladan yapılacak olan kazan dairesinin ‘Gerbet’in yanına yapılması kararı alınmıştı. Temeli dökülmüş ancak duvarlar henüz yapılmamıştı. İnşaat malzemelerinin temininde gecikme vardı.

Mekanik atölyesinin tesisatçıları, binanın inşaatının bitmesini beklemeden traktörlerle getirilen büyük kırmızı kazanı binaya götürdüler. Kazanı güçlü taş temelin üzerinde monte ettiler.

Konstantin Lapşin önderliğindeki ekip tek bir vücut gibi ve verimli çalıştı.

Bitmeyen sorularıyla kimseye rahat vermeyen Bokay yine yaygara çıkardı. Lapşine koştu: Kazana yaklaşarak dikkatle çizimi inceledi.

Bokay - Burada ne var? diye sordu ve kafasını kazan ocağının içine soktu.

- Burada ateş yanacak. Uzun boruları görüyor musun? Oradan ateş geçecek. Borular suya ateşi üfleyecek ve su ısınacak, kaynayacak.

- Semaverde olduğu gibi?

- Neredeyse öyle.

- Neden kaynar su gerekli? İşçiler zaten çok çay içmiyor mu?

Soru Lapşin’i güldürdü ve gülünce düzgün beyaz dişleri göründü.

- Bize kaynar su değil buhar gerekli. Buhar makinaları hareket getirecek.

- Nasıl getirecek? Nereye getirecek?

- Ah kardeş evet sana illa her şeyi açıklamak lazım. Kazancı olarak eğiteyim mi seni? O zaman her şeyi anlarsın ve makinalar seni dinler.

Bokay sevinçten daha da yaygara yaptı.

- Nasıl istemem! Tüm içtenlikle sana minnettar olurum. Bugün bana gel. En değerli dostum ve misafirim olacaksın. Bokay heyecandan unutmuştu. Sığınağında daha hiçbir şey yapılmamıştı ve misafir ağırlayacak yer yoktu.

Lapşin - Hayır dedi. Bugün gelmeyeceğim. Senden kazancı yaptığım gün geleceğim. Bana o zaman minnettar olursun.

- Ohoo! Buna daha çok var.

- O kadar da çok değil. Sen daha fazlasını görmek istiyorsun. İki-üç ayda öğrenirsin.

Kozlov ve Şerbakov girdiler. Yönetici yavaşça girdi, elini arkasında kavuşturdu dikkatlice binayı inceledi. Kazanın duvarına kadar parmaklarıyla her yere dokundu.

- Şimdi tüm işin başarısı bu semavere bağlı. Ne zaman montajını bitirirsiniz?

- Kostya anlat bakalım iş nasıl gidiyor diye sordu Kozlov.

Lapşin şikâyet etti:

- Süre çok kısa. Bir de sen Boris Mihayloviç, insanları ucu ucuna yetecek kadar verdin. Üstelikte bunların büyük bir çoğunluğu işi bilmiyor...

Şerbakov kaşlarını çatarak- Gayretle öğretmek lazım dedi.

- Öğretelim ama iş yavaş gidiyor, Kazakça bilmiyoruz.

- Yavaş yavaş hâkim olmak gerekiyor. Bak ben neredeyse Kazakça yüz kelime biliyorum. Neyin nasıl olduğunu açıklayabilirim. Ama sizin öğrenmeniz daha kolay. Kazaklarla iç içe çalışıyorsunuz.

- Bu zor Sergey Petroviç. Onlar daha çok Rusça konuşmaya çalışıyorlar.

- Eee ne yapalım? Bir an önce birbirinizi anlamayı öğrenin.

Kazanın etrafında borular, vanalar ve farklı parçalar vardı. Bokay merakla onları inceledi, her nesneye dokunuyor, şaşkınlıkla başını sallıyordu. O istasyondan buraya yapılan sevkiyat kısmına katılmıştı ve şimdi bunların ne işe yaradığını anlamak istiyordu.

Sergey Petroviç -Bakın nasıl ilgileniyor etrafındaki her şeyi unuttu dedi. Bu hevesle insanlar çabuk öğrenirler.

Lapşin - Sonuç olarak hayli zaman gerekiyor diye karşılık verdi. Hazır yeri gelmişken bana bari bir tesisatçı verin.

Kozlov şaşkın bir şekilde gözlerini ona dikti.

- Kostya sen ne diyorsun? Sanki bilmiyorsun, nereden bulup vereyim sana tesisatçıyı? Anton Levçenko buhar jeneratörü parçaları için gitti ve döner dönmez jeneratör montajına başlayacak. İvan Potapov- cameronların montajında. Koktaişin’i demir işinden alırsam orada iş durur. Bondarenko vagonları tamir ediyor. Herkes iş başında. Kazan çalışana kadar tüm bu işleri bitirmezsek kazan gereksiz yere gecikecek.

Karaganda’ya daha fazla vasıflı işçi gerekiyordu. Mekanik ekipman gelmişti ve bu tekniği kullanabilecek uzmanlar gerekliydi.

Karaganda’da hızlandırılmış mesleki eğitim veren birkaç akşam okulu açılmıştı. İşçiler özellikle gençler istekli bir şekilde eğitim görüyorlardı ve bu işine de etkilemeye başlamıştı: yakın zamanda köyden gelen insanlar, teknik araçlarla daha cesurca çalışmaya başladılar. Yine de kadroları hazırlama işi çok yavaş gidiyordu. Şimdi sürekli olarak gelen mekanizmaların boşta kalması tehdidi ortaya çıkmaya başladı. Her gün çok değerliydi.

Sergey Petroviç piposunu çekerek düşüncelere daldı:

Anton gelir gelmez Lapşin’in ekibine verelim. İlk olarak buhar kazanını çalıştıralım, daha sonra buhar jeneratörünün montajıyla ilgileniriz. İhmal etmek olmaz yoksa tüm işi geciktiririz. Makinaları inşaata sırayla getireceğiz.

İvan Potapov amcanın yardımcılarıyla çalıştığı köşeye geçti. Mengenenin cıvatalarını sıkıyor eğe ile bileyliyordu ve işle o kadar meşguldü ki hiçbir şey fark etmemişti. Onun yanında yeni bir cameron durdu. Neredeyse monte edilmiş haldeydi. Janabıl, Bayten ve Baljan makine parçalarıyla geldiler.

- Merhaba İvan Amca.

Potapov başını kaldırdı, gözlüklerinin üzerinden baktı ve anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.

Şerbakov - Eee! Cameron ne kadar sürede hazır olacak? diye sordu.

- Tek bir vida yüzünden tüm gecikme! Torna tezgâhı gelsin dakikalık iş.

- Buhar kazanını çalıştıralım, torna tezgâhı da çalışacak.

- Neden kazan yüzünden tezgâhı da geciktiriyoruz. Neden petrol motorunu kullanmıyoruz?

- Dur motora bir bakalım dedi Sergey Petroviç.

Janabıl motorla uğraştı. Gaz yağına batırılmış bezle ince boruyu dikkatlice sildi, üfledi ve hayranlık verici parlaklığına baktı.

Sergey Petroviç - Ne haber genç mühendis? diye sordu.

Janabıl - Fena değil diye karşılık verdi ve boruyu yanında duran ceketinin cebine soktu.

- Neden saklıyorsun?

- Sizden saklamıyorum tozdan koruyorum.

Dili de işinde olduğu gibi çok kıvraktı. Avucunun içiyle şefkatlice, adeta bir tay gibi küçük parlak siyah motoru okşadı. Sonra zorlanmaktan kızararak makinanın dökümden yapılmış başını kaldırdı.

- Lanet olası! Kurşundan mı yoksa ne?

- Ne ağır mı? diye sordu Kozlov.

- Evet. İvan amcadan daha ağır oğlum. Hal bu ki her lafı pud gibi ağır.

Şerbakov - Makinelerin bakımını yapmayı seviyorsun. Peki, kullanabiliyor musun? diye sordu.

- Henüz kullanamıyorum, sadece mekanizmayı anlayabildim.

- Açıkla bakalım!

İvan dede huzursuz oldu. Öğrencisine gözlerini kırpmadan bakarak kendini tamamen işitmeye odaklayarak ona yardımcı olmaya çalıştı.

Janabıl motora bakarak duraklamadan konuştu:

- Döküm başlığı buraya takıyoruz ve alttan gaz sobasıyla ısıtıyoruz. Bakır borudan ısıtılmış başlığa petrol döküyoruz. Ve burada gaz oluşuyor. Gaz pistona baskı yapıyor ve piston hareket ediyor...

- Piston geriye doğru gidiyor mu peki?

- Tabi ki gidiyor! Çünkü krank miline bağlı. Milin ucuna şu büyük tekerlek yerleştiriliyor. O ve piston geriye hareket ediyor, anladınız mı? Piston ileri geri hareket ediyor ve makine çalışmaya başlıyor.

- Bravo! Gerçek bir emekçi! diye övündü İvan amca. Ev yapımı kalın tütün sigarasını sararak Janabıl’a uzattı: Al! Sigara iç!

Kozlov şaka yaptı: :

-Görünüşe bakılırsa arkadaş olmuşlar ve işleri yolunda gitmiş.

Şimdi diğerlerine bakalım dedi Sergey Petroviç,

Janabıl anlattı:

- Bu Bayten ve Baljan, buhar makinasının parçalarını temizliyorlar. Bizim ekipten üç kişi daha mekanik atölyesinde çalışıyor ve bu motor için yer hazırlıyorlar. Bizim İvan amcanın altı kazağıyız.

- Sizin altı, Lapşin’in yedi, Levçenko’nun beş. Bak ne kadar saydım diyerek neşeli bir şekilde saydı Şerbakov. Eğer bu 18 kişi senin gibi makinaları iyi bir şekilde kavrarsa, ekip hızlı bir şekilde büyümeye başlar dedi.

- Daha hızlı yetişebilirlerdi. Ama bak işte Boris Mihayloviç, paydos verdiğimizde hemen gidin dinlenin diyor.

Kozlov - Jumaniyaz’la ne yapacağım ben? diye haklı olarak sordu. O başka bir şey söylüyor: Fazla mesaiyi kötüye kullanmak yasak diyor! Kimi dinleyeceğim?

Janabıl - Sendika da işçilerin eğitimi konusunda acele edilmesi gerektiğini düşünüyor. O zaman neden bizi tutuyorlar? diye sordu.

Sergey Petroviç onları şöyle barıştırdı:

- Heyecanlı atları da durdurmak gerekiyor, yoksa yolun yarısında tıkanır kalırlar. Jumaniyaz doğru söylüyor: fazla mesai ancak acil durumlarda yapılmalı.

Balcan Janabıl’ın eşliğinde Bayten’e yaklaştı. Bayten hiç istifini bozmadı: omuzlarını düşürmüş, bacak bacak üstüne atmış, esneyerek bilyaları siliyordu. Baljan seri çalışıyordu. Elbisesini şalvarının içine sokmuş, kafasında hafif bir eşarp vardı. Genç bayan ortalığı kızıştırıyordu:

- Siz çok kalın giyinmişsiniz. Bu nedenle zor hareket ediyorsunuz ve bu yüzden de uyukluyorsunuz.

- Ne diyorsun! Bilmiyor musun sıcak hava kalın elbiseden içeri daha az sızıyor.

- Ehh! Sizinle uğraşacak kimse yok! Herhalde karınızda çok nazik olmalı.

- İnatçı biri ne yapabilir?

- Tembel bir adamı elinde daha sıkı tutardı!

- Hey Kelinşek[37]! Hangi tembel adamdan bahsediyorsun sen?

- Tamam, toparlanın artık. Bakın bize doğru geliyorlar....

Bayten, nasvarla dolu küçük bir şişeyi çıkartıp salladı ve sonra avucuna vurarak bir tutam ağzına koydu. Daha sonra dikkatlice bilyayı temizledi ve kibirli bir poz aldı. Ama gelenler Baljan’ın yanında durdular.

Janabıl - İşte Sergey Petroviç tanışın dedi. Bu bizim gürültücü Balcan.

Baljan - Sen benim gürültü yaptığımı nerede duydun? diyerek karşılık verdi.

- Dur bakalım! Ben parti komite sekreteri değilim ki. Benden ne hesap sorabilirsin ki.

- Sen kimsin ki benim hakkımda böyle konuşabiliyorsun?

- Sanki bilmiyorsun! Karaganda’nın gelecekteki ilk makinisti Janabıl’ım ben.

Baljan - Bak sen! Ne kadar uzağa gitti. En iyisi sen buraya yakına gel dedi ve makinanın bir parçasını gösterdi. Bak ben Bayten’e soruyorum "Bu parçanın adı ne?" Bayten cevap veriyor. "Çok gerekli bir parça" Peki ya bu diyorum" "Bu da çok gerekli" diyor ve başka hiçbir şey söyleyemiyor. Eğer sen makinistsen cevap ver bana bakalım!

Janabıl, petrol makinasını bildiği kadar buhar makinasını bilmiyordu. Ama gururu bunu itiraf etmesine engel oldu ve cevap verdi:

- Bayteke doğru söylüyor, tüm parçalar gerekli.

Baljan onun yanağına şakayla hafifçe bir tokat attı.

- Bi de kendine makinist diyor! Tüm parçaların gerekli olduğu belli. Ne için gerekli onu söyle bakalım?

Janabıl ona diğer yanağını uzattı ve:

- Bir kez daha Baytek için vur dedi.

- Tamam, senden bu kadar yeter.

Bu zayıf, uzun kirpikleriyle gölgelenmiş canlı kara gözlü kadın Sergey Petroviç’in hoşuna gitti. Bu yüzden Janabıl’a yardım etti:

- Buna Rusça zolotnik denilir. Bu buhar makinasının kalbidir.

- Bak sen, makinalarında kalbi atıyor mu??

- Her mekanizmanın kendi kalbi vardır. Kim onun kalbini çalıştıracak yasaları öğrenirse, o gerçek bir usta olur.

Sergey Petroviç Kozlov’a döndü:

-Eğer Janabıl ilk Kazak erkek makinist olacaksa, Baljan’ da ilk kadın makinist olmalıdır.

Boris Mihayloviç - Çabalayacağız diye söz verdi.

- Şöyle olmalı: Buhar jeneratörü montajını biraz bekleteceğiz, önce buhar kazanını ayarlayacağız. Bence İvan dede haklı. Kazan hazır olmadan motoru çalıştırsak ne olur?

Şerbakov - Mantıklı öneri diye karşılık verdi. Motoru sadece tezgâhta çalıştırmayacağız. O, İlyiç’in lambalarını da yakacak. Çoğu insanımız daha elektrik ışığını görmedi. İşte böyle tüm işleri birbiri ardına ayarlayacağız. Döküm atölyesini inşa etme vaktinin de geldiğini düşünüyorum. Donbass’tan, Leningrad’tan, Moskova’dan sürekli olarak küçük parçalar getirecek değiliz…

Traktörün sesi ve Nevenko’nun çağrısı duyuldu:

- Buraya dön! Dikkat et!

Kozlov - Bizim Anton geldi! dedi.

Herkes kapıya koştu. Üç traktörün römorku ve arabalar ağzına kadar tezgâh, dinamo makineleri ve buhar jeneratörünün parçalarıyla doluydu. Anton’u soru yağmuruna tuttular:

- Kepçelerin kaplanması için sülüğeni unutmadın değil mi??

- Asbest conta getirdin mi

- Getirdim getirdim! Sormayın. Tüm istasyon ekipmanla dolu dedi Anton. Gözünü kırptı, kafasını salladı. Tüm ülke bizim tarafımızda değil mi? Kuruluşun deposu çatlayacak gibi. Yeter ki taşımaya yetiş.

Sergey Petroviç mekanizmaları nasıl indirdiklerine baktı ve bir numaralı madene gitti.

Tepede madenin yakınında mühendis Orlov hareketsiz duruyordu. Her zamanki gibi gün doğmadan kalkmış, bir dakika bile oturmadan madenleri gezmiş, yürüyerek tüm kömür ocaklarını geçmişti. Üretim onun gözlerinin önünde büyüyordu. Bu onu kendine çekmiş ve yalnızlığıyla daha az mücadele etmişti.

Sergey Petroviç Orlov’un yanına yoğun çimenliğe oturdu.

- Oturun Andrey Andreyeviç, biraz dinlenelim dedi.

Gömleğin yakasını açıp göğsünü rüzgâra verdi ve cebinden piposunu çıkardı. – Çok endişeniz var. Şimdi düşünüyorum Osipov’u birinci madenin başına koyduk. O, Donbass’ta gerçekten ustabaşı olarak çalışmış. Ama bir yaratıcılık ve dirayet fark edilmedi. İşi bilmesine rağmen yavaş ve fazlasıyla sakin. Ondan iyi bir maden şefi olur mu acaba?

Orlov - Ben de bu konudan endişeliyim diye düşünceli bir şekilde konuştu.

- Ama diğer taraftan Osipov gibi işçiler bizde nadiren bulunuyor. Risk almak zorundayız. Tabi ki onu gözümüzün önünde tutacağız, yardımcı olacağız. Ne düşünüyorsunuz? Madene iniş için eğimli tünele artık başlasak mı? Kaldırma makinelerinin montajı bitiyor. Dekoviller ve raylarda var. Ermek’i iniş tüneliyle görevlendirsek mi?

- Evet, muhtemelen başka kimsede yok zaten. Ama onu uyarın Sergey Petroviç: bazen mühendisin talimatlarını dinlemiyor.

- Onun kafasında hala mühendislerle ilgili eski anlayış var. Ben onunla konuşacağım.

Sıcak günlerin ardından gelen serin rüzgârı içine çekerek tepeden manzarayı izledi.

- Burada kömür çok...

- Ve iyi kömür- diye ekledi Orlov. Az miktarda kükürt ve fosfor içeriyor. Kömürde bu yabancı maddeler ne kadar az olursa, dökümün eritilmesi de o kadar iyi ve ucuz olur.

- Fakat buradaki kömürün bazı katmanlarında oldukça fazla kül var.

- Evet, kül var ama bu kolay düzeltilebilir bir eksiklik. Karaganda kömürü zenginleştirilmek için çok uygun. Bir niteliği daha var: uzun süre saklanabiliyor. Yerel kömürü küçümseyemem ve katmanlar ne kadar derinde ise kömürün kalitesi de o kadar iyi oluyor. Bizim görevimiz en kısa zamanda bu katmanlara ulaşmak.

- Bu işe en iyi işçilerimizi koyalım diyerek bitirdi Şerbakov. Bence Ermek’in ekibini öncü ekip yapmak ve diğerlerine onu örnek olarak göstermek gerekiyor.

Orlov - Öncü ekip derken nasıl yapacağız? diye sordu. Çünkü daha öncü ekip çalışmaları hakkında bilgimiz çok az.

- Ekibi en tecrübeli insanlardan seçeriz. Dürüst olmak gerekirse bazen maden kazma işi yapanları, kürekle çalışma işine çeviriyoruz. Bunda kısmen sizin de suçunuz var.

- Kabul ediyorum diyerek itaatkâr bir şekilde onayladı Orlov.

Konuşma uzadı. Şerbakov saatine baktı: altıya geliyordu. Kalktı.

Orlov madene doğru baktı ve Sergey Petroviç’in omzuna dokundu.

- Görüyor musunuz? Bu ne?

Madenin etrafında kalabalık toplanmıştı. Çayırda büyük bir masa kurulmuştu. Bir kadın masaya kırmızı bir örtü serdi.

Şerbakov - Yoksa siz duymadınız mı? diye şaşırdı. Eh AndreyAndreyeviç, bizim sosyal hayatımıza dikkat etmiyorsunuz. İşçiler toplantı yapmaya karar verdiler. Benim canım Donbasslılara yazılacak yoldaş mektubunu tartışacaklar. Benim canım Donbasslılarım diye tekrarladı. Gidelim dinleyelim...

Masanın başına tüm Karaganda toplanmıştı: köylerde yaşayan insanlar, madenciler ve mekanik atölye işçileri. Onlardan birçoğu kısa zaman önce köyde giydikleri Çekmen ve Tımak’ları[38] atmışlar ve iş kıyafetlerini giymişlerdi. Jaulık[39] takan kadınlar vardı. Jumaniyaz kalabalık toplantıyı açtı. Kısık, neşeli gözleriyle gülerek ve züppemsi siyah bıyıklarını yayarak gürültünün bitmesini bekledi. Ama kalabalığın konuşması dinmesi. Jumaniyaz’ın sesi yüksek değildi. Jumaniyaz sessizlik istediğinde: onu çok az kişi duyuyordu. Birkaç kez eliyle masaya vurdu.

- Arkadaşlar dikkat! Toplantımızı başlatıyoruz...

Başkanlık divanını seçmeden önce ben şunu söylemek istiyorum. İlk zamanlar burada çok az kişiydik. Büyük bir devlet işi yapmaya başladık: tüm Sovyetler Birliğinin üçüncü büyük kömür ocağını yaratmaya koyulduk. Rus halkı ve Donbasslıların kardeş yardımı olmasaydı biz bu işi başaramazdık. Bu yardımlar olmadan ileri de gidemeyiz. İşte bizim eski madencilerimiz- yoldaşlarımız Ermek Barantayev ve İshak Kemelov Donbass proleterlerine mektup yazma düşüncesini ortaya attılar. Bu mektupta biz destekleri için minnettarlığımızı belirtiyor ve yardımlarının devamını rica ediyoruz.

Başkanlık divanı seçildikten sonra Jumaniyaz İshak’a söz verdi. Eski madenci masaya çıktı. Ayaklarının üzerinde kafasını kaldırarak ve boynunu uzatarak kalabalıkta birini aradı.

- Öğretmen nerede? Ardak nerede? diye huzursuz bir şekilde sordu.

Ve Ardak cevap verince madenci onu masaya çağırdı.

- Burada yanımda dur... İşte arkadaşlar biz Ermek’le Donbass madencilerine söylenmesi gereken her şeyi düşündük ve öğretmene bu sözleri yazmasını rica ettik. Konuşmada usta değilim. Lütfen ne yazdığını oku canım! Halk da duysun.

Heyecanlanarak okumaya başladı Ardak:

- Bizim büyük kardeşimiz Donbass proletaryasına. Değerli dostlar, yoldaşlar! Komünist Partisi ve hükümetin desteği sayesinde kısa bir süre önce bozkırda göçebe olarak yaşayan Kazak halkı, yerleşik hayata geçmiştir. Bu halk endüstrinin oluşturulmasını ve sanayi işçilerinin yerel ulusal kadrolardan yaratılması işine başladı. Onlar Sovyetler Birliğinde ki üçüncü kazan dairesini inşa ediyorlar. Ama biz henüz çok tecrübesisiz ve yardımınız çok ihtiyacımız var. Bizim için yaptıklarınıza teşekkür ediyor, gelecekte de bize yardımcı olmanızı rica ediyoruz. Ustalarınızı, madenci öncü işçilerinizi bize Donbass tecrübesini iletmek ve yeni teknolojileri yönetmeyi öğretmek üzere buraya davet ediyoruz.

Ardak okumayı bitirdiğinde her taraftan sesler geliyordu:

- Daha açık söyle: bize ilk olarak madenci, mühendis ve teknik ekipman gerekli!

- Yoksa makinist, tornacı, tesisatçı gerekli değil mi?

- Donbass’ta kömürü kıran makina olduğu söyleniyor. Buraya o makinadan göndermeyi ve bize onunla çalışmayı öğretemezler mi?

- Ve bir tane daha büyük kazan göndersinler diye arka sıralardan Bokay bağırdı.

İshak durmadan:

- Yaz öğretmen yaz diyordu.

Ardak’ın elinde ki kalem kâğıt üzerinde adeta uçuyordu.

Akım masaya yaklaştı ve rica etti:

- Ardakcan yaz lütfen! Bana kömürü kendisi kesen makinayı göndersinler. Ben ona ata biner gibi binmeyi beceririm. Yeter kazmayla uğraştığım.

Eğer tüm istek ve ricalar yazılırsa mektubun sonu gelmeyecekti. Meyram yerinden kalktı ve bir öneri sundu:

- Arkadaşlar, her şeyi yazamazsınız. Kâğıt yetmez. En önemli olanları yazmak gerekir. İlave yapmak veya yeniden yazmak görevini başkanlık divanına verelim.

Doğru söyledi! diyerek destekledi İshak. — Böylece daha çabuk bitireceğiz. Kendi tarafımdan şunu öneriyorum! Başkanlık divanı sonradan ne istiyorsa eklesin, biz şimdi imzamızı atalım.

Halk masaya doğru yığılmaya başladı.

Ne tür imzalar atıldı! Birçoğu okuma yazmayı kısa bir zaman önce öğrenmişti ve henüz doğru düzgün kalem tutamıyordu. Birbirlerine bakarak ve mahçup bir gülümsemeyle özenle yamuk yumuk harfler çiziyorlardı. Jumabay her zamanki alışkanlığıyla koyun derisinden yapılmış pantolonunu çekerek masaya yaklaştı. Onu takiben ustabaşı dev adam Hutjan geldi. Hutjan kâğıdı imzalarken kâğıdın köşesine kömür tozu bulaştırdı.

— Oyy! Ardak korktu.—Tekrar yazmak gerekecek.

- Dokunma bırak öyle kalsın dedi İshak. Madenciler kömür tozundan korkmazlar.


KISIM YİRMİ


Tüm gece yoğun kar yağmış, sabah gri bulutlar dağılmıştı. Gökyüzü aydınlanmış ve parlak kış güneşi doğmuştu. Görüntü ne kadar değişmişti. Köyler görünmüyordu. İnsanlar sığınaklara taşınmıştı. Kar beyaz bir yorgan gibi kazılmış kanalları, sığınakların üstünde ki yığınları, her şeyi kapatmıştı. Güneşin ışıkları kar taneleriyle oynaşıyordu. Sadece baca borularından çıkan ve sakin havada yavaş yavaş yayılan duman, burada insanların yaşadığını söylüyordu.

Gün başlamıştı. Küçük bir lokomobilden ıslık sesi geldi. Vardiya bitmişti. İşçi grupları çıkmaya başladı. Birileri madenden geliyor, diğerleri madene koşuyordu. Arbakeşler barakalara su dağıttı. Sahipleri sığırları su vermeye götürüyorlardı. Köylerde hareket yoğunlaşmıştı.

Uzakta, ufukta eski Kompayneyskiy köyü bölgesinden siyah bir şerit yavaşça hareket ediyordu. İşte uzun zamandır beklenen ilk tren Karaganda’ya geliyordu. Motordan vagonlar boyunca duman çıkıyordu. İlk trenle birlikte Donbass’tan Karaganda’ya yardıma bir işçi gurubu daha gelmiş olmalıydı.

Sığınaklardan insan grupları döküldü. Uzun kafileler halinde birleşmişler, üstlerinde kırmızı bayrak yayılmıştı. Kafileler kömürcülüğün merkezine doğru yola koyuldular.

Bu sırada Meyram ve Janabıl Ermek’te sabah çayı içiyorlardı. Yaşlı madenci okul defterini çıkardı ve onu Meyram’a gösterdi. Janabıl’da ona bakarak kendi çizmesinin içinden defterini çıkardı.

- Dur nereye! dedi Ermek.

- Ne demek nereye? Siz bu yarışta tek başınıza koşmak ve ödül mü almak istiyorsunuz? diye cevap verdi Janabıl.

İkisi de Rusçayı öğreniyorlardı. Rusça okuma yazmayı çok iyi bilmiyorlar ama çok çaba gösteriyorlardı. Eğer okumaya ve yazmaya bi başlasalar, devamının çok hızlı geleceğinden eminlerdi.

- Nasıl! Kendi başınıza yazmaya başladınız mı artık? dedi şaşıran Meyram. Çok iyi, çok başarılı gidiyorsunuz.

Janabıl Ermek’in defterine bakarak kahkaha atmaya başladı.

- «Kazma geliyor»! Kazma araba mı? Getiriyorlar yazmak lazım!

- Bak bak nasıl da böbürleniyor! Tabi öğretmenle komşu olarak yaşıyor ve böbürleniyor diye lafı gediğine koydu Ermek

- Siz de öğretmenle aynı evde yaşıyorsunuz diyerek altta kalmadı Janabıl.

- Meyram’ın benimle uğraşmaya vakti yok. Ama Ardak sana özel ders veriyor, eminim.

- Pek öyle değil diye güldü Meyram. Eğer öyle olsaydı Janabıl "çay yemek"diye yazmazdı.

Şimdi ise Ermek kahkaha atmaya başladı. Hatta öyle güldü ki kendini tutamadı ve fincan elinden düştü. O, çok nadiren ama çok içten gülerdi.

Bir soluk alarak:

- Seni köpek yavrusu! İnsanın çayı yediği nerede görülmüş?

- Siz, Rusça öğrenmeye yeni başladığınız için hatalar yapıyorsunuz diyerek arkadaşlarını sakinleştirdi Meyram. Ereke duydunuz mu? Janabıl benim size öğretmen olmamı istiyor? Tamam, kabul ediyorum. Ama eğer Ardak Janabıl’a yardım edecekse, ben de size yardım ederim. Benim bu meydan okumamı Ardak’a ilet Janabıl.

- Ona iletmeye gerek yok. Zaten grup dersleri dışında bana ayrı ders veriyor. Artık top sizde.

Janabıl bu evde çok sık görülüyordu. Genç olmasına rağmen Ermek’le şakalaşabiliyordu.

İhtiyar madenci karakter olarak zor biriydi ama Janabıl’ı görür görmez Ermek’in yüzü gülümsüyor ve kendisi de şaka yapmanın yollarını arardı. Meyram onların buluşmalarına sık sık katılıyordu. Bir şey daha onları birleştiriyordu. Janabıl farkında olmadan Meyram’la Ardak’ın yakınlaşmasına katkıda bulunuyordu. Onların arasında henüz herhangi bir açıklama olmamıştı. Nadiren görüşüyorlardı ama Janabıl adeta onlara uzak mesafelerden konuşma konusunda yardımcı oluyordu: Ardak bir şey söylüyor ertesi gün Meyram bunu öğreniyordu.

Ermek’in karısı Aniya çay doldurdu ve sordu:

- Dinleyin beni çocuklar. Burada yabancı yok. Bu yüzden açık konuşacağım. Siz ne düşünüyorsunuz? Tüm hayatınız boyunca bakār olarak mı yaşayacaksınız? Sizi yanınızda eşlerinizle birlikte görmek ihtiyarla beni çok mutlu ederdi. Siz de ailelerinizle birlikte bizim yanımızda büyük bir yurta yanında gibi olurdunuz. Doğru söylemiyor muyum?

Ona cevap veremeden Şerbakov ve Kozlov geldi.

Şerbakov ev sahipleriyle selamlaşarak -Meyram Omaroviç halk toplanıyor, misafirleri karşılamaya gidelim dedi.

- Hemen geliyorum.

Meyram odasına üstünü değişmeye gitti. Şerbakov evin durumunu ilgiyle inceledi. Burada ilk defa bulunuyordu. Duvarda oldukça perişan durumda siyah bir sandık, üzerinde iki yastık. Başköşede kullanılmış bir keçe serilmişti. Odanın ortasında alçak bir masa, hepsi bu. Öndeki oda ahşap bir panel ile bölünmüştü. Bir yarısı mutfak olarak kullanılıyor, diğer yarısında ise Meyram yaşıyordu. Sergey Petroviç gözleriyle tabure aradı bulamadı. Kazaklar gibi yere oturmayı da bilmiyordu. Açıkçası tüm Karaganda tarafından tanınan eski madencinin ve parti sekreterinin böyle bir koşulda yaşayacaklarını beklememişti.

- Bu nasıl olabilir? dedi Ermek’e. Neden hiçbir şey söylemiyorsunuz? Ambarımız zengin değil ama yine de bir şeyler bulunabilir.

- Ben böyle şeylerle hiçbir zaman uğraşamadım diye cevap verdi Ermek ve giyinmeye gitti.

Janabıl kendini tutamadı:

- Meyram sevdiği kıza son sözünü söylemeye cesaret edemiyor. Ermek ise karısının söylemesini bekliyor. Bu insanlar her şeyin kendiliğinden olması gerektiğini düşünüyorlar.

Beşi birden dışarı çıktı. Kafileler kuruluşun binasının önünde bayraklarla toplanmışlardı. İnsanlar gürültülü ve heyecanlıydı. Kalabalığın içinde bir ayağı çukurda ihtiyarlar ve bastonlarına dayanmış ihtiyar kadınlar, annelerinin eteklerini tutmuş bırakmayan küçük çocuklar da vardı. Herkeste aynı ve tek bir kelime vardı.

- Demiryolu, tren...

Şehri hiç görmemiş, hatta kendi köyünden hiç çıkmamış çok fazla insan buradaydı. Onlar hayatın dikenli yollarından geçmiş, uzak sonsuz bozkırlarda büyümüş, yaşamış ve "ot arba"[40] yı sadece kulaktan dolma biliyorlardı. Şimdi ise onu kendi gözleriyle göreceklerdi. Bu birkaç saatlik bekleyiş onlara çok uzun yıllar gibi gelmişti.

- Yaklaştı mı?

- Geliyor!

- Neden geç kaldı? sesleri duyuluyordu.

Sonunda kafileler hareket etti.

Trenden dört-beş kilometre daha uzatalardı. Tren yavaş, çok yavaş geliyordu. Halk biraz dağılarak gürültülü bir şekilde ileriye doğru hareket etti. Geniş bozkırı kaplayan kabarık kar kaynamaya başlamış gibi görünüyordu. En çevik delikanlılar trene yaklaştılar. Artık demiryolcular, tepeden aşağı inen rengârenk giyimli insan kütlesini görüyordu.

Yolu yapanlar birbirlerini acele ettiriyorlardı:

- Karşılamaya geliyorlar! Kımıldayın!

Uzun vagon dizinini iki lokomotif çekiyordu. Öndeki açık platformlarda şanırak[41]boyutunda türbinler, kalın krank milleri ve içine insanın rahatça sığabileceği boyutta borular vardı.

Yolu yapanlar acele ettiler. Bir kısmı getirip traversleri döşedi, diğerleri rayları çekti. Dört iri yarı adam iki gruba bölünüp, traverslere çivileri çakarak rayları bağladılar. Arkalarından ise ağır tren yavaşça sürüklendi.

Selam ve başarı dileklerini yüksek sesle bağırarak ilk Karaganda işçi grupları geldi ve hemen o dakika demiryolculara yardıma koyuldular. İş hızlandı. Rayları hızlıca traverslere koyup kendilerinin ve trenin geçişini hızlandırdılar.

Daha sonra diğerleri, ihtiyar adamlar, kadınlar ve çocuklar geldiler. İnsanlar tümseğin etrafında yığıldılar. Heyecanlı sesler havayı doldurdu.

- Peh peh! Bu dev traktörden daha büyük olacak.

- Sesi ne kadar da sersemletici

- Buharda çıkıyor! Tıpkı kar fırtınası gibi!

- Adeta aydahar[42] gibi çalışıyor.

- Onunla koca bir kabileyi tek seferde taşımak mümkün.

Karagandalı ihtiyar maden kazıcısı Span, bu heyecanlı ve şaşkın insanların arasında kalmıştı. Ellerini çırparak Karaganda’nın yakın geçmişini hatırladı:

Eskiden İngilizler zamanında onlar Spassk bakır eritme fabrikası ve Karaganda arasında demir yolu yapmışlardı. Mesafe kırk kilometreden fazla değildi ve yapımı üç yıl sürmüştü. Raylar, incecik tığ gibi, yolun genişliği en fazla bir dil kadardı. Bir keresinde Papana köyünden saman getirirken baktım Spassk’tan tren geliyordu. Yol tepeye doğru çıkıyor, lokomotif tıslıyor, fıslıyor, puh puh yapıyor ama yokuşu bir türlü çıkamıyordu. Vagonlardan insanlar inmiş - hadi vagonları çekelim diyerek raylara kum doldurmuşlar ve treni yokuştan zorla çıkarmışlardı. Spassk fabrikası ve Karaganda arasındaki dar ölçekli demiryolunun artık sadece izi kalmıştı. Gençlik o yolu hatırlamazdı ama zamanında o yolu görenler ise şu an ki yeni tekniğin kocaman dev gibi görüntüsü karşısında hayrete kapılmışlardı.

-Başka ne desem! O küçücük lokomotifçik sanki bir yarış atı karşısında ki tay gibi duruyor.

-O, raylardan çok sık çıkardı.

-Vagonlar bizim dekovillerden birazcık daha büyüktü.

Halk kendi aralarında uğulduyordu. Birileri konuşmaya başlıyor, diğerleri de konuya dahil oluyorlardı. Alibek’te oradaydı. Onun yanında Jumabay, onlarla birlikte gelen Ardak ve Maypa çoktan onlardan ayrılmış kalabalığa karışmışlardı. Alibek her zamankinden fazla somurtkan görünüyordu. Yanakları çökmüş, küçük gözleri iyice yuvalarına girmiş, dili damağına yapışmış gibiydi. Kalabalıkta uçuşan sevinç ve memnuniyetin içtenliği onu kızdırmıştı. Tek başına kambur gibi ve bir yabani gibi ayaklarının dibine bakıyor ve içinde köpüren öfkeyi durdurmakta zorlanıyordu.

Düz bir adam olan Jumabay, muhatabının gizli düşüncelerinin farkına varamıyor ve hayran hayran konuşmaya devam ediyordu:

-Tanrı aşkına! Makinalar adeta kahraman gibi görünüyor, galiba güçleri de çok fazla.

- Bütün devler güçlü değildir denir diye kısaca cevap verdi Alibek.

- Ne diyorsunuz siz diye sinirlendi Jumabay. Böyle bir gövde de yeterince güç olmadığını mı düşünüyorsunuz yoksa? Buna inanamıyorum!

Alibek tartışmadı ve diğer tarafa gitti.

İki lokomotif tarafından çekilen uzun demiryolu treni tribünlerin karşısında durdu.

Kalabalıktan - Nerede? Misafirlerimiz hangi vagonlardalar? sesleri yankılanıyordu.

- Burada olması gerekiyor! diye konuşmalara cevap verdi Ermek.- Yoldaşlar buraya!

Demiryolu treninin sonuna bir kaç tane yolcu vagonu bağlanmıştı. İnsanlar trenin kuyruk tarafına yığıldılar.

Vagondan ilk olarak geniş omuzlu ve geniş göğüslü, kızıl bıyıkları kısa kesilmiş orta boylu bir adam belirdi.

Koro halinde misafirleri karşılamaya koşan Ermek ve Seytkali -Kolya! Ovçarenko! diye bağırdılar.

Ovçarenko vagonun basamaklarından kolayca zıpladı ve üçü hemen sarılıp öpüşmeye, birbirlerine sorular sormaya başladılar: "Nasıl geldiniz"? "Siz burada nasılsınız?"

Nikolay Ovçarenko –Eskiden Karaganda’da madenciydi. Karaganda’nın zor zamanlarında Donbass’a gitmişti ve şimdi geri dönmüştü. Ermek onu Şerbakov’la, Jumaniyaz’la ve Meyram’la tanıştırdı.

- Ne oldu kaçak, dayanamadın mı? Döndün mü? diye şaka yaptı Ermek.

- Eski dostlardan kaçılır mı acaba! diye şaka yollu cevap verdi Ovçarenko. Unutmadığınız için teşekkürler. Donbasslılara öyle bir mektup gönderdiniz ki, herkes Karaganda’ya gelmek istedi. Ben buradan yalnız ayrıldım, iki yüz tane madenciyle geri geldim. Bir de size ne makinalar getirdik. Sizi yeni yoldaşlarla tanıştırayım.

Ovçarenko gelenlerin isimlerini sıraladı. Gorlovka’dan zayıf, mavi gözlü, komsomol, ünlü havalı tabanca ustası Yaşa Voronov. Grişino’dan genç, hareketli, açık renk saçlı tekniker Osin. Stalino’dan uzun boylu, hafif yuvarlak omuzlu, koyu tenli tornacı Fedor Kovalyuk. Ve daha bir dolu isim sıraladı Ovçarenko. Onlarla birlikte gerçekten altın insanlar gelmişti; teknisyenler, kazıcılar, tornacılar, tesisatçılar, montajcılar, Ohh be! Karaganda’da onlara nasıl ihtiyaç vardı. Şerbakov onlara baktı ve gülümsedi.

Ovçarenko durmadan kızıl bıyıklarını okşayarak heyecanla konuştu.

- Bu Karaganda’ya yapılacak yardımların sadece bir kısmı. Şimdi buraya ülkenin her köşesinden insanlar akacak: Moskova’dan, Leningrad’tan.

Açın vagonları bakın size ne kadar iyilik getirdik. Biliyor musunuz yolda bize nasıl davrandılar? İstasyonlarda demiryolcular tebeşirle "Durdurmayın! Karaganda yük treni" yazdılar.

- Teşekkürler arkadaşlar! dedi yüksek sesle Şerbakov ve misafirlerle tribüne çıkarak artık hareketleneceğiz!

Yolda Meyram ona:

- Bakın tüm Karaganda burada toplandı. Bir konuşma yapın insanlar bekliyor dedi.

- Hayır diye cevap verdi Sergey Petroviç. Misafirler sizin hemşerilerinize, sizin bölgenize geldiler. Sizin konuşma yapmanız gerekiyor.

Ve Jumaniyaz toplantıyı başlattığında, Meyram, Şerbakov, misafirler, yerel yetkililer ve hükümet heyetleri temsilcileriyle birlikte tribüne çıktılar. Bu kadar kalabalığın önünde konuşma sırası Meyram’a ilk defa geldiğinde biraz heyecanlandı ama sonra sesi gitgide güçlendi.

- Yoldaşlar! diye yüksek sesle başladı. - Eğer ekim ayında yüzyıllardır uyuyan bu bozkırların üzerinde şafak çıktıysa, şu an da güneş doğmuştur! Tüm Kazak bozkırı boyunca uzanan bu yol nasıl adlandırılır? Sadece şöyle: sosyalizmin yolu. Geniş arazilerden gelen lokomotifin sesi, bizi büyük bir işi yapmaya, Karaganda’nın zenginliklerine sahip çıkmaya doğru götürüyor. Kardeşçe çalışacağız - sosyalizm endüstrisinin güçlü tulparlarını[43] eyerleyeceğiz!..

Meyram, büyük Karaganda’nın inşasında demiryolunun ve Karaganda’nın tüm Sovyetler Birliği için önemini anlattı. Kardeş Rus halkının Kazak halkına gösterdiği yardımdan bahsetti.

Sergey Petroviç Ardak’a yanaştı. Fısıldayarak ve sevincini gizlemeden:

-- Duyuyor musun kızım bak nasıl konuşuyor? Gerçek bir adam! Sovyet devleti işte böyle düzgün insanları yetiştiriyor!

Evet, güzel konuşuyor diye heyecanla onayladı Ardak.

Daha çok, daha güçlü söylemek istedi ama kendi duygularını ortaya çıkarmaktan korktu. Sadece iç çekti

Meyram konuşmasını şöyle bitirdi:

... Bir yerlerde, köşelerde gizlenen sınıf düşmanlıklarının kalıntıları, zihinlerimizdeki kapitalizm kalıntıları, kültürün yetersizliği, ihmalkârlık ve sorumsuzluk, işimizde ileri gitmemize engel oluyor. Ama bu engeller bizim ilerlememizi durduramayacak. Genel sosyalist girişi dönemi başladı. Kazanan Bolşeviklerin partisi bu girişimlerin başında duruyor. Bizim halkımızın ve partimizin sloganı; yüksek siyasi bilinç ve yüksek verimli iş. İşte mücadeleyi kazanmamızda bize yardımcı olan şey budur. Kim bu sloganı uygularsa sosyalizm treninin izinden gider, kenarda duranlar ise bu ulusal işe karşı olanlardır. Yoldaşlar ileri! Yeni hayata, özgür ve aydınlanan vatanımızın mutluluğuna..!



BÖLÜM İKİ

KISIM BİR


Uzun çok uzun yıllar boyunca kırmızı metal baca, cansız bir şekilde gökyüzüne bakmıştı. Bugün ise ondan duman çıkıyordu. Kazan dairesinin yeni binasında kazan kurulmuş, fırın yanıyordu. Her gün gök gürültüsü gibi öten siren madencileri işe çağırırken bozkıra yayılıyordu.

Karaganda’da çok şeyler değişmişti. Kömür ocağının ortasında yeni evler ortaya çıkmıştı. Su pınarı May-Kuduk ve Nura nehrinin suları borulardan geçerek kazan dairesinin yanında bulunan kocaman rezervuarları dolduruyordu. Su boru hatları kocaman fıçılar gibi olup, cumartesi çalışmalarında kazılmış kanallarda yatıyordu. Artık kömür ocağı su konusunda hiç sıkıntı yaşamıyordu.

Her gün trenler Karaganda’ya yeni ekipmanlar, inşaat malzemeleri, gıdalar ve ülkenin her köşesinden yeni işçiler getiriyordu.

Etrafta değişmişti. Kazılmamış tümsek görmek neredeyse imkânsızdı. Arada sırada dinamit patlamaları havayı sarsıyor: toprak, toz ve kaya parçaları bir sütun gibi havalanıyordu. Kaldırma kuleleri gökyüzüne doğru görkemli bir şekilde yükselmişlerdi. Ovada elektrik santrali binasının inşaatı başlanmıştı. En kısa zamanda çok enerjiye ihtiyaç olacaktı: kuyuların sayısı durmadan artıyordu. Bir kaç kuyu artık maden ocağıyla birleşmişti. Gün geçtikçe büyük bir sanayi şehrinin silueti daha net olarak görünmeye başlamıştı.

İnsanlarda değişiyordu. Köyden kısa bir zaman önce gelen Bokay’ın, hayatında çok az şey görmüş biri gibi duman kazanını inceleyip bu nedir? Ne işe yarar? diye sorduğu günler dün gibiydi. Şimdi ise bu kazanı çalıştırıyordu.

Bokay endişeyle manometrenin okuna bakıyordu. Bu ok, devamlı tıslayan büyük bir fırtına gibi korkunç dumanı kazan içinde hapsetmiş gücün seviyesini gösteriyordu. Hah! Nihayet aşağı inmeye başlamıştı. Bokay gözlerinden mavi camlı gözlüklerini indirip kazana yaklaşarak kazanın kapısını açtı. Sıcağı ve ateşin uğultusunu önemsemeden fırına kömür atmaya başladı. Kazan sanki bir an boğulur gibi oldu sonra koyu sarı bir dumanla doldu. Bokay fırının ağzına ucu bükülmüş demiri soktu ve kömürü karıştırmaya başladı. Böylece havanın içeri girmesini sağlıyordu. Kazancının vücudunu yoğun ter kaplamıştı ama o hiç yorgunluk hissetmiyordu. Sadece ok biraz yukarıya çıkmaya başladığı anda kendine dinlenmek için izin verdi. Oturdu. Ağır ağır nefes alırken ama kendinden çok memnun bir şekilde:

- Aldın mı huzursuz? Bu yaz sıcağında keçi gibi zıplıyorsun dedi.

Yavaş yavaş yukarı çıkan ok, on iki rakamını geçmişti.

Bokay - Bak bak bak şuna! dedi

Bu sefer o daha hızlı hareket etmeye başlamıştı. Koşarak kazana gitti kazanın kolunu çekti. Kazan dairesi hemen dumanla doldu. Bokay oktan gözlerini alamıyordu. Eğer ok çok fazla düşerse dumanın basıncı düşmüş demekti ve o zaman bütün makinalar duracaktı. Ama eğer standart seviyenin üstüne çıkarsa kazan patlayabilirdi.

Uzaktan adamın karısının sesi geldi - Jaybasar hey Jaybasar[44].

Karısıyla birlikte kazan dairesine bir adam girdi. Bokay yoğun duman bulutları arasından çıkarak dikkatlice baktı ve çok büyük bir sevinçle adama koştu.

- Jamantık’mı yoksa? Köyde herkes sağ mı? Sen nereden çıktın?

- Doğruca köyden geldim. Üç gündür buralarda seni arıyorum.

- Yaa! Burada bir adamı bulmak çok güç. Çok kalabalığız.

- Sen yerinde mutlu ol. Senin yaptığın iş çok kıskandırır. Neredeyse bütün üretim senin elinde.

- Yok ya! Normal bu. İyi bir görev. Üretimde çalışırken çok iyi oluyor. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsun bile. Eskiden nasıldı. Sığırın arkasında dolaşıp güneşin batışını beklerken bir hal oluyordum.

Jamantık sızlanarak - Benim için hayat çok zor dedi ve anlatmaya başladı.

Yüzünden düşen bin parçaydı. Omuzları düşmüştü. Her şeyden anlaşılıyor ki adam çok şeyler yaşamıştı.

- Altı gündür Karaganda’ya gelmeye çalışıyorum. Burada bir akrabamla karşılaştım. Üç gündür onun evinde kalıyoruz. Benim devem bahçeye giremiyor, giriş çok dar. Zavallı açıkta soğuk kar üzerinde duruyor. Allahtan karım ve çocuklar barakada. Ekmek karnesi vermediler. Karne olmayınca ekmek de vermiyorlar. Cebim de boş. İşe de almıyorlar. İşte karşındayım! dedi.

- Sen hangi işi sordun.

- Kazancı olmak istedim.

Bokay hatırlayarak - A! Evet evet. Sen üç sene Andreyev’de dumanlı değirmende çalışmıştın dedi.

Jamantık düzeltti - Üç sene iki ay.

- Neden seni kazancı olarak almadılar o zaman?

- Sizin kadro müdürünüze gittim. Benim kazancı olarak çalıştığıma dair benden belge getirmemi istiyor. Ben onu nereden alacağım. Eski ağa Andreyev’den mi soracağım. Üstelikte onu sürdüler ve içeri aldılar. İşte bu yüzden senin müdürün beni basit işçi olarak işe alıyor. Ben ise mekanik atölyesinde çalışmak istiyorum. Arkadaş bana yardım edermisin?

Bokay sustu. Kafasını eğdi.

Onun genç oynak karısı kendini tutamadı konuşmaya başladı:

- Sen niye sızlanıyorsun. Gökyüzü bir avuç gibi, toprak ana halı gibi ortada. Anlattığın kadar felaket bir durum yok. Sen Şerbakov’a git. O seni işe alır. Karaganda’da herkes için bir yer var dedi.

Bokay - Bir yarayı bıçaksız açamazsın dedi. Kafasını kaldırmadan - Belge yoksa ne yapabiliriz? diye ekledi.

- Belgesi olsa senden yardım istemezdi. Jamantık bey değil, tembel de değil. Biz onu çok iyi tanıyoruz. Sen ona kefil ol. Sen burada önemli bir adamsın. Sana güveniyorlar.

Bokay hala tereddüt ederek - Kime gitsek bilemedim? Şerbakov yok, seyahatte. Başka yöneticilerde çok meşgul. Onları rahatsız etmek istemiyorum dedi.

- Ayy! Rezilliğe bak. Sen il komitesine gitmeye mi utanıyorsun? Bize her gün ne söyleyip duruyorlar. Diyorlar ki ne ihtiyacınız varsa gelin. Sakın çekinmeyin!

Bokay sonunda razı oldu - Peki! Gidip şansımı deneyeyim dedi ve kafasını kaldırdı.

Kendinin çok eski zamanda koymuş olduğu bir kuralı - Müdürleri ricalarla rahatsız etmemek. Bu konuda çok zorlanıyordu. Bu yüzden uyarmak gerektiğini düşündü:

- Şimdi demek ki şöyle yapacağız. Ben sana kefil olacağım. Gerçi senden hiç bir kötülük görmedik amma! Burada insanlara emeklerine göre değer veriyorlar. Sen beni sakın rezil etme! Dürüst çalış, gücünü esirgeme. Eğer sonra bir kere bana: "Senin tavsiye ettiğin adam hiç uygun değilmiş" derlerse o zaman ben ne yaparım. Bu durumda beni bıçaksız öldürmüş olursun. Ona göre! Başka bir şey demeyeceğim sana.

Jamantık yemin etti ve söz verdi.

- Başkalarından kötü çalışmayacağım. Yeter ki sen bana yardım et! Senin bu iyiliğini de asla unutmayacağım.

Benzinli motorun çalıştığı yerin yanında ki odadan, mazotla kirlenmiş ellerini ketenle silen Janabıl çıktı. O, motordan sorumluydu.

Ona da Bokay gibi bu işi Konstantin Lapşin öğretmişti.

Janabıl neşeyle oynayarak -Eee Boke! Makinayı tamamen öğrenene kadar bana çok enteresan geliyordu. Şimdi ise nedendir bilmem sıkılmaya başladım dedi.

Bokay belli ki suçlayarak kafasını salladı.

- Böyle deme ya! Bir işe başladın ise onu sıkı sıkı tutman lazım elinde. Bir işten başka işe zıplamaya başlarsan senden hiç iyi bir şey çıkmaz dedi.

- Yahu bütün bir ömür küçücük bir makinanın yanında durmanın neresi iyi?

- Sen bir anda on tane makinamı çalıştırmak istiyorsun yoksa? Bak! Kibirlenme arkadaşım. Sana öğrettiler, makinayı emanet ettiler. Böyle kalkıp gitmek ne demek? Böyle olmaz!

Janabıl gülerek, sanki kuzunun dişleri gibi güzel ve küçük dişlerini ortaya çıkartarak- Yok Boke! Deve adımlarıyla uzağa gidemezsin dedi. Böyle olmayacak Boke! İşte bak Bayten. On sekiz sene çalıştı. Ama doğru düzgün bir mesleği yok. Ben bir ay içinde Maypa’ya bu işi öğreteceğim ve kendi yerime yerleştireceğim. Ben ise torna öğrenmeye gideceğim. Müthiş bir iş! Bir tornacı metali düğümmüş gibi bağlıyor.

- Onların maaşı ne kadar?

- Öğrencilere az ödüyorlar. Ustalara maaş vermiyorlar. Parça başı çalışıyorlar. Çok çalışırsan mühendis kadar para kazanırsın. Ama mesele para değil. Anlıyor musun?

Bokay kabul ederek - Doğru diyorsun. Ben de çok fazla para peşine düşmem. Gıdaları ve malzemeleri aynı yer altı çalışanları gibi alıyorum. Maaşım ailem için yetiyor. Açgözlü olmamak gerekir dedi.

Bokay konuşurken bile oklardan gözünü ayırmıyordu.

Saat beşi gösterdiğinde adeta sözlerini bıçakla kesermişçesine kazanın kolunu indirdi. Siren kükredi. Sanki ayaklarının altlarında ki toprak sarsılmıştı. Jamantık dizlerinin üzerine çöktü, elleriyle kulaklarını kapattı. Yanında duran kadın ise kahkahalar atıyordu.

Kazan dairesine uzun boylu genç biri girdi. O, Bokay’dan sonra gece vardiyasında çalışan kişiydi.

Bokay merdivenden aşağı inerek - Mitriy, gel işi teslim al. Her şey yolunda diye bağırdı.

- Pompa nasıl?

- Düzgün çalışıyor. Lapşin kendisi tamir etti.

Bokay, nöbeti teslim ederek aynı şekilde iş kıyafetleriyle parti il komitesine gitti. Jamantık’ta onunla birlikteydi.

Parti il komitesi kısa bir zaman önce inşaatı tamamlanmış, iki katlı standart bir binanın üst katında yerleşmişti. Alt katında ise kuruluş vardı. Yeni şehir büyüyüp insanların gelişi arttıkça, sosyal faaliyetler ve parti organizasyonlarının çalışmaları da bayağı artmıştı. Eski Karaganda’da ki parti komitesinin yerine parti il komitesi açılmıştı. İki katlı binanın önünde sürekli olarak arabalar duruyordu ve çok kalabalıktı. Bazı insanlar binaya dertli yüzlerle giriyorlar ama gülen yüzlerle çıkıyorlar, bazıları ise tam tersi kendinden emin girdikleri binadan kaşları çatık vaziyette çıkıyorlardı. Daha önce burada sıklıkla köylerden gelen insanları görülürdü. Onların birçoğu üç kulaklı şapkalı ve şapanlılardı. Şimdilerde ise daha çok işçiler geliyordu. İş kıyafetleri ve üç kulaklı şapkalarıyla. Birde memurlar daha fazla görünüyordu.

İl komitesi sekreterinin kabul odası çok kalabalıktı. Odanın kapıları kapalıydı. Bazen bir zil çalıyor, orta yaşlarda uzun boylu kadın zili duyunca odaya giriyor ve kısa bir zaman sonra elinde evraklarla dışarı çıkıyordu.

Bokay buraya ilk defa geliyordu. Bu kadar sıkı düzen ve düzgünlüğü olan büyük bir oda, onu kederli düşüncelere sevk etti. Demek ki Meyram sadece üretime gelirken konuşmak için uygundu. Burada ise ona ulaşmak pek kolay görünmüyordu. Bokay düşündü: "Gaflete düştüm".

Tedirgin bir sesle kadına müracaat etti - Canım benim! Lütfen Meyram’a Bokay geldi dermisiniz? dedi.

- Beklemeniz lazım. Yoldaş Meyram birincil parti organizasyon sekreterleriyle toplantı halinde.

- Çok mu beklerim?

Kadın - Söylemek zor diye cevap verdi ve tekrar odaya girdi.

İnsanlar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Herhalde onlarda çağrılmadan gelmişti ve beklemekten de sıkılmışlardı. Ama Bokay ve Jamantık beklemeye devam ettiler. Odanın kapısı aralık kalmıştı. Bokay içeri baktı. Odada birçok insan vardı: sırayla dizilmiş sandalyeler tamamen doluydu. Meyram masada oturuyordu.

Onun yanında Ermek konuşma yapıyordu:

- Donbass’tan gelen yeni grup yoldaşlarımız işlerinde çok güzel örnek teşkil ediyorlar. Madenci Voronov bir numaralı galeride düzenli olarak performans normlarını yüzde yüz elli-iki yüz oranında gerçekleştiriyor. Mekanik atölyesinin torna ustası - oda komünist olan Kovalyuk benzersiz bir ustalık sergiliyor. Bizim madenimizde ki birincil parti organizasyonumuz, Donbass’ın önde gelen uzmanlarının tecrübelerini üretimde uygulamak için mücadele ediyor ve sonuçlar belli olmaya başladı. Öğrencim genç madenci Akım, Voronov ile sosyalistlik yarışmasına girmeye karar verdi...

Bokay bir kelime bile kaçırmaktan korkuyordu. Farkında olmadan başını yavaş yavaş kapıya doğru kaydırmıştı. Şimdi odada ki herkes onun ilgiyle parlayan gözlerini ve sivri uçlu sakalını görebilirdi. Ama insanlar gerçekten çok meşgullerdi ve kapıya bakmıyorlardı. Ancak Lapşin ayağa kalkıp konuşmaya başladığı zaman ne yaptığının farkına vardı ve geri çekildi. O, ona buhar kazanının bütün sırlarını anlatan öğretmeninin önünde hala ürperiyordu.

Lapşin - Bütün parti organizasyonları- bizim mekanik atölyesi de dahil genç işçilerin öğretim konusunun yaşamsal öneme sahip olduğunu kabul etmektedirler. Bu görev, günlük üretimle ilgili görevlerin yerine getirilmesi kadar aynı derecede öneme sahiptir. Bizde de mekanizmaları yönetmeyi mesleki kursları bitiren Janabıl ve Baljan gibi genç işçiler dışında örneğin Bokay gibi ileri yaşta adamlarda öğrenmek istiyorlar dedi. O anda Bokay kapıyı iyice kapattı ve yavaş yavaş kenara çekildi. Onun kızarmış yüzünde gülücükler açıldı.

Jamantık - Ne konuşuyorlar orada diye sordu?

- Üretim konuşuluyor, işçiler konuşuluyor... Bokay duyduğu şeyleri anlatmayacaktı. Ama onu sarmalayan sevinci içinde tutamadı. Benim hakkımda da konuşuyorlar. Yani kazancı olduğum, önde gelen bir işçi olduğum. Her toplantıda benden bahsediyorlar. İşte! Bunu bana Donbasslı işçiler öğrettiler.

- Eee! Onlara beni işe almalarını rica etseydin. Kabul ederler mi sence?

- Neden kabul etmesinler. Onlar hiç kimseye hayır demiyorlar. Kurallarımız böyle. Sergey Petroviç’in bizzat kendisi bize bakıyor, bizimle ilgileniyor. Kozlov ve Kostya Lapşin ile biz akrabadan daha yakın çok samimi birer arkadaş olduk. Onlar hem Çar’a hem de Kolçak’a karşı mücadele etmişlerdi. On yedinci yılda onlar Lenin’i görmüşler. Onlar böyle adamlardır işte!

- Madeni de onlar mı çalıştırdı?

- Tabii! İlk önce Şerbakov geldi. Onunla birlikte yirmi kişi daha. Sonra da çok insan gelmeye başladı. Yakın zamanda Donbass’tan iki yüz usta daha geldi. Onlarla birlikte Kovalyuk adında biri. O mekanik atölyesinde çalışıyor. Böyle bir tornacıyı çok nadir bulursun. Elinde iş adeta yanıyor! Janabıl işte bu Kovalyuk’tan torna işini öğrenmek istiyor.

Odanın kapısı bir anda açıldı. İnsanlar koşar adım çıkmaya başladı.

Lapşin Bokay’ı fark etti.

- Sen ne arıyorsun burada?

- Öylesine!. Meyram’la konuşmaya geldim. Yanımda da bir arkadaşımı getirdim. Bir türlü işe girememiş.

- Rımbek’e gitmek lazım. Kadro müdürü olan o!

- Rımbek onu işe almamış.

- Niye almamış? Bunu Şerbakov’a söylemek lazım.

- Diyorlar ki Şerbakov seyahatteymiş. Jamantık’da beklemeye dayanamıyor. Bu yüzden il komitesine geldik.

Lapşin teşvik edercesine - İyi yapmışsınız! dedi.

Bokay odaya girdi, peşinden Jamantık’ı sürükledi.

"Neyle başlasak. Nasıl başlasak" diye düşünüyordu. Şaşkınlıktan kapıda kalmıştı.

Meyram onları zor durumdan kurtardı.

- Girin, hadi hadi girin! Oturun lütfen dedi.

Bokay acele acele başladı.

- Saygıdeğer yoldaş Meyram! Bu benim köylüm, arkadaşım Jamantık. Fakir birinin oğlu. Herkesin bildiği Kaltay Bey onun dedesinin babasını, evleneceği kızın karşılığında çeyiz olarak bir köle gibi bizim köyümüze getirmiş. O, Kaltay ile köyümüze yurtanın şanırak’ı üzerinde oturarak geldi. Yurta ise bir deve üzerinde yüklüydü...

Meyram onu durdurdu. - Boke! Siz çok uzun anlatıyorsunuz. Bu adama ne lazım? dedi.

- O buraya çalışmak için geldi. Mekanik atölyesinde çalışmak istiyor. Ama onu işe almamışlar. Andreyev ağanın değirmeninde çalıştığına dair belge getir demişler. Böyle bir belgeyi nereden alacak. Çok sıkıntı çekiyor. Üç gündür karısı ve çocuklarıyla birlikte başkalarının, iyi insanların evlerinde kalıyor. Onun işe başlaması için yardım et. Biz sana bunun için geldik.

Meyram dikkatle Jamantıkı inceledi. Belli ki mütevazı, çalışkan söz dinleyen bir adamdı.

- Sizin değirmende çalıştığınıza dair belgeyi köy komitesi veremez miydi?

Jamantık ne yapacağını bilmeden kafasını kaşıdı.

- Doğrusu bu hiç aklıma gelmedi.

Bokay tekrar söze karıştı.

- O makinaları bilir. Ben ona kefil olabilirim. Jamantık’ın dedesinin babası...

Bokay’ın yine köylüsünün hayat hikâyesini anlatacağını anlayan Meyram - İnanıyorum diyerek sözünü kesti. Madem siz ona kefil oluyorsunuz. Yanınıza alın. Zorlandığında ona yardım edersiniz. Zaten bu önde gelen bir işçi olarak sizin yükümlülüğünüzdür.

Bokay heyecanlı bir şekilde - Bana burada öğretilen hiçbir şeyi saklamam. Emin olabilirsiniz dedi.

- O zaman anlaştık. Sabah Jamantık’ı Kozlov’a götürün. Mekanisyen onu işe kaydetsin. Benim işim tavsiye etmek... Eee! Karınız. Çoluk çocuk nasıl. Sağlıkları yerinde mi? Bi türlü size uğrayacak zaman bulamıyorum.

- İyi benim canım, iyiler! Sağlıkları yerinde. Karınları tok alınları pek.

Bokay bu konuşmadan sonra sanki gökyüzüne yükselmiş gibi hissetti kendini. Odadan ayaklarının altındaki zemini hissetmeden sanki uçarmışçasına çıktı ve yol boyunca üretimde ki düzeni ve kuralları övdü.

Meyram ise aynı konuşmayı çok düşündü. Bir kaç dakika geçtikten sonra kuruluşun kadro bölümü müdürü Rımbek’i telefonla çağırdı.

Sıkı vücutlu, dinç, orta boylu bir adam içeri girdi. Neşeli siyah gözlerinde huzursuz bir şeyler vardı. O her görüşmede içgüdüsel olarak rahatsızlık hissi duyardı. Meyram bu adama karşı olan antipatisinin sebeplerini kendine bile izah edemiyordu.

Kuruluşa gelmeden önce Rımbek sayısız büyük şehirlerde birçok yetkili görevlerde bulunmuştu. Ama hiçbir yerde uzun zaman kalmamıştı. Şimdi Karaganda’ya yerleşmişti. Onun kişisel dosyasında bulunan evrakta atadan işçi olduğu ve devrimden önce Spassk bakır eritme fabrikasında çalıştığı yazıyordu.

Rımbek günlük haliyle odaya girer girmez konuşmaya başladı:

- Parti yöneticileri çağırdığı zaman benim kalbim hızlıca çarpmaya başlıyor. Emredin yoldaş başkan. Buyurun! dedi.

Meyram Rımbek’in yüzüne bakmadan - Öğrenmek istiyorum. Şehirde işçi eksikliği varken işsiz insanlar nasıl oluyor da ortaya çıkıyor. Dün sokaklarda üç kişi gördüm. Bugün bir kişi daha geldi. Neler oluyor? dedi.

- Yani bazen insanlar doğru düzgün evrakları olmadan buraya geliyorlar. Siz de çok iyi bilirsiniz ki evraksız kişiyi işe almak yasaktır.

Meyram artık Rımbek’i sorgulayarak baktı - Dinleyin. Bugün bize yoldaş Jamantık geldi. Makinalarda çalışmayı biliyor. Yanında kefili de var. Ama siz onu basit bir işçiymiş gibi çalıştırmak istiyorsunuz. Bunu nasıl anlamam lazım?

- Ama basit işçi açığımız da var.

- Doğru. Bizim her tür iş gücüne ihtiyacımız var. O zaman her adamı mesleğine göre kullanmak daha da önem kazanıyor. Bazen insanlar madende çalışmak istiyor. Ricada ediyorlar. Siz onları atlara bakmak için ahıra yolluyorsunuz. Tekrar soruyorum. Neler oluyor?

- Her şey çok basit. Sadece birçok kişi en ufak şeylerden şikayetçi olmayı çok severler.

- İnsanları kırmazsan şikâyette olmaz.

Rımbek - Eee! Ne yapmam lazım. Herkesi seçmeden mi işe alayım? diye sordu.

Meyram ciddi bir şekilde - Benim söylediklerimi yanlış anlamayın dedi. Onun keskin bakışları Rımbek’i ürküttü. - Tabi ki insanları seçerek almak lazım. Ama burada bürokrasi büyümemelidir. Getirdiği evrakta hatalar bulmak kolay. Bu hataları inceleyip yerel yönetim organları vasıtasıyla değiştirmek çok daha zor. Şüphelendiğim kadarıyla kadro bölümü bununla hiç ama hiç uğraşmıyor.

- Biz evrakları inceleme ve kontrol etme işi ile meşgul olursak sadece bununla uğraşmamız gerekir dedi Rımbek.

- Ama gelen evrakların hepsi yanlış değil. Öyle değil mi? Artık evraklarda daha düzgün gelmeye başladı ve bazı durumlar ortaya çıktığında insanlara yardım etmek lazım. Barınma yeri olmayan ve işsiz dolaşmak zorunda bırakmak değil. En güvenli evrak insanın ta kendisidir. İnsanları anlamak, çözmek, öğrenmek lazımdır. Maalesef bazen temiz ve doğru evrakların arkasında da kirli insanlar saklanmaktadır...

Rımbek’in gözleri oynamaya, burnu titremeye başladı. Kendini tutmak için çabalamasına rağmen içinde ki fırtınanın belli olduğunu hissediyordu. Meyram’ın söyledikleri ok gibi deliyordu. Vuruşlara cevap vermek ve açıkça cevaplamak riskliydi. Daha tehlikeli vuruşlara yol açabilirdi. Açık mücadeledense etrafından dolanmak daha güvenliydi. Bunları düşünen Rımbek kendini toparlayarak kendi şikâyetlerini anlatmaya başladı.

- İyi mi kötü mü bilmem. Ama ben yıllar boyunca doğru dürüst, itinayla ve iyi niyetle tüm parti görevlerini yerine getirdim. Hiç bir çabayı, hiç bir emeği esirgemedim. Tabi ki benimde hatalarım olmuştur. Ama siz canım! Bu hatalarımı bulmaya çalışıyorsunuz. Bunlara dayanarak ben hiçbir şey bilmiyorum demek istiyorsunuz ya da daha da kötüsü bana güvenilmez biri demek istiyorsunuz. O zaman bu görevi bana niçin verdiler. Siz benim önüme yemek tabağı koymuş ama bakıyorsunuz ben yemeyeyim diye. Bu durumda ben nasıl olup ta elime kaşık alma cesaretini göstereceğim.

Meyram kaşlarını biraz çatarak - Geçmişte ki iyilikler ve kötülükler bugünün cetvelleriyle ölçülür dedi. Ben şimdi sizin bugünkü işinizden bahsediyorum. Eğer daha önce bir kere bile köyden çıkmayan bir Kazak buraya geldiğinde şaşırıp ortada kalmış ise, bizim ona yol göstermemiz lazım. Biz buna zorunluyuz. Siz ise bana kalırsa bu tür insanlarla dalga geçiyorsunuz veya ilgisiz bakıyorsunuz. Şimdi gerçek konumuza gelelim. Ben buraya çalışmak için gelen Jamantık’a yarın Kozlov’a gitmesini söyledim. Onun işe kaydedilmesi konusunu takip ederseniz çok sevinirim.

Meyram açık ve sinirli şekilde konuşuyordu. Yüzünde her zamanki sıcaklıktan eser bile yoktu. Rımbek konuşmanın daha fazla uzamasının tehlikeli olacağını anladı. Hafifçe gülümseyerek:

- Tamam. Başüstüne. Benim bir kuralım vardır zaten. Durmak yok. Sizde şimdi beni daha çok hareketlendirdiniz dedi.

Rımbek her zaman hızlı yürürdü. Şimdi ise merdivenden koşarak alt kata indi ve Japar Sultanov’un odasına girdi.

Kollarını arkasına kavuşturmuş olan Japar, odasında düşünceli şekilde dolaşıyordu. O, orta boylu, büyük çeneli yüzlü, şişman dudaklı burnunun hemen altında ince bir bıyık olan yaklaşık kırk yaşında, bir adamdı. Genel olarak içine kapanıktı. Konuşmalara, sohbetlere nadiren karışır, özellikle açık konuşmalardan kaçınırdı. Japar geçmişte Alma-Ata da oldukça yüksek bir pozisyondaydı. O, kolektivizasyon esnasında ağalık propagandası nedeniyle bulunduğu yerden alınmıştı. Şimdi ise kuruluşun satın alma bölümünün müdür yardımcısı olarak çalışıyordu. Rımbek ile çok eski zamanlardan beri arkadaşlardı. Sultanov arkadaşının endişeli durumunu hemen fark etti ve bir bakışla durumu değerlendirerek sakince - Ne oldu? diye sordu.

Rımbek şikâyet etmeye başladı - Ya herhalde daha da zor zamanlar başladı. Anladığım kadarıyla il komitesinin koltuğunda oturan delikanlı, bizim şimdi ki acı pozisyonumuzu bile bize fazla görüyor. Şimdi beni çağırdı, bağırdı çağırdı. Ne için? Jamantık adlı biri işe alınmamış! Küçücük bir hata yaparsan bu genç hiç taviz vermiyor. Burada nasıl kalacağız. Bilmiyorum.

Japar çok anlamlı şekilde uzatarak- Yaaa! dedi

Gözlerini kısarak pencereye baktı. Biraz düşündükten sonra her zaman ki gibi yavaş ve dolaylı yoldan anlatmaya başladı.

- Eski zamanlardan beri Kazakların özelliği ve hazinesi, toprak ve sığırdı. Şimdi ise öyle bir zaman geldi ki sığırı ve toprağı kolhozlar ele alıyor. Eskiden tüm bozkırı yöneten birine ne kalıyor? Çöller ve kayalar. Bozkırımızda sovhozlar, şehirler ve fabrikalar büyüyor. Eski olan her şey yıkılıyor. Eski ulusal geleneklerden geriye ne kaldı. Üç kulaklı şapka bile giymiyorlar artık! Biz bu değişikliklerin gelişini öngörmüştük ve bunlarla mücadele etmek için tüm tedbirleri almıştık. Ama halk bizden uzaklaştı. Her şeyin temeli olan büyük adamları köylerinden kovdular. Şimdi ise bırak bu çobanlar ve hamallar, bugünkü hayatın onlara getireceği bütün zorlukları çeksinler. Biz burada nasıl kalacağız diye soruyorsun? Abart biraz. Sana diyecekler saç yolla sen kafayı kes. Bu ayak takımı çöle gitmek zorunda kalsın. Bir damla su verme onlara. Öldüklerini gördüğün zaman yanından geç ve: "bu cezayı hak etmiştin" gözlerine sinekler dolsun diye söyle...

Japar işte bu şekilde öfke dolu konuştu. Onun öfkesi hayata küsmüş bir ağanın öfkesiydi.

Rımbek gibilereyse halk arasında darısı olgun olan sahibinin tavuğu denirdi. O geçmişte Spassk bakır eritme fabrikasının sahiplerine yalakalık yapıyordu. Sovyet iktidarının ilk yıllarında Rımbek akıllıca geçmişini gizlemiş ve işe böyle girmişti. Ama çalışmaktan çok çalıyordu. Görevini kötüye kullandığı anlaşılınca görevlerinden alınmış o da Japar gibi insanlara katılmıştı. Bu tür insanların Sovyet iktidarına duydukları nefret ve korku onları bir araya getirmişti. Rımbek dünyada en çok geçmişinin ortaya çıkmasından korkuyordu.

Japarı dinleyen Rımbek:

- Demek ki biz abartmalar üzerine oynamalıyız diye sordu.

Japar teyit ederek - Evet. Abartmalıyız! dedi. Biz açık şekilde sağa gittiğimiz zaman yakalandık. Şimdi ise solcu sloganlarla ileri diye diye işimizi göreceğiz. Gerçekte ise her şey yıkılsın, yansın. Umrumda bile değil. Senden bin işçi istiyorlarsa sen iki bin de. Senden bin ton kömür isterlerse sen iki bin ton sözü ver. Ama her şey bununla bitmiyor. Bu düzenin omurgasına fazla yük bindirmek ve kırmak, bir yöntem. İkinci ise mümkün olan yerlerde işleri frenlemek. Sabotaj, yıkmak, bozmak, her şey. Terörizme kadar. Biz Karaganda da ki kömür kötü, koklaşmıyor diye kanıtlamaya çalıştık. Bu kömürü çıkartmanın manalı olmadığını anlatmak için çabaladık. Ama Çaykov ve arkadaşları tam tersini kanıtlamayı becerdiler. Demek ki işi bozmak, üretimi yıkmak gerekir. Beş yıllık stratejik plan, tüm dünyanın dikkatini çekti. Bu planları bozmak lazım. Tüm gücümüzün mobilizasyon zamanı geldi. Şimdi maksadımıza ulaşamazsak ilerde böyle bir fırsat olacağını sanmıyorum dedi.

Rımbek heyecanlı heyecanlı - Organizatörümüz kim? Bizi kim yönetiyor? diye sordu.

Cevap hemen gelmedi. Japar sustu. Yüzünde tereddüt vardı. Kalın dudaklarını büzüştürdü, alnında ki kırışıklıklar daha belirginleşti. Sonunda içini çeken Kapar anlattı:

- Sana her şeyi anlatamam. Zaten gerekte yok. Ama unutma. Her yerde sadece toplantılarda değil odada yalnız otururken bile çok dikkatli olmalıyız. Halk bize düşmanca davranıyor. Etrafımıza kitle topladığımız zamanlar geçmişte kaldı. Bunu beceremedik. Bizim kaç adamımız var, bu adamların kim olduğunu serbestçe korkmadan birbirimize söyleyebildiğimiz zamanlarda geçti gitti. Artık durum öyle değil. Sen sadece beni bil. Seni de sadece bir kişi bilecek. Ben en fazla iki-üç kişi biliyorum dedi.

Rımbek - Anlaşıldı. Demek ki her birimiz güvenilir bir adam bulmalıyız. Ben buldum. O harekete bile geçti dedi.

- Kimmiş o?

- Alibek adlı biri. Eski büyük beylerden. Çar’dan defalarca ödüller almış.

- Burada mı yoksa?

- Burada. Madende çalışıyor. Bu arada çokta güzel bir kızı var. Diyorlar ki Meyram onunla evlenmeyi düşünüyor.

Japar bir kaç kere sigarasından çekti ve ondan sonra cevap verdi.

- Evet. Ben Alibek’i tanıyorum. Onun Sovyet iktidarını sevmesi için hiçbir nedeni yok. Onu kullan! Kızını Meyram’dan kopartmaya çalış. Bunun için birçok yöntem var. Mesela dedikodu, kötü konuşmalar. Aralarında ki kıskançlıkları körükle...

Rımbek sözünü keserek - Orlov bize faydalı olmaz mı? diye sordu.

Japar hayır anlamında kafasını salladı.

- Onun için bekle biraz. O bir kere kendini yaktı.

Rımbek’in yüz ifadesi hemen değişti.

Japar telaşlandı - Ne oldu? diye sordu.

- Alibek Orlov’a gitmiş. Onunla konuşmuş. Gerçi bir şey olmamış ama eğer Orlov onu ele verirse...

Telefon sesi sohbeti yarıda kesti. Japar telefonu aldı.

- Hemen dedi ve yerinden kalktı. Şerbakov geldi. İkimizi çağırıyor.

- Onun hakkında ne düşünüyorsun?

- Tehlikeli bir adam. Üstelikte Meyram ile bayağı samimiler.


KISIM İKİ


Sergey Petroviç göğsüyle masaya dayanmış önüne bakıyordu. Önünde ki duvarda iki harita asılıydı. Birinde Karaganda’nın toprak üstü diğerinde ise yer altı zenginlikleri: yani kömür yatakları ve madenler gösterilmişti. Haritaların üstünde kömür çıkartma planının grafikleri vardı. Kırmızı bir çizgi, büyük kâğıdın alt köşesinden zikzak şeklinde başlayarak diyagonal olarak yukarıya çıkıyordu.

Şerbakov - Büyüyoruz, yükseliyoruz ama zorluklar bizi aşağı çekiyor dedi ve sesli bir şekilde iç çekti. Bu iç çekişinde her şey vardı. Memnuniyet ve kaygı. Piposunu çıkardı düşünceli düşünceli masanın kenarına vurdu. Japar ve Rımbek onu işbu halde yakaladılar.

Sergey Petroviç eliyle haritaları ve grafikleri gösterdi:

- Gördünüz mü? Burada görecek çok şey var...

Onlar haritaya bakarken Şerbakov elini geniş pantolonunun cebine sokarak odada bir ileri bir geri yürüyor, düşüncelerini paylaşıyordu:

- Barınma ihtiyacı ve su ihtiyacının üstesinden geliyoruz. Yeterince insan da geliyor. Karaganda demiryoluyla tüm ülkeye bağlandı. Maden ocakları sanayi için kömür vermeye başladılar. Ama bunlar henüz ilk adımlar. Sadece ilk adımlar... Büyük Karaganda’yı inşa etme yolunda bizi çok büyük zorluklar bekliyor. Biz kapitalistlerin burada elli-altmış yıl boyunca çıkarttığı kömürü bir yılda çıkartmak zorundayız. İşlerimizin miktarının farkındasınız değil mi?

Japar - Size kömür çıkartma planı ne kadar büyük gelse bile ben size söylemek isterim ki bu plan yetersiz dedi çabucak. Ben eski Donbass’ı demiyorum. Orada ki iş tamam. Ama biz neden kömür çıkartma miktarını Kuzbasstan daha düşük seviyede planlıyoruz.

Sergey Petroviç karşı çıktı - Acele etmeyin. Tabi ki bizim planımız ne kadar büyük olursa olsun ülkenin ihtiyaçlarından azdır. O kadar çok ihtiyacımız var ki, on beş hatta yirmi sene sonra çıkan kömüre az diyeceğiz. Ama gerçek imkânlarımızı da kulak arkası edemeyiz. Kuzbass gençtir. Ama yine de Kuzbass Karaganda’nın büyük kardeşidir. Şimdi o ülkenin ikinci kömür ocağıdır. Kuzbass sadece kömür devi değil Ural ile sıkı sıkıya bağlı metalürjinin gözbebeğidir dedi.

Japar’ı desteklemeye çalışan Rımbek konuşmaya karıştı:

- Bizim buralarda da sadece kömür değil, başka şeylerde var. Hani bizim komşularımız Balhaş ve Djezkazgan? Biz Ural ile bağlı değil miyiz yoksa? dedi

Sergey Petroviç onun sözünü keserek - Biliyorum. Çok iyi biliyorum. Her şey hesaba dahil. Ama dediğim gibi. Acele etmeyelim. Bolşevikler gerçek planları tercih eden insanlardır. Bu tartışmaları bırakalım. Ben sizi başka bir konuyu konuşmak için çağırdım dedi.

Japar ve Rımbek yönetici ne diyecek diye beklediler. O hiç acele etmeden başladı:

- Şimdi onaylanmış planları gerçekleştirmek için hangi yolu seçeceğiz. İşçilerin bize aralıksız geldikleri doğrudur. Ama insanları üretime almak başka, onları eğitmek ve onlara bir meslek kazandırmak bambaşka bir şey. Bu sorun bizim için yeni değil ama hala tamamen halledilmemiş bir sorun. Bu konuyla ilgili bizim her açıdan incelenmiş gelişmiş bir planımız olması lazım. Yani, kadroları sistematik hazırlama planı ve hem de bir gün için değil. Şimdi yaptığımız her şey bu planın bir prototipi sayılır. Bu planı daha detaylandırmak gerekir. Bugünden itibaren siz Rımbek Kedirbayeviç, bu planı tasarlama işine başlayacaksınız dedi.

Rımbek - Beş gün sonra hazır olur dedi.

- Biz fabrika öğrenci sistemi yardımıyla yeni işçileri eski işçilerin yanına koyarak, eğitim atölyelerinde kadroları hazırlıyoruz. Bu daha önceden kullanılmış iyi ve çok iyi sonuçlar veren yöntemdir. Ama bu yöntemler şu ana kadar öylesine kullanılmış. Kadro bölümünün bu işi ciddi anlamda geliştirmesi lazım geldiğini düşünüyorum. Üstelikte eğitim sürecini gözlemek ve kontrol etmekte lazım.

Rımbek sanki hazırmış gibi kabul ediyor, tamam deyip not defterine yazıyordu. Yazarken de sıklıkla Şerbakov’a bakıyor, onun her sözcüğünü yakalamaya çalışıyordu. Bu adam gerçekten çok iyi rol yapıyordu. O, Şerbakov’u dinledikten sonra kaygılı bir duruşla bir öneride bulundu:

- Eğer biz akşam kurslarında okumayı herkes için zorunlu kılarsak nasıl olur? Kısa mesai düzeninde çalışan işçilerin boş zamanları çok fazla. Bu zamanlarını okumak için kullansalar yeterli olur. Devlet bunun için hiç bir masraftan kaçınmaz.

Sergey Petroviç son derece kararlı bir sesle karşı çıktı - Bu çok abartılı olur. Zorla eğitim olmaz. İkna etmek lazım. İşçilerin anlayışına dayanarak ikna etmek lazım. Sabretmek ve kararlı olmak lazım...

Japar ve Rımbek birbirlerine baktılar. Sanki "ihtiyar uyanık" dermiş gibi.

Şerbakov ise odada yürürken başka bir konuya geçti:

- Japar Sultanoviç. Benim tedarik bölümü yardımcım olarak size yeni ve zor bir iş veriyorum. Ben kömürcülere gıda sağlanmasından bahsediyorum. Hatırlarsanız parti il komitesinin son yönetim kurulu kararı neyle ilgiliydi? Gıdaların dikkatli hesaplanması ve son derece tasarruflu kullanılmasının gerektiği hakkındaydı. Bizim kolhozlar henüz yeterince gıda stokuna sahip değiller. Onlarda bizler gibi yapısal olarak gelişme dönemindeler. Hiç bir gıda karnesi kullanma amacı dışında kullanılmamalıdır. Bizim de bunu sağlamamız şarttır. Ayrıca aynı enerji ile bütün gıda karnelerinin onaylanmış normlara göre tam zamanında ve tam miktarda verilmesini sağlamaya çalışmalıyız. Bunu da dikkate alın. İki-üç ay sonra kar kalkıp yollar çamur olunca ulaşım daha da zor olacak. Bizde ne kadar gıda stoku var? Kaç kişiyi beslemek lazım. Günde kaç kişi çalışmak için geliyor. Her şeyi detaylı şekilde planlamak gerekir. Eğer biz, bilerek işçilerin sayısını artmış gösterirsek ve bu sayıya göre gıda teslim alırsak bizi içeri alırlar. Daha az rakam gösterirsek o zaman da işçileri aç bırakacağız ve bu durumda da yasalar karşısında suçlu olup, cezamız ne kadar sert olsa da çekeceğiz. Bence şimdi bizim için en zor iş temin etme işi. Sizi uyarıyorum Japar Sultanoviç. Bu iş için devlete karşı siz sorumlusunuz.

İnceden gülümseyen Japar’ın yüzünde ciddiyet değil kurnazca bir ifade hâkim olmuştu. Şakayla duygularını gizledi:

- Her ne şekilde olursa olsun nasıl olsa hesap vereceğiz Sergey Petroviç. Demek ki bir gıda karnesi sizden ve bizden daha değerliymiş.

- Yemek karnesi bir insana verildiği için değerlidir. Biz her şeyden önce insanı düşünmeliyiz.

Çilli yüzlü genç bir kız olan sekreter odaya girdi.

Elinde olan küçük kâğıda bakarak Rımbek’e doğru:

- Sizi epeydir bir yoldaş bekliyor. Onun adı Mahmet Torsukbayev dedi.

Rımbek - Tamam tamam. Şimdi geliyorum dedi ve Şerbakov’a -Tedarik bölümü için çok uygun bir adam olduğunu düşünüyorum dedi. Üstelikte söylediğiniz gibi bölümünüzde çok büyük iş başlayacak. Tanışmak konuşmak istermisiniz?

- Yahu iş bilen çalışan kişiler bölüm için her zaman gereklidir. Ama bu pozisyona atanabilmesi için il komitesinden atanma belgesi lazım.

- O, il komitesine gitmeye cesaret edemiyor. Siz talep gönderirsiniz diye bekliyor. Onun Meyram’la arasında gerginlik var dedi ve kısık sesle - Diyorlar ki aşk meselesiymiş diye ekledi.

Şerbakov gülerek -Vay vay! Aşkla ne alakası var dedi. Ehh gençlik işte. Peki. Girsin bakalım. Ne var ne yok anlayalım.

İçeri şişman, kıvırcık saçlı, tertemiz giyinmiş Mahmet girdi. Özellikle çekingen biriymiş gibi duruyordu. Girer girmez saygıyla merhabalaştılar ve tüm konuşma boyunca karnı tok bir kuzu gibi sakince oturdu.

Sergey Petroviç ona - Daha önce nerede çalıştınız diye sordu?

- Burada Telman Bölgesinde. Bölge tedarik birliğinin başkanı olarak.

- Neden oradan ayrıldınız?

- Ticaret öğreten kurslar için Alma - Ata’ya gittim. Şimdi ise kursları tamamlayıp döndüm artık.

- Biz bölge çalışanlarını ayartma hakkına sahip değiliz. Bi de sizin kalifikasyonunuzun artmasını sağlayan ve bunun için parasal fonlar harcayan organizasyondan gitmeniz doğru mu?

Mahmet hemen bir cevap bulamadı. Rımbek yardım etti.

- Ama onu Karaganda’ya eyalet gönderdi. Neden biz onu almayalım.

Şerbakov Japar’a doğru - Siz buna nasıl bakıyorsunuz diye sordu?

- Ben bu adamı Rımbek vasatsıyla tanıdım. Okullu biri. Pratiği de az değil. Şimdi kursları da bitirmiş. Böyle adamlar nadir olarak bulunur dedi.

Şerbakov kabul ederek - Peki. İl komitesinden talep etmeyi deneyelim dedi. Ama siz genç adam yapacağınız işin tüm sorumluluğunu anlayın lütfen. Ona göre! İşçilerin ihtiyaçlarını karşılamak kömür çıkartmakla aynı öneme sahip. İşte bizde şu anda burada oturmuş bu problemi nasıl çözeceğiz, nasıl bir yol izleyeceğiz diye kafa patlatıyoruz, dedi.

Mahmet dinliyordu. Sürekli kafasını sallıyor ve sıklıkla "tabi, tabi" diyordu. Eğer Şerbakov şimdi ona "şişmiş balonsun sen" dese o yine "tabi" diye cevap verirdi. Rımbek bu adamı öylesine seçmemişti. O, şimdi Şerbakov’un gözlerinde Mahmet’in itibarını arttırmak için uğraşıyordu:

- Bu yeni kadro. Genç, gelişmeye büyümeye açık. Becerecek! Eminim dedi.

Mahmet buna da cevaben kafasını salladı. Sonra Şerbakov’un hafızasında bu kafa sallamalar ve "tabi tabi" söyleyişlerini bırakarak çıktı.


KISIM ÜÇ


Ardak daha önce hiç bir zaman bu kadar sevinmemişti. Babasıyla bu mucizevî haberi paylaşmak için hızlı hızlı adım atarak yürüyordu. Yine de onun adımları, düşüncesinin hızına yetişemiyordu. Evin en fazla yüz adım ilerde olması lazımdı ama ona yaklaşamıyor sanki uzaklaşıyor gibiydi. O zaman koşmaya başladı. Koşarken saçları uçuşuyor, frenk üzümleri gibi kara gözleri daha çok parlıyordu.

Eşiği geçer geçmez nefesi tıkandı - Koke! diye bağırdı.

Babası yavaşça kafasını ona doğru çevirdi. O, kapıya doğru yanını dönmüş ve elleriyle dizlerini sarmış oturuyordu.

Ardak, babasının yanında oturan Rımbek’ın yüzüne bakmadan - Anladım! Az laf. Harekete geçme zamanı geldi dediğini duydu.

Herhalde onların konuşması bitmişti.

Rımbek hemen kalktı ve yürürken Ardak’a merhaba diyerek çıktı.

Kız neden daha önce hiç onlara gelmeyen, iri yapılı kuruluş çalışanının evlerine geldiğini anlamamıştı. Ama şimdi bir şey sormaya zamanı yoktu. O acele acele Lenin’in eserleri cildini masaya koydu. Üzerine kolundan çıkardığı saatini bıraktı.

- Koke! Bu sizin kızınızın ilk başarıları. Beni bütün toplananların önünde övdükleri zaman heyecandan hiçbir şey duyamıyordum!

Bir heykel gibi kıpırdamadan oturan Alibek göz ucuyla kitaplara bakıp, istemeyerek elini uzattı, masadan saati aldı ve kenarında ki oyma yazıyı okudu "Kültür alanında ki çalışmalarından dolayı Ardak Mırzabekova’ya verilmiştir."

- Bu yazıyı kim yazdı? diye sordu.

- Çilingir Lapşin.

Alibek saati masaya koydu, yine dizlerine sarıldı ve sert yüz ifadesini değiştirmeden:

- Sen bunu yalan söylediğin için mi yoksa kendi vicdanını sattığın için mi aldın? dedi

Kızın yüzünde ki allık yavaş yavaş solmaya başladı. Dudakları titriyor, zor nefes alıyordu. Solunumu güçleşmişti. Ne cevap vereceğini bilmeden babasının arkasına oturdu.

O, Alibek’in boynunda ki eski izi - bıçak izini görebiliyordu. Bu iz Ardak’a uzakta kalan köyünü ve unutulmuş o korkunç günü hatırlattı. Kendini toparlayan Ardak cevap verdi:

- Ben ne satmayı ne yalan söylemeyi bilmiyorum. Hediyeyi dürüst çalıştığım için aldım. Siz Koke, kendi sözlerinizi iyice tarttınız mı? Onlar benim için kayalardan ağır.

Konuşmaya devam etme gücünü kendinde bulamadan ağlamaya başladı. Alibek daha önce hiç bir zaman onunla bu kadar öfkeli ve kırıcı konuşmamıştı. Ona güveniyordu, ona acıyordu. Oysa şimdi babası kendi elleriyle onun güvenme duygusunu öldürmüştü.

Alibek yüzünü kızına döndürerek - Bende senin gibi ağlamak için gözyaşları bile kalmadı. Şimdi bakalım. Kimin için daha ağırmış. Ben şiddetli bir savaşın ortasında yaralanıp attan düştüm. Şimdi sen bana elini uzatmak yerine yabancılara gidiyorsun. Bu benim için düşmanın yarasından daha ağır.

- Sizin düşmanınız kim?

Alibek sustu. Yüzü koyu gri renkteydi. Gazyağı lambasının zayıf ışığında sadece küçük gözleri parlıyordu.

Ardak bu gözlere bakmaya dayanamadı, kafasını öne eğdi. Ocakta yanan kömür, barakayı terletecek kadar ısıtmıştı. Ardak nefes alamıyordu.

Biraz zaman geçince endişeyle - Neden fikrinizi değiştirdiniz diye sordu? O zamanlar siz bana; dürüst çalışıp halkın güvenini kazanmak istediğinizi ve eski olan her şeyi unuttum demiştiniz diye sordu?

Alibek susuyordu.

Ardak devam etti - Ben anlamıyorum. Yoksa siz bana yalan mı söylediniz? dedi.

Alibek soruya direk cevap vermeden üzüntüyle başka konu hakkında konuşmaya başladı:

- Öğrettim, büyüttüm... Şimdi benim başımın üstünde kara bulutlar toplanmışken, bugünlerde bile hâlâ bir ayı gibi babalık yükünü omzumda taşıyorum dedi.

- Siz bunların hepsini sadece kendiniz için yaptınız. Kendi rahatınız uğruna. Şimdi böyle mi oldu? Artık kendi hayatınız bir ot gibi solmuş ve siz yeni hayatın yeşil fidanlarını sökmeye çalışıyorsunuz.

- Ne hayatından bahsediyorsun sen! Bu hayat değil, işkence.

Ardak kızgınlıkla karşı çıktı:

- Etrafımda gördüğüm insanlar, okuduğum kitaplar hayat çalışmaktır, emektir diyor. Şu kısacık hayatımda ben huzuru sadece ve sadece işte buldum. Bu budur! Aksi halde insanlar madenlerde bu kadar heyecanlı çalışmazdı!

Alibek elini hayır anlamında salladı.

- Bunların hepsi boş kızım. Eğer insanın sadece öğlen saatine kadar hayatı kalmışsa, eğer insan tüm malı mülkünü elden çıkarmışsa onu emeğin heyecanlandıracağını söylemek beynin uyuşturulmuş demektir. İşte bu bütün gençliğin, coşkularının ölmesi demektir. Uyan kızım! Yoksa zehirlenirsin!

- Ben uyuşturulmuş değilim ve gençliğe hevesli de değilim diye bağırdı Ardak. Ben sizin geçmişinizi düşünüp üzülmek istemiyorum. Benim için bu üç kitap, bu kol saati ve saatin üzerinde ki yazı, bütün dünyada ki mücevherlerden daha değerli. Halktan, insanlardan samimi ve sıcak sözler duydum. Beni düşündüklerini, onurlandırdıklarını hissettim. Açıkçası siz Köke, böyle şeylerle beni hiç şımartmadınız. Buna rağmen ben sizi bırakmadım.. Biraz sustuktan sonra kararalı bir ses tonuyla - Şimdi! Vedalaşma zamanı geldi değil mi? diye sordu.

Alibek ağır ağır yerinden kalktı - Demek sadece vedalaşmak kaldı öyle mi!

Bir kelime daha etmeden iş kıyafetini omuzlarına attı ve küreğini alarak çıktı.

Yüksek kar tümsekleri, aysız karanlık gece, her yerde karla kaplanmış yarı toprak barakalar. Alibek tavşan yoluna benzeyen dar patikada, ayaklarının altında karın gıcırdamalarını dinleyerek madene doğru yürüdü.

O artık biliyordu: kızını yanında tutamayacaktı. Kızı ondan uzaklaşmış, ona yabancılaşmaya başlamıştı. Ardak’ın bu kadar sert ve kararlı davranacağını bilememişti. Kısa bir zaman önce Alibek sadece tek bir şeyden korkuyordu. Kızının Meyram’a bağlanmasından. Şimdi ise görüldüğü üzere tehlike daha ciddileşmişti. Bu yetmezmiş gibi Orlov güvenilmez biri çıkmıştı. Rımbek haklıymış. Mühendis ikna olmuyorsa, ihanet edebilirdi.

