Önsöz
Sevgili okur! Dikkatinize İlyas Esenberlin’in ‘Ana düşünceler’ kitabı – yazarın yaşamın anlamı, aşk ve mutlulukla ilgili düşünceleri; baba ve oğlun, birbirini seven ve iyi anlayan iki kişinin diyaloğudur. Bu kitap öğretmen ve baba, yazar ve insan İlyas Esenberlin ve oğlu arasında konuşma şeklinde sunulmuştur. Kitabın sıradışı özelliği, öğretmen ve baba olmak üzere diyalogun bir katılımcısının ölümünden yirmi sene sonra yazılmasıdır. İlyas Esenberlin’in kitaplarında ve günlüklerinde yer alan ve onun hayatı boyunca söylenen bütün düşünceler size sunulmuş olan kitapta italiklerle yazılmaktadır. Baba ve oğul, öğretmen ve öğrenci arasındaki sıradışı bu konuşma bügün gerçekten ilginç ve gerekli olabilir çünkü hayatın anlamının ve amacının temel sorunlarına; iyilik ve kötülük, sevgi ve nefretle ilgili düşüncelerine, topluluğumuzun modern hayatının güncel problemlerine değinmektedir.
Belki de bu fikirler kiminin ilgisini çekmeyebilir ve aktüel görünmeyebilir ama bügün insanlar bu konuları konuşmadan yaşayamaz. Belki birçok şey kabul etmezsiniz ama yine de okuyup hayatımızın anlamı düşünmeye çalışın.Belki de bu kitap hayatınızı değiştirmek için, hayatınızdaki değerlerin ilk sıralarına Allah ve Sevgi’nin ebedi değerleri koymak için Sizleri uyandırır.
Sevgili insanımız ve yazar olan İlyas Esenberlin’in aramızda olmadığı süreç yakında yırmi yıl doldurur, ama onun hatırası kalplerimizde yaşıyor ve kitaplarına hep ihtiyaç duyuluyor. Bitkin kalbini dolduran ana düşüncelerini ilk defa bu kitapta okuyabilirsiniz; aklı ve gönlünü sonuna kadar halkına veren yaratıcı ve yazarın çok güzel sevgi dünyası Size açılacaktır.
Bölüm 1
Hayatın Anlamı
Bügün dışarıda yürüyüp hayatımda neler önemli olduğunu düşünüyordum. Hayatımın tam baharındaydım ve herşeyim de vardı, ama yürüdükçe içimde bir boşluk hissediyordum. ‘Hayat hergünle daha çabuk geçiyor – günler, haftalar, aylar ve yıllar – bazen yaşadıklarımı anlayıp kavrayamıyorum. Bazen yaşadığım yıllar tıpatıp aynı görünüyor; belirli olayları, hangi yılda ve tam olarak ne zaman olduğunu net olarak hatırlayamıyorum, veya tam tersi bir yıl hatırlıyorum ama başka senelere o kadar benziyor ki onun niçin önemli olduğunu düşünerek kayboluyorum. Eğer herşey, zamanla bir genel ve gri vıcık çamura karışırcasına o kadar benziyorsa, neden yaşıyorum?’ düşüncesiyle kendimi parça ediyordum. Boş ve gereksiz varlıkla ilgili düşünceler kafamdan hiç çıkmıyordu. Şimdi yanımda sevgili babamın olmadığını çok yazık olduğunu düşündüm. Herhalde o herşeyi anlayıp bana da anlatırdı. Ve aniden babam acı verecek kadar tanıdığım yumuşak ve şefkatli bir sesle benimle konuşmaya başladı.
İLYAS: Kozıjan oğlum! Üzülme, hayatta hep zor ve sade olmayan anlar olabilir, ama umudunu kesme, ne de olsa hayat mükemmel ve harikulade. Allah bizi mutluluk için yarattı ve, kuşkusuz, mutlu hayat yaşamamızı istedi. Şüphesiz, bütün insanların mutluluk ve üzüntü kaynağı bizim yaşamımızdır. Zor ve çetin olabilir ama yıne de, Allah’ın her yarattıkları gibi, çok güzeldir.
KOZIKORPEŞ: Baba, ama niye bügün coğu insanların hayatı mutlulukla değil de daha çok üzüntü ve sıkıntı ile geçer? Niye dünyada insanların çoğu mutsuz?
İLYAS: Evet, her halde haklısın, oğlum. Çoğu insan bugün kalpte mutluluk olmadan yaşıyor, maddi problemleri kalplerine yerleşi ve bu yüzden hayata sevinemiyorlar. Hayatı ancak ekmek bulmak için kaygı olarak algılıyorlar, oysa çoğunun herşeyi olduğu halde her zaman daha çok istiyorlar. Kalplerinde bu muhteşem armağan olan hayat için memnunluk ve Allah’a minnettarlık yok.
Allah her insana dünyayı tanıyıp onu sevme imkanı verdi ama çoğu zaman insanlar, Allah’ın bu güzel hediyesi olan hayat sevgisini kullanmadılar. İnsan uzun ömrü yaşıyor ama herşeyi bilmek için yetişemiyor. Oysa bilmek için özel göstermek insanın ana bilmecesidir. Ancak düşünün: kişi vefat ediyor. Etrafında onun yakın insanları toplandı. Bir an sonra son nefesini verecek ama bakışı her zamanki gibi yanıyor: içinde yaşamak hırsı yani bilgiye susamışlık da. Ne var ki seneleri zorluk, ıstırap ve koşuşma ile geçti? İnsan ölerken de yaşamayı sever. Hayatı sevmek onu her zaman, hem mutluluk hem de acı ile sevmek demektir ve sevgi olan bu armağanı hiçbir zaman kaybetmemek. Bu da galiba mutlu olmak için en önemli şarttır. Sevgiyi ömür boyu taşıyabilen çok az insan bulunur. Onlar çöküp yaşlanıyor ama enfarktüs izleriyle kalpleri eskisi gibi sevgi ile dolu.
Bu insanlar bana para biçilmez servet muhafızlarını hatırlatıyor. Çünkü, bence, dünyada sevgiden daha büyük servet yok. Böyle insanlara ebedi sevgi muhafızları da diyebiliriz. Dünyada, kalplerinde hep sevgi taşıyan bu harikulade insanların sayısı çok az, ama ancak onlar hayattaki zorluklara rağmen gerçekten mutlu kalıyorlar. Hayatta o kadar sık gördüğümüz problemler, acı ve kaygıya rağmen hayatı sevip ona sevinmeyi öğrenmek gerek. Ve ikinici onemli şart da: hayatın amacı olmalı. Her insan onun için yaşamaya değer olan güzel amacı gütmeli, hayatın manasını net olarak anlamalı. Doğa kanunları aynı zamanda hem kolay hem de zordur. İnsan doğanın ancak bir parçasıdır. Düşünen kamış. İnsanın, daha doğrusu aklının görevi etrafında olan her şeyle uyum sağlamak. Dağlar ve ovalarla, hayvanlar ve kuşlarla. Ne de olsa daha derin bakıldığında, insanın istediği onun için çalıştığı gelecek serinlikle tüten canlı dünya gibi uyumlu olmalı.
KOZIKORPEŞ: Baba, sen her zamanki gibi bana bilgece öğütler veriyorsun. Sen harika hayat yaşadın, zor ve sıkıntılı bir hayat, ama Allahı, insanları ve dünyayı sevme yeteneğinin sayesinde ve yaratıcılığına, kitaplarına yansıtmış olan hayatta amaç gütme sayesinde mutlu hayatı yaşadın. Ama hayatı sevme yeteneğine rağmen birçok şeyden nasıl nefret ettiğini de hatırlıyorum.
Bölüm 2
Sevgi ve Nefret
İLYAS: Haklısın canım, mutlu hayat yaşayıp da etrafındaki herşeyi sevmek mümkün değil, tabiki bü dünyada çok şeyden de nefret ettim, yaşamı engelleyen kötülükleri sevmedim. Hayatımı hatırlayınca kötülükleri aşmaya çalışarak ancak iyi şeyleri hatırlıyorum ve ulusum için önemli sandıklarımı ilk olarak yapmaya çalışıyorum.
Her yaşta insanın kendi mutlulukları vardır. Hayat, gençliğin baskısı ve cesaretinin yüzüne bakarak sırlarını cömertçe acıyor. Dünyaya daha önce kimsenin söylemediklerini söylemek hayali genç insanı kahramanlığa çağrıyor. Olgun yaşlarda kişi, insanlık ve çocukları için ayırıp harcadığı dürüst emek bilincine vararak mutludur. Çocuklarının mutluluğu senin mutluluğun da oluyor, onların acısı – senin acın da, ve oğluna güçlü kanatları, aydın aklı ve sıcak kalbi verenden daha mutlu yaşlı insan yok! Bu da yaşamının temel maliyeti. Mutluluğun daha bir ölçüsü var – insanın ihanet ve aldatma ile lekelenmeyen temiz şerefi ve vicdanı. Sadece hayatta rastladığınız yalan, ihanet, kıskançlık, cimrilik gibi her kötülükten nefret etmek gerekiyor. İnsanlar sıkça kötülüğe gerektiği gibi dayanamıyor. Başka bir insanın iyi özelliklerini aramaktansa kötü olanları aramaya başlıyoruz ve tabiki buluyoruz, çünkü kusursuz insan yok. Başka birini aklıca ve gönlünce anlayabilen, çok şey görüp kavrayabilen gerçekten mutludur.
Can ve akıl cömertliği insanı daha zengin, yüce ve güzel yapıyor. Ve tabiki, canında kendi yumruk büyüklüğünde küçük dünyayı yaratan ve orada yaşayan bu dünyacığa hayranla bakan, hiçten bir insandır. Kendi şöhret, çıkar ve kariyeri bu zavallının dua ettiği putlardır. Allah’ın yetenek ve istidat herkese vermediğini, bu özellikleri hiçbir servetle satınalınmadığını kabulleyemiyor. Yetenekli birini kıskanmak, böyle kişiyi ufak tefek takip edip canını dedikodu ve bühtanla incitmek bu tür insanların nasibi. Kıskançlık – Kazak ulusunun ezeli problemidir. Yüce Abay, insanın içini yiyen bu kötü özelliğe çok üzülürdü. Abay’ın dediğine göre Kazaklar bazen yanlış davranarak birbirinin kıskançlığı bilerek uyandırırlar, bu da Allah’ın kanununu ihlal etme manasına gelir ve bü tür davranışlar aklıselime aykırıdır. Gerçekten de gönlümüze bir kere giren kıskançlık bütün bedenimizi yiyerek sağduyumuzu yok eder.
Çar döneminde memurlar Kazak ulusunun kıskançlığı yaygın olarak yaşadığını bilip bunu hep hatırlardı ve kendi çıkarcı amacı için bunu kullanırlardı. ‘...Çocuklar gibi birbirini ölürcesine kıskanıyorlar. Böyle insanları yönetmek zevkin kendisidir. Birini cezalandırmak istiyorsan onu herkesin önünde ödüllendir! Biliyorsun, oğlum, hayatta daha çok iyi insanların karşıma çıktıklarına rağmen kötü ve kıskanç insanlar çalışmamı hep engelliyordu ve amaçlarına ulaşmaya başarmadıkları halde, kitapları yazmaya devam ediyordum, kanımdan çok içtiler. Bazen düşünüyorlar ki yüce bireye, ünlü insana kıskançlık ve kıskanç insanlar işten değil! Yanlış! Yetenekli insanlar genelde başkalardan daha kırılgan ama kendi gurur içinde haksız takdirin onları kırdığını göstermemeye çalışırlar. Derler ki, filin bulunduğu mekanda fareler de olur ve sonuçta dev, ayaklarının yanında hareketliğe dayanamayınca dizlere çökebilir. Başarının diğer tarafı kıskançlık. Ne yazık ki insanlar bu duyguyu yenemiyor! Tabiki iyi insanlar, bana karşı davranışları, sevgileri ve yardım etme istekleri hayatımda büyük bir rol oynadı.
Öğretmenlerim bana çocukluğumdan beri kötülüğü ve iyiliği farketmeyi, sevmeyi ve nefret etmeyi öğrettiler. Kötülüğü ve iyiliği farketme yeteneğinin temeli doğuştan beri de vardı, Allah tarafından içsel niteliğim olan vicdanım şeklinde verildi. Ama yine de hayat, iyi ve kötü insanlar bana çok şey öğrettiler. Omrüm boyu çok farklı insanlara rastladım. Çoğunu sonra unutuyoruz. Dürüst, samimi ve asil insanlar da karşıma çıkıyordu. Ve ancak bu tür az insan her zaman aklımızda kalıyor. Böyle insanların kılığı gerçekten altından döküldü. Ve altının değerli bir metal olduğu için değil de, onun donuklaşmadığı için. Kendi ulusuna hizmet etmekte mutluluk görürlerdi. Bunun için mücadele ettiler, bunun için yaşadılar. Başkaların damarlarında kanı dondu sanki. Onlar sinirli ve kıskanç. Ama bu kötü niyetli insanlara mücadele etmek o kadar da zor değildi, cünkü her zehire panzehir de var. Ve eğer hemen anlayıp tanıyamadığın insan rastlanıyorsa bu daha tehlikeli, çünkü bu tür insanlar hiçbir şeye katılmadan göz önünde iyilik mi kötülük mü yapıldığını izliyorlar.
Bu kayıtsız ve gri insanlar, onlar da en tehlikeli. Sen de, oğlum, hayatında çok değişik insanları görüyorsun ama asıl kayıtsız ve her türlü ayak uyduranlar her halde senin için de en tehlikeliydi.
KOZIKORPEŞ: Kuşkusuz, baba! En çok kayıtsız ve herşeye ayak uyduran insanlardan hoşlanmıyorum. Anton Çehov kayıtsızlıkla ilgili güzel birşey söyledi: ‘Diyorlar ki, felsefeciler ve gerçek bilgeler kayıtsız. Doğru değil, kayıtsızlık – ruhun felcidir, vakitsiz ölüm’. Bu da çok doğru, hayatta aynen böyle olur; kayıtsız insanın canı felç tutulur, dünyada kötü birşey olduğu zaman kalbi susar ve fiilen bütün savaşlar, cinayetler ve entrikalar bu suskun rızadan dolayı gerçekleştirilir. Tabiki, kayıtsız insanlara en tehlikeli denerek haklısın, baba.
Bölüm 3
İlgisizlik
İLYAS: Sen, oğlum, bilim alanında çalışırken her halde kendi gözünle de böyle insanları görmüştün. Bilime her gelen gerçek bilim adamı olmuyor. Her yenilik yaşamıyor. Sıkça yeni buluşlar bügün eski oluyor. Bilim her şeyden önce yeteneğe ihtiyaç duyuyor. Gerçek yeteneğe. Ancak bilgiye değil. Bilgi edinebilir ama yetenekli olarak dünyaya gelmek lazım. Her bilim hızlı bir nehrin suyudur. Dalgalarıyla mücadele ederken herkes karşı yakaya geçemiyor. Bazıları da bu nehre girip akışına göre yüzmeye başlıyor. Bilim uyum sağlayanlara dayanamaz. Bilimdeki sıradanlık kendine benzerleri arar. Onun için yetenek gerçek ölüm anlamına gelir. Sıradanlık bilim sakatlarına ihtiyaç duyar. Dürüst, çalışkan, cesur ve akıllı olanlarla aynı yola giremez. Hayır, hayır, sıradanlık yetenekli olana yetişip ona iftira atma yolları arar.
İyi insanların sayısı daha büyük olmasına rağmen dürüst yaşamak isteyenler için ilgisiz fertler en tehlikeli. Ama onlardan korkmaktansa belki onlara düzelmek için yardım etmek gerekiyor. Sen, oğlum, tabii Abay’ın sözlerini hatırlıyorsun: ‘İktidar ellerimde olsa insan değişmez diyenlerin dilini keserdim’. Bundan dolayı bütün insanlara değişmek için yardımcı ol. Ve insanlar seni yaşadığın prensiplere göre yargılar, torunların da neyi sevip neden nefret ettiklerine bakarak senden bahsederler. İnsanoğlunun hafızası kısa ve minnettarlığı güçsüz, ikisinin de harih terazisinde çok az anlamı vardır. Ani olsa bile onlardan daha ağır yükler üstün – başarı, para, kariyer ve şöhret. Ama tabii başka terazi de var, doğru ve düzgün olan, yalnız ne yazık ki bu teraziye göre çağdaşlarımız değil de şimdi net olarak hayal edemediğimiz torunlar bizi yargılayacak!
