Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
MAİLİN  Beyimbet, "Açlık Kurbanı"

25.11.2013 1641

MAİLİN  Beyimbet, "Açlık Kurbanı"

Язык оригинала: ''Açlık Kurbanı''

Автор оригинала: MAİLİN Beyimbet

Автор перевода: not specified

Дата: 25.11.2013

Açlık Kurbanı

 

Dışarıda fırtına var. Rüzgâr insanı boğacak gücüyle vuruyor. Yağan kar, sert, batıcıdır. Sanki insanı buz parçasına dönüştürmek istercesine yüzünden vuruyor, yüzünü kamçılıyor.

-          Ey, hanım, baksana nasıl esiyor! Evimiz buz oldu! Sobayı yakmak için bir şeyleri bulsana! – diye Kayrakbay homurdandı.

Duvarları alçak ve nemli olan kulübede de dışarıda gibi rüzgâr esiyordu. Pencere, kapı ve duvarlar kırağı ile kaplıydı. Bırakın insanı bu izbenin içerisinde kalan köpek bile soğuktan donardı.

-          Ne yapabilirim ki? Sobayı yakacak bir şeyimiz yok. Ahırın çatısını bile sobada yaktım. Dameş ile bugün karları açarak samanı topladık… nasıl yandığına işte git bak.

Bunu derken Şrınkul ocağa yaklaşıp oturdu. Demir maşaları alıp sobada içerisini karıştırdı. Oysa, çürük kamış ne kadar sıcaklık verebilirdi ki. Alev yanıp sönüyordu. Şrınkul’ün gönlüne çaresizlik girdi.

-          Allah’ım! Bu kahrolası yoksulluk bir gün biter mi? İki gün üst üste sofrada sudan başka bir şey yok. Karınlarımız bomboş. Gücüm kalmadı, içim kazınıyor. Sonra ne peki? Nasıl yaşayacağız?!

Derken yanaklarından gözyaşları aktı.

Kayrakbay’ın gözleri çökmüş, elmacıkları kuru ve sivriydi. Delikli yıpranmış kürk mantoya sarınarak sekiz yaşındaki Tansık, açlık fışkırtan gözlerlebabasına bakıyordu. İnanılmaz zayıflamış Dameş en ezgin haldeydi. Sırayla ağlayan annesi ve derin hüzüne kaplanmış babasına acıyla bakıyordu. Kıza bakmak bile acı verirdi. Daha iki – üç sene önce renkli görünüşe sahip kızın güzelliği ve gençliğinden eser kalmadı.

Canını sıkan tek açlık değildi. Bununla beraber garip bir suç duygusu yüreğini sıkıyordu. Kayrakbay’ınDameş ile Tansık adlı iki çocuğu vardı. Tansık’tan bir şey sorulmaz ama o, büyümüş yetişkin bir kız idi. On altı yaşını doldurdu. Başkaları çalışarak velilerine yardım ediyorlardı. Ya ona gelince? Hayatını vermiş, büyütmüş anne babasına nasıl yardım edebilirdi? İki gündür ağızlarına bir lokma bile almadılar. Böylece daha ne kadar dayanabilecekler? En önemlisi ise ileride ne olacak? Yoksa onların başına da kara bela gelecek? İşte o zaman el ele tutuşarak terk edilmiş bir diyarda donacaklarına kadar yürüyecekler. Bu kederli düşüncelerden Dameşin yüreği sızlıyordu. Ailesinin yaşadığı dert ve çektiği çilelerin sebebi oymuş gibi kendisine geliyordu. Allah onu kız olarak niye bu dünyaya gönderdi? Erkek olsaydı rençper olarak çalışabilir en kötü halde dilencilik yapabilirdi. Her neyse velilerinin açlıktan çile çekmelerine izin vermezdi. Bu acı düşüncelerden kızcağız hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kendine ve sevdiklerine acı duyduğundan, çaresizlikten kaynaklıyordu gözyaşları. Akşamleyin nemli kulübenin havası daha da buzlaştı. Keşke bir lamba açabilse veya soba yakabilseydiler. Oysa, ne bir mum ne de sobayı yakmak için odun vardı.Kayrakbay, sırtını büküp oturuyordu. Burnuyla babasına yaslanıp Tansık yanında oturuyordu. Kardeşine başını yaslanıp yanlarına Dameş oturdu.  Kimse konuşmadı. Sessizlikte ağır düşüncelerine daldılar.

