Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

23.11.2013 1728

AUEZOV  Muhtar, "Diklik"

Язык оригинала: ''Diklik'

Автор оригинала: AUEZOV Muhtar

Автор перевода: not specified

Дата: 23.11.2013

Diklik

  1

Hayır, Ayşa kendisinin dört bir yanını sarmış olan karanlıktan korkmamıştı. Ondan nefret ediyordu, lanetliyordu ama korkmuyordu. Soğuk ve nemli gecenin rutubeti mahzene sızıyordu. Çukurdan çürük ve küf kokusu geliyordu. Bu kokular, hafızalarda günün korkunç olaylarını canlandırıyordu. Ayşa, ümitsizce mahzenin duvarlarına vuruyordu.

            “Bunlar nasıl başıma geldi? Benim zavallı başım!” diye inliyordu.

            Duvarlar onu sıkıştırıyordu. Artık kurtulması imkansız yeraltının derinliklerinde yatıyormuş gibi hissediyordu kendini. Ölü bir sessizlik! Mahzen, ıssız bir bozkırda kaybolmuş, etrafında in cin top oynuyordu. Etrafı gecenin karanlığı sarmıştı. Gece uzun mu sürecekti? Ayşa zaman kavramını yitirmişti... Ya o, genç ve kuvvetli haliyle, burada yalnızlık içinde korkunç bir ölüme terk edilmişse?

            Ayşa kendine acımaya başlamıştı. Zayıf düşmüş, gözlerinden sel gibi akan yaşları artık tutamıyordu.

            “Lanet olası!”

            İçindeki öfkenin ona verdiği güç ile yerde tekrar delice aranmaya başladı. Elleriyle etrafı o kadar yoklamıştı ki, iğneyi bile bulabilirdi. Ancak silah kaybolmuştu. Ayşa’nın kafası tamamen karışmıştı, aramayı bırakıp yerden kalktı. Kapı! Kapıyı bir bulabilseydi! Yukarıda bir yerlerde sönük bir ışık görünüyordu... Belki hayal görüyor ve bu hayali, içindeki umut doğuruyordu. Pencere miydi? Fakat pencere orada olmamalıydı. Bir başka kıl kadar ince ışık daha görünüyor. Kapıdan mı geliyordu? Ama kapı sanki biraz solda... Hayır, solda da kapı yok! Bu lanet mahzende, bu karanlıkta herşey tersine dönmüştü. Karanlık onunla adeta saklambaç oynuyordu. Ne kadar acımasız ve korkunç bir oyun!

            Ayşa gözlerini kapayıp ellerini kullanmaya başladı. Elleri, tavanı destekleyen yaş ve kaygan bir kirişe denk geldi. Sonra kadıncağızın ayağı bir tuğla yığınına takıldı. Tuğlaların etrfından dolaşırken ayağı birden boşluğa geldi ve çukura düştü. Ayşa, düşmesinin çıkardığı gürültüden öyle korkmuştu ki az kalsın bayılacaktı. Düşmanın mahzene girip vahşi bir hayvan gibi ona saldırdığını sanmıştı.

            “Geldi, lanet olası!” diye, başını elleriyle kapatarak bağırdı. Ama etraf hala eskisi gibi sessiz ve karanlıktı... Ayşa kendini toparlamıştı. Herşeyi iyice düşünmek, mahzenin şemasını akılda canlandırmak gerekiyordu. Karanlığın yanıltıcı oyununu aşarken, ortamı hayal etmeye çalışıyordu. Ona, ufak bir aralıktan gelen ışık yardımcı oldu. Şimdi anlaşıldı, bu bir kapı. Anlaşıldı mı?..

            Ayşa dikkatlice, dört ayak üstünde aralığa doğru ilerledi. Sonunda duvara değince, başını elleriyle koruyarak doğrulmayı denedi. Yerin seyrek biçimde döşenmiş tahtalarının arasına sokulmayı becerdi. Eliyle duvarı yoklarken, kapıya denk geldi ve yukarıya tırmanarak kapının koluna tutundu. “Ah, bu faydasız, kırık kapı kolu, şu anda benim için adeta yardım eli gibi.” Diye düşündü.

            Ayşa bir adım gerilerken, Ayşa hatırladı: “İşte buradan düşmüştüm... Zavallı babam! Ondan yardım beklenmez...

            O her zaman, kendisinin ve başkalarının başını derde sokar. Neden bu işe karıştı? Ne için? Boşuna dememişler “iki devenin arasına giren sinek ezilir” diye.

            İçini saran öfkeyle Ayşa, attığı dikkatsiz adım sonucu tekrar paldır küldür çukura düştü. Gündüz bile bu tahtalardan ışıksız geçmek zordur. Gece ise tamamen imkansız!

            Düşerken Ayşa, irade dışı kollarını açtı ama nafile. Tutunacak hiçbir şey yoktu etrafta. Sırt üstü düştü, sağ kürek kemiğini sert bir cisme çarparak. Ama cismin ne olduğunu anlar anlamaz, sevincinden çığlık attı:

            “Tanrıya şükür! Artık yine insanım!”

            Acele ile sırtının arkasındaki silahı kaptı, soğuk çeliği öpücüklere boğup bağrına bastı... “Buldum dostumu!” diye haykırdı.

            Ayşa, yavaş ve dikkatli bir şekilde yukarıya tırmandı.

            “Haydi canım kocacığım, gel bakalım! Neredesin? Şimdi görüşeceğiz seninle!.. Nereye kayboldun?”

            Ayşa kapı kolundan tutup omzuyla kapıyı biraz itince, kapı beklenmedik kolaylıkla açıldı. Ancak holdeki ikinci kapı sıkıca kapalıydı. Kulağını kapıya dayayınca, yaklaşan atların patırtısını ve heyecanlı heyecanlı konuşan insanların sesini duydu. Rüzgar hızı ile geri koşup mahzenin kapısını kapattı ve donakaldı.

            ...Daha sabahleyin öyle kaygısız, öyle mutluydu ki! Kolektif tarımcılıkta (*kolhoz) ne iyi çalışıyordu! Ve işte özgürlüğün sonu, herşeyin sonu. Hayatı, ayaklarının altından kayıp gidiyordu. Ama ne pahasına olursa olsun tutunması gerekiyordu.

            “Yemin ederim ki seninle gitmeyeceğim, senin dünyanda yaşamak istemiyorum!” diye ihtirasla fısıldıyordu.

            Ayşa elindeki silahı sıktı. Onu hayatında ilk kez tutuyordu ancak içinden bir ses onu nasıl kullanacağını söylüyordu. Evet, ateş edecek, nefret ettiği inasını öldürecek. Ayşa elini kaldırdı. Herşeyi unutup, sadece nasıl ateş edeceğini düşünüyordu.

            “Haydi, kolhoz öncüsü, göster kendini! Düşman yaklaşıyor. Savun kendini!”

            Ona engel olan elbisesini sol eliyle düzeltti. Sonra da gözünün önüne düşen başörtüsünü başından sıyırdı.

            Atlılar yaklaştı. Atlarından nasıl indiklerini duyabiliyordu. Ve şimdi de kapıya doğru geliyorlar. Ayşa ikinci kapının arkasında durarak sol gözüyle aralıktan bakıyordu. Silahın namlusunu da aynı yöne doğrultmuştu.

            Açılan sürgünün gıcırtısını duyabiliyordu... Şimdi görünecekler... Tam zamanı!

            Ayakları yerden kesiliyordu. İradesini aşırı zorlayarak kendini sabit tutabiliyordu. Gerilimden dolayı kalbi delice atıyordu. Endişe, korku ve sabırsızlık tek güçlü bir duygu halinde birleşmişti. Kulakları çınlıyordu, ona “çabuk, çabuk!..” diyen sesler duyuyordu.

            Kapı gıcırdadı, içerriye biri bakıyor. İşte o! Evet, onun şapkası! İşte geldi!

            Ayşa hemen tetiği çekti. Holün karanlığını ateşin ışığı sardı. Ama silahın patlamasını Ayşa duymadı. Nişan bile alamadı gibi gelmişti ona...

            Dışarıdan gürültü ve çığlıklar duyuluyordu, ama sesler karıştığı için Ayşa bir anlam çıkaramıyordu. “Herhalde hala hayatta...” diye düşündü.

            Yine ateş etti. Rastgele, gözü kapalı. Yine sesler duyuluyordu. Kendisi de bağırmak istedi ama kurumuş gırtlağından ses çıkmıyordu. Tekrar ve tekrar gırtlağını zorladı ve sonun çığlık attı:

            “Ancak cesedimi alırsınız! Pes etmem! Gelmem seninle!”

            Ayşa tekrar ateş etti. Biri bağırdı... Kapının oradaki adam kayboldu... Düştü mü? Şakaklarında kanın dolaştığını hissediyordu... Patırtı, çınlama, çığlıklar...

            “Beni yakalamak mı istiyorsun? Al sana!”

            Kendini kaybetmişçesine, şiddetle tetiğe basıyordu ama ne ses ne ışık vardı. “Ne oldu? Neden ateş etmiyor?” diye telaşla düşündü, tekrar tetiği çekerek. Silah boşa şakladı: mermi bitmişti.

            “Yandım ben!” diye inledi Ayşa.

            Avını kovalayan bir köpek sürüsü gibi kapının arkasında feryat ediyorlardı. Biri yüksek sesle bağırdı:

            “Mermileri bitti! Yakalayın onu”

            Ayşa geriye sıçradı. Az kalsın tekrar çukura düşecekti. Ancak tavanı destekleyen direklere tutunarak, kaygan duvara dayandı... Kapı gıcırdayarak açıldı.

            “Lanet olası!” diye, açılan kapının ağzına bakarak çığlık attı.

            Eli ayağı titriyordu, dağınık saçları yüzüne düşüyordu, gözleri yuvalarından çıkmak üzereydi. Aniden parlayan ışık gözlerini kamaştırdı. Artık ümitsizliğe düşmüştü.

            İlk olarak içeri hızla Hasen girdi. Yüzü solgun ve öfkeliydi. Sinirden dişlerini sıkıyordu. Sol elinin parmaklarından yere kan damlıyordu.

            Ayşa, onun ardından çiftlik müdürü Samat’ı ve kolhoz üyesi Dametken’i gördü... Utancından onların yüzlerine bakamayıp başını eğdi.

            “Seni vicdansız!” diye boğuk bir sesle bağırdı Hasen. “Sana güvenmiştim! Sen ise düşmanla bir olmuşsun. İşte senin kocan bu!”