KOZIKORPEŞ: Baba, sana daha Kazakistan Yazarlar Birliği’nde sürekli yaptığın çalışmalar hakkında sormak istiyordum. Ne de olsa yazar olman raslantı sonucu değil, günlüklerinde böyle sözleri okudum:
‘65 yaş epeyce olgun bir çağ ama buna rağmen kendimi yaşlı sanmıyorum. Aynı zamanda da içimde kendimi binlerce yaşında olan bir ihtiyar hissediyorum. Çeşitli olaylara tanık oldum. Dedikleri gibi ‘ateşten ve sudan’ geçtim. Çocukluğum ve gençliğim halkın sosyal sarsıntı, fakirlik ve açlık yaşadığı üzüntüyle bilinen 20-30li yıllarındaki olaylara denk geldi. Ben ise kaderin bu darbesini iki kat daha güçlü hissediyordum çünkü çok erken öksüz kalıp yetimhanede büyüdüm. Bütün acılara rağmen yazar oldum. Bütün bu zorluklar bakışlarımın, inançlarımın ve iç dünyamın oluşmasını çok etkiledi. Ancak hayattaki bütün denemelerden sonra edebiyata bilinçli olarak geliyorum. Sevgi ve samimiyetle. Seçeneğimi hayatın kendisi belirledi’. Galiba hayatta gençken gördüklerin sayesinde yazar olmak için güçlü bir isteğin oluştu. Baba, sen her zaman yazar ünvanını çok üstün takdir ediyordun. Kazakistan Yazarlar Birliğinin bir genel toplantısında böyle birşey demiştin:
‘Bazı arkadaşlarımın gözlerinde ‘Oh, Esenberlin, ne yaltakçı olmuşsun!’ manası taşıyan neşeli kıvılcımlarını görüyorum. 60 yaşına girmeni bekler beklemez Zafer gününde, senin törenin olan günde, doğum gününde İkinci Dünya Savaşının eski muharibi olan seni ödül olarak emekli olmaya gönderdilerse herhalde bu kelimeleri söylemeyi unuttun mu? Neyse, bu tür şeyler de olur! İnsan şanssızsa Zafer gününde de şanssız olur! Bu arada, emekli olduğuma ancak sizden bazıları sevinmedi, ben de sevindim. Daha önceden de buna benzeyen ve başıma gelen her hangi bir su bardağında boğulmayıp bu yakaya sağ salim vardığıma sevindim.
Bunlar önemli değil. Yazar için yaratıcılık önemli. Ofisinin kapısında değil de kitapların kapaklaında soyadı. Ve altmış yaş gerçekten otuz gibi değil, her günü değerlendirmek lazım!
Yazar onurlu ve yüce kelimedir. Eski felsefecilerden biri Makedonyalı İskender’e: ‘Sizden kim daha büyük, imparatorum, sen mi yoksa öğretmenin Aristoteles mi?’ diye sorduğunda Makedonyalı İskender böyle bir cevap verdi:
Ben yarım milyonluk falanjımla dünyanın yarısını fethettim, Aristoteles ise bir tek kaz teleğiyle ve dana parşömen kağıdıyla diğer yarısını fethetti. Bizden kimin büyük olup olmadığına siz karar verin.’ Bu da gelip geçici dünyada yazarların asil görevinin kanıtıdır. Üretiminizin ana aleti olan kalem ve temiz kağıtlarınız varsa, yazın, insanlara güzel hayatı kurmaya yardımcı olun. Tabii, eğer isteyip yapabiliyorsanız.’ Her zaman ve herşeyde yazarın yüce ünvanını savunduğunu, yazarlık alanında kabilecik, entrika, sahte yazar gibi kötü gösterilere ne kadar uzlaşmaz savaşçı olduğunu hatırlıyorum. Bu problemden biraz bahseder misin, lütfen?
Bölüm 4
Yazar ve Eğilim
İLYAS: Oğlum, galiba en acı konuya değdin. Bu doğrultuda birçok şey düzeltmeye çalışmama rağmen genel olarak yazarlar arasındaki eyyam efendisi eğilimi yenemedim; ama birçok şey de başardım, bazılarına yardım edebilip bazı zararlı eğilimlerin etkisini azaltabildim.
Bilindiği gibi, dünyada Kazakların soylar arasında anlaşmazlıkları çözmekten daha zor bir mesele yoktur. Kazak topluluğun bu kalıntısının bügün yazarlar arasında özel bir güçle filizlendiği şaşılacak birşey. Sınıf ve soylara göre ayırım yapmanın bu iğrenç fenomeniyle mücadele etmek için Allah tarafından çağrılmış olanların bir şekilde bu eksikliğin egemenliği içinde oldukları paradokstur. Yazarların bu zararlı olayı yenemedikleri tabiki çok acı. Kabilecilik belirtileriyle hep savaştım. Bu problemin tehlikesi yazarların eserlerini etkilemeyi başladığındaydı. Zayıf eserlerimizin ortaya çıkması çok fena. Çok yazık. Bu daha çok kötü değil ama eğer zayıf eserleri orta olarak, orta olanları iyi olarak, iyi olanları da dahice olarak göstermeye başlarsak gerçekten yazık olacak. O zaman gerçekten felaket patlar.
Uzun yıllar için edebiyatın sanatsal seviye azalmasının gerçek tehlikesi oluşuyor. Dahası var. Konunun güncel olduğu için ya da bir sorunun tam zamanında ortaya koyulduğu için ayrı eserlerin değerlendirilmesinde hatalar olabilir. Ama gerçek felaket, bu işe dostça ve toplu ilişkiler karıştığında başlıyor. Halkımız bize yetenek dışında herşey verdi. Yetenek, denildiği gibi, Allah’tan gelir; birinde olur, diğerinde olmaz. Dayanılmayacak kadar zor ve en önemlisi, var olan yeteneği dürüst ve faydalı kullanmak. Ama çoğu zaman yükselmek için bazı insanlar etraflarında yaş ve hemşerilik prensibi olarak grupları topluyor, çok cılız eserlerinin etrafında acele ve heyecan yaratıyorlar. Bu prensibe göre eserlerin değerlendirmesini yaparken gelişmeye gerek duyan yazarın kendisine kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz. Bazen daha da kötü oluyor: bu sıradan yazar edebiyatta kendini dev aynasında görüp yetenekten başka grup gibi hiçbir şey olmayan diğer yazarları kurcalamaya başlıyor.
Bunu yapmasak. Edebiyat mezarında hepimiz için yer yetecek. Tabiki, bu problem inanılmaz derecede zor, ama zamanla onun geçmişe çekileceğine ve halkın, toplumun bu olayın zararının bilincine tamamen varacağına inanmak istiyorum.
Yazar dizimizin temizliği için de savaşmaya çalışıyordum. Yazarlar Birliği üyeleri arasında bile ne kadar çok eyyam efendisi oldu. Bir yazarla ilgili toplantının birinde konuşma yaparken bunu söylediğimi hatırlıyorum: ‘Demagog ve aylağa yakıştığı gibi konuşmaları her zaman bol önyargı içerir, daha doğrusu cahil ruhuna sahiptir. Eğer kimine tükürmeyi başarırsa mutlu olup memnuniyetle ellerini oğuşturur. Böyle insanlara gem vurmak veya bu kutsal eğilimi rezil etmemeleri için yazarların kadrosundan onları kovmak için daha geç değil, daha zaman var.’ Bütün söylendikleri her sahte yazar hakkında da söylenebilir. Düşündüğüme göre dünyada en zor meslek yazar olmaktır. Burada hiçbir himaye yok. Albayın ordusu, bilimadamın laboratuvarı ve meslektaşları, sanatçının yönetmeni ve izleyici var, burada ise temiz kağıttan ve kalemden başka birşey yok.
İşte bu yazarın savaş meydanı, onun ordusu. Eğer gücün varsa hücume geç. Ve eğer yaratıcılığın gücü gerçekse hem hücum hem de zaferler var. Bütün dünya kalemle fethedebilinir. Ve nasıl fethedebilinir? Ebediyen! Öyle ki ne zaman ne de uzay bu fethi yıpratamaz. İşte yazar önünde büyük bir sorumluluk ama aynı zamanda da geniş imkanlar bulunuyor. Guy de Maupassant bu konuyla ilgili güzel birşey söyledi: ‘Yazar bir tek şey yapabilir: hayatın gerçeğini dürüstçe izleyip onu yaratıcı bir şekilde tasvir etmek; onun dışındaki herşey yaşlı vavsız evliyaların güçsüz ve nafile gayretleridir.’ Gerçek yazarlar için uydurmadan doğruyu yazmak ve hayatımızın doğrularını yansıtmak çok önemli. ‘Burada, tabiki, bütün öz yazarın kişiliğine bağlı. Hayatta neler gördü, onun ve insanlar hakkında neler biliyor, hatırasında neler sakladı, hangi endişe ona eziyet verdi, medeni ve ahlak pozisyonu nedir – yaratıcılığı da bunlara bağlı olacak. Gerçek yazar yazmadan duramaz. Özellikle tasarladıklarını yazmadan duramaz.
Hayatta tek bir kitap yazabilir, parlak olmasa da, belki de sıradan olsa, ama onun dışında kimsenin aynı şeyi yazamayacağı kitaptır. Gerçek yazar her zaman eşsiz ve biricik. Ona kimse benzemez. Bu da en önemli – eşsiz olmak. Edebiyat sanattır. Sanat ise kesin yönteme dayanmaz, bireysellik ve eşsizlik ister. El yazısı gibi olur, onu taklit edip karıştıramazsın. Ancak yazar için değil de bütün insanlar için ahlak ayarı olan kitabı yaratmak çok önemli. Öyle ki bu kitabı okurken insan daha temiz ve daha iyi olabilirdi. Honore de Balzac bununla ilgili güzel birşey söyledi: ‘İçinde yaşadığı zamanın ahlakını iyileştirmek her yazarın ulaşmaya çalıştığı amaçtır. Eğer sadece halkın güldürücü olarak kalmak istemiyorsa.’
Bügün yazar olmak her dileyene öğüt vermek istiyorum: ‘Gerçek yazar olmak için kendi özünden geçmeyi öğrenmen lazım.
Sana inanıyorum. Ama bil ki ancak cesur insan hayaline ulaşır. Bu ata binmek kadar kolay değil. Yazar işi için yetenekli ve çalışkan olmak yetersiz. Kendin için aziz bir konu açıp onu bütün ayrıntılarıyla öğrenip o mevzuyu kendine ait yapmalısın. Yapmacık yazar çok yazıp hatta kitap çıkarabilir. Ama eğer ancak ona ait olan kendi konusunu çıkarıp bulmadıysa hiçbir zaman gerçek yazar olamaz.
Gerçek yazar başkasının üzellikle de halkın acısını daha keskin hisseder. En önemlisini anlamak lazım – daha keskin hissetmek daha derin hissetmenin anlamına gelmez. Sadece yüksek kelimeleri sevmeyen, belirli eylemler gerektiği yerde kelimelerin de güçsüz olduğunu düşünen insanlar var. Bu tür insanlar refah, hayattaki yerleri gibi ellerinde olan herşeyi gerekirse de hayatlarını vermeye hazır. Başka bir ulusu sevmeyen kendi ulusunu da hiçbir zaman ciddi olarak sevemez. Kendi halkısı seven ise diğer milleti de sevmeyip duramaz.
Çünkü kendi ulusuna sevgi kavramı bütün insanoğluna ve ayrı kişiye sevgi kavramının bir bölümüdür. O yüzden bu duygu milliyetçiler için erişilmez, onun hakkında ne kadar bağırsalar da. Sevgileri göstermelik, onlara benzemeyen herşeye yönelik nefretlerini ve ilgisizliklerini örtüyorlar. Yazarın hayatında en önemli şey onun ulusudur. Eğer yazar kendi halkına lazım değilse, kimseye lazım değil. Kendine bile.
Romanlar, öyküler, destanlar, gerçek sanatçının bütün yapıtları onun yaratıcı atılımıyla doğdu. Ama bu kutsal ateş yazarın kalbinde yanmaya başlamadan önce yazar uzun yıllar kendi evladını o olgulaşıncaya kadar canında taşıyor. Zaman yazarın çağdaşını, okurunu yaratıyor. Belki de senin okurun, çağdaşın uzun zamandır kendi fikri ve işine göre senden kitabı bekliyor. Yazarın ve okurun eserde anlatılan olayların iki en yakın yaşayanlarının olduğunu hatırlamak gerekiyor. Okur yazarına yapmacık duyulan tek bir notayı bile asla affetmez.
Onun için halk mahkemesine kitabını çıkarmayı düşünürsen onu iyicene düşün. Onun için yazarsın.
Ve benim son nasihatım: gerçek yazarın düşünce ve kelime dışında başka birşeyi yok, ama onlarla onlarla herşeyi fethediyor: zamanı, uzayı, ölümü ve hayatı. Yeter ki güç ve beceri olsun. Ya büyük bilim adamları da zamanı ve uzayı fethetmiyor mu? Öklid ve Newton insanoğlunun hatırasında ebediyen kalmadı mı? Kaldı ama sadece hatıra olarak. Öklid ve onun geometrisi vardı ama Lobaçevski gelip gayri-öklid geometrisini açtı. Ama Homeros bügün de okunup bir çağdaş gibi derin saygı görüyor. Newton vardı, mekaniğin kanunlarını açtı, sonra Einstein kendi göreliliğin genel kuramıyla geldi ve Newton’un keşifi artık bu teorinin münferit bir olayı oldu; onlara onur ve övgü olsun ama onlar tarih, insanoğlunun tarihidir. Ya Newton’un çağdaşı Jonathan Swift artık benim de çağdaşım, ona ancak saygı duymakla kalmayıp okuyorlar, yeniden yayımlıyorlar, ekrana uyarlıyorlar, seviyorlar.
Ve her yerde böyle. Bilim adamlarından ancak isimleri ve bulguları, yani tarih ve hatıra kalıyor, yazarlardan ise hayat kitapları, yani ondan bir parça, onun varlığı kalıyor. Ve buna ulaşmak için yazarların tek bir ama en zor olan şeye ihtiyacı var – iyi bir çağdaş olmaktır. Çünkü bir yüzyılın iyi çağdaşı sonraki bütün nesillerin de çağdaşıdır.’
Bu öğütleri takip ederek ve gayretli çalışarak iyi bir yazar olunur. Hayatımda güzel ve gerçekten büyük yazarları gördüm ve onlardan yaratma maharetini hep öğrenmeye çalıştım. Bununla beraber, başkalarına, özellikle de genç yazarlara yardım etmek gerektiğini anlıyordum. Onay ve dostça bir desteğe hayati önemi taşırmış gibi ihtiyaç olan, daha sağlam olmayan ve kolayca yararlanabilen, gerçek yeteneğe sahip olan yeni yazarlara elimden geleni yaparak hep yardım etmeye çalıştım. Muhtar Magauin’in, Kabdeş Jumadilov’un, Sagat Aşımbayev’in yeteneklerini hemen fark ettiğimi hatırlıyorum, birbirimize yardım ederek çalışmak çok hoştu. Azilhan Nurşaihov gibi güzel yazar ve insana yardım etmekten özellikle memnuniyet duydum.
KOZIKORPEŞ: Evet, baba, çok kişiye yardim ettiğin çok güzel. Muhteşem bir insan ve yazar olan Azilhan Nurşaihov’u andığın için çok sevindim. Senin hakkında, baba, sana ve senin eserlerine sevgi ve saygı dolu bir kitap yazıyordu. Azilhan ağa ile birbirinizi o kadar sevdiğiniz ne kadar hoş, baba. Sen kendine çok da değer vermediğini bildiğim halde ben yine de senin eserlerini sormak istiyorum, baba. Bu görünüşünü hatta halka manevi vasiyet dediğin ‘El-Farabi’ adlı uzun şiirinde yansıttın. Orada böyle satırlar var:
Nalların taze izleri ve kırıkları peşinde
Vakayinamesini yarattım yakın çağların.
Bu işte benim sınırım – hem hayatımın hem de güçümün:
Kanatlarımın açıklığı işte bu kadar.
Her çağının kendi oğulları var,
Daha yetenekli eserler doğacak.
Ama senin yapıtların ve kitapların topluluğa lazım.
Ölümünden sonra, baba, senin kitapların yeniden yayımlanıyor ve okuyucu tarafından seviliyor.
‘Göçmen’ kitap serisi Rus dilinde 1,5 milyonluk baskı ile 14 kere, Kazak dilinde ise 7 kere, ‘Altın ordu’ kitap serisi 6 kere, ‘Aşıklar’ romanı 7 kere yayımlanmıştır v.s. Senin eserlerin hala yaşıyor, kitapların okunuyor. Buanarrot Mikelanjelo’nun bir şiiri var, sanki senin hakkındadır;
Eser yaratıcıdan daha çok yaşar
Yaratıcı doğaya yenilerek gider
Fakat onun tarafından yaratılan suret
Yıllarca kalpleri ısıtır.