Fırtına yoğunlaşıyordu. Sanki bir hayvan dişlerini sıkıyormuş gibi çatırtılar duyuluyordu. Bazen sanki hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş gibi uğultular duyulurdu. Dünya birden kaçınılmaz derin bir karanlık ve dondurucu soğukların eline düşmüştü sanki.

Dışarıda ayak sesleri duyuldu. Biri kapıya hafifçe vurdu. Sonra sallana sallana kulübenin içine girdi.

-          Kim o?

-          Allah’ın gönderdiği misafir…

-          Ah, zavallı, bizim evimizde bir şeyler bulunur mu? Kendimiz açlıktan ölüyoruz. Kurtlar gibi uluyoruz. Beylerin evlerine gitseydin!

Çizmelerini gıcırdatarak gücü kalmamış sesle misafir bunları mırıldadı: 

-          Hem acıktım hem de atım yok, yürüyerek geldim. Kimse evine almıyor. Allah aşkına geceyi sizde geçirmeme izin verin…

-          Peki… Buyur gel. – diye Şrınkul nefes çekerek söyledi.

 

***

-          Ey, hadi başını kaldır. – diye Şrınkul kocasına seslendi.

-          Ne istiyorsun?

-          Nasıl bir karar verelim?

Kayranbay, cevap vermedi. Aksine omuzlarını daha çok eğdi.

-          Allah’ın isteğine karşı ne yapabilirsin ki? Kabullenmek lazim. Yoksa hepimiz donar ölürüz. Sen cesaret bulamazsan ona kendim söylerim! Hadi!

-          Nasıl istersin. – diye bir müddet sonra mırıldadı.

-          Kızım… Dameş! – diye Şrınkul kızına seslendi.

-          Efendim anne!

-          Uyan, kızım. Dinle… Düştüğümüz hali görüyor musun? İşte böylece öleceğiz galiba! Peki yapacak bir şey yok.

-          Bilmiyorum anne. Sizi kurtarmak için kendimi feda edecektim. Peki nasıl? – diye Dameş ağlamaya başladığından ifadesini bitirmedi.

-          Canım kızım benim!

-          Efendim anne.

-          Bir çare var. Kaçınılmaz ölümden bizi tek sen kurtarabilirsin.

-          Söyle anne, her şeye razıyım. Belki en az Tansık’ın hayatını kurtarabilirim.

-          Bunu yaparsan, hepimiz kurtarılacağız.

-          Hadi, anne, söyle neymiş!

Şrınkul bir müddet sustuktan sonra konuşmaya başladı:

-          Canım benim, geçmişi konuşmaktan ne fayda var? Biliyorsun, seni daha çocukken senin kiminle evleneceğine dair karar verdik. Nişanlın da geçen sene ölmüştü. Şimdi ise amengerlik (diğer adı levirat evliliği, dul kadının ölen eşinin ağabeyi veya erkek kardeşi ile, eğer erkek kardeşi yoksa diğer bir akrabasıyla evlenmek mecburiyetidir) adetine göre ağabeyi, ikinci karı olarak seni almak istiyor. Babanla ben bunu öğrenince saçlarımız dimdik oluncaya kadar korktuk. Seni bu kaderden kurtarmak için elimizden geleni yaptık. Beye, beş – altı baş hayvanımızı verdik ki senin için verilen kalım (başlık) ödenip kapansın. O zaman bir tek isteğimiz vardı: Seni kurtarmak. Senin için hep iyilik diledik. Eşit biriyle seni evlendirmek istiyorduk. Ama gör bak işte Allah’ın kararı başkaymış. Dualarımızı kabul etmedi. Şimdi ise uçurum kenarındayız. Bir tek çaremiz var: Hepimizin iyiliği için seni feda etmektir. Kızım, seni satmak istiyoruz!