            Öfkeden sesi titriyordu, sağ elinde de uzun bir bıçak göründü. Hasen, Ayşa’ya doğru atıldı. Ayşa da itaatkar bir şekilde, körü körüne ona doğru ilerledi. Dehşetten fla taşı gibi açık olan gözleri yaşlarla dolmuştu. Fersiz, neredeyse cansız bir sesle fısıldayabildi:

            “Aşkım, hata ettim...” diyerek, vurulmuş gibi yere yığıldı.

Hasen öfkeyle bıçağı kaldırdı, ancak biri elini yakaladı. Kurtulmaya çalışsa da nafile:

“Bırakın beni!”

Biri sakince, emredercesine onu durduruverdi:

“Bekle! Bir sorun var.”

Samat, Hasen’i itti ve Ayşa’ya doğru eğildi.


2

Bu olaylar 22 Haziran geceyarısı, “Taldıuzek” kolhozunun koyun çiftliği civarlarında gerçekleşti. Kolhoz, eyalet merkezine uzak, sınıra yakın konumdaydı. Ayşa’nın çile çektiği mahzen, yazın gerçekleşen koyun otlatma döneminde tereyağı ve peyniri muhafaza etmek amaçlı kullanılıyordu. Geniş bir alanı kaplayan bozkırdaki tek yapıydı.

Bu sorunu başlatan ise Şaltık’tı. Bu ak sakallı, kırışık yüzlü, kambur ihtiyarı kolhozda kim tanımazdı ki! Mahzeni korurken genellikle kapısının önünde yatardı. Geçen gece de aynen öyleydi.

Taldıuzek’in geceleri soğuktur. Şaltık, yaz kış kulaklıklı şapkasını başından eksik etmezdi; bugün de kafası sıcakta, fakat beli üşümüştü. Ancak bu onu uyandıran tek şey değildi. Anlaşılmaz bir korku ile uyanmıştı... Garip sesler duyuyordu: iblislerin feryadı mıydı, yoksa ruhların şarkısı mı. Daha sonra çok defa anlatmıştır bu geceyi; seslerin nereden geldiğini anlamadan, korku ile sıçradığını.

Bozkırın kenarları az aydınlanmıştı. Şaltık iyice dinledi: kurtların ulumasından başka birşey değil. Şaltık cesur değildi, kendi de bunu kabulleniyordu. Hem  yaşlı ve yalnız bir ihtiyarda cesaret ne arasın? O yüzden de mahzenin çatısına çıkıverdi, “Allah korusun, kurtlar götürür!” diyerek yırtık pırtık entarisini ve kürkünü de yanına aldı.

Çatıya yerleşir yerleşmez şapkasının sağ kulaklığını kaldırdı (sağ kulağına daha fazla güveniyordu) ve, kulaklarını zorlayarak, kurtların nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ancak uluyuş bir kesilip, bir açıkça duyuluyordu, ve nereden geldiğini kestirmek mümkün değildi.

“Ne olacak yani?” diye kendini sakinleştirdi Şaltık. “Kuyruklarından mı çekeceğim? Buraya zaten gelmezler, şimdi yaz vakti. Karınları ne kadar aç olursa olsun, insana saldırmaktan korkarlar.”diye devam etti.

“Hey! Hoşt, hoşt!” diye sertçe bağırdı, ayağıyla da yere vurdu. Uluma kesildi ve ihtiyar iyice cesaretlendi; çatıdan inip her zamanki yerine yatmaya karar verdi. Ancak tam inmeye başlarken, kurtlar çok yakında bir yerde ulumaya başladı. Hüzünlü bir şekilde başını sallayıp, şaşkınlıkla omuzlarını kaldırdı. Garip; bir sürü uluyor fakat etrafta bir tane kurt görünmüyor.

“Ben en iyisi çatıda uyumaya kalayım.” Diye düşündü, ve tam o anda çatı ayaklarının altında çatlamaya başladı. Ve işte uyarı: git buradan.

            “Bir de çökmesin lanet olası! Ah, hepiniz geberesiniz! Uluyurlar da uluyorlar... Mahzende yağlı kuyruk pişmiş de sizi mi bekliyor sanıyorsunuz? Alın bunu, tıkının!” diye bağırdı.

            En büyük hor görme işareti olarak, zayıf kıçına vurdu ve deri pantalonlarını salladı.

            Gençlik yıllarında Şaltık’ın bir kurtla karşılaştığı olmuştu. Bir gün at üzerinde giderken, sık çalıların arasından, bir yaşında buzağı boyunda yaşlı bir kurt önüne atladı. Şaltık atını ona doğru sürerek, uzaklarda sararan tepelere kadar kovaladı. Sonra da eyerinden üzengiyi söküp, dörtnala koşarak tek vuruşta hayvanı öldürdü.

            Eski yılların kahramanlığının hatırası Şaltık’a cesaret verdi, inleyerek çatıdan indi, mahzen girişinde yatıp uyudu.

            Uyandığı zaman, güneş doğmuştu. Bozkırı sessizlik sarmıştı, ancak mahzenden belirsiz sesler geliyordu, kımıldama sesleri... Kesin, yemek kokusunu alan kurtlar, bir yolunu bulup mahzene girdiler; kapı açık ya!

            İnleyerek, uyuşmuş sırtını zar zor doğrulltu, sürünerek kapıya yaklaştı, kapıyı kapttı ve tüm ağırlığını vererek kapıya dayandı. “Hadi bakalım, sefil hayvanlar, şımdi görürüz kim kimi yiyecekmiş; siz mi Şaltık’ı, o mu sizi!” diye söylendi ihtiyar.

            Bir sırık parçası kapıp, kapıya dayadı, mahzenin etrafında dolandı ve ufak, mat bir pencereden içeri baktı.

            Mahzenin içi karanlıktı, bu yüzden içeriyi görmek için uzun  bir süre bakmak zorunda kaldı ve çukurun içinde itişen iki kurdu gördü; toprak hayvanların ayakları altından kayıp gidiyordu. Şaltık cidden korkmuştu, kapının sağlam kapanıp kapanmadığını bir kez daha kontrol ettikten sonra, kolhoza koştu.

            Başkan yardımcısı Katpa’nın penceresine vurduğu zaman,  güneşin sıcağı artık yakıyordu. Ancak çopur yüzlü Katpa hala uyuyordu. Bir gözünü açtı; kapalı olan diğer gözü hala rüya görüyordu. Sonunda, yarı çıplak halde kapıya geldi ve ayağını kaşıyarak, sinirli bir şekilde burnundan konuştu:

            “Hey, ihtiyar, delirdin mi sen? Neden vuruyorsun?”

            “Oh, Katpa, değerli dostum!.. Olay şöyle, yani, mahzende iki tane kurdu kapatmak zorunda kaldım. İşte, yani, ben de haber vermeye geldim... İki tane, anlıyor musun, iki!” diye heyecanla anlattı ihtiyar.

            Katpa dinlemek bile istemedi.

            “O kadar mı? Sen aklını tamamen kaçırmışsın!” diye bağırıp, kapıyı Şaltık’ın yüzüne hızla kapattı.

            “Bir dinlesene!.. Ama kurtlar! İki kurt!.. Birilerini göndermek gerek... İki taneler!..”

            “İyi o zaman Junus’a söyle, gitsin!” diye kesip attı Katpa ve uykusuna devam etmek üzere yatağına yöneldi.

            Şaltık, hüzünlü bir şekilde başını sallayıp fısıldayarak: “Ama iki kurt... iki”, yoluna devam etti. Orakçı ekibinden Besenbay ve Sadık’ı uyandırdı. Onlar da başta homurdandı, ancak Şaltık, Katpa’nın emrini hatırlatınca hemen atlarına bindiler. Sadık, atına Şaltık’ı da bindirdi.

            Atlılar, atlarını koşturdu; kurtları bir an önce görmek için sabırsızlanmışlardı. O kadar hızlı koştular ki, Şaltık’ın kıçı ağrımıştı...

            Ve sonunda mahzene vardılar. Ellerine birer sırık alarak dar pencereye yaklaştılar. Camı parçalara ayrılmıştı. Pencereden içeri baktıklar: kurtlardan eser kalmamıştı.

            “Evet, Şaltık, Allah canını almasın!.. Boşuna uykumuzu böldün. Nerede senin kurtlar?” diye sordular.

            Şaltık inledi. Belki utancından, belki de gerçekten sırtı ağrıyordu. Çömelip belini ovmaya başladı.

            “Ah, ah, belim kötü! Düz duramıyorum!.. Sıkıntaya bak... Herhalde kurtlar üzerimden atladı... Ah, ah, belim!..” diye şikayet etti ihtiyar.

            Orakçılar birbirlerine göz kırptı. Herşey anlaşıldı: kapı önünde uyuyordu, kurtlar da tabi üzerinden atladı. Ne yapsalardı ki? Halkın inancına göre de ihtiyar belini artık sonsuza dek doğrultamayacak.

            Şaltık candan onaylıyordu. Rahat bir şekilde oturup, gece maceralarını detaylı olarak anlatmaya başladı.

            “Şuna bak, kaçtı lanet olasılar... Bir de neler yaptılar! Ah, belim! Kendi ellerimle onları kapatmıştım. Onlar ise üzerimden atlayıp fırlamışlar! Doğru demişler: Fakirin ağzına et gelirse, burnundan da kan gelir, diye. Üzerimden atladılar, şeytanlar, bu ihtiyar halimle sakat bıraktılar!..”

            Ve Şaltık öfkeyle mahzenin kapısını yumruklamaya başladı.

            Besenbay ve Sadık kahkahalara boğuldu. Atlarına bindiklerini görünce, Şaltık feryat etti:

            “Ah, ah, başkandan birilerini göndermesini isteyin. Yerimden kalkamıyorum... Üstümden atladılar lanet olasılar.”

            “Söyleriz, söyleriz... Sen de eğer kurdu yakalarsan, kuyruğundan tut, bırakma!” diye alay etti orakçılar.

            Şaltık çimenlere uzanmıştı, ve güneş sırtını ısıtıyordu. Sırtının neredeyse ağrımadığını hissetti. Ancak kurtlara öfkelenmeye devam ediyordu. Öğle bitmişti, gündüz akşama geçiyordu, o ise hala başını sallayıp homurdanıyordu:

            “Ama onları kapatmıştım, onlar, şeytanlar, pencereyi kırdılar... üstümden atladılar... bir daha kalkmayacağımı sandılar...”

