Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
KUNANBAYEV Abay, "Nasihat Sözleri"

23.11.2013 3104

KUNANBAYEV Abay, "Nasihat Sözleri"

Язык оригинала: ''Nasihat Sözleri''

Автор оригинала: KUNANBAYEV Abay

Автор перевода: not specified

Дата: 23.11.2013

Nasihat Sözleri

=BİRİNCİ SÖZ=

Bugüne kadar iyi mi yaşadım, kötü mü, ama uzun bir yolu geçtim. Hayatta her şeyi bol bol yaşadım: tartışmaları da, sıkıntılı davaları da, mücadeleleri de ve layık olmayan kavgaları da… Şimdi, yolun sonu göründüğünde, hiç takat kalmadığında ve kalp yorgun düştüğünde, ben yaptığım tüm hayırlı heveslerimin boşuna gittiğine, insan hayatının ne kadar telaşlı ve fani olduğuna kanaat getiriyorum.

Bana ıstırap çektiren düşünce: ömrümün kalan kısmını neye adayım? Neler le uğraşıyım?

Halkın çekmekte olduğu azapları azaltmaya mı kalkayım? İmkânsız. Halk güdümsüzdür. Bu işe ancak beşeri nankörlük ve lanetleri tatmak kaderine yazılanlar veya ateş kalpli ve daha yeniliş acısını bilmeyen gençler girerler.

Bu gerçekleri bilen beni ise Allah ayartmasın.

Belki hayvan sayısını mı artırsam? İstemiyorum. Çocuklar, eğer gönülleri istiyorsa, kendileri yetiştirsinler o hayvanları. Son gücümü hırsızlar, zalim ve dilencilerin hayatını kolaylaştırmaya harcamak ayıp olur.

Bilimleri öğrenmeye devam mı etsem? Olmaz. Alacağım kimse olmadığı gibi sonunda bilimlerimi verebileceğim kimse de yok. Elimde arşın tutarak pahalı kumaşları sergileyerek çölün ortasında oturmaktan fayda ne? Kendi sevinç ve acılarını paylaşabileceğin birisi yoksa bilim de ağır gelir: insanı daha hızlı yaşlandırır.

Belki, kendimi yaratana mı adasam? Olmuyor. İnanç için ilk önce huzur lazım.

Duygularımda bile, günlük hayatımda bile huzuru kalp çoktan yoksa takva nereden olsun?

Bu toprakların dindarlara tahammülü yoktur.  

Çocuk eğitimiyle mi meşgul olsam? Yapamam. Eğer onlara neleri ve nasıl öğretmeyi bilseydim, eğitim verirdim, bir de bugün görmekte olduğum halkın böyle şeylere ihtiyacı olduğuna da emin değilim.

Çocukların geleceğini, onların bilim ve güçlerine değer tatbik sahası düşünemediğimden eğitim yollarını da gözümün önüne getiremiyorum. Sonunda kararımı verdim: kendime yol arkadaşı edip kâğıt ve mürekkebi alacağım ve tüm düşüncelerimi yazacağım. Belki Sözlerimden biri birilerinin hoşuna gider ve o kendisi için kâğıda çeker veya bayağı aklında kalır ve eğer bunlar da olmazsa - sözlerim, dedikleri gibi, benimle kalacak.

Bu noktada durdum ve benim yazı yazmaktan başka işim yok.

=İKİNCİ SÖZ=

Çocukken Kazakların Özbekleri görünce ‘Ah siz insan dili yerine anlamsız tıkırtı sesleri veren geniş kenarlılar! Siz yolunuzda hatta bir kucak çürüyen kamış bırakmazsınız! Gece karanlığında ağacı düşmana benzetiyorsunuz, göz önündeyken yaltaklanıyorsunuz, arkadan yere vuruyorsunuz. Ondan size gürültülü tıkırtı veya çatırtı anlamını veren ‘sart’ adını vermişler’ diye onlara güldüklerini bir kaç defa duymuştum.

Kazaklar Nogay – Tatarlara da gülüyorlardı. ‘Ey, Tatarlar, deveden korkuyorsunuz, at binerken yoruluyorsunuz, yaya yürürken dinleniyorsunuz. Becerikliliğiniz de ayı gibi, adınız Nogay değil Nokay – biçimsizdir. Ondan her tarafta: asker- Tatar, firari – Tatar, bakkal- Tatardır ’.

Ruslara da gülüyorlardı. ‘Kızıl sarılar aklına ne gelirse onu yaparlar. Uçsuz bucaksız kırda yurta* görürlerse kafa kırarak acele derler ve onlara söylenen her lafa inanırlar. Hatta

* bir çeşit göçebe çadırı - tercüman

‘uzun-Kulak’ı gösterin diye sormuşlar, ondan sonra kırın başka başında seni nasıl tanıdıklarını görmeye çalış...’

Ben bu söylenenleri dinleyerek sevinç ve gururla gülerdim. ‘Ay Allah’ım – diye hayranlıkla içimden geçirirdim, - anlaşılan, kimse benim büyük halkıma yetişemez’.

Şimdi görüyorum Sartın yetiştirmediği bitki yok, Sartın bahçesinde yetişen meyvelerden tatlı meyve yok. Sartın alışveriş yaparak gidip görmediği ülke yok, bayağı Sartın eliyle yapamadığı eşya yok. Şehirde bir birlerinin işini izlemeye zamanları yokluğundan onlar bizden daha birleşik. Önce onlar kazakları giydiriyorlardı ya. Karşılığında bir birlerimizi aptalca öldürerek elde ettiğimiz hayvanları vererek ölüler için kafeni de onlardan alıyorduk. Ruslar geldiğinde de Ruslardan onların zanaatını alarak Sartlar yine bizi geride bıraktılar. Servet de, takva da, maharet de, nezaket de – hepsi şimdi Sartlarda.

Tatarlara bakıyorum. Onlar askerliği de taşıyorlar, yoksulluğa da dayanıyorlar, acıya da tahammül ediyorlar ve tanrını da seviyorlar. Tatarlar gayretle çalışmayı biliyorlar, servet toplamayı ve lüks içinde yaşamayı biliyorlar. Hatta bizim en kalburüstü zenginleri de onlar evlerinden kovuyorlar: ‘Bizim döşemelerimiz sen Kazak’ın pis çizmeleri altında kirlenmesi için parlamıyor!’.

Rusları ise konuşmayalım bile. Biz hatta onların hizmetçilerine de denk gelemiyoruz. Bizim övüngenliğimiz, soyumuz için duyduğumuz gurur, komşularımıza karşılıklı üstünlük duygusu nerede kaldı? Hani benim sevinçli gülüşlerim?

 

=ÜÇÜNCÜ SÖZ=

Kazaklar neden bir birlerine kurt gibi bakıyorlar? Neden onlarda akrabalarına karşılıklı acıma duygusu yok, dürüstlük yok? Gururlu bozkır halkının kanına aylaklık ve tembellik nereden, ne zaman girdi?

Büyük bilgeler çoktan farkına varmışlardır: her tembel korkak ve iradesizdir; iradesiz insan ise her zaman övüngendir; övüngen insan korkaklıktan başka gene aptaldır; aptal ise her zaman cahil ve namussuzdur. Namussuz insanlardan bu dünyada kimseye gerek olmayan açgözlü, geçimsiz ve istidatsız yaratıklar çıkar.

Bizimle de aynısı oldu. Buna sebep ise – çiftçilik, ticaret, zanaat ve bilimden uzaklaşmamızdır. Biz sadece hayvanlarımız ve sürülerimiz sayısını arttırmayı, hayvan ve sürülerle sadece kendimizi değil çoluk çocuklarımızın da ihtiyacını sağlamayı düşünüyoruz.

Bunu başardığımızda ise sürülerimiz çobanlara veriliyor, biz, yeni meydana gelen zenginler ise tıka basa et yiyoruz, kana kana sarhoş edici kımız içiyoruz, güzellerle eğleniyoruz, atları koşturup seyrederek zevkleniyoruz.

Kışladığımız yerler dar geldiğinde ise, komşularımızla pazarlık veya mücadele yapıyoruz: tezvirler, rüşvetler, kan davası başlıyor. Zarar gören taraf ise başka komşusunu sıkıştırmaya başlar. Bir zaman karanlık gibi bir fikir doğmuştur: halk gittikçe fakirleşsin, çünkü fakirler ne kadar çok olursa, onların emeği o kadar üçüz olur, otlaklar o kadar geniş, kışlama yerleri korunmasız olur. Biz rakiplerimizin yoksullaşmasını arzu ediyoruz, onlarsa bizim batmamızı istiyorlar.

Şimdi bana söyleyin, bizim birbirilerimize iyilik dilemememiz mümkün mü?

Biz birbirimize düşman olduk, dövüşüyoruz, kümelere ayrıldık ve kendi servetimiz ve otlaklarımızı korumak için iktidara geçmeye başladık. Kimse bu fırtınanın dışında kalmadı.

İnsanlar yeni meslek öğrenmek için vatandan çıkmayı bıraktılar, tarlaları işlemekten vaz geçtiler, ticaretten fayda edinmek peşini bıraktılar. Sadece o partiden bu partiye geçerek kendilerini sattılar.

Hırsızlar yok olmadılar – onlar dargınlık için lazımdılar. Ama en iyi adamlara iftiralar uğratıldı, onlara karşı cezalık bir işler açıldı, yalancı tanıklar seçildi. Bu işlerin hepsi dürüst insanların iktidara geçmesine engel olmak için yapıldı.   

Onlardan iftiraya uğramış ve küçük düşürülmüş birileri güçlülere yardım için başvurur ve böylece bozkır yine bir namuslu oğlunu kaybederdi. İçlerinden daha gururlusuna bir yol kalıyordu – hayatının kalan günlerini zindanda geçirmek.

Köy muhtarları oturdukları koltuğu kurnazlık ve sinsilikle alıyorlar ve haksızları destekliyorlardı. Çünkü kendilerine benzeyen insanların hasmı olmaktansa, dostu olmayı seçiyorlardı. 

Hilekârlığa payan yoktur – yarın kimin kimi aldatacağı belli olmaz. 

Şimdi herkesin kullandığı bir atasözü var: ‘İnsanı yaptığı işlere bakarak değil niyetine bakarak değerlendir’. Demek ki insanlar hiçbir şey namusluca kazanılamaz, fakat hile ile her şey elde edilebilir diye inanıyorlar.

Bu belanın kaynağı nerde? Köy muhtarı üç yıllık süreye seçiliyor. Birinci yıl onu seçen insanların hafif dargınlığı altında, karşılıklı sitemler ve cilveleşmeler altında geçer. İkinci yılda muhtar kendi adayları ile mücadelesiyle geçer: aday daha seçimlerden uzakken onu yenmeğe hareket etmek lazım. Üçüncü yıl boş vaatlerle geçer, çünkü her kes gelecek dönemde de kendisinin oturduğu muhtar koltuğunda kalmayı arzu eder.

Ben, halkımın bu izdihamda yıldan yıla ufaldığını ve gittikçe daha ahlaksızlaştığını görüyorum.

Ona bakmak bile ağır.

Neden, örneğin köy muhtarı Rus dilinde eğitim gören insanlardan seçilmez? Eğer, böyle insanı bulamıyorsak, o zaman köy muhtarını kaymakamlık başkanı veya hatta harp valisi seçsin. Hoşnutsuzluklar azalır.

Hâkimler da seçilmek yerine tayın edilselerdi, attıkları her adımda bozkır kodamanlarına bakmazlardı. Yalancı suçlamalar da azalmış olurdu.

Biyler yani bozkır hâkimlerinden zarar gelmesine esas sebep, onların kendi dedelerinin geleneklerini unuttuklarıdır. Şimdi biylerin çoğu Esim han tarafından vasiyet edilen ‘Eski gerçekleri’ veya Kasım han tarafından anlatılan ‘Parlak yolu’, veya bilge Tauke tarafından söylenen ‘Yedi mevzuatını’ hatırlamıyor. Ne de olsa onların kanun ve kaidelerindeki hangi kısımlar çağın ruhuna aykırı düştüğünü, yeni hayatımıza engel olduğunu daha tanımak lazım!. Bilge biyleri nerden bulalım? Onları bulmak hiç denecek kadar imkânsız. 

Dedelerimiz boşuna: ‘İki biyin buluştuğu yerde dört münakaşa doğar’ dememişlerdir. Bu cümle, çift sayıdaki biylerin hiç bir zaman oybirliğine gelemeyeceklerini anlatmaktadır. Her bir nahiyeden üçer taneden biy seçilmesinin iyi olduğu düşünülüyor. Biylerin en layıkları süresiz olarak seçilmeleri lazım. Böylece onlardan herhangisinin görevden alınması bir gelişme ve öbür kalanları için adalet ihtarı olacak. Fakat biyler hukuk davalarının çözülmesinde doğrudan doğruya kendi başlarına karar vermemeleri lazım. Ben böyle düşünüyorum. Kavga eden taraflar kendilerine birer taneden avukat seçer, onlara bir kişi aracılık yapar ve bu üç kişi belli bir işi yürütür. Davanın çözülmediği durumda, diyelim kura çekerek seçilen biylerin biri yardıma gelebilir.

Önceden hayatımızdaki çok tartışmalar bu şekilde çözülmemiş miydi?..


= DÖRDÜNCÜ SÖZ =

Gülüşün sarhoşluğa benzemesi çoktan fark edilmiştir. Saçma gülüş özensizlik belirtisidir, ondan sarhoş insanın laklakiyatından baş ağrıdığı gibi başınız ağrır. Özensizlik yıkıma uğramaya, zihin gevşemesine ve ayıplanacak davranışlara sebep olur.

Ben, kendini saçma gülüşe veren insanlar bu dünyada da öbür dünyada da mutsuz olurlar diye düşünüyorum. 

Akıl ve toparlaklık varlık içinde yaşamaya yol açar, bu sıfatlara sahip olan insanlar ise, genellikle özel yapıdaki insanlardır. Tabii ki bu, her zaman hüzünlü olmayı, acılı düşüncelere verilmeyi veya her başarısızlığı şiddetle yaşamayı anlatmamalıdır. İnsan böyle yükü kaldıramaz. Basitçe,  zamanı boş gülüşlerle geçirmek yerine makul bir emekte bulunmak lazım. Türlü insan vardır ve kendi acısına kapanıp, esir düşmüş gibi vurulanlar için – emek tek kurtuluştur.

İnsanların yaptıkları kötü davranışlara sevinmeyin. Siz mutsuzluğun şahidi oldunuz, gülüşünüz de acılı olsun. Acılı gülüş her zaman kısa olur.

Bir insanın iyi bir iş yaptığında yüzünüz gülsün, çünkü siz hayırlı bir örnek gördünüz. İş bu insan yaptıklarının manası, sizin ne kadar çok güleceğinizi belirler. Ama herkesi uyaracağım bir gülüş var. O insanın göğsünde doğmuyor, kalbinden gelmiyor, ancak yüzünü değiştiriyor. Bu gülüş güzel ve berrak olur, bu sahte gülüşün çok yüzü var. İnsanlar, onu kendinizden uzaklaştırın!

İnsan bu dünyaya ağlayarak gelir ve üzülerek ölür. İnsanlar asıl saadetin nerde olduğunu bilmeden, hayatlarını boş işlere harcarlar. Birbirilerini kovalıyorlar, Birbirilerinin karşısında övünüyorlar, servet topluyorlar, ömrün son saati geldiğinde ise bir günlük hayat için topladıkları her şeyi vermeye hazırlar. Neden insanların gözü bu kadar geç açılır?

Neden ilk baştan kendi kaderine inanılmıyor ve emekle meşgul olunmuyor. O zaman kıt toprak bile bize kendi meyvesini verirdi. Çünkü onun var olmasının amacı da bu.

 

=BEŞİNCİ SÖZ=

Kalp derde dolu olduğunda insan kendine hakim olamaz. Diline ise hiç olamaz. Ben ‘Vay Allah! Bizi çocuklar gibi kaygısız yap’ diye yalvaran kazakları gördüm. Neden büyümek kazaklara böyle ağır geliyor? Hangi vazife onların belini büktü? Onların derdini ilerideki atasözlerinden anlayabiliriz: ‘Ömrün bitmesine bir gün kalmışsa bile, iki güne yeten yemek topla’ , ‘Yoksul insana babası da yük olur’, ‘İnsan için hayvan hayattan önemli’, ‘Zenginin yüzü parlaktır, yoksulun yüzü hüzünlüdür’, ‘Cesur adam da kurt gibi yürüdüğü yoldan karnını doydurur ’, ‘Cömert insanın düşmanı olmaz’, ‘Alan el vermeye de alışır’, ‘Ganimet kimin elindeyse o haktır’, ‘Kim zengine saygı göstermiyorsa, o Allahtan da yüzünü çevirir’, ‘Karnın açsa, anma yemeği olan eve git’,  ‘Balık olmayan gölün yanında yaşama, merhameti bilmeyen köyde yaşama’.

Şimdi, bu atasözlerinde barış, bilim, bilgi ve adalet hakkında konuşuluyor mu?

Buna benzer insanlar hayvan için hatta kendi babasını çalmayacağından kim emin olabilir?

O zaman yetişkin insanın çocuktan bilge olduğu nasıl anlaşılır?

Çocuk ateşten korkar, anlaşılan yetişkin insan Allah’ın cezasından bile korkmaz. Çocuklar utandıkları zaman yere batacak gibi olurlar, yetişkin insanlar, bildiğim kaderiyle, böyle anlarda hatta gözlerini bile yummazlar. Onlardan farkın olsa sendi reddetmeye hazırlar. Ve bu insanlar sevdiğim ve kalplerine yol aradığım halkım..

 

=ALTINCI SÖZ=

Kazakların bir atasözü vardır: ‘sanatın başı – birliktedir, refahlı lığın başı – hayattadır’.

Birlik nedir ve mutabakat ne zaman doğar?

Kazakların düşüncesine göre birlik – bu isim, yemek, giyim, servet birliğidir. Fakat, eğer bu görüş hakikaten doğruysa,  o zaman servetten fayda nedir ve yoksulluktan zarar nedir?

Refah içinde yaşıyorsan, seninle sadece akrabaların değil belki yabancılarda, gayrı dinlerde memnuniyetle ittifak ederler. İnsanlar ekmeyi dışarıdan aramayı bırakacaklar. Ama buna karşılık ilk başarısızlıkla yüz yüze gelindiğinde rekabet etmeye, hukukları ve yaptıkları hizmetleri abartmaya, sonunda ise bir birilerini aldatmaya başlarlar. Bu nasıl birlik? Hayır, belki bu akıl birliğidir fakat servet birliği değildir. ‘Hayatı refah içinde geçirmenin başı’ ... Daha kesin ve açık olarak belirleyelim, bu nasıl hayat? Ten hayatımı? Bedenimizdeki hayatı, yemek ve besinin özümlenmesini mi anlatıyor? Ama bu hayat insanı işkembesini şişirmeyi seven ve ölümden en çok korkan birisine dönüştürür. Hayatını kurtarmak için böyle insan düşmandan kaçmaya da ve hain şöhretini almaya da, emekten kaçınarak tembel olmaya da hazır olur.

Şöyle bir şiir var:

Sadece asalak ve küstah

Hep hazır yemeğe sevinir dilden.

Becerikli görünüş ama kalp çirkin

Utanç sız yaşamaya alışmış, ondan.  

Bu şekilde hayat sürdürmeye ölümü tercih etmek daha iyi!

İnsan hayatındaki en önemli sıfat maneviyattır. Cevval bir ruh ve hassas bir kalp insanı yönetmesi lazım, işte o zaman onun emeğinde de servetinde de mazmun olur.

 

=YEDİNCİ SÖZ=

Doğduğu tarihten itibaren çocuğun hayatı farklı iki ihtiyaçtan oluşur. 

Birincisi, çocuğun bedeni onun ruhuna sığınak olması,  çocuğun büyümesi ve kuvvetlenmesi için lazım olan yiyecek, içecek ve uykuya olan ihtiyaç.

İkincisi ise bilmeye, anlamaya olan ihtiyaç. Çocuk kulakları işiten ve gözleri gören her şeye gerinir: pırıldayan eşyaya gerinir, onu elle yoklamaya tadını anlamaya çalışır, davul veya kavalın acayip sesini duyunca onlara yakınlaşmaya hareket eder. Büyüdükten sonra ise tamamen her şeye ilgi duyar: köpeklerin ürümesini dinler veya akşamda köyden gelen seslere, insanların gülmeleri veya ağlamalarına kulak verir. Çocuk tedirgin olmaya başlar. ‘Bu nedir?’, ‘neden böyledir?’ , ‘neden böyle yapıyorlar?’ Çocuğun verdisi sorulara cevap bulamadan büyükler rahatsız olurlar.

İnsan t doğa olaylarının sırrını öğrenerek veya belirli yargılar yaparak dünyada temelleşir. Bu onun hayvandan farkıdır,  onun kalbini gösterir, ona akıl ve iradenin verilmiş olduğunu gösterir.

Ama neden biz büyüdükten sonra biz, dünyayı anlamaya olan bu hevesimizi kaybederiz? Neden biz, çocukluğumuzda olduğu gibi, bize bilinmeyen bir şeyler aklımızı aldığında uyku ve yemeği unutarak onunla ilgilenmiyoruz ve anlamaya çalışmıyoruz? Neden bize gizli olan olayları ve bilimi keşfedenlerin arkasından gitmiyoruz?

Biz ömrümüzün başında bin bir güçlükle topladığımız servetleri artırmamız,  görüş ufkumuzu genişletmemiz lazımdı. Bilgiye susamışlık hissi aklımıza hakim olmuştu ve kalan her şeyi de kalp emrine vermek lazımdı. Fakat biz bunu beceremedik. Biz kargalar gibi çığrıştık, gürültü yaptık ve köy kavgalarından ileri gidemedik. Biz kalplerimizin ayağından tartarak yere indirdik, duygularımıza inanmaktan vaz geçtik, olayların kökenine bakmayı bırakıp sadece seyretmeyi tercih ettik. Bizim gibi hayat sürdürenlere daha kötü bir şey olmadığını bahane ederek kendimizi mazur gösterdik. Zaman geçtikçe esaslı kınamalara hazır kanıtlar hazırladık: ‘Sen kendi aklını kullan, benimkini kendim kullanırım’, ‘Birilerinin aklı hesabına zengin olacağına kendi yarım aklınla yaşa’, ‘evli evine, köylü köyüne’…

Kalplerden sıcaklık, gönüllerden inanç gitti. 

Bugün çocukluktaki o günlerim daha da güzel görünüyor. O zaman sabahtı ve biz çevremizdeki dünyayı anlamak peşindeydik. Şimdi biz büyüdük. Ama etrafımızdaki, dünyayı görüp de ondan bir şey anlamayan hayvanlardan ne farkımız var? Bizler de hiçbir şey bilmiyoruz, ama kendi cahilliğimizi değerli buluyoruz ve cehalette kalma hakkımızı büyük bir gayretle savunuyoruz.

 

=SEKİZİNCİ SÖZ=

Bizlerden hangisi bize bilgece verilen öğüte uymaya gücü var? Kim nasihatlere kulak vermeye hazır?  

Biy ve muhtarlar sağır.

