Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
AUEZOV  Muhtar, "Öksüz Kaderi"

23.11.2013 1601

AUEZOV  Muhtar, "Öksüz Kaderi"

Язык оригинала: ''Öksüz Kaderi''

Автор оригинала: AUEZOV Muhtar

Автор перевода: not specified

Дата: 23.11.2013

Öksüz kaderi

 

Şehrah, Arkalık dağının yanından uzanıp gidiyordu. Stepte bulunan yol, hüzünlü ve çıplaktır, Arkalık dağı de uzaktan göze çarparak yorgun kervancılara umut veriyordu. Dağın dar sırtı, yolu on verst boyunca götürüyordu. Fakat burada rüzgarsız bir yerin aranması boşa gidiyor. Yalnız Arkalık, ne kuzeyden ne güneyden gelen sert rüzgardan  koruyamadı. Kışın dağ, yumurta şeklinde kürtünda bulunuyordu. Burada düzenli olarak kar fırtınaları kudurur, ikide birde djut (birkaç haftadır kesintisiz devam eden şiddetli rüzgar ve kar yağışı) ortalığı kasıp kavurur – hayvanlar için beyaz tehlike, insanlar için kara beladır.

            Arkalık cıvarındaki yoksullar ve fakir fıkara, Allah’a sızlanarak yerleşir. Başka uygun bir yer olmadığı için ve ataları burada yaşadıkları için burada  yurtlanırlar. İyi ki (Allah’tan) dağın cıvarındaki toprak verimlidir. İnsanlar sürüyordular ekerek geçiniyordular. Sürekli kar fırtınaları ortalığı kasıp kavururken büyük şehrahyanda giden yolcular, aullarda yatacak bir yer bulup barınıyordular.

            Arkalığ’ın tek dağ geçidinin adı Kuşıkpay. Kuşıkpay, buralıların ceddidir (dedsidir.). Efsaneye göre baturdu. Yolun yakında eski gömüt, yontulmamış taştan yapılan  alçak höyük iyi görülür.

Bu Kuşıkpay’ın mezarıdır. Kim buradan geçse herkes bu olağanüstü adamın kim olduğunu, hayatını nasıl geçirdiğini bilir.

Tirit, aç ve hasta ihtiyarlar – stepin canlı vakayinamesidir, Kuşıkpay’ın anısını kıskançlıkla yaşatıyorlar.

            İhtiyarlar Kuşıkpay’ın kalbini sözlerle süslemeyi denemeden kalbinin atmasını koruyordular. Başkaları ise sözlerine göre süslüyordu... Ev sahibinin koyunları sağ salim rüzgarlı ve tenha stepten akşamüstü süre süre getirilırse ve ocağın yanında fazla çalışmış sırtı doğrultulabilirse ve evinde çay varsa ocaktaki kazandan Allah ve senin sayesinde etin kokusu yayılırsa, sen, misafir, ev sahibinin hoşuna giderse kendi atlar ve öküzler için hayvan yemini alarak ev sahibinin canını sıkmazsan, ona zarar vermezsen otur, iyi insan, dinle!

             Genellikle soğuk iliklerine işleyen, yolculuktan bunalan misafir uyuklıyordu, ama dinliyordu. Kulağıyla da kalbiyle de dinliyordu.

            Kuşıkpay, genç yaşta, yirmi bir yaşında ölmüş. Delikanlılığından beri soil (mızrak) ve şokparla (cop) dövüş sanatını öğrenmiş, büyük kumandan olup cesur adamların başına geçmek, sefere çıkmak istemiş. Becerikli, yorulmak bilmeyen, müthiş kuvvetliymiş, çatışmada  ve çatışmalarda eşi yokmuş. Ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir kurt adam, ne kar fırtınasılı gece ne de uğursuzluktan korkmuş. Ondan batur diye adı çıkmış.

            Güneyden gelen çiçek hastalığı, Kuşıkpay’ı yatağa düşürüp hiç bir pehlivan yıkamadığı kadar yere yıkmış. Gece gündüz yatıp sayıklamış. Uak soyundan gelen eski rakibi bunu bilip kendi kendine: «Saatim çaldı!» demiş. Kuşıkpay’ın auluna gelip yatağında yatan hastayla alay ederek yurtaya sıkı sıkıya  bağlanmış Kuşıkpay’ın en sevdiği Kızıl-bestı atı güpegündüz kaçırmış.

            Acıklı haber, Kuşıkpay’ın kılağına geldi. Batur öfkelenmiş, ağrı duymadan ayaklanmış çekmen (deve tüyünden yapılmış gömlek) çıplak tenine giymiş takibine çıkmış. Sitemkârı, kaçırdığı mükemmel atla ve cezasızlığıyla neşeli övündüğü zaman ileriye doğru yatırdığı mızrakla korkunç ve korkulu Kuşıkpay aula dörtnala gelmiş. Kuşıkpay’ın mizacını herkes bilir: veya hırsızla veya sürü sepet arkabalarıyla veya uşaklarıyla kıyasıya vuruşmaya hazırmış.

            Koç yiğitları, ödü kopmuşlar. Aksakallar işe karışmışlar. Aksakallar, mensubu Kuşıkpay ta kendisi olan uak soyunun kanını dökmemeye kaldırmışlar. Kuşıkpay’a atını geri almış ve Kuşıkpay kan davasını unutsun diye zengin gömlek hediye edip auldan şerefle uğurlamışlar.

            Kuşıkpay, Arkalık’ta gitmiş. Dağ geçidinin yanında çiçek hastalığı son sözünü söylemiş: baygın bir halde olan baturu eyerinden çekmiş. Zedelenen çiçeğin döküntülerinden sızan irin çekmene boydan boya emdirilmiş. Eskiler, Kuşıkpay’ın géne Müslüman âdetlerine göre kıbleye doğru başını koyarak yatmayı yetiştiğini demişler. Vatan toprağına sokularak vefat etmiş. Burada da yanmış.