            Ardı ardına aynı şeyleri tekrarlayarak, olayların aynen öyle gerçekleştiğine kendini ikna ediyordu.

            Akşam olmuştu, ama kimse gelmemişti. İhtiyar, onu bekleyen geceyi aklına getirince tedirginleşiyordu. Bir anda, yakınlaşan bir atın patırtısı duyuldu. Kestane renkli bir kısrak üzerinde kızı, Ayşe gelmişti. Tedirginlik hemen yok oldu. Konuşkan ihtiyar ağzını açtı:

            “Kurtlarla ilgili haberi duydun mu? Neler ettiler!..”

            “Ama ben öbür mahzenden geldim,” babasının sözünü kesti Ayşa; atından inip bir kenara bağlarken, “duyduğuma göre hastalanmışsınız, kurtlar mı korkutmuş ne... Beni de size neler olduğunu, mahzende de herşey yolunda mı diye öğrenmem için gönderdiler.” dedi.

            Şaltık cidden kırılmıştı: demek öyle, o mu, mahzen mi fark etmiyordu... İhtiyar kaşlarını çattı ve alaycı bir şekilde:

            “O boş çukurda kaybedecek neyiniz var ki!” dedi. Ayşa gülümsedi.

            Orta boylu, balık etli, kuvvetli, kendi halinde güzel bir kadındı. Güneşte teni bronzlaşmış olsa da al yanakları hala belli oluyordu. Kara gözleri zeka ve iyilik ile parlıyordu.

            “Kızma, baba,” dedi Ayşa, ona şevkatle bakarak. “Katpa beni çok acele ettiriyordu, adeta koşturuyordu: çabuk, çabuk!.. Bana silah bile verdi. Gece geri gelirken lazım olur dedi.” diye anlattı.

            Babasına silahı gösterdi, Şaltık ta korkarak silahın namlusunu kenara itti.

            “Dolu mu? Uzak tut şunu... Demek Katpa böyle biri! Beni merak ediyormuş adamcağız. Yahu uzaklaştır şu şeyi lütfen!” diye seviniyordu.

            Ayşa, babasına çay, şeker ve ekmek getirmişti. Hava kararıyordu, Ayşa’nın geri dönüş yoluna hazırlanması gerekiyordu artık, ve o mahzene doğru acele etti. Loş ışıkta boş fıçıları ve peynir kazanlarını inceledi. Tam çıkışa doğru yönelirken, at sesleri geldi.

            Mahzen kapısının önünde duran Şaltık, yüzünü gelenlere doğru çevirdi, ve omzunun üstünden Ayşa, güzel kumral atın üstündeki adamı gördü. At çok yorgundu, uzun bir yol katettiği belliydi. Arkasından birkaç kişi daha geliyordu; kimi sıradan, kimi gri, kimi de kestane renkli atların üstündeydi. Ve -en şaşırtıcı olan- hepsinin yüzü gözlerine kadar şallarla kapalıydı, her birinin dizinin altında ise silah vardı.

            Ayşa’nın kalbi, başlarına gelebilecek belayı aklına getirince, neredeyse duracaktı. Sessizce kapıyı kapattı ve girişte saklandı. Mahzenin içi mezar gibi karanlık olmuştu.

            Atlılar acele ediyordu, silahlarını aldılar. Onlardan biri eyerinde kaldı ve diğerlerinin dizginlerini aldı.

            Şaltık, hareketsiz duruyordu, içi adeta donmuştu. Kim bu korkunç yabancılar? Çaresiz bir ihtiyardan ne istiyorlar?

            “Saygıdeğer beyler, kimsiniz acaba?” diye sordu Şaltık.

            İlk gelen, zayıf olan atlı, parmağıyla Şaltık’ı işaret ederek seslendi:

            “Kulaaygır!”

            Bu isimle hitap edilen kısa boylu şişman adam bir anda ihtiyarı yere serdi, göğsüne oturdu, bıçak çıkardı ve çizmesine sürdü. Sonra, bıçağı yukarıdan savurup Şaltık’ın boğazına dayadı.

            “Hala hayattayken konuş! Hangi kolhozdansın? Burada başka kim var?” diye tehdit etti adam.

            Şaltık ne kadar korksa da, onu öldürmeyeceklerini anlıyordu. Ne gerek vardı?

“Ben “Taldıuzek” kolhozundanım. Siz ne istemiştiniz?” diye cevap verdi.

            Kulaaygır, ihtiyarın sakin halini görünce, omuzlarından tutup silkeledi, sonra tekrar yüzüne doğru bıçak salladı.

            “Kimsin sen? Çabuk cevap ver!” diye bağırdı adam.

            “Ben yaşlı bir bekçiyim, bu boş çukurun başında nöbet tutuyorum. Adım Şaltık.”

            Zayıf olan, Kulaaygır’ı çekti, ve Şaltık’a, oturması için yardım ettiler.

            Şaltık sakinleşerek, konuşmayı daha barışçıl bir yöne çekmeyi denedi.

            “Soyadım da Kabıgın,” diye ekledi, ona soran olmasa da.

            Onun sözleri kimsenin dikkatini çekmemişti. Kulaaygır tekrar ona yaklaşarak tehditvari sordu:

            “Geçen sene sizi terkedenlerin, şimdi kolhoza geri döndüğü doğru mu?”

            “Tamamen doğru! Çoğu döndü, yerleşti...”

            “Kimler daha fazla? Altıbaevciler mi, jarke mi?” emredercesine karıştı zayıf olan.

            “İki soydan da dönen çok... Ya sen, yavrum, bizimkileri tanıyorsun galiba,” Şaltık, zayıf adamı yakından incelemeye başladı, bunun üzerine o da arkasını dönüp sustu.

            “Sesi tanıdık geliyor,” diye düşündü Şaltık “bana birini hatırlatıyor”, ancak kim olduğunu yine de çıkaramadı. Kulaaygır ise sorguya devam ediyordu:

            “Peki bu yeni kolhoz üyeleri ne diyorlar? Tok ve memnunlar mı?”

            “Bizim kolhozumuz büyük, zengin... Sütümüz bol... Herkese inek, koyun verildi. İnsan gibi yaşıyorlar. İyi çalışan, iyi yaşıyor. Nereye gitsinler?” diye cevapladı ihtiyar.

            “Peki ya sen, ihtiyar, çıplak bozkırda tek başına oturmaktan mutlu musun?.. Böyle hayattan memnun musun ki?”

            “Doğruyu söylemek gerekirse, şikayetçi değilim...”

            “Hiç birşeye ihtiyacın yok mu?”

            “Giyecek bakımından sıkıntı çekiyorum. Vermiyorlar. Ben, yavrum, çok emek harcadım... Bu mahzeni kendim kazıdım, kendim de nöbet tutuyorum... Giyecek ise birşeyim yok. Herşeyim eskidi, delik deşik, şuna bak, ne kadar köhne bir entari, eskilerden beri bende... Kime desen söz veriyorlar “şuradan, şu zaman alırsın” diye, ancak iş, vermeye gelince kimse yok... İvan ve Sergenbaev’in aklından ne geçiyor bilmiyorum artık...”

            Konuşkan ihtiyar, konusunu bulunca sabaha kadar anlatmaya hazırdı. Ancak o ana kadar sessiz kalan yabancılardan biri, Şaltık’ın sözünü kesti.

            “Burada yalnız mısın?” diye boğuk bir sesle sordu, belli ki sesini değiştirmeye çalışıyordu “Mahzende birileri daha olmasın?”

            “Kim olsun burada?” diye cevap verdi ihtiyar, hiç bozuntuya vermeden. “Ben kendim bekçiyim, bana kim bekçilik yapsın?”

            “Yalan söyleme!”

            “Mutluluk nasip olmasın sana, eğer yalan söylüyorsam! Burada kimse yok!”

            Bu kurnaz sözler ihtiyarın o kadar hoşuna gitmişti ki onları tekrar etti:

            “Mutluluk nasip olmasın sana!”

            Diğer adamlar sessizliklerini bozmuyordu ve durgunluktan yararlanarak, Şaltık dün geceki maceralarını anlatmaya başladı:

            “Ama dün yalnız değildim. Kötü misafirlerim vardı. Gece iki kurt üstümden atladı, ben de şimdi yerimden kımıldayamıyorum, yaralı gibi yatıyorum. Belim ağrıyor ve kolhoza gidip yemek alacak gücüm bile yok... İşte böyle.”

            Şaltık sanki yanlış bir hareket yapmışçasına, belini tutarak inledi.

            Adamlar sabırsızca sözünü kesti:

            “Sizin kolhozda sağlam kuzu ve koyunların olduğu doğru mu? Çok mu? Yavru sayısı kaç? Su içmeye nereye gidiyorlar?”

            Özellikle develer hakkında detay soruyorlardı: yirmi mi yirmi beş tane mi? Nerede otlanıyor, gece nerede duruyorlar? Kolhoz onlar için ayrı çiftçi mi tutuyor? Kaç deve gebe? Bunları öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.

            Şaltık, hevesli görünerek cevap veriyordu. Çoğalma düzgün, sığır sayısı fazla, deve yavruları sağlıklı... Otlak ve göçle ilgili soruları ise olabildiğince atlatmaya çalışıyordu: “Ben hep buradayım, ıssız bozkırda... Nereden bileyim...” Burada birşeylerin döndüğünü hissetmişti.

            Hava kararmıştı. Kenarda duran zayıf adam Şaltık’ın yanına gelerek:

            “Dinle, ihtiyar, sana dokunmayız. Sana olan kaba davranışlarımızı unut, biraz heyecanlıydık... Biz de buralıyız, dönmek istiyoruz. Bana bir iyilik yap ta şu ata bin ve kolhoza git, başınızın yanına, adı neyse.”

            “Başkanımız dışarıda, yardımcısı var, Katpa.”

            “O zaman şu Katpa’nın yanına git ve bizimkiler döndü de. Konuşmak, kim ve ne olduklarını anlatmak istiyorlar. Kolhoza geri alınmak istiyorlar. Buluşmak lazım... Ama bizzat kendisine söyle ve bize cevap getir. Yapar mısın?”

            “Tabi canım, yaparım.”

            Şaltık inleyerek ata çıktı ve belini tutup homurdandı:

            “Ah, üstümden atladılar, melunlar!..” Ve adamalar alçak sesle aralarında konuşurlarken, ihtiyar mahzene doğru tıpış tıpış yürüdü, bir an için tereddüt ettikten sonra içeri fırladı. İçerisi zifiri karanlıktı.