            Eğer onlar bilgeliğe değer verselerdi ve akıllanmayı isteselerdi o zaman iktidar peşinde koşmazlardı. Fakat onlar kendini yetkinlik üst perdesinde olduklarını sanıyorlar ve insanlara akıl verme hakkına sahip olduklarına inanıyorlar. Tabii ki biy ve muhtarın elindeki iktidar bu işte onların karına gider. Kendi akıllarınca büyük olduktan sonra halkı da büyük yapmak onlara kalıyor sanki. Bu büyüklerin birisinden nasihat dinleyeceği mi var, bunun için nereden zaman bulurlar?

Oturdukları makam onlardan amirleri karşısında tatsız duruma düşekalmamalarını, köydeki fesatçılarla aralarını bozmamalarını ve halk içinde bölünme olmasına engel olmalarını talep eder. Her zaman birilerinin himayesinde bulunmaları, birilerini kurtarmaları, birilerini ise sıkı tutmaları lazım.

Bu kolay mı?

Hayır, halkın oyla seçilmiş temsilcileri çok meşguller

Zenginler en azından dünyanın yarımına hakim olduklarını sanıyorlar. Gözleri yere inmiyor, akılları ondan da yukarıda geziyor. Onların fikrine göre hayvan karşılığında her şey satın alınabilir. Hatta Allah da hediyelerle tamah edebileceğine inanıyorlar. Şeref, namussuzluk, akıl, bilim, inanç, halk onlar için hayvandan değerli değil. Bunun gibi insanlar iyi öğütlere kulak verir mi hiç?  

Hayvanları otlatmak, sulamak lazım, hırsızlar, kurtlar ve kötü havadan korumak lazım. Bunları yapmak için namuslu ve dürüst çobanlar lazım, böyle insanları ise mumla arasan bulamazsın. Zenginlerin de vakitleri yok. 

Hırsızlar, zalimler ve dolandırıcılar de senin öğütlerini dinlemezler.

Kıt kanaat geçinen yoksullar kalıyor. Onlar muhtar ve biylerin aptallıklarını her gün gördükleri bir durumda, bilim alınması gerektiği hakkında konuşup onların canını sıkmak nasıl olur? Yoksulların bundan başka da derdi yeterli, onların çektiği dertleri bu alçaklar duymamışlar bile.

 

=DOKUZUNCU SÖZ=

Halkım için tuhaf duygular geçiriyorum. Anlamıyorum, onları seviyor muyum yoksa onları karşılıklı bir antipati mi hissediyorum.

Seviyor olsaydım, onun hayat tarzını hiç kuşkusuz takdir etmiş olurdum ve tüm özellikleri arasında en azından bir tane övgüye değer özellik bulurdum. Bendeki aşk halkımın büyük millete özgü özelliklere sahip olduğu hakkındaki inancı kaybetmeme engel olmalıydı. Ama böyle inanç bende yok.

Sevmeseydim, akrabalarımla sohbet etmezdim, onlarla danışmaz, kalbimin dibindeki düşüncelerimi onlara açık etmezdim. Onlarla kolayca konuşamamış olurdum ve onların derdiyle ilgilenmezdim. Onları gözüm görmeyecek bir yerlere gitmiş olurdum. Ama ben bunu da yapamadım.

Bence, boşuna ben kendimi yer adamı sanıyorum. Bedenimin sağlam olduğu halde kendimi ölü hissediyorum ve kalbimdeki boşluğun sebebini anlayamıyorum: belki bunun sebebi halkım için hissettiğim üzüntü, belki de kendime olan hoşnutsuzluk veya yine başka şeyler. Ruhum ölü. Kızıyorum, ama göğsümde öfke uyanmıyor, gülüyorum, fakat kalbim sevincimden tıkanmıyor, konuştuğum kelimeler ise yabancı geliyor. 

Gençken halkımı bırakıp ta bir yerlere gitmek aklımın köşesinde bile yoktu: ben halkımı sever ve ona inanırdım. Şimdi kazakları baştan sona anladım ve ileride aydınlık görmüyorum. Ama sonunda, yabancı ülkelere gidip hayatımı yeniden başlamaya gücüm kalmadığını anladım. Mamafih bu girişimden mana ne?   

Belki de,  geçmişin bir hüzün vermemesi daha iyidir: ömrün son günleri gelecek umudunda, mucizelere inanarak yaşanabilir.

 

=ONUNCU SÖZ=

İnsanlar çocuk ver diye Allaha yalvarırlar. Yaşlandıkları vakit çocukların onları geçindirmelerini, onlar için dua etmelerini ve adlarının unutulmamasını sağlamalarını arzu ederler. Bu arzular adil mi?

Adlarının unutulmamasını…

Belki de, insanlar kendilerinin topladıkları servet için korkuyorlardır? Kendisinin vârissiz, topladığı mal dünyaların ise sahipsiz kalmasından mı korkuyorlar yoksa. Ama bunları düşünmekten mana ne? Ölüm yaklaşan zaman gözleri açgözlülük dumanıyla örtmeye ne gerek var? Halkta şöyle bir atasözü var: ‘iyi çocuk – sevinç, kötü çocuk ise derttir’. İnsan tanrının ona nasıl bir çocuk göndereceğini bilir mi? O ise daha güce dolmayan omuzlara kendi ıstırapları ve gerçekleşmediği rüyalarını aktarmaya çalışıyor.  Oğlu bu yükü kaldırabilir mi?

Oğlun duaları da o kadar üzümlü mu?

Eğer sen hayatında insanlara iyilik vermişsen, oğlun olmasa bile senin gidişin çok insanı üzer, ama eğer kötülüyü yeterince yapmışsan o zaman oğlunun yaptığı dualar da boşuna gider. İnsanlar öfkelenerek can verirler, demek ki onlar çocuklarını gücünün üstündeki bir mükellefiyetle bırakırlar. Ahlaksız babanın kendinden sonra büyük insan olarak yetişen çocuk bıraktığı şu ana kadar görülmemiştir.

Çocuk büyüdükten sonra yaşlanan velilerini geçindirir demeleri de boş. Birincil, ihtiyar yaşa gelebilmek lazım, bu ise ancak senin elinde. İkincil, oğul hakikaten bozkır halklarının iyi geleneklerine sadık kalacağına inanç olması lazım. Üçüncül, kıymetli kardeşim, avlu dolu hayvanın varsa, kim sana bakmaktan vaz geçer?!

Valilerini seven bir oğul da eğer kendisi sefalet içinde yaşıyorsa, babasını geçindiremez, ne de olsa, kendisine ekmek kazanabilen çocuk ile son ekmeğini valileriyle paylaşabilen çocuk arasında fark var. Eğer senin oğlun yoksullar ve düşkünlere özen gösteriyorsa Allaha şükürler olsun. Ya göstermiyorsa? O zaman, Allaha gece gündüz yalvarıp da elde ettiğin çocuğunun da günahlarını kendi boynuna alırımsın?

 İnsanların nafile gayretleri gülünçlü.

Önce onlar evlatlarına gah oyuncak gah tatlı vererek çocuklarını aldatırlar ve bu hareketler çocuğu oyaladığında seviniyorlar. Sonra çocuğu kendi komşularını sövmesine zorluyorlar – kim yakın olsa düşmana en hızlı o dönüşür – ve yine seviniyorlar. Zaman geçer ve insanlar, kendi hizmetlerini ucuza teklif eden öğretmen ararlar: onların aklınca, oğullarının sadece okuma ve yazmayı bilmesi yeterlidir. Bu arada etraftaki başka tüm çocukların ona kötülük dilediğini oğlanın kafasına çakıyorlar ve bühtan üretiyorlar. Ben bu çocuğun sonradan insanlara nasıl iyilik yapacağını görmek isterdim. Unutmayın: ona Allaha yalvararak sahip oldular.

İnsanlar servete haristirler.

Ama onu tanrıya yalvarmıyorlar, çünkü bilirler: yaradan onlara çalışmaları için güç vermiş, bilimleri öğrenmeleri için akıl vermiştir. Ama güç her zaman sadece dürüst emek için kullanılmıyor, akıl ise çoğu hallerde boşa harcanır. Her zaman varlık içinde yaşamak için tembelliğe verilmeden çalışmayı ve akıllı olmayı başarmak yeterlidir. Fakat insanlar mal ve dünya isterler ve onu elde etmek için tehdit, kurnazlık, dilencilikten de kaçınmazlar.

İşte namus ve onur yenildi ve arzu edilen servet ele geçirildi. Şimdi onu bilim edinmek için kullanın. Eğer siz beceremiyorsanız bu işi sizin evlatlarınız yapsın, çünkü bilimsiz bu dünyada da öbür dünyada da hayat yoktur. O olmazsa yaptığınız dualar, oruçlar, hac yolculukları da bir işe yaramaz.

Ama ben şu ana kadar alçaklıkla zengin olup da servetini layıkıyla kullanan biriyle karşı karşıya gelmedim. Namussuzluk karşılığında elde edilen servet sağlam değildir,  o arkada sadece ıstırap, acı ve garez bırakır.

Ben kendilerinin ağır para çantalarıyla övünen zenginleri bilirdim, sonra onları müflis gördüm. Onlar önceki bolluğu unutmuyorlardı ama ellerini uzatarak gezmekten de utanmıyorlardı.  

 

=ON BİRİNCİ SÖZ=

Bozkır hırsızlık ve kışkırtmaya doldu.

Hırsız hayvan çalarak zengin olmaya, zengin ise kendini kurban göstererek kaybettiklerini fazlasıyla almaya kalkışıyor. Adalet hizmetçileri, tabii ki, zararını kaplamayı vadederek davacıyı da, serbestlik vadederek hırsızı da çalıyorlar. Dalavereciler de kendi lokmasını kaçırmak istemiyorlar. Onlarda seçenek çok: Hırsızı ihbar edebilirler, onun gizlenmesine yardımcı olabilirler, çaldığı malları yok pahasına satın alabilirler.  

Kışkırtmalar sayesinde hırsızlık filizleniyor. Fesatçılar evlere yılan gibi sürünerek giriyor ve insanları dava açmaya kışkırtıyorlar. Birilerinin kulağına hangi şekilde hakim olmayı, başkalarına düşmanlardan nasıl intikam almayı fısıldıyorlar, öbürlerine para işlemeyi öğretiyorlar. Onlar utanç ne,  huzur ne bilmiyorlar, keyfilik ve zorbalık kokusu gelen yere anında yetişiyorlar.

İktidar başında duran fesatçıların işine gidiyor. İki kişiyi bir birine karşı koyarak vampir gibi kanını içmek onlar için oldukça kolaylaşıyor. Bu işleri onlar utanıp sıkılmadan yapıyorlar. 

Bu sefahatten sıradan insanlar eziyet çekiyor. Onlar kırgın akrabaları için sıra dağ gibi duruyorlar, köy köyle karşılaşıyor, kan kaybediyorlar, sonra kendilerine yandaş arıyorlar, bir yerde vicdanlarına karşı gidiyorlar, namuslarını, hanımlarını, akrabalarını satıyorlar. Vakit geçince onların ne yüzünden kavga ettikleri ve bedelini nasıl ödedikleri de unutulur. 

Herkes kışkırtmanın yapışkan ağıyla sarıldı ve hırsızlığa sürüklenerek dürüst emek hakkında unuttu. Zenginler hayvan otlatmayı unuttular, yoksullar açlık çekiyorlar. Yemin, dostluk, namus ve vicdan hakkındaki düşünceler anlamını kaybetti. Buna ne zaman son verilir? Hırsızları bitirmek mümkün ama fesatçıları yetiştirmekte olan zenginleri nasıl akıllandırmak mümkün?

 

=ON İKİNCİ SÖZ=

Biz dindar haline o veya bu işi yapan kişiyi ayıplamaktan çekiniyoruz. Onun temiz ve hayırlı niyeti kalbimizi kazanır ve biz sadece bu insanın bir de bilime sahip olmadığından üzüntü duyarız. Allahtan korkan kişi olmak yeterli değil, insanlar iki önemli koşulu her zaman akıllarında tutsalar iyi olurdu: birincisi – inancın kudretli güç olduğuna emin olmak, ikincisi – onun manasını anlamaya çalışmak.

Eğer birileri hayatın ve dinin anlamını tanıdım diye öğrenmekten vaz geçiyorsa, bilsin – onun dindarlığı hakiki değildir. Allaha sığınmanın en önemli kısmı bu diye kafasına sarık takıp kendini oruç ve dua savunucusu ilan eden kişiler, bu yaptıkları için ayıplanmaya layıktırlar. Çünkü onlar ruhun yükselişini düşünmüyorlar, sadece hoşnutluk ve huzur peşindeler.

Din temizliği ve yüceliği için yapılan mücadeleler siz ham de Kullarının gayretsiz ve perhizleriz inanç hakiki olmaz.

 

=ON ÜÇÜNCÜ SÖZ=

Müslüman olmak  - Allah’ın kusursuz ve her şeye kadir olduğuna inanmaktır ve imanı Allah’ın tek güç sahibi olduğu ve dünyadaki varlık hakkındaki peygamberimizin öğreti olarak kabul etmektir.

Allaha hizmet etmenin iki yolu vardır.

Birincisi –akla uygun kanıtlarla imanın nasıl savunulmasını ve sağlamlaştırılmasını bilerek onu kabul etmek. Bu bilinçli inançtır ve onu yapanlara ibadet kişileri diyebiliriz.

İkincisi – insanlar mollanın sözlerini dinleyerek veya kutsal kitapları okuyarak dindar olmalarıdır. Bu kör inançtır ve onu kabul eden kişiler çoğunluktur. Ama bunların içinde ölüm tehlikesi de, binlerce kişilerin binlerce ince kanıtları da inancını dalgalandıramayan kişiler gerçek dindarlar diye adlandırılabilir. Böyle insanlar korkusuz kalbe, zapt olunmaz ruha, zayıflamayan oynaklara sahip olmalıdırlar. 

İmanını savunmak için bilim sırlarından haberi olmayan, ve inançlarını izlemek için ruhları yetirince sağlam olmayan dindarları ne diye adlandıralım? Akı kara gösteren ve yeminin değerini bilmeyenlere ne diyelim? Böyle insanlardan bizi Allah korusun! Kör ve bilinçli inançtan başka inanç yok ve imanı çarpıtanlar bilsinler: onları ceza bekliyor. Allah’ın büyüklüğü de peygamberin iyi kalpliliği de bunda ifadesini bulmuştur.   

Söyledikleri gerçekleri iş bu yalancı atasözüne değer insanlara lanetler olsun:  ‘Allah’ın affetmeyeceği günah, pulatın kesemediği ant yoktur’.

 

=ÖN DÖRDÜNCÜ SÖZ=

İnsan için en değerli olan insanın kalbidir. Kazaklarda ‘cesaret’ ve ‘korkaklık’ ‘kalp’ kelimesinden oluşmuştur. Halkta bahadırı ‘cu-rekti’ diyorlar, bu asıl kalbe sahip yiğit anlamına gelir. Korkak insanı ‘cureksiz’, yani kalpsiz insan diye adlandırıyorlar. İnsandaki iyi kalplilik, merhamet, iyilikseverlik gibi en insanca sıfatlar yürekte doğar. Hatta acelecilik yürekten gelir. Dil yürek emrine itaat ettiği durumda yalan olmaz, eğer dil yalan söylüyorsa, demek ki kalp aldanmıştır.

Hakiki kalpli insan öğütlere kulak verir ve sözüne sadık kalır; o köpek gibi kervanın altından gidemez, belki en ağır koşullarda, yolunu kaybedenleri doğru yola çıkarır; o onun için ne kadar zor olsa olsun gerçeklere boyun eğmeye hazırdır, haksızlık karşısında ise başını eğemez. Bahadır böyledir – mert ve dayanıklıdır, göğsünde kurtun kalbi değil titrek, insan yüreği vardır.

Kazak da insan evladıdır ve her insanda olduğu gibi yanılmak insana özgüdür. Ama o aptal olduğundan yanılmıyor, belki de akıl sesini dinlemeye metaneti yetmediğinden yanılıyor. Kabahat kalpte.

Ben insanların ‘bilmeden kötülük yaptım’ dediklerine inanmıyorum. Buna sebep irade zayıflığı ve şerifini yemektir. Kötü alışkanlığın tadını tattıktan sonra insan ondan kolayca vazgeçmez. Bu cesareti yapmak herkese verilmemiştir.

Ben yine bir olayı fark ettim, bahadırlara ünlü bir lakap koyarak onları belaya düşürüyorlar: çetin yiğit, cesur yiğit, mahir yiğit… Ama herkes biliyor, namusu ve utanç hissi olmayan, kontrolünü kaybeden ve alçaklık yapan birine asıl yiğit değil hatta insan demek zordur.

 

=ON BEŞİNCİ SÖZ =

Aptal ve zeki insanlar arasındaki fark benim için çelişiklerin karşılaştırılmasında özgün bir ölçüttür.

Hakikaten, zeki adam insanlara bir fayda getirmeye çalışır; kalakları öğüt için açıktır, hafızası ise parlak hüzünler ambarıdır. O her zaman dünyadan şaşırtıcı ve acayip şeyleri arar ve sonradan bu arayışlarda geçirdiği günleri onun için hayatının en güzel günleri olarak görünür. O hiçbir zaman geçmişine pişman olmaz. 

Aptal ise hayattaki yerini hiç bulamaz. O aklına gelen her işe meraklı olur, hayatını anlamsız ve amaçsız işlerle doldurur. Gençlik sonsuz değildir, ama aptal insan bunu düşünmez. Kendini eğlencelere vererek o doymaz olur ve bir gün, artık vakit geçtiğinde, yıllar onu eğdiğini anlar. Böylece, hayatın en güzel anları koşuşmalarla geçmiş, ihtiyarlık ise acılı nedametlerle gölgelenmiş olur.    

Cazibe insanı mahveder. O kanlarda ihtiras ateşini yakar, ihtiras ise – bir hastalıktır, çünkü o insanı sarhoş eder. İhtirasa verilen aptal beygire eyersiz binip, onun sağrını gömleğiyle örterek kendi burnunu yukarıya kaldırarak, şapka giymeden koşturan ahmağa benziyor.    

Zeki insan ise bu zaman gürültüsüz, aklını başında tutarak, maskara olmadan kendi isteğine yetişir. Akıllılar sırasında kalmak isteyenler, günde bir defa veya haftada bir defa veya hiçse ayda bir defa kendine rapor vermesi lazım: O bu günleri nasıl yaşadı, halk için faydalı bir iş yaptı mı, gelecekte pişman olacak işler yapmadı mı. İhtiyarlaşınca hatırlanacak bir şey olmaması da mümkün ki.

 

=ON ALTINCI SÖZ=

Allah’ın karşısında günahlı olmak veya olmamak Kazak’ı o kadar kaygılandırmıyor. O başkalarının yaptıklarını yapmak yeterli sanıyorlar. İşte o diz çöküyor, dua ediyor, kalkıyor ve yine eğiliyor. Kanaat getirebilirsiniz: onun Allaha derin saygısı vardır. Ama köye borcunu almaya gelen tüccara gösterdiği kanıtları yukarıdakilerle karşılaştırmak çok ilginç. ‘Verebileceğimin tamamı şu – diye söyler o, - istiyorsan al, istemiyorsan – gerek yok. Sana borcum var diye her şeyi hazır edemem ki’. Böyle hile ile o tüccarı yollayabilir, fakat Allah’ı aldatamazsın. Ama nasıl çaba?   

Buradaki çözüm çok basit. Bozkır adamı kendini boşuna yormak, öğrenmek, dilini geliştirmek istemiyor. ‘Benim bildiklerim bu kadar – kendini savunur o. – Yaşlandım artık, bu yaştan sonra kendimi yeniden eğitmeyeceğim ki!’ Veya samimi görüntüyle iddia eder: ‘Beni bilgiç olmadığım için yüzüme vurmasalar yeter, akıllıca konuşamadığım ise benim suçum değil. Benim dilim böyledir...’

Ama bunları söylerken, Allah’ın her insana verdiği gibi ona da iyi dil verdiğini çok iyi bilir.

 

=ON YEDİNCİ SÖZ=

Güç, Akıl ve Kalp hangilerinin insana en gerekli oldukları hakkında bahse girdiler. Kendilerinin bir karara gelemeyeceklerini anlayıp Bilime yardım için müracaat ettiler.

-   Bilim, dinle beni! – diyordu Güç. – Sen çok iyi biliyorsun, sıkı çalışmadan mahareti de serveti de elde edemezsin.  Ancak ben insanı düşüncesizlikten, insanlığa layık olmayan düşük işleri yapma rezaletinden ve emeksiz kazanca olan istekten koruyorum. Sadece ben onların yese düşmelerine engel oluyorum,  onlar gündüz günü bile yollarını kaybetmeyi başardıklarında ancak ben onları doğruya dönüştürüyorum. Dinle beni, Bilim! Yorulmak ve uyku nedir bilmeden çalışarak insanlar sana sahip olurlar, demek ki sen de bu yükselişlerini bana borçlusun.  Yorulmak ve uyku nedir bilmeden çalışarak insanlar Allah’ın kulu haline gelirler, demek ki, insanlar hayatlarını bana borçlular. Böylece, anlat bana Bilim, neden bu ikisi benimle tartışıyor?.. O zaman Akıl ona diyor:

-   Ben insanlara yerel ve ölüm sonrası hayatlarında neler faydalı ve neler zararlı olacağını belirliyorum. Sonsuzluğun anlamı bu değil mi? İnsanlar benim verdiğim emirlere göre davranırlar, demek ki, insan gücünün değerini ben biliyorum ve bilim dilini de anlıyorum. Ben olmadan insanlar nerede bulup nerede kaybedeceklerini, belalardan nasıl kaçınacaklarını, bilimlere nasıl sahip olmalarını bilmiyorlarsa, benimle tartışmanın ne anlamı var ki?..

Kalp bu laflara dayanamadı:

-   Ben hayatın sultanıyım! – diye haykırdı o. – Ben damarlardan kan dolaştırıyorum, ruh bende yaşıyor, onun için ben olmasam hayat da yok! Ilık evlerinde, yumuşak yataklarında yatan karnı tokların uykusunu çalarak, aç ve serseri âcizler için acı çekmelerine ben sebep oluyorum. Büyüklere hürmet,  küçüklere karşı hoşgörü bende bulunuyor. Ben – adalet, hoşnutluk, vicdan, minnettarlık ve merhamet. Ben olmazsam Güç ve Akıldan fayda ne? Fakat insanlar beni böyle koruyama kadir değildirler ve bu sebepten kendileri değişiyorlar. Ama ben- hayatın sultanıyım! Benim amacımı tartışmak imkânsız!   

Bunları dinledikten sonra Bilim konuşmaya başladı:

- Güç, dinle beni: söylediklerinin hepsi gerçek. Sen daha tüm üstünlüklerini söylemedin, bu işin de senin güçlü olduğunu gösteriyor. Sen olmaksızın hayat düşünülemez. Ama bazen senin kabiliyetlerin insanlara zalimlik olarak dönüşür. Tuttuğun an sıkı tutuyorsun ve bunun için sen yalandan yana olduğunda insana bela gelir. Senden fayda çok, ama bazen zarar da az değil.