Kitaplarını okurken kahramanlarla beraber sevip nefret ederiz; sanki hayatlarını yaşıyoruz. ‘Aşıklar’ romanını tekrar okuduğumda Abay’ın sanatının onun eseri ile karşılaştırmasını gördüm. ‘Abau en sevdiğim şairdir. Bugün onun şiirlerini yeniden okuyarak çocuk gibi sevinip ağlıyorum. Bir kez Abay’ın heykeline gittim. Sevgili akının ayaklarında bozulmuş sinirlerimi düzeltmek istedim. Hem kaygısız hem de canım acıdığında beni defalarca mutlu eden satırları dudağından ve gözlerin içinden okumaya çalışırken Abay’ın yüzüne bakıp duruyordum. Heykel Abay’a çok benziyordu. Tabii ki her şaire yakıştığı şekilde ellerinde kitap vardı. Ama diğer açıdan bu eser cansız bir taştı. Yaratıcı eserine o kadar malzeme kullanmasına rağmen bu, ateş olmayan bir ocak yanında ısınmaya çalışmak gibiydi. Ocağıma ısınmaya gelenler ne kadar üzülürdüler değil mi?’ Kitaplar gerçek okuyuculara lazım olması, onlarda gerçek hayatı, gerçek olayları görmesi ne kadar önemlidir. Bence, baba, okuyucu kitaplarında bugünlerde o kadar gerekli olan duyguların samimiyetini ve hayatın gerçek hikayesini bulur.
Ama yine de söyle, eserlerinde en önemli şey neydi? Gelecek nesillere kitaplarınla neyi anlatmak istedin?
Bölüm 5
ESERLER
İLYAS: Oğlum, eserlerimin amacı kesinlikle vardır. Kazak milletinin kahraman geçmişinden gençken bile anlatmak istedim hatta bunu günlüğüme de yazdım. ‘Genç olmamama rağmen en önemli kitabımı henüz yazmadım. Geçende onu düşündüm. Sade roman değil bir epopeyi yazmak istediğim için düşünmem gereken bazı şeyler vardı. Bu epopenin bir tarih dönemini değil orta çağdan ta günümüze kadar tarihimizin bütün önemli sanat dönemlerini kapsaması lazım. Bir de şöyle bir şey düşündüm, Kazaklar hiç bir vakayiname yazmadılar, hiç bir tarihçi yoktu. Sadece sözlü rivayetler, şarkılar ve müthiş Kazak edebiyatı vardı. Ama her hangi folklor gibi bunun analize, kontrole ve diğer yazılı ifade ve belgeler ile kıyaslanmaya ihtiyacı vardır. Komşuların, arkadaşların ve düşmanların yazılı eserlerine bakarak onları çok dikkatli kontrol etmek gerekiyor. Ben de bunu yapmak istiyorum. Milletimin ilk sanatsal tarih eserini yaratacağım. İnanılmaz zor bir amaç olduğunu biliyorum ama bunlar bana ilham veriyor. Ayrı ayrı alınan bilgiler bir oyuncaktır fakat, bilgilerin bütünlüğü gerçekten değerli bir kanıt olduğunu çok iyi anlıyordum.’ Böyle bir kitap yazmaya hemen hemen 20 yıl boyunca hazırlanıyordum. Sorunu içten anladıktan sonra bu konuyu ancak açabildim. Milletim için acilen kendi tarihine dayanmak, insanlık uygarlığına ait olduğunu anlamak lazım olduğundan dolayı günümüzde bir kitabın yazılması ne kadar önemli olduğunu anlıyordum. Kazakistan insanlık tarihinden silinmez hatta Kazakistan bozkırlarında olan olaysız insanlığın tarihi anlaşılmaz. Tarih ne sadeleştirilir ne de güzelleştirilir aksi taktirde karmakarışıklık olur. Her kes kendine ait şeyleri almalıdır. Örneğin acımasız ve merhametsiz Abulhair han tipik Cengizlilerdendir. Derebeylik kavgaları ile zayıf bırakılmış Orta Asya’nın vahalarına bütün atlılar ile saldırıyordu. Yıkar, doğrar, keserdi. Hepsi bunlar yarattığı imparatorluğun yıkılması ve mağlubiyeti ve Canıbek’in ve Kerey’in ayrı Kazak hanlığının oluşturulması ile biter. Tabii ki bunlar sadece hanlardı ve insanlar onlara ‘impram’ derlerdi, bu kelimenin karşılığı yok ama anlamı ‘plebler’ diye hor gören Roma kelimesidir. Bu patrici kelimenin kökü ‘pleo’ yani çömleği, torbayı tamamen doldurmak; anlamı da oluşum, kör, suratsız plazma, insan etinden bulamaç demektir. Fakat bu plazma olmadan bir şey yapamazsın bu yüzden onu da dikkate almak lazımdı. Bu hem Roma için hem Kazak bozkırlar için geçerliydi. Savaşan, yenen ve ölen soylu erki değil siyah kemikti (sade insanlardı).
Bu en önemli sorunun anlaması, ‘Göçmenler’ kitap serisinin yazılmasına sebep oldu. ‘Doğruya karşı giden kendine karşı gidendir’ diye bir tane daha önemli ilke de vardı. Sadece bu ilkeye uyarak güzel bir kitap yazabilirdim. Dolayısıyla hepsi bunların içten anladıktan sonra romanı yazmaya başlayabildim. Tabii ki o kadar büyük tarihsel eseri yazma süreci çok zor olup bazen işkenceye bile dönüşüyordu. Tarih dönemini sadece zaman ve dünya içinde anlamak yani bilincimde bu büyük sisteminin matematiksel modelini yaratmak değil daha da zor olan kahramanların acısını yaşamak, milletimin trajik tarihini kalbime getirmekti. Bir yazar uzun zaman boyunca tarihsel araştırmayı yapıyorsa geçmişin insanları ve olayları gerçekçi olup kendi kendine maddeleşiyorlar. Bunların arkasında da bir insanı görür. Aynısı bana oldu. Kenesarı hanile bağlı 19. Yüzyılın olaylarını araştırırken bütün bu olayların arkasında zor karakter, başarılar ve başarısızlıklar ile beraber bir insanın trajedisi vardır. Onu mazup göstermeye çalışmadan olduğu gibi bu romanı onun hakkında yazdım. İç düşüncem şöyle ki, Kenesarı han’ın geçtiği yol doğru ve mazur çünkü bu milletin seçimi, çabaları, düşünceleri ve hayalleridir. Halk korkudan değil gönüllü olarak onu takip etti. Bu yüzden düşünüyorum ki doğru kitabı yazdım. Yirmi yıllık aramanın sonucu olduğu için ‘Göçmenler’ kitap serisini seviyorum. Son Kazak han Kenesarı’yı anlatan roman için ömrümün yarısını harcadığımı desem hiç abartmam. Gerçekten öyleydi. Bu kitabı ıstırap çekerek yazdım. Canımı aldı. Bu kitap sadece baş kahraman, onun kardeşi Naurızbay, akrabaları, yakınları veya arkadaşları v.s. hakkında değil ani hayır ve yarar için hemşireler tarafından aldatılmış milletin on yıllık kanlı milli özgürlük savaşı hakkındadır. Böyle kitabı kahramanların bütün acısını ve derdini kalbinde ve ruhunda yaşamadan yazamazsın çünkü kitabın içeriği soyut değil veya yazarın uydurduğu hayaller değil gerçek insan ve olaylardır. Şüphesiz ki kitabın yazma süreci o kadar sürükleyiciydi ki onu tek hamlede yazdım. Kitap yazma metotlarımı konuşursak şunu söylemek isterim; ‘Sanatımın özelliği, önce belgesel temeli oluşturmaktır. Bunlar arşiv belgeleri, belli gerçekler ve olay bilgileridir. Daha çok folklora dayanıyorum. Sonra daha önce yayımlanmış bilgileri araştırıp okuyor, kıyaslıyor ve analize ediyorum. Bu hazırlama dönemidir. Sonra bu bilgileri hatırlayıp kontrol ediyor, düzeltiyor ve aklıma yazıyorum. En ilginç şeyleri seçip aklımda tutuyorum, arka planda kalanları ise aklımdan çıkartıyorum. Önce kitaplarımı düşüncelerimde yazıyorum. Bundan sonra hemen hemen hazır kitabı aklımdan kağıda transfer ediyorum. Masada kalem ve kağıt ile otururken ‘Ne yazayım?’ diye hiç düşünmedim. Bu benim pratiğimdir. Yazdığımda saatlere de bakmam. Gündüz gece yazabiliyorum hatta haftalarca da sürebilir ama kitap bitene kadar ruhum sakin olamaz. Yüreksizlik ve tembellik yaratıcılığa uymaz. Eserin senin ruhun ve aklının parçasıdır.
Kitabı çalışırken çok önemli bir şey ilhamdır. Onsuz anlamı taşıyan ve değerli bir şey yazılmaz. Boş şey yazılır da ama kime lazım olur? Kim bunu okur? Her konuda en önemli şey ilhamdır. Onsuz yaratılacak şey kalmaz. İlham yoksa inşaatçının ellerinden kürek düşer, demirci çekicini bırakıp ocağı söndürür ve çalışamaktan kaçar. İlhamsız iş işkenceye dönüşür, kaldırılmayacak yük olur. İnsanların ilhamlı olarak ressam, artist, şair gibi ancak yaratıcı meslekleri belirtmesi ve mühendisi veya çiftçiyi yoksun kılması adaletsizliktir. Her işe ilham ve sanat hamle gerekiyor. Aslında eserlerim benim hayatım oldu, onlarsız yaşayamazdım. Farklı yazma entrikaları gibi hoş olmayan diğer işler olduğu için ve arada sırada oğlum senin de beni üzdüğünden dolayı bazen sanattan vazgeçmek zorunda kalmama rağmen her zaman yazmaya güçleri buluyordum. Acı hatıralardan uzaklaşmak için yine en sevdiğim işe yani sanata başlıyorum. Bu kitapta gençlere yöneli sözler var. Uzun yıllar boyunca hayatımın en önemli şeyi sanattır. Yorgunluk ve hüzün anlarında bir sevgili dosta gibi mutlaka sevgili yaratığıma başvuruyorum. Metne daldığım anda ruhum sakinleşiyor. Arada yarına inancım ve ilham sanatımı destekliyordu. Şüphesiz bunun sayesinde en önemli eserim ‘Göçmen’i yazabildim. Daha sonra bunu böyle anıyordum; ‘ Sanat hayatımın anlamı halkımın zor ve kahramanlık tarihini tarif etmekti. Sorun şöyle ki, Kazak toprakları daima saldırılıyordu. Milletimiz diğerden daha çok sıkıştırılır, ezilir ve acı çekerdi. Ne kadar kanlı savaş yaşadı. 15. Yy.’da bir Arap tarihçi bir hanın sözlerini yazdı; ‘bundan sonra Kazak milletinin yok olduğunu sayabilirsiniz’. Milletimiz fizik açısından defalarca yok olmak üzereydi. Bu yok edilmiş sayılan millet Batı ve Doğu arasındaki kocaman alana sahip kalıp yaşamayı becermiştir. Halkımın geçmişini anlatmak ve devlet ve etnik birliğin yaşamı için mücadelenin gerçek tarihini göstermek hayatımın amacı oldu. Hem ‘Göçmenler’de hem de ‘Altın Ordu’ kitap serisinde bunu anlatmak istedim. Tarih derslerinden doğru sonuçları çıkartmamızı istedim’. ‘Göçmenler’ kitap serisini yazdığımı sağlayan şey Kazakların tarihine resmi bakışın var olmasıdır. Bu kitap her kes için cevap olabilirdi. Tarih açısından Kazak milletinin kahramanlık geçmişini ve devletin oluştuğunu doğru yönden göstermek ‘Göçmenler’ kitabının yazmasının ana fikridir. Önemli şey bu romanın göçmen halkların tarih olmadığını iddia eden şöven felsefeye karşı olmasıdır.’Göçmenler’ bütün tahrifçilere bir cevaptır. Kazakların kendi devleti vardı, tarihi ise çok eski olmakla birlikte dünya tarihinin parçasıdır.
Kozıkorpeş: Baba, bence çok gerekli kitabı yazmayı becerdin. ‘Göçmenler’ o kadar gerekli ve toplulukça ihtiyaç duyulmuş bir kitap ki önemini abartmak imkansızdır (kitabın komünist ideolojinin kontrol altında yazılması gerektiğini dikkate de alırsak). Ne kadar zorluk çektiğini, ne kadar kıskanan ve karşı çıkan insanlar olduğunu hatırlıyorum. Bence bu kitap kendi rolünü oynadı. Kazakların çoğu onu okumuş, kendi tarihini anlamış. Aldan Aimbetov profesörün dediği gibi ‘Göçmenler’ Kazakların gözlerini açtırıp kendilerini tanımaya yardımcı oldu. Bugün devletimiz ‘Göçmen’ adlı bir film çekmeye başlamışlar. İyi ki sinema aracıyla kazakların tarihini gösterirler, fakat yazık ki bu film kitabının gerekçesine uymaz. Ama bir deyime göre; ne olursa olsun iyisine olur. Fakat bir Azeri yönetmen her hangi bir kitabı kullansa bile Kazak tarihi ile ilgili epik senaryosunu nasıl yazabilir? Neyse zaman gösterir. Sinemayı konuşurken, baba, hemen hemen 10 yıl ‘Kazak’ sinemasında çalıştığını hatırladım. Bu dönemi de günlüğünde andın; ‘Uzun zaman boyunca sinemada çalıştıktan sonra şöyle fikrim oluştu; çoğu eserlerimizin tekdüzenliği ve soğukluğu editörün suçudur. Bence günümüzde milli Kazak film yok, çektiğimiz filmlerde Kazakların gerçek hayatı gösterilmiyor dil ise Kazakça değil Rusçadır. Sorun budur’. Gerçekten çok haklısın. Çok Kazak filmler Kazak değil Rusçadan çevrilmiş olup Kazakça yazılıyorsa bile içeriği Kazak ruhu ve dünyaya bakışını göstermiyorlar. Oljas Suleymenov gibi Rusça yazıp Kazak şair kalabilirsin, aynı zamanda Kazakça yazıp Rus kültürünün temsilcisi olarak Kazak kültürünün koskoca iç dünyasını ve özenliğini hiç göstermeyebilirsin. Her halde benzeyen şey Kazak sinemasına da oldu. Günlüğünde Kazak sineması için çok ilginç bir dileğin var; ‘Kazak sineması aşırı derecede çabuk ve kolay ikinci plana geçti, ne Moskova ne de Leningrad sadece sıradan bir sine stüdyosu olduğumuzu kabul ettik. Kazakların Pugovkin ve Eyzenşteyn’a ulaşamadığı ve sahip olduğu şeyleri de çok hızlı kaybedeceğini söyleyen insanlarla razı olmam. Sanatta duramazsın, durduğun anda mutlaka geride kalırsın. Kural budur. Gerçekten eserlerimizde yüksek uzmanlık, mutlu buluşlar, aktörlerin müthiş oyunu gibi her şey mevcuttu fakat aydınlatma yoktu, seyirciyi heyecanlandıran ve etkileyen şey yoktu. Şuan öyle bir şey yok ama ilerde kesinlikle olacak.’ Bu yeni ‘Göçmenler’ film epopesi Kazak sineması için Kazak milletinin kahramanlık geçmişini gösteren şaheser olsaydı.
Eserlerine geri dönersek, baba, başka ne söyleyebilirsin?