            “Neredesin?” diye fısıldadı. “Neler olduğunu duydun mu? Düşmanlar mı dersin?”

            Ellerini havada gezdirirken yanlış bir adım attı ve ayağı tahtaya takılıp çukura düştü ihtiyar. Düşerken Ayşa’ya da çarparak, kadının ayklarını yerden kesti. O da silahını düşürerek öfkelendi.

            “Ne yaptın sen, uğursuz adam? Başımın belası!” diye kızdı Ayşa.

            Silahı bulmak için Ayşa aniden, hiç düşünmeden yerde aranmaya başladı. Ama silah delikten içeri düşmüştü. Ağzını, ihtiyarın kulağına dayayarak fısıldadı:

            “Düşman mı? Nasıl görünüyorlar?”

            “Nereden bileyim? Yüzleri kapalı.” diye cevapladı ihtiyar.

            “Tüh ya! Kim bunlar, kim? Katpa ile ne işleri var? Neden Katpa?”

            Ayşa, düşüncelerine hakim olamıyordu, kafası karışmıştı.

            “Ben gideyim, yoksa anlayacaklar,” bir an durakladıktan sonra dedi Şaltık. Kapıya daha yaklaşmadan, gözünün önünde bir kibrit yandı, ve o karanlığa yayılan göz alıcı ışık, eski bir tanıdığın yüzünü aydınlattı: Sugur’un.

            O, mahzene ilk yaklaşan, zayıf adamdı. Herhalde ihtiyarın içeri girdiğini görüp onu sessizce takip etmiş. Kapının yanına gizlenerek te, çukurdan gelen fısıldaşmaları dinlemiş... Ve işte karşısında Ayşa. Zamanında gelmiş demek ki. Hereşey düşündüğünden daha iyi gidiyordu.

            Kibrit üstüne kibrit yakarak, kadının yüzünü inceliyordu.

            “Halk arasında, yengeyle buluşmak şans getirir, derler,” diye sırıttı. “Böyle şanslı olacağımı hiç düşünmemiştim!” diye devam etti Sugur.

            Ayşa kendini toparlamıştı. Yüzü sert ve sakindi.

            “Sen beni sınamak için mi kaçmıştın?” diye sordu Ayşa.

            “Oh hayır! Eğer beni beklemiyorsan, neden buradasın? Belki de Allah seni bana geri vermek istiyor.” dedi Sugur.

            “Dürüst insanlara gittim ben, Sugur! Sen istemedin, kaçtın... Aramızdaki herşey bitti...”

            “Hayır canım. Ben buraya Çin’den hayatımı tehlikeye atarak boşuna gelmedim. Beni yanlış tanımışsın! Ben gururumu yedirmem, sağ olduğum sürece karım da yanımda kalır.”

            Sesi öfke doluydu.

            “Beni rezil ettin! Eğer boyun eğmezsen, sana yapacağımı bilirim.” dedi Sugur.

            “Tabi, Sugur! Babamla beraber neler çektik, aç kaldık, dünyayı dolaştık, ölüyorduk... Sonunda kolhozda yerimizi bulduk... Bize iş verdiler, ve ben asla orayı terk etmem! Orada kocam var, benim gibi çalışkan...”

            Sugur şiddetle ayağını yere vurarak Ayşa’nın sözünü aniden kesti:

“Jarke soyundan kadının, hala hayatta olan kocasını terk edip, pis Altıbaevciye gittiği nerede görülmüş? Efendi geldi, hizmetçi kaybolsun. Senin kocan benim! Kendine gel! Hele bir karışsın, hemen hadım ederim onu!”

            Sugur’un sesi sertti. Şaltık, Ayşa’yı hep ona doğru iteklemeye çalışıyordu, ama Ayşa direniyordu...

            “Beni yalnız bırak...”

            Şaltık iyice korkaklaştı ve hızlı hızlı konuştu:

            “Allah cezanı versin! Görmüyor musun, karşında kim var? Seni ona vermiştim, o senin kocan, sen sadece ona aitsin!..

            Ama Ayşa, yüzünü elleriyle kapatarak inatçı bir şekilde tekrarlıyordu:

            “Ölürüm, ama sana dönmem... Ne olursa olsun! Hayır, hayır!”

            Ve son gücünü de yitirerek, yere indi.

            Sugur, Şaltık’ı mahzenden çıkardı, kapıyı da kapatıp yoldaşlarını çağırdı. İhtiyarı yine soruşturmaya tuttular. En sonunda Sugur onu ata bindirdi ve kenara çekerek, gizlice söyledi:

            “Biliyorsun, ben senin sadık oğlunum. Ben akrabalarımı bulmak için geldim, ama görünüşe bakılırsa herkes bana karşı. Ve Katpa yeminli düşmanım. Ama görüyorsun ki gidecek yerim yok... O, düşmanım ama yine de onu saygı ile selamlamaya geliyorum... Kendi isteğimle geldim... Çünkü hepimizz aynı soydan geliyoruz: jarke. Belki de beni affetmeyecekler ancak  bilsinler, hatamı kabul ettim, eve dönüyorum. Bütün bunları ona söyle, ama sadece ona! Eğer affetmezse, kendi elleriyle öldürsün. Cevabını burada bekleyeceğim.” dedi Sugur.

            “Tamam!” diye kısa kesti Şaltık, atına ayağıyla vurdu ve gitti. Öyle dinç ti ki, belinin ağrısını unutmuştu. Mahzen gözünden kaybolunca atını durdurdu, ne yapacağını düşündü. Katpa ya mı gitseydi, diğerine mi?.. Katpa asabi, mesela sabahleyin kurt meselesiyle olduğu gibi... Öbürü ise daha anlayışlı, daha iyi yürekli. Evet, ona gitmek daha iyi olur... Rahat bir nefes alıp atın yönünü Samat’ın koyun çiftliğine çevirerek hızla yola çıktı.

            Sugur ise mahzene tekrar girdi... Fazla durmadı, tek başına çıktı, kapıyı sürgüyle kapattı ve Şaltık’ın kurtlardan korunmak amaçlı kullandığı sırığı alıp kapıyı destekledi. Ondan sonra yoldaşlarının yanına geldi. Tamamen sessiz biçimde her biri atına bindi... Atların ayakları altında ezilen kurumuş çalıların çatırtısıyla beraber karanlığın içinde kayboldular... Taldıuzek vadisini sessizlik sardı.

 

3

            “Yürü, yürü kımılda. Şuna bak, bir bayın eşi gibi şişman, zar zor sürükleniyorsun.” diye gülerek haykırıyordu çoban başı Berdı. Elinde boş kovalarla gelen Dametken’i beklemek için durdu.

            Bu sözleri, üçüncü ekipten Satay ve kırkma ustası Ayajan duydu.

            “Bizim Dametken’in ağırlığı yağdan değil, kuvvetten kaynaklanıyor,” dedi gülerek Ayajan.

            “Sen de cılız halinle kıskanıyorsun,” diye ekledi Satay.

            Dametken’in kendisi de gelmişti. Geniş sakin yüzlü, emin hareketliydi.

            “Yavaş yürüyor olabilirim, ama tarlada gelin bakalım karşıma” diye gülmeye başladı Dametken.

            Güneş yeni doğmuştu. Taldıuzek vadisi hala uykuda. En ufak rüzgar bile esmiyor, çalılar hareket etmiyor. Bu derin sessizlikte insanların sesi çok daha gür geliyor. Gökyüzünden aşağıya tarla kuşunun şarkısı akıyor. Çobanlar, ellerinde kovayla sağıcı kadınlar, koyunların tüylerini  kesmek üzere makaslarını alan kolektif tarımcılık üyeleri en yakın otlağa yol alıyorlar; yurttan oraya mesafe iki yüz adım kadar yakındı.

            Dametken’in kaderi bu, Satay ve Berdı onunla hep dalga geçiyor. Kötü amaçlı, kırıcı değil; iyi yürekle yapıyorlar bunu. Şimdi de son söz onların olsun istiyorlar.

            “Ee, hayır, bugün gücünü gösteremezsin, suratın çok asık.”

            Belli ki Satay’ın sözlerinde bir gönderme vardı.

            “Evet, uykumu alamadım... Geç saate kadar okulda durdum.” diye cevapladı Dametken.

            “Tabi tabi, bütün suç okulun, anlıyoruz!” diye alay etti Berdı.

            Dametken’in kocası bir sene ince ölmüştü. Çocuklarına tek başına bakmak zorunda, ve herkes onun ne kadar iyi bir anne olduğunu bilir; uygunsuz davranışlarda bulunmayacağından kimsenin şüphesi olmaz. Ama neden şaka yapmasınlar ki? Kendisi de zaten şakalaşmaya olumlu bakıyor.

            “Yok, gerçekten,” diye devam ediyor Dametken “parmaklarım tahta gibi, esnemiyor, harfler olmuyor. Evde de bayağı uğraştım, tam bir sayfalık kağıdı ziyan ettim.”

            Kadınlar aralarında heyecanla yazı yazmakta ne kadar zorlandıklarını konuşmaya başladılar. O zaman Berdı de ciddileşti.

            “Samat bize demişti ki: eller iş için, baş okumak içindir, gözlerini iyice açarsan anlarsın, kolhozda hayat nasıl diye.”

            Dametken, cehaletin yokedilmesiyle ilgili Samat’ın konuşmasını hatırlattı: “Baş ve eller birlik içinde çalışmalı”. Ve bu sözlerdeki derin düşünceyi anlıyor olmasına rağmen, aklına gelen bir benzetme onu güldürdü.

            “Kesin kavgada... Değil mi?”

            O kıkırdamaya başladı, ardından diğer kadınlar da ona katıldı. Sadece Ayajan sağduyulu bir şekilde gülümsedi. Cehaleti yok etme okulunu seviyordu. Yavaş yavaş herkesin orada eğitim almaya başlaması da hoşuna gidiyordu. Ayajan her zaman sessiz ve sağduyuluydu, birşey diyecek olsa da, sadece konuyla alakalı derdi.

            Şimdi de, Dametken’in sözlerini aklından geçirdikten sonra kendi fikrini söyledi:

            “Eğer insanın aklında bilgi, elinde beceri varsa ve iş beceriyorsa o insan başlı başına bir kolhozdur zaten.”