Akıl, dinle beni, sende gerçekleri söylemiştin. Akıl olmaksızın hiç bir şey kazanılmaz. Sen insanlara âlem, hayat, ruh sırlarını açıyorsun, insanlar hatta kendi Yaradanlarını da senden öğreniyorlar. Sen iki dünya sırlarını biliyorsun, ama sen bununla memnun kalmadan kurnazlık ve hainlik tohumunu dökmeye başladın.

 Sana iki dünya servetlerine ulaşmak yolları bellidir ve o sebepten iyi insanlar da, kötü insanlar da sana dayanıyorlar. En kötü şey şu ki, sen her ikisinin de isteğini ayni şekilde yerine getiriyorsun. 

Siz bana üçünüzden hanginiz insan için en değerli olduğunuzu belirlememi sormuştunuz. Ama ben Sizleri birbirinizle karşılaştırmak istemiyorum.

Kalp hepiniz için hükümdar olsun. Sen, Akıl çok yönlü ve dağınıksın, yürek senin her aldığın kararı boyun eğmez. İyi kararı takdir eder ve sevinçle itaat eder. Kötüyü ise kabul etmez, kötü kararları kabul edeceğine senden vazgeçer.

Sen, Güç, kudretli ve sertsin, ama Kalp seni serbest bırakmaz. İyi işleri gerçekleştirmekte seni esirgemez, kötü işlerden ise uzak tutar.

Söylediğim gibi, ittifak olun, hepinizi Kalp yönetsin! Bu iş gerçekleşirse ve Siz üçünüz bir insanda buluşursanız, o insan veli olur. Ayakkabısındaki tozdan da körler şifa bulurlar. Büyük dünyamızın var olmasının anlamı da bu - insan hayatındaki tazelik ve uyum.

Eğer Siz ittifak olamazsanız, o zaman ben insan hayatının sultanı olan Kalbi tercih ederim.

Bu şekilde Bilim tartışmaya son verdi.

 

=ON SEKİZİNCİ SÖZ=

Güzel, temiz ve kullanışlı giyim insana yakışır. İnsan kendine iyi bakmıyorsa ve giyimi kir ve buruşuksa, ondan da kötüsü eğer insan kesesine elvermez giyimler giymeye hevesliyse ve giydikleriyle övünüyorsa bu iyi değil. 

Şıklık düşkünün iki tipi vardır.

Birincisi sadece üstüne dikkat ediyor: yüzüne özenle bakıyor, kaşarını çiziyor, bıyık ve sakalını sık sık düzeltiyor ve cilveli kadınlara benzeyerek gözleriyle oynuyor, parmaklarını çekiyor.

Diğeri şıklıktan belirli fayda çıkartır. Onlar için güzel gömlek ve iyi bir at yaşama kaynağıdır. O yüzden bu züppeler ziyafetlerde her zaman göz önündeler.

Onlar büyüklerin övgüsüne ve yaşıtların üzüntülerine alışmışlardır ve küçükler onlara imrentiyle baktıklarında yüzleri güler.

Bunların hepsi utanç verici ve aptalcadır.

İnsan şıklığa verilmemesi lazım, çünkü bir defa buna girdikten sonra ondan kurtulmak kolay olmaz, demek ki insanlıktan çıkar. İnsana güzellik ve gücü onun aklı, eğitimi, şerefi ve alımı verir. Başka hiç bir şey. Başka yolu kullanarak yükselmek isteyen insan aptaldır.

 

=ON DOKUZUNCU SÖZ=

İnsan dünyaya akıllı olarak gelmez. O insanları dinleyerek, onların yaptıklarını görerek ve gayretle çalışarak akıllanır. Zaman geçtikçe o iyiliği kötüden ayırmayı öğrenir, eğer takdirine çok şeyleri yaşamak yazılmışsa, o zaman, tabii ki çok şey öğrenir.

İnsan bilgelerin söylediklerini aklında tutarak akıllı olur. Ama herhangi sohbet, o ne kadar ibret verici olursa olsun, kendi kendine hiçbir fayda vermez. Çeltikten pirinç alındığı gibi duyulanlardan faydayla kullanılabilecek gerçekleri seçmek lazım. İnsanın aklı böylece yükselir. 

Ama bu sürecin başka bir tarafı da var.

Eğer insan kibirliyse ve anlamadığı yerleri bilgeye sormazsa, veya o kaygısızsa ve kapıdan dışarı çıktığı zaman duyduklarını unutuyorsa, o zaman onun duydukları bilgece sözlerden fayda ne?  Anlaşılan o zihin değerini bilmeyen dikkatsiz ve aptal insanmış. Böyle insanlar hakkında bir bilge şunları söylemiş: ‘Laftan anlamayan insanlara eğitim vermek yerine seni tanıyan domuzları otlatmak iyidir’. 

 

=YİRMİNCİ SÖZ=

Biliyorsunuz, kaderi değiştirmek imkânsız. Kader insana diğer şeylerden başka doyup bıkma duyusunu da vermiştir. Bu duyu sırnaşık bir duyudur, onun tadını bir defa tattıktan sonra ondan kurtulmak zor. Gücü bir yere toplayarak onu arkaya atmak mümkün, fakat o mutlaka tekrar döner ve eninde sonunda seni bitirir.

Sadece bilge insana değil aklı başında olan her hangi insana bıkkınlık vermeyen hiçbir şey yoktur. Her şey bıktırır: yemek de, oyunlar da, gülüşler de, övgü de, kıyafetler de, ziyafetler de, arkadaşlar da ve hatta kadınlar da. İnsan her şeyden bir kusur ve düzensizlik bulur ve önce hissettiği bağlılık duygusu soğur. Dünya kararsız, insanın gücüne güvenilmez, hayat aldatıcıdır. Nefes alan can var ki sabit değildir. Bunları bildikten sonra kararsız diye insanı nasıl suçlayabiliriz?

Bıkkınlık duyusu en çok akıllı, kendi zamanında çok şeyi gören ve yakın kişileri yüzünden birkaç defe acılı utanç duygusunu hisseden insanlarda olur. Ben insanlar mutluluğun bu kadar hızlı geçmesinden yoğruluyorlar diye düşünüyorum. Böyle dakikalarda, aptal ve kaygısız insanların kaderi bana büyük bir şans gibi geliyor.

 

=YİRMİ BİRİNCİ SÖZ=

Övgülerden korunmak çok zor. Birilerini, övüngen olmadıkları için aşırı derecede övüyorlar. Bu insanların adları büyüktür. Onlar kendilerini her övgüden yüksekte sanıyorlar ve en çok tasalandıkları şey adlarının aptal, hafif, şerefsiz, gevşek ve faydasız olarak çıkmamasıdır. 

Onlar yalancı, cerrar ve lafçı olarak şöhret kazanmaktan korkuyorlar, bu sıfatları taşıyanları aşağılık insanlar diye biliyorlar ve tabii ki kendilerini onlardan yukarı koyuyorlar. Bu nitelikler bilge ve vicdanlı insanlara aittir. Onlar için onları övmemeleri değil, belki aşağılık insanlar sırasına koymamaları daha önemli.  

Başkalar ise, bilâkis, övgü almak için parçalanıyorlar. Birileri onların başını okşayıp para babası, yiğit veya kabadayı demesinden çok seviniyorlar. Onlar kendileri hakkında söylenen kötü sözleri dinlemeden sağır kalmayı tercih etmeleri çok tuhaf.

İşte bu ise hakiki övüngenliktir ve ona müptelâ olanlar üç kategoriye ayrılıyor.

Birincileri, yabancıları da şaşıracak övgüler arıyor. Bu tip övüngenlerin temsilcisi tabii ki aptaldır ama yine de insandır.

İkincileri, kendi halkı arasında parlamak için övgü elde etmeye uğraşıyorlar. Bu durumda karşımızdakini tam aptal ve gerçek insanlıktan uzak birisi olarak kabul etmemiz lazım.

Üçüncüleri, hiçse kendi evinde değerlendirecekleri övgüleri hasisler gibi topluyor. Bu da hiç şüphesiz aptallar cinsindendir.

İlgi çeken yine bir şey var. Düşmanlarının gözünde yükselmek isteyenler halkın onu göklere çıkarmasını sağlamaya çalışır. Halkın hürmetini kazanmak isteyenler soydaşların övgüsünü elde etmeye çalışır. Soydaşları arasında ise övüngen insan kendi kendine kraldır ve tabii ki kendini istediği kadar göklere çıkarır.     

 

=YİRMİ İKİNCİ SÖZ=

Bugün kazaklar arasında kim saygı ve sevgiye değer?

Baylara saygı göstermek imkânsız, çünkü böyle saygıya layık baylar da yok. Baylar özgür olmaları lazım, bizim bugün görmekte olduğumuz bu insanlar ise hatta kendi servetlerini de kendi isteklerine göre kullanamıyorlar. Rakipleriyle düşmanlık ederek, zengin kendi koruması için yüzlerce yiğit tutar ve onların hakkını hayvanla öder. Bunun beraberinde, bu işleri kendi isteğine göre yapmakta olduğuna aptalca inanır. Hayır, hediyeleri o onlara iyi kalpli olduğundan veya yaptıkları hizmetten minnettar olduğundan vermiyor. Zenginlerin tabiatı öyledir, ve bundan dolayı onlar kendinde fesat ve çekişmeler taşır, dolandırıcı ve eşkıyaları çoğaltırlar ve eninde sonunda ceza çekmenin zamanı gelir: zenginin kendisi onların kurbanı olur ve boynunu eğerek kendi servetini sağa sola hediye eder.

Gerçek murzalar - kökten sürme asilzadeler kalmadı. ‘murza’ kelimesi halkta ‘cömert’ anlamını verir. Ama şimdi cömert insanları da bulamazsın, bir taş atsan da sadece rüşvet vermesini ve almasını bilen murzayı bulursun. Dedikleri gibi: ‘Alan el vermeye de alışır...’

 Hayır, günümüzün murzaları da saygıya değer değil.

Biyler ve nahiye muhtarlarına saygı gösterilebilirdi, ama onların oturdukları koltuk Allah’ın vergisi değildir. Onlar bu koltuğu dilenerek ele geçirmişlerdir veya satın almışlardır. Bunları bildikten sonra onların karşısında boyun eğmeye kendini nasıl mecburlarsın? 

Güçlü insanlara saygı göstermek iyidir fakat onların arasında iyilik için kaygı duyanları kalmadı. Kötülük yapmada kuvvetli olanlar ise her zaman yeterliydi. Bunlar insani sevgiye değer mi ki? Zeki insanlara saygı göstermek istiyoruz, ama bozkırda kibar ve vicdanlı birilerini bulmak imkânsız. Kurnazlık ve sinsilik yapmak için ise insanlar her zaman yetirince akıllı olmuşlardır. Onlar insani ilgiye değer mi ki?

Ben şanssız ve inatçılara, fakir ve çaresizlere saygı göstermiş olurdum, fakat onların bazen yatan deveye de binmemeleri cesaretsizliklerinden değil. Eğer onlara böyle fırsat verilse, deve yerinden kalkmasına kadar bir şeyler çalabilirler.  Kurnazlar ve dolandırıcılar kalıyor, onlarsa seni mezara sokmadan teslim olmazlar. Senin onlara gereğin yok.

O zaman bu dünyada kimden yana olalım ve kimi sevelim?

Anlaşılan, sadece ‘uğur isteyen ihtilaflardan kaçınır’ atasözüne uyan insanlardan yana olmak lazım. Onlara hırsızların, hainler ve hilekarların yaptığı inanılmaz aşağılatmalara dayanırlar, kendilerinin alın teriyle kazanılan mülklerini verirken de ağızsızlar. Ellerindeki servetin yarısını kurtarmak için kalan yarısını ses çıkarmadan teslim etmeyi kader onlara öğretmiştir. Onlardan alçakgönüllüsü bu alemde bulunmaz, belki de onların saadetini dilersek daha doğru mu olur acaba!..

 

=YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ =

İnsanın ona şeref vermeyen bir bir özel sevinci ve bir tesellisi vardır.

Bu sevinç böyledir: O halk içinden bir kötü insan bulur, birisinin yaptığı pisliği görür ve başı göğe erer. ‘Buna benzemekten Allah korusun! - der o sevinçle. – O da kendini insan sanıyor. Onun karşısında ben taze değil miyim?.. Parlak değil miyim?’

Ama yaradan ona, kötü insandan iyi olmak yeterli olur diye mi söylemiş? Sadece dünyada kötü ve aptal insanların var olduğu için onu bizzat iyi insan olduğuna ikna eden o akıllı baş nerede?

Yüz at katılan at yarışında ödül dağıtılırken geri kalan cokeye, onun kaç atı geçtiğini sormaktan ne fayda var ki? Beş veya altı atın ondan sonra geldiğinin sevinecek nesi var ki?

İnsanın değeri onu en iyi insanlarla karşılaştırmada değil de, kötü insanlarla karşılaştırmada mı belli olur?

Çoğu hallerde insan, sanki başkalar gibi yaşamakta olduğundan teselli bulur. ‘Başka insanlardan farkımın olmadığının utanacak yeri yok –diye hafifçe düşünür o. -  Herkesle birlikte kutladığın bayram – en iyi bayramdır. Kalp huzuru verdiği için Allaha şukur’

Ama Allah ona söylemiş mi ki kitleden geride kalmazsan yeter diye? Veya ona kütlenin cezasız kalacağı mı söylendi?

Kim bilir: bilimi tek başına birimi yönetir veya o herkesin malı mı? 

Kim cevap verir: Akıl – çoğunluğa ait bilgiler toplamı mı veya bir kişinin ruhi gücü mü?

Yolunu sapıtan halk için sadece bir kişinin - gaipten haber veren kişinin var olması yeterli değil mi?

Hangisi daha kolay: Evdeki herkesin hastalanması mı veya yarısının sağ olması mı?

Yolda hangisi daha iyi: Tüm atların yorulmuş olması mı veya yarısının yola devam edecek durumda olmaması mı?

Jütten milletin tümünün batması iyi midir veya onun bir kısmının batması iyi mi?

O zaman dünyada başka akılsız aptalların olması aptal için bir teselli verici durum olarak kabul edilmesinin sebebi nedir?

Eğer güvey geline, ağzındaki pis kokunun sebebi soyundaki herkesin ağzından böyle koktuğunu söylerse, gelin buna inanır mı?

Belli ki gelin bu cevaptan memnun olup ona: ‘Kardeşlerinle aynı ol, onlardan fark etme’ demez ki.

 

=YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ=

Yer yüzünde iki milyardan fazla insan yaşıyor, kazaklar ise iki MİLYON1 civarındalar.  

Kazaklar kendi başlarınca serveti, zanaatı ve bilimi elde etmeye çalışıyorlar, kendi başlarınca dostluk ve düşmanlık. 

1  Abay belki önceden kuzey Kazakistan, Pavlodar ve Semipalatinsk vilayetlerinde hem de Omsk bölgesinde yerleşen bozkır kazaklarını konuşmuş olabilir (tercüman notu)

Onların güç ve övüngenlik hakkında kendi görüşleri var.

Kazaklar başka halklardan her şeyleriyle fark kılırlar: Gözlerini almadan birbirilerini izine bakarlar, gözlerini kıpırdatmadan birbirileriyle düşman olurlar, kendi kendilerini çalıyorlar.

Dünyada nüfusu üç milyonu aşan şehirler vardır, yer küresini üç kere gezip gelen insanları bulmak zor değildir.

Neden bizler başka halkların hayatıyla ilgilenmiyoruz?

Her zaman birbirilerimizle kanlı bıçaklı olmak kaderimize mi yazılmıştır? Bütün dünyaya mazkara olmak? Kazaklar arasından hırsızlık, yalan, dedikodu ve düşmanlık gider,  kazaklar kendi sürüsünü dürüst yollarla çoğaltmaya başlarlar ve sanat ve başka halkların zanaatını öğrenirler, bilim sahibi olurlar, belki böyle gün de gelir?

Yüz hayvana iki yüz kişinin göz diktiğini görünce ve bunlar bir birini bitirene kadar rahat olmayacaklarını anlayınca bunlara inanmak zor olur.

 

=YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ =

Çocuklara eğitim vermek güzeldir, fakat milletine hizmet etmeleri için onlara Ana dillerini öğretmek lazım. Bizim toprağımızda ise bunu başarmak çok zor. Günümüzde insanlar öncelikle zengin olmayı arzu ediyorlar, ondan sonra çocuklarına Arapça ve Farsça eğitim vermeye çalışıyorlar. Karnı aç insanın dürüstlüğü ve namusunu koruması kolay değildir. Bilimin peşinde gitmek değil de, bilime olan hevesini saklamak bile zor.

Yoksulluk ve bunun neticesinde soylularla meydana gelebilen adavet çoğu hallerde insanı belaya sokar: O hırsızlık, zorbalık ve hainlik yoluna girer, hilekârlığa alışır. İnsan ancak bir parça ekmek bulma kaygısından özgür olduğunda o kendisi bilim ve kültüre ihtiyaç duyar ve bu ihtiyacı kendi çocuklarına da tutturur.

Rus dilini öğrenmek lazım. Rus halkında akıl ve servet var, gelişmiş bilim ve yüksek kültür var.  Rus dilinin öğrenilmesi, Rus okullarında eğitim alınması, Rus biliminin öğrenilmesi, bize doğa sırlarını herkesten önce anlayan bu milletin en iyi sıfatlarını kapmamızda ve kusurlarından kaçınmamızda yardımcı olur. Rus dilini bilmek – dünyaya göz açmaktır.

Yabancı dil ve kültürü bilmek kişiyi bu milletle eşit haklara sahip eder, insan kendini özgür hisseder  ve eğer bu milletin düşünceleri ve yaptığı mücadele ona ona yabancı değilse, o da hiç bir zaman tarafsız kalmaz. İnsanın huyu böyledir.

Ama güçlü ve bilimli insanların ayaklarını öperek, yaltaklanarak onların merhametine ulaşmaya çalışanlar da az değil. Bu cahiller birileri onların başını okşaması için babasını da, annesini de, yakınları ve akrabalarını, dini ve namuslarını da satabilirler. Binbaşının yüzünde tebessüm görmek için onların herhangisi çıplanmaya da hazır. Cahilin huyu böyledir.

Rusların bilimi ve kültürü – dünyayı anlamamız için sır kapılarını açan bir anahtardır ve onu elde ederek milletimizin hayatını daha kolay edebiliriz. Örneğin, biz ekmek parasını bulmanın değişik ve bunun beraberine helal yollarını öğrenmiş olurduk ve çocuklarımıza da bu yolu göstermiş olurduk: köylerimizi hanların adaletsiz kanunlarından korumuş olurduk; Halımızın dünyadaki büyük halklar sırasından yer alması için yaptığımız mücadelede daha gayretli olmuş olurduk.

Çocuklarına Rusça eğitim veren Kazakların çocuklarının bilimini kullanarak kendi soydaşları hesabından zengin olmaya çalışmaları çok acı vericidir. Veliler kendi akrabaları ve yakınlarıyla birlikte çocukların terbiyesini bozarlar. Nasılsa bu çocuklar okuma-yazma bilmeyen insanlardan üstündürler, çünkü onların olanakları çok yüksektir. Onları millete fayda getirecek, dürüst şekilde çalıştırmak o kadar zor olmamalı. 

Bizdeki varlıklı aileler çocuklarını okula istemeden veriyorlar, yoksulların çocukları Rus okullarına zorla gönderiliyorlar. İşte o sebepten biz bugün geniş bilgili insanlar arasında gözle görülür birilerini göremiyoruz.  

Bazen iki soylu birbirileriyle kavga ederken: ‘Senden gelen dargınlığa katlanacağıma, oğlumu askerliğe gönderip, kendim ise saç sakal uzatsam daha iyi’ diyorlar. Dargınlıktan onlar başka bir milletin kılıklarını ve adetlerini kabul edeceklerini tehdit ediyorlar. Çocuklar öğrenim görseler bile büyük insan olabilecekler mi?

Bilimleri sebatla ve esasla öğrenen çocukları henüz görmedim: Bizde her şey yüzeysel, ayaküstü yapılır. Başka kazaklar, eğitim masraflarının tümünü komün karşıladığı durumda bile çocuklarını okula vermeye zor razı olurlar.

Benim teklif ettiğim yolda servete olan sevgiye yer yoktur. Oğlunuzu evlendirmeğe ve ayrı bir aile oluşturmaya acele etme, belki önce onu Rus okulunda okut. Eğitim için gerekirse tüm servetini harca. Oğlunun insan olarak yetişmesi için hiç bir şeyi esirgemeyin.

Eğer oğlun cahil olarak büyürse kendisine de sana da rahatlık olmaz ve ondan halka da bir fayda gelmez. Böyle oğul yetiştirdiğin için yaradan karşısında ebedi korku ve halk karşısında ebedi utanç hissedeceksin.  

 

=YİRMİ ALTINCI SÖZ=

Kazak, kendisinin atı zor at yarışmasında en önde gelirse, hemşeri güreşte yenerse, avda bir kuşu kendisinin yetiştirdiği doğan vurursa, onun zağarı bir hayvanı güzelce alırsa sevincinden kabına sağmaz. Onun için dünyada bundan da büyük sevinç olmadığına eminim.

Bir hayvanın başkasından üstün gelmesi veya bir insanın rakibini yenmesi bu kadar sevinç verici mi? Bu sevinmekte olan insan veya onun oğlu güreşçiler turnuvasında yenmedi ki, at yarışmasında kendi atlarını onların kendisi binmediler ki. Bu sebepten bu sevinç duygusu çok hızlı unutulur ve halk içinde kaybolur. Bu düşünceler acı veriyor. Anlaşılan, Kazakların Kazaklardan başka düşmanı ve rakibi yoktur ve bu önemsiz yarışmalardaki zaferlerle onlar sadece kendi canlarını sıkarlar. Yakınına yapılan kötülüğe kahramanlık denilir mi? Birisine kötülük dilemek, kendisinin ve başkalarının malına zarar vermek, akla karşı yürümek şeriat kanunlarına aykırıdır.

Birilerinin kendi atının yenilmesini kendi mağlubiyeti olarak sanması ve bu mağlubiyetten utanması da çok acıdır.

Canlı yarış atları sadece Kazaklarda değil. Avcı kuşu da av köpeğini de herkes mal edebilir: Bugün onlar birisinde, yarın diğer birisinde; güçlü yiğitler de farklı köylerde doğarlar.

O veya bu güreşçinin yarışmadaki zaferi de geçicidir av kuşu ve avcı it her zaman formunda olmayabilir. Bunun utanacak nesi olabilir ki? Ama ben yarışmalarda doğup büyüdüğü köydekiler mağlup olduğunu göreceğine yerin dibine girmeyi tercih eden insanları görmüşümdür.

Bunlara bakarak, cahil halk sevinmeye değer olmayan işlere sevineceğini anlıyorum. Sevindiğinde de, o kadar sevinir ki, aklı başından üçer ve sarhoş gibi dediklerinin anlamını bilmez. Hiç utandırıcı olmayan işlerden utanç duyar ve başını gururla kaldırıvermesi lazım olan yerlerde gözlerini yere diker. Bunların hepsi cahillik ve aptallık işaretidir.

Ve böyle insanlara onların bu felâketi hakkında söylersen onlar senin dediklerini kabul ederler. ‘Doğru diyorsun – derler onlar, - Doğrudur, bunun tartışılacak ne si var ki’.

