Savras rahvan at[1]
- Ey, beyazlar geldiler! Askerler!
Korkmuş çocuklar bağırarak içeri girdiler.
Yergali sırtını sobaya dayamıştı, annesinin delinmiş ayakkabısını tamir ediyordu. Eşi Dametken her zamanki gibi örekeyi döndürüyordu ve küçük kayınbiraderi Jamak ile bir şeyler konuşuyordular. Çocukların seslerini duyduklarında her kesin benzi attı. Yergali dikişi unuttu, Dametken – ipliği, Jamak – konuşmayı. Erkek köpek yabancıları görüp havlamaya başladı.
- O Allah, bize yardım et! Bu sene çok korkunç! Ormanlarda eşkıyalar acele acele koşuşuyorlar. Aullara girdiklerinde kılıçları gümbürdüyor, korkudan kalbim duruyor...- Dametken fısıltıyla dedi.
- Bir tek sen korkmuyorsun. Bu günlerde hepimiz korku içinde yaşıyoruz,- Jamak ayağa kalkarak söyledi.
Yergali yaradılışından korkaktır. Kendini kaybetti, gözleri fal taşı gibi açıldı, kumaş parçasını bir yerlere sokmaya çalışıyordu. Sanki en çok kortuğu şey askerlerin bu deri yamayı alıp götürmeleriydi. Dün zorla evlerine giren askeri hatırladı. Asker beyaz müfrezedendi, onlar komşu rus köyündeki bolşevikleri tutukluyordular. Asker kazak kulaklıklı kalpak, yeni muflu maroken çizmeler giymişti, bu yüzden Yergali onu ilk gördüğünde Kazak olduğunu düşünmüştü. Ama asker çaylak gibi evlerine baskın yaptığında yabancı olduğu anlaşılmıştı, o iyi konuşamıyordu, bağırarak: «Senin ev bolşevik var?!» dedi, Yergali’nin korkudan nitki tutuldu. Yergali şimdiki devletin en tehlikeli düşmanın bolşeviklerin olduğunu biliyordu, o an da en çok korktuğu şey askerin onun bolşevik olduğunu düşünmesiydi. Korkudan onu eve davet etti, asker zengin, kakmalarla süslenmiş eyeri gördüğünde hemen av bulmuş gibi saldırdı. Yergali itiraz edebilir miydi? Eyeri alıp, çaluk gibi atında sallana sallana evinin yolunu tuttu. Yergali giden atlının arkasından pişman pişman bakıyordu, atlı baya bir uzaklıştıktan sonra Yergali’nin eşi beddu etmeye başladıа: «Allah seni yerin dibine soksun! Mezarında dikenli yabani otlar bitsin». Bedduadan başka eşkıyaya ne yapabilirdiler ki?..
Her kes askerlerin bu kez ne alacaklarını düşünüyordu... Yergali eşinin kürküne baktı.
- Kürkünü sakla, bedbah! Bir anda elinden alırlar...
- Belki yine dünküydü? – Dametken tahmin etti.
O anda erkek köpek kudurmuşcasına havladı. Birileri kapıyı hızlı çekti. Kılıçlar şıngırdadı, Dametken korkudan donakaldı.
Ellerinde tüfek ikisi içeri şıppadak girdi.
- Selamun aleyküm! – aynı zamanda ikisi de selam verdiler. Yergali uzun zamandır bekliyormuş ve misafirlerinin gelmesine çok seviniyormuş gibi gelenleri karşıladı, acele acele bir şeyler yapmaya başladı, yere döşekler serdi.
- Aleyküm selam! Değerli misafirlerimiz, geçin, oturun...
Misafirler herkesle selamlaştılar. Büyükleri şaşırıp kalmış Dametken’e dedi:
- İyi misiniz, hanımefendi?
- Oy, baylar, siz kazaksınız, değil mi?
- Kazakız. Korkmayın.
- Gerçekten de kazaklarmış, - Yergali rahatlayarak dedi. – Yüzleri de dünkü urusların yüzünden daha iç açıcı.
Jamak kim olduklarını, nereden geldiklerini merak etti...
- Biz «Alaş-Ordu»’ nun temsicileriyiz. Biz bir an önce Sula topraklarına gitmek istiyoruz. Bize atlar lazım. Emredin bize çabuk at arabaları da hazırlasınlar,- dolu gri renkli derili yiğit açıkladı.
Kabarmış, kurt derisinden yapılan yakalı gocuğunu geri sırtına atmıştı. Bu gocuk herhalde babasını ona mirasıydı: o yüzden bu kadar kurumlanıyordu. Gocuğunun önünü açtığında her kes üzerindeki askeri kıyafetini gördü. Yiğit konuşurken iki de bir kemerindeki kuburluğuna dokunuyordu, sanki: «Bunu gördün mü? Benimle alay etme!» demek istiyordu. Diğeri uzun boylu, sarışın ve çopur yüzlüydü. Üzerinde kaput, koyun derisinden şapka vardı, ayaklarına asker çizmeleri giymişti. Ayaklarını altına alıp oturdu, kılıcını ise küçük çocuğu gibi dizlerine koydu.