            Berdı de katıldı:

            “Doğru. Bir de şunu ekle: iyi bir kolhoz, sağlıklı bir beden gibidir.”

            “Haklısın,” diye ciddiyetle söyledi Satay, “mesela bizim çiftliğimiz. Başı, bu arada, Samat; boyun, kollar, ayklardan oluşan bedeni ise biziz. Baş, ayakları karşısında kibirlenir mi? Tam tersine, onlarla ilgilenir.”

            “Ve hatta,” ekledi Dametken, “serçe parmağını bile yaralasan, baş hissedecektir acıyı, ve onu tedavi edecektir.”

            “Evet herkesin kendi bedeni kıymetlidir,” diye devam ediyordu Ayajan. “Baş ta, ayaklar da demez ki: “Ben daha önemliyim...” diye. Bizim kolhozumuz da böyle: baş, tüm beden ile birlikte aynı hedefi takip ediyor.”

            “Yaşasın ve sağlıklı olsun! Allah ona bereket versin!” diye haykırdı, o ana kadar sessiz kalan kısa boylu yaşlıca Jamal.

            O da, zamanında kolhoza katılmak istemeyip te memleketini terk edenler arasındaydı. Geçen kış ise geri döndü. Bitkin, aç, kucağında ufak oğluyla beraber. Onu kolhoza kabul ettiler ve orada mutluluğa kavuşmuştu.

            “Kadınlarımız nasıl konuşuyor, dinleyin!” dedi içtenlikle Berdı. “İşte budur okuryazarlık!”

            “Bunların hepsi Samat’ın sayesinde oldu,” ekledi Satay “o gazeteler okudu, kolhoz toplantılarına katıldı.

            “İş sadece Samat’ta bitmiyor,” dedi Berdı, “işin köküne bak! Bizim buraları artık düzene soktular. Eskiden ise insanlar neler çekiyordu! Göç edenlerimiz aç kaldı, üşüdü, ayaklarını yara etti... Kaç kişi başını alıp gitti!”

            “Allah korusun!..” tek bir ağızdan söyledi kadınlar.

            “Az kalsın ölüyorduk o zamanlar...”

            “Burada ise bize yardım ettiler, akraba gibi karşıladılar...” diyerek Berdı ellerini havaya kaldırdı, konuşma yapacakmış gibi.

            “Ve artık bizlerin, eski fakirlerin dört bin koyunu var! Hem de nasıl koyunlar! Eyaletteki en iyi koyunlar bizim! Bir de her kişinin kendine ait beşer tane! Kimin kendi ineği yok, peki? Sadece tembellerin. Evet, aklın başında ve bedenin sağlam ise!”

O arada büyük bir ahırın arkasından Hasen çıktı.

“Baş, yerinde. Bu da bizim keskin kolhoz gözümüz,” diye gülmeye başladı Dametken, Hasen’i işaret ederek.

            Kadınlar bir arada kıkırdadı: kocaman, boylu poslu delikanlı ve göz.

            “Tabi ki göz! Çiftliğimizi koruyor!” dedi Ayajan.

            Hasen, şaşkınlıkla ona baktı. Ne hakkında konuşuyorlar?

            “İşlerimizi konuşuyorduk, bizi iyi koruyup korumadığını,” dedi Dametken ve ahıra girdi.

            Hasen de peşinden girdi. O da çiftlik hayvanlarını incelemek için ekibi bekliyormuş.

            Çitlerin arkasından farklı farklı koyunların sesleri geliyordu. Sesler monotondu, sakin koyunlar inatla aynı soruyu veya şikayeti tekrarlıyormuş gibi.

            Oğlaklar ve kuzular da incecik sesleriyle onlara cevap veriyordu sanki.

            İşte Şaltık’ın kurtları bozkır mahzendinde kapattığı sabah, “Taldıuzek” kolhozunun en iyi koyun çiftliğinde böyle başlamıştı.

            Hasen, Berdı ve Satay hayvanları incelemeye koyuldular, Dametken ve diğer sağıcılar ise sağılacak koyun ve keçileri bağladılar. Ayajan da kırkma için makasları biliyordu.

            Kolhozun sürüsünde çok sayıda soylu beyaz keçi ve koyun vardı; astragan ve lincoln gibi. Onlar üremeleriyle ve fazla miktarda yağlı sütleriyle meşhurlardı. Bu sütten artık, eskisi gibi sıradan beyaz peynir değil, hollanda ve tilsit peynirleri yapıyorlardı.

            Peynir imalathanesinin sorumlusu Ayşa idi; mahzenlerin gözetimi de onun göreviydi.

            Bugün Ayşa merkez çiftlikteydi, hazır olan peynirleri şehre yolluyordu.

            Kolhozun ana geliri süttendi: koyunlar, otlanmadan önce sabah erken ve akşam otlaktan dönüşte olmak üzere, günde iki kez sağılıyordu...

            O sabah Dametken her zamanki gibi sağmaya bahçenin en uzak köşesinden başladı. Üç tane koyunu sağdıktan sonra beyaz keçiye yanaştı ve birden bire korku içinde put kesildi: keçinin memesi, dokunduğu zaman ikiye ayrılmıştı, keçi de ağrıdan bükülerek titriyordu.

            Keçiyi inceleyince, Dametken yüksek sesle çığlık attı: meme yarılmıştı, içinden kanla karışık süt akıyordu. Dametken’in çığlığı üzerine diğer sağıcılar koşup geldiler. “Neler oluyor? Nedir bu bela?” diye perişan halde haykırdılar.

Dametken sessizce kendi sırasındaki bütün keçi ve koyunları kontrol etmeye başladı. Diğerleri de onu örnek aldı. Duyulanlar arasında:

“Tüh! Bunun da öyle!”

“Kim yaptı bunu?!”

“Gebersinler, alçaklar...”

“Bak başımıza gelene...”

“Bu ne talihsizlik...”

“Bir düşman eli, sağılacak otuz keçi ve koyunu sakat bıraktı!”

Jamal ağlıyordu:

“Neler oluyor böyle, Allah’ım!”

“Bırak feryat etmeyi,” diye kesti Dametken “Hey, bekçiler, gözünüz neredeydi?!”

Hasen ve Satay koçları kontrol edip sayıyorlardı. İki bükük astragan koyunu kenarda duruyordu. Sürü yeni ahırdan çıkmaya başlıyordu. Hasen ve Satay tüm dikkatlerini büyük gri koçun üzerinde toplamışlardı; zar zor, kıçını sürükleyerek yürüyordu. Bunu gören Satay, ense kökünden tutup sıradan çıkardı ve kenarda duran iki koyunun yanına götürdü.

“Nasıl bir hastalığa yakalandılar?” diye bağırıyordu.

“Hastalık değil bu...” diye cevapladı Hasen, gözünü koçlardan ayırmadan. “Kısırlaştırılmışlar gibi görünüyor!”

Durduğu yerde sallanmaya başladı ve düşmemek için yere oturdu. Ve o an çevresini feryat eden kadınlar sardı.

“Hasen, otuz koyun sakatlandı... memeleri yarıldı!”

“Düşman işi bu, başka birşey değil...”

“Mezarlarında huzur görmesinler, eşkiyalar!”

Hasen, solgun, kolhozun başına gelen felaketin altında ezilmiş, yere serilip gözyaşlarını silmeden ağlamaya başladı:

“Bela, bela!.. Ölsem daha iyi!”

Bir dakika sonra herkes durumu öğrenmişti. Dört bir yandan sağıcı ve ekip başları toplandı.

“O haydutu bir yakalasam,” diye bağırıyordu Berdı, yumruklarını sallayarak. “Yeri yurdu belirsiz göçebe idik, insan olduk, düşman da kıskandı. Bu işte kimin parmağı var biliyoruz: bay ve çetesinin!..

Yaralı hayvanlar acıklı halde inliyorlardı: tüyleri birbirine yapışmış, iki büklüm olmuşlardı zavallılar... Onlara bakmak bile insanın canını yakıyordu. Ayajan yüzünü çevirdi.

“Ama nereden geldiler alçaklar?” diye sordu.

“Devriyemiz nerede?”

“Bekçiler nerede?”

“Bu gece kim nöbetçiydi?” diye birkaç kişi Hasen’in yanına vardı.

Bir çocuk gibi ağlıyordu, başını elleriyle kapatmış. Adeta acı çekiyormuşçasına yalpalanıyordu.

O an çiftlik başkanı Samat belirdi: endamlı, esmer, yakışıklı delikanlı, üzerinde temiz beyaz gömleği, belinde silahı ile. Hafif, hızlı yürüyüşü, esnek cazibesi ile genç bir beygiri andırıyordu. Kısa, dik duran saçları bile sağlık ve güç dolu olduğuna işaretti. Delikanlının dış görünüşü, davranış üslubu, onu yıkmanın kolay olmadığı kanaatini getiriyordu. Çok kez bunu kanıtlamıştı zaten, en zor işlerin bile içinden akıllıca çıkarak.

İşte şimdi de sağlam ve capcanlı Samat’ı gören herkes rahat bir nefes aldı. O bu konuda yardım edebilecek kişiydi! Çevresini sardılar ve kargaşa içinde olanları anlatmaya başladılar. Kendisi de olup biteni biliyordu fakat yine de herkesi dikkatle dinledi. Sonra sessizce koyun ağıllarını inceleyip en sonunda göz yaşlarına boğulan Hasen’in yanına gitti.

“Ne oldu sana? Çocuk musun sen? Hasen, kendine gel!” diye omzuna vurdu.

“Bırak onu, derdi büyük onun!” diye haykırdı Dametken. Tüm kalbiyle acıyordu Hasen’e.

Ama belliydi ki çoğunluk tersini düşünüyordu. Kolhoz üyeleri başlarını eğmiş, somurtuyorlardı.

Bir anda beklenmedik, garip bir şey oldu: Samat yüksek sesle kahkahalar atıp Hasen’i iyice silkeledi.

“Vay korkak! Ne yüreksiz adamsın! Neden ağladığını biliyorum; tüm sorumluluk senin zannediyorsun. O zaman şunu bil: öncelikle ben hesap veririm, ve ne olursa olsun hepimiz herşeyin hesabını veririz! Dahası, hepimiz seni iyi tanıyoruz, kimsin nesin biliyoruz, senin gibi insanların değerini biliyoruz. Kendine gel, çok ayıp... Eğer Ayşa seni bu sefil halde görseydi ne derdi! Bu arada, nerede o?” diye sordu Samat, kadınlara seslenerek.