-          Satmak mı, anneceğim? Sanki eşya imişim gibi mi? Allah, Allah! Lakin, isteğiniz buysa ve böylece sizi kurtarabilirsem… buna razıyım…

-          Gerçekten mi, canım?

-          Gerçekten, anne! Her şeye razıyım…

-          O zaman dinle kızım. Tleumaganbet, ikinci karı olarak seni almak istiyor. Başlık olarak bize hayvan vermez, fakat bir kış boyu ailemizin geçimini sağlayacak.

Dameş’in yüreği silkindi. Vücudu titremeye başladı.

-          T… t… Tleumaganbet mi?!

Tleumaganbet, altmış yaşındaki bir beydi. Oğullarını evlendirdi. Onlara ayrı evleri kurdu. İki karısı vardı. Oysa, ikinci hanımı geçen yaz vefat etti. Bu yaşlı adam, karı olarak genç kız niçin istiyordu? Buna ne gerek vardı? Ölmeden önce oğullarından birisine Dameş’i ikinci karı olarak olsa bile isteseydi. Maden eşya gibi satılıyorsa, genç birinin evine satılsın bari!

Dameş donakalmış gibiydi. Ağlayası vardı. Lakin, acı çeken annesini kırmamak için ağlamadı. Dudağını ısırarak ve bir ses çıkarmamaya çalışarak sessizce ağlıyordu. Sıcacık gözyaşlarının yanaklarından zemine aktığını hissetti. Yerde kıvrılmış yoksullu rüyada çığlık attı. Ya sayıklıyor ya da kâbus görüyordu.

-          Ey, Hanım – diye mırıldandı. – Tavadaki ekmek yanıyor. Biraz yufka ver...

-          Ekme-eee-k!

Ekmek için nice insan çile çekmektedir. Kimileri açlıktan ölür, kimileri dile dile dünyayı dolaşır, Dameş gibi güzel kızlar annesi babasını açlıktan kurtarmak için beş kuruşa satılırmış. Kahrolası yoksulluk!

-          Kızı-ım! – diye Şrınkul’un titreyen sesi duyuldu.

-          Efendim, anne!

-          Karar verdin mi?

-          Evet, verdim. Razıyım buna, anne. Sizin ve küçük Tansık için her şeye razıyım!

“Sevgili Rahila! Hayatta olduğunu bilmiyordum! Hayatını, kaderini hakkında yeni bilgiler edindim. Görüşmeyeli uzun zaman oldu. O zaman on yaşındaki bir kız idin... Son kez görüştüğümüzde yedi sene geçmiş demek ki. Sonbahar mevsiminde su almaya gittiğimizde yokuşta oturup hıngır hıngır ağladığını hatırlıyor musun? O gün iki kova su kaldırabildiğini hayal ediyordun. O günden sonra daha nice şeyleri hayat ederdin. Bir dilim ekmeği bile. O kıtlık yılında baban bu dünyaya gözlerini yumdu. Annen ise huzuru aklını kaybetti. Donların bastığında bir daha dönmemek için kulübenizi terk ettiniz. O gün çocukluk arkadaşlarıyla hep beraber olan birinin nasıl da mutlu olması gerektiği söylediğini hatırlıyorum. Çok üzüldük. Seni, ilk yokuşa kadar uğurladım. Yolun gözüktüğü yerde birbirimize sarılıp ağlaştık. Uzun uzun arkanıza baktım. Annenle el ele tutuşup tökezleyerek ıssız kış yoldan yürüdüğünüzü izledim. Eve döndüğümde göz yaşlarımdan elbisem ıslandı.”