Dametken ikisini de baştan ayağa süzüp hayrete düştü:
- O, Allah, demek ki, artık kazaklardan da asker olanları varmış?!
- Kalk, kadın, çay koy. Misafirler herhalde çok üşümüşler, - Yergali deyip atları hazırlamak için dışarı çıkmak istedi.
Misafirlerden biri kızıp kaşlarını çattı:
- Senden çay isteyen olmadı! Acele et, at arabasını hazırla!
Dametken korktu:
- Bak hele sen! Dünkü uruslardan daha beterdiler bunlar!
Yergali de, Jamak da acele ettiler. Tüm aul telaşa düştü. Birileri arabanın tekerlerine yağ sürüyordu, diğerleri kayışı geriyordu, bazıları ne yapacaklarını bilmeden telaştan at arabasının etrafında hiç bir şey yapmadan öylesine dönüyordu – her kes tek bir şey istiyordu: çabukça davetsiz istenilmeyen misafirler çeksinler gitsinler.
Nihayet at arabası hazırdı. Arabaya söğütten örülmüş bir sepet koydular ve çift at koştular - biri kır, diğeri doru at, öne sakallı, kalın kürk giymiş arabacıyı oturttular. Adam dizginleri zor tutuyordu.
Yolcular evden çıktılar, at arabasına taraf doğruldular, bu anda çopur yüzlü arkadaşının kulağına bir şey fısıldadı. İkisi de gözlerini Jamak’ın çizmelerine diktiler. Ayakkabılar yeni ve sıcaktılar, keçeden yapılmıştı. Jamak bir şeyler olduğunu anladı, aceleyle ordaki insanların arkasına saklandı, ama gocuk giyen yüksek sesle:
- Ey, sen, siyah sakallı! Ne saklanıyorsun orada?..Hele gel buraya bakayım!
Acınacak halde, korkmuş Jamak saklandığı yerden öne çıktı. Korkudan dudakları titriyordu.
- Çıkar çizmelerini!
- Beyim, acıyın bana, ben - fakirim...Yapamam...çizmesiz...Çıplak, yalınayak kalırım ben...Başka ayakkabı nereden bulacağım ben?..
- Kapat çeneni! Sana çıkar dedim! Paranı postane ile göndeririz.
Çopur yüzlü ayakkabılarını değiştirdi, sıcak ayakkabıları giydi, keçe ayakkabıları baya bir sıcak tutuyordu, giydikten sonra memnun memnun geniş geniş güldü. Ayaklarını sıcak sobaya soktu gibi oldu...
* * *
Jamantık’ın evinin yanında yaklaşık on kişi sohbet ediyordu. Havadan sudan, olup bitenden konuşuyordular. Hüzünlü hüzünlü eski zamanları, barış içinde yaşadıkları günleri hatırlıyordular.
- Zamanında daha rahat yaşarız düşünüyorduk, ama eskisinden daha da kötü oldu, - ordakilerden biri içini geçirdi.
- Ehh, hiç kimseden iyilik bekleme. Her kes hırsızlık yapıyor, birbirini zorluyorlar,- yaşlı, fırlak gözlü, kızıl saçlı adam dedi.
Güçlü, siyah saçlı adam öfkeyle dedi.
- Bekle daha!..Bolşevikler bassınlar...
Her kes telaşla düşündü:
«Doğru ya, o zaman ne olacak, nasıl olacak?..»
Ben Ahmetovla karşılaştım – öğretmenin oğlu ile. Gazeteye abone oluyor. Petrbore’de de, Maskey’de de, her yerde soygunculuk var diyor. Ama bolşevikler ise bundan böyle «benim», «senin» olmasın istiyorlar, - biri dedi.
- Demek ki, onlar «seninki» - «benim», «benimki» - ise «senin» olsun olmasını istiyorlar, öğle mi?
- Eğer onlar gelirlerse, kazakların sonu geldi demektir.
Kancalı burunlu adam, şimdiye kadar hiç konuşmayan, kenarda oturan, kancalı burunlu adam, aniden dedi:
- Dün Gavrile gitmiştim. Oturup çay içiyorduk, Yefim girdi içeri. Tartışmaya başladılar aniden. Efim bolşaybekleri övüyordu, Gavril ise küfür ediyordu.
- Bu köyde senin o Yefimin en son saygı duyulacak insandır, - biri dedi.
- Haksız konuşuyorsun! – hemen biri itiraz etti. – Yefim en iyi urustur. Bir şey rica ettiğinde – hiç bir zaman ricanı geri çevirmez. Auldakilerin tüm ineklerinin kaçırıldığında bize arka çıktı, tüm ineklerimim geri verdiler.
- Yok ya...Yefim iyi insan olsaydı bolşaybekleri övmezdi.