            Ama toprak, Kuşıkpay’ın kendisini nasıl sarıldığını unutmumuş. Ondan Aralık dağı cıvarındaki step o kadar ıssız, ondan kışın buzlanmış ve hayvanları yemlememiş, insanları şiddetli rüzgarlarla ise kovup tipilerle gözlerini kamaştırmış. Kuşıkpay’ın genç öldüğünü, cüretkarane canını ruhunu doyurmadan kızgın öldüğünü affetmemiş.

            Aralık dağı cıvarındaki, şehrahın yanında yaşayan ve baturun torunların olduklarıyla övündüğü âciz ihtiyarlar bunu anlattılar. hayatların külfeti ağırdı, ama onları Kuşıkpay’ın şanı, nasıl öldüğü, yaşadığı, atının sırtında çiçek hastalığı yüzünden siyah benekli parsa benzeyen baturun nasıl uçtuğu aydınlattı.

            Ocak ayı bitti. Ayaz gün tembel tembel sönüyordu. Gökyüzü bulutsuzdu. Yalnız batmada demirci ocağında gibi bulutların demir parçaları eriyordu. İçlerinden güneşin kan kırmızısı, koskocaman korkunç, kirpiklersiz, ortasında göz lekesi olan gözü bakıyordu. Az daha yukarıda buram buram dumanlar gibi aşağıları koyu kırmızı olan bulutçıklar asılı oluyordu. Üzerinde gökyüzü uçuk yeşildi. Kenarda yalnız, hasarlı, devirmiş ay sırıttı. Muslin perde arkasındanmış gibi korku ile baktı.

            Gün boyunca hava rüzgarsızdı, fakat Kuşıkpay dağ geçidinde tipi, ortalığı kasıp kavurdu.  Taze kar havada kırmızı mor yeleler şeklinde yükseliverdi. Gölgeler, şişen damar gibi yattı. Gölgeler yürüyordu, yuruyerek kürtünlerden kırmızılığı emmiş gibi görünüyordu.

            Aralık dağına doğru giden yolda iki at koşulu kızak çabuk ilerliyordu. Sarı hafif kızak içinde iki şık giyinmiş adam oturdular.

            Onlardan birinin beyefendi olduğunu anlayıverirsin. Kalın elbiseler üstüne çok şık siyah beyaz yakalı gri çekmen, başında da yeni tilki malahay (büyük kürklü kulakçınlı şapka). Oğlak derisinden yapılmış çizme giymişti. Çizme koncunun kenarlarından siyah kadife süslenmiş keçe çoraplar dışarı çıktı. Bu adam otuz yaşlarında var. Tombalak, yuvarlak yüzlü, burnu kalkık olan bir adamdır.  Bakımlı top sakallı olan erkektir. Yüzündeki simetrisiz kurulmuş yumuk gözcüklerinin ters bakışında, çattığı kaşlarında kibirlilik ve gizli katı yüreklilik var. Nefretten çarpılmış bir halde bulunan dudaklarından zapmarayı tanıtmak zor değil.

             Bu Ahan mirza (bazı soyların reyisları) volost (ilçe) başkanıdır. İşlerini tamamlayarak şehirden dönüyordu. Şu işleri: volost’ta toplanan vergiler hazineye yatırdı.

            Volost başkanıyla âdet olduğu gibi en sevdiği hizmetli ve yardakçı Kaltay gidiyordu. Mirza, yularını elden bırakmadı, fakat  Kaltay, kıvrak şaklabandı ve Mirza’nın sadık köpeğiydi. Tabi ki hırsızlık ediyor, ama çevik ve çevrimli olan biri ve Mirza için özellikle  gece serüvenlerinde yararlı olan biridir. Mirza, ondan tatlı hizmetleri beklemeye alıştırdı.

            Menzil boyunca Ahan bir tek kelime söylemedi. Volost başkanı olduğu için halkın geleceğinden derin kaygı duymuş ve zahmet vermiş gibi görünüyordu. Fakat Kaltay, beyinin düşünceleri hangi valostlarda bulunduğunu ve düşencelerinin nasıl olduğunu  iyi bildi. Bir karıyla, o karıyla, şu karıyla ... gün boyunca tasavvur ediyordu. Haşa onu rahatsız ederse kamçıyla vurup, kızaktan atacak.

             Akşama doğru Aralık dağı cıvarındaki mirza  rüzgardan üşümeye başladı, canlayıp  homurdandı. Kaltay, atları dizginlerle kamçılayarak:« Kuşıkpay’ın vücüdündaki çiçeğin döküntüleri bu güne kadar  yanıyor galiba » dedi.

            Ahan, tilki gibi sessizce dişlerini gösterdi. Kaltay, ona yaranmadı.

            Yumuşak meyilli alçak tepede iki mezar görüldü. Yolcular, ellerini kaldırdılar homurdayarak hızlı hızlı dua ettiler (ediverdiler).

            Mezarlar tazedir, etraflarındaki kum hala kararmadı, fakat çiçeğin döküntülerine benzer kar lekeleriyle kaplıdır. Aralık’tan esen rüzgar kızgın kızgın ıslıklanıyordu. Rüzgar, yolcuları bu yerde gördüğüne hiddetlenmiş gibi. Galiba bir gece geçer ve rüzgar, beyaz kefenle kum tümseklerini-altında defnedilen insanlar hakkında son anıyı  saklar- ve eser bile kalmaz.

            Kızak, verstin yarısı yol aldıktan sonra yalnız kışlak göründü. Kürtünde saplanmış, yere oturmuş, mezarlardan az farklı olan kışlak bakımsız ve ıssız görünüyordu. Damı köhneleşti, köşeleri çöktü, kar söküntülerini örttü. Yalnız dar bir çığır kışlağın kara duvarlara gide gele açıldı. Kızakta bir kimse oturdu...

            Kaltay, esrarengizce oflayıp pufladı, kızağı kışlağa doğruldu.

            Yakında daha korkunç görünüyordu. Ağılın üzerinde ağzı kapkara esneyen bir delik vardı. Delik üzerinde buram buram dumanlar gibi kar fırıl fırıl dönüyordu. Devirilen tahta perdenin arkasında, kuru ot yığınının yanında, başları önlerinde ve sırtların yüzünde kar olan, sıkı sıkıya bağlanmış, arık yıllık dana ve kuzu duruyordu. Nasıl biçarelerin bu evi gözlerine kestirdiklerini düşünmek her insanı ürpertti.