Ben onlara inanmıyorum, çünkü bilirim: yarın yine eski işlerine başlarlar.

Bu insanlara onların huyundaki bu sahtekârlığı ispat edemezsin. Onları buna ikna etmeyi başarırsan bile onlar değişecek durumda değiller. Onlar kendi adetlerini değiştirmez hayvanlar gibidir.   

Ancak güçlü korku veya ölüm güçsüz insanı rezaletten kurtarır. Ben, hayatım boyunca kötü alışkanlıklarını kolayca bırakıp da makul hayata dönen, kendi kendine hatalarını içten kabullenen ve hüsnü niyetle akılın gösterdiği yolu tercih eden insanları hiç görmedim. 

 

=YİRMİ YEDİNCİ SÖZ=

(Sokrat tarafından)

Bir gün büyük düşünür Sokrat kendi öğrencisi, bilgiç Aristodim ile insanların büyük ve kudretli Allaha hizmet etmeleri hakkında sohbet kurdu. Aristodim Allah’ı tanımıyordu ve Allah’ın iradesine boyun eğen insanlara gülüyordu.

-   Hey, Aristodim, kendilerinin yapıtlarıyla seni hayran kaldıran insanlar var mı? -  diye sordu Sokrat öğrencisine.

Böyle insanlardan çok var – diye cevap verdi o .

Onlardan hiçse birinin adını söyle bana.

Ben Homer şiirlerinin büyüklüğünden, Sofokles faciasın, daha doğrusu onun yeni bir hayat yaşayabilme sanatından başkalarının içindeki derdi anlayabilmesinden, Zeuxis’in resim sanatından hayran oluyorum.

Yine o zamanlar halka tanınan üstün yetenekli kişilerden birkaçını söyledi.

Sokrat yine sordu:

Öyleyse, kim daha büyük hayranlığa layık: insanı yaradan, onu tüm yaratıklarına hükümdar eden Allah mı, yoksa bataklar sanatla bile olsun insanın cansız benzerini yaradan ressam mı?

Allah- diye cevap verdi Aristodim. –  Ama biz onun rasgele yarattıkları değil ancak akılla yarattığı yaratıkları konuştuğumuzda bu düşünce doğrudur.

Ama insanların bildikleri faydalı şeyler az değil, hayatta değişik durumlarla karşılaşırız, doğada açıklanabilen ve açıklanması mümkün olmayan olaylar vardır – diye itiraz etti Sokrat. – Daha çok hayran eden nedir, Aristodim: manası ve faydası bilinmezlik perdesiyle örtülmeyen olay ve hadiseler mi ve tersi mi?

Bence, sadece insana fayda getiren şeylerin yaratılması akla layıktır- diye cevap cerdi Aristodim. İyi. O zaman sen Allah’ın yarattıkları arasında en büyüğü insan olduğunu kabul edersin tabii ki. Allah, insana lazım olacağını mutlaka bilerek ona beş tane duyu organı vermedi mi? Sen insanda gereksiz ve rasgele organlar gördün mü hiç?

Mesela, gözlerimiz görmeye verilmiştir. Onlar olmasaydı dünya güzelliklerini seyredebiliyor muyduk?  Gözlerimiz naziktir ve onların koruması için göz kapağımız vardır: onlar ihtiyaç olduğu zaman gözlerimizi açar ve kapatır. Kirpikler gözleri rüzgar ve çöplerden koruyor, kaşlar alnımızdan akan teri bir yana çekiyorlar. Kulaklar olmasaydı, insan ne bir gürültü ve ne bir ses duyardı, bağırtı ve fışırtı sesinden kuşkulanmazdı, müzik ve şarkılardan zevk almazdı.

Burun koku bilmeseydi, insan hoş kokulara çekilmezdi ve pis kokulardan kaçınmazdı. Ona hepsi bir olurdu.  

İnsanın dili ve damağı olmasaydı, yemeklerin tadını bilemezdi.

Bunların hepsi insana onun faydası için verilmemiş midir?

            Göz ve burun ağıza yakın yerleşmesine sebep insan yemekte olduğu yemeğin temiz olup olmadığını bilmesi ve kokusunu duymasıdır. Fakat bedene gerek olan, çöpleri bedenden çıkaran başka önemli delikler baştan ve başka asıl organlardan uzakta yer almıştır. Buna yaratanın rastgele aklı neticesi denilebilir mi? Aristodim düşünceye daldı. Ve o dünyayı yaratan gücün en yüksek akla sahip olduğunu itiraf etti. Allah’ı  insanları sevgiyle yarattığına Aristodimde bir şüphe kalmadı.

- Düşün Aristodim – diye devam ediyordu Sokrat.

-Tüm canlılar kendi çocuklarını severler, onları kader hükmüne bırakmazlar, belki büyütürler ve korurlar. Canlı var ki çoğalır – bu hayatın en önemli şartıdır, çünkü ancak çoğalmakla ölüme karşı dayanılabilir. Canlıların bu hareketleri Allah onları sevgiyle yarattığını söylemez mi? Gördüğün gibi, sevgi de Allah’ın hediyesidir.

Ey, Aristodim! Akıl sadece sana, insana verilmiş diye nasıl düşünülebilir? İnsanın bedeni, onun yürüdüğü topraklardaki bir kum tanesi gibi değil midir? İnsanın bedeninden daman ter yer suyunun bir damlasından fark eder mi? O zaman sendeki özel akıl nereden gelmiş sana? Ne cevap vereceğini bilirim: ‘Önce ruh yaratılmıştır – dersin sen, sonra akıl da gelmiş’. Sen akla da ruha da sahipsin. Bundan fayda ne? Sen dünyaya gördün, dünyadaki her şeyin amaca uygun olduğunu ve belli kanunlara uygun olduğunu ve itaat ettiğini anladın. Ama sendeki akıl bu dünyanın sonsuzluğunu kapsamaya yetmedi. Sen onun büyüklüğünden ve gerçeklerinin erişilmez olduğundan hayret ediyorsun, buna sebep ise sendeki aklın küçük olmasıdır. İşte o sebepten onu tanımaya çalışıyorsun. O nereden geldi? Onun kaynakları nedir? Atom mu veya onun yarattıkları kadar sonsuz bir akıl mı?  

Akılı dışta bırakalım. O halde, ne ölçüye ne de hesaba açık olan bu dünya kendiliğinden değil, belki hayatın bir doğal hareketi olarak, içinde yaşama fırsatı sağlamak için meydana gelmiştir. Demek ki, dünyadaki tüm bağlantılar, akla hayale gelmez güzellik kanunlarına uyması lazım.

Söylediklerinin hepsi gerçek – belirtti bilgiç.  Tekrar söylüyorum, ben yaratanın en yüksek akıl sahibi olduğunu kabulleniyorum. Onun büyüklüğünü şüphe altına almak aklımda bile yok, ama neden o, kadir benim ona hizmet etmeme, benim dualarıma muhtaçtır?

Sen yanılıyorsun, Aristodim. O senin dualarına muhtaç değildir. Ama, sana gösterdiği özen için sen ona borçlusun.

Bana özen göstermekte olduğunu nereden anlarım?

Sen etrafındaki tüm hayvanlara bak ve birde kendine bak! – diye haykırdı Sokrat. – Hayat herkese verilmiştir. Ama ruhi sıcaklık, ruhaniyet ve düşünce yaratıkların hepsine de verilmiş mi?

İnsan geleceği planlamaya, hayatındaki gerçekleri tanımaya çalışır, yaşadığı günleri düşünür. Hayvan geçmişini ve bugününü hayal meyal tasavvur eder, geleceğini ise anlamaz bile. İnsanın ne kadar karmaşık olduğuna bak ve hayvanın ne olduğuna bak. İnsan iki ayağına dayanarak yukarıya doğru yükselir: Bütün dünyayı görmek, hayvanlara hükmetmek, onları kendine itaat ettirmek insana değerdir. Hayvanlar ise başka yaratıkların gücünü bilerek kullanamazlar: Bazı hayvanlar kendisinin çabuk ayaklarına güvenir, başkaları ise güçlü kanatlarına güvenir.

İnsanın kendine inancı olmasaydı veya onun bedeni bir hayvan bedeni gibi olsaydı, bu işten iyi bir şey çıkmazdı. Hayvana insani akıl verilmiş olsaydı bu da bir saçmalık olurdu. Çünkü hayvanın bedeni, onun fiziksel kuruluşu aklın ruhi gelişmesine uygun gelmez, sanatı, tababeti, bilimi elde etmeye imkân vermez. Örneğin, okuz nasıl büyük bir şehir kurabilir, cihazları hazırlayıp, savaş silahları dövebilir? Eğer ona yüksek akıl verilirse bile, gereken maharet ve becerikliliği o nerden alır?

            Ancak insan tekel bir güce ve akla, güzelce gelişmiş bir bedene sahiptir ve bu uygunluk onun çok yönlülüğü ve yüksek istidadını belirliyor. İnsan dünyadaki tüm canlıların kralı değil midir? Eğer o Allah’ın en yüksek yaratığı olsa, buna sebep Allah’ın insana olan sevgisi değil midir?

İnsan da, o dünyadaki en büyük bilgiç insan olsa bile, insan evlatları da Allahtan minnettar olmaları ve kendilerini ona son derecede borçlu bilmeleri gerekmiyor mu? – diye sohbete son verdi Sokrat.

 

=YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZ=

Ey, Müslümanlar! Hayat neden böyledir, birileri zengin, başka birileri ise yoksuldur, birileri hasta, öbürleri sağ, birileri akıllı, öbürleri aptal, birileri iyiliğe öbürleri ise kötülüğe mail?

Size bunlar sorulduğunda, Siz yüzünüzü yere dikerek , Allah’ın isteği böyledir diye cevap verirsiniz.

Ama Sizle biz imanı kabul ettik ve Allah’ın yanılmazlığına ve kusursuz olduğuna inanarak Müslüman olduk! Bu nasıl olur?

Kendi yemini yiyen bir suçluya Allah hayvan verir, dürüst, dualarında gayretli bir emekçiyi ise ona kendi emeğinin meyvesini yemekten sevinç hissini duymasına, ailesinin karnını doyurmasına bir defa bile imkân vermeden yoksulluk batağına batırır. 

Birilerine, hırsız veya dolandırıcıya o iyi sağlık verir, suçsuz ve ağırbaşlı birisine ise ağır dert vererek eziyet çektirir.

Bir anne babadan olan iki çocuktan birini akıllı öbürünü ise aptal olarak yaratır.

O, tüm insanları dürüst ve adaletli olmaya çağırarak en doğru yolu göstermiş gibi: dürüst insanlara cenneti, şerefsizlere cehennemi vaat etmiş. Ama insanların kalbine ancak Allah’ın kendisi hükmedebilir, demek ki Allah’ın kendisi birilerinin iyi işler yapmasına öbürlerinin ise suç işlemesine sebep olur. 

Bunlar Allah’ın yanılmaz, merhametli ve adaletli olduğunun işareti midir yoksa?

Millet de ve milletin serveti de Allah’ın elindedir. İşte o ne yapıyor? O kendi servetini canının istediği gibi kullanıyor. Her şey Allahtan ise o zaman bu dünyada halka ne düşüyor?  O kendi gücüyle ne elde edebilir? Demek ki, insanların birbirilerine üzülmelerine bir sebep yok, çünkü iyilik yapan insan da kötülük yapan da Allah’ın hepsi iradesi olduğunu ile sürecekler. Eğer buna kusur denilmezse, bu bizim konuşmaya cesaret edemediğimiz eksikliklerinin Allah’ta da var olduğunu anlatmıyor mu?

Allah aklı başında olan her kişinin dini bütün insan olması gerektiğini ve dini bütün her kişinin ise imanın emrettiği her şeyi ses çıkarmadan yapması gerektiğini düşünür. Akla özgürlük vermeye çalışalım: Çünkü hiç bir dürüst iş onun sınavından geçmekten korkmaması lazım.  Ama o zaman Allah’ın ettiği talepten ne kalıyor, her bir akıl sahibinin dini de bütün olması lazım? Onun sözleri nereye kaybolur: ‘Beni ancak akılla tanıyabilirsiniz’. İnançta bir aldatıcılık, yalan gibi bir şey var olursa, bu hakkında düşünmemeye kendini nasıl mecbur edebilirsin? 

Demek ki, din aklın bir zamanlar durduğu yerde meydana gelmiştir!  Demek ki, biz imanı hiçse bir yetkinlik derecesine getirmedikçe körü körüne itaat bizi hiç bir yere götürmez. Ama şimdi buna daha çok var ve bize sadece iyiyi de kötüyü de Allah, sen yarattığına fakat, insanları iyilik veya kötülük yapmaya mecbur eden gücün sen olmadığına; hastalığı sen yarattığına ama, insanları hastalıktan acı çekmeye mecbur eden sen olmadığına; servet ve yoksulluğu sen yarattığına ama insanları zengin veya yoksul eden sen olmadığına inanmak kalıyor.

Başka türlü seni anlamak imkansızdır. 

 

=YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ=

Kazaklarda akıllı ve dikkate değer atasözleri çoktur, ama sadece Allah’ın değil insanların da bakmasına değer olmayanları da var. Diyorlar ki: ‘Yoksul olsan ol, ama şerefini kaybetme’. Haklı demişlerdir. Çünkü şerefini kaybeden insan kendini perişan bir yaşam geçirmeye mahkûm eder. Eğer seni en ağır, zor ama namuslu emeğe davet ediyorlarsa, bunda aşağılatıcı bir şey yok. Böyle cesaret her insana verilmez ve her insan da böyle daveti kabul etmez. Makul insanlar mücadele yolunu seçerler, layık olmayanlar ise işsizlik ve dilenciliği seçerler.

Yine diyorlar ki: ‘Maharetle kar da yakılabilir’, ‘Akılla sorarsan her şeyi elde edebilirsin’. 

Bu atasözleri Allah’ın cezasına layıktır. Kibritçi birilerinin merhametini kazanacak aşağılatıcı sözleri aramak ve ‘kar yakmak’ yolunu bulmak için kafa patlatmak yerine topraktan bolluk istemek veya kendi emeğine ümit etmek daha iyi değil midir? Yine bir atasözü var: ‘Eğer seni tanımalarını istiyorsan bir meydanı ateşle’. Ama kötülükle elde edilen şöhretten ne fayda var ki?

Şöyle atasözü de var: ‘Yüz gün bir zavallı deve gibi dolaşacağına bir gün fırtına gibi koparak yaşamak iyidir’. Ama belini büken bir günlük ihtirastan fayda nedir?

Diyorlar: ‘Altın ferişteyi de yoldan saptırır’. Bunu söyleyen kişileri feriştenin kutsal adına kurban ederim. Ferişteye altının gerekmediğini onlar da biliyorlar, bu sözleri söylemelerinden maksat onlardaki haset duyusunun doğurduğu hilekârlığı mazur göstermek içindir.

‘Servet anne ve babadan da tatlıdır, ama ömür altın dolu evden de pahalıdır’. Anne ve babasından altını daha çok seven şerefsize kendi hayatı değer mi? Tabii ki hayır. Ama ana ve babayı servete değiştirmek ne demek!

Ağır emekle olsun, kolaylıkla olsun elde ettikleri hayvan ve serveti, ana ve baba kendilerinin sadece bir düşünceyle: çocuklarıma kalır düşüncesiyle ele geçiriyorlar. Servet için ana ve babasını satan kişi Allah’ın karşısında suçlu olur.

Cahil insanların yarattığı atasözleri kullanırken çok dikkatli olmak lazım.

 

=OTUZUNCU SÖZ=

Kazaklar diyorlar: ‘Kır tane bitkin atın olsa bile bir kır aşamazsın’. Övünmelerle de aynı şekilde pek ileri gidemezsin. Övünmek insanlara neden lazım ki, o ne işe yarar?

Övüngen insanların namusu de şerefi de yok, büyük işler ve yüksek niyetlere de kabiliyetleri yok. Onlarda baturlara layık azim de, cesaret de ve insanlık de bulamazsın.

‘Ey, boş verin! – diyorlar onlar bir tavsiye söylendiğinde. – Bana neden başkaları anlatıyorsun? Kimin daha iyi olduğunu ve kimin kafası sonunda terkiye asıldığını görürüz. Belki ben başarılarımı birilerine borçlu çıkarım?  Belki birileri benim kazanıma et bırakmış ve bana inek vermiş çıkar?’

Veya gözleri dönerek göğsüne vurur, bir yandan öbür yana sallanarak: ‘Hayatımı acıdığımı mı düşünüyorsunuz? Eğer bu doğruysa Allah kahretsin beni! Bu işi başarmak için ölüme razıyım. Bir başa bir ölüm! Ondan kaçınmak imkansız!’

            Ama ben kendisinin şerefli ölümü kabul edebilecek kader cesareti olmadığını kabul eden Kazağı da bu sözleri söyledikten sonra ölüme giden Kazağı da görmedim: her kes sadece küçük düğümüne parmakla gösteriyor ve  tehdit ediyor: ‘Keserim kendimi- biter!. Eğer bunu söyleyenlerin biri olsa bile bu tehdidi yapsaydı, insanlar bu aptalın azminden hayran kalırlardı. Ama bela geldiğinde saklanmaya yer arayan insanlar hakkında ne demek mümkün? Boğazı yırtılacak kadar bağırmakla etrafındakileri ikna etmeye ümit eden kişiler hakkında ne diyelim? İnsanların saflığını bekleyen ve kendisi hakkında ‘bırakın bu kafiri. Gerçekten bir zarar gelmesin ondan’ diye söylemelerini başaran kişiye nasıl davranalım?    

            Aman Allah’ım! İnsana bakıldığında, eğer onda bu varsa, ondaki kalp zenginliği, sözüne vefa, cömertlik ve başka iyi sıfatlar görünmez mi ki?

            Namussuz ve araç seçmez insanları dinlememek lazım. Halkta onlar hakkında ‘utancı olmayan insanın çenesi yorulmaz’ diyorlar.

 

=OTUZ BİRİNCİ SÖZ=

Öğütleri aklında tutmak ve onlara uymak için dört şarta uygun hareket edilmeli.

Birincisi: Sana birisi öğüt verirken, kendindeki onuru yenebilecek kadar güçlü olmak lazım. İkincisi: Akıllı sözleri, sanki kendindeki harareti giderdiğin gibi kalbin ve ruhunla dinlemen lazım. Üçüncüsü: Sana söylenenlerin aklında kalması için, söylenenleri içinde tekrarlaman lazım. Dördüncüsü: İnsan aklını yıpratan ve aklın kıymetli sıfatlarını kaybettiren şeylerden kaçınmak lazım. Böyle şeyler de dört tanedir. Bu kaygısızlık ve düşüncesizlik, alay, iç kapanıklığı ve kötü alışkanlıklardır.

 

=OTUZ İKİNCİ SÖZ=

Bilimi, bilim alma hırsı güçlü olanların elde edeceği bellidir. Ama burada sadece isteğin kendisi yeterli değildir. Bilim edinme süreci de belli sistemlere uyması lazım. Aksi halde kişinin bilim almak için gösterdiği çabalar ve büyük emeği boşuna gider.

İlk önce sen bilimin sana ne için lazım olduğunu anlaman lazım. Sadece servet toplamak için veya kıymetli şeyler almak için, sana toplumda yüksek mevki verecek işlere sahip olmak için Bilim istenmez.

Eğer sen Bilime sevdiysen elde ettiğin her bilimsel buluş ve bilgindeki en küçük boşluğun giderilmesi de sana servet gibi gelir: Bundan daha değerli ne olabilir ki?  Bu an hissettiğin sevkten de yüksek zevk olur mu dünyada? Sende Bilime olan bir sevgi doğdu ve o her sevgi gibi doyumsuzdur, demek ki sen yine yeni iş ve arayışlara başlarsın. Bu sevgi, başka deyişle, Bilim hırsı sana duyduklarını ve gördüklerini aklında saklamaya, bunları parlak ve sanatsal imaj şeklinde beynine yazmana yardım eder.

Eğer kalbin başka şeyleri istiyorsa ve sen bu istediklerine ulaşmak için Bilimi öğreniyor olsan, o zaman senin Bilime olan ilişkin üvey ananın üvey oğula olan ilişkisine benziyor.

Bilimi ana öz oğlunu sevdiği gibi sevmek lazım. İşte o zaman bilim de sana karşılıklı davranır, daha elverişli olur.

Eğitim kendi başına amaç olmaması lazım. Bu insanları birbirileriyle rekabetçi olmalarına sebep olur, gereksiz ve aptalca övünmelere sebep olur. Bu ikisinden her hangisi bilime de topluma da zarar verir.  Tartışmalar manalı olsa bile, kişinin aklını perdahlasa da, tartışmalara olan aşırı sevgi insana bela getirir, çünkü insan gerçekleri anlamak için değil rakibini mahvetmek için tartışmaya başlar. Bilim ise bir yanda kalır ve böyle ‘bilgiç adam’ için en önemlisi başkalarını karıştırmak ve onları yalan gerçeklerin kurbanı etmek olur. Bu işler bizim yukarıda bahsettiğim bozkır fesatçılarının işine çok benziyor! Tartışmada yüz kişiyi doğru yoldan kaydıran insandan, yolunu kaybeden kişilerden bir tanesine gerçek yolu gösteren insan daha iyidir.

Bilim için tartışmalar gereklidir ama yaşamda o yalan, bühtandan kaçınmayan hasetçileri doğurur.

Gerçeklere ulaşırsan hayatine tehdit etseler bile yolundan cayma. Senin bedenini zapt eden, seni itaat ettiren ve onun için olumunu boynuna almaya hazır olduğun gerçek asıl gerçektir. Aksi halde san başkalarına  bu gerçekleri kabul ettiremezsin. Eğer kendin ona sadik değilsen senin gerçeklerinden fayda nedir? İnsanlar onun kabul etmezler. 

Hasetçi, düşüncesiz ve kindar olma, aksi halde senin öğretilerinden fayda gelmez.

On dokuzuncu nasihat sözünde ilgisizlik ve kaygısızlık hakkında ve bu noksanların insanların akıllanmalarına nasıl engel olduğu hakkında anlatılmıştır. Aklında kalsın: onların hükmettiği yerde bilimin tek amaçları olan Allah da yok, millet de yok, yaşam da yok, şeref de yok.

Demek istediğim son söz şu. Bilgilerini ve aklını saklamak için karakter sahibi olmak lazım. Bu konuda karakteri kıymetli suyu saklayan şişeye benzetmek doğru olur. Gerçekten, eğer saklayacak yerin yoksa bilim edinmekten mana ne? Demek ki sebatlı olmak lazım, her zaman ruhu sağlam saklamak lazım.

Her zaman hedeflerine doğru durmadan hareket etmeni sağlayan irade olmaksızın sağlam huyun olması akla sığmaz. Demek ki gerçek karakterin esası ruh sağlamlığı ve iradedir. Onlar insan aklı ve şerefine hizmet etsin.

 

=OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ=

Varlık içinde yaşamak için zanaat öğrenmek lazım. Doğal afetlerden hayvanlar ölür, zanaat ise doğal afetlerden bağımsızdır. Alın teri dökerek çalışan ve kendi emeğiyle ürettiği eşyaları ticaret yapan zanaatçıya Kazakların en dürüstü diyebiliriz. Ama onların, o kadar çok olmayan zanaatçı Kazakların arasında sanki ilacı yok hastalıklar gibi kusurlar var.