“Ayşa kolhozda, yoksa şimdi dalga geçiyor olurdu.”

“Neyse, arkadaşlar, sakinleşin ve işinizin başına geçin. Biz bu olayın suçlusunu açığa çıkarırız... Bizi ilk korkutuşları, zarar verişleri değil bu... Birşey olmaz, bunu da hallederiz!”

O dakika Katpa geldi. Görünüşe bakılırsa, birileri olanları yetiştirmiş bile. Suratı soluktu ve yüzündeki büyük çiçek izleri daha da belirginleşmişti.

Katpa somurtkan bir şekilde başını sallayarak Samat’ı selamladı.

“Herşeyi biliyorum, tek kişilik iş değil bu, bir çete var olayın içinde!” dedi Katpa.

“Bilemeyiz,” diye omuzlarını sıktı Samat. “Hemen belirlemek zor. Ben tam anlamış değilim, düşünmek lazım...”

“ “Bilemeyiz”, hor bir şekilde tekrarladı Katpa. “Durum ortada: baysk-kulatsk organizasyonu iş başında, kökünü bulup yuvalarına su basmamız lazım!.. Hadi dağılın, işinizin başına! Şimdi konuşmanın ne faydası var?” diye omzunun üstünden Samat’a söyledi. “Satay, Berdı, bekleyin! İleri gelenlerle konuşacağız.”

Katpa, herkesin isteksizce dağılmasını bekledikten sonra Samat’a dik dik bakarak sordu:

“Ee, kimin işi bu sence?”

Samat, suratını asarak:

“Şu anda birşey söyleyemeyeceğim.” dedi.

“Ama bunlar senin çiftliğinde oldu. Bunlar senin kadron! Nerede bolşevik uyanıklığı? Suçluların kaçmasını mı bekleyeceksin? Sınır buraya çok yakın... Söyle, kimden şüpheleniyorsun?..”

“Şu anda bilmiyorum,” diye inatla tekrarlıyordu Samat.

“Demek, bilmiyorsun,” diye imalı konuştu Katpa. “Mamafih sen buralarda yenisin...” diye altını çizdi, sonra Berdı ve Satay’a seslenerek ekledi: “İşin köküne bakmak istemeyenler, zamanında karar alınmasına engel oluyorlar.”

Ani ve sabırsızlıkla söylenen bu cümleler, belli ki  Samat’ın ismine gölge düşürmek amacı taşıyordu.

“Öyle mi?” dedi Samat, dikkatlice Katpa’ya bakarak, “Buralarda en eski sensin, ya sen kimden şüpheleniyorsun?”

Katpa hemen cevaplamadı. Biraz düşündükten sonra, net cevapladı:

“Güvenlik sorumlusu Hasen’i. O çeteye üye, onu hemen tutuklamamız lazım!”

Samat böyle bir cevabı hiç beklemiyordu.

“Demek öyle,” dedi şaşkınlıkla ve ekibe seslendi: “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

“Ona karşı birşey söylemeye dilim dönmez” diye cevapladı Satay. “Hasen, çıplak ayaklı rençber, en aşağılardan geldi... Biz onu kendimiz yetiştirdik. Kimse bir kötülüğünü görmemiştir.”

“Düşmanlar işlerini her zaman gizli tutar!” diye şikayetçi bir tavırla söze karıştı Katpa. “Zaman değişti, aşağılardan aramıza sızıyorlar zaten.”

“Kim bilir?” diye şüphelendi Satay. “Herkesin aklından geçenler bilinmez...”

“Araştırsınlar,” diye ekledi Berdı. “Bu müfettişin işi. Suçsuzsa haklı çıkarırlar.”

“Ben karşıyım!” diye sertçe söyledi Samat, Hasen’in suçsuzluğundan tamamen emin bir şekilde. “Hiçbir şüphe uyandırmıyor. Hasen gibi insanlar gökten yağmıyor.”

“Sen fırsatçısın!” diye öfkeyle bağırdı Katpa. “Ama ben görevimi biliyorum, ve yerine getireceğim! Derhal ilçeye gidiyorum...”

İşte bu noktada Samat patladı:

“Ben ise kıyım ve aşırılığa tahammül etmem! Hasen’i tutuklamaya izin vermem!”

“Aşırılık, diyorsun!.. Peki hangimiz, pişman olmuş kaçaklar görünümü altında tüm bayları kolhoza topladı?!” Katpanın dilinden edepsiz sözler dökülmeye başladı, öfkeyle bağırdı: “Sen, sen düşmanları gizliyorsun!.. Hükümete cevap vereceksin!”

“Yalan söyleme!” diye ayaklandı Samat. “Sovyet iktidarı sana, bana olduğundan daha mı yakın demek istiyorsun?!”

“Allah cezanı versin! Kim baylarla savaşıp, o alçakları yok ediyordu? Sen mi? Dur bakalım, seni su yüzüne çıkaracağım! Sıra sana da gelecek.” diye bağırdı Katpa.

“Çok iyi! Hadi!” dedi Samat.

“Şimdi herşey ortada, suçlu bulundu! Sürüngenlerini yuvalarını ilk defa yok etmiyoruz. Şunlara bak, dönüp durup ısırıyorlar...” diye devam ediyordu Katpa.

“Kes yalanı!” diyerek tekrar tepesi attı Samat’ın.

Katpa, elinde silahla Samat’a doğru koştu. Berdı ve Satay ikisini de tuttu, ama onlar hala birbirlerini yok etmek için kurtulmaya çalışıyorlardı.

Yavaş yavaş sakinleştikten sonra Katpa, Berdı’nın demir ellerinden kurtuldu, atına tırmanıp ilçeye yol aldı.

Hemen o anda Samat ta ilçe merkezini aradı. Solgun, endişeli halde olan biteni anlattı. Karşısındaki Panşın dikkatli, sakin, askeri tahammül ile dinliyordu. Dinledikten sonra yönergeleri verdi ve ekledi:

“Suçlular, şüphesiz, kolhozun içinde. Önümüzdeki iki gün içinde herşeyin açığa çıkacağını düşünebiliriz. Onlar tekrar gelecekler büyük ihtimal. Hazırda ol. Güvenliği arttır! Yarın haber ver.”

Panşın, Samat’ı iyi tanıyordu, ona güvenüyordu, çiftlik işlerine kendini adamıştı.

Samat, Panşın’ın tüm yönergelerini eksiksiz yerine getirdi, işgüzar bir biçimde hareket ediyordu, ama endişeliydi, kafası dağınıktı. Endişeyle herkesi soruşturuyordu:

“Alışılmadık birşeyler fark ettiniz mi?”

Hayatında ilk defa tereddütlüydü.

“Yanılıyor olmayayım, sonuçta kimsenin içinden tam olarak ne geçtiği bilinmez. Belki de gerçekten açıkgözlülüğümü yitirdim. Berdı ve Satay da ne yapacaklarını şaşırdı. Bana da artık güvenmiyor olabilirler... Ya diğerleri?” diye ne düşüneceğini bilemeyen Samat’ın dünyası kararmıştı. Bütün gününü bu halde geçirdi. Katpa’nın, Hasen hakkında ne dediğini artık bütün çiftlik biliyordu. Ve insanlar ondan uzak duruyordu, onunla konuşmaktan korkuyorlardı. Hasen, Samat’la da konuşma fırsatı bulamamıştı: Samat, düşünce ve iş yoğunluğundan dolayı çok meşguldü.

Öğleden sonra çiftlik çalışanları, Dametken’in evinde çay içiyorlardı. Tabi ki günün olaylarını konuşuyorlardı.

“Kim  bilir, kim haklı: Katpa mı, Samat mı? İkisi de aklı başında adamlar,” dedi Satay.

“Katpa eskiden Ayşa’ya “namuslum” diye hitap ediyordu”, diye aklına geldi Dametken’in, “ve, o Hasen’le evlendiği zaman, Katpa hiç memnun değildi... Belki de kalbinde düşmanlık besliyor.”

Herkes, Dametken’in Samat’a olan sonsuz saygısından dolayı, onun tarafını tutacağını biliyordu. Hasen’e de pek güveniyordu zaten.

“Ayşa sıkça anlatıyordu,” diye devam etti Ayajan, “Katpa’nın tehditlerini: güya ihaneti yüzünden mahkemeye verilmesi gerektiğini falan... Neyse, şimdi konumuz bu değil,” diye dikkatlice ekledi.

“Katpa buralarda çok eskiden, kolhozun oluşmasından bu yana duruyor... Sözün kısası Katpa, bildiğimiz Katpa,” diye imalı konuşmasını bitirdi Satay.

“Katpa görmüş geçirmiş,” diye dalgın bir şekilde söyledi Dametken.

“Ama kesin davranıyor,” diye belirtti Satay. “Önünde her zaman bir hedef var. Ne işe el atsa, amacına ulaşmadan peşini bırakmaz. Ona hiç bulaşmamak daha iyi. Kaç kişi ona meydan okuduysa, hepsine haddini bildirdi... Onlar da nitelikli insanlardı. Şimdi de boş konuşmuyordur herhalde: bir bildiği vardır...”

Konuştular, konuştular ve bir sonuca varamadan dağıldılar.

Gece olmuştu. Kolhoz üyeleri yatmaya başlamıştı. Samat ise evinde yalnız başına oturup gazete okuyordu. Bir anda dışarıdan gelen at sesini duydu, evine biri yaklaşıp aceleyle kapısına koştu. İçeri Şaltık girdi. Üzgün, korkmuş ve titriyordu...

“Ne oldu?”

“Ah, bela!” kekeleyerek ve sözleri karıştırarak konuştu Şaltık. “Sugur geldi... Ta Çin’den geldi... kolhoza, diyor, katılmak istiyor... eğer kabul edilirse... Ama hayır, oh hayır, niyeti kötü. Dört kişiler, beni yere yığdılar, ölümle tehdit ettiler...”

Samat, dinlemeyi bitirmeden, ilçeyi aramak için telefonu eline aldı. Şaltık ise döktürüyordu:

“İletmemi istedi... Katpa’nın kendisine, sadece ona, eskiden düşman olduklarını şimdi ise gönüllü olarak geri döndüklerini... af veya idam etmek onun elinde. Affedileceklerini ummuyorlarmış ama orada bekliyorlar cevabı, mahzenin yanında. Katpa’ya gitmedim, doğru sana geldim. Ah, belim!” diye inledi Şaltık. “Dün kurtlar üstümden atladı, güçlükle hareket ediyorum... Ama işte geldim...”