            Kızaktan fırlatınca çekmenin yüzünden karı silerek Ahan: «Nereye beni götürdün ? Galiba burade ne oturacak ne de yatacak bir yer var... Daha iyi barınacak yeri bulamıyor musun acaba ? » diye lâkırdı ağzından döküldü.

            Kaltay, gülümseyerek: « Biraz sabırlı ol... yatacağın yeri göreceksin... ».

             Mirza, kısa boyunun ve aşırı çukurlaştırılmış bir  burnunun elverdiği kadar göğsünü gere gere (göğsünü kabartarak) doğruldu. Kaltay, onu teklifli biçimde koltukladı. Eğilerek evin delik damının altına ayak bastılar, karanlıkta el yordamıyla kırçla örtülen, şişen kapı bulup evine şıppadak girdiler.

            Evde iki oda vardı. İlk odada avuç büyüklüğünde camlı pencere hafifçe pırıldıyordu. Tuğlalardan yapılmış sacayağında yanmış odun parçaları ışıldıyordu. Belki burada hiç bir kimse oturmadı. Oda, seni (koridor gibi içinde oturulmayan evin parçası) ve ambar vazifesi görüyordu. Kirli ve eskiden badana edilmeyen kerpiç duvarlar, tavandaki sırıklar dumar etkisinden simsiyah oldu, köşelerde gömüş kırağı lekeleri vardı. Birbirine sokularak  sacayağın yanında yeni doğmuş kuzu ve kemikli sırtının üzerinde battaniye olan  sefil dana sıkı sıkıya bağlandı.

             İkinci oda oturulurdu ve gaha rahat olmuş gibi görünüyordu. Kurumla verniklenmiş gibi, tırtıklı olan podlu (sobanın altı) büyük gösterişsiz soba göze çarptı. Sobanın yanında demir yatak bulundu. Yatağin üzerindeki boya parça parça döküldü, fakat eski, pejmürde battaniyeler ve eski püskü yastıklar  büyük özenle ve titizlikle sığdırıldı ki içi sızlıyordu. Kapı karşılığında duvarın yanında alçak altlığın üzerinde gri koşmayla (deve tüyünden yapılmış keçe halı) örtülen iki sandık  vardı. İşte bütün eşyaydi.

            Çaprazlama şeklinde bölünmüş ve kağıt şeritleriyle yapıştırılmış pencerenin camı solunmuş gibiydi. Her esimle camın çatlaklarından buhar fırladı. Burası karanlıktı, sobanın içinde alev çıkarmadan yanmış odun parçalarından kör ışık geldi.

            Bu kara,  sefil bir evde kim oturdu acaba ? Üç kadın... Sobanın yanında büzülerek kuşlar gibi oturdular. Onlardan biri seksenin biraz üzerinde olan ihtiyar kadın, ikisi kırkına yaklaşan kadın, üçü on üç yaşündaki kızdı. Bu büyükanne, gelini ve kız torunuydu.

            İhtiyar kadın tirit, bitkin, fakat yüzündeki son derece cesur ifadesi vardı. Yüzü, erkek yüzüne benzedi – alın yüksek, burnu iriydi. Seyrek, kır kaşlarından yorgun bakışlı renksiz gözler bakıyordu. Ama salkımış yanaklarındaki buruşuklarda sadece dert, tüm hayatın azaplarının ve dargınlıklarının izleri değil bir yoksulun yıllar boyu süren karşılıksız sebatı vardı. Bir yoksulun hiç bir kahramanın dayanmadığı dertlere dayanabilen sonsuz sebatı.

            Gelinin yüzündeki ürkek, kuşku dolu ifadesi vardı. Bir yere diktiği parlak, kara, kıpırtısız gözleri bir delinin gözlerine benzedi. Bakışından herkes şaşkına döndü. Fakat deli değildir, kördür.

             Yalnız en küçük biri Gaziza zarif, yüverlak, çilli yüzlü,  ince yapılı sevimli bir kızdır. Ondan   gözünü alamazsın! Kuzu gibi haraketli, hafif ve zariftir. Yere ürkek ürkek  indirdiği gözlerinde bir çocuğun hüzünü değil olgunun hüzünü saklandı. Bu hüzün, kıza özel güzellik verir. Gözlerinde belki de hüzün değil daha doğrusu elleriyle topladığı yırtık yatak  gibi saf  ve dokunaklı bir yalvarış var.

            Üçlarının (paylaşılan) ortak acları var, öksüz kaldılar. Fırtına başların üzerilerinde geçerek evinin yanında taze mezarlar kaldı. Orada kum alçak tepede Gaziza’nın babası ve kardeşi  gömüldü. Tifo, onları kırıp geçirdi. Büyükanne, ata ruhlarını boşuna yardıma çağırdı. Ata ruhları, geçindirenlerini kurtarmadı. Cenaze töreninden sonra annenin gözlerine «çöp kaçtı». Gözyaşı, gözlerinin içinde ışık söndürdü.

            İhtiyar kadın kızmadan: « Allahım, hangi günahlarım bedeli bu ? » diye şiddetli inançla soruyordu.

            Eskiden gözün alabildiğine uzanan stepte sefalet içinde yaşadılar. Kuru başlarına kaldılar, yapayalnızdılar. Fakat Kuşıkpay ta kendisi vaktinde tek başına kalmış...  Akşamları sıcak olmayan sobanın yanında kuşlar gibi tüylerini kabartan kadınlar, ailelerinin beş kişiden oluşturduğu zamanının ve cennet gibi bir günlerin ardından ağlıyordular...

            İşte aniden evlerine zengin, semiz tilki şaplalarlı misafirler, gerçek beyefendiler uğradılar.

            Gaziza’nın annesi, onu  dirseğiyle dürterek bu insanların kimler olduklarını sordu. Kız, fısıldayarak:« Bilmem... Tanımadığım erkekler » diye cevap verdi.