           Birincil, bu insanlar yeni zanaat öğrenmek istemiyorlar. Onlar kendilerinden maharetli olan kişileri aramıyorlar, böyle kişilerle yakınlaşmıyorlar, onlarla el-ele çalışmıyorlar, sanki dünya sadece kendilerinin sahip olduğu bilgilerle kanıklanıyorlar, kendilerini dünyanın en büyük zanaatçıları sanıyorlar. Ve Kazakların eski kötü alışkanlıklarına uyarınca sabahtan akşama kadar yatıyorlar ve cinai bir şekilde değerli zamanlarını öldürüyorlar.

            İkincil, onlar yorulup dinlenmeden çalışmayı bilmiyorlar. Bir kaç hayvan kazandıkça kendilerini para babası sanıyorlar ve şöyle düşünüyorlar: ‘Hayvanlarım yeterli derecede çok değil mi?’ Şu düşüncenin insan kafasında doğması insanın tembelliğe, kaygısızlığa ve züppeliğe kapılması için yeterlidir.

Üçüncül,  bu insanlar pohpohçulardan kaçınmıyorlar. Onlar ise zanaatçıya kurnaz ricalar etmekten utanmıyorlar: ‘Çırağım, senin gibi ustalar bu ülkede bulunmaz, kimse sana denk gelemez ve sen istediğin şeyi yapabilirsin ki!’ veya: ‘Büyük ağam, benim bir küçük ricamı yerine getirmek sana zor gelmez ki?’ ‘Sizin için bu çok kolay bir iş, bana ise bu iş büyük sevinç verecektir!’ Her kişi de bunun gibi övücü sözleri dinleyip de ilgisiz kalamaz. Eğer zanaatçı bu laflara kulak verse ve kendisini en büyük usta zannederse, o artık kendi kafasına hükmedemez olur. O tüm zamanını böyle pohpohçulardan aldığı basit siparişlere harcar.

Dördüncü, zanaatçı Kazak arkadaş edinmeyi seviyor. Çoğu hallerde şerefsiz insanlar içinde kalır.  

            Yalancılar onunla arkadaş olmaya çalışırlar, ufak bir hediye verir, altın dağları veya kendilerinin himayesini vadederler, zanaatçı ise çıkar gözetmeyen bir arkadaş bulduğuna sevinir ve onlara iyi hizmet etmeye çalışır. Arkadaşına zevk veren şeyleri yapmak için didinir ve onu ovaladıklarının farkında olmaz. Böylece günler aylar geçer, ailesi de hayati emeği de unut olur, borçları artar ve birisine olan borcunu vermek için başka birilerinden borç alacak duruma gelir. Şimdi ekmek parası bulabilmek için bu zavallı durmadan çalışması lazım. Ama ‘arkadaşlarından’ gelmekte olan ücretsiz yaptığı siparişler onun başını belaya sokar: para adamlarına tamamen bağımlı olur ve yoksulluğa girer. 

            Böyle olmasına sebep nedir? Kim bilir. Herkesi aldatabilen Kazakların bu kadar kolay aldanmaları çok tuhaf.

 

=OTUZ DORDUNCU SÖZ=

Her insan kendisinin ölümlü olduğunu, ölüm her zaman da yaşlandıktan sonra gelmediğini ve öldükten sonra tekrar dirilişin olmadığını bilir. Kazaklar da buna inanırlar. Onlar birde dünyayı yaratan Allah’ın var olduğunu ve kıyamette onun herkese bir yargı çıkaracağını, iyilikler için ödül, kötülükler için mutlaka ceza vereceğini, cezaları da ödülleri de dünyamızdakilerinden fark edeceğini bilir.

Onların fikrine göre, Allah insana akla sığmaz derecede ağır ceza veya tasavvur edilemez derecede büyük ödül verebiliyor. 

Öyleyse, insan için iki değişik takdiri bilen bu Kazaklar neden sadece iyi işleri yapmazlar? Neden onlar bu dünyada rahatlıkla yaşayamıyorlar. 

Bunun sebebi, onların başka halklar gibi ölüm sonrası hayatı kabul etmelerinden dolayı içlerinde doğan ve var olan samimiyetsiz inançlarıdır.

Eğer Kazakların inancı şüphe uyandırıyorsa onlara nasıl ‘dini bütün’ diyebiliriz? Bundan sonra kim onları doğru yolu gösterebilir ki?  

Bu dünya ve öbür dünyada azap çekmeyi istemeyenler şunu bilmesi lazım: bir ruhta iki sevinç, iki korku, iki kaygı olmaz. Bu imkânsız bir olaydır, çünkü asıl Müslüman için fani dünyadaki kaygılar ve sevinçler onun ölümünden sonra beklediği öbür dünyadaki kaygı ve sevinçlerden daha önemli olamaz.    

Ama Kazak, kendisinin fani hayatında en büyük ihtiyaç duyduğu bir şeyle ölüm sonrası hayatında en gerekli olan şey arasındaki bir seçim karşısında kaldığında mutlaka fani dünyadaki hayatı işin gerekli olanını seçer. Bu dünyadaki her şeyin çok hızlı geçtiğini ve her şansı kullanmak lazım olduğunu bildiği için bu seçimi yapar. Allah’ın merhametine, sonsuz affına ümit eder. Ona yine böyle bir şans verileceğine inanır - gelecek sefer o mutlaka öbür dünya için lazım olan seçeneği seçer.

Bundan sonra Allah’ı dünya hayatına değiş etmediğini o nasıl ispat eder? Ben hepimizin aynen böyle Müslüman olduğumuzu tahmin ederim.

İnsan –  insanlığın evladıdır. Bu sebepten senin doğman ve büyümen, senin varlık emellerin veya açlığı duyman, senin elemlerin, yaşama biçimin, beden yapın, nihayet, senin ölümün – tabiattan ve başka insanların kaderinden fark etmez. Sen de başka insanlar gibi mezara girersin ve çürürsün; mahşer gününün seni beklediğini biliyorsun; senin belalar karşısındaki korkun ve her iki dünyanın hediyelerinden aldığın zevk senin gibilerin duyumlarıyla aynıdır. Sana ömür beş günden fazla gibi geliyor mu ki? Eğer bunlar böyleyse, insanlar birbirine misafirse, senin kendin de – bu dünyaya misafirsen, sen neden birilerinin bildiği ve bilmediklerini açığa çıkarmak istiyorsun? Başkalarının varlığına ve saadetine haset etmek, hayatına karışmak sana neden lazım ki? 

Neden Allah’a seni doğru yola, dürüst emeğe başlamasını dua etmiyorsun da, belki başka birilerinin servetini alıp ta sana vermesinin yalvarıyorsun? Niçin Yaratan senin yüzünden başka kişiyi aşağılatması lazım?

Söylenilen doğruların sonunda yanlış çıkmayacağından emin değilsen ikna etmeye çalışmaktan fayda nedir? İki cümle konuşamıyorsun da göğsünü kabartman ne demek? Allah sana nasıl yardımcı olabilir ki?

İnancı bir tarafa bırakalım, senin nasıl bir Müslüman olduğunu konuşmayalım. Hiç se insan mısın sen?  

 

=OTUZ BEŞİNCİ SÖZ=

Mahşer gününde tüm Mekke şehrini ziyaret eden tüm hacılar, mollalar, mutasavvıflar, Şiiler, iyilik yolunda mücadele eden askerler ve cömertler Allah’ın karşısına çıkar diyorlar. Kutsal kitaplarda cömert insanların da din adamları gibi cennete girecekleri yazılmıştır. 

Ama mahşer gününde sadece halkın saygısı ve hürmetini kazanmak için hacı, molla, sofi ve Şii olan kişileri, ancak Allah’ın rızası için, bütün ömrünü çıkar gözetmeyen yalnız Allah’a hizmet yapmakla geçirerek bu unvanları kazanan kişilerden ayrı safa koyarlar.     

Ve birincilerine Yaratan derki: ‘Siz yeryüzünde, başka kişilerin Size hürmet göstererek ‘saygılı hacı’, ‘hürmetli molla’, ‘çok saygıdeğer sofi’, ‘unutulmaz Şii’, ‘benzersiz cömert’ demeleri için hacı, molla, sofi, Şii ve cömert oldunuz’. Bu işler Sizden çok hüner talep etti. Ama bunların hepsini kaybettiniz. Sizin ortak çabalarla kurduğunuz dünya bitti, onunla beraber sizin gücünüz ve hükmünüz de bitti. Vurası başka dünya. Alışmış olduğunuz hürmeti burada beklemeyin, cevap vereceksiniz. Ben sizlere hayatınızı verdim. Siz onu nelere harcadınız? Ban size servet verdim. Onu neler için kullandınız? Siz durmadan Allah’ın cezaları hakkında konuşuyordunuz, ama her zaman ikiyüzlülük ediyordunuz, Allah’a olan inancı telkin ediyordunuz ama çaba göstermiyordunuz. Siz insanları aldatıyordunuz. Bütün ömrünüzü ve servetinizi bunun için kullandınız!’

Sonra Allah ömrünü yaratana bağışlayanlara bakar ve şöyle der: ‘Sizler benim asıl kulum olmak ve minnettarlığıma ulaşmak için her şeyinizi feda ettiniz. Sizden memnunum. Cennete geçin, o sizler için açık. Size olumlu davranan arkadaşlarınız da, benim asıl kullarım olamamışlarsa da merhamete layıktırlar. Eğer burada böyle kişiler varsa bana onları gösterin’.

Mahşer günüde insanları bunlar bekliyor diyorlar.

 

=OTUZ ALTINCI SÖZ=

Kutsal kitap – hadis kitaplarında – Muhammed s.a.s. işbu sözleri yazılmıştır. ‘Kimin utancı yoksa, onun inancı da yok’.  

            Kazak atasözü şöyle diyor. ‘Kim utanmasını biliyorsa, o sadık olmasını biliyor’.

Yukarıdaki söylenenlerden utancın kutsal duyulardan olduğu anlaşılmaktadır. Utanç nedir ki aslında?

            İnsanların cahilliğinden dolayı meydana gelen utanç vardır. O büyüklerin yanında bir laf söylemekten korku duyan bir çocuğun mahcubiyetine veya namlı birisiyle belirli bir iş yüzünden değil, sadece görüşme yapma kararını veremeyen başka yetişkinin cesaretsizliğine benziyor. Böyle insanların Allah’ın karşısında da, kendi vicdanları karşısında da bir suçu yoktur, onlar sadece utanılmaması gereken şeylerden utanarak her şeyi zorlaştırıyorlar, kendi iradelerini cahillikten kurtaramıyorlar.

            Hakiki utanç, inanca veya akla aykırı olan işleri yapmaktan veya dürüst birilerinin adını kirleten hareketlerden doğan utançtır. O iki türlü olur.

            Birincisi- Kendisinin suçundan değil, başkalarının yaptığı işler yüzünden hissedilen utanç. O böyle hareketleri yapan insan için acıma duyusuna benziyor. Onun yaptığı hareketten doğan hayranlık duyusu ve onun takdiri için hissedilen tedirginlik sana azap çektirir. 'Neden o böyle yaptı? – merak ediyorsun o için. – Neden? Şimdi ona ne olur?..’ Seni tahrik eden acıma duyusudur.

            İkincisi – kendinin yanlışlıkla veya bir şeye fazla kapıldığından dolayı yaptığın hareket yüzünden hissettiğin utanç. Bu hareketleri yaptığında yanında kimse olmamış olsa bile, bu iş onur kırdığını veya birilerinin dürüst adını kirlettiğini anladın ve bundan dolayı vicdan azabı çekiyorsun. Sen kendini ayıplıyorsun, huzurunu kaybediyorsun ve insanların gözüne bakamaz hale geliyorsun. Evhamlı kişiler böyle durumlarda uykusunu kaybeder, yemekten içmekten kesiliyorlar. Utanç insanın içini dışına çıkartır, ondaki insanlık veya alçaklığın kararını verir. Burada etrafa bakıp kendini sakinleştirecek doğru sözleri nereden bulabilirsin ki? Bazen hatta yaşlarını artmaya ve sümkürmeye bile zaman bulamıyorsun. İnsan avcı köpeğe benzer kalır. Hiçbir şeyi görmez ve işitmez. Bazı hallerde hatta intihar da edebilir. Böyle insanı ancak onun düşmanı olan birisi veya ona çok kırgın olan birisi affetmeyebilir! Ona acımadan onun daha fazla ıstırap çekmesini isteyen birisi çıkarsa anlaşılan, böyle kişinin kendisinde vicdan yokmuş.    

            Ama benim bugün gördüğüm insanlar, namussuz işler yaparken utanmak değil, hatta kızarmasını bilmiyorlar. Onları insafa çağırırsan hatta üzülüyorlar.  ‘Mahcubum dedim ya sana, daha ne istiyorsun?’ – diye şaşırıyorlar kimileri. Veya ters cevap veriyorlar: ‘Tamam, tamam. Tamam, ben mahcup oldum. Sen benim yerimde olsaydın bundan daha fazla aldanmaz mıydın?’ Hiçbir şey çilesinden çıkaramayan birileri de vardır. Onların kanıtları öyledir ki, güler misin ağlar mısın. ‘Böyle hatalardan daha kimsenin olduğu yok ki!’ – sesleniyorlar onlar. – Başka birilerinin neler yaptıklarını gör, bir şey olmamıştır- yaşıyorlar. Benim yaptığım hata onların işlemiş oldukları suçla karşılaştırılabilir mi? Bir de bunu yapmamın sebebi de vardı..’

Bu insanlara ne diyebilirsin? Onların sözünde utanç var mıdır veya yok mudur? Eğer buna utanç deniliyorsa, o zaman kutsal yazılar ve bilgelerin sözleri ne anlatıyor? Onların sözleri mi gerçek veya şu kişilerin dedikleri mi? Bunlardan sonra da Allah’a inanıyor mu bunlar?

 

=OTUZ YEDİNCİ SÖZ

     1.        İnsanın onuru insanın hedefine ulaştığı veya ulaşamadığıyla değil, hedefine hangi yolla gittiğinden anlaşılır.

2.        En güzel fikirlerde Dilden dile dolaşırken soluklaşır.

3.        Övüngen cahil birinin bilgece sözleri nasıl kabul edeceği belli olmaz.

4.        Akıllıya yardımcı ol.  Nanköre yardım etmek – kendini aşağılatmak demektir.

5.        Sadece babasına saygı duyan oğlan – halın düşmanıdır; halkın evladı senin de dostundur.

6.    Güçlü insan çok şeyi arzu etse bile, aza kanaat eder; hiçten adamlar ise az şey isterler ama çok aldıklarında bile memnun olmazlar.

7.        Sadece kendisi için çalışan, işkembesinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen hayvana benziyor. Allah tüm halkın hayrına çalışanları sever.

8.     Sokrat’ı zehirleyen, Janna d Ark’ı yakan, İsa peygamberi çarmıha geren, Muhammed s.a.s. deve naaşlarına gömen kim? Kitleler. Demek ki kitlede akıl yok. Onu doğru yola yöneltmeyi bil.

9.        İnsan kendi zamanının evladıdır. Eğer o kötüyse, bu onun zamandaşlarının suçu.

10.    Eğer benim elimde olsaydı, insanı değiştiremezsin diyenlerin dilini koparırdım.

11.    Yalnızlık insan için ölümdür. Başa tüm belalar yalnızlıktan gelir. Ama dünyada sadece belalar değil eğlence de var. Birincisine kim dayanır? İkincisinden kim kurtulur?   

12.    Kimin başı bela görmemiştir ki! Umudunu kaybetmek – güçsüzlerin yazgısıdır. Şiddetli ve karlı kıştan sonra yeşil otlu ve parlak göllü yaz gelmez mi?

13.     Öfkesinde bağıran insan zararsızdır. Öfkesinde ses çıkarmayan insandan korkmalısın.

14.    Sevinç ve saadetten insanlar aklını kaybeder. Bin taneden bir tanesi aklını halk içinde çıplak gezmekten muhafaza edebilir.

15.    İş maharetle yürür.

16.    Şöhret  - yüksek kayadır. Sabırlı yılan ona sürünerek çıkar, doğan onun ucuna hızla uçarak yetişir. Başı bir olmayan halk kayaya yetişemeyen birilerini över. Ve sadece aklıyla dost olmayan insan bu yalana inanır.

17.    Dünya – kıyısız ve sonsuz okyanustur. Vakit – durmaz rüzgârdır. Kuşaklar birbirilerini kovalayan dalgalar gibidirler ve onların değişmesi hayatın sonsuzluğuna sebeptir.

18.    Aklıyla nam çıkaran yoksul, mutlu kraldan daha yüksektir. Kendi emeğinin meyvesini satan oğlan, sakalını satan yaşlıdan daha saygındır.

19.    Kurnazlık insanı dilenciye dönüştürür. İkiyüzlülük sofiyi asalak eder.

20.    Kötü arkadaş gölgeye benziyor. Güneş ışık saçtığında ondan kurtulamazsın; Dünya karalığa döndüğünde ise onu bulamazsın.

21.    İçine kapanık insanlara güven, ama arkadaş seçtiğinde munisler arasından seç. Kaygısız insanlardan kaçın, ama hüzünlü kişilere destek ol. 

22.    Gücü sahibi olmayan öfke – dul; Öğrencileri olmayan bilgiç – dul; Sadakat sız sevgi – dul.

23.    Mutsuzluk içinde kaldığın sürece herkes sana iyilik ister. Ama kader seni yükseklere çıkarttığı zaman sana hayırhah ancak kendin olacaksın. 


=OTUZ SEKİZİNCİ SÖZ=

Ah çocuklarım, kalbimin huzuru sizsiniz! İnsan karakteri ve hayatı hakkında yazdığım tüm yazıları hatıra için size bırakıyorum. Bu cümleleri ilgiyle okun ve kalbinizde bana sevgi uyanır. Doğrulara heves ve doğruları anlamak yüksen bilinçle olur; insanın bilinci ise onun insanlığıyla, bilime olan ilgisi ve aklıyla belirlenir. Bu sıfatların oluşmasına insana doğduğunda verilen ve dürüst dostlar ve bilge hocalar tarafından geliştirilen duyu masumiyeti ve beden sağlamlığı yardımcı olur. 

            Ama çocuklar kendi kendilerine okula gitmezler, kendi isteklerine göre bilim edinmezler: ilk başta onları zorla okutmak veya kurnazlıkla çekmek gerekir. Eğer zaman geçtikten sonra çocuklar öğrenmeye alışırlarsa ve kendileri isteyerek bilime çekiliyorlarsa, eğer onlarda bilim edinmeye heves uyanmışsa, ancak bu durumda onların insan olup yetiştiğini itiraf edebiliriz. Şimdi onların bilime sahip olacaklarına ve bu bilimi halkın hayrına kullanacaklarına; iyiliği kötülükten; şüpheliyi sahihten; asılı sahteden ayırabileceklerine; Allah’ı, kendilerini ve dünyayı anlayabileceklerine umut edilebilir.

            Ama çoğu hallerde yarı buçuk okul görüyorlar ve hatta cahil olarak yetişiyorlar. Bunların hepsine molla ve velilerden gelen ve çocuklardaki samimiyeti öldüren zorbalık sebep oluyor. Bu kayıp ağır musibet getiriyor. Artık bu insanların bilim öğrenmelerinde fayda olmaz, çünkü onlardaki bilime olan heves ve hocalara olan saygı ve hatta kutsal imana olan inanç da semimi olmaz. Onları dürüst insan olarak yetiştirmek hemen hemen imkânsızdır, çünkü Allah- ‘gerçek yol’ dur, gerçek ve hakikat ise zorbalıkla bağdaşmaz. Bir arkadaşına ona düşman olan birisinden bir davetiye göndermişsen dostun sana gelir mi ki? İnsanın kalbinde Allah sevgisi yoksa onda inanç ta yok. 

            Ama yine insanlık geleceğe umutla yaşıyor, ondan sonra gelenler zalim değil de daha iyi evlat olacaklarına, cahil değil bilgiç olmalarına umut ediyor.

Doğruları ve gerçekleri tanımanın yolu nasıldır?

İnsan bütün varlığıyla doğrulara ve gerçeklere çekildiğinde, olaylarına en özünü anlamaya çalıştığında bilim ve bilgileri ele geçirir. Akıl ve inanç ona yol gösterir, çünkü gerçekler topraktan gelir ve bu gerçekler ona akıl aracılığıyla ulaşır, doğrular ise Allahtan gelir ve insan bu doğruları inancıyla kabul eder.

            Eskiden beri ‘bilim’ denilen bir düşünce vardır. Bilim insanlara doğaüstü ve soyut olarak değil de belki insanlık hayrı için var olan bir nesne olarak kabul ediliyordu. Allah için değil kendin için. Bu sebepten bilim her bir insan için değişik bir bilime dönüşüyor ve insanın ilgisini çekiyor. Burada bir yerde insanın bilime olan saf ilişkisi dünyaya gelir ve bu ilişki aynı anda insanın Allah’a olan davranışını belirler çünkü bilim bu Allah’ın gücünün bir gösterisidir, onun sıfatlarından birisidir.

            Servet toplamak için, şöhret ve hürmet için bilimle ilgilenen kişi hiçbir zaman bilimin özünü anlamaz. Buna üstelik bilimden çıkar bekleyen kişi insanlıktan çıkar. Bilakis durmadan çalışan insan güç kazanır, netice olarak servet de, şöhret de, takdir de ona kendisi gelir.

Tekrar söylüyorum, benim sözlerim şerefine değer veren, gerçekleri seven ve doğruları bilmek isteyenlere yöneltilmiştir.

Müslümanlar kendi inançlarının tartışma götürmez gerçek olduğunu kabul etmeleri lazım. Bu inancın en yüksek aşamasıdır ve ona Allaha sıradan dualar etmekle ulaşılamaz. Sen de Allah’ın tek olduğuna, onun eşi olmadığına, Kuranı Kerimin Allah’ın kutsal nasihatlerinden oluştuğuna, peygamber Muhammed s.a.s. Allah’ın yerdeki elçisi olduğuna başka Müslümanlar gibi inanabilirsin, ama bunlar sana fayda vermez, çünkü asıl gerçeğin kökeni başkadır.

Bu kökeni anlamak için ilk önce inancının var olma sebebini anlamak lazım. Sen Allah için mi inanıyorsun, yoksa kendi huzurun için mi? Sen dua etmeyi bıraktın diyelim, Allah bundan zarar görmez, büyüklüğü azalmaz, Yaratanı sadece onun büyük olduğu için hürmet ediyorsan o zaman sende de huzuru kalp olmaz. İnancında sen kendin için bir kurtuluş görmen lazım, ancak o halde inanç sana fayda getirir. 

Demek, sen Allah’a inanıyorsun ve onun karşısında boyun eğiyorsun. Ama o çok yüzlüdür ve sen, anlaşıldığı gibi onun tüm isimleri ve sıfatları karşısında boyun eğiyorsun. Allah’ın isimleri onun yapabileceği mucizelerin özünü anlatmaktadır, bunu bilmen lazım. 