Alibek bu karanlık düşüncelerle birlikte madene kadar gitti. Artık burası aydınlıktı. Her yere dikilmiş direklerde elektrik ampulleri vardı. Üst geçidin olduğu yerden dekovillerin gürültüsü geliyordu. Bu gürültüye, madenin sağ tarafında yerleşmiş mekanik atölyesinde ki duman kazanının cızırdamaları ve kaldırma makinesinin uğultusu ekleniyordu. Bütün bu çeşitli sesler, büyük bir uğultu halinde birleşip bütün gün boyunca kesilmiyor hatta gece saatlerinde daha da güçleniyordu.

Artık madene iniş farklıydı. Su kuyusuna benzeyen dikey gövde, şimdi sadece temiz hava temini için kullanılıyordu. Dağın güney yamacında derinlere giden yeni iniş kazılmıştı. İşçiler ona "iniş" adı vermişlerdi. Bu iniş, toprakların en derin kısımlarına giden kocaman bir dağ sıçanı yuvasına benziyor ve her gün daha da derinlere iniyordu. Onun üzerinde de dar raylı bir demiryolu döşenmişti. Yanında madene özellikle insanların inmesi için ikinci bir iniş daha kazılıyordu. Ama bu iniş daha hazır olmadığı için insanlar diğer inişi kullanıyordu. Üretimde henüz doğru düzgün bir düzen kurulmamıştı. İnsanlar madenlere izin belgesi olmadan girebiliyordu. Alibek’te kimse tarafından durdurulmadan inişe girdi. Boyu uzun olmasına rağmen başını eğmeden yürüyebiliyordu. İnişin yüksekliği buna uygundu. Tavan, geçiş yolunun iki tarafında sıkça konulan direklere dayanmış bir dizi kalaslarla takviyeliydi.

Dar raylı demiryolu raylarının arasından çelik halat geçiyordu. Bazen halat gerilip hareket ediyordu. Halatın üst ucu kaldıraca alt ucu ise dekovillere bağlıydı. Şimdi dekoviller en derin yerde duruyor, orada çok uzakta lambaların ışıkları yanıp sönüyordu.

Halat gerilmiş ve bir anda traverse vurup hızlıca yukarı doğru kaymaya başlamış, gök gürültüsüne benzer bir ses gelmişti.

Alibek bir anlık refleksle duvara yaslandı. Kaçarken eliyle sıcak duman borusunu tuttu ve tutar tutmaz hemen yanan elini çekti. Yanından gürültüyle ve gıcırdayarak kömür dolu dört dekovil geçti.

Alibek yürümeye devam etti. Ama yanmış elinde ki acıyı değil, etrafında ki değişiklikleri düşünüyordu. Derin derin ve zor nefes alıyordu. Gönlü de tıpkı bu iniş gibi karanlıktı. Dalmış, alnını tavanın alçak kirişine vurunca elleriyle kafasını tutarak uzun zaman yerinde durdu.

İnişin son kısmında Ermek’in ekibi çalışıyordu. Yukarıdan damlayan sular, yerde su birikintisi oluşturmuş, ayaklarının altına çamur yayılmıştı. Ama insanlar sudan korkmuyordu. Üzerlerinde su sızdırmaz tulumların üzerinden dizlerinin üstüne gelen lastik çizmeler giymişlerdi ve kafalarında bakır baretler vardı. Cameron susamış gibi biriken suyu hüüp! diye emiyor ve borudan yukarıya çıkartıp toprağa döküyordu.

Şimdi bu galeri yaşamsal bir öneme sahipti: bu maden planı tutturacak mı tutturmayacak mı? Ermek bu yüzden onu buraya atamalarını kendisi istemiş, kendi ekibini bizzat kendisi seçmiş, ekibine Alibek’in de girmesini istemişti. Ermek, Alibek’in Ardak’ın babası olduğunu biliyordu ve bu yüzden onu ekibine almıştı.

İnişin en sonunda iki kazıcı çalışıyordu. Bunlardan biri Ermek’ti. O, artık eskisi gibi kazmayla çalışmıyor, elinde ki havalı tabancanın ucunu kömür tabakasına yönlendirip vuruyordu. Havalı tabanca çılgın gibi sallanıyor, Ermek’in güçlü vücudu bile titriyordu ama o aleti çok sıkıca tutuyor ve çelik ucu kömüre daha derine sokuyordu.

Hemen yanında Akım vardı. O, parlayan gözleriyle eski madencinin her hareketini takip ediyor.

- Şimdi bana verin, bir de ben deneyeyim! diye söylenip duruyordu.

Ama Ermek onu sanki duymamış gibi:

- Müthiş bir cihaz! Bununla bir günde on kazıcının kazdığı kadar kömürü çıkartabileceğiz dedi.

Akım - Derler ki darbeli olanı daha çabuk çalışıyormuş. Doğru mu? diye sordu.

- Doğru delikanlı. O, otuz-kırk kazıcının işini yapar.

- Eee! Voronov onunla çalışmayı biliyor mu?

- Yok! Bu tür makineler Donbass’ta bile çok fazla yok.

Akım heyecanla - Keşke bu makineyi bana verselerdi diye bağırdı.

Ermek ona gözünün ucuyla baktı.

- Bak sen şuna! Havalı tabanca bile az geliyor. Ben yıllarca kazmayla vuruyordum dedi.

Akım yalvararak - Yaa! Tabancayı bana denemek için verin artık. Sizden kötü yapmam. Göreceksiniz. Aynı miktarda kazacağım dedi.

Ermek yerini verdi, cihazı elden gence teslim etti. Akım heyecanlı heyecanlı ve becerikli şekilde işe başladı. Sürekli konuşuyordu.

- Hatta sizden fazla kazacağım. Sizin topuklarınıza basmazsam bana da Akım demesinler o zaman.

Ermek keserek - Çalışırken konuşma. Daha çabuk yorulursun.

İçinde alevler yanan Akım kazmaya devam etti.

- Siz herhalde kendiniz yoruldunuz. Yaşlanmaya başladınız.

- Vay be bak sen! Gençliğiyle nasıl da övünüyor.

- Tabi! Ben eğer yorulursam dinlenmem için altı saat yetiyor. Size belli ki altı gün az gelecek.

Ermek hoşuna gider gibi sırıttı ve kalasları monte eden işçilere doğru yaklaştı.

İniş, sadece kömürü yüzeye çıkarmak için değil, onun vasıtasıyla yer altına tüm işler için gerekli malzemelerin indirilmesinde de kullanılıyordu. Bu büyük öneme sahip inişi doğru düzgün kazarak geçmek ve inişin içinde destekleri doğru monte etmek bayağı ustalık gerekiyordu. Her şey düzgün konulmuş olmalıydı.

Ermek, her direğe kazmayla hafifçe vurarak montajcıların işlerini kontrol ediyordu. Sadece iki üç kez vurur ve sadece desteklerin değil, bütün tavanın sağlam olup olmadığını hemen anlardı.

Bu kontrolleri yaparken yanına bir taraftan mühendis Orlov diğer taraftan Alibek yaklaştı.

Madenci Alibek’e - Sizi boşuna rahatsız ettim. Siz eve gidebilirsiniz dedi. Dün Joltay kendini hasta hissettiği için bugün sizin işe gelmeniz gerektiğini söylemiştim. Bugünse o, kendi işe geldi.

Ama Alibek gitme niyetinde değildi. Orlov ve Ermek, birlikte desteklerin bağlantı yerlerini kontrol ediyorlardı. Mühendis gördüklerinden memnun kalmıştı.

Direkler doğru sabitlenmişti. - Montajcılar bu şekilde devam etsinler, cameronda iyi çalışıyor dedi. Bir anda direklerden birine dikkatli baktı ve Ermek’e:

- Hah! Bunu kontrol et dedi.

Ermek tek kelime etmeden bir işçinin elinden ağır balyozu aldı ve bir vuruşta direği yerinden kopardı. Orlov sırıttı:

- Yaa! Önceden sizi boşuna övmüşüm.

Utanan Ermek baltayı aldı. Direğin ucunu sivrileştirerek tekrar yerine sapladı. Sonra balyozu montajcıya vererek:

- Sen şimdi onu düşürmeyi dene bakalım! dedi.

Montajcı tüm gücünü toplayarak bir kaç kere vuruş yapmasına rağmen direk kıpırdamamıştı.

Ermek kızgın bir şekilde - İyi çalışıyorsunuz; fakat hatalarınız... Bu sığır ahırının çıtası değil. Direğin ucunu doğru düzgün sivrileştirirsen ve tabakanın eğimiyle ters koyarsan, asla çıkartamazsın. Ayrı duran ve uygun olmayan direkler, sağlıklı dişler arasında ki çürük bir diş gibidir. Onlar sabit direkleri de gevşetir. Galerilerde ki ve özellikle inişlerde ki destekler, uzun süreliğine çakılır ve bu yüzden son derece sağlam olmalıdır dedi.

Orlov destekleyerek - Doğru! İşi bilerek konuşuyorsunuz. Bence kısım şefi olabilirsiniz. Bu iş tam size göre. Biz madenleri kısımlara bölmeyi planlıyoruz dedi.

- Ama okuryazar biri lazım!

- Siz okumayı yazmayı biliyorsunuz. Ben dünkü sınavda size, Akım’a, Janabıl’a bakarak çok içten sevindim. Altı ay içinde siz sadece okuma yazma değil, kesirleri bile öğrendiniz.

- Bunun için bizim öğretmenimize teşekkür etmek lazım. Okuma yazma adeta bir kazmayla kafaya vurur gibi sokulursa; nasıl olurda hafızada kalmaz!

Ermek, bu son yarıyılda bilginin kendisine ne kadar lazım olduğunu tüm içtenliğiyle anlamıştı. Okul kitaplarından defterlerinden gece bile ayrılmıyor, yastığının altına saklıyordu. Şimdi bile iş kıyafetinin göğüs cebinde siyah kaplı, kalın bir defter vardı. Bu defter onun için bir rehber kitap gibiydi. O bu deftere, hafızasına iyice yerleştirmek istediği şeyleri yazıyordu. Öğrenmeye olan tutkusu derslerde ona çok yardım ediyordu. Övgülerde onu bozmamıştı: kendisiyle ilgili madencilik şöhretini iş arkadaşlarıyla paylaşıyor; eğitimde ki başarılarını ise öğretmenlerinin başarısı olarak kabul ediyordu.

Bilim adamları arasında gençler de vardı. Onlar kendileriyle konuşulunca sanki çok yaşlı başlı adamlarmış gibilerdi. Hem bugünler hakkında çok şeyler biliyorlar hem de geçmiş dönemler hakkında çok şey biliyorlardı. Ben tüm hayatımı Karaganda’da geçirdim; ama burada ne kadar kömür var bilmiyorum.

Size bakalım yoldaş Orlov. Siz taa Donbass’ta çalıştınız. Ama burada ki zenginlikleri biliyordunuz. Bir adam bilimsiz ve bilgisiz kalırsa; ölene kadar bebek olarak kalacaktır. İşte ben bunu bu son altı ayda okuduklarımdan çok iyi anladım ve kafama iyice soktum.

Orlov özenle burnunun üstüne takılı gözlüğünü sildi ve Ermek’e gözlerini dikerek baktı.

- Harbiden altın kafanız var! Sonra Alibek’e dönerek - Sizin aceleniz yoksa madenden birlikte çıkalım dedi.

Alibek - Olur dedi.

Kendi lambalarını yakıtla doldurdular. Bunlar artık duman ve is çıkartan yağlı lambalar değildi. Camlı ve örgüyle kaplanmış, dumansız çalışan fenerlerdi.

Orlov neşeyle - Kısa bir zaman sonra elektrikli lambalarımız olacak ve bunları atacağız dedi.

Gitmeden önce Ermek’e şu talimatı verdi:

- Bu iniş daha derine inmeyecek. Yarından itibaren ekibiniz başka yere geçecek.

- Nereye?

- Birçok zengin katman var. Bu katmanları İngilizler taa o zamanlar keşfetmiş ama işleyememişlerdi.

- Biliyorum. Bu ikinci lavdır. Orada gaz durumu nasıl?

- Çok fazla yok. Gazı oradan çıkartacağız. O katman var ya! Bizim planımızın gerçekleşmesinde çok yardımcı olacak. Sizin ekibiniz öncü ekiptir. Bu yüzden sizin ekibinizi en önemli ve acil işlerde görevlendiriyoruz ve bu konuda size hiç taviz yok.

Sözlerini bitiren Orlov Alibek’e eliyle gidelim işareti yaparak yukarıya doğru yürüdü. Yol üzerinde bir galeriye uğradı. Bu yer aktarma istasyonu görevi görüyordu. Lavlardan ve damarlardan çıkartılmış kömür, galeriler vasıtasıyla aktarma istasyonuna geliyor ve buradan iniş yoluyla yukarıya yüzeye çıkartılıyordu.

Şimdi istasyonda iş kaynıyordu. Dekovilciler oraya buraya koşturuyor, uzak lavlardan ve galerilerden atlarla çekerek yakın lavlardan ve galerilerden ise elleriyle dekovilleri iterek, kömürü istasyona getiriyorlardı. Artık burada el arabaları görülmüyordu. Ama dekoviller için hâlâ bir canlının gücü gerekiyordu.

Orlov - En yakın zamanda her yerde elektriği çalıştıracağız. O zaman işimiz daha keyifli ve daha hızlı olacak dedi.

Alibek susuyordu. Sanki istasyonda çalışanları dinliyordu.

- Boşları götürün!

- Bize yol ver, ne duruyorsun!

- Daha ne kadar dekovil yolladınız.

- Kaldır!

- Aup!

Orlov tekrar Alibek’e dönerek - Fark ettiniz mi? Bütün bu insanlar kısa zaman önce buraya köyden geldiler. Şimdi yavaş bile olsa madende kendilerini buranın sahibi gibi hissedip, talimat bile vermeye başladılar. Tabi ki daha çok eksiğimiz var. Ama yeni madenciler işlerini yarıda bırakmak istemezler. Onların emeklerinin coşkusu, kendi hayatlarına sahip olmanın anahtarıdır ve ben artık buna inanıyorum.

Orlov sanki bu konuşmayı tesadüfen yapmamış gibiydi. Söylediklerinin etkisini kontrol edermiş gibi Alibek’e sıklıkla sorgulayan bir bakış atıyordu. Ama Alibek bu seferde cevap vermemişti ve onun hiçbir şey belli olmayan yüzünden mühendisin söyledikleriyle ilgili ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi.

Orlov gürültünün sebebini öğrenmek için istasyona yaklaştı. Gördü ki köşede bir dekovil dönerken yana devrilmiş ve trafik tıkanmıştı. Dekovilci rayları yapan insanlara kızıyor, bağırıp çağırıyordu.

- Kazandıkları paralar yaramasın onlara! Şimdi onları bi görsem var ya! Böyle bir ray döşedikleri için gösterirdim günlerini.

Orlov yolu ve dekovile dikkatlice inceleyerek defterini çıkardı ve not aldı. "Yol çok keskin dönüyor. Raylar sıkı bağlanmamış. Dekovil yağlanmamış. Yolun düzeltilmesi için adam göndermek lazım."

Dekovil dizini yola çıktığını uyarmak için zil çaldı. Tabaka etrafında işçiler toplanmıştı. Orlov koşarak onları kenarlara itmeye başladı.

- Yolda durmayın. Çok tehlikeli!

Ve düşündü - "İşçiler iş güvenliği kurallarını çok az biliyorlar. Mutlak eğitilmelidirler." diye yazması gerektiğini düşündü.

Orlov, son zamanlarda madeni gezerken fark etmiş olduğu tüm hataları ve eksiklikleri, unutmamak için eskisinden daha sık yazıyordu. Ama çok ketum bir karakteri olması nedeniyle ya da geçmişinden utandığından işçilerle az konuşurdu. Fark ettiklerini not alıyor ama bununla ilgili talimatları Şerbakov vasıtasıyla iletiyordu.

Tren durağa zamanından önce gelmişti. Orlov bunu da not aldı. Tabakanın yanında duran işçiye sadece tek bir soru sordu.

- Ne kadar gönderdiniz?

- Seksen üç vagon.

Mühendis - Tamam. İyidir dedi kısaca ve yürümeye devam etti.

Ermek’e söylediği katmanı tekrar gözden geçirmeyi düşündü ve eski galerilere doğru yürüdü. Bayağı gittikten sonra mühendisin dairesinde ki keskin konuşma Orlov’un zihninde yeniden canlandı.

- Ben sizinle şunu konuşacaktım. Sizi boğan düşünceler bir zamanlar beni de boğuyordu. Sovyetlerin dünyası bana dar geliyordu. Aklıma neler neler geliyordu. Ama eninde sonunda tüm umutlarım, tüm planlarım hayal oldu. O zaman her şey yıkıldı. Karanlık ve dipsiz bir kuyuya düştüğümü düşünüyordum. Ama işte yine yanılmıştım. Sanki iyice dinlenmiş bir sarhoş gibi bende kendime geldim ve boşuna harcanmış yıllarıma üzüldüm. Yeniden yaşamak, yeniden çalışmak istedim. İlk defa yeni hayatın ne kadar ferah, ne kadar güzel olduğunu, ileride ne kadar çok mutluluk olduğunu anladım. Dahası beş yıllık stratejik planın, bu yeni hayata ulaşmak için tek yol olduğunu da anladım. Size yemin ediyorum yolunuzu şaşırmışsınız. Benim yoluma adım atın ve göreceksiniz ki etrafınızda ki her şey müthiş aydınlanacak. Anlamanın zamanı geldi. Aynı yolda milyonlarca halk da yürüyor.

Orlov cevap beklerken sustu. Alibek düşmanca sırıttı.

- Resmen kışkırtıyorsunuz olmuşsunuz bakıyorum. Devam edin!

Orlov - Geçen sefer siz kendi tarafınızdan bakarak kışkırtmıştınız. Şimdi benim fikirlerimi dinleyin diye cevap verdi. Siz o zaman demiştiniz ki; madeni kimin çökerttiğini biliyorum. Neyse ki rezaleti ben üstlendim. Zararı ise; yaralanmış işçiyi unutursak maden yaşadı. Çalışmalar durmadı. Bu olay yavaş yavaş unutulacak. Ama her şey aynı şekilde bu kadar kolay yanınıza kalmayacak. Bence siz bu işi bırakın. Kızınız var. Çok iyi bir kız. Onu düşünün! Siz de doğru düzgün çalışarak kendinizi temizleyebilirsiniz.

Alibek öfkeyle ve acıyla - Mutluluk kuşu omuzdan uçtu gitti dedi.

Orlov’u öfke sarmıştı.

- Beni zorlamayın. Sizin işlediğiniz suçla ilgili susacağımı mı düşünüyorsunuz?

Konuşma kesilmiş, ortama sessizlik hakim olmuştu. Çalışanların gürültüsü buraya gelmiyordu. Alibek ve Orlov kömürün çoktan çıkartılmış olduğu galeriler ve lavlarda yürüyorlardı. Toprağın altında komşu maden "Gerbert" ile birleşmiş noktaya geldiler. Orlov gazdan korkarak sıklıkla fenere bakıyordu.

Bir anda Alibek kahkaha atmaya başladı. Sonra heyecanla:

- Peki! Kaderde ne yazılmışsa onu yaşadık. Bize ne verdiyse yedik. Yaşlı koyunun ne kadar yaşayacak ömrü kalmış ki hâlâ imkânsız şeyler hayal ediyoruz. Siz bıraktıysanız ben de bıraktım. İşte o kadar!

Orlov durdu, Alibek’in elini aldı ve sıkıca salladı. Epey bir zaman elini bırakmadı. Kuru kansız yüzünde allık oluşmuştu. Konuşurken sesi titriyordu:

- Artık size doğruyu söyleyeceğim. Ben defalarca sizi açığa düşürmek istedim. Ama kendi kendimi çok zorluyordum. Sizin aklınız başınıza gelir diye çok umutluydum. Şimdi sevindim, çok sevindim Alibek Taymanoviç! Haklısınız! Yaşlı koyunun yaşayacak ne kadar ömrü kaldı. Yine halkın bir parçası olmayı deneyelim. Yeni fikirlerim, yeni düşüncelerim beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin patlatma yardımıyla konuştuğum kömür tabakasını açmak istiyorum. Bu çıkartma hacmini bir anda arttırır dedi.

Orlov sanki gençleşmişti. Yumuşak derin bir sesle gelecekte olacaklardan; yer altı makinalarından, elektrikli taşıma araçlarından, konveyörlerden, kömür kesme makinalarından, elektrikli aydınlatmadan, daha keşfedilmemiş ama sonsuz Karaganda kömürü rezervlerinden, kömürün kalitesinden ve kömür çıkartma hacminin arttırılmasıyla ilgili yöntemler hakkında anlatıyordu. Alibek, Orlov’un ne kadar iyi bir uzman ve kendi işini ne kadar sevdiğine ikna olmuştu.

Terk edilmiş İngiliz galerilerine, uzun zaman önce kazma işinin durdurulmuş olduğu lava kadar geldiler. İlk madeni, "Gerbert" madeninden ayıran kalın duvarda kocaman bir delik vardı. Girişte yukarıdan düşmüş kocaman bir kömür parçası duruyordu.

Orlov şakayla - Bu kömür, sanki biz zaten onu kazmaya geleceğiz diye bilmiş gibi kendiliğinden düşmüş dedi. Parmaklarıyla duvara vurarak - Şimdi biz onu patlayıcılarla kazmaya başlayacağız ve buradan kömürü yukarı çıkartacağız.

- "Gerbert" madeninde ki gazla, gölle ne yapacaksınız? Bu duvarı açar açmaz buraya hem gaz hem de su dolacak.

- Göl, bu katmandan daha düşük seviyede, gaz ise çok yoğun değil. Buraya çok fazla hava pompalayacağız ve gazı kovalayacağız!

Tabakayı gözleriyle incelen Orlov, kömür parçasının üzerine oturdu. Not defterini çıkardı, dizine koydu ve eğilip bir şeyler yazmaya başladı. Yazmaya o kadar dalmıştı ki; etrafında olup bitenin farkında değildi.

Alibek büyük bir kömür parçasını sanki onu Orlov’a göstermek istermiş gibi yerden aldı, Orlov’a yaklaştı ve tüm gücüyle onun kafasına vurdu.

Orlov’dan hiç ses çıkmadı. Yüzükoyun kapaklandı. Açık not defteri elinden düştü.

Alibek, duvara yaslanıp bir müddet durdu, Sonra Orlov’un üzerine eğilerek kontrol etti. Kalbinin atmadığından emin olduktan sonra kendi kendine:"Oh! Sanki daha rahat nefes almaya başladım."dedi. Sonra mühendisin cesedini kenara sürükleyerek üzerini hafifçe kömürle kapattı ve çıkışa doğru yürüdü.


KISIM DÖRT


İki odalı sığınağın pencereleri, duvarın üst kısmında tavanın hemen altında açılmıştı. Pencerelerin dışında ayaz, sığınağın içindeyse döküm sobasında sürekli yanan taş kömürünün sıcaklığı vardı. Camlar buğulanmıştı.

Ardak, sığınakta ince bir elbiseyle oturuyordu. Kapı açıktı ama o içerde boğulacak gibiydi. Kalbi ocakta ki kömürden daha fazla yanıyordu. Babası gittikten sonra bütün umutlarını gömmüştü. Anlaşılan eski şeyler babasının kalbinde çok derinlere işlemişti. Gönlü kapkaraydı. Onu siyah bir cilt gibi ne kadar yıkarsan yıka temizleyemezdin. Yapacak tek şey kalmıştı - gitmek. Bu da o kadar kolay değildi ki. Nereye gidecek, kime gidecekti. Birine akıl danışmak lazım ama kime. Her şeyi Meyram’a anlatmak lazım. O yardım eder. Ama onu nasıl göreceğim şimdi?

O, yanında gaz lambası alçak masada oturuyordu. Top gibi kıvrılmış, elini çenesine dayamıştı. Bitkin beyaz yüzünden iki damla gözyaşı kaydı. Sanki mutluluk ve acı birbirlerini kovalıyordu.

Kapıyı çalmadan içeri Janabıl girdi. Ardak kafasını kaldırdı. Çabuk yürüdüğünden dolayı tıkanmış, nefes alamıyordu. Ama sevincini hemen ortaya dökmeye başladı.

- Ardak can! Ödül için tebrik ediyorum seni. Her zaman önde ol! Sana ödül verdiler. Beni tebrik ettiler. Hadi toy yapalım. Bu toy senin diğer toyla birleşsin ki kalbini başkasının kalbiyle birleştirsin!

- Öyle olsun. Tam zamanında geldin Janabıl. Hem sevincime hem acıma yetiştin.

- Ne acısı yahu! Otagası nerede, sağlıklı mı?

- Sağlıklı. İşe gitti.

- O zaman acın nedir?

- Sorma! Şimdi anlatamam. Senden bir ricam var: bugün beni Meyram ile buluştur.

Janabıl’ın şaşkınlıktan ağzı kocaman açılmış, gözleri ise fal taşı gibi olmuştu. Önünde yeni, tuhaf ve tanımadığı bir Ardak duruyordu. Daha dün neşeli, canlı ve tıpkı çalılıklarda oynayan keçi yavrusu gibiydi. Bugün ise keçi yavrusu, yağmur altında ıslanmış, küçülmüş, mini minnacık olmuştu.

- Ne oldu?

- Dedim ya sorma. Git!

Janabıl kapıya doğru koşarken Ardak onu iki kere durdurdu ama hiçbir şey söylemeden bıraktı. Onun düz pürüzsüz alnında acıyla karışık çizgiler belirmişti. Sonunda parmağıyla işaret ederek kapıyı gösterdi. Kısık ve zor duyulur bir sesle git, git dedi. Janabıl sığınaktan çıkar çıkmaz Meyram’a koştu.

Oldukça geç bir saatti. Meyram, Ermek’in dairesinin ön kısmında bulunan küçük odasında çay içmiş ve yatmaya hazırlanıyordu. O anda Janabıl içeri girdi. Görünüşü çok endişeliydi.

- Beni.. söylemek.. için yolladılar.

Meyram şaşkınlıkla - Neler oluyor. Kim yolladı? diye sordu.

- Ardak yolladı. Derhal görüşmeniz lazımmış.

- Ne oldu. Bir şey mi oldu?

- O sana kendisi anlatacak. Ben hiçbir şey bilmiyorum.

Meyram omuzlarını kaldırarak - Hiçbir şey anlamıyorum dedi. Ben bugün onunla buluşamam!

Janabıl kararlı bir sesle - Hayır olmaz! Aranızda ne sırlar var bilemem, beni de ilgilendirmez. Ama benim seni derhal Ardak’a götürmem lazım. Kızı kırmaya hakkın yok, yoldaşım benim dedi.

Meyram tereddüt etti. Kısa bir zaman önce Ardak’la onun, birbirleri için yaratılmış olduğunu düşünüyordu. Ama aralarına şişko Mahmet ile görüşmesi girmişti. Ateşe yağ dökmeyi sevenlerde vardı!. Dedikodular, söylentiler yayılmaya başlamıştı. Onları kim yayıyordu belli değildi ama Meyram bunu çok zor sindiriyordu. Hatta dışarıdan belli etmemeye çalışıyordu. Janabıl’a güvendiği için o anda ona açılmak istedi.

- Dinle! Eski bir Kazak atasözü der ki: "Otuz dişin arkasından çıkan laflar, otuz soy arasında yayılır." Bu yüzden en yakın arkadaşınla bile bazen çok dikkatli konuşman gerekir. Sen benim en yakın arkadaşımsın. Şimdi sana söyleyeceğim şeyi; tıpkı benim gönlüme gömdüğüm gibi sen de kendi gönlüne göm. Sen de şimdi bana bildiğin her şeyi anlat. Hiçbir şey saklama. Aramızda küskünlüğe neden olacağını düşünme. Hayatımda en çok gerçeğe değer veririm.

Janabıl - Bıçakları fazla bileme, beni de gerektiğinden fazla uyarma derken gözleri parlamıştı. Ben sizin ikinizin sadece arkadaşı değilim ki. Sizi ablam ve abim gibi görüyorum. Senden bir şey saklamak istersem ben istemesem de ortaya çıkmaz mı sence.

Meyram’da rahatlayarak içinde ki her şeyi dökmeye başladı. - Benimde içimde kalamazdı zaten. Ben grimsi yurtalar arasında Ardak’ı ilk gördüğüm an; sanki kara bulutlar arasında parlamış bir ay gördüm. Ama sonra şöyle bir şey oldu. Ardak’ın kaldığı yurtada kurnaz bir genç kalırken babası onları baş başa bırakıp dışarıda uyuyordu. Hatta insanlar bu genç Alibek’in damadı oldu diyordu, inanmadım. Ama ben de o ana kadar Ardak’tan hiç bir sıcak bir söz duymamıştım ki. Sonra ne oldu biliyor musun. Açık açık konuşacağım. Meğerse "damat" başka kızın peşindeymiş .Belki de şimdi aldatılmış ve terk edilmiş Ardak çaresizliğe kapıldı ve şimdi ben onu gidip teselli mi edeceğim.

Janabıl kahkahalar atmaya başladı. - Yuh sana! Bir sırrı ne kadar çok saklarsan o sır küflenir ve pasla kaplanır. Ardak o dediğin Mahmet’e bir kerecik gülümsemedi bile. Vah vah vah! Sen kızlar hakkında hiçbir şey bilmiyormuşsun dedi.

- Ama bence de sen Janabıl, çok düz bir adamsın ve insanlara fazla güveniyorsun. Sen şimdi tüm gece boyunca bir yurta içinde baş başa kalan genç bir adamı ve kızı savunmaya kalkıyorsun!

- Savunacağım tabi! O kız sütten daha temizdir dedi. Ben onu işinden biliyorum. Maypa ise onun ruhunu biliyor. Evet. Babası bir gece bu Mahmet ile onları yurtada baş başa bıraktı doğru. Ve evet Mahmet onunla evlenecekti, bu da doğru. Üstelikte babasını ikna etmeye de çalıştı. Ama Ardak ikisinin de avucunu yalattı. Neden biliyor musun? Sadece seni sevdiği için.

- Bunu sana kendisi mi söyledi?

- Yok. Kendi söylemedi. Ben kendim biliyorum. Yani bir insan sevmediği bir adam hakkında bu kadar çok konuşur mu? Her an anılır mı? O hep seni konuşuyor, hep seni anıyor. Şimdi seni almam için beni yolladı. Daha önce ondan "seviyorum" sözü duymadıysan bugün mutlaka duyacaksın. Hatta öpücük bile alırsın.

Meyram - Olabilir elbet. Ama doğruyu söyler mi acaba dedi. Cebinden bir kâğıt çıkartıp Janabıl’a verdi.- Artık sende okuma yazmayı biliyorsun. Kendin oku dedi.

Janabıl mektubu aldı ve okudu - "Meyram. İnsanlar diyorlar ki sen Ardak’la evlenmek istiyormuşsun. Biz senin arkadaşınız ve senin Mahmet’in terk ettiği kadınla evli olduğunu görmek bize çok acı verecektir."

- Bu yalan mektubu bir ağanın yazdığı belli diye bağıran Janabıl, kâğıdı paramparça etti. - Ben senin için bu boş kâğıttan daha mı az değerliyim yoksa! Tamam. Madem öyle eski hamal Janabıl seninle açık konuşacak. Lekelenmemiş, saf ve mütevazi bir kızı aşağılama hakkın yok senin. Ben Maypa’yı çok iyi tanıyorum, Maypa da Ardak’ı çok iyi tanıyor!

Şimdi ateşlenmiş ve kontrolden çıkmış Janabıl’ı sakinleştirme sırası Meyram’a gelmişti. Ama Ardak’ı temizleyen her kelime Meyram için altından bir parça gibiydi. Tabi ki kendi kızgınlığını kıza dökmüştü ama gönlünde Janabıl’ın tüm söylenenlerin yalan olduğunu ispatlamasını çok istedi.

- Bi dur! Bi ateşlenme! Ben de her şeyin dedikodu olduğu ortaya çıksın çok istiyorum. Hatta her şey gerçekten doğru olsa bile Ardak nerede olursa olsun, nasıl yaşarsa yaşasın ben sadece onun mutlu olmasını istiyorum. Çünkü bu dünyada ondan daha değerli hiç kimse yok benim için. Ah Janabıl. Keşke anlatabilsem. Meyram sözünü bitirmeden boş ver dercesine elini salladı. Neyse. Bu konuşmayı bitirelim ve aramızda kalsın lütfen. Şimdi çabucak git ve ona de ki; yarım saat sonra onu alanda bekleyeceğim.

Janabıl hiç beklemeden evden çıktı. Kapının dışında yatan benekli köpek, onun peşinden uzun uzun havladı.

Bu zaman içinde Alibek eve dönmüş, Ardak ona çay dolduruyordu. Alibek zaten hiçbir zaman konuşkan değil değildi, hep somurtkandı. Şimdi ise tıpkı kara bir bulut gibi oturmuş, gözlerini bir noktaya dikmiş, uzun parmaklarını açıp kapatıyor, büyük ve hâlâ sağlam dişlerini sıkıyordu..

Ardak’a karanlık bir gecede ki kayadan daha korkutucu geliyordu. Babasının ne yaptığını bilseydi o an paldır küldür evden çıkardı. Şimdi ise bakmaya korkarak; ona doğru yarım dönmüş oturuyordu. Dastarhanda üzgün ve ağır bir hava vardı. Alibek bir kâse çay içti ve kâseyi hemen kenara bırakıp kızına baktı. Bir anda ellerini açıp onu çağırdı:

- Gel altınım benim! Senin rahatsız, düşüncesiz ihtiyar baban ne dediğinin farkında değil. Seçtiğin yolda mutlu ol. İstediğin gibi yaşa. Tüm umutlarım sende çocuğum dedi.

Ardak’ın ona yaklaşmasını beklemeden kalktı, dudaklarıyla kızının alnına bir öpücük kondurup omzunu okşadı. Ardak susmuş, kafasını öne eğilmiş duruyordu. Alibek yatağına yürüdü, Kıyafetlerini çıkarmadan yatmış, başını duvardan yana çevirmişti.

Ardak şaşkındı. İnansa mı inanmasa mı bilmiyordu. Belki de babası artık sahtekârlık sınırlarını aşmıştı. Ama ya içten söylediyse ve o konuşmayı gerçekten istemeden yapmış ise. Bunu Meyram’a anlatması gerekiyor muydu. Evet. Ne olursa olsun her şeyi anlatması lazımdı.

O dakikada içeri Janabıl girdi. Yatakta yatan Alibek’i görünce ağzından çıkmasına ramak kalmış kelimeleri tuttu ve bambaşka bir şey söyledi:

- Biz Maypa ile sinemaya gidelim dedik. Sen de gel derken Ardak’a gözleriyle işaret yaptı.

- Olur dedi kız.

Janabıl onun mantosunu giymesine yardım etti ve birlikte çıktılar.

Janabıl acele acele o seni alanda bekleyecek dedi. Sizin kalpleriniz tıpkı bu alan gibi açık olsun. Anlamıyorum ki? İçinizde alevler yanarken dıştan buz gibisiniz. Ehh! Cahilsiniz! Siz önünüzde duran yemeği bile ağzınıza koyamıyorsunuz. Hadi git bekletme.

Ardak cevaben hafifçe gülümsedi. Yavaşça yürüdü. Çok zor bir buluşma onu bekliyordu. Daha ağır ne olabilirdi ki. Babasıyla sert konuşmak mı, yoksa Meyram’a kalbini açmak mı? Nasıl başlasam? Babam kafasız diye şikâyet etmek mi. Yok! Bununla kendimi güçsüz olarak gösteririm. Her şeyi saklayıp susmak. Yok! Kötülüğü gizlemek yasaktır. Sevgisini açıklamak mı? Ama hangi kız bunu önce söyler ki?

Akşam çok sessiz ve çok soğuktu. Düşüncelerin ağırlığı altında ezilen Ardak, beyaz karla kaplı geniş alanın üzerinde yavaşça yürüyordu.

Meyram onu uzaktan görmüştü. Sadece aşk konuşmayı bekliyordu. Onun hızla çarpan kalbi, kendisini kıza doğru itekliyordu. Her aldığı soluk onu mutlulukla dolduruyordu ve her adım onu bu mutluluğa yaklaştırıyordu. Karanlıkta onun kalbi sevinçten sanki aydınlanmıştı. Soğuğun ortasında vücudu yanıyordu. Evden çıkarken kendini hazırlamıştı. Nasıl duracaktı, ne söyleyecekti. Ama Ardak’ı görünce her şeyi unuttu ve Meyram aklına gelen ilk şeyi söyledi:

- Ardak. Sizi görmekten çok mutluyum! dedi ve kıza yaklaşarak onun elini avuçlarını arasına aldı.- Toplantıda almış olduğunuz ödül için tebrik etmek istedim ama yetişemedim. Neden o kadar çabuk gittiniz dedi.

- Evet, ben çabuk gittim ve yoldaşlara teşekkür etme fırsatı bulamadım. Herkes bana bakınca yüzüm alev gibi yanıyordu. Dayanamadım, kaçtım.

- Şimdi de soğuksunuz diyemem. Eliniz yakıyor.

- Şimdi bu başka bir alev dedi Ardak ve yavaşça elini çekti. Üzüntüyle iç geçirdi. Sesinde hafif bir titreme vardı. - Ben sizden bir şey rica ediyorum...Bana abi olun. Ben size akıl danışmak için geldim. Bugün benim için hiç mutlu bir gün değil ve bu karanlık gece beni boğuyor....

Meyram ürperdi. Yoksa haklı mıydı?

Kendini sakin göstermeye çalışarak - Beni bir abi olarak, bir danışman olarak gördüğünüz için teşekkür ederim, söyleyin dedi.

Ardak devam etti. - Siz hayatla ilgili çok şey biliyorsunuz. Ama beni henüz tanımadınız. Bir insanı tamamen tanımayınca da anlamak çok güçtür. Benim sanki iki yüzüm var. Biri temiz, diğerinde ise doğuştan beri gelen çirkin lekeler var. Bu zamana kadar ben bunu saklamaya çalıştım. Ama doğum lekeleri er ya da geç ortaya çıkar ve işte o zaman ben ne yapacağım. Bu yüzden size her şeyi anlatmak istiyorum. Ama ne laflarım ne cesaretim elvermiyor... dedi.

Meyram ona yardım etmek için - Siz babanız hakkında konuşmak istiyorsunuz değil mi diye rahatladı ve derin bir nefes aldı. Öyleyse hiç çekinmeyin. Ben onu biraz tanıyorum dedi.

- Belki siz babamın geçmişiyle ilgili az çok bir şeyler biliyorsunuz. Ama ben bugün olan şeyi anlatmak istiyorum...

- Korkmadan konuşun. Bana güvenebilirsiniz.

Ardak her şeyi anlattı. Bugün babasının aldığı ödül için onunla birlikte sevinmek yerine anlaşılmayacak şekilde kırıcı olduğunu hatta öfkesini dışa vurduğunu anlattı. Bugün evde olan ne varsa en küçük detayına kadar saklamadı. Alibek için endişeleniyorum da dedi. Eskiden ihtiyar düzelecek diye düşünmüştü. Ama şimdi umudunu kaybetmeye başladığını söyledi.

- O, ben buraya gelmeden önce bir anda yumuşadı. Hatta daha önceden çok nadiren yaptığı bir şeyi yaptı ve beni okşadı. Aklım almıyor. Neden bu kadar çabuk yumuşadı, davranışları değişti. Korkarım ki yine oyun oynuyor. Her zaman oyun oynuyor ve ben şu anda öyle bir hale geldim ki ondan uzaklaşmaya hazırım. Yollarımız ayrıdır artık.

Meyram dikkatlice dinliyordu. Nasıl akıl verecekti. Kız çok ciddi bir adım atmaya hazırdı. Böyle adımlar hayatta çok şeyi değiştirirdi. Ama kalbinde ki sevinç fırtınaları açık düşünmesini engelliyordu. Kendini bayağı zorlayarak sakinleşti ve şöyle cevap verdi:

- Eğer kararlıysanız gidin. Ama bana kalırsa önce dikkatlice babanızı takip edin. Onun davranışlarını inceleyin. Belki bütün bunların tek bir sebebi vardır. Siz fazla şüphecisiniz. Babanız hayatta çok şey yaşamış. Onun zamanı da bitmek üzere. Bazen onun gibi yaşlı adamların kaprislerini duyuyoruz. Bazen onlar geçmişlerinden çok pişman oluyorlar. Tabi ki şunu çok net ayırmak lazım. Ya sadece özlüyorlar ya da aktif şekilde karşı çıkmaya çalışıyorlar. Yaşlı bir adam, kırılabilir de. Onun bütün gücü artık sadece dilinde. Evde fırtınalar estirebilir. Ama dışarıya çıktı mı, sırtı güneşten ısındı mı; hemen yumuşar ve sakinleşir. Herkes babanızın suskun, insanlardan kaçan biri olduğunu ama bütün işleri düzgün yaptığını söylüyor. Sizinle baş başa kaldığı zamanlarda bir anda kendini tutamayıp ta kaynayan içini dışarı dökmeye başladığı anda onu sakinleştirin ve izleyin. Hata yapmamak için çok dikkatli izleyin. Sonra her şey belli olur. Şimdi hem zaman bizim tarafımızda hem de bütün güç elimizde. İyi bir baba çocukları için daha iyi bir şöhret değildir, kötü baba da çocukları için utanç değildir.

Ardak - Anladım dedi. Son zamanlarda daha çok okuyorum. Derslerde de işçilerle sadece ders değil başka konuları da konuşuyoruz. Hem kitaplar hem insanlar, hayatı daha iyi anlamama yardım ediyorlar. Lenin’i okuyorum ve daha önceden görmediğim şeyleri fark etmeye başladım. İnsanlar sadece yaşayıp sadece çalışmıyorlar. Onlar ayrıca kendi hakları içinde mücadele ediyorlar. Sınıf hakları için. Bu arada bir olayı anlatmayı unuttum. Ben ödülü almış, sevinçten kendimi kaybetmiş bir halde eve koşarak gittiğim anda, babamın yanında Rımbek’in oturduğunu gördüm. O, daha önce bize hiç gelmemişti ve neden şimdi geldiğini de hiç anlamadım. Bizden ne istiyor. O kıvırcık saçlı Mahmet, hani görmüştünüz ya! O da babamla çok samimi oldu.

- Meyram kendini tutamadı. -Mahmet hiçte sizden kaçıyor gibi değildi.

- Ama ben ondan kaçıyorum. Bence sahtekâr bir adam. Ben eminim ki Kalım[45]için tüm kendi kooperatifini verecek. Burada ne işi var bilmiyorum ama babam bu genç çok hoş görünüyor diye imada bulundu. Söylemek istiyorum ki Mahmet ve Rımbek, ikisi de parti üyesi ama davranışları çok şüpheli.

Meyram’ın ruhunu bir şüphe kapladı:"Mahmet tamam, o Ardak’a düşkün. Ama Rımbek’in Alibek’in evinde ne işi var. Bunu etraflıca düşünmek, anlamak lazım." Kız önemli bir şey söylemişti. Meyram daha önceden onu sadece güzelliği, keskin zekâsı ve okumayı sevdiği için beğeniyordu. Şimdi ise her şeyden belliydi ki o, siyaset anlamında da olgunlaşmaya başlamıştı. Onda ki merakı, hayatı, insanları daha derin öğrenme ve anlama isteğini hissediyordu. Bir adam daha iyi bir hayat yoldaşı düşünebilir mi kendine. Üstelik nasıl oluyor da onun ismini Mahmet’in yanına koyabilmişti. Bu şişko adam ona layık mıydı? Yine de Mahmet ve Rımbek hakkında kaçamak bir cevap verdi:

- Çok doğru söyledin. Parti üyeleri hayatlarında ruhsal olarak kararlı ve sağlam olmalıdır. Eğer siz Mahmet’in yalancı olduğunu düşünüyorsanız Rımbek’ten de şüpheleniyorsanız, bu sizin insanlardan yüksek beklentileriniz olduğunu gösterir. Bana kalırsa ben sizi gerçekten hiç tanımıyorum. Ama bu konuşma bizi birbirimize yaklaştırdı. Benim için ruhunuzun, gönlünüzün gizli köşeleri açıldı. Onları daha da geniş açın. Çünkü ben hayranlıkla bakıyorum ve bakmaya doyamıyorum.

- Sizin kalbiniz benim için hep böyle kapalı mı kalacak yoksa? - Ardak konuşma süresince ilk defa güldü. Karanlıkta onun gülüşü daha da canlı gibiydi.

- Benim gerçekten içine kapanık bir adam olduğumu mu düşünüyorsunuz?

- Sadece içine kapanık değil. Soğuk, buz gibi bir adam. Hatta belki de ürkek. Bilemem!

- Demek ki Janabıl, her şeyi bilen delikanlı haklıymış dedi Meyram ve gülmeye başladı. Sonra Ardak’ı çekerek göğsüne yasladı. Ama genç kız geri çekildi.

- Cesareti kabalıkla karıştırmayın. Sabredin. Sizin dediğiniz gibi; beni çok az tanıyorsunuz. Ben de sizi fazla tanımıyorum.

- Birbirini tanımanın sınırı mı var?

- Hem var hem yok.

- Ama o zaman kendimi niye tutuyorum.

- Beğendiniz için tutun... Ben hızla alevlenen ama aynı hızla sönen adamları da gördüm. Ben ise ölene kadar sönmeyecek bir duygu arıyorum. Şimdi bana derseniz ki asla sönmem! İnanmam! Sadece kendi gözlerimle sizin kendi duygularınıza sadık olduğunuzu görürsem; ancak o zaman inanırım. Oysaki bu hem zaman hem de sabır gerektirir.

- Ama sabrın işkenceye dönüşmesi çok kolaydır.

- Öyle bir şey olmaz. Siz hoşlanmayı büyük bir aşk ile karıştırmazsınız.

Bu onların bu kadar serbestçe konuşabildiği ilk buluşmalarıydı ve Meyram hiç bir şey saklamadan konuştu:

- Bu geceyi asla unutmayacağım. Hayatımda ki en mutlu gecelerden biri. Daha önce sadece güzelliğinizi görmüştüm. Ama şimdi kalbinizi gördüm ve sevdim. İsterseniz beni sınayabilirsiniz. Ben ise ne sınamak ne beklemek istemiyorum! - Çabucak eğildi ve Ardak’ı öptü.

Genç kız gözleri yerde yürüdüğü için ne geri çekilebilmiş ne de öpücüğe cevap verememişti. Aynı zamanda hem korkmamış hem de kızmamıştı. Bütün vücudu titredi.

Bir anda ağzından - Yok yapmayın. Böyle olmaz çıktı.

Aynı hızla Meyram’ın kollarından kaçtı ve eve doğru koştu. Hem sevinç hem de endişeli gözyaşlarını kimse görmesin diye.


KISIM BEŞ


Karaganda’nın yayıldığı tepeyi kar ve tozla kapatan ve git gide büyüyen kar fırtınası esiyordu. Karlı rüzgâr o kadar büyük bir güçle ve hızla vuruyordu ki, ayaklarının dibini bile görmek çok güçtü. Barakaların kapıları ve pencereleri, madene inişler ve taş ocakları kardan kapanmıştı. Madenler arasında iletişim yoktu - telefon kabloları kopmuştu.

Fırtına gece yarısı başlamış ve sabaha doğru en büyük gücüne ulaşmıştı. Islık çalıyor, uluyor ve yayaları düşürüyordu. Yolunu kaybedenler madene girebilsin diye madenlerde sıklıkla siren çalıyor ama ses her zaman ki gibi çevresine düz olarak yayılmıyor, sanki rüzgârla bir taraftan diğer tarafa sürükleniyordu. Şehir nereye baksan kar yığınlarıyla dolmuştu. Vahşi kar fırtınası yeni büyümeye başlayan şehri boğacakmış gibi kucaklıyordu.

Tepeciğin yamacında Janabıl, Maypa ve onun annesi ve babasıyla yaşadığı sığınakta karla kaplanmıştı. Sığınağın küçük pencereleri karla kapanmıştı: güneş doğdu mu doğmadı mı anlaşılmıyordu.

Jumabay her zaman ki gibi herkesten erken kalkmıştı. Dışarıya çıkmaya kalktı ama hemen geri döndü.

- Karım kalk lambayı yak. Dışarıda çok fırtına var. Bütün kapılar karla kapanmış.

- Sabah mı olmuş.

- Ya sanki güneş doğuyor. Duymadın mı? Bizim siyah inek böğürüyor.

Henüz yatakta olan Janabıl güldü.

- Yoksa sabahın geldiğini mi haber veriyor?

- Yem istiyor. Büyükbaş hayvanlar gece asla yem yemezler.

Lambayı yaktılar. Jumabay, koyun derisinden yapılma pantolonlarını sıkıp mıncıklayarak yumuşatıyordu.

- Siz baba. Bu pantolonlarınızı her gün mıncıklıyorsunuz. Size karşı ne suç işlediler ki zavallılar diye şakalaştı Janabıl.

- Deri eşyalar mıncıklanmayı çok severler oğlum.

- Bu pantolon sizin aşkınızla doymuştur herhalde. Atın onları. Ben size yeni pamuklu pantolonlardan alacağım.

- Asla bırakmam. Atasözü ne der: Koyun derisi, ipekten daha kıymetlidir.

Jumabay, ceketinin eteklerini pantolona soktu ve aynı zamanda ahır olarak kullanılan sığınağın koridoruna çıktı. Siyah inek bir şeyler geveleyip duruyor, ağzı bir taraftan diğer tarafa yamuluyordu. Jumabay Çernuşka’nın ağzına bir şey kaçmış diye çok korkmuştu. Çabucak lambayı yere bıraktı. İneğe koşup ağzına eline sokarak bir kemik parçası çıkardı. Gözleriyle inceleyerek kafasını salladı ve kendi kendine konuştu:

- Allah Allah! Bu kemiği niye çiğniyor ki? Sonra kemiği ineğe tekrar geri verdi. Al ye! Ye hayvancığım benim. Bu sana ne için lazım emin değilim ama ye bakalım. Ben şimdi sana saman getireyim, karla birlikte yersin artık.

Koridorun köşesinde açılmış küçük çukurda biraz saman vardı. Jumabay, başkasına ait malları seven insanlardan korktuğundan samanı sandıktaymış gibi saklıyordu. Buradan birazcık saman tutamı çıkartıp ineğin önüne koydu ve eve girerken dönüp geriye baktı. Yerde bir kaç dal parçası ve yaprak görünce onları yerden kaldırmaya üşenmedi. Tekrar ineğe yaklaştı ve memesini okşayarak kesilmiş sohbete devam etti:

- Yatma yerin sert değil mi senin hayvancığım benim! Sen ne zaman süt vereceksin.

Kayınpederinin davranışlarını izlemek Janabıl’ın her zaman çok hoşuna giderdi. Şimdi o kapıyı azıcık açmış ve yaşlı adamın mırıldanmalarını gizlice dinliyordu. Jumabay ise ineğin altında ki hasırı değiştirirken hiç susmamıştı:

- Gübrende senin harbiden altındır..

İşte o anda Janabıl dayanamadı:

- Size gübre ne için lazım! Yoksa tezekle ısınmak mı istiyorsunuz. Her tarafta kömür varken.

- Kendi malın ağır olmaz oğlum. Tezek, kömürü yakmak için lazım olabilir.

- Siz üretimde de aynı bu ahıra, malınıza, mülkünüze davrandığınız gibi davransaydınız, çok büyük faydanız olurdu diye söyledi ve dışarı çıkan kapıyı açtı.

Sığınağın çıkışı tamamen karla kaplıydı. O, kürekle karı koridor içine çekmeye zorlanarak geçmek için bir yol yaptı ve dışarı çıktı. Ama hemen geri döndü.

- Oy oy oy! Kar fırtınası o kadar güçlü esiyor ki ayakta durmak mümkün değil. Yine de işe gitmek lazım!

- Bak oğlum! Kar fırtınası tehlikeli bir düşmandır.

Janabıl, kayınpederinin uyarılarını dikkate almadan sıkıca giyindi. Öğle yemeğini bir kumaş parçasıyla bağladı ve atölyesine doğru yola koyuldu. Yaklaşık iki kilometrelik açık alanı geçmesi gerekiyordu. O, çok derin kar üzerinde, rüzgâra karşı yürümeye çalışıyordu. Gözleri açmak mümkün değildi. Yolunu rüzgârın estiği yöne göre tahmin ediyor, kar bir diken gibi yüzüne vuruyordu. Güçlü rüzgâr; yolcuyu düşürmeye, başına kadar karla kapatmaya, boğmaya çabalayarak; göğsünden itiyordu. Rüzgârın uğultusundan ve ıslıktan kulakları sağır olmuştu. Ayaz yüzünü yakıyordu. Sanki kar, tozları havada döndürürken rüzgâr:"ölüm, felaket!" diye bağırıyordu.

Ama cesur ve güçlü delikanlı dönmeyi düşünmedi bile. Kafasını eğerek kararlı bir şekilde dosdoğru rüzgârın üstüne doğru yürümeye devam etti. "Çabuk gitsem de fırtına üretime zarar vermiş mi vermemiş mi, çalışmalar durmuş mu durmamış mı kendi gözlerimle görsem. Sanırım bütün işçiler işe gelmemiştir. Kim kayboldu, kim dondu. Ama yine de böyle bir zamanda kendimi koruyacağım diye evde, sıcacık yatakta kalınır mı? Belki bir acil durum ekibi kurmak ve bu ekibi kar fırtınasıyla mücadelede görevlendirmek gerekecek..." Israrla ileriye doğru adım atarken bunları düşündü. Ama yine de bir çukura düşmekten korkarak çok yavaş ve dikkatli yürüyordu. Burada çok sayıda çukur kazılmıştı. Bazen duruyor, nerede olduğunu anlamaya çalışırken dikkatlice etrafı dinliyordu. Ama rüzgârın uğultusundan kulağı hiçbir şey duymuyor, gözleri yoğun kar tozundan başka hiçbir şey görmüyordu.

Sanki bir an duman kokusu almıştı. Ama koku çabucak yok oldu. Janabıl çok yakında bir yerde sığınak olduğunu zannederek bir kaç adım geri attı. Yook! Duman kokusu hiç yoktu. Janabıl durdu "Neden siren duyulmuyor?Yoksa atölyeden çok mu uzaklaşmışım?" diye düşündü.

Ağzını ve burnunu kapatan atkısı ve eldivenleri tamamen buzla kaplanmıştı. Vücudu ayaz tarafından sarılmaya başlamıştı. Ama Janabıl’ın aklına dönmek diye bir düşünce gelmiyordu bile. Çocukluğundan beri hamallık yapmıştı. Her tür kötü hava koşullarını görmüştü. Bozkırda kar fırtınasına yakalanan yolcular hakkında binlerce hikâye duymuştu ve en zor durumda kara kendini gömmek lazım geldiğini biliyordu. Şimdi ise kendi kendine kızıyordu. Yolunu kaybettiği, sığınaklar arasında kaybolduğu için.

Ayaz bir anda yanağından ısırdı.

Janabıl sinirlenerek - Sen var ya sen! diye bağırdı. Eliyle yanağını ovdu. Ama yanağı hiçbir şey hissetmiyordu. Daha sert ovmaya başladı. O anda gülerek kayınpederini hatırladı:"Jumake, koyun derisini mıncıkladığın zaman daha yumuşak olur. Sen, yanağım benim! Hadi hadi canlan bakalım!" diye düşündü.

Nihayet yanağında acı hissetmeye başlamıştı. Janabıl sonra yüzünü tamamen kapatarak, sağ tarafa doğru gitmeye başladı. Rüzgâr artık ona yandan vuruyordu. Bu tarafa doğru bayağı gitmesi gerekse bile orada demiryolu olmalıydı. En azından demiryoluna çıkarım ve kaybolmam diye düşündü.

Bir anda önüne lokomobil ve karla kaplı dekoviller çıktı.

Janabıl çok sevindi."Bunlar bizim mallar!Bak sen, direk atölyeye çıkmışım" diye düşündü.

Mekanik atölyesinde acil durum ilan edilmişti. Dördüncü maden tamamen durmuş, birinci madende cameron bozulmuş ve bu yüzden madende su basma ihtimali olduğu haberi gelmişti. Madenlerin iyi donanımlı bir atölyesi yoktu. Madenlerde sadece ayrı çilingirler, makinistler çalışıyordu. Tüm madenlerde ki mekanizmalar, merkezi mekanik atölyesinin kontrolü altındaydı. Şimdi mekanik atölyesinde zarar görmüş iki maden için acil durum ekipleri organize ediliyordu. Bu durumlarda bir dakika, bir saatten daha değerliydi. Birazcık gecikme tehlikeyi daha da büyütecekti.

Mekanisyen Kozlov endişeliydi. Şerbakov’dan ekiplerin tam bir saat sonra orada olmaları emrini almıştı. Oraya nasıl gideceklerdi. Fırtına birazcık bile olsa azalmamıştı. Kozlov Donbass’ta ki tüm hayatı boyunca böyle bir fırtına görmemişti. İnsanları ölüme değil ama çok ciddi hayati tehlikenin içine nasıl atacaktı? Ama ekipleri göndermezse madenler bir kaç gün duracaktı. Kozlov bunların bir saat bile durmasına izin veremezdi. Öncelikle çilingir ekibiyle başladı. Bazıları atölyeden çok uzakta oturduğu için bugün işe gelmemişti. Onları buraya getirmek için çok uzun zaman gerekirdi. Onları çağıracak kişinin bile onlara ulaşıp ulaşamayacağı belli değildi. Tüm gelen kişileri gönderse bu sefer atölyede iş duracaktı. Ne karar vereceğini bilmediğinden vakit uzatıyordu.

Kapının bir kanadı açılmış, tamamen sarılmış vaziyette olduğundan inanılmaz şişko olan biri, içeri girmeye çalışmış ama kapıdan geçememişti. İkinci kanadı açtılar. Sesten gelenin Bayten olduğunu anladılar. Onun evde hiçbir kalın giysi bırakmadığı düşünülebilirdi. Eşarplar, başörtüler bulabildiği her şeyle sardığı başındakileri çıkartarak konuştu:

- Ufff! Eskiden işçi olmasam asla buraya varamazdım. Diğerleri nasıl gelebildi?

- Böyle deme. Onlar benden önce gelmişler. Şimdi kar fırtınası o kadar hızlandı ki, burnunun ucunu bile göremiyorsun. Nefes almak mümkün değil.

Bayten’in yaşadığı baraka, atölyeden yüz metre uzaklıktaydı. Bu yüzden Bayten’in "cesareti!" kimseyi şaşırtmadı. Ama onun gelişine herkes sevinmişti.

Bayten kendi kendini övdüğü an içeri Janabıl girdi ve her zamanki gibi şakalarına başlayınca herkesin moralleri hemen yükseldi. İlk önce kafasına sardığı tüm eşyaları saymaya başladı:

- Burada sadece bir şey eksik. Herhalde evde yoktu. Yoksa Bayten onu da giyerdi diye ciddi ciddi konuşan Janabıl, herkesi çok güldürmüştü.

Janabıl ve Bayten’in gelişiyle işçiler iki kişi daha artmış, Kozlov bayağı rahatlamıştı. Janabıl’a yaklaştı, donmuş yanaklarını elleyerek:

- Senin evde kendi kemiklerini ısıtmak için kalmayacağını biliyordum dedi. Ama yazık ki yanakların donmuş.

- Bir şey olmaz merak etme. Onlar geçer. Talimatlarınızı bekliyoruz.

- En yaşları sensin. Ekip başı olarak seni atıyorum. Dördüncü madene yardım gerekiyor. Ekibi oraya götürebilecek misin?

Janabıl - Götürürüm diye cevap verdi. Bana yüz metre tel verin.

- Niçin?

- Şimdi söyleyeceğim...Buradan madene kadar telgraf direkleri sıralanmıştır. İşte biz direkten direğe yürüyeceğiz. Tel ise direklerin arasında bizim kaybolmamamızı sağlayacak.

Kozlov gururla - Çok akıllıca! dedi. Hadi toparlanın. Tel bulunur.

İnsanlar yola çıkmaya hazırlanırken Janabıl kazan dairesine uğradı, Bokay ile merhabalaştı. Orada, artık makina dairesine geçip orada çalışan Maypa vardı.

O, Janabıl’ın geldiğini fark etmemişti: kapıya sırtı dönük voltmetreyi takip ediyordu. Onun üzerinde mavi bir tulum, başında kırmızı eşarp vardı. Ona makinayı çalıştırmayı, söz verdiği gibi Janabıl öğretmişti. Maypa fakir bir adamın kızıydı, keskin bir zekâya ve akıcılığa sahip değildi. Ama şimdi, özellikle evlendikten sonra Maypa’nın karakteri çok değişmişti. Canlanmış gri gözleri sürekli gülüyordu. Hem evde hem işyerinde temiz ve güzel giyiniyordu. Kendini yenilemiş, güzelleşmiş, iş tulumu ona çok yakışmıştı.

Janabıl sessizce arkadan yaklaştı ve elleriyle gözlerini kapattı.

- Tanıdım, tanıdım diye bağırdı Maypa. Elinde ki nasır seni ele verdi. Janabıl kızın kafasını kendine çevirdi ve dudaklarından öptü.

- Şimdi anladım. Benimle evlenmeye korktuğunda çok şey kaybetmiştin. Şimdi sen daha güzelsin.

- Yani o zamanlarda güzel değil miydim yoksa?

- O başka.

- Nasıl geldin? Fırtına dinmiş miydi.

- Karlı fırtınayı boş ver. Ateşten fırtına olsa bile yine de sana gelirdim. Fırtına dinmedi, daha devam ediyor. Biz dördüncü madene gidiyoruz. Senin makina nasıl. Seni dinliyor mu?

- İyi çalışıyor ama tornacılar devir hızının arttırılmasını talep ediyorlar. Arttırınca da bujiler yanıyor.

Janabıl makine çalışırken sesini dinledi. Hiç bir yabancı ses duymamıştı. Ritmik bir sesle çalışıyordu. Vanaları ve bakırdan yağ borularını kontrol etti. Her şey yolundaydı. Gözü transmisyonu hareketlendiren kayışa takıldı.

- İşte bu! Senin kayış gevşemiş. Bu yüzden hem transmisyon hem de tornalar yavaş çalışıyor.

- Eee! Ne yapmam lazım?

- Öğle yemeği arasında kayışı değiştir ya da birazcık kısalt.

Dedikten sonra Janabıl Maypa’ya evden aldığı yemeğin yarısını verdi ve kapıya doğru yürüdü.

Maypa seslendi- Bekle. Neşeli gözleri durgunlaşmıştı. Fırtına bayağı saldırgan. Madene gitmesen mi diye sordu?

- Çuval var mı sende?

- Niçin?

- Sen beni bi çuvala koy, ağzını bağla, yanında tut.

Maypa güldü. Janabıl çıktı.

Tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Aralarında eski çilingir İvan dede ve hımbıl Bayten’in de bulunduğu on iki kişi dördüncü madene gitmeye hazırdı.

İşçiler kapitone ceket ve pantolonları üzerlerine yarı uzun kürk ve kürklerinin üzerine kapüşonlu yağmurluk giymişlerdi. Bütün aletleri, sırtlarına aldıkları çuvallarda taşıyorlardı.

Kapıdan çıkar çıkmaz kocaman bir rüzgâr vurdu. Yoğun bir kar fırtınası yükseldi. İnsanların nefesi kesilmişti. Hepsi sırt sırta verdi, birazcık bulundukları yerde toparlanıp ilerlemeye başladılar. Grubun önünde giden Janabıl elinde telin bir ucunu tutuyordu. Diğerleri ise ekip başının peşinden elleriyle teli tutarak yürüyordu. Madene kadar yaklaşık dört kilometre vardı. Bir telgraf direğinden diğer direğe yürüyorlar ve kaybolmaktan hiç korkmuyorlardı: eğer ilk gidenler iki direk arasında yana saparsa arkada direkten ayrılmayan insanlar onları doğru yola yönlendiriyordu. Janabıl ara sıra şakayla - Bayten’i kaybetmediniz değil mi? diye bağırıyordu.

Bayten kızmadan- Konuşma diye cevap veriyordu. Rüzgâr yandan esiyor, bu da hareket etmeyi bayağı kolaylaştırıyordu. Şakalar ve gülüşlerde bu zor yolda insanlara yardım ediyordu. Arkadaşlık duygusu ve işi sonuna kadar yapma kararlılığı; hem yaşlı İvan’ı hem de inatçı Bayten’i yürümeye teşvik ediyordu ve bu duygu; şiddetli fırtınadan bile daha güçlü çıkmıştı.

Hantal ve biçimsiz Bayten bile geri kalmamaya çalışarak inatla yürüyordu. Bir kaç kez kar yığınına düşmüştü. Yoldaşının gücünün yittiğini ve nefesinin tıkandığını gören yanında yürüyen arkadaşı, onu kolundan tuttu ve yürümesine yardım etti. Kısa bir zaman sonra Bayten’in yanağı soğuktan beyazlaşmış ama o fark etmemişti. O, sadece onların kahramanlığına herkesin hayran olacağını ve: "Emekçi ekip madeni kurtardı." diyeceğini hayal ediyordu. Ayazın onun kemiklerine kadar işlediğini fark etmeden adım atıyordu.

Dördüncü madene gelmişlerdi. Dışarıda duran kaldırma makinesi çalışmıyordu. İnişe yaklaşım yeri tamamen karla kapanmış, bir işçi grubu kürekle onu temizlemeye çalışıyordu. Ama kar durmadan büyük kurt yuvasına benzeyen inişin girişini kapatıyordu. Fakat işçiler kara taviz vermeden, aynı inançla girişi açıyorlardı. Daha dün dar raylı yol üzerinde madenin derinliklerine giden dekoviller, bugün üst geçitte toplanmıştı. Tüm mekanizmalar durmuş ama buna rağmen iş bütün hızıyla devam ediyordu. İşçiler çiftler halinde ya da grup halinde acımasız rüzgârla mücadele ederek kalın kalasları ve metal boruları taşıyorlardı.

Onlar inişe girerken bütün yüklerini el arabalarına yüklediler ve çabucak madenin derinliğine indirtiler. Sırada ki işçi grubunun arkasından Janabıl’ın ekibi de inmişti. Her taraf; galeriler, koridorlar, lavlar su ve çamurdu. Şişmiş, su basmış toprak, bazı yerlerde kalkmıştı. Demiryolu yamulmuştu.

En zor iş madenin dibinde cameronla yapılacaktı. Tavandan akan sular temel çukurunu doldurmuş, kenardan taşmış ve şimdi madeni basmıştı. Buhar boruları patladığından cameron durmuştu.

İvan dede ve Janabıl bir dakika bile kaybetmeden hasar kontrolüne başlamışlardı. Eski çilingir kendi sardığı tütün sigarasını iştahla çekerek yavaşça durumu anlatmaya başladı:

- Boruları kalın sarmamışlar ve işte Karaganda ayazı onları halletmiş. Su toplama çukuru da yanlış yapılmış. Dar ve derin değil, normal olarak su da taşmış. Hepsini halledebiliriz. Ama bir korkum var: toprağa gömülü borular patlamışsa fırtına dinene kadar onları tamir etmemiz mümkün değil

Janabıl işe çabucak nasıl başlayacağını düşündü. Onda henüz yeterli tecrübe yoktu ve birçok şeyden emin değildi."Bilmiyorum demek" utanç vericiydi ve gençlik ateşine de tersti. O, idare odasına kendi öğretmenleri Kozlov ve Lapşin’e madendeki durumu anlatmak ve akıl danışmak için gitti. Ama telefon hattı kopmuştu.

Janabıl ekibe döndükten sonra İvan dedeye:

Aksakal[46]işe başlayalım. Ancak o zaman dışarıda ki boruların patlayıp patlamadığı belli olur. Bir adam kaldırma makinasına, iki adam buhar kazanlarına gitsinler. Kalanlar da galeriye insinler. Cameronu çalıştırmak için önce boruları tamir etmek lazım. Yoksa madeni su basacak dedi.

- Doğru diye homurdandı İvan dede.

Janabıl her birine yapacakları işi anlattı ve şöyle teşvik etti:

- Yarışacağız ona göre! Kendi gücünü esirgeyen ne hali varsa görsün. Bugün bizim talihimize çok büyük bir sınav düştü. İşler tamamlanana kadar ara mara yok. Acıkırsanız işten ayrılmadan ayakta bir şeyler atıştırın.

Ekip ilk önce buhar borularının tamirine başladı. Janabıl özel bir anahtar kullanarak patlamış boruyu söktü.

- Bayten. Yaşıyor musun? Yeni bir boru ver. Sülüğen nerde? Çabuk, çabuk!

Bayten acele ederken ayağı takıldı ve boruyla birlikte su birikintisine düştü, sıçrayan suyun sesi geldi.

- Al. İşte al!

- Çabuk diyorum sana.

- Lanet olsun. Burası çok kaygan!

- Çabuk, kıpırda biraz.

Janabıl Bayten’in sudan çıkmasına yardım etti. Birlikte boruları döşemeye başladılar. Bayten sadece Janabıl’ın komutlarını dinliyordu: tut, ver, getir. Bunu da yavaşça ve hımbıl bir şekilde yapıyordu. Azıcık hızlansa hemen bir şeye takılıyordu. Boruların dişlerini ve flanşların bağlantı noktalarını sülüğenle boyarken, kendisi de baştan aşağı boyanmış, siyah bıyıklarının uçları bile kırmızı olmuştu.

Janabıl çevik bir şekilde ve ustalıkla boru uçlarını bağladı, kelepçe ve flanşları sabitlemeye başladı. Göz ucuyla Bayten’e bakarken kendini tutamayıp:

- İvan dede. Bizim Bayten şimdi kime benziyor, bi bak diye bağırdı.

Yaşlı adam zolotniki kontrol ederek cameronun yanında duruyordu.

- Yahu! Kasapa benziyor desek ayıp olur, başka da kimle karşılaştırabilirim aklıma gelmiyor bi türlü.

Bayten’de kendi kendine gülüyordu. Boş konuşmayı hiç sevmeyen İvan dede bile onlarla şakalaşıyordu. Ama bunu öfkesiz; daha çok anlayışla ve acıyarak yapıyordu. Bayten çok yorulmuştu. Ayakları üzerinde zor duruyordu. Eli bir şeyle yaralanmış ki kanlanmıştı. Ama bu zavallı durumda bile övgü bekliyordu.

Janabıl cesaretlendirerek - Yine de bizim Bayten cesur bir adam! Sırf bıyıkları ve kaşları yeter dedi.

Bayten şakayı ciddiye alarak böbürlenmeye başladı:

- Anneme çekmişim ben. O gençliğinde çok güzelmiş, babamdan bile daha güzel.

Lehimi yaktı, boruya eğildi. Dışarıda ki buzu eritmeye başladı.

- İnsanlar lehimi yakmayı doğru düzgün bilmiyorlar. İşte onu böyle yakmak gerekiyor!

Yumrukla bıyıklarını düzelten İvan dede yavaşça yerinden kalktı. Cebinden tütün kesesini çıkardı, gözlerini camerondan ayırmıyordu. Sonra gazeteden bir parça kopardı parmaklarıyla yumuşatmaya başladı. Bayten bağırdı:

- Madende sigara içmek yasak!

- Lehim yakılıyorsa, sigara da içilebilir. Burada gaz yok dedi ihtiyar.

Janabıl yüksek sesle - Benim iş tamam, diğerlerinin işi nasıl gidiyor; bakıp geleyim dedi. Sizin nasıl gidiyor İvan dede?

- Benim işte tamam. Zolotnik hasarsız. Vanalarla, rakorları da kontrol ettim. Her şey yolunda. Cameronu çalıştırabiliriz.

- O zaman kazanda ki insanlara yardım edin. Cameronu acele çalıştırmamız lazım. Yoksa su çok fena yapacak. Bayten sen burada kal. Donmuş boruları ben işaretledim. Sen o boruların buzlarını çözmeye devam et.

- Nasıl yani! Ben burada yalnız mı kalacağım?

- Kurt mu yer seni burada?

- Diyorlar ki bazı madenlerde hayaletler yaşıyormuş!

O yine herkesi güldürmüştü. Ama kendi korkaklığını herkese itiraf etmeden sustu.


KISIM ALTI


Fırtına tam yirmi dört saat ortalığı kasıp kavurmuş ve sadece sabaha doğru dinmeye başlamıştı. Yoğun kara bulutlar; tıpkı baharda buzların nehirde yayılması gibi doğuya doğru gidiyorlardı. Gökyüzü açılmıştı. Yerde hâlâ esen rüzgâr karları savuruyordu. Ayaz, hafiflemiş rüzgârla birlikte oldukça güçlenmişti. Evlerin yanında ki alanlarda ve ovada ki kar yığınları sertleşmişti. Kireç ve taş ocakları, ocak çukurları ve yeni açılan madenler karla kapanmıştı. Karaganda, sanki ağır bir örtünün altına gömülmüştü. Yetmezmiş gibi bir de ayaz vurmuştu. Ayaz o kadar sertleşmişti ki alınan nefes bile havada donuyordu.

Havzanın yöneticileri, havalar açar açmaz Şerbakov’un odasında işlerin ne aşamada olduğunu konuşmak için toplandılar. Madenlerden hiçte sakin haberler gelmiyordu. Fırtınanın vermiş olduğu zararları gidermek amacıyla yoğun ve ağır çalışmalar devam ediyordu. Yetmezmiş gibi yeni bir felaket; Orlov ölmüştü. Önce fırtınanın ilk gününde kaybolduğunu düşünmüşler, ama sonradan madende onun cesedini bulmuşlardı. Mühendisin ölümüyle Alibek’in ilgisinin olabileceği ise kimsenin aklına gelmemişti. Herkes, büyük kömür parçası düşünce Orlov’un kafasında ölümcül bir yara açmış diye düşünmüşlerdi.

Şerbakov içten gelen bir üzüntüyle-İşi bilen bir adamdı. Son zamanlarda büyük bir hevesle çalışıyordu. Onsuz bizim için çok zor olacak dedi.

Kocaman ve yeniden oluşturulan Karaganda’da uzmanlar henüz çok azdı.

Bu şartlarda fırtınadan gelen zarar ve tecrübeli başmühendis Orlov’un kaybı, tüm Karaganda için ağır bir sınav olmuştu.

Şerbakov, Meyram, Jumaniyaz ve diğer komünistler, ortaya çıkmış durumun felaketini tam olarak algılamışlar ama şaşkın şaşkın beklememişlerdi. Toplantıya herkes kendi fikirleriyle gelmişti. Yolda oluşan tüm engellerin en kısa zamanda üstesinden gelinmesi lazımdı. Çok zor ve acil görevler vardı: makinaları çalışır hale getirmek, düzenli ekipman tedariki sağlamak ve bir an bile umutsuzluğa kapılmamak, güçlerini birleştirmek, çalışmak, çalışmak yine çalışmak.

Bu arada Japar ve Rımbek’de kendi eylem planlarını yapıyorlardı. Bu gergin durumu kendi amaçları için kullanmaya karar verdiler.

- Durum çok fena! Bizi sadece kahramanlık ve fedakârlık kurtarabilir. Ne yapabiliriz? İl komitesi, il konseyi ve sendika en seri şekilde gereken önlemleri alsınlar. Bütün çalışabilen insanları mobilize etmek, hiç ara vermeden gece gündüz çalışma rejimi uygulamak lazım. Ne saate bakacağız ne de dinlenmeye bakacağız. Sadece bu duruma özel alınacak sıkı önlemlerle, fırtınadan oluşan zararları çabucak bertaraf edebiliriz.

Rımbek Japar’ın teklifini bütün gücüyle destekledi.

- Kuruluşun personel bölümü il konseyinin yardımıyla, çalışanların mobilizasyonunu sağlayacaktır dedi.

Her zaman ki gibi bir fikri olmayan, düşünmeyi beceremeyen il konseyi başkanı Karimbay hemen - Sağlayacağız diye söz verdi.

Dürüst ve ateşli Jumaniyaz’da hemen Japar’ın oltasına takıldı.

- İşçi sınıfı her fedakârlığı hazırdır. İç savaşta biz; aç, çıplak ayakla, kıyafetsiz savaştık ve kazandık. Şimdi doğanın zorluklarından korkup geri mi çekileceğiz?

Şerbakov sabırla konuşmaları dinliyordu. Sonra Meyram’a baktı. Parti organizasyonu sekreteri ifadesiz bir suratla oturuyor ve Japar ve Rımbek’in sözleri hakkında onun ne düşündüğü anlaşılamıyordu.

Şerbakov - Sizin fikriniz nedir Meyram Omaroviç? diye sordu.

Meyram kalktı. Onun sesi yüksek değildi ama çok kararlıydı:

- Yoldaşlarımızın sunduğu teklifleri büyük bir dikkatle dinledim. Açıkçası söylemek gerekir ki bu teklifleri destekleyemem. Birileri endişeleniyor, diğerleri onların davranışlarının etkisi altında kalıyorlar...Bi düşünün bakalım. İleride bizi daha çok fırtınalar bekliyor. Eğer biz her kar fırtınasında paniğe kapılacaksak, tüm halkı mobilize edeceksek, işlerimiz sürekli bir fırtınaya dönüşecektir. Yook, bu partinin çalışma yöntemi değildir.

Jumaniyaz sözünü keserek - O zaman tekrar cumartesi çalışmaları kuralım dedi.

Meyram yine aynı şekilde sabırla cevap verdi:

- Ne ad vereceğimiz önemli değil yoldaş Jumaniyaz. Sorunun içeriği önemlidir. Ben size direk olarak söyleyeceğim. Siz galiba işçilerin hevesini çok ucuz değerlendiriyorsunuz. Hâlbuki işçi sınıfının hevesi bizim en büyük zenginliğimizdir. Biz onu dikkatlice harcamak ve doğru yola kanalize etmek zorundayız. İşçiler her zaman partinin çağrısına gelirler ve eğer biz geleceği öngöremediğimiz için olabilecek kazaları ve felaketlerin sebeplerini önceden önlemeyi beceremezsek, çok kötü yöneticileriz demektir. Örneğin; üretimde doğru düzgün bir düzen kurulmuş mu? Çalışma organizasyonu yapılmış mı? Üretim teknolojisini öğreniyoruz mu? Burada ki doğanın iklimin özelliklerini iyice biliyor muyuz? Hayır! Biz bunlarla çok az ilgileniyoruz. İşte o zaman fırtına bizi hazırlıksız yakalayamazdı ve bu kadar çok zarar veremezdi. Mobilizasyon ve iş fırtınası yaratarak değil, tüm işi doğru düzgün organize etmekle uğraşmamız lazım. İşte benim fikrim bu.

Sessizlik oldu. Meyram’ın konuşması, Japar’ın üretimi arttırma teklifi ve hatta sonuçta işçilerin yöneticilere karşı güvenini sarsacak diye gözleri açıldı.

Japar ayağa kalkarak acele acele konuşmaya başladı:

-Meyram Omaroviç benim önerimi tamamen doğru bir şekilde düzeltti. Teklifimi geri alıyorum.

Şerbakov birden ona baktı. Hafifçe kaşlarını çattı ve dışarıdan fark edilmeyecek şekilde sırıttı.

Sergey Petroviç konuşmaya başladı - Neyse! Görüldüğü üzere son sözü benim söylemem gerekiyor. Sıkıntılı zamanlar yaşıyoruz. Bu gibi durumlarda inanılmaz kolay sunulan ve aynı kolaylıkla geri alınan teklifler bize yardım edemez. Meyram Omaroviç haklı. Hakikaten işçilere kendimizden daha fazla yük yüklemeye ne hakkımız var ki? Bir şey olunca hemen halka sesleniyoruz. Yardım edin! İşçiler tabi ki yardım ederler. Su boru hattı döşenmesi gereken zamanda işçiler bize yardım etti, konut inşaatında gecikme oldu yine işçiler bize hayır demedi. Ama tüm karşılaştığımız zorlukları, daha ne kadar işçilerin sırtına yükleyeceğiz? Yöneticilerin çalışkanlığı, becerikliliği nerede? Parti ve sendika çalışanlarının yaptıkları nerede. Eğer biz her zor durumda iş fırtınası ilan edersek; hem parti, hem halk bize haklı olarak "Çaresizce bağıranlar. Gidin buradan diyecek."

Sergey Petroviç biraz ara verdi. Yüksek sesle iç çekti. Söylediği sözler zoruna gidiyordu. Piposunu çıkartmıştı ama fikrini değiştirip cebine geri koydu.

- Yoldaşlar, ben şunu söylemek istiyorum. Hepimizin ciddi anlamda gerçek Bolşevikler gibi çalışması gerekiyor. Teklifim, hemen hiç zaman kaybetmeden herkesin üretim bölümlerine gitmesi, durumu yerinde incelemesi ve net bilgilerle buraya dönmesi. O zaman tekrar toplanırız ve hangi acil önlemleri almamız gerektiği konusunda karar alırız. İşte bu kadar.

Şerbakov’un sesi emir verir gibiydi. Herkes bu durumda ki tek doğru ses tonunun bu olduğu konusunda hemfikirdi.

Meyram’a dönerek - Sizden ricam! Mühendis Aşırbek’i yanınıza alınız. Her tarafı dolaşın, gezin. Parti gözüyle oluşan duruma dikkatlice bakın, inceleyin. Üretimle ilgili konularda size Aşırbek yardım eder. Yoldaşlar hadi! dedi.

Meyram daha sıkı giyindi ve Aşırbek’in eşliğinde kömür havzasını gezmeye gitti.

Aşırbek Kalkamanov kuruluşun yeni çalışanıydı. Kısa bir zaman önce Jeolog Çaykov’un yardımcısı olarak araştırma grubunda çalışmaya başlamıştı. Meyram onunla Karaganda’ya kömürcülük yapmak için geldiğinde yolda tanışmıştı. Meyram bu; zayıf, suskun ama çok çalışkan Çaykov’un yardımcısını çok iyi hatırlıyordu. Aşırbek çalışmak için madenlere gelmeyi kendi istemişti:Karaganda toprakları altında araştırmış olduğu kocaman kömür katmanlarında ki kömürü çıkartma işlerine bizzat katılmak istiyordu. Genç mühendis yeni yerinde eski alışkanlığını bırakmamıştı: çalışırken az konuşurdu ve çok dakikti.

Meyram ve Aşırbek kısa bir zaman önce açılan ikinci madenin üst geçidine kadar, atları dörtnala sürdüler. Soğuk ve keskin rüzgârın yüzlerine vurduğunu hissetmediler bile.

Meyram attan indi - O kadar ayaz değilmiş. Kırk iki derece demişlerdi ama dedi.

Üst geçitten, dekovillerin çınlamaları ve insanların sesleri geliyordu. Burada bayağı büyük bir cevher yığını oluşmuştu bile. Kömür yığını keskin ayazda alevsiz, içten içe yanıyordu.Yığının en tepesinde duran işçi cevheri dekovillere dolduruyordu.

Madenden badı badi yürüyerek, geniş omuzlu, geniş göğüslü bir adam; madenin başı Nikolay Ovçarenko çıktı. Yolda takılmış ağır metal el arabasını görüp bir eliyle kenara çekti. Sonra etrafında ki eksiklikleri madenin gerçekten sahibiymiş gibi dikkatlice arayarak yürümeye devam etti.

Meyram Aşırbek’e - Enteresan adam ve çok iyi bir işçi. Sözünü tutar, hiçbir şeyide süslemeyi sevmez.

Ovçarenko onları şimdi fark etmişti. Uzaktan merhaba demeden yüksek sesle bağırdı:

- Bizim saygıdeğer yöneticilerimiz madenleri fırtına bittikten sonra mı düşünmeye başladı? diye bağırdı.

Meyram - Kimden şikâyetçisin. Sen de yöneticilerden birisin dedi? Bak, dikkat et! Çapaya basma alnına vurmasın.

Ovçarenko elini misafirlere uzatarak - Bana vurmaz. Ben Ukraynalı olmama rağmen Kazak çapasını sık sık elimde tuttum. Ben buraları çok iyi biliyorum ve şöyle düşünüyorum: Donbass ve Karaganda’nın tecrübesini birleştirdiğimiz zaman ne kardan ne alevden korkmamıza gerek kalmayacak.

Konuşurken Rusçayla Ukraynacayı karıştırıyor hatta bazen Kazakça kelimeler de kullanıyordu. Ovçarenko kendi madenini kışa diğerlerinden daha iyi hazırlamıştı. İnişten üst geçide kadar madene yaklaşım yolunu yağmurdan, kardan ve rüzgârdan korumak için kapalı ahşap koridor inşa etmişti.

- İşçilerin barınakları yakın, yerin altıda sıcak. Kar fırtınası bize ne yapabilir ki. Kötü hava koşullarında sadece üst geçitte çalışan insanları daha sık değiştiriyoruz, o kadar. Bu durumlarda ihtiyaç olabilecek her şeyi önceden hazırlıyorduk dedi Ovçarenko.

Böyle konuşarak aşağı iniyorlardı. İdari ofisin önünde ki büyük bir kırmızı tahtanın üzerinde, her ekibin performans normları yazılıydı. Vitrin camının altında önde gelen işçilerin fotoğrafları vardı.

Meyram, tahtanın önünde durdu.

- Ovçarenko yoldaşım. Kar fırtınası sizi gerçekten hiç engelleyememiş. Kömür çıkartma normları hiç azalmamış dedi ve kaldırma makinasına doğru yürüyerek - Baljan nasıl çalıyor diye sordu?

- İş kadını. Çokta sıkı çalışıyor. Hiç bir zaman boş durmuyor.

- Evet. Mücadeleci bir kadın.

Sıcak odada, hafif giyinmiş parlak gözlü Baljan çalışıyordu. Bir eli kaldırma makinasının kontrol kolundaydı. Baljan zor algılanabilecek çabuklukta bir hareketle kocaman volanı, yün çıkrığı kirmen gibi döndürüyordu. Kalın çelik halatı mile sarıp sonra çıkartırken normal gözle kayma hareketinin hızını göremezdiniz. Baljan, hem madenin derinliğinde ki dar raylı yolun üzerinden giden dekovilleri hem de cevheri boşaltan yüksek üst geçitte giden dekovilleri yönetiyordu. Kısa bir zaman önce bu genç kadın sadece ve sadece sığır bakmayı biliyordu ve makinalara yaklaşmaktan bile korkardı. Şimdi ise her makinistten daha iyi iş yapıyordu. Telefon vasıtasıyla sürekli olarak madenle iletişimde bulunarak mekanizmanın yürüyüşünü hızlandırıyor, bazen yavaşlatıyor aynı zamanda da bir şarkı mırıldanıyordu.

Meyram - Bu nasıl bi şey! Siz şarkı mı söylüyorsunuz yoksa çalışıyor musunuz? diye sordu.

Baljan keyifli bir şekilde - Hem onu hem de bunu diye cevap verdi. Yoksa sizin gibi tek bir iş mi bilmem lazım?

- Yoo! Neden. Sizin on parmağınızda on marifet olsa bundan güzel ne var. Ben bunu bir türlü beceremiyorum.

- Hımm! Beceremiyorsunuz demek. Bakın! Sizin beceremediklerinize başka biri ulaşmasın sakın.

İkisi de gülüştü. Meyram, sığınakların inşası esnasında ki eksiklikler için büyük işçi grubunun önünde kendisini azarladığı andan itibaren Baljan’ı hatırlıyordu. Baljan’ın sessiz kocası, madende ki çöküntüden sonra sakat kalmıştı. Bu yüzden kadın artık üretimde çalışıyordu.

Meyram kadının şakasından, Mahmet sık sık Ardak’ın evinde bulunuyor diye bir ima sezmişti. Baljan Meyram’ın Ardak’tan hoşlandığını biliyordu ve bu konuya çok sempatiyle yanaşıyordu. Ama her görüştüğünde de onu iğneleme fırsatını kaçırmıyordu.

Konuşma ne zaman Ardak’a kaysa Meyram’ın kalbi hızlıca çarpmaya başlıyordu. Şimdi ise Baljan’ın şakası onda endişe yaratmıştı.

- Siz beni hala kızdırıyor musunuz yoksa uyarıyor musunuz?

Baljan gülerek - Bu dünyada ciddi ne kaldı ki? diye cevap verdi.

Keskin dilli bir kadınla şakalaşmak çok zordu ve Meyram sessizce yenildiğini kabullenmek zorunda kaldı. İşle ilgili olarak ciddi bir şekilde Ovçarenko’ya:

- Buhar sisteminin durumu nasıl diye sordu?

- Her şey yolunda. Yeraltında döşenmiş borular çok büyük derinliklerde yatıyor, yüzeye yakın döşenmiş borular ise iyice sarılmış ve ayazdan korkmuyorlar! Buhar mekanizmalarının bulunduğu odalar da yalıtımlı. Ben Karaganda’nın kışını çok iyi bilirim...

Onlar birlikte kazan dairesini, demirci atölyesini ve hava basma mekanizmasını incelediler. Her tarafta örnek olacak bir düzgünlük vardı. Sonra küçük mekanik atölyesine uğradılar. Burada bir torna cihazı, torna tezgâhı ve küçük bir motor vardı. Oda alçak olduğu için pencereler dışarıdan karla kaplanmıştı. Oradakiler elektrik aydınlatmasıyla çalışıyorlardı. Her cihazın yanında iki işçi: bir Rus ve genç bir Kazak duruyordu.

Meyram tornanın yanında durdu. Yuvarlak burunlu genç bir delikanlı, tornada bir demir parçasını yontuyordu. Metal yongalar dönerek, elektrik lambasının ışığının altında; tıpkı çocuğun parlak ve gülen gözleri gibi neşeyle parlıyordu Yaşlı Rus torna ustası, tezgâhın yönetimini genç adama teslim etmiş, yanında hazır vaziyette bekliyordu ve ihtiyaç halinde yerine geçmeye hazırdı. Sürekli olarak öğrenciye izah ediyordu:

- Şimdi durdur. Şimdi ölç.

- On iki buçuk milimetreden biracık fazla.

- Fazlasını eğeyle temizle.

- Hangi eğeyle?

- İnce olanla. Kalın onu bozar. Dirseklerini kaldır. Yoksa çapak kalmışsa ellerini kesersin.

İşe dalmışlar, gelenleri fark etmemişlerdi. Meyram bakıyor ve bu durum çok hoşuna gidiyordu. Kadro hazırlama görevi hâlâ Karaganda’da ki en zor görevdi. Madenlere akın akın gelen Kazaklar henüz üretime alışamamışlardı. Bu insanları eğiterek onlardan kaliteli ustalar yaratmak; uğraştırıcı, çok sabır isteyen ve incelik gerektiren bir işti. Yine de ilerleme ortadaydı. Köylü insanların doğuştan gelen merakı ve bir meslek edinme isteği, her şeyin üstesinden geliyordu. İnsanlar bir yandan üretime hâkim olmaya çalışırken, diğer yandan hem kültür hem de siyasi açıdan gelişiyorlardı. İşte, bu tornada duran delikanlı, işte, kaldırma makinasının karmaşık mekanizmasını yöneten Baljan, işte, bu madenlerde kömür tabakalarını kıran madenciler. Bunların hepsi sosyalist inşaatçılar arasında yerlerini almışlardı. Fabrika okullarda ve usta işçilerin yanında daha yüzlerce genç Kazak üretimi öğreniyordu.

Bu maden Meyram’a çok büyük bir moral vermişti. Her şeyden belliydi ki; bu madenin dikkatli, düşünceli, kendi işini çok iyi bilen bir sahibi vardı. Meyram gördüklerini Şerbakov’a verilecek rapor için not aldı. Gitmeden önce dinamo makinasının yanında durdu. Ovçarenko’ya:

- Gördüğüm kadarıyla buhar gücünü avuçlarının içine almışsın. Peki, bu makinayı nasıl kullanıyorsun? Bizim geleceğimiz ona bağlı, değil mi diye sordu?

Ovçarenko itiraf etti - Elektrik konusunda ben zayıfım.

Meyram devam etti - Sadece bir buharla sosyalizmi inşa edemeyiz. Elektrik hakkında Lenin’in söylediklerini hatırlayın.

Ovçarenko - Ben onun sözlerini unutmadım ama elektrik alanında uzman değilim.

- Eee! Gelecekte elektriğin kullanılacağı madeni nasıl yöneteceksin? Üstelikte bu işi sadece kendin öğrenmen değil diğerlerine de öğretmen lazım. Biri örnek olmalıdır. Değil mi.

Ovçarenko itiraf etti - Demek ki ben olacağım. Başka birini bilemem. Bana ise bu hayattan geri kalmak hiç yakışmaz. Bütün hayatım boyunca öğrendim ve öğrenmenin sonu görünmüyor dedi.

Bu ana kadar susan Aşırbek - Biz eğitimin sonunu göremeyiz. Öğrenmenin sonu insanın sonudur dedi.

Meyram Aşırbek ile birlikte atölyeden çıktı. Rüzgâr durmuyor, yerlerde ki karı sürüklüyordu. Her taraf kar yığınlarıyla kaplanmıştı. Dün beklenen tren ancak şimdi gelebilmişti. Bir grup işçi kömür yüklüyorlardı.

Kömürün uzun trene kürekle yüklenmesi zor ve çok zaman alan bir işti. Ama eller çoktu ve yükleme hızlı gidiyordu.

Aşırbek kısa konuştu - Elektrik yardımıyla işçiler bu işi daha çabuk yapabilirler. Belli ki maden işlerinin elektriğe dönmesi hakkında ki fikir onun kafasına yatmıştı.

Meyram kabullendi:

- Tabi! İnsanları önceden elektrik hakkında bilgilendirmemiz lazım. Siz akşam kursunu organize edin, herkes gelir dedi.

Atlarına bindiler, açık karlı alan üzerinde gitmeye başladılar. Sadece yüzeyi donmuş kar, atların toynakları altında kırıldığı için atları yavaş sürüyorlardı.

Yolun üstünde demiryolu istasyonları vardı - Yeni Karaganda ve dağıtım istasyonu. İdari olarak bu istasyonlar kuruluşun sistemine dahil değildi. Ama burada ki parti işlerini il komitesi yönetiyordu. Bu yüzden Meyram demiryolcuları ziyaret etmeye karar verdi.

Yeni Karaganda’dan başlayan iniş, demiryolu boyunca uzanıyordu. Bu yol kömür Karaganda’sının güney-batı kısmını keserek düz dağlar ve çöller üzerinden devam ederek, Balhaş ve Jezkazgan’ın tükenmez zenginliklerine gidiyordu. Hattın toplam uzunluğu Petropavlovsk’tan Balhaş’a kadar 1500 kilometreydi.

Meyram hızlı koşan atın; ayaklarını, uçan kuşun; kanatlarını kaybedilebileceği bu mesafeyi, hayal etmeye çalıştı.

"Evet. Bu yol Kazakistan’ı tüm ülkeye bağladı" diye düşündü.

Hat üzerinde insanlar görünmüyordu. Doğrusu bu ayazda olmalarını da beklemiyordu. Sadece istasyondan ikinci madene kadar giden yaklaşım yolunda iki demiryolcu çalışıyordu. Onlardan biri düşmüş panoyu kaldırıyor, diğeri ise - seyrek sakallı, uzun boylu, tavşan derisinden yapılmış üç kulaklı şapkası olan rayları kardan temizliyordu. Bayağı zorlanarak uzun bir sopaya bağlı ağır tahtayla karları öne doğru itiyordu.

Meyram kısık sesle Aşırbek’e - Bu gerçek bir kahraman! dedi. Sonra yüksek sesle - Selamünaleyküm otagası.

O, işini durdurdu ve yaptığı basit aletine koluyla dayanarak - Aleykümselâm diye cevap verdi.

Onun tavşan şapkasının kulakları; geniş yanaklarının ancak yarısını kapatabiliyordu. Boynu tamamen açıktı ve o bu yakan ayazı sanki hiç hissetmiyor gibi duruyordu. Yüzü yanıyordu. Onun içi sanki ateşle dolu gibiydi. Kazak, sakalından ve bıyıklarından buz parçalarını sildi ve dedi:

- İyi gezmeler.

- Öyle olsun. Siz boynunuzu kapatsaydınız keşke, Soğuk değil mi? dedi Meyram.

Adam büyük beyaz dişleri meydana çıkacak şekilde güldü.

- Eğer bir buzağı evde yetiştirilirse ondan asla güçlü bir bozkır boğası olmaz. Gördüğüm kadarıyla dudaklarınız mosmor olmuş. Ben ise ayaza da rüzgâra da alışığım. Bozkırda büyüdüm. Karlar üzerinde yatmak, kar fırtınalarıyla mücadele etmek de dahil, her şeyi yaşadım.

- Atları otlatıyor muydunuz?

- Evet, atları da otlatıyordum. Kervanbaşı da oldum. Bazen bir ekmek parçası için Karkarala’dan buraya iki yüz elli kilometreden kereste getiriyordum. Bozkırın ortasında geceleri sıklıkla kar fırtınalarıyla, keskin ayazlarla geçiyordu. Artık bunların hepsi unutuldu. Bir havuç kadar alanda ki rayları kardan temizleyince, ekmek senin eline koşarak geliyor.