             Misafirler, kapı ağzında gömleklerini silkeleyip yukarıya, sandıklara doğru geçtiler, şeref yerlerinde oturdular. Mirza Ahan, Kuran’dan sure okudu. Sonra misafirler, ev sahipleriele selamlaştılar ve misafirden en büyüğü, evlerinde en büyük olan birine:  «Allah’ın isteği! Allah size bolluk ve tokluk versin...» diye hitap etti. Bunu söyleyerek ev sahiplerine destarhanı (Orta Asya halklarının üzerinde insanların yemek yedikleri halı) yere sermenin zamanı geldiğini çıtlattı.

            Kadınlar, nadir misafirleri görünce dili tutuldular. Kendilerine gelince canlandılar ve hatta kendilerin sandıkları gibi biraz keyiflendiler. Bölünmüş ve yapıştırılmış camlı petrol lambasını yaktılar. Eli çabuk olan Gaiza, beceriklilik  olarak çay yaptı. Evlerinde var olan her şeyi, yani bir parça yağ ve kara filtre kekleri şeref misafirlerinin erkeklerin önünde tek kıymetli masa örtüsünün üstünde çıkardı.

             İhtiyar kadın, aksakal gibi sohbet etmeye başladı.

             Ahan, onu dinlenirken etlice dudaklarını şapırdattı, başını salladığı yerinde değildi, halbuki yumuk gözleriyle Gaziza’yı izliyordu.

            Kaltay, ihtiyar kadına şehir ve aul haberlerini anlatırken, kadın da dudaklarını şapırdatarak başını salladı.

            Fakat herkes çay içtikten sonra ihtiyar kadın daha çok konuşuyordu, misafirler ise sesini çıkarmadılar. Galiba Allah ta kendisi evine herşeye kadir volost başkanını getirdi. Her erkek konuşamadığı kadar büyük bir adamla ustalıkla ve  beceriklilikle konuşuyordu.

            İhtitar kadının yaşlarına uygun olmayan, yumuşak ve berrak olan sesinde öfke ve şefkat, coşku ve acı, ağrı ve umut vardı. Eski (yıllanmış) efsane anlattığı gibi bahtına küsüyordu. Yüzünün ifadesi, rüzgarlı günde uçan bulutların gölgelerinin altında  yosunlu kayanın görünüşü gibi değişiyordu.

             İhtiyar kadın: «Canım, canım benim... Kendin nasıl yaşadığımızı ve neyi solunduğumuzu görürsün. Ben ölüm eşiğindeyim, yaşayamadım, ölemedim. Ne yapabilirim ki ? Yalnız boşboğazlık edebilirim. Gelin kör oldu. Bu hayatta rehbere ihtiyacı var.» dedi. Bizi kim geçindirir ? Bütün işleri kim yapar ? Kız torunum. Tek başına sırtına  erkek işlerin yükünü yükledi. Sırtı da çocuk sırtıdır. Bak, canım, anla!

                        Neden bunu sana dile getiriyorum ? Çünkü, canım... Sen evimizin civarında her gittiğinde bizi hatırlatırken yüreğinin sızlamasını söylüyorum. Bizim gibi biçarelere her rastladığında (merhametin bitmesin diye) onlara yardım etmenini söylüyorum. Başkalrı gibi : «Bana ne ? Diğer aulda yaşıyorlar!» diye düşünmemeni dile getiriyorum. Ve başkalarının sana bakarak utanmalarını... uak soyumuzu... ve Kuşıkpay’ın anını... rezil etmemelerini söylüyorum.

            Ne biçim adamlar ? Kısa akıllı ve (aşağılık) ciğeri beş para etmez adamlardırlar. Herkes karı gibi davranıyor... Ne zaman  ses veriyorlar ? Onları, köpekleri gibi çağırıldığı zaman ses veriyorlar. Kime yaranıyorlar ? Korktuklarına. Bir koç yiğit, evimize uğrarsa bile burnu büyür, kendini beyefendi sanar. Ve hepsi,ama hepsi hırsızlar gibi bir şey çalmaya çalışıp çabalıyor. Benim oğlumun ve onun oğlunun mezarındaki toptak daha katılaşmadı (çok yatmaktan tıkızlaştı) akrabalarımız, oğlumun mal varlığını paylaşmaya, bizi ise başkasının evlerinde  oturtmaya karar verdiler. Uzun zaman çıkarmayacağımız anlaşılır. Kadınlar tek başlarına yaşayamazlar. Ondan kurnaz akrabalar, malımıza malına göz dikiyorlar.

            Smagul’u, kayınbiraderimi  ele alalım. Onunla var olduğu son şeyleri (herşeyini) böluştü. En yakın dost bildi. Oğlum Smagul’un kötü davranışlarını örttü, iyi davranışlarını övdü, onu adam etti. Smagul ise kuyruk sallayarak oğluma baktı,  ondan sadakaları bekledi. Oğlum öldüğü zaman avlumızdan tek kısır marya götürüverdi. Cenaze törenine gelen insanlara yemekleri pişirmek için bir koyun kesmiş, zarar etmemek için almış... Gelinim ona bir adamı gönderdi, o adam gelinimin adından Smagul’u yalvalıyordu. Ama Smagul, ne cevap verdi ? Smagul: «Ev sahibi kadını oynama, kocasında ağıt yakma» dedi. İşte böyle! Bir bit, toynak üzerinde yürümüş, sonra başın  üzerine sürüklenerek girmiş.

            Oğlum hayatta olurdu, Allah'ım, cesur ederdiler mi acaba ? Oğlumun evinde her zaman aile ocağında ateş yanıyordu. Eski üzerinde boya parça parça dökülen kazanda sevinç pişiyordu. Oğlum o kadar terbiyeliydi, vicdanlıydı ki! Nur içinde yatsın! Evladım... Oğlumun attığı tırnağa benzemeyen hainler yüzlünden can verdi, zavallı. Sen dinle, canım...

            Kayınbiraderim oğlu var, adı Düsen,  ona Geveze lakıbı takıldı. Tek düşkünlüğü var, dedikodulara.

            Ömründe bir iyilik etmedi, dikkate değer bir sözcük söylemedi bile. Hem de dünyanın gördüğü en büyük pintidir. Ölür, fakat ikram etmez. Bir misafir evine geldiği zaman Geveze, matemli olur. Karısı o gün , haşa, eti pişerse Düsen canını yakar. Karısının onu yıkıma uğradığını ağlaşıp dırlanıyor. Bunu kim dinlese (yakasının içine) tükürerek kaçar.