Samat o sırada tedirgindi: ilçeden cevap veren yoktu. İhtiyarın söylediklerinin sadece bir kısmı kulağına ulaşıyordu. İhtiyar ise telefonu fark etmeden konuşmaya devam ediyordu:

“Anlıyor musun, yavrum, bütün gece uyutmadılar. Gün doğarken bir baktım, mahzene girmişler, zıplayıp etrafı dağıtıyorlar... Onlarla ne uğraşayım! Sımsıkı kapattım mahzenin kapısını...”

Ve birden karşı taraf telefonu cevapladı ve Samat konuşmaya başladı:

“Herşey söylediğiniz gibi çıktı, haydutlar yakınlarda. İkinci mahzenin yanında, Taldıuzek... Evet, derhal... Biliyorum.”

Şaltık ise devam ediyordu:

“Ayşa oradaydı... Onu kapattılar. Sugur eski kocası sonuçta... Çok acımasızlardı ona karşı... Birşeyler olacak. Korkunç!”

“Kendim yaparım,” diyordu Samat telefona, “merak etmeyin. Sayımız az da olsa, hallederiz... Anlaşıldı!”

Telefonu kapattıktan sonra Samat gözünü Şaltık’a çevirdi, o ise susmuyordu:

“Yakala onları... Açıklama yapmak istiyorlarsa önce silahlarını bıraksınlar! Onlar düşman sonuçta. Daha önce de olmuştu, biliyoruz: atlarımızı ve develerimizi kaçırıyorlardı... Sevdiler bu işi!..”

Şaltık sakinleşemiyordu, ancak Samat sözünü kesip Hasen, Berdı, Satay ve Dametken’i çağırdı. Sesini duyan Ayajan ve Jamal da geldi.

“Arkadaşlar, Düşman ortaya çıktı!” dedi sertçe Samat. Haykırışlar yükseldi:

“Kim o, kim?”

“Allah’a şükür!”

“Kim o, melun?”

“Sugur, Çin’den gelmiş.” Herkes başladı gürültü içinde bağırışmaya.

“Sessiz olalım, arkadaşlar, harekete geçmemiz gerekiyor. Atlarınıza binin! Hasen ve iki kişi daha benimle gelecek. Diğerleri ise hayvanları korumak için kalacak; Berdı ve Satay da dahil.

“İki kişi kimler acaba? Eğer biz burada kalacaksak, başka erkek yok ki,” diye şaşırdı Satay.

“Ben gideceğim!” diye emin bir şekilde söyledi Dametken. “Kimseye yerimi vermem! Sugur köpeğini kendi ellerimle attan indiririm.”

Tüfeği kaptı. Onunla aynı anda Ayajan da eline bir tüfek aldı.

“Kendi iyiliğini, kolhozunun iyiliğinden daha çok düşünenlere ölüm!” diye haykırdı Dametken.

Bir yerden biri bağırdı:

“Develer nerede? Yerinde bir tane yok!”

“Hepsini bulacağız, geri getireceğiz!” diye kendi kendine yemin etti Samat...

Çalıların arasından koştu dört atlı. Aceleden, Şaltık’ı çiftlikte unuttular. Mahzene varmadan, sessizce atlarını bağladılar. Mahzenin etrafını sardılar. Kapının arkasında aniden silah patladı.

“Hey, kim var orada?” diye bağırdı Samat. “Pes et, gidecek yerin yok nasıl olsa!”

Cevap olarak yine silah sesleri geldi. Kapıya en yakın duran Hasen’in sol kolu yaralandı.

“Ateş edin, durmayın,” diye vahşetle bağırdı Hasen. “Düşmanlar veya işbirlikçileri burada!..”

Ve o an kadın sesi geldi içeriden:

“Cesedimi alırsınız...”

Ne oluyor? Ayşa’nın sesi mi? Hasen’in kanı başına vurdu. İhanet mi? Demek ki Sugur’un ortaya çıkışı tesadüf değil. Hasen, memeleri yarılmış koyun ve keçileri, sakatlanmış koçları andı. Ve bütün bunların suçlusu Ayşa! Olanaksız, korkunç bir şey!

Samat, Dametken ve Ayajan, kadın sesini duyunca silahlarını indirdi.

“Ateşi kes,” diye haykırdı Samat. “Biz dostuz!”

Ama ateş kesilmemişti ve Samat, herkesin şaşkın bakışları içinde ateş seslerini saymaya başlamıştı.

Ve işte tetik bir iki kere çınladı, ateş ise çıkmadı, sessizlik sardı. “Mermi bitti”, düye düşündü Samat. Kapıyı açtı ve emin adımlarla mahzene girdi; ardından da diğerleri. Elektrikli feneri etrafı aydınlattı.

                        Sonra olanları da artık biliyoruz.

Kolhoz başkan yardımcısı Katpa Kojalakov, çoktandır ilçe mahkemesinin ofisinde oturup hakim Sadırov’la muhabbet ediyordu. İkisinin de ilçede çok eskilerden beri çalışıyor olması onları yakınlaştırıyordu. Hareketleri ve konuşma tarzlarının bile ortak yönü çoktu. Katpa, tüm şüphelerini Sadırov’un önüne serdi. Sadece Hasen’i değil, Samat’ı da suçluyordu.

“Hasen sadece bir kukla, sahte faaliyetçi, Samat tarafından öne çıkarılan,” diye sonuç çıkardı Katpa. “Gerektiği zaman Samat onu kullanıyor, sonra da, eğer iş hallolmuyorsa, onu savunuyor. Tamamen işbirliği içindeler... Düşmanlar artık hep böyle çalışıyor. Olayda zaten bir pislik var: Hasen, Sugur’un eski karısıyla evli... kaçan adamın ta kendisinin... Ve böyle bir kadını kahraman ilan ettiler. Hee! Onu da çok iyi tanıyorum, acımasız, asabi, tam bir yılan! Herkesi tuzağına düşürür, Sugur’u sabırsızca bekliyor!.. Sugur da gelir gelmez, tek bir işaretle bütün kolhozu yaktırır ona. İşte bunlarla aynı ortamda Hasen ve Samat. Bütün bunlar şüpheli değil mi? Çiftliğimizdeki bela onların işi. Onların yardımı olmadan çiftliğe gizlice sızıp bütün bunları kim yapabilirdi? Kimse! Ben size sadece görevimi yapmak amaçlı değil, kolhozun iyliğinin taraftarı olan dürüst bir komünist olarak geldim. Kolhozumuzdaki tüm şüpheli insanları derhal tutuklayıp soruşturmaya tutmamız gerek!..”

Hakim, bu iddialara ikna olmuştu. Birkaç soru daha sorduktan sonra, kendisi tutanak hazırlayıp birkaç ekleme yaptıktan sonra, ilçeye yeni gelmiş genç müfettiş Murat’ı çağırdı. Ona durumu anlattıktan sonra somurtarak ifade etti:                                                          

 “Beklemeye hiç vakit yok, yanına üç milis al ve yola çık! Katpa seninle gelecek.”

İlçe merkezinden çıktıkları zaman güneş batıya eğilmişti. O kadar hızlı gidiyorlardı ki, çiftliğe varana kadar atları yorulmulştu. Samat ve Hasen’in mahzene gittiğini öğrenen, zaten öfkeli Katpa, iyice öfkesinden çıldırdı. Atların dinlenmesine bir dakika bile vermeden yola devam ettiler. Katpa bütün gücüyle atını kamçılıyordu.

 

5

 

Peki Sugur Ayşa’yı mahzende keşfedince neler olmuştu? Sugur’un mahzenden çıktığı anı değerlendirerek (hatırlayalım ki, Katpa’ya göndermek üzere Ayşa’nın babasını mahzenden dışarı çıkarmıştı), deliler gibi silahını aramaya başlamıştı. Ancak Sugur geri döndü ve itiraz kabul etmeyen bir kocanın tonuyla konuşmaya başladı:

“ilk olarak, Ayşa, silahı bana ver! Eminim ki yanında bir tane var.”

Ah, kendisi de ne kadar gerek duyuyordu silaha, ama nerden bulsun?!

“Ne silahı? Bende hiçbir şey yok!” dedi Ayşa.

Sugur ona doğru atıldı ve kabaca ellerinden kaptı, sonra uygunsuz bir şekilde üstünü aradı...

Ayşa sinir ve hiddetinden buz kesilmişti, ama birşey yapacak gücü yoktu.

“Beni dinle,” dedi, kendinden emin bir ses tonuyla Sugur. “Sen benim karımsın. Seni almaya geldim ve benimle döneceksin! İstesen de istemesen de götüreceğim!”

“Hayır,” diye kesti Ayşa, “asla! Yollarımız ebedi ayrıldı!”

“Son sözün mü bu? Biraz daha düşünsen, aklını toparlasan?”

“Hayır ve hayır!”

Sugur artık dinlemiyordu. Ayşa’yı yere devirdi, kollarını bükerek ellerini sırtının arkasından iple bağladı. Ayşa sesini bile çıkarmadı.

“Yeni kocanı bırakmak mı istemiyorsun? Anlıyorum,” diye alaycı bir ses tonuyla konuştu Sugur. “Ben de sadakatsiz karıyı geri almam zaten. Sana başka bir yöntem uygulayacağım. Bana yaptıklarının cezasını ödeteceğim... Seni atımın arkasına atıp Çin’e götüreceğim, birkaç hayvan karşılığında bir ihtiyara, genç karı olarak satacağım. İşte benim sana cezam, ve uygulamazsam ben, ben değilim. Yemin ettim. Bana sadece biraz zaman ver! Yakında geri geleceğim!”

Ayşa susuyordu: Sugur öfkeyle kapıyı kapatarak çıktı.

Ne kadar zaman geçmişti? Ayşa artık hiçbir şeyin farkında değildi. Ellerini kurtarmak için kıvranıp duruyordu. Sadece gecenin ilerleyen saatinde, sert ipler tarfından kesilmiş, kanayan sağ elini iplerden kurtarabildi.

Öfkesi ona güç veriyordu, ölüm pahasına da olsa dürenme kararı almıştı, ve bu kararın verdiği dinçlikle tekrar silahını aramaya atıldı...

 

6

 

... Ayşa’yı bıçaklamak üzere olan Hasen’in elini Samat tuttu, ve bu ölümcül vuruşu engelledi.