İlyas: Şuan her halde topluluğun tarihsel sanat filmini yaratmaya acil ihtiyaç ortaya çıktı. Sinemada yüksek teknolojinin gelişmesi nedeniyle Kazakistan halkının en yakın zamanda dünyevi tarihsel filmi izleyebilseydi çok iyi olurdu. Eserlerimi konuşursam tekrar söylerim ki, tarih konusu benim sanat hayatımın kökü oldu, ona Allah tarafından bana verildiği bütün güç ve zamanı verdim. Böylece eserlerimin baş konusu tarih olduğunu söyleyebilirim. Fakat kalbimde bir tek tarih yoktu. Neden şimdi en çok tarih ile ilgileniyorum? Günümüzdeki hayat benim için ilginç olmadığı için mi? Hayır, hayır. Bugünü severim, bugünkü hayatı da severim. Hepsi bu torunlarımın yaşamıdır. Şimdi bilgilerim büyüdüğü ve dünyaya bakışım genişlediği için geriye bakıyorum. Hayatı bilmediğimde tarihe de bakmazdım ama şimdi... Ağaç ne kadar yüksek olursa kökleri de o kadar derin olur. Aynı şekilde insan. Geleceği ne kadar düşünürse o kadar geçmişi öğrenmek ister. Yoksa gelecek kurulmaz. Bu çok önemli bir sorundur, onu anladığında geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantı, dün veya yarın değil sadece bugün yaşadığımızı anlarsın. İnsan bazen farklı şekilde mutlu olur. Şehirde yaşayanlara yani bize bakalım. Hayatı geniş açıdan ölçmeye alıştık ama güneş ışığı veya ot ile kıyaslarsak büyük ölçümlerimizin ne değeri kalır? Dünya sınırsız engindir ama gerçekten güzel bir tek şey var o da yeni hayattır. Sade saha çiçeklerinin götürüldüğünde oda ne kadar değiştiğini hiç fark ettiniz mi? Neden böyle? Sadece canlı olduğu için...Bize etrafımızdaki hayatı hatırlatıyorlar. İşte bakın durduğumuz toprak o kadar güzel ki... Toprağı sadece sevmek değil anlamak da lazım. Bir bütün olarak da değil her anı ayrı ayrı anlamak lazım. Bu hızlı geçici anlara yeterince değer veremiyoruz. Genelde bizim için sadece dün olan ve yarın olacak şeyler bir anlam taşıyorlar. Geçmişi gelecek ile bağlamak için yaşıyoruz. Ama gerçek olan sadece bugündür, bu andır. Sadece bunu anladıktan sonra dünyadaki o sınırsızın güzelliği açılacak ama maalesef zaman açısından sınırları vardır, her birimiz için sınırlıdır. İşte böyle hayatımıza sıkıca bağlı olan geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantıyı anlamam hem tarihi konuyu hem de halkın çağdaş hayatını incelemeye yardım etti. Aynı zamanda bu iki yönü geçmiş ve gelecek ile zenginleştirerek zamanın diyalektiğini yaratıyordum. Tarih sık sık tessadüflere büyük güç vermesine rağmen sadece sayıların tutarı değil tek parça, bir bütündür. Aslında onun esası toprakları besleyen bir kocaman zaman nehri olmak için bu gerçeklerin akması ve yağmur damlaları veya erimiş buzlardan gelen dereler gibi bir biriyle birleşmesidir. Sonra da bahçe, çayir, şehirler ortaya çıkıyor, insanlar bu mucize nereden çıktı diye şaşırıyorlar. Ufak şeylerin bu belirsiz birikme süreci, kritik noktaya gelince onların feci patlaması, denge ve çiçeklenme dönemi hepsi bunlar tarihin müthiş diyalektiğidir.
Kozıkorpeş: Baba zamanların, geçmişin ve geleceğin bağlantı sorusunu açtın. Çin’de ‘Yaşanacak tek zaman var şuandır’ diye bir deyim var. ‘Burada’ ve ‘şimdi’ye değer vermeyi öğrenmek çok önemlidir. Geçmişte olan ve gelecekte olacak sorunlarına fazla takılıyorsak bugünümüz dün endişelendiğimiz yarından oluşacak. Geçmişi gelecek ile bağlamak amacıyla yaşıyoruz halbuki bugün ve şimdilik vardır. Kendimizi yaşadığımız anın gerisinde veya ilerinde yaşatmak değil karşımızda duran zamanı anlamak çok önemlidir. Şuan hayatımızın amacından biri geçmişin hatalarını anlayıp pişman olmak ve bugünümüze yeniden başlamaktır. Baba, çağdaş konularda bir çok kitap yazdın fakat onları hiç konuşmuyorsun. Onlar sanatında hangi yer aldılar?
İlyas: Onları konuşmamama rağmen zamanında kendi rolünü oynadığını düşünüyorum hatta gelecekte de talep edilebilirler. Kitaplarımı seviyorum. Her kitabı yazarken kendimi tamamen veriyordum, her kes için bir açıdan faydalı olacak şekilde okuyucunun iyi bir kitap almak gerektiğini anlayıp her satırı, her düşünceyi çalışıyordum. Tabii ki insan uyumlu bir şekilde gelişmelidir. Ama pratikte insan kendini her işe tamamen vermelidir. Toprağı mı sürer şiirleri mi yazar. Böyle ihtimal var ama belli bir sınıra kadar. Şiirlerle bir hobi olarak ilgilenmek ayrı bir şeydir ama şiirler hayatının anlamı oluyorsa? Puşkin, Yesenin, Abay’a baksak ya toprağı sürersin yada şiirleri yazarsın diye bir seçim yapmak gerekir. Sevdiği iş ‘metres’e katlanmaz. Ama tabii ki bunlar onu ciddiye aldığın halde geçerlidir. Başka çare yok.
Bütün kitaplarım sanat işkenceler ile dünyaya geldi. Geceleri uyumadan güneş doğuşuna kadar çalışmalıydım. Kitaplarımdan hiç birine özensiz bakmıyordum. Yani şöyle diyebilirim, hangi parmağımı kessem önemli değil yine de aynı şekilde acıyacak. Bence hangi kitaplarım kalıp kalmayacağına zaman karar verir.
Kozıkorpeş: Baba, bence ne ‘Göçmenler’ ne de ‘Altın ordu’ günümüzü anlatan kitaplar sanatının en önemli eserler değildir. İlk önce bunlar ‘Aşıklar’, ‘Altın kuş’, ‘Okyanusu geçen gemi’, ‘Tehlikeli geçiş’, ‘Aşk bayramları’, ‘Altın atlar uyanmaktadır’. Bu kitaplar sanatının en önemli eserleri çünkü onlar Allah’a ve insanlara sevgi, aşk ve nefret, mutluluk ve neşe, iyilik ve kötülük gibi hayatımızın en önemli ve ebedi şeyleri hakkında yazıldı. Geçende ‘Aşıklar’ kitabını okuyan bir kadın ile konuştum. O kitabından ilham alıp hayatın en önemli şeyinin ne olduğunu anladığını anlattı. Hayatın anlamı gerçek temiz aşka sahip olmaktır. Kadın bu kitabın günlerimizi anlattığını ısrarla iddia ediyordu. Kitabın 40 yıl önce yazılıp 60 yıllarındaki hayatı anlattığını söylememe rağmen bugünkü hayatımız hakkında olduğunu söylüyordu. Fikrini değiştiremedim. İlyas Esenberlin’in eserlerini bir çok kişi ile konuşurken bir şeyi anladım, her kes romanları değerlendirirken yüksek sanata ait olduğunu ve gerçeği yansıttığını düşünüyorlar. Hem de konuların gerçek olduğunu, kahramanların uydurma olmadığını ve onların acı, hayal ve beklentilerinin kendine yakın olduğunu da söylüyorlar. Çağdaşlığı anlatan kitapların şuan topluluk tarafından çok istendiği ve muhtemelen gelecekte gerekli olacağını iddia ediyorlar. Bence büyük şeyler uzaktan görüldüğünü söyleyen şair haklıdır. Bu yüzden neler önemli neler arka planda olduğunu ancak zamanla anlayabiliriz. ‘Göçmenler’ şüphesiz mükemmel kitaptır ve geçmiş konusunda tecrübe, tarihin bilgileri olarak daha çok nesil tarafından istenecek. Ama yine de bence çağdaşlığı anlatan kitaplar daha çok istenecekler. Çünkü onlar hayat için bir talimat gibi doğru ve dürüstçe nasıl yaşayabildiğini anlatıyorlar. Günümüzde mutlu yaşamın sırlarını içerir. İnsan bu kitapların tavsiyelerini dikkate alıp hayatın anlamını bulabilir ve iyilik ve kötülük arasındaki farkı görmeyi öğrenebilir. Tabii ki bu konuda ancak gelecek doğru cevabı verir ve ancak zaman sanatının en önemli şeyini gösterir. Ahlak konusuna geri dönelim, günümüzde bu konu topluluk için gerçekten çok önemlidir çünkü sosyalizmden yeni toplumsal ekonomi oluşuğa geçerken çoğu ahlak ve ruh değerleri kaybedilmiş, yeni topluluk ise net ahlak prensiplerini henüz çıkarmadı. Bununla ilgili Konfüçyüs’ün çok güzel sözleri var; ‘Gerçek ahlakın nerede olduğunu açıklandıktan sonra her şey anlaşılır’. Bu sözler çağdaş Kazak toplumu için de geçerlidir. Yeni devlet ideolojisinde ahlak prensiplerini gördükten sonra nasıl bir topluluğu oluşmak istediğimiz de belli olacak’. Baba, bununla ilgili bir şey soracaktım sana, sence bundan başka doğru ve mutlu yaşadığımızı engelleyen şeyler nedir?
Bölüm 6
Hayat ve kusurlar
İlyas: Oğlum, her şeyden önce her konuda samimi olmaya çalışman senin için çok faydalı olacağını söylemek istiyorum, o zaman güvenli ve mutlu bir şekilde hayatını geçirirsin. Ama başkalara göre adaletsiz davranmaktan sakınman gerekiyor, belki bu adaletsizliği fark edemezsen bile ve bir zaman sonra iyi bir kişi yerine sadece kendini ve kendi yararını düşünen kötü biri gelir. Bu yüzden bencil olmaktan kork başkaları düşün onların dertleri ile yaşa. Çünkü bencillik içimizdeki en kötü şeydir, içinde büyüyüp seni bambaşka bir insana dönüştürebilir. Meşe ağacının genç olduğunda içine sızan küçük soluncak zamanla dev olacak. Aynı şekilde bencillik soluncağı yıldan yıla bazı insanların ruhunu yiyor. Sakin dertsiz hayata sahip olmak istediler. Hayat, güneşli günler ve sakinlik bir anda fırtınaya dönüştüğü bir okyanus ile sık sık kıyaslanır. Sadece aşk yelkeni cesurca yönetebilen biri bu okyanusu yenebilir. Korkunç dalgaları görmemek için kaderini bencilliğin ellerine atıp geminin dibine saklanan korkak hayatta yenmez. Ama aşk olmadan küçük gemin kıyısız hayat okyanusunun dalgalarında hayatta kalamaz. Bencillik hayatımızı parçalayıp hayatın tadını çıkardığımıza izin vermiyor ve bizi biçare korkaklara dönüştürüyor. Biri cesur bencili gördü mü? Tabii ki hayır. Zaten bencil olduğu için korkaktır. Bir tane daha önemli tavsiye var, ruh ve ahlak açısından temiz kalmak için her zaman adaletli ve namuslu davran . Gerçeği nasıl anlarsın? Hayat tek, gerçek de tektir. Onu öğrenmek istiyorsan en temiz niyetlerle yaklaşman lazım. Temiz niyet ilk önce temiz vicdan demektir. Bu da yaşanmışın temel bedeli, mutluluğun temel ölçüsü temiz ve hiç aldatılmamış ve kandırılmamış insan vicdanıdır.
Yaşadığımız dünya çok parlak ve çeşitli sanki rengarenk parçalardan dikilmiş güzel renkli yorgandır. Bu dünyanın her toprak kısmı kendi rengine sahiptir. Yeşil İngiltere, beyaz Grönland, altın sarı Mısır, kül gibi gri Kazak bozkırları. Ama sadece toprak değil insanların da kendi renkleri var. Dünyada iki aynı renkli insan yok, her kes kar tanesi gibi farklıdır. Çinliler, Japonlar, Kazaklar hepsi moğol ırkına ait olmasına rağmen renkleri biraz farklı; Çinliler koyu sarı, Japonlar sarımsı beyaz, Kazaklar sarımsı kızıl. Yani bence Yaratıcı hayatı seve seve yaşamamız için o kadar müthiş renkli yorganı yarattı ve şüphesiz ki insanlar Allah’ın istediği gibi mutlu olup yaşayabilirdi fakat nedense böyle olmuyor. Kazakistanımız güzel ve geniş yer, topraklarımızda her şey şaşırtıcı güzeldir. Sonsuz bozkır, yüksek dev dağlar, cam gibi temiz göller. Eski zamanlardan beri Kazaklar burada oturuyorlar. Huzuru ve barışı seven insanlar sanki, ama devamlı kendi aralarında ve düşmanlar ile savaşmaktadırlar. Kazaklar misafirperver ve iyi kalpli fakat kıskançlıkla dolu, cömert ve yüce gönüllü fakat cimri, zeki ve yetenekli fakat kurnaz ve hain, cesur ve merhametli fakat korkak ve kızgın, hem seven hem nefret edenlerdir. Ne kadar yazık olsa bile yine de bu Kazaklar. Kazak ruhunun güzel nitelikleri yanında iğrenç hareketler var. Nasıl oluyor bu? Kazaklarda daha çok kötülük mü iyilik mi var? Yaratıcı şüphesiz ruhumuzun sadece güzel niteliklerini yarattı fakat Adem ve Havva’nın düşüşü ile hayatımıza giren günah halkımızda büyüyüp gelişiyor. İyi şeyler daha çok var ama o küçük günah kalbimizi karartıyor. Kazakların ahlak prensipleri her geçen gün kötüleşip Kazak daha küçük oluyor. Asan-kaygı zamanlarında kalbimizde bozkır göçmeninin onuru vardı Abay zamanlarında ise her şeyi yıkan kıskançlık ortaya çıktı ve çürük gibi ruhumuzu ve kalbimizi bozmaya başladı. Şimdi de değişiklik ve tarih oluşumlarının değişmesi zamanlarında ruhumuzun en kötü tarafları eski namus ve vicdanın kalıntılarını yutuyorlar. Her şeyi bozan kıskançlığa her şeyi kapsayan cimrilik de eklendi. Her maddi konuda inanılmaz cimrilik, hep aç gözlüyüz daha çok şey istiyoruz ve ne kadar fazla alırsak o kadar çok şey istiyoruz. Doymayan cimrilik artık kalbimize girdi. Bir kez kalbimize giren ufak kıskançlık, cimrilik, kibir, nefret, Allah tarafından verilmiş aşk, bilge, adalet, iyi kalplik ve cömertliği öldürüyor. Her altın içerikte olan bakır fazla olunca müthiş altını bakıra dönüştürdüğü gibi kıskançlık ve cimrilik bir bakır olarak altın kalbimizi sadece küçük bakır akçeye dönüştürüyor. Geç olmadan Allah’a sığınmalı, kalbimizi her şeyi yenen aşk gücü ile doldurmalıyız ve aşkın bütün kötü nitelikleri yendiğine izin verip değerli ve mutlu hayatı yaşamalıyız.
Gençlere de bir kaç kelime söylemek istedim, günümüzde çok önemli şey durmayan eğlence arzusundan kaçmaktır. ‘Mert koca üç yasağı yerine getirir; onlar da şöyle, gençken solunum ve kan sıcak olduğunda zevklerden kaçar, büyüyünce solunum ve kan güçlü olduğunda kavgadan kaçar, yaşlıyken solunum ve kan güçsüz olduğunda cimrilikten kaçar’ diye Konfüçyüs’ün çok güzel sözleri var. Gençlerin sonsuz eğlenme arzusu sorumsuz hayata ve farklı kusurlara yol açar, onlardan en önemli ayyaşlıktır. Kazak topluma yeni gelen şarap hayatımızı yıkmaya başladı. Kazaklar Asya jenotipi ve dünyaya bakış sayesinde bu vebaya karşı tamamen güçsüz kaldı. Ne moral ne fizik açıdan alkole karşı koymaya hazır değildiler. Vodka zehirli yılandır. Kuyruğuna bastıysan mutlaka ısırır. Bugün de gençlerimizi öldürüp bütün güzel şeyleri yıkıp ölümcül iğneyi sokuyor ve kutsal ve insansı her şeyi yıkıp aşkı öldürüyor. Kendim de bu tuzağa düştüm bu yüzden kendi hayatına ve değerli insanların hayatlarına değer veren her kesi rica ediyorum alkolden kaçın, sadece kaçın ve yorgun üzgün olduğunuzda asla ona sığınmayın. Eskiden beri alkol sadece ayrı şahısları değil milletleri ve gelişmiş uygarlıkları yok ediyormuş. İnsanların kaderinde hatta milletlerin hayatında şarap önemli yer alıyordu. İnsanlar şarabı fazla sevdiği için devlet küle dönüşüp yeryüzünden yok olma vakaları bile var tarihte. Güçlü devletler daha zayıf komşuların topraklarını fethedince tecavüz, silahlar ile beraber acımasızlıktan başka şarabı da getiriyorlardı. İstilacılar istediklerini silah ile alamadıktan sonra din, gelenek ve şarap ile insanların boyunlarını eğdiriyorlardı. Devleti olmayan milletler için feci felaket şaraptı ve hala da öyledir. Bu yüzden egemen Kazakistanın oluştuğunda alkolün kullanılması iki katta daha tehlikeliydi çünkü devlet tam olarak sorunu belirtmeyerek ona karşı çıkamıyor. Alkolün her insan hayatı ve milletin yaşamı için tehlikeli olduğunu anlamamız bu kusuru tamamen yok etmeye yardım eder.
Kozıkorpeş: Baba! Hayat okyanusunu başarılı geçebilmene o kadar seviniyorum ki! Hayatını ufak şeylere değiştirmeden en önemli şeyi yapmayı becerdin ve şimdi bu belli oldu ve sadece benim için değil. Kesinlikler bunlar kalbin aşk ile dolu olması sayesinde mümkün oldu. Rumi aşk hakkında çok güzel şiirleri yazdı;
Aşk, bize zevk veren bir şey olmalı,
Aşk bize hesapsız sevinci vermeli,
Annemde aşkın başlangıcını gördüm,
Sonsuza kadar helal olsun anneye!