Sonra onun sekiz ilahi sıfatlarının ne anlama geldiğini anlaman lazım. Eğer sen kendini Müslümanım diyorsan ve Allah’ın kulu olduğunu kabulleniyorsan, ona sadik olduğundan eminsen, o zaman kendi isteklerinle, fikirlerinle ve emellerinle ona benzemeye çalış. Kendi cahiliyetinden dolayı bunu imkânsız diye düşünerek yese düşme. Hakikaten, Allah’ın yaptığı işlerin aynısını yapmak akla sığmaz. İnsanın Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrade, Kudret, Kelam, Tekvin olabilmesi mümkün mü ki? Bunların hepsi – Allah’ın subûti özellikleridir, onun isimleridir. Hiçse ona sadece taklit etmenin yeterli olduğu düşünülüyor.

            Yaratanın sınırlı olarak insanlara verdiği sıfatlar sekiz tanedir. Eğer biz bu üstün yeteneği Allah’ın istediği şekilde kullanmasaydık, Müslüman olarak adlandırılamazdık. Ama Allaha ve onun büyük işlerine gerçek taklit etmenin yolu nerede? 

Allah’ın tabiatı öyledir ki, benim tarifime onun ihtiyacı yoktur, ben bunları ancak sözü geçen sekiz sıfatı veya gücü anlamamız için aklımıza yardım gerektiği için yazıyorum. Biz Allah’ı onun onun sıfatlarını görerek tanıyabiliriz, onun kendisini tanımak imansızdır. Allah’ın özünü anlamak değil, bir yaratıcılık sırrını anlamaya hatta en bilge insanların bile aklı ermez. Allah sınırsızdır, insan aklı ise sınırlıdır. Sınırlı olan bir şeyle sonsuz olan bir şey ölçülebilir mi ki?  

Biz diyoruz: Allah bir ve tekdir ve o her şeyde vardır. Bize bu cümlede büyük sır varmış gibi geliyor, biz onun bir ilahi anlam verdiğinin hissediyoruz, ama çok iyi anlıyoruz, mesela ‘bir ve tek’ cümlesi Allah’ın büyük özünü anlatmıyor. Belki, bir zamanlar bu cümle bizim aklımızın ulaşabildiği en yüksek nokta olmuştur. Bu arada şunu da belirtelim ki, günümüzde bilgiçler herhangi canlının değişik şekilde bulunmasını anlatmak istediklerinde ‘bir ve tek’ kelimesini kullanıyorlar.

Varlık evrendedir, evren Allah’tadır, Allah ise, Muhammed s.a.s. kutsal kitap – Kuranı Kerimde yazdığı gibi, kendisinin sekiz asıl sıfatlarında ve doksan dokuz özelliklerinde kendini gösteriyor. Muhammed s.a.s. Allah’ın ayı nasihatlerinin özgünlüğünü anlatmıyor ve günümüzde de insanlar onları farklı şekilde okuyorlar. Ben kendi Sözümde Allah’ın birkaç sıfatlarını açıklamak ve bu sıfatlarla insanlar hayatı arasındaki ilişkiyi veya daha doğrusu Allah ve insanlar arasındaki sınırları açıklamak istiyorum.  

            Hayatın kendisi – değişmez gerçektir, demek ki insanı muayyen ve onun kendisi tarafından seçilecek hedefe götüren güç de vardır. İnsan hayatında bir şeyleri yapmaya, bir şeylere erişmeye, yaptığı her işte zafer kazanmaya çalışır. Kendine mağlubiyet veya ölüm dileyen insan bulunabilir mi ki bu âlemde? Hayır. Demek ki, bu hayatta insanı irade yönetiyor. Allah’ın sıfatlarından biri olan İradenin küçültülmüş nüshası olan irade. Bu irade -  bir insan iradesinin küçültülmüş nüshası olan iradedir. Çünkü biz Allah’ı seven insanları konuşuyoruz. Eğer İrade, Bilim gibi Allah’ın sıfatlarından biriyse, başka bir deyişle, eğer İrade ve Bilimin her ikisi de bir ve tek olan büyük Yaratanın sıfatlarıysa ve Allah’ın tüm sekiz sıfatları da insanlara hediye edilmişse, bir insanda Allah’ın herhangi iki sıfatı aynı anda, başka sıfatlardan üstün şekilde bulunabilir mi? Bizim kabul ettiğimiz şartlara göre, herhangi insanda İrade ve Bilim birleşebilir mi? Eğer evetse, bu İnsanın, daha doğrusu onun bilgilerinin büyüklüğünü anlatmıyor mu? Bildiğimiz gibi bilgiçler var, düşünürler var. Her bilgiç de düşünürün seviyesine ulaşamaz, ama her düşünür - bilgiçtir. Anlaşılan, birkaç bilimler sahasında derin bilgilere sahip düşünürler var. Allah’ın bilgeliğine insanların hatta en bilgeleri de ulaşamıyorlarsa, demek ki Allah İlimdir. İnsanlar bilgilerin kudretini öğrenebilirler ama her şeyi bilme kudreti sadece Allah’ta vardır.  Onun büyüklüğü ondadır ve Allah’ın büyüklüğünü yetirince geniş anlatmıyorsa bile dedelerimizin dedikleri doğrudur: ‘Allah bir ve tektir ve o her şeyde vardır’. Bu kelimelerin anlamı bilgeye de cahile de bellidir.

Bilim insanlara cümle aracılığıyla yetişir, cümle ise sesler veya sembollerden anlaşılır. Allah’ın ilerideki üç sıfatı buna dayanıyor: Kelâm, Basar ve Semi’. Allah’ın kendisini konuşmakla, görmekle ve işitmekle belirtmesine ihtiyaç olduğuna inanılır mı? Bence, hayır.

Eğer insana, o etrafındakilerle konuşabilmesi için dil, dünyayı görebilmesi için gözler, sesleri işitmesi için kulak verilmişse de bu onun Kelâm, Basar ve Semi’ ile özdeşliğini anlatmamalı. Ben çaplardan bahsetmiyorum. Sadece tespit ediyorum: Allah – bu dinleyen işitendir, bakarak görendir ve onun yarattığı yaratıkların hiç birisi ve hatta insan da bunu kavrayamaz. O sözleri konuşur ama onun insanda olduğu gibi konuşma organları yoktur. O sözü yaratmadı – sözü söyledi ve bu söz insanların kulağına girdi. Allah insan gibi değil, tam başka şekilde görür ve işitir. O ‘bilgileriyle her yerde vardır’.  Onun kendisi yüksek ahlaktır ve insanların ona taklit etmelerini elde ediyor. Burada insan aklının sınırlı olduğunu ve Allah’ın sonsuz olduğunu tekrar hatırlamamız lazım. Yukarıda sözü geçen üç ilahi sıfatların insanlara akıl toplamaları için verildiğini anlamak zor değil, çünkü dünyadaki en önemli olan ‘yaratıcılık’ duyusu akla dayanıyor.

Allah’ın ikinci önemli sıfatı olan Kudret ne anlama gelmektedir?

Kuranı Kerimde: ‘Allah sonsuz... O tekdir. Kâinattaki herşeyi yaratan O'dur. Allah'ın varlığının sonu yoktur’ diye yazılmıştır. Kutsal hadis yaratıcılığı Allah’ın sekiz ana sıfatlarından biri diye itiraf ediyor. Bizim bu düşünceyi kabul etmemiz yaratıcılığın Allah gibi ilkçağ olduğunu ve sonsuz olduğunu anlatmalıdır, çünkü Allah'ın varlığının sonu yoktur.  Ama eğer Allah ondan kurtulamıyorsa, bu Allah’ın iradesizliğini anlatır, fakat Allah’ın tabiatında iradesizlik yoktur.

Allah hakkında onun yarattığı dünyaya göre hüküm vermek lazım.

O dünyayı şaşılacak kadar düzenli yaptı. Dünyadaki her canlı ve cansız başkalarıyla bağlı, yapılan her hareket bir cevaba sebep oluyor. Biz dünyayı görüyoruz ve onu kalbimizle kabul ederek zevk alıyoruz. Dünyanın var olması düzenini anlamakla her şeye kadir Allah’ın gücü ve bilgeliğini tanıyoruz. Allah’ın bu iki sıfatı – her şeye kadirlik ve her şeyi bilmek de eşit değere sahip olması lazım. Allah’ın sıfatlarından biri başkasından üstün olamaz, çünkü aksi halde istenilen miktarda birleşen Allah’ın sekiz özelliği dünyayı berbat etmiş olurdu. Yaratıcılık Allaha ait olan sıfatların biri ve Allah’ın kudretinin önemli parçasıdır. Tahmine göre, Allah’ın büyüklüğünün sonsuz olmasına sebep, onun bilgilerinin hatasız olması, gücünün ise zayıf yanı olmadığındandır. Bu düşünceler yaratıcılık gücünün kudret tarafından yönetildiğini ve Ona tabii olduğunu anlatmaktadır. Söylediklerimin ispatı neticesinde Allah’ın her şeyde bilgili olduğu ve gücü ile her şeye kadir olduğu anlaşılmaktadır, Allah’ın kalan altı özelliği ise yukarıda anlattığım iki sıfata yardımcı gibi olduğu düşünülüyor. 

Ama beni Allah hakkında yazmaya mecbur eden şeylerin arasında en önemlisi bu değil. Ben bu cümleyi: Ah çocuklarım, kalbimin huzuru sizsiniz!...’ diye başladım. Ben insanların dünyası hakkında yazmak istiyorum.

İnsanı bu ‘Allah tarafından yaratılan’ dünyada gördüğümüzde, insanın kendi aklına ve iradesine, vücut kuvvetine dayandığını, hayat için yaptığı mücadeleyi, ondaki devamlı hareketi görünce Allah hakkında insana benzer bir canlı gibi düşünüyorsun. İnsanlara sekiz ilahi sıfatı verip de, yerde insanların kendilerince bir gerçekleri aradıklarını ve dünya nimetlerini kabul ettiklerini, farklı şekilde dua edip kurtuluş için farklı yolları seçtiklerini seyreden o Allah hakkında. Neden, sanki bu ve öbür dünyada onlara ne hazırlandığını bildiklerini söyleyen insanlar ayrılışıyorlar? Neden onların sayısı gittikçe artıyor ve biz şimdi onların bir kalabalık haline geldiklerini görüyoruz? 

İnsanın sadece irade sahibi olduğunu, ondaki aklın yaratanı anlamaya yetmediğini bilerek bunları konuşmak belki ayıp oluyordur. İnsanın kendi iradesi gücüyle edindiği bilimlerin Allaha belli olan, okyanus gibi bilimlerden bir damla olduğunu bilerek bunu konuşmak. Allah’ın sadece her şeye kadir, her şeye biliyor değil de, birde merhametli de olduğunu bilerek bunları konuşmak. Allah’ın merhameti onun sekiz ana özellikleri arasında dile alınmıyorsa bile, bunu ona karşılıklı söylenen iş bu sıfatlardan anlayabiliriz: Rahman, Acıyan, Koruyucu, İyilik yapan, Hükümdar, Besleyen, Rızıklandıran, Yanılmaz.   

Tanımların anlamı benim düşüncelerimi destekliyor diyebilirdik ama bu sıradan bir delil olurdu, Allah’ın merhameti ise bence mantıki delil ister.

Dünya şaşırtıcıdır. Cansız beden acı duymaz, hayvanlar ise akıllı yaratıklar olan insanların hayat geçirmelerini sağlar. Kıyamet gününde hayvanlar yaptıkları yüzünden hesaba çekilmezler ama insan yaptığı hareketlerin hesabını öder. 

Yüksek olması için, Yaratan insanı iki ayağına koymuş, uzakları görebilmesi için başı omuzuna yerleştirmiş, çalışması için iki el vermiştir. İnsan hayvan gibi yemeğe eğilmiyor, belki yemeği elleriyle ağzına tutuyor. Ona yemeğin kokusunu duyması için burun, onun tazeliğini görmesi için göz verilmiştir. Göz kapakları gözleri çöplerden korur, göz kapaklarının devamı ise kirpiklerdir, ama bu kirpikler de insanın alnından akan teri tutamaz, bu sebepten insana kaşlar verilmiştir. İnsanın çehresi güzeldir. Allah insanları birlikte çalışmaya davet etmiştir ve bu sebepten birine akıl diğerine belagat, başka birine ise irade vermiştir.   

Bunların hepsinde Yaratanın insana olan sevgisi görünmüyor mu ki? İnsan bu sevgiye karşılıklı cevap vermesi lazım değil mi ki?

Bunlara bakın ve düşünün.

Güneş yeryüzüne ışık yayarak nehirler, denizler be okyanusların buharlaşmasını sağlar; buharlaşan su bulutları oluşturur ve yeryüzüne bereketli yağmur halinde geri döner. Yeryüzü yeşilliklerle kaplanır, çiçekler açar ve insanı hoşnut eder. Şekerkamışı suya dolar, meyveler yetişir, ağaçlar büyürler, kuşlar ve hayvanlara gölge ediyorlar.  

Pınarlar ve yeni ırmaklar oluşuyor veya eskileri taşıyor, sular göl, deniz ve okyanuslara akıyor. Su bütün varlığın hararetini gideriyor, onun dibinde balıklar çoğalıyor. Güneş yeryüzüne ısı veriyor…

Ve bu dünyanın tümü insanlar için yaratılmıştır. Toprak onlara ekmek, meyve, pamuk ve başka servetleri verir; kuşlar insana tüy, et ve yumurta verirler; hayvanlar et, yün, deri ve güç verirler; Havuzlar –balık, balıklar – havyar verir. Hatta arılar da bal ve mum toplayarak insan için çalışıyorlar, kurtlar ipek eğiriyorlar. Çiçekler insana kendi güzel kokusunu vererek hoşnut ediyorlar.

Bu servetlerin hiç biri Allah’ın kendisine hizmet etmiyor, çünkü Allah dünyaya hükümdardır ve onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Milyonlarca akıllı makineler ve binlerce fabrikalar da insanın hayrı için yaratılmıştır.

Bunların hepsinde Allah’ın insana olan sevgisi görünmüyor mu ki? İnsan bu sevgiye karşılık vermesi lazım değil mi ki?

Yaratan insanların doymaz huyları yüzünden tüm hayvanları yok edip yarınki kuşaklara zarar vermelerine engel olmuştur. Kendi hayvanlarını korumaları için insanlara hırs duyusunu vermiştir, kuşlar ve canavarlara ise kendilerini kurtarabilmeleri için çevik ayaklar ve güçlü kanatlar vermiştir. Şimdi canavarların birileri fethedilmez kayalarda, öbürleri suların dibinde, üçüncü birileri ise kesif ormanlarda yaşıyorlar. Onların hepsi çoğalmaya çalışıyor ve hepsine yavrularını korumaları için hayvani insiyaklar verilmiştir.

Hayır, Allah insanı yeryüzünün mutlak hükümdarı edip tayın etmemiştir, sadece insanların yiyeceklerinin tükenmesine ve yeryüzündeki hayatın bitmesine engel olmuştur. Allah’ın yaptığı bu işlerde büyük bir adalet görünmektedir. 

Demek ki her şeye kadir Allah bilgili, adaletli ve merhametlidir.

Bizler de, Müslüman olduğumuza göre, her şeyde Allaha uyarak üç benzeri güce sahip olmamız lazım: bilgi, namus ve merhamet. Yani, biz kendimizi bilgi edinmeyi, her zaman kendi onurunuzu düşünmeyi ve insanlara iyilik yaparak hakiki Müslüman olmayı kendimize maksat etmemiz lazım.

Ama bizim yaptıklarımız her zaman da adaletli ve açık mı? Hayır. Biz inancımızın bu ilahi özelliklerini unutmuşuzdur. Her insan başkalarının ona karşılıklı adaletli olmalarını ve ona iyilik etmelerini ister, ama kendisi bunları yapmaz. Bu inancı hakaret etmek değil mi ki?

İnsanlar Allah’ın gösterdiği yoldan caymışlar . Peygamberin: ‘Allah’ın büyüklüğünü düşünün’ ve ‘Allah gerçekten adaletli insanları sever ’ diyen kutsal sözlerini gereken samimiyet ve gereken bilgiyle kimse kabul etmiyor.

Ayetler – Kuranı kerimdeki süreler Müslümanlık tavsiyeleriyle doludur, ama insanlar bunu unutuyorlar. Kuranın dediği şu:  ‘İyili yapın ve başkaları da iyilik yapmaya davet edin, çünkü Allah iyiliğe mail insanları sever’. Ve yine: ‘Allaha inanan ve iyilik yapan kişiler vardır. Onları için cennetten yer hazırlanmıştır’.

Kuranın talepleri doğru değil mi? Allah seni ve etrafındaki dünyanı sevgiyle yarattıysa, senin de Allaha olan sevgin faal olması lazım. Sen dürüst olmaya mecbursun.

Yine bir ayet diyor: ‘Ama sadece Allah’ın zalimleri affetmeyeceğini bildiklerinden Allaha inanarak iyi işler yapan insanlar da varlar’. Böyle Müslümanların yaptıkları ‘iyilik’ diye adlandırılsa bile iyiliğin özüne aykırıdır. Böyle insanlarda vicdan yoktur. Büyük peygamberimiz Muhammed s.a.s. yazmıştır: ‘Kimin vicdanı yok ise, Onun inancı da yoktur.’

Buradan biz asıl inancın sadece sıradan dualarla elde edilmeyeceğini anlıyoruz. Belki bedeni dualar ve oruçlarla yıpratmak lazım olabilir ama asıl inancın kaynağı bilinç, dürüstlük ve merhamettir.  

Küçük bir örnek. Eğer kendini halkından ayırmayan kişi kendi halkının başka bir halkla dost olmasını istiyorsa, sadece bu onun bilinçli ve dürüst insan olduğunu anlamaya yeterlidir.  Onun niyeti hayırlı işin başlangıcı değil midir?  Bu insan adamlara iyilik istediği için Allah karşısında temiz değil mi? Temiz niyet – inancın temelidir ve ona değer vermek lazım. Sofi Allayar’ın demiş olduğu gibi ‘her zaman kalan gerçeklerden üstün bildiğin bir özel gerçek vardır’. İnanç da bunun gibi, insanlar için başka şeylerden üstün olması lazım.

Biz asıl Tanrıya inanan kişinin aşağıdaki üç özelliğe sahip olması gerektiğini anladık:

Bilgi, dürüstlük ve merhamet. İnanç kişiyi Allah’la birleşmeye çağırıyor ve o her şeyi bilmeye, adaletli ve merhametli olmaya çalışıyor. Sonunda bu üç güç neye götürür? İnsanlık gelişiminin yetkinliği nerde? Yetkinlik hangi şekillerde karşımıza çıkar?  Bu yüksekliğin esasıdır, bu – gerçek, akıl ve hayırdır.

Onlara ulaşılabilir mi? Evet. Onlara götüren üç gücün hepsi tüm insanlara Allah tarafından verilmiştir. Değişik derecede tabii ki. Ama bu güçler ve özelliklerin geliştirilmesi insanın kendisine bağlıdır. Her üç özelliğin yetkinleştirilmesine ve üçünün de uyumlu birleştirilmesine gayret ve sadakatle ulaşılır. Bilime, inanca ve hayata olan sadakat.  

Üç ilahi gücün sahipleri öncelikle peygamberler, sonra evliyalar, sonra tanrıbilimci bilgiçler, onlardan sonra ise asıl Müslümanlardır.

Allaha olan sevgi peygamberlerden sonra birinci olup Dini bütün kişilerin yüreğine girmiştir, onlar ise bu duyumu insanlarla paylaşmışlardır.

Ama peygamberler ve din kişileri dünya nimetlerinden vazgeçip ancak ahreti düşünmüşler. Onlar mülkiyet ve ekmeği düşünmemişler bile. Onların düşüncesine göre, sadece bu yol insanı ruhi yetkinliğe ulaştırır.

Bilgiçler ise bunun tersi olarak, her zaman dünya nimetleri hakkında kaygı duymuşlardır, onların fikrine göre din, bilim ve zanaat olmaksızın hayatta uyuma ulaşılamaz. 

Peygamberler ve bilgiçler farklı yolları seçmişseler de aslında bir şey için çalışmışlardır.

Bence her iki grup, kendi idealini takip ederek belli derecede kendilerini feda etmişlerdir. 

Birincil, eğer insanlık inanç yolunu seçseydi ve tüm dünya nimetlerinden vazgeçseydi, yeryüzü akla hayale gelmez derecede bakımsız kalırdı.

O zaman kim hayvanları otlatır, giyim diker ve ekmek ekerdi? Gayrı dinlerle kim mücadele ederdi? Toprakaltı servetleri kim araştırıp bulurdu?

Allah’ın istemediği ayıp işleri bırakın, sadece dünya nimetlerinden vazgeçilmesi de akla makul iş değildir, çünkü Allah dünya nimetlerinin insanların saadeti için yaratmıştır. Bu yolun seçilmesi hatta hayat karşısındaki cinayet olarak kabul edilebilir.

İkincil, peygamberlerin takipçileri yeryüzünden yok olmak tehlikesinde kalırlardı. Gayri dinlerin verdiği baskı altında (onları mutlaka zapt ederlerdi) en sabırsızları yok edilmiş, en sabırlıları ise itaatli köleye dönüşmüş olurlardı. Bu durumda ruhi yetkinlik nereden gelsin?

Belki, bu yol tüm Müslümanlara uygun olmayan bir yol olabilir mi? Ama o zaman gerçekler dediğimiz nedir? Eğer gerçekler her insan için aynı değilse ve sadece halkın bir kısmı için geçerliyse buna Allah’ın gerçeği denilmez. Büyük maksatları veya genel gerçeği olmayan millet ruhen ölüdür. Hayatın olmadığı yerde ise yetkinlik olmaz.

Ama, anlaşıldığı gibi tüm evliyalar da dünya nimetlerinden vazgeçmemişlerdir. Peygamberimize yolculuk eden üç aziz - Abdurrahman Ibn Avf (r.a.), Sa'd Bin Ebî Vakkas (r.a.) ve hazreti Osman (r.a.) – halka tanılan zengin insanlardı. Bu ne demek? Azizlerin riyazetlerine sebep, bence onlardaki kendi güçlerine olan şüphe neticesinde hayatın nimetleri inancımı yıpratır diye düşünmeleridir. Ama bu birde özgün bir usul da olabilir. Bu usulü kullanarak azizler insanlardaki servete olan sevgiyi bastırmak istemiş olabilirler. Azizler akla sığmaz derecede kendilerine eziyet vermişler ve belki bu yaptıkları halk için örnek olur diye düşünmüşlerdir.  Onların Müslümanlarda adalet, iyilik ve Allaha sadakat duyumlarını uyandırmaya olan teşebbüsleri insanlara olan büyük sevgilerinin neticesi olsa bile, nasılsa, onların seçtikleri yol sağlam çıkmadı.   

Bu yolu seçen insanlar arasında sadece kendisini bu işe bilinçle bağışlayan kişiler yetkinliğe ulaşabiliyorlar. Tarihin gösterdiği gibi buna cesaret edenlerin sayısı çok azdır. Bunu gerçekleştirmek için kalbi insan sevgisine dolu, bilgiç sebatına sahip, cismi ve ruhu sağlam, Allaha sonsuz sadakati olan takınaklı kişiler lazımdır. Bu faziletlerin bir insanda yer alması hemen hemen imkânsızdır. Zaman zaman böyle insan çıkıyorsa bile o peygamber, deha, zalim çıkıyordu.