Ayşa yatıyordu, dehşetten hareket edemiyordu. Bir süre böyle kaldı. Ancak sonra kımıldayıp, yüzüne düşen saçlarını düzeltti. Herkes, ellerinin kanlı kesiklerle kaplı olduğunu gördü.

“Ben Sugur’un beni götürmek için geldiğini sanmıştım,” diye Hasen’e şaşkınlıkla bakarak inledi. “Dönecek, beni alacak diye tehdit etmişti. Beni canlı götüremez demiştim... Beni bağladı...” Ayşa kanayan ellerini uzatarak ağlamaya başladı.

Yanına ilk olarak Dametken atıldı, sarılıp yerden kaldırırken mırıldandı:

“Canım benim, zavallı, biliyordum senin bir suçunun olmadığını... düşmanlarla işbirliği içinde olduğun aklıma bile gelmemişti...”

O an, at sesleri duyuldu ve herkes silahına sarıldı.

“İşte onlar, kahrolasılar!” diye bağırdı Ayşa ve Hasen’in yanına fırladı.

Samat tetiği hazırlayıp kulağını kapıya dayadı, endişeyle dinleyerek.

“Hey, Samat, Hasen, burada mısınız?” diye kapının arkasından Katpa’nın sesi duyuldu. “Cevap verin! Kim var orada?”

Feneri Ayşa’ya vererek kapıyı açtı Samat.

“Evet, biziz!”

Katpa, üç milis ve müfettiş Murat mahzene girdi. Müfettiş neden geldiklerini kısaca anlattı.

“Siz,” diye Hasen ve Samat’a dönerek, “bizimle ilçeye gelmek zorundasınız, orada davanız araştırılacak, ve araştırma sırasında tutuklu kalmanız gerekecek” dedi.

Kadınlar o an çığlık kopardı. Samat ise zorlukla nefes alarak, Katpa’ya bağırdı:

“Bunlar senin oyunun!”

“Bu adalet!” diye küstahça gülerek cevapladı Katpa. Samat ve Hasen, tüfeklerini hala ellerinde tutuyorlardı, milisler korkarak yanlarına yaklaştı. Belli ki silahlarını almak niyetindelerdi.

“Acele etmeyin,” dedi Samat. “Kaçmayız. Ama önce biraz daha korkutucu birilerini yakalamanız gerekecek. Biz de bu yüzden gelmiştik buraya. Şimdi buraya bir haydut çetesi varacak.”

“Bırak bu hikayeleri!” diye aynı anda bağırdı Katpa ve müfettiş. “İkiniz de tutuklusunuz!”

“Şimdi yerimizden bir adım atmayız,” dedi Samat.

Ve o an yakınlarda bir yerlerde silahlar patladı. Katpa ve müfettiş şaşkınlıkla birbirlerine baktı.

“Bu da ne?” diye titreyerek homurdandı Katpa.

“Düşmanlarla çatışma olmalı. Sugur orada.” diye sınayarak Katpa’ya baktı Samat. Çatışma sertleşiyordu, birilerinin feryatları duyuluyordu...

Görünüşe bakılırsa Sugur’un ismi Katpa’yı endişeye sokmuştu, elleri titredi ama hemen üstesinden gelerek kendini toparladı ve müfettişe dönerek sakince söyledi:

“Gitme zamanı!” diye kapıya yöneldi.

“Hayır, gidemezsin!” dedi Samat sert bir şekilde, aniden kapının önüne geçerek. Tüfeği sol eline alarak sol eline tabancayı aldı. Gözleri öfkeyle parlıyordu. Herkes şaşkınlıkla bakınıyordu, Katpa ise yerinde dondu kaldı. Birbirlerinin gözlerine nefretle bakan Katpa ve Samat, sanki aralarında sessiz, sadece onların anladığı bir iddiayı tartışıyor gibi duruyorlardı. Ancak şimdi de Katpa kendini toparladı.

“Şunlara bakın! İşte bu, Sugur’un karısı, kocasını dört gözle bekliyor! Beni de sırtımdan bıçaklamak istiyorlar. Hey, Samat, beni yok etmek mi istiyorsun? Bakalım kim, kimi ediyormuş!”

Gürültü ve at nallarının sesleri ise gittikçe yakınlaşıyordu. Katpa’nın son sözleri esnasında kapı aniden açıldı ve nefes nefese perişan halde Şaltık mahzene girdi. Olan biteni anlayamayarak fısıldadı:

“Hepiniz burada ne yapıyorsunuz? Nerede o alçak? Hala yakalamadınız onu? Oraya gidin, orada haydutlar ateş ediyor!”

Samat’ın Katpa’ya doğrulttuğu silahı görünce iyice şaşırdı.

“Neler oluyor burada? Çıldırdınız mı siz? Sugur yakında, siz de saklanmışsınız!..”

Ama ihtiyara kimse aldırış etmiyordu. Herkes kapının ardında olanlara kulak vermişti. Mahzenin hemen yanındaydı artık at sesleri, ve aniden durdular. Karmakarışık gürültüler geliyordu. Atlılar acele ediyordu galiba ve kapı tekrar açıldı. İçeri, elinde feneriyle, Panşın girdi, ardından da başlarını öne eğmiş Sugur ve Kulaaygır. Açık kapının ağzında birkaç silahlı Kızıl Ordu askeri duruyordu. Panşın, Samat’ın yanına gelerek asker selamı verdi:

“İşte, herşey bitti!”

“Sizi kutluyorum! Ancak sona daha çok var... Herşey daha yeni başlıyor...” dedi Samat.

Panşın, hiçbir şey anlamadı, Samat ise başıyla Katpa’yı işaret etti:

“İşte Katpa, beni ve Hasen’i tutuklatmak amacıyla müfettiş ve milisleri getirdi.”

“Bu da ne demek!” düye haykırdı Panşın.

“Ben, az kalsın hayatları Katpa tarafından karartılan Taldıuzek işçilerinin on birincisi olacaktım. Bu haydutların tüm suçlarını benim üzerime asmak istiyor!..” dedi Samat, ve Sugur’la Kulaaygıra işaret etti.

Ve o ana kadar kenarda duran Şaltık, şimdi her şeyi çözmüştü. Önünde duran Katpa’yı kenara iterek Sugur’un yanına atıldı:

“He, Sugur, beni boşuna Katpa’ya yollamıyordun... “Sadece Katpa’ya”, diye tutturmuştun... Şimdi herşeyi anladım...

Galip bir bakışla ihtiyar bir Samata, bir Panşın’a bakıyordu.

“Allah’ım, neler oluyor!” diye gürültülendi etraf.

“İşte bu yüzden beni bugün mahzene yolladın,” diye konuşmaya başladı Ayşa. “Demek ki arkadaşın Sugur’a yaranmaya çalıştın. Allah canını alsın! Şimdi herşeyi anladım.”

Katpa da hala direniyordu, şüpheleri üstünden atmaya çalışıyordu.

“Saçmalama, Sugur benim en kötü düşmanım!” dedi Katpa.

Ve o anda hiç beklenmedik bir olay oldu: Sugur, Katpa’nın yanına gelerek alaycı bir şekilde:

“Düşman da olsak, gel seninle el sıkışalım Katpa!” dedi.

“Sessizlik!” diye, elini kaldırarak konuşmalarını kesmelerini emretti Panşın.

Sugur ve Kulaaygır’ı konvoyla götürdüler, milislerle müfettiş te gitti. Sadece o zaman Panşın, Katpa’ya döndü.

“Katpa Kojelakov,” dedi emin ve sakince Panşın, “derhal bizimle ilçeye geliyorsunuz.”

Katpa bir süre duraklayıp kapıya yöneldi.

Kolhoz üyeleri, olan bitenin şaşkınlığıyla sessizlik içinde duruyorlardı. Hasen bir fıçının üstünde oturuyordu, hala kanayan elini tutarak. Olaylar o kadar hızlı gelişiyordu ki, kendi de dahil herkes yaralı olduğunu unutmuştu. Yüzü solgunlaşmaya başlamıştı, Ayşa da çığlıklarla yanına atıldı.

“Beni affet, aşkım! Suçluyum, hata ettim!.. Ama o alçak Sugur’a karşı savunmam gerekiyordu!”

Hasen, şefkatle onun başını okşarken, Dametken ve Ayajan, Samat’ın gömleğinden koparılan bir parça ile yarasını sarıyordu.

...İki gün geçmişti. Şafak saati ilçe merkezinden, kestane renkli, iyi beslenmiş atın üzerinde biri koşuyordu. Eyerinin arkasında dolu bir çanta asılıydı. Atlı, Tarbagatay dağlarında uzun bir yolculuğa hazırlanmıştı. Dörtnala koşuyordu, arkasına bakınarak.

Aynı anda, başka bir sokakta iki asker de atlarıyla acele ediyorlardı. Kestane renkli atlı ile askerler az kalsın, yolların kesiştiği noktada çarpışacaklardı. Ve adam atından inmek zorunda kaldı. Askerler de durdu.

“Vatandaş, hakim Sadırov siz misiniz?” diye sordu askerlerden biri.

Herşeyin ters gittiğini, askerlerle karşılaşmasının tesadüf eseri olmadığını anlayan hakim mırıldandı:

“Evet, benim Sadırov.”

“Biz de sizi arıyorduk! Atınızı geri çevirin!”

Sadırov’un tutuklanması, Sugur’un karanlık işlerinin tamamen açığa kavuşturulmasına yardımcı oldu. Anlaşıldı ki o, bu olaylar başlamadan iki gün evvel ortaya çıkmış. Katpa’yla beraber plan yapmışlar. Bir taşla birkaç kuş vurmak istediler: hayvanları sakatlamak, suçu Hasen ve Samat’a atmak ve Jarke soyunu terkedip “pis Altıbaevci”ye giden Sugur’un karısını kaçırmak istiyorlardı. Bu yüzden Katpa mahzene özellikle Ayşa’yı gönderdi. Silahı da ona Sugur’un isteği üzerine verdi. Sugur da böylece silah elde etmiş olacaktı. Ayşa’nın silahı kendisinin kullanacağı akıllarına bile gelmemişti, ne anlasın kadın!

Katpa, Sugur ve Sadırov, kolhoza fazla sayıda göç eden yeni insanların daha önce olup bitenleri bilmemelerinden yararlanarak, bu hain yöntemlerini çok defa kullanmışlardı.

Uzun süredir yaptıkları alçak işlerin üstünü örtmeyi becerebilmişlerdi... Ancak adalet, yerini bulmuştu!

 


1935