            Sonbaharın sonunda hangi rüzgarın Geveze’nin evine Şubaradır aulunda yaşayan Tobıktı soyunun mensubu olan delişmen at hırsızını attığını bilmem. Geveze kendini gösterdi: kapı eşiğindeki misafir önünde durdu. Düşarıda kar fırtınası koparken  adamı dışarı attı. Yiyecek bir şey yokmuş, yatacak bir yer yokmuş! Tobıktı soyunun mensuplarının  nasıl insanlar oldukları belli. Onlar Uak soyunun mensuplarını adamdan saymıyorlar. Tobıktı soyunun mensubu, katlanabilir mi ? Aynı akşam avlusunu basıp kıyım yaptı, beş  semiz koyunu ve iki beygiri kaçırdı.

            Ev sahibi, takibine çıkıverdi mi dersin ? Hiç de bile!(bak şu işe!) Düsen, kendisinin bindiği son atını bile kaybetmekten korktu. Ertesi gün oğluma ayağına gelip düşe kalka vardı. Geveze:« Tobıktı soyunun mensupları, seni iyi tanıyorlar. Tek seni sayarak sözünü dinliyorlar. Soyguna yer verir misin acaba ?» dedi.

            Tabi ki oğlum onu azarlayarak :« Allah’ın isteğine uygun bir davranışını hatırlamıyoruz. Kedinin karşısında aslan; aslanın karşısında kedi. (Mutfakta, karısının karşılığında kahramansın.) Adama küçük bir lokma eti bile çok gördün... Senin için volost başkanından daha önemli...(Ahan soğukça güldü.) Yüz kat geri verseydi, yüz kat çaldı işte. Ne güçün ne de aklın var. Her önüne gelen öteki berikini yiyorsun. Bu kendini yükseltir mi dersin ? Arkalık dağının yanında Kuşıkpay’ın oturduğu yerlerde oturduğunu sana hiç yakışmıyor. Benden ne istiyorsun ? Bir adamdan kendisinin yapamayacağını istemek onu rezil etmek demektir. » diye söyledi. İşte böyle azarladı, canım.

            Düsen-Geveze de  başını önüne eğip: « Senden başka yardım edecek kimsem yok.» dedi.

            Oğulcuğum, yolculuğa hazırlık görüp Düsen’in malını almaya gitti. Aşağı yukarı 20 gün içinde Tobıktı soyunun aksakallarının eşiğini aşındırdı. Çünkü hırsız zengin ve dört başı mamur bir aulda yaşadı. Aksakalları, Düsen’in dokuz yaşındaki kızı Tobıktı soyundan gelen nişanlıyla nişanlanması gerektiğine karar verdiler. Oğlum, buna rıza gösterdi. Geveze’ye  kefil olup kaçırılan hayvanlarla döndü. Şimdi Geveze ve şu hırsız  dünürdürler, akraba oldular! Oğlum ise yolda belaya bak ki hastalandı. Evimize döner dönmez sergin verdi ve kalkmadı,  geçindiren benim. Kendisi hayattan ayrıldı ve son umudimiz olan küçük oğlunu götürdü. İşte o zaman teşekkür borcunu ödendi: büzden  kısır marya elimizden zorla alındı ve ağıt yakmamamız emredildi. Fakat çilemiz bu kadarla dolmadı...

            Ölümünden bir gün önce oğlum ellerine kağıt ve kurşunkalem aldı ve Allah’ın gözlerine bakarak kime neyle borçlu olduğunu ve ona neyle kim borçlu olduğunu yazdı. Çocukluğundan beri molla gibi okumasını yazmasını bildi. Oğlumun eli boş durmaktan hoşlanmadığını söylüyorum. Oğlum, bir  demirciye edebildi, bir tüccara satış işlerinde yardımcı olup fırsat buldukça bir hekime ve hatta bir sınıkçıya yardım gösterebildi. Mal varlığın yarısını cenaze törenine ve borçlarının kapatılmasına yedirdim. Bu borçlarının, ruhu için yük olmasını istemedim. Borçlarını kuruşu kuruşuna ödedim. Şaşılacak (Şaşırtacak) şey: fakat o listeye oğlumun yazdırmadığı bir borç vardı... Hem de nasıl ! Borcun tutarı, yaklaşık üç baş hayvanın maliyetine eşit oldu. Borcunu ödemek, var olduğumuz son şeyleri almakla ve dilenmeye başlamakla birdir. Dost kazığı. Oğluma borç veren adam ise peşimizi bırakmıyor. soyup soğana çevirmeyı çok istiyor. Kim olduğunu bilmek ister misin ? Para babasıdır. Tobıktı soyundan gelen kalkık burunlu Marden.

            (Son derece  kalkık burun olan Mirza Ahan,  ağız burun büküp surat ederek  dişlerini gösterdi. Kaltay, az daha kahkahayı basacaktı. İhtiyar kadın da, volost başkanının Tobıktı soyundan gelene öfkelendiğini gördü (sandı))

            Reddetmiyorum. Oğlum, ona borç kapatmayı vadettiği için oğluma inanıyorum. Alışmamız için , oğluma borçlu olanlardan parayı ağlayıp yalvararak elde etmemiz için ve rica etmemiz için bize mühlet verseydi. Bizim sonsuz arzuyla hesaplaşmamıza rağmen... Düsen-Geveze etmezdi, Mardeh’i razı edebilirdik. Biz göz açıp kapamadan Düsen düşünüp taşındı, yoluna koydu. Düsen-pinti, Mardeh’im fırsatı kaçırmayacağını anladı. Bakarsın çok duygulanabilir, halimize acıyabilir, bizden daha zengin olan akrabalardan borçlarının kapatılmasını isteyebilir. Borcunu kapatma bakıyım haddin varsa! Bunu canı ile ödersin... Geveze ne uydurdu, (acaba) ne dersin ? Canım,  insan bunu söylemekten bile korkuyor. Dilim varmıyor. Ne de olsa hepsini, valla , hepsini elde etti. Farenin öldürülmesi kedi için oyundur. Ne istiyorlar ? Gaziza’yı gözümün gözbebeğini (içini) ağlatmak isterler. Bu yıl kalkık burunlu olan, dul kaldı. Gaziza onun için kötü mü karı olacak ? Onda ne var ki, ha ? (Bunun nesi var?) Ne güzel! Kendin görüyorsun, kendi anlıyorsun...