- Trende herhalde işte bu havuç boyu kısım yüzünden bir gün geç geldi.

- Siz ne diyorsunuz! Trenin bir kar yüzünden geç kalmasına izin verir miyim hiç. Böyle ayaz mı olur, böyle kar yığını mı olur. İstasyonumuz için bu kar fırtınası var ya! Hapşır geçer! Biz değil. Trenleri Batbak geciktiriyor. Orada ki kar fırtınaları o kadar güçlüdür ki dışarıda gözlerinizi açamazsınız.

Konuşma uzamıştı. Ayaza karşı aşırı hassas Aşırbek eyerde huzursuzca sallanıyordu. Dudakları resmen mosmor olmuştu.

Kırmızı dilini zor hareket ettirerek - Böyle giderse her tarafı ziyaret etmek için bir gün bile yetmeyecek dedi.

Meyram’da aynı şekilde yuları tutan sağ elinin kürk eldivene rağmen donmaya başladığını hissetti. Ama onun önünde duran otagasında eldiven yoktu.

Meyram - İsminizi öğrenebilir miyim? diye sordu.

- Benim adım Jetpisbay[47] Ben doğduğumda babam yetmiş yaşındaydı!

Meyram "ulu adam!" diye hayranlıkla düşündü ve atını koşturdu.

Şimdi rüzgâra karşı atları dörtnala koşturarak, şehrin kuzey yönüne doğru yayılmış geniş alan üzerinde gidiyorlardı. Gökyüzü açılmıştı ama yerde hala soğuk rüzgârla savrulan kar tozları dönüyordu. Aşırbek yüzünü ayazdan nasıl koruyacağını bilmiyordu: kafasını dik tutsa rüzgâr iğne gibi yanaklarına batıyor, yana çevirse boynu buz gibi oluyordu. Meyram’ın da elleri çok üşümüştü. Aşırbek’e dönerek bağırdı:

- Herhalde en az elli derece vardır dedi.

Aşırbek yuları elinden bırakmış, kafasını iyice aşağı eğmiş gidiyordu. Acı dolu bir sesle - Alt_mış dedi.

Dördüncü madene giderken inşa edilen elektrik santraline uğradılar.

Uzaktan bile yarısı yapılmış kırmızı tuğladan bacanın borusu ve etrafında ki iskeleler görünüyordu. Sonra yine yarım yapılmış ve iskelelerle sarılı, geniş beton su basma kulesi görünüyordu. Sert Karaganda kışı inşaat işlerinin birçoğunu durdurmuştu. Ama ayaz gelmeden önce santralin makina dairesinin binasını bitirmişlerdi. Meyram ve Aşırbek binaya girdiler. Hiçbir canlı yoktu, tamamen sessizdi. Kocaman volan, kalın bir kucak genişliğinde borular, montaj için hazırlanmış makina parçaları buzla kaplanmıştı. Soğuk ve kapalı alanın içinde ayaz, açık alanda ki ayazdan daha çok üşütüyordu. Meyram kötü kötü sırıttı:

- İnşaatın başı Gitelman. Bu dağınıklığa da bir gerekçe bulacaktır elbet. Alanda önceden yalıtım yapsalardı içinde ki işlere devam edebilirdi dedi.

- Buraya çağıralım mı Gitelman’ı.

- Ne gerek var. O şimdi gelip te ne yapacak. Hadi gidelim.

Buradan dördüncü madene olan mesafe fazla değildi. Meyram acıktığını bile unutmuştu.

Bütün düşünceleri Gitelman’a takılmıştı. dışarıdan bakınca ciddi bir adam gibi ama aslında çok geveze biri. Dağlar kadar sözler verir ve hiçbir şey yapmaz. Meyram açık, düz, dürüst insanları seviyordu ve onlar hata yapsa bile yine de onlara sıcak davranıyordu. Ama yalancıları asla affetmezdi. Gitelman direk merkeze bağlı olduğu için onu nasıl etkileyebilecekti. Meyram sabrının tükendiğini hissetmeye başlamıştı. "Gitelman ile konuşacağım. Hem de çok ciddi konuşacağım."

Kar fırtınasından bütün madenlerden daha çok zarar görmüş madenin başında Seyitkali vardı. O, onluk ekiplerin ustabaşları arasında aday olarak sunulmuş ve seçilmişti. Eski işçilerin yönetim görevlerini kendine aday Karaganda’da artık bir gelenek olmuştu. Seyitkali onluk ekibin tüm üyelerini eski madencilerden seçmişti.

Kuruluş, dördüncü madene henüz hiçbir mühendis, hiçbir teknisyen gönderme imkânı bulamamıştı. Madenin tüm yönetimi tecrübeli çalışanlarının elindeydi.

İdari ofiste kimse yoktu. Herkes yeraltındaydı. Meyram ve Aşırbek iş kıyafeti giyerek madene indiler.

İki günlük fırtına kar dağıyla inişe girişi kapatmıştı. İşçiler bu kar dağının içinden geçerek inişe giriyorlardı. Kardan uzun bir tünel yapılmıştı. Bu tünelin diğer ucunda inişe giriş, hayvan ağzı gibi kapkara görünüyordu.

Aşırbek kaşlarını çatarak - Bu kar erimeye başlayınca çok sıkıntı yaratır. Su inişe akacak dedi.

Isınmış ve daha çok konuşmaya başlamıştı. O, madende kendini toprağın üstündekinin aksine daha sakin ve rahat hissediyordu.

Aşırbek - Kar içinden bir koridor kazmak yerine önceden Ovçarenko gibi madene girişi kapatsalardı diye acımasızca eleştirdi Seyitkali’yi.

Meyram susuyordu. Aşırbek madende ki eksiklikleri fark ettikçe lafını hiç esirgemiyordu. Meyram’ın Seyitkali’yi zamanında kendi adayı olarak gösterdiği ve şimdi kendi seçtiği adamın hatalarını ve kusurlarını işitmekten hiç hoşlanmadığından Aşırbek’in haberi bile yoktu.

Camerona yaklaştıklarında Aşırbek gerçekten çok kızmıştı.

- Bu şefin kafası çalışıyor mu? Su toplama çukurunu daha derin kazmak için mühendis olmaya gerek var mı? Ben ona bunu kaç kere söyledim.

Bu öfkeli sözleri dinledikçe Meyram’ın içi daha da kararıyordu. Yoksa Seyitkali güvenimi boşa mı çıkardı. Bir insan tarafından aldatılmak çok kötü "Ama belki her şey başkadır. Seyitkali komünist. Onunla ciddi ve uygun bir şekilde konuşmak lazım galiba. Tabi ki Sergey Petroviç’de onunla konuşacak."

Aşırbek Seyitkali’ye her şekilde kızmaya devam ediyordu ve gerçektende kızacak çok şey vardı. Çukur derin kazılmamıştı, biraz daha derin olsa cameron bozulduğunda madeni bu kadar su basmayacaktı.

Meyram bunu anlıyordu. Ama Seyitkali’ye olan güvenini kaybetmeden, Aşırbek’in yargılarını yumuşatmaya çalıştı.

- Ama yine de durumdan başarıyla çıktılar. Bir gün içinde bütün sorunları çözmüşler.

- Ben buna itiraz etmiyorum. Ama küçücük bir ihmal yüzünden madenin uğradığı zarar affedilmez.

Onların sağ tarafında yüksek sesle bir kahkaha duyulunca kafalarını sese çevirdiler. Derin karanlığın içinden madencilerin lambalarının ışıkları yanıyordu ama insanlar görünmüyordu. Meyram ve Aşırbek insanları sadece yanlarına gidince gördüler.

Meyram - Neden seviniyorsunuz? diye sordu.

Janabıl neşeli bir sesle - Bayten çok tuhaf ve ilginç bir yumurta buldu. Kabuk kırılmamış ama içinde hiçbir şey yok diye cevap verdi.

İnsanlar dirsekleriyle toprağa dayanmış yatıyorlardı. Yaklaşanları görünce yemeklerine devam ederek kafalarını kaldırdılar. Lambaların ışığında madencilerin yüzlerinin çok yorgun olduğu ve uykuyla mücadele ettikleri görünüyordu. Bayten hiç kıpırdamamıştı. Yavaşça yemeğini çiğneyerek:

- Hayatım boyunca bayağı yumurta yedim. Ama böyle bir tuhaflık ilk defa görüyorum. Tam bir yumurta, kabuğu kırılmamış ama içi boş dedi.

Janabıl - Sen dedin ki madende hayaletler var. İşte o hayalet senin yumurtanı değiştirmiş diye yorumladı.

Bayten şüpheyle ona baktı. Janabıl’ın ona şaka yaptığı - yumurta kapağını iğneyle delip içini içtiği - aklının ucundan bile geçmemişti.

Meyram Bayten’in yanına oturdu. Sanki o eski aslan yürekli! Bayten’den geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sadece kıyafeti değil yüzü de sülüğen ile boyanmıştı. Gece gündüz uyumadan, dinlenmeden, acil ekipte çalıştığından diğerlerinden daha fazla yorulmuştu ama yine de böbürlenme fırsatını kaçırmadı.

Komple ekipten bahsederek ama kendini de unutmayarak - İşi taa yakadan ele aldık. Nereden güç geldi hayret! Kendi kendime şaşırdım! dedi.

Janabıl - Yoldaş Meyram. Görevimizi gururla tamamladık diyerek rapor verdi. Ekibin ne kadar çok zorlukla karşılaştığını detaylı şekilde anlattı. Yorgunluğa rağmen canlı görünüyordu.

- Cameronlar, kaldırma makinası, patlamış borular. Hepsini tamir ettik. Doğrudur, Bayten gece gündüz bir kere bile oturmadı. Ama yine de keşke güçlerimizi bozulan bir şeyi düzeltmeye değil yeni bir şeyin inşası için harcasaydık. Aşırbek’e doğru siz bunu yoldaş Seyitkali’ye söyleyin lütfen diye ekledi.

Bu sözler Bayten’e dokunmuş hatta yerinden zıplatmıştı. Janabıl daha dün köyden gelmişti. Şimdi ise eski işçi Seyitkali’yi kötülüyordu. Buna dayanılır mıydı. Kelimelerle Janabıl’a saldırdı:

- Eski zamanlardan beri madenler kazasız olmaz. Bu durumda Seyitkali ne yapabilirdi. Zaten ne zaman eski işçiler konusu açılsa sana bir şeyler oluyor.

Janabıl cevap vermedi, sadece elini salladı.Meyram’da sustu. Sadece sorarmış gibi Aşırbek’e baktı.

Mühendis kalkarken - Seyitkali ile özel konuşacağız. Hadi çocuklar siz yukarı çıkın, dinlenin biraz. Bayten daha kolay bir iş yapmaya ne dersiniz.

- Maaş buradakinden az olmazsa olur.

- İyi çalışırsanız maaşınız azalmaz.

... Toprak ana galerinin büyük kısmını basmış suyu daha emmemişti. Ayaklarının altı çamurdu. Ahşap direkler, yumuşak toprağın derinliklerine batmış, tavanın bazı yerleri sarkmış, toprağın şiştiği yerlerden geçen dar raylı demiryolu kambur gibi kalkmış, diğer yerlerde ise çökmüştü. Ana galeri çalışamaz olursa her tarafa dağılmış olan kollardan gelen kömürün yolu kesilmiş olacak ve o zaman madende üretim planı yapılamayacaktı.

Madenciler bunu anlıyorlardı ve iş her tarafta aktif bir şekilde devam ediyordu. Başlarında Seyitkali’nin olduğu işçiler hızlı ve uyumlu hareket ediyordu. Birileri, direklerin üst uçlarına kalın kirişler yerleştirerek tavanları takviye ediyor ve aynı kirişlerden direklerin altına temel yapıyorlardı. Böylece tavanın çökmesini inlemek için her tür tedbiri alıyorlardı. Diğerleri ise yolun topraklarını düzelterek rayları yeniden döşüyorlardı.

Meyram onlara yaklaşıp - Kolay gelsin dedi.

İşçiler Meyram’a dönerek merhaba dediler.

Seyitkali - Oyalanmayın diye bağırdı. Üstü başı çamurla kaplanmıştı. Zorlukla nefes alarak yüzünden terini sildi. - İşte fırtına ne yaptı dedi.

Meyram üzüntülü - Fırtına herhalde kime saldıracağını biliyordu. Mesela Ovçarenko’ya yaklaşmaya korkmuş dedi.

- Ehh! Ovçarenko kurnaz. Her zaman kendini över.

- Yook! Kendi gözlerimizle gördük. Sen ise gördüğüm kadarıyla ancak fırtınadan sonra akıllanmışsın. Bu bir komüniste yakışmaz.

Seyitkali gururunu koruma çabasıyla sustu. "Görmüyor musunuz? Kaza sonuçlarını ortadan kaldırmak için canla başla çalışıyoruz" diyecekti. Ama kendini tuttu.

Meyram ona işçilerin önünde başka şeyler söylemek istemedi, Aşırbek’e sordu:

- Siz ne diyeceksiniz mühendis bey?

Aşırbek - Bence alınan önlemler doğrudur. Ama kazaları önlemek lazım. Artık bütün gücünüzü kömür çıkartmaya vermelisiniz. Bu galerinin ömrü çok uzun değil diye cevap verdi. Bizde aynı şeyi düşünüyoruz... - diye başladı Seyitkali. Ama Aşırbek onun sözünü kesti:

- Öncelikle kömürü uzakta bulunan noktalardan çıkartmaya çalışın.

- Ne farkı var?

- Evet var. Yakında ki kömürü çıkartırken yol daha çok bozulabilir ve uzun olan galerilerde ki kömür madende kalabilir. Şerbakov kömürün sırayla çıkartılması konusuna her zaman dikkat eder.

Meyram ve Aşırbek Seyitkali’yi yanlarına alıp madeni dolaştılar. Aşırbek:

- Bazı maden yöneticileri bugün, sadece bugün önde olmak için çabalıyorlar. Gelecekte ki işi, yapılması gereken hazırlıkları düşünmüyorlar. Madenin uzun yıllar için organize edildiğini unutuyorlar. Kolay kazancın peşine düşüp bunca zamanı, bunca kömürü boşa harcıyorlar. Biz kuruluşumuzda bu konuyu daha düşünmedik. Anlamıyorum neden. Çok yumuşak olduğumuz için mi yoksa yeterince akıllı olmadığımız için mi? dedi.

Meyram - Hem o hem de o. İşimizi bazen ahbaplık bazen samimiyet engelliyor dedi. Meyram bu kadar sert konuşarak ilk önce kendisini ve Seyitkali ile olan ilişkisini kastediyordu.

O, madenin yöneticisine kaçamak bir bakış attı. Onun yüzünde ki ifade Meyram’a kendisini beğenmiş gibi geldi. Herhalde Seyitkali madende ki problemlerin çözüldüğüne seviniyor ve geleceği hiç düşünmüyordu. "Büyük olasılıkla onu görevden almak zorundayız. Şerbakov ile konuşmalıyım." diye düşündü.

Meyram Aşırbek’e dönerek:

- Bizim eksikliğimiz, hatalarımız hakkında daha sert daha cesur konuşmamız gerekiyor. Tıpkı sizin burada konuştuğunuz gibi. O zaman hatalarımız daha çabuk azalır. Hatta sıfıra iner dedi.

Meyram Aşırbek’i gitgide daha çok beğeniyordu. Belliydi ki o, kömür çıkartan işçilerin emeklerine çok itina gösteriyor ve ona göre davranıyordu. Aslında Aşırbek Kalkamanov, kendi bildiklerinin tam anlamıyla uygulanmasına yetişememişti. Ama şimdi bile bu gencin gelecek hakkında düşünceleri çok şeyler gösteriyordu. Meyram düşündü. "Çok akıllı ve faydalı bir adam. Daha sorumlu bir işle görevlendirirsek hata yapacağımızı sanmıyorum. Aslında o daha genç bir mühendis ama inanıyorum ki çok çabuk büyüyecek. Şerbakov’da ona yardım eder."

Madenden çıktıklarında rüzgâr yavaşlamıştı. Kara bulutlar dağılmıştı .Alçaklarda ki güneş karlı tepelere parlak ışıklarını döküyordu.

Meyram bayağı rahatlayarak atına bindi. Herhalde hava nihayet normale dönmüş dedi. İşte gün akşama dönmüş fark etmedik.

Karanlık madenden sonra dünya daha aydınlık ve ferah görünüyordu. Atlılar dörtnala giderek doğrudan, dürüstçe ve açık konuşmalardan sonra, batan güneşte parlayan beyaz karla kaplı geniş bozkırda ki gibi onların gönülleri de aydınlanmıştı.


KISIM YEDİ


Geç saatler. Parti İl Komitesi. Meyram kendi odasında ki sert sandalyesinde oturmuş çalışıyordu. Önünde ki açık mavi dosyada, her kışımın günlük raporları vardı. Evrakların ebatları da içerdiği bilgiler de farklıydı. Bazılarını çabucak gözden geçiriyor bazılarının üzerinde bayağı duruyordu.

Bu yazıları okuyunca kendini sanki çok fazla kişiyle konuşmuş gibi hissediyordu: Kâh gülüyor, kâh mahzunlaşıyor, kâh düşüncelere dalıyordu. Değişen durumlar; rüzgârla bozulmuş yüzüne ve gri derin gözlerine yansıyordu. Bazen saate bakıyordu. Zamanın her dakikasını planlamıştı. Sağ tarafında duran not defterinde kırmızı kalemle yazılar yazılmıştı: "On birde - Şerbakov, on ikide - Gitelman, birde - Kanabek."

Saat on bire on beş dakika kala dosyayı kapattı, şöyle bir silkindi ve düşüncelerini yenilemek için odayı turlamaya başladı. Sonra radyoyu açtı ve kısık sesle müzik dinledi.

Odaya buzla kaplanmış Sergey Petroviç girdi. Paltosunu çıkardı. Nefesi normale döndüğünde parmaklarını kütürdetip donmuş ellerini ovuşturana kadar Meyram yerine oturmamıştı. Sonra yavaş adımlarla ve endişeli bir yüz ifadesiyle masaya yaklaştı.

Sergey Petroviç kaşlarını kaldırdı.

- Niye o kadar asık suratlısın. Bi şey mi oldu?

- Bu kar fırtınası beni de etkiledi.

Şerbakov onayladı - Evet bu fırtına bizim zayıf yerlerimize dokundu.

- İşte şimdi Sergey Petroviç; ben sizinle yüz yüze ve açık açık zayıf yerlerimizi konuşmak istiyorum. İhmallerimiz çok. Bazı konularda içimizde rahatlık oluşmuş. Sorumluluk hissini kaybetmişiz...

Meyram içinden geçenleri bir an evvel dökmeye çalıştığından hızlıca konuşuyordu.

Şerbakov, şakaklarında ki yoğun beyaz saçlarını geriye doğru düzeltti

- Siz bunu çok iyi düşünmüşsünüz. Problemleri daha kötüleşmeden zamanında konuşmak daha iyi olur. Kendi kendimizi eleştirmek hatalarımızı düzeltmek için çok önemlidir. Ama biliyor musunuz, bunu böyle göğsümüze vurarak, yüzümüzü çizerek yapmayalım.

Sergey Petroviç’in sakin konuşması ateşli ve sabırsız Meyram’ı biraz sakinleştirdi. Daha sakin konuşmaya başladı:

- Kendi izlenimlerime göre size bazı şeyleri aktardım. Ovçarenko kar fırtınasına hazırlıksız yakalanmadı. Ama dördüncü maden tam iki gün durdu.

- Biliyorum. Ama işçilerin kahramanlığı ve Seyitkali’nin enerjisi olmasa iki hafta durabilirdi.

Meyram’ın yüzü hafifçe asıldı.

- Siz az önce kendiniz de dediniz ki; insanların kahramanlığını, fedakârlığını, yeni bir şeyin yaratılması için rasyonel bir şekilde yönlendirmek gerekmektedir. Burada ise bakın? Karaganda havasının kaprislerini öngöremediklerinden dolayı boru hatlarına önceden yalıtım yapmadılar. İşte bu yüzden dördüncü maden aksadı.

Şerbakov kabul etti - Orası öyle. Ölen Orlov ve biz onunla birlikte burada ki kışın kaprislerini öngöremedik. Bu bize gelecekte bir ders olsun dedi.

Meyram yine heyecanla - Peki o zaman Seyitkali neredeydi? O, buralı. Bunu bilmek zorundaydı. İtiraf etmeliyiz ki dördüncü madenin şefini yanlış seçtik. Seyitkali benim çok eski arkadaşım, yoldaşım. Ama açık olarak söyleyeceğim. Onu erken atadık. Şimdi onu görevden almak zorundayız. Bu durumla ilgili ne düşünüyorsunuz.

Sergey Petroviç heyecanlı bir şekilde elini salladı:

- Düşünüyorum ki bu aceleci bir davranış olur. Biz onu atadık ama yardım etmedik. Bunda özellikle benim suçum var. Yook! Ben böyle insanları kaybetmeye razı değilim. Onu tekrar deneyelim, inceleyelim. Bir hata yaptı diye bir insandan vazgeçmemeliyiz. Bizim kadrolarımızın kabuğu oluşmadı henüz. Onları yetiştirmek ve korumamız gerekiyor.

Meyram hiç taviz vermeden - Son üç ayda Seyitkali’nin olduğu yerde bir kaç kaza oldu. Buna daha fazla tahammül edemeyiz dedi.

Sergey Petroviç tekrar hayır anlamında bir işaret yaptı. Yüzü hafifçe kızarmış, sabrını yitirmek üzereydi ama kendini toparlayarak güldü ve gülüşüne "Genç, tecrübesiz, aceleci" yansımıştı.

- Saygıdeğer Meyram Omaroviç. Ben insanları üç aylık işine göre iyi mi kötü mü değerlendirmeye alışık değilim. Hatırlatmak isterim ki bizim insanlarımız neler neler yaşadı. Ne zorlukların üstesinden geldi. Biz sizinle birlikte buraya geldiğimizde burada bir tane küçücük maden vardı. Şimdi ise otuz bir maden var. Hem de nasıl madenler. Kömürü dağa kovalarla kaldırıyorlardı, şimdi ise dekovillerle. Eski zavallı barakaları hatırlıyor musunuz? Şimdi onların yerine yeni büyük bir şehir büyüyor. Geçici başarısızlıklar bizim tüm başarılarımızı sıfıra indirir mi? Hâlbuki biz tüm başarılarımıza, işte bu Seyitkali gibi insanlar sayesinde ulaştık. Bu insanlara nasıl güvenemezsin?

- Seyitkali’nin kendi özelliklerinin tamamını tükettiğini, bitirdiğini ve onun sadece geçmişindeki yaptıklarının kaldığını düşünmüyor musunuz? Geleceğimiz; ileri gitmek için çabalayan insanlara aittir. Onların şimdi daha az şey yapmalarına rağmen ileride çok şeyler yapmaları mümkündür. İşte böyle kişileri ileri pozisyonlara çıkartmak bize düşer. Eski faydalarla karın doyuramazsın. Yaptığımız her şey, yapacağımız şeylerin yanında bir zerrecik toz tanesinden daha azdır.

Sergey Petroviç ferah koltuğa sırtıyla yaslanıp, parmaklarını kavuşturarak otoriter bir sesle cevap verdi:

- Sözlerinizde sağlıklı toplum var. Ama ileri varmaya çalışan insanlara bir şeyler tavsiye etmek isterim. İşe devam! Ama gerçek perspektif hissini kaybetmeyin ve birikmiş tecrübeleri boşa atmayın. Yeni her şeye yolumuz açık. Ama eskiyi de asla unutmamalıyız.

Meyram Sergey Petroviç’in eline böyle bir sitem için koz verdiğini anlıyordu. Ama yine de pes etmedi.

- Yeniliklere daha cesurca yol açmamız lazım. Kuruluşun kadro bölümü ne yapıyor? Hâlâ elektrik teknisyenleri kursu neden organize edilmedi? Bizde fabrika eğitim atölyesinde hâlihazırda yaklaşık dört yüz genç eğitim görüyor. Daha iki yüz kişi de dağ teknik lisesinde. Moskova, Leningrad, Dnepropetrovsk Üniversitelerinde onlarca genç uzmanımız okuyor. İşte bizim temelimiz, yeni kadrolarımız bunlar. Biz ise burada çok sorumlu bir işi Japar ve Rımbek gibi kişilere, gıda tedarik işini ise Mahmet’e verdik. Ben söylediğim ilk iki kişiye siyaset anlamında güvenmiyorum, üçüncü kişinin de iş niteliklerine inanmıyorum.

Bu çok ciddi bir ithamdı ve Sergey Petroviç kasıldı. Şimdi onun önünde duran yetenekli ama tecrübesiz genç adam, tıpkı öz oğluna yaptığı gibi hoşgörüyle baktığı eski Meyram değildi. Onun önünde ki il komitesi sekreteriydi. Artık Meyram’ın yerel halktan tanıdığı kişilerin Sergey Petroviç’ten daha fazla olduğunu itiraf etmeliydi.

- Japar ve Rımbek hakkında ki şüphelerinizin nedenleri nelerdir?

- Siz onların öz geçmişini bilmiyorsunuz. Onlar geçmişlerinde milliyetçiydi. Ayrıca içgüdüm söylüyor.

Sergey Petroviç düşünerek kabul etti - Evet. Bazı durumlarda içgüdü yanıltmaz. Bizim yerli tecrübeli işçilere o kadar çok ihtiyacımız var ki; açıkçası ben bu adamları çok dikkatle incelemedim. Neyse hatırlattığınız için teşekkür ederim. Bunu çok içten, hiç kırılmamış gibi söylemişti.

Bu nedenle Meyram’ın gönlü bayağı rahatlamıştı. Onların arasında oluşan gölge kayboldu gitti. O, eski samimiyetle Sergey Petroviç’e:

- Ben elektrik santraline uğradım. Durum kötü. Gitelman bize yalan söylüyor. Ben onu buraya çağırdım. Ciddi ciddi sert konuşacağım. Ne dersiniz.

Şerbakov piposunu tütünle doldurmaya başladı.

- Çok iyi ettiniz. Bu kurnaz, hileci tüccar bana rapor vermiyor. Her zaman merkeze kafa sallıyor. Onunla il komitesinde siz konuşursanız çok iyi olur. - Saate baktı - Geç oldu. Bugün için yetmez mi?

Meyram - Evet yeter dedi.

Askıya yaklaştı, paltosunu aldı ve Sergey Petroviç’e uzattı.

- Teşekkür ederim. Çok güzel bir sohbetti.

Kabul odasında Sergey Petroviç’i karşılayan yaklaşık kırk yaşlarında zarif, genç yüzlü mavi gözlü ve gözlerinde sıcak bir ateş parlayan bir kadın ayağa kalktı. Bu Şerbakov’un karısı Antonina Fedorovna idi. Moskova’dan Karaganda’ya geldikten sonra parti il komitesinde eğitmen olarak işe başlamıştı.

Kocasına - Sen niye bu kadar neşelisin? diye sordu.

- Niye üzüleyim? - Kafasıyla Meyram’ın kapısını gösterdi. - Bizim delikanlımız büyüyor. Gerçek bir parti sekreteri oluyor.

Az sonra Meyram sekreterini çağırdı.

- Bana Gitelman’ı çağırın lütfen.

İçeriye tıknaz yapılı, orta yaşlarda, çilli yüzlü, kemer burunlu biri girdi. Hareketleri telaşlı ve hızlıydı. Sanki boğuluyormuş gibi konuşuyordu.

Meyram davet etti - Oturun yoldaş Gitelman.

Gitelman oturana kadar konuşmaları arasına iki kez "Meyram Omaroviç’i" soktu. Elbette onu gece yarısı ve bu soğuk havada il komitesine çağırma nedenini tahmin edebiliyordu. Konuşmanın başlangıcını endişe ile bekledi. - Bu, onun etrafına sık ve kısa aralıklarla atmış olduğu sıkıntılı bakışlarından anlaşılıyordu. Meyram acele etmedi. Masasının çekmecesini açıp oradan evraklarla dolu bir dosya çıkardı, önüne not defterini ve kurşun kalemini aldı ve dedi:

- Ben sizinle inşaat hakkında konuşmak istiyorum. Bu dosyada, sizin farklı zamanlarda yazmış olduğunuz raporlar ve parti il komitesine göndermiş olduğunuz mektuplar bulunmaktadır. Çokta iyi yazılmış. Şimdi ben aslında gerçekte durum nasıl onu öğrenmek istiyorum.

Gitelman canlı bir sesle - Genel anlamda bakarsak gayet güzel gidiyor Meyram Omaroviç dedi.

O, kendi cevabını sanki önceden ezberlemiş gibiydi. Çünkü hiç duraksamadan söylemişti. Ama konuşurken elleri hiç sakin değildi. Ya sallıyor, ya işaret parmağını yukarı kaldırıyordu ve sürekli hareket halindeydi. Örselenmiş hayatında çok şey görmüş geçirmiş olan Gitelman, laf arasında tesadüfmüş gibi kendinin kredibilitesini çıtlatmayı ve kendinin geçmişinde ki liyakatinden bahsetmeyi çok seviyordu.

Gitelman hızlı hızlı konuşmaya devam etti. - İnşaatçılar büyük bir başarıyla Karaganda köyünden Karaganda şehrini yaratıyorlar. Diğer projeleri hesaba katmadan boru üretim miktarı on iki rakamına ulaştı. Maden çıkartma kulelerinin miktarı on sekize kadar ulaştı. Ekmek fabrikası, okul...

Meyram sözünü kesti:

- Siz bunların hepsini üç ay önce söylemiştiniz. Bundan sonra ne yaptınız onu söyleyin bana.

- Kış ellerimizi bağladı. Taş ve kireç ocakları durdu. Yirmi ve otuz bir numaralı madenlerin sadece yüzde yirmi beşi hazırlanabildi. Tüm ana iş gücümüzü merkezi elektrik santrali işlerine verdik. Ama orada da dışarıda yapılan işleri kış durdurdu.

- Peki! İstasyonun iç ekipmanıyla ilgili ne diyebilirsiniz?

Gitelman Meyram’ın bugün elektrik istasyonuna geldiğini bilmeden cevap verdi - İyi gidiyor dedi. Yuvarlak sözler ağzında akıp gidiyordu.

Meyram onu durdurdu:

- Siz bana doğruyu söyleyin. İç ekipman işleri devam ediyor mu yoksa her şey bir noktada donmuş mu?

- Devam ediyor. Sadece son günlerde ki ayaz nedeniyle hızı biraz yavaşladı.

- Eğer iş alanın içinde yapılıyorsa, ayazla sizin ne işiniz var. Mekânda yalıtım yapılabilirdi.

Meyram’ın ısrarlı soruları Gitelman’ı ürkütmüştü. Ama hemen kendine gelip şöyle dedi:

- Bina o kadar sıcak değil Meyram Omaroviç. Şimdi biz tekrar ana iş gücümüzü madenin inşaatına aktardık.

- İl komitesi iş gücünün nereye aktarılması gerektiğini önermişti.

Gitelman sustu, kollarını bilmem der gibi açtı.

- Meyram Omaroviç, ben sadece bir taşeronum. Bana yetkililer ne derse ben onu yaparım. İl komitesi bana bir şey diyor, Şerbakov’un yardımcıları başka talimat veriyor.

- Siz taşeron değilsiniz. Siz Karaganda’nın sahiplerinden ve kurucularından birisiniz. Size kim başka talimat verdi bana onu söyleyin.

- Japar Sultanoviç. Gece gündüz beni rahat bırakmadı.

Meyram Gitelman’ın son sözlerini not defterine yazdı ve sorgulamaya devam etmeden önce düşündü. Elektrik enerjisi tüm madenlerin verimliliğini arttıracak, binlerce işçinin işini kolaylaştıracak, evsel hayatta kolaylaşacaktı. Yani elektrik santrali Karaganda için elzemdi. Japar ise üretimin çıkarlarına aykırı talimatlar veriyordu.

Gitelman Meyram’ın suskunluğu kendisi için iyi bir işaret olarak algıladı.

Sekreterin düşüncelerini keserek - Daha ne tür raporlar vereyim istiyorsunuz? dedi.

Meyram şöyle cevap verdi - Şimdi ben konuşayım, siz dinleyin. Sizin yönetiminiz altında yaklaşık üç bin inşaatçı çalışmaktadır ve bunların içinde ki Kazak sayısı üç yüzden az. Nitelikli işçi taşçı, boyacı ve marangoz Kazaklar, toplam en fazla otuz kişi. Gerçekten çok uyruklu parti politikasını ve ulusal kadroları hazırlama ihtiyacını unuttunuz mu?

Gitelman sandalyesinden zıpladı.

- Durmuyorlar ki. Gidiyorlar. Zaten onların arasında ki nitelikli işçileri gündüz fenerle bile bulamazsın! Ben ne yapabilirim! Yüzlerce sene hayvancılık yapan birinden nitelikli işçi yaratamazsın. Ben bu konuda merkeze de başvurdum...

Meyram sözünü keserek - Bir dakika. Yazmak kolaydır. Eski göçebeleri üretimde tutmak daha zor tabi. Bunun için düzenli eğitim verilmesi ve yeteneklerini gösteren işçileri ön pozisyonlara çıkartmak gerekir. Siz nitelikli işçileri okullardan mı bekliyorsunuz. Okullarda genel olarak ergenler okuyor ve onlar eğitim alana kadar bayağı zaman geçer. Şimdi işlerin büyük bir kısmı, eğitim görmemiş, nitelikli olmayan yetişkin işçiler tarafından yapılıyor. Elbette para onlar için önemli. Gelirlerin tutarı da direk niteliğe bağlıdır. Demek ki insanları üretimde eğitmek lazım. Siz isi bunu hiç yapmadınız. Siz göz boyama ile uğraşmayı tercih ediyorsunuz.

Gitelman tekrar oturduğu yerden kalkarak bağırdı - Siz ne diyorsunuz Meyram Omaroviç. Siz beni neye itiyorsunuz dedi. Hareketli ve ateşli o, geniş koltuğunda rahatça oturamıyordu.

- Siz kendinizi itiyorsunuz. Ama yanlış bir yöne.

Meyram dosyayı açtı.

- Bolşeviklerde söylenenlerle yapılanlar birbirleriyle uyumlu olmalıdır. İşte söyledikleriniz burada, yazdıklarınız da burada: "İl komitesi yönetim kurulu kararı uyarınca elektrik santralinde inşaat işlerinin kış mevsiminde hiç durmaması için gereken bütün tedbirler alınmıştır...Boş durma tehlikesi yok edildi..." Gerçek durum ne? Santralde ki işler durmuş. İşte yoldaş Gitelman: eğer siz bir hafta içinde sözünüzü tutmazsanız, elektrik santrali binasının yalıtımını yapmazsanız ve ulusal inşaat kadrolarını hazırlama konusunda yeterince faaliyet göstermezseniz; biz sizinle ilgili sorunu il yönetim kurulu toplantısında gündeme alacağız. Şerbakov da benimle aynı fikirde. Şimdi birinci sorumuza noktayı koyalım.

İkinci sorum: Sizin özel hayatınız. Bazı madenlerde işçiler için banyo yok. Mühendisler ve teknisyenlerin birçoğu dayanılmaz şartlarda yaşıyor. Bazıları yurtalarda hatta idari odalarda kalıyorlar. Kuruluşun müdürü Şerbakov iki küçücük odaya sığıyor. Ya siz! Kendiniz için altı odalı bir daire inşa ettirdiniz. Sizin aileniz iki kişi. Rahat ve konforlu yaşamaya sadece sizin mi hakkınız var. Ben size yoldaşça dört odayı bizim önde gelen mühendislerimizin ailelerine vermenizi tavsiye ediyorum. Siz bu söylediklerimi iyi düşünün.

Gitelman kendinden geçmiş şekilde yerinden kalktı ve bağırdı - Bana bir emir mi veriliyor. Ben şikâyet edeceğim. Bölge merkez kurumlarına kadar gideceğim!

Meyram sakince cevap verdi - Şikâyet edebilirsiniz. Ben size il komitesi kararını hatırlattım ve yaşadığımız koşullara uygun bir öneride bulundum. O kadar! dedi ve zili çaldı.

Sekreter hanım içeri girdiğinde büyük bir şaşkınlıkla Meyram’a ve Gitelman’a baktı. Gitelman çıkar çıkmaz sordu:

- Siz onu nasıl bu kadar sinirlendirdiniz?

- Herhalde zayıf noktasına dokundum. Kanabek geldi mi?

- Evet burada.

- Çağırın lütfen.

Kısa boylu, her zaman ki gibi neşeli ve konuşkan ilçe yönetim organının eski başkanı girdi. Meyram masadan kalktı, merhabalaştı. Konuşma karşılıklı şakalarla başladı.

- Karaganda eskiden ilçemize yabancı gibiydi. Şimdi ise ilçemiz Karaganda’ya bağlı oldu. Niye çağırdın şefim? Kızacak mısın bana! Diyorlar ki elin çok sertleşmiş. Az önce Gitelman’da kıpkırmızı çıktı. Ben kızılmasından çok korkarım.

- Korkmak için neden lazım.

- Sebep her zaman bulunur. İşte benim kocakarı! Gülsem kızıyor "ne gülüyorsun?" üzülsem yine kızıyor " niye suratın asık?" Sen canım! Sakın benim kocakarıyı örnek alma! Ne olur!

Kanabekle konuşurken neşeli olmamak mümkün değildi. Güzel ve uyumlu konuşuyordu. Sözlerinin arasına atasözlerini katarak bahsettiği "kocakarının" hareketlerini taklit ediyordu. Kanabek kendi şiş dudaklarını açar açmaz dinleyen herkes gülmeye başlardı. Çok dürüst ve açık konuşmayı seven bir adamdı. Ama aynı zamanda çokta inatçı bir adamdı. Bir şeyde inat etti mi ikna etmek mümkün değildi. İkna etmeyi becersen bile huzursuz dilini durdurmazdı.

Şimdi Kanabek Telman ilçesinden Karaganda’ya il konseyi başkanı olarak atanmıştı.

Şakalaştılar, gülüştüler, Sonra Meyram ciddi konuşmaya başladı.

-Siz Kanake! Tabi ki biliyorsunuz ki sizi buraya bizim uzun ve ısrarlı dilekçelerimize istinaden atadılar. Sizden önce ilk zamanlarda köy komitesinde daha sonra da il komitesinde Karımbay çalışıyordu. Şimdi o gitti ve onu iyi sözlerle yad etmek için bir sebep göremiyorum. Burada ki insanlar il komitesini artık yetkili bir kurum olarak algılamıyorlar. Bir şey olursa hemen ya parti il komitesine ya kuruluşa ya sendikaya gidiyorlar. Siz onları il konseyine gelmeye alıştırmalısınız. Bunu nasıl becereceksiniz benden daha iyi biliyorsunuz. Nüfusun ihtiyaçları artıyor, biz ise henüz bunların ancak bir kısmını karşılayabildik. Her şeyi düşünmeye başlayınca uyku tutmuyor. Şehirde ki yeni hayat henüz bir düzene oturmadı. İşte onu kurma zamanı geldi.

Kanabek kabul etti - Doğru diyorsun canım! Doğru. Sizin kuruluşunuzda öyle çalışanlar var ki hayatımızın yeni isteklerini hiç ama hiç anlamıyorlar. Ama sizi önceden uyarıyorum. Ben hayatım boyunca sizin bu Japar ve Rımbek ile hiç anlaşamadım. Onlara hiç ısınamadım. Onlar güvenilmez adamlar ve hissediyorum ki onlarla tekrar çatışmak zorunda kalacağım. Bu sözümü unutma dedi.

- İşte ben özellikle Japar ve Rımbek hakkında sizinle konuşmak istedim. Akıl danışmak istedim dedi Meyram. -Siz onları iyi tanıyorsunuz. Şimdi rahatça oturalım ve konuşalım. Acelemiz yok nasılsa.


KISIM SEKİZ


Gece çok soğuktu. Ay, keskin ayazdan korkarmış gibi gökyüzüne sabaha doğru çıkmıştı. Gökyüzü açık, etraf uzaklara kadar görünebiliyordu. Şehirde ki hareket tüm gece boyunca kesilmemişti: bir grup insan işten çıkıyor, bir grup işe gidiyor, yüklü at arabaları sağa sola dolaşıyor, sertleşmiş kar gıcırdıyordu. Üst geçitlerde ki dekovillerin aralıksız kükremeleri ve vuruş sesleri, ayaz olan havada net duyuluyordu. Bazı yerlerde yanan cevherlerden hafif bir ateş çıkıyor, direklerde ki elektrik fenerleri yanıp sönüyor, işçilerin ellerinde ki madenci lambaları yanıyordu. Uzaktan bakılınca sanki dumanlı mavimsi havada ışıklar gökyüzünde ki yıldızlar gibi parlıyordu.

Çok kısa bir zaman içinde ıssız bozkır canlanmış ve ışıklarla aydınlanmıştı. Ama bu ışıklar, Japar ve Rımbek gibi kötümser ve öfkeli insanların gönlüne sadece karanlık veriyordu. Japar gece gezmeye çıkmıştı. Kaşlarını çatmış, etrafına bakarak yürüyordu. Geç saatlere kadar veri raporlarını ve rakamları incelemişti. Bu rakamlara hangi yönden bakarsa baksın hem şehirde ki hem de üretimde ki büyümeyi gösteriyordu. Dışarıda, sokaklarda ki çıngırdaklardan başı çatlıyor, ışıklardan gözleri kamaşıyordu. Japar’ın kalbini üzüntü sıkıştırıyor, onu boğuyordu. Eski "ferah sessiz bozkırı", beylere sadakatle hizmet eden çobanları ve sığır yetiştiricilerinin oturduğu göçebe köylerini unutamıyordu.

Yürüyerek yavaşça tepeye çıktı ve etrafına baktı. Vadide demiryolu istasyonu görünüyordu. Lokomotiflerin ıslıkları, elektrik lambalarının parlak ışıkları, şehrin gürültüsü ve aydınlığı, Karaganda’nın artan büyüklüğünün devamı gibiydi. Şehir gündüzleri daha sade görünüyordu. Ama gece olunca ışıkların parıltısı çok görkemliydi.

Japar, karla kaplanmış tepe üzerinde dolaşıyordu. Kısa bir zaman önce burada eski terk edilmiş mezarlık "gönül dinleme" yeriydi. Şimdi ise bu köşede bile rahat yoktu. Yeni Karaganda inanılmaz bir hızla genişliyordu. Eski mezarlığın yerine park yapma kararı verilmişti. Sonbaharda topraklar traktörlerle sürülerek ilkbaharda yapılacak ağaç dikimi için hazırlanmıştı.

Japar, halkın protesto edeceği umuduyla dincilerin ortasına kıvılcım atmayı denemişti. Ama alev çıkmamıştı. Hafif bir duman çıkmış ve kendiliğinden sönmüştü. İşçiler ise cumartesi çalışmalarıyla toprakları sürmüşler, alanın etrafında ki tepeyi kanalla çevirmişlerdi. Böylece bu boş alanın yerinde yeşil bir park hayata geçecekti.

Japar artık halkın değişmiş olduğuna ve eski hayata dönmek istemediklerine inanmıştı. Tek umudu yurtdışı güçlerinin müdahaleleriydi. Japar şöyle düşünüyordu: "Eğer batı tarafından Almanya harekete geçerse, doğu tarafından da Japonya saldırırsa ve biz de onları içerden desteklersek Sovyet iktidarında taş taş üstünde kalmayacaktı." Şimdi tüm hayal gücünü toplayarak bahsettiği fırtınanın kopacağı günün ne zaman geleceğini hesaplamaya çalıştı.

Düşüncelere dalan Japar, arkasından sessizce Rımbek’in geldiğini fark etmemişti.

Rımbek bir öneride bulundu - Burası soğuk, konuşmak içinde rahat değil. Hadi odanda konuşalım dedi. Rahat ve neşeli görünüyordu.

Uyanık, kurnaz ve tıpkı bir av köpeği gibi her şeye burnunu sokan Rımbek, Japar’ın odasının pencerelerinin perdelerini kapattı, kapının kancasını içerden sürgüledi ve sadece bu önlemleri aldıktan sonra oturup konuşmaya başladı:

- Almanya’da neler oluyor okudun mu gazeteyi? Karabulutlar toplanıyor. Bu ilkbaharda savaş patlayacak gibi. Bu çağda ki savaşlarda ki en büyük güç - motor ve akaryakıttır. Bolşevikler işte böyle bir savaşa hazır mı acaba?

Japar kısaca - Galiba çok iyi hazırlanmalıdır dedi.

O hala kendi karanlık düşüncelerinden sıyrılmamıştı. Yavaşça sandalyesine oturdu ve sustu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Eski Rusya’nın silahlanma durumu herkes tarafından bilinmektedir. Japon savaşında toplara karşı ikonalarla çıktık. Alman savaşında makineli tüfeklere karşı normal tüfeklerle çıktık. Beş yıllık dönemde Rusya’nın geçmiş teknolojileri bayağı gelişmiş olabilir ama ne kadar gelişirse gelişsin sadece Alman motorlarının uğultusuyla bu teknoloji devrilir. Şimdi ülke ayakları üzerinde sağlam durmadan önce çabuk hareket etmemiz lazım ama onlar orada gecikiyorlar. Fakat Bolşevikler ne kadar hava atarsa atsın tek bir beş yıllık stratejik planla batılı ülkelere yetişemezler. Onlar bizden elli yıl ilerdeler...

- Yurt dışında aynı yerde topallamaya devam ederlerse, Bolşevikler onlara yetişebilir. Batı Sovyetlerle ticaret yapıyor. Sovyetlere kendi uzmanlarını yolluyor. Akıllarını tamamen kaçırmış mı bunlar? diye öfkeyle Rımbek seslendi.

Onun kasvetli haliyle başa çıkmayı başarmış Japar sırıttı:

- Kim bilir? Burada kapitalistler arasında ki çatışmalar ve ticari heyecan söz konusu değildir belki. Onların bizim iç durumumuzu iyice incelemeleri gerekiyor. Ayrıca yıkmak için hazırlanırken sürekli olarak "yapılanmanıza karşı değiliz" demekte de fayda var. Biz de seninle aynı şekilde yapmıyor muyuz?

Halk düşmanları işte böyle bir karanlık gecede, herkesten uzak odada birbirlerini dolduruyorlardı.

Rımbek - Bütün umudum onlarda. Yoksa çoktan akrep gibi kendi zehirim ile kendimi yok edecektim dedi.

Japar yabancı saldırganlığı umudunu güçlendirmek için arkadaşına düşüncelerini anlattı:

- Bizim de burada uyumamız doğru değil. Yeni üretimin çalışma sürecinde, çok zorluklar ortaya çıkabilir. Her zorluk bizim için birer örtüdür. Biz harekete geçelim, bir şeyler yapalım ve aynı zamanda yönetim organlarını imzasız mektuplarla şikâyetlere boğalım. Meyram ve Şerbakov tüm güçlerini bu problemleri araştırmakla, incelemekle harcasınlar ki yönetim konusunda gevşek davransınlar. İşte o zaman bütün bu problemleri onlara havale etmek çok kolaylaşacak.

Rımbek çok dikkatli dinliyordu. Herhangi bir kavga çıkartma konusunda yetenekliydi. Şimdi ise bunun için yeni müthiş bir fırsat eline geçmişti. Çok eski zamandan beri merak ettiği bir konuyu açtı:

- Meyram’ı ve Şerbakov’u birbirleriyle çarpıştırmak mümkün mü acaba?

- Bu konuda biz onlara yardım edelim.

- Bi de bi tuzakta Kanabek için hazırlamalıyız.

Japar kasvetli - Bu yaşlı köpek kendi zamanında bize çok kötülük yapmıştı dedi.

Kanabek’i hatırladığında ikisinin de eski yaraları sızladı. Kollektivizasyon esnasında Kanabek Japar’ın babasını ve Rımbek’in kardeşini kötü niyetli ağalar ve Sovyetlere karşı adamlar olarak suçlamış ve onların Cumhuriyetten sürülmelerine sebep olmuştu. Japar ve Rımbek için o, yılandan daha tehlikeliydi. Japar uyardı:

- Bu adam çok kurnaz bir tilkidir. Şimdi tabi ki biz eski bilgilerden korkmamalıyız ama artık onun eline yeni bilgiler geçmesini de önlemeliyiz dedi.

- Kendisinin de her hatasını her yanlışını biz yakalayacağız.

Onlar açık açık halka karşı çıkmaya korkuyorlardı. Bu yüzden büyük bir gayretle gizlice zarar veriyorlar ve intikam alıyorlardı. Onlar ilk zamanlarda saksağan gibi ürkekti. Orlov’un ölümünün cezasız kalmasından sonra bu zarar vericiler küstahlaşmıştı. Daha cesaretle hareket etmek için sabırsızlanıyorlardı.

Japar itiraf etti - İç zorluklar ve bilerek yapılan engellerle tabi ki beş yıllık stratejik planı tamamen bozamayız. Ama onların bize ne yararı olacak - dışarıdan saldırı başlamadan önce ülkenin büyümesini yavaşlatabiliriz. Şimdi ülkede en savunmasız nokta - Erzak teminiydi. Henüz yeterince takviye edilmemiş kolhozlar, daha uzun zaman sanayi şehirlerini erzakla doyuramayacaklardı. Şimdilerde bir yemek kuponunun kaybedilmesi, insanın ölümüyle eşdeğerdi. - Sen kendin bu konuyla alakalı Mahmet’i az kullanıyorsun.

Rımbek kendini savundu - O Alibek değil ki. Büyük işleri beceremez dedi.

Ama Japar kabul etmedi.

- Zorla! İşçilerin tayinlerini boşa tüketsin. Gıdaları sağa sola harcasın. Bazılarına haksızca az versin diğerlerine çok versin ki halk arasında kavga çıksın.

- Mahmet bunu yapmayı kabul eder mi acaba?

Japar tekrar sertçe - Zorla! dedi. Unutma, Bizim için salak insanlar akıllılardan daha faydalıdır. Şimdi Karaganda’da üç aylık erzak stoku var. Yüz bin kupon. Mahmet kuponları verme sistemini ve kuponlar karşılığı erzak temin sisteminde karışıklık çıkarsın. Bunu yukarıdan tespit etseler bile siyasi suç değil basit bir hata olarak göreceklerdir. O zaman da korucuyular bulunur, onu kurtarırlar dedi.

Rımbek - Ama bu ortaya çıkarsa yine de mahkeme olur dedi.

Japar kısık sesle güldü.

- O zaman hapse atarlar. Sanki çok büyük bir kayıp.

Ama Alibek’le ilgili düşünceleri başkaydı.

- Bu adam her şeyi yapabilir. Zorda kalsa kendini bile ortadan kaldırır.

Rımbek evet anlamında kafasını salladı - Doğrudur. - Bir kaza daha yapmayı teklif ediyor.

- Ne tür bir kaza?

- İnişin uzakta ki kısmını çökertmeyi istiyor. Bu iş diğerlerinden daha büyük.

Japar portföyünden yer altı haritasını çıkardı. Onun üzerinde biraz düşünerek kafasını salladı.

- Bundan bize ne fayda gelecek. Kısa bir zamanda sadece bir cameron devre dışı kalacak. Madeni bundan dolayı su basmaz. Çabucakta tamir edilir. Ayrıca madenin diğer yolları açık kalacak. Yani kömür çıkartma işi hiç durmayacak. Keşke inişin üst kısmında ya da orta kısmında bir çökme yapabilseydik; bu sanki ana damarı kesmek gibi olacaktı.

- Orada daha zor. Güvenlik çok fazla...

Suçla ilgili konuşmaları bittiğinde pencerelerden güneş ışınları girmeye başlamıştı.


KISIM DOKUZ


Karaganda her geçen gün büyüyordu. Yeni madenler, galeriler, kömür sondaj kuleleri, taş ve kireç ocakları, tuğla fabrikaları her tarafı kaplamıştı. Peşlerinden şehirde büyüyor ve gelişiyordu. Artık şehir bir kaç tane tepeyi kapsamıştı. Şehrin kenarlarında su boru hatları ve buhar boru hatları döşenmiş, elektrik ve telefon hatları uzatmak gerekiyordu.

Yeni üretim yerlerinin teknik servis görevi; halen tek olan ama çok iyi donatılmış mekanik atölyesinden yapılıyordu.

İşçiler eski alışkanlıklarıyla ona hala "mehtseh" diyorlardı. Aslında küçük atölye, büyük bir mekanik sanayi tesisi kadar olmuştu. Onun içinde demir atölyesi, torna atölyesi, kazan dairesi, çilingir atölyesi, metal döküm atölyesi, makina dairesi ve buhar kazan dairesi vardı. Yarısı yamuk eski bina, artık yeni yapılarla, yeni tesislerle genişlemişti.

Ama mekanisyen Kozlov kendi eski alışkanlıklarına sadık kalmıştı. Odası Karaganda’ya geldiği ilk günden beri oturduğu eski binada yerleşikti. Odada bile aynı tabure üzerinde ve aynı kaba kalaslardan çakılmış masada oturuyordu. Gözleri gözlükle donatılmış! dişlerinin arasında devamlı duman çıkartan gazeteden sarılmış sigaradan ahşap ağızlık duruyordu. Kozlov’un sağ elinde işaret parmağı eksikti. Bu yüzden kurşun kalemenin orta parmak ve yüzük parmağı arasında tutarak yazabiliyordu.

Sayfanın yarısını çabucak dolduran Kozlov bir anda düşüncelere daldı. Kalemiyle bayağı büyümüş beyazlamaya aşlayan sakalını kaşıyarak oturdu. Masa işçilerin parmaklarından kalan yağ ve is izleriyle dolu kâğıtlarla kaplanmıştı. Bunlar madenlerden gelen siparişlerdi. Kâğıtlar rakamlarla ve siparişin çok önemli olduğunu gösteren çizgilerle doluydu. Kendi kuzuları yıllarca diğer kuzular arasında hemen tanıyan tecrübeli bir çoban gibi Kozlov’da hemen bir bakışta mekanizmaya hangi parça lazım geldiğini biliyordu. Kozlov ara sıra çalan telefona bakıyor sorulara cevap veriyor, kendisi sorular soruyor, tartışıyor ama bir an bile önünde ki kâğıt yığınını karıştırmayı bırakmamıştı.

İçeriye çilingir Lapşin girdi.

Kozlov kalemini bırakıp gözlüklerini çıkardı - Tam zamanında geldin Kostya dedi.- Duydun mu? İvan Petroviç dede ve Anton Levçenko’nun montaj ekipleri arasında ki yarışma ciddi ciddi büyümüş, insanların içlerine işlemiş. Az önce İvan dede geldi. Yüz adet flanş aldı. Şimdi de Anton beni rahat bırakmıyor, aynı miktarda istiyor. İki ekip için iki yüzer flanş yapmak gerekiyor. Demir atölyesini ve torna atölyesini hızlandırabilsek keşke. Ama onlar da zaten yarış halindeymişçesine çalışıyorlar.

- Çocuklar bütün güçleriyle çalışıyorlar. Şimdi atölyelerden geliyorum. Yükümlülüklerini yerine getireceklerinden eminim.

- Eğer ayın yirmisine kadar iki montaj ekibi kaldırma makinasının kurulumunu bitirirlerse çok büyük bir zafer olacak. Kostya bu ne demek sen biliyor musun? İki yeni madeni devreye almak demek. Bu binlerce ilave kömür demek! diye heyecanlı heyecanlı konuştu Kozlov. Yerinden kalktı. Köşeden köşeye yürümeye başladı.

- Bazı madenlerde cıvatalar eksik olduğu için cameronlar saatlerce boş duruyormuş. Bence bu küçük eksiklikler madenlerde yerinde halledilmelidir. Bizim ise büyük işlerle uğraşmamız ve büyük düşünmemiz lazım. Ne dersin?

- O zaman her madende ayrı ve iyi donanımlı mekanik atölyesi açmak gerekecek.

- Tabi! Sen başka bir şey mi düşündün. Artık bizim gücümüz buna yeter.

- Hani insanlar? Becerikli, iş bilen işçiler hala altın değerinde. Dün Sergey Petroviç biz kadro yetiştiremiyoruz diye bize kızdı.

- Boşuna kızdı. İkinci madende kaldırma makinasının yanında kim duruyor? Baljan duruyor. Birinci madende cameronu kim kullanıyor. Joltay. Maypa makinist, Janabıl tornacı, Bokay kazancı. Az kaldı Jamantık’ta kazancı olacak. Şayken çilingir. Onlara kim öğretti. Biz değil miyiz. Yoksa Sergey Petroviç tüm madenler için kadro eğitimi görevini sadece bize mi vermek istiyor. Biz fabrika eğitim atölyesi değiliz. Kendi kadro bölümüne daha çok baskı yapsın dedi.

Dün mekanik atölyesine Şerbakov gelmişti. Donbasslı işçilerle toplantı yaptı. Nitelikli yerel insanların yavaş yetiştirilmesine kızdı, bütün çilingir ustalarını Kozlov’da dahil eleştirdi. Kozlov’da altında kalmadı: kuruluşun kadro bölümünü çalışmadıkları için eleştirdi.

Şimdi de aynı yola çıkmak istedi ama Lapşin’in onu dediklerini kabul etmez gibi dinlediğini görünce - Öyle değil mi? diye sordu.

- Doğru. Ama bizim başarımız kapalı gözlerle bile görünüyor. Bunları konuşmaya gerek yok. Bizim eksikliklerimizi konuşmamız lazım.

Lapşin’i kısa bir zaman önce tesisin parti organizasyon sekreteri olarak seçmişlerdi ve boşuna da seçmemişlerdi. O, karakteri sert, politik açıdan iyi yetişmiş ve kendini geliştirmiş bir adamdı. Konuşurken derin gözleriyle muhatabının direk yüzüne bakarak ve gür bir sesle konuşuyordu. Onu ilk defa gören insanlar çok kızgın bir adam olduğunu sanırlardı. Hâlbuki Lapşin çok nadir olarak kızardı ve kızınca kendini kaybederdi.

- Bence Şerbakov bizim eksikliklerimizi çok doğru tespit etmiş. Bizde nitelikli yerel işçinin çok az olduğu doğru değil mi? Söylemekten utanmayalım. Çok çaba harcadık. Ama yine de çok az kişiyi yetiştirebildik. Kadro bölümünden nasıl olsa hesap sorulur, bizden ise başka türlü hesap sorulur dedi.

- Ama biz Kostya, hiç kimseyi makinadan uzaklaştırmıyoruz ki!

- Ben ne diyorum? Makinalardan uzaklaştırmıyoruz ama insanların makinalarla ilgilenmesini sağlamamız ve makinaları cazip hale getirmemiz gerekiyor. İnsanları durmadan bıkmadan eğitmek ve aynı zamanda onların ağır iş yüklerinizde kolaylaştırmak gerekiyor. İşte biz nalbant atölyesinde ki ocağı mekanize ettik. Ne kadar büyük bir etki yarattı. Şimdi sıra balyozcuların işini kolaylaştırmaya geldi. Düşünüyorum ki elektrikli balyoz monte etmek çok iyi olur.

Kozlov elini çenesine dayayarak düşündü.

Nihayet - Evet. Bu iyi olur. Hatırlattığın için teşekkür ederim. Mühendisle konuşayım hatta mühendis olmadan da yapılacak belli. Bunu yapmak için ilave bir motor gerekecek dedi.

- Avluda duran yatay motoru kullanabiliriz.

- Hakikaten! Ama onun pistonun kollarını değiştirmek lazım.

Ermek İçeri girdi. Üzerinde iş tulumu, baretinde akülü lamba. Merhaba demeden direk Lapşin’e girişti: - Sekreter senin üretim için kalbin acıyor mu?

- Acıyor herhalde.

- O zaman siparişlerin yapılıp yapılmadığını niye kontrol etmiyorsun.

- Daha dün senin için beş dekovil tamir ettik.

- Ovçarenko için de beş dekovil tamir ettiniz. Ama bizim madenler aynı mı? Bu sizde ki eşit iş yapma şeyi nedir?

- Madenler aynı değilse sen niye Ovçarenko ile yarışıyorsun.

Ermek sırıttı - Alem bir adamsın sen! Karaganda Kuzbass ile ya da Kuzbass Donbass’la eşit oldukları için mi yarışıyor sence. Plana göre herkesin kendi taahhütleri var. İşte onlar taahhütlerini en iyi şekilde kim yerine getirebilecek diye yarışıyorlar. Benim maden daha büyük. Bu yüzden daha fazla ekipman verin bana.

Kozlov güldü - Fırçayı yedin mi Kostya? Peki, Ermek Bayantayeviç. Yarın akşama kadar sana daha beş dekovil vereceğiz. Ovçarenko’da ne kurnazmış be! Ona daha az verilecekti. Aynı miktarı kapmayı becermiş.

- Anlaştık. Bi de madende ki kaldırma makinasını kontrol etmenizi rica ediyorum. Yaramazlık ediyor. İşlerimizi geciktiriyor.

Kozlov talimat verdi - Kostya onunla git. Onların yarışmasın tam ortasındayız. Yan yana duran madenlerde ki mekanizma bir dakika bile durursa ayıp olur. Hem de çok ayıp olur dedi.

Ermek Lapşin’in koluna girerek dışarı çıktı. Biri madenin parti organizasyonu sekreteri, diğeri mekanik tesisin parti organizasyon sekreteriydi. Hem aynı yaştalardı hem de yapıları birbirleriyle benziyordu. Onlar yürürken çocuklar gibi birbirlerinin omuzlarını itiyorlardı. Onların peşinden dışarı çıkan Kozlov sırıttı:

- Ayılar! Ayı gibi şakalaşıyorlar!

Tesisin bahçesi son zamanlarda genişletilmişti. Her taraftan çekiç sesleri, metal çınlamaları geliyordu. Mobil ocakların ve elektrik kaynaklarının kıvılcımları parlıyordu. Madenler birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu yüzden kendi siparişlerinin acil yapılmasını istiyorlardı. Dolayısıyla bu yarış tesisin atölyelerini de dürtüyordu.

Ayrıca çalışmaların hareketlenmesinde; kısa zaman önce uygulanmaya başlayan götürü iş karşılığı yapılan ödemede etki etmişti. Daha önce önde gelen işçilerin arkasına saklanıp öylesine çalışanlar artık geri kalmak, diğerlerinden daha az para kazanmak istemiyorlardı.

Kozlov, az önce Lapşin ile konuştuğu motora yaklaştı ve dikkatle incelemeye başladı. Boyası solmuş güneşten çatlamış, cihaz paslanmaya başlamıştı. Biraz ilerde dizlerinin üzerine çökmüş Bondarenko çekiçle çalışan dekovilleri tamir ediyordu.

Kozlov onu çağırdı. - Gel buraya.

Bondarenko acele acele geldi - Yoldaş mahkemesi ve onunla bağlantılı sonuçlar onun için boşa gitmemişti: kabadayı karakterini yenmiş, işlerde daha hızlı ve daha pratik olmuştu. Ama Kozlov hala taviz vermiyordu. Hâlâ sert ve soğuk davranıyordu. Şimdi de kaşlarını çatarak bakıp:

- Eee! Dekovilleri ne zaman bitireceksin diye sordu?

- Yarından sonra.

- Yarın lazım. Yarından sonra bu motora başlayacaksın. Onu tamir ettikten sonra montajını yapacaksın. Bu işler için süren bir hafta. Yaparsan eski dereceni sana geri vereceğiz.

- Boris Mihaloviç. Bunu yetiştirmek mümkün mü. Sizde görüyorsunuz...

- Olur. Sadece ustalık gerekiyor. Daha da önemlisi istek.

Bondarenko sessizce motoru incelemeye başladı. Motora bir tarafından yaklaşıp bakıyor diğer tarafından yaklaşıp bakıyor, aynı zamanda dekovillere bakıyordu. Bir hafta içinde bu iki görevi yapmak zor, yapmamak ise mümkün değildi. O, orta sınıf bir çilingirdi. Mahkemeden sonra alt dereceye indirmişlerdi. Jumabay ile yaşadığı skandal Bondarenko’ya hem işinde çok zarar vermiş hem de insanları kendisinden uzaklaştırmıştı ve bu onun için daha zordu. Bondarenko daha önce asla cesaret edemeyeceği bir karar verdi:

- Aldım. Yapacağım.

- Öyleyse ben de sözümü tutacağım. Sendika da sana destek olacağım dedi ve gitti.

- Mekanisyen torna atölyesine gitti. Burada on adet torna makinasında borular için flanşlar yapılıyordu. Aynı diğer atölyelerde ki gibi burada da her işçinin yanında bir öğrenci- genç Kazak duruyordu. Atölyede hala Kazak torna ustası azdı. Daha çok Ruslar ve Ukraynalılar vardı.

Alışılagelmiş bir bakışla bakarak geçen Kozlov birinin yanında durdu. Burada tornacı olmaya gayret eden bir delikanlı duruyordu. O, küçük bir çocuk gibi kesme bıçağından gözlerini ayırmadan hızla dönmesine seviniyordu .O kadar dalmıştı ki başını kazayla gelen torna ustasına çarptı.

Kozlov- Kovalyuk. Sen sadece göstererek değil onu çalıştırarak öğret. Çocuk kendi yapsın dedi. Kovalyuk makinayı durdurdu, Kozlov’a döndü. Geniş göğsünde ki gömleğin yakası açıktı. Her zamanki alışkanlıkla tüm yuvarlak yüzüyle gülerek kendi öğretim metodunu izah etmeye başladı:

- Bir flanşı bir makinada yapma maliyeti elli kopeyka. Demirciler için ellilik ver. Malzeme de aynı fiyat. Ne oluyor.

- Evet, flanşın maliyeti en fazla bir buçuk ruble oluyor. Ama işi bilen öğrenci bizim için paradan daha değerli. Sen de bazen fazla tasarruf yapıyorsun.

- İlk önce öğrenciye tasarrufu öğretmek lazım. Boşuna malzemeyi harcamasın. Küçük kayıpları hesaplayamazsak onların büyük kayıplara dönüştüğünü fark edemeyiz diye otoriteymiş gibi cevap verdi.

Bu torna ustası Janabıl’ın, Şayken’in ve diğer Kazakların hocasıydı. Çok yetenekli bir ustaydı. İşine hakim, tüm atölyenin gururuydu. O, hem öğrencilere öğretmeye hem de planın iki katını yapmaya yetişiyordu. Aynı zamanda kimse onu asla acele ederken ve sinirli halde göremezdi. Her zaman belli bir düzende çalışıyor, çok marifetliydi ve işini hiç hatasız yapıyordu.

Kozlov bu sefer ustanın bu özelliğine bakmadı. Makinaya yaklaşarak torna tezgâhının kolunu gence verdi.

- Al dene bakalım! dedi.

Genç şaşırmıştı. Kendinden emin olmayacak şekilde kolu tuttu, flanşın kenarına yaklaştırdı ve ebatları kontrol etmeden makinayı çalıştırdı. Bıçak flanşın telini kesti. Geleceğin torna ustasının alnında terler birikmişti.

- Ehhh! Bozdum!

- Neden bozduğunu anladın mı?

- Anlıyorum.

- Anladıysan aynı hatayı bir daha yapmazsın dedi Kozlov ve gencin omzunu okşadı. Sonra Kovalyuk’a döndü ve - Bir buçuk ruble zarar, bin beş yüz kâr. İşte bu az maliyetli işlerle çocukları eğitmeliyiz. Pratik olarak göstermeliyiz. Öğretimde pratik en önemli şeydir dedi.

Kovalyuk hatalı flanşı aldı, elinde çevirdi, kafasını salladı ve kenara attı.

Yanda ki makinadan Janabıl bağırdı:

- Onlara özgürlük verirsen, defolu mallar bütün bizim çalışmalarımızı yer bitirir dedi.

Kozlov Janabıla’ a yaklaştı. Genç torna ustasının kalkık burnunun ucunda ter damlacıkları parlıyordu.

- Baçiş mi[48] Boris Mihayloviç diye sordu?

Kozlov güldü.

- Sana ne oldu. Ukraynaca mı öğrendin.

- Kovalyuk amcanın yanında durmaktan etkilendim.

- İyidir. Birbirinizle daha çabuk anlaşırsınız. Ne göstermek istiyorsan çabuk göster.

- İşte!

Janabıl makinayı durdurdu ve bir flanşı gösterdi. Bir kenar diğer kenardan daha kalındı: demirci atölyesinden gelen defolu mal.

Kozlov flanşı inceledi ve onayladı:

- Evet. Bozuk bu.

- Bu bozuk, orası anlaşıldı. Suçlu kim?

- Demirciler.

- Tam olarak kim?

- Buluruz.

- Bulmak zor. Hatta sadece siz değil kendileri bile kimin hata yaptığını bilmezler.

Kozlov kaygıyla çenesini kaşıdı. O da büyüyen üretimde yeni kurallara ihtiyaç duyulduğunu anlıyordu. Eskiden hangi parçayı kim yaptı ezbere biliyordu. Artık hem işçilerin sayısı hem de ürünlerin miktarı çok artmıştı. Her şeyi hatırlamak mümkün değildi. Artık sıkıca hesaplamak gerekmekteydi.

Kozlov Janabıl tarafından kabul edilmeyen iki flanşı bir tel üzerine geçirdi ve sordu:

- Senin komsomollar ne tavsiye diyorlar.

- Eğer her tornacı her demirci ve her çilingir flanşlarda kendi işaretlerini koyarsa kim yaptı hemen anlaşılabilir.

- Heh! O zaman bir parçada kaç tane işaret olur.

- Ya doğru. Bayağı fazla olacak. Başka ne yapabiliriz ki?

- Yok, bu olmaz. Bence bir ustayı küçük parçaların kabulü için görevlendirelim. Büyük işler içinse kabul komisyonu uğraşsın.

- Çok iyi düşündünüz Boris Mihayloviç dedi neşeyle Janabıl. İnsanlar daha fazla para kazanmak için daha fazla parça yapmaya çalışıyorlar. Para kazansınlar tabi. Ama ürünün kalitesini düşürme hakkını kimse onlara vermedi. Biz komsomollar bu işi kontrol altına almak istiyoruz.

Janabıl kısa bir zaman önce tesisin komsomol organizasyonu sekreteri seçilmişti. Toplantılarda ve üretim görüşmelerinde tutkulu ve ateşli konuşmasıyla gençler arasında popüler olmuştu. İşinde geride kalanlar, onun keskin dilinden çok korkuyordu. Ama ustalar onu seviyordu ve biliyorlardı ki Janabıl taviz vermezdi. Tesisin dışında da her yere yetişiyordu. Her konuda anlayışlı, girişken, neşeliydi. İl komsomol komitesi onu komsomol komitesine almak istemiş ama Kozlov buna karşı çıkmıştı. Janabıl’dan çok iyi bir üretim şefi olacak diye herkesi ikna etmişti.

Şimdi Kozlov tekrar sordu:

- Sen delikanlı kendin söyle. Senin kalbin ne tarafa bakıyor. Bizi senin yüzünden tartışmak zorunda bırakma.

Janabıl şöyle dedi - Nerede daha fazla bilgi alabileceksem oraya gideceğim.

Kapıdan bir grup işçi girdi: atölyede yeni kocaman bir makinanın montajı yapacaklardı. Makinayı ahşap bir altlık üzerine koymuşlar, bu altlık önünde tomruklar ve borular koyarak yavaşça kaydırıyorlardı. Atölyede ki herkes; tornacılar, makinistler, çilingirler herkes kafasını kaldırdı ve ulusal fabrikada üretilmiş dev makinayı hayranlıkla izlediler. Makinayı monte eden ekipte kalabalıktı: Ruslar, Ukraynalılar, Tatarlar, Ermeniler vardı ve tabi ki Kazaklarda vardı. Faklı dillerden konuşma başlamıştı. Ama herkes birbirini anlıyordu. En önemlisi her biri ne yapacağını çok iyi biliyordu.

- Tekrarrrrrrr aldık!

- Yürüüü!

Kozlov dört gözle bu işe dalmış halde Janabıl’a dedi ki:

-Uzak olmayan gelecekte bizim "mehtseh" büyük bir fabrikaya dönüştüğü zaman böyle bir makinayı bir vinç, tıpkı altın kartalın avını kaldırdığı gibi alıp gereken yere koyacak. İşte düşün bakalım. Böyle bir fabrikanın şefi olmak, güzel değil mi. Ama kendi kararını kendin ver.

- Kimi nereye koyacak, parti benden daha iyi bilir Boris Mihayloviç dedi Janabıl. Çok ciddi konuşuyordu

- Parti senin isteğini de dikkate alır diye cevap verdi Kozlov ve hatalı flanşları alıp çıktı.

O, buradan sonra nalbant ve demir döküm atölyesine gitti. Önce işçilere bozuk flanşı göstermek ve kimin hatası olduğunu araştırmak istiyordu.

Atölyelerin kapıları çok geniş açılmış haldeydi. Oradan çekiçlerin tiz gürültüsü ve her tarafa kıvılcımlar sıçratan alevin cızırtı sesleri geliyordu.


KISIM ON


Sergey Petroviç Şerbakov, hafta sonlarında standart saatten biraz daha geç saatte uyanmak için kendi kendine izin vermişti. İşte bugün olduğu gibi - saat sekiz buçuktu ve o hala yataktaydı. Ama karısı Antonina Fedorovna Pazar günlerinde de erken kalkmaya alışıktı. Üstelik burada Karaganda’da işi e çoğalmıştı. Buraya gelir gelmez hemen parti il komitesinde eğitmen olarak işe başlamıştı. Orada onu meşgul edecek çok şey vardı. Yeni hayatına alışması, yeni insanlara alışması ve aynı zamanda evde de bir düzen oturtması lazımdı. Sergey Petroviç o gelene kadar kendine hiç bakmamış sayılırdı.

Yatak odası soğuk ve henüz karanlıktı. Antonina Fedorovna, Sergey Petroviç’in akşam okurken uyuyup bıraktığı kitabı yerden aldı, etajere koydu. Kocasının üzerinde ki yorganı düzeltip yan odaya geçti. Burada yıllar evvel oluşmuş alışkanlıkla sabah jimnastiğine başladı.

Antonina Fedorovna formunu korumuştu. Yaşı kırkı geçmesine rağmen otuzdan fazla göstermiyordu. Vücudu zarif, yüksek boylu, yüzü taze, mavi gözlerinde mini minnacık bile yorgunluk izi yoktu.

Mutfakta kahvaltıyı Antonina Fedorovna’nın annesi hazırlıyordu - hareketli, temiz, yaşlı kadın beyaz önlüklüydü. Antonina Fedorovna sevgiyle onu yanağından öptü.

- Günaydın anne.

Yaşlı kadın - Günaydın neşe kaynağım benim dedi. Günaydın bitanem.

- Ben senin bitanem, Ama benim bitanem bile yok.

Annesi içini çekti. Kızının tek bir kederi vardı. O da çocuğu olmamasıydı.

Antonina Fedorovna devam etti. Hiçbir şeyden şikâyetçi değilim. Ama çocuk olmayınca hayatı yarım kalmış gibi hissediyorum.

- Bunu konuşmak için erken kızım. Benim bir teyzemin kızı vardı. O, elli yaşında doğurdu. Bu mutluluk seni de bulur.

- Güzel sözler için teşekkür ederim. Hadi sana kahvaltı hazırlamanda yardım edeyim.

- Ben kendim hallederim. Sen dışarı çık. Sabah muhteşem. Bu arada eğer bu kadar çalışmak istiyorsan bahçedeki karı küre.

Bütün gece sessizce lapa lapa kar yağmıştı. Etraf gözleri kör edecek kadar beyazdı. Karaganda da kış mevsiminde açık gökyüzü ve rüzgârsız günler, nadir oluyordu. Dışarı çıkan Antonina Fedorovna açık havada biraz neşelendi.

Canlanmış ve kızarmış yüzüyle eve girip Sergey Petroviç’i uyandırdı:

- Kalk miskin kalk! Gün ne kadar güzel bi bak. Ne bulut ne rüzgâr var. Kayakları alda şehire git. Jaylaubay’a uğra. İhtiyar epeydir seni çağırıyor.

Sergey Petroviç kabul ederek - Çok iyi düşündün. Gece fırtına yok muydu?

- Diyorum ki her taraf çok sakin. Kıpırdayan bir şey yok.

- O zaman tavşanların izleri de kapanmamıştır. Tüfeği yanıma alayım. Hadi bakalım dışarıda neler var.

Sergey Petroviç çabucak giyinip karısıyla bahçeye çıktı. Dışarısı o kadar temiz o kadar beyaz o kadar aydınlıktı ki, ayakla basmaya bile çekiniyorlardı. Hava durgundu. Sergey Petroviç’in evin etrafında diktiği genç ağaç fidanları, karlarla süslenmiş gibiydi.

- Bak bak! Buradan tavşan geçmiş. Antonina Fedorovna ince izlerin zincirini gösterdi.

Sergey Petroviç güldü:

- Daha doğrusu kedi! dedi.

- Tavşan izini nasıl anlıyorsun.

- Bunu anlatmak biraz zor.

Onlar temiz serin havayla göğüslerini doldurdu. Etraflarında ki her şey sanki yeniymiş gibi merakla bakıyorlardı.

Antonina Fedorovna - Buranın bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemiştim dedi.

- Neden olmasın. Zamanla burada ormanlar yeşerecek. Geniş göller oluşacak. Şimdi kahvaltı zamanı gelmedi mi? Kayakla gideceksem erken çıkmam iyi olur.

Masada şakayla karışık neşeli bir sohbet vardı. Şerbakov Antonina Fedorovna’ya kızarmış çöreklerle dolu bir kâseyi gösterdi.

- Annen seni hala küçük zannederek şımartıyor, görüyor musun. Bence sen çoktan büyüdün dedi.

Antonina Fedorovna - Anne için çocuk hep küçük kalıyor herhalde diye cevap verdi. Çay dolduran yaşlı kadının elleri titredi, gözlerine yaşlar doldu.

- Hiç sorma Tonya. Ben altmış yaşındayım. Senin anneannen benim annem seksen beş yaşında. Bana hala bebeğim diyor. Özlüyor. Donbass’a çağırıyor. Onu nasıl görmek istiyorum. Geceleri rüyalarıma giriyor dedi.

Sergey Petroviç gülerek - Sorun ne? İş seyahatine Moskova’ya gideceğim. Sizi de alırım. Oradan Donbass’a kadar çok mesafe yok. Biriyle sizi yollarım. Dönüşte de ben uğrar, sizi alırım dedi.

Yaşlı kadın korktu - Evi nasıl bırakacağım. Antonina burada yalnız nasıl kalacak. Yok yok! Ben onu bırakıp hiçbir yere gitmem dedi.

Antonina Fedorovna ona sarıldı. - Anneciğim, ilkbaharda birlikte gidelim. Anneannemi ben de özledim.

Sergey Petroviç kayakları ve çift namlulu tüfeğini kontrol etti; her şey yolundaydı. Antonina Fedorovna dolaptan iki kayak kıyafeti çıkardı.

Spor, Şerbakov ve karısının en sevdikleri eğlenceydi. Onlar zaten buz pateninde tanışmışlardı. Bugünkü Karaganda’dan yirmi kilometre mesafede bulunan sovhoza yolculuk, güzel bir dinlenme olacaktı. Üstelikte sovhozda ki hayvan çiftliğinin şefi Jaylaubay idi. Şerbakov onu epeydir ziyaret etmek istiyordu.

Sergey Petroviç- Yol üzerinden değil, tepeler üzerinden gidelim diye bir öneride bulundu. Orada tavşanı daha çabuk buluruz..

Tepeler hemen demiryolunun bittiği yerden başlıyordu. Kayakçılar tepeciklerden birinde durdular. Sergey Petroviç piposunu yaktı. Beyaz kardan bir çarşafın üzerinde Karaganda gözlerinin önünde yayılmıştı.

Şerbakov piposunu üfleyerek - Her gün büyüyor. Demiryolu boyunca Balhaş’a doğru ve şehirden güneye ve batıya doğru orman dikeceğiz. Ormanın korunması altında şehir daha da iyi olacak. Bizim yeni il komitesi başkanı Kanabek enerjik ve işi bilen bir adam. Onun kontrolü altında inşat işleri çok iyi gidiyor. Şehrin gerçek sahibi gibi dedi.

Antonina Fedorovna kabul ederek - Her şeyi beceriyor. Kaç zamandır kulüple uğraşıyorduk. O geldi ve bütün işler tamamlandı. Ne kadar güzel sinema yapılıyor, gördün mü? Diyorlar ki stadyumun da temeli atılmış.

- Evet. İlkbahara doğru stadyumu da açmış olacağız.

Güneş ışığında parlayan rengârenk parıltılar altında kar, sonsuza kadar yayılmış gibiydi. Kayaklar kolayca düz ve pürüzsüz bir iz bırakarak gidiyordu. Etraf sessizdi ve kimse, küçücük bir kuş ya da bir hayvan bile yoktu. Şerbakov’un av umutları boşa çıkmıştı.

İki tepe arasında ki vadide kısa bir zaman önce atından inmiş bir adam gördüler. O eğilmiş, tuzaktan kızıl bir tilkiyi çıkarıyordu. Ona doğru ilk Antonina Fedorovna kaydı.

- Merhaba babalık!

Beyaz sakallı, üzeri tüylü bir kaşkolla sarılmış tavşan derisinden üç kulaklı şapkalı bir Kazakdı. İhtiyar bayağı iyi Rusça konuşuyordu. İnce keskin gözleriyle Şerbakov’a baktı.

- Gözlerim beni yanıltmıyorsa siz tüm kömürcülüğün şefisiniz dedi.

Sergey Petroviç itirafta bulunur gibi - Hah! Ta kendisi!

- Bu hanım kim?

- Eşim.

- İhtiyar düşünerek kafasını eğdi, elinde ki tilkiyi bırakmadan konuşmaya başladı:

- Karşılaştığımız iyi oldu. Ben o kolhozdanım. Kazakça adı Ak-Kuduk, Rusça ise Tihonovka. Benim adım Muzdıbay. Babamın adı Akşolak. Yaşlı olduğum için beni ağır işten aldılar. Dediler ki sen avcı ol. İşte bende avlıyorum. Bir metre boyunda ki tilkiyi salladı ve tekrar Şerbakov’a baktı. - Kazaklarda bir adet vardır, bilir misin. Avladığın bir hayvanı atın eyerine bağlamadan önce bir dostunla karşılaşırsan avını ona ver. Ama eğer hayvan tuzaktan çıkmış ise bu âdeti uygulama zorunluluğu yoktur. İşte ben düşünüyorum. Ne yapayım. Hah! Kararımı verdim. Madem bir hanımefendiyle karşılaştım ona vereceğim. Kendine güzel bir kaşkol yapsın.

Şerbakov ve Antonina Fedorovna aynı anda - Hiç gerek yok! teşekkür ederim dediler.

Muzdıbay ısrar ediyordu. - Yo, yo alın. Ben sizin tilki kaşkole ihtiyacınız olmadığını biliyorum. Ama ben kararımı verdiysem beni kırmayın. Sen benim topraklarımı iyileştiren, büyük şehri inşa eden büyük bir halkın temsilcisisin. Bu halk Kazaklara makinaları çalıştırmayı, topraktan kömür çıkartmayı öğretti. Al! İhtiyarı kırma! dedi ve Muzdıbay tilkiyi Şerbakov’un kemerine bağladı.

Sergey Petroviç çaresini bulmuştu - Karşılığında bende sana bir hediye vermek isterim dedi ve omzundan tüfeğini alıp Muzdıbay’a verdi. - Dostluğumuzun sembolü alarak alın dedi. Çok güzel ateş ediyor.

Yaşlı avcı - Ooo! Değerli bir hediye. Yazık değil mi?diye yüksek sesle konuştu.

- Alın. Bende bir tane daha var. Karınızla birlikte bize misafirliğe gelin. Çok memnun oluruz.

Muzdıbay muzipçe gözlerini kırptı.

- Geleceğim. Ama senin benim gelişime sevineceğine sanmıyorum. Hâlbuki ben boşuna gelmeyeceğim. Kolhozumuzu konuşmak için geleceğim...

- Neyse. Kolhozu da konuşalım. Nasıl gidiyor işler?

- Fena değil. Ama makinalarımız az. Zengin toprakları işlemek lazım.

Şerbakov güldü - Haa! Konu bu demek ki. Henüz bize de makina yetmiyor. Daha çok traktör gönderirlerse bizde sizinle paylaşırız. Hatta sizin kolhozu da şehrin yönetimi altına alırız.

Muzdıbay’ın gözleri sevinçle parladı. O sırayla Şerbakov’un ve Antonina Fedorovna’nın ellerini sıktı.

- Teşekkür ederim. Gideyim bizimkilere anlatayım. Görüşmek üzere canlarım.

İhtiyar eyere kolayca zıpladı ve atını dörtnala koşturdu.

Kayakçılar da yollarına devam ettiler. Tepenin arkasında çiftlik görünmüştü. Şeker’in at üzerinde inekleri vadiye su içirmeye götürdüğünü gördüler. Erkek kıyafetleri giymiş, şalvarıyla atın üzerinde kendinden emin ve sağlam bir şekilde oturuyordu. Jaylaubay ise küçük göllerde hayvanlara su vermek için delikler açıyordu. Yetişkin inekler suya doğru ağır ağır vakurla yürüyor, genç hayvanlar ahırlardan açık havaya çıkmanın coşkusuyla yerlerinde duramıyor ve Şeker’de buzağıları yola döndürmekte zorlanıyordu.

Jaylaubay kafasını kaldırdı ve gelenleri hemen tanıdı.

- Amanın! Bu Sergey ve Antonina!

Yavaşça misafirlerine doğru yürüdü, onlara elini uzatmadan önce bıyıklarını ve sakalını kardan temizledi. Şeker’de atıyla yaklaştı.

Konuşma Rusça ve Kazakça karışıktı. Sergey Petroviç Kazakçayı anlamaya başlamıştı Jaylaubay ise Rusçayı. Şeker ise Antonina Fedorovna ile daha çok mimiklerle ve ellerle anlaşıyordu.

- Şeker kayakları göstererek kendi kısrağının butuna eliyle hafifçe vurdu "Neden misafirlerim atla gelmedi?" der gibiydi. Ama Antonina Fedorovna Şeker ona ata binmeyi teklif ediyor diye düşündü ve teklifi hemen kabul etti.

Jaylaubay’a doğru sordu - Deneyeyim. At uysal mı?

O gülerek - Kuzu gibi diye cevap verdi.

Şeker Antonina Fedorovna’yı eyere kaldırdı ve atın yularını tutup yavaşça yürüdü. Erkekler arkadan gelerek iş konuşuyorlardı.

Şerbakov ilgiyle - Sığırlar nasıl. Sağ salim mi?diye sordu.

- Gördüğünüz gibi oynuyorlar. Hasta buzağı böyle zıplayamaz.

- Yem yetiyor mu?

- Şikâyetimiz yok. Sadece su içme yerimiz rahat değil. Soğuk ve fırtınalı havalarda çok uzak kalıyor. Ben de böyle günlerde sığırı buraya getirmiyorum. Eritilmiş kar içirtiyorum.

- Sığırlardan yiten var mı?

Jaylaubay kırgın kırgın Şerbakov’a baktı.

- Ne diyorsunuz. Ben buralarda oldukça bir farenin bile burnu kanamaz.

Sergey Petroviç anlamadı.

- Fareyle ne alakası var. Farenin burnu niye kanasın ki?

- Bir Kazak atasözü söyledi Jaylaubay. Rusça nasıl derim bilmiyorum. Ama ben sığırların acı çekmesine izin vermem.

- Haa! Biz de de: Başından bir saç bile düşmez denir.

Jaylaubay sevindi - Hah! İşte bu dedi. Böylece birbirimizden konuşmayı da öğreniyoruz.

Hayvan çiftliği, sovhozun merkez çiftliğinden bir kilometre mesafedeydi. Yolcular merkez çiftliğe yaklaştığı anda ofisten bir adam çıktı. O, sallanarak yürüyor ve bir şarkı mırıldanıyordu. Belliydi ki sarhoştu.

Şerbakov- Bu kim diye sordu?

Jaylaubay biraz duraksadı, sonra - Tanımadınız mı. Bu bizim sovhozun müdürü diye mırıldandı.

- Müdür mü?

Sergey Petroviç dikkatlice baktı. Evet. Onun önünde ki adam gerçekten de kötü yönetim nedeniyle görevden alınmış, Karaganda il konseyi eski başkanı Karımbay Alibayev’in ta kendisiydi. Görevden alındıktan sonra onu sovhoz şefliği yapması için göndermişlerdi.

- Ve ne sıklıkla bu halde.

- Keyifsiz her pazar dedi Jaylaubay. Bazen de çalışma günlerinde de.

Şerbakov kafasını salladı.

Onlar çiftliğin avlusuna girdiler. Süt sağan kızlar inekleri ahıra götürüyorlardı. Ahır sıcak, kuru ama havasız ve ineklerin bağlı olduğu bölmeler dardı.

Jaylaubay kendini suçlarmış gibi izah ediyordu:

- Elimden geleni yapıyorum. Ama her şey bana bağlı değil. Müdürden bir şey rica etmek boşuna. Havalandırma sistemi kurmak lazım. Sulama kanalları döşemek lazım ama boş. İşte o zaman komşu kolhozlar bizi örnek almaya başlardı.

Sarhoş müdür Alibayev içeri girdi. Hâlâ şarkı mırıldanıyordu ama Sergey Petroviç’i görünce hemen şarkıyı kesti, elini sıkmak için uzandı.

- Hoş geldiniz, hoş geldiniz. Misafirim olun. Bugün karım iki tane kaz kesti dedi.

Şerbakov teklifi reddederek - Teşekkür ederim dedi. Zamanım az. Hemen şehre dönmek istiyorum.

- O zaman güzel bir parça buraya getirteyim size.

Şerbakov yüzünü buruşturdu.

- Bu fazla olur...Yoldaş Alibayev sizin uyumanız kendinize gelmeniz lazım. Saat beşte bana atlı kızak gönderin dedi.

- Sözünüz kanundur Sergey Petroviç. Gidip hemen yatıyorum. At da zamanında gelecek.

Sallanarak uzaklaştı. Şerbakov onun arkasından bakarken düşündü: "Tamamen düşmüş. Burada da güveni boşa çıkarmış. Onu değiştirmek gerekir."

Jaylaubay’ın samandan yapılmış, üç odalı küçük bir evi vardı. Bu tür evler en çok köylerde inşa ediliyordu. Ama bu ev eski Kazak evlerinden farklıydı: odaların tavanı yüksekti. Çift camlı büyük pencereler vardı. Yer ahşap değildi ama tuğla yapılmış ve üzeri pürüzsüz kil ile kaplanmıştı. Jaylaubay kendi hayatının büyük bir kısmını geniş bozkırlarda göçmen olarak geçirmişti. Artık herhalde bir yerde yerleşme kararı almıştı. Evin etrafına çit koymuş, kanal kazmış, evin yanında hafif bir bahçe kurmuştu.

Şerbakov - Hatırla Jayleke. Biz seninle iki sene önce Karaganda’da ilk cumartesi çalışmalarında tanışmıştık. Siz o zaman kendi yanınızda yurtanızı getirmiş hatta koyunlar da getirmiştiniz. Şimdi ise bakın bambaşka yaşamaya başladınız. Açıkçası ben hem Karımbay’ı zor tanıdım hem de sizi zor tanıdım. Ama ikiniz farklı yönlerde değişmişsiniz.

Jaylaubay kabul etti- Evet. Biz farklı yönlerde değiştik dedi.

Şeker ve Antonina Fedorovna onlara öğle yemeği hazırlamışlardı. Şerbakov masaya getirilen kocaman tencereyi görünce heyecanlandı.

- Oho! Ne var burada bi bakalım. Soğuk havada bayağı acıkmışım.

- Mütevazi bir ikram dedi Jaylaubay. Karım hindi pişirdi.

- Siz kuşta mı yetiştirmeye başladınız?

- Evet. Artık koyunlar hiç kalmadı sayılır. Sovhozda ki sığırlara bakmak ve kendi sığırlarımızı yetiştirmek zor oluyor. Bu yüzden biz karımla hindi yetiştirmeye karar verdik. Çok uğraştırmıyorlar, faydaları da çok fazla. Biz göçmenler bu konuyla ilgili ne biliyorduk. Hiçbir şey. Nasıl denir. Yüz sene yaşa, yüz sene öğren.

Masada ki sohbet neşeliydi, rahattı. Şerbakovlar Jaylaubay’a ilk kez gelmiyorlardı. O da şehre her geldiğinde karısıyla birlikte onlara uğrardı. Hepsi birbirine alışmıştı.

- Jaylaubay’ım hindilerle ilgili sadece kendini övüyor. Aslında hindileri ben aldım. Bu kadar gamsız bir koca zor bulursun.

- Neden siz her seferinde ona sitemde bulunuyorsunuz? diye korumaya kalktı onu Antonina Fedorovna. Bence o çok dikkatli bir sahip.

Jaylaubay güldü - Eee canım Antonina. Burada ne olduğunu anlamak lazım. Benim karım bir şeye üzüldüğü zaman ben ona diyorum ki "Bekle. Her şey yoluna girer." sakinleş diyorum. İşte o buna gamsızlık diyor dedi.

Şeker ısrarcıydı - Hem gamsız hem de düşüncesiz. İşe girdi de birazcık aklı başına geldi. Yine de ben olmasam yok olurdu dedi.

Güneş batıyordu. Pencerelerin dışında iki güzel siyah at tarafından çekilen bir kızak geldi. Misafirler vedalaştı, ikram için teşekkür ettiler.

Dışarıda ayaz güçlenmişti. Şekeri Antonina Fedorovna’nın omuzlarına bir koyun postu attı, Jaylaubay da Şerbakov’a siyah bir Kazak şapanı giydirdi.

Çift güçlü atın çektiği kızakçı hafifçe kırbaçla dokunduğu anda atlar hemen fırladılar. Kızak kar tozu savurarak uçuyordu. Alacakaranlık inmişti. Antonina Fedorovna şarkı söylemeye başladı. Onun sesi güçlü ve berraktı. Sınırsız gökyüzünde altın ay yüzüyordu. Geniş karla kaplanmış bozkır üzerinde kızak kayıyor, Rus Razdolnaya şarkısı yayılıyordu...


KISIM ON BİR


Parti il komitesi binasının önü kalabalıktı. Birileri geliyor birileri gidiyordu. Sürekli hareket bir dakika bile durmamıştı. Parti üyeleri ve üye olmayanlar gelip gidiyordu. İl komitesi çalışanları herkesi kabul etmiş, hiç kimseye hayır dememişlerdi.

Bazı insanlar özellikle Meyram’a gidiyorlardı - Akıl danışmak, talepte bulunmak, ricada bulunmak için.

Meyram’ın önünde oturan ziyaretçiden biri:

- Ben buraya çalışmak için geldim. Ailem hamaldı. İç savaşa katıldım. Sonra ilçe devrim komitesi başındaydım. Daha sonra kırsal tüketim toplumu başkanıydım. Buraya geldiğimde kuruluşta at ahırı şefliği teklif ettiler. Benimle dalgamı geçiyorlar yoksa beni burada görmek mi istemiyorlar. İşte benim evraklarım: Sen bu konuyu hallet lütfen.

Bu adam orta yaşlardaydı. Çok uzun boylu değildi, yüzü sivilceliydi. Adı Asan idi. Masaya bayağı aşınmış, kaplanmış yerleri yırtılmış evraklardan bir tomar koymuştu.

Meyram evraklara bakarak - Siz bunları bayağı yıpratmışsınız dedi.

- Önemli değil. Tasdikli kopyalarını yaptırabilirim.

- Asıl nüsha her zaman daha değerlidir. Kendi kıymetlerinizi koruyun.

Asan gerçekten önceden önde gelen çalışanlardandı. Ama şimdi tıpkı onun belgeleri gibi kendisi de yıpranmış ve yorgun görünüyordu. Asan at ahırı şefi olmayı kendisine layık görmüyordu. Daha sorumlu bir göreve gücü yetmezdi. Ama bu saf ve kendinden emin adam kesinlikle yönetici görevi almayı planlıyordu. Onun okuması kendisini geliştirmesi lazımdı. Ama o bunu görmeyip eskinin hatırına dayanarak, her karşılık gördüğünde tıpkı şımarık bir at gibi direniyordu.

Meyram açık açık konuştu:

- Eğer Şerbakov size at ahırı şefliği teklif etmiş ise bu teklifi kabul etmenizi tavsiye ederim. Aslında sizin yönetiminiz altında küçük bir ahır olmayacak. Daha büyük iş yapabilir misiniz sonra belli olur dedi.

Asan tek laf etmeden evraklarını topladı ve gönlünde ki derin kırgınlıkla çıkıp gitti.

Sırada bekleyen ikinci kişinin adı Atalık idi. Her soruya en az bir saat cevap veriyordu. Sürekli konuşuyor, hiç ara vermiyordu. Uzun olmayan hayatında fotoğrafçılık yapmış, dans kursu yönetmiş, yönetmen olmuş, tiyatro eseri de yazmıştı. Masaya otururken aynı Asan gibi kendi evraklarını cebinden çıkarmaya başladı.

- Zahmet etmeyin dedi Meyram. Ben size inanıyorum. Çok fazla iş yapabilirsiniz. Ama bir mesleği iyice öğrenmek her zaman daha iyidir. Sizin il komitesine yoldaş Kanabek’e gitmeniz lazım.