Şair dev aşk, hayatımızdaki her şeyi güzelleştirebilen aşk hakkında yazıyor. Biliyorum, baba, hayatında çok aşk vardı bu yüzden sana bir ricam var, bana da sevmeyi öğret.
BÖLÜM 7
AŞK VE HAYAT
İLYAS: Kozıjan, canım benim! Bize Allah tarafından verilmiş en önemli şeyi anladığına çok sevindim! Nihayet aşksız yaşayamadığımızı anladın. İnsana hayran kalıyorum. Ama Amerika’nın keşfedilmesi için veya kütle çekim yasasının bulunması, uzaya gidilmesi için değil sevme ve iyilik yapma yeteneğine, adaletli olabilmesine, başkanın derdine acıyabilmesine hayran kalıyorum. Çünkü insanı insan yapan şey budur, yoksa her şey yok olurdu. Bütün bu keşifler olmasa bile insanlık yaşayabilirdi, aşk olmadan ama aniden ölürdü. Hayatımda aşk vardı. 5 yaşındayken beni o kadar seven annesiz ve babasız kaldıktan sonra hayatımdan aşk gitmedi. Bana karşı Allah’ın sonsuz sevgisini hissediyordum, O beni asla bırakmadı. Unutulmaz kız kardeşim Nazım’ın ve değerli erkek kardeşimin Ravnak ’ın sevgisini hatırlıyorum. Sonra hayatımın en önemli aşkı olan güzel Dilara’mı rastladıktan sonra onun sayesinde hayatımda hep aşkı seçiyordum. Bana ‘onunla evlenme’, ‘Düşmanın kızı o’, ‘değmez’, ‘ne güzel iş hayatın var ilerde’, ‘onunla beraber güzel hayat geçiremezsen’ diye söylüyorlardı. Ama oğlum, en önemli şey aşk olmadan benim sevgilim Dilara olmadan hayatım nasıl güzel olabilir ki? İş hayatım nasıl başarılı olabilir ki? Bu yüzden hiç düşünmeden aşkı seçtim, aşkım için çoğu insanlara saçma gelen bilinçli bir adım attım. Ama bunca yıllar geçtikten sonra oğlum, sana diyebilirim ki bu, hayatımın en doğru adımdı ve hiç bir zaman pişman olmadım. İnsan mutluluğun hayali olduğunu anlıyor. Ne altın, ne de pahalı kıyafetler aşk olmadan gerçek mutluluğu vermez. Hayatta sık sık olan şeyler aşk değil, ünlülük, iktidar ve zenginlik tutkusudur. Ancak gözleri karartıp yaşamaya değer en önemli şeyi , aşkı saklar.
KOZILKORPEŞ: Baba! Seninle ne kadar gurur duyduğumu biliyorsun, ama bu hareketine hayran kaldım! Durum, iş hayatı, ayrıcalıkların üstünden geçip aşkı seçmek, her şeye rağmen sevgili kadını seçmek taklit edilmeye değer bir adımdır. Ama hayat çok zor, insanlar severek nefret ederler, sabah severler akşam nefret ederler sonra yine sabah severler. Nasıl olur bu? Allah bizi her zaman sever, O’nu tanıdıktan sonra sevdiğimizde ve hayal kırıklığına uğrayıp sevmez olduğumuzda Allah yine de her şeye rağmen bizi sevmeye devam ediyordu. Sence hayatta daha çok nefret mi aşk mı var?Amam aşk konusuna devam edelim, aşk sana nasıl yardım etti? Seni iyi yönden değiştirdi mi?
İLYAS: Gerçek aşk, iyiliğe aşktır, kötülüğü sevmek doğaya aykırı, Allah bunu istemez, fakat bazı kötü insanlar kötülüğü sever. Biz ama kötülükten nefret etmeliyiz. Dünyada o kadar kötü ve kin şey olmasına rağmen her zaman iyiliğin yenmesine inanıyordum. Hayatımda çok kötü, adaletsiz ve kin şey oldu ama yine de iyilik yendi çünkü aşk nefretten daha fazla vardı. Şüphesiz aşk ve sadece aşk hayatımın en önemli öğretmen ve rehberi oldu. Hayatımdaki aşkın rolünü ‘El-Farabi’ şiirinde bile anlattım;
Aşk pınarından çok içtim zamanda
Sadece iradeli insanlar yıllarca sanatına
Rastgele bakıra harcamadan
İlham alırlardı aşktan
Müthiş El-Farabi gibi devam ettiler yanmaya.
Hayatımda her şey kusursuz değildi, yakın insanların aldatmasını, kovmaları, hapsi, sanatımın reddedilmesini, her şeyi yaşadım. Ama her dertte bana Allah tarafından hediye edilmiş her şeyi yenebilen aşkın gücü yardımcı oluyordu. Aşk bana ömür boyu rehber oldu, beni değiştirdi, görmek istediği insana dönüştürdü beni; kibirli insandan usluya, kızgından sabırlıya dönüştürdü. Yıllarla aşk içimdeki soğuk kanlığı geliştirip bana hayatımın işi olan yaratma, kitapları yazma imkanını verdi. Şüphesiz aşk her insanı tamamen değiştirebilir, ahlak ve ruhi durumunu güzelleştirip mutlu yaşamı geçirmek için gerekli nitelikleri verebilir. Dünyada aşktan daha güçlü bir duygu yoktur. Sadece onun için korkak kahramana dönüşür, yazmayı bilmeyen ise güzel mi güzel şiirleri yazar. Biri karşılıksız aşktan acı çektiği halde bile bu aşktan daha güzel oluyor. Acı çektiren aşkın mutluluk olmadığını kim söyledi? Mutluluk tabii ki mutluluktur! Acı, üzücü ama yine de aşkın her şeyi gibi aydın ve güçlüdür. Bundan başka aşk müdahale etmeye ve korku yenmeye yardım edebilir. Günümüzde insanlar işi kaybetmek, para kaybetmek, müdür, insanlar gibi çok şeyden korkarlar. Kabul etmeliyiz ki korku bütün insanlığa sardı. Bunlar insan kalpte aşk olmaksızın her şeyden korkabilir. Böyle insanın patolojik hayat korkusu bile var, mutlu yaşamaktan korkar. Aşksız yaşayan insan durmuş gibidir hayat zamanı da duruyor. Zaman hep insanın içindedir. Zaman, geçmiş veya şimdiki, saatteki rakamlar gibi hareketsiz, donuk değildi. Hareket edip nefes alıyordu, onunla beraber ve onun içinde çarpıyordu. Zaman insan için biter ve ölüm korkusu insan tarafından yenilemeyen yalnızlık gibidir. Amam insan yalnızlık ile doğmadı, yaşlanınca bir hastalığa gibi ona sahip oluyor. Bu yüzden yalnızlıktan tıpkı ölüm korkusundan gibi tek ilaç var o da aşktır. Klasik edebiyatı veya milli edebiyatı hatırlarsak aşk hep korkuyu yenmeye yardım ederdi. Kahraman olmak için cesur olmana gerek yok. Juliet veya Bayan-Sulu cesur muydular? Tam tersine güçsüz, şefkatli, korkak kızlardı. Onlar muhtemelen kesilmiş parmak, kaybolmuş yüzük veya acı kelime gibi her hangi şey yüzünden ağlayabilirdiler. Ama aşk için hiç düşünmeden hayatı verdiler. Bu yüzden bunlar cesaretin örneği olarak insanların aklında kaldılar Bu doğrudur ve en önemli kendine karşı sadık kalmak, doğruyu sonuna kadar savunmak, hiç düşünmeden onun için hayatı vermek lazım. Bunu yapabilen istemeden bile kahraman olur.
KOZIKORPEŞ: evet baba, gerçek aşkın gücünü bana gösterdin. Şüphesiz esas aşk olan Allah bu niteliğin kaynağıdır. Senin hayatın, baba, bunun kanıtıdır. Aşk sana rehber oldu, seni değiştirip yol gösteriyordu, her şey İncilde gibiydi. Aşk uzun sabreder, merhametli olur, kıskanmaz, övünmez, kibirli olmaz, karışıklık etmez, kendine ait şeyleri aramaz, sinirlendirilmez, kızgın şeyleri düşünmez, yalana sevinmez, doğruya sevinir, her şeyi saklar, her şeye inanır, her zaman ümit eder, her şeye dayanır. Kehanet yok olması, diller susması, bilgi kalkmasına rağmen aşk durmaz. Bu edebi sözler hayatında gerçek oldular. Baba, aşk hep yanında mıydı?
İLYAS: çocukken belki bunu anlamıyordum ama aşk daima yanımdaydı, rehber yıldızı gibi bana yol gösteriyordu. Erkek kardeşim Ravnak ile annesiz ve babasız kalınca o dönemin hayatımından bir olayını hatırlıyorum. Ben 9 yaşındaymışım kardeşim ise 7 yaşındaymış. Bir kez Ravnak okula gitmez olmuş, bir hafta boyunca derslere girmemişti. Onu Yesil’in kıyısında bulduğumu hatırlıyorum, ona çok kızdım ve okula bırakmıştım. Bu olayı çok net hatırlıyorum çünkü kardeşime karşı sevgi bana, küçük çocuğa, bunu yaptırdı. Bence hayatımda hep aşk vardı, Allah’a karşı, anne ve babama karşı, kardeşlerime, sonra da birtane kadınıma, çocuklarıma ve torunlarıma karşı sevgi. Ve tabii ki de bütün insanlara karşı sevgi vardı. Aşkın bu niteliğinin saklanmasına hep babamın evinden kalan anne sütü ile gelen hatıralarım yardım ederdiler. Kazaklar derler ki ‘Kuş yavrusu yuvada neyi görürse uçarken onu yapar’. Bu deyim tesadüfen ortaya çıkmadı. Ailede büyüklerin örneği alınır. Örnek iyi ise çocuklar ruh ve vücut açısından sağlıklı olurlar, örnek kötü ise hayata kusurlar ile giderler. Büyüklerin karakteri, alışkanlıkları, hayata bakışları hepsi bunları çocuklar alıyor. Büyüdüğünde babaların hareketlerini değerlendirip sonuçları çıkartıyorlar. Ben de, oğlum, hep isterdim ki sen baba evinden ancak iyi şeyleri, ancak sevgiyi götürürdün. Sevgi anlayışımı ‘El-Farabi’ şiirinde tarif ettim;
Soğuk akıl ile yüksek amaçlara varılmıyor,
Aşk bilgesi akla ilham veriyor,
Aşk milletlere, yüzyıllara kanat veriyor
Yamanı semere bir tek aşk oturtuyor
İnsanlara kahramanlık yaptırıyor
Aşk hem zeki,hem güçlü, hem acı oluyor.
Bu güzel aşk konusu kapatırken bir müthiş efsaneyi anlatmak istedim. Onu hatırlarsan kalbinde hep o güzel nitelik aşk kalır.
Altın kuş efsanesi
Allah altın kuşu yaratıp ona güzelliği ve özgürlüğü vermişti. Ama altın sadece üstünde varmış. Allah onu sade bakırdan yaratıp üstünü ince altın ile kaplamıştı. Bir gün gerçek altın kuşa dönüşürsün, diye söyledi Yaratıcı, -Ama bunun için iki şart yerine getirmelisin. Yaratıcı, - İlk şart her kes altın olduğunu sanmasına rağmen sen bakırdan yaratıldığını unutmamalısın. –dedi. İkinci şart insanlar altın olduğunu düşünürken bakırdan yaratıldığını saklama. İnsan doğuştan beri iyi kalplidir ve her şeye rağmen seni sever. Doğruyu öğrendikten sonra gerçek altın kuşa dönüşmesini kalpten ister. Ben de buna dikkat veririm, söz!
Ama bakıran yaratılmış ve altın ile kaplanmış kuş Yaratıcı’nın koyduğu şartlardan hiç birini yerine getirmemişti. Şöyle düşünmüş, insan benim altın olduğumu sanmak istiyorsa neden onu üzeyim ki? Kim bilir belki ilgisini çekmem. Bir de bakır olduğumda kötü bir şey görmüyorum. İnsanın da gerçekten nasıl olduğumu bilmesine gerek yok.
Sonunda Allah insana kuş hakkında doğru anlatmaya karar vermişti. Yaratıcı altın kaplanmayı sildi. Bakır da hemen yeşil oksit ile kaplamıştı. Dün o kadar parlayan zavallı kuş sönük demir parçası oldu.
Bu hikayenin fikri şöyledir; her zaman doğruyu söyle, kusurlarını insanlardan saklama, kibirli ve kıskanç olma. O zaman Allah sana yardım eder. Her insanın bakırı ve altını vardır. Bakır kibir, cimrilik, kıskançlık v.s. gibi insanın kusurları, altın ise insanın içindeki gerçek aşktır fakat insan onu görmeyebilir. Farklı insanlar var, bazılarda daha çok demir ve daha az altın, diğerlerde tam tersine tıpkı altının farklı provalarının olduğu gibi. Bu iki metal her zaman mevcuttur ama ne kadar bakır olursa olsun Allah’a karşı sevgi varsa ve o gerçekten güçlü ise böyle insan bir gün kesin altın olacak. Aşk sayesinde her insan altın kuş olabilir.
Kozıkorpeş: Teşekkürler baba. Bu efsane benim için çok öğretici ve faydalı, onu hep hatırlamaya çalışırım. Evet, aşk gerçekten hayatımıza girerse bizi çok mutlu edebilir. Baba, sana mutluluğu da sormak istedim. Mutluluk hoşnutluğu içten anlaması ve hayatımızdan tamamen memnun olmasıdır. Anri Matiss mutluluk hakkında şunu dedi ‘Temiz ve açık ruh ile şarkı söylemeyi bilen insan mutludur. Gök, ağaç, çiçek gibi her şeyde mutluluğu bulabilmek lazım. Çiçekler onları görmek isteyenler için her yerde çiçeklenir.’ En önemli ve en zor olan günlük hayatta ‘çiçeklerin çiçeklendiğini’, mutluluğun yanında olduğunu görmek. Hep yanında sadece onu gör ve al. En son konuştuğumuzda mutluluk hakkında bir şey söylediğini hatırlıyorum. Ulaşılmaz gökteki yıldızlar kadar mutluluk insan için zordur..Kendisi eline geçmez. Samur gibi yakalamaya çalış. İnsan mutluluk için doğmadı mı? Neden bazı insanlar hiç düşünmeden diğer insanın hayatına girmekten çekinmiyorlar? Neden bazılar yaratıcı değil hayatın mutluluklarını yıkmak için doğuyorlar? Hayat tekrar yaşanmak için geri dönmez. İvan Turgenev’in mutluluk hakkında müthiş sözleri vardır; ‘Mutluluk sağlık gibidir, onu fark etmediğinde var demektir’. Gerçekten hayatımızda mutluluk ne kadar hayalidir. İnsanlar diyorlar ki mutluluk fazla olmaz. Ama Allah Dünyanın Yaratıcısı, bizim, yani insanlar, hep mutlu olmamızı istedi, her kesin bol bol mutluluğunun olmasını istedi. Sen, baba, mutluluk hakkında ne düşünüyorsun? İnsan mutlu olabilir mi?
BÖLÜM 8
HAYAT VE MUTLULUK
İlyas: Tabii ki, oğlum, insan mutluluk için yaratılmıştı ve bence bütün zorluk ve dertlere rağmen gerçekten mutlu insanlar olabiliriz. Benim için sık sık mutluluk sanattaydı, çalışırken her şeyi unutuyordum. En sevdiğim işlerden biri günlüklerimi çalışmaktır. Ben, en yakın dost olarak kendimle bu sayfalarda düşüncelerim, tahminlerim ve şüphelerim ile paylaşıyorum . Bu aydın saatler bana inanılmaz huzuru getiriyorlar ve böyle anlarda bende daha mutlu insan yoktur. Bütün işler, sorunlar ve şüpheler arka plana geçip unutulur. İş ve sanat benim için her zaman mutluluğun kaynağıydı. Kitabımı uzun zaman boyunca bastıramadığım günlerde ne kadar mutsuz olduğumu hatırlıyorum. Mutlu geleceğin prensiplerinden biri lütfukarlıktır. Kötü niyet ise maalesef günümüzde de sık rastlanan bir şeydir. Bunlar farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Bazılar doğruyu söylemek isteyenleri susturuyorlar, diğerler yetenekli delikanlının gelişmesine izin vermiyorlar. Sanat bir adam için en büyük mutsuzluk sanatını reddetmektir.
Kozıkorpeş: Baba, senin için mutluluk genel olarak sanattaydı. Cicero dedi ki; ‘Mutlu hayatının anlamı tamamen ruh gücünde görüyorum’. Cicero ruh gücü olarak neyi görürdü acaba? Belki insan için daha önemli maddi durumu değil manevi durumudur. Mutluluk konusunda en doğru sözleri galiba İsa söyledi; ‘Manevi ihtiyaçlarını bilenler mutlu insanlardır çünkü onlara gökteki cennet aittir.’ Baba sanatta, manevi faaliyette mutluluğunu konuştuğunda bu sözler ile razı değil misin?