... O gün kara kahrının başlangıcıydı. O günden sonra dert arkasında dert başımıza geldi. Kaderinizi paylaştık. Bir kaç gün üst üste ağızlarımıza bir lokma ekmek düşmezdi. Açlıktan ölecektik neredeyse. Babam, dilenmeye hazırdı. Oysa, annemle ben buna razı olmadık. Açlıktan ölmek böylece rezalet durumundan daha iyiydi. En üzücü, Tansık’ın halini görmek idi. Zavallı çocuk, kurumuş, sapsarı, deri kemik olmuştu.

Ölümü beklerdik. Oysa, ölümden ancak bahsetmek kolaydır. Tek başına ölmek var. Peki ailnenin öleceğini bilmek dayanılmaz acı duygudur. Hayatımı seve seve verirdim. Peki ya annem, babam, kardeşim! Onlara ne olacaktı? Ailemin kurtarılması için hayatımı vermeye razıydım!

Meğerse, bu bedel çok düşük imişti. Hayatım beş kuruş para etmezmiş. Taleumaganbet’i hatırlıyor musun? Kahrolası soyu kökten kurusun! Beni ikinci karısı olarak aldı. Ne diyebilirim sana? Boynumu eğdim.    

Taleumaganbet, kış boyunca ailemin geçiminin sağlanacağına söz verdi. Oysa, sözünü tutmadı. Yaz geldi mi kendi geçimini kendi sağlayabileceğinden ümit ediyordum. Bunu babama kaç kere söylemiştim. Oysa, Taleumaganbet başka bir şeye karar vermişti. “Kışın geçiminizi sağladığım için benim için çalışarak bunun karşılığını vermelisiniz” diye utanmaz söylemişti. Sanki kendi isteğimle onunla evlenmişim. Babam çobanlık yapıyormuştu. Annem ise hizmetçi olarak çalışmaya başlamıştı. Tansık ise danalar ile ilgilenecekmiş. Şirret Kanış-baybişe yılan gibi kızgırıyordu. Beni rahat bırakmazdı. Bana dilenci derdi. İmdadıma kimsenin gelemediği için dişlerimi sıkıp onu dinliyordum. Akşamleyin kulübemizde toplanıp ağlayıyor dertleşiyorduk. O zaman rahatlanıyorduk.

Hepimiz için daha iyi kaderin olması gerektiğini düşünmeyi bıraktım bile. Canım sertleşti, duygusuzlaştı. İnsan istedikten sonra en sert zincirleri kırabilmeyi başarabilirdi. Bunu kendi tecrübeyle gördüm. Her şey Mayıs ayında olmuştu. Dışarıda ılık güzel hava vardı. Büyük yurtta toplanan kadınlar taylar için dizginleri örüyordu. Derken içeri iki kişi girdi. Onlardan biri, açık tenli, uzun boylu, bıyıkları yeni çıkan, son moda giyinmiş ve saçları kıvırcık olan delikanlıydı. İçeri girer girmez hoşuma gitti. Nedeni bilmiyorum ama kendisinde bakışlarımı ayıramadım. Sanki bir mucize olacakmış gibi bekleyekaldım. Sanki yaralı canı tek o tedavi edebiliyormuş gibi.

Önemli misafirler, özellikle yüksek makamlı misafirler evimize geldiğinde bay ve baybişe beni bir yere göndererek benden kurtulmaya çalışıyorlardı. Bir iş için içeri girdiğimde bile beni neredeyse iterek dışarı çıkarırlardı. Önce, neden böyle davrandığını anlamazdım. Sonra düşünmeye başladım: “Bir şeyden huzursuz oluyorlar! Şikayet edeceğimden mi korkuyorlar? Ya onlara nispet şikayet etsem mi acaba?” Bu sefer de misafirlerin gelmessinden dolayı beni dışarı etmeye çalıştıklarında içim kaynadı. Misafire uzun uzun baktım. O ise sanki beni görmezlikten geçti. Baybişe kızdı. Oysa, ben gücümü toplayı “Yönetici misiniz?” söyleyiverdim. Bu sözlerin ağzımdan nasıl çıktığını hatırlamıyorum.