            Ahan ve Kaltay birbirine bakıverdiler. Dirseklerine dayanarak yatıyordular. Arasıra oflayıp pufladılar, pofurdadılar. Herkesin yüzündeki kaygı dolu ifadesi vardı. Yüzleri hatta üzgünmüş gibi. Ahan, solumuş gibi etlice yağımsı dudaklarını araladı.

            Dayanamadım ben. Hainlere sövüp lanetledi. Göğsüm sıkıştı. Yüreğimün nasıl parçalanmadığını bilmiyorum. Ağladık, tasa çekerek Allah’a dua ettik... Bu gibi hallerde bize düşen, ne olurdu ? Üçüncü gün geçiyor, fakat söylendiği gibi kalkık burunlu olan, henüz buradan ayrılmadı. Dünürlerinin konuğu oluyor. Şimdi de Geveze’nin karısı, kızımıza yapıştırarak pezevenlik ediyor. Acayip gayret gösteriyor, alçak kadın ! Geveze’nin karısı: « Sen kalpsizsın. Annalerini, ne gözleri görür olana, ne kör olana acıyorsun...  » diyor. Erkek gibi ev işlerine bakmak imkan yok. Kocan, senin için annaların için de destek olacak. Zengin erkekle evlenirsen, ağlamanı ve aç olmanı unutacaksın. Kadın acayıp kurnaz, köpek. Gaziza’nın o dul ile auluna gitmesi için külâh peşinde oluyor. Evladımı gelin edebileceğimi sanmıyorum. Başkasının soyuna... Canım, aulumuzda yaşayan atalarının  torunların olduğumuzu bilmek zorunda kalırsın. Evimiz, aulun başkanlarının evidir. Belki de oğlumun ve onun oğlunun damarlarında Kuşıkpay’ın ta kendisi kanı dolaşıyor! Oğlumun söylediği ve ben söylediğim  gibi cildinde çiçek bozuğu izleri olan Kuşıkpay daha kalkar...(İhtiyar kadının sesi birden ilk duraladı, yüzünün ifadesi haşmetliydi.) Bu soysuzlaşmışlerin halleri ne olur! Oğlumun ruhunun kızıp onları cezalandıracağından korkmuyorlar. Hesapları basit: ödün vermekle kalmazlar belamızdan kar etmek isterler. Açgözlü, doymaz insanlardır. Öksüz Gagaiza’yı atlattıklarda hayvanlarımız ve ev üstüne oturarağını sanıyorlar. Her ne pahasına olursa olsun. Kendimiz, onlardan evlerinde yaşamamızı rica ederiz. Onlar ise canımızı yakarlar (tırpan atarlar.) …

            Doğru söze ne denir en kötü insan, yakınlarının malına göz dikiyor. Şimdi bu Geveze o kadar masum mu ve  kendi halinde mi biri ? Karısı da  melek gibi mi ? Hem de Gaziza, ağlayıp ara sıra kodoşunun sözlerine  kulak kabartıyor...İnsanların hainliğini anlamıyor, küçük. Allahım! Ölmemin... zamanı geldi. Edemem işte. Ebedi huzura müstahak değilim. (Dünah defterimi henüz doldurmadım.) Keder kedehimi henüz dibine kadar içmedim. Yaşamalıyım... Özür dilerim, canım, saçma sözleri söyledim.

            ...İhtiyar kadın, son zamanlarda meydana gelen acıklı olaylarını anlattı. Susmuş gibi. Gözlerinin yaşını yeniyle silerek sümküriyordu. Fakat göz yaşları yoktu. Çoktanberi inmişti.

            İhtiyar kadının arkasında gelini ağladı,  misafirleri deli gözleriyle aramış gibi kulak kabartıyordu.

            Mirza Ahan, sırtını kaşınmış gibi yüzü buruşarak büzüldü. Birkaç sözlerini mırıldadı. İntiyar kadın kadar belagatli konuşamadı. Böyle konuşma tarzını hatta hoşlanmadı . Öyle konuşmak hatta utanıp bozuldu. İhtiyar kadın, Ahan’ın söylediğini duyamadı bile. Beyefendinin öfkeli, küskün olduğunu anladı. Onu yorup yormadığından korktu.

             Volost başkanı, lafını kesmeden onu dinliyordu. Onu acele ettirmedi. Gaziza’ya dikkatli bakıyordu. Ona acımış gibi. Ve başkanı da acele ettirmemek gerek. Volost başkanı olarak çalışırken galiba böyle acı olayları sık sık dinliyor. Bu gibi sözlere idmanlıdır. Ondan bir an önce umutlandırıp vadetmedi. Dinlediği iyi oldu. Hatırını hoş etti.

            İhtiyar kadın memnun oldu...

İhtiyar kadın, geleceği dülüşnerek  hiç ümit ışığının olmadığını anladı. Yıllar ve kederine boyun eğmesi, belini büküyordu. Kötü bir şeyin meydana geleceğini önceden önsezi, kalbi soğuyordu. Kılığında ölçülülük ve dinginlik  olduktan başka bir nebze olsun ürkeklik ve dağdağa yok. Güçsüz ve yorulmak  bilmeyen ihtiyar kadın, ecelin ta kendisi irkildiği dayanıklı beygir gibi güzeldi.

 

Gaziza, lezzetli, burcu burcu kokan eti pişirdi. Evlerinde var olan tek servis tabağının üzerinde servis etti. Büyükanne böyle emretti. Son et lokması. Misafirler iştahla yemeye başladı. Anneanne ise memnun kalarak, misafirlerin onu nasıl yediklerini gözledi. Gizlice ağızını bedensiz avuçlarıyla silerek

tükürüğünü yutkundu.