İlyas: Tabii ki razıyım. Fakat manevi tarafı konuşurken İsa daha çok Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu ve dünyadaki her şey onun iradesine göre olduğunun derin iç anlayışı ve kabulü, Allah’a ibadet olan insanın manevi ihtiyacını anlatıyordu. Sanat faaliyetim bir açıdan manevi iştir çünkü aşk, adalet, bilge gibi ebedi şeyler hakkında yazmaya çalışıyordum. Galiba bunun için kitaplarım bana o kadar mutluluğu getirdi. Şimdi hayatımı hatırlarken farklı zorluklar ile dolu olmasına rağmen güzel ve mutlu olduğunu düşünüyorum. Hayatımdaki kötü şeyleri hatırlamıyorum, aklımda sadece iyi hatıralar kaldı. İnsanın zihni müthiştir. Geçmişi düşünürsen her şey bir filmde gibi ortaya çıkıyor. Sevinç, acı, arkadaşlar. Yaşadığın sürece hiç bir şey izsiz kaybolmaz. Her şey içinde, kalbindedir. Doğduğun zaman gözleri açınca karşına mükemmel dünya, aydın ve aşk dünyası çıkıyor. Ama hayat geçti, mutluluk hakkında sadece hatıralar kaldı. Şüphesiz sevinç ve hüzün kaynağı hayatımızdır. Zor ve karışık olabilir ama Allah tarafından yaratılmış her şey gibi her zaman çok güzeldir. Mutluluk zor yakalanır, yaşadığın zaman hep bir şey ile meşgulsün, bir şey yapıyorsun. Günlük işleri mutlu olup olmadığını anladığını engelliyor. Lev Tolstoy mutlulu ile ilgili şöyle dedi; ‘Mutluluk istediğin şeyleri yapmak değil yaptığın şeyleri istemektir’. Gerçekten her yaptığın iş senin için sevinç ise mutlu olabilirsin. Allah her işimizin sevinç olmasını, sadece çalışmamızı değil sevgi ile yaratmamızı istedi. Böyle mutluluk ileriye doğru hareket etmeden kendini geliştirmeden olmaz. Mutluluk hayatın amacıdır ama bazen hayattan daha fazla sürüyor. Bazen hayat ve mutluluk bir birine uymaz. O zaman hayattan vazgeçiyorsun. Mutluluk ölümden daha ileriye gidiyorsa o, insanın ölümü yenme aracından biri demektir. Mutluluk statistik değil dinamik bir kavramdır. Ulaştığı yerde durmaz, daha çok zafer, ilere doğru hareketi ister. Mutluluğu saklamak için her zaman yeni tepelere ulaşmak gerekiyor. Bu yüzden mutluluk galiba daima çalıştığın kendini geliştirdiğin, yeni şeyleri öğrendiğin ruhun halidir.
Konfüçyüs’ün çok iyi sözleri vardır;
‘Hıca sordu;
-Yu! Altı yanılmaya dönüşen altı değeri duydun mu?
-Hayır! diye cevap verdi Tzılu.
- Otur. Ben sana anlatırım.
İnsanlığa amaçlayan ama okumak istemeyenler aptallığa uğrarlar;
Aklını göstermek isteyen ama okumak istemeyenler küstahlığa uğrarlar;
Doğru anlamaya çalışan ama okumak istemeyenler zarara uğrarlar;
Dürüst olmak isteyen ama okumak istemeyenler kargaşaya uğrarlar;
Sarsılmazlığa amaçlayan ama okumak istemeyenler düşüncesizliğe uğrarlar.’
Gerçekten her zaman yeni şeyleri öğrenmek isteyenler hayattaki hatalardan korunur çünkü, hayat eğitimdir. Bu yüzden insan gerçekten mutlu olmak istiyorsa içten okumak istemeli. Okuduğumuz için hayatımız daha doğru daha mutlu oluyor.
Her insanın hayatına aşk ne kadar mutluluğu getirdiğini anlattım. İşte senin için bu mutluluk halkın için mutluluksuz olamaz, insanlara sevgi vermeden olamaz. Bu yüzden milletini hep sevmeli, hayatını hatırlamalı ve insanların hayatı daha güzel olması için elinden geleni yapmalısın. Biri milleti için mutluluk istediğini diyor ama bununla beraber milletin neyi istediğini hiç bilmiyor. İyi ve kötü şey hakkında kendi fikirleri vardır ve milletin bu fikirlere uymasını ister. Böyle insan milletin başka şeyi yapmak istediğini anlamaz. Fakat o da milleti kendine özgü şekilde sever. Bu sevgi bencil ve akılsızdır. Milleti gerçekten seven insanlar da vardır. Bütün kalp ile beklentileri ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışırlar. Milletin özgürlüğü anlayıp onu kabul etmek. Milletin sesi Allah’ın sesidir.
Millet yüzyılları geçtikten sonra iyi ve kötü şeyler hakkında doğru anlayışı sakladı. Bu anlayışı Allah’tan aldı. Bu yüzden mutlu olmak istiyorsak milletimizin beklentileri ve ihtiyaçları ile yaşamalıyız. Milletini sev ve bu, her insan için kocaman mutluluktur. Millet mutsuz olduğunda nasıl mutlu olabilir ki insan? Özellikle her zaman barışı ve mutluluğu isteyen hep acı çeken Kazak milleti. Milletimizin bütün zor ve kahramanlık tarihi boyunca mutluluğu için savaşan insanlar vardı. Günlüğümde Kazakistan geleceğine dair düşüncelerimi yazım, olumlu değerlendirme yaptım. Otuz yüzyıl önce kazak milleti üç bin olduysa şimdi altı milyondur. Şimdi sosyal garantilerin mekanizmaları iyi olduğu için açlık zamanlarındaki gibi fakirlik yoktur, bütün yaşlılar iyi emek parasını alıyorlar. Bunlar hepsi sınır olmadığını düşünüyorum ve bence milletimiz yakın gelecekte daha iyi yaşamalıdır. Yarınımız dünümüzden daha iyi olmalıdır. Baykonur, Karaganda, Eskibastuz, Mangistau, Guryev, Tselina, Alma-Ata. Bu başarımızın tam listesi değil. Yazar için kendi hayatından daha değerli kavramlar da vardır. Benim baş kahramanım Kenesarı han gibi . Milletimizin kaderi ve tabii ki onurumdur. İşte bu hayatımın sloganı ve anlamıdır. Şimdi Kazakistan bambaşka toplumsal ekonomi oluşumdur, kapitalizm ve Pazar ekonomisi geldi. Düşündüğüm kadar olumlu olmadı. Ama yine de milletin yüzyıllarca birikmiş bilge sayesinde bütün zorlukları yenip mutlu yapabilecektir. Kazak tarihinde zor zamanlar da vardı ama her şeye rağmen millet her şeyi yenip Allah tarafından verilmiş bu topraklarda kalıyordu.
İkinciden on sekizinci yy.’na kadar Kazak milleti üç kere yıkılıyordu. Üç ölümcül saldırı (Hunlar, Moğollar, Cungarlar) onu yüzeyden sildi sanki. Ama o yaşıyordu. 18. yy.da Hokand, Hive ve Buhara hanlar ile Rus çarlık sömürge seferleri başladı.
Kahraman ve zavallı Kazak milletinin geçmişi acı, kanlı savaşlar, zafer ve yenilmeler ile doludur.
Kazak milletinin ruhu sadece şarkılarda değil, efsane ve kahramanlık hikayelerinde değil daha çok Korkut ve Asan Kaygı müthiş kahramanlarda saklanmıştır.
Yıllarca hızlı devesi ile dolanan yolcu Korkut ölüm olmayan toprakları arıyordu. Ama her gittiği yerde karşıda hep mezar veya boş ve sıkı çukur ortaya çıkardı. Kazak milletinin efsanelerinde bunlar ölümün işaretidir. O zaman bir tek sanatın ölümsüz olduğunu anladı. İnsan ölür, şarkı kalır. Kazakları Kobza çalmayı öğretmeye başladı.
Efsanenin diğer kahramanı Asan Kaygı kuşların koyunların sırtında yuva yaptığı toprakları aramaktadır. Yazar, milleti için barışı ve rahatlığı ne kadar özlediğini göstermek için daha sakin ve barışlı bir kahramanı düşünemezdi her halde. Böylece Kazak milletinin temsilcileri yıllarca dolanıp rahat bir yer arayıp bulamıyorlardı.
Huzur ve mutluluğun bu sonsuz arayışı hala devam ediyor. Belki bir gün Allah dünyadaki bütün insanlara mutluluğu verir.
Kozıkorpeş: Teşekkür ederim baba! Her insanın mutluluğu ile bütün milletin, hatta bütün insanların mutluluğu arasındaki bağlantı hakkında ne kadar bilgeli düşünceler. Gerçekten millet sadece sevdiğimiz insanlardır, biz de kendimizi milletten ayrı görmüyoruz. Maksim Gorkiy dedi ki; ‘Millet sadece maddi değerleri yaratan güç değil, o manevi değerlerin tek sonsuz kaynağıdır...’ Millet gerçekten manevi değerlerin kaynağıdır. Ama tek olduğundan emin değilim. Olamaz! Çünkü Allah manevi değerlerin en önemli kaynağıdır. Baba milletini ne kadar samimi sevdiğini biliyorum. Milletin için kalbin acıdığını da hissedebiliyordum, ona acımıyordun onu gerçekten seviyordun. Bunu görüp hissediyordum. ‘Göçmen’ kitabında her zaman hatırlayacağım Kazak milleti hakkında müthiş sözleri söyledin. ‘ Benim zavallı milletim ne kadar bilgilidir! Senden başka Kazaktan başka hiç kimse bu hayata ‘Jalgan’ demedi, yani kandırma ve serap. Gerçekten sen, hayat, yalancı ve çok hızlı çıktın. Bir an gibi geçtin’ Kazak milletine karşı, bütün insanlara karşı sevgini anlat baba. Onu nasıl gösteriyordun ve bu duyguyu nasıl saklamayı becerdin?
BÖLÜM 9
SEVGİ VE MİLLET
İlyas: Seni büyüten, seni besleyen milleti nasıl sevemezsin? Vatana, beraber büyüdüğün ve şimdi beraber yaşadığın insanlara karşı sevgi duygusu her insana aittir, ama çoğu insanlarda bu duygu zamanla uyuşarak tamamen kaybolabilir bile. Benim için milletime karşı sevgi vatanıma karşı sevgi ile bağlıdır. Bir insan için vatan sevgisinden daha kutsal duygu yok. Bu duygu, insanı doğduğu yer ile kıllı halattan daha sık gizli iplerle bağlıyor. Tıpkı kıllı halatın koparılması mümkün olmadığı gibi insanın kalbindeki vatan sevgisi silinmez. Biri istemeden vatandan ayrıldığı halde bile kalbindeki hüzün onu rahat bırakmaz. Bu inanılmaz ve hiç bir şeye eşit olmayan vatan sevgi duygusu içinde sanki şarkı söylüyordur. Kazak şarkılarının çoğu vatan sevgisine destek verip onu daha sağlam yapıyorlar. Kazak milleti her zaman şarkı söyler. Çocuğun doğduğunda yaşlılar beşik önünde şarkı söyler, yaşlının öldüğünde ise çocuklar onu şarkıyla mezara koyarlar. Bu şarkının adı joktau, yani hiçliktir. Gezerken, çalışırken de şarkı söylerler. Sabah, gece, dertli ve neşeli şarkı söylerler. Gelini misafirlere gösterirken de betaşar söylüyorlar. Onu evlendirirken jar-jar söylerler. Aşık olurken, sevmez olurken de şarkı söylerler. Sahibi Ahan-Sere tarafından yazılmış ünlü Kulager’in ölüm şarkısı matemi, kızgınlığın ve acının marşıdır. Onu her Kazak bilir. Kazaklar, Hinduların Tac Mahal gurur duyduğu gibi bu şarkı ile gurur duyuyorlar. Her millet yaşamını kendine özgü bir şekilde gerçekleştirir. Yunanlılar Akropolis’in taşlarında, İtalyanlılar Rafael’in tablolarında, Kazaklar ise şarkıda yaşamı saklarlar. Çünkü o, milletin yarattığı en güzel şeydir. Bence halkının şarkılarını sevmeyen adam yoktur. Hüznü ve sevinci, aşkı ve nefreti, buluşmayı ve ayrılığı anlatırlar. İnsanın bütün duyguları şarkıda yansıdı. Ama şarkılar daha fazlasını anlatırlar. Bu, halkın entelektüel yaşamı, şimdilikten memnuniyetsizliği, gelecek hakkında hayalleri, ümitleri. Bütün tarihi olaylar mutlaka şarkılarda yansıtılır çünkü onların sayesinde millet kendisini anlıyordu. İşte bunun için halk şarkılarını dinlemeyi severim. Ve Kazak olduğum için değil, yani sadece Kazak olduğum için değil...Böyle şarkıyı dinlerken ilk düşündüğüm şey bu şarkının kimin mutluluğu veya derdini getirmesidir. Onu yazarken kim ağladı veya güldü? Çünkü böyle şarkının yaratıcısı sadece bütün halk değil ayrı bir insandır. Mutluluğu hisseden veya acı çeken insan. Uzun zaman boyunca acı çekip veya sevinip dolanıyordu ve nihayet duyguları ondan ayrılıp bir şarkıya dönüştü. Halk bu şarkıyı alıp yaymaya başladı ve bütün sevinen veya acı çeken insanlar buna katıldı. Bence insanın halk ile bu birleşmesi çözmeye çalıştığım o büyük sırdır. Tabii ki toprak ile koparmaz bağlantıda bulunma hissi Kazaklara o kadar güzel şarkıları yazdırdı. Göçmen Kazak her zaman toprağını, bozkırını sever. Ben de istisna değilim. Benim için Kazak bozkırı bedenim gibidir. Burada her şey benimdir, her ot, her taş hepsi bunlar benim. Bozkır benim için kobız gibi şarkı söyler, cenneti de kabul etmem, bozkırın güneşte yanmış tepeleri, sorguç otu ve yoldaki sarı kemikleri bile hiç bir şeye değiştirmem. Yol! Yol ise ümit gibi sonsuz, sınırsızdır. Etrafta kenarsız bozkır vardır. Kazak bozkırı. Atalarımın ve dedelerimin bozkırı. Benim öz bozkırım. Bozkırın sıkıcı ve çeşitsiz olduğunu zannedenler ne kadar yanılıyorlar! Benim için müthiş sahneleri yaratan canlı ve ilginç kitap gibidir. Aslında hayat ile etraftaki dünya arasında koparmaz bağlantı Kazaklarda her zaman mevcuttu. Göçebe yaşam tarzı yüzünden hep topraklarda bulunurlardı, bozkır her zaman onların bilinçlerini belirtirdi. Eğlence için değil yaşayabilme için avlanarak hayvanları otlayarak devamlı bozkırda dolanan göçmenlerin torunları olarak bizim için doğa çok büyük rolü oynardı. Tandem; insan ve doğa ikili birliğinde varlığın nehrinin iki kıyısını gösterirlerdi. Bu yüzden eski zamanlarda kentleşmeyen ve göçebe yaşam tarzını geçiren Kazak topluluğu için biraz geç olmasına rağmen doğanın rolü çok önemliydi. Etraftaki doğanın durumu, yaşandığı çevre halkın ruhi halinde dönüştü. O zamanlarda bağlantı şehirlilerde gibi araçlı değil direkti. Şüphesiz bozkırda yaşam etraftaki doğa ile bağlandığında Kazak göçmeninin karakterine damga vurdu. Kendini Allah tarafından yaratılmış koskoca dünyanın ufak parçası hissetmek, doğa güçlerine karşı güvensiz kalmak da milletin dünyaya bakışına yansıdı. Bu yüzden Allah, Evrenin Yaratıcısı, göçmenin hayatında her zaman vardı, hayatın kenarında değil her şeyin ortasında, ruhun içindeydi. Allahsız hayat mümkün değildi. Yaratıcı’yı ifade etmek için Onun yarattığı dünyaya bakmak gerekiyor. Yaşlanınca da bu dünyaya gözlerinin yeni açtığında ilk defa gibi bakıyorsun. Her şey hayatına bağlıdır; rüzgar ile sallanan kenardaki sorguç otu, yuvaya acele eden fare, rüzgar ile kemirilmiş bir taş ve bir zamanlar taş olan toz; hepsi senin içinde ve seninledir. Ama o zaman ölümün sırrı nedir? Yaşadığım sürece dünya içimde ve benimledir. Günden güne, yıldan yıla hayatım yuvarlanıp kanatlı atın ayakların altındaki bozkır gibi hızlı geçiyor. Geri döndürülemeyen hareket ile fethedilerek semerde sallana sallana uçuyorsun. Hayat sonsuz geliyor. Doğduğun toprak, ilk dakikadan beri seni ısıtan güneş gibi... Altında aşkı yaşadığın gök. Ama yine de bir batır gibi aniden vuran ölüm kendini hatırlatır. ‘Göçmenler’ kitabımda Kazakların yaşamını anlatırken en önemli şeyi göstermek istedim; olayların bütün trajedisine rağmen millet Allah ile hiç kopmayan bağlantıda yaşayıp bütün sorunların ve dertlerin çözülmesinde Allah’a sığınırdı. ‘göçmenler’ kitabının sonunda Kazak milleti için kaybedilmiş ve perişan olmuş vatanın ne kadar büyük dert olduğunu içten anlayıp yaşayan Kenesarı han’ın sözleri ile baş düşüncemini söylemek isterim;
Domra çalıp ağlayıverdi, koparan yaşlı ses şarkı söyleyiverdi. Kenesarı durup düşüncelere daldı. Bir ömür gibi vatan ile veda ediyordu. ‘Allah merhametlidir’, elini sallayarak dedi.