Atalık ateşlendi. - Ben ona gitmem. Sizin Kanabek var ya! Mağrur ve kibirli bir adam. Bana ne dedi biliyor musunuz. Uçarı. Yeni kadrolar böyle mi işe alınır?

- O sizi daha önceden tanıyor muydu?

- Evet. Eski zamanlardan beni bilir.

Meyram güldü. Kanabek’in bu adam hakkında her şeyi tam olarak bildiği belliydi. Karaganda’ya çalışanların akışı hiç azalmamıştı.Onların arasında tabi ki farklı farklı insanlar vardı ve yöneticilerin her birini dikkatlice değerlendirmesi lazımdı.

Meyram gülümseyerek Atalık’a cevap verdi:

- Ben sizi Kanabek’ten daha az tanıyorum. Bir de onun işine karışmam ayıp olur. Yine de ben onula konuşmayı deneyeyim. Siz ise tekrar ona gidin. Eğer o sizin hakkınızda doğru söylüyorsa bile kırılacak bir şey yok bunda. Tam tersi bir işi iyice yüzde yüz öğrenmeyi yani hakim olmayı denemeniz lazım. Eğer Kanabek yanılıyorsa o zaman onun kafasında ki olumsuz görüş kendiliğinden yok olacaktır.

Atalık’ta Asan gibi asık suratla kabinetten çıktı.

- Üçüncü kişi bir kadındı. Yaklaşık otuz yaşında, sakin gözleri düşünceli bakıyordu. O hep susmuş ve oturmuştu. Bazen Asan’ın ve Atalık’ın konuşmalarına gülüyordu. Şimdi ise susmuştu.

Meyram ona sordu - Jengey[49] buyurun söyleyin.

Evraklarda görülüyordu ki bu ziyaretçi parti organizasyonu tarafından yönlendirilmişti.

- Benim taleplerim çok daha mütevazi. Siz bana benim gücüme uygun her hangi bir iş verin. Bana yeter. Tek bir şey rica ediyorum: Beni kuruluşun yönetimine göndermeyin.

- Neden kuruluşa gitmek istemiyorsunuz?

Kadın cevap vermeden önce biraz düşündü. Meyram vurgularak:

- İş çok. Sizin makul ve gerçekçi bir sebebiniz varsa sizi başka bir yere gönderebiliriz.

- Kuruluşun yönetiminde benim eski kocam çalışıyor.

- Kim?

- Sultanov Japar.

Meyram önündeki evraka tekrar baktı. Doğruydu. Mariyaş Sultanova. Tanıdık bir isim tanıdık bir soyad. Meyram hatırlamıştı. Bu ismi kısa bir zaman önce Japar Sultanov’un parti dosyasına baktığı zaman görmüştü.

- Siz birbirinize hem yaş olarak hem yaşam tarzı olarak uygundunuz. Nasıl oldu da boşandınız?

- Bizi ciddiyetsizlik değil daha başka ciddi bir neden ayırdı. Her ikimizde seçmiş olduğu hayat yolunu değiştirmek istemedi. İşte bu yüzden boşandık.

- Ama eğer sizin farklı yollarınız var idiyse nasıl oldu da birlikte oldunuz.

Mariyaş kafasını eğdi, sonra cevap verdi:

- O zamanlar ben uzun hayat yolunda hangi kavşakların çıkacağını bilmiyordum. O, eğitimi devrimden önce almıştı. Ben ise eğitim almaya Sovyet iktidarı zamanında başladım. Çalışma Fakültesini bitirdim. İkimiz de komünistiz. Ben parti bölge komitesinin kadın bölümünde çalışıyordum. Eşim ise büyük bir pozisyondaydı. Sonra onun pozisyonunu indirdiler ve bölgeye atadılar. Neden böyle olduğunu herkes bilmektedir. O, yetenekli ve enerjik bir adamdı. Ama kanının derinliklerine işlemiş feodal görüşlerden ve alışkanlıklarından vazgeçemedi. İlk zamanlarda ben sabrettim. Ama geçmişin izleri onu milliyetçiliğe ve sağ oportunist faaliyetlere sürüklediği zaman ben ayaklandım. O kendi fikrinde çok ısrarcıydı ve biz o zaman boşandık.

- Neden siz parti eyalet komitesi çalışmalarından ayrıldınız.

- Onun yanında yaşamaya tahammül edemedim ve ayrıldım.

- O zaman belki de buraya eşinizle tamamen ayrılacak gücü kendinizde bulamadığınız için geldiniz?

- Hayır, öyle değil dedi Mariyaş. Eskiden ben onu sevdiğim için bırakamamıştım. Ama şimdi ben sevgimin üstesinden geldim ve artık bu adamla mücadele etmeye hazırım. Kendi fikirlerinden vazgeçmezse çok tehlikeli olabilir dedi.

O bunu çok sakin söylemişti ve söylediklerinde hiçbir kişisel kırgınlık hiçbir kadınsal kıskançlık yoktu. Mariyaş yaşadığı her şeyi gerçekten çok derinden düşünmüş ve kesin kararını vermişti.

Bayağı uzun süren sohbet sonucunda Meyram Mariyaş’ın yetenekli, iradeli, olağanüstü zekâya sahip bir kadın olduğu kanaatine varmıştı.

Şöyle teklif etti:

- Biraz bekleyelim. Düşünelim. Siz hangi işte daha yararlı olabilirsiniz.

- Olur dedi Mariyaş ve vedalaşıp çıktı.

Oda boşalmıştı. Meyram dinlenerek odada yürüdü.

İçeriye Antonina Fedorovna girdi. Masaya evraklarla dolu bir dosya bıraktı ve beklentiyle susup durdu. İl komitesinde bayağı çalışmış ve Meyram’ı anlamayı öğrenmişti. Ona bir sorunla gelse bile asla ilk olarak sormuyordu.

Bazen öyle durumlar oluyordu ki Meyram ve Şerbakov fikir ayrılığına düşüyor birbirlerini anlamıyorlardı. O zaman Antonina Fedorovna dikkatlice bu geçici anlaşmazlıkları yumuşatıyor ve gizlice iki yöneticinin iş arkadaşlığını güçlendiriyordu.

Meyram masaya oturdu - Ne getirdiniz bana Antonina Fedorovna diye sordu?

- Yönetim kurulunun son kararının taslağı...Siz bugün daha öğle yemeği yemediniz değil mi?

- Yok, fırsat bulamadım

- Bu iyi bir şey değil. Öğlen zamanını mutlaka kullanmanız lazım. Hafta sonunda ise mutlaka dinlenmeniz lazım.

- Haklısınız. - Meyram dosyayı açarken söyledi - Sizin tavsiyelerinize uymaya çalışacağım.

Meyram okumaya daldı. Bu çok önemli bir karardı. Üretim büyüyünce yöneticilerden beklentiler büyüyordu. Daha önce yeni ve sağlam olarak kabul edilen yöntemler, artık demode ve üretimi geciktiren nedenler olmaya başlamıştı.

Bu yönetim kurulu kararı, acil yapılması gereken pratik değişikliklerin birçoğunu yansıtıyordu. Hem üretimde hem de kuruluşlarda çalışmaların kontrolünü güçlendirmek lazımdı. Özellikle komsomol yönetimi altında " hafif süvari" organizasyon sorunu çözülüyordu. Yönetim kurulu önde gelen işçilerden önde gelen ekipler oluşturmak, işinde kendi yeteneklerini gösteren ve güvenilebilir yeni insanların yönetici pozisyonuna daha cesurca atanmasını tavsiye ediyordu. Jumaniyaz il sendika başkanı pozisyonuna, Janabıl ise komsomol il komitesinin sekreter başyardımcılığına atanmıştı. Güveni boşa çıkaran çalışanlar yerine, enerjik ve girişimci insanlar geliyordu. Değişiklikler hem kuruluşta hem de madenlerde yapılıyordu. Kar fırtınası esnasında ki kaza Seyitkali’ye ders olmamıştı. O tekrar hatalar yapmıştı. İşinde bizzat örnek olmaya çabalamasına rağmen teknik bilgilerinde eksiklik olduğu belliydi. Ama öğrenmek, okumak istemiyordu ve Sergey Petroviç kalbi sıkışmasına rağmen Seyitkali’yi görevden alma emrini imzalamıştı. Aşırbek başka bir emre istinaden birinci madenin - kuruluşun en büyük madeninin başmühendisi olarak atanmıştı.

Meyram kararı okuyunca sanki temiz bir hava çeker gibi derince nefes aldı. Şimdi her şey bu kararın nasıl uygulanacağına bağlıydı. Halkın gücü artıyordu! Madenler hızla gelişiyordu. Şimdi Meyram’ın aklı madencilerle birlikte yerin altındaydı. Sonrasında imzaladığı protokolü Antonina Fedorovna’ya uzattı ve bir anda sordu:

- Herhalde Sergey Petroviç Seyitkli’nin görevden alma emrini zor imzaladı, değil mi?

- Bu adımı atmak için bayağı zorlandı.

- Ne yapalım? Ben de Seyitkali’yi çok severim. Ama herkesin bir yeri vardır. Biz ilk konuştuğumuzda Sergey Petroviç çok fazla abartıyorum diye bana sitem etmişti. Seyitkali’ye daha dikkatli davranmamı, onu yeniden test etmemi, yardım etmemi tavsiye etmişti. Ama maalesef yardım edecek bir durum yoktu.

- Evet, bazen siz sert, aşırı isteklerde bulunuyorsunuz dedi Antonina Fedorovna. Bu cümle onun ağzından gayet doğal bir şekilde çıkmıştı.

Meyram irkildi - Ne demek istiyorsunuz? Yoksa bugünkü ziyaretçiler mi şikâyet etti beni?

- Yok. Ben başka bir şey söyledim...Özür dilerim. Belki bu beni ilgilendirmez ama biz Sergey Petroviç ile sizi kendimize çok yakın görüyoruz. İnsanlar bazen kendi eksikliklerini fark etmezler. Siz kendinize başka bir açıdan bakın...Sergey Petroviç Ardak adlı bir kız hakkında kulaklarımı patlattı. Bende bunu üzerine bir kaç gün önce onun okuluna gittim. Onu orada öğretmenler odasında buldum, konuşmak için bir bahane yarattım ve bayağı sohbet ettik. Ben size bir şey söylemek istiyorum. Hayat bir insanı ne kadar cömertçe ve iyi özelliklerle donatsa bile yine de hem zekâ hem güzellik hem iyi karakter hem sosyallik hem bilgelik hem yeniyi öğrenme isteği gibi özellikleri aynı kişide bulmak çok zordur. Ama ben Ardak’ta bütün bu özellikleri gördüm. Bu yüzden bence siz Ardak’a karşı aşırı beklenti içindesiniz dedi.

Antonina Fedorovna bekledi ve Meyram’a baktı. Sanki onun sorgulayan bakışı Meyram’ın gönlünün derinliklerine işlemişti.

Meyram’ın yüzü kızarmıştı.

Heyecanla konuşmaya başladı:

- Doğru diyorsunuz Antonina Fedorovna. Siz ve Sergey Petroviç benim için öz annem ve babam gibisiniz. Ama yine de bir adamın gönlünde ki duyguları en yakınları bile anlamayabilir. Ardak benden çok şey beklemiyor diye düşünüyorsunuz. İşte sorun burada. O tüm insanlara karşı çok katı ve taviz vermeyecek şekilde talepkâr. Üstelikte ben hâlâ gerçekten o bana karşı ne hissettiğini bilmiyorum. Yani doğruyu söylemem gerekirse Ardak bana işkence ediyor, ben değil.

Antonina Fedorovna güldü.

- Ha demek öyle. Ama yine de hayatınızda bazen dost olan biri bir yabancıdan daha fazla işkence eder ama eninde sonunda her şey herkesin iyiliğiyle biter.

Saat geç olmuştu. Tüm çalışanlar eve gitmişti. Meyram ve Antonina Fedorovna’da eve doğru yola koyuldular.


KISIM ON İKİ


Kısa kış günleri. Ama madenciler için her gün bir iz bırakmadan geçmemişti. Örneğin bugün birinci madende kalabalık bir toplantı olacaktı. Kırmızı köşede iki yüz kişi kadar oluşmuştu. En çok kazıcılar, montajcılar ve dekovilciler vardı. Vardiya bittikten sonra direk iş kıyafetleriyle gelenler, kenarda bir yerde duruyordu.

Başkanlık divanının olduğu masada, birincil parti organizasyonu sekreteri ve aynı zamanda önde gelen ekibin başı Ermek, komsomol il komitesi sekreter yardımcısı Janabıl, sendika il konseyi başkanı Jumaniyaz, kuruluşun müdürü Şerbakov, Konstantin Lapşin ve diğerleri oturuyordu.Üretim yöneticileri ve il kurumlarının yöneticileri, bir madenin bir vardiyasının işçilerinin toplantılarına nadiren katılırdı. Ama bu maden Karaganda’nın ilk çocuğuydu. Bu maden en büyük iş planı yapılan ve en fazla işçinin çalıştığı yerdi. Ayrıca bu toplantının amacı da çok özeldi: madenlerde üretim ve organizasyon işlerinin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili il komitesinin son kararının uygulanması.

Madene kısa bir zaman önce atanmış başmühendis Aşırbek bir sunum yaptı. İnsanlar konuşmacıyı kıpırdamadan dinliyordu. İçlerinden her hangi biri yanlışlıkla gürültü yapsa, herkes ona düşmanca bakıyordu. Aşırbek önde gelen madenin eksikliklerini ve hatalarını, çok sert bir şekilde eleştirdi.

- Biz yoldaşlarım. Açgözlü İngilizlerin mirası olan manüel ve atlarla çekilen çıkrıktan çok kısa bir zamanda kurtulduk. Tabi ki bu sevinç verici bir durum. Ama ulaştığımız noktada durma ve bundan gurur duyma hakkımız yok. - Bu şekilde konuşan Aşırbek üretimde ki ilk başarıların değerini fazlaca düşünen işçileri ve yöneticileri iğneliyordu. - Bizim birinci madenimiz, geçen sene bir ay içinde verdiği kömür kadar şimdi bir günde veriyor. Ama bu yine de çok az. Biz iş gücümüzü daha rasyonel şekilde dağıtıp kullansaydık, daha verimli çalışma yöntemleri bulup gerçekleştirseydik, kömürü çok daha fazla verebilirdik.

Arka sıralardan bir ses - İşte sen bize bu yöntemleri anlat! dedi.

Aşırbek’i içine kapanık ve çok fazla konuşmayan biri olarak biliyorlardı. Ama bu tür insanlar konuşmaya başladı mı her şeyi sonuna kadar söylerdi. Şimdi aynı his Aşırbek’i de sarmıştı. O çok heyecanlıydı. Sıklıkla bir ayaktan öbür ayağına geçiyor ve mendili ile yüzünde ki terini siliyordu.

- Büyümeyi hazırlık işleri geciktiriyor. Madenin sıkışık bir yerde değil geniş ferah bir yerde faaliyete devam edebilmesi için, yer altında bin metre uzunluğunda yol açmalıyız. Bizde ise sadece altı yüz metre yol mevcut. Yolları uzatana kadar galerilerin sayısını da arttıramayız. Demek ki kömür yataklarının merkezine kadar ulaşamayacağız. Bu şekilde kenarda azar azar kömür kazmaya devam edersek hiç bir şey elde edemeyiz. Sadece dişlerimizi boşuna köreltmiş oluruz. Bizde ne oluyor? Maden şefi yoldaş Osipov günlük normları fazlasıyla yaptı mı kuruluş müdürü yoldaş Şerbakov onun omzuna vurarak aferin aferin diye övüyor. Ermek "bizim faaliyet alanı daralıyor. Alanı genişletmek lazım, yoksa çıkmaza gireceğiz " deyince Osipov sırıtarak; senin bu endişen sadece paniktir diyor. Böyle bir maden şefini omuzdan severek değil, alnına vurarak uyandırmak lazım. Kömürden günlük kazandığımız miktar ile kendimizi kandırarak aylık, yıllık potansiyelimizi kaybediyoruz. Hazırlık işleri alanını genişletmezsek maden en fazla iki ay sonra çıkmaza girecek ve bu çıkmazdan çıkmak için en az bir kaç ay hatta yıl geçecek ve binlerce devlet parası gidecektir!

Aşırbek maden şefine döndü:

- Yoldaş Osipov. Tecrübeli eski madenci. Gerçekten bunu anlamıyor mu? Başka bir şey daha söylemek istiyorum. Son bir ayda iki yüz yetmiş beş çalışma saati, boş durmak ve arızaları onarmak için harcanmış: ya yol arızalandı, ya çatı düştü, ya bağlantı elementleri gelmedi... Bunlar yöneticilerin suçu değilse kimin suçudur o zaman. Biz tüm problemleri işçilerin tecrübesizliğine havale ediyoruz ve huzur içinde tüm zararları devletin hesabına yazıyoruz. Bu sizce de sorumsuzluk değil mi? Daha da derinlere insek bilerek zarar verme eylemleri de bulabiliriz. Yoldaşlardan hataları için kabahatleri için daha sert hesap sormak lazım. Yoldaş Şerbakov ise Osipov’un üzerinden bir kuşun geçmesine bile izin vermiyor. Aman onu hiç kimse rahatsız etmesin. Maden şefi şimdi kürsüye çıksın ve bu madende kömür çıkartma hacmi nasıl arttırılacak anlatsın...

Osipov sandalyesinde huzursuzca sallandı. Herkes ona kafasını döndüğünde Osipov kafası karışık bir şekilde yerinden kalktı. Eliyle sürekli sık gür saçlarını elliyordu.

Şerbakov ona gözlerini kısarak baktı: "Zor mu kardeş? Sadece benim övmelerime alışmıştın ya!"

Osipov konuşmaya başladı - Düşünüyorum ki günlük kömür çıkartma normlarını ihmal etmemeliyiz. Günlük kömür çıkartma miktarlarından aylık ve yıllık planlar yapılıyor. Geleceği konuşacaksak ölen Orlov tarafından tasarlanmış plana büyük umutlar besliyorum dedi.

Aşırbek oturduğu yerden bağırdı:

- Siz yoldaş Osipov önünüzde deniz varken kuyu kazıyorsunuz! İnişi uzatana kadar ve galerilerin sayısı artana kadar kömür çıkartma hacminin büyümesinin imkânı yok. Orlov tarafından keşfedilmiş katmanı daha incelememiz lazım.

- O incelendi. Orada çok kömür var.

Eski madenci Span sesini çıkardı:

- Madem incelenmişse şimdi söyle bakalım! Bu katmandan altta ki göle kadar olan mesafe ne kadar. Ama Osipov buna cevap veremedi. Sadece Orlov’dan duyduğu şeyi söyleyebiliyordu. Yeni katmanı araştırma işleri henüz başlamamıştı. Deneme sondajı yapılacaktı. Katmanın arkasında gerçekten "Gerbert" madeninin kocaman gölü vardı. Bu göl derinde mi yoksa katmana çok mu yakında bulunuyordu kimse bilmiyordu. Bunu net şekilde öğrenmeden işe başlamak çok kolayca büyük bir kazaya sebep olabilirdi.

Osipov daha karmaşık halde yerine oturdu. Başka hiç kimse söz almadı: yeniler "eskilere" bakıyor, onlar ise başkanlık divanına bakıyordu.

Toplantıya başkanlık yapan Ermek - Herhalde ben konuşmak zorundayım dedi ve yerinden kalktı.

Onu alkışladılar. Ondan önce konuşanlardan hiç biri böyle onurlandırılmamıştı. İnsanlar eski madenciden dürüstçe cümleler, doğru çözümler bekliyorlardı. Ermek kaşlarını çatarak konuşmaya başladı:

- Siz hepiniz, eski yıpranmış beş-altı barakanın yerine büyük sanayi şehri Karaganda’nın büyüdüğüne şahit oldunuz. Bu şehri işçilerin eliyle inşa ettik. Aynı zamanda bu başarımızda bizim yöneticilerimizin ve özellikle müdür Şerbakov’un katkısı çok fazladır. O dürüstçe ve akıllıca partinin ve hükümetin görevini yerine getiriyor. Biz bugün Osipov’u eleştiriyoruz ama eleştirilerimizin bir kısmı da Sergey Şerbakov kendi üstüne almalıdır. İstese de istemese de buna zorunludur.

Şerbakov yüksek sesle - Bu Allah’ın emri zaten dedi.

Ermek tekrarladı - Evet bizde böyle. Çünkü adil yapılan eleştiri bizim işte ilerlememize yardım eder. İşte bu yüzden canım yoldaşlarım iş arkadaşlarım kendimize bakalım... dedi.

Başkalarının dolaylı yoldan konuştuğu konuları Ermek cesurca, sert ve direk olarak dile getiriyordu. Halkın güvenini sadece kazma ile çok iyi çalışmayı bildiği için değil dürüst ve açık konuştuğu için kazanmıştı. Herkes büyük bir dikkatle onu dinliyordu.

- Parti il komitesi kararıyla biz de "hafif süvari" organize edildi diye devam etti Ermek. Artık her tür ihmal, sorumsuzluk ortaya çıkartılacaktır. Bu üretimin sivilcelerini kökten çıkartana kadar bizim maden genişlemez ve gelişemez. Dünkü denetim bize gösterdi ki; bir vardiya içinde kömürle birlikte yukarıya beş dekovil cevher ve toprağın birlikte çıkartıldığı tespit edildi. Bu çirkinliği ortaya çıkartan Janabıl’ın komsomollarına teşekkür ediyoruz dedi.

Akım oturduğu yerden bağırdı - Kaltay’ın ekibi yukarı daha çok toprak çıkardı.

- Gördünüz mü. Bu genç madenci "hafif süvari" üyesi olan Akım, yaşlı Kaltay’ı parmağıyla göstermektedir dedi Ermek ve alev saçan gözleriyle Kaltay’a baktı. - Kömür çıkartma hacminin arttırılmasının yanında bi de kömürün temizliği için mücadele etmeliyiz. Aramızda böyle kurnazlar var. Devlete az vermek, devletten fazla almak isterler. Kendi kişisel çıkarlarını devlet çıkarlarının üstüne koyuyorlar. Bazı durumlarda dekoviller dört parmak kadar bile doldurulmuyor. Burada açık ve net olarak söylüyorum: biz tüm dolandırıcıları ortaya çıkartana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz dedi Ermek ve kocaman yumruğunu havaya kaldırarak tehditkâr bir şekilde salladı.

Madenciler arasında oturan Alibek büzüştü. Sanki Ermek’in yumruğu onun kafasının üstüne doğru sallanmıştı. Ama hemen kendi kendine korkaklığına sitem etti. O, bu tehditlerin kendisine yapılmadığından çok emindi. Kötü kötü düşündü: " Benim yaptıklarımı tespit edebilseniz bile beni asla bulamayacaksınız."

Ermek devam etti - Çok kullandığımız bir kavram vardır: "kartal.[50]" Bozkırda ki avcılar gerçek kartalı ava gönderirlerdi. Bizim sahte "avcılar" ise "sahte kartalları" madene zarar vermek için gönderiyorlar. Ya halat kopuyor ya dekoviller debriayjları bozuluyor ya yol bozuluyor ve sonuçta dekoviller tam inişin altında aşağı uçuyor. Böyle bir "kartal" insanı da yaralayabilir. Açık söylememiz gerekir ki üretimimizin iki düşmanı vardır. Biri yılan gibi sinsice ve zehirli ısıran sınıf düşmanları diğeri ise işini dikkatsizce, gamsız ve sorumsuz bir şekilde yapanlardır. Devrimci uyanıklık, proleter gelenekler haline gelmedir ve bu geleneği kimsenin bozmasına izin vermemeliyiz!

Ermek konuşmasına sakin, soğukkanlı başlamış ve büyük bir coşkuyla bitirmişti. Ondan saçılan heyecan tüm toplantıyı etkilemişti. Madenciler sırayla ellerini kaldırarak söz istiyorlardı.

Sakalsız, kızıl kafalı İshak oturduğu yerden bağırıyordu:

- "Konuşsakta kaşlara değil gözlere konuşalım." İşte bu var ya Kuseu Kara - İshak taraflara baktı ama insanların sırtlarının arkasına saklanmış Alibek’i göremedi. - İşlerde yoğunluk varsa acele varsa hep hastalanıyor. Normal zamanda da öküz gibi sağlıklı. O bizim ekibimizi iki kere aksattı. Gerçekten çok hasta ise yukarda çalışsın. Ben artık onu ekibime almam ona göre. Ya sen Taybek! Niye bana pörtlek pörtlek bakıyorsun. İster bak ister bakma! Yine de doğruları söyleyeceğim. Sen dün madene sarhoş indin. Eğer bir ustabaşının "kafası kıyak" işe iş normal olabilir mi? Kötü bir alışkanlığın daha var senin: kendi sarhoş arkadaşlarına hafif ve kârlı işler veriyorsun. Maden senin mülkün değildir. Bu alışkanlığı bırakmayacaksan, elbisemizin kollarını sıyırıp seninle ciddi anlamda mücadele edeceğiz.

İshak’ın ateşli sözleri tembel ve ihmalkâr işçilere dokunuyor, yüzlerini kızartıyordu. Ona karşı çıkmaya kimsenin dili cesaret edemedi. Önde gelen işçilerden İshak’ın ön yargısız olduğunu herkes bilirdi. Çok dürüst bir adamdı, temiz ve iyi kalpliydi. Daha sonra kürsüye Akım çıktı. O, uzun boyuyla hemen fark ediliyordu. Normal bir insanda kürsünün üst kenarı göğüs hizasına gelirken Akım’ın ise beline kadar geliyordu. Biraz dağınık görünüyordu ve tereddütlü konuşmasına rağmen herkes onu dinliyordu.

- Geçen ay Ermek’ten sonra en büyük maaşı kim aldı. Ben aldım. Peki, en büyük normu kim tutturdu. Yine ben. Şimdi ise bana verilebilecek belli bir galeri yok. Onluk ekip başı Taybek beni ya kalas montajına gönderiyor ya da kürekle çalışmaya yolluyor. Benim gibi bir kazıcı küçük işlerle uğraşırsa kömürü kim verecek. Yoldaş Taybek bana her gün kızıyor. "Sen komsomolsun ve her yerde her işte öncü olman lazım diyor. Sen niye tavır yapıyorsun?" diyor. Ama ben tavır yapmıyorum. Bizim ekip başı yapıyor dedi Akım.

Janabıl şunu söyledi - Komsomollar böyle yöneticileri cesaretle eleştirmelidir. Neden siz Taybek’i komsomol toplantısına çağırmıyorsunuz?

Akım şaşkınlıkla - O komsomol değil ki diye cevap verdi.

Jumaniyaz lafa karıştı. -Sendika nerede? Maden komitesi neyle ilgileniyor? Taybek’in talimatlarını iş toplantılarında konuşun, tartışın dedi.

- O bizim toplantılarımızı dikkate almıyor, gelmiyor bile. Bizim "hafif süvari" iş toplantılarında ve duvar gazetesinde on üç sorun yazıldı. Sadece üçü çözüldü. Diğerleri hala kâğıt üstünde duruyor...

Akım hiç bir kâğıda bakmadan ezberden bu sorunları saymaya başladı:

Ama herkesten fazla Osipov’u eleştirdi. Osipov sıkça Şerbakov’a bakıyordu. Kendisini destekleyeceği, göğsünü siper edeceği konusunda umutluydu. Ama Sergey Petroviç onu korumak için tek kelime bile etmedi. Sadece piposunu içiyor ve büyük bir dikkatle her konuşanı dinliyor, ara sıra not defterine bir şeyler yazıyordu.

Ayrıca onunla birlikte Karaganda’ya gelen Donbasslı işçilerde Osipov’u çok sert bir şekilde eleştirdi. Komsomol üyesi Voronov söz aldı. Onun keskin hatlı, çilli yüzü kızarmış halde çabucak konuşuyor ve hep dirsekten kollarını sallıyordu.

- Şefimiz işletme hesapları konusunda zayıf. Ama bu hesaplamalar olmazsa üretim ilerleyemez. Dahası üretimde herkes eşit, yani her işçiyi kendisi için en uygun işe koyma yeteneği yok. Donbass’ta bu berbat duruma taviz verilmezdi. Osipov kendisi de buna dayanamazdı. Ama burada ona ne olmuşsa belli ki kibirlenmiş. Tabi bunda sadece Osipov’un suçu yok. Bunda hem parti komitesinin - demek ki Ermek Barantayeviç’in, hem sendikanın hem de yoldaş Şerbakov’un da suçu var!

Sergey Petroviç hafifçe Ermek’i dürttü:

- Şimdi komsomollardan bayağı bir fırça yiyeceğiz.

Ermek cevap verdi - Akım ve Voronov birbirleriyle yarışıyorlar. Onlar normun bir buçuk hatta iki katını devamlı verdiler. Son zamanlarda ise engellerle karşılaştılar. Janabıl daha sert konuşsunlar diye onları teşvik etti dedi.

Yanında oturan Janabıl - Onların usturasını kimin keskinleştirdiği önemli değil, güzel traş etsin yeter. Belli ki bazılarının sakalları çok uzamış. İşte komsomollarda onları traş edecek.

Uzamış gürültülü toplantı sonunda Şerbakov söz aldı. Eski bir madenci olarak böyle toplantılara çok katılmıştı. İşçilerin sözlerinin değerini biliyordu ve saygı duyuyordu. Hiçbirine "fazla oldun" demiyordu. Eksiklikleri biraz abarttınız bile demedi. Eleştirilerde doğru tohumları seçmek, acele ve ateşli konuşulan önemsiz lafları elekten geçirmeyi çok iyi biliyordu.

Şerbakov net ve sakin bir şekilde başladı. - Eleştiri ve öz eleştiri temiz bir hava gibi ferahlatır. Madenlerde ki zararlı gazları kovar. Toplantıda çok önemli hatalarımızın var olduğu ortaya çıktı. Partimiz yerinde durmamayı emrediyor. Ulaşılan başarıları görüp yetinen yönetici, kötü bir yöneticidir. İşte yoldaş Osipov. Hem rahatlamış hem de yerinde saymış ve şimdi gününü gördü.Onunla birlikte bende tabi ki! Bugünkü eleştirilerde önemli olan neydi? Üretimin geleceğiyle yeterince ilgilenemiyoruz diye bir sonuca vardık. Doğrudur. Ama ileriye farklı yollardan gidilebilir. Bazıları yabani keçi gibidir; zıplarlar, diğerleri ise sakin ve emin adımlar atar. yoldaş Aşırbek bin metrelik yolun döşenmesini isterken bize zıplamayı teklif ediyor. Onun sabırsızlığını çok iyi anlıyorum. Ama her şeyin bir zamanı vardır. Net olarak hesaplanmamış makul olmayan zıplamalarla, kendi kendimizi sakatlayabiliriz. En yakın iki-üç ay içinde bizim genç endüstrimiz bin metrelik yolun döşenmesi için gerekli ekipmanı sağlayamaz. Bu yüzden iyice düşünülmemiş zıplamalara karşıyım. Biraz beklemek zorundayız. Bu yüzden şimdilik sekiz yüz metre ile sınırlayalım derim. Ama Japar Sultanoviç iki bin metreden az teklife bakmak bile istemiyor.

Gülüşmeler duyuldu. Şerbakov devam etti:

- Genişlemekte gerçekçi olmalıyız. Parti il komitesinin yönetim kurulu kararı bizi boş hayallere değil, işe çağırıyor. Burada söylenenlerden önemli ve daha değerli olan neydi? Orlov’un keşfettiği yeni katmanın araştırılması talebi. Araştırma işlemlerine derhal ve tüm gücümüzle başlamalıyız. Ayrıca burada birçok teklif yapıldı yoldaşlarım. Bazıları tartışmasız doğru şeyler diğerlerinin ise netleştirilmesi lazım. Burada bütün sorunları hemen çözemeyiz. İşi bilen adamlara çözümleri tasarlama görevi verelim. Kuruluş bu programı yakın zaman içinde iş programı olarak kabul edecektir...

Bu toplantıda gerçekten temiz bir hava esmeye başlamıştı.

Herkes dağılmıştı. Şerbakov toplantıdan en son ve yalnız olarak çıktı. Gece sisliydi. Sertleşmiş karın üzerinde çizmelerini gıcırdatarak gürültülü toplantıdan sonra içinde kalan izlenimleri düşünerek yavaşça yürüyordu. Madencilerle yapılan toplantılarda ki açık ve sert eleştirileri her zaman zor hazmetmesine rağmen içinde ki gücün büyüdüğünü hissediyordu. Ona çok büyük bir işin emanet edildiğini çok iyi anlıyordu. Biliyordu ki işçiler ona çok güveniyordu. Oysaki o, önde gelen madende durgunluk oluşmasına izin vermişti ve bu yüzden bu kadar açık konuştukları için ne kadar mutlu olmuştu. Saat gece yarısını geçmiş bire geliyordu. Ama eve gitmek istemiyordu. Kendi izlenimlerini Meyram ile paylaşmak istedi.

Kuruluşun müdürlüğüne doğru döndü. İkinci katın pencerelerinde il komitesinin odalarında ışıklar yanıyordu. Şerbakov karısına uğradı.

Antonina Fedorovna’ya - İyi akşamlar dedi. Meyram burada mı diye sordu?

- Burada. Moskova’yla telefonla konuşuyor. Ordjonikidze çağırdı.

Sesleri duyan Meyram odasından çıkmıştı. Gözleri neşeliydi, yüzünden heyecan yayılıyordu.

- Grigoriy Konstantinoviç’in size selamı var dedi Şerbakov’a. Yoldaş Ordjonikidze sizi çağırdı aslında ama ben sizin madende olduğunuzu söyledim. Kuruluşun bütün taleplerinin yerine getirildiğini iletmemi istedi. İlk çeyrekte otuz tane kömür kesici makina gönderecekler. İnsanların çalışmasını öğrenmeleri için iki tanesini bu ay gönderecekler dedi.

Şerbakov hızla Meyram’a yaklaştı - Muhteşem! Otuz makina yüzlerce kazıcıdan daha çok kömür verir bize. Şimdi artık gürültü yapabileceğiz! dedi.

- Ayrıca Grigoriy Konstantinoviç elli adet kamyon ve beş hafif araç göndermeye de söz verdi ve Karaganda hidro elektrik santrali inşasının hızlandırılacağını iletti.

Şerbakov büyük sevinçle - İyi, iyi. Elektrik bizim için her şeyden önemli! diye bağırdı.

Hemen paltosunu çıkartıp Meyram’ın koluna girdi ve yürüyerek heyecanla konuşa konuşa odaya doğru gittiler.

- Yeni makinalar artık kesintisiz gelmeye başlar. İnsanlar onları bekliyor. Ben şimdi işçilerin toplantısından geliyorum. Çok ateşliydi ama iyiydi. Muhteşem adamlar, çalışkan adamlar. Üretim sanki hayatlarının en önemli şeyiymiş gibi konuştular. Düşüncelerini, fikirlerini dinlesen iyi olurdu. Hazırlık işlerinin geliştirilmesini, yolların uzatılmasını istiyorlar. Yarınları düşünüyorlar. Biz yöneticiler ise bazı konularda geri kaldık. Boş durmalar ve kazalarda en çok işte bu durumdan doğar.

- Tabi. Kalan sınıf düşmanları bizim hatalarımızdan faydalanmaya çalışıyorlar.

- Her zaman ki gibi. Bu yüzden üretimde sıkı bir düzen oturtmak istiyorum. İlk önce maliyet muhasebesi yapalım. Bu yöneticilerimize yeni gelen teknolojileri daha ekonomik şekilde kullanmalarını öğretir. Bazı maden yöneticileri hâlâ kendi dikkatsizlikleri sonucunda oluşan zararları devletin omuzlarına yüklüyorlar. Öyle bir düzen kurmamız lazım ki; hem başarılar için mükâfatlarını alsınlar hem de zararlardan sorumlu olsunlar. Hazırlık işlerinin geliştirilme talebini çok uygun gördüm. Yapmamız lazım. Siz ne dersiniz? - Ama cevabı beklemeden Sergey Petroviç toplantıdan heyecanla dolu konuşmaya devam etti. En çok Osipov’u eleştirdiler ve çok da doğru eleştirdiler. Çok rahatlamış. İleriyi görmüyor. Ben de onu bu konuda destekliyordum.

Meyram yorumladı - Osipov Seyitkali değildir. Doğru yola geri gelmesi için onun gücü yeter.

Sergey Petroviç düşünerek - Yine de onun için zor oluyor galiba. En büyük maden, en önde gelen maden. Yardımcı mı versek ona. Ermek’i onun yardımcısı yapsak, ne olur. İki kişi becerebilir. Ayrıca onlarda artık Aşırbek’te var dedi.

Meyram hemen kabul ederek - İyi fikir Sergey Petroviç. Ermek’in arkasında çok büyük bir tecrübe var, marifetli bir adam. Birinci madende sağlam bir yönetim oluşur... dedi.

Geç saatti. Ama Şerbakov hâlâ boncuk gibi yazısıyla doldurulmuş not defterine bakıp konuşmaya devam ediyordu:

- Artık bize düşen; yeni teknolojilere hakim olmak. Biz yerel halktan iş ordusu oluşturmaya başladık bile. Şimdi bu ordu için komutanlar yetiştirmenin tam zamanı. Fabrika eğitim atölyeleri bu konuda kendini gösterebilir. Ama yetmiyor. İşte aklıma gelen fikir. Yüz kişiyi Donbass’a ve elli işçiyi Kuzbass’a staj için göndersek nasıl olur?

Bu teklifi Meyram çok beğenmişti.

- Müthiş bir fikir! Daha çok genç olanları gönderelim.

Sergey Petroviç neşeyle - İhtiyarları da unutmayalım dedi.

Antonina Fedorovna içeri girdiğinde saat bayağı ilerlemişti.

- Çok geç kaldınız. Hadi ben size bir şeyler ikram edeyim. Siz herhalde yemek yemediniz.


KISIM ON ÜÇ


Gece geç saatler. Evde herkes uyuyordu. Sadece Ermek mavi kâğıtlar sarılmış ampulün ışığında, Rusça kitap okuyordu. Uzun zamandır okuyordu ve yorulmuştu. Ara sıra parmaklarıyla gözlerini ovuşturuyor ve tekrar kitabın üzerine eğiliyordu. Önünde siyah bir muşamba ile kaplı açık halde kalın bir defter duruyordu. Bazen oraya bir şey yazıyordu. Onun yazısı büyük ve çirkindi. Eski bir madenci için okumayı yazmayı belli bir yaştan sonra öğrenmesi nedeniyle düzgün öğrenmesi çok zordu.

İç sundurmada uyuyan köpek havladı. Ermek kaşlarını bile kıpırdatmadı. Ama sonra kapı çalındı.

- Kim o?

- Benim Bayten.

Bayten, ağzına kadar dolu çuvalın ağırlığı altında ezilmiş içeri girdi, çuvalı yere bıraktı.

- Meyram evde mi?

- Daha gelmedi.

- Çabuk çuvalı boşalt. Acelem var.

- Ne var ki çuvalda?

- Al hepsi senin.

Ermek çuvala bakınca şaşırdı. Çuvalda yağ, peynir, kurabiye ve konserveler vardı. Şaşkınlık içinde bir müddet durduktan sonra Bayten’i odaya çağırdı.

- Otur! - diye bağırdı. Yüz hatları sertleşmiş bıyıkları diken diken olmuştu. - Köpeksin. Köpekten daha betersin. Benim köpeğim var ya! Ayakların dibinde başkasına ait yemek olsa almaz. Biz seni yaşlı başlı saygıdeğer bir işçi olarak devlet gıdalarının başına ne için koyduk. Çalasın diye mi? Hiç vicdan yok mu sende. Utanmaz adam. Boşuna demiyorlarmış. Herkesin evine uğruyorsun. Şimdi de bana mı uğradın. Hemen şimdi burada kime kaç çuval götürdün anlat bakalım!

Ermek’in karısı Aniya uyandı. Yataktan kalkıp onlara yaklaştı.

Bayten hiç umursamıyor gibiydi. O artık gıda deposunda yardımcı işçi olarak çalışıyordu. Bu görev onun çok hoşuna gitmişti. Kısa bir zaman içinde tombullaşmış, güzel kıyafetler giymeye başlamıştı. Kibirli olduğu için yağcılığı seven ev aynı zamanda ne kadar güzel ve rahat yaşamaya başladı diye böbürlenmeye düşkündü. Saf olduğundan Ermek’e zor zamanlarında yardım etmek için gönderildiğine inanıyordu.

Bu yüzden Ermek’i ikna etmeye çalıştı:

- Bu çalınmış gıda değil. Bu devletimizin malları. Sen üretimimiz için çok önemli bir adamsın. Zor zamanlar yaşıyoruz. Şimdi seni böyle destekleme kararı verildi. Al ye bunları.

Ermek ona girişti - Şimdi ağzını burnunu kırarım senin. Gerçeği söyleyecek misin söylemeyecek misin diye bağırdı. Bayten yavaş yavaş geri çekilmeye başladı.

- Bana elini kaldırma. Depodan çok çuvallar, kutular gidiyor. Onlar kime dağıtılıyor ben nerden bileyim. Ben sadece senin için uğraştım. Şefime bir söz ettim...

-Mahmet’e mi yoksa?

- Mahmet’e evet. Sırf senin için. Başkaları için niye uğraşayım...

Ermek’ten gizlice Aniya’ya göz kırptı. "Al!" diye. Ama kadın hayır anlamında başını salladı.

Ermek salak bir adamla ne yapacağını bilmeden biraz düşünürken sustu. Sonra kararlı bir şekilde:

- Çuvalını al ve git buradan!

Bayten çuvalı omzuna attı, kapıdan çıktı ve gecenin karanlığında yok oldu. Alnından ter boşanıyordu. Depoya uğramadan eve de uğramadan - Ermek ile aynı binada oturan Bayten, direk Mahmet’e gitti.

Evin yanında hafif bir kızağa bağlı Rımbek’e ait kestane rengi at duruyordu. Bayten kapıyı çaldı. Mahmet çıktı.

- Ne var?

- Oyyy! Felaket bi durum. Ben gider gitmez Ermek bir yargıç gibi beni sorgulamaya başladı. Bir gıdım bile almadı. Az kaldı ağzımı burnumu da kıracaktı...

- Sen dostça getirdiğini söyledin mi?

- Tabi ki söyledim. Artık ne hali varsa görsün. Akılsız kafa! Ona iyilik yapıldığını anlamadı. Sanki alacakta teşekkür edecek kişiler bulunamazmış gibi. Ben her şeyi olduğu gibi sana getirdim. Bana hiçbir şey lazım değil. Ben şimdi gideyim. Yoksa birileri görebilir dedi ve Bayten aceleyle gitti. Mahmet paniğe kapılmış varsayımlar içinde kaybolmuş bir halde odaya döndü. Onun kabarmış pembe yüzü bembeyaz olmuştu.

Rımbek - Ne oldu? diye sordu.

- Bu aptal Bayten’i hiç anlamıyorum. Ermek’e yiyeceklerle dolu bir çuval götürdü, şimdi çuvalla geri geldi.

Rımbek uyardı - Bak, bu bir tuzak olabilir dedi.

Bir korkak, tek başına duran ağacı orman görürdü. Bu insanlar her tür alçaklığa ne kadar hazır olurlarsa olsunlar, tüm benlikleriyle alacakları cezalardan korkuyorlar ve zavallı Bayten’i her sözcüğünde aşağılıyordu. Onun saflığı onlara kurnazlık, hile olarak geliyordu.

Rımbek emir vererek - Dikkatli ol! Bu çuvalı en kısa zamanda evinden çıkart. Sonra bi şey olursa asla itiraf etme. Her şeyi Bayten’e at dedi ve gitmek için kalktı.

- Çuvalı sizin kızağa koysam.

- Hayır. benim bir yere daha uğramam lazım.

- Haah! buldum diye bağırdı Mahmet ve giyinmeye başladı. - Otagası Alibek’e vereyim. O bunu kumun suyu yutması gibi yutar. Bırakır mısınız beni.

Çuvalı kızağa koyarak Alibek’e doğru gittiler. Rımbek yolda Mahmet’i Ardak’a daha cesurca yanaşması için teşvik ediyordu.

- Her kız önce kimi seçeceğini bilmeden devamlı tereddüt eder. İki rakip arasından asla pes etmeyen kazanır. Sen niye vazgeçiyorsun. Senin bi tek bakışın, sadece akılsız bir kızı değil evli bir kadını bile ayartmak için yeter.

- O Meyram ile konuşuyor sanıyorum.

- Ürkeksin dedi Rımbek ve sırıttı. Onun senden ne avantajı var? Bu meselelerde onun parti görevi ona yardımcı değil engel olur. Onun her adımı izleniyordur. Sen bir boğa gibi saldırabilirsin. O uzaktan deniyor, bakıyor. Sen çok yakınına sokul. Kız seninle konuşurken keyifli mi?

- Hem de nasıl! Ama hiç taviz vermiyor.

- Bu önemli değil. Ateşte erimeyen sert metal yoktur. Sen yeter ki onu yağlamayı bırakma, her fırsatı değerlendir...

Mahmet Rımbek’i aşk meselelerini bilen adam olarak düşünüyordu ve onun tavsiyelerine güveniyordu.

Rımbek böyle konuşarak Mahmet’in umudunu canlandırmış vaziyette Alibek’in evinin önünde indirdi ve yoluna devam etti.

Mahmet yarı toprak barakanın buzla kaplanmış basamaklarını inerken iki kez ayağı kaydı ve düştü. Son kez düştüğünde canı çok yanmış, çuval bir tarafa uçmuştu. Mahmet belini tuttu.

Ardak bir ses duyunca kapıyı açtı.

- Kim var orada?

- Benim Mahmet.

- Bu kadar geç bir saatte ne işiniz var burada? İçeri buyurun.

Talihsiz aşık çuvalı arkasından sürükleyerek barakaya girdi. Düştüğü zaman paltosu kirlenmişti ve beli de bayağı ağrıyordu. Mahmet bu yüzden kendini ne kadar sağlam göstermeye çalışırsa çalışsın acıklı görünüyordu. Ardak gülerek sordu:

- Düştünüz mü yoksa?

- Evet. Ayağım kaydı. Sizin burası çok kaygan.

- Nallı ayak kaymaz.

- Ayağım sağlam nallı ama bazen aksilikler çıkıyor.

- Aksiliklere dikkat etmeli. Boşuna demiyorlar dikkat felaketten korur.

- Ama doğuştan çok saf ve herkese güvendiğim için sıklıkla yanılıyorum. Mahmet şikâyet ederek acıyla içini çekti. - Siz benim için sadece görebildiğim ama dokunamadığım bir serap oldunuz. Bana gülüşünüzle bakıp, acımasızca sınıyorsunuz. Bana acıyacağınız zaman gelecek mi acaba.

Ardak bu üzücü yakarışları gözleri yerde sakince dinliyordu. Yakınmaları bitince kafasını kaldırdı ve bir adım geriye gitti. Önce çuvala sonra girişte duran Mahmet’e baktı. Kız sanki hemen hem çuvalın neyle dolu olduğunu hem de Mahmet’in gönlünün neyle dolu olduğunu anlamıştı. Aynı şekilde sakince oturdu. Son zamanlarda çiçek gibi açılmıştı. Zayıf beyaz boynunda bir inci kolye parlıyordu. Saçları eskisi gibi kısa değildi, bayağı uzamıştı. Saçlarını örmüş ve arkasında topuz yapmıştı. Kısa bir zaman önce onun doğal çocuksu hali göze batıyordu, şimdi ise hem karakteri hem vücudu yapılanmıştı. Sadece bunlar değil aklı da olgunlaşmıştı. Masada iki açık kitap vardı. Bazı satırların altı çizilmiş, kenarlarına da işaretler konmuştu.

Ardak uzun bir sessizlikten sonra cevap verdi:

- Ben size ilk görüştüğümüzde acımıştım. Ama kalbe emir verilmez. Aynı şeyi o zamanda söylemiştim. Kendinize acısaydınız kendi kendinize acı çektirmezdiniz.

- Kendime acımak istemiyorum. Kalbimi ayaklarınızı altına attım. Ezebilirsiniz.

- Kendi kalbinize çok az değer veriyorsunuz. Kalbinizi en küçük bir şeyde hemen birilerinin ayaklarının altına atıyorsunuz. Bu kadar kolay çıkartılan kalbe ve aynı kolaylıkla yerine konabilen bir kalbe, kim saygı duyar? Siz en iyisi onu yerine koyun. Kalpsiz kurbağa bile yaşamaz. Bu sakin ve alay etmeden söylenen sözler Mahmet’in gönlünde ki umudu tamamen öldürmüştü. Onun dolu torsıka benzeyen yuvarlak yüzü tıpkı boşaltılmış torsık gibi hemencecik solmuştu. Artık onun tek bir düşüncesi vardı. Çuvalı nasıl verecekti.

- Otagası nerede?

- İşte.

- Ne zaman gelir?

- Sabah saat altıda.

- Ben bu çuvalı ona getirdim.

Ardak çuvala bakmadan hoşnutsuzca:

- Siz parti üyesisiniz ve yetkili bir çalışansınız. İnsanlar sizin hakkınızda ne söyler. Siz onlara nasıl örnek oluyorsunuz şimdi: Yoksa siz beni aşağılamak mı,rezil etmek mi istiyorsunuz. Alın bu çuvalı, hemen alın ve gidin diye emreden bir ses tonuyla konuştu ve yerinden kalktı.

- Tamam. Ben yarın birini gönderip aldırırım. Şimdilik burada dursun.

- Hayır durmasın. Size acıdığımdan böyle konuşuyorum yoksa!

Mahmet çuvalı omzuna atıp merdivende seke seke barakadan çıktı.

Eğer bir eşyanın kaderinde kırılmak ya da arızalanmak varsa onun yerine mutlaka daha dayanıklı bir eşya gelir. İşte böyle Mahmet, Ermek ve Ardak’la karşılaştı. Ama onun sorunları daha bitmemişti.

Gecenin bu geç saatinde çuvallı bir adamı gören köpekler havlamaya başladılar. Siyah bir köpek ve benekli dişi bir köpek "Aldığın şeyi ver!" der gibi ona saldırdılar. Diğer köpeklerde onlara yardım etti. Mahmet köpeklere sertleşmiş kar topakları atıyordu. Yola devam etme fırsatı bulunca başka bir sorun çıkmış, Janabıl köşeyi dönmüştü.

- Kim var orada? diye bağırdı.

Mahmet onun sesini tanımıştı. Çuvalı attı ve hemen kaçtı. Janabıl onun peşine düşmüştü ana bütün gücüyle koşamamıştı. Çünkü gülmekten katılıyordu. Sonunda dayanamayıp karnını tutarak yerlere kapaklandı.

Ancak Janabıl Mahmet’i tanımamıştı. Akşam işten dönerken Ermek’e uğramış ve ondan Bayten’in yaptığı eşşek şakasını öğrenmişti. Şimdi de hâlâ bu çuvalla uğraşanın Bayten olduğunu zannetmişti. Onun peşinden sadece korkutmak amacıyla koşmuştu. Ama bi şeyi anlamamıştı: Bayten kendi barkasından bu kadar uzağa nasıl oldu da gelmişti. Ayağa kalkınca adamın izlerinin Alibek’in barakasına doğru gittiğini fark etti.

Janabıl çuvalla barakaya girdi. Ardak gülmeye başladı.

- Mucizeler, mucizeler. Bugün herkes çuvallarla uğraşıyor.

- Bayten size geldi mi?

- Bayten’i görmedim ama Mahmet geldi.

- Anaaaa! İşe bak. Demek ki ben en şişko yöneticiyi görme mutluluğuna nail oldum! - Janabıl kahkahalarla gülmeye başladı. - Tuh! Yazık oldu. Yoluma kimin çıktığını bilsem tokatlardım bir de kime vurduğumu bilmiyormuş gibi davranırdım.

- Komsomol sekreterini dövmek yakışır mı?

- Sekreterinde elleri bağlı değil ki.

Gençler birbirleriyle dalga geçerek şakalaştılar. Ardak canlı ve gerçekçi Janabıl’ı her zaman beğenirdi. O her zaman okulda onunla gayet güzel çalışmıştı. Onların sohbetleri bazen çok uzun sürüyordu. Ama onlar son zamanlarda çok nadiren görüşüyordu. Bunu hatırlayan Ardak üzüldü.

- Sekreter olduğundan beri okula nadir geliyorsun. Bana da ders için az geliyorsun. Dostluğumuz kopmasın.

Janabıl ciddi şekilde cevap verdi - Unutma ben efsanevi bir kahraman değilim. Normal bir insanım. Ben var ya eskiden memurları parazitler sanırdım. Çünkü hiçbir zaman onların alınlarında ter görmemiştim. Bu hayatımda ki en büyük hatalarımdan biridir. Ne kadar boş zamanım vardı benim. Zorunlu altı saat çalışıyordum, kalan on sekiz saat bana aitti. Keşke bizim bütün işçilerimiz bu serbest zamanlarını okul için kullansaydı. Herkes çoktan mühendis olurdu. Komşu olmamıza rağmen artık seninle buluşmak için zamanım olmuyor. Şimdi bak gece saat iki. Sen sakin sakin oturup kitap okuyorsun. Biz az önce tartışmalı bir toplantıdan çıktık. Niye mi tartıştık? Meğerse yamuk yumuk insanları düzeltmek demiri düzeltmekten daha zormuş. Biz ağa Kurjık’ı köyden kovduğumuz zaman onunla birlikte hayatımızda ki bütün zorluklar gitti sanmıştık. Yine yanılmışım. Burada eski şeylerden çok kalmış. Mahmet’leri Bayten’ler, eski alışkanlıklar, eski bakış açıları. Bunların hepsi yıkılmış eski dünyanın kalıntıları. Onları omuzlarımızdan atamazsak kafamıza oturacaklar. Sınıf düşmanlarına bak. At sineği gibi sokmaya çalışıyorlar. İşte onlar benim zamanımı - sadece benim de değil çalıyorlar. Sen çok akıllı bir kızısın Ardak. İyice düşünürsen bana sitem etmeyi bırakırsın ve bana acırsın. Ben ise Sergey Petroviç ve Meyram’a acıyorum. Biliyor musun onlara kendimden daha çok acıyorum. Onlara uykuda bile rahat yok.

Ardak kendini toparlayarak Tugırda[51]oturan şahin gibi dikleşti. Janabıl’ı dinlerken gözlerinde alevler oynaşıyordu. Sanki bu delikanlı daha dün köyden gelmişti. O zamanlar onun kolları nasıl denir kısaydı gelişmesi de kısaydı. Şimdi ise Kanabıl onunla tecrübeli ve bilgili bir çalışan gibi konuşuyordu. Ardak gururla düşündü: "Benimde onda bayağı bir emeğim var."

Herkesin bir hikâyesi vardır. Çiftçi sabanla tarlayı işler, buğday eker, küçük kızı ise toprağı sopayla kazarak çiçek diker. Kızın çiçekleri açınca bu kız kendini dünyanın en mutlu kişisi sanır. İşte şu anda Ardak’ta kendini bu kız gibi hissediyordu.

- Anlıyorum Janabıl her şeyi anlıyorum dedi. Ama şöyle bir şey var. Bir gün Karl Marks’ın kızı ona sormuş: "Mutluluk ne demek?" O cevap vermiş: "mücadele demektir." Dünyada mutluluk yaratan adamların tüm hayatı mücadelelerle geçmiştir. Bizim mutluluğumuz için mücadele ederek yazılan ve bırakılan çalışmaları biz hâlâ okuyamadık. Onlar her şey için zaman buluyorlardı. Okumak için, bilim için, aşk için, dostlarla sohbet için. Bizim buna zamanımız yetmiyorsa bu tamamen bizim suçumuz değil mi. Galiba kendimizi doğru düzgün organize etmeyi beceremiyoruz. İşte sende de canım sevdiğim arkadaşım benim. Bi de sevdiğim Meyram’da böyle bir eksiklik yok mu?

- Bende kesin var ve ben bununla savaşmak istiyorum. Bu yüzden sana söz veriyorum. Haftada üç kez sana ders almak için düzenli olarak geleceğim. Ne olursa olsun derslere çalışmak için de zaman bulacağım. Biraz sustuktan sonra düşüncesizce dedi - Meyram’da bence işini ihmal etmeden bu eve daha sık gelmek için zaman bulabilir diye düşünüyorum.

Ardak hiddetlendi.

- Ne diyorsun sen. Bize sık sık gelmesini kimse istemiyor.

Janabıl istemeden onun yarasını deşmişti. Meyram ile görüşmesinden sonra onlar çok nadir görüşüyorlardı ve hep kalabalık içindelerdi. Meyram, kızın ondan uzak durmaya çalıştığını düşündüğünden yanına yaklaşmaya çekiniyordu. Kızı da gurur engelliyordu. Defalarca o görüşmeyi uzatmadığı için kendine kızıyordu. Yine de kendi inandıklarına aykırı davranmadan ilk olarak konuşmaya cesaret edemiyordu.

- Onun bize gelmeye hiç zamanı yok. Olsun. Bazı arkadaşlarla uzakta durmak daha iyidir.

Janabıl onun söylediklerine kulak asmadı.

- Tabi ki siz nereye gideceksiniz, nerede buluşacaksınız daha iyi bilirsiniz. Neyse sohbete daldık biz. Şimdi gideyim izninizle biraz Maypa ile sohbet edeyim.

Janabıl çuvalı aldı

- Av ile dönüyorsun?

- Evet. Artık bu çuval hakkında birçok konuşma yapılacak.

Ardak yalnız kalmıştı. Meyram için yanlışlıkla söylenen sözleri "Meyram bu eve daha sık gelebilirdi" uzun uzun düşündü.


KISIM ON DÖRT


Şerbakov, birinci madende ki fırtınalı toplantıdan sonra eski düzeni değiştiren emri imzalamıştı. Bu emir, her madende, iş görev belgesi verilen her odada, herkesin görebileceği bir yerde asılıydı. Ermek birinci madenin müdür yardımcısı olarak atandığı andan itibaren bir hafta geçmişti. Onun eski yerine önde gelen ekibin başın Akım atanmıştı.

Ermek madenin müdürü Osipov ile birlikte idari ofiste günlük sorunları konuşuyorlardı. Onlar sanki birbirlerinin tam zıttı olarak yaratılmışlardı. Ermek dev gibi biriydi. Sakin, dengeli, bazen soğukkanlılığa kadar sakin, Osipov ise kısa boylu, zayıf, hem çabuk yürüyen hem da çabuk konuşan ve kararlarında aceleci biriydi.Ama bu farklılıklar, müdür ve onun yeni yardımcısının uyum içinde çalışmalarına engel olmamıştı.

Osipov neşeyle gülüyor ve konuşuyordu - Bütün bu yenilikler çok faydalı. Arkadaşım ben var ya! Toplantıda beni eleştirdiklerinden ve Şerbakov azarladığından beri akıllandım dedi.

Ermek kabul ederek - Eleştiri herkesi sarsar. Bremsberge çarkını ne zaman bağlayacaktık. Şimdi hemen yaptık. Artık inişi uzatıyoruz. Oraya Akım’ın ekibini gönderdik. Yoksa planı gerçekleştirmekte çok zorlanırdık.

Osipov itiraf etti - Bu sizin Aşırbek ile başarınızdır. Siz yorulmadan durmadan bunu söyleyip durdunuz ve şimdi ben anladım ki günlük küçük işlerle uğraşırken az kalsın en önemli şeyi gözden kaçıracaktım dedi.

Ermek - Ehh! Kimin başarısı olduğu önemli değil. İşimize yarasın yeter dedi.

Osipov cep saatine baktı ve ayağa kalktı.

- Sergey Petroviç’e gitmemiz lazım. Gecikenleri hiç sevmez. Siz nereye, madene mi?

- Evet. İş nasıl gidiyor kontrol edeyim.

- Aşırbek’e de uğrayın.

- Elbette. Siz de Sergey Petroviç’e madenin demiryolunun uzatılmasının lazım olduğunu hatırlatın. Yoksa kömürü çıkartma işi gecikiyor. Odadan çıkıp farklı yönlere doğru ayrıldılar. Ermek madene doğru gitti. Kaşlarını çatmıştı. Her zaman ki gibi alnında akülü madenci lambası vardı. İnişe gelmeden önce üst geçitten geçti. Yavaşça yukarı doğru yürüyor, ağır vücudunu zor taşıyordu. Düşünecek çok şey vardı. Daha dün gibiydi. Sadece kendi kazmamdan sorumluydum. Sonra ekip sorumlusu oldum. Artık tüm madenden sorumluyum.

Üst geçide çıktığında Ermek biraz rahatladı. Keskin bakışlarıyla madeni inceledi. Kaynarmış gibi aşağıda yayılan şehre baktı ve aklına Karaganda’nın önceki hali geldi. Her şey ne kadar değişmişti! En yakın tepecikte "Verhnaya Mariam " madeni vardı. Onun kuzeyine doğru sekizinci dokuzuncu on ikinci on sekizinci ve dördüncü madenler, güney doğu tarafında otuz birinci ve yirminci madenler görünüyordu. Sanki onlar büyüye büyüye tek bir parça halinde birleşmek için hazırlanıyorlardı.

Çok uyruklu şehir kanatlarını çok geniş açmıştı. Ermek’in gözlerinin önünden eski ve yeni Karaganda’nın resimleri geçiyordu. Bir anda bir gürültü duyuldu - Madenin karnından tren geliyordu. İşçiler büyük bir çabayla dekovilleri devirip boşaltıyorlardı. Kömür gürültüyle aşağıya düşüyordu. Yoğun siyah toz bulutu beyaz karı kaplamıştı. Ermek dekovilcilere talimat verdi:

- Biraz uzağa dök. Niye senin dekovil yağlanmamış. Römorklara dikkat et!

Üst geçidin altına tren girmişti. Ermek kömür yükleyen işçilere yukarıdan hoşnutsuzca baktı. Ne kadar çok kişi yükleme boşaltma işiyle uğraşıyordu! Keşke onların işini de makinalarla yapabilsek? Bu işten kurtulan insanlar madene inebilir, daha çok kömür çıkartılabilir, kömürün maliyeti daha düşerdi.

Düşüncelere dalan Ermek karşısına Seyitkali’nin çıktığını fark etmedi. Seyitkali artık madenin sendikasında çalışıyordu.

- Merhaba dedi Ermek’e ve aşağıda kömürü kürekle yükleyen işçiye bağırdı - Eldivenlerin nerede?

- Vermediler.

Seyitkali Ermek’e dönerek; Bu ne düzensizlik dedi. Derhal verin. Yoksa iş kanunu sizin için geçerli değil mi dedi

- Vereceğiz. Bu yeni gelen bir işçi. Kendisinin de sormak aklına gelmemiş belli ki.

- Sormadan vermek lazım. Elini yaralarsa eldivenden daha pahalıya patlar bize.

Ermek cevap verdi - Maden komitesi işçilerin çalışmalarını nasıl kolaylaştırabileceğini düşünse ne kadar iyi olurdu. Maden komitesi yönetime yardım etsin. Bak ne kadar çok insan, bir makinanın beş dakikada yapacağı işi yapıyor.

- Hem yönetim maden komitesinden daha iyi biliyor ki Karaganda yükleme kaldırma makinaları üretmiyor. Bu tür makinaları bize gönderecekleri ana kadar beklemek zorundayız.

Ermek kızgın - Bu beklemek bizde uzun bir hastalığa dönüştü. Rica etmek ve beklemek yerine kendi kollarımızı sıvayıp çalışalım dedi.

- Aç kollarını. Artık bütün yetki senin elinde.

- İşte ben bir şey yapmayı düşünüyorum. Makinalar gelene kadar basit bir ahşap kanal gibi bir şey yapalım ve onun üzerinden kömürü direk üst geçitten vagonlara yükleyelim. Böylece hem yükleme işi kolaylaşmış olur hem de hızlanmış olur.

Seyitkali dikkatli dinliyordu. O tür bir kanalı konuşarak madene doğru yürüdüler. İnsanların inebileceği yeni iniş kurulmuştu.

Yaklaşık yarım kilometre geçtikten sonra Ermek dedi:

- Havalandırmayı daha güçlendirmek lazım. Hissediyor musun. Burada hava daha az.

Ermek yolda gördüğü ahşap parçalarını, kömür parçalarını, toprak topaklarını kaldırıp kenara atarak yürüyordu ve şikâyetçi konuşuyordu:

- Keşke sendika işçilere anlatsaydı. Bu tür küçük parçalardan kazalar oluşabilir dedi.

Seyitkali’nin burnu oynuyordu. O, son derece hassas bir yapıya sahipti ve kırgınlığını yüksek sesle dile getirdi:

- Ne oluyor sana! Şef oldun diye eski yoldaşlarına mı sesini yükseltiyorsun. Ben Bayten bana gözyaşlarıyla "Artık Ermek bizlerden değil." deyince inanmadım. Şimdi görüyorum ki doğruymuş. Bütün işi maden komitesine mi yüklemek istiyorsun. Hatalar görüyorsan düzeltmek için kendin bir şeyler yap dedi.

Ermek cevap verdi - Biz hepimiz üretimin ileri doğru gitmesi için çabalamalıyız. Sana kalsa işçilere iş kıyafeti verilmiş ise ve mesai saati ihlal edilmiyorsa her şey yolundadır öyle mi? Bir eldiven için nasıl bağırmaya başladın.

- Sen niye endişelisin? Çalışma kanununa uymak zorunda olmadığını söyle olsun bitsin.

- Maden komitesinin yükümlülüklerine sadece iş sağlığı mı dahil? "sendikalar-komünizm okullarıdır" Komünizm ise ilk sırada işe yeni şekilde yaklaşmaktır ve çalışma kapasitesini arttırmaktır.

- Biz eğer üretimi sınırlamak için uğraşsaydık Karaganda bu kadar büyüyemezdi.

- Sen yine hayatı eski yöntemle ölçüyorsun. Şimdi yeni ölçümlerle ölçmek gerekir. Hepimizin büyümesi lazım, öğrenmesi lazım. Okumazsan, öğrenmezsen hayatında madende lambası gibi hayatında hiçbir şey göremezsin.

Seyitkali sustu. Memnuniyetsiz bir tavırla ilk kavşağa kadar geldi ve başka tarafa dönüp gitti. Kalbinde kırgınlığı taşıyarak gitti. Ona her zaman "yeterince gelişmiyorsun " deyince çok kırılıyordu.

Ermek onun arkasından gülerek baktı ve at ahırına döndü. Koyu gri renkli atın dizinde ödem olduğundan dolayı sağ ön ayağının üstüne basamıyordu. Düzgün beslenemiyordu: yemlikte doldurulmuş yulaf dokunulmadan kalmıştı. Ermek atın sırtını okşadı.

- Dönerken bir çıkıntıya vurdun herhalde. Otagası Alibek iyi bakamadı sana dedi Ermek ve yürümeye devam etti. Şimdi o en uzun damar üzerinden yürüyordu. Keskin gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Tavana, duvarlara baktı. Bağlantı kalaslarının sağlam olup olmadığını vurarak kontrol ediyordu. Yer altında ki dar yolda alnındaki lamba ile ışık veren bu adam sanki yer altı dünyasının sahibi gibi hissediyordu kendini. Dekovilciler onu lambanın ışığı ve güçlü yapısıyla tanıyıp seslenmeden geçmiyorlardı: "Ermek! Merhaba Ermek!". Alibek ile karşılaştı. Üç dekovili bir anda çeken kestane renkli atını dürtüyordu. Otagasının nefesi öyle tıkanmıştı ki dekovilleri at değil sanki kendisi çekiyordu.

- Ermek can. Belimde ki eski ağrı beni mahvediyor. Bugün yine sancım var.

Ermek cevaben - Hastalandıysanız acile git dedi. Dekovillerde kömür üzerinde toprak olduğunu bir de dekovillerin tamamen dolmadığını gözüne battı. - Kimin galerisinden gelen kömür bu diye sordu?

- İshak’tan.

- Ne oluyor ona? Siz de üşendiniz galiba. Dekovilleri daha fazla doldurmak lazım. Her sürücü böyle doldurmazsa günde bir ton olur. Artık böyle: tam doldurulmamış dekovilleri yukarıda kabul etmezler.

- Benim hatam. Belim beni mahvetti.

- Serko neden topallıyor?

- Ayağı takıldı rayın üstüne düştü.

- Yukarı çıktığınız zaman hemen veterinere göndersinler söyleyin.

Ermek yürümeye devam etti. Yolda işinde her halde bir acele olunca hemen "hastalanan" Kuseu Kara’yı düşündü. Şimdi Alibek at sürücüsü olarak çalışıyordu. Dün gri at ayağı yaralandı bugün dekovilleri doldurmamış. Ama Ermek yine de Alibek hakkında kötü düşünmeye kendi kendine izin vermiyordu: üretimde herkes hata yapabilir. Ama İshak’ın hatası affedilmezdi.

Ermek onun galerisine döndü.

İçeride yoğun duman vardı. İshak kömür tabakasını kenardan kesmek ve patlattı. İnsanlar dumandan zor görünüyordu. Çelik küreklerin çarpışma sesi, dekovillerin tıngırdamaları ve kömürün fısıltıları duyuluyordu. Kömür bazı yerlerde büyük parçalar halinde düşüyordu. Bunlar küreklerle kaldırılmazdı ve dekovilciler zor nefes alarak toz duman içinde elleriyle dekovillere yüklüyorlardı. En büyük parçalar İshak kazmayla kırıyordu. Bayağı büyük bir tabaka düşmüştü.Hummalı bir çalışma vardı. Bu yüzden her halde Alibek’in beli tutulmuştu.

Ermek seslendi - İshak. Sana ne oldu. Yaşlanmaya mı başladın. Senin kömür niye kayayla karışık? dedi.

- Ne kayası be?

- Alibek’in dekovillerinin gördüm.

- Kuseu kara artık bende çalışmıyor. Ben ondan sorumlu değilim.

- Ama galeri senin.

- Benimkilere bak.

Ermek tüm yığına baktı. Kömür temizdi. Bazı parçalar lambanın ışığında parlıyordu. Kazmanın deliği ölçtü: derinlik bir metre on santimetre, yükseklik iki metreydi.

İshak belden yukarısı çıplak duruyordu. Dikkatlice Ermek’e bakarak sessizce güldü. "Eee! Buldun mu kayayı?" dermiş gibi. Onun isle kaplı yüzünde sadece dişleri ve gözleri parlıyordu.

Ermek onu överek - Sen eski bir at sürücüsüsün Ne kadar fazla binersen o kadar hızlanıyorsun dedi.

- Ne sandın.

Birlikte biraz kenara çekildiler. Ermek genel olarak İshak’ın işinden çok memnun kalmıştı. Ama yine de yorum yaptı:

- Kömürü toz dindikten sonra ve patlamadan oluşan duman dağıldıktan sonra toplayın.

- Boşuna bekleyecek miyiz böyle? Bize bir şey olmaz. Biz kömür tozunu bir yıldır yutmuyoruz.

- Böyle olmaz. Sonradan dikkat et.Görüyorsun hava akışı da zayıf burada. Onu arttıracağız.

Ermek kürekle çalışan madencilere baktı. Burada galeri çok ileri gitmiş demiryolu geri kalmıştı. Ermek fark etti ki: işçilerden biri kürekle kömürü o kadar çabuk ve o kadar uzak mesafeye atıyordu ki diğer iki işçi bu kömürü dekovile yüklemeye zor yetişiyordu.

- Kim o?

- Yeni biri. Diyorlar ki güçlü Hutjan’ın ekibinde çalışıyormuş.

- Bi dur. Kekeme genç değil mi o?

- Evet. Var öyle bir şey.

- Sen onun eline niye kürek verdin. Ayy ay ay! İshak! Bu kadar kıymetli insanı anlayamadın. Onu derhal kazmayı ver ve kendi yardımcın olarak al.

- Koymayacağım. Koyarsan sen benden Dusenbek’i alacaksın.

- Dur, bağırma! Akım eski çalışanlardan daha mı az kazıyor? Ben eğer insanlardan anlıyorsam bu genç adam Akım’ı geçer. Dusenbeke’de ayrı bir yer verelim. O da birine öğretsin.

İshak dikkatlice kekemenin işine baktı. Sanki onu ilk defa görüyormuş gibi dedi:

- Peki alacağım. Böyle bir yardımcı ile kazancım azalmaz.

Ermek Bremsberg’e gitti. Bu iki kilometrelik uzunlukta ve bir kilometre genişliğinde yer altı dünyasında çok sayıda dağılmış koridorlar vardı ve her taraftan kesintisiz uğultu ve yoğun iş sesleri geliyordu. Lambaların ışıkları yıldızlar gibi parlıyordu. Madenciler burada yüz yirmi metre derinlikte su, toz ve is ortasında kendilerini rahat hissediyorlardı. Çıtırdayan el arabaları, uzun keskiler, pud ağırlığında balyozlar ve yakıcı duman çıkartan gaz lambaları geçmişte kalmıştı. Arada sırada patlama sesleri geliyor, dar raylı yolun üzerinde koşan dekovillerin sürekli zili çalıyordu.

Ermek Bremsberge geldi. Bu inişten ve ana galeriden sonra en büyük yer altı yoluydu. Kömür çok sayıda ocaktan ve lavlardan Bremsberg vasıtasıyla veriliyordu.

Jumabay’ın çalışma yeri, yolun en üst noktasındaydı. İki hatlı demiryolunun birleşim yerinde makara duruyordu. Ona sarılmış çelik halatın uçlarına iki dekovil bağlıydı. Kömür ile dolu dekoviller kendi ağırlığıyla aşağıya inerken diğer dekovil yukarı çıkıyordu. Jumabay’ın görevi makarayı durdurmak ve hareket ettirmekti. Başını eşarpla Kazak biçiciler gibi bağlamıştı. Kapitone ceketinin eteğini pantolonunun içine sokmuştu. Titizlikle katlanmış üst giyimi yanında duruyordu. Sanki kimse çalmasın diye korkuyormuş gibi Jumabay’ın kıyafetini diziyle tutuyordu. Ama en küçük şeylerde titiz olmasına rağmen kendi pantolonları hâlâ işini çözememişti. Onlar sürekli düşüyordu.

Yaklaşan Ermek’i gören Jumabay kalktı ve onun elini alışkanlıkla kemerine gitti. Jumabay istem dışı yaptığı bu hareketini fark etmemişti bile. Konuşmayı seven ve neşeli Jumabay hemen anlatmaya başladı:

- Hay Allah’ım! Hep şaşırıyorum. Adamlar neler düşünüyor. Dekoviller kendileri aşağı iniyor ve kendiliğinden geri geliyorlar. Bu iş değil zevk! Donbasslı ustalar olmasa biz bunu asla yapamazdık.

- Doğru Jumeke. Büyük Karaganda sadece Kazakların gücüyle değil tüm Sovyetler Birliğinin gücüyle oluşturuluyor. Bize en çok Moskova yardım ediyor. En kısa zamanda bir makina daha gelecek. Elektrikli lokomotif. İşte bu makina üzerine bir adam oturduğu zaman bir anda on beş dekovil çekebilecek.

- Nasıl yani. Ata biner gibi mi?

- Öylede denebilir. At gibi de dizginleri var. Bi de öyle bir makina gelecek ki. Kömürü kendiliğinden kazacak. öyle bir makina en az otuz-kırk kazıcının işini yapacak.

- Oyy oy! Nasıl olacak o zaman. Bu makinanın arkasında kömür toplamaya yetişemeyiz.

- Yetişiriz. Kömür bir olukla direk vagonlara akacak.

Jumabay seyrek sakalarını heyecanla okşayarak - Yahu! Bu zamanda her şey olabilir diye seslendi. Biz buraya geldiğimizde bu maden kuyuya benziyordu. Kömür kovalarla çıkartılıyordu. Şimdi ise neler neler yapılıyor.

Hayat sade Jumabay’ın çok şey anlamasını sağlamıştı. O hurafeleri unutmuştu. Örneğin bir makinayı şeytan yönetiyor gibi ve hâlâ sıklıkla kendi deneyimiyle "Allah’ın takdiri" hâlâ sıklıkla tekrarlamasına rağmen daha iyi anlamıştı ki hayatta her şey insanlar yapıyorlardı. Sadece tek bir şeye üzülüyordu: yanında ki iş arkadaşlarının birçoğundan daha önce doğmuştu ve bu yüzden çok geride kalmıştı diye.

- Madem bir işçi oldum. Bir makinayı kullanmayı da öğrenmem lazım. Sadece bu makarayı değil. Ama bunun için okumak yazmak lazım diye şikâyet etti

- Eee! Niye okuma yazmayı öğrenmiyorsunuz? O kadar da yaşlı değilsiniz.

- Kafama hiçbir şey girmiyor. Janabıl ve Maypa bana öğretmek için neler neler yaptılar. Ne dilim ne elim doğru düzgün çalışmıyor. Allah’ın takdiri. Bir kâğıda baktığım zaman hemen gözlerim kapanıyor.

Ermek güldü. Jumabay konuşurken dekovilleri sırayla gönderiyor ve her seferinde yanında ki yığına bir kömür parçası koyuyordu. Jumabay kafasını çevirmesini bekleyen Ermek toplanmış yığınına bir avuç kömür parçası attı.

Saf saf bu yığını göstererek sordu - Bu nedir?

- Bu gönderdiğim dekovillerin sayısı.

- Kaç tane göndermiştiniz sayın bakalım.

Jumabay saymaya başladı ama her seferinde yeniden başlıyordu. İnanmamış gibi tekrar tekrar sayıyordu.

- Ne oldu. Dün aynı saatte kırk beş taneydi. Bugün ise yetmiş iki. Yok bu olamaz. Çok fazla.

- Ehh arkadaşım! Senin hesabın kötü dedi Ermek.

Jumabay hesap konusunda zayıf olsa da gerçeği çok iyi biliyordu. Ne kadar çok dekovil gönderse o kadar çok para alacaktı. Aslında bu sayımı boşuna yapıyordu. Çünkü gerçek hesabı özel bir işçi tutuyordu. Jumabay kendisini kontrol için yapıyordu. Kaç tane dekovil gönderdiğini önceden bilmek istiyordu.

- Ben eğer yetmiş ikiye ulaşmışsam beni çoktan havalara atarlardı. Yok, bu kadar olamaz. Sen canım aşağıda ki dekovilleri geciktirenlere bir kız lütfen. Onlar işinde gecikince benim işimde gecikiyor.

Ermek - Siz tüm gecikmeleri sayın. Sonra kimin geciktiğini bana söyleyin dedi ve yerinden kalktı.

Her tarafa dağılan galerilerin işçileri zor görünüyordu. Gökyüzü karabulutlarla kaplanmış sonbahar geceleri gibi karanlıktı. Lambada çok az ışık veriyordu. Onun ışığı sadece ayakla bir yerlere takılmamaya yetiyordu. Ama Ermek sanki geniş bir caddedeymiş gibi yürüyordu. Bir galeriden diğer galeriye geçiyor sanki kendi evinde bir odadan başka bir odaya geçiyordu. Çalışılan galerilerde daha çok uzaklaşıyordu. Burada hiç bir yerde hayat belirtisi yoktu. Çoktan çıkartılmış boşaltılmış galerilere daha sık rastlıyordu. Bazı yerlerde tavan o kadar alçaktı ki eğilip yürümek zorunda kalıyordu. Burada ta İngilizler zamanında çalışan galeriler başlamıştı.

Uzaktan üç lambanın ışığı göründü. Üç kişinin kontürleri fark edilmeye başlamıştı. Onlardan biri maden başmühendisi Aşırbek’ti. O, kendi ölümünden bir dakika önce mühendis Orlov’un oturduğu kömür parçasında oturuyordu. Aşırbek Orlov’un eski yazılılarla dolu not defterine bakıyordu. İki işçi sırayla duvarı pnömatik sondaj ile deliyordu.

İstemsiz şekilde Ermek’in ağzından döküldü- Siz keşke bira kenarda otursaydınız dedi. Hatırlamıştı ki işte burada karanlıkta Orlov’un cesedini bulmuştu.

- Niye hâlâ delemediniz. belli ki oldukça kalın bir duvarmış.

- Hedefe ulaşmak üzereyiz galiba. Yirmi dokuz metreyi geçtik. Orlov’un varsayımları doğru çıktı. Duvarın çok ince bir katmanı kaldı. Ama sudan bir iz yok. Demek ki o bunu sondaj yapılmadan biliyordu.

Ermek kafasını salladı - Evet. Çok bilgili bir adamdı. Ben ona biraz soğuk davranıyordum. Yabani olduğunu düşünüyordum. Şimdi ise ne düşünüyorum: Onun tahminleri doğru çıkarsa mezarına anıt dikelim.

Bu iki usta biri bilime dayanarak öbürü ise zengin tecrübesine dayanarak aynı konuyu konuşmaya devam ediyorlardı. Kömür her yerde kolayca tespit edilebilen basit bir kil parçası değildir. Burada hem zor hesaplamalar gerekiyordu hem de sezgi gerekiyordu. Aşırbek’in elinde ki kâğıt çok sayıda çizimleri doluydu. Ermek kalın parmaklarıyla çizgileri göstererek soruyordu:

- Siz burada nasıl daha az destek kalası kullanabiliriz düşündünüz mü hiç?

- Düşündüm ama bir çözüm bulamadım.

- Kazılmamış kömürden sütunlar bıraksak nasıl olur?

- Ahşap desteklerden daha pahalıya çıkar.

- Ama Karaganda’da kömür keresteden daha fazla.

- Doğrudur ama kömürün de getirilen keresteden daha pahalı olduğu da doğrudur.

Biri yer üstü zenginliklerini korumaya çalışıyordu öbürü ise yer altı zenginliklerini. Ermek İngilizler zamanında Karaganda’da demiryolu olmadığı zamanlarda çok fazla kereste ihtiyacı olduğunu çok iyi hatırlıyordu. O zamanlar kereste çok pahalıydı ve Ermek onun teklifinin gerçekten büyük bir tasarruf sağlayacağına inanıyordu.

Aşırbek onunla aynı fikirde değildi. İkisi de inat ediyor ve kendi fikrinde ısrarcıydı. Sonunda bu soruyu Şerbakov ile konuşmaya karar verdiler.

- Geçtik, geçtik diye işçiler bağırdı. Onlar hep birlikte deliğe baktılar ve orada su yoktu.

Aşırbek - Ereke. Bu tabakanın kazma işine başlayabilirsiniz dedi. Bu demektir ki "Gerbert" gölünün seviyesi bizim madenin seviyesinden daha aşağıdadır. Neşe ve heyecandan biraz sarımsı yüzü pembeleşmişti. Bu tabakada çok kömür var çok. Hazırlık işlerinin hacmi günlük çıkartma planını azaltmadan geliştirebiliriz dedi.

- Şerbakov’a aynen böyle diyeceğiz dedi Ermek.

- Evet. Böyle rapor vereceğiz diyerek kabul etti başmühendis.

Herkesin morali yükselmişti. Şakalarla yukarı güle eğlene çıktılar. Sesleri yankılanarak galerilere yayılıyordu. İnişe ulaştıklarında Ermek yoldaşlarından ayrıldı. O, ok gibi dümdüz geniş ve yüksek bir koridorda yürüyordu. Koridorun duvarları ve tavanı titizlikle dizilmiş kalın kalaslarla desteklenmişti. Bu yolda ilerleyince daha derine iniyordu. Yürürken eğim daha hissediliyordu. Yer altı yollarının birçoğu bu koridordan başlıyordu.Bu yollardan buraya kömür geliyordu. Bu en büyük koridor Ermek’in ekibi yapmıştı. Bu yüzden Ermek her direği tanımıştı.

İleride uzakta lambaların ışıkları parladı. Havalı tabancanın donuk gümbürtüsü geliyordu. Artık bu galeride Ermek havalı tabanca ile çalışmayı öğrettiği ve aleti elden ele teslim ettiği Akım’ın ekibi çalışıyordu. Akım şimdi güçlü ellerinde sıkıca tuttuğu havalı tabancayı tüm gücüyle bastırıyordu. Ermek’in gönlünde sanki içinde madenci lamba yanmış gibi aydınlandı.

Akım’a yaklaştı - Kes kartal yavrum benim! diye bağırdı.

Ermek çok sevdiği Akım ve Janabıl’dan daha büyük yaşlarda olmasına rağmen onlarla yaşdaşmış gibi şakalaşıyordu.

Akım çelik uçla sert duvara daha derine giriyordu. Ermek’in sesini duyunca yavaşça kafasını çevirdi. Yüzü kirli su ile ya ter ile kaplanmıştı. Sık sık nefes alıyor, altı kalın dudağı aşağı sarkmıştı.Üzerinde su sızdırmaz bir tulum başında bakır kask ayaklarında lastik çizmeler vardı, göğsü açıktı. Uzun boylu iri yapılı güçlü genişçe açılmış ayaklarıyla Antik Batır’a benziyordu.

Akım gülerek - Tam zamanında geldiniz Ereke dedi Çok su geliyor. Siz onu durdurma konusunda ustasınız.

- Bitince kendi durur. Bitmezse cameron pompalar.

Yukarıdan gelen su tavandan sızıyordu. Ayaklarının altında sulu çamurdan löp löp ses geliyordu. Suyun gitmesi için bir kanal kazılmıştı. Kanaldan suyu cameron pompalıyordu. Yoğun işleri bir an bile durmadı. Montajcılar direkleri hemen kazıcıların arkasından yerleştiriyorlardı. Onların yanında kazılmış kömür ve kayayı yükleniyor ve yukarıya gönderiliyordu. herkes kazıcılar, montajcılar, dekovilciler, çiftler halinde çalışıyordu. Tek başına sadece cameron’cu vardı. Bu öncü ekibin birçoğu gençlerden oluşmaktaydı. Ekipte baştan savma çalışmak yasaktı. İçlerinden biri gecikirse herkesin işi aksıyordu. Bu yüzden hiç kimse kendinin geri kalmasına izin vermezdi. Altı saatlik vardiya içinde altı dakikalık ara bile olmazdı. Hiçbiri ne yorgunluktan şikâyet ediyordu ne zamanın geçtiğini fark etmemişti.

Ermek hayranlıkla çocuklara baktı.

- Afferin size komsomollar. Planın yüzde on üstünü verebilecek misiniz.

Ekipte çıkartma başarıları sırf komsomollara bağlı değildi ama Ermek komsomollaeri çok seviyor ve her zaman onların onda yerleri farklıydı.

- Yüzde onun da üzerine ekleyebiliriz sesleri geldi.

- Teşekkür ederim kartallarım benim. Ama kendi gücünüzü iyice değerlendirin.

- O zaman ekliyoruz.

Akım - yoksa bize güvenmiyor musunuz diye sordu? Eski madenicilerden bir ekip oluşturan, biz onlarla yarışalım.

- Bizim madenimizde eski işçi o kadar fazla değil. Onlardan bir ekip yapmak yerine birer tane diğer ekiplere dağıtmak daha iyi olur.

Ermek’in üzerinde kalın tuval kumaştan bir ceket vardı. yukarıdan akan sudan ıslanmıştı. Ermek rahatsız olmuştu. Bunu fark eden Akım Ermek’i didiklemeye başladı:

- Ne oldu? Sudan mı korkuyorsunuz. Siz herhalde az kaldı madene inmeyi bırakmanıza az kaldı. Tabi artık büyük şef oldunuz!

- Sende bütün hayatın boyunca kazıcı olmayacaksın diye düşünüyorum. Çünkü öyle olursa sen kötü bir komsomolsun demektir. Kesme makinasının ne olduğunu okudun mu?

- Okudum. Bugün buraya getirebilirsin. Ben hemen onu kullanmayı beceremezsem beni son adam sayın.

Kesme makinasını Karaganda da henüz kimse görmemişti. Ama Ordjonikidze ilk çeyrekte bu mucize makinalardan otuz tane yollayacağına dair söz verdiğini herkes biliyordu.

Ermek kendi favori adamının omzuna vurarak - Çok iyi bir komsomol görüyorum dedi. Sonra Akım’ı kenara çağırarak:

- Şerbakov’un emrine göre biz Donbass’a staja gitmesi için beş madenci göndereceğiz. Sen orada makinayı çabucak kullanmayı öğreneceksin dedi.

- Önce eski kazıcılar gitsin.

- Gençlerin yeni makinaları öğrenmesi daha kolay. Sen hem kazmayla hem havalı tabancayla işinde çok başarılısın. Şimdi de makinayla çalışırken göster.

Akım daha önce uzun tola çıkmamıştı. Ama anlattığı şüpheleri tam çocukçaydı:

- Teyzem beni bırakmaz herhalde. İşten geç kalsam bile kendini nereye koyacağını bilemiyor dedi.

- Ay senin teyzesinin kuzusu! Bi de adın en iyi kazıcılardan biri olarak geçiyor.

- Peki peki. Gideceğim merak etme. Teyzemi bir şekilde ikan ederim. Başka kim gidiyor.

- Çok. yüz kişiden fazla.

Ermek daha vakit kaybetmeden ocağa doğru gitti.

Buraya her taraftan kömürle kayayla keresteyle yüklü dekoviller ocağı kesintisiz gürültüye boğarak geliyor ve aynı şekilde her tarafa gidiyorlardı. Her dekovilci kömürü bir anda teslim etmeye çalışıyordu. Artık eskisi gibi kazılmış metreler değil yukarıya çıkartılan dekoviller hesaplanıyordu. En eski ocakçı İlya Grigoryeviç için bir dakika bile rahat yoktu.

Dekovilciler bağırıyorlardı. Bana yol verin, bana yol verin.

Ermek İlya Grigoryeviç’e sordu. - Kaç dekovil yolladın yukarıya?

İlya Grigoryeviç hesap yaparken Jumabay’ın yöntemini uygulamıyordu. Jemen söyledi - yüz yirmi beş tane.

- Bremsberg kaç tane verdi?

- Yetmiş üç tane

Dev gibi geniş omuzlu delikanlı bir anda iki dekovil birden getirdi. Gücüyle onları ocağa itip ocakçının bağırmalarını dinlemiyordu. - Hey! Dur bekle.

Bir işçi daha gelmişti. Ama bu sabırsız dekovilci hiçbir şey duymak istemiyordu. Ona her taraftan herkes bağırmaya başladı.

- Sağır mısın duymuyor musun.

- Kör gibi nereye gidiyorsun.

Delikanlı kendince nedenlerini açıklıyordu.

- Ustabaşı geç kalmamamı söyledi.

- Bizim ustabaşı acele etmeyin mi dedi yoksa?

Ondan sonra geniş omuzlu delikanlı tartışmayı bıraktı ve kuyruğa girdi. Kendi dekovillerinin boşaltıp bir dakika bile kaybetmeden geri döndü.

Ermek onun arkasından keyifle baktı.

- Ne zaman geldi. Böyle biri dağı devirir.

Ocakçı sabırsız delikanlıya Kazakça homurdanarak cevap verdi. Daha iki gün oldu. Her zamanki gibi bir boğa gibi basıyor burayı. Onun ustabaşı bir emir vermiş ise herkesi boynuzuyla saldırmaya hazır dedi.

- Kendi ustasının talimatlarını düzgün yerine getirmesi iyidir.

- Böyle mi yerine getirmeli? Burada boş dekovil yetmiyor. O sormadan alıp götürüyor.

- Bugün mekanik atölyesi sekiz tamir edilmiş dekovil daha verecek.

- Sekiz mi! iyiymiş. O zaman iş hızlanır.

Ocakçı rahatlamıştı. Ezilmiş bir tütünü yanağının arkasına koydu. Madenin içinde sigara içmek yasaktı. Bu yüzden İlya Grigoryeviç tütünü çiğnemeye alışmıştı. Tütün kesesini cebine sokmaya yetişemeden iki işçi elini uzattı.

- Ne var. Hatırladığım kadarıyla siz kendi tütününüzü bana vermemiştiniz.

- Hadi İlya Grigoryeviç. Bir atasözü var biliyor musun: "Acı ve ekşi dostlar arasında lafı edilmez"

İlya tütünü avuçlarına dökerek şakalaştı. Yerel halk arasında çok uzun zaman yaşayınca Kazakça şakaları çok iyi öğrenmişti.

- Eğer sizin evinizde ekşi sevilmiyorsa bana kurt[52]çuvalı getirin dedi ve Ermek’e göz kırptı.

Ocakta hareket hiç durmamıştı. Eski zamanlarda maden o kadar büyük değildi. Ermek bütün işçileri hem yüzlerinden hem de adlarını bilirdi. Şimdi ise tanımadığın birçok insan vardı. madencilerin yüzleri tamamen siyah kömür tozlarıyla kaplıydı. Ama Ermek konuşma tarzlarına, tavırlarına bir kere baksa bile hemen hatasız kimin nereden geldiğini anlayabiliyordu: Rusya’dan mı, Ukrayna’dan mı Karaganda yakınında ki bölgelerden mi. Ermek insanları inceleyerek ocakçıyla konuşuyordu:

- İlya Grigoryeviç; biz seninle birlikte eski madenciyiz. Komünizmde dün değil epey olduk. Sen kendin görüyorsun. Madenimiz yeni genç insanlarla doluyor. Senin için sadece ocakta durmak yetersizdir.

İlya Grigoryeviç biraz kıpırdandı. Gözlerinde gülücükler oynaşmaya başladı.

- Artık sen çok büyük bir şef oldun. Sana yaranmak çok zor. Başka bir iş için çok yaşlıyım ben dedi.

- Bu ne biçim bir cevap. Artık genç olan zamandır. Genç zaman bizden yaşlı adamlardan gençliği soruyor.

- Anlat bakalım. Bu gençlik nasıl sorulur.

- Sen sadece dekovilleri değil insanların düşüncelerini de yönet. Kısaca her gün onlarla bir saat makinaları öğret.

- Oyy! Yok Ermek. Sen benim gibi yaşlı başlı adamdan öğretmen mi yapacaksın yoksa. Mühendisler, teknisyenler, Donbasslılar öğretsinler.

- Ama sene büyük uygulama tecrübesi var. Sende bu tecrübeni paylaş. Tartışmayalım. Yarından itibaren derslere başla. Bu sadece benim fikrim değil. Parti komitesinin de diye sözünü bitirdi Ermek.

Artık yukarıya çıkma zamanı gelmişti.

Ermek bu galeri kendi elleriyle kazmıştı. Ama son günlerde yeni işlerle meşgul dolduğundan bu galeriye bakamamıştı. Şimdi dönüşte çok dikkatli bir şekilde incelemeye karar verdi. Özenle her desteği her yatay kirişleri kontrol etti. Uzaktan gelen tren sesini duyunca hemen duvara yaslanıyor ve dekovillerin geçmesini bekliyordu. Bu tehlikeli yolun uzunluğu bir kilometreden fazlaydı. Ermek emin şekilde ileri doğru yürüyor, tüm galerinin sağlamlığını kontrol ediyordu.


KISIM ON BEŞ


Karaganda’nın en büyük binası işçiler için yapılan kulüptü. İnşa edileli çok olmamıştı. Bu kulüpte hem il toplantıları hem de dinlenme geceleri düzenleniyordu. Bugün burada Donbass’a ve Kuzbass’a giden işçiler uğurlanacaktı. İnsanlar gruplar halinde geliyorlardı. Gidecek işçiler valizlerle sandıklarla kutularla geliyorlardı. Yaşlı adamların ve yaşlı kadınların ellerinde genç hanımlar genç kadınlar ve çocukların ellerinde bohçalar ve sepetler vardı.

Uzun ve geniş lobi çok çabuk dolmuştu. Herkes resmedilmiş duvarlara bakıyordu. Bu gelecekte ki Karaganda’nın resmiydi: buhar çıkartan yüksek bacalar, çok katlı bloklar, asfaltla kaplanmış yollar, yolların kenarlarında dikili ağaçlar, yollarda güzel kıyafetli neşeli insanlarla dolu üzerlerinde troleybüsler tramvaylar araçlar gidiyordu.

Uzun sakallı, kambur yaşlı bir adam bu resmi büyük bir dikkatle inceliyordu. Bu adam cumartesi çalışma günlerinde su boru hatlarında kazılan kanalın dibinden kil parçasını kaldıran adamdı.

- İşte bizim çocuklarımızın gideceği Donbass bu mu? Herhalde cennette bu kadar güzel değildir dedi.

Yanında duran boynunda kırmızı fular olan bir çocuk güldü.

- Atam! Bu bizim gelecekte ki Karaganda’dır diye anlattı.

- Yaa! Gerçekten bizim Karaganda mı?

- Sadece bizim değil tabi ki atam. Karaganda tüm Sovyetler Birliğinin üçüncü kömür ocağıdır diyerek dedesine bilgi veriyordu çocuk.

Beyaz saçlı ihtiyar adam derin derin içini çekti.

- Yaa! Demek böyle oluyormuş. En çok bilen en uzun yaşayanlar değil en çok görenlermiş. Sen canım benim bu her şeyi kitaplardan biliyorsun. O zaman baban gitsin Donbass’ı kendi gözleriyle görsün. Ben ise doksan sene evde oturdum. Ne gördüm ki bu hayatta?

Daha önce hiç bir kere bir yakını bu kadar uzak yola yollamayan eski köy sakinleri sanki bir damadı gelinin köyüne gönderme telaşı içindeydi. Kalkık burunlu genç bir kadın nefesi tıkanmış kocasına koşarak geldi başından koyun ımakını çıkartıp üç kulaklı şapkayı taktı. Herhalde bu kadın evde kocasını tıpkı tavada ki buğday gibi kızartıyordu. Şimdi ise ona sadık bir aşık gibi bakıyordu.