-          Sana ne? – diye bey ile baybişe birden bağırdılar.

Misafir işe beye, baybişeye, bana sırayla bakarak daha nelerin geleceğini bekliyordu.

-          Yönetici iseniz o zaman sizinle konuşmamk lazim. – diye başladım.

-          Peki, yöneticiyim. Makamım çok yüksek değil. Oysa, yine de buyrun. – diye gülümsedi misafir.

Bey, herhalde neyden bahsedeceğimi anlayıp delirdi.

-          Defol git, itin kızı! Defol! – diye bağırarak ak bastonunu aldı.

-          Yöneticiye her şeyi anlatmadan hiçbir yere gitmem. – diye emin sesle konuştum.

O anda bey, beni dövmeye başladı. Bunlara alışık olduğum için yüzümü ellerle kapatım sırtımı döndüm. Oysa, bay o kadar şiddetli vurdu bana ki önümdeki dünya kara oldu. Birden tüm sesler gitti. Kalkıp etrafa baktığımda sevindim. Bay bembeyaz idi. Vücudu titriyordu. Misafiri ise silahını ona çevirip duruyordu. Bayın sopası yere düştü. Baybişe ise ağzı açık donakaldı.

-          Hadi, aklındakilerini söyle. – diye yönetici bana hitap etti.

O zaman bütün sıkıntılarımı döktüm.

-          Kendimden bahsetmiyorum. Bana kalsa her şeye dayanabilirim. Fakat, bu hayvanın pençelerinden ailemi kurtarın! – derken hikayemi anlatmaya koyuldum.

Hikayemi dinledikten sonra yönetici, hayvan gibi kadınlar satıldığı zamanların çoktan geçip tarih olduğunu söyledi.

-          Sovyet mahkemesi, beyin ailene borçladığı iki yıllık parasını beye ödetecek! Sen ise istediğin kişi ile evlenebileceksin.

Velinimedim, milli eğitim il müdürlüğü başkanıymış. Hepimizi arabasına oturtup ile götürdü. İki odalı apartmanda oturuyordu. İki odasından birini bize verdi. Beyden annem ile babamın parasını mahkeme yoluyla alarak bizi yakındaki bir aulda yerleştirmeyi düşünüyordu. Oysa, süreç uzandı. Bey, inadına mahkemeye gelmiyordu. Satın aldığı tanıkları da oluşuverdi. Farklı insan vardı. Beyin tarafını tutan, onu savunanlar oldu. Toplam olarak yönetici Hasen’in evinde üç ay boyunca yaşadık, parasını yedik. Rezil, utanç verici bir durumdu. Oysa, bir şey yapmak elimizde değildi. Beyden paramızı alıp ilk olarak Hasen beye borcumuzu ödemeyi düşünüyorduk.  

... Akşam geldi. Hava karardı. Pencerenin kenarında durarak derin düşüncelerime düşüp uzakalara bakıyordum.

-          Dameş, gelebilir misin? – diye biri beni çağırdı.

Başımı çevirip odanın eşeğinde gülümseyen Haseni gördüm. Kalbim hızlıca atmaya başladı. Hasen ise gülümsemeye deva ederek sakin bir sesle: “İşte, sonbahar geldi. Çocuklar okula koşuyor. Tansık’ı okula yazılmasına zamanı geldi” diye söyledi. Mutluluktan delirmişim gibi ona teşekkürlerimi sunuyordum. Birden Hasen, okumak isteyip istemediğimi sordu. “Okula gitmek ister misin? Bugünlerde birçok kadın eğitim görür. Sen de genç kızsın. Sana tavsiyem: Oku! Bense yardımcı olurum.” Şeklinde konuşmaya devam etti. Tek söyleyebildiğim “Teşekkür ederim” sözleri idi.