Allah’ı sevdiğinden dolayı inancın gerçeklerini anladığını söyleyen kişi ahlaksızdır. Öncelikle, insanın sevgisini hayvanın bağlılığına benzetmemek lazım. İkincil, eğer sen bilge olup yetişsen de veya tanrıbilimci olsan da bu senin Allah’ı tanıdığını anlatmaz. 

Bence, çok okumuş olmakla hakiki bilim arasında Bilimin özüyle onun dış belirtileri arasındaki fark gibi fark var. Çoğu durumlarda belagat bilgelik olarak, enerjik ve hızlı çakan adamları bilgice benzetiyorlar.

Allah hiçbir şeyi sebepsiz olarak yaratmamıştır ve eğer insanlar onun yaratmış olduğu dünyanın özünü anlamaya çalışıyorsa, demek ki bu istek insana  Allah tarafından verilmiştir. Dünyayı anlamakla insanlar Allah’ın tabiatını tanımaya başlarlar ve belki böylece insan kalbinde Allaha olan sevgi uyanır, çünkü dünyayı anlayan kişi Allah’ın insanları severek ve acıyarak yarattığını hisseder. Bunları anlamadan önce insanlara kendindeki Allaha olan sevgiden bahsetmek çok ayıp.

Sadece kendi mahareti, düşünceleri ve tecrübesiyle yüksek ruhi güçleri anlayabilen ve kendinde sevgiyi ve gerçeği birleştiren insana bilgiç veya düşünür denilebilir.

Böyle insanlar olmasaydı dünya alt üst olurdu. Doğruları ve yanlışları anlamak, olayların sebebiyetini öğrenmek, tüm insanlık için iyilik aramak yolunda düşünür sadece kendi eğlencelerinin değil belki hayat kolaylıklarını da unutur. İnsanlığın elde ettiği en yüksek yaratılar onların aklıyla yaratılıyor. Onların yaptığı işler dünyasal işlerdir, fakat ancak onların yaratıcılık tarlalarında ahretin esasları temelleşir. Eğer Tanrıbilimi ve Gizli bilimler kör inancı doğuruyorsa, düşünürlerin aklı düşünceli ve gerçek inancı uyandırır.

Ama her bilge de Müslüman olmayabilir. Onların çoğu insan tabiatı ve huyunu anlayıp da gerçek inanca yetişememişlerdir.  Bu bilgelerden birileri Allah’ı tanımıyor, öbürleri imanın şartlarını kabul etmiyor, üçüncüleri insana ait olan sekiz esas özelliklerin ilahi kökeninden şüphe ediyor. Ama onlardan en enerjikleri elektriği ve onu kullanış yollarını keşfettiler, yıldırımı yakalamayı, uzak mesafeden iletişim kurmayı öğrendiler. 

Onlar kendi akıllarına su ve alevin gücünü itaat ettirerek onların insana hizmet etmesini sağladılar. En önemlisi ise onların yüzlerce insanın aklını faydalı işe yöneltebilmeleridir. Bundan dolayı onlara borçluyuz.

Büyük peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.s kutsal kitapta şöyle yazmıştır: ‘İnsanlara fayda getiren adam iyi adamdır’. Bilge insanlar bence öyle insanlardır. Şimdi o bilgeleri bilgiç diye adlandırıyorlar, ama onları tanrıbilimci bilgiçlerle karıştırmamak lazım.

Bizim şimdiki mollalarımız bilgiçlere tahammül edemiyorlar. Bu ise din adamlarının cahilliğinin ve aşağılık işlere eğinik olduklarının işaretidir. Hakikaten, çoğu mollalar Arap ve Fars dillerini öğrenerek, rakibinden yükselmek istiyorlar ve kibirle birbirileriyle rekabet etmeye başlıyorlar. Hedeflerine ulaşmak için her şeyi kullanıyorlar. Yalan ve övünmeyle insanları şaşırtıyorlar. Şimdi onlardan nasıl fayda gelebilir onu düşünün. Hayır, mollalardan halka ancak zarar ve kötülük geliyor.

Eğer mollalar hakikaten halka iyilik etmek istiyorlarsa, gerçek sözlere kulak vermeleri lazım. Bunu yapmak için ise öncelikle, doğru sözü takip etmenin rezalet olduğunu anlamaları lazım. Sadece rezalet değil belki bu suçtur, çünkü gerçeğin başka adı hakikattir, hakikat ise Allah’tır. Bilgiçlere karşı mücadele etmekten önce onların tabiatındaki hangi sıfata karşı mücadele etmek istediğinizi anlayın.

Boş bencilik, egoizmin başka herhangi görünüşü gibi bu dünyada çok insanı bitirmiştir.

O yüzden sadece molla olmak yeterli değil, bir de insan olmaya çalışmak lazım.

Büyük peygamber Hz. Muhammed s.a.s. birde demiş ki: ‘Kıyamet günü geldiğinde, bir gün insanlara bir yıl gibi zor görünür’.

Sahabeler onun bu sözlerinden düşünceye dalmışlar ve peygambere sormuşlar: ‘güneşin doğuşundan batışına kadar Müslümanlar beş defa namaz kılıyorlar. Kendilerinin kurtulmasını isteyerek dua ediyorlar. Sizin bahsettiğiniz günde kaç defa namaz kılınacaktır? ’

Peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.s. bu soruya şu şekilde cevap verdikleri söylenmiştir:  

‘Bu o zamandaki tanrıbilimci bilgiçlere belli olacaktır’.

Bundan anlaşılıyor ki, peygamber dini adetleri değişmez olan bir kanun olarak görmüyor, belki onlarda yenilik olabileceğini kabul ediyor. 

Bunu mollalar biliyorlar mı?  Bilseler de fayda var mı? Çünkü medreselerimiz eski zamanlarda nasıl okutuluyorsa yine aynı şekilde eğitim veriyor. Bu medreselerde elde edilen bilgiler zaman ruhuna uymuyor ve hayata tatbik edilemiyor. İşte bu sebepten mollalar hayatlarını birbirileriyle gereksiz tartışmalara ve birbirilerini izlemeye harcıyorlar.

Bunların hepsi, örneğin Türkiye’de gençlere değişik bilimler öğretildiği zamanda, birkaç sayıda harp ve başka özel okullar oluşturulduğu zamanda yaşanıyor.

Mollaları bir tarafa koyalım. Mollalardan daha büyük iktidara sahip din adamları vardır. Bunlar bütün köydeki ve hatta vilayetteki mollaların işini yöneten eşanlardır. eşanların hepsi medrese mezunlarıdır, onların felsefeleri soyuttur ve onlardan gelen zarar cahil mollalardan gelen zarardan daha büyüktür. Eşanlar kendilerini hakiki din vaizleri biliyorlar ama aslında zamandan geri kalmışlardır; kendilerini insanların ruhi doktoru sanıyorlar ama anlaşılan, onlar bu işten hiçbir şey anlamıyorlar. Bu sahtekar ve sinsi insanlar kendilerinin ne kadar oynak koltukta oturduklarını biliyorlar ve hiçbir zaman sarıkları ve tespihlerini bırakmıyorlar. Onları her zaman Allaha körü körüne inanan cahil insanlar arasında bulursun.

Biz inancın sınırsız olduğuna ve ölümlülerden hiç biri onu sonuna kadar anlayamadığına kanaat getirdik . Ve kim kararla, aklını başına toplayarak bu yola girmişse, ona asıl Müslüman diyebiliriz. Bundan böyle o sözüyle veya malıyla yakınlarına iyilik yapmalıdır. 

Eğer o bütün ömrünü iyi işlere bağışlarsa, o halde onun Allaha yakın olmasına ümit edilebilir. İyilik etmek- her insanın borcudur.

Ama bütün fikri ve işleri sadece varlık içinde yaşamak ve güzel giyinmeye yönetilen kişiler vardır. Onlar kendilerini pazarlık etmeye ve övgü işitmeye, birilerinde haset uyandırmaya çalışıyorlar. Birilerinin onların giydiği elbiselere hasetle bakmasından fayda nedir? Hayatta sadece şahsi çıkarlarını izlemek – dar insan olmak demektir. Dünyanın tüm nimetlerine sahip olmak hevesinin doğması için aşırı akla gerek yok. İnsanın onuru görünüşü ve varlıklı olmasından anlaşılmıyor. Allah insanı aklına ve kalbine göre değerlendirir. Allaha uygun olmayan yolu seçen kişilerin de,  böyle kişilere heves gözüyle bakan insanların da bir gün gerçek insan olacaklarına şüphe var. Eğer onlar akıllansalar da bunun sebebi kalpleri inanılmaz derecede iyi olan insanların gösterdiği çabalar olabilir.  

Servete olan heves her zaman için de kınamaya değer mi? Hayır. Yaşam düzenliliği insan aklını temizler, refah ise onun gelişmesi için gerekli koşulları hazırlar. Yoksulluk bazen insanı sadece karnını doyurmak ve açlıktan ölmemek için çaba gösteren hayvana dönüştürür. Hayatın özünü tanımaya imkân bulamadan insan cahiliyet içinde kalır, bu ise insanlığın görevine uymuyor. Kuranı Kerim cehaleti insanlık adına hakaret diye itifar ederek karalıyor. İnsan serveti, kişiyi yoksulluk batağına batmaktan ve başkalarına bağımlı olmaktan kurtaran ve kendi akrabalarına ve kardeşlerine istenilen yardımı verebilmesi için gerek olan bir araç gibi kabul etmeli. Birincisi de ikincisi de mal dünyanın insanlara özgürlük vermek ve onların ruhi gelişmesi için gereken koşulları yaratmak için gerektiğini anlatıyor. Bilim onun yardımında servet toplamak için öğrenilmez. Bilakis, servet bilimlerin gelişmesi için kullanılması lazım.

Bilim ve zanaat – asıl servet şunlardır.

Bilim veya bir zanaat sanatını öğrenme süreci en yüksek uğurdur.

Ama bilim ve sanatın insanlara fayda getirmesi için, onlar inanca itaat etmeleri lazım, çünkü inanç insanlardan iyi işler yapmalarını talep eder.

Allah dünyayı güzellik kanunlarına göre, insanları ise yetkinliğe yüce bir heves ve soy kaygısıyla yarattı. Yetkinliğin önemli önkoşullarından biri dostluktur. Dostluk duyusunu insanlar kendilerine borç gibi kabul etmeleri lazım. Bu borç sadece insan dostluğa mail olduğunda ödenebilir. Eğer senin teveccühün birilerinde karşılıklı duyu uyandırmışsa ve sizin dostluğunuz karşılıklı sevgi ve saygıya dayanıyorsa, birbirinize olan bağlılığa dönüşmüşse, o zaman bu dostluğa gerçek dostluk denilebilir. Böyle dostluk geniş sayıdaki insanları birleştiriyorsa bu çok güzel.

Çıkar gözetmez, saf dostluk her hangi düşmanlık duyusundan, egoizmden veya sert bir dille veya yakışmaz bir hareketle başkalarının gözünde kendine şöhret kazandırmak hevesinden uzaktır.

Ayrılışmanın, insanların dikkatini çekmenin iki yolu vardır.

Birinci yolu, kötülük veya adaletsizliğe karşı karşıya gelen insan, kötülük yapanlar gibi aşağılamaz, aksine onlara karşı mücadele eder. Bu insanın kalbi parlaktır. Onun dayanaklılığı saygıya değerdir.

İkinci yolu seçen insan, kendine silah edip kötülüğü seçer. Eğer onun elinde iktidar varsa insanlara tatsızlık verir, güçsüzleri aşağılar. Bu insanın kalbi karadır. Onun yaptıkları insanların düşmanlığı olarak kendisine geri döner.

Ne yapıp ta kendini gösterme hevesi bencilikten doğar ve böyle insanlarla arkadaş olunmaz. Bencilik insanı kıskanç eder, ondaki kıskanç ona benzer başkalarına garaz verir ve böylece insanlar birbirilerine düşman olurlar.

İnsanı aşağılayıcı üç şey vardır. Bu cahillik, tembellik ve kötü emeller. Cahillik bu bilgisizliktir, bilgi olmadan ise bu dünyada hiçbir şey elde edilmez. Bilgiye hevessiz olmak demek, hayvana benzemek demektir.

Tembellik – insanlığın düşmanıdır. O itaatkârlık, eylemsizlik, utanmazlık ve yoksulluğa sebep olur. 

Kötülük – insanlık dışıdır. Her zaman insanlara kötülük eden kişi kendi insanlığını kaybeder ve canavar gibi olur. 

İnsanlar en azından şu üç kusura karşı durabilecek kadar akla sahip olmaları ve hayatta enerjik ve adaletli olabilmek için bilgi sahibi olmaları lazım. Allah’ın ilahi gücünü her zaman akılda tutmak ve ellerdeki kabiliyete ummak, yaptığın her için halka fayda getireceğine inanmak lazım. Böyle ümidin ve inancın yoksa- sen hiçsin. Kısa zamanda kendini bitirirsin. Allah’ın kölesi olmamak – halkın hizmetinde olmamaktır.

Evet, Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır. Onun yarattığı her şey mantıklıdır, iyi manaya eğedir ve Allah’ın başka yaratıkları ile akılla bağlanmıştır.

Bilimler sanki insanlık gelişiminin, halkların ilerleme yolunun, insanların kendilerini, tabiatı, Allah’ı tanımak için seçtikleri yolun timsalidir.

Ödev ilk önce, insanın yüksek ahlaki kategorisi diye kabul edilen iyilik yapmaya olan yükümü olarak kabul edilir. 

‘Davranış’ dediklerinde, ilk önce aklına insanın meşru, vicdanen yapması gereken bir hareketi düşünüyorsun.

 ‘Heves’ dediklerinde, onun iyiliye, büyüklüğe ve güzelliğe yönlendiğine inanıyorsun.

Hz peygamber Muhammed s.a.s hadisi şerifte söyle yazmıştır: ‘heves olmadan iyi emel olmaz’. Bu cümle, Allah’ı tanımak için mollaların talep ettikleri tüm ayinlerin yerine getirilmesi gerektiğini mi anlatıyor? Bizim anladığımız gibi, peygamberin kendisi de ayinlere değişmez bir şey gibi bakmamış ki. Yanlış yola gitmiyor muyuz?

Tamam, Siz abdest alıyorsunuz, namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz, dünyasal ve duyusal hazlardan kaçınmaya çalışıyorsunuz, fakat bunların hepsi Size huzur veriyor mu? Görünüşünüz sakin ve hatta serinkanlı, fakat kalbiniz de böyle huzurlu mu?

Eğer Siz Allah’ın gerçeklerinin bütün vücudunuzla kabul ediyorsanız, o zaman yaptığınız emeller samimi ve anlamlı olacaktır. Abdest de, dualar, namaz ve oruç inancın sadece dışsal görünüşüdür; fakat, eğer Siz onları yaparken, kalbinizde Allah’a olan sonsuz inancı duymuyorsanız, o halde bu yaptıklarınız en büyük ikiyüzlülük değiş midir?

Belki, inancın tek olduğunu ve onun bilinçli ve kör inanca ayrıldığını söyleyen tanrıbilimciler haklı çıkabilirler. Ve onların fikrine göre dini ayinler inancın sadece yüzüdür ve inanca güzellik vermek için gerekiyordur.

Bir şeyden eminim: ayinlerin asıl amacını çok az kişi merak eder. Eskiden onlar inancın tazeliğini sağlamak için hizmet ediyordu. Bugünde bunun için mi hizmet ediyorlar? İnsanların sadece mollaların isteğine göre, inançsız gibi görünmemek için namaz kılması bence tuhaf.

Allaha dua etmenin özü nedir?

Müslüman ilk önce bedenini dışkılardan temizler ve abdest alır. Namaz halısına geçip abdest aldığını ve namaza hazır olduğunu ellerini yukarıya göstererek gösterir. Sonra aynı şekilde avucunu yüzü ve boynundan geçirerek, el yüz yıkama işine taklit eder. Elle yapılan tüm hareketler insan yıkandığında bedeninden su aktığında olduğu gibi yukarıdan alta doğru yürür. Şimdi namaz kılan kişi Allah’la temasa hazırdır.

O parmaklarıyla kulaklarına dokunuyor ve buda bir işarettir. Onun kendisinin Allah’ın karşısında bir zavallı yaratık olduğunu kabul ettiğinin ve ona el kaldıramadığının işaretidir. Allah her yerdedir ve hiçbir yerde yoktur. Namaz kılan kulak kesiliyor. Onu günaha batıran çekici şeylerden koruması için Allahtan yardım istiyor. Sonra tevekkülle ellerini göğsünde kavuşturuyor. Sanki, her şeye kadir olan hükümdarı karşısında duran ve kendisinin itaatli olduğuna inandırmak isteyen köle gibi. Büyük inancın doğruyu yer-Mekke şehrine yüzünü çeviriyor ve Allah’ın onun yaptığı dualara kulak vereceğine umut ediyor.

İlk önce eûzü besmele çekip Allah’a övgü söyleyen Fatiha suresini okur. Bu sureni anlatmak çok zaman alır, aslında ben de bu emellerin sadece dış tarafını yorumlamak istemiştim. 

Namaz devam ediyor… Eller dizlere koyulur ve rükûa gidilir. Buna yapmakla namaz kılan kişi kendisinin Allah karşısına çıktığını anlatır. Diz çöker ve alnı ile yere dökünür. Secde tekrarlanır, kalkar ve dizleri üzerine oturur.

İnsanın topraktan geldiğini ve yine toprağa gideceğini, onun öbür dünyada hayatına devam edeceğini ve sonunda mahşer günü Allah’ın karşısına çıkacağını gösteren güzel ifade. Namazın bitme anı yaklaşıyor…  Son defa diz çöker,  yine bir defa selam verir, kendisinin Allah’a olan şükrünü bildirir, Allah’ın insanlar karşısına çıkacak peygamberine rahmetler vermesini dua eder. Namaz bitti. Allah’ın karşısında kusurlar itiraf etildi, kölesinin ona olan minnettarlığı, sevgisi iletildi ve tüm Müslümanların geleceği için dua edildi.

İnsanın inancı bu şekilde ifade edilir.

Ama bu, inancın dış görünüşü insanların kendisine ne veriyor? Bunu bana kim anlatabilir?

 

=OTUZ DOKUZUNCU SÖZ=

Tabii ki, bugünkü kuşaklarla karşılaştırıldığında, bizim babalarım ve dedelerimizde bilgiler az olmuştur. Onlar muamelede daha sert, kültür dereceleri de bizimkinden daha düşük olmuştur. Ama dedelerimiz bizim şimdi hiç övünemediğimiz iki özelliğe sahiptiler. Bu bir olma hevesi ve şeref düşüncesi.

            Biz çok şeyi elde ettik, daha eğitimli olduk: hayat durmadan ileriye doğru gidiyor. Ama insanı yükselten bu iki özelliği geri almadan biz büyük milletlerle bir sırada duramayız. Üstelik bizim tüm araştırmalarımız ve başardıklarımız bize fayda değil zarar getiriyor.    

Eski zamanlarda, halk içinde iyi oğlanlara değer vermesini biliyorlardı. Onların arasından en bilge ve dürüstlerine özel yetkiler veriyorlar ve ‘el-bası’ – millet başı ve ‘top-bası’ – cemaat reisi diye ad veriyorlardı. Bu seçkinler davaları çözer ve ülke hayatını yönetirlerdi, kalan kişiler ise onların emirlerini itirazsız yerine getirirlerdi ve kendilerinin büyük ve küçük işleriyle ilgilenirlerdi. 

            Halkta şöyle diyorlar: ‘Eline bir sopa al ve eyer uygunsa ondan baston yap’ – ama bunun devamından: ‘Her insan kendisini biy zannederse insanlara dünya dar olur; Kişiler kendi reisiyle bir olursa, bu halkı ateş de yakamaz’ diyorlardı.

Evet, millet kendi reisleri için sıra dağlar gibi duruyordu, onun eline dizginleri verip her şeyde ona yardım ediyorlardı. Halk kendi Reisinin kusurlarına göz yumuyor, sadece iyi taraflarını görüyordu. Ona sanki kutsal gibi davranarak halkın kendisi de büyükleşiyordu. Halk onlar için kardeş olmuşsa, halkın serveti onların servetiyse, reislere halkın büyüklüyü için kaygı çekmekten başka ne iş kalıyor ki?

Bozkırda böyle atasözü var: ‘Kim ki kendi şerefinin değerini bilmezse, onu yabancı da kırabilir’. Ve yine insanlar birbirilerini uyarıyorlardı: ‘Kendisi için kan isteyen kişi halk işine zarar getirir’.

Yine diyorlardı: ‘Kendi başına hareket eden altı kişi elindekini de kaçırır, ortak hareket eden dört kişi ise, gökte gizleneni de elde eder’, ‘Yolculuğu seven, hazine bulur, tartışmayı seven başına bela eder’, ‘soy sop insani kıyafetini kaybedebilir, ama kandaşlığı kaybetmez’.

Köylerde, dedelerin adlarını hatırlayarak onların ruhuna dua ettiklerinde, kandaşlar aralarındaki kavgayı durdurup tüm kırgınlıkları unutuyorlardı. Kırgın kişinin himayesi için bir olup hareket ediyorlardı.

Şimdi bu iki yüksek sıfatlar nerede kaldı? Onlar de şeref ve dayanıklılığın meyvesiydi ve biz dedelerimizin bu güzel özelliklerini kaybetmekle, biz her şeyimizi kaybettik. 

Şimdi dost olunmuyor. Kalp sempatisi yerini yalan aldı. Düşman olmasını de bilmiyorlar. Öfke yerine hasat ve hırıltı var.

 

=Kırkıncı Söz=

Sorularıma kim cevap verir?

Neden, biz Kazaklarda ölenlere övgü söylüyorlar, ama diri olanlar hakkında ise sadece kötüleri konuşuyorlar? Neden gücünü kaybeden ihtiyarlar gençlerle iyi anlaşıyorlar, kendi aralarında ise, her gün içlerinden birilerini kaybediyorlarsa bile, dirlik düzgünlük yok? Biz uzak kandaşımız yabancı ülkede yaşadığı sürece, onun için meraklanıyoruz, abi kardeş gibi seviyoruz. Ama o Vatana geri dönmeyi başardıktan bir kaç sonra ona düşman gibi davranıyoruz. Neden böyle oluyor?

Başka millette bir layık insan gördüğümüzde hayranlık duyuyoruz, onu aşırı derecede övüyoruz, parlak, ışık taratıcı diyoruz... Ama neden kendi soydaşlarımıza, onlar yabancılardan yüksek oldukları halde bile dereken değeri vermiyoruz?

Neden uzaktaki yabancı ülkeye gelince, insan utanıp sıkılmadan kendi ülkesini överek  yalanları söyler, evine geri dönünce ise, yabancı ülkeyi överek yine yalan konuşur?

Neden evladı daha küçükken, Kazak kendi çocuğunu sever, çocuk yetişkin olduktan sonra ise ondan soğur?

Neden ağır ölüm veya güzel düğüne bazı soydaşlarını davet edip de getirtemezsin, hırsızlık veya baskın olduğunda ise onlar anında yetişirler?