            Sevimli, bilge büyükannecik. Gaziza’nın gördüğünü görmedi. Büyükanne, galiba da kör annesi gibi, kızın hissettiğini hissetmedi. Anne, Gaziza’yı birkaç defa yanına çağırdı, hiç bir sözü söylemeden elinden tutarak sessizce sarsıldı. Misafirler dinlediler mi hiç ? Benzemiyor, Valla... Misafirlerin, Sumagul’un onlarla ne yaptığını ve Düsen’in ne yapmaya niyetli olduğunu anlamaları şüpheli.

            Büyük olan misafir, büyükanne tarafından görülememesi için aç aç bakarak Gaziza’yı ellemiş gibi. Gaziza, misafir, gözleriyle ona kötü  bir şey, gizli bir şey söylemek istiyormuş gibi ve söylüyormuş gibi her dakika görünüyordu... Kız, bunu görüp anlamasından utandı. Küçük olan misafir, gözleriyle ve kaşlarıyla hep büyük olanı gösteriyor. «Sana bakanı  farket» diyormuş gibi. Gaziza yüzünü çevirip gözlerini yere indirdiği zaman küçük olan misafir seğiriyordu, dizine dayanarak kurtlanıyordu.

            Kız utanarak korku ile selamladı, diğer odaya gitti ve orada karanlıkta durararak titredi. Misafirler eti yeyip bitirdiler dudaklarını sildiler. Tok olduklarını göstererek oflayıp pufladılar. Uykuya hazırlık yapmaya başlar. Gaziza yatak yaptı. Misafirler dışarıya çıktı.

             İhtiyar kadın, onların arkasından saygıyla  bakarak kız toruna:« Gözlerim ışığı, Atlarına kuru ot vermek gerek. Kuru otun nerede bulunduğunu onlara göster.  » dedi.

            Kız, evlerinden çıkmaktan korktu. Düymamış gibi sesini çıkarmadı.

            İhtiyar kadın, kıza:« Çık, kızcığım, çık. Kaba saba herifler olduklarımızı düşünür.»diye söyledi. Gaziza, annesinin yanına yaklaştı, annesi ise eli el el yordamıyla aradı, elinde tutarak kolunu bıraktı. Kız, lamba alarak çıktı.

            O zaman Ahan ve Kaltay, avluda fısıl fısıl konuşarak atlarının yanında yerinde saydılar.

            -Kız henüz hiç bir şeyden anlamıyor...Seni, köpeği, atsam..

            - Yaranmadım, beyim... Birinci kalite kız...

            Ellinde lamba tutan Gaziza’yı görerek sustular, her biri bir yana gitti.

            Gaziza, Kelta’yı ot ambarına götürdü. Ot ambarının kapı, ine benziyordu. Tavanı o kadar basık ki bir insanın oraya girebilmesi için eğilmek zorunda kaldı. Gazize, selamleyerek kuru otu gösterdi ve   Keltay’ın her şeyi görebilmesi için lambasını kaldırdı. Keltay kıs kıs güldü, göz kırparak ellerini böğürlerine dayadı. Sonra kızının kulağının  üzerine eğilip nezleli bir sesle mesele kuru otta değil, başka bir şeyde, güzelim, atımız değer kuru ottan açlıktan çekti.

            Gaziza, lambasını elinden kaçıracaktı, yana sıçradı. Korkup için için guru okşandı. Büyüklerden hiç bir kimse onunla o kadar gözüne girmeye çalışarak konuşmadı. Gaziza, bu beyefendinin kölesinin ona şaka yaptığını sonra sezdi:« Anlamadığımı düşünüyor musunuz ? Bütün sizin gizli tertipleriniz ...» söyleyip bir çığlık kopardı. Lambasını ince kar tabakası altında kalan yere oturtarak evine koştu.

            Kaltay, arkasından biraz çapkınca bir ses tonuyla sesli fısıldayarak : «Hey, hey, dursana (dur), sana şunu söyleyeceğim...» dedi. Gaziza dönüp bakmadı.

            Ama kapı ağzında Ahan’la çatıştırdı.

            Kızacağızı parmakladı, kolaylıkla altından tutup kaldırarak ine doğru götürdü. Kız, ağzını açmaya kalmadan etli dudaklarını kızın dudaklarına yapıştırdı.

            Kaltay eğilip lambayı söndürdü. Kırmızımsı ışık, yanıp söndü. Kaltay, lambayı göğüsüne bastırdı ayak uçlarına basarak oynamış gibi atların yanlarına usulcacık gitti. Zifiri karanlıkta  boğuk çığlıkları ve ağlamalrı duydu. Ve kıs kıs gülerek bıyık altından güldü. Sonra bacaklarını germek için (eşofman yapmak için) avludan dışarıya çıktı.

Karanlık dünyayı bürüyordu.  Rüzgar uluyordu. Isırıcı (batıcı) kar uzun kamçılarla yerlere vuruyordu. Donen toprak, arada bir boğuk çıtırdadı. Arkalık dağının Karanlıka görülmeyen yamaçlarından kayaların homurtusu mu hayvanların kükremesi mi duyuluyordu ( yankılanıyordu) belli değil.

Kaltay,  avlu kapısına geri geri gitti.

Ahan onu burada buldu. Mirza kızıştı, gömleğin önünü kavuşturmadı bile. Kendini beğenmiş edası ile oflayıp pufladı. Dakika kadar durdular bir tek kelime söylemeden evine girdiler. Mirza Ahan, herkesten önce yatağa girdi. Sobanını yanında, yatağa kuruldu ...

Gaziza, ot ambarında zihni bulanırken ne kadar baygın olarak yattığını bilmedi.

Soğuktan ayıldı. Titreme nöbeti tutmuştu. Ama daha uzun zaman kendine gelmeden ne olduğunu idrak etmedi. Yalnız insiyaki olarak kuru ot tutamlarıyla kendini örtünüyordu. Sonra hatırladı...ve boğuk feryat boğazında kesildi. Hatta kendini elle yoklayamadı. Hatta kalkacak kudreti yok. Annelerine doğru atılıp yaşlara boğulacak iradesi yoktu. Olnarın yanlarına gelsem mi ? Büyükanneciğime mi ...anneme mi...insanlara...mı ? Onu hör görecekler, onu lanetleyecekler! Babasını hatırlayacaklar... Artık Gaziza değildir, gözlerim ışığı değildir (tek, ilk ve son, tanecik) avuntucuğumuz de değil.