- Bu şapkayı ben Bodaubek’ten aldım. O daha iyi. Unutma. Dost başa bakar düşman ise ayağa diyerek sözünü bitirdi.

Hızlıca yürüyerek Kanabek salona girdi.

Yaşlı adam yaklaşarak - Bak babam bak. İyice bak.

İhtiyar resimden gözlerini ayırarak dikkatlice gelen adam baktı.

- Kanabek. Gördüğüm sen misin yoksa! Bu senin ev var ya! Masallarda anlatılan altın saray gibi resmen.

Yaşlı adam çimden yapılmış köy evini büyümüş ve yaşamıştı. Tabi ki şimdi abartıyordu. Bu Karaganda da ki ilk kulüp saraya çok az benziyordu. Ama diğer binalardan daha büyüktü hem içinden hem dışından çok güzel süslenmişti.

- neden benim ev babam? Bu ev halka ait.

- Ama onu sen gelince inşa ettiler. Halk ise eski başkan Karımbay zamanında da vardı. Ama evleri yoktu.

- Bu kulüp ne ki. İşçilerimizin bak ne sarayları olacak. Masallardan daha güzel olacak diye resmi gösterdi Kanabek ve gitti.

Gidecek herkes toplanmıştı. Çoğu Kazaktı. Onların etrafında Donbasslılar toplanmıştı. Kozlov, Lapşin, Voronov, Kovalyuk ve diğerleri kendilerini Karaganda’lı işçiler olarak zannetse bile gidenleri evlerine giden misafirleri gibi uğurluyorlardı. Akım’a Baljan’a ve diğerlerine tavsiye mektupları, yakınlarının ve tanıdıklarının adreslerini veriyorlardı.

İhtiyarlar İvan Potapov, Anton Levçenko ve ocakçı İlya Grigoryeviç İshak’ı uğurlamaya gelmişlerdi. Ateşli İshak sürekli bir şeyler anlatıyordu:

- İvan. Sen Bukba köyü ve yamuk gözlünün değirmeni dışında ne görmüştün? Hiç bir şey görmedin. Beni ise Donbass’a gönderiyorlar. Donbass’a!

- Yaa! Sen bizi aştın diye itiraf etti İvan dede.

İlya şakayla - Aştı mı aşamadı mı dönünce anlayacağız dedi.

- Ehh! İddiaya var mısın! Eğer gelince ben sizin üçünüzü üç ay içinde öğrendiğim her şeyi öğretmezsem bana da İshak demesinler!

Sahnede ki perde kalktı. Başkanlık divanında herkesin tanıdığı yüzler vardı. Masadan sık siyah bıyıklarını düzelterek Jumaniyaz kalktı. Salonda sessizlik olana kadar Janabıl Kanabek’e sitem yapma fırsatı buldu.

- Geç kaldınız işte. Böyle mi gençlere örnek olacaksınız?

- Yaşlı adamların işi her zaman çoktur.Sadece beş dakika geciktim. Hemen azarlamaya başladın. On dakika geç kalsam ne yapacaktın acaba?

- Komsomol toplantısına çağırırdım.

- Senden beklenir.

- Yoldaşlarım! diye başladı Jumaniyaz ve bir anda takıldı.O hiç bir zaman konuşmakta zorluk çekmiyordu. Ama şimdi çok heyecanlıydı. Sesi titremeye başlamıştı. - Eski zamanlarda yirmi sene önce çocukken omzumda bir çanta tek başıma kış ortasında yürüyerek ana kucağından iş bulmaya yola çıkmıştım. Bugün siz Kazakistan’ın oğulları tek tek değil birlikte iş değil bilgi aramaya yola çıkıyorsunuz. Burada Rus işçiler, Rus dostlarımız gidenleri onurlu şekilde uğurlamak için toplandılar. Orada Donbass’ta ve Kuzbass’ta sizi çok geniş açılmış kapılar bekliyor. Seyahatiniz bizim işimizi kolaylaştırmak daha verimli yapmak amacıyla organize edilmiştir. Bu amaca ulaşmak sadece yeni teknikleri hakim olursak ulaşabiliriz. Genç işçilere konuşmasak bile tecrübeli kazıcı ishak bile yeni bilgiler olmadan Karaganda’nın gelişme temposuna yetişemez. Bu yüzden sizlere sesleniyorum: Donbass’ın zengin tecrübesini ve yeni sosyalist teknolojileri öğrenin ve ona hakim olun. Sendika temsilcisi olarak direk söylüyorum: önde gelen ve nitelikli madenciler sadece makinayla çalışabilen biri olabilecektir.

Sergey Petroviç destekleyerek - Çok doğru söyledi. Madenci dediğin onurlu bir unvandır dedi.

Bohçalarını yanında oturan kocasının kucağına koyan Baljan yerinden kalktı.

- Yoldaş Şerbakov! Söz veriyorum. Elektrikli lokomotif makinisti olarak döneceğim.

Akım’ın bas sesi duyuldu:

- Ben kesme makinasını hakim olacağım!

Hutjan’ın ekibinde çalışan kekeme genç delikanlı zorlanarak:

- Bennnim madennnn tahhhliyye.

Her taraftan sesler gelmeye başladı. Salon uğultuya dolmuştu. Jumaniyaz elini kaldırdı.

- Biliyorum. Siz hepiniz sabırsızlıkla öğrenmeyi bekliyorsunuz.Amacınıza ulaşacaksınız. Fakat acele edelim. Tren kalkmak üzere. Donbass’a giden grubun başında yoldaş İshak olacak, Kuzbass’a gidecek grubun başında yoldaş Seyitkali’yi gönderiyoruz. İyi yolculuklar dostlarım!

En son mekanisyen Kozlov söz aldı.

- Sizi temin ederim canım dostlarım! Donbass’a ana evine gidiyorsunuz. Donbasslılar kendi biriktirdikleri tecrübelerini tüm bilgileri size aktaracaklardır. Koca Donbass’a bizden selam götürün.

İnsanlar hep birlikte yerlerinden kalktılar ve kapılara doğru yöneldiler. Lobide bekleyenler onlara katıldı ve bütün bu gürültülü kalabalık istasyona doğru hareket etti. Kozlov Akım yanında durmadan konuşarak yürüyordu:

- O benim eski arkadaşım. Sadece iyi bir usta değil muhteşem bir hocadır. Bildiği her şeyi senin direk gönlüne yerleştirecektir. Ona yazdığım mektupta her şeyi anlattım. Hiç çekinme. Anlamadığın bir şey olursa direk sor.

Kovalyuk ve Lapşin Baljan’ın yanındaydı.

Kovalyuk - Donbass’ta şimdi her tür yeni teknoloji vardır dedi. Elektrikli lokomotif basit bir makina değildir. Elektrikli makinaları iyice öğren.

Lapşin işaret parmağını kaldırarak talimatlar veriyordu - Tesisat işini de öğren. Yoksa iyi makinist olamazsın.

Siren çaldı. Gidenler vagonlara doğru hızlandılar. Baljan biraz bekledi, kocasına baktı ve:

- Benim koca kafam! çenesini eliyle okşayarak vagona girdi.

Bazıları tokalaşıyor, bazıları öpüşüyordu. Akım ağlayan teyzesiyle vedalaşıyordu. Tren harekete geçmişti.

Her taraftan sesler duyuldu - İyi yolculuklarrr!

Kaldırılmış ellerden oluşan orman vagonların pencerelerine bakan yüzlerce göz hızlanan treni uğurluyordu.


KISIM ON ALTI


Parti il komitesinin yönetim kurulu olağan toplantısı gergin bir ortamda gerçekleşiyordu. Uzun masada Şerbakov, Jumaniyaz, Ermek, Kozlov, Janabıl, Japar, Rımbek ve Antonina Fedorovna oturuyordu. Antonina Fedorovna’nın yanında il komitesinin yeni çalışanı Mariyaş vardı. Toplantıyı Meyram yürütüyordu. Konu Bayten ve Mahmet’in evle arasında taşınan bahtsız çuval ve bu pis olayla bağlantılı ortaya çıkan bütün sorunlardı.

Kanabek detaylı şekilde rapor verdi:

- Ekibimiz İl komitesinin talimatına istinaden işçilerin gıdalarının çalınması ve israfıyla ilgili şikâyetleri inceledi. Aynı konuyla ilgili "Karaganda işçisi" gazetesinde yayınlanmış makaleyi de kontrol ettik. Gıdalarla dolu çuvalların ve kutuların, farklı kişilere defalarca teslim edildiği tespit edilmiştir. Bayten’in söylediklerine göre bazı bağışlar yoldaş Japar’a ve yoldaş Rımbek’e verilmiştir. Üç gün süren üç mağazanın denetimi sonucunda iki buçuk kentallik[53] ekmeğin eksik olduğu anlaşılmıştır. Bizde ise binlerce işçiye hizmet veren onlarca bakkal ve mağaza vardır. Kontrol edilmiş mağazalarda çalışan satıcılar mağazaların şeflerinin akrabaları olduğu anlaşılmış, mağaza şefleri ise Mahmet’in arkadaşları ya da yakınlarıdır. Yeni gelen işçilerin birçoğuna yemek karneleri gecikmeli olarak verilmiş, verildiğinde ise gıda tayini veriliyordu. Bu gıda setinden bir kısmı kesiliyordu. Mağazalarda ki dolandırıcılar iptal edilmiş karnelerle bile gıda almaya devam ediyorlardı. Kuponların verilme düzensizliği, karne karşılığı verilen gıdalarda ki karışıklıklar, özel sorgulama gerektirmektedir. Hırsızların örgüt halinde hareket ettiği açık ve nettir.

Bir kaç gün önce biz yoldaş Jumaniyaz ile birlikte işçilerin barakalarını dolaştık. En çok dikkatimizi çeken iki daire vardı. Birinde Mahmet’in anne tarafından dayısı Bayjan. Bayjan’ın kolunda altında saat, karısında altın bilezik. Evdeki duvarlar değerli halılar la süslenmiş, yerde halılarla kaplıydı. Bayjan’ın maaşı dört yüz rubleyi aşmamaktadır. O, ekmek bakkalında satıcı olarak çalışıyor. Karısı çalışmıyor ve ev hanımı. Başkaları onlar için onlar Karaganda’ya bir eski sandıkla gelmişler. İkinci dairenin sahibi ise Toktay. O, yoldaş Rımbek’in hısımı. Toktay merkez gıda deposunda çalışmaktadır. Ona giderken tesadüfen oğlunun doğumu nedeniyle toya rastladık. Sadece bayga[54] yoktu, kalan her şey eski zamanlarda ki zengin beylerin toyları gibiydi.

Dolandırıcılar kuruluşun tedarik bölümünü sinekler gibi sarmışlar. Tedarik bölümünde çalışanların birbirleriyle akrabalık, soydaşlık ve diğer her tür bağlantıları var. Ortaya çıkartılacak daha çok şey var diye düşünüyorum ve bütün bu eylemler sınıf düşmanları elinden yönetilmiyor mu sizce. Her şey daha detaylı araştırmak, sorgulamak gerekir.

Kısa bir sessizlikten sonra Kanabek’in raporunu herkes içinden farklı şekilde yaşıyordu. Pembe yanaklı Mahmet halkta "beyaz poğaça" lakabı verilmiş olan yüzü tamamen değişmişti. Şimdi onun yüzü renkten renge giriyor, yangın kararmış ekmek kabuğuna benziyordu. Sürekli olarak Rımbek’e bakıyordu. Şimdi bu bakışlarda eski yalakalık yoktu. Sadece korku ve endişe vardı. Janabıl ve Jumaniyaz’ın gözleri kinle ateş saçıyordu. Meyram ve Ermek sakin duruyor ama yüzlerinde ki ifade sertti. Şerbakov not defterine notlar alırken arada sırada kafasını kaldırıp kendi düşüncelerine dalarak kaşlarını çatıyordu. Mariyaş büyük gözlerini Japar’dan ayırmıyordu. Japar ise sanki taşlaşmış gibi soğukkanlı bir şekilde oturuyordu. İçinde ki fırtınayı sadece bir noktaya bakan kıpırdamayan bakışından anlaşabilirdi.

Kanabek’ten sonra Mariyaş konuştu. Bir elini göğsüne koydu diğer elini sarkıttı sırtını dikleştirdi. Konuşurken ya Japar’a ya Rımbek’e baktı:

- Gazetede ki makale sadece tedarik bölümünde değil kuruluşun kadro bölümünde de düzensizlik olduğunu ortaya çıkardı. bize gelen onlarca işçi haftalarca madenlere işe girmek için bekliyorlar aynı zamanda madenlerin iş gücü taleplerini kadro bölümü yerine getirmiyor. Ayrıca yoldaş Rımbek, hemşerileri veya arkadaşları söz konusu olunca iş bulmayı olağanüstü hızlıkta yapıyor. İkinci, sekizinci, on ikinci ve on üçüncü madenlerde öyle yada böyle yetkili pozisyonlarda çalışanların yüzde yetmişi Rımbek’ın doğduğu Karkaralinsk reyonu doğumludur. Bu durumda insanları özelliklerine göre değil arkadaşlık ve hemşirelik özelliklerine göre seçiyorlar demektir. Sonuç vahim! Şimdi saydığım bütün madenlerde üretim planı gerçekleştirilmemektedir. Kuruluşta çalışan on kişi burada bulunan Mehmet de dahil Karkaralinsklidir. Yoldaş Rımbek işine sadece ve sadece dürüst ve işi bilen insanları koymak gerektiren partinin talimatlarını tamamen unutmuştur.

- Unuttu mu! Belkide unutmadı ve tersine bilerek yaptı dedi Meyram.

- Belki de unutmadı. Her ne şekilde olursa olsun bu çalışanların seçim yöntemi tesadüf olamaz. İşte diğer gerçekler. Büyük Mihaylovka’da fabrika eğitim atölyelerinde yüzlerce genç insan eğitim görüyor. Oraya gittim ve çok büyük bir ayıba şahit oldum. Yurtlar da temizlik kötü, çamaşır çok nadir yıkanıyor, beslenme az ve yemekler çok kötü. Okulda eğitici faaliyetler yapılmıyor. Okuldan izinsiz gitme olayları var. Kadro bölümü gençlere hiç ilgi göstermiyor. Hâlbuki gençler bizim için altından daha değerlidir. Bu eksiklikleri yoldaş Rımbek’e söylediğimiz zaman o çaresizmiş gibi " Ben sadece küçük bir bölümün şefiyim. benden daha yüksekte adamlar var" diyor. Onun konuşmalarında her şeyde yoldaş Şerbakov suçluymuş diye algılanabilir. Ama yok bu numara burada geçmez. Biz gayet iyi biliyoruz ki siz bu bütün soruları Japar Sultanoviç ile çözüyorsunuz. Sergey Petroviç’e ise yanlış bilgiler veriyorsunuz.

Japar - Burada kişisel hesaplaşmalarınızı konuşmayın diye bağırdı. Meyram kalemiyle masaya vurarak onu susturdu. Japar’ın bu cümlesi Mariyaş’ın yarasını deşmişti. O, bir anlık şaşkınlıktan sonra hemen toparlandı.

- Yalan! Ben bu iğrençlikleri kişisel nedenlerle söylemiyorum. Sizin eylemleriniz Japar, sınıf düşmanlığı olarak adlandırabiliriz diye düşünüyorum.

Japar tekrar lafa girdi - İyi ki karşı devrimci olarak adlandırmadınız beni dedi.

Mariyaş öfkeyle büyük gözleriyle ona bakarak, sertçe cevap verdi:

- Biri hak ederse o zaman öyle söylerim! Sonuç olarak söylemek istiyorum ki: devlete bu kadar zarar veren insanlar en sert şekilde cezalandırılmalıdır dedi.

- Sizin konuşmanız bitti mi Mariyaş? diye sordu Meyram. Şimdi sözü size veriyoruz diyerek Rımbek’i kafasıyla işaret etti.

Konuşkan Rımbek sözlerine ateşli bir şekilde başladı:

- Herkes bilir ki; benim Mahmet ile hem parti hem idari olarak tamamen eşittir. Öyleyse benim ona baskı yapmam söz konusu bile olamaz. O, kendi faaliyetlerinde tamamen bağımsızdır. Parti il komitesi ve kuruluşun yöneticileri Mahmet bize işe başladığını gayet iyi biliyorlar. Kadro bölümü onun adaylığını gereken herkese danıştı. Şimdi beni Mahmet ile hemşerilik bağıyla suçlayan yoldaşların bunu dikkate alması gerekir. Burada genel olarak çok fazla ve kökten yanlış olan bağlar konusunda konuştular. Sen doğduğun yerlerden gelen insanları işe almak yasağı koyan bir talimat var mı. Yok, böyle bir talimat yok. Peki. Bu insanlar işe alındı.İnsanlardan bazıları suç işlemiş. Ama hepimiz kendi yaptıklarımızdan sorumluyuz, Mariyaş ve Kanabek ise beni sorumlu gösteriyorlar. Eee! Aramızda partinin talimatlarını kim ihlal etmiş oluyor öyleyse. Kim insanları ailelik ve hemşirelik bağıyla ayırıyor. bence Mariyaş ve Kanabek.

Meyram onun sözünü keserek - Kendi hatalarınız hakkında bir şeyle söylemek istiyor musunuz? Yoksa konuşacak başka bir şey yok. Kalan her şey açık ve net dedi.

Rımbek ürkmüştü. Zehirli sözlerini sonsuza dek dökebilirdi. Ama şimdi biraz tereddüt etti.

- Tabi ki. Benimde hem eksikliklerim hem de hatalarım var. Ama bilerek hiç bir hata yapmadım ben. Madem bana artık konuşma izni verilmiyorsa o zaman bende konuşmamı bitiriyorum dedi ve dökülmemiş öfkesinden boğulmak üzere kırgın bir yüz ifadesiyle oturdu.

Sıra Mahmet’e gelmişti. O sürekli olarak alnında biriken terleri siliyor, şişko vücudu belirgin bir şekilde titriyor, gözleri korkuyla sağa sola kayıyordu. Karışık konuşuyordu. Bir konudan diğer konuya atlıyor, kendi odasında yumuşak koltukta otururken gelenlerin önünde bülbül gibi şakıyordu. Şimdi ise kendini şahinden kaçan zavallı bir serçe gibi hissediyordu. Her cümlesinde uygun ve uygunsuz yerlerde sürekli "parti" kelimesini tekrarlıyordu. Ama partiye karşı yapmış olduğu kara entrikaları itiraf etmek için cesareti yoktu. Rımbek’ten örnek alarak konuşmasını şu şekilde bitirdi:

- Hatalar yaptığımı kabul ediyorum. Ama ben aslında dürüst bir adamım.

Her taraftan sorular gelmeye başladı:

- Ya çuval hikâyesi. O da mı dürüstlük sonucudur?

- Yemin ediyorum. Ben çuval muval görmedim.Onu ben başkalarından duydum o kadar.

- Başkalarından mı duydun? diye sordu kızgınlıkla Janabıl. Omzunda çuvalla genç bir kızın babasına giden kimdi o zaman. Siz gittiniz. Sizin bu iğrenç hediyenizi almayınca da çuvalı geri götürdünüz. Sokakta köpeklerden korkup kaçarken işte bu yükünüzü omzunuzdan attınız. Sizin peşinizden biri koştu. Böyle mi oldu yoksa başka türlümüydü?

- Hayır, böyle değildi. Bana kişisel intikam nedeniyle iftira attılar.

Jumaniyaz - Akrabanız Bayjan, mağazalardan gizlice normlara göre verilmesi gereken ürünleri sattığını biliyor muydunuz? diye sordu.

- Ben bunu nereden bilebilirim?

- Siz hiç onun evine gittiniz mi?

- İki kez öylesine uğradım.

- Baljan buraya bir yıpranmış siyah sandıkla geldiğini herhalde unutmadınız ve bir anda bu kadar zenginleşti ve siz onun evinde oturduğunuzda her halde gözleriniz kapalıydı ki hiçbir şey görmediniz.

Mahmet cevap verecekti ama boğazına gıcık girdi. Boğazına herhalde söyleyecekleri takılmıştı.

Janabıl dayanamadı - Tüh! Bütün vicdanınızı yitirmişsiniz. Onun gevezeliğini dinlemeye hiç gerek yok bence. Ona bir ders vermek ve acımasızca cezalandırmak lazım diye bağırdı.

Rımbek’de dayanamamıştı. Zehirli sözünü sakınmadı:

- Bir günde halk mahkemesinde sert savcı Baktıbay söz almış. Suçlu için en üst ceza olan ölüm cezasından daha ağır ceza verilmesini talep etmiş.İşte şimdi Janabıl’da bana o Baktıbay’ı hatırlattı.

Janabıl cevap verdi - Mahmet için kalbim ağrıyor desenize.

Şerbakov yerinden kalkmadan konuşmaya başladı:

- Biz bu rezil utanç verici hileleri konuşmak için çok fazla zamanımızı harcıyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Çünkü çok büyük ayıplarla karşılaştık. Tartı hileleri, karnelerle dolandırıcılıklar, hırsızlıklar. Ana suçluların kim olduğunu yaklaşık anladık. Suçlularla yargı organları uğraşır artık. Bunlarda bize ders olsun. Ne gibi dersler? Umursamazlığa son vermek lazım. Bizde bu umursamazlık olmasaydı, Karaganda parti ve Sovyet yöneticileri de ve özellikle bende bu kadar umursamaz olmasaydım bu dolandırıcılar asla devlet mallarına yaklaşamazdı. Elbette bu olayda benimde kusurum olduğunu kabul ediyorum. Ama Japar Sultanoviç neden susuyor. Hâlbuki o, halka tedarik işinin başında duran adam. Bu son derece sorumlu görevi ona verdik. Bu yüzden onun suskunluğu bana tuhaf geliyor. İşte tedarik bölümü şefi şimdi burada durumu nasıl düzelteceğini söylesin ve konuşmalarımıza bir son verelim artık.

Böylece Japar konuşmak zorunda kaldı. Ama pes etmek niyetinde değildi.Onun zayıf esmer yüzünde küçücük bir karışıklı bile yoktu. İnce siyah gözleri büyük bir öz güvenle bakıyordu. Konuşurken öne çıkan iki dişi gözüküyordu.

Japar konuşmasına şöyle başladı - Şehrin nüfusu çok fazla büyüdü. Büyüme hızı tedarik planında öngörülmüştür. Ama yine de gıdalar yetmemektedir. Bunun nedeni de tarafımızdan tespit edilmiş olan hırsızlıklar ve israf değildir. Bildiğiniz üzere gıda depolarımızdan biri yandı...

- Ama yangının vermiş olduğu zararı devlet tamamen karşıladı - dedi Meyram.

Japar devam etti - Doğrudur. Devlet bizi unutmadı. Şimdi ise maalesef baştan tahmin ettiğimiz miktardan daha çok gıdanın yandığını tespit ettik. Çok zor bir durum meydana geldi. Bu zor koşullarda biz Mahmet’in ve onun yardımcılarının suçlarını affedemeyiz. Suçlu olanları acımasızca suçlamak ve sert bir şekilde cezalandırmak gerekir. Bu da azdır. Bütün ticaretle ilgili olanları da detaylı olarak kontrolünü yapmak ve en küçük ihlal için sertçe cezalandırma teklifini sunuyorum.

Toplantıya katılanlar bu öneriye ihtiyatla yaklaştılar. Böyle bakılınca Japar’ın teklifi doğru gelebilirdi. Ama içinde bir şeyler gizli gibiydi.

Meyram kâğıda bir şeyler yazmayı bitirdikten sonra katılımcılara sordu:

- Başka söz almak isteyen var mı? ve Ermek’e doğru siz istiyor musunuz? diye sordu.

- Ben Sergey Petroviç ile hemfikirim. yeterince konuştuk. Bitirmenin zamanı geldi diye cevap verdi.

İl komitesinin sekreteri konuşma sırası gelmişti. Meyram Japar’ın teklifinden başladı:

- Toplu ticari çalışanlarının denetimini yapmak mı? Tereddütle kafasını salladı. Ben yönetim kurulu üyesi yoldaşlarım bu teklifi beğenmedim. Karışıklık yaratmak halkın bu skandala dikkatini çekmek. Hıı hı! Toplumu telaş içinde gerçek düşmanlar saklanabilirler. Suçluları ortaya çıkartmak için başka yöntemler ve gücümüz var.

Şimdi konumuza dönersek. Herkes anladı ki: bugün bizim en sıkıntılı konumuz halka tedarik. Halkımız güzel bir gelecek uğruna bügün ki bütün zorluklara katlanıyor. Ama tahammülün de bir sınırı vardır. Hırsızlara taviz vermemiz durumunda bizi affetmezler. Bu yüzden tekerleklerimizi sopalar sokanlara Karaganda’nın gelişimine engel olanlara asla taviz vermemeliyiz. Teklifim şudur: Mahmet Torsıkbayev’i partiden atmak, davayı savcılığa havale etmek. Bugünkü toplantıda yoldaş Karımbayev Rımbek’in davranışlarına ne ad verebiliriz? O resmen, başkalarının arkasına saklanmaya çalıştı. Bir de son zamanlarda ben onu iki kez bu odaya çağırdım. Ona dedim ki; bizde işçilerin seçimi konusunda kadro yetiştirme konusunda ciddi sorunlarımız var. Onun çalışma metotlarının bürokratik olduğunu söyledim. Onunla aynı konuda yoldaş Şerbakov’un da konuştuğunu biliyorum. Ama konuştuklarımızın Karımbayev Rımbek’e yaramamış. Belki yeterince ve ısrarla konuşmadık. Kendimizde zamanında önlemler almadık. Burada ben Sergey Petroviç ile aynı fikirdeyim. Tüm Bolşevikler dürüstlüğüyle itiraf etmeliyiz ki bu olayda bizim de suçumuz vardır. Aynı dürüstlükle Karımbayev Rımbek hakkında da konuşmak gerekir. Bence o sert bir kınama cezasını hak etmiştir.

- Fazla değil mi bu? diye sordu Japar.

- Siz ne tavsiye ediyorsunuz?

Japar cevap vermekten kaçındı.

- Ve bir teklifim daha var. Yoldaş Kanabek başkanlığında komisyonumuzun Japar Sultanoviç’in burada açıklanan olaylarla alakalık derecesi konusu özellikle araştırma görevi vermek. İtirazı olan var mı?

Yönetim kurulunun bütün üyeleri teklife oy birliğiyle evet dedi.


KISIM ON YEDİ


Birkaç gündür güneyden kalın kar örtüsünü eriten ılık bir rüzgâr esiyordu. Sokaklarda gürültüyle karışık sular akmaya başlamıştı. Tepelerin yamaçlarında yapılmış yarı toprak barakalarda yaşayanlar dışarıya çıkmışlardı. Herkesin ellerinde kürekler, kazmalar vardı. Herkes kapılarının önünde ki buzu kırarak akan suya akmasını sağlıyordu. Bahar bir sürü sorun getirmişti ama hem insanlar hem hayvanlar hem evcil kuşlar baharı sevinçle karşılamıştı. Çocuklar ise sokaklardan geç saatlere kadar alınamıyordu.

Kazancı Bokay kendi barakasının önünde çalışıyordu. Girişte ki buzu kırmış, tepeden gelen çayın yatağını başka yöne aktarıyordu. Şimdi küreğe dayanmış şekilde duruyor ve onun önünde yayılmış ovaya bakıyordu. Ovanın toprağı çökmüştü. O kadar derin bir yatak oluşmuştu ki içine rahatlıkla bir köy yerleşebilirdi. İçinde su vardı. Küçük bir göl oluşmuştu. O gölde ördekler ve kazlar oynuyorlardı.

Bokay - Bizim barakalarda böyle çökebilir diye mırıldandı.

Boşuna endişelenmiyordu. Madenlerden biri tüm içinde ki galerilerle birlikte bu mahallenin bulunduğu tepenin yamacının altında dağılıyordu. Bokay biliyordu. Bazen şöyle bir şey oluyordu: galerilerden tüm kömürü çıkartınca maden terk ediliyordu. O zaman orada toprak çöküyor, oluklar hatta derin çatlaklarda oluşabilirdi. Bazen hem küçük barakaların hem de önceden inşa edilmiş binaların başka yerlere taşınması gerekiyordu. Bokay için kendi elleriyle kendi alın teriyle yapmış olduğu bu berbat barınak çok değerliydi.

Barakanın çatısına çıkıp kendi kendine - Şerbakov’a söylemek gerekir galiba dedi.

Barakanın duvarları toprağın üstünden en fazla bir metre çıkmaktaydı. Toprak direk tavana dökülüyor ve bu tabaka çatıyı oluşturuyordu. Çatıda dikkatli bir şekilde rulo halinde sarılmış ve iple bağlanmış bayağı eski büyük bir keçe serilmişti. Bokay eskiden bununla kendi yurtasının üstünü kapatmıştı. Bu keçe parçası o kadar eskiydi ki çatının kaplanmasında paspas olarak da kullanılamazdı. Bokay bu is ve dumanla kaplanmış köstebeklerin yemiş olduğu koşmayı ne yapacağına henüz karar vermemişti. Atmak yazık olacaktı. Kullanmak mümkün değildi.

Biraz durduktan sonra Bokay şöyle bir karar verdi - Böyle kalsın.

Çatıdan inip barakaya girdi.

Barakanın içinde tavanın yüksekliği eğilmeden durmak için yeterliydi.

Karısı çalışıyordu - Kısa bir zaman önce satın almış olduğu dikiş makinasıyla bir şeyler dikiyordu. Göbeği ortaya çıkmıştı. Esmer yüzünde sarı lekeler çıkmaya başlamıştı. Onların bir oğlu vardı. Şimdi ise ailenin büyümesini bekliyorlardı.

Karaganda’ya geldiğinde oğlan yeni konuşmaya başlamıştı. Şimdi ise günler boyunca susmadan konuşuyordu. Bu zaman boyunca Bokay’ın hayatında çok şey değişmişti. Eskiden onur köşesini süsleyen devetüyünden yağılma battaniye ve siyah işlenmemiş inek derisi artık kapıya atılmış ve paspas olarak kullanılıyordu. Onların yerine onur köşesinde yıpranmış bir halı ve onun üzerinde kapitone yorgan duruyordu. Sol tarafta duvarın yanında demir yatak vardı. Başucunda üzerinde çalar saat asılıydı. Bu iki sıcak temiz ve düzenli kurulmuş odalarda eski zamanlarda yurtada kullanıldığı belli olan eskiden kalma günlük eşyalardan hiçbir şey eski battaniye ve inek dersi haricinde kalmamıştı. Tüm yeni eşyaları burada Karaganda’dan satın alınmıştı.

Bokay geç evlenmişti. Karısı genç ve bir çocuk gibi şımarıktı. Kocası ve Tuleujan ile emreder gibi konuşuyordu. Konuşurken sert kelimeler kullanıyor, çabuk öfkelenen bir karaktere sahipti ama sinirli hali çabucak geçiyordu. Bazı karabulutlar da aynı olur: yoğunlaşır, kararır sonra bir damla yağmur akıtmadan dağılır. Sakin Bokay karısının kaprislerini hiç önemsemezdi.

- Çocuğumun anası beni dinle. Ben şimdi Şerbakov’a gideceğim sonra da işe dedi Bokay. Paspasları kirletmemek için tam çıkışta duruyordu. - Tuleujan gözlüğümü ver.

Çocuk denizlikten büyük mavi gözlükleri aldı ve babasının burnuna takmaya çalıştı. Bokay kazan dairesinde bu gözlüklerle çalışıyordu. Çocuk babasıyla oynaşarak sordu:

- Ben de seninle gelsem.

- Olmaz oğlum. Kazan dairesinde yanabilirsin. Yakarsın ellerini. Orada ateş ve buhar var. Yolda çok çamurlu, ayakların çamur olur.

- Hayır batmam.

- Onu yerine oturt. Şımartma çocuğu diye bağırdı karısı.

O çocuğa bak annen kızıyor. Yarın tatil tayım benim. Sinemaya gideriz.

Çocuk sakinleşti. Annesi işe devam ediyordu. Eskiden Bokay madene işe göndermek için çok uğraşıyordu. İş kıyafeti hazırlamak, yemek vermek, yanına yemek için bohça hazırla ver. Bokay dönünce de yeni iş: yıkanmasına yardım et, sofrayı hazırla. Şimdi bunlara gerek kalmamıştı. Madende hem banyo hem de yemekhane vardı. Eve gelmeden önce kocası hem yıkanıyor hem de bir şeyler atıştırıyordu. Böylece inatçı kadın hiçbir şeyle uğraşmadan büyük bir zevkle sabahtan akşama kadar serçe parmağı dışarıda sessizce dudak hareketleriyle dikiş makinasının kolunu çeviriyordu.

Bokay giyinmiş ve çıkmak üzereydi ki karısı onu durdurdu:

- Nereye gidiyorsun? Niye evde oturmuyorsun?

- Şerbakov’a gitmek istiyorum. Maruzatım var. Madenciler galerileri galiba direk bizim evin altına kazmışlar. Sanki başka yerdeki kömür yetmiyormuş gibi. Çökme olabilir.

- Böyle küçük şeylerle Şerbakov’u niye rahatsız ediyorsun? Barakamız çökerse bize yeni bir daire verirler.

- Bizim barakamıza yazık ama ne de olsa kendim yaptım. Kendi ellerimle yaptım. Ama söz konusu olan sadece bu değil. Önde gelen bir işçiye bu durumda susmak yakışmaz. Şerbakov’a şöyle diyeceğim: "Dağa girişi durdur. Yeni evler herkese yetmez. İnsanlar hâlâ Karaganda’ya bir nehir gibi akıyorlar. Eski barakalar niye yıkılsın?"

Karısı dudaklarını büzerek - Boş konuşuyorsun. Sen en iyisi Şerbakov ile sana iyi çalıştığın için prim versinler, onu konuş. Görüyorsun değil mi. Oğlan büyüdü. Bahar geldi. İneksiz nasıl yaşayacağız? Bodaubek bile inek aldı.

Bokay sertçe cevap verdi - Çocuğumun anası. Prim taleple değil kim hak ederse emre istinaden ona veriliyor. Bekle. Her şeyin bir zamanı vardır. Bu kadar açgözlü olmak ayıptır.

- Eyyy! Kırk beşe yaklaşmış. bana hâlâ bir genç kız gibi ayıptan bahsediyor. Neyse!Sen bugün akşam yemeğini yemekhanede ye. Biz Tuleujan ile Janabıl’a misafirliğe gideceğiz. Orada eğer Maypa’da oğlan doğurursa sofra kurulacak dedi.

Bokay çıkışa doğru yürüyerek - Sağ salim doğum yapsın da sonra bakarız oğlan mı kız mı diye dedi. Ama gitmek nasip olmadı. Kapıda Konstantin Lapşin ile karşılaştı.

Bokay sevinçle bağırdı - Aaa! Kimler gelmiş. Nihayet teşrif ettiniz. Merhaba Kostya. Otur. Şöyle başköşeye geç.

Lapşin ev sahipleriyle tokalaştı ve sonra küçük Tuleujan ile tokalaştı ama başköşede değil duvarın yanında ki tabureye oturdu. Küçük gözleriyle hızlıca etrafında baktı ve memnun bir gülüşle konuştu:

- Güzel. Çok güzel. İnsan gibi yaşıyorsunuz. Eskimiş, isli yurtada gibi değil. Hatırlıyor musun geçen sonbahar size gelmiştim?

Bokay şakayla - Karıma buda yetmiyor.

Karısı mutfaktan suyu yeni nikel kaplama semavere doldurarak dedi - Kostya. Sen ona inanma. Açgözlülük yapıyor. Para biriktiriyor. Ne için lazım ki. Doğru düzgün giyinmek yok, eve de bir şey almıyor.

Lapşin kabullenerek - İşte bunda haklısın, doğru diyorsun. Hey ev sahibi canım benim. Orada semaverle niye uğraşıyorsun? Eğer benim içinse gerek yok. Fazla oturmayacağım dedi.

Genç kadın durmadan - Onun kaynaması fazla sürmez. On beş dakikada hazır olur. Sen her zaman acele ediyorsun. Ben seni anlamıyorum.Zamanı yok da zamanım yok ne demek dedi.

Bokay onu canlandırmak için - Fazla konuşma! Başladıysan bir şeyler hazırla.

Lapşin itiraz etmesine rağmen çaysız kalkamadı. Mutfakta semaver kaynamıştı. Genç kadın odanın ortasına yuvarlak masayı koydu ve atıştırmalık bir şeyle hazırlarken Bokay dolaptan bir şişe ve iki bardak çıkardı. Sonra şişeyi gözlerinin önünde çalkalayıp sırıttı.

- Ben bu kızla çok nadir buluşuyorum. Sadece misafirlerim varken. biliyor musun Kostya. Karım çayla oyalanırken biz başlayalım. Mezelerde hazır. Dostluğumuza şerefe.

Ama Lapşin bardağı itti.

- Bir dakika bekle. benim seninle çok ciddi ve açık açık konuşmam lazım...

Lapşin cebinden tütün kesesini çıkardı ve yavaşça sigara sarmaya başladı.

- İşte iş bu Bokay. Sen artık eğitimli adamsın. Niteliği elde ettin. Önde gelen bir işçi oldun. İşte sen önde gelen bir işçi olarak senin ne eksikliğin var ne düşünüyorsun?

Bokay şaşırmıştı - Gerçekten bilmiyorum Kostya. Ben halimden memnunum. Sadece karım sürekli mızmızlanıyor...

- Sende eksik olan çok önemli bir şey var dostum. Parti üyesi olman lazım. Eğer gerçek öncü bir çalışan olmak istiyorsan iye düşünüyorum. Bu sadece benim fikrim değil diğer komünistlerde hakkında böyle konuşuyorlar diye gayet ciddi Lapşin.

Bokay alnını çatarak düşündü. Yüzü sanki özel bir ışıkla aydınlanmış gibiydi. Bir müddet sonra şunları dedi:

- Bende bunu düşünüyordum aslında. Bu iş büyük bir iş Kostya. İyi bir komünist olmak üretime hakim olmaktan daha zor bir iştir.

- Bu çok doğru Bokay. Ama sen bu yola yalnız adım atmayacaksın. Parti organizasyonumuz var. Bu organizasyon her komünist için düşünceli ve adil bir annedir. Her şeyi öğretir.

Bokay kısık sesle - Öğretir dedi. Teşekkür ederim Kostya. Onurlandırdığın için güvenin için. Böyle bir onur herkese nasip olmaz. Ben buna layık olmaya çalışacağım dedi.

- Bizde layık olmana yardımcı olacağız dedi Lapşin.

Dostlar biraz susmuştu. Konuşkan hanım anın ciddiyetini anlayarak susmuş, çay bardaklarını ses çıkartmadan masaya bıraktı. Lapşin saçlarını geriye doğru atarak:

- Neyse şimdi bi küçük alabilirim, dostluğumuza Bokay dedi.

Kadehleri tokuşturdular ve içtiler. Bokay seyrek bıyıklarını sildi ve konuşmaya başladı:

- Hamallık yaptığım Kaltay Bey her aman ne derdi biliyor musun. "Bir Rusla arkadaşlık yapıyorsan cebinde mutlaka bir taş olsun" . Görüyor musun ne köpektir. Eh Kostya Kostya. Sen Russun ben Kazakım. Hayatımda hiç kimse senin ana yaptığın iyilik kadar iyilik yapmadı. Sen bana ayaklarımın üzerinde durmayı öğrettin. Kaltay ne? Lanet olsun!

Lapşin ekledi - Ruslarda da böyle Kaltaylar vardı. Ama onlar bizim dostluğumuzu bozmayı beceremediler.

Genç kadın masaya kaynar semaveri koyup sohbete katıldı.

- Yeter artık! Ben cahil bir kadınım ama her şeyi anlayabiliyorum. Sen Kostya bize daha sık uğra. Bi de kendi şişkonu da yanında getir. O bizde zayıflamaz, korkmasın.

Lapşin güldü. - Böyle bir sofrada zayıflayamazsın zaten. Ama korkarım ki size gelmeye alışır. Kendi evini unutur. Benim karım nasıl misafirliklere gitmeyi sever yemek yemeyi sever.

Bokay kahkahayla güldü.

- Eskiden Kazaklar şöyle derdi. "Eğer atın çok yiyorsa Tanrı seni ödüllendirmiş demektir. Karın çok yiyorsa Tanrı seni cezalandırıyor demektir". Ee Kostya niye cezalandırdı seni?

Lapşin de altta kalmadı:

- Sen bana hep başka bir Kazak atasözü söylerdin hatırlıyor musun. " Evde her şeyi karın yönetiyorsa o ev çöker." İşte şimdi sen bana söyle bu evin başı kim? Bokay elini salladı.

- Ben şöyle düşünüyorum artık. Zamanımızda, hem beyler hem ağalar hem de onların atasözleri ve deyişleri geçmişte kaldı.

Lapşin madene gitmek için acele diyordu ve ev sahibine teşekkür ederek vedalaştı.

Yolda Bokay kendi endişelerini paylaştı:

- Biliyor musun, Kostya, çalışmalar barakalarımızın altından geçiyor. Barakalarımız yıkılabilir. Şerbakov’a uyarmak istiyorum.

Lapşin omuzlarını kaldırdı.

-Ne olacak? Kendi yarı toprak barakana mı acıdın? Yıkılsın. Toplu konuttan yeni daire alırsın.

Bokay ateşlendi – Hayır, haksızsın. Sadece ben meselesi değildir. Komşu barakaları da yıkmak gerekecek. Herkes hemen yeni evlerine yerleştirilemez her halde. Kömür bizde istemediğin kadar var, ama taş evler herkese yetmez. İşte sorun bu. Bu konuda kanaatkâr olmak lazım. Sen her şeyi bir partili olarak düşünmeyi öğütlüyordun dedi.

Arkadaşıyla vedalaşan Bokay kuruluşa doğru döndü.

Ama Bokay Şerbakov’a ulaşamadı. Yemekhanenin yanında geçerken, duvarın yanında boş kutuların arasında saklanan üç kişiyi gördü. Görünümleri bitkin, kıyafetleri yıpranmıştı. Çok fakire benziyordu. Üçü de direk doğaç üzerine dayanmış, çıplak toprakta yatıyorlardı. Herhalde uzaktan gelmişler ve çok yorulmuşlardı. Bokay’ın merhabasına cevaben yüzü beyaz sakalla kaplanmış yaşlı adamın sadece dudakları kıpırdadı. Erkek ve kadın ise gözlerini bile kaldırmadılar. Bokay düşündü: "Nasıl insanlar bunlar. O kadar yorulmuş olmalılar ki konuşamıyorlar bile."

Yaşlı adama doğru – Dinleniyor musunuz, otagası?- diye sordu.

Adam biraz sustu. Sonra zayıf bir sesle:

- Bir Mınbay tanırdım. O hamallar işe alınırken hep söz veriyordu: "Bana çalışmaya gelirseniz – yan gelip yatacaksınız". Tabi çalışmanın kolay olacağını düşünen saf adamlar bulunuyordu. Gerçekte ise şöyle oluyordu: hamal Mınbay ‘da o kadar çok iş yapıyordu ki yemek yemek için gücü kalmıyordu, hemen yana düşüp uyuyorlardı. İşte biz de o hamallar gibi düştük, yatıyoruz.

Bokay yaşlı adamın verdiği örneği anlamadı.

- Sizi biri mi kırdı? Siz nereden geldiniz?

- Hiç kimse beni kırmadı! Söylediklerimi ise nasıl istersen öyle anla. Nereden mi – soruyorsun? Ben basit bir ihtiyarım, uzaktan geldim. Hayatımda hiç bir suç işlemedim. Ama şimdi burada çok rahatsızım

- Ruhumu acıtmayın – ne olduğunu doğru düzgün anlatın! Ne oldu?

- Sana ne? Sen kimsin? Ben her yabancıya ağlamak niyetinde değilim.

Bokay gururla cevap verdi: - Ben mekanik atölyesinin kazancısıyım. Atölyemiz orada ki büyük demir bacanın altında yerleşik. Önde gelen işçiyim. Adım da Bokay.- dedi.

Yaşlı adamın gözleri ilgiyle parladı – Aaaa dedi.- Demek ki önde gelen işçisin, öyle mi? – Kalktı ve yere oturdu – Bilen adamlardan duydum ki önde gelen işçiler – yiğitlermiş, her şeyin üstesinden geliyorlarmış. Böyle adamlara güvenilebilir galiba. Ben kendi kırgınlığını mezarıma götürecektim ama madem o kadar ısrar ediyorsun, anlatıyım. Alatau dağlarında bir halk yaşar – Naymanlar. Onlarla birlikte zengin mi fakir mi önemli değil bir ihtiyar yaşıyordu – Mausımbay. Onun kocakarı ölünce o Semipalatinsk’e bir tek ve o zaman evli olan kızının yanına döndü. Damatla adamın kızı Karaganda’ya çalışmak için taşınmayı düşünüyorlarmış. İhtiyar da onlarla birlikte gelmişler buraya. Şehir yabancı, ceplerde rüzgâr geziyor. Her kapıyı çalmışlar. Sekiz gün maden maden dolaşmışlar. İş çok, sorgulamalar, suçlamalar daha çok. Ya "Evraklarda kaşe net değil" derler, ya da "Evraklar anlaşılmaz yazılmış" derler. Diğer şefe gidersen "Kabul etmiyor" derler. Üçünün de gücü tükenmiş. İşte bu biziz, kocaman Karaganda ‘da küçücük bir köşeye sığamayan üç zavallılarız. Bize diyorlardı: "Karaganda’ya gelir gelmez hemen yerinizi bulursunuz". Bulduk işte – kutular arasında yatıyoruz.

Bokay ikna etmeye başladı – Bir durun, umudunuzu kaybetmeyin! Siz galiba kime gitmeniz kime başvurmanız gerektiğini bilmiyorsunuzdur. Kadro bölümünün müdürü Rımbek’e gittiniz mi? - dedi

Mausımday sinirleyerek – İşte o "Kabul etmiyor" dediler bize" dedi.

-O zaman direk Şerbakov’a gitmek lazım, Sergey Petroviç’e! Bu bizim en büyük şefimiz. O halleder. Hadi, gidelim!

Yaşlı adam inançla reddetti – Ben hiç kimseye gitmiyorum artık. burada hayatımın sonuna kadar yatacağım - dedi. Ama içini dökmeyi de çok istiyordu. Bu yüzden konuşmaya devam etti: Ben bir adamdan çok umutluydum. İki sene önce yolda trende tanışmıştık. Adı Meyram. Düşündüm ki – o yardım eder….

-Meyram! – diye bağırdı Bokay –Bu bizim il komitesinin sekreteri.

- Ben de bunu biliyorum herhalde. Ben onu senden daha önce tanıdım.

-Gittiniz mi ona?

-Gittim

-Eeee! Ne dedi?

Mausımbay umutsuzca elini salladı

-Bu sizin Meyram’la şehirde değil bozkır ortasında daha kolay karşılaşırsın. Kapının önünde güzel bir hanım oturtmuş. Ben ona gittim : "Madene gitti" dedi bana.

Belliydi yaşlı adam çok gururluydu ve çok fazla kırılgandı. Bir başarısızlığa uğrayıp, tekrar gitmek istemiyordu.

Bokay kararını çabucak verdi.

-Bekleyin, ben hemen döneceğim – dedi ve yürüyerek il komitesine doğru gitti.

Yolda düşündü: "Bu nasıl bir iş? Her madende işçiye ihtiyaç varken bu insanlar iş bulamıyorlar!"

Mayram’ın sekreteri kabul odasından bir yere çıkmıştı. Bokay’ın beklemek için zamanı yoktu, işe geç kalmaktan korkuyordu. O, Meyram’ın kapısını açtı.

Sekreter onu içeriye davet etti – Buyurun girin. Nasılsınız? Jengey ve ufaklık nasıllar? – diye sordu.

-Teşekkür ederim!

- Kazan dairesinde iş nasıl? Kazan düzgün çalışıyor mu?

- İyi çalışıyor.

- Okul nasıl?

- İlerliyor. Ben daha önce bilmiyordum – böyle bir bilim varmış. Adı "dört işlemmiş". O zor biraz! "Eğer tüm dört işlemi öğrenirsen – baş kazancı olmak için okula gidersin" diyor Kozlov. Ben üç işlemi öğrendim, bir tane – bölme kaldı.

- Demek ki sonuna yaklaştınız. Pratik yapmayı da unutmayın. O – bilimin temelidir.

- Orası çok doğru. Bir bilim adamı kazanlarla ilgili iki parmak kalınlığına bir kitap yazmış. Gençler bu kitabını ellerinden bırakmıyor. Ben bir gün bir gencin bu kitabı okumasını rica ettim. Aman Allah’ım! Benim her gün yaptığım her şey yazıyor.

Bokay’ın düşüncelerinin çoğu çok saftı. Üretimle ve teknikle çok kısa bir zaman önce tanışmıştı ve herkesin bildiği konularla ilgili yeni bir şey keşfedilmiş gibi konuşuyordu.

Meyram tesadüf gibi sordu:

- Diyorlar ki Boke, siz barakanız çökmesin diye endişeleniyorsunuz, doğru mu?

- Aman Allah’ım! Nerden biliyorsun?

- Söylendiği gibi söz çuvalda tığ gibidir – saklayamazsın. İşte o söz de bana geldi.

- Demek ki dili dişleri arkasında tutmak lazım. Kesin Janabıl dedi!

- Dostlarınızdan biri.

- Ben bu konuyu konuşmak için Şerbakov’ uğrayacaktım. Dağda geçişleri akıllıca yapmak gerekir. Yoksa tüm şehre zarar verilebilir. Sen kendin de gördün, biz yeni evleri nasıl inşa ettik. Sanki kırlangıçlar gibi kendi yuvalarımızla uğraştık. Kısa zaman önce gelenler bunu bilmezler. Biz her şeyi omuzlarımızın üzerinde taşıdık. Toprak altında ki geçişlere başka bir yön vermek iyi olur. Diğer yerlerde de çok kömür var…

Meyram sabırla büyük Karaganda’nın inşası esnasında bazı kayıplar da olabilecek elbet diye anlatmaya başladı.

- Ülkemizin ekmek gibi kömüre de ihtiyacı var. Ona ulaşmak için biz dağın omurgalarını kazıyoruz. Bazı evleri biz acele acele yerinde inşaat ettik. Ama şimdi onları başka yere taşımak zorundayız. Sız bu konuda endişelenmeyin. Her şey telafi olacak, Karaganda büyüyor. Daha dün küçük bile olsa bir çatı hayal ediyorduk, şimdi ise çok katlı konforlu evleri düşünüyoruz. Az önce Sergey Petroviç il komitesini bilgilendirdi: Moskova bizim inşaat projesini onaylamış. Büyük Mihaylovka’nın bu tarafında kocaman yeni bir şehrin temeli atılacak. İşçiler ve ilk sırada öncüler iyi daireler alacaklar. Yarı toprak barakalar herkesi sıktı artık. Madencilerin konforu için kömür Karaganda’sı ve Yeni Şehir arasında tramvay ve otobüs hatları yapılacak.

- Sustum, Meyramcan, sustum! – dedi ellerini kaldırıp Bokay – Artık Şerbakov’u da rahatsız etmeyeceğim. Ben ne için geldim. Orada yemekhanenin yanında üç kişi oturuyor. Bizim Karaganda’ya kızgınlar. Bir türlü işi bulamıyorlar…

- Kim onlar? O kadar işçiye ihtiyaç var ki, onlara mı yer bulunamamış?

- Ben de anlamıyorum. Ağalara veya sahtekârlara benzemiyorlar sanki. Aralarında yaşlı bir de adam var. Oh, dili keskin! Sözleri ok gibi vuruyor!

- Onları Kadro bölümüne götürün, Rımbek’e!

- Gitmişler. Kabul etmiyormuş. Sana da gelmişler- Seni bulamamışlar. Yaşlı adam o kadar kırılmış ki Şerbakov’a bile gitmek istemiyor artık. Diyor ki seni de çok iyi tanıyormuş.

- Beni mi? Adı ne?

- Mausımbay.

Meyram hatırlamaya çalıştı ama hayatta karşılaştığı insanları çok nadir unutmasına rağmen, çıkaramadı.

-Peki, çağarın onu buraya, konuşalım.

Bokay acele acele çıktı. Uzaktan daha yemekhaneye gitmeden Mausımbay’a bağırdı:

- Gidin, Meyram sizi bekliyor!

- Mausımbay, yerde yatmaya devam etti. Kıpırdamadı bile. Kızı ve damadı ihtiyara bakıp bekliyorlar, rahatsız etmeye de cesaret edemiyorlardı.

Bokay acele ettiriyordu.

- Çabuk, çabuk. Gidiyoruz.

Yaşlı adam nihayet kafasını kaldırdı.

- Ben kendime bir söz verdim - Yerden kalkmayacağım. Ama sen herhalde çok inatçısın. Beni rahat bırakmazsın. Peki. Dediğin gibi olsun dedi ve ağır ağır kalktı ve yavaşça Bokay’ın peşinden yürüdü. Adam ve genç kadın kendi torbalarını taşıyarak arkadan koşuyorlardı. İkinci kata çıkmalarında Bokay onların çantalarını aldı ve Meyram’ın odasına girdi.

Meyram yaşlı adam girince hemen ayağa fırladı.

- Kimleri görüyorum ben. Siz misiniz Mauseke.

Adamın görüntüsü çok acıklıydı: beyaz sakalı keçeleşmiş, gözleri solmuş, yüzünde sağlıksız bir sarılık yayılmıştı.

Siyah şapan devrik yakayla her tarafı çamur içindeydi ve delinmişti. Yıpranmış üç kulaklı şapka yana kaymıştı. Her şeye rağmen gururlu yaşlı adam kendini vakurla duruyordu.

Soğuk bir sesle - Evet. Mausımbay’ın ta kendisiyim dedi.

Meyram’ı öfke ve utanç mahvediyordu. Yüzü kızarmıştı. Doğuştan gelen kendini tutma özelliğini çok zor kaybederdi. Ama şimdi içinden tedirginliğini bir türlü atamıyordu. Nasıl olmuştu da bu ihtiyar bu duruma düşmüştü? Tüm iradesini taplayıp sakinleşen Meyram Mausımbay’a sormaya başladı:

- Bize ne zaman geldiniz?

- Semipalatinsk’ten yirmi gün önce çıktık. Buraya a sekiz gün oldu geleli dolaşıyoruz.

- Bu gençler kim?

- Öz kızım ve damadım.

- Size neler olmuş böyle. Anlatın lütfen.

- Bizim vagonda ki konuşmayı hatırlıyor musun. Ben o zaman sana akıl fikir veriyorum. Oysaki kendim hayatı sadece üstlerinde yürüyordum. Şimdi ise ta derinliğe kadar indim. Bana başka bir şey kalmadı. Ancak bunu yazmayı bildim.

Mausımbay cebinden bir defter çıkardı ve masaya koydu. Bu Kazakça yazılmış Moskova’ya mektup taslağıydı. Mektubun on sayfasında da adamın eliyle kaderine neler düşümü neler yaşamış her şey anlatılıyordu.

Meyram defteri okurken ara sıra yumruklarını sıkıyordu.

İhtiyar yazmıştı:

" Bizim mutlu ülkemizde ben bir nehrin yanında yaşayan ve susuzluk çeken adamı ve kalabalık ortasında ki yalnızlık hisseden adam görmedim. Ama benim bunu yaşamak kaderimde yazılıymış. Tıpkı denizlerde ki sular gibi Karaganda’da kömür çok var. Ama ben çok yoksulum ve iş bulamıyorum.Birçok insan var burada ben ise kenarda kaldım. Karaganda da işi kim yürütüyor acaba? Rımbek hırsız köpeğe benziyor. Herkesten saklanmaya çalışan bir adam. Japar’da soğuk bir yılanın kalbine sahip. Meyram kapının önünde güzel bir hanım oturtmuş o diyor ki: "burada yok madene gitti." Benim Karaganda da geçirdiğim sekiz gün hakkında sekiz uzun hikâye yazabilirim. Gücüm tükendi gözlerim soldu. Yine de kendi acılarımı kuzunun zayıf sesiyle bile olsa bağırmazsam ölmeyi aşağılayıcı olarak kabul ederim."

Meyram mektubu sonuna kadar olkduktan sonra onu yaşlı adama geri verdi. Kendini çok hüzünlü hissediyordu. Daha önce ona kimse bu iğrenç ve rezil baskı yapmamıştı. Penceresinin önünde tam yanında insanlar ölecek hale gelmişler ama onunsa haberi yoktu, görmüyordu.

- Suçumuz ağır otagası. Sizi bu hale getirmişiz, çok büyük bir kabahatimiz var. Kimin kötü eli aramızda çalışıyor hemen araştıracağız. Ama ben de kendimi suç üstlenmek zorundayım. Sen önce size ne lazım söyle bana dedi Meyram.

- Üçümüze ekmek lazım. Ama sen ellerimize kürek ver, biz bu ekmeği kazanalım.

- Otagası. Burada her yerde iş çok: toprak altına toprak üstünde, şehirde, çevresinde, tarlalarda, bozkırda, otlaklarda. Nerede çalışmak istiyorsan seç.

- Bizim için tarla ya da sığıra bakmak uygun olur.

- Tamam dedi Meyram ve telefonu kaldırdı.

Sekreter içeri girdi.

- Lütfen benim adıma kuruluşu arayın. Bu insanları önce banyoya, sonra yemekhaneye götürmelerini organize edin. Bi de onlara kıyafet versinler.

Bokay bir öneride bulundu - Onlar bende kalabilirler. Bir ve bulana kadar benim misafirim olsunlar dedi.

- Sağ ol Boke. Yarın ben Sergey Petroviç ile konuşurum. Bizim sovhozumuza onları götürsünler. Belki de orada işte verirler. Peki Mauseke. Kalanları sonra dinlendikten sonra konuşalım.

Ziyaretçiler çıktıktan sonra Meyram hemen telefonu eline aldı.

Beş dakika geçmemişti ki askeri üniformalı biri odaya girdi. Yüzü gencecik. vücudu sportif, hareketleri net ve keskindi. Askeri parkasını çıkardı masaya oturdu ve dinlemeye hazır bir pozisyon aldı.

- Yoldaş Ponomaryov. Sizin için çok ciddi bir vazifem var diye başladı Meyram. Üretimde kazalar çok sıklaşmaya başladı. Ticari kuruluşlardan hırsızlık olayları tespit edildi. Bizim iş gücüne inanılmaz ihtiyaç varken şehirde bir sürü insan işsiz dolaşıyor. Siz buna hiç dikkat ettiniz mi?

Ponomaryov cevapladı - Biz bunu biliyoruz. Bir şey daha eklemek isterim. Tespit edildi ki depo elektrik telleri kısa devreden değil başka bir nedenle yanmış. Şetsk ve Janaarka reyonlarında ki tedarik kuruluşları buraya canlı hayvanları getirmek yerine öldürüp etin büyük bir kısmını bozulmasına sebep olmuş ve tedarik esnasında yakmışlar sinyali geldi. Bunun da tesadüfen olduğunu zannetmiyorum.

- Umarım siz sadece olayları kayıt altına almakla uğraşmıyorsunuzdur?

- Meyram Omaroviç, Duşmanlarımız derinlerimize kadar işlemişleri. Biz kazma işlerimizi henüz bitirmedik.

- Peki. Rımbek ve Japar hakkında ne söyleyebilirisiniz. Onları inceleyebildiniz mi?

- Onların geçmişi herkesçe malum. Bugünlerde de yaptıkları pis işler hakkında bir şeyler biliyoruz. Siz, Şerbakov ve Kanabek onlardan boşuna şüphelenmemişsiniz. tahminleriniz doğru çıkıyor.

- Teşekkür ederim dedi kısaca Meyram. Tüm çürümeler tamamen temizlememiz lazım. Bunu parti emri olarak algılayın.

- Zaten bunu böyle görüyorum.


KISIM ON SEKİZ


İlkbahar kendine has zorluklarla gelmişti. Kasıp kavuran şiddetli kar fırtınaları yerine yoğun yağışlar gelmişti. Güneyde Koktal ve Sokur nehirleri taşmıştı. Kuzeyde Nura nehri taşmıştı. Etraflarında ki reyonlarla iletişim uzun zamandır kopuktu.

Yolsuzluk şehrin tedarikinde çok olumsuz etkilemişti. Bu Japar’ın ve Rımbek’in sabotaj eylemlerinin sonucuydu. Kendine görev vermişlerdi. " Depoda ki gıdalar israf etmek, dışarıdan tedariki frenlemek"

Mausımbay ile gerçekleşen olay havzanın yöneticilerini daha çok şüphelendirmişti. Rımbek kuruluşun emrine istinaden görevden alındı. Japar’a erzak stokları hakkında bilerek yanlış bilgi vermekten dolayı şiddetli kınama cezası verilmişti. Reyonlara gıda tedarikini organize etme görevi sorumlu memurlar gönderildi. Ama ilkbahar nedeniyle yollarda oluşan problemler Janabıl ve Kanabek’in gittiği reyonlardan sadece iki erzak kervanı gelebilmişti. Depolarda ki gıdalar her gün gitgide azalıyordu.

Şehir çok zor zamanlar yaşıyordu. Gıdalar sadece karneyle ve sadece bir günlük veriliyordu. Mağazaların ve bakkalların yanında kuyruklar oluşmuştu. Çalışanlar arasında mırıldanmalar başlamıştı Hem il komitesi hem de kuruluş gıda krizini azaltmak için ve kuyrukları ortadan kaldırmak için gereken bütün önlemleri alıyordu. Daha önceden Şerbakov ve Meyram bu kadar zoru durumda kalmamışlardı. Odaklanmış ve ciddi geceler boyunca uyumamış, günlerce eve gidememişlerdi.

İşte bu zor günlerde merkezden araştırma komisyonu geldi. Komisyon işçileri, kuruluş yöneticilerini, parti organizasyonun sorguluyor, madenlere iniyorlardı. Şu anda Meyram’ın odasında komisyonun başkanı oturuyordu. - Ciddi ve makul bir adamdı. Gözleri sakin, bakışları derinlemesine işliyor ve hemen bir fikir sahibi oluyordu. Konuşma yaklaşık iki saat sürmüştü. Başkan acele etmiyordu. Az konuşuyor daha çok dinliyordu. Her şeyden belliydi ki çıkmadan önce Karaganda’nın durumunu iyice incelemişti. Bazen o dosyayı açıyor evraklara bakıyor ve kısa sorular soruyordu:

- Sizin hakkınızda bize çok şikâyet geldi. Onlardan hiç bir tanesini kabul etmediniz. Diyelim ki bütün şikâyetler boş. O zaman sizden memnun olmayan ve bu kadar çok şikâyet edenler nasıl oldu?

- Düşünüyorum ki bazen bilerek iftira atıyorlar bazıları bilinçsizce yapıyorlar. Benim hakkımda olmayan şeyleri yazıyorlar.

- Kendi işinizde kime dayanarak hareket edersiniz?

- Önde gelen çalışanları yoldaş başkan. Şikâyetçiler ise genelde eski kafalı adamlardır. Hala halk çoktan göç ettiği eski göçebe köylerini hatırlıyorlar.

- Peki. Sizce Şerbakov önde gelen çalışan olarak kabul eder misiniz?

- Şerbakov kendi işini çok iyi bilen bir adam. O, prensip sahibi ve partiye sadık bir adamdır. Sergey Petroviç birçok konuda bir parti üyesi olarak bana çok yardım etmiştir.

- O, Karaganda’nın gelişim sürecini doğru şekilde yönettiğini söyleyebilir misiniz?

- Bunu siz karar verin. Buraya Şerbakov başkanlığında ilk işçi grubu geldiği zaman burada ne bulmuşlardı. Çalışmayan bir maden, beş-altı yıpranmış baraka ve elli tane işçi. Hiçbir şey yoktu. Barınma yerlerin yoktu su bile yoktu. Şimdi ise Karaganda da yaklaşık iki yüz bin insan var ve yüzlerce yeni ev inşa edildi. Her gün ülkemize kömür ile dolu bir kaç tren gönderiyoruz. Karaganda memleketimizin üçüncü kömür ocağına dönüştü.

- Peki. Mağazalarda ki kuyrukları da mı başarı olarak kabul edeceğiz?

- hayır. Bu bizim rezilliğimizdir. Ama bu kuyruklar düşmanlarımızın sabotaj eylemlerinin sonucudur. Biz gaflet içinde olduğumuzdan dolayı suçluyuz ve ben bizzat düşmanların planlarını zamanında anlamadığımdan dolayı partiye karşı tamamen sorumlu olarak cevap vermeye hazırım.

- Son zamanlarda siz planın gerçekleşmesinde gecikiyorsunuz. Kazalar sizde hiç beklenmedik yerlerde kazalar meydan geliyor. Bunu da sınıf düşmanlarını hesabına yazacaksınız yoksa?

- Bizim bütün eksikliklerimiz de hatalarımız da sadece sınıf düşmanları yüzünden olduğunu söylemekten uzağım. Bizim işimizde daha çok ihmal, düzensizlik aksaklıklar vardır. Bu düşman makinanın değirmeninin çarklarına su taşımaktadır.

- Karaganda da burjuva milliyetçiliğinin belirtileri var mı. Ne düşünüyorsunuz?

- Şimdi milliyetçiler çok dikkatli davranıyorlar. Açık vermiyorlar. Kuruluşun kadro bölümünün eski müdürü Rımbek Karımbayev ve kuruluş müdür yardımcısı Japar Sultanov işlerini aile ve hemşerilik bağlarını karıştırmışlar, Biz geç olsa bile bunu tespit ettik ve sert tedbirler aldık.

- Bondarenko ve Jumabay arasında ki olayı hatırlıyor musunuz?

- Evet. Hoş olmayan bir durumdu. Bondarenko ve Jumabay’ı birileri bilerek kavgaya kışkırttı. Herhalde milliyetçilik duygularını körüklemek istediler. Ama biz izin vermedik. Kamu mahkemesinde iki madenci barıştı. Bondarenko cezalandırıldı ve şimdi belli bir ölçüde düzeldi.

Komisyonun başkanı tüm konuşma boyunca tek bir sert laf etmemişti. Sakince sakin ama titiz sorular soruyordu. Bazen beklenmedik sorularda soruyordu ve yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu Meyram’ın cevaplarından memnun kaldı mı kalmadı mı. Böylece o beklenmedik bir şekilde hafif bir gülümsemeyle sordu:

- Sizinle Mahmet Torsukbayev arasında bir kız yüzünden çatışma var mıydı?

Meyram’ın yüzünde allık oluştu.

- Demek ki Mahmet bu yollarla kendi suçlarını izlerini kapatmak istiyor. Söz konusu genç kız eski ön yargılardan yoksun bir kız. O, bütün alçakça entrikaların üstünden duran bir kız. Kendini eğitime adadı. Sosyal işlerle uğraşıyor. Bu konuda bizim Mahmet ile tartışacak hiçbir şeyimiz yok. O, ne kendi gelişimi açısından ne ahlaki karakter açısından bu kıza layık değil. Araştırın bunları ve kendiniz göreceksiniz

- Hak etmediği pozisyona yükseltmede size yakın insanlara yardım ettiğinizi söylüyorlar. Doğru mu değil mi?

- Yakın insan dediğiniz akrabalarımı saysak benim hemen hemen hiç kimsem yok. Ben yalnızım.

- Size Jaylaubay, Janabıl, Bokay, Ermek, Jumaniyaz sizin neyiniz?

- Sadece Jaylaubay benim uzaktan akrabam. Ben onunla tesadüfen burada Karaganda’da karşılaştım. Akrabam bile olsa kendi mesleğinde çalışmasının hakkı olduğunu düşünüyorum. Diğer söylemiş olduğunuz yoldaşlarımdan bahsedersek biz onlarla parti ve üretim çalışmaları esnasında yakınlaştık. Bunlar işi bilen ve doğru düzgün adamlardır. Bunları yüksek pozisyonlara çıkartmamanın hata olduğunu düşünüyorum.

Akşam yaklaşıyordu. Odaya alacakaranlık çökmüştü. Elektrik henüz açılmamıştı. Pencerelerden mağazaların önünde duran kuyruklarda ki insanların sesleri net olarak duyuluyordu. Gürültü bazen yükseliyor bazen azalıyordu. Komisyon başkanı kaşlarını çatmış pencereye bakıyordu.

- Siz ne zaman bu kuyruklara son vereceksiniz?

Meyram kafasını eğdi.

- Bugün biz Şerbakov ile Alma-Ata ve Moskova ile konuştuk. Erzak trenleri yoldaymış. Üç-dört gün sonra erzak eksiğimiz kalmayacak. Durum daha da zor olabilirdi. Ama bizim işçilerimizin birçoğu inekler kuzular keçi yetiştiriyorlar. Çoğu insanın kolhozlarla bağlantısı var. Gıda eksikliğinden en çok yeni gelenler etkileniyorlar. Ama yine de halka karşı mahcubuz. Meyram. kendini sanki kalabalığın önünde ayağı kaymış ve düşmüş gibi hissediyordu. Öfke, utanç ve ayıp hissi içini doldurmuştu.

O anda odada ışık yandı.

Başkan kabul etti. - Evet. Halkın önünde yüzünüz kızarttınız!

Dosyadan Mausımbay’ın şikâyet mektubunu çıkardı.

- Utanmak sadece parti ve halka karşı değil bazı arkadaşlarımıza karşı da bizzat hissetmek zorundayız. Burada konuştuğumuz her şeyi Moskova da biliyorlar. Bu şikâyeti okuyun.

- Okudum.

- O zaman yarın yazılı bir açıklama hazırlayın. Şimdilik bu kadar yeter.

Meyram üzüntülü ve yüzü asık koridora çıktı Mariyaş’ın odasına uğradı. Onunla da komisyon üyelerinden biri konuşuyordu. İçeri girmeden sordu:

- Ben sizi rahatsız etmiyorum değil mi?

- Tam tersi. Dinlemeniz de fayda var. Buyurun girin dedi komisyon üyesi. O, dikkatlice Mariyaş’ı dinliyor bazen söylediklerini not alıyordu. Mariyaş dışarıdan bakınca sakin, düz sesle konuşuyordu ama onun büyük siyah gözlerinde bazen öfke fışkırıyordu.

- ...benim düşünceme göre Japar Sultanov kendi bilinçsizliğinden değil ateşli bir milliyetçi olduğundan O eğitim gören bir adam. O Kazakistan da ki burjuva milliyetçilerin son derece inanmış liderlerinden biriydi. Kendisini halka sempatik göstermek için konuşmayı çok severdi. Ama bunların hepsi yalandı. Onun içi kara ve sahtedir. O hem halkı hem ülkemizde yeni yaratılan her şeyden nefret etmektedir. Ben hem Mausımbay ile olan olay hem gıda deposunda ki yangın hem üretimde ki kazalar hem gıdaların israfı tesadüf olmadığından şüpheleniyorum ve karşı devrimcilerin eylemleri ve büyük olasılıkla Japar ve onun uşakları Rımbek tarafından organize edilmiştir. Meyram Omaroviç aleyhine anonim şikâyetlerde onların işidir...

Komisyon üyesi sordu:

- Japar Sultanov sahtekâr ve halkından nefret ettiğini nasıl anladınız?

- Şimdi cevap vereceğim. Bu olay kollektivizasyonun başladığında gerçekleşti. Ben o zamanlar hâlâ onunla birlikte yaşıyordum. Bir gün çok önemli bir toplantıdan çok sinirli ve kötümser gelmişti. Eve girere girmez bağırmaya başladı. "Neler oluyor. Her şey yıkılıyor, her şey yok oluyor. Kazak halkı nereye gidiyor?". Böyle söyledi ve yatağa yattı. O zamandan beri kollektivizasyona engel olmak için elinden gelen her şeyi yaptı.

- Sultanov Alaş-Orda yöneticileri ile bağlarını nasıl ispat edebilirsiniz?

- Gördüğüm bir fotoğraf vardı. Japar o fotoğrafta Alaş-Orda’nın lideri ile sarmaş dolaştı. Fotoğrafta bir de yazı vardı. " kardeşim tüm umutlarımı Sana bağladım." Yazının liderine kedni el yazısı olduğundan eminim.

Komisyon üyesi sustu. Yazdığı şeyleri gözden geçirdi ve dedi:

- İşimizde yardımlarınız için teşekkür ederim. Bir tane daha sorum var. Neden siz şimdi anlattığınız her şeyi daha önce kimseye anlatmadınız?

Mariyaş hiddetli cevap verdi:

- Açıkça söyleyeyim. Önceleri ben Japar kendi hatalarını anlar diye çok umutluydum. Biz bu konuda onunla çok tartıştık. Ama bu tartışmalardan o sadece daha çok sinirleniyordu o kadar. Onu düzeltmenin mümkün olmadığını anladığım zaman ben ondan ayrıldım. Ama ne kadar çok zarar bir öfkeli insanın verebileceğini o zaman tahmin bile edemezdim. Burada Karaganda da ben bunu anladım ve her şeyi Meyram Omaroviç ve Sergey Petroviç’e anlattım.

Meyram ekledi. - Hem anlattı hem de detaylı bir şekilde yazdı ve bu evraklar gerekli makamlara gönderildi. Bizim tarafımızdan partinin yaptığım eylemlerden bahsedersek Rımbek ve Mahmet’e sıkı parti cezaları uygulandı, Sultanov’un dosyası ise ayrı bir konu olarak özel araştırmaya karar verdik.

Komisyon üyesinin başka soruları yoktu ve Meyram odadan çıktı. Koridorda Janabıl ile karşılaştı. Onunla da şimdi konuşmuşlardı ve zaten ateşli olan Janabıl şimdi ateş fışkırtıyordu ve çok heyecanlı konuştu:

- Ne kadar çok uğrama ne kadar çok konuşma. Burada ne arıyorlar. Biz suçlu değiliz ki.

- Suç seninle suç işlemedik. Ama eksikliklerimiz var.

- Olsun! Artık ne yani! Kazanda mı kaynatacaklar!

- Heyecanlanma. Komisyon bizi cezalandırmak için gelmedi. Konuyu araştırır, bize yardım eder. Bizim onlara yardım etmemiz ve tüm doğruları ve gerçeği söylemek sorumluluğumuz var.

- ben yalan söylemem ki zaten. Birileri seni işten çıkartıyorlar iye dedikodu yaymış. İşte al sana gerçek! Neden Japar ve Rımbek’i tutuklamıyorlar. Onlarla uzun uzun konuşmaya hiç gerek yok.

- Alemsin sen! Neden onlarla konuşmamalıyız? Sen eve Maypa’ya git. Sakinleş biraz dedi Meyram ve diğer tarafa döndü.

Akşam serindi ve aydınlıktı. Sıcak havalar henüz gelmemişti. Toz da yoktu. Temiz akşam havası Meyram’a iyi gelmişti. O, ince montunun önünü açtı. Şapkasını arkasında bağlanmış ellerinde tutuyordu. Neşeli olmayan düşüncelere dalmış olan Meyram fark etmeden yeşil çimle kaplanmış alana çıkmıştı.

Birinci madenin eski inişinin yanında durdu. Artık iniş hava temini sağlamak amacıyla havalandırma kanalı olarak kullanılıyordu. Meyram ilk defa buradan maden indi.

Hatıraları düşüncelerini biraz olsun dağıtmıştı. Etrafına bakındı. Bu tepecikten aydınlık bir akşam Karaganda avucunun üzerindeymiş gibi görünüyordu. Işıklarla parlayan taş tümsekler yükseliyordu; çok sayıda bacadan döne döne buhar çıkıyordu. Yüksek maden çıkartma kulesinden kömür dökülüyordu. Uzaklarda vadide elektrik santrali binası görünüyordu. Madenler arasında kömürle dolu dekovil katarları gidiyordu. Elektrik lambalarının parlak ışıkları, trenlerin ışıkları her şey görkemli bir tablo oluşturmuştu. Ne kadar çok insanın emeği bu ölen bozkırı canlandırmak için boş yerde yeni şehir yaratmak için harcanmıştı. Meyram’da burada kendi çabalarının bir payı olduğunu düşündü. Herkesin işine faydası olduğunu ve işçilerin güveninin haklı çıkardığından emindi. Ama gerçekten böylemiydi acaba? Belki de kendi bilgileri, tecrübesi, çalışma kabiliyetini çok mu fazla değer vermişti.

Bir anda bir aracın farları yandı. üstü açık arabada Şerbakov oturuyordu. Gömleğinin kolları kıvrılmış Meyram’a yaklaştı durdu. Şerbakov arabadan indi ve tepeye tırmandı. Yürürken sigara içiyor ve içine çekerek dumanı ağır ağır nefes aldığı duyuluyordu.

- Niye buradasınız? Madene hava mı pompalıyorsunuz?

Meyram gülmeden - Evet. Bizim bugün en çok temiz havaya ihtiyacımız var. Çok fazla havasız ve karanlık köşeler varmış.

- Dudaklarınız büzmeyin. parti bizim işlerimizi anlar. Kötü yaptığımdı şeyler için kızar ama iyi yaptığımız şeyler için teşvik eder. Vicdansız insanları ortaya çıkartır. Evet kardeş. Onları zamanında çözemedik. Burada söylenecek bir şey yok. Onlar bize yalan söylediler. Bilerek yanlış bilgiler verip dolandırıyorlardı. Beni ihtiyar kurtu samanla aldattılar.

- Kalbimde başka ne var. Kırgınlık ya da utanç. Hakikaten bilmiyorum dedi üzüntüyle Meyram. kendimi yeni hayatın mimarı olarak görüyordum. Ama düşmanlarımın alçaklıklarını göremedim. Buna gönlüm hiç razı gelmiyor.

- Razı olmayın işte. Komisyona her şeyi tam olarak olduğu gibi anlatın. Ben artık açıkça söyledim. Ne Japar’a ne Rımbek’e güvenmiyorum dedim. Karanlık şüpheli insanlar. Neyse. Hadi gidelim. Burada durmanın ne faydası var. Çok zor biliyorum. Ama iş bizi bekliyor. hayatımda daha önceden sırf başarılar yoktu ve tecrübelerime dayanarak diyebilirim ki en iyi doktor iştir. Hadi gidelim.

Meyram teklifi reddetti- Teşekkür ederim ama ben biraz dolaşmak istiyorum dedi.

Kenara çekilerek arkasına baktı. Şerbakov piposunu yakarak havalandırma borusuna yaslanmış duruyordu. Meyram düşündü "Beni "gidelim" diye çağırıyordu. kendisi burada kaldı. Demek ki onun da kalbinde ağır bir yük var."

Bir anda Ardak’ı gördü. Herhalde o gölgede saklanmıştı. Meyram Şerbakov ile vedalaşmayı bekledi. Şimdi kız heyecanla konuşmaya başladı.

- Biz sizinle bu alanda ikinci kez buluşuyoruz.

- Evet. İlkinde kış mevsimiydi. Şimdi ise ilkbahar geldi...

- O sefer siz benden önce gelmiştiniz. Bu sefer ben sizden önce geldim. Neden biliyor musunuz dedi ve cevabı beklemeden konuştu. Kalbinize ağır bir taş düşmüş. Ben bu yüzden geldim.

Meyram heyecanla - Siz bunu gerçekten mi söylüyorsunuz diye bağırdı. Sizin tek kelimeniz benim gönlüm hemen aydınlandı.

- Ben buraya size bir şey söylemek için geldim. Söylemeye karar verdim. Kalbim ilk gördüğümden beri sizi açıktır. Ama o zamanlar kendi kendime inanmıyordum. Hayatımda gerçek bir amacım olmadığı için sizin g,b, büyük bir adama layık olmadığımı düşünüyordum. Artık insanlar arasında bende kendi yerimi buldum. Gençleri eğitiyorum kendim de üniversiteye hazırlanıyorum. Siz bana hayatımda ki amacımı bulmamda yardım ettiniz. Sergey Petroviç de yardım etti. Ben babamdan ayrılıyorum. Şimdi biraz kendine gelsin, hastalanmış.

Ardak eskisi gibi Meyram’a karşı çekingen davranmıyordu. Tam yaklaşıp kendi parlak siyah gözleriyle onun gözlerine baktı. Meyram ona sarıldı ve kendine çektiği zaman kızın ince kolları onun omuzlarına dolandı. Her zaman içine kapanık ve tereddütlü olan o şimdi güvenli ve samimiydi.

Ardak - Diyorlar ki kısa bir zaman sonra buradan gidecekmişsiniz. Ayrıldıktan sonra bütün hayatım boyunca sızlanmaktansa şimdi her şeyi anlatmak istiyorum. En büyük hayalim sevdiğim adamın boynuna sarılmış elimin asla açılmaması dedi.

- Ve sen beni bunca zaman işkence çektirdin. Söylemek için benim gitmemi mi bekliyordun?

- Yok beklemiyordum. Gitmeni istemiyorum. gidersen kalbimde tıpkı köyün göçmesinden sonra bırakılmış Jaylau[55]gibi boş kalacaktır.

Ardak Meyram’ın işten kovacaklar ve bugün değilse bile yarın gideceğine inanmıştı. Şehirde yayılmış dedikodu onunda kulağına kadar gelmişti. Buralardan gidecek, beni bırakacak. Sadece düşüncesi bile kalbini sıkıştırıyordu. Kızın yumuşak ve üzgün ses tonu hafif elinin okşamaları Meyram’ın kalbini ısıtmış kalbinden son günlerin bütün acılarını silmişti.

- Üzülme. Hiç bir yere gitmiyorum ben. Kim beni haberim olmadan beni Karaganda’dan kovuyormuş, söyle bakalım?

- Janabıl. Bugün geldi ve dedi ki: "Ee! Kendi gururunla boğuştun. Şimdi git vedalaş!" ben de geldim.

- Geldiğin için çok sevindim. Ama buradan gitmeye hiç niyetim yok.

Sadece şimdi kız Janabıl’ın hilesini anlamıştı: Meyram hakkında ki dedikoduyu o bilerek kendisine söylemişti.

- Ayy ay şeytan! dedi gülerek. Ama geldiğinde o kadar üzüntülüydü ki.

- Demek ki bizim zamanımızda da Tontaylar[56] kalmış.

- Eee! tontaya ne demek lazım? Teşekkür etmek lazım. Adam sizin kurmuş dudaklarınıza bal sürmüş diye bir bas ses geldi.

Bu köşeden bir anda çıkan Janabıl idi. Ardak ve Meyram ona doğru koştular. Kulaklarını çektiler, mıncıkladılar.

Janabıl yalvararak - yeter, yeter! Yoksa benim size yaptığım iyilikten beni kulaklarımdan mahrum bırakacaksınız.

Meyram Ardak ve Janabıl’ın kollarına girdi şehir dışında doğru yürümeye başladı ve tüm üzüntüleri geride kalmış gibi neşeli konuşuyordu:

- Dostlarım benim. Bugün akşam sanki mutluluğun zirvesine çıktım ben. Şu ana kadar çok acı çekiyordum. Derler ki aşk acısından uzak durmak lazım. Ama eğer bunlar böyle bir mutlulukla bitiyorsa ben bunları da sevmeye razıyım dedi.

- Felsefeye dalmadan asla ve asla mı konuşamazsın diye sitem etti Ardak.

Cevabı Janabıl verdi - Konuşamaz. Belki sen ona felsefeye dalmadan öpüşmeyi öğretirsin ancak dedi.

Meyram gülmeye başladı. Mutlulukla dolu şarkı söylemeye başladı:

Oy Ardak. Sen çimenlikte koşan tavşansın.

Senin üzerinde uçan şahin benim.

Üç ses bu halk şarkısını söyleyerek şehirden uzaklaştılar. Önlerinde sınırsız bozkır yayılmıştı.


KISIM ON DOKUZ


Japar ve Rımbek nehir kıyısı boyunca bakımlı güzel atlarla gidiyorlardı. İkisinin de omuzlarında çift namlulu tüfekler vardı. Eyerlerinde öldürdükleri ördekler bağlıydı. Gün çok güneşliydi, toprak ısınmaya başlamıştı. Sokur deresi yatağına dönmüş, içinde ki su ise bayağı azalmıştı. Dere taştığında bozkırda, suyla dolu uzun, oluk şeklinde tıpkı bir tabak gibi yuvarlak çukurlar ve oyuklar kalmıştı. Kıyılar kamışla ve söğüt çalısıyla dolu olduğundan kuşlar avcıyı fark edemiyorlar, avcının vuruş mesafesine kadar yaklaşmasına izin veriyorlardı.

- Burada şahinle avlanmak çok iyi olur - dedi Japar.

- Buralar Sarmantay soyunun Ojjeken alt soyuna aitti. İşte burada bir dağ sıçanı yuvasında, kömür bulunmuştu - Rımbek anlatıyordu. - Orada yamaçta Bapan köyü varmış, kömürü de o köyün çobanı bulmuş.

- Herhalde Ojjekenliler çoktan yerleşik hayata geçmişlerdi?

- Herkesten önce. Köylüler genel olarak el sanatları ve insan taşımacılığı ile uğraşıyorlardı. Karaganda ve Spassk yakınında olduklarından bu da çok normaldi. Şimdi mekanik atölyesinde çalışan demirci Koktainşa'da bu köydendir.

- O hala öküz gibi sağlıklı. Demirden düğüm yapabiliyor. Böyle bir insana çok nadir rastlarsın.

Onlar böyle farklı şeyler konuşarak, bir konu bitmeden başka bir konuya atlayarak gidiyorlardı. Ama av hakkında değil, demirci Koktainşa hakkında hiç değil; onların gezmesinin başka bir amacı vardı. Onlar bozkırda serbestçe korkmadan kendiişlerini konuşmak istiyorlardı.

Nehirden ayrılan atlılar tepeye çıktılar. Orada atlarından inip onları ayaklarından bağladıktan sonra otlamaya bıraktılar. Kendileri ise çimlere oturarak bir şeyler atıştırmaya kara verdiler. Bir kaç votka kadehinden sonra sohbet canlanmaya başlamıştı. Rımbek eski zamanları hatırladı:

- Orada ki iki tepe Kurjımır - Surandır. Onların arkasında buradan görülemeyen Baydavlet dağı vardır. Eski zamanlarda oraya, Sırdariya kıyılarından on yedi bin atlı sürü sahibi Juman göç etmişti. Orada, ufukta mavi renkli parlayan dağlar da İgilik'e aitti. Onun da on iki bin atı vardı. İgilik ve Juman'ın torunları hala Karaganda'da yaşıyorlar. Ama artık zavallı durumdalar ve bugünkü hayattan hiçbir şey anlamıyorlar.

Artık kendi geçmişini anlatmak istedi. Genelde Rımbek kendi özel hayatını tanımadığı kişilerle paylaşmaz hatta arkadaşlarının bile kendi hayatına girmesine izin vermezdi. Şimdi ise Japar ile baş başa kalınca içini döktü:

- Spassk fabrikasının en büyük yöneticisi, bir müfettişti. Ben onun altında iki sene boyunca güvenlik görevlisi olarak çalıştım. On yedinci yılda doğu sınırına kaçan Alihan, Ahmet, Eldes ve diğerleri[57]yolda Spassk fabrikasına uğradılar. O zamanlar ben komitede çalışıyordum. Alihan işçileri miting için toplayıp onlara şunları söyledi: "Eski kitaplarda denir ki, dünyanın sonundan önce Yajuj ve Majuj gelirler[58]. İşte bunlar Bolşeviklerdir. Onlarla kanınızın son damlasına kadar mücadele edin. " İşte o günden beri ben Sovyet iktidarıyla mücadele etmek için yola çıktım.

Miting esnasında Rus işçiler Alihan'ı protesto ettiler. Onların peşinden Kazak işçiler de kalktı. Miting dağılmak zorunda kaldı. Ben herkesten gizli Alihan'ı Karkaralinsk ilçesinin sınırına kadar götürdüm.

Spassk'ta kalmak tehlikeliydi. Ben kısa bir süre sonra oradan ayrıldım. Elbette arşivlerde hiçbir iz bırakmadım ve kendim için güvenli evraklar sağladım. Bu evraklara göre benim bir işçi ailesinden olduğum, kendim de işçi olarak çalıştığım ve sonra da okumaya başladığım yazılıydı. Her şey gayet güzel yolundaydı. Sorumlu pozisyonlarda görev alıyordum. Hiç kimse benden şüphelenmiyordu. Ama son zamanlarda içim hiç rahat değil, devamlı tereddüt halindeyim. Yoksa organlar bir şeyler mi tespit ettiler? Buralardan acilen gitmek lazım.

Japar üşümüş gibi omuzlarını yukarı kaldırdı, gözleri tıpkı bir fare gibi oynamaya başladı. Ama bir dakika geçmeden yüzü önceki soğukkanlı haline döndü. Bakışları soğuktu, dudaklarını sıkıca kapatmıştı.

Japar kendi destekçilerinden hem belagat açısından hem kendi bakış açısını savunmak konusunda çok ilerdeydi. Sert ve kendinden çok emin olarak konuşmaya başladı:

- Kendi dikkatinin korkaklığa dönüşmesine izin verme. Biz korkacak kadar zayıf değiliz. Sırf Karaganda'da yirmi sekiz kaza gerçekleştirildi. Yaklaşık iki yüz ton gıda ya yakıldı ya da bozduruldu. Biz yaklaşık iki bin gıda kuponunu israf ettik. Orlov'un ölümü on kişinin ölümüne bedeldi. Biz sadece devlete milyonluk zarar vermedik, yüzlerce kişiyi de perişan hale düşürdük. Şerbakov veya Meyram bizden küçücük bir şüphe duymuş olsalardı bizi asla rahat bırakmazlardı. Doğru değil mi?

Rımbek biraz titredi - Herhalde doğrudur dedi.

Japar devam etti - Öyle. Biraz daha beklememiz lazım. Uluslararası durum bizim lehimize dönmektedir. Almanya'da faşizm rejimi iktidara geldi, İtalya'da Mussolini savaşı dört gözle beklemekte, Japonlar Doğu Rusya'yı da içeren büyük bir Asya İmparatorluğu kurmayı planlıyor, Amerika'nın doları teşvik politikası mecburen savaşa yol açacaktır. Hatta savaşın provası Avrupa'da, Asya'da ve Afrika'da başladı bile. Dünyada küresel bir çalkantının başlaması için bir kıvılcım yeter. Savaş hemen patlar, Tıpkı bozkırda ki bir yangın gibi ve aynı kuru otların alev alması gibi, bütün dünyada hızlıca yayılır. Ana cephe Sovyet topraklarında olacaktır. Bizim ülkemiz içinde de hücum başlamaz diyemem. İşte o zaman biz açık açık meydana çıkacağız. Şimdi ise yavaş yavaş, gizlice hareket etmeye devam edeceğiz ve bekleyeceğiz...

Rımbek göz ucuyla otlayan atlara baktı. Eyerleri çıkartılmamış at - alnında yıldız olan kestane renkli at; toprağa yatıp yuvarlanmaya başlamıştı. Rımbek koşarak ona gitti, yerden kaldırdı ve sonra yerine dönerek:

- Yine de kazdığımız çukurlar yeterince derin değiller. Onlar bütün bunların üstesinden kolayca geldiler. İlkbaharda daha çok şey yapabilirdik dedi.

Japar cevap verdi - Onları demiryolu kurtardı. Yoksa tamamen yerin dibine batarlar ve orada kalırlardı. Yine de biz onları bayağı uğraştırdık. Sadece Karaganda değil, Alma Ata hatta Moskova bile iyice endişeye kapıldı. Komisyon yarın bir çuval materyal ile buradan ayrılacak. Meyram'ı Alma Ata'ya rapor vermesi için çağırdılar ve herhalde bu gidişin dönüşü olmayacak gibi dedi.

- Sen Moskova'ya niye gidiyorsun?

- Esas işimiz ordadır...

Rımbek bu "esas işin" ne olduğunu bilmek için her şeyini verebilirdi. Ama Japar başka hiçbir şey söylemedi ve Rımbek'e tüm kapıların açık olmadığını anlaması için konuyu değiştirdi.

- İyi ki seni bu kadar kolay işten çıkardılar. Hemen başka bir yere git, izlerini gizle ama benimle bağlantıyı kaybetme.

- Ben şöyle bir plan yaptım: Bölgeye gideceğim, Orada yeni bir inşaata gireceğim.

Güneş ufka iniyor, batıda dağların üzerinde beyaz bahar bulutları geziyordu. Gökyüzünün doğu tarafından kara bulutlar toplanmıştı. Uzaktan gök gürleme sesi geliyor ama yıldırım gözükmüyordu. O tarafta yağmur yağıyordu, parlak bir gökkuşağı ortaya çıkmıştı.

Japar gökkuşağına hayranlıkla bakarak şu teklifte bulundu:

- Gidelim. Nasıl olsa kuşlar az, galiba çiftleşmişler ve yumurtluyorlar.

Onlar küçük bir gölün yanından geçiyorlardı. Suyun üzerinde çulluklar ve diğer küçük bataklık kuşları uçuyorlardı. Büyük av kuşları hiçbir yerde görünmüyordu.

Onların önünde bulunan tepenin arkasından duman çıkmaya başlamıştı. Eski zamanlarda zengin insanlar, kendi sığırlarını alıp Jaylau'ya giderken fakirler ve zanaatçılar, bu tepede su kuyularının yanında kalırdı. Onlar uzak mesafeye göçmeye cesaret edemiyorlardı. Burada ki topraklar otlak gibi kullanılırdı ve sadece küçük bir kısmı tarla olarak kullanılıyordu. Şimdi ise hemen hemen toprağın tamamı sürülmüştü. Duman, kolhoz ekiplerinin kurmuş oldukları alanda ki kampın üzerinden ve hayvan çiftliklerinin üzerlerinden yükseliyordu. Kolhozlara ait tarlalar ve otlaklar, taa uzaklarda görünen düz tepeciklere kadar uzanmıştı.

Yolcular, en yakın tepeyi geçtikten sonra traktörle çalışan ekiplerle karşılaştılar. Beyaz bir çadırın etrafında ayakta beş-altı kişi ve bir atlı vardı. Atın üzerinde ki adam küçük, zayıf bir ihtiyardı. Biraz kenarda iki traktörcü durmaktaydı. İhtiyar elinde ki dombrayı hafifçe tıngırdatarak şarkı söylüyordu. Akşamın sessizliğinde akının sesi çok uzaklara yayılıyordu. Saban sürenler, şarkıcıdan gözlerini almadan onu dinliyorlardı.

Japar daha dikkatli baktı ve Rımbek'e:

- Bu dudaklarını kıpırdatan var ya! Onun adı Token'dir. Sadece Sovyetleri övmeyi bilir dedi.

Japar yaklaşıp bağırdı:

- Sen misin yaşlı Token?

Akın cevabı doğaçlama şeklinde söyledi:

Her yerde sığır doğar

Tohumlar, filizler çıkar

Sovyet iktidarı kuşlara bile

"Çoğalın" diyor

Siz ise eyerlere avlarınızı asmışsınız

Sanki diyorsunuz ki:

"Kuşların çoğalmasına izin vermeyeceğiz. "

Japar gülerek - Bunlar ördek! dedi.

Başak yeşerdiğinde toplayan

Nemli ve siyah ekmek yiyecek

Yeterince beslenmemiş sığırı kesen

Sert ve tatsız et yiyecek

Sizin avınızda ne et ne kan var

Gelinler size ne pişirecek

- Biz öylesine avladık.

Akın şarkıya devam etti:

Anneleri öylesine vurmazlar

Çocukları yetim komazlar

Bizim mutlu hayatımızda

Uğraşacak çok şey var...

Kandan korkmuyorsanız eğer

Kurtlara merhamet etmeyin

Onlar geceleri sürüye saldırıyorlar

Çobanlara rahat vermiyorlar...

Japar doğaçlamanın sonunu beklemek istemedi. "Yahu bırak sıkıldım" dermiş gibi küstahça kafasını kaldırdı, kaşlarını çattı ve atını kırbaçladı.

Çok acil bir işim var

Çocuklarım sağ olun var olun

Saban sürün otları biçin. Hasat zamanı gelince

Çuvalları tahılla doldurun

Böyle dedi size Akın

Şarkısını bitiren Token'de atını mahmuzladı.

Biraz uzaklaşan Japar arkasına baktı.

- Yazık ya! Bu boş ihtiyar orada olmasaydı kolhozcularla konuşup ruh hallerini öğrenebilirdik.

- Ağzımızı açtırmadı ki! Bak bak nasıl da dörtnala gidiyor. Hal bu ki ihtiyar seksen yaşında. Buralarda ne arar ki. Yatağında rahat rahat yatmak varken buralarda geziyor.

Onlar alacakaranlıkta şehre girdiler. Atlarını ahıra bıraktılar. Japar yarın Moskova'ya gidecekti. Bu yüzden yarım kalan sohbeti bitirmek için Rımbek'i evine davet etti. Japar bekâr hayatı yaşıyordu. Onun karısı Moskova'da okuyordu ve bu sene tıp fakültesini bitirecekti. O yokken Japar eve genç ve güzel bir hizmetçi almıştı. Bu kız sürülmüş bir Rus ağasının kızıydı.

- Maşa. Ördekleri kızart, bir de semaveri koy - talimatı veren Japar, yorgun bir halde kanepeye uzandı. Görünüşü hiçte sağlıklı değildi.

- Yoruldun mu yoksa? dedi Rımbek.

- Bilmiyorum. Bana neler oluyor bilmiyorum. Dönüş yolunda kendimi çok tuhaf hissettim.