Topraklar inilti ile doldu.
En önemli kelimeler ‘Allah merhametlidir’. O her zaman ve her soruda Kazak milletine yardım ederdi. Sadece hayatta kalmaya değil Kazakistan adlı bu kocaman alanı korumaya da yardım etti. Yüzyıldan geçen ayrı insanların hayatları sadece kum taneleriydi, ama dünyanın üstünde parlayan veya lambada yanan o ışık daima ve unutulmaz bir şekilde atalarımızın yolunu gösterirdi. Sanat özgürlüğü ve bozkır dahileri sert imtihanlar ile bastırılmadılar. Hatta sanat onlar için savaşma şekillerinden biriydi. Kazak milleti Asya bozkırlarının göçmenleri tarafından oluşturulmuş eski uygarlığı koruyup geliştirmeyi becerdi. Atalarımız geçmişi asla unutmadan dünyada yerini anlayarak şimdikinden de vazgeçmediler. Lambadaki o ateş hep yanıyordu. Allah ve milletin bilgesi sayesinde bütün zorlukları çekip kültürünü saklayabildiler. Müthiş Kazak bozkırı Allah’In merhameti sayesinde Kazakların hayatında sonsuza kadar kaldı. Bozkır Kazağın kanı, eti ve kalbine girip onun ikinci yarısı oldu. Bozkırda yaşam sanılan tekdüzenliğe rağmen çok güzel ve ilginçti. İnsan doğa ile uyumda yaşayarak onunla birleşiyordu. Kazağın bozkırdaki yaşamı bir şiir ile kıyaslanır. Şiirin sırrı nedir? Ayrı ayrı sadece kelimelerdir. Özel bir şey yok. Ama gerçek şair onları birleştirirse... Tıpkı hayat gibi. Günler peş peşe hızlı geçerler. Hayat bir an, bir gün gibi geçer. Sanki bütün yaşadığımız gün aynı. Ama biraz düşünüp bakarsın ki hiç bir gün diğer güne benzemez. Gerçekten öyle yaşam doğa ile uyumluyken müthiş ve şaşırtıcı, her yeni günün jendi güzelliği vardır; insanlar da güzelleşip şehirde bizi o kadar rahatsız eden acele olmadan yaşarlar. Kazaklar gerçekten kahraman bir millettir. Doğu ve batı arasında bulunan bu bozkır devletinin kaderi çok zor ve acıdır. Dertleri çok...Ama o bütün bu engelleri onur ile geçirip kimseye toprağını vermedi. Düşmanlılar ile yedi yüz yıl boyunca durmayan savaşlar. Onların çoğu öldü, yok oldu, bazılar tarihin yokluğuna gitti bile ya biz kaldık. Kriz 19. Yüzyılın sonunda geldi. İşte o zaman gerçekten milletin ölümü yakındı, millet kararsız, akıllar endişeliydi. Onlar ya bir ya diğer tarafa çekiniyordular. Katastrof yakındı. Ama her şey geçti. Yaşam için bu sonsuz savaş milletin ruhunu güçlendirdi ve o yaşamaya ve yaratmaya devam ediyordu. ‘Göçmenler’ romanında Kasım han’In sözleri ile bu düşünceyi anlatma istedim; ‘...Tırıs ile binlerce atlılar bir selam olarak emir ile kılıçları arada sırada çıkartarak geçiyordu. Kasım han ise Kazak bozkırının kaderini düşünüyordu. Yüzyıllarca süren tarih boyunca neler gördü, neler çekti. Sanki dünyada ona saldırı ile gelmeyen fatihler kalmadı. Ama toynak ile bastırılmış ot gibi halk da yeniden düzelip hayata devam ediyordu. Evet ana topraklarda kökler olduğu sürece kimse onu yıkmaz. Yine ve yine kalkıyor bu millet!...’ Yüzyıllarca süren Kazak milletinin ağlayışı ve derdinin püf noktası ‘Yelimay’ ağıtı oldu;
‘Ana topraklarımız gözlerimizden kaçıyor...
Ah be vatanım! Ağlamaktan boğuluyoruz.
Neden, Allah, neden zavallı milletimizi
Her kes kovmak ve yok etmek istiyor?
Sevdiğimiz topraklardan gizli ümit ile gittik
Üzülerek bilmediğimiz yerlere kaçtık.
Yabancı toprakta bırakılmış ana vatandan değerli olan
neyi bulur ki zavallı millet?
Dertler ve hüzün çocukluğumuzdan beri bizi boğar
Çiçeklenmeden çiçekleri kaybeder ağaç
Her kesi perişan Korkut’In kaderi bekler
Ah milletim! Güneş altında bir yer yok senin için.
Turnalar gibi kolayca göçebe ettiğimiz vatanım
Hoşça kal!
Bir aile olmak istediğimiz ama o kadar canavar çektiğimiz
Toprakların güzelliği hoşça kal.
‘Yelimay’ matemin ve bütün milletinin derdinin marşıdır. Bu şarkıda her şey mevcut, aşk, ümit ve inanç. O Allah’a bir dua gibidir. ‘Yelimay’i dinlerken her Kazak tarif edilmez dert hisseder, milletin kanı gibi akan gözyaşları döker, kalbi de zavallı vatan için parçalanır. Kazak bozkırı bu topraklarda yaşayan millete bilde verirdi. Göçmen Kazak jeolojide hiç bir şeyi anlamadan koyunların otladığı yerlere net isimleri verdi. Her toprağın kendi rengi, kendi özellikleri, ya Kazakların ataların tecrübesi vardır. Sinmeden şöyle isimleri verirdi; Altın kaynak (Altın Emel), Dökme demir gölü (Şoındı kol), Kurşun taş ( Kortasın tas), Cezkazgan (bakırın alındığı yer). Sonradan burada değerli madenleri işleyen sanayi fabrikalar, faktörler kuruldu. Ama tabii ki her kes kendi milletini bilge sayar. Küçük da büyük olsa da... İnsanın yapısı böyle. Ben, Kazağın atalarının tecrübesini sakladığını ve müthiş bilgili olduğunu iddia ediyorum. Biz, Kazaklar, dünyanın en bilgili milletiz. Milletimizin sanatını çok severim. Sadece Kazağın fantezisi horizonun mavi çizgisine bakarak Asan-kaygı, Korkut ve Ayaz-bi gibi derin ve felsefe kahramanları yaratabildi.
Toprak ile uyumda yaşayan milletin aldığı bilgi sayesinde aklı ve kalbi ile anneyi severek kadınlara saygı duyardı. Milletin karakteri anne-kadın belirtir. Her milletin kadınları gerçekten milli karakteri belirtirler. Muhtemelen Kazak kadın gibi özgürlü ve özgürü seven bir kadını bütün doğuda bulamazsınız. Peçenin arkasında yüzü saklamazdı, sevmeyi ve aşk için mücadele etmeyi bilirdi, aksakallar ile kurula katılırdı, gerek olduğunda okları alıp ata binerdi. Kazak efsanelerinde bir çok cesur ve akıllı kadınların isimleri vardır.
Tabii ki sonsuz aşk örnekleri ilk önce annem, kardeşim ve sevgili eşim Dilara’da gördüm. İvan Turgenec kadın hakkında şöyle dedi; ‘ Kadın sadece özveriyi anlayabilmeyi değil kendini de özvermeyi bilir’. İşte bu başkalar için özveri yeteneği kadın için daha uygundur, çünkü erkek uzun uzun düşünüp mantıklı karara varmaya çalışacak, ama kadın aşk duygusu ile yönetilip kendini tamamen vermeye hazır. Aile, çocuklar için bu özveriyi eşim ve annende hep gördüm. Genç yaşlardan beri onun kaderi çok zordu ama o bütün zorlukları çekip insanları sevmeye devam ediyordu. Dilara hayatımız boyunca birbirimize o kocaman sevgiyi getirip bütün dertlerimi paylaştı, bana ilham verip sanat kahramanlığını yaptırıyordu ve beni bir çok sorunlardan kurtardı.
Kozıkorpeş: Evet baba, şüphesiz ki annemiz seni, çocuklarını ve torunlarını bir ömür boyu severek harika bir kadın profili çizdi. Hepimiz onu çok seviyoruz. Bizi yetiştirdiği için ve onun karşılıksız aşkı için çok minnettarız. Baba, hükümet ve devlet yönetimi ile ilgili düşüncelerini de öğrenmeyi çok istiyordum. Günlüğünde bu konu hakkında bir çok not var. Her halde bu konu ile çok ilgileniyordun. Mükemmel bir insan ve çok iyi bir yönetici olan Dinmuhammed Kunaev hakkında çok olumlu konuştuğunu hatırlıyorum. ‘Seçkin insanlar ya milleti mutlu etmek için yada milletin derdi olmak için doğuyorlar’ diye eski bir deyim vardır. Dimaş Ahmet oğlu milletin mutluluğu için doğmuştur, hepimiz için çok değerli bir insandır. Özellikle hayatı uçurumun kenarında duran biri olarak çok değerlidir. Onun en önemli özellikleri ise insanları sevmesi, adaletli oluşu ve işini çok iyi biliyor olması. Bilge oluşu onu farklı kılıyordu. Milletin samimi sevgisini yaptığı işler ile hakketti, minnettar olan torunlarının kalbinde her zaman onun tertemiz ismi kalacaktır. Ona bir kitap bile adadın. İsmi ‘ Okyanusu geçen gemi’. Bu kitap hakkında şöyle yazdın; ‘Okyanusu geçen gemi’ kitabını yazarken o dönemin tarihini ve insanların hayatını tarif etmek istedim. Dinmuhammed Kunaev adlı adamın dünyaya bakışını, onun işlerini halka bildirmek istedim. Bu işler iyi ise sorun yok. Benim kahramanlarımın prototipi devlet yöneticileri olduğu için kitabı geciktirmek saçmalıktır. Kitabımın anlamı kahramanların gerçek hayatını güzelleştirmeden olduğu gibi tarif etmektir. Ama bunda ne var ki? Bu özelliklere göre suçlanır mı insan? Gerçekleri tahrif etseydim tamamdır. Ama kitapta öyle bir şey yok’. Gerçekten o zaman bu kitabı basmana neden izin vermediler? Bence Kunaev bile razıydı.
BÖLÜM 10
HAYAT VE İKTİDAR
İlyas: Kunaev galiba içten kitabın basıldığını isterdi. Fakat o zamanlarda devlet yönetimi hatta Sovyet Birliğinin yöneticilerinden ayrı biri bile siyasi adamın hayatını anlatan kitap baskısı ile ilgili kararı alamazdı.
Kozıkorpeş; ‘Okyanusu geçen gemi’ kitabında ve özellikle ‘Göçmenler’ ve ‘Altın Ordu’ kitaplarında Bozkırda iktidar sorunu ile yüz yüze buluştun. Polonyalı yazar Kristina Damm bir mektupta sana şöyle bir şey söylediğini hatırlıyorum; ‘’Göçmenler’ kitap serisinin üst katı tarihseldir fakat içeriğe göre bu hükumet felsefe antlaşmasıdır. Düşünceleriniz öğretici, evrensel ve çok alimdir.’ ‘Göçmenler’in hükumet antlaşması olduğunda ona tamamen katılıyorum. Ve ‘Altın Ordu’ bunun devamının olduğunu söylemek isterim. İnsanlar her zaman devlet ve halk yönetimi konusunda ilgi duyuyorlardı, çoğu modern yöneticilerin incili yüzlerce yıl önce yazılmış Nikollo Makyavelli’nin kitaplarıdır. Bugün de çok günceldir. Örneğin onun düşüncelerinden biri ‘Akıllı yönetici aşk ve korkuya dayanıp nefretten uzak durur’. Bu galiba çok mantıklı kural ve yöneticilere devlet yönetimi konusunda en uygun kararları almaya yardı eder. Ama bu tavsiyeler sadece insanlara da yardım ederler mi? Bu dünyada bu tavsiyeleri kullanarak yaşam daha kolay mı olur? Veya insanlar daha çok İncildeki bakışı mı tercih ederler? ‘Yürüyenin ayaklarına emir verme hakkı yoktur’ ve ‘insan diğer insanı yönetiyorsa kendisi zarar görür’. Tanrı’nın bütün bu sözlerini reddetmek çok zor, bunun kanıtı da insanoğlunun tarihidir. Monarşi, imparatorluk, demokrasi, diktatörlük, sosyalist devletleri bütün bu insanın yönetim örnekleri sonuçta başarısızlığa uğradılar. Kazakistan da istisna değildir, bozkırda yöneticilerden hiç biri her kesin iyi olacağı mutlu topluluğu yaratamadı. Bu yüzden, baba, devlet yönetim konusunda ve genelde kazak bozkırında yönetim konusunda kendi fikrini anlar.
İlyas: Evet gerçekten tarih kitapları yazmaya başlayınca iktidar ve devlet yönetimi sorununu araştırmak zorunda kaldım. Ama sonradan tarih bilgilerini araştırarak buna daldım. İktidar ve yönetim sorunu Cengizhan zamanlarından beri çok önemliydi. Altı Ordu zamanlarında Moğolların getirdiği merkezi yönetim fikri çok önemli bir olay oldu. Bununla beraber önceden ayrı kalan kabiliyetlerin birleşmesi mümkün oldu. Bozkır mevzuatının ortaya çıkması da önemli rol oynadı. İleride Kazak hanlıkları ile değişen Altın Ordu devletine bakarsak bütün sonuçlar ile beraber göçebe olduğunu görebiliriz. Altın Ordu’nun yıkıldığında komşu devletler ile fethedilmesi gibi yıkılmanın dış faktörleri ve ekonomik sorunlar gibi iç motifleri de vardı. Çünkü göçebe imparatorluğu komşulara göre üretim alanında çok geride kaldı. 20 yıl boyunca 14 yöneticinin değişmesi de yıkılmasını sebeplerinden biri oldu. Devletin başarılı gelişimin temeli olan ekonominin rolü çok önemlidir. Bu özel durumda ekonomik açısından Kazakların ‘büyümesi’ni görebiliriz. Ekincilik ile uğraşan Rus kasabada toprakların var olması sınıf ayrımcılığına yol açtığı halde Hubilay’ın yönetimi zamanlarında (1200-1234 yıllarda) başkentte ‘Tarım baş müdürlüğü’ köylerde ise onun şubeleri açıldı. Çinde oturmuş Moğol zadegan sınıfı çalışan köylüler ile beraber toprakları fethetti ve mümkün olduğu kadar kazanç almak istediler. Parasal duruma rağmen Kazak göçmeni için otlak topraklarının birliği uzun yıllar için çok önemli sosyal rolünü oyandı. Batır veya sade çoban olmasına rağmen göçmenler topraklarını beraber korumak veya diğer halkın yada kabiliyetin topraklarını beraber fethetmek zorunda kalıyorlardı. Bunlar, Kazak bozkırında soyların ve kabiliyetlerin kaldığını sağlardı. Devlet olmak için ilk önce üç şey olması gerekiyor; bunlar ordu, vergi sistemi ve bölge birliğidir. Kazak hanlığı 3 juz olmasına rağmen bu üç özelliğe sahiptiler. Yani şüphesiz ayrı bir feodal devletlerinden biriydi. Şüphesiz olması da böyle örnek ile kıyaslayınca kanıtlıdır; ’12 yy. Boyunca Kerait, Merkit, Oyrat, Normanlı, Tatardan oluşan farklı Tatar- Moğol kabiliyetlerin güçlerinin büyümesi onlardan en büyük olan Normanlılar ve Keraitlerde erken feodal oluşumların ortaya çıkmasına yol açtı.’ Aynı şey üç yüzyıl sonra Kazaklara oldu. Tarihte özel objektif progresif rolü hanlar oynarlar. Onlar, ayrı kabiliyetlerden bir devleti yaratan birleştiricilerdir. Bazı hanların aşırı acımasızlığına rağmen bu insanların progresif rolü bellidir. Tabii ki Kazak topluluğunda yöneticinin rolü çok büyüktür. Onların aralarında çok acımasız ve adaletsiz insan da vardı ama bazılar özgürlük ve adalet için kaçırılmaz ölüme gidiyorlardı. İlk önce bu, Kenesarı handır. Onun için bu kutsal kavramlar kendi hayatından daha değerliydi. Onun için en önemli şey Kazak milletinini özgürlüğü ve kendi onuruydu. Bu onun hayat sloganı olup hayat anlamı da oldu. Yöneticileri, onların yaptıklarını, karakterlerini ve milletin kaderine etkisini düşünürken çok şey anlayıp kendim için çok akıllı düşünceleri çıkarttım. Aslan yüreği ancak insanları yönetip onlar için Allah’a karşı sorumluluğu alan kişide olabilir. Tabii ki iyi bir yöneticinin devlet yönetim makinesini kontrol etmek ve onu daima çalıştırmak için yetenekleri de olmalı. Devlet bit piramit gibi inşa edilir. Bir taşı çıkarılırsa kalanlar da düşer. Bu yüzden devleti sabit siyasi ve ekonomik durumda tutmak çok zor. Devletimizin oluştuğunu hatırlarsak şöyle bir şey görebiliriz; On beşinci yüzyıl Kazak milleti için çok zordu bu yüzyılda kızgın birbirine saldıran Kazak soyları ve kabiliyetleri hayatta kalmak için birleşmek lazım olduğunu anladılar. Soy önderleri iktidarı seven ve kendine aşık insanlardı. Kişilikleri bir devlete karşıydı. Ama bu sefer güçlü milli hamle onları alacak kadar büyüktü. Kendine geldiklerinde milletin iradesine arşı çıkmak için geç oldu. Soy beyleri ve sultanları siyasi açıdan çok değişkendiler. Beyler milleti kendi ilgileri için kullanırlardı. Millet ne kadar karşı çıktıysa da o kadar özgür yiğit işçi ve kölelere dönüştü. Göçmen Kazaklar için bozkırın tek bir yöneticisinin olması avantajdı. Yöneticinin aklı ise milletin hamlelerinin kendi ilgileri için akıllıca kullanmaktı. Kazak bozkırında iktidarını güçlendirmek amacıyla halkın desteğini kullanan bir çok han oldu. Birleştiren hanların rolü devletin oluşmasında çok büyüktür. Bütün eğitim bu hanlardan geçtiği için halkın hareketlerini de bu prizmadan görebiliyoruz. Bu doğrudur. Çünkü hangi ‘büyük han’ veya ‘büyük çar’ olursa olsun milletin desteği olmadan hiç bir şey yapmaz.