Ertesi gün okula başladım.

Kışın ortasında babam, beyden alacaklarını aldı. Artık, eskiden daha fazla baş hayvana sahip idi. Annemler ilden on verstlik (1.06 kilometre) mesafede bulunan aula hemen yerleştiler. Ben ise eğitime devam edebilmek için Hasen beyde kaldım. Velilerin kaderi, büyümüş çocuklarına olsa bile bakmaktır. Gitmeden önce babam, beni yanına çağırıp “Kızım, seni burada bırakıyoruz. Akıllı ol, iyi davran. Kendine iyi bak. Hasen bey ile her konuda danış. İnsanlar arasında melek gibidir. Üstelik de seni seviyor.” diye söyledi.

“Seviyor” kelimesini duyar duymaz kalbim neredeyse içimden fırlayecektı. Belki gerçekten beni seviyordu. Ben ise dikkatsizliğimden bunu farketmemişimdir.

Okula gittiğim günlerde okuma yazmayı öğrendim. Hayatımın en neşeli dönemi idi. Eskiden bunu hayal bile etmezdim. Kaderime çok minettardım... Mayıs ayı, açılmış rengarenk çiçek gibi karşıladım.

Aula gitmeyi hazırlanıyordum. Babam beni almaya gelecekmiş. Senden saklamayayım: Gitmeden bir gün önce Hasen beni tiyatroya götürdü. Kış mevsiminde de birkaç kere beraber tiyatroya gittik. Eve geç saatlerde döndük. Hava ılık idi. Halimde sanki sarhoşluk vardı. Hiç durmadan kırları dolaşmak, ilkbaharın ılık havanın tadını çıkarmak içimde vardı. Rüyalar dünyasında geziyormuş gibi gidiyordum. Hasen elimi tuttu. Ben de başımı omuzuna yasladım. Biraz çekiniyordum ama böylece sonsuza dek gezebilirdim... Ömür boyu! Hiç yorulmazdım! Bu halimin sona ermemesini olanca gücüyle isterdim.

Hasen, çok dikkatli ve duyarlıydı. Birden durdu ve her zamanki gibi gülümsedi.

-          Sana bir şey söylersem kızacak mısın?

-          Hayır, kızmayacağım. Söyleyin.

Böylece Hasen ile evlendik. Sadık can arkadaşı oldum ona. Saadetimin yıldızı yandı. Oğlumuz büyüyor. Adı Oktyabr (Ekim) koyduk. Bak, sana bu mektubu yazarken aklıma bir fikir geldi: Benden daha akıllı birisin, biz ise önemli toya (önemli güne) hazırlık yapıyoruz. Ekim devriminin onuncu yıl dönümüne hazırlanıyoruz. Sen de gördüklerini, yaşadıklarını kağıda dökseydin. Başarırsın, biliyorum. Gazetede bir yazını okudum. Hayatını anlat. İşte bu, senin verdiğin hediye olacak. Detaylı bir şekilde her şeyi anlat: Sovyet hükümetinin yardımıyla eğitim nasıl aldığımızı, dünyayı keşfetmemizi, insan olmamızı anlat. Zira yeni hükümet olmasaydı çoktan toprağa gömülmüş olurduk...

Biz ayrıldıktan sonra nelerin yaşadığını bilmiyorum. Ama, amacına ulaşmak için zor bir yolun geçtiğini tahmin edebilirim. Yaz. Mutlaka yaz. İnsanlar okusun! Ben de onlarla beraber okuyacağım.

Tebrik ederim! Öpüyorum seni! Görüşmek üzere!

 

1927