- Çiğ su içmedin ki, votkanında zararı olmaz. Belki de salamdan ya da konservelerden olabilir.

- Midemde bir sıkıntı yok.

- O zaman soğuk suyla yıkan geçer.

Onunla birlikte Rımbek'te yüzünü yıkadı. Ama Japar rahatlamamıştı. Kendini oyalamak için fotoğraf albümünü çıkartarak Rımbek'e fotoğraflarını göstermeye başladı. Albümde Alaş-Orda'nın liderlerinin fotoğrafları vardı. Rımbek Alihan'ın fotoğrafına uzun uzun baktı.

- Tam yetişkin bir kurt gibi. Şimdi bile bunamamış.

O anda kapı çalındı.

Kırmızı apoletli iki asker içeri girdi. Hiçbir şey söylemeden tutuklama emrini gösterdiler. Rımbek'in yüzü bembeyaz oldu ve sandalyeye düştü. Japar uzandığı kanepede kıpırdamadı. Sadece kaşlarını burnunun üstünde birleştirdi.

Asker emretti - Giyinin!


KISIM YİRMİ


Gece. Peron kalabalıktı. Son zil çalmıştı. Meyram vagonun basamağında duruyordu. Onu uğurlayanlar ellerini sıkmışlar ama oradan ayrılmamışlardı. Aralarında Ardak'ta vardı. Ahlak kurallarına uygun şekilde biraz uzakta duruyordu. Ama bir kaç dakika önce bir anlık fırsat bulup, Meyram'a bir çiçek buketi verebilmişti.

Meyram bağırdı - Elektrik santrali inşasında gece - gündüz iş devam etsin. Kontrol edin.

Tren harekete geçtiğinde Meyram elinde ki çiçek buketini salladı. Tren istasyonun peronlarını geçene kadar Ardak gülüyordu ama yüzünden gözyaşları akmaya başlamıştı.

Janabıl ona doğru yaklaştı.

- Bir kilometre bile uzaklaşmadı ama sen eridin. Eminim zamanı gelince bakmaya doyacaksın.

- Sağ salim geri dönsün yeter!

- Neden sağ salim dönmesin ki?

- Kim bilir! Onun hakkında çok şikâyetler var. Bu şikâyetlere inanabilirler.

- Ona en büyük iftirayı atanlar, diğerleri için hazırladıklar çukurlara kendileri düştüler. Onların yardımcılarına da ulaşacağız. Adil bir şikâyet varsa onun için kızacaklar ama bu olacak tabi ki. Biz buradan direk elektrik santraline gidiyoruz. Sen yalnız dönmeye korkar mısın?

- Beni uğurlaman daha iyi. Siz gece gece niye santrale gidiyorsunuz?

- Meyram Alma Ata'ya gidene kadar biz santrali devreye alacağız ve santralin çalıştığını bölge komitesine iletmesi için ona telgraf çekeceğiz.

- O halde siz gidin. Ben kendim gidebilirim.

Tren istasyonundan Zagorodniy yerleşim yerine kadar yaklaşık bir kilometre yol vardı. Ardak aydınlık olmayan sokaklardan yürürken çok korkuyordu ama barakasına kadar sağ salim varmıştı.

Alibek iki gün boyunca yataktaydı. Gerçekten hastamıydı ya da rol mü yapıyordu anlamak mümkün değildi. Hiçbir şeyden şikâyet etmeden günlerce yorganı kafasına çekip yatakta yatıyordu. Şimdi ise yataktan kalkmış ve barakanın kapısının yanında ki taburede oturuyordu.

- Daha iyi oldunuz mu Koke? diye sordu Ardak.

Babası cevap vermedi. Endişeyle uzağa bakıp boynunu uzatarak, anlaşılmaz sözler mırıldanıyordu.

Bir anda sanki saklanmak ister gibi boynunu içe çekip - Ne arıyorlar? diye sordu.

Şehrin dışında projektörün monte edildiği, yüksek asansör binası duruyordu. Projektörün uzun ışığı yavaşça toprağı geziyor, şehrin mahallerini sırayla aydınlatıyordu. Işık şimdi Zagorodniy mahallesine düşmüştü. Alibek ışıktan korkmuş, kafası ellerinin arasında eğilmişti.

Ardak güldü - Koke. Bu projektörün ışığı, etrafta dolanıyor. Asansör binasının üstüne koymuşlar dedi.

- Ama önceden hiç projektör yoktu...

- Yeni koydular. Artık her gün yeni bir şeyler çıkıyor.

Alibek biraz sakinleştikten sonra barakadan içeri girdi. Ama yüzünün ifadesinden ve sık nefes alışından, bir şeylerden tedirgin olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Onun küçük yılan gözleri kanla dolmuş, göz bebekleri kocaman olmuştu. En küçük bir sesten - ocakta ki kömürün çıtlama sesinden, demlikten ocağa düşen suyun cozurdamalarından irkiliyordu. Korkuyla etrafına bakarak yerinden kalktı, pencerenin perdesini indirdi, pencerenin üst kısmını ise yorganla kapattı. Sonra kapıyı içerden kancayla kapattı.

Ardak babasının tuhaf davranışlarını ancak fark etmişti.

- Koke. Siz bugün niye bu kadar endişelisiniz?

- Öylesine canım. Sadece tedbir.

Ardak sofrayı hazırlamıştı. Babasına çay doldurduktan sonra Alibek çok derin içini çekti ve sordu:

- Kızım sen tuhaf bir şey fark etmedin mi bugün?

- Yook! Koke.

- Epey bir zamandır çok şüphelendiğim bir adam, bir dakika bile peşimden ayrılmıyor.

- Hangi adam? Ne istiyor?

- Bilmiyorum ki! Beni uzaktan takip ediyor. Ben madene iniyorum o da iniyor, eve geri dönüyorum o da arkamdan geliyor. Hiç yaklaşmıyor ama ben onu görüyorum. Şimdi iki gündür evden çıkmadım. Ne yapacak diye bekliyorum. Devamlı barakamızın etrafında dolaşıyor. Her seferinde farklı kıyafetler giyiyor. Bazen kapıya, pencerelere yaklaşarak dinliyor.

- Peki, sizden ne istediğini niye sormadınız?

- Ateş edebilir. Bi dur! Bak yalnız da değil.

Ardak korkarak banktan kalktı, bütün vücudu titriyordu. Bembeyaz olmuş yüzünde sanki sadece siyah korkmuş gözleri canlıydı. Elleriyle kapının kolunu sıkıca tuttu.

Alibek şişko vücudunu yatağın altına sığdırmaya çalışıyordu.

Gergin ve fısıltıyla - Sıkı tut. Sakın bırakma! dedi.

Bir kaç dakika geçtikten sonra kapının arkasından hiçbir ses gelmedi. Ardak kendine gelmeye başladı.

- Koke hiçbir şey yok. Herhalde yanlış gördünüz.

- Yook. O gizlenmiş, bizi dinliyor.

Ardak kapıyı tutmaktan yorulmuştu. Korkusu yavaş yavaş geçiyordu.

- Koke. Hayal olmasın sakın.

- Sağır mısın kızım! En az iki kişi vardı. Ben hem yürüyüşlerini hem de konuşmalarını çok iyi duydum.

- O zaman neden kapıyı çalmadılar, içeri girmediler.

- Sessiz konuş. Onlar hala buradalar. Kapıyı kilitlediğimizi anladılar.

- Pencereden çıksam baksam?

- Düşünme bile. Seni yakalarlar.

Ardak maceracı babasının bu kadar korkabileceğine asla inanmazdı. Görünüşü çok korkutucuydu. Burun delikleri şişip iniyor, gözleri kıvılcım saçıyordu. Bazen tuhaf mırıldanmaları, Ardak'ta ağır şüphe doğuran hezeyanlara dönüşüyordu.

- ...Uyurken bir rüya gördüm... Korkudan uyandım ama yook, uyanmamışım! Uyumaya devam ediyormuşum! Şimdi ben uyumuyorum değil mi?

- Hayır Koke. Ne oldu size?

- Orlov... Çökme... Kaza... Bilmiyorum, bilmiyorum. - Elleriyle yüzünü kapatıp böyle mırıldanıyordu. Bir anda bağırmaya başladı. - Rımbek her şeyi anlatır. İhanet eder. O engerektir. Her şeyi biliyorsun yılan. Sen beni mahvettin. Parçalayıp keseceğim, ateşe atacağım seni. Seni kendi ellerimle boğacağım. Doğruyu söyle, çabuk söyle.

Gözleri Ardak'ın yüzüne batıyordu. Kalın parmaklı bükülmüş elleri boynuna uzanmıştı. Korkup geri çekildi ve kapıya koştu.

Dışarıdan sesler ve adımlar duyuldu. Alibek yatağa yatıp yorganı kafasına çekti. Gözyaşlarına boğulan Ardak kapıyı açtı. İçeriye Jaylaubay'ın karısı Şeker ve Maypa girdiler.

- Merhaba canım. Epeydir görmedim seni, özlemişim dedi Şeker, Ardak'a sarıldı, yanaklarından öptü.

Şeker henüz yaşlıymış gibi görünmüyordu. Gözleri neşeyle parlıyordu. Her kelimesinde her hareketinde Ardak'ı kendi akrabası olarak saydığı belli oluyordu.

- Neden bu kadar üzgünsün canım?

- Yok, bir şey...

- Yoksa senin Koke'mi hasta?

- Evet. Biraz rahatsız.

Şeker hiç susmadan konuşuyordu. - Duydum ki Meyram can Alma Ata'ya gidiyor. Onu uğurlamak için gelmiştim ama geç kaldım.

Hemen çok fazla vakti olmadığını ve çabucak eve dönmesi gerektiğini belirtti. Ama söylediklerinin tam tersine hemen oturdu, kuşağında ki keseyi çözerek iki şişe çıkardı.

- Yanıma küçük bir hediye almanın iyi olacağını düşündüm. Sen ve Meyram için ballı kaymak getirdim. Ehh ne yapalım. Trene yetişemedim ne yazık ki! Kocamın suçu. Hiçbir şey düşünmüyor ki. Meyram'ın gideceğini dünden biliyordu ama bana sadece bugün söyledi. Telaşlandım. Atla geldim. Ama bu gece eve geri dönmem lazım. Çok işim var. Benim ihtiyar şimdi tohumlamayla uğraşıyor, ben de sığırlara bakıyorum. Buzağı da olsa kuzu da olsa küçücük bebekler gibi bakılması lazım. Üstelikte hayvanlar devlete ait, sorumluluğumuz iki kattır. Benim küçük buzağılarım benim gözümün önünde olmasa uyuyamıyorum. Gelmeden önce yavrulara bakması için ihtiyar Mausımbay'dan ricada bulundum. Ama o da kocam Jaylaubay gibi beceriksiz. Sen Ardak can keşke bize gelseydin. Bozkır yeşillendi, sığırlar çoğaldı, bozkırımızda yazın çok güzeldir...

Genç kız kendi düşüncelerine dalmış, dalgın dalgın Şeker'i dinliyordu. Sonra Maypa'dan rica etti:

- Sen semaveri koy, ben hemen geliyorum dedi ve dışarı çıktı.

Kapının önünde Şeker'in geldiği kızıl, genç at duruyordu. Ardak ustalıkla eyere atladı. Daha önceden şehri hiç görmeyen hızlı at yolda gördüğü her şeyden korkuyordu. Homurdanıyor, sık sık diğer tarafa sıçrıyordu. Köylü kızı Ardak çocukluğundan beri ata binmeye alışıktı. Yuları kısa tutmuş, atı serbest bırakmamıştı ve bazen yuların ucuyla onu kırbaçlıyordu.

At, çukurlardan, tümseklerden zıplayarak, tren yolunu uçarcasına geçerek Ardak'ı hızlıca elektrik santraline ulaştırdı. Ardak atı bağlayıp binadan içeri girdi. İçerisi çok kalabalıktı. Diğerlerinin arasında Şerbakov'u, Kanabek'i, Jumaniyaz'ı ve Gitelman'ı gördü.

İşçiler, kalın kalaslardan ve çift telli vinçlerden yapılmış mekanizma yardımıyla yukarıya hacimli döküm demir volanı kaldırıyorlardı. Çilingir Lapşin yüksek sesle emirler veriyordu:

- Bir, iki, aldık!

Kollarını kıvırmış, yüzü kızarmış, alnında ter damlaları parlamaktaydı. Janabıl ve Jumaniyaz ceketlerini çıkartmış tellerin uçlarından tutuyordu. Janabıl ara sıra bağırıyordu:

- Hey komsomollar. Beraber!

Ardak büyük bir merakla daha önceden görmediği makineye bakıyordu.

İki gün sonra bu kocaman dişli, gözle fark edilemeyecek bir hızla dönmeye başlayacak ve mekânın hemen hemen uzunluğunu kaplayan makineyi harekete geçirecekti. Bir ucunda dinamo makinesi monte edilmiş, oradan kalın teller çıkmıştı. Elektrik, tellerden geçerek dağıtım aparatına gidecek ve sonra mermer plakada bulunan güç anahtarı yardımıyla ağa girecek ve şehrin tüm köşelerine dağılacaktı.

Ardak şu anda yapılan işin ne kadar önemli olduğunu çok iyi anlıyordu. Karaganda için elektrik santrali acil bir ihtiyaçtı. Genç kız insanları işlerinden tutmak istememişti ama kendi endişelerini de gizleyemiyordu. Bir an yakalayıp kafasını hafifçe kaldırarak Janabıl'ı çağırdı. Janabıl koşarak yanına geldi.

- Bi şey mi oldu?

- Babam tuhaf bir hastalığa tutuldu. Onun yanında yalnız kalmaktan korkuyorum. Bu yüzden geldim.

- Maypa'yı niye çağırmadın?

- Onu görseydin sadece Maypa değil sen de korkardın.

- Bu ne biçim bir hastalık böyle?

- Bilmiyorum. Korkudan öleceğimi sandım. Eğer yapabilirsen benimle gelir misin lütfen.

İkisi birlikte kızıl ata binip bütün güçleriyle koşturdular. Janabıl yolda devamlı soruyordu:

- Yoksa kafayı mı sıyırdı?

- Eğer bu delilik olsa çok özel bir türü olmalı. Çok garip şeyler yapıyor.

- Ne dediğini anlayabildin mi?

- Dilinden Rımbek ve başka bilmem kim düşmüyor. Diyor ki; ben onun düşmanıyım. O beni boğacaktı.

- Bu can yoldaşım benim, politik temelli hastalığa çok benziyor diye sonuçlandırdı. Biz Hurjık ağayı devirdiğimiz zaman oda aynı şekilde kafayı yemişti. Onun hayatı da tıpkı senin babanın hayatı gibiydi. Suskun, içine kapanık, tüm öfkesini içinde toplamıştı. Galiba bu yüzden onun beyninde mayalanma başlamıştı.

- Bilmiyorum.

- Endişe etme. Ben beş yaşındayken yetim kaldım. Gördüğün gibi ölmedim.

- Babam uygun bir şekilde ölse keşke…

- Uygun olmayan ölümü hak etmişse bile seninle bir alakası olamaz.

- Bundan sonra insanların yüzlerine nasıl bakarım?

- İşte bunda yanılıyorsun. İnsanlar senin babanla alakan olmadığını çoktan fark ettiler. Seni baban değil, Sovyet okulu, Sovyet insanları büyüttü, yetiştirdi. Bunu herkes böyle biliyor.

- Canım Janabıl. Doğruyu söyle bana. İnsanlar babam yüzünden beni hor görmezler mi?

- Eğer onlar seni hor görselerdi, Janabıl şimdi seninle bir at üzerinde oturmazdı.

- Neden ben de senin gibi cesur doğmadım.

- Benimle yumuşak konuşma. Ben sertliğe alışığım. Eğer sen ürkek bir kız isen, Allah beni cesur bir kızla karşılaşmaktan korusun.

Ardak barakaya yaklaştıkları zaman attan indi, Janabıl hastaneye gitti. Ardak odaya girdiğinde Alibek elleri arkasında bağlanmış, oturuyordu. Gözleri deli bir kurt gibi ateş fışkırtıyordu. Odada Jumabay ve daha iki komşu işçi daha vardı. Alibek kızı görünce öfkeyle bağırdı:

- Vay vay! Geldin mi müzevir? Kanımı için kanımı! Bu dünyadan intikamımı alamadan gideceğim. Oder, Sena, Dunay, Volga ırmakları yatağından taşmış ve suyla değil kanla taşmış. Baltık, Pasifik Okyanusu, Atlantik köpürüyor. Her tarafta kanlı dalgalar var. Keşke ben senin kanını içmeye yetişebilseydim. Beni mahvettin. Ben artık zayıfım, güçsüzüm. Ellerimi çöz, dilim susuzluktan şişti. Su ver bana. Hayatımda son kez soğuk su içmeme müsaade et.

Ardak büyük bir kâseyi suyla doldurdu ve babasının ellerini çözmeye başladı. Herkes bağırmaya başladı:

- Yapma yapma!

Kimseyi dinlemeden babasının ellerini çözdü ve düşük sesle:

- İçin Koke.

Alibek kâseyi çabucak alıp büyük bir hevesle suyu içmeye başladı. Suyu içtikten sonra başını iki elinin arasına alıp oturdu ve iki yana sallanmaya başladı.

Janabıl doktor ve iki hemşire içeri girdi. Alibek bir anda yerinden fırladı.

- Hazırım. Beyaz önlük altında kırmızı apoletlerinizi saklamayın.

- Ben doktorum, asker değilim.

- Haa! Doktor mu? Demek ki ben hastayım diye delice bağırdı ve kapıya doğru çok büyük bir adım attı...



BÖLÜM ÜÇ

KISIM BİR


Yıllar geçmişti. Bu çok kritik ve belirleyici bir zamandı. Sovyet ülkesi kendinden emin bir şekilde sosyalizmi benimsemişti. Bolşevik partisi tarafından yönetilen Sovyet halkı, güçlü bir ulusal endüstri inşa etmişlerdi. Kolhoz rejimi zafere ulaşmıştı. Parti tüm halkın desteğiyle, yeni toplumun açık ve gizli düşmanlarını ortaya çıkartmış, ağalığın direncini kırmıştı. Sovyet ülkesinin hayatını tüm dünya; bazıları hayranlıkla bazıları nefretle takip ediyordu. Bazıları sürekli savaşla tehdit ediyor, diğerleri Sovyet halkını örnek alarak ezenlerle mücadele etmeleri için teşvik ediyordu. Tüm ülkeyle birlikte Sovyetler Birliğinin üçüncü büyük kömür ocağı olan Karaganda'nın da görüntüsü de çok değişmişti. Yaklaşık yüz maden devreye girmiş, bütün bu madenler tamamen mekanize edilmişti. Hem kazmalar, hem buharlı aletler tarihe karışmıştı. Üretim elektrikle besleniyor, kömür kesme makineleriyle ve havalı tabancalarla kazıldıktan sonra madenden elektrikli taşıma araçlarıyla ve konveyörlerle yukarı çıkartılıyordu. Araştırma grupları bozkırın daha uzak noktalarına dalmışlardı. Sondaj kuleleri dikilmiş, yer altı zenginliklerini inceliyorlardı.

Şehir Yeni Karaganda ve kömür Karagandası diye iki bölüme ayrılmıştı. Bölgede önemli bir yere sahip olan şehrin merkezi yeni Karaganda idi.

Nüfus artıyordu. Karaganda yöneticileri ve binlerce madencinin karşısında yapılması gereken yeni görevler vardı. Daha çok teknolojik mekanizmaları kullanmaya hâkim olmak, elektrik kaynaklarını geliştirmek, şehrin ve madenlerin su teminini iyileştirmek gerekiyordu. Günler geçtikçe yeni uğraşlar ortaya çıkıyordu. Ama bu uğraşlar gelişen insanlar için, çıplak topraklarda kocaman endüstriyel şehri kendi elleriyle yapan insanlar için, mutluluk verici uğraşlardı.

Bir yaz günü Meyram kendi odasının penceresinin yanında durmuştu. Bu büyük aydınlık oda, üç katlı yeni binadaydı. Bu binaya şehrin parti komitesi de yerleşmişti.

Meyram dördüncü onluk yaşı geçmişti. Erkekleşmiş, vücudu daha sertleşmiş, sık siyah saçlarına azda olsa aklar düşmüştü. Üzerinde iyice ütülenmiş beyaz keten bir ceket vardı.

Bahçede etrafı ağaçlarla sarılmış bir fıskiye çalışıyordu. Öbek öbek yeşil çimler çıkmıştı. Çiçek tarhında rengârenk çiçekler göze batıyordu. Metal direklerde yeşil ağaçların üzerinden mat cam küreler yükselmişti.

Meyram kendi kendine - Her bloğun önünde böyle bir alan kurmak ve akşamları onu aydınlatmak ne güzel olurdu dedi. Ama bunun için hem bol su, hem de daha fazla elektrik lazım diye düşündü.

Antonina Fedorovna odaya girdi. Geçen yıllarda bu enerjik ve akıllı kadın, çok az değişmişti. Hala hızlı hareket ediyor ve sessiz yürüyordu. Sadece saçlarını farklı topluyordu: eskiden saçlarını ortadan ikiye ayırırdı. Şimdi ise tamamen arkada topluyor ve topuz yapıyordu. Bu nedenle taze pembe yüzü daha açık gözüküyordu. Antonina Fedorovna Meyram'ın önüne kalın bir dosya koydu.

- Burada toplamayı arzu ettiğiniz Kargres ile ilgili bütün materyaller var. Arabanız sizi aşağıda bekliyor. Ne zaman döneceksiniz?

- Geç dönerim sanırım.

- Akşam komitesinde ben lazım olacak mıyım?

- Bari bugün dinlenin. Sadece bana saat yedide Aşırbek'i çağırsınlar rica edin.

Girişte onu kalkık burunlu şoför beklemekteydi. O, "MK"ın kapısını açtı.

Şehir komitesi binasının önünde araba durdu ve Kanabek onlara katıldı.

Birlikte kömür Karagandasına doğru gittiler. Yeni Karaganda'dan oraya kadar yirmi kilometre yol vardı. Zigzaglı toprak yol hafif bir yamaç üzerinden geçmekteydi. Hızlı gidilemiyordu, yolda kamyonlar tarafından oluşmuş çukurlar çok fazlaydı.

Aracı Meyram kullanıyordu. Şoför "öğrenciye" hemen yardım etmeye hazır bir halde yanında oturuyordu.

Kömür Karagandasının sınırına yaklaştılar. Burada yolda ki çukurlar bayağı artmıştı ve daha derindi. Araba tepeciklerin üzerinden at arabası gibi atlıyordu. Meyram direksiyonu şoföre devretti ve Kanabek'i dürtme şansını kaçırmadan - Herhalde şehir komitesi yolun tamirini komünizme kadar ertelemiş olmalı! dedi.

- Beni didiklemeyi bırak canım. Sen kendin bana ilk önce madenlere dikkat et dedin. Şimdi ise biri yolda çukura düşse, hemen şehir komitesine fırça atıyorsun. Tıpkı benim kocakarı gibi. O da aynı. Bugün bütün sabah evin bahçesinde ki çöp kovasının kapağı kırılmış diye başımın etini yedi. Aynen senin gibi söylüyor: "Acil önlem almalısın!" Ah benim günahlarım, günahlarım. Demek ki çöp kovasının kapağından da ben sorumlu oluyorum.

Yolun iki tarafında bazı yerlerde su birikintileri vardı. Bazen bu suların ortasında sahipleri tarafından terk edilmiş, çatı seviyesine kadar suyun içinde kalmış evler duruyordu. Kömürün çıkartıldığı yerlerde toprak çökmüş ve çukurlar oluşmuştu. Zaman içinde çukurlar suyla dolmuştu. Sularda da kimsenin işine yaramayan yarım yamalak barakalar görünüyordu. Kömür Karagandası inşa ediliyor, yeni binalar hızlıca yükseliyor, eski geçici binalar ise terk ediliyordu.

Demiryolu hattını geçerek kömür Karagandasının kuzeyine doğru gittiler. Cevheri zenginleştirme fabrikası üzerinde toz bulutu dalgalanıyordu. Rüzgâr tozu dağıttığında, yolda kalın bir tabaka oluşturur ve bu tozlar arabaların içine dolardı. Toz yüzünden arabanın önünde hiçbir şey görünmüyordu ve şoför arabayı zorlukla sürüyordu.

Şehri geçip tepeye çıktılar ve orada durdular. Tozları silkelemek için arabadan indiler. Ceketini çırpan Meyram:

- Gelecekte konut blokları, kömür üretiminden biraz uzağa yeni Karaganda'ya taşınacak. İnsanların burada yaşaması çok zor dedi.

Kısa bir mesafede ki bir grup işçi yüksek, metalden üçayaklık kuruyorlardı: Üç adet kalın metal direkler uçlarından birleştiriyorlar, diplerini ise sıkı bir şekilde çimentoyla dolduruyorlardı. Böyle bir kaç üçayaklı metal direk yol boyunca sıra halinde dizilmekteydi.

Kanabek kendi üstü başı ile uğraştığından hemen cevap vermemişti. O, iç çamaşırlarına kadar soyundu. Hem pantolonunu hem de ceketini iyice çırptı. Öne çıkmış göbeğiyle bodur vücudunda kafasını kaldırarak uzun süre kullanılacak yapıya baktı ve ironik şekilde dudaklarını büzerek:

- Bir çoban hakkında derlermiş ki: "O kadar yüksek sesle ıslık çalıyor ama bakıyorsun ki sadece iki keçi güdüyor. "Burada da aynı. Bu kadar kocaman şeyler kuruyorlar. Peki, ne için? Sadece bir parmak kalınlığında bir teli bağlamak için.

- Bu tel Karaganda için bir insanın damarı gibidir. Bu tellerden elektrik geçecek.

- Ben mühendis olsaydım Karaganda ve Kargres arasında asılı vagonlar geçirirdim. Bu direkler her tür ağırlığı çekerler.

Meyram geçen sene Donbass'a gitmişti. Orada hareketli asılı dekovilleri görmüştü. Şimdi de aynı dekovillerin Karaganda ve Kargres arasında havada süzüldüklerini hayal etti.

- Güzel fikir. Ama bu asılı yoldan ne taşıyacağız?

- Her şeyi taşıyabiliriz. Benim sözümü unutma. Zamanı gelince Kargres'in etrafında çok büyük fabrikalar kurulacak. Taşınacak çok şey olacak.

- Fabrikalar inşa edelim de sonra asılı yol hakkında konuşuruz diye cevap verdi Meyram ve arabaya bindi.

Yol taşlı ama hiç tozlu değildi. Serin bir rüzgâr esmekteydi. Araba yolda kolay ve sorunsuzca gidiyordu. Kargres'e kadar otuz-otuz beş kilometre yolları kalmıştı.

Etrafta sovhozların ve kolhozların çiftlikleri vardı. Sanki bir yapının, evin, ahırın, kilerin olmadığı tepe hiç yoktu. Kır yollarında sürekli arabalar, traktörler, araçlar hareket ediyordu.

Eski zamanlarda boş bozkırın ortasında bulunan bu yolun yakınında "Piketçi" Muzdıbay tek başına yaşıyordu. Çok küçük bir soydandı. Onun ailesi daha güçlü soyların baskısına dayanamayıp bozkırın derinliklerine göç etmişti. Muzdıbay'da bir Rus köyüne yerleşmişti. Orada bir kaç sene yaşadıktan sonra büyük yolun yanında bir konaklama tesisi inşa etmiş ve buralıların ifadesiyle "piketçik" olmuştu. Yoldan geçen Ruslar ve Kazaklar burada konaklıyordu. Ücret olarak ise kim ne kadar verirse onu alırdı. Bu arada yemeği ve yatağı bedavaya veriyordu. Ama eğer adamı beğenmezse evine asla kabul etmezdi. Muzdıbay şimdi yaşlı olması nedeniyle ağır işlerden muaf tutulmuştu ama avlanmaya devam ediyor ve avını kolhoza teslim ediyordu. O, bir kaç sene önce Şerbakov ve Antonina Fedorovna'ya tilki hediye etmişti.

Meyram konuşmayı çok sevdiği Muzdıbay'a uğramayı teklif etti.

Beyaz saçlı ihtiyar, harap evinin önünde ki bahçede bir şeylerle uğraşıyordu. Arabanın gürültüsünü duyan Muzdıbay zorlanarak sırtını düzeltti ve gelenlere bakmak için ellerini gözlerine siper etti ve gelenlere dikkatlice baktı. Yıllar onu güçten düşürmüştü. Ama hala ellerini karnında birleştirip evde boş boş oturmuyordu. Şimdi ise patates ayıklıyordu. Yeşil ot onun dizlerine kadar geliyordu. Elinde biraz önce koparmış olduğu ot demetini tutarak durdu.

- Siz kimsiniz çocuklar? Yoksa Meyram mı?

- Evet, Muzdeke bildiniz. Nasılsınız. Sağlığınız sıhhatiniz yerinde mi?

- Hiç sorma. Yaşlılık insana kurt gibi saldırır, eğer onu kovamazsan. Öldürüp öldürmeyeceğini bilemezsin ama kenardan kıyıdan dişleriyle bir parça kopartır.

- Siz kaç yaşındasınız?

- Seksen üçe girdim. Buyurun eve girelim.

- Burada açık havada otursak?

- Burada da olur. Bozkırda yaşayanlar şehri sever, şehirde yaşayanlar da bozkırı sever. Hey nerde kaldınız. Keçeleri battaniyeleri getirin. Semaveri de hazırlayın çabucak...

Muzdıbay misafirlere konuşma fırsatı vermemişti. Eski zamanlardan bahsediyordu, yeni hayatını övüyordu, hayatta kaldığı ve bugünleri gördüğü için şanslı olduğunu düşünüyordu. O, çok iyi Rusça konuşuyordu.

Her şeyi anlatıp bitirdikten sonra Kanabek'e doğru kafasıyla işaret ederek:

- Bu delikanlı kim?

Uzun boynunu daha da uzatarak Kanabek'e baktı.

- Bu delikanlı yaşça sizden biraz küçük. Onun adı Kanabek. Kendisi Karaganda şehir komitesinin başkanı diye cevap verdi Meyram.

- Saygıdeğer bir görev. Herhalde çok bilgili bir adam?

- Hayatı boyunca öğrenmiş. Eski zamanlarda da öğrenmişti şimdi bile hala öğreniyor.

Muzdıbay memnuniyetini - Haaa! Yoksa eski zamanlarda Troitsk şehrinde ünlü Molla Zeynullah Hazretlerinde okudun mu?

Meyram şakayla - Her şeyi yaptı dedi.

İhtiyar susup yerinden kalktı ve eve gitti.

Kanabek - Herhalde pot kırdın dedi gülen Meyram'a.

Muzdıbay kocaman kalın bir Kuran ile döndü ve Kanabek'e uzattı.

- Al. Sende Zeynullah Hazretlerinin okuduğu gibi uzun uzun söyleyerek oku canım. Ben cahil bir adamım. Okumuş bir adamın ağzından duymak istiyorum.

- Saygıdeğer Muzdıbay Bey. Ben bu ilimi tamamen unuttum dedi Kanabek. Bir insan çocukluğunda öğrendiği her şeyi kafasında nasıl tutabilir ki zaten.

Muzdıbay suçlar gibi kafasını salladı.

- Ayy ay ay! Sana öğretilen şeyleri aklında tutamadın mı? Yaşlanınca öğrendiğin her şey daha çabuk unutulur. Bak bu olmadı işte. Öyleyse sen sana şehir komitesince verilen tüm istek ve şikâyetleri de unutacaksın. Senin durumun vahim. Biz kolhozda böyle unutkan başkanları hiç taviz vermeden toplantılarda eleştiririz, kızarız dedi.

Üzgün içini çekti.

- Ne yapabilirim bundan sonra. Herhalde misafirlerimi kendim eğlendirmek zorundayım. İsterseniz bir şarkı söyleyeyim size. Çok sevdiğim bir Rus şarkısı var.

Ve ısrar etmelerini beklemeden yaşlı Muzdıbay "Kariye Glaza[59]" şarkısını söylemeye başladı. Gerilmesinden dolayı boğazları şişmişti ama nefesini çok güzel ayarlıyordu. Yüksek tonda ki sesi bazen titremesine rağmen yine de hala güzelliğini ve tonunu kaybetmemişti.

Meyram - Ne yazık ki bu güzel sesinizi gençliğinizde hiç kimse değerlendirmemiş. Sizden Muzdeke çok iyi bir şarkıcı olabilirdi dedi.

- Hey gidi hey. Gençliğimde kendim bile değerlendirmedim. O zaman şartlar öyleydi. Geldiğiniz ve beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Sizinle birlikte içim bir nebzede olsa rahatladı. Allah rahmet eylesin senin babanı çok iyi tanırdım Meyramcan. Para kazanmaya giderken bana mutlaka uğrardı. Halk boşuna demez: "Baban ölmüş olsun. Onu gören insanlar yaşıyorsa o da yaşıyordur. " İşte ben hala yaşıyorum. Çok şey gördüm çok şey yaşadım. Akıl verebilirim. Ne istiyorsan sorabilirsin.

- Evet Muzdeke. Çok şey gördünüz. Ama şimdi hayatınızda daha ne almak ne görmek istersiniz onu bana söyleyin?

İhtiyar düşünerek şöyle cevap verdi. - Zor bir soru canım. Yaşadığım uzun hayat, şimdi bana kısa bir günmüş gibi geliyor. Bir insanı ayakta tutan şey bende var. Umudum var. Hatıralarım var. İlk oğlum ölmüştü. Kendimi sanki omurgam kırılmış gibi hissetmiştim. Ama bir dakika bile yeni oğlumun doğacağına dair umudumu kaybetmedim. Aniden karım öldü. Evim boş kaldı. Benim için bütün dünya yıkılmıştı. Ama yine de umudumu kaybetmedim. Yeni bir hayat arkadaşı buldum. Üç kere çok ağır hastalandım. Nerdeyse ölecek durumdaydım. Ama yine de ayağa kalkacağım, yaşayacağım, çalışacağım diye umutluydum. Etrafımda ki insanların da hayatı çok zordu. Fakirlik, yoksulluk herkesi eziyordu. Acı her taraftaydı. Ama herkes daha güzel günlere inanıyordu. İşte bu zamanlar geldi. Hayallerimiz gerçek oldu. Şimdi ben seksen üç yaşına girdim. Keşke yirmi beş olsaydım. Maalesef bu benim isteğimle olmaz. Yine de ben çok mutluyum. Hayatımın güneşi batarken, halkımın mutluluğunu gördüğüm için çok mutluyum.

Muzdıbay yavaşça yerinden kalktı:

- Konuşmayla karın doymaz... Hey! Kim var içerde. Et getirin, çay getirin.

Ama misafirler ikramı reddetti. Hızla çay içtiler, konuşma için teşekkür edip yola koyuldular.

Kısa bir zaman sonra Kargres'in yüksek bacası göründü. Henüz duman çıkmıyordu. Bu bölge eskiden beri yerleşim yeriydi. Nura nehrinin kıyısında Semerkant köyü vardı Onun yakınında kamu tipi ahşap binalar yapılmıştı Eskiden bu binalarda yakındaki altı bölgeye hizmet veren bir hastane bulunmaktaydı. Şimdi ise her ilçede bir hastane açılmıştı. Bu harap barakalar yıkılacaktı. Tren istasyonunun yeni binası ve çok katlı konutların yanında onlar, cüce gibi görünüyordu.

Yolcular, istasyonun yakınındaki hızla büyüyen şehri dikkatlice izliyordu.

Meyram, yeni binaların arasında dikilmiş ağaçlarla doldurulmuş geniş alanı Kanabek'e göstererek - İnşaat mühendisi İbraş her şeyi düşünen bir adam, burada güzel bir park yapılacak dedi.

- Evet diyerek onayladı Kanabek. Burada ki yönetim komitesinin şehri güzelleştirmek için bayağı çaba gösterdikleri her şeyden anlaşılıyor.

- Ama yerel komitelerin, nüfusun rahatlığı ve konforu konusunda çokta fazla düşündükleri belli olmuyor.

- Seni memnun etmek çok güç diye mırıldandı Kanabek. Az yapsak kızıyorsun, çok yapsak başarılarımızı başkalarına mal ediyorsun. Peki, sustum. İstediğin gibi olsun. Burada ki her şeyi İbraş yaptı.

Meyram sıklıkla şaka yapıyordu. Kanabek'in kızınca etli kalın dudaklarının şiştiğini görmek ve onun kinayeli cevaplarını duymak çok hoşuna gidiyordu.

Meyram devam etti - Ama siz her zaman özeleştiriyi sevdiğinizi söylüyordunuz dedi.

Kanabek şaka yollu - Kendini eleştirmek başka, fırça yemek başka şeydir dedi.

Ve arabadan inerek ilçe komitesine doğru gitti. Meyram ise inşaat edilen baraj yönüne doğru yöneldi. Orada çok yoğun bir çalışma vardı.

Nura'yı geçici olarak kapatmışlar ve suyunu dışbükey olarak kazılmış kanala aktarmışlardı. Setin altında ki nehrin yatağı görülüyordu. Orada bazı yerlere beton dökülmüş ve derin temel çukuru kazılmıştı. Şimdi inşaatçılar ana baraj duvarını yığıyor ve onu sıkıştırıyorlardı. Barajın genişliği yan yana dört adet kamyon geçebilecek şekilde projelendirilmişti. İnsanlar canla başla çalışıyordu. Her tarafta makineler hareket halindeydi. Çalışmada sadece traktörler değil, kamyonlar, ekskavatörler, mekanik silindirler hatta kürekler, çapalar ve kazmalar da kullanılıyordu. Kıyıda işçiler gruplar halinde çimento karıştırıyorlar, demirleri büküyorlardı. Beş adet geniş su tahliye kapağı yapılmaktaydı. Kapakların kapanması, ağır ve büyük metal plaka ile sağlanıyordu.

Karşı kıyıda patlatılmış kaya parçası üzerinde yalnız oturan bir adam, dizleri üzerinde açılmış bir haritaya bakıyordu. Meyram ona yaklaşınca adam haritayı katlayıp ayağa kalktı.

- Merhaba Meyram Omaroviç. Geldiğinize çok sevindim.

- Merhaba sevgili mühendis İbraş. Karım bana baba adıyla seslenmeye henüz alıştırmadı, bu nedenle Jakayeviç'i eklemiyorum diye şakayla takıldı Meyram.

İbraş Kargres'e santralin gelecekte ki yöneticisi olarak Alma Ata'dan gelmişti. Şimdi ise inşaatın bitişini kontrol ediyordu. Meyram onunla sadece ikinci kez görüşüyordu.

Birlikte bir kaya parçasına oturdular. Mühendis tekrar haritayı açtı, Meyram'da kendi dosyasını açtı. Kargres'in geleceği konusunda konuşmaya başladılar.

İbraş - Kargres sadece Karaganda'ya elektrik vermekle sınırlı olmayacak. Baraj iki yüz elli milyon metre küp suyu toplama kapasitesine sahip. Yaklaşık yetmiş beş kilometre karelik bir alanda kocaman bir göl oluşturacak. Yükselen su seviyesi, buradan yirmi kilometre mesafedeki bölge merkezi Tokarevka'ya kadar ulaşacaktır. Orada ki yürütme organları bu topraklarda yerleştirilmiş kolhoz nüfusunu taşıma işlemlerine başladı. Değerli her şey taşınıyor, kalanlar ise yakılıyor ve asitle yok ediliyor. Ama bu sorun olmayacak. Kuruluşun etrafında birçok kolhoz ve çiftlik var. Biz bunlara elektrik ve su vereceğiz. Önce üç-dört bin hektar tarlayı sulamayı sağlayacağız dedi.

Meyram'ın hâkim olmadığı pek çok konu vardı ama şehrin ve madenlerin ihtiyacı konusunda ki tereddüdünü - Bu kadar cömertçe su harcamaya ne gerek var diye sordu?

İbraş anlattı:

- Gölden Karaganda'ya bir damla su verilmeyecek. Şu anda biz Nura nehrinin yer altında bulunan ikinci yatağına ulaştık. Gördüğünüz gibi iki güçlü pompa monte ediliyor. Bu pompalar zengin yer altı havuzundan su pompalayacaklar. Bu su Karaganda için fazlasıyla yeter. Yer üstünde ki göl santrale ait bir kaynaktır. Kolhozların ve çiftliklerin tarlalarını santralin kullanmış olduğu su ile sulayacağız. Kullanılmış buharda boşa gitmeyecek. O buharla da konutları ısıtacağız. Böylece yüzlerce hatta binlerce ton kömür tasarruf edeceğiz...

İbraş Karaganda'nın geleceği hakkında çok emin konuşuyordu. Çok cesurca şeyler hayal ediyor ve anlatıyordu. Kahverengi gözleri parlıyordu. Canlı ve hareketli yüzü hafifçe kızarmıştı. Hemen hemen her cümlesi "böyle yapacağız", "böyle olacak" ifadesiyle bitiyordu.

Kendine duyduğu bu güven ve işine karşı duymuş olduğu heyecan, Meyram'a da sirayet etmişti.

- Anlattığınız şeyler benim için değerlendirmek çok zor. Çünkü mühendis değilim ama bu hedeflere en kısa zamanda ulaşacağınızdan eminim. Siz geçen sefer bozkırda ki rüzgâr gücünü kullanma imkânından da bahsetmiştiniz. Çok enteresan bir fikir bence. Siz bunu kâğıda dökün, düşünelim. Sonra da sizin raporunuzu parti il komitesi yönetim kurulunda tartışalım.

İbraş daha da heyecanlanmıştı - Bu müthiş olur! dedi.

Birlikte aşağı baraja doğru yürüdüler. İbraş konuşmasına devam ediyordu:

- Bu geçişler ve metal kapaklar, çok büyük bir öneme sahip. İlkbaharda kar ve yağmur sularının akışının yoğunlaşacağı zaman göl fazla dolabilir, taşabilir ve barajda yıkılma tehlikesi yaratabilir. İşte o zaman bu kapakları açarak fazla suyu boşaltacağız...

- Eksik bir şeyiniz var mı? İnşaatı daha çabuk bitirebilmeniz için size nasıl yardımcı olabiliriz?

İbraş gülümseyerek - Bizim her şeyimiz var dedi.

- Bir inşaatçıdan böyle bir cevap nadiren duyulur.

- Eksikliklerimiz var tabi ki. Ama onları biz kendimiz halledebiliriz.

- Santrali ne zaman devreye alacaksınız.

- Hükümetimiz tarafından belirlenmiş sürede santrali teslim edeceğiz.

- Canım İbraş Jakayeviç bizde adet olmuş, her beş yıllık planı süresinden önce bitirmeye çalışıyoruz.

Mühendis Meyram'a baktı.

- Beni çok açık konuşmak zorunda bıraktınız. Bu nedenle cevap vereceğim. Biz bir karar verdik. Ama onu henüz gizliyoruz. - Santrali üç ay öncesinden devreye almayı planlıyoruz.

- Süresinden dört ay öncesinden vermek için çaba gösterirseniz çok iyi olur.

- Bakacağız... Söz vermek kolay. Önemli olan verilen sözü tutmak.

Barajda büyük bir onur tablosu asılmıştı. Onun üstündeki kırmızı kumaştan büyük bir pankart göze çarpıyordu. Pankartta " sosyalizm yarışmasına katılın!" yazıyordu.

İki işçinin isimleri Meyram'ın dikkatini çekmişti. Bunlardan birisi belirlenmiş normların dört katını, diğeri ise beş katını yapmıştı.

- Bu kahramanları bana gösterin!

- Ekskavatöre gidelim. Ekskavatörün yanında iri yarı bir işçi özel aleti ile barajın tümseğini düzeltiyordu. Yanından geçerken Meyram onu tanıdı ve sevinçten kendini tutamayarak:

- Kolay gelsin Jeteke! Sizin burada ne işiniz var. Siz demiryolunda çalışmıyor muydunuz? dedi.

İşçi çok dikkatli bir şekilde Meyram'ın yüzüne baktı.

- Bir türlü sizi çıkartamadım, unutmuşum.

- Hatırlar mısınız? Demiryolunda şiddetli bir kar fırtınası vardı. Siz o zaman rayları kardan temizliyordunuz. Benim adım Meyram. Sizin isminiz hatırladığım kadarıyla Jetpisbay. Doğru değil mi? Siz o zaman bana demiştiniz ki: "Doğduğum zaman babam yetmiş yaşındaydı. "

- Haa! Şimdi hatırladım canım benim. Babam o kadar başkaydı ki o nerede ben neredeyim. Bir keresinde o su kuyusuna düşmüş bir atı tek başına çıkarmış. Babam o zamanlar çobanlık yapıyormuş. Bey'in at sürüsünde üç yüz at vardı. İşte onları kuyuya getirir, üç yüz kafa için kuyudan kauga[60]ile su çıkartırdı ve ona hiçbir şey olmazdı. Alnında ter bile birikmezdi. Babam gibi olmama dağlar var.

- Gördüğüm kadarıyla sizin de şikâyet edecek bir şeyiniz yok.

- Ben neyim ki! Onun peşinden toprağı düzeltmek için zar zor yetişiyorum. - dedi Jetpisbay ve kafasıyla ekskavatörü işaret etti.

- Bir insan makineyle yarışabilir mi? O bir avuçta bir ton toprak alıyor.

- Mesele o değil. Artık benim gücümde eskisi gibi değil. Herhalde yaşlanıyorum. Bayjan işte kahraman olan o. Normalin beş katını yapıyor.

Meyram Jetpisbay'dan daha güçlü bir adam görmeye hazırlanmıştı. Ama Bayjan'ın omuzları geniş olsa da orta boylu biriydi. Makinenin üzerinde gururla oturmuş, yapmış olduğu işine bakan yöneticilere hiç dikkat etmiyordu.

- Çalışırken oyalanmayı hiç sevmez dedi İbraş. Çok iyi çalışıyor. Yabancı ülkelerde paha biçilmez bu insanları "majino", "zigfrid" veya "mannergeym" gibi siperlerde çalıştırırlar. Bizde ise onlar halka faydalı olacak yapıların inşasında çalıştırıyorlar.

- Ne yapalım! Yurt dışında sadece keşke siperler inşa edilseydi. Daha kötüsü! Hitler'in liderliğinde ki Almanya savaş ateşini yakmaya hazırlanıyor. Bu yüzden emek kalesini çabucak bitirmemiz lazım.

Jetpisbay öfkeyle - Bu alçak Hitler nereden çıktı? dedi. Yüzü öfke saçıyordu. Bizim karşımıza çıkmayı denesin bakalım. Annem benim için tereyağına hiç acımadı.

Dış görünümü basit olan Jetpisbay, uluslararası olayları da takip ediyor, neler olduğunu da biliyordu. Gazeteleri okuyor, radyo dinliyordu. Sadece barajda ki kendi işini değil, halkın kendi elleriyle yapmış olduğu barajı düşmanın saldırılarından nasıl koruyabileceğini de düşünüyordu.

Meyram gurur dolu - Kahramanlarımız sadece kaslarıyla güçlü değil. Onların ruhları da bulutlardan yüksek dağlardan da daha büyüktür ve bu dağların üzerinden hiçbir düşman uçağı geçemez dedi.

Kanabek arabayla geldi. Onunla birlikte Kargres şehrinin yapılanmasını yöneten mühendis de gelmişti. Bu mütevazı ve konuşmayı pek sevmeyen bir adamdı. Konuşurken sık sık Kanabek'e bakıyor ve sanki "Şehrin inşası konusunda işler ne durumda sen anlat" der gibiydi. Kanabek övgü dolu sözler sarf etti.

- Bu mühendis çok iyi inşaatlar yapıyor. Gitelman gibi değil. Kargres şehri çok çabuk büyüdü. Konut fonundan altı bina çatı altına alındı.

- Altı binayı tamamen bitirdiniz mi?

- Yedinciye başladık bile!

Dört kişi, santralin makine dairesini, Karaganda için su pompalayacak toprak altında ki güçlü pompaları ve ayrıca kısa bir zaman önce temeli atılmış parkı ve yeni hamam binasını gezdiler, incelediler.

Yemekhaneye uğradılar. Meyram yemekten sonra Kanabek'e geri dönme zamanının geldiğini söyledi. Şimdi Nura kıyısında gidiyorlardı. Kojır tepesini geçince Jalgız - Tube tepesi yönüne döndüler ve Meyram yoldaşına seslendi:

- Kaneke!

Kanabek gözlerini açarak - Haa! diye cevap verdi. Gün boyunca yürümekten konuşmaktan bayağı yorgundu ve bu yüzden kestiriyordu.

- İbraş bana yakın bir gelecekte bu bölgenin nasıl olacağına dair detaylı bir harita gösterdi. Kojır tepesini üç taraftan su saracak. Jalgız-Tube tepesi ise küçük bir adaya dönüşecek. Bozkırımızda deniz olacak. Bu mucize değil mi?

- Ve bu mucizeyi bu sene göreceğiz değil mi?

- Mutlaka!

- Deniz nerden, nasıl toplanacak. Kar suları çoktan gitti bile.

- İbraş nehirdeki suyun yeteceğinden çok emin konuştu.

- Hiç inanasım gelmiyor. Eğer nehri barajla kapatırlarsa Nura'nın alt bölgelerinde yaşayan insanlar suyu nereden bulacaklar. Yoksa susuz mu kalacaklar.

- Göl bir-iki ay içinde dolacakmış. Sonra ise nehir eskisi gibi aynı yatağından akmaya devam edecek.

Yolun sağ tarafında yakılmış eski barakalardan ve ahırlardan duman çıkıyor, insanlar gruplar halinde dolaşıyordu. Burada gelecekte ki gölün zemininin hazırlama işleri yapılıyordu: eski çöpler, atıklar yakılıyor ve asitle imha ediliyordu. çalışma yapılan alanın uzunluğu otuz kilometreye ulaşmıştı, genişliği ise dört-beş kilometre idi. Gölün kıyıları Telman Bölgesi kolhozları ve Karaganda'nın çiftlikleri ve tarlaları için ayrılmıştı. Zamanla burada sebze bahçeleri düzenlenerek, sebze yetiştirilmesi planlanmaktaydı; Kargres tarlalar ve bahçelerin sulanması için gerekli suyu verecek ve ayrıca kolhozların ve çiftliklerin elektrik ihtiyacını giderecekti.

Meyram susmadan konuşuyordu - İbraş işi bilen bir mühendis! Ona inanmamak mümkün değil. Burada ki bozkır suya doyacak ve elektrikle aydınlandığı zamanda bu tepeciklerin arasında resmen bir cennet olacak. Hatırlıyor musunuz Kaneke, insanlar ellerinde kazma tutmayı öğrendikleri zaman nasıl sevinmişlerdi. Ya biz. "Gerbert" maden ocağından suyu yukarı çıkartmaya başladığımız zaman kendimizi zafer kazanmış gibi hissediyorduk. Teknik konusunda hiçbir şey bilmeyen Japarlar ve Rımbekler, bize çok akıllı ve çok eğitimli kişiler geliyordu. Şimdi bakın! Yabani nehri terbiye ediyoruz ve onu bizim yararımız için kullanıyoruz. Üstelikte İbraş rüzgâra da Sovyet insanları için boyunduruk vurmak istiyor. Aşırbek zaten yeni olan makineleri yenilemeyi düşünüyor. Bugünlerde büyük bir kuruluşu yönetmek için üniversiteyi bitirmek yetmez. Bilimsel olarak doktora yapmak lazımdır.

Kanabek üzgün cevap verdi:

- Siz gençlerin bilim hakkında konuşması çok kolay. Biz eski gevezeler geride kalıyoruz...

- Yok Kaneke. Geri kalmak yasak! Ne gençlere ne de yaşlılara. Hayat buna izin vermez.

Akşam sessizdi. Bozkır bahar kokusuyla doluydu. Bu nefis mis gibi kokan bozkırda, sonsuza kadar gidesi geliyordu...

Demiryolunun yanından araba Karaganda tarafına döndü. Yoldan trenler gürleyerek geçiyordu. Bozkır yolunda ise araçlar, atlı arabalar ve atlılar sürekli hareket halindeydi. Ufukta uzun tepelerin sırtlarında bir fırtına bulutu Karaganda için kalkmış, alacakaranlık inmişti. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Karaganda da ışıklar yanmaya başlamıştı.

Meyram - Kaneke bakın! Hem gökyüzü hem de topraklar yıldızlarla dolu! Bu bizim geleceğimizin yıldızlarıdır! diye bağırdı.

Onlar şehre karanlıkta girdiler. Kanabek kendi dairesinin yanında indikten sonra araba il komitesinin üç katlı binasının önünde durdu.



KISIM İKİ


Saat geçti. Yaklaşık gece birdi. Ardak ev kıyafetiyle masanın yanında oturuyordu. Önünde kitaplar açıktı. Satırların yoğun şekilde altları çizilmişti, kenarları notlarla doluydu. İşine daldığından zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamamıştı.

Ardak bir kaç senedir evliydi. Bir oğlu olmuştu. Biraz kilo almış olan Ardak bir kadının güzelliğinin tam olarak olgunlaştığı yaşa gelmişti. Beyaz tenli yüzü hafif pembe tona bürünmüş, kara gözleri uzun kirpikleriyle her zaman biraz yarı kapalıydı. Kirpiklerini kaldırdığında etrafını ışığıyla ısıtıyordu. Hiç allık yok, fondöten yoktu. Ne bileklik ne yüzük hiç bir süsleme sevmezdi. Sadece okuma yazma bilmeyen insanlara başarılı bir eğitim vermesi karşılığında ödül olarak almış olduğu çok sevdiği kol saatini hiç bırakmamıştı. Bu küçük saat onun için bütün mücevherlerden daha değerliydi.

Ev işi Ardak'ı esir almamıştı. O, dışarıdan üniversitenin filoloji bölümünü bitirmiş ve şimdi Kazak folkloru konusunda tez hazırlıyordu.

Yan odadan yavaşça kapıyı açan Meyram'ın halası Şeker girdi. O, bu dönemde belirgin şekilde yaşlanmış, sırtı kamburlaşmıştı. Omuzlarında şapan vardı, başı beyaz bir eşarp ile bağlıydı. Şeker künlük[61] takmıyordu. Sessizce durdu, gitmek için geri döndü.

Ardak, kafasını kitaplardan kaldırarak sordu:

- Ne oldu apa? Hala uyumadınız mı?

- Düşünceler bastı, uyumaya izin vermiyorlar.

- Nedir bu düşünceler?

- Anlatsam rahatsız etmem inşallah?

- Yok. Ben bugün yeterince çalıştım.

Şeker yavaş adımlarla masaya yaklaştı, Ardak'ın yanında oturdu.

- Gençlik sonsuza kadar verilmiyor canım kızım. Onun yerine yaşlılık geliyor. Bazen yaşlanmadan çok önce de zor günlerde gelebilir. Örneğin hastalık. Sen daha önce bunu düşündün mü hiç?

Ardak hafifçe gülümseyerek - Fırsat olmadı apa dedi.

- Olmadığını görüyorum. Galiba hiç zamanında yok. Ya çocuklara eğitim veriyorsun ya kendin öğreniyorsun. Meyramcan'da sabahtan akşama kadar çalışıyor. Çok mu kazandınız. Odalarda duvarlar çıplak. Ya sandalyeler, masalar ya da yataklar. İşte bütün servetiniz bu. Bize insanlar geliyor. Bazen benim yüzüm utanmaktan alev alev yanıyor. Bayten bile halı almış. Başköşeye sermiş. Diyorum ki; hayatta her şey olabilir. Hastalanmakta mümkündür. Sizin durumunuz nedir? Sadece her an kopabilecek ince bir saçtır. O zaman ne yapacaksınız? Ne umuyorsunuz? Sizin biraz kendinizi düşünmeniz lazım. Benim ihtiyar Jaylaubay sovhozda sığır bakıyor. Onun sürüsüne iki koyun koysaydınız sığırlarla birlikte gezerlerdi. Kendinizi düşünmüyorsanız oğlunuz Bolat can'ı düşünmeniz lazım. Sen benim dediklerimi bir düşün canım çiçeğim.

Ardak teyzenin konuyu nereye getirmek istediğini açıkça anlamıştı. Şeker artık yaşlanmıştı. Şimdi eski kafasıyla düşünüyordu. Yani "kara günler" için bir birikim olması lazımdı. Ardak yaşlı kadına haksız olduğunu anlatmaya çalıştı:

- Vermiş olduğunuz akıl için çok teşekkür ederim apa. Ama bize uymaz. Bizim zamanımızda en önemli zenginlik sığır sayısında ve mallarda değil, yararlı bir meslek ve iyi bir eğitimdedir. Biz düşünebildiğim kadarıyla Meyram'la bu konuda fakir değiliz.

- Şikâyet etmiyorum canım.

- Demek ki apa biz çok zenginiz. Güzel yemekler yiyoruz, kıyafetimiz herkesten kötü değil, lüzumsuz eşyalarda bir insan için ağırlıktır.

- Yok, kızım yok böyle deme!

- Ben sizi anlıyorum apa. Siz eski hayatınızda yaşadığınız kara günleri hatırlıyorsunuz. Ama şimdi çalışan bir insanın kara günler için endişelenmesine hiç gerek yok. Ülkemiz daha da zengin olsun diye uğraşıyoruz. Ülkemiz de bizi düşünüyor. Bize öğretiyor, çocuklarımızı büyütmemize yardım ediyor. Mesele Meyram, Bolat Can'ı sonbaharda kreşe vermeyi düşünüyor.

- Ay rezalete bak! diye bağırdı Şeker ve tedirginliğinin göstergesi olarak yanağını sıktı. Sizinle nasıl konuşulur? Ben bir daha duymayayım bunu senden. Bolat Can'ı tanımadığım kişilere emanet etmeye asla izin veremem. Evde olay çıkartırım ona göre.

Şeker o kadar öfkelenmişti ki konuşamıyordu. Çocuğun uyuduğu odaya gitti ve onu uyandırmamaya çalışarak sevmeye başladı. Çocuğu olmayan Şeker için Bolat Can hayatında ki en büyük mutluluktu.

Ardak parmaklarının ucunda kapıya yaklaştı. Yaşlı ninenin kısık sesle çocuğa söylediği sevgi dolu kelimeleri dinledi. Mızmız, her zaman endişe dolu olan Şeker ve küçük sevimli Bolat Can Ardak'ı çok eğlendiriyordu. O, akşamları Meyram'a Şekerle ve oğlanla ilgili neşeli olayları anlatmayı çok seviyordu.

Bugünde Ardak koridorda ki her sesi dikkatle dinleyerek sabırsızlıkla kocasının dönüşünü bekliyordu.

Kapı nihayet açılıp kapandı. Meyram yalnız değildi Ermek'le birlikte içeri girmişti. Girer girmez neşeyle sordu:

- Bu evde Ermek için votka bulunur mu?

Ardak ona hafifçe sitemkâr baktı: "Böyle bir şey sorulur mu hiç?" ve hemen sofrayı toplamaya başladı.

Ermek çok değişmişti. Artık eski kaba, az konuşan "beyaz yakalı" insanları pek sevmeyen ve böyle insanlara "beyler" diyen kazıcı değildi. O, şimdi konuşkan, samimi ve cana yakın bir adamdı. Üzerinde titizlikle ütülenmiş koyu mavi renk bir takım elbise, güzel bağlanmış bir kravat, ayaklarında yeni ayakkabılar vardı. Ermek son dönemlerde Sverdlovsk'ta okumuş Sanayi Akademisini bitirmişti. Kısa bir zaman önce onu birinci madenin müdürü olarak atamışlardı.

Ermek Meyram'a dikkatlice bakarak, samimi şekilde şakalaşıyordu:

- Eee! Sekreter. neler görüyorum. Sadece bir çocuk yaptın, şakaklarına aklar düşmeye başlamış. Bak ikinci çocuk olduğu zaman kel olursun.

Ardak şakayla karışık cevap verdi.

- Saçları şimdiden dökülüyor bile.

Meyram da şakaya devam etti - Evet öyle. Ne olacak. Hem zaman, hem de insanlar değişiyor. Mesela Ardak. Eskiden çok mütevazı, utangaç bir kızdı. Şimdi hiç susmuyor. Ya da Ereke! Eskiden somurtkan, hantal bir deveye benziyordu. Şimdi ona bir bakın. Hızlı bir tilki gibi meraklı.

İlk kadehi Meyram kaldırdı.

- Ereke, giderken biz onun okulda başarılı olması için içmiştik. Şimdi ise onun başarılarına fondip yapalım! dedi.

Herkes kadeh tokuşturdu, Ermek içtikten sonra homurdandı ve bıyıklarını düzeltti.

- Geçmişi nereden hatırladın şimdi. Eskiden neler vardı neler. Kömürü bile ellerimizle çıkartıyorduk. Şimdi ben yokken ne kadar çok şey yapmışsınız. Her tarafta makineler, her tarafta elektrik. Kazma unutulmuş. Her şey otomatikleşmiş. Helal olsun, ne diyeyim.

Sohbet canlanmıştı. Meyram, Ermek'in heyecanına yakın bir heyecanla konuştu:

- Yeni teknikle tabi ki hem çalışmak daha kolay oluyor, hem de çıkartma miktarında inanılmaz derecede artış oluyor. Ama bu daha başlangıç Ereke. Teknik insanların becerilerini geliştiriyor. İşte bu çok önemli. İnsanlar kafalarını çalıştırmaya başladılar. Örneğin Kozlov. Elektrikli telli vinç yaptı. Şaka mı? Bu telli vinç, her galeride altı dekovilin yerini aldı. Tüm Karaganda havzasında yüzlerce işçinin yaptığı işi yapıyor. Lapşin, bu kömürü tanklardan direk vagonlara yüklemek için bir yöntem keşfetti. Eskiden ekskavatör ile yüklüyorduk. Bir vagonu doldurmak için bir saat lazımdı. Şimdi ise yirmi dakikada bütün iş bitmiş oluyor. Akım, kendi ekibiyle mucizeler yaratıyor ve bunlar daha başlangıç Ereke!

Ermek ilgiyle sordu - Aşırbek'in teklifi hakkında ne haberler var. Çok ilginç bir fikir. Kömürü açık maden yöntemi ile çıkartmak, burada düşünecek çok şey var.

Meyram kaşlarını çattı ve hoşnutsuz cevaplandırdı:

- Şerbakov hala izin vermiyor. Düşünüyor, taşınıyor, hesap yapıyor dedi.

Ermek, hoşgörüyle - Hesap yapıyorsa mesele yok. Hesap yapmak iyidir. Bu konuyu çok taraflı incelemek ve kontrol etmek lazım. Unutma! Buralarda çok kar yağıyor, sık sıkta fırtına oluyor. Açık maden karla kaplanabilir, su dolabilir. Aşırbek tabi ki ilginç bir teklif sundu. Ama bende emin değilim. Yani büyük vagonlu treni direk ocağa indirmek ve onu kömürle doldurmak imkânı var mı? Donbass'ta ki iklim koşulları bizimkinden daha iyi. Orada da müthiş bir sanayi tecrübesi oluştu. Yine de madenler kapalı yöntemle çalıştırılıyor. Yok. Sergey Petroviç haklı. Onu dinlemek lazım. Acele etmek iyi sonuçlar vermeyebilir.

Meyram sıkıntılı şekilde yüzünü buruşturdu.

- İşte sende Sergey Petroviç ile aynı şeyleri söylüyorsun. Donbass'tan tabi ki öğrenmemiz lazım. Ama orada da kömür çıkartma konusunda teknolojik yöntemlerin üst limitine varamadılar henüz. Aslında genel olarak bilimin ve teknolojini gelişiminin sınırı var mı? Yok, böyle bir sınır yok!

Ermek kafasını sallayarak dinliyor, düşünüyordu. "Yıllar geçti. Meyram aynı Meyram. Bir dakika sakin oturmuyor. Acele ediyor. Herkesi dürtüyor, hareketli. Herhalde gençlik bunun için var. Acele etmek için. "

Yine de kendi kuşkularını söyledi:

- On sekiz numaralı madenin arkasında bir kara tepecik var. Biliyor musun? Eski zamanda biz onu "Kara maden" diye adlandırırdık. İngilizler orada açık maden yapmak istediler. Ama beceremediler.

Meyram ateşli - İngilizlerin sözleri bizim için emir değildir dedi.

Şerbakov'un ihtiyatı ve Ermek'in teyakkuzu, onu sinirlendirmeye başlamıştı.

- Çaykov ve Aşırbek'in başka bir fikri var. Onlar derhal açık madenin denenmesi yönünde fikir belirttiler. Tartışıyorlar, konuşuyorlar. Binlerce ton kömür ise yeraltında bekliyor. Çok derinde de değil. Açık yöntemle kolayca çıkartabiliriz. İhtiyat tabi ki iyi bir şeydir ama bu kadar da uzatmak olmaz.

Meyram durmadan Ermek'in üstüne gitmeye devam ediyordu.

- Ovçarenko diyor ki; galerilerde kömürden sütunlar bırakmamalıyız. Sen bu konuda da mı kuşkulusun yoksa?

Ermek sakince cevap verdi - Yok. Bundan hiç şüphem yok. Şerbakov da Ovçarenko'nun teklifine karşı çıkmadı. Sen niye sinirleniyorsun. Bir şey doğru ise doğrudur. Sütunlar bize binlerce ton kömür sağlayacak dedi.

- Aşırbek'in yeni metal desteklerini biliyor musun? Haberin var mı?

- Biliyorum. Çok güzel destekler. Onları gerektiği zaman hem uzatmak hem kısaltmak mümkün. Çok ağırda değiller. Eğer Aşırbek'in hesaplamaları doğru ise bu destekler bize çok fayda sağlayacaklar. Hem keresteden hem de işçilerin zamanından ne kadar tasarruf edeceğiz. Ama hesaplarla ilgili ikna olmamız gerekiyor. Sorun burada dedi.

Akademide ki dersler Ermek'e çok şey kazandırmıştı. Eğer eski Ermek olsa heyecanlanıp yeniliklerin hemen uygulanması için acele ederdi. Şimdi ise her yeniliği bilimsel olarak araştırmak, incelemek ve titiz bir kontrolden geçirmek gerektiğini çok iyi biliyordu. Meyram bir türlü sakinleşmemişti:

- Kozlov'un kombaynı hakkında ne düşünüyorsun peki.

- Henüz net bir şey söyleyemem. Çizimde bütün detayları görmedim henüz. Ama Akım, bu projeyi çok tutmuş. Gayet gerçekleştirilebilir olarak düşünüyor. Ama kontrol edilmelidir.

Meyram yine hoşnutsuz dudaklarını büzdü.

- Kontrol etmek. İşte Sergey Petroviç de hala kontrol ediyor.

Ardak konuşma boyunca susmuştu ama şimdi oda konuşmaya katıldı:

- Sergey Petroviç sadece teklifin tamamen doğru olduğuna emin olduktan sonra karar verir ve bence de bu akıllıca bir yöntemdir dedi.

- Ama biz tamamen emin olana kadar zaman uçup gidiyor.

- Sana kalsa her yeniliği teknik açıdan kontrol etmeden ve bilimsel fizibilitesi olmadan, hemen kabul etmek mi lazım, öyle mi!

- Hiç de öyle değil! Demek istediğim yenilikten korkmamalıyız. Yenilikleri daha cesaretle gerçekleştirmemiz gerekir.

- İhtiyat korkaklık demek değildir Meyram. Paldır küldür acele etmekte cesaret değildir. Bu bambaşka bir şeydir dedi Ardak.

Sabırsız Meyram'ı defalarca kendi aklıyla dizginlemek zorunda kalmıştı. Her seferinde Ardak sakin doğru sözleri bularak kırmadan bir orta yol buluyor, Meyram da sık sık onun sözünü dinliyordu.

Şimdi de sinirlenmeyi bırakmış, düşüncelere dalmıştı. Ardak onun sinirlenme sebebini çok iyi anlıyordu. Onlar şimdi Ermek ile birlikte teknik konularla ilgili toplantıdan dönmüşlerdi. Toplantıda Şerbakov bir kaç tane alel acele doğru düzgün kontrolü yapılmamış tekliflere karşı çıkmıştı. Meyram insanların önünde onunla tartışmak istemiyordu. Ama eve gelince kendini tutamamıştı.

Ardak sıcacık gülüşüyle:

- Bazen bizim Meyram tüm Karaganda'yı tek başına yönetmek istiyor. Düşünüyor ki; insanlar kendi başarılarına onun sayesinde ulaştı. Ama Sergey Petroviç kararsız bir adam olsaydı, ürkek biri olsaydı Karaganda asla bu kadar gelişemezdi dedi.

Ermek genç kadını destekleyerek:

- Biz Şerbakov'u yeni tanımıyoruz. Bir şeyi kesmeden önce yedi kez ölçer. Sen ona bir teklif sunarsın "böyle yapalım" diye, o sana hemen cevap verir. "öyle yaparsak ne elde ederiz?" der. Bence de bu korkaklık değil ağırbaşlı, makul bir öngörüdür. Olabilecek hataları tamamen önleme isteğidir dedi.

Meyram pes etmemişti - Zaman beklemez. Her şeye zaman ve hız karar verir dedi.

Tartışırlarken kadehlerinin dolu olduğunu ve yemeğin soğuduğunu fark etmemişlerdi.

Ardak hatırlattı:

- Ereke! Kadehi unuttunuz. İçin. Size kalsa uyurken de maden, maden deyip duracaksınız.

Meyram sıçradı - Hem kadehlerimizi hem de yemeklerimizi unuttuk. Bu çok kötü dedi.

Sohbet daha sakin bir havada devam etti. Janabıl'ı hatırladılar, yakın yoldaşlar unutulmazdı! Birbirlerinin sözlerini keserek onun şakalarını, sivri sözlerini hatırlayıp anlatıyorlardı. Herkes onu çok özlemişti. Sabırsızlıkla dönmesini bekliyorlardı. Janabıl şu anda Moskova'da parti yüksek okulunda okuyordu.

Ardak - Çok yetenekli bir adam! dedi. Son mektubunda bana: "Başlangıçta ben çay yemek yazıyordum. Ama artık Rusça puanlarım çok yüksek." diye yazmış. Ermek siz de "Kazma kayıyor" ile başladınız şimdi ise sanayi akademisini bitirdiniz. Bizim Mereke ise sadece " Büyümek lazım" deyip duruyor. Ama baksan kendisi büyüme konusunda pek acelesi yokmuş gibi duruyor dedi.

Meyram utanarak mazeretler öne sürdü:

- Senin gibi benim de o kadar boş zamanım olsaydı ben de çoktan bilim adamı olurdum.

- Kim hep söylerdi: "Eğer bir adam gelişmemiş ise; demek ki kendi zamanını doğru kullanmayı beceremiyordur. " diye iğneledi Ardak. Sen doktora adaylık tezini verme zamanını uzatıyorsun. O kadar uzattın ki her halde doktora tezi vermeye hiç zamanın kalmayacak.

Meyram Ermek'e dönerek - Biliyor musun? Bu sizin öğretmen var ya! Çok bunaltıyor. Bir türlü anlamıyor. Ben işin arasında bir dakika fırsat bulup tez yazıyorum. O bunu da beğenmiyor. Onun işi kolay. Okuldan geldi mi zamanı çok. Benim ise her akşam bir toplantım, bir görüşmem var dedi.

- Hayır, haksızsın! dedi kararlı şekilde Ermek. Masadan kocaman elini kaldırarak parmağıyla tehdit eder gibi. - Gerçekten haksızsın. Biz Janabıl ile hep okumak için zamanımızın olmadığını düşünüyorduk. Eğer Ardak bizi sürekli "okuyun, okuyun" diye dürtüklemeseydi bizden asla adam olmazdı. Janabıl şimdi Moskova'da okuyamazdı. Her boş akşam palyaçolara ve binici kadınlara bakmaya sirke giderdi. Bende kazıcı işçilikten bir gram öteye gidemezdim. Ardak bilimi çok sever ve diğerlerinin onun sevmesini sağlar. Ben canım Ardak'ın hakkını hayatım boyunca ödeyemem. Janabıl ise benim hesap ödendi. "Ben onların evlenmelerine yardım ettiğim için hesabımı ödedim. " diyor.

Herkes güldü. Sohbet hiç bitmeyecekmiş gibi akıp gidiyordu. Konuşacak çok konular vardı. Birlikte çok şey yaşamışlar, birçok şeyin üstesinden gelmişlerdi. Geçmişte onlar kimi yaş açısından kimi bilgi açısından genç olarak tanışmışlardı. Karaganda onların gözleri, önünde büyümüştü. Onlar Karaganda'yı kendileri oluşturmuştu. Canlı yaşanan hikâyeler kitaplarda yazılmış hikâyelerden her zaman daha eğlenceliydi...

Saat üç olmuştu. Ermek yerinden kalktı. Meyram uğurlamaya dışarı çıktı. O anda telefon çaldı. Ardak telefona cevap verdi.

Antonina Fedorovna arıyordu.

- Benim ihtiyar kıyamet kopartıyor nedense. Az önce yattı. Sizin durum nasıl?

- Bizimki de epey bi ateşlendi. Ermek'le ben onu zar zor sakinleştirdik.

- Ne oldu ki toplantıda acaba?

- Bilmiyorum. Tartışmışlar herhalde. Ama Meyram hep sustuğunu söylüyor.

- O susmuş. Diğerleri onun adına çok konuşmuşlar. Ama kocamı kandıramazsın. Kızmış. "Susuyor, ama biliyorum ki Meyram benim tarafımda değil" dedi.

- Siz endişelenmeyin Antonina Fedorovna. Onlar bugün tartışır yarın barışır. Bu ilk defa olmuyor.

Meyram geri döndüğünde Ardak telefonu kapatmıştı. Meyram çocuk odasının hafif açık kapısının yanında durdu. Odada Bolat Can ve Şeker uyuyordu.

Ardak kocasına yaklaştı ve hafifçe elini tutup kendine doğru çekti.

- Gidelim de sana Şeker ile ne kadar enteresan bir sohbet yaptık, anlatayım.

O Meyram'a gülümseyen ceylan gibi kara gözleriyle baktı. El ele tutuşup yatak odasına gittiler.


KISIM ÜÇ


İkinci madenin ofisinde üretim toplantısı vardı. Katılanlar arasında Ermek, Akın, Seyitkali ve İshak oturuyordu. Bu dördü eski arkadaşlardı. Herkesin bir tek isteği vardı: madeni geliştirmek, çalışmaları iyileştirmek. Ama bunu nasıl yapacaklar bilmiyorlardı? İşte bu konuda fikirleri farklıydı. Konuşmalar oldukça hararetliydi.

İshak tartışmaktan kızmış halde - Bizim makinelerimiz yeni galerilerde ki çalışma organizasyonu eskidir diye bağırdı ve yumruğunu masaya vurdu. Ben size sormak istiyorum. Madem böyle olacaktı biz Donbass'a niye gittik o halde?

İshak yaşça herkesten büyüktü. Kısa bir zaman önce onu parti komitesinin sekreteri olarak seçmişlerdi. Daha bir saat önce kendi yaşını ve parti pozisyonunu hatırlatarak en ateşli tartışmacıları sakinleştirmeye çalışıyordu. Şimdi ise kendi zıvanadan çıkmıştı.

Şişmiş gözleriyle Ermek'e bakarak - Grafikleriniz yanlış! Yeniden yapın. Donbass'ta grafikler böyle yapılmıyor! diye bağırıyordu.

Ermek susmuştu ama yüzü kıpkırmızıydı. Böyle sitemleri duymak çok kırıcıydı. O grafikleri Aşırbek ile birlikte yapmıştı.

İshak'ın sözleriyle sinirlenmiş maden komitesinin başkanı Seyitkali konuşmaya başladı. Geniş avuçlarını masaya dayamıştı, kalın parmakları devamlı hareket halindeydi.

- Maden komitesi de aynı fikirdedir. Grafiği gözden geçirmemiz şarttır. Neden bizim bir döngü iki gün sürüyor? Bu tamamen grafiğin suçudur. Son beş gündür belirlenmiş normun yüzde on beşi kadar eksik veriyoruz. Böyle devam ederse devletimize bin ton kömür borçlanmış olacağız. Biz madenin mekanizasyonunu yaparken buna mı ulaşmayı hedefliyorduk? Bunun için mi bizim yöneticimiz Ermek eğitim almaya gitti? Bizim madenimiz daha önce hiç bu kadar zor duruma düşmemişti. İnsanların gözlerine bakmaktan utanıyorum dedi.

Ermek susmaya devam ediyordu. Önünde duran sigara kutusunu açtı. Sağ tarafında meşe rengi sarı boyayla yarısında kadar boyanmış duvarda iki priz vardı. Ermek masadan elektrik çakmağını aldı, prizlerden birine soktu ve sigarasını yaktı. Diğer prize ise elektrikli vantilatörün fişini taktı. Masanın üzerine vantilatörden hafif bir esinti geldi. Ama bu esinti de tartışmanın ateşini söndürmemişti.

Genç madenciler toplantıda bekleme pozisyonundaydı. Herkes son günlerde yaşanmış başarısızlıklarla ilgileniyordu ama yaşça kendilerinden büyük ve tecrübeli Ermek'i, üstelikte onlardan birçoğuna çalışmayı öğrettiğini hatırlayarak eleştirmekten çekiniyorlardı.

Akım, madenin komsomol komitesinin sekreteri olan genç mekanisyen Aktanov'a bakarak dürttü:

- Sen niye sustun?

henüz iş konusunda o kadar tecrübeli olmayan mekanisyen kızardı ve sadece bir kaç kelime söyledi:

- Düşündüğüm kadarıyla Ermek makineleri fazlasıyla dağıttı. Bu nedenle makineleri yönetmek oldukça zor oluyor dedi.

Bu sözleri aktif genç madenci Semenov havada kaptı. Bu dakikaya kadar söylenenleri sabırsızlıkla dinliyordu. Kafasını kaldıran Semenov konuşmaya başladı:

- Ermek Barantayeviç! Taşıma konusunda zorluklar yaşıyoruz. Şimdi boş dekoviller eksik. Neden? Çünkü siz üretim sürecini galiba çok fazla bölmüşsünüz. Taşıma araçları köşelerde takılıp kalıyorlar. Bunu düşünün bence.

Ermek cevap vermedi. İfadesiz bir yüzle duruyordu. Ama kıpkırmızı olmuş yüzünden ve küçük keskin gözlerinin içinden geçen bakışı sabrının tükendiğini açıkça belirtiyordu. Öyle de oldu. Ermek bir anda kalkarak fişi prizden çıkardı, vantilatörün gürültüsü bir anda kesildi.

Ermek Akım'a bağırdı:

- Hey sen asık dudaklı. Herkesi dürtüklüyorsun. Eskinin hatırına o Akım'a şakayla karışık asık dudaklı dedi ama. Bu sefer sesi sert ve gözleri öfkeyle bakıyordu. - Hadi! Net olarak ne istediğini söyle?

Akım toplantılarda ayakta durarak konuşmaya alışmıştı ve bu nedenle yerinden kalktı. Geçmiş dönemlerden boyu daha da uzamış, daha erkeksi hal almış ve omuzları genişlemişti. Ama kendine çok kötü bakıyordu. Kravatı yana kaymış, ceketi yanlış düğmelenmişti.

Ermek onun konuşmasına fırsat vermeden emredici bir tonda:

- Kravatını düzelt. Ceketini de doğru düzgün ilikle dedi.

Akım söz dinleyen çocuklar gibi kendine çeki düzen verdi. Şimdi delikanlı ışıkta durduğu için yüzünde genç olmasına rağmen madende bir kaç sene kazıcılık yaptığı fark ediliyordu: yanakları ve alnı zor görünebilen siyah noktalarla doluydu. Bunlar fırlayan kömür parçacıklarının izleriydi.

Akım sert bir şekilde ve ateşli ateşli konuşmaya başladı. Ama ilk bakışta onun zayıf güçsüz karakteri olduğu belli oluyordu.

- Ereke. Ben size çok şey borçluyum. Siz beni kazıcı ustası yaptınız ve ben de sizi rezil etmemek, utandırmamak için çok çalıştım. Siz de iyi biliyorsunuz ki kazmayı elime aldığım ilk günden beri ben normları hep fazlasıyla yaptım. Makineye geçtiğim zamanda yine de yüzümü çamura bulamadım. Önde gelen işçilerden biri oldum. Ama son beş gündür utanmaktan saklanacak yer bulamıyorum...

- Bunda da ben mi suçluyum?

- Siz değil, grafiğiniz suçlu.

- Sen hiç grafik olmadan mı çalışmak istiyorsun yoksa?

- Yok. Ben grafikle çalışmak istiyorum. Ama grafiğe uyum sağlamak zorundayız. Grafiğe göre her galeri günde bir döngüyü tamamlamak zorundadır. Bir tane bile galerimiz var mı acaba bunu yapan?

- O zaman grafiği gerçekleştirmek için çalışacaksınız.

- Seve seve! Ama keresteler zamanında gelmiyor, onarımlar zamanında yapılmıyor. Boş taşıtlar yetişmiyor. Eksikliklerin sayısı çok fazla. Bu koşullarda grafik nasıl gerçekleşebilir? Hatırlayın! Günde bir döngü tamamladığım zaman ve rekorlar kırıyordum tüm eksiklikleri ortadan kaldırmak için her şey yapılmıştı.

Ermek sırıtarak - Âlemsin! Sen de biliyorsun ki o zamanlar senin için özel şartlar oluşturulmuştu ve yeni grafik her galeride aynı şartların sağlanacağı dikkate alınarak yapıldı. Bu koşullar nasıl oluşturulacak? Burada işçilerin kendilerinde akıllarını kullanmaları, yaratıcı ve hızlı olmaları gerekir. Kendi çalışma bölümünde her işçi diğerlerinden geride kalmamalıdır dedi.

Akım hüzünlü - Eh Ereke! Siz bizim koşullarımızı hiç bilmiyorsunuz dedi.

Ermek kendi öğrencisinin ağzından bu sözleri duyunca kulaklarına inanamadı. Şaşkın şaşkın baktı ve konuya uygun olmayan bir cevap verdi:

- Bilmiyorsam anlat.

- Biz kazma ile çalışırken bizim en önemli hedefimiz kömürden büyük bir parça düşürmekti. Şimdi ana hedefimiz ise kazılmış kömürü yukarıya çıkartmak. Kömür galeriden demiryolu vagonlarına yüklenmeden önce Birçok mekanizmadan geçiyor. Bir mekanizma bile bozulsa diğerleri de duruyor ve siz yeni grafiği düzenlerken bu duraklamaları yeterince hesaplamamışsınız. Sizin grafik ne zaman iyi olur biliyor musunuz? Yolda ki bütün eksiklikler bütün duraksamalar ortadan kaldırıldığı zaman.

- O kadar iyi biliyorsan sen kaldır o zaman bu duraklamaları.

Akım şaşırmıştı - Ben ne diyorum? Önce doğru düzgün demiryolu sistemi kurmak lazım. Daha güçlü vinçler monte etmek lazım. Yolları düz yapmak, dar raylı yolu iyice düzeltmek gerek. O zaman dekovillerin gidiş dönüş döngüsü daha hızlı olacak ve o zaman işçiler "boşları yollayın" diye bağırmayı bırakacak. Her vardiyanın çalışma saati gelmeden önce tüm galerilerde yirmi-yirmi beş tane doldurmaya hazır halde dekoviller ve iki-üç metre kazılmış halde kömür bulunmasını sağlamak, destek kerestesini zamanında temin etmek şarttır. O zaman kömürü göndermede gecikmeler ortadan kalkacaktır. Bunun için ne yapmak mı lazım? Bence üç vardiyadan birini hazırlama onarım işlerine ayırmak, iki vardiyayı kömür çıkartma işlerinde bırakmak lazımdır.

Ermek kurnazca sordu:

- Her vardiya kaç ton kömür veriyor sen biliyor musun?

- Biliyorum Ereke ve beni hiç korkutmuyor. Biz hazırlık işlerini doğru düzgün halledebilirsek o zaman iki vardiya şimdi ki üç vardiyadan daha fazla kömür verecek, çok eminim.

Ermek öfkeyle bağırdı - Geveze! Yerinden fırladı ve tıpkı daha önce İshak'ın yaptığı gibi yumruğunu masaya vurdu. Kalem elinden uçtu ve yere fırladı.

Ermek konuşmasına devam ederken Akım'a öfkeyle bakarken odada ileri geri yürüyordu.

- Bak sen! Hıh! Bir maden vardiyada yüzlerce ton vermeyecek umurunda bile değilmiş. Bi de utanmadan bana "bilmiyorsunuz" diyor. Ben ilk defa yer altına indiğimde sen asık dudaklı annenden süt emiyordun.

Akım sessizleşmişti. Sadece zorla gülüyor ve kızarıyordu. O, kendisini Karaganda'da kömür konusunda en iyi ustalarından biri yapan Ermek'e son derece saygı duyuyordu ve şu anda kendi ağzından çok kırıcı bir söz olan "bilmiyorsunuz" çıkmasından çok pişman olmuştu. Ama anası konusunda hiç taviz vermedi.

Sert bir şekilde- Belki siz çok biliyorsunuz. Ama bende doğruyu söylüyorum! dedi.

Ermek Akım'a doğru koşarak- Hey! Sen ne zamandan beri konuşmaya başladın? diye bağırdı.

Genç adam az kaldı üzüntüden ağlayacaktı. Kesik kesik konuştu:

- Size iyilik yaramaz. Cesurca konuş diye talepte bulunuyorsunuz doğru söyleyince de kızıyorsunuz.

O anda İshak bağırdı - Ermek yeter artık. Elleri ve dudakları titriyordu. Bende balık kanlı değilim. Bende kaynamasını bilirim dedi.

Ama sinirlenince neler yapabileceğini anlatma fırsatı bulamadı. Herkes tek bir kişiymiş gibi pencereye atıldı. Hararetli tartışmalar sanki suyla söndürülmüş gibi sönmüştü. Pencereden, ofisin kapılarına Aşırbek'in arabasının yaklaştığı görülmüştü. Başmühendis arabadan inmişti, kanca burunlu yüzünden ve traşlı kafasından ter boşanıyordu. Gün çok sıcaktı. Madenin üzerine dayanılmaz bir sıcak asılmış gibiydi. Aşırbek yüzünü, boynunu, kafasını mendille silerek ve konuşarak ofise girdi.

- Sıcaklığa bak. Resmen boğuyor dedi. Sonra Ermek'e rulo halinde sarılmış bir kâğıt uzattı. Al bakalım. Şerbakov izin verdi.

Herkes masanın etrafından toplandı çizimin üzerine eğildi. Bu metal desteğin şemasıydı. Kâğıdın altında Şerbakov'un el yazısıyla "elli tane yapılmasına izin veriyorum" yazısı vardı.

Sesler gelmeye başladı.

- Azmış. Bununla kaç metre bağlanabilir ki?

- Kısırlı miktar için talimat vermiş. Resmen cimrilik yapmış.

Aşırbek gülümseyerek memnun olmayanlara göz kırptı.

- İlk sefer için yeterli. İlk elli bağlantının ne sonuç vereceğini görsün bin taneye bile izin verecek. Bizim Sergey Petroviç eski savaşçıdır. İyice hazırlanmadan saldırmaz. Neyse. Zaman kaybetmeyelim. Hemen bizim mekanik atölyesine sipariş vermeliyiz. Eminim bu destekler bütün madenlerde kullanılacaktır. Bunlar var ya! Devletimize binlerce metreküp kereste sağlayacaktır.

- Demek ki prim verecekler sana. Böyle bir iş için hak ettin.

- Açık madenden haber var mı?

- Henüz izin vermedi. Detaylı olarak incelenmesinde ısrar ediyor. Sadece Şerbakov değil, Ermek ve bir kaç eski madencide şüphe içindeler. Yine de arkadaşlar ben hedefime ulaşacağım, göreceksiniz.

İnsanların yüzleri aydınlanmış, herkes rahatlamıştı. Onlar her zaman madende uygulanan yeniliklere sevinirlerdi. Ermek'te sakinleşmişti. Mühendise dostça:

- Eski madenciler senin teklifine karşı değiller. Biz sadece gençlerin hata yapmamalarını istiyoruz dedi.

Neşelenmişti, Akım'a doğru yaklaştı. Parmağıyla onun alt dudağına hafifçe dokunarak sonra da omzunu okşadı.

- Küstün mü? Tamam, merak etme. Teklifini konuşacağız. Küçükte olsa dikkat etmeye değer.

Yüksek sesle telefon çaldı. Ermek telefonu aldı ve yüzü hemen değişti.

- Nerede? Derhal tüm yer altı noktalarına haber verin. Telefonda bağırarak paldır küldür kapıya fırladı. Koşarken bağırıyordu - Dördüncü bölgede yangın var! Cankurtaran ve destek ekibini çağırın.



KISIM DÖRT


Eski zamanlarda böyle durumlarda madenin üstünde sirenler çalar, halk siren sesiyle toplanırdı. Madenin içine itfaiye ve kurtarma ekibi indirebilmek, bayağı uzun bir zaman alıyordu. Şimdi ise her şey çok farklıydı. İki dakikada kaldırma kafesi Ermek'i aşağıya indirmişti. Çabuk ve becerikli bir şekilde gaz maskesini taktı, elektrikli arabaya bindi ve yangın yerine doğru hızlıca gitti. Felaketin patladığı bölge, en uzak bölgedeydi. Elektrikli kaldırma aracı sürekli çan çalarak, güçlü projektör lambasını sönüp yakarak ve tellerden mavi renkli kıvılcımlar çıkartarak yan yolların arasında ki ana yollardan hiç sapmayarak hızlıca ilerliyordu.

Makineyi kendinden gayet emin Baljan kullanıyordu. O da maske takmıştı. Elektrikli araç, ellerinde fenerlerle koşan işçilerin yanından geçiyordu. Sadece havalandırma sistemi ve kaldırma kafesi çalışıyordu. Maden üzerinde çok büyük bir tehlike oluşmuştu. Yeraltında ki yangın çok ciddiydi ve onu söndürmek inanılmaz derecede zordu. İnsanların ölme ve üretimin uzun süreli durma riski vardı.

Yaptıklarını, yavaş yavaş maden içinde yayılan yoğun kesif duman engelliyordu. İnsanlar takılarak ve düşerek alevden çıkıyorlardı. Gücünü kaybedenleri sağlam olanlar kollarının altlarında çıkartıyorlardı.

Ermek yangın yerine ilk gelenlerdendi. Elektrikli araçtan inerek koştu. Ama tek başına ne yapabilirdi ki? Kalın kömür katmanı çok fazla duman çıkartarak yanıyordu. Madenin içinde yoğun sis yayılmış ve sisin ortasında farklı yerlerden alevler çıkıyor, tavandan kömürler çıtlayarak düşüyordu. Resmen kıyamet kopuyordu. Bir adım atmanın bile imkânı yoktu.

Kurtarma ekibi ve madenin işçilerinden oluşan gönüllü destek ekipleri yetişmişti. Herkes bakır baretleri takmış, yüzleri özel maskelerle kapanmış, maskelerde bir kaç saat yetecek oksijen bulunuyordu. Herkesin elinde yangın söndürme cihazları vardı. İnsanlar hızlıca ve işi bilerek hareket ediyorlardı.

Başlarında çok uzun boylu bir adam vardı. Boş yere konuşmadan talimatları elleriyle veriyordu. Aleve önce yaklaştı ve yanan kömürü kenara çekmeye başladı. Böylece yangın olan kısmı izole etmek ve alevin yayılmasını engellemeye çalışıyordu. Küreğin altından, yanan kömürün üzerinde alev çıkıyordu. Duman perdesi, ekiplerin işlerini yapmalarına izin vermiyordu. İnsanların ateşle özverili mücadelesi, küreklerin kazıkların ve kazmaların çınlama sesi ve alevin çatırtılarını söylüyordu.

Yine de alevler aynı güçle ortalığı kasıp kavuruyordu. Tecrübeli madenci Ermek yanan kısmı en hızlı şekilde izole etmek ve tuğla ile girişi iki taraftan sıkıca kapatmak gerektiğini çok iyi biliyordu. O zaman hava erişimi kesilir ve alevler boğulup sönerdi. Ama burada kil ve tuğla yoktu. Bunları derhal buraya temin etmek gerekiyordu. Bunun için ilgili talimatı telefonla vermek lazımdı. Telefon madenin acil sığınağındaydı. Oraya koşmak gerekiyordu. Ermek hemen sığınağa doğru koştu. Sığınağa nefesi kesilmiş bir halde ulaştı. Orada maskesini çıkartıp kendine gelmek için nefes aldı. Burada iki yaralı kişi bulunmaktaydı. Onlardan biri kafasını kaldırmış sırt üstü yatıyordu. Sivri sakalı yukarı doğru bakıyor, ara sıra titriyordu. Yaşıyordu demek ki. Hekim kadın gayet emin bir sesle konuşuyordu:

- Bi şey olmaz. Geçecek, geçecek.

Ermek yaralının yüzüne dikkatlice baktı ve bağırdı - Bu Jumabay! Jumeke kendini nasıl hissediyorsun?

- İyiyim. Tanrının izniyle iyiyim. Sadece başım çatlayacak gibi.

İkinci işçi de kendine gelmişti. Kendi kendine damacanadan su doldurdu ve içti.

Bu sığınak, güvenli şekilde donatılmıştı. Buraya ne duman ne gaz giremezdi. Bu odada bir hekim günde yirmi dört saat boyunca nöbet tutmaktaydı. Sığınağın içine hava dışarıdan borular vasıtasıyla gelmekteydi. Bu yer altında ki iyi donatılmış tıbbi yardım odasında işçiler her zaman ilk yardım alabiliyorlardı. Telefonun yanında Şerbakov, onun yanında Aşırbek oturuyordu. Sergey Petroviç yüksek sesle telefonla talimatlar veriyordu:

- Akım sen misin? Derhal yangın yerine kil ve tuğla getirin. Elinizi çabuk tutun. Bir dakika bile oyalanmak yok.

Bu yaşlı, hayatında her şeyi görmüş Donetsk'li madenci sakindi. O, kendisine lazım olan insanın şu anda nerede olduğunu hatasız şekilde biliyordu. Ermek onunla birlikte çalıştıkları zaman boyunca bu adamın gerçek büyük bir sanayi yöneticisi olduğunu kaçıncı kez öğreniyordu. Madende kazalara karşı yapılacak işler müthiş bir şekilde organize edilmişti. Her işçi önceden ne yapacağını, felaket ile nasıl mücadele edeceğini, felaket anında ne yapması gerektiğini, acil durumlarda kurtarma ekiplerinin hangi yoldan hangi rotadan geçeceklerini net şekilde biliyordu. Şimdi bile ne panik ne yaygara görülmüyordu. Alarmlar çalar çalmaz madenciler kendi pozisyonları alıp kurtarma ekiplerine yardım ediyorlardı.

Şerbakov Ermek'e baktı.

- Nereden geldin sen? Gerçekten ölen yok mu?

- Yok. Ama Sergey Petroviç bu yangın söndürülmez halde.

Şerbakov sandalyesinden kalkarken sandalyesi gıcırdadı.

- Tuğla ve kil getirmeleri talimatını verdim. Artık işimize bakalım. Hadi gidelim.

Susuzluklarını giderdikten sonra maskelerini taktılar ve sığınaktan çıktılar.

Duman, madenin tüm galerilerine yayılmaya başlamıştı. Ama fanlardan gelen güçlü hava akımı bu dumanı geriye, yangın yerine kovmuştu.

Ancak hava akımı ateşi daha da körüklüyordu. Yandaki galerilerin duvarları ve tavanları yaklaşık yüz metre boyunca bembeyaz olmuştu: onların üzerinde bulunan kömür tozları alevlenmesin diye kil taşı ile yoğun şekilde kaplanmıştı.

İtfaiye şefi kürekle yanan kırmızı parçaları çıkartarak kenara atıyor ve onların kille karıştırılmış suyla sulanması için emir veriyordu. Bu karışım alevi çabucak söndürüyordu.

Ermek yoğun duman ve buhar bulutuna daldı, yüksek sesle şefe talimat verdi;

Girişleri iki taraftan derhal kapatın!

Şef kekeleyerek - Siz gönderilmeye hazır kömürü mü kapatmaya çalışıyorsunuz? diye itiraz etti.

- Kömürün büyük kısmı yangının bu tarafında kaldı. Dediğimi yapın!

İtfaiye şefi tereddütlüydü. Çünkü burada yetkili olan oydu ve herkes onun emirlerini dinlemek zorunda olduğuna inanıyordu. Buna rağmen Ermek'in talimatını doğru olduğunu kabul etmek zorundaydı. Hızlıca dönen şef duman bulutuna girdi.

İçerden yüksek sesle emirler duyuluyordu - Bırak! Çekil!

Uzun galerinin sonunda iki giriş vardı. Bunlar yangın olan kısma çıkıyorlardı. İnsanlar hızlıca bu girişleri kapatmaya başlamışlardı. Kil ve tuğla ellerine ulaşmıştı bile. Ekiplerin tecrübeli askerleri, tek bir organ gibi çalışıyordu.

Artık yangının söndürülmesi konusunda endişelenmeye gerek kalmayınca Ermek sığınağa döndü.

Jumabay sırtını duvara dayamış oturuyordu. Bir elinde maske diğer elinde not defteri vardı. Not defterine bakıyor, sessizce bir şeyler söyleyerek yavaşça dudaklarını kıpırdatıyordu.

Ermek büyük bir ilgiyle sordu - Sen nasıl oldu da dumanla zehirlendin Jumeke. Masken takılıydı, ben gördüm.