Eski orduların var olması juz kavramı ile eş değildir. Kazakça kelimesi ‘juz’ ‘ordu olarak çevrilirse aynı şekilde ‘ordu’ kelimesini ‘juz’ olarak da çevirebiliriz. ‘Ordu’ kelimesi Türk dilinden gelmiş ve ‘han hesabı’ anlamına gelir. ‘Juz’ ise daha çok ‘birlik’ anlamına gelir. Böylece köklere rağmen farklı soylu birliklerden ayrı bir kavim oluştu (kaum Arapça kelimesi , cemaat, ümmet, topluluk anlamına gelir). Bu şekilde Ordular oluşup temelleşti. Nogay Ordası Sarayçikte, Moğol-ulus Taşkentte, Kazakzaseyhun bozkırlarında yerleşti. Bu soylar, Kazak juzlarının (ordu) oluşma gerçeği üç juza bölünmesinin Kazak milletinin oluştuktan sonra gerçekleştiğini kanıtlıyor çünkü, bu soyların çoğu farklı kavim, ordu ve birliklerden geldi, bazılar günümüzdeki Kazakistan’ın dışında kalan alanlardan bile geldi. Bu yüzden ‘üç juz’ kavramı Kazak hanlığı oluştuktan sonra ortaya çıktı. Bu, Kazak milletinde Kazakların juz ve tangı, yani soylara bölünmesi için toplama yeri ile ilgili bir çok efsane ile kanıtlanabilir.
Genel olarak Kazak devletinin tarihi hem iyi hem kötü özelliklere sahip olan ayrı yöneticilerin psikolojisinin incelenmesi için çok faydalıdır. Bu da Kazak milli karakterinin oluşmasına çok etkiledi. İnsanları iş hayatındaki başarılara göre değerlendirmek adaletli değil, daha iyi onların tarihe yaptığı katkılarına bakmaktır. İnsan işsiz kalabilir ama tarihten silinmez. Çünkü tarih insanın hatırasıdır, hatıra ise özel mülkiyet, o da hükumete tabii olmaz. Yöneticilerin faaliyetinin böyle dengeli ve tartılmış değerlendirilmesi çok önemlidir. Hayat bence adaletsizdir. Bazılara çok verdi diğerlerden çok aldı. Yaşlanan yönetici de böyle düşünüyor. Eski sağlık ve inanç yok gelecek ise kızgın kara duman ile kaplıdır. Zamanlarda güçlüydü. Hiç bir başarısızlık onu attan indiremezdi. İnancı da en güçlü fırtına ile sarsılamazdı. Şimdi de başını eğdirmeyecekti ama her geçen gün daha zor oluyordu ve vücut ve akıl yorgun ve endişeliydi. Bu hayat niçin yaşandı? Kendisi ve getirdiği milleti yoruldu. Zafersiz savaşlar her katılan için zor bir yüktür. Her şeyi bırakmak istiyorsun. Geçmişi unutup iktidar için mücadeleden vazgeçmek istiyorsun. Ama hayır, bunu asla yapamaz çünkü geri dönüş yok. İktidara alıştı, emir vermeye alıştı ve başka birine dönüşemez. Attan düşene vururlar, bu yüzden hayatın son anına kadar semerde oturup milleti yönettiği o kırbacı bırakmamak lazım. Sarhoş eden bu iktidar duygusu sadece yönetici anlar, onun için ve duygu oksijen gibi, onsuz hayat olamaz. Kazak yöneticilerinin tarihinde kendi isteğiyle giden yönetici yoktu. Yöneticiler arasında farklı kişi vardı ama çoğu ruh ve ahlak açısından çok düşük seviyede olup topluluğa da kötü etkide bulunurdular. Kazak topluluğunda yöneticinin yanında ancak karşı koymayan insanları tutmak söylenmez bir kural oldu. Biri yöneticinin zaafını bulup ona yaklaşmaya çalışır ve yastık gibi olur. Yönetici böyle uysallığı her zaman beğenir. Bu yüzden biri etkili ve doğru bir tavsiyede bulunursa hemen hükumetin düşmanı ilan edilir. Bazen yönetici sadece bunu istiyor ve bu uysallıkla insanlar onun kalbini fethediyorlar. Onlar yöneticinin her isteğini bilerek sadece bir zamana kadar saklanırlar. Böyle insanlar kendini unutmadan vaktini beklerler.
Kozıkorpeş: baba, bunlar hükumet hakkında çok ilginç bilgilerdir. Aybay hayatının sonunda hayal kırıklığına uğrayıp ‘Milleti yönetmek? Hayır, millet yönetilmez. Bu yükü tedavi edilmez hastalığa sahip olmak isteyen veya sıcak kanlı bir delikanlı alsın’ diye söyledi. İnsanlar her zaman kusursuz yönetici hakkında hayal ederlerdi sen de, baba, bununla ilgili ‘El-Farabi’ şiirinde satırları yazdın;
Bir tek isteğim var öyle bir Kazak doğsun ki
Korkudan iğrenen müthiş bir yiğit olacak
Ve o, sıcak kalplerimiz ve aklımızdaki
Yanılmaların düğümünü çözecek.
Baba, sence kusursuz bir yöneticinin doğması ve her kesin mutlu eden devletin kurulması mümkün mü?
İlyas: İnanmak isterdim ama tarihte kusursuz yönetici veya devlet yoktu tam tersine her toplumsal oluşumun kusurları var, her hanın kötü tarafları ve kötü alışkanlıkları vardı. Çoğu insanlarda gibi onların hayatında da alışkanlık büyük rol oynardı. Ün, altın, iktidar yani her şeye sahip olan güçlü yöneticiler bile kötü alışkanlıkları vardı. Fakat onlar da bazen bunların hepsinin yalan ve geçici olduğunu biliyorlardı ama alışkanlık olarak istemeyen şeyleri yapmaya devam ederlerdi. Sık sık yöneticinin gurur duyduğu anlamlı şeyler bir yere kayboluyordu. Ruhu da anlamsız işlerden yorulup bu dünyanın zevkleri ve dertlerine karşı aldırmaz oldu. Ama yine de alışkanlığa göre yaşamaya devam eder ve alıştığı şeyleri yapar. Çoğu yöneticiler için hayatın en önemli şeyi kendi ihtiyaçlarını karşılaşmaktı, insanları aldırmayıp onlarla hesap etmiyorlardı. Bir yönetici için dünya iktidarı hayali ortaya çıkınca insan hayatının ne anlamı kalır? Ona göre millet, onun istediklerine varmak için yaratıldı. Çok akıllı yöneticiler bile iktidarın bu kör edici etkisinden kaçamadılar. Er yada geç ona yenilirdiler. Yöneticinin bu körlüğü için millet acı çekerdi. Aslında yöneticiler mutsuz insanlardır, onların gerçekten samimi ve yakın dostları olamaz, aile çocuklar, akrabalar hepsi devlet çıkarlarının esiridir. Yöneticiler genelde mutsuz insanlardır, onlar için bu dünyadaki yaşam zevkleri serbest değiller. Sade insan sevinçleri onun kalbini ısıtmaz. Eskisi gibi damarlarda soğuk kan akmaz. Son ümit sevmek öldü. Bundan sonra hayatın anlamı ne kadar mümkünse o kadar uzun süre boyunca yönetici kalmak ve insanları yönetmektir. O iktidardan zevk sarhoş olmaktır. Bir kez o tatlı iktidar içeceğinin tadına bakan ömür boyu susuzluğu hisseder. Sadece bazen istemeden o canlı eski hayat onların uydurdukları dünyaya girip onlardan huzuru çalıyorlar, ruhları ise çarpınıp yanmaya başlıyorlar.
İktidar konusunu bitirirken şunu söylemek isterim; insanlar Allah’tan yardım almadan kusursuz topluluğu oluşturamazlar. Günümüzde dünyada olanlar bunu kanıtlar. Yöneticilerden bahsederken şöyle bir şey dilemek isterim; şimdiki yöneticiler işlerinde sevgi ve adalet prensipleri ile hareket etsinler ve Konfüçyüs’ün sözlerini unutmasınlar; ‘Kendini düzeltiyorsan iktidarda yapamayacağın şey mi var? Kendini düzeltemezsen başkaları nasıl düzeltebileceksin?’
Kozıkorpeş: Teşekkürler, baba. Müthiş konuşmamızı bitirirken yaklaşık 20 yıl yanımızda olmamana rağmen senin suratın hep kalbimde kalacağını söylemek isterim. Bir kere daha sana, seni bütün kalbimle sevdiğimi ve seni yeni dünyada görmek ümidiyle yaşadığımı söylemek isterim. Tekrar ve tekrar notlarını okuyup seni daha çok hissediyor ve düşüncelerini daha iyi anlıyorum. Kitabı kapatırken son sözlerini okuyorum; ‘İnsanın ölüm vakti gelince o, hiç bir şeyi düzeltemez ve geri alamaz. Ölüm cansız ve yüz yil yaşarsan bile her zaman yanlış zamanda gelir. Ölümün canı olsaydı insanoğlunun ona okuduğu beddualardan utanırdı. Ama insan ne kadar yaşarsa yaşasın arkasında gerçekleşmeyen hayaller kalır. Bu yüzden Allah, insanın yaşadığı yıllara değil onun yaptığı işlere bakar.’
EPİLOG
Koltukta oturup babamın sözlerini düşünüyordum. Kalbim, bu dünyada yaşadığım ve her gün gök, güneş, dağdan zevk alabildiğim, güzel şeyleri düşünebildiğim ve yaratabildiğim için tuhaf mutluluk duygusu ile doluydu. Pencereye dönünce kocaman kırmızı küreyi görüp çok şaşırdım ama birazdan güneş olduğunu anladım. Uzakta bulunan fakat şimdi o kadar yakında olan o kocaman kırmızı yıldızın sırrını çözmeye çalışırken ona dikkatle bakıyordum. Sanki bu kocaman küre ağaçların arkasındaydı ve biraz yürürsen ona ulaşabileceksin. Ona daha çok dikkatle bakmaya devam ediyordum. Her gün gördüğümüz o muammalı ve yakın güneş işte burada, yakındadır. Çok önemli bir şeyi, belki de her gün gördüğüm ve anlamadığım en önemli şeyi anlamak üzereydim sanki. Şimdi de o kadar yakındır, az kalsın elim ile ona dokunabileceğim. Büyülü durup yavaş yavaş güneşin battığını anladım. Kocaman inanılmaz güzel ateşli küre benden gidiyordu. Onu bırakmak hiç istemedim, Allah’ın bu müthiş eserini anlamak istedim, varlığın anlamını anlamak istedim. Çok önemli bir şeyi anlayacağım ve zamanın müthiş sırrı bana açıklayacak diye bir düşünce hala aklımdaydı. Ama yavaş yavaş güneş tamamen kayboldu ben de hayatımızın anlamını düşünmeye başladım. Bu kocaman güneş, dünyada yaşadığımız her gündür. Devamlı bizi takip eder, biz onu fark etmiyoruz fakat hep yanımızda olduğunu biliyoruz. Hayatımın büyük kısmını yaşadım ama sadece bugün güneşe o kadar yakındım. O, güneş, dünyadaki bütün insanlar içindir ama aynı zamanda o tek ve her birimiz için özgündür.
Neden güneş aniden bana o kadar yakın oldu? Neden daha önce onu o kadar yakın görmedim? Neden her gün yanımda olan şeyleri fark etmiyorum? Bir an, bir gün gibi yaşadığım zaman, bütün yaşadığım günler birbirine benziyorlar ama şimdi her günün özgün olduğunu anladım. Yaşadığım yıllar bir gün gibi olmasına rağmen hayatımın her günü farklı ve bir birine benzemez. Her gün güneş her birimiz için farklı bir şekilde ışık verir. İçimdeki bütün duygular bir oldu. Bu alacakaranlık, batan güneş, bana saran esmerlik yaşadığım hayat gibi geldi bana. Bu hayat; evren, zaman ve etrafımdaki her şeyin Yaratıcısı ile koparmaz bir bağlantıda bulunma anlayışı olmayan, yani en önemli şey olmayan bir hayat. O gözükmez ve yok gibidir ama yine de O vardır, O hep yanımızda, O gök ve yerin mükemmel Yaratıcısıdır. Yaratıcı bir güneş gibi hep var ve istersen Ona yaklaşıp görebilirsin yada hayatı yaşayıp gözüken ama hayali eğlencelerin peşinde koşarak kendin tarafından yaratılmış sorunların içinde geçirdiğin hep aynı günlerin arkasında Onu hiç görmeyebilirsin. Aslında yaşamın amacı budur. Yaşamak ve hep parlak güzel güneşi görmek, her gün bu mükemmel güneş, ay, toprak ve yıldızların Yaratıcısına yakın olmaktan mutlu olmaktır. Şimdi çok net hissettim ki, hayatı bir an gibi geçirerek en önemli şeyi anlamayabilirsin, hayatın farklı özgün ve kar taneleri gibi bir birine benzemeyen günlerden oluştuğunu fark etmeyebilirsin. Hayatı anlamsız yaşayıp ölürken de hala bir şeyi yapmak istemek, akılsızca daha çok günlerin olacağına inanıp devamlı geleceği düşünerek hep yarın ile yaşamak aptallıktır. Hayatının günleri çok olabilir ama hep geleceği düşünürsen hayatın bir gün gibi geçer ve ölürken de bir günü hatırlarsın, boş bir günü. Ama bugün gibi güneşi karşılayıp onu uğurlarsak ve böylece bugünü severek yaşarsak kendimizin Yaratıcı’nın bu müthiş varlığın parçası olduğumuzu hissederiz ve mutlaka mutlu ve anlamlı bir ömrü geçiririz. Hiç durmayan daima mutluluğu ve hayatın sevinç anı hissederek yaşamamız gereken o müthiş, özgün bir ömrü geçireceğiz. Hava tamamen karardı ama kalbimde hala parlak güneş vardı. O parlak ışık varlığımın anladığımdan ve hayatın anlamını bulduğumdan geliyordu. Her şeyi tamamen anlamamama rağmen hayatımdaki daha önce anlamadığım çok önemli şeyi anladığımı hissettim. Kalbim şarkı söylediği kadar seviniyordum.