Senin atın yarışmada birinci olması için hiç bir yardım etmeyen, ama ödül paylaşma zamanında onu hatırlamadığın için senden üzülen soydaşını nasıl anlamak mümkün? Eskiden kişiler ta ölene kadar onlara yapılan iyilikleri hatırında tutuyorlardı. ‘Birisi, Allah ona sağlık versin, benim atım güçten kaldığında, bana evime yetişmeme yardımcı olmuştu’ –diye hatırlıyorlardı onlar. Neden günümüzde, senin onlara ettiğin yardımı insanlar bu kadar çabuk unutuyorlar?

Bir zengin insanın oğlu, yoksulluğa düşünce hırsızlık etmekten utanmadığını, başka zengine hizmet etmekten ise utandığını nasıl anlatmak mümkün?       

Bir köyde iki iyi insan bir araya gelemez, iki namussuz ise aralarından su sızmaz kadar bir olabiliyorlar. Bu nasıl oluyor?

Neden, sen dostum diye düşünerek at verdiğin birisi, senin düşmanından kusu aldığı zaman senden yüz çevirir?

Kişi neden bazen akıllı insanla muhatap olmaktan memnun kalmaz da, düşmanının sözünü dinlemek ister?

Neden insan dostuna iyilik istemez? Neden dostu bir az yükselirse ilk önce o kişi dostuna en kötü düşman olur?  

Kendisine akıl hocası bulamayan insanlar var. Neden böyle insanlar kendisini iyi anlayan ve onlara en gerekli tavsiyeleri verebilen insanlardan kaçınıyorlar?

Kimi insanlar misafirlikte sanki tüm hayvanlarını kendileriyle getirmiş gibi davranıyorlar. 

O zaman neden onlara misafir geldiğinde hayvanlarını evlerinde uzaklara kovuyorlar?

Neden insanlar barış onları çok kısa zamanda yormasına rağmen hep barış istiyorlar?

Neden aklı başında, ilham dolu insanlar milleti yönetseler de yoksuldurlar?

Neden küçük karılar her zaman dik başlıdırlar?

Neden ahlaksız insanlar her zaman kararlıdırlar?

Neden aptal inatçılar akıllarına karşı hareket ediyorlar?

Neden itidalli, kanaatli hayat sürdüren kişiler güçsüz sayılıyorlar, her yerde kavgalara sebep olan yaramaz ve övüngen insanlar ise kabadayı sayılıyorlar? Kazakları doğru sözle hayran kaldıramazsın. Onlar doğruları dinlemezler, doğruları dinlemek onlar için vaktini boşuna harcamak gibi geliyor. Ama birisi bir uydurma konuşursa, maya bırakılmış süt gibi etrafında toplanıyorlar ve sonuna kadar dinlemeden gitmiyorlar. Neden Kazaklar yalan dinlemeye düşkünler?  

 

=KIRK BİRİNCİ SÖZ=

Kazakların geleceğini kalbinden düşünen ve sadece akıl vermeye değil söylediklerini gerçekleştirmeye de hevesli olan kişi ilerideki iki şarttan birine uyması lazım.

Birinci şart: Böyle insan halkı yönetecek tüm iktidara sahip olması lazım. Ancak bu durumda o çocukları eğitim almaya zorla götürebilir. Çocuklar değişik medreselere tayin edilmeleri lazım, çünkü bilimin çeşidi çoktur ve onların tümü öğrenilmeli. Kızlara da eğitim vermek lazım. Eğer onların başka bilimleri öğrenmelerine imkan yoksa, hiçse dini bilimleri öğrensinler. Çocukların eğitimi ve bakımı için gereken masrafları halkın kaplamasını sağlamak lazım. Genç oğlanlar ve kızlar bilgi edinirlerse, onların ihtiyarlayan babaları ise bozkırı yönetmekten vazgeçerlerse, işte o zaman Kazaklar kendilerinin kötü durumunu iyileştirebilirler.

İkinci şart: bu insanın elinde bitmez serveti olması lazım. Ancak o durumda o, çocuklarını eğitime gönderdiği Kazaklara yeterince ödül verebilir.

Ama bugün milleti itaatte tutabilecek kadar güçlü olan iktidar yok. Bozkırda, milyonlarca insanın teveccühünü kazanabilecek kadar zengin olan birisini bulmak imkânsız. Kazakları   

Sözle alamazsın: tehditle korkutamazsın, kınamalarla utandıramazsın. Cahillik onlara atasından miras kalmıştır, kanlarına ve canlarına ana sütüyle girmiştir ve onlardaki güzelliğe olan hevesi öldürmüştür. Kazaklar dünyada aptal gülüş, tartışmalar, fısıldaşma ve dargınlıktan başka daha ilginç şeylerin olduğunu düşünmüyorlar.  Eğer onların akıllarına böyle bir fikir gelirse bile, bu fikir orada uzak kalmıyor. Eğer bunları Kazağa anlatmaya çalışırsan, onun bir kulağından girer ve öbür kulağından çıkar. Eninde sonunda bizler kim, halk mıyız veya idare edilemez bir kalabalık mı? Bilgi sahibi olan bir halk olmamız için neler yapmamız lazım?

 

=KIRK İKİNCİ SÖZ=

Kazağın kötüye düşkünlüğü onun işsizliğe verilmesindendir. Eğer o ekincilik veya ticaretle meşgul olsaydı, aptallık yapmaya çok az zamanı kalırdı. Ama Kazak ekin ekmeye ve ticaret yapmaya alışmamıştır. Tembellik ise Kazağı serseriye dönüştürmüştür. Birisinden geçici olarak at alarak o bedava ekmek kazanmak için bir köyden başkasına gezer veya insanları birbirlerine düşman etmek için dedikodu toplar ve kendine benzeyen başka birileriyle kendisinin oluşturduğu entrikaları seyredir. Namusluca para kazanan kişiler için böyle hayat köpek hayatı gibi gelmiş olurdu. Emeği ne kadar zor olsa olsun o emeğini serseriliğe değiştirmez.

Hayvanları çoğalma işiyle meşgul olmak zenginler için sıkıcı geliyor. Onlar kendi hayvanlarını çobanlara veya küçük yaştaki çocuklarına bırakıp evlerini terk ediyorlar. Zenginler onların hayvanları hırsızlara ve canavarlara yemiş olduğunda, soğuktan ve beslenmediğinden dolayı öldüğünde sabrederler ama komplolardan, dedikodu ve dargınlıklardan dışarıda kalmaya tahammülleri yoktur. Onlar köyden köye geziyorlar, her tartışma ve davalara tıkılıyorlar, sonra başkalarının sofrasına oturarak, insanların musibetlerini konuşuyorlar. 

Bu millet için bir alışkanlık olmuştur, çünkü kötüye alışmak kolaydır. Köylerde artık çiftçilik işlerini, hayvan beslemeyi bilen kişilere değer vermiyorlar, onun yerine fesatçı ve lafçılara saygı gösteriyorlar. Kendilerinin büyük veya küçük işini bırakıp bozkırda gezen iyi Kazaklar az değil. Onlar lakırdılara kulak veriyorlar, kavga arıyorlar, yabancı birilerinin sofrasından besleniyorlar. Tanıdıkları veya komşularının bakmakta olduğu kendilerine ait ev işlerinin kötüye gittiğini, ailelerinin ise yoksulluk içinde olduğunu düşünmüyorlar.

Şimdi insanlar kendi servetleriyle değil, belki dürüst insanı aldatabilmeleriyle, akıl ve şerefleriyle değil, belki düşmanlarının üstünden ihbar yazma maharetleriyle övünüyorlar.

Hatta bir tane atından başka serveti olmayan, zarif bir kıyafet görmeyen yoksul, bu iki ‘sanatı’ öğrenerek zengin birilerine tehdit ederek iyi bir at elde eder, yağlı yağlı yemekler yer, sofranın şeref yerlerinde oturur.

Bu insanlar övgüye düşkün zenginleri avucunun içi gibi biliyorlar. İlk başta onlar ‘iyi öğütlerle’ zenginlerin teveccühünü kazanırlar, sonra ise onları tamamen kendilerine boyun eğdirirler. ‘Siz bir emir verin yeter - diye yaltaklanır böyle ‘akıl hocası’. – Ben ise emrinizi yerine getirmek için kendimi de esirgemem. Feleğin çemberinden geçmeğe hazırım...’ Bir bakarsın ve bu insanın kendi vesayeti altındaki insanın servetini kendi serveti gibi kullandığını ve köyde saygılı kişiler sırasına geçtiğini görürsün. Zavallı zengin ise artık kendi rahatını ve özgürlüğünü kaybettiğini anlamıyor. Boşuna masraf yaptığını görmez. Gittikçe o attığı her adımı bu ‘dalavereci’ ile danışmaya alışır. Bu dalaverecide kendi konumunu kaybetmemek için zenginin ayaklarına halı gibi döşenir. Zenginin kulağına dürüst insan hakkında ‘Ah benim hükümdarım!, Siz onu tanımıyor musunuz? – diye fısıldar o. Bu herkesin tanıdığı entrikacı ki! Bunun bu sözüne böyle cevap vermek lazım, şu sözüne - söyle’. Böylece zengin insanın dürüst bir insana yanlış sözleri söylemesini sağlar. İyi insanlar zenginin bu davranışından öfkelenir ve zenginden yüz çevirirler, dolandırıcı ise aynen şu sonucu istemişti. ‘Gördünüz mü nasıl insan çıktı? – der o zengine. – Benim söylediklerime uymanız iyi oldu. Kurnazlık ediyordu herif! İyi kalpli olsaydı, bunu yapar mıydı?..’ Zengin kendi iradesini kaybeder ve bundan böyle bu insanın fikrini almadan bir adım bile atamaz. İnsanlara güvencini kaybeder ve insanlar da ona güvenmez olurlar.

Günümüzde bozkır kişisinin aklı böyledir, onun hayat tarzı böyledir.

 

=KIRK ÜÇÜNCÜ SÖZ=

Vücut ve ruh insana doğa tarafından verilmiştir. Ama özelliklerinin kaynakları farklıdır. Birisi insanla birlikte doğar ve istem dışıdır, başkaları ise emek neticesinde elde edilir. Yeme ve içme ihtiyacı – doğaldır. Uyku da aynısı. Dünyayı görmek ve anlamak – istem dışı ihtiyaçtır. Ancak akıl ve bilgi insanın emeği meyvesidir.

İnsan dünyayı gözleriyle görerek, sesleri kulaklarıyla işiterek, eşyalara elleriyle dokunarak, kokuları burnuyla içine çekerek, tadı diliyle hissederek anlar. Yaşadığı iyi ve kötü duygular belirli imaj gibi onun aklına yerleşir.

Sözü geçen beş organ aracılığıyla kabul edilerek bu imajlar insan hafızasına belirli bir sırada yerleşir. Bir olayın veya cismin renkliliği, onun akılda ne kadar sağlam yerleşmesi bu cisim veya olayın insan kalbine ne kadar etki verdiğine göre belirlenir. Bir yeni olayın verdiği etki, ondan önce benimsenen birkaç imajların harekete gelmesine, bu imajlardan birinin daha parlak başkasının ise donuklaşmasına sebep olabilir. Demek ki, biz ilk önce yaşadığımız olay nedeniyle oluşan ve aklımızda sertleşen sonradan hayat tarzımız neticesinde sürekli değişen imajlar sistemiyle karşılaşıyoruz. Bu elde edilenler – hoşnutluklar ve kaygılar neticesinde insanın ruhu sertleşir. Neden ilk başta insanın ruhu zayıf olduğu anlaşıldı: bu dönemde ruh, elde edilen bilgiler toplamına bağımlıdır. Başka deyişle, insanın hafızası ne kadar doldurulsa, onun ruhu da, iradesi de o kadar sağlamlaşır. Eleştirel akla sahip, analize mail, gerekli olanı gerekli olmayandan ayırabilen kişi, genellikle güçlü ruh sahibidir. Duydukları ve gördüklerini düşünmeyen kişi ise yeni bir şey de öğrenmez, aksine önceden sahip olduğu bilgileri de kaybeder. Onun ruhu zayıflanır. Bunu anlayabilen insana ise akıllı insan değebiliriz.

Ama başka kategori insanlar da vardır. ‘Allah bana akıl vermediyse ben ne yapabilirim ki –diyorlar onlar. – O bizi farklı yaratmış: Sen akıllısın, ben ise değilim...’ Bu insanlar kendilerinin cahilliği veya tembelliğini temize çıkarmak için Allah’a iftira ediyorlar. Allah onların birine demiş mi ki: ‘gözleme, dinleme ve gördüğün ve işittiğin hiç bir olayı düşünme ve aklında saklama’ diye? Allah onu durmadan eğlenceye verilmeye, ziyafet peşinden koşmaya, saatlerce uyumaya ve övünmeye mecbur mu etti? Hayır, bu insanın manevi değerlerini kaybetmesinde ve hayvana benzemesinde Allah’ın suçu yoktur.

Tuhaf insanlar bu dünyada çoktur. Akılın emek neticesinde oluştuğunu, isteğin ise insana doğa tarafından verilen istem dışı duygu olduğunu kabul eden insanlar da var. Burada tartışılacak bir şey yok, çünkü dünyayı tanımaya olan hevesi her çocukta da fark edebilirsiniz. Ama sonrasına bu kişiler şunu itiraf ediyorlar: Kime heves duyusu daha çok verildiyse, onlar tabii ki akıllı olmuşlar, bu duyu az verilenler ise hayatta hiç bir şey elde edemediler. Yanlış iddia. Biz önce konuşmuştuk: İnsan hayatının ilk aşamalarında ruhun gücü pek azdır ve bilgiye olan hevesi geliştirmezsek, elimizde olan o küçük gücü de kaybederiz. İnsanın mahareti, onun sanatı durmadan çalışmakla, alıştırmalarla arttırılıyor.

Hareketsizlik zaman geçince maharetin o veya bu ucunun silinmesine sebep olur, sonunda ise maharetin kendisi de kaybedilir. İnsan başka birine dönüştüğünü anlayamaya da bilir. Çünkü maharet ve bilgi giderken, ben gidiyorum, diye haber vermiyor... İnsanın büyümek ve dünyayı anlamak yolunda çektikleri zorlukları unutmaması yeterlidir. Bilgileri bir defa kaybettikten sonra tekrar elde etmek çok zor: bunu başarmaya ruhun gücü yetmeye de bilir.

Ruhun gücü veya başka değişle ruhi güç hakkında sonsuz yazabiliriz çünkü o hakkındaki düşünceler bana bağımsız bilimlerin başı gibi görünüyor. Bilimin her hangisi sonsuzdur...

Ama bence, insani özün temelini teşkil eden üç özellik vardır.

Birincisi – algının cevval oluşu. Sen ne görürsen de ve neyi işitsen de, neleri öğrensen de, bu yeni öğrendiklerinin özünü anlaman ve onların gelecekte sana ne vereceğini de saptaman lazım. Yani, bu durumda iki muhtemel ifratı belirlemek lazım: ondan nasıl fayda gelebilir ve zararı nasıl olur. En kısa zamanda yeniliğin değerini anlayabilen akıl canlılığı olmaksızın en ince ve uzun sürek eğitime de faydalı eğitim denilemez. İnsan meydana gelen durumları hızlı şekilde düşünmeyi ve gereken kararları almayı ve aldığı kararları gerçekleştirmeyi öğrenmesi lazım. Sözün kısası, kişi kendi sözünü zamanında söylemeyi öğrenmesi lazım. Aksi halde onu ömrü boyunca pişmanlıklar takip edecektir. ‘Ah, maalesef! – diye düşünür o, başka şekilde yapmak lazımdı. Zaman geçti artık...’

İkincisi türdeşlik gücünü anlatan özelliktir. Bu insanın öğrendiği yeni bilgiyle ona önceden bilinen gerçekleri karşılaştırabilme gücüdür. Onlar hakikaten tamamen türdeş midir? Veya ancak ayrı özellikleri birbirine benziyor mu?  Yeni ve eski arasındaki ilişkiyi anlamak hevesi insanları bilmediklerini başkalarından sormaya, kitaplardan aramaya, düşünmeye mecbur eder.

Üçüncüsü – bu kalp duygululuğudur. Ancak kalbi övünmeden, çıkarcılıktan, düşüncesizlik ve kaygısızlıktan koruyarak onu muhafaza edebiliriz. Bir imajın aynada aksettiği gibi, insan kalbinde akseden herhangi imaj insanın vücuduyla kabul edilir ve uzun süre aklında kalır. Eğer kalp temiz tutulamazsa, onda akseden dünya da değişir: o bize yanlış ve sönük görünür. Yeni bir şeyle bu şekilde tanışmak insana ne fayda verir? O dünyayı yanlış görmüştür ve bu onu düşüncelerinde hata yapmaya mecbur eder.     

İnsan bilek gücüyle servet kazanır: servet insan hayatına bolluk getirir, ama onda zarar da vardır. İnsan bunların hepsini bilmesi lazım, aksi halde o servetini elinde tutamaz.

Ruh gücü ve iradesiyle insan bilimleri öğrenir. Fakat bilimin de güçlü ve zayıf yanları vardır.

İnsan onları da bilmelidir. Ancak o durumda insan bilimleri nasıl geliştirmesini ve ondan halk için maksimum fayda almasını bilir.

Bu dünyadaki her iyiliğin bir haddi vardır ve onu bilmek büyük iştir. Mesela, bir şeye taassupla verilip de, sağduyusunu kaybeden insana benzememek lazım. Haddinden fazla olan her şey -  kötülüktür. Yemede ve içmede, gülüş ve eğlencede, kucaklama ve öpücüklerde, servet toplama hevesinde, maharet ve kurnazlıkta, giyimde – her şeyde karar olması lazım. 

Eski bilgeler şöyle diyorlardı: ‘Sana her zaman hoşnutluk veren şey, bir gün sana üzüntü de verir’. Duyumun cevval olması özelliği karşılaştırabilme maharetiyle bir olduğunda insana gereken her şeyi veren güçler olduğunu unutmamak lazım. Onlarda iyilik ve kötülük saklıdır. Kariyerizm ve övüngenlik de, garez de, yalancılık da ve kalan başka kusurlar da onlardan doğar.   

Kötüyü iyiden ayırabilmekle kişi mahvedici ihtiraslara verilmeyecek kadar güçlü olur. Ama sadece akılın kendisiyle bunların hepsine karşı durmak çok zor. Ancak akıl iradeyle birleşirse, o zaman tutkuları kontrol etmek mümkün. Bu iki özelliğe sahip olan kişi, gerek olduğu zaman sadik rahvan ata dizgin verildiği gibi, algı cevvalliği ve türdeşin türdeşe olan çekimini idare edebilir.

Ama sendeki akıl ve irade güçlü değilse, veya sen bu iki özelliğin sadece birine sahipsen, demek sen ruhun iki özelliğine hükmedecek gücünü kaybetmişsindir. Sen gem vurulmayan ata binerek kayaya vurulup parçalanma, taşa yıkılma veya suya düşme riskini alan süvarinin durumuna düşersin. Bunun nerede ve nasıl olacağını yalnız Allah bilir. Senin bir belayı beklemekten başka çaren yoktur. Giyimini dalgalandırarak ve gözlerini gökyüzüne dikerek seni hızla götüren at üstünde gidiyorsun, kendi güçsüzlüğünden doğan acı hissin seni son dakikalarına kadar bırakmaz. 

 

=KIRK DÖRDÜNCÜ SÖZ=

Hiç bir şeye hevesi olmayan insan – en sefil insandır. Ama heves de farklı olur, kişiler de bir birine benzemiyor: kendi amaçlarına gitmek için değişik yolları seçerler. Bu özellik aslında değişmezliği aşılar ve akılı zenginleştirir.

İnsanda bir hevesin olması veya olmamasına bağlı kalmadan, birisi onu övdüğünde insan hoşnut olur.

Onun kalbi onu öven insana çekiliyor ve çoğu hallerde bu övgünün haklı olup olmadığı hakkında düşünmez bile.

İnsan yaptıklarına bir onay beklediğinde ve yaptıkları hizmetlerin takdir edilmesini istediğinde genelde düşüncelerini yakınlarıyla paylaşır ve onlardan bunları bekler. Başka kişilerin övgüsünü o kadar çok istemez. İnsanın şöhrete gitme yolu tuhaf. 

Çoğu insanlar servet toplamaya hevesliler. Ve bunu anlamak mümkün.

Servete veya iktidara çok hırslı olan kişiler görmek üzücüdür. Böyle insanlar kendi maksatlarına ulaşmak için hiç bir şeyden kaçınmazlar. Onlar açgözlülük ve kurnazlıkla servet topluyorlar, çünkü biliyorlar: zengin kişi köpeğe dönüşse bile halk onu ayıplamaz. Bu atasözleri halkın kendisine ait değil mi ki: ‘Kim zenginse, o haklıdır’ veya ‘Zengin insanın yüzü parlaktır, yoksulun yüzü karadır’? İnsanlar, sadece servet şöhret ve şeref getirir diye düşünüyorlar ve eğer dünyaya bozkır halkının gözü ile bakarsanız onların bu dedikleri haklı çıkar.

Ama genel insanlık gözü ile bakılırsa – bu yanlış ve aptallıktır. Servet ve şöhreti sevdikleri gibi, insanlar cesaretli, bilgiç, açıkgöz, kurnaz, aziz kişi – hacı ve molla diye adları çıkmasını istiyorlar. Bunun beraberinde onların her biri kendisini halka en gerekli adam zannediyor. Onlar Kazağın yüz gözüne ve kıyafetine bakarak yukarıda sözü geçen ‘özellikler ’den hangisini kullanırsalar daha çok çıkar elde edebileceklerini belirliyorlar. Bu seçeneğin gerekliliğini kitaplardan öğrenilmiyor. Kitapları seven insanlar Allah ve millete hizmet etmekten önce kalp temizliğini sağlamak gerektiğini biliyorlar.      

Şimdi Kazaklar kalp temizliğini düşünüyorlar mı? Aksine, onlar büyük amaçlara ulaşmak için duygusuz ve kaba olmaya çalışmak lazım diye düşünüyorlar.

Şimdi Kazakların nelere öğrendikleri ve onlardaki heves neden oluştuğunu anlaşılmıyor mu?

 

=KIRK BEŞİNCİ SÖZ=

Birkaç bin yıllardır insanların farklı dillerde büyük ve yanılmaz Yaratan hakkında aynı şeyleri konuşmaları Allah’ın var olmasının en inandırıcı tasdikidir. Kaç çeşit din olursa olsun, onların hepsi adalet ve sevginin Allah’ın özelliklerinden olduğunu söylüyor.

Dünyayı insanlar yaratmamıştır – onlar Allah tarafından yaratılan dünyayı sadece tanımaya başlıyorlar. İnsanlar en yüksek adalete ve sevgiye hevesledirler ve Allah’ın büyüklüğüne içten inanan ve anlayan kişi bilge olur. Aynen içten inanan kişi, kendini buna inanmaya mecbur eden kişi değil.

İnsanlığın özü sevgi, adalet ve candanlıktan oluşuyor. İnsanlar bu düşünceler siz yapamazlar. Hayatta onlarına katılmadığı olay ve etki göstermedikleri kader yoktur. Allah dünyamızı böyle yaratmıştır.

Hatta aygır kısrakla bir olduğunda, bunda sevgi görünüyor.