- Allah'ın takdiri. Bende kendime şaşırıyorum. Yangını ilk ben gördüm. Havanın ısınmaya başladığını hemen hissettim, duman kokusu geldi. Zor nefes almaya başladık. Ben hemencecik maskeyi taktım ve koştum, Elektrikli taşıma aracında Baljan ile karşılaştım. Ona yangını söyledim ve geri yangına doğru koştum...

-Ee sonra?

- Aceleden yolu karıştırınca çok fazla koşmuşum. Ya maskenin içinde ki ilaç bitti ya da koşmaktan benim nefesim tıkandı. Bilmiyorum ama bacaklarım büküldü ve düştüm. O zaman ben yatarak bir demir parçası ile borulara ve raylara vurmaya başladım. Bu sesi duyan bir genç geldi ve beni buraya getirdi.

- Niye not defterine bakıp duruyorsun?

- Burada bütün kurallar yazıyor ve ben de onları okuyorum.

- İş güvenliği kurallarını ezbere bilmeniz lazımdı.

- Bunca kural bir kafaya nasıl sığabilir? Benim kafam sadece bir yumruk kadar. Sen bana başka bir şey söyle canım. Benim sağ olduğumdan karımın haberi var mı?

- Haberi yoksa bile az sonra kendi gözleriyle görecek. Bugün sana misafirliğe gelmemiz iyi olur. Bu kadar kolay atlattığına göre insanları çağır ve ziyafet ver.

- Evet. Bence tamamen uygundur. Ahırda koyunda var. Janabıl'ın dönüşü için besleniyor. Ama artık niye bekleyeceğim ki. Hazır yoldaş Şerbakov'da bizim madene gelmişken. O bana daha önce hiç misafirliğe gelmedi. Onu da çağırsak ne iyi olur. Ama hanımım ne diyecek bilmiyorum. Bu işlerde o karar vericidir.

- Hayret! Bir kadın kocasına karşı çıkabilir mi hiç?

- Böyle söyleme. Onun karakteri, açıkçası çok iğrençtir. Allah'ın takdiri. Bazen küçücük bir şeyden fırtına kopartabiliyor.

Jumabay eski bir madenci olarak biliniyordu. Okuma yazma öğrenmiş, yer altındaki düzene evi gibi alışmıştı. Eski kalan tek şeyi karakteriydi. Nazik ve uysal. Jumabay neredeyse kahkahalar oradaydı. O güldürmeyi bildirmiyordu, hiç denememişti bile. Ama öyle oluyordu ki insanlar ona bakıp konuşmalarını dinleyince kahkaha atmaktan kendilerini alamıyorlardı.

Şerbakov sığınağa dönmüştü. Ermek ona Jumabay'ın bugünkü maceralarını anlattı.

Sergey Petroviç onu övdü - Aferin! Felaketi ilk sen fark ettin ve diğerlerini de uyardın. Jumabay ile küçük bir çocukmuş gibi konuşuyordu. Böyle kahramanları ayrı bir yere koymak gerekir. İtfaiyeci kahramanlara da prim vermeyi unutmayın.

Ermek karşı çıktı - Onların kendi organizasyonları, kendi yöneticileri var. Primi de onlar versin dedi.

Sergey Petroviç istemeden güldü. - İşte bak! Bir de bana cimri diyorlar. Gerçek cimri meğerse buymuş. Yok, benim canım. Cüzdanını açacaksın. İtfaiyeciler senin madenini kurtardılar.

İçeri hızlı adımlarla Jumaniyaz girdi. Maskesini ve iş kıyafetini çabucak çıkardı. Terli, kızgın kimseye merhaba demeden kendi güzel siyah bıyıklarını bile düzeltmeden Ermek'e saldırdı:

- Siz delirdiniz mi yoksa? Bi de herkes sizi tecrübeli madenci zannediyor. Rezillik bu diye bağırıyordu. Her tür yeniliği konuşuyorsunuz. Burnunuzun ucunda neler olduğundan haberiniz yok. Bulutlara değil, madenin içine bakmak lazım. Daha yangın söndürülmemiş yaptığınız şeye bakın. Madenin ortasında kıvılcımlar saçarak elektrikli taşıma makinesi geçiyor. Ben size iş sağlığı ve güvenliği kurallarını hatırlatmak zorundayım. Yangını önlemeyi beceremediniz, bari bunu unutmayın. Ne yaparsanız yapın artık tek bir işçinin madene girmesine izin vermem.

Ermek, şehir sendikası başkanının birazcık sakinleşmesini bekledikten sonra - Jumeke! Ana yoldan sadece bir tane elektrikli taşıma aracı geçiyor. Bu gerçekten gerekli bir şeydir. Üstelikte orası güvenli haldedir. Kalan tüm hareketler durduruldu. Yangını önlemeyi beceremedik, haklısınız. Kabul ediyorum. Hala kömürümüzün kalitesini, özelliklerini doğru düzgün öğrenemedik. Alevlenebildiği koşulları tam olarak bilemiyoruz... dedi.

Sergey Petroviç çok sert bir şekilde - Çoktan öğrenmeliydiniz. Ben yoldaş Aşırbek'i bu konuda kaç kere uyardım. Buluşları çok iyi ama kendi kömürünü de bilmesi lazım. Bu en basit kuralı bir emirle hatırlatmak lazım dedi.

Jumaniyaz sakinleşmemişti - Emir bir yana, işçilere bu olaydan dolayı boş durdukları zamanlar için maaşlarını vermeyi de unutmayın.

-Jumeke bağırmayın. Ödeyeceğiz tabi ki. İşçiler bizim düşüncesizliğimiz yüzünden zarar görmeyecekler.

- Bağırmadan olmuyor Sergey Petroviç. Eskiden her köyde bağıran bir ihtiyar varmış. İşte bende böyleyim.

Şerbakov başka bir şeyi düşünerek - Şimdi Meyram Omaroviç'in nerede olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.

- Yine Kargres'e gitti. Bende dün oradaydım.

Sergey Petroviç heyecanlanmıştı - Eee! Baraj işi ne durumda?

- Ben oradayken son geçiş kapısını kapattılar. Su yükseliyor. Küçük bir göl oluştu bile.

- Her şeyden belli ki inşaatçılar santrali süresinden önce teslim edecekler.

- Süresinden üç ay öncesinden teslim edeceklerine söz verdiler. Artık Karaganda'yı hem suyla hem elektrikle doyuracağız. Tüm madenleri tıpkı gündüz ışığı gibi aydınlatacağız.

- Evet. Kargres bizim görüntümüzü çok değiştirecek dedi Sergey Petroviç. Bunları söylerken sanki elektrik santralinin ışıklarını görüyormuş gibi ileriye doğru bakıyordu.

Madenin yöneticileri ve itfaiye şefi geri dönmüşlerdi. Başmühendis Aşırbek yangının kontrol altına alındığını söyledi:

- Galerinin iki girişi duvarla kapatıldı. Hava sıcaklığı ve gaz sızıntılarının kontrol edilmesi için iki nöbetçi yerleştirildi. Alev kısa zaman içinde kendiliğinden söner. Olay esnasında panik oluşmadı. Can kaybımız yok. Yangının söndürülmesi esnasında herkes kendi görevlerini tamamen yerine getirdi. Madenin mal varlıkları - taşıma araçları, elektrik kabloları, su ve havalandırma boruları hasar görmedi. Şimdi havalandırmayı güçlendirerek madende ki havayı temizlemek ve madeni tekrar çalışır hale getirmek lazım.

Şerbakov dinlediği rapordan memnun kalmıştı ama yine de yorum yapmaktan geri kalmadı:

- Yoldaş başmühendis, bu kaza ilk önce size ders olsun. Yeni çalışma metotları aramanıza değer veriyorum ama en basit kuralları, süreçleri unutmayın. Bizim kömürümüzün kalitesini incelemek gerekiyor. Kendiliğinden alevlenmeye hangi koşulların sebebiyet verdiğini net olarak bilmemiz lazımdır. Bu konuyla ilgili olarak bir emir çıkartacağım ve bu emre uyulmasını rica ediyorum.

İtfaiye şefi kekeleyerek ekledi:

- Yaayyayangın alalannı ya yan nında ça ça çalışmaları şimmmdilik yasak lllıyorum.

Jumabay adama çok dikkatli baktı, sonra bir anda sevinçle yerinden fırladı ve itfaiyeciye sarıldı. Sarıldığı anda kafası dev gibi adamın göğsüne anca geliyordu.

Onlar o anda birbirlerini hatırladılar. Güzel bir tesadüftü! itfaiye şefi Jumabay'ın Karaganda'ya geldiği ilk aylarda Hutjan'ın ekibinde birlikte çalıştığı kekeme çocuktu. O zaman aynı ekipte Alibek'te vardı. Jumabay kekeme çocuğun bir gün Alibek'e kızdığını hatırlamıştı: "Sssen aaağğamımıısın yokkkksa!" Donbass'a gidip geldikten sonra bu genç adam itfaiye şefi olmuştu. O şimdi gerçek kocaman bir dev adama dönüşmüştü. Onun iki omzuna birer adam rahatça oturabilirdi. Konuşurken ortaya şöyle bir durum çıkmıştı. Bugün boğulmasına az kalmış Jumabay'ın hayatını itfaiye şefi kurtarmış ve sığınağa götürmüştü.

Jumabay - Canım Aytcan! diye bağırdı. Hayatım boyunca sana borçluyum! Evime misafir ol, mutlaka gel!

Şerbakov'da o sırada Aytcan'ın elini sıkmıştı.

- Size ve sizin cesur adamlarınıza minnetlerimi sunuyorum diyerek kolundan kendi kol saatini çıkardı ve Aytcan'a verdi. - Bu saat çok dakiktir. Sizde aynı bu saat gibi dakik çalışın. Bu bir ödül değil. Sadece bir anı olması için hediye ediyorum...

Gürültülü bir şekilde olayı konuşarak sığınaktan çıktılar. Hava demir bacalardan ve lastik hortumlardan ıslık çalarak dışarı atılıyordu. Böylece maden havalandırılacak ve duman kokusu yok edilecekti.


KISIM BEŞ


Şerbakov yukarı çıktığı zaman hemen banyoya gitti. Banyo vardiya işçilerinin odası ve lambaların deposunun bulunduğu bloktaydı. Artık madenciler işe temiz kıyafetlerle geliyorlardı. Vardiya odasında iş kıyafetini giyip çalışma iznini ve lambayı alıp yer altına iniyorlardı. Vardiya bitince iş kıyafetlerini ve lambayı teslim edip banyoda yıkanarak temiz kıyafetleriyle evlerine dönüyorlardı.

Şerbakov yangında iş kıyafetiyleydi. Yıkanması, kıyafetini değiştirmesi gerekiyordu. Bu madende ki yeni inşa edilmiş banyoya ilk kez geldiği için etrafı dikkatlice gözden geçirdi. Duvarlar seramik kaplı, çimento zemin satranç kareleri şeklinde boyanmıştı. Yaklaşık iki yüz kişi kapasiteli soyunma odasının uzunluğunca iki kapılı kıyafet dolapları duruyordu. Her kapıda işçinin soyadı yazıyordu. Gece gündüz her zaman banyolar ve duşlar hatta buhar odaları hazırdı. Banyo ücretsizdi.

Karaganda'nın eskiden beri yaşayanlarından ileri yaşlarda bir kadın - Burada ki baş banyocu Şerbakov'a peştamal verdi.

Evet, Anna Petrovna dedi Şerbakov. Banyo İngilizler zamanında nasıldı, hatırlarsınız belki? Bizimki ondan daha iyi değil mi?

Anna Petrovna, açılmayan yaşlı parmaklarıyla duvarın seramik kaplamasına hafifçe vurdu.

- Ben böyle bir güzelliği kilisede bile görmedim. Benim annem çok becerikli bir kadındı. Tıpkı bunlar gibi renkli ipek kare parçalardan inanılmaz güzel yorganlar dikerdi. Onları hiç bir şeyle karşılaştırmam mümkün değil. Bu cam mı, taş mı belki de mücevher gibi bir şey bilemedim. Ama bir şeyi aklım almıyor. Devletin parasına niye acımıyorsunuz. Banyoda bu kadar lükse ne gerek var ki? dedi.

- İşçiler zorlu bir çalışma gününden sonra ne kadar konfor varsa yararlanmalıdır.

- Off! Daha mütevazı yaşamak lazım. Bu müsriflik iyi sonuç vermez. Bir tuvalet için porselen kullanmaya bi de pahalı aynayı koymaya hiç gerek yok. Bizim madenin yöneticisi var ya! Paraları su gibi harcıyor. Siz ona kızsaydınız keşke Sergey Petroviç. Bu kadar çok masraf yapmak iyi bir şey değil. Para da zor kazanılıyor.

Sergey Petroviç yaşlı kadının muhakemesine güldü ve duşlara gitti. Yıkanıp kıyafetini değiştirdikten sonra işçilerin yemekhanesine uğradı. Sergey Petroviç'i herkes tanıyordu. Kendisi de insanları çok iyi hatırlıyordu. Yemekhanede yürürken hemen hemen her karşılaştığı insanla merhabalaşıyordu. Birine soyadıyla, öbürüne ismiyle, bir başkasına sadece baba adıyla bazılarına da arkadaşlarının verdiği lakapla sesleniyordu. Sonra masaya oturdu.

Kalkık burunlu, oldukça genç bir kız ona doğru yaklaştı. Önlüğünün fırfırlarını eliyle düzelterek sordu:

- Ne vereyim size?

- Şerbakov gülerek kıza baktı - İstediğim şeyi bulabilecek misin acaba diye sordu?

- Ne isteyeceğinize bağlı.

- Mesela Narzan[62]

- Var.

- Bir tane verir misin? Hey bi dur. Şuna da bak. Nasıl da canlı. İşçiler yemeklerden memnun mu?

- Şikâyet yok Sergey Petroviç. Ama bazen içecekler yetmiyor.

- Neden yetmiyor?

- Siz Sergey Petroviç bunu benden daha iyi biliyorsunuz. İçecekleri diğer şehirlerden getirtmek zorundayız.

- Daha fazla getirsinler.

- Burada üretmek daha iyi olmaz mı?

- Neyi. Narzanı mı?

- Yokk! Meyve suyunu.

- İyi bir fikir kızım. Düşünmek lazım.

Garson yine gitmeye kalkıştı ama Şerbakov onu önlüğünün kenarından tutarak yine durdurdu.

- Cıva gibisin maşallah! Bir yerde sakin duramıyorsun... Çok güzel bir fıskiyeniz var. Bunu kim yaptı acaba?

- Siz bilmiyor musunuz yoksa? Djumaş yaptı.

- Djumaş mı? Kim bu Djumaş?

- Bizim Djumaş işte. İshak dedenin oğlu.

- Eski kazıcı İshak'ın mı?

- Evet.

Sergey Petroviç kız Narzanı getirene kadar ilgiyle fıskiyeyi inceledi. Bir yurta ebadında ki havuzun ortasında ustaca yerleştirilmiş canlı gibi iki erkek çocuk figürü duruyordu. Çocuklar birbirlerine su atıyormuş gibi eğilme pozu almıştı. Havuzda canlı balıklar yüzüyordu.

Madencilerin yemekhanesi lüks bir restoran gibi dekore edilmişti. Masalarda maden bölümlerinin yöneticileri, ustaları, mekanisyenler, mühendisleri, teknisyenler, işçiler oturuyordu. Sergey Petroviç herkesin yüzünü biliyordu ve hemen hemen herkesin eskiden kim olduğunu ve şimdi artık kim olduklarını anlatabilirdi.

Şerbakov susuzluğunu giderdikten sonra dışarıya çıktı şoförüne seslendi:

- Peşimden yavaşça gel.

Ve yürüyerek gitti.

O, önce biraz aşağıda ki alanın ortasında duran tiyatroya gitmeye karar vermişti ama yolun ortasında kararını değiştirip tepeden geçen şehrin sınırına doğru döndü.

Çok fazla olmayan bir zaman önce bu tepenin yamaçlarında sadece rüzgâr dolaşırdı. Şimdi ise doldurulmamış küçücük bir parça toprak bile kalmamıştı. Geçmiş yılların acelesinde köy plansız bir şekilde inşa edilmişti ve bu yüzden çok çabuk genişlemişti.

Köy en uzak sınırıyla komşu kolhozların tarlalarına değiyordu. Otuzuncu ve otuz birinci yıllarda Sovyet Karaganda'nın temeli atıldığı zaman köye her taraftan işçiler akın etmişti. Diğerlerinin arasında Ardak, Janabıl, Bokay'da buraya yerleşmişti. Artık tepede şehir tipli bireysel konutlar inşa edilmiş, köy Zagorodniy adını almıştı.

Şehrin kuzeyinde bulunan diğer sınırında demiryolu istasyonunun arkasında, eski yarı toprak barakalar hatırına Kazma şehri verilmiş bir köy vardı.

Karaganda'nın merkezinde plana göre yerleştirilmiş çok katlı binalar ve düz sokaklar vardı. Köyler ise inşaat mühendislerinin kontrolü dışında her hangi bir çizim olmadan kendiliğinden inşa ediliyordu. Burada ki nüfusunda elektrik ve su ihtiyacı vardı.

Sergey Petroviç hem yürüyor hem de düşünüyordu: "Kargres devreye girer girmez hemen şehrin kenarlarına su boru hatları döşememiz, elektrik hatlarını çekmemiz lazım. "

Düşüncelerinin akışını birinin yüksek sesi kesti. Kafasını kaldırdığında en yakın evin önünde Kanabek'i ve Bayten'i gördü.

Bayten bağırıyordu - Bu ne biçim bir düzen? Nüfusun yarısı her şeyin hazır olduğu şehre yerleşmiş. Onların evlerinde her tür konfor var. Karaganda'yı kim inşa etti? Biz ettik. Neden bende ne elektrik var ne de su var. Ben gerçekten kavga etmeden önce bir an evvel bunları halledin.

Geçmiş yıllar Bayten'i bayağı değiştirmişti. Ön dişleri düşmüştü ve bu yüzden heyecanlandığı zaman konuşurken ağzından tükürük saçıyordu. Siyah bıyıkları artık beyazla karışıktı. Başını traş ettirmişti ve kafasının çıplak tepesi, yıllarca tuz ezen yuvarlak ezme sopasının başına benziyordu. Onu daha kolay bir işe aktardıkları zaman bir müddet susmuştu. Ama sonra tekrar coşmuş, eskisinden daha seçici ve titiz olmuştu.

Kanabek onu sakinleştirmeye çalışırken - Gürültü yapma, bağırma. Hata sende. Niye kamu dairesinden ayrıldın. Burayı niye inşa ettin? Artık birazcık sabret. Diğerleriyle birlikte hem su hem de elektrik olacak dedi.

Ama Bayten susmak istemiyordu - Ben buraya ineğin otlaması için bir yer olsun diye taşındım. O zamanlar burada herkes için bol bol yer vardı. Şimdi ise burası da daraldı. Bi de hiç konfor yok... dedi.

Şerbakov şakayla onu dürttü - İyice salla onu, hiç bırakma! Merhaba Bayten. Epeydir gür sesini duymamıştım. E ne haber, ne yapıyorsun, nerede çalışıyorsun dedi.

- Benim canım mekanik atölyesinden nereye gidebilirim. Güvenlikte çalışıyorum. Atölyeyi koruyorum...

Bayten bunu söylerken tıpkı eskiden olduğu gibi önemli biri pozisyonunu aldı, ellerini beline koyarak göğsünü şişirdi. Mekanik atölyesi uzun yıllar önce büyük bir fabrikaya dönüşmüştü. Ancak Bayten her zaman ki alışkanlıkla onu hâlâ atölye olarak adlandırıyordu.

Kendini övmeye devam ederek - Evet. Biz atölyemizde büyük işler yapıyoruz. Bütün madenleri hatta tüm şehri elimizde tutuyoruz. Hatırlıyor musunuz ben dördüncü madeni kazadan nasıl kurtarmıştım? Orada kocaman bir fırtına çıkmıştı ve fırtına kadar şiddetliydi ki burnunun ucunu göremezdin. On iki işçiyi götürdüm. Biz nefes almadan yirmi sekiz saat boyunca çalıştık. İnsanlar bizim başarımızı duyunca şaşırıp yakalarına asıldılar. Şimdi neler oluyor. İş mi bu. Ne kadar da sıkıcı. Her şeyi makineler yapıyor. Atölyeye girdiğin zaman makinelerin hareketinden insanın başı dönüyor. Ama tabi ki makine da bakımsız çalışmaz. Onu da korumak lazım. Bekçilik yapmak lazım ve kim bakıyor. Bayten bakıyor. Siyasi organ şöyle karar vermiş: güvenliği Bayten'den başkasına vermemek.

Şerbakov ve Kanabek sadece birbirlerine baktı, böbürlenen adamla çabucak vedalaşıp birlikte yürüdüler.

Köyde düzensiz bir hayat yaşanıyordu. Bir adam kendi evinin kapısının önünde bir grup izleyici etrafına toplamış koyun kesiyordu. Su taşıyan arabada direk fıçıdan su satılıyordu. Sucu insanları yüksek sesle çağırıyordu. Yeni taşınmış bir adam henüz tamamlanmamış inşaatı o kadar uzun yapmıştı ki neredeyse dar sokak kapanacaktı.

Rastgele dağıtılmış evlerin ve barakaların arasında sadece on yıllık üç katlı beyaz okul binası göze hoş geliyordu. Okulun etrafına çitler çekilmiş, bahçe ağaçlarla dolmuştu.

Şerbakov hayranlıkla baktı ve - Özenle inşa edilmiş. Görünce seviniyorsun dedi.

Bir anda şaşırıp sordu:

- Burada nasıl bir tesis inşa ediliyor? diye sordu.

Kanabek biraz mahçup - Cami inşa ediliyor dedi.

- Cami mi? O kime lazım olabilir ki?

- Dine inanan on tane yaşlı adam olduğu tespit edildi. Aralarında para toplamışlar, inşaat malzemeleri almışlar. Beni dilekçeleriyle boğdular " İzin ver, arazi ver, yer bul" Ne yapabilirdim. Yasaklamak için yasa da yok. Camiye kim gidecek bilemiyorum.

Şerbakov düşünceli içini çekti:

- Kültür daha çok kültür. En hızlı şekilde buraya getirmek lazım. Bizim kenar mahallerimiz şehrin merkezinden geri kalmış Anladığım kadarıyla il komitesi başkanı bu rezilliği görüyor ama hiç canı acımıyor.

- Neden sadece benim canım acımalı? Burada hangi işçiler yaşıyor? Kuruluşun işçileri.

Ama Şerbakov altta kalmadı:

- Ama şehri kim yönetiyor? İl komitesi.

Kanabek ortamı yumuşatarak - Peki, Peki! İkimizin sorumluluğu diyelim. Biz kenara çekilmeyelim ama yine de düşünüyorum ki kuruluş köylere hem konfor konusunda hem kültür konusunda yardım etmelidir. İl komitesine kalırsa yarın genişletilmiş bir karar alırız dedi.

- Hep kararlarla tehdit ediyorsun. Ama güç sadece kararlarda değildir.

- Benim düşüncelerimde de meraklarımda da güç var Sergey Petroviç. Ben buraya güneşle birlikte geldim. Karımla bir çay bile içemedim.

Böyle konuşarak parka girdiler. Okulu hesaplamasak bile bu park Zagorodniy köyünde ki şu anda ki tek kültür alanı idi.

Madenciler parkta dinlenmeyi seviyorlardı. Hafif rüzgârda yeni filizlenmiş yeşil yapraklar hışırdıyor, rengârenk çiçek tarhları, Kazakların keçeden yapılmış desenli dokumalarına benziyordu: halk evlerinde halı yerine kullanılan tekemetler, tuzkigizler ve sırmaklar. Burası, daha iki-üç sene önce yabani bir çalı bile olmayan çırılçıplak bir bozkırdı.

Gün akşama doğru inmeye başlamıştı. Bu yüzden kantinler, kiosklar, atış yerleri ve dans pisti henüz açılmamıştı. Parkta kalabalık değildi. Sadece bazı yerlerden oynayan çocukların sesleri duyuluyordu.

Şerbakov sanki sahibiymiş gibi yeşil alanları, vitrinleri, pankartları izliyordu. Kontrplak panolar üzerinde iki direk arasında çıtayla tutturulmuş kocaman renkli bir dünya haritasının önünde durdu:

- Yanlış yere koymuşsunuz. Bunu parkın ana yoluna taşımak lazım. Orası daha kalabalık. Stahanovluların[63] portrelerinin bulunduğu standı girişe daha yakın koymak gerekir. Alanda heykeller, fıskiyeler lazım... dedi.

- Sergey Petroviç biz de ne çimento ne de kaymak taşı var.

- Kocaman kararlar vermekte ustasın. İşe gelince sadece şikâyet ediyorsun. Sana o malzemeleri vereceğim.

- Niye bana hava atıyorsun. Benim kocakarı değil senin madenciler buraya geliyorlar, burada geziyorlar.

Parkın girişinde onlara bekleyen arabalarına döndüler. Kanabek uzaktan şoföre bağırdı:

- Sen şehir komitesine git, oradan da evine git. Ben gerekli yerlere bu zengin adamın arabasıyla gideceğim.

Şerbakov altta kalmadı - Bak sen. Bunu bile başkanın hesabından halletmek istiyor dedi.

Onlar yeni Karaganda'ya doğru gittiler. Yol, alçak tepenin yamacı üzerinden geçiyordu. Aralıksız arabalar geçiyordu. Direklerde ki teller vızıldıyordu. Şehrin merkezi gece-gündüz kömür Karagandasına bağlıydı.

Yeni şehir, sanayi bölgesinden on iki kilometre mesafedeydi. Ama sürekli genişleyen madenler, şehrin sınırına yaklaşmıştı.

Her taraftaki tepeler ocaklar, maden köprüleri, kömür ve kaya taşları yığınlarıyla kaplıydı. Madenler arasında trenler geçiyordu. Eskiden trenlerle sadece kömür taşınırken artık saatte bir özel yolcular için de tren vardı. Ama bu da yetmiyordu. Evden işe ya da işten eve tüm işçileri götürmek için köylerden madenlere ve geriye servis otobüsleri konmuştu.

Şerbakov mutsuz görünüyordu:

- Bizim madencilere henüz iyi servis veremiyoruz. Tramvay gerekiyor. Sonra da troleybüs gerekecek. Asfalt gerekiyor. Görüyor musun yol nasıl da bozulmuş. Madenler şehre iyice yaklaştılar. Bu yüzden şehri kömür tozundan yeşil bir kemer ile korumak lazım dedi.

Kanabek - Bize çok şey lazım. Kültür evi olmayan bir şehirde yaşanmaz ki diye cevap verdi.

Sergey Petroviç kararlı bir sesle - Her şey olacak. Bize savaşmayı zorla kabul ettirmezlerse kültürel- sosyal tesislerin inşasına tüm gücümüzle başlayacağız Kanabek Amantayeviç.

Yeni şehrin sokakları başlamıştı. Çok katlı binalar yükselmişti. Parklarda ki genç ağaçlar muhteşem çiçekler açmış, alanlarda fıskiyeler çalışıyor, her taraf yaşam kaynıyor, rengârenk parıldıyordu.

Dört katlı bir binanın balkonunda elinde dombra bulunan Bokay oturuyordu. Aşağıda motosiklete dayanmış, kafasını yukarı kaldırmış Jumabay vardı. O, ellerini sık sık sallayarak yüksek sesle bir şeyler söylüyordu. Heyecandan sakalı titriyordu. Galiba bugün madende ki yangın olayını, yangını nasıl söndürdüklerini anlatıyordu.

Şerbakov Kanabek'e neşeyle - Gördün mü? Daha kısa bir zaman önce yarı toprak barakalarda tıpkı bozkır sıçanı yuvasında sıkışmış oturuyorlardı. Artık dördüncü kata taşınmış. Diğeri ise hayatında tek bir şeyle ilgileniyordu - Sabahları onun kara ineği bağırıyor mu bağırmıyor mu. Şimdi bak! Motor üzerinde oturmuş. Tabi etrafında ki her şey gelişiyorsa, insanlar nasıl gelişmesin. Biliyor musun artık inşaata ne kadar para harcıyoruz. Bir günde yüzlerce bin ruble! Halkın refahına, yeni hayatının inşasına bu kadar yatırım yapan ülkeyi nereden bulacaksın dedi.

Kanabek cevaben sadece kafasını salladı.

Şehrin batı tarafı, büyük bir göle bitişikti. Gölün arkasında kara orman duruyordu. Gölün kıyısında tam ormanla sınır olan yerde bahçe ile çevrilmiş madenci dinlenme tesisi görünüyordu.

Araba gölün kenarında durdu. Kanabek oflaya puflaya zorlanarak ve karnını sıvazlayarak arabadan çıktı.

- Yıllar yıllar... Hayatımda geç kalmaktan korkuyorum. Daha dün tıpkı benim çenem gibi buranında çıplak olduğunu hatırlıyorum da ve etrafında ki her şey nasıl oldu da değişmiş diye baktığım zaman içim acıyor: bu hıza yetişemem diye! Geride kalmakta olmaz. Haklısın. Daha çok şeyler yapmamız lazım. Mesela bu göl. Karaganda ile karşılaştırırsak küçük bir gölet gibi kalır. Ya orman. Bozkırın ortasında küçük bir koru gibi. Bundan sonra ne yapabiliriz Sergey Petroviç? Akıl fikir ver bana.

Kıyıdan yavaş yavaş yürüyorlardı. Şerbakov piposunu yaktı ve şöyle cevapladı:

- Gölü kazacağız: daha derine ve enine doğru. Sonra sustu ve kendi kendine itiraz etti - Aslında bundan çok fazla bir şey kazanamayız. Su durgunlaşır ve bozulmaya başlar... Buraya bir akan nehri getirmemiz iyi olur. Gölden de su gideri kurmak faydalı olur...

- Biz böyle bir nehri nereden bulacağız?

- Nura'nın bir kolunu buraya döndürürsek ne olur.

- Biraz uzak değil mi. Bi de su yokuşa doğru gider mi ki?

- Motorla pompalayacağız.

- O zaman köklü Nura'dan pompalamak daha iyi olur.

- Korkarım ki onun suyu yetmez. Hem Kargres'e hem Karaganda'ya su sağlamak gerekecek.

- Kargres'in altından bir kanal kazsak, göle kadar akan suyu götürsek, sonra da başka bir kanal vasıtasıyla da suyu tekrar nehre versek. Ne dersiniz?

Sergey Petroviç biraz düşündükten sonra - Uzmanlara danışmak lazım diye cevap verdi. İçini çekerek - Su, su. Her yere lazım. Mesela biz madenlerden suyu pompalıyoruz. Su boşa gidiyor. Neden o suyu sokakları sulamak, parkları sulamak için kullanmıyoruz? dedi.

Kanabek sorgulamayı bırakmamıştı:

- Ormanı hangi tarafa doğru genişletmek lazım sence. Ne olabilir. Biz ağaç dikeceğiz onun altında kömür bulurlarsa. Ormanı kesmek zorunda kalacağız.

- Yok. Plana göre kuzey doğu tarafı belirlenmişti. Orada kömür yok. Üstelikte yaz rüzgârları ve kış fırtınaları o taraftan geliyor. Aynı yönde ağaç dikmeye devam et. Orman şehri iyi korusun...

Gölün kıyısından bayağı uzaklaşmışlardı. Konuşmaya dalıp akşamın nasıl geldiğini anlamamışlardı. Güneş tepenin arkasına saklanmıştı. Ama hem Sergey Petroviç hem de Kanabek birbirlerine her şeyi söylemediklerine dair hissediyorlardı. Büyük işler yapılacaktı. Karaganda'nın yeşillendirme planına göre orman bölgesi eski şehrin güney yönüne doğru yirmi beş-otuz kilometreye kadar uzatılmalı ve Balhaş'tan aynı mesafede demiryolu enine uzatılmalıydı. Şehrin kenarında bir kaç tane park yapılmış, binlerce ağaç dikilmişti. Şimdi bir tane bile ağaçsız sokak kalmasın ve her madenin yanında kendi parkı olsun diye uğraşılmalıydı.

Sadece alacakaranlığa doğru Sergey Petroviç ve Kanabek yazlık kasabaya döndüler. Yeşil ormanın yanında gölün kenarında küçük yazlıklar dağılmıştı.

Kasaba yolunda Bolat Can'ı elinden tutarak Ardak ve Antonina Fedorovna yürüyorlardı.

Sergey Petroviç'in çocukları yoktu. Bir anda aydınlanmış yüzüyle çocuğa doğru koştu. Kucağına alıp göğsüne sardı.

- Benim kalkık burunlum. Sen ne kadar uslusun ve tatlısın. Keşke baban da senin gibi olsaydı. Birazcık bile.

- Babası kendi karakteriyle gayet iyi adam olduğunu düşünüyor o kadar, dedi Antonina Fedorovna.

Ardak - Evet. Babasının karakteri herhalde başka hiç kimseye benzemez diye ekledi.

Sergey Petroviç güldü.

- Çok iyi söyledin. Demek ki babasının karakteriyle diğer yoldaşlara birazcık uyum sağlaması gerekiyor.

Söylediği şakanın pekte içten olduğu söylenemezdi. Herhalde Sergey Petroviç hâlâ o toplantıyı unutmamıştı. O toplantıda Meyram kendi susarak Aşırbek'in iyice düşünülmemiş tekliflerini desteklemiş sayılırdı. Meyram Jeolog Çaykov'un refakatinde evden dışarıya çıktı. Çaykov'un ellerinde bir taş, omuzlarında ağır bir torba vardı. Ateşli şekilde sohbete devam ederek arabaya doğru yürüyordu.

Onun sözleri herkesin kulağına kadar gelmişti. - Bu inanılmaz önemli bir konu!

Çaykov bir kaç sene önce bozkırda karşılaştıkları andan itibaren Meyram ile arkadaşlığını hiç kesmemişti. Her seferinde bir fırsat bulup şehre indiği zaman Meyram'a uğrardı.

Kanabek Şerbakov'u dürttü.

- Elinde bi taş tutuyor. Arkasında ki torbada belli ki taşlarla dolu. Yeni bulduğu şeyleri göstermeye geldiği kesin dedi.

Meyram misafirini uğurladıktan sonra döndü, yaklaşmasını beklemeden Kanabek bağırdı:

- Ee! kel arkadaşın bu sefer ne bulmuş?

- Evet. Her seferinde bir şeyler buluyor. Çaykov, Aşırbek, Ermek sürekli bir şeyler araştırıyorlar, eskileri yeni şeylerle değiştiriyorlar. Bu seferde Anatoliy Fedoroviç çok enteresan bir numune getirdi.

Ne numunesi olduğunu anlatma fırsatı bulamadı. Meyram daha sözünü bitirmeden Bolat ona doğru koştu ve iki yumruğuyla vurmaya başladı. Meyram sanki ayakta duramamış gibi rol yaparak düştü. Çocuk ona bütün gücüyle vuruyor ve devamlı bağırıyordu. Ben boksörüm, boksörüm ben.

Ardak kitabını kapatıp banktan kalktı. Yavru horozu sakinleştirmeye çalıştı:

- Daha küçüksün. Önce büyü de sonra bakarız.

Ardak Şeker teyzeyi çağırarak çocuğu onunla birlikte eve gönderdi.

Bu arada Şerbakov Meyram' a anlatıyordu:

- Biz şu an Kanabek ile Zagorodniy köyünden geliyoruz. Kendi gözlerimizle orada ne kadar az kültürel şartlar olduğunu gördük. Duydun mu sekreter.

- Maalesef kültürsüzlük sadece kenar mahallelerde değil, her yerde. Mesela Karaganda'nın merkezine bakın diye başladı Meyram ama Ardak konuşmasına engel oldu.

- Sizin kültür hakkında, cehalet hakkında, önyargılarla mücadele hakkında konuşmalarınızı sık sık duyuyorum. Ama sanki anlaşmışsınız gibi edebiyat hakkında hiç konuşmuyorsunuz. Bir insanın düşüncelerini, duygularını doğru düzgün oluşmasında edebiyat değil de ne yardım edebilir. Şu anda burada edebiyat kendi görevini yerine getiriyor mu acaba. Siz bunu hiç düşündünüz mü?

Meyram ne cevap vereceğini bulamadı. Kafası allak bullak olmuş şekilde Şerbakov'a baktı.

- Kurtarın beni Sergey Petroviç.

Şerbakov belki şakayla belki de gayet ciddi şu cevabı verdi.

- Sen artık benim yardımım olmadan da su da boğulmazsın ateşte de yanmazsın.

Ardak ısrarla devam etti.

- Kazak halkı üretime hâkim oluyor, işinde yeni ileri yöntemler kullanıyor ama Kazak edebiyatında bazen ne görüyorum bir bakın. Bizim bazı yazarlarımız hâlâ antik masal anlatma şeklini kullanıyorlar. Bizim modern hayatımızı göstermek için anlatmak için bunlar uygun mudur?

Şerbakov kısık sesle ve gayet ciddi cevap verdi:

- Haklısın kızım. O şimdi de, tıpkı eski günlerde ki gibi gayet içten kızım diye sesleniyordu. Bizim edebiyatımız için epik masal formları dar gelir. Bizim sosyalizm - realizm yolu vardır ve Kazak edebiyatının da bu yolda ilerlemesi lazım ve hatta ilerlemeye başladı bile. Doğru mu söyledim kızım?

Ardak heyecanla:

- Çok doğru. İşte bende tezimde her şeyi anlatmak ve araştırmak istiyorum. Meyram susuyor. Meyram sen siyasetçisin. Bu öyküyü okudun mu? Orada Rus isimleri sanki bilerek eskileştirilmiş gibi. Dimitri yerine Metrey yazıyor, Fedor yerine Şodor yazıyor. Bir kahraman araca " Şeytanarabası" diyor. Yazar sanki Kazaklar modern kültürel dili anlamaz, hâkim olamazmış gibi ima ediyor. Sen Meyram milliyetçilik ile mücadele ediyorsun ama bu kitapta bile bazı ifadeler milliyetçiliğin bir formu değil mi? Dilde arkaizm ve modası geçmiş ve edebiyatta ilkellik nasıl tahammül edilebilir. Meyram bu resmen bir siyasettir!

Meyram karısının elinden kitabı aldı ama karanlıkta kapağını göremedi.

- Bu öyküyü kim yazmış?

- Burada " Ayşık" yazıyor. Bu bir takma addır. Ama ben mutlaka bu yazarın gerçek ismini öğreneceğim ve onunla konuşacağım.

Sinirlenip kalktı ve evine doğru gitti. Arkasına doğru sadece söylendi:

- Moskova'ya gideceğim. Benim tezimin orada okunmasını isteyeceğim. Orada bana yardım ederler, kesinlikle ederler.

Biraz sonra banktan Antonina Fedorovna'da kalktı, şalına sarınarak sokağa doğru yavaşça yürüdü.

Erkekler bir müddet sustular. Sonra Sergey Petroviç gittikleri yönü kafasıyla işaret ederek:

- Gerçekten. İnsanların gelişmesi hakkında konuşuyoruz ama bazen yanımızda ki insanların gelişimini fark etmiyoruz...



KISIM ALTI


Birinci madende yangın sonuçları ortadan kaldırıldıktan sonra normal iş başlamıştı.

Ama her şey tamamen normale dönmüş denemezdi. On günlük plan, beş bin ton eksikle tamamlanmıştı. Kesme makinesi tam döngüyü bir buçuk-iki günde tamamlıyordu ama plana göre döngünün tamamlanma süresi bir gündü. Bu durum madencilerin maaşına da yansımıştı. Artık sadece önde gelen kazmacılar Akım ve İshak değil, basit işçilerde şikâyet ediyordu. Şüpheli dedikodular yayılmaya başlamıştı: Yani makineleri, ekipmanları fazla fazla getirdiler ama onlarla nasıl çalışılacağını bilmiyoruz. Bölge gazetesi en büyük madende ki durum hakkında henüz hiçbir şey yazmamıştı ama madende ki küçük gazete fırtına kopartıyordu: yeni grafik ciddi bir şekilde eleştiriyordu.

Madenin yöneticileri gece gündüz madenden çıkmıyorlardı. Gecikmenin nedenleri bulup onları ortadan kaldırmakla uğraşıyorlardı.

Bugün başmühendis Aşırbek sabahtan beri galerilerdeydi. Düğmeleri açık çikolata renkli iş elbisesiyle toplanabilen sandalyesinde oturuyordu. Onun yanında küçük bir taburede akülü lamba duruyordu. Mühendisin gözleri metal kaplı miğferin siperliği altından parlıyordu. Bir elinde not defteri, diğer elinde ise kronometre vardı. İnsanların ve mekanizmaların çalışmaları nihayet işlerinde ki engelleri çıkartıp halletmek için dakika dakika saniye saniye ölçmek gerekiyordu.

Galerinin başından kazma makinesi iniyordu. Bu güçlü mekanizmanın uzun ucu duvara dalıyor, ucun etrafında ki bıçaklar hızlıca dönerek bir testere gibi kayayı kesiyordu. Makine sanki bodur gibi görünüyordu. Bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş yerde sürünüyor ama buna rağmen bir vardiyada otuz-kırk kazıcının işini yapıyordu.

Yine de Aşırbek, incelediği bu çalışmalardan memnun kalmamıştı. Makiniste:

- Çok yavaş çalışıyor dedi.

Akım - Burada ki kömür çok sert diye cevap verdi.

- Belki bıçaklar köreldi.

- Ben kör bıçak takmıyorum.

Önünde bir kucak genişliğinde bir sütun duruyordu. Sivri ucunun bir tarafı toprağa bir tarafı tavana girmişti. Sütunun etrafında bir çelik halat sarılıyordu. Halatın uçları makinenin içinde ki özel bir mekanizmaya sarılmış şekilde bağlıydı. Böylece kazma makinesi ileriye doğru hareket ediyordu.

Yeni bir sütun yapma zamanı gelmiş dedi mühendis.

- Monte edildi bile yoldaş Aşırbek. Görmüyor musunuz? Merak etmeyin makinenin çalışması gecikmez.

Akım gayet emin ve gevelemeden gerekli açıklamaları yapıyordu. Bu çok uzun boylu gencin kafası hemen hemen tavana değiyordu. Alnında bulunan lambanın güçlü ışığı galeriyi aydınlatıyor, kömürün parlak parçalarında oynaşıyordu. Akım eğilip duvara girmiş uca baktı. Hızlı hareket edip etmediğini kontrol etti. Sonra yanağının altına nasvay koyup sırtını dikleştirdi ve Aşırbek'e döndü. Kazıcı hiçbir şey söylemeden gülüyordu. Ama kafasını öyle sallıyordu ki sanki "Gecikmelerin nedenini burada boşuna arıyorsunuz. Başka yerlerde aramanız daha iyi olur. Büyük olasılıkla yaptığınız hesaplamalarda sorun var. "dermiş gibi duruyordu.

Emin bir ses tonuyla dedi:

- Vardiyaya bir tane daha döngüyü eklerseniz bile, benim makinem bunu halleder. Kömürü yukarıya çıkartmaya yetişemiyorlar – sorun ordadır.

İki işçi makinenin peşinde reştakı – galeri boyunca uzatılan metal oluk- yapıyorlardı. Bu oluk üzerinden kesilmiş kömür akıyordu.

Akım kafasıyla reştakı gösterdi:

- Çok güzel bir şey – elektrikle harekete geçiyor. Ama sık sık arızalanıyor. Bantlı konveyör daha güvenli. Neden benim galeride onu monte etmiyorsunuz?

- Bu grafiğin uygulanmasına yardım eder mi zannediyorsun? Tamam, o zaman, yarın yaparız.

- Fazla söz veriliyor, daha da fazla engeller var – diye homurdandı Akım– Bu engeller ayaktaki ipler gibi, yürümeye izin vermiyorlar.

Aşırbek sandalyesinden kalktı, reştakın üzerinden geçti ve montajcılara gitti. Kömürün çıkarıldığı yerde tavanı patlattılar ve tabakayı yıktılar. Her yerde siyah ağır parçalar vardı. Hâlâ da bazen vızıldayarak kaya parçaları düşüyorlardı. Ama kesme makinesinin üstündeki tavan sağlam takviyeli idi. Sırayla yoğun şekilde metal ve ahşap direkler duruyordu. İşte bu galeride Aşırbek tarafından sunulmuş yeni metal direklerin testi gerçekleştiriliyordu.

Ve Aşırbek şimdi: işlerin yürümesini engelleyen frenin nerede olduğu sorusuna cevap bulmaya çalışıyordu.

Galeri alacakaranlıktı. Orda burada lambaların ışıkları görünüyor, çatırdamaya benzeyen sesler geliyordu – kesme makine tabakayı kesiyordu.

Aşırbek eski yerine döndüğü zaman Akım'ın makinesi galerinin en sonuna ulaşmıştı.

Makinist ona – İşte yoldaş mühendis! dedi. Gördüğünüz gibi geciktirme olmadan çalışıyorum. İster arayın ister aramayın ama bizde kusur bulamazsınız. Biz köyden dün gelmedik. Bizim çocuklar madende beş-on senedir çalışıyorlar. Hem kursları bitirdiler, hem de okulda okudular. Donbass'ta da kömür kazdılar. Bir şeyleri biliyorlar. Demek ki kusuru bizde değil hesaplarınızda arayın. Tekrar söylüyorum: üç vardiyadan birini galeri hazırlama işlerine aktarmak lazım.

- Şaka mı yapıyorsun, delikanlı! Tam bir vardiyayı kömür çıkartma işinden almak mı? Biz burnumuza kadar borca batarız!

- Hayır, batmayız! Bizde mekanizmalar çok. Mekanizmaların çalışma grafikleri birbirine uyumlu yapın. O zaman görün bakın grafiği nasıl yerine getireceğiz!

- Mekanizmaların uyumlu çalışmasını sağlamak gerekiyor tabi de, ama bunu bir vardiyanın işini kaybetmeden yapmak lazım!

-Yoldaş mühendis! Siz kendiniz hesaplayın… Eğer galeri dikkatli şekilde hazırlanmış olursa iki vardiyada üç vardiyadan daha çok kömür çıkartılır. Donbass'ta ki madenlerin birçoğunda böyle düzen kurulmuştu!

Tartışmaları tiz bir düdük sesi kesti. İşçiler hemen özel sığınaklara koştular. Onlar çabuk ve çok net hareket ediyorlardı. Patlayıcıları getiriyorlar, elektrikli aletleri koyuyorlardı. Aşırbek galeriden çıktığında kazıcılara hatırlattı:

- Dikkatli olun! Acele etmeyin!

O da aşağıya çukura zıpladı. Karanlık galeride üç saat kaldıktan sonra gözler güçlü ışığı algılarken çok ağrırdı. Bu nedenle Aşırbek kendi lambasını kapattı. Ocağın ışığı ortamı yeterince aydınlatıyordu. Çan çalarak ve arkasında bir dizi dekovilleri çekerek elektrikli taşıma arabası geçiyordu.

Mühendis yaşlı montajcıya yaklaştı:

- Buluşum faydalı olacak mı acaba ne dersin?

İşçi hemen cevapladı – Çok rahat bir alet. Ağır değil ve yüksekliğe göre kolayca ayarlanabilir: ister daha uzun yap ister kısalt. Keresteden bayağı tasarruf ediliyor. Üstelik boşa da gitmiyor: bir yerde işimizi bitirince söküp başka yere naklediyoruz. Bunlardan daha fazla yapmak diğer galerilerde de kullanmak lazım. - dedi.

Aşırbek hemen sitem etti – İşte siz bunu gazetede yazın. Bu destek ayakları kendilerini iyi gösterirlerse – diğer galerilerde de uygulayacağız –dedi.

-Yayınlarlar mı acaba?

- Neden yayınlamasınlar ki? İşçi gazetesi değil mi?

Sondajcı galeriye girmişti. Bir elinde kablo bobini, diğerinde – elektrikli matkap vardı. Aletini çabucak ayarlayıp duvarı delmeye başladı. Kısa bir zaman sonra tüm duvar, yükseklerde ki ebabil yuvasına benzer derin deliklerle doluydu. Sonra kundakçılar geliyor, bu deliklere patlayıcıyı koyarak duvarı yıkıyorlardı. Eskiden kömür tabakasını düşürmek için onlarca işçi lazımdı. İşçiler ağır balyozlarla duvara çelik kamalar çakıyorlardı. Bu işin en zor kısmı ve hatta en tehlikeli işlerden biri olarak kabul ediliyordu. Ama elektrikli matkaplar ve patlayıcı maddeler ortaya çıkmış, iki kundakçı artık bütün işi kolayca hallediyorlardı.

Aşırbek birkaç dakika sondajcının yanında durdu ama hiçbir yerde eksik ve kusur göremedi. Bir küçücük gecikme bile fark etmemişti. Sondajcı kesme makinesini yakalıyor, kundakçılar da kendilerini bekletmiyorlardı hiç. Kömür, Kozlov tarafından tasarlanmış özel bir ekipman yardımıyla insanlar olmadan reştaka gidiyor, reştak vasıtasıyla – galeri girişinde duran dekovillere akıyordu ve işte bu noktada süreç bitiyordu. Birbirine bağlı çeşitli mekanizmalar kömürü yukarıya, tam zemin seviyesine çıkartıyor oradan da demiryolu vagonlarına yükleniyordu. Ama bu mekanizmalardan biri bile dursa, kömürün akışı tıkanıyordu.

Galeriden dekovillere kömür temin eden telli vincin yanında madenin baş mekanisyeni Kozlov duruyor ve dikkatlice mekanizmanın detayını izliyordu.

Aşırbek – Niye bakıyorsunuz? diye bağırdı. – Sizin telli vinç, her galeride altı dekovilciyi boşa çıkardı. Yoksa sızın için buda mı az?

- Sizin kendi tasarladığınız metal destekleri dikkatle incelediğinizi hiç zannetmiyorum diye cevap verdi mekanisyen. – Sen de biliyorsun, teknikten makinelerden tam verim alamıyoruz. Henüz rahatlamak yok. Kim rahatlarsa – bitmiş bir adamdır. Ben ise kendimin böyle bir kişi olduğunu düşünmüyorum.

- Kömür kombaynı işiniz nasıl gidiyor?

- Daha çalışıyorum. Burada matematik lazım fizik lazım. Ben eski zamanlarda bu bilimleri çok az biliyordum. Şimdi kurslarda biraz öğrendim ama yine de yetmiyor. Yardım et, mühendis olan sensin. Üniversiteyi sen bitirdin.

- Yardım edeceğiz tabi Boris Mihayloviç, mutlaka edeceğiz!

- Teşekkür ederim! Ama ben kendi fikrimi önce kâğıda çiziyim, sonra sizin fikrinizi soracağım. – Kozlov, telli vinci gösterdi – Galiba galeriye fazla yakın montaj etmişiz. Dekovilci beni eleştirdi…- dedi.

- Uzaklaştırın biraz o zaman

- Böyle de olmaz. Çok fazla elektrik gerekecek.

Bir anda Aşırbek'ın aklına bir soru geldi:

- Neden siz yeni grafikle ilgili kendi düşünceleri bir kere olsun söylemediniz? Biz şimdi onunla uğraşıyoruz.

Ama Kozlov bu seferde sustu. Aslında konuşmayı çok istedi. Maden ayın ilk on günlük süresi içinde beş bin ton kömürü veremediğinden dolayı Ermek, Akımın eleştirine kulak vermeye başlamış, grafiği yeniden gözden geçirmiş ve kontrol etmeye başlamıştı. Madenin baş mekanisyenin bu konuda ki bakış açısı çok önemliydi. Kozlov, Ermek'in inatçı huyunu çok iyi bilirdi. Bu yüzden kendini uzman kömürcü olarak saymadığını bahane ederek konuşmaktan kaçınıyordu.

Aşırbek ısrar etti:

- Benim de yeni grafiğin altında imzam var. Orada yanlış olan ne var?

Kozlov – Ben fikrimi Şerbakov'a söyledim – cevap verdi – Dün Sergey Petroviç bu konuyu konuşmak için beni çağırdı. Ne düşünüyorsam her şeyi ona söyledim.

Ama net olarak Şerbakov'a ne söylediğini şimdi tekrarlamadı. Bu tanımsız ifadeyle konuyu kapatmayı düşünüyordu. Gözlüklerini çıkartıp sildi, yaralanmış kısa işaret parmağını ayırıp elinde çevirdi.

Ve aniden konuşmaya başladı:

- Peki… Madem benim düşüncem sizin için bu kadar önemli söyleyeyim. Bence grafiğiniz oldukça akıllıca hazırlanmış ama biraz düzensiz. Madenimizde otuz bölüm var. Toplam çalışma alanı yedi-sekiz kilometreye kadar uzanıyor. Demir yolu hattı ve elektrik hattı çok fazla uzatılmış. Tüm mekanizmalar normal çalışsa bile insanların istasyondan istasyona kadar, ufuktan ufka kadar araçların ve malzemelerin temini için çok fazla zamanları gidiyor. Kömür çıkartmak daha da zorlaşıyor. Siz makinelerin miktarına güvendiniz, iş gücünü biraz fazla dağıttınız ve çalışma alanını aşırı derece genişlettiniz.

- Yani alanı küçültmeyi mi teklif ediyorsunuz?

- Bence küçültmekte fayda var. Eğer biz çalışma alanını küçültüp, galerilerde çalışmalara yoğunlaşırsak işte o zaman grafiğiniz tamamen uygun şekilde gerçekleşir.

- Tamam, düşünelim bakalım…

Aşırbek kömür damarı enine yürüdü. Kavşaklara, yol dönüşlerine ve elektrik kablolarına baktı. O, bunların hepsini her gün görüyordu zaten. Ama bugün son dereceye kadar dikkatini yoğunlaştırmıştı. Kömür devirme noktasının yanında elinde gazete ile bir delikanlı onun dikkatini çekti.

- Ne oluyor? Ara mı verdiniz? – diye kısaca sordu Aşırbek.

- Nerede! Dekoviller nedense gelmiyorlar. Yine bir yerde takılmışlar.

Tam o anda dönüşten kömürle dolu uzun dizi dekovillerle elektrikli taşıma aracı çıktı. Dekoviller araçtan çıkarıldığı anda, elektrikli taşıma aracı beklemeden geri gitti.

Aşırbek bağırmaya zaman buldu – Baljan! Niye geciktiniz?

- Vagon raydan çıktı!

Mekanizma sırayla dekovilleri kendine doğru çekip devirerek dekovilleri boşaltıyordu. Kömür, çarpma sesleri ile aşağıya doğru dar bir kanala dönüşen tankın geniş ağzına dökülüyordu. Boşalmış dekoviller kendiliğinden kenara kayıyor ve sıraya giriyordu. Makinenin yardımı ile bir kişi on kişinin işini hallediyordu. Kömür geniş lastikli bantlı konveyöre ve sonra yamaç üzerinden yukarıya gidiyordu.

Aşırbek konveyöre indi ve bandın paralelinde yürüdü. Bant sonraki tankta bitti. Kömür o tank vasıtasıyla çıkıp konteynerlere gidiyordu.

Burada kömür kaldırma işlemini bir kadın yönetiyordu. Madenin bacasının içinden iki çelik halat geçiyordu. Her halatın ucuna iki tonluk konteynır bağlıydı. Bunlardan biri – dolu olan – yukarıya gidiyor onun yerine ikinci – boş olan – iniyordu. Skip doldurulduğu anda ya da boş skip indirildiği anda tank kapağının sürgülü kilidi mekanik olarak kapatılıyor ve açılıyordu. Kadın ara sıra elektrikli zille sinyal veriyordu: "Dolduruldu, kaldır!". Her hangi bir gecikme oluştuğunda da telefonla yukarıya haber veriyordu.

Aşırbek halatların ve skiplerin hareketlerini izlerken aynı zamanda kol saatindeki saniyenin okunuda takip ediyordu. Bir müddet bekledi sonra telefon açtı.

- Dağıtıcı! Makiniste bağlayın! Yoldaş Makinist, benim başmühendis! Hızınız saniyede on dört metre mi? Kuralları ihlal etmek için size kim izin verdi? Düzeltin hemen! – sonra kadına döndü – Ne kadar kaldırdınız?

- Beş yüz yirmi yedi.

- Boş durma oldu mu?

- Bir saatten fazla

Aşırbek düşünceli kafasını salladı. Skiplerin boş durmasının her saati, onlarca ton kömürü yiyordu. Aşırbek küfür etmemek için kendini zor tuttu.

Artık Aşırbek'in yüzeydeki kömürün uzun yolunu takip etmesi gerekiyordu.

Kömür yukarıda da kendi yolunu devam ediyordu.

Kömür, uzun ahşap binada skipten kocaman tanka yükleniyordu. Onun altta bulunan deliğinden kömür parçaları sallanan metal kafese düşüyordu. Kafesin yanında bir işçi duruyor, ağır bir balyozla kafeste ki büyük parçaları kırıyordu.

İşçi Aşırbek'e şikâyet etmeye başladı:

- Herkes makinelerle çalışıyor, sadece ben balyozu sallıyorum. Beni de bu işten alın yerime herhangi bir makine koyun.

Aşırbek şakalaşarak – Her yerde makineleri koyarak çok fazla tembelleşmeyelim bari – dedi.

- Tembellik meselesi değil. Sıkıldım burada. Vur vur başka bir şey yok. Bugün de yarın da hep aynı. Ben makul akıllı bir işte çalışmak istiyorum.

- Sabret, bakarız. Bir şekilde hallederiz bu konuyu – diye cevap verdi Aşırbek ve yoluna devam etti.

Ağzına kadar doldurulmuş bir tank daha. Ve onun altında da sürekli sallanan bir kafes. Bu kafesten elenmiş kömür iki yöne ayrılıyordu – bir konveyör ile büyük parçalar gidiyor, diğeri ile küçük parçalar gidiyordu. Küçük parçalar tıpkı bir dağ deresi gibi hızlıca koşuyorlardı ama ağır parçalar yavaş yavaş sürünüyorlardı.

Hareket eden bandın iki tarafında karşı karşıya kadınlar duruyor, gelen kömürü kaya taşlarından ayırıyorlardı.

Sadece bir tane genç kız, ortağı olmadan tek başına çalışıyordu. Sanki tohumları yakalayan bir tavuk gagası gibi parmaklarıyla taşları çıkartıyorlardı.

Aşırbek – Sizin komşunuz nerde?- diye sordu.

- Hastalandı.

- Neden ustabaşı başkası ile değiştirmedi?

- Ne gerek var? Ben yalnız da yetişiyorum. İnanmıyor musunuz? O zaman benim normunu ve bandın hızını artırmaya deneyin.

- Yok canım! Konveyörün hızını artırmak yasak.

- Neden yasak? O zaman mühendislerin ne işi var burada?

- Mesele mühendislerde değil. Sizin komşularınız bandın hareketine yetişemiyorlar o zaman da kömürde taşlar kalıyor.

- O zaman yetişsinler! Burada zor bir şey yok. Özel bir okulda okumayı gerektirmez.

Yanında bulunan ileri yaşta ki kadın ona kızdı – Sen saksağan gibi vızıldama! En önemli şey – kömürün temiz olmasıdır. -dedi

- Ben ne diyorum? Çalışmak lazım – hem çabuk hem de iyi!

- Peki, peki. Bizde senin yaşlarındayken acele ediyorduk. Sen işine dikkat et en önemli olan şey bu. Kömür göz ister canım benim. Bunu kafana sok!

Aşırbek en büyük tanka yaklaştı. Sonra yol yoktu. Mühendis aşağıya baktı. Orda ki açık sahada kömür yığınları toplanmıştı. Bunlardan birinde halata bağlı skiper yatıyordu. Yanından demir yolu hattı geçiyordu. Tankın altında ufak duraklamalar yaparak yaklaşık otuz-kırk vagonlu tren hareket ediyordu. Kömür tıpkı bir şelale gibi gürültüyle yukarıdan vagonlara dökülüyordu. Bir anda akış kesilmişti.

Hemen sesler duyuldu – Durun! Kömür verin!

Anında kömürün yedek yığınında yatan skiper devreye girdi ve kömürü çukura doğru itip, aşağıya dökmeye başladı. Kömür çukurdan konveyör vasıtasıyla vagonlara yükleniyordu. Rezerv stoklardan yükleme, kısa bir zaman öncesine kadar manüel olarak yapılıyordu ve sonra devreye ekskavatörler girmişti. Çilingir Lapşın skip konveyörün kullanılmasını teklif etmiş ve – iş hızlanmıştı.

Aşırbek– galeriden üst tanka kadar her şeyi inceledi ve kontrol etti. Sarı yüzü kömür tozundan kararmıştı. Her eklemi, her ayağı ve eli sızlıyor, dinlenmesi için talep yolluyordu. Banyoya gitmeyi, yıkanıp rahatlamayı çok istiyordu. Aşırbek de böyle yapmaya karar verdi.

O, kafasını eğmiş, kamburunu çıkarmış yürüyordu. Endişeli düşünceler kendisini çok rahatsız ediyordu. "Kömürü yukarıya hangi miktarda vermek lazım ki devamlı gelen trenler tam zamanında yüklensin. Ama madendeki mekanizmalar çalışırken çok fazla arıza veriyorlar. En büyük sıkıntı – uyumsuzluk. Bir makine durunca – koskoca tesis tamamen duruyor. Bu tuhaf genç Akım haklı. Acil tedbirler almak lazım. Banyonun sırası mı şimdi?" O, bütün problemleri kendi gözleriyle görmüş, not defterini yazılarla doldurmuştu.

Aşırbek üzüntülü bir yüzle geniş ferah vardiya odasına girdi. Burası kalabalıktı. İkinci vardiyanın işçileri çoktan toplanmış, lambalarını almış sinyali bekliyorlardı. İnsanlar ekipler halinde gruplara ayrılmışlardı. Birleşmiş seslerden anlaşılmaz gürültüler duyuluyordu.

Aşırbek, kendi lambasını çıkartıp salonun sonunda ki küçük podyuma çıktı. Bu adet haline gelmişti: her vardiyanın mesaisi başlamadan önce tespit etmiş olduğu eksiklerle ilgili konuşma yapıyor ve bu eksikliklerin giderilme yollarını anlatıyordu.

Aşırbek not defterini açar açmaz yardımcısı genç mühendis ona doğru yaklaştı.

Aşırbek – Tüm bölgelerin şefleri toplandı mı? –diye sordu

- Evet.

- O zaman dinleyin, yoldaşlar! Dördüncü galeride küçük bir vida arızalandığı için kesme makinesi otuz sekiz dakika durdu. Bu ne demek? Kömür akışının yarım saatten fazla bir süre için durması demektir. Bu küçük vida ne kadar kömür yedi kendiniz de hesap yapabilirsiniz. Neden galerilerde küçük yedek parçalar yok? Söyleyin yoldaş Aset.

Aset'in karışık mazeretlerini dinledikten ve ona gerekli talimatları verdikten sonra Aşırbek konuşmaya devam etti:

- Birinci galeride ise bazen reştak Akımın makinesinin altından kömürü çıkartmaya yetişmiyor. Yoldaş Dançenko bunu her gün görüyor ve galeride bantlı konveyör monte etmek için hiçbir şey yapmıyor. Yoldaş Dançenko ne diyecek bakalım?

- Konveyörün montajı için bir günlük süre rica ediyorum.

- Tamam. Böyle yazıyorum – diye kabul etti Aşırbek. – Yoldaş Tautan'ın bölümünde montaj kerestesi eksik. Yoldaş Petrov'da dekoviller raylardan çıkıyor. Böyle iş olur mu? Birçoğunuz kömürün ciddi eksik verilmesinin nedeni olarak yeni grafiği belirtiyor. Grafik henüz ideal olmamış olabilir. Ama şimdi konuştuğum kusurlar grafikten kaynaklanmıyor, onların nedeni ustaların ve bölge şeflerinin yetersiz kontrolü. Bu durumda bu kişiler kömürün ülkemize eksik verilmesinden suçludur!

Sesler geldi:

- Mühendis doğru diyor!

- Bu eksikleri çoktan halletme zamanı geldi!

Bu günlük kısa toplantılarda konuşmalar uzatılmıyordu. Tartışmalar için zaman yoktu. Sadece sorular, cevaplar ve teklifler… Başmühendis bugün olağanüstü ihtimam göstermişti. Toplantı sona erince o her bölgenin şefini ayrı ayrı yanına çağırıp kendilerine gerekli talimatları veriyordu.

Siren gürültülü ve uzun uzun çaldı. Ekipler madene gitti.

Vardiya odasına az önce yukarıya çıkmış Ermek girdi. Kapıyı açar açmaz Aşırbek'e sordu:

- Sağ kanatta işler nasıl?

Aşırbek öfkeyle elini salladı.

- Kapalı madenlerde çalıştığımız müddetçe kötü sürprizlerin ve arızaların sonu gelmez!

- Bekle sen! Senin açık madenler de gökyüzünden hazır halde düşmez herhalde! Bugün kapalı madenleri konuşuyoruz. Ben ne demek istedim? Biz galiba gerçekten bir yerde hata yaptık. İşçilerin eleştirileri doğrudur. Şerbakov da bize doğru kızıyor… Grafiği değiştirmek lazım.

- Evet, belli ki değiştirmek lazım… Akım da haklı. İki vardiyaya geçmek gerekiyor.

- Hayır, önce çalışma alanını küçültelim ve bölgeleri güçlendirelim.

- Peki. Banyoya gidelim. Yolda konuşuruz.



KISIM YEDİ


Yeni şehirde parkın yakınında ki kömür havzasında, yönetim bölümünün yerleştiği üç katlı, dış kaplaması güzel yapılmış bir bina vardı. Sergey Petroviç’in odası ikinci katta bulunuyordu. Dolaplar, kocaman bir masa, bir düzine sandalyenin bulunduğu genişçe odasının pencereleri ve kapılarında kalın kumaştan ağır perdeler vardı. Cam kapaklı dolapların içinde taş numuneleri duruyordu. Sağ tarafta Şerbakov’un elinin altında telefon cihazlarıyla dolu yuvarlak bir masa bulunuyordu.

Sergey Petroviç ahizelerden birini indirip birini kaldırarak, neredeyse aralıksız olarak telefon görüşmeleri yapıyor, yalnız kuruluşlarla değil, madenlerle de telefon bağlantısı kuruyordu. Yalın, kibirli olmayan, her zaman aynı şekilde kendine hâkim bir kişi olarak çok büyük işleri istikrarlı ve sakin şekilde yönetmişti. Odadan tüm Karaganda'nın yer altı ve yer üstü hayatı açık bir şekilde görünüyor gibiydi. Siz gecikiyorsunuz hızlanın diye birilerine telefonla hatırlatma yaptı. Diğerlerini ise ‘siz devam edin! Tempoyu düşürmeyin, ama kendinizi de yıpratmayın diyerek uyardı.

O kışkırtır, ileri iter, her şey için gerekli kelimeyi bulurdu. Günde birkaç kez istasyonu, Moskova’yı, Alma Ata’yı arıyor, kafası durmaksızın çalışıyordu.

- Büyük duvar saatine bir bakış attı. Saat ikiye geliyordu. Bu saatte Sergey Petroviç günlük olarak kendi tercihine göre madenlerden birinde kısa bir üretim toplantısı yapardı. Sergey Petroviç dahili telefonun ahizesini kaldırdı ve yüksek sesle konuştu:

-Lütfen dikkat! Bir numaralı maden ekibinin teknik toplantısını açmış bulunuyorum. Madenin son beş gününde programın uygulanmasında daha iyi sonuç alındı. Başmühendis yoldaş Aşırbek madendeki mekanizmaların sorununu doğru tespit ederek bu sorunları düzeltmeyi başarmıştır. Fakat tüm rezervlerin kullanılması için daha çok var. Çalışmanın daha cesurca ve rasyonel bir şekilde geliştirilmesi şarttır. Ermek Barantayeviç siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Ermek, Şerbakov’u madeninin ikinci bölümünden dinledi ve gecikmeden cevap verdi:

- Biz Aşırbek’le istişare yaptık, usta işçilerin görüşlerini aldık. Bizi uyardığınızda siz haklıydınız Sergey Petroviç. Biz gerçekten çalışma alanlarını çok fazla böldük. Şimdi değişiklikler yapmak gerekiyor.

- Tam olarak neleri?

- Bölümlerin sayılarını azaltacağız, onları büyütüp buna uygun olarak da programı değiştireceğiz.

- Akım! dedi Sergey Petroviç. –bu konu hakkında ne diyeceksin?

- Ben buradayım yoldaş Şerbakov- dedi yüksek sesle genç kesmeci. Ermek doğru söyledi: kısımları büyütmek gerekiyor. Ancak bu işin yarısı. Ben iki vardiyalı çalışma sistemine geçmemiz gerektiği kanısındayım.

- İki vardiya mı? Neden böyle düşünüyorsun?

- İşin durumu bunu gösteriyor Sergey Petroviç. Benim maden galerimde onlarca ton çıkarılmış kömür birikiyor. Ancak yük arabaları ve gerekli olan tüm şeyler büyük aksamalarla veriliyor. Herhangi bir mekanizma bozuluyor- ve gecikme meydana geliyor. Bence vardiyalardan birini mekanizmaların tamiri için hazırlık işlerine çevirirsek bu sıkıntılar giderilmiş olacak. Ve üç vardiya çalışırken çıkarttığımız kömürden daha fazla kömür çıkartacağız. Donbass’lı yoldaşlar bu yöntemi onaylıyorlar. Onlara mektupla sordum ve böyle cevap aldım.

- Peki, başmühendisi dinleyelim.

Aşırbek, ahizeyi kulağının yakınında tutup gözlerini önünde duran maden planından ayırmadan, odasından cevap verdi.

-Başta Akım’ın önerisinin makul olduğundan şüphem vardı. Fakat verileri inceleyip hesap yapınca fikrimi değiştirmem gerektiği kanaatine vardım.

- İki öneriyi birleştirmek daha uygun olmaz mı- iki vardiyalı çalışmaya geçiş ve bölümlerin büyütülmesi?

- Evet, birleştirmek makul olur. Çoğu işçi gazetesi sayfalarında bu yöntemi önerdi.

- Gazeteleri bende dikkatli okuyorum yoldaş Aşırbek. Şöyle düşünüyorum: eğer bu öneriler Akım’dan geliyorsa onun madeninin galerisinde –tecrübe etmek için- iki vardiyaya geçiş denensin. Şimdilik sadece onun maden galerisinin birinde. Ermek Barantayeviç ona gerekli tüm koşulları yaratmamız gerekir. Duyuyor musunuz? Yarın bana kendi görüşlerinizi yazılı olarak iletmenizi rica ediyorum. Verileri inceleyip size nihai cevabı vereceğim.

- Yalnız acele edin!—diye rica etti Aşırbek.

- Acele etmeyin. Her şey zamanında yapılmış olacak. Yeni programa geçiş için bana nasıl acele ettirdiğinizi hatırlıyor musunuz? Hataları tekrar etmeyelim.

- Bu arada -metal desteklerin imalatı ne olacak? diye hatırlattı Aşırbek

- Destekler tüm madenlerde uygulanacak. Doğru her zaman doğrudur.

- Teşekkürler Sergey Petroviç.

- Toplantı bitmiştir yoldaşlar, — Şerbakov ahizeyi yerine koydu.

Meyram odasında oturmuş toplantıyı baştan sona dinlemişti. Biter bitmez masadan kalktı, resepsiyona çıktı ve sekreteri uyardı:

- Ben fabrikaya gidiyorum. Eğer çok gerekli olursa orayı arayın.

Sıcak bir gündü. Meyram sokağın gölge tarafından yürüyerek yavaşça yüksek evler boyunca yürüdü. Fabrika çevresinde kuruluşun, maden şeflerinin ve mühendislerinin arabaları duruyordu. Araçlar arasında ‘MK, çoğunluktaydı, "GAZİK" ler yavaş yavaş kullanımdan çıkıyordu. Arabaların ortasında bir çift siyah safkan at tarafından çekilen Sovhozun tarım faytonu vardı. Meyram atlara hayranlıkla baktı ve fabrika girişine geldi.

Şerbakov’un odasında şapkasını her zamanki yere astı ve sıcak bir şekilde selamladı.

Sergey Petroviç onu karşılamak için kalktı ve sanki tanrı bilir ne zamandır görüşmemişler gibi genişçe güldü. Hiçbir şey onların geçenlerde Aşırbek’in aceleci önerilerinden kaynaklı sürtüşmelerini hatırlatmadı.

- Toplantı verimli geçti diye vurguladı Meyram. Akım’ın önerisini doğru desteklediniz. Siz üretici olarak daha iyi bilirsiniz ama ben şimdi işlerin daha sorunsuz gideceğini düşünüyorum.

- Zaman gösterir, Meyram Omaroviç! diye hararetli bir şekilde cevapladı Sergey Petroviç. Şimdiden bir şey diyemem, kontrol edeceğiz. İşte sonunda duraklamadan kurtuluyoruz- bu bir gerçek!- Tamamen rakamlarla kaplı büyük kâğıt sayfalarını salladı- Gördünüz mü? Güncel raporlar! Madenciler- kendi sözlerinin sahipleri: söyledikleri gibi yapıyorlar. Tüm fabrikanın yüzde yüz biri. Tabi ki hepsi aynı seviyede değil, geride kalanlar da var. Onların ileride olanları yakalamalarına yardımcı olmak gerek.

- Bu doğru diye onayladı Meyram. Ama ileride olanları da tutmamak lazım, daha cesur bir şekilde ilerlemeyi hedeflesinler.

- Onları tutan kim? diyen Şerbakov şaşırmıştı. İşte bakın. Not defterini çıkardı, alışılmış bir hareketle gözlüklerini kaldırdı. Bu yıl doksan dört yenilikçi öneriden seksen tanesi gerçekleştirilmiş. Fena mı? Fakat her öneri farklıdır. Bazı öneriler cesurca olmasına rağmen gerçekçiliği azdır.

Meyram eski tartışma tekrar canlanabilir hissiyle kaşlarını çattı ve sustu. Aralarında zaman zaman ortaya çıkan anlaşmazlıkların sebebi, Sergey Petroviç'in uygulamada her yeniliğin kontrolünün hassas hesabının yapılması taraftarı olmasıydı. Meyram ise çoğu zaman sabırsızdı. Anlık yeni bir öneri gündeme getirir, aceleyle bu önerinin hayata geçirilmesini talep ederdi.

Sergey Petroviç yavaşça piposunu doldurdu ve yumuşak bir sesle konuştu:

- Sizinle şu anda bizim için en önemli olan başka bir şey hakkında konuşmak istiyorum. Buraya gelişiniz isabet oldu.

Bir süre sustuktan sonra, derin bir soluk aldı, duman bulutu çıkardı. Meyram sabırsızlıkla bekledi.

- Kargres bitti diye devam etti Şerbakov. Siz bunu biliyorsunuz. Artık ne su ne de elektrik bizim için sorun değil. Hangi yöne doğru devam edeceğiz.

- İşte tam olarak bu! diye hızlıca yakaladı konuyu. Ben de bunun için size geldim. Halk ileri gidiyor Sergey Petroviç! Ve bu doğaldır. İnsanları engellemek, onlardan geri kalmak olmaz.

Şerbakov gözlerini kıstı ve gözlerinde belli belirsiz bir gülümseme oldu. ‘ İyi de onları çeken kim’ diye karşılık vermek istedi. Ama kendini tuttu. Koltuktan kalktı, halı üzerinde gıcırdayan krom botlarıyla tüm duvarı kaplayan büyük Karaganda havzası haritasına doğru yürüdü. Bu haritayı ezbere biliyordu.

- Bizim için şu an en önemli olan dağılmamak, her şeye atlamamak. Hemen her şeye yetişemezsin. En önemli olanı bulmak gerekir.

- Şu an en önemli şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz? diye sorgulayarak sordu Meyram.

- Plan Meyram Omaroviç! Partimizin ve hükümetin plan ve yönergeleri. Onların temelinde son bilimsel başarılar ve sosyalist pratik yatmaktadır. Partinin kuralları- bizim deniz fenerimizdir– Onu gözden kaybetmezsek -büyük denizde boğulmayız.

- Doğru – diye onayladı Meyram. Fakat planın uygulanması, yaratıcı bir cüretkârlığı gerekli kılıyor. Bu sözlerden korkmayın Sergey Petroviç!

Artık Şerbakov gülümsemesini tutamadı. Yoksa partiyle birlikte tüm devrim yollarından beraber geçen, basit bir işçiden devlet adamlığına yükselen o eski madenci, cüret etmekten mi korkacaktı? Bak parti sekreteri ondan neredeyse iki kat daha gençti. Gençlik bazen açık kapıyı zorlama eğiliminde oluyor, herkesçe bilinen şeyleri yenilikmiş gibi sunuyordu. Bunda tabi ki bir kötülük yoktu.

İnsan böyle sıcak bir sekreterle asla sıkılmazdı.

Meyram heyecanla devam etti:

-Neden bu zamana kadar Aşırbek’e açık yöntemle kömür çıkartmasını denemesine izin vermediniz? Bu temkinliliği anlayamıyorum. Neden denemek için bir maden tahsis edilmesin ki? Aşırbek treni doğrudan maden tüneline vermeyi öneriyor. Eee! Sosyalist endüstri inşaatında masraflar kaçınılmazdır. Bizim girişimimizle Karaganda sadece kömür yatağı değil, teknik fikir kaynağı olurdu.

Şerbakov başını iki yana salladı.

-Masraflar, tecrübeler. Bunun için tüm madeni tahsis etmek. Tecrübeden korkmam Meyram Omaroviç! Riskten de korkmam –diyerek yüksek sesle güldü. Ancak ben körü körüne riske girecek bir kumarbaz değilim. Ve madenler benim için oyuncak değil. Haksız bir risk için yalnızca milyonlarca rubleyi bırak tek bir ruble bile harcamam, çünkü bu ruble devletin işçi sınıfının ağır işlerinden elde edilmiştir. Ben bu rublenin ne kadar zor kazanıldığını biliyorum.

-Anlayın- diye çıkıştı Meyram, -açık maden ne kadar kârlı! Sonuçta biz hemen kömür üretimini artıracağız!

-Hepsini biliyorum. Büyük ve enteresan bir iş.

- O zaman neden bu zamana kadar izin vermediniz - diye artık öfkelenmiş bir şekilde bağırdı Meyram.

- İşte bu doğru soru. Ve buna cevap vermeye çalışacağım.

Şerbakov not defterini açtı ve bükülmüş parmaklarıyla vurdu.

-Burada çoğu uykusuz gecede not edilmiş düşüncelerim var. Madencilerin, mühendislerin fikirleri var. Karaganda’nın iklim koşullarını iyi öğrendik mi? Kışın şiddetli kar fırtınalarında, baharda şiddetle eriyen kar koşullarında açık madenlerin sorunsuz olarak çalışacağından emin miyiz? Hayır, bunu yeterince bilmiyoruz. Bilim adamlarının ve bu konudaki uzmanların ortak çalışmaları gerekli. Ermek Barantayeviçi de Karaganda'nın iklim koşulları endişelendiriyor. Adam Sanayi Akademisini bitirmiş ve çok geniş tecrübesi var. Onu dinlemek gerek. Madenin kurulmasına bakalım. Ne kadar yeni teknik gerekiyor! Ne kadar güçlü ekskavatörler gerekli. Bizim böyle ekskavatörlerimiz var mı? Henüz yok. En nihayetinde siz de biliyorsunuz ki açık maden kömürü düşük kaliteli. Yani temel olarak o yerel yakıta gidiyor. Yerel yakıt kuruluşlarıyla danışmaya değer mi değmez mi? Değer. İşte ben de ilgili kuruluşlara görüşmeler yapıyorum. Bunun haricinde Moskova’ya da sordum.

-Tüm bunlar için ne kadar daha zaman gerekli? diye aceleci bir şekilde haykırdı Meyram.

-Sanırım güçsüz ekskavatörlerle değil de - çapayla madeni kazmaya başlamamızdan daha az. Diğer bir deyişle zamanla biz kendimizi yönetiriz. Bir ya da iki ay içinde umarım ulaşırız.

Sergey Petroviç Meyram’a yaklaştı ve ona omuzlarından sarıldı. Meyram hızlıca sandalyeden kalktı. Bu kucaklamadan kurtulmak istiyor gibi görünüyordu. Ama Şerbakov’un kolları Meyram’ı omzundan sıkı ve kuvvetlice tutuyordu.

- Eh Meyram Omaroviç! İnsanlarda sıcaklığı ve cesareti seviyorum. Bak Çaykov da heyecanlanıyor. Onu dinlemek güzeldir. Madende nükleer enerji uygulamayı hayal ediyor. Heyecan verici bir fikir. Sizce ben Çaykov’a ne demeliyim: hadi çabuk hareket et öyle mi? Bazen bir hayalden düzgün bir iş değil karışıklık çıkabildiği oluyor. Bir hayalin gerçek olma olasılığıyla ne kadar örtüştüğüne bakmak lazım.

- Sergey Petroviç Aşırbek ve Ermek’in yeni programından, onların bölümleri küçültme fikrinden ne sonuç alındığını Meyram’a hatırlatmamak için kendini zor tuttu. Onlar güçleri dağıtarak, mekanizmaların birbirlerine uyumlu çalışmasını sağlamayı beceremediler. Hâlbuki o zamanda Meyram koşulsuz olarak onların önerilerini desteklemişti. Ve neredeyse üretim planı dağılıyordu.

Ama Şerbakov kendi değişmeyen inceliğinde bu konuda suskunluğunu korudu ve yalnızca şunu ekledi:

- Zaman gelir ve Çaykov’un hayali gerçekleşir. Bundan eminim.

Meyram gri dikkatli gözleriyle doğrudan ona baktı. Şerbakov sakince onun bakışına dayandı.

- Yani açık madene izin vermiyorsunuz?

- Şimdilik izin vermiyorum. Daha erken olduğunu düşünüyorum.

- Öyle...

Meyram odadan yürüdü. Şapkasını askıdan aldı. Kapı eşiğinde durdu.

- Hatırlıyor musun konuşmaya nasıl başlamıştınız? Kargres devreye girdi. Nasıl ileri gideceğimizi düşünme zamanı diye söylemiştiniz.

- Haklısınız Meyram Omaroviç tam olarak bundan konuşmaya başladım.

Sergey Petroviç Meyram’ın durduğu kapıya adım attı.

- İşte ben de bunun hakkında düşündüm. Enerji kapasitemiz büyüdü. Çıkartma planının genişletilmesi talebiyle devlete başvuramaz mıyız? Belki bir dahaki şehir komitesi bürosunda bu konuyu tartışabiliriz?

Bu öneri Meyram’ın hoşuna gitti. Hemen yüzü aydınlandı.

- Bu güzel! Mutlaka tartışalım.

- Ve dahası… Akım'ın iki vardiya hakkındaki önerisi. Dürüst olmak gerekirse Donbass seyahatinden sonra bu delikanlı ne kadar büyüdü!

Meyram güldü, onun gülümsemesi kötü hava bulutlarını dağıtan güneş ışığı gibiydi. Sergey Petroviç'in elini sıktı, yine de dost canlısıydı ama ölçülüydü.

Şerbakov pencereden Meyram’ın binadan nasıl çıktığına baktı. Yolda yürürken biraz kamburunu çıkardığını gördü. Bir şeyler Sergey Petroviç’in canını sıkmıştı. ‘Meyram sanki gücenmiş gibi. Ama yapacak bir şey yok’. Sergey Petroviç onu sevmişti ve sevmeye devam edecekti... Meyram Karaganda’ya toy bir delikanlı olarak gelmişti. Sergey Petroviç onun başarılarına her zaman öz oğlunun başarılarıymış gibi sevinmişti. Ama hayatta bazen üzülmekte vardı. İnsanlar sadece övgüyle büyümüyorlardı. Meyram büyüdü. Kendi ayakları üzerinde durabiliyordu artık. O hâlâ aceleci ve heyecanlıydı. Arkasına bakmadan ileriye doğru fırlayarak, kafasını duvarlara vuruyordu.

Sergey Petroviç endişeli bir yüzle telefonların bulunduğu masaya yaklaştı.

- Lütfen, bana bölge parti komitesinin ikinci sekreterini bağlayın. Asman Amantayeviç? Tekrar merhaba. Sizi yine Şerbakov rahatsız ediyor. Meyram Omaroviç madenin açılması için acele ediyor. Hayır, tartışmadık ama ona yakın bir durum oldu. Üzüldü. Moskova'nın görüşünü soruyor? Ben de aynısını yaptım. Sizden bunu Meyram Omaroviç'e açıklamanızı rica ediyorum... Tabi ki... Çok fazla beklemek gerekmeyecek. Teşekkürler.

Şerbakov rahat bir nefes alarak telefonu kapattı.

Kozlov kolunun altında boru haline getirilmiş eskiz kâğıdıyla kapıyı çalmadan içeri girdi.

- Ne diyorsun Boris Mihayloviç?

- İşte yaptım, bak.

Eski mekanisyen tek bir hareketle kâğıdı masaya serdi, köşelere kâğıt tutacakları ve ağır hokka kapaklarını koydu. Kâğıtta kömür havzasının planı çizilmişti.

Sergey Petroviç plana dikkatlice bakarak sordu:

- Performansı nasıl planladın?

- Saatte elli beş ton. Benim maden ocağında ki makinemden yüz elli metrelik kömür sekiz saatte geçiyor. - diye gururla söyledi Kozlov. Çıkartılmış kömür otomatik olarak reştak'a gidiyor.

- Orda kaç kişi görev alacak?

- Madende destek kirişi yapan kişilerle birlikte yedi kişi. Ekiplerdeki kişi sayısı önemli ölçüde azalıyor. En azami verileri söylüyorum Sergey Petroviç. Maden ocağı makinesinin performansı artacak. Parçalama makinesi gibi çalışıyor. İşte burada üç tane uç: biri- düz, ikisi- eğri - diye açıkladı.

- Neden uçların ve diğer kısımların kesin hesaplarını belirtmedin?

- Belirtilmiş olacaklar Sergey Petroviç...

- Mühendislerle, Aşırbek'le bu hesaplarla ilgili konuştun mu?

- Hayır, bu konu hakkında henüz konuşmadım. Ama çoğu şeyi danıştım.

Şerbakov çizimi önünden itti.

- Her şeyi tartışıp tam olarak bittiği zaman getirin. Hesaplarınızı birlikte kontrol edelim. Bu iyi bir şey, ama tek bir çizime göre kanıya varmak zor.

Mekanisyen hızlıca kâğıdı boru biçiminde kıvırdı. Yüzü kızarmış, dudakları titriyordu.

- Buna ne denir? Bürokrasi işte böyle bir şey! Benim neredeyse her şeyim hazır!

Cılız mekanisyen Şerbakov'un yanında serçe gibi görünüyordu. Sinirinden giderek daha da serçeye dönüşüyordu.

- Ben senin rahmetli baban Petr Alekseyeviç'i tanırdım. Gerçek bir madenciydi. Sıkı dosttuk. Sen hangi sebeple böbürleniyorsun? Neden benim çizimimi itiyorsun? İşçi sınıfından geldiğini unuttun mu? Sana en değerli icadı getirdim. Ya sen? .

Sergey Petroviç hiçbir şey söylemedi, Kozlov bağırmaktan yorulup divana yığılana kadar bekledi.

İşte o zaman gayet samimi bir şekilde:

- Kaynaman bitti mi? Eğer başka mermin kaldıysa onları da sonuna kadar ateşle. Ama boşa atıyorsun… Şevçenko ve Afanasyev tarafından kömür ocağı yapımı denendi, görüyor musun? Onlarınki olmadı. Zor, sıkıntılı ve ekonomik olmayan bir şey ortaya çıktı. Sen birçok şeyde önde gidiyorsun, ama birçok yerde de onların hatalarını tekrarlıyorsun. Uzmanların teknik tavsiyelerinden daha çok yararlan. O zaman zaten seni kimse reddetmez, sen ise dikleniyorsun. Hal böyle iken kim böbürleniyor: ben mi sen mi?

Sekreter odaya girdi, bir telgraf verdi, Sergey Petroviç okudu ve saate baktı.

- Janabıl geliyor. Ben havaalanına gidiyorum. Çalışmaya devam et Boris Mihayloviç. Eminim sen becerirsin.

- Beni de yanına al. Bende karşılamaya geleyim. Janabıl benim en iyi öğrencim - diye rica etti Kozlov.


KISIM SEKİZ


Şerbakov'dan çıkan Meyram il parti komitesine doğru gitti. İl parti komitesi ve yürütme komitesinin yerleştiği binanın ön tarafında daha geçen yıl çit ile çevrilmiş ve ağaçlar ekilmiş genişçe bir alan yer alıyordu. Dar yollar arasında çiçekler ve çimenler ekilmişti. Ağaçlar bir yılda iyice köklenmiş ve çıplak alan güzel bir meydana dönüşmüştü. Tam merkezde Lenin'in elini uzatmasıyla bilinen bir heykel vardı. Ağaçların gölgesinde yeşil renge boyanmış banklar, günün sıcağında havayı serinleten fıskiye havuzları vardı.

Kömür Karagandasında buğdayların içindeki yabancı otlar gibi bir orda bir burada eski barakalar vardı. Burada ise böyle antikalar bulamazdınız. Düz ve pürüzsüz sokaklar boyunca üç, dört ve beş katlı evler, bahçeler ve fıskiyeler vardı.

Meyram parkta yürüyordu. Gözleri rengârenk çiçek bahçeleriyle dinlenmişti. Dayanamadı gür pembe bir çiçeği kopardı ve kendi kendine kızdı : 'ya herkes koparmaya kalkarsa…" Ama eğer kopardıysan çiçeği yere bırakmak da olmaz. Duraksadı, çiçeği yakasına taktı.

Aniden - Sen çiçeksever oldun! – diyen Anatoliy Fedoroviç Çaykov'un kalın sesini duydu. Elinde büyük baskılı bir paket tutuyordu. Çaykov az önce bölge komitesinden çıkmıştı.

- Seviyorum, — diye itiraf etti Meyram. — Sanki onlardan daha güzel bir şey yok gibi.

- Yine de çiçek bahçelerinin bozulmaması gerekir.

- Bir çiçek için bu kadar gürültü! Bozkırda onlardan yüzlercesini koparıyorsun sanırım.

- Orası bozkır. Burası — çiçek bahçesi.

Sıkıca el sıkıştılar.

- Bizim jeologun kafasında kellik her gün artıyor - diyerek şaka yaptı Meyram.

- Ne yaparsın! Bizim sekreterin de kafasında beyazlıklar çoğalmış.

Çaykov'un yeşile çalan gözlerindeki kahkaha pırıltıları, parladığı gibi çabucak söndü. Meyram'ı koluna taktı ve banka götürdü.

Oturduklarında jeolog hiçbir açıklama yapmadan acele acele ve hızlı konuşmaya başladı:

- Ben şimdi Aleksandr Andreyeviç'in yanından senin yanına geldim. Biliyorsun "Dolinka"'yı taşımak gerek.

Meyram aniden ona döndü.

- Ciddi misin?

- Tamamen ciddiyim. Eğer ortada kömür işi varsa, ben şaka yapmam.

"Dolinka" Karaganda'dan kırk kilometre uzaklıkta bulunan geniş bir çiftliğin adıydı. O çiftlikte on binlerce büyükbaş sığır, binlerce hektar tarla, meyve, kavun karpuz bahçeleri vardı. Ve şimdi tüm bu geniş çiftliğin başka bir yere taşınması gerekiyordu.

Çaykov bu gerekliliğin nereden kaynaklandığını anlattı. Kömür katmanlarının oluşumunu takip ederek jeolojik araştırmalar "Dolinka"ya çok yaklaşmıştı. Anatoliy Fedoroviç katmanların zenginliğinden çok memnundu ve bu yüzden çiftliğin taşınması onu pek öyle korkutmamıştı.

- Neden bekleyelim ki? "Dolinka" arazisinde birkaç maden ocağı açmak ve çiftliği acilen taşımak gerekiyor. - Bu o kadar kolay bir konu değil Anatoliy Fedoroviç. Şerbakov'la bu konunun görüşülmesi gerekiyor.

- Ooo, Sergey Petroviç – o eski bir madenci. Ona ekmek verme, burada kömür madeni var de yeter! Dürüst olmak gerekirse böyle bir zenginliğin otlakların ve meyve bahçelerinin altında boş boş yatması, kimseye fayda sağlamaz?

- Meyveler bahçeler mesele değil, asıl sorun ekili tarlalarda.

- Dinle, Kazakistan'da ekin için oldukça çok toprak var. Bak ne kadar çok, gözle göremezsin. İstersen sana ekonomik bir hesap yapayım.

Bu söylediklerine itiraz edilebilir mi? Kömür; tıpkı metal gibi ve petrol gibi, ülke ekonomisinin temel taşı. Ve bir de Çaykov katmanların değerlerinden bahsediyorsa, ona inanmak gerekir. Onun bu konuda çok büyük tecrübeleri var. Kazakistan'ın maden kaynaklarının araştırmasına adanmış otuz yıldan daha fazla çalışması var. Çaykov Moskova, Leningrad, Alma-Ata'da ki akademik kuruluşlarla sıkı bir şekilde bağlantı içerisinde ve sürekli olarak onlarla fikir alışverişi yapıyor.

Her kelimeyi hızlı ve net bir şekilde dile getiren jeolog kendinden emin konuştu:

- Orada, şehrin batısında, kömür yataklarının uzunluğu altmış yetmiş kilometrelere varıyor. Bizim jeologların tespitine göre doğuda da az değil. Karaganda - tükenmez bir yeraltı kömür denizi. Fakat bizim zenginliğimiz sadece kömür değil. Bak dinle, Kair Amantayeviç ne yazıyor...

Çaykov önceden de Kazak jeolog Kair Amantayeviç hakkında konuşurdu. Onlar sadece iş arkadaşı değil aynı zamanda öğrencilik zamanlarından da arkadaşlardı; yirmili yılların başında Tomsk Üniversitesini beraber bitirmişlerdi. Hararetli tartışmaların olduğu o zamanlarda, daha henüz zararlı insanlar ortaya çıkartılmamışken her ikisi de Karaganda kömürünün koklaşabileceğini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bu olay onların dostluğunu daha da pekiştirmişti. Kair Amantayeviç şu anda Alma-Ata'da SSCB bilim akademisi Kazakistan şubesinde çalışıyordu.

Çaykov yüksek sesle mektuptan birkaç satır okudu.

- "Memnuniyetle bildiriyorum ki; Kazakistan toprakları sadece kömür yönünden değil, demir dışı metal ve aynı zamanda demir cevheri ve dolayısıyla demir ve çelik yönünden de zengindir…"- Anatoliy Fedoroviç eliyle mektubu işaret etti ve - Bu kelimelerin ne anlama geldiğini anlıyor musun? diyerek mektubu zarfa koydu. - Sen ise – mera diyorsun! Sığır her yerde otlayabilir. İlla ki kömürün üzerinde, madenin üzerinde otlamak zorunda değil. Karaganda'nın metalürjisini ortaya çıkarmak gerekir. Tıpkı Ural"daki, Kuzbass'taki gibi. Bu da demek oluyor ki – yüzlerce, binlerce uzman gerekecek. Kazakistan'da yeni kolejler, teknik üniversiteler açılmasını şimdiden düşünmek gerekir. Bize eğitimli kişiler, hatta eğitimli çok adam lazım! Bu arada – sen tezini ne zaman vereceksin?

Meyram bu beklenmedik soru karşısında rahatsız olmuştu.

- Herhalde bu yıl sonbaharda veririm.

- Peki, ya Ardak?

- Belki o da yetişir.

- Biz hemen iki yeni bilim adamı alırız gibi görünüyor: biri - filolog, diğeri –ekonomist. Bu harika! Bu konuyu Kair Anatolyeviç'e yazacağım. Sevinsin.

Çaykov vedalaşarak aceleyle kalktı, büyük adımlarla başını eğerek dar sokakları geçti ama aniden aceleyle geri döndü, bankta şapkasını unutmuştu.

- Senin de anladığın gibi araştırma ekibini şimdiden göndermemiz gerekiyor. Acelem var. Şerbakov"u görmek için yetişemeyeceğim. Ona konuşmamızı ilet, Ardak'a selam!

- Teşekkürler Anatoliy Fedoroviç!

"İşte her zaman böyle: Çaykov şiddetli bir rüzgâr gibi saldırır, eser, gürler, yeni düşünceler uyandırır, heyecanlandırır, hatta o kadar heyecanlandırır ki insanın başı döner! Biriyle fikir alışverişi yapmak gerekiyor. Ama kiminle? Tabi ki en başta Sergey Petroviç'le… Zaten bu artık bir gelenek haline gelmişti."

Ve Şerbakov'la son tartışma. Çaykov'un söylediği ile karşılaştırılınca arka planlarda bir yerlerde önemsiz kalmıştı. Ve il komitesine gitmekte yanlış olacaktı: Çaykov zaten Aleksandr Andreyeviç'in yanındaydı, onunla "Dolinka" hakkında, Karaganda'nın kömür ve metalürjisi hakkında konuşmuştur. Meyram ise eski tartışmayı çözmek için gelecekti. Zaten tartışmak için bir sebep kalmış mıydı?

Meyram ancak parti bölge komitesi birinci sekreterinin odasının kapısında düşüncelerinden sıyrılabildi. Genelde bilgi vermeden Aleksandr Andreyeviç'ın odasına girerdi. Fakat sekreterin yardımcısından onun Moskova"yla telefonla konuştuğunu öğrenince Meyram bu sefer girişte bekledi ve telefon konuşması bitince odaya girdi.