Birdenbire büyükannesinin dıyarıya çıkıp onu bulabileceğini hatırına geldi. «Allah yardımcım olsun!» Uzun bir inleyişle ayaklarına kalkıp kalkmaz inleyişi duyulabilmesinin korkusundan donakaldı. Gaziza, onun tusağı olan ot ambarından tırmanarak çıktı. Sendeledi soğuktan dişleri birbirine vurarak avlusundan dışarıya çıktı. Rüsgar onu arkasından itti, onu kamçılayıp stepe çabuk sürdü. Orada onu bulmazlar. Orada onu görmezler.

Rüzgar, kulaklarına :«Git, git.» söyleyip uğuldadı. Sana yetişemezler. Git, vicdanlı babanın küçük, gururlu kız, dik Kuşıkpay’ın torun kızı. Kendi acı, dert, yüzkarası, azaplarından, utanç, ömür boyu unutamayağın aldatmadan git. Daha neleri düşe kapılıp hayal edersin ? Düşe kapılıp hayal etmesini bilmezsin. Dayanılmaz kırgınlıktan (hali dayanılmaz alan kırgınlıktan ) ağlamasını bilirsin. Şimdi bunu da yapamazsın. Kaderin öyledir. Kaderin seninle, seni götürüyor. Kaderin alnının üzerinde yazıldı. Git, geri kalma.

            Rüzgar, Gaziza’nın vücüdundan ağrı silip götürdü, canından da korku silip götürdü. Fakat soğuk, ayaklarını doladı, kar ise kamaştırdı. Arkalık dağında bir kimsenin, tipi mi, Kuşıkpay’ın ruhu mu, o kadar korkunç bir biçimde böğürüp gümbürdediğini duyarak mezarcıklara ulaşmasını düşündü... Ulaşmasını, düşmesini, onları sarılmasını... Babası gibi hiç bir kimseye hiç bir şeyle borçlı olmasın.

            Mirza Ahan o zaman sıcak yatakta yorgan altında yattı. Ama uyku kaçtı. Mirza’nın bir hoşluğu vardı.

Şu... sesi keskin olan... kendine çekidüzen vererek ot ambarından dönmesinin zamanı geldi. Dönmedi.

Kadınlar, köşede fısıl fısıl konuştular. İhtiyar kadın avluya çıkacaktı. Ahan onu durdurup Kaltay’ı gönderdi. O, elinde yanan bir lambayla dönüp onu sobanın çıkıntılı olan kenarında oturttu. Kadınlar ona doğru atıldılar. Kaltay şaşkınca : «Henüz gelmedi mi ?» diye sordu.

            Kadınlar telaşa düşüp dört dönmeye başladılar. Kaltay, çaktı, gidiş fena. İhtiyar kadına ne olduğunu anlatmaya başladı. Kaltay: « Ondan kuru ot aldım. Atları  sulanmasının zamanı geldiğini düşünüyorum. Kuyunun nerede bulunduğunu soruyorum. Benimle gitti...Avludan çıkıyoruz, göz gözü görmeyen tipi. Kızınız korkak takımından değildir! Beni tam kuyunun kadar götürdü. Tabi ki, onu geriye gönderdim. Düşünüyorum ki evladınız soğuk alırsa bu benim günahım olur... Yolunu kaybetti mi acaba ? »demiş.

Kadınlar: «Güneşimiz! Buyabilir, Allah etmesin ! (Başlarımıza daha neler götürüyorsun?) Bismillah bu da nesi!» diye bağrıştılar.

İhtiyar kadın, değneğini aldı, yürürken giydi, kapıya doğru ayaklarını sürükleyerek yürüdü. Gelin de elle yoklayarak arkasından yürüdü.

            Ahan, kıpkırmızı olan yüzü yorgan altından  çıkararak Kaltay’ya:« Aptal! Bakar kör! Fenerimizi yak, koş, ses çıkar, ara... Elini çabuk tut! Hayvan... » diye söyleyip bağırdı.

Avludan çıktıktan sonra üçü Gaziza’yı çağırmaya başladılar. Kadınlar yırtındılar. Bağırarak tipinin sesini bastırıldı mı acaba ? Kar çevrintisi,  insanı yere yuvarlatadı, onlara ne gözleri ne ağzı açtırdı.

İhtiyar kadın : «O ruhlar, onu bırakmayın, ona yolunu gösterin! Size beyaz ve kızıl sarı bir koyunun başını kurban edeceğim!» söyleyip yalvarmaya başladı.

Kör olan da diz çökerek dua etti.

Kaltay, atı avludan götürdü, ona biniverdi, bağırarak ve fenerle ileri geri salladı, stepe doğru dörtnala gitti. Atlı de, at da, fener de beyaz körlükte (siste; pusta) kayboluverdi. Sesi da kesiliverdi.

Kadınlar ağlayıp sızlayarak orada kaldılar, dönmesini beklediler. Kaltay çabuk dönmedi. Kaltay’ın bindiği at hırıldadı. Kaltay da kısık sesle: «Kendim yolunu kaybettim... Sizi zor buldum... Bağırmazdınız bulmazdım... Kız ortalarda yok! Şeytan götürdü.»diye söyledi.

Kadınlar, Gaziza’yı sabaha kadar bekliyordular. Defalarca dişarıya çıktılar ağlayarak Allah'a taptılar. Fakat yakarışları Allah’a erişmedi.

Gaziza’yı öğle üzeri buldular. Mezarlara ulaşıp aralarında yüzükoyun yattı. Elbiseleri o kadar yırtılmışti ki bir köpek onu koparmış gibiydi. Diz kapaklarının yükarılarında ayazdan kan kuruyup kalmıştı. Biraz (az sayıda olan) çilli yüzü açıktı, ağız cıvarında ve kaşlarının arasında azaplardan eser bile kalmadı. Yüzü uyumuş çocuğun yüzü gibi masum ve duruydu.  Rahat bir uyku uyudu ve nasıl yaşadığını rüyasında görmedi.