Geniş odanın derinliklerinde bulunan masada geniş omuzlu, orta yaşlı, beyaz takım elbiseli bir adam oturuyordu. Sekreterin yüzü hâlâ genç, kırışmamış, alnı yüksek, pürüzsüz, ağaran sert saçları dik kesilmiş, gözleri büyük ve parlaktı. Aleksandr Andreyeviç anlayışla Meyram'a baktı:

- Bu halin ne böyle kasvetlisin?

- Bunun için sebepler var Aleksandr Andreyeviç....

Ve Şerbakov'la olan konuşmayı aktardı. Anlatırken kendini sürekli rahatsız hissediyordu: keşke anlatmasaydım. Kelimeler de zayıf kalmıştı.

Aleksandr Andreyeviç hemen cevap vermedi. Sorunların çözümünde acele etmeyi sevmezdi. Aleksandr Andreyeviç Meyram için yeni biri değildi. Birkaç yıl önce Aleksandr Andreyeviç Karaganda'ya özellikle Meyram'ın şikâyetlerinin incelenmesi için getirilen komitenin başında gelmişti. Doğruyu yanlıştan ayırmayı başarmış ve Meyram'ı desteklemişti. Daha sonra Karaganda bölge merkezi olunca, Aleksandr Andreyeviç bölgeye taşınmış ve il komitesi ve bölge parti komitesi birinci sekreteri seçilmişti. Meyram il komitesinin ikinci sekreteriydi ve şehirdeki neredeyse tüm komite işleriyle o ilgilendirdi, ama zor sorunları Aleksandr Andreyeviç'in katkısı olmadan hiçbir zaman çözmezdi.

Bir anlık sessizlikten sonra - Hatırlıyor musunuz?— diye sordu sekreter. – Yedi yıl önce Karaganda'da burada iki katlı standart bir binanın odasında uzun bir konuşma yapmıştık.

- İyi hatırlıyorum.

- Siz o zaman doğru söylemiştiniz 'eğer artık savaşa başladıysak, kazanmak gerekir". Sizin sınıf düşmanlığına hoşgörü göstermemeniz o zaman beni memnun etmişti. Eğer şimdi siz arkadaşlarınızın sizin fikirlerinizi kabul etmemeleri nedeniyle onlara hoşgörüsüzlük gösterseydiniz, ben memnun olmazdım. Böyle bir hoşgörüsüzlüğün değeri azdır.

- Sizi tam olarak anlamıyorum Aleksandr Andreyeviç.

- O zaman şimdi açıklayayım Meyram Omaroviç. Geçen yılın bu ayında siz Şevçenko ve Afanasyev'in kombaynı hakkında gürültü çıkarmışsınız. Şerbakov"u işçilerin önerilerini desteklemediği için suçladınız. Ee, nerede bu kombaynı? Siz o zaman kombaynı için acele ettiniz. Sergey Petroviç"i suçlamak konusunda da aceleci davrandınız. Anlıyorum, iyi niyetiniz size harekete geçiriyor: üretimde başarı istiyorsunuz. Fakat durumu iyice tartmak gerekir. Detaylı hesaplar yapmak gerek. Geçenlerde siz yine böyle bir hevesle Ermek'in programını göklere çıkartmışsınız. Ama programın değişmesi gerekti. Açık konuşalım bazen siz Sovyetlerin ve ekonomik kurumların haklarına kabaca müdahale ediyorsunuz. Altın kuralı hatırlayın: tartışmalarda doğru görüşün kazanması gerekiyor, eğer yanlışsa, bırak benim görüşüm kazanmasın. Söylediklerim anlaşılıyor mu?

- Anlıyorum — diye düşünceli cevap verdi Meyram. — Heyecan herhalde, bazen ben komut vermeye meyilli oluyorum ve bazen de abartıyorum.

- İşte tam olarak bu. Yani size yeni bir şey söylemedim. Eminim Sergey Petroviç aynı şeyi size Birçok kez söylemiştir. O büyük bir adam, iyi bir komünist ve büyük bir çalışan.

Meyram'ın ağzından - Sergey Petroviç"i seviyorum, sayıyorum! - kelimeleri çıktı.

- İşte bu harika.

Dahili telefon çaldı. Aleksandr Andreyeviç telefonu açtı. Konuşmadan anlaşıldığı kadarıyla bölge komitesi ikinci sekreteri Amantayev arıyordu.

- Acele ediyor, bu doğru, — diye cevap verdi Aleksandr Andreyeviç. — Ama bence o zeki bir genç... Siz merak etmeyin, her şey yoluna girecek. Onlar birbirlerini anlarlar.

Sekreter konuşmayı bitirerek tekrar Meyram'a döndü.

- Yani o açık maden konusunda acele etmiyor? Bu doğru: ilginç ve keyifli bir iş.

- Eğer öyleyse neden acele edilmiyor?

- Eh, Meyram Omaroviç! Karaganda'da bir tek Aşırbek ve biz açık maden ocakları hakkında düşünmüyoruz. Moskova'da da iyi uzmanlar var. Ve onlar da bizim ricamızla bu konuyu inceliyorlar.

- Zaman kaybediyoruz. Uzun aylar geçebilir.

- Aylar değil de haftalar geçsin diye düşüneceğiz. Sabredin. Böyle daha doğru olacak, yoksa yanılmak ihtimali de var…

Aleksandr Andreyeviç elini Meyram'a uzattı:

- Sanki anlaştık gibi?

- Anlaştık.

Ve Meyram artık bölge komitesi sekreterine uğradığına pişman değildi.



KISIM DOKUZ


Janabıl dört yıl boyunca kendi evinde değildi. Karaganda'da bu zaman içinde çok şey değişmişti. Babası Jumabay'ın çekingen ve dağınık karakterinin nasıl değiştiğini Janabıl'ın fark etmemesi mümkün değildi.

İhtiyar adam gelişinin ertesi günü damadı ve kızı Maypa'yı bu yıllarda neler olduğunu görmesi için madene götürdü. Jumabay adeta madenin sahibi gibi geziyordu. Janabıl'a gözünde koruyucu gözlükleri olan genç elektrik kaynakçısını gösterdi. Elektrik kaynağı kalın metal şeridi bıçak gibi kesiyorlardı. Metal adeta bir mum gibi erimiş ve göz kamaştırıcı kıvılcımlar saçıyordu.

- Bondarenko'nun oğlu kaynak yapıyor - dedi Jumabay.

- Bondarenko'nun kendisi nasıl? Artık olay çıkartmıyor mu?

- Ne diyorsun! Onun için artık Rus, Kazak fark etmiyor.

- Daha önceden böyle düşünmüyordu.

- O, daha önceleri geri kafalı bir adamdı. Ee boş ver, hatırlamaya bile değmez. Biz birbirimize sıkıca kenetlendik.

- Olay sadece ilişkide değil Jumeke.

- İşte ben de onu diyorum. Herkes daha bilinçlen oldu.

Madenden çıktılar. Etraflarında yeni yapılmış yüksek ve güzel binalar vardı. Jumabay Janabıl'ı yeni olan her kişiyle tanıştırdı.

- Artık bizim madenimiz ve mekanik fabrikamız eskisinden yüz kat daha büyük. Bu binada beş yüz kişilik izleyici salonu bulunan bir de kulüp var. Yanında ise yemekhane ve bakkal var. Bu büyük blokta ise bizim merkez ofisimiz var. Biz buradan iş izinlerini ve fenerleri alıyoruz. Burası banyo. Kıvırcık saçlı genç bir adam geçti gördün mü? O madenin yeni harita mühendisi Aset. Bize doğru gelen bölüm başkanı, soyadını bir türlü hatırlayamıyorum. Etrafta artık o kadar çok insan var ki...

- Jumeke, diye böldü Janabıl, tiyatroya gidiyor musunuz?

Jumabay damadına gücenerek baktı.

- Sen ne sanıyorsun? "Kız-Jıbek" operasını üç kez dinledim. "Ayman ve Şolpan" kaç kez sayamıyorum artık.

Janabıl Maypa'ya göz kırptı ve alçak bir sesle:

- Bak sen, babam yaşlılığında tiyatrolara gitmeye başlamış. Allah korusun bir de efsanevi bir Kazak güzeline âşık olursa!

- Ne diyorsun sen! Yaşlı bir adamla alay etmekten utanmıyor musun?

- Tamam, tamam o ihtiyar şakalarımı anlar, merak etme.

Janabıl yavaşladı. Başını geriye atarak, çelik destekler üzerine kurulmuş şahmerdana, kömürlerin sıralandığı ahşap barakaya baktı...

Evet, onlarda daha önce yoklardı. Etrafta birçok şey değişmişti. Janabıl'ın kendisi de bu duruma aşınaydı. Ciddi duruyor, iradesi öfkeli karakterini ve sivri dilini tutuyordu. Komite okulunda almış olduğu dört yıllık eğitim etkili olmuştu. Yenilikleri görmek hoşuna gitmişti ama eskiyi de görmek istiyordu. İçerlemiş bir halde Maypa'ya ve Jumabay'a söyledi:

- Eskiden kalma şeyler çok az. Ve belki de eskiyi görmek son kez nasip oluyor. Yakında bizim ellerimizle kurduğumuz o eski Karaganda'dan hiçbir şey kalmayacak. Ne güçlüklerle kurmuştuk biz bu şehri. Her küçük ayrıntısı kalbimizdedir. Bokay'a nasıl güldüğümüzü hatırlıyorum: kamu konutları bloğunda ki yeni dairesine taşındığı güne kadar kendisine yurtta görevi gören çürümüş keçeyi atmanın, ona ne kadar zor geldiğini bir türlü anlamıyorduk!

- İşte aynen o! diye haykırdı Jumabay. Şimdi sende anlıyorsun, neden kara ineğim benim için çok değerliydi?

- Evet, evet tamamen kaybolan geçmişten kalan bir hatıra gibi. Şehirde müze var mı? Eğer yoksa gençler eskiyi hiçbir yerde göremeyecek.

- Olmaz mı? Allah'ın takdiri! Oraya neler konmadı ki. Maypa Can'ın makinesi, senin cihaz ve benim kömür getirdiğim el arabam duruyor orada.

- Öyle mi! Oysa el arabası ve benim makinem daha düne kadar çalışan araçlardı - dedi Janabıl. - Bugün ise onları müzeye koydular ve Karaganda'nın tarihi oldular. Hızlı, Jumeke, çok hızlı ilerliyoruz!

- Sen hızlı diyorsun da. Ama burada bizim arkadaşlar yavaş gidiyoruz diye olay çıkardılar.

- Kim olay çıkardı?

- Aşırbek, Akım... Ve daha bir sürü insan!

- Demek öyle ha! Gördüğüm kadarıyla sızın her şeyden haberiniz var.

- Neden olmasın?

Maden ofisinin önünde bir grup insan vardı. Onların içinde eski Karaganda'lı bir tek Ermek vardı, geri kalanı yeniydi. Ermek Janabıl'ı diğerleriyle tanıştırmaya başladı.

- İşte bizim maden harita mühendisimiz Aset Labasov. Bu ise dokuzuncu bölümün şefi Aristanov. Makinist-Stahanovlu işçi Dançenko. Komsomol komitesi sekreteri Erjanov.

- Şu an birinci maden de kaç kişi var? Diyerek ilgi ile sordu Janabıl.

- Memurlarla beraber üç bin kişi civarında.

Janabıl yeni tanıştıklarına bakarak şakayla:

- Hey, arkadaşlar, Bayten size işçi demezdi dedi.

- Neden öyle dediniz?— diyerek gücendi muhataplardan birisi.

- Böyle çünkü! Biz köyden madene yalın ayak geldik, keser ve çekiçle çalışmaya başladık. Akım ve diğerlerine ise çarkı döndürmek, el arabası sürmek düştü. Siz okuldan çıktınız ve hemen makinelere oturdunuz. Böyle iş mi olur?

Herkes şakayı anladı ve güldü.

Sadece saf Jumabay Janabıl'ın sözünü ciddiye aldı ve heyecanla haykırdı:

- Doğru söylüyor, doğru! Biz Dev adam Hutjan'ın ekibinde çalışırken gömleğimiz terden kurumazdı. Şimdi ise ne çalışması? Her işi insanların yerine makineler yapıyor...

Jumabay ağzındaki gülümsemeyle gerinerek, sevinçten ve gururdan ışık saçıyordu. Daha güzel ne olabilir? Uzun zamandır beklenen çocuklar döndüler, okuyup adam oldular. Onlara bakıyorlar, saygıyla dinliyorlar. Gururlanmamak mümkün mü?

Maypa eski mekanik atölyesini görmek için sabırsızlanıyordu. Uzun süren yolculuktan sonra neredeyse dinlenmemişti. Zaten nasıl dinlenecekti ki! Eve dönüş için hazırlanmaya başladığı andan itibaren heyecandan ne yemek yiyebilmiş ne de uyuyabilmişti. Dün buraya geldikten sonra da bütün gece boyunca onunla görüşmek için sabırsızlanan arkadaşları onu rahat bırakmamışlar. Bugün de sabah erkenden madene gelinmişti. Ama Maypa hiç yorgunluğu hissetmiyordu, Janabıl onun sabırsızlandığını anlamıştı.

- Maypa Can nedense mekanik fabrikasına çok sık bakıyor. Galiba oraya gitmek için can atıyor. Bize de oraya gitmek düşer. Bence bir sakıncası yok. Bizler yetişkiniz, "çay yemek" ve "kazma kayar" diye yazıyorduk, genç nesil ise bebek bezlerinden direk okullara atladılar. Görelim bakalım onlar nasıl çalışıyorlar.

- Eh ne yazık ki benim vardiyam geldi, yoksa her şeyi size ben gösterirdim - dedi Jumabay. O, mekanik fabrikasını adeta kendi elleriyle yapmış gibi konuşmuştu.

Tesis, çevresi çitlerle örülmüş çok büyük bir alanı kaplıyordu. Açık kapının ardından kırmızı tuğladan yapılmış uzun, yüksek bina görünüyordu. Duvarlarda sayılamayacak kadar çok pencereler vardı ve bu pencereler hepsi geniş ve parlaktı. Camlar ara sıra elektrikli ışığın çakmalarıyla aydınlanıyordu. Oradan makine ve tezgâhların uğultusu geliyordu. Çit boyunca tesiste yapılmış yük dekovilleri duruyordu hatta tüm avlu dekovillerle dolmuştu.

Kapıda Janabıl ve Maypa'ya arkası dönük silahlı bir bekçi duruyordu. Şapkasının altından ensesine beyaz saç telleri düşmüştü. Bekçinin tipi Janabıl'a tanıdık geldi.

- İşte bu Bayten galiba, — diye Maypa'ya fısıldadı. — Gerçekten o!

Janabıl dikkatlice adamın arkasından sokularak onun gözlerini elleriyle kapattı.

- Şımarıklık yapma! - diye bağırdı Bayten. — Şaka yapmak yasak! Bırakın diyorum. Yoksa vuracağım!

Omzundan tüfeği çıkarmaya çalıştı.

- Hadi vur, — diyerek güldü ve kenara çekildi Janabıl.

- Ay seni! — diye bağırdı Bayten. — Dur da bir sarılayım!

Eski dostlar birbirlerine sarıldılar, hatta ikisinin de gözleri dolmuştu. Bayten her zaman konuşkan, umarsız, ama gerçekte zararsız biriydi. Eskiden Janabıl hep ona şaka yapardı, ama hep dostça şakalar yapardı ve onlar hiç tartışmamışlardı. Artık Bayten yaşlanmış, hafifçe kamburu çıkmıştı. Nerede o eski cesur davranışlar, özgüven, kabadayılık? Janabıl eski dostunda ki değişimi fark ettiğinde hüzünlenmişti.

- Saçların resmen gümüş gibi olmuş, Bayteke. Yaşlılıktan mı, yoksa ruhun mu aydınlandı?

- Tabi ki ruhun aydınlanmasından. Neden efkârlanayım ki? Sağlığımdan şikâyetçi değilim, işim rahat, iyi yaşıyorum. Dört odalı bir ev yaptım. İnek, keçi ve keçi yavruları yetiştiriyorum. Emekliyim. Maaşım kendiliğinden geliyor.

Kendini tutamadı ve böbürlenmeye başladı:

- Aslında benim işim çok sorumlu bir iş. Politik bir organ olan "Fabrika güvenliğinde yalnızca Bayten'e güvenilir" dedi.

- Fabrikada şimdi ne yapıyorlar?

- Onu hiç sorma! Bu bir devlet sırrı. Sen benim arkadaşımsın ama yine de söyleyemem. Bir çuval hikâyesinden sonra ben kulaklarımı dört açtım.

Janabıl gülmekten kendini alamadı.

- Oy, Bayteke, seninle ne çok olayımız oldu!

- Sorma. Hatırlayacak çok şeyler var. O zamanlar nasıl çalışmıştık! Şimdi de çalışsaydık yüzümü çamura vurmazdım, ama bak şimdi bekçilik işiyle kollarım bacaklarım bağlandı. Bekçilik önemli bir iş. Bana büyük güven duydular. Bu nedenle fabrikaya ne tür bir kişi olduğunu bilmeden hiç kimseyi sokmuyorum.

- Bizi sokar mısın?

- Siz — farklısınız. Sizin için bütün kapılar açık... Her halde buraya çalışmak için döndün? Ne yapacaksın?

- Henüz bilmiyorum. Şu anda biz Maypa'yla izindeyiz.

Konuşurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişlerdi. Janabıl henüz görmediği eski arkadaşlarının nerede çalıştıklarını sordu. Bayten'in eski arkadaşına anlatacağı çok şeyler vardı: hem şimdiki ve geçmiş Karaganda'yla ve hatta yaşayan herkes ile ilgili bildiği çok şey vardı.

Bayten kederle anlattı:

- Artık biz eski çalışanlar olarak Karaganda'da daha az gerekliyiz. Çok fazla insan geldi ve hepsi de eğitimli.

Janabıl karşı çıktı:

- Hayır, kabul etmiyorum Bayteke! Eski kadro — Karaganda'nın altın fonu. Yeni insanlar akını için biz sadece memnun olmalıyız. Hatırlıyor musun uzmanlar bize nasıl da gerekliydi? Sudan daha çok. Az önce madende genç çalışanlarla karşılaştım, onlarla konuştum. Harika insanlar!

- Eee gerçekten madenlerde uzmanlar mı? Bizim fabrikada ki uzmanları yanında onlar bir hiçtir. Bizim uzmanlarımıza bak! Kozlov her gün yeni bir deneme için geliyor. Ya da beni örnek al, tüm makineler biliyorum, ama henüz kullanamıyorum… hiç zamanım yok…

Janabıl ve Maypa konuşkan Bayteke ile dostça vedalaşıp tesisin kapısına geldiler. Burada yönlerini bulmaları çok zordu, daha önce çalıştıkları bildik bir yer bulmaları hiç kolay değildi.

Yüksek demir baca artık yoktu. Onun yerine yenisi gelmişti. Büyük, kırmızı tuğlalardan yapılmış, çelik çemberlerle çevrilmiş ve neredeyse bulutlara uzanıyordu. Bacadan geniş bir ağzından rüzgârsız havada siyah bir duman yavaşça çıkıyordu. İşte Karaganda'nın varlığının ilk yılında hizmet veren tanıdık bodur bina. Burada eskiden buhar jeneratörü, petrol motoru ve üç dört tane torna tezgâhı vardı. Şimdi ise eskilerden hiç bir şey kalmamış. Tüm köşeler ve küçük alanlar bölünmüş, hepsi bir büyük alan haline gelmişti. Duvarlara farklı aletlerin konulduğu raflar ve dolaplar yapılmıştı.

Dolaplardan birinin önünde uzun boylu, geniş omuzlu gözlüklü bir ihtiyar duruyordu.

- Kovalyuk! — diye fısıldadı Maypa Janabıl'a. — gözlük takmaya başlamış.

- Bekle, bakalım bizi tanıyacak mı?

Beklemeye koyuldular. Kovalyuk döndü, onları gördü ve şaşkınlıkla bağırdı:

- Janabıl, Maypa! Tuh şeytanlar! Nasıl da giyinmişsiniz. Hatta gerçek züppeler gibi olmuşsunuz. Sizi zor tanıdım.

- Sizde bu gözlüklerle önemli bir adam gibi görünüyorsunuz. Bu ambar ise gerçek bir mağaza gibi olmuş!

Kovalyuk misafirlerinin sıkıca öptü.

Kovalyuk, Rusça ve Ukraynaca kelimeleri karıştırarak eski tanıdıklar hakkında bir şeyler anlatmaya başladı. İvan Dede artık hayatta değildi. Onun değişmez arkadaşı Anton – iyice yaşlanmış ve emekliye ayrılmıştı. Ateşçi Bokay Kargres'e geçmişti. Joltayın oğlu tornacı olmuş, üç tezgâhta birden çalışıyordu. Kozlov ve Lapşin büyük adam olmuşlar ve tüm zamanlarını yeniliklere harcıyorlardı.

- Eski mekanik atölyesinde sadece ben kaldım. Aletlerin konduğu ambarın başındayım - diye devam etti.

Odaya dikkatlice bakan Maypa hatırlamıştı:

- Kovalyuk amca, benim makinem işte tam bu köşede duruyordu, Janabıl'ın tezgâhı ise şurada....

- Doğru bildin kızım!

- Benim yerime gelen kız nerede?

- О kız yükseklere çıktı, pilot oldu.

- Tam ona göre. Hareketli bir kızdı.

- Peki, sen ne eğitimi aldın?

- Telefon işi ile uğraştım. Teknisyenlik sınavı verdim.

- İyi bir meslek seçmişsin. Bizim burada böyle insanlara ihtiyaç var. Yaa, siz hep eğitim alarak yaşıyorsunuz, biz eskileri geride bırakıp gidiyorsunuz.

Janabıl ve Maypa mekanik fabrikasına bakmaya gittiler. İçi dışından daha görkemliydi. Atölyeler kocamandı. Torna bölümünde onlarca tezgâh kesiyor, deliyor, doğruyordu. Burada dökme demirden, demirden, çelikten, bakırdan, çinkodan farklı mekanizmalar için parçalar yapılıyordu.

Janabıl ve Maypa tezgâhları yanından geçerken, Umircan'a ve Joltay'ın oğluna rastladırlar.

Genç adam - Merhaba diyerek onları selamladı.

- Rusçayı çok güzel konuşuyorsun, bravo! – diyerek övdü Janabıl. — Okulu bitirmiş olmalısın?

- Evet

- Baban nasıl? Hala eskisi gibi güçlü mü?

- Güçlü. Ne yapsın, tabi ki güçlü olacak!

- Beni tanıyor musun?

- Nasıl tanımam! Babamla beraber eski telden çelik halat yaptığınızı hâlâ hatırlıyorum.

- Bense, eğer bana söylemeselerdi seni tanıyamazdım.

- Ama siz beni az gördünüz, ben o zaman fabrika okuluna gidiyordum.

Umir can bir tezgâhtan diğerine geçerek konuşmaya devam etti. Tezgâhlarda sivri dişler yardımıyla çelik külçeleri yontuyordu. Genç tornacı sürekli projeye bakarak, parçayı ölçüyordu. Azami hassasiyet ve ustalık gerekirdi: pala bıçağının kalınlığından az ya da fazla alınırsa- parça bozuk sayılırdı. Janabıl iyice yaklaşarak külçeye baktı.

— Bravo! Her tornacı pistonla bu kadar net ve temiz çalışamaz. Sen üç tezgâhta birden mi çalışıyorsun? Vay be! Biz bir taneyi zor idare ederdik.

— Bu ne ki… Bak Petya dördüne birden yetişiyor.

— Ne kadar maaş alıyorsun?

— Ayda iki bin.

— Mühendisten daha az almıyorsun yani?

— Kendi işinde herkes mühendis olmak zorunda.

Janabıl çok yoğun olarak yeni makinelerle donatılmış atölyeye hayran olmuştu. Tavanların altında her ağırlığı bir yerden bir yere taşıyan güçlü mekanik vinçler vardı. Tezgâhlar elektrikli düğmelerle doluydu. Makineyi durdurmak ve çalıştırmak için düğmeye bir saniye basmak yeterliydi. Burada en ince vidayı ölçebilen gelişmiş aletler ve Janabıl'ın ne işe yaradığını bilmediği birçok alet vardı. Kutular, ince metalik talaşlarla doluydu. Tezgâhlara takılmış külçeler o kadar hızlı dönüyordu ki şekillerini belirlemek imkânsızdı, adeta bir serap gibi sarı, mavi, beyaz renkte parlıyorlardı.

Janabıl bu ileri teknolojinin gücü ve ağırlığının verdiği hayranlıkla Maypa'ya – İşte bunlar hakiki mucizeler! Biz ise zamanında basit makinelerle çalıştığımız için bile gurur duyardık. Bak, gerçek makineler bunlarmış! - dedi.

Atölyenin zemini düzdü ve asfaltla kaplanmıştı. Tezgâhlar yumuşak bir uğultuyla adeta keçe keser gibi metalleri kesiyordu. Açık pencerelerden temiz rüzgâr esiyordu, denizliklerde canlı çiçekler vardı.

Janabıl ve Maypa kalıp atölyesine girdiler. Burada tek bir tezgâh ve makine bile yoktu. İşçiler kilden çeşitli biçimlerde kalıplar hazırlıyordu. Döküm atölyesinde bu kalıplar çelikle dolduruluyor, sonra külçeler torna tezgâhında işlenmek için gönderiliyordu.

Kozlov İlerde köşede çalışıyordu, genç bir işçi ona yardım ediyordu.

— Merhaba, Boris Mihayloviç! - dedi Janabıl! — Siz burada ne mucizeler yaratıyorsunuz?

— Kendi tezgâhımla uğraşıyorum. Model yapmaya çalışıyorum, Sergey Petroviç sözlere, çizimlere inanmıyor. Model istiyor. "Gerçek halini görmek istiyorum" diyor. Of! Çok titiz bir adam!

— Ben bunu fark etmemiştim.

— Bekle fark edersin. Sergey Petroviç'te o eski rahatlık yok artık. Bizden sanki biz bilim adamıymışız gibi beklenti içinde.

Janabıl güldü.

— Eee! Tabi cahilden isteyecek hali yok ya.

— Gül, gül, tabi. Sen iyisin. Dört yıl bilimsel eğitim aldın.

— Kombaynı konusunda baya yol aldınız mı?- diye sordu Janabıl.

Kozlov biranda canlanmıştı. Hızlıca projeleri açtı, hazır parçaları çıkardı ve kombayn yapısını anlatmaya koyuldu.

— Bak bu değişikliği yapmamı bana Aşırbek önerdi, bunu ise Akım. Buna herkes el gücünü ve düşüncesini ekledi: mühendis, mekanisyen, makinist. Benim ki neredeyse hazır. İşte modeli monte ediyorum, Sergey Petroviç'e göstereceğim ve o zaman biz onunla başka dilde konuşacağız.

Kozlov'un genç insanlara has tutkusu Janabıl'ı heyecanlandırmıştı. Mekanisyen duraksamadan konuşmaya devam etti:

— Makine gece gündüz aklımdan çıkmıyor. Tüm boş zamanımı ona harcıyorum.

— Siz amacınıza ulaşacaksınız Boris Mihayloviç! Şerbakov'da eminim buna inanıyor.

Hiç beklenmedik şekilde aceleyle atölyeye Ermek girdi. Janabıl ve Maypa'yı arıyor gibi görünüyordu.

— Bakın - diye seslendi misafirlere. – Benim size iyi bir teklifim var. Siz büyükşehirde yaşadınız ve bizim bozkırda yaşamakta zorlanacaksınız. Yarın tatil. Neden hayvan çiftliğine gitmiyoruz? Sergey Petroviç çağırıyor. Bizim orda işimiz var, hem de siz de orada dinlenir, gezersiniz.

Janabıl kabul etti, ama Maypa uzun yolculuk sonrası yorgun olduğu gerekçesiyle kabul etmedi.


KISIM ON


Ermek'ın Janabıl ve Maypa'yı davet ettiği kuruluşa bağlı hayvan çiftliği Karaganda'nın birkaç kilometre ötesinde bozkırda yerleşikti. Derin bir vadinin kenarında sivri uçlu çatılı uzun beyaz bir bina vardı. Bozkırın yeşil fonunda beyaz bina insanın gözlerini alıyordu. Çiftliğin ana birimleri burada yerleşmişti.

Çiftlikte eski tanıdıklarımız: Jaylaubay ve karısı Şeker, yaşlı Mausımbay, kızı ve damadı çalışıyorlardı.

Bugün Jaylaubay için zor bir gündü. Sabah çiftlikten koyu kırmızı kısrakla çıkıp dörtnala yol almıştı. Vadiyi geçmiş, bir tepenin üzerine çıkmış ve bir feryat atarak atı aşağıya, tepenin boşluğuna doğru sürmüştü. Yaşlı ve genelde yavaş olan adam, şimdi yolu bilmeden atını adeta at yarışlarındaki genç bir yarışçı gibi sürüyordu. Eğer o hızla giderken at bir tökezlese başının üzerine tepetaklak düşebilirdi. Ama Jaylaubay'ın bu kadar telaşlanması için bir nedeni vardı. Çiftlikte ki en iyi safkan ineklerden biri kaybolmuştu – inek kızıl renkliydi, alnında beyaz bir işaret vardı. Doğurmadan önce dayanamamış, ipini koparmış ve kaçmıştı. Jaylaubay, çiftlik açıldığı günden beri, ondan sorumluydu ve o zamandan beri tek bir buzağı bile kaybolmamıştı. Ayrıca kaybolan safkan inek - tüm çiftliğin en sevileniydi.

Dörtnala giderken nihayet bodur karaağaç çalılıklarında yatan ineği gördü. Jaylaubay ineğe sanki bir kurt işkence ediyor gibi görmüş ve bu nedenle atını tüm gücüyle dörtnala sürmüştü.

— Apırau! — diye haykırdı. — ne hale gelmişsin bir bak!

Ve aniden rahatlamış yüreğiyle atı tuttu. İşte inek doğuruyordu ve çılgınca kafasını sallıyordu. Çalılıkların üzerinden bu kafa sallamalarını gören Jaylaubay bu yüzden ineğe bir kurdun saldırdığını sanmıştı. Jaylaubay yanıldığına sevinmiş ve gülmüştü.

Atını durdurarak ineğin doğurmasını bekledi.

Birkaç dakika içinde besili bir buzağı beyan ışıklı dünyaya çıkmıştı, tıpkı annesi gibi kızıldı.

Jaylaubay merhametle – Oh, sen yoruldun januar![64] Dedi.

Buzağının ağzına ve burun deliklerine üfledi, otlarla temizledi. İnek ayağa kalktı iç parçalayan bir iniltiyle çocuğunu yalamaya başladı.

Jaylaubay onları rahat bırakmış, insanlar, yaratıklar, uçan kuşlar ve koşan hayvanlar için kendi çocuklarının ne kadar değerli olduğunu düşünüyordu.

Kederli bir şekilde tüm hayatı boyunca çocukları olmadığını düşündü. Artık altmış yaşına merdiven dayamıştı. O ve Şeker kendi yalnızlıklarıyla hayatlarını geçirmek zorunda kalacaklar gibi görünüyordu. Meyram'ı öz yeğeni olarak kabul etse bile onu da nadiren görüyordu.

— Ee, tıp ki bir bebek gibi mırıldandı Jaylaubay. Buzağıyı eline aldı kendi şapanına sardı, atını yularından tutarak çiftliğe götürdü.

İnek arkadan takip ediyordu. Buzağı annesinin memesini arıyor, başını sallıyor ve burnuyla Jaylaubay'ın çenesini dürtüyordu. İhtiyar gülümseyerek boynunu çevirdi ve – Eh, çocuk, çocuk! Diye söylendi.

Eli uyuşmuştu. Buzağıyı omzuna aldı ve kıpırdamasın diye arka bacaklarından tuttu.

Jaylaubay yorulmuştu, terlemişti ama mutluydu. Bu olayın mutluluğu ona güç vermişti. Bu inek ilk buzağıdan sonra üç bin litre süt vermişti. Bu yıl eminim ki beş bin litreden daha fazla süt verecekti. Bu omzunda yatan dişi buzağı üç yıl sonra aynı şekilde değerli inek sütü verecekti.

Yorgunluk ihtiyarı yenmişti. Yükünü yere bıraktı. Buzağı dört ayağının üstüne kalktı, annesi koşarak memesini uzattı ve oda emmeye başladı.

Bozkırın ferahlığında gri kuladın kuşu[65] yüksekten bir tur attı, aşağı doğru uçtu ve tekrar yükseldi. Tepede memeleri sarkan bir dişi bir kurt durmuş onlara bakıyordu. Jaylaubay kırbacıyla onu tehdit etti. Geçen yıldan kurumuş otlarda büyük benekli yılan büzüşerek yatıyordu. Gürültü onu uyandırmıştı. Tısladı, döndü ve başını kaldırarak otların üzerinde süründü. Jaylaubay atın endişeli homurdanmasıyla ilanı fark etmişti. Kalın kırbacıyla kafasını ezdi, kırbacın sapıyla açtığı deliğe yılanı gömdü.

— İşte düşmanı yendim! dedi sevinçle. - Yılan öldürmek — iyi bir şeydir.

Parmaklarını kızılımsı seyrek sakallarını arasından yavaşça geçirerek etrafına baktı. Önünde çiftliğin geniş meraları uzanıyordu. Çiftlikte büyükbaş hayvancılığın yanı sıra tahıl ekimi alanlarıyla oldukça geniş bir yer kaplıyordu.

"Bu filizler iyiymiş. —Tek bir kötü şey var: burası kuraklaşıyor. Gel de buralarda su bul. Yarıklarda bir baraj inşa edip kar sularını tutsak? O zaman bitkilere yeterdi ve büyükbaş hayvanları bir meradan diğer bir meraya taşımak zorunda kalmazdık. Her yeni mera – yeni sürü anlamına gelir".

İşte böyle düşüncelere dalmıştı Jaylaubay. Eskiden kendine ait büyükbaş hayvanları dışında hiçbir şey ile ilgilenmezdi. Muhtemelen Karaganda halkının su boru hatları için kanal kazmaya çıktığı günleri de unutmuştu. İnsanlar yeri kazarken, Jaylaubay ise kanal mı kazacaktı yoksa kendi büyük baş hayvanlarıyla mı ilgilenecekti bir türlü karar veremiyordu.

Öğlen olmuş. Sıcaklık artmıştı. Sağ taraftan parlak bir ışık yansıdı: bu tepeden inen "MK" markalı arabanın farının güneş ışığından yansımasıydı. Araç yoldan araziye keskin bir dönüş yaptı ve Jaylaubay'a doğru geliyordu.

"Kimin arabası bu?" — diye şaşırdı Jaylaubay. – "Hayır, bizim Mariyaş'ın arabası değil bu" dedi.

O "MK" marka araba onun yanında yaklaşıp durana kadar tahminlerde kaybolmuştu. Arabadan Şerbakov ve Mariyaş indiler.

Jaylaubay onları karşıladı, ellerini sıktı.

— Bak sen! Yoldaş Sergey Petroviç bizim büyükbaş hayvanlarımızı görmeye lütf etmiş. Gözlerime inanamıyorum! Yoksa siz kayboldunuz mu? Çok nadiren gelirseniz de bize.

— Eğer büyükbaş hayvanların başında Jaylaubay gibi tecrübeli bir sahip varsa neden sık sık geleyim ben? diyerek şaka yaptı Şerbakov.

— Madem geldiniz o zaman söyleyin: güveninize layık mıyız?

— Layık olacağınızı önceden biliyorum.

Sergey Petroviç şimdi oldukça güzel Kazakça konuşuyor ve kazaklar arasında çok yaygın olan geleneksel anlamda dostça şakalı konuşmalar yapabiliyordu.

— Siz neden buradasınız? İneğinize ne oldu? diye merakla sordu Şerbakov.

Jaylaubay bugünkü maceralarını anlattı. Anlatılanlar Sergey Petroviç'i şaşırtmadı, o uzun zamandır Jaylaubay'ın büyük baş hayvanlarla nasıl ilgilendiğini biliyordu? Bu basit görünüşlü ihtiyar beklenmedik derecede önemli planlarını onunla paylaşmaya başladı: yağmur sularını barajlarla toplayıp, kar sularını tutmak iyi olurdu dedi.

Konuşma esnasında Rusçaya döndüler, Sergey Petroviç Mariyaş'la göz göze geldi.

— Güzel öneri. Bu işle ilgilinin Mariyaş dedi.

— Benim fikrime göre önce çiftliğin elektriklendirilmesi gerekir. Ancak ondan sonra barajlara bakalım - diye itiraz etti Mariyaş.

— Kargres'i yaptığımıza göre buraya elektrik vermek çok büyük bir iş değil. Şimdi daha hızlı yaparız. Elektrik şu an yarı zamanlı Birçok çalışanınızı boşa çıkartıyor. Sizde onları baraj inşaatına koyun.

— Ben onları hasata koymayı planlamıştım.

Her zaman olduğu gibi Sergey Petroviç yeni bir iş duyunca hemen alevlenmişti. Heyecanla Mariyaş'ı ikna etmeye çalıştı:

— Hasat işini de halledersiniz. Toprak kazımı için ekskavatör göndeririz. Sanırım bu yıl bir en az bir baraj inşa edersiniz.

— Eğer ekskavatör gönderirseniz tabi ki yetiştiririz - diyerek onayladı Mariyaş.

Mariyaş iki yıldır çiftliği yönetiyor ve çok iyi iş çıkartıyordu. Fakat Mariyaş'ın özel yaşamı pek de öyle değildi. Japar'ın ona yaşattığı sarsıntıların yaşanmışlığından arınmış, olgunlaşmış ve güzelleşmişti, fakat yalnız yaşıyordu, istediği hiç kimse çıkmamıştı. Yani en azından onun hakkında öyle düşünülüyordu.

Şerbakov Jaylaubay'a sanki onu ilk defa görüyormuş gibi hayranlıkla baktı ve sonra konuştu:

— Bizim Jayleke'nin kafası iyi çalışıyor. Umarım Mariyaş siz bunu takdir edersiniz? O devletin çıkarlarını iyi koruyor.

— Eğer takdir etmeseydik prim vermezdik, bu primleri siz kendiniz onaylıyorsunuz. Yoldaş Jaylaubay da günden güne zenginleşiyor. Onun bankada neredeyse yüz bin rublesi var diye iddia ediyorlar. Bunlar hep primlerden gelen paralar. Her yıl süt üretim planını geliştiriyor. Sürüsünü yüz elli başa kadar arttırdı!

— Neden onu hükümet tarafından ödüllendirilmesi için aday göstermiyorsunuz? — dedi Sergey Petroviç şaşırarak. – Devlet hakkedeni ödüllendirir.

— Meyram Omaroviç ile bu konuyu görüştüm, ama o nedense sessiz kaldı - diye cevap verdi Mariyaş. — Muhtemelen incelik gösterdi, zira Jaylaubay onun eniştesi oluyor.

— Siz belgeleri hazırlayın. Ben bu talebi desteklerim.

Sergey Petroviç Jaylaubay'a döndü:

— Buzağıyı benim arabama koyun Jayleke. Biz şimdi ekinlere bakmaya gidelim yolda onu çiftliğe bırakırız.

Jaylaubay sıkıca şapanına sarılmış buzağıyı arabaya koydu. Mariyaş'ı uyardı:

- Onu iyi tut yoksa kıpraşır ve zayıf düşer. Onu çiftliğe götürdüğünüzde deftere "kızıl buluş" adıyla yazsınlar.

— Neden «buluş»?

— Çünkü ben sadece buzağıyı değil annesini de bulacağımdan ümitsizdim. Ve sonuçta buldum. Üstelikte bu buzağı tıpa tıp annesine benziyordu. İşte bu nedenle "kızıl buluş" diyelim.

Jaylaubay hayvanlara isim vermeyi severdi ve bu konuda eşsiz bir ustaydı. Çiftlikteki sığırların birçoğunu kendisi "vaftiz" etmişti. Cumartesi, Bahar, Mayıs Kahverengisi, Yağmur, Işıklı Güzellik, Havalı… - gibi daha birçok isim koymuştu ve bunların hiç biri tesadüf değildi. İsimleri ya hayvanların karakterine göre ya da dünyaya geldikleri zamana göre koyardı.

Arabayı uğurlayan Jaylaubay atına oturdu ve önde giden ineği takip ederek çiftliğe doğru acele etmeden yol aldı. Yolda köprüden geçmesi gerekiyordu. Köprünün ortasında bir yarık vardı. Başını iki yana salladı.

— At sendeleyip ayağını kıracak. Ve hiç kimse de bunu tamir etmiyor!

Kısrağı otlamaya bıraktı ve sivri bir çakıyla çalı dallarını kesmeye başladı. Bir kucak dolusu çakıl kesti, onları çubuklarla bağlayıp yarığı doldurdu.

Kendi elleriyle yaptığı işe bakıp sakalını okşayarak tatminkâr bir şekilde - İşte şimdi oldu! — dedi.

Jaylaubay çiftliğe öğleden sonra döndü. Ahırın etrafında tezgâhların olduğu yerde kadınlar inak sağıyorlardı. Jaylaubay bulduğu ineği de ahıra soktu.

Burada onu Şeker karşıladı ve anlatmaya koyuldu:

— Buzağıyı tarttım. Bizin bu ineğin geçen yılki buzağısından üç kilogram daha fazla geldi.

— Demek oluyor ki bu yıl bu inek daha fazla süt verecek.

İneği gebe ineklerin durduğu bölümüne götürdüler.

Burada yer ahşap, düz, ışık çok fazlaydı. Vantilatör temiz hava akımı veriyordu, duvarda da bir termometre asılmıştı.

Şeker ineğin suyunu, yemini verdi ve anlatmaya başladı:

— Biliyorsun bugün Janabıl ve Ermek geldi. Onları gerektiği şekilde ağırlamak lazım.

— Şimdi neredeler?

— Çiftliği geziyorlar.

— Muhtemelen Sergey Petroviç de bize uğrar. Ardak can nereye kayboldu?

— Bolat'ı gezmeye götürdü. Umarım başına güneş geçmez. Sen de git ne gerekiyorsa yap. Hadi.

Jaylaubay sakallarını okşadı ve çıkmak için acele etmedi. Burada gördüğü her şey onun gözlerine çok hoş geliyordu. Bina yüksek, aydınlık ve içten badanalıydı. Duvar boyunca sıvıların boşaltılması için oluklar konmuştu. Her ineğin ayrı bir yeri vardı. İneklerin kondu bölmelere yemlikler ve suluklar konmuştu. İki işçi tavana elektrik kabloları asıyorlardı, yakında bu bölmelerde lam/balar yanacaktı.

— Evet, — Mariyaş kötü bir yönetici diyemezsin diye mırıldandı Jaylaubay.

Jaylaubay bir süre süt sağan kızı izledi ardından buzağı sürüsünün otladığı alana gitti. Orada Mausımbay la karşılaştı.

Bu Bokay'ın Karaganda için unutulmaz olan zor bahar gününde yemekhanenin önünde açlıktan ölmek üzere bulduğu Mausımbay değildi. Beyaz sakalları uzamış, kalınlaşmış, yanakları pembeleşmişti. O şimdi Meyram'in Karaganda yolunda karşıladığı bolu poslu iri yapılı biriydi.

Şerbakov'un Mausımbay'ı, kızını ve damadını dinlenmeleri ve yemek yemeleri için çiftliğe gönderdiği sabahtan beri üçü burada kalmış ve çalışmaya başlamışlardı. İhtiyarın eli her işe yatkındı, binaların tamirat işlerini yaparak başladı ama ilgisini en çok büyükbaş hayvanların bakımı çekmişti.

Şimdi Mausımbay bir buzağıyı iyileştiriyordu: çakıyla dilindeki kabarıklığı kazıyordu. Bu operasyon ağrı vericiydi, buzağı direnmeye çalışıyordu, ama Mausımbay'ın kızı ve damadı buzağıyı sıkıca tutuyordu.

— Ne yapıyorsun? Veteriner hayvanı muayene etti, ilaç bile verdi - diye serzenişte bulundu Jaylaubay.

İhtiyar hiç konuşmadan operasyona devam etti. Bitince çakıyı dikkatlice temizledi, cebine koydu ve ancak ondan sonra cevap verdi:

— Senin veterinerin ne anlar? O daha sığırlarda "kılau" hastalığının neden olduğunu bilmiyor. Bu buzağı ıslak yerde yatmış, üşütmüş ve dilinde kabarcıklar çıkmış. Zavallı ağzına hiç bir şey koyamıyor. Eee ne yanı! Senin doktorun ilacının tesir edeceği zamanı mı bekleyeceğiz. Benim ilacım daha doğru, hastalık yarın hiç olmamış gibi geçip gidecek.

— Eğer senin operasyonundan bir fayda gelecekse iyileştir lütfen. Ama eğer buzağı daha kötü olursa. Bunun hesabını vermen gerekecek.

— Ne olursa olsun sen bana tedavi için bir ödeme yapacak mısın?

— Ne ödemesi? Ben sana değil: sen bana borçlusun.

— Ya evet, — yönetim senin gibi bir cimriyi buraya koyarken yanlış yapmamış. Kuruş bile harcamıyorsun diyerek karşılık verdi Mausımbay.

Onlar her zaman birbirlerine takılırlardı. Şakaları bazen hassas yerlerini vururdu. Ama şimdi Jaylaubay keskin zekâ oyunları için fazlasıyla meşguldü.

— Dinle, — misafirlerim geldi, ikram etmek için koyun kesmek gerekiyor, ben koyun beslemiyorum, belki sen bana senin süründen bir tane verirsin?— diye dostça sordu.

— Senin ikram edecek bir şeylerin yoksa misafirlerin bana gelsin. Ben Ardak'ı senden daha iyi ağırlarım.

— Hayır, durumun Ardak'la ilgisi yok - Ardak bizim adamımız, akrabamız. Ermek ve Janabıl geldiler.

— O zaman koyun satın al. Senin paran diz boyu.

— Tuh sana, ne kadar aksi birisin! Ben sanki bedava soruyorum. Ne kadar istiyorsun?

— Her bacağı için bin ruble.

— Şakayı bırak ciddi konuş.

— Bir kuruş bile indirmem. Şimdi seni faka bastırmazsam bir daha ne zaman bastırırım?

— Cimri!—dedi kalpten Jaylaubay ve atına yöneldi: daha anlaşabileceği birinden koyun almak için gitmesi gerekiyordu.

— Senden öğrendim - diye cevap verdi Mausımbay.

Jaylaubay'ın biraz mesafe almasını bekledi ve bağırdı:

— Şimdi pintiliğin ne kadar kötü olduğunu anladın mı?

— Anladım! — diye arkasına dönmeden karşılık verdi Jaylaubay.

— Tamam, gel o zaman. Koyunu al sonra hesaplaşırız.

Tam o esnada bir korna sesi geldi. Arabadan sıcaktan mayışmış halde Ermek ve Janabıl indi. Tam onlar selamlaşırken Şerbakov ve Mariyaş ta gelmişti.

Sergey Petroviç hemen Ermek'i kızdırmaya başladı:

— Sen neden buradasın? Burası birinci madenin yardımcı tesisi değil, kuruluşun hayvan çiftliği. Senin burada yapacak bir şeyin yok!

— Başka işlere nasıl yönetiliyor bakmaya geldim.

— Buraya çok sık geldiğini söylüyorlar?

Ermek şaşırdı, darmadağın olmuş bir halde sustu hatta kızardı.

Janabıl Şerbakov'un tonuna uyarak cevap verdi:

— Sizin niyetiniz de çok açık görünmüyor Sergey Petroviç?

— Ben kötü bir şey mi yapıyorum?

— Daha ne olsun? Mariyaş'ı arabaya aldınız ve onunla birlikte her taraf ı geziyorsunuz. Ermek nasıl katlansın!

Şaka çok açık olmuştu. İki yıl önce Ermek dul kalmıştı. Son zamanlarda gerçekten çiftliğe sürekli geliyor ve bunun için farklı bahaneler üretiyordu. Kadınlar konusunda beceriksiz ve kararsız biri olduğu için, güzel ve bağımsız Mariyaş'a kendi duygularını itiraf edemiyordu. Mariyaş Ermek'i çiftliğe neyin çektiğini tahmin etmiş gibiydi, onu uzaklaştırmadı ama özellikle de umut vermiyordu. Ciddi ve herkesçe sayılan bir adamın genç biri gibi rendi karşısında heyecanlanması ve kızarması Mariyaş'ın hoşuna gidiyordu. O zamanlarda Mariyaş'ın gri ve büyük gözleri gülümsemeyle parlıyordu.

Ermek'e yapılan şakalar uzayabilirdi belki ama o esnada bir "gazik"'le Çaykov ve Meyram geldi. Onlar dünden beri bozkırı geziyorlardı: jeolog Meyram'a yeni maden yerlerini gösteriyordu. Çaykov ve Meyram dönüş yolunda çiftliğe dinlenmek için uğramışlardı.

Hızlı, çevik Çaykov, ilk olarak arabadan çıktı, kelimelerine eşlik eden jestleriyle yüksek sesle konuşmaya başladı.

— Harika bir gezi oldu! Muhteşem! О, bir dolu misafir varmış! Merhabalar! Merhaba Jaylaubay! Sizin eli açık ve misafirperver biri olduğunuzu sık sık duyardım. Şimdi göreceğiz bakalım.

Jaylaubay – bakalım ne kadar misafirpervermişim - diyerek güldü. Sizi ancak bir hafta sonra bırakırım. Hey hanım koyun az gelir at kesmelerini söyle!

-— Pes ediyorum, pes ediyorum!—diye el kaldırdı Çaykov.

Jaylaubay'ın ailesi iki kişiydi ve evi çok büyük değildi. Misafirlerini çiftliğin henüz hiçbir hayvanın girmediği, daha yeni boyanmış odalarından birine götürdü. Yere bir keçe serdi, üzerine yorgan açtı, yastık koydu.

Çaykov daha önce çiftliğe hiç gelmemişti. Burada olmak onu çok mutlu etmişti.

— Serin, aydınlık, temiz! Tavanlar yüksek. Bakın - termometre, havalandırma ve elektrik ve var! Bravo Mariyaş bravo! Gerçek bir yöneticisin!

Sonra her kelimede Şerbakov'a hücum ederek onu hedef aldı, Şerbakov ise ondan uzaklaşmaya çalışıyordu ama ikisi birden odanın köşesine gelip durdular.

— Neden sen açık madeni yavaşlatıyorsun? Aşırbek'e fırsat ver çalışsın, hata olmayacak… - diye hızlıca söyledi Çaykov.

— Yahu bari burada rahat ver, — diye şakayla karşılık verdi Sergey Petroviç.

Ama Çaykov üzerine gitmeye devam ediyordu:

— Fedorovka'da açık madeni izin ver. Biz Meyram Omaroviç'le az önce oradan geldik. Kömür yüzeye çok yakın.

Meyram konuşmaya karışmadan keçenin üzerinde yastığa dayanmış oturuyordu. O bugün biraz rahatsızlanmıştı. O sadece "kendiniz de görüyorsunuz tek acele eden ben değilim" der gibi başını Şerbakov'a sallayarak Çaykov'u desteklemişti.

Ama Sergey Petroviç ikna olmadı. Fedorovka'da ki kömür yatağının yüzeyi hakkında bilgiyi yerel halktan öğrenmişti. Sergey Petroviç özellikle bu bilgileri doğrulamak için bir defasında Çaykov'a "Fedorovka bölgesinde bir kazı yapması" için ricada bulunmuştu. O iri yapılı sessiz, sakin ve düşünen adam çok şey bilirdi. Onun kartalınki gibi keskin küçük gözleri uzağı her zaman hatasız görürdü, onun öngörüleri her zaman doğru çıkardı. Yeni bir işin zamanı geldiğinde Şerbakov sert ve kararlı bir şekilde "Başlayın" derdi. Bununla birlikte zamanından önce yaygaraya, fazla heyecana sözler içten olsa da yüksek sesle gürültüye tahammül etmezdi.

Çaykov'un fıkır fıkır kaynadığını görerek, ona alçak sesle ama Meyram'ın da duyacağı şekilde:

— Sabredin, az kaldı. Hele biz bütün araştırmalarımızı bitirelim. Bu günlerde Moskova'dan bir heyet gelecek. Son sözü heyet ile birlikte gelen uzmanlar söyleyecek. - dedi.

O esnada Ardak geldi. Beyaz ve rahat elbisenin içinde, başı açıktı. Siyah örgüleri kocaman bir düğümle ensesinden toplanmış. Hareketleri hafif ve yumuşaktı. Ardak selam vererek sırayla herkesi dolaştı, ışıltılı bakışıyla herkesi okşadı.

Çaykov onu yanına oturttu.

— Ee lisans tezi nasıl gidiyor?

Ardak gülerek – Eh, yavaş gidiyor. Bilim yolu çetrefilli. Tez fikrini bana ilk siz vermiştiniz. Eğer bilim diyarlarında sıkışıp kalırsam beni çıkartırsınız.

— Eh! Ardak can jeolog ve filolog arasında çok büyük bir fark var. Benim elim o diyarlardan çıkarmak için size çok zor ulaşır. Ama eminim buna gerek kalmayacak.

Ardak düşünceli bir şekilde – Ben tezimde şöyle bir konuyu işliyorum: bazı Kazak bilim adamları halk destanını doğru mu anlıyor ve bazı yazarlarımız da sanatlarında bu destanları doğru mu kullanıyor? Ben çok fazla karışıklık ve hatta zararlı görüşlerin daha fazla olduğuna inanmaya başladım. Destan var, destan var! Ve her hikâyeye halk destanı demek doğru olmaz. dedi

— Bana verdiğin Ayşik'ın öyküsünü okudum - dedi Meyram asık suratla. - Aslında ulusal dar görüşlülüğün bir tezahürüdür ve sen kesinlikle haklısın: biz parti çalışanları edebiyatla az ilgileniyoruz. Biliyor musunuz ben bu zararlı kitap hakkındaki makalemi bitiriyorum, Alma-Ata'ya gazeteye göndereceğim. Ardak can senin ise tarz açısından incelemen gerekiyor.

Janabıl da konuşmaya katıldı:

— Ardak bence sen halk sanatının önemini küçümsüyorsun.

— Hayır, küçümsemiyorum. Sadece ona doğru yaklaşmalarını istiyorum. Feodal, ağların destanlarını halk sanatı otantiğinde vermek doğru olmaz. Bizim yazarlarımızın yeni sosyalist yaşam tarzını antik masallar ve karmaşık efsaneler şeklinde anlatmaları doğru değil.

Ardak tutkuyla ve kendinden emin konuşuyordu. Bunlar çok düşünen, kendi görüşlerini savunmaya hazır birinin sözleriydi.

Janabıl tartışmaya beklenmedik bir şekilde girdi, folklor hakkında net bir fikri de yoktu.

— Yine de bu öykülerin hepsi çok enteresan. Ben onları severek okuyorum. - diye ekledi.

— Tabi ki tarihi bir simge gibi değerli - diye onayladı onu Ardak ve devam etti – Janabıl bir düşün ! Diyelim ki bizim Karaganda hakkında bir roman okuyorsun ve bu roman şuan hiç kimsenin konuşmadığı arkaik dilinde yazılmış, eski mitolojik temsillerle dolu: bu romandaki her şeyi insanlar değil bir takım sihirli güçler yapıyor. Şimdi bir düşün bakalım böyle bir roman hakkında sen ne derdin?

— Tabi ki böyle bir kitabı kapatırdım ve koca bir palavra derdim. Üstelik Karaganda'yı biliyorum. Onu kimin yarattığını, hangi şartlarda oluştuğunu iyi biliyorum - diye heyecanla konuştu Janabıl.

— İşte gördün mü?! Bizim hayatımıza ortaçağ insanının gözünden bakan bir Ayşık bulundu.

Janabıl – O cahil! — diye bağırdı. — Pes Ardak, teslim oluyorum!

Ama konuşma onu endişelendiren konuyla ilgili olduğu zaman Ardak'ı durdurmak o kadar da kolay olmuyordu.

— Kenesarı öykülerini örnek alalım. Bazı öykülerinde Kenesarı kendini övüyor. Kim onu övüyor? Yalakalar. Otantik halk eserlerinde ise o "kötü adam Kene".

Ardak burada Mausımbay'a döndü.

— Mauseke siz halk hikâyeleri hakkında çok şey biliyorsunuz. Bu hikâyelerde Kenesarı hakkında neler söylenir?

Mausımbay yavaş ve gayet ciddi cevap verdi:

— Kenesarı hakkında sadece hikâyeleri değil gerçeği de biliyorum. Doksan yaşında ölen büyük dedemi hatırlıyorum. O Kenesarı'nın Kırgızlara saldırıp onları yok etmek istediğinde Jetisu bölgesinde yaşayan Kazakların Batır Sıpatay önderliğinde ona karşı ayaklandıklarını anlatmıştı. Büyük dedemde o isyancılar arasındaymış. Akrabalarım bu despottan nefret ediyorlardı.

Jaylaubay Mausımbay'ın anlattığı hikâyeye ilaveten:

— Bizim Janallar olarak bilinen soyumuz Kenesarı'ya itaat etmedi, ondan ayrıldı ve Arşalı'ya yerleşti - diye devam etti.

— Duydunuz mu?! —diye bağırdı Ardak.

Geçen yıl Alma-Ata şehri bilim akademisi Kazak şubesi arşivinde Kenesarı destanına anlatan "Topjargan" şiirini bulduklarını anlattı. Bu şiirde Kenesarı hakkında halka işkence eden aşağılık biri gibi bahsediliyordu. Ardak şiirden bir alıntıyı ezbere okudu ve ardından şöyle konuştu:

— Milliyetçiler onun kendi eserlerini halktan sakladılar bize ise ağalık, feodal düzen yazıtlarını itelediler.

Şerbakov - Evet, böyle, kızım. Sen doğru yoldasın - diyerek destekledi.

— Puşkin, Lermontov, Belinskiy, Çernışevskiy, Dobrolyubov hayranı Abay'da bizi gerçekçiliğe çağırdı - diye hararetli bir şekilde konuştu Ardak ve devam etti – İşte hanları yalaka şarkılarla öven feodal Doğu yandaşları olan akınların alaya alarak yazdığı mısraları dinleyin:

Şortanbay'ın, Dulat'ın, Buhar-Jırau'n tüm şarkıları Dariga-ay[66] !

Yırtık paçavralara birer yamadır.

Doğru sözü seven herkes

Bu şarkılara yalandır der.

-— Doğru dizeler- diye övdü Mausımbay.

Ardak öfkeyle —bizde ise bu Şortanbayların, Dulatların eserlerini bazen okul kitaplarına dahil ediyorlar - dedi. Geçmişin kültürel mirasını doğru düzgün eleştirmeden değerlendirmek olmaz diye ekledi.

— Bak işte! — diyerek söze karıştı Çaykov ve devam etti. — Siz tezi bitirmenin zor olduğunu söylüyorsunuz. Buyurun size çok güzel bir son. Bu bana, bir jeologa bile anlaşılır geldi.

Şeker kapı eşiğinde çoktandır duruyor ve onun için anlaşılmaz olan bu tartışmanın ne zaman sona ereceğini bekliyordu.

Ardak onu fark etmişti:

— Oh kaptırdım gidiyorum! Galiba yemek hazır, sana yardım etmek gerek, Şeker!



KISIM ON BİR


Şerbakov'un söylediği uzmanlar heyeti Moskova'dan gelmişti. Tesis yöneticilerinin huzurunda tüm tartışmalı sorular üretim toplantısında ve daha sonra bölgesel parti komitesi oturumunda detaylıca görüşüldü.

Açık madenin hızlandırılması kararı alındı. Birinci madenin girişinde emir asıldı:

"Emir № 31

Kuruluşun yöneticisi yoldaş Şerbakov'un talimatıyla madendeki üç vardiyadan biri hazırlık işlerine çevrilmiş, diğer iki vardiya da kömür üretimi devam edecektir. Başmühendis yoldaş Kalkamanov açık madende çalışacağında bu madendeki yükümlülüklerinden muaf kalmıştır.

Maden şefi Ermek Barantayev"

Bütün bu olaylar Meyram'ın Karaganda'dan ayrılmasına denk gelmişti. Onun pozisyonu yükseltilmiş, Alma-Ata'ya partinin kuruluşlarından birine nakledilmişti. Onun yerine il komitesi sekreteri olarak Janabıl seçilmişti.

Ermek bugün madenden çok keyifli çıkmıştı. Kömür isiyle kaplı yüzünde sadece gözlerinin beyazı ve dişleri parıldıyordu. Hızlı adımlarla kırmızı köşeye gitti. Vardiyasını bekleyen işçiler satranç ve domino oynuyorlardı. Az önce çıkan maden gazetesinin yeni sayısını getirmişler, işçilerden biri yüksek sesle okuyordu:

— Оoo, Akım tekrar terfi etmiş! İki makinede birden çalışıyor!

— Ne kadar verdi?

— Yüzde yüz yirmi.

Kendini tutamayan Ermek - Vay benim asık dudaklım! Dedi.

— Peki, ya Voronov'un — yüz on sekiz.

— Neredeyse aynı gidiyorlar.

Ermek, duvarda asılı diyagrama yanaştı ve kendi madeninin planındaki gerçekleştirilmiş çalışma rakamlarını girmeye başladı. Kırmızı zikzak çizgi ortadaki seviyenin biraz üstünde bitmişti. Ermek çizgiyi dimdik yukarıya doğru devam ettirdi ve işçilere dönerek yüksek sesle:

— Yoldaşlar! Madenin planı yüzde yüz on tamamlanmıştır. dedi

İşçiler diyagramın etrafında toplandılar.

Ermek parti il komitesine yol almak üzere uçarcasına kırmızı odadan çıktı.

Janabıl ve Şerbakov sekreterin odasında oturuyorlardı. Ermek kapıyı genişçe açtı, Janabıl ona sorgulayan gözleriyle baktı:

— Ne oldu Ermeke?

— Yüzde yüz ona kadar geldik!

— Harika! — diye karşılık verdi Janabıl. — Harika, değil mi Sergey Petroviç?

Şerbakov parmaklarıyla masaya tıkırdatarak susuyordu. Başarı tabi ki onu sevindirmişti. Ama deneyimli bir üretim uzmanı olarak başarıların bazen geçici olduğunu biliyordu – taylarda yolun başında çok hızlı koşarlar diye düşündü.

— Tabi ki güzel, — diyerek onayladı yönetici ve ekledi, — Bakalım önümüzdeki günler ne gösterecek. Bu seviyeyi tüm ay boyunca korumak lazım.

Aniden sıcaktan kavrulmuş bir halde Ardak odaya girdi. Alnı boncuk boncuk terlemişti. Herhalde koşuyordu ki tık nefes konuştu:

— Acelem var. Yarından sonra Alma-Ata'ya gidiyoruz. Vedalaşmak gerek arkadaşlar! Vedalaşmak gerek! Diye güçlükle tekrarladı. – Sergey Petroviç, arkadaşlar Meyram'la ben yarın Kargres gölü kıyısında toplanmayı rica ediyoruz. Son kez...

Sergey Petroviç şaşkınlık içinde Janabıl'a, Ermek'e baktı.

— Zaman çok önemli. Ulaştığımız başarıyı sabit olarak korumak şart.

— Yarın pazar- diye hatırlattı Ermek.

— Böyle bir zamanda Pazar günleri de iş durmaz.

— Yani gelemiyorsunuz Sergey Petroviç - diyerek kederlendi Ardak.

Şerbakov parmaklarının arasına beyaz saçlarını aldı.

— Eh! İkna ettin beni kızım! Geliyoruz o halde.

Bugün tartışmalı bir gün olacaktı. Şerbakov ve Janabıl tepeye, geleceğin açık madenine aynı arabayla gitmişlerdir. Sergey Petroviç şoförün yanına oturmuş. Aklında hüzünlü ve sevinçli düşünceler kaynıyordu.

İşte Meyram gidiyor. Ayrılık. Acaba bir daha böyle karşı karşıya gelecekler miydi? Meyram adeta ruhunun bir parçasını götürüyordu. Uzun yıllar boyunca Şerbakov'a partinin öğrettiği her şeyi; düşünmeyi, hissetmeyi, mücadelede dayanıklılığı, halkın zaferine inanmayı kendi öğrencisine aşılamaya çalışmıştı. Başarmış mıydı? Belki tam olarak değil, ama bazı şeyleri öğretmeye başarmıştı. Meyram Karaganda'ya geldiğinde neredeyse çocuktu, şimdi tecrübeli, olgun bir adam olarak büyük bir hayata gidiyor. Sergey Petroviç Ardak'a da ayaklarının üzerinde durmasına yardım etmişti. Kız çok zor koşullarda büyümüştü. Şimdi yolunuz açık olsun arkadaşlar! Bundan ötürü Şerbakov'a değil halk tarafından kazanılan toprakta çeşitli, mutlu ve hareketli Sovyet yaşamına şükretmeniz lazım. Sergey Petroviç'e ise gözlerinin önünde iki tane daha komünizm kurucusunun yetiştiğini hissetmek yeterliydi. Öğrencilerinin ülke çapında yayılması az buz bir şey değildi. Arkamda biri daha oturuyor… Köyden okuma yazma bilmeyen, hiç makine görmemiş bir genç gelmiş ve yükselmişti! Dört yılına eğitime verdi. Aferin, gerçekten, aferin! Yine de hayat tecrübesi ve parti karakteri azdı. Neyse yetişmeye çalışırız.

Sergey Petroviç birden döndü, geniş göğsünü koltuğa dayayarak yüksek sesle konuştu:

— İşte açık madenin temelini atıyoruz. Buna çok fazla kaynak ayırdık. Diğer kısımlarda işçi sayısı da azaldı. Çalışmaları iki katına çıkarmak, üretimi azaltmamak gerekiyor. Ülkeye çok kömür lazım. Uluslararası durumu görüyorsun ne kadar endişe verici. Hitler dünya çapında yayılıyor, bizim de tetikte olmamız lazım. Emeklerimizle ülkeyi güçlendirerek ona karşılık verelim. Komünistler her yerde olduğu gibi işinde de önde olmalıdır. Bunu unutma sekreter. İnsanları topla, peşinden götür.

— Elimden geleni yapacağım Sergey Petroviç! Size yardım edeceğim.

— İlk önce halka yardım etmek gerekiyor - diye düzeltti Şerbakov. Halkımız Rus, Kazak fark etmez iyi bir halk. Yine de tedbirli olmak gerekiyor. Kömür, metal daha çok vermek lazım! İnsanlara bunu böyle açıkla.

İşte açık maden için ayrılan tepe. Burada kısa bir zaman önce teslim edilmiş güçlü ekskavatörler çalışmaya başladı. Uzaktan uzun boyunlarını bir aşağı bir yukarı kaldıran Nar'lar[67] gibi görünüyorlardı.

— İnsan sayısı çok fazla değil- diyerek fark etti Janabıl.

— Şimdilik hafriyat işleri için o kadar insana gerek yok. Bir ekskavatör yüz işçinin yerini alıyor.

İş uzun zaman önce başlamıştı ama delici makineler yeri ancak delmişti. Çukurdan Aşırbek çıktı. Şerbakov neşeli bir şekilde onu karşılamaya gitti:

— İşte bak açık madenin de zamanı gelmiş. Artık top sende. Bu tepeyi bir atakla al.

— Alacağım Sergey Petroviç!

— Şimdi ben acele edeceğim. Madeni ne zaman teslim edeceksin?

— Kapalı madeni siz tüm yıl boyunca bekleyecektiniz. Bunu ise biz üç-dört ay sonra veririz.

— İki ay eter sana. Üçüncü ay ise üretim planını gerçekleştirmeye başla. Tempo yoldaş Aşırbek tempo. Zaman durmuyor.

Aşırbek 'Eğer iki ay ise o zaman bir şartla' diye başladı.

— Hangi şartla?— diye böldü Şerbakov.

— En önce demir yolunun buraya getirilmesi gerekiyor. Görüyor musunuz ne kadar toprak kazdık? Tüm sahayı doldurduk. Önce onu trenle daha ileri taşımamız gerekiyor. E tabi bir de elektrik enerjisi - ikinci sırada da o var...

— Anlıyorum. Sız toprağı dağ olana kadar kazacaksınız, temizlenmesi de bize düşecek. Sonbahar, kış gelecek kar ve yağmur su ile mücadele başlayacak. Peki, kömür üretimine ne kadar zaman ayırabileceksin?

— Az zaman ayıracağım. Ama daha çok ve daha ucuz kömür vereceğiz. Keşke açık işletme için tüm tabakaların durumu uygun olabilse...

Aşırbek kendini o kadar kaptırmıştı ki sigarayı ağzına tersten sokmuştu.

Janabıl sivri bir espri yapmaktan kendini tutamamıştı:

- Bak o kadar ateşli bir adam ki ateşi olmadan sigarayı yakmaya çalışıyor. Sigarayı çevir bari.

— Nasıl ateşli olmayayım ki. Görüyor musun Sergey Petroviç nasıl da acele etmeye başladı.

— E siz de bana zamanında rahat vermemiştiniz. Söyle bakalım iyi mühendis hangi tabakayla işi yapıyorsun?

— Tabaka çok derinlerde değil. Kalınlığı on beş metre. Yatağı eğimli. Tren kolayca doğruca madenin galerisine girebilecek. Yüksek verimlilik ve ucuzluk dışında bu maden…

— Yeter, —diyerek durdurdu onu Janabıl. — Şimdi ben de Sergey Petroviç'ten yanayım. En geç iki ay sonra madenden ilk kömürü vermen gerekiyor. Biz sana gerekli tüm yardımı sağlarız. Ama senin de süreleri tutturman lazım.

Öğle paydosu zili çaldı. Ekskavatörlerin kepçelerinin tıngırdamaları sustu. Makinistler öğle yemeğine çıktı. Şerbakov ve Janabıl sahaya ve çukura baktılar. Sonra Aşırbek'i de yanlarına alarak şehre döndüler.

Yol boyunca bir sağda bir solda yeni dikilmiş ormanlar uzanıyordu. Uzaktan koyu renkli yakından açık yeşil gibi görünüyorlardı.

Gökyüzünü uğultuyla dolduran uçak inişe geçmişti, havaalanı buraya yakındı. Aşağıda arazide gürültüyle trenler ve arabaları geçiyordu. Kolhoz köyleri kuruluşun yardımcı çiftlikleriyle, işçi köyleriyle küçük işletmelerle iç içe geçmişti.

— Daha dün burada çıplak bir bozkır vardı - dedi Janabıl ve ekledi. Birde diyorlar ki gözleri doymuyor! Hayır, böyle bir manzara bile onları doyurmaz.

Gölcüğün kıyısında uzanan parka geldiler. Burada Janabıl arabanın durdurulmasını istedi. Meyram'ın dairesine uğradı.

Yeni sekreter Meyram'la açık maden gezisinden sonraki izlenimlerini paylaştı, insanlar hakkında sorular sordu. Konuşma gece yarısına kadar devam etti. O gece Janabıl eve dönmemiş, Meyram'da kalmıştı.

Ertesi sabah Kargres'in yanında ki göle doğru iki araç geldi. Öndeki arabada Meyram, Bolat, Janabıl, Maypa, arkadakinde ise Şerbakov, Antonina Fedorovna, Ardak ve Jumabay vardı.

Tatil günüydü. Kömür Karagandasında ki pazar yeri gürültülüydü. Sığırlar, at arabaları, kamyonlar, mağazalar, açık çadırlar… Kalabalığın haddi hesabı yoktu. Köylü çiftçiler şehre ürünlerini getiriyor, endüstri malzemeleri alıyorlardı.

Araba Kargres yoluna girip, tepeye çıktıklarında Meyram birden hatırladı:

— Dur! Ardak Bokay'ı da davet etmemizi söylemişti. O şimdi şehir istasyonunda nöbetçi. Ona uğrayalım.

Ve arabayı döndürdü.

Elektrik istasyonuna giderken yol tarafından çitle çevrili koni şeklinde yüksek metalik yapılar göze çarpıyor. Yapıların kenarından büyük kırmızı binaya giden bir kablo şebekesi vardı. Kargres tarafından binaya kalın çelik halatlar bağlı demir üçayaklı sehpalar var.

İstasyonun içinde duvar boyunca şalterli mermer plakalar vardı.

Bokay geniş salonda yalnızdı. Kırmızı örtüyle kaplı masada telefonlar, gazete ve dergiler de duruyordu.

Salona girerek- Kazancıya bak!- dedi Janabıl.

Bokay atıldı:

— Janabıl, Meyram can! Nasıl yani ben kötü müyüm? . Buyurun oturun!

— Siz yeni istasyonda kazancı olarak çalıştığınızı yazmıştınız - diye hatırlattı Janabıl.

— E ben kazancı değilsem neyim? Kargres'teki büyük istasyon - benim istasyonumun öz annesi. Biz elektriği kendimiz üretemiyoruz, ancak onu Kargres'ten alıp şehre biz dağıtıyoruz.

Misafirlerle birlikte salona istasyon şefi de girmişti. Bokay'ın sözünü kesti:

— Devamını yolda anlatırsınız. Yoldaşlar sizi almaya gelmişler.

— Ee! nöbet ne olacak?

— Böyle bir durum için sizin yerinize birini koyarız.

Bokay başını kaşıdı, tereddüt ediyordu.

— Peki, ben sonra gelsem Meyram can? Dedi tereddütlü bir şekilde. — İşi erken bırakınca ruhumu kediler tırmalıyor.

— Tamam. Ama çok geç kalmayın.

Ana yola çıktıklarında Meyram direksiyonu şoföre verdi ve Janabıl'a dönerek parlayan gözleriyle konuştu:

— Dikkatini çekti mi? İşte bu davranış işe sosyalist yaklaşım demek tır ve bu Bokay'ın etine, kanına işlemiş.

— Ben de bunu düşünüyordum. diye cevap verdi Janabıl.

Yol geniş bir düzlüğe inmiş. İleride göl görünüyordu. Onun geniş maviliği gözlerini kaplamıştı.

— Bu göl değil, deniz!—diye hayranlıkla haykırdı Maypa. — Bakın dağ suyla çevrelenmiş. İşte bak gölün ortasında bir dağ da görünüyor.

— O "Jalgiz-Tube" tepesi - dedi Meyram. Önümüzdeki yıl göl daha geniş bir alana yayılacak. Uzunluğu yirmi beş-otuz kilometreye kadar, genişliği ise yedi-sekiz kilometreye kadar ulaşacak. Göl şimdiden o kadar derin ki nehir vapurları bile üzerinde gidebilir.

— Peki, neden gitmiyorlar?

— İhtiyaç olunca gidecekler. Şimdi motorlu tekneler gidiyor.

Etrafta hiç boş alan yoktu, her taraf bitkilerle, kolhozların ve yardımcı çiftliklerin ekinleriyle dolmuştu. Uzaktan yeşilliklerin yüzeylerinden sadece toz ve onu kaldıran makineler görünüyordu.

— Su neredeyse hayat orada - diye devam etti Meyram. — Kargres'in şefi İbraş sözünü tutu: sadece Karaganda'ya değil tarım faaliyetlerine de su sağladı. Hatırla Janabıl: İbraş büyük bir usta, o, Aşırbek gibi zeki bir adam ve şimdi kendine yeni bir hedef koymuş: bozkır rüzgârının gücünü kullanmak.

— İbraş'ı henüz görmedim.

— Bugün görürsün.

Göl kıyısında ki geniş yeşil alanın ortasında iki araba ve arabalara dayanmış birkaç tane bisiklet duruyordu. Hemen yanlarında atları çıkartılmış okları yukarı kaldırılmış gezinti arabası duruyordu.

— Ancak bizim ihtiyarlar gezinti arabalarını böyle tablo gibi koyarlar – diye güldü Meyram.

— Eski zamanlarda sadece ağalar ve tüccarlar üstü açık arabalarıyla fiyaka yaparlardı - diye düşünen Janabıl. Ben şimdi onlara eski alışkanlıkları için kızacağım! Dedi.

— Sen böyle düşünüyorsun ama Mausımbay altta kalmaz! Bak kendin alay konusu olma.

Misafirlerin çoğu toplanmıştı. Şerbakov Antonina Fedorovna'yla, Çaykov ise karısıyla göl kenarında geziyorlardı. Mausımbay, Jaylaubay, Şeker ve Baljan toprak ocakla uğraşıyorlar, Bayten yere serilmiş halıda tek başına yatıyordu. Ocaktan soluk mavi bir duman çıkıyor ve havada yavaşça yayılıyordu.

Meyram ihtiyarlarla selamlaştı.

— Ehhh! Bizim aksakallar öyle bir ikram hazırlıyorlar ki tek başına götürmek imkânsız. Eski zaman kahramanları yardıma çağırmak gerekecek.

Mausımbay'ın beyaz sakallı yüzü kızarmıştı: o şimdiden taze kımız içmiş gibiydi.

— Ee bizim gücümüz eski kahramanlardan daha çok!

— Evet, evet, — diye atladı Janabıl, — Mauken'in hava atma konusunda hiç bir eksiği yok. Baksanıza nasılda beyler gibi davranıyor: arabasının oklarını gökyüzüne kadar kaldırmış.

Ama ihtiyarı böyle sivri bir dille şaşırtmak o kadar kolay değildi.

— Doğru söylüyorsun, bizim hiçbir eksiğimiz yok. Senin sözlerine de cevap buluruz. Bey faytonla gezip yeni moda elbise giyerdi. Arabasının okunu kim kaldırırdı? Tabi ki hamal kaldırırdı. Şimdi bakalım sen nasıl giyinmişsin. Sende yeni dikilmiş bir elbise giymişsin. Arabanın okunu kim kaldırdı? Ben kaldırdım. O zaman şimdi söyle kim ağaya benziyor sen mi ben mi?

— Jumeke!— diye kayınpederine seslendi Janabıl. — Acele yetişin! Bu ihtiyar beni perişan edecek.

— Canım ben şaka yapmada usta değilim - dedi Jumabay. Kızlara bile gençliğimde şaka yapmadım.

-— Bayteke o zaman beni siz kurtarın!

Bayten başını kaldırdı.

— Bu ihtiyarın söyledikleri üzerinde konuşmaya cesaret edemem. İş olsaydı onunla uğraşırdım.

Ama Mausımbay Bayten'i de susmaya zorladı.

— Doğru işte sana yetişilmez. Görünen o ki sen makinelerin her şeyini öğrenmişsin ama onları kullanamıyorsun!

Şakalar bitmemişti. Sürekli gülüşmeler yayılıyordu. Jaylaubay makinenin gölgesinde duran islenmiş saba[68]'yı getirdi, büyük bardak kımızla doldurdu ve halının üzerine koydu.

İki araba daha gelmişti. Arabaların içinde Kanabek, Kozlov, Lapşin, İshak, Akım ve Ermek vardı. Kargres tarafından gölde motorlu bir kayak göründü. Tabi ki bu İbraş tı, motorla yüzüyordu. Nehrin kıyısında gezenler de geri dönmüştü.

Misafirlerin çoğu Kanabek'in etrafındaydı. Dinleyenleri komik hikâyeleriyle güldürüyordu.

— Benim kocakarı kesin olarak gelmem diye itiraz etti. Arabada sarsılırım, yol asfalt değil dedi. Ne kadar aksi bir kadın! Mesela Meyram Ardak'ın omzuna dokunduğu zaman Ardak sevinçten ışıldıyor, benimki ise hemen "elini çek" diye bağırıyor. Onu nasıl memnun edeceğimi bilemiyorum artık.

İbraş motorlu kayıkla geldi. Kanabek o daha kıya adım atmadan bağırdı:

— Senin genç karın nerede canım?

— Alma-Ata'ya gitti.

— Yani desene şimdi boştasın!

Öğleden sonra güneşi ve içilen kımızdan herkesi sıcak basmıştı. Göle yüzmeye indiler. İbraş ve Janabıl ise kadınları gezmeye götürmüştü.

Motorlu kayık mavi dalgaları keserek ilerliyor, rüzgâr kadınların elbiselerini uçuşturuyordu. Koro olarak şarkılar söylediler, sesleri motor sesini bastırmıştı.

— Arkadaşlar! — dedi Ardak — Bir bilseniz buradan ayrılmayı hiç istemiyorum. Ben bu bozkırla birlikte çiçek açtım, sizin içinizde büyüdüm!

Maypa gözlerinden akan yaşları silmeye başlamıştı bile.

Antonina Fedorovna da üzülmüştü. Kendini tutmaya çalışarak Ardak'ı sakinleştiriyordu:

— Üzülme canım! Bizim muhteşem insanlarımız her yerdedir.

— Evet, bunu biliyorum. Ama insanın hayatı boyunca hiç unutmadığı en değerli anları var. Bu anları ben burada geçirdim...

— O anlardan birisi kesinlikle Meyram'la buluştuğunuz meydan da geçti - diyerek vurguladı Janabıl.

Ardak gözyaşlarının arasından gülümsedi.

— Senden kaba da olsa bir şaka duymak hoşuma gidiyor Janabıl. İbraş, siz henüz onu çok iyi tanımıyorsunuz. O nasıl deliydi! Ama şimdi akıllı ve ciddi bir adam olarak geriye döndü. Janabıl sen de unutma: İbraş en iyi yoldaşlarımızdan birisi, ikinizin sıkı dost olmasını diliyorum.

— Dost olmaya çalışacağız, — diye cevap verdi Janabıl. — Eğer sen ve Meyram İbraş'la Karaganda'ya elektrik ve su verdiği için dost olduysanız, bizim dostluğumuz da farklı bir temelde güçlenir: İbraş rüzgârı bizim için çalıştırınca.

— Yapacağım yoldaş sekreter! Söz veriyorum. - dedi İbraş.

O kayığın rotasını gölün ortasındaki adaya çevirmişti. Orada da ekili ağaçlar ve yeni yapılmış iki ev vardı: tüm adanın etrafında kaz ve ördekler geziyor, onların farklı çığlıklarından kulaklar çınlıyordu.

— Burada bizim kuş barınağı var - diye açıkladı İbraş. Kuş eti fabrikası açacağız. Birde balık fabrikası kurma düşüncemiz var. Bu yıl göle yavruları saldık. İlk rüzgâr türbinini burada, bu tepeye yaparız diye düşünüyorum. Fabrikaya ve tesise elektrik enerjisini verince balık ve kuş eti konservelerimiz de olacak.

Kampa döndüklerinde tüm misafirler toplanmıştı. Jumaniyaz, Seyitkali gelmişler Bokay da kalabalık ailesiyle gelmişti.

Kanabek kendini masanın yöneticisi olarak seçmişti.

— Arkadaşlar ben burada kendi yöneticilik hakkımı kullanarak ilk sözü Meyram'a veriyorum. O buradaki katılımcılardan daha genç olmasına rağmen ayrılması nedeniyle onu onurlandıralım.

Meyram yerinden kalktı ve elleriyle etrafını göstererek konuştu:

— Arkadaşlar etrafınıza bakın! Küçük Nura nehrinden kocaman bir göl yaratıldı. Küçücük bir çukurundan devasa kömür akmaya başladı ve Karaganda'nın ünü tüm Sovyet topraklarına yayıldı. Gurur duymak için bir sebebimiz var! Bunların hepsini bizim insanımız yaptı! Ve bizim insanlarımız için son damlasına kadar içelim arkadaşlar!

Bu sözler ağızlarına hiçbir zaman alkol almamış Jaylaubay ve Mausımbay'ın yüreğine dokunmuştu.

— Doldur! Halkımızın şerefine içiyoruz!

İhtiyarlar da bardakları ağızlarına götürdüler.

Çaykov söz almak istedi.

—İşte bu tepenin arkasında - diye gösterdi ve devam etti – dokuz yıl önce biz Aşırbek'le Meyram'ı karşılamıştık. Meyram o zaman Karaganda'ya gelmişti. Benimle konuşmasında hüzünlü bir şekilde şunu söylemişti: "Bizim halkımızın bilim ve teknolojide ustalaşması için çok zaman gerekecek". Şimdiden bir dolu yerli mühendis ve teknisyenleri buraya topladık. O zaman söylemiştim, Karaganda kömür rezervi acısından Sovyetler Birliğinde uçuncu sırada olacak diye. Bugün ise şunu söylemek istiyorum Karaganda'nın kömür rezervi tahmine delemeyecek kadar çok. Kazakistan toprakları altında sadece kömür mü var? Yakında Kargres'in etrafında metalürji devlerinin dumanlarının tüteceği gün çok yakın. Kazak Cumhuriyetinin yer altı zenginliklerinin devamına içelim yoldaşlar!

Birer birer konuşmalarını yaptılar. O kadar içmelerine rağmen zihinlerinin açık olmasında gölden esen serin rüzgâr yardımcı olmuştu.

Sadece Bayten'in dili peltekleşmeye başlamıştı. Yanında oturan Jumabay'a sürekli aynı cümleyi tekrar ediyordu:

— Hey gidi! Hatırlar mısın nasıl çalışmıştık!

Meyram'ın ricası üzerine Şerbakov elinde bardakla kalktı. Konuşması kısa sürdü:

— Biz bu bozkırı bizim büyük partimiz ve halkların kardeşliği sayesinde hayata döndürdük. Tabi bazen kendi aramızda tartıştık. Ama dürüst tartışmalara olmadan ne iş ne de dostluk olur.

Meyram'a doğru geniş bir adım attı, ona sıkıca sarıldı ve öptü.



KISIM ON İKİ


Sonbahar gelmişti. Puslu hava da kar ayrı küçük bir darı parçası gibi toprağa düşüyordu. Öğlene doğru gökyüzü açılmaya başlamış, gri bulutlar doğuya doğru yelken açtı. Bulutların arkasından çıkan güneş kömür kentini ışınlarıyla doldurmuştu.

Büyük tepenin zirvesinde yeni bir maden görüntüsü net olarak ortaya çıkmıştı. Etrafında yeni yapılmış evler vardı. Elektrik kablo direkleri uzun dizeler halinde çekilmişti. Hafif rüzgâr kabloları usulca tıngırdatıyordu.

Açık maden bir kanyona benziyordu. Ekskavatörler yeraltını büyük derinliklerde kazmışlardı. Çukurun yüksek kenarında kaya taş yüklü arabalar, alt tarafa ise kömür treni uğulduyordu.

Aşırbek kendi yapmış olduğu işini Şerbakov'a, Kozlov'a ve Ermek'e gösteriyordu.

Keyif yerindeydi, çok yüksek sesle ve genişçe açılmış elleri ve kollarıyla konuşuyordu. Hayali gerçekleşmişti. Eğer bugün o kendi madeni ile ilgili biraz abartılı olarak anlatsa bile herkes onu anlamış ve gülümsüyorlardı.

— Bir baksanıza ne kadar güzel! diye durmaksızın tekrar etti Aşırbek.

Maden gerçekten güzel bir manzaraya sahipti. Çukurun iki tarafından yüksek ve düz yamaçlar iniyordu. Yüzeyde çıkartılmış toprak yığınları görünüyordu. Başlarının üzerinde taa ulaşılmaz yüksekliklerde gökyüzü mas maviydi. Bu tablo yer altı madenlerindeki alışılmış görüntüye hiç benzemiyordu! Çukur eğim boyunca bir buçuk – iki kilometre mesafeye uzanıyordu. Hendeğin derinliği yirmi metreye ulaşmış genişliği ise neredeyse yarım kilometre olmuştu. Tüm bu alanda şuan açılmış on beş metre kalınlığında kömür katmanı gözüküyordu.

— Sadece kömürü çıkar ve taşı yeter! diyerek heyecanla konuştu Aşırbek. Herhangi bir maden tezgâhı, havalandırma, delme makinesi ya da kombaynı gerek yok, Tren direk madene geliyor, bize sadece kömür yığını için elektrikli matkap, patlayıcı ve ekskavatör gerekli. Vagonlar yüklendikten sonra nereye istersen götür. Aşırbek ironik şekilde kapalı madenin şefi Ermek'e baktı.

— Bakın nasıl da övündür! — diye sırıttı Ermek. — Her şeyin bir zamanı ve yeri var mühendisim. Büyük derinliklerde yatan kömüre açık işletme ile ulaşamazsın.

— Bu doğru. Ben bundan bahsetmiyorum. Sende yüzlerce kişi ve mekanizma çalışıyor. Ve sen toprağı köstebek gibi deliyorsun. Bende her şey dışarıdan, bu kadar basit. İşte bu yüzden yarışalım diyorum. Bakalım kim daha çok kömür verecek!

Ermek daha cevap vermeden Kozlov söze karıştı:

— Bak delikanlı! Benim kombaynım kontrol işlemleri sona eriyor, en kısa zamanda onu çalıştıracağız ve işte o zaman senin açık madeninle yarışacağız.

Şerbakov uzun zamandır bu dostça tartışmalar ve sürtüşmeler yabancı değildi. Dikkatle yeni maden çalışmalarını inceliyordu ve bu nedenle onlara karışmadı.

Maden galerisinde kırk dekovillik katar duruyordu. İki ekskavatör iki taraftan bu dekovillere kömür yüklüyorlardı. Ustabaşının ekskavatör operatörüne bağırdığı duyuldu:

— Senin gözlerin nerede? Görmüyor musun dekovilin dışına taştı!

— Daha fazla doldurmak istedim ama çok almışım.

— Senin peşinden bu kömürleri kim toplayacak?

— Ama ben kürekle değil ekskavatörle dolduruyorum, bunu nasıl ayarlarım.

Janabıl elinde olmayarak güldü:

— Daha önce ustabaşları kömür dolduranlara bağırırlardı "Neden dekovili tam doldurmuyorsun?' diye. Bu ise neden fazla doldurdun diye bağırıyor.

Sergey Petroviç tüm katarı geçti, açık madenin kenarına doğru çıktı ve bütün Karaganda'yı ayaklar altına alan kayalığın tepesine tırmandı.

Her taraftan kömürle doldurulmuş katarlar geliyordu ve ana demir yolunda birleşip ana yoldan devam ediyorlardı. Açık maden çıkışında ki tünelden tren görünmüştü. Lokomotifin vedalaşma düdüğü havayı titretiyor ve tren ana yoldan gidiyordu.

Trenin gürültüsü bittiğinde Şerbakov şöyle dedi:

— İşte bir iş daha yaptık. Bir adım daha öne geçtik. Meyram Omaroviç'e telgraf çekmek gerekiyor. Şimdi açık işletme işini büyütmemiz gerekiyor. Bağımsız çalışacak açık maden kuruluşu organize edelim.

— Ah-Ah! Bu işte atom enerjisini kullanacaktık ki - dedi Aşırbek.

— Yer altındaki kömürü gaza dönüştürme konusunda ne düşünüyorsun?- diye sordu Janabıl.

— Maden kombaynı çabucak bitirmek istiyorum - diye iç çekti Kozlov.

— O zaman gör bak kombaynla nasıl çalışacağız!— diye onayladı Ermek.

Dördü de sustular ve Şerbakov'un vereceği cevabı beklediler.

Şerbakov ise bacaklarını genişçe ayırmış, kayaların ortasında bozkıra bakarak duruyordu. Rüzgâr onun açık kafasındaki beyaz saçlarını dağıtıyordu. Bulutların arkasından eğik güneş ışınları onun büyük anlamlı yüzüne düşmüştü. Şerbakov ne düşünüyordu acaba? Bu bozkırlar ona neyi hatırlatıyordu? Belki de arkadaşları eşliğinde arabayla bilmediği bir bölgede, terk edilmiş sefil madene geldiği uzaklarda kalan o günü hatırlıyordu? Basit bir kova dolusu kömürü derinlikten yüzeye çıkarırken elle çevrilen çark sanki üzülmüş gibi gıcırdıyordu. Veya ilk zaferin getirdiği heyecanı, sevinci, endişeleri ve kuruluşta geçirilen uykusuz geceleri mi hatırlıyordu? Belki de bulutlu ufukta burada büyüyecek fabrikaların ve tesislerin bacalarını, bugüne kadar hiç görülmemiş makineleri görüyordu, bozkırı fethetmeye gelen binlerce insanın kendinden emin adımlarının sesini duyuyordu.

Şerbakov yavaşça elini cebine soktu, piposunu ve tutun ile dolu kesesini çıkardı ve arkadaşlarına döndü.

— Her şey olacak arkadaşlar! Umutlarımız, hayallerimiz hepsi gerçekleşecek. Biz buraya doğadan sadaka istemeye gelmedik, kendi Bolşevik hedefimize dahil etmek için geldik. Biz buraya halkın mutluluğunu sağlam temeller altına almak için geldik. Herkes kendi işinin başında olsun yoldaşlar. Önümüzde yapacak daha çok iş var!


[1] Baybişe - Yaşlı kadın, burada adamın karısı

[2] Galiyabanu - Geleneksel Tatar halk şarkısı

[3] Otağası - Burada atam, genelde ise köyün (ocağın) başı anlamındadır.

[4] Ayran - Ekşi süt ve sudan yapılmış içecek

[5] Hoş - Eyvallah, görüşmek üzere

[6] Karagan - Çalı

[7] Toy – kutlama, düğün

[8] İt-Jon - Kazakça köpeğin omurgası

[9] Agay - Saygılı hitap

[10] Kuseu kara - Siyah maşa

[11] Hazret - Eski Kazakistan'da ermiş kişi

[12] Mürid - Bir Hazretin takipçisi, öğrencisi

[13] Şapan - Üst giyim

[14] Tundik - Yurtanın üst kısmında bulunan ışık deliği. Gece ve çok sıcak günlerde kapatmakta kullanılan keçeden yapılma özel bir parça

[15] Elimay - Eski bir Kazak halk şarkısı

[16] Şarke - Hasır lifli ayakkabıya benzeyen ama deriden örülmüş ayakkabı

[17] Dagaur - Sözleşme

[18] Kuruk - Atları bağlamak için bir kement

[19] Çiy - Bozkır kamışı cinsinden bir bitki

[20] Kerege - Yurta karkasının alt kısmı

[21] Jeli - İki sopa arasına bağlanmış, tayların bağlanmasında kullanılan kıldan yapılma halat.

[22] Erkek sağıcı - Genel olarak kısrakları erkekler sağardı.

[23] Mırza - Sahip, bey.

[24] Tolmaç - Tercüman ve aynı zamanda kâtip

[25] Ya hak - Yarabbim!

[26] Jelek - Gelin tacı. İlk çocuk doğana kadar takılırdı.

[27] Şeşe - Anne. Burada ise karısının annesi.

[28] Köke - Burada baba anlamındadır.

[29] Nagaşi - Annesinin babası, yani dede.

[30] Aje - Nine

[31] Tagana - Yanıklardan korunmak amacıyla ayakkabıların tabanlarına bağlanan ahşap plakalar

[32]Jaylek-Jaulayba’ın şefkat hitabıyla kısaltılmış hali

[33]Jien- Yeğen

[34] Ardak- en iyi, arzulanan

[35] Kaynım — Kazakların kocalarından daha genç olan erkeklere hitap kelimesi

[36] Pud - Eski bir Rus ağırlık birimi. Bir pud - 16,38 kg

[37] Kelinşek - Genç bayan

[38] Tımak - Kürklü şapka

[39] Jauluk - Beyaz kumaştan yapılmış kadın başörtüsü

[40] Otarba - Ateş çıkartan araba

[41] Şanırak - Yurtanın karkasının üst kısmı

[42] Aydahar - Masallarda ki ejderha

[43] Tulpar - Kanatlı at

[44] Jaybasar - Direk anlamı yavaş adam. Burada ise eski zamanlarda karısının verdiği lakap.

[45] Kalım - Eski zamanlarda gelin için verilen çeyiz

[46] Aksakal - Yaşlı ve saygıdeğer insanlara seslenme şekli

[47] Jetpisbay - Yetmiş

[48] Baçiş - Ukraynaca anlaşıldı mı?

[49] Jengey - Evli kadına hitap şekli - Yenge

[50] Kartal - Eski zamanlarda madenciler römorktan kopmuş dekovillere "kartal" derlerdi

[51] Tugır - Avcı kuşun oturduğu sopa

[52] Kurt - Özel tarifeyle yapılmış süzme peynir

[53] Kental - bir kental yüz kilogram

[54] Bayga - Ödüllü at yarışı ve güreş müsabakaları

[55] Jaylau - Yazlık otlak

[56] Tontay - Eski bir Kazak masalında ki kurnaz karakter

[57] Kazak milliyetçi çeteleri Alaş-Ordanın liderleri

[58] Yajuj ve Majuj - İncil'de ki Goga ve Magoga'nın prototipleri, yani Müslüman dininde "kıyamet zamanı geldiğinde gelen iki efsanevi kabilenin üyeleri"

[59] Kariya Glaza - Kahverengi gözler

[60] Kauga - uzun bir sopaya bağlı ham deriden yapılmış kova

[61] Künlük - Yaşlı Kazak hanımların baş aksesuarı

[62] Narzan - Bir maden suyu markası

[63] Stahanov - Sovyetler Birliğinin en önde gelen işçisi

[64]Januar- Hayvanlara karşı kullanılan şefkat sözcüğü

[65]Kuladın — Büyük bozkır kuşu

[66]Dariga-ay- Rusçada ‘Eğer bir bilseydiniz’ e yakın bir ünlem ifadesi

[67] Nar -  tek hörgüçlü iri deve.

[68] Saba- kımız için deri kap.