- Başka kimi övsün?! Yirmi kes vurulan tenkil müfrezesi mensubu unutmamışsındır düşünüyorum.
- Apırmay, o zamanlar onlar o köyde kötü işler yapıyordular! Güpegündüz zamanda seksen kişiyi maydanda kırbaçlamıştılar. Urus urusu vuruyordu, ama yine de ben dövülenlerin haline acıdım.
Jmantık başını kaldırdı, konuşulanlardan kendi anladığı sonuç çıkardı yaptı:
- Kim ne derse desin, ama bence bolşaybekler kötü insanlar değiller. Tabii ki, iktidar mücadelesi yaparken ne söylemezler ki, her kes bir sürü şey anlatır. Şimdiki hükümdarların akıllarında bir tek şey var - soygunculuk. Bolşaybekler de soyguncu olsaydılar, onlar da diğerleri ile beraber olurdular, katılırdılar onlara. Ama gördüğümüz gibi onlara karşılar. Demek ki, bolşaybekler soygunculuğa, zorlamaya, şiddete karşılar....
- İnşallah, söylediğin gibidir,- hepsi birden dediler.
Göl taraftan toz kalkıyordu. Her kes merakla oraya bakıyordu. Yolcular atlarını yoldan döndürdüler. Aula taraf yönlendiler. Bu yolcular Yergali’nin bir az önceki misafirleriydi.
- Galiba iyi binicidirler. Çok aceleleri var – Jamantık dedi. – Belki askerler falandır. Hadi dağılalım.
- Her kes aceleyle kendi evlerine dağıldılar. Gerçi bazıları sığır ahırına sokuluverdiler.
- İhtiyar fakirin Kurabay’ın zeminliği aulun keçiyolundaydı. Tanımadığı yolcuları gördüğünde o korktu, saklanmak istedi, ama gocuk giyen atlı onu daha uzaktan farketmişti, dedi:
- Ey, sen, şapkası yırtılmış olan, nereye gidiyorsun? Gel buraya!
Kurabay bu seslenişten sarsıldı. Ama yolcuların kazak olduklarını anladığında biraz cesaretlendi ve araba doğru koşmaya başladı.
- Hadi, çabuk, çabuk! Ne o ayaklarını ancak sürüyerek geliyorsun?!
Kurabay koştuktan sonra soluk soluğa idi.
- Kimden kaçıyorsun?
- Beyim, ben kimseden koşmuyorum...Öğle namazını kılmak için acele ediyordum.
- Nasıl da Allahtan korkanmış!- atlı alayla güldü. Nefesini alamıyor, ama namazı düşünüyor...Jamantık evde mi?
- Evet, beyim, evde...
- Peki... onun rahvan atı nerede?
- Ahırda, beyim...
Kurabay sakince öne geçti, yolcuları Jamantık’ın evine götürdü.
- Git, Jamantık’ı çağır buraya!
Çok geçmeden ev saibi çıktı. Elinde asâ vardı, yavaş yavaş adımlarla at arabasına yaklaştı:
- Merhaba, çocuklar!
- Siyah kuyruklu ve siyah yeleli rahvan at nerede?
- Hangi rahvan at, ne atı?
- Hangi at!..Siyah yeleli, Jamantık’ın sihay yeleli atı. Sen Jamantıksın ya? Rahvan atı getir işte!
- Ne münasebet? Niçin?
- Bir de soru mu soruyorsun? Getir söyledik mi, getir! Getir ve arabanın okuna bağla. Yoksa yerinde kılıçla öldürürüm seni!
Jamantık kül rengi aldı. Titremeye başladı. İtiraz etmeye cesaret edemedi uysalca ahıra taraf gitti. Avluyu temizleyen oğluna rahvan atı getirmesini emretti. Kendisi ise arabaya taraf götürüp atı kayışla bağladı.
- İstediğini yaptım, beyim. Sen emrettin, ben ise - yaptım. Ama bir soruma cevap ver: atımı kime veriyorum? Sana mı yoksa başka birisine mi?
- «Alaş-Orda»’ ya verdiğini düşün.
- «Alaş-Orda»’ya karşı ben ne kabahat işledim ki?
Kabahatın ona karşı olmandır. Alihan’ı ve diğer şanlı şöhretli insanları iyi kelimelerle anmadın!
- Estağfirullah! Allah korusun, canım! Al rahvan at senin olsun ama Allah aşkına bana iftira atma.
- Kes sesini! Rahvan atı bir daha görmeyeceksin. Anladın mı?!
- Al, al, Allah için al! Belki kısrak yine yavruladı, kaybolmam ben. Ama bana iftira atman kalbime dokunuyor, incitiyor beni!
Kurt derisinde gocuk giyen yiğit öfkeden gözlerini fal taşı gibi açtı. Sanki bakışlarıyla şaşkın, korkmuş Jamantık’ı bir yandan bir yana delip geçecekti. «Hadi gidelim!» - nihayet yiğit arabacıya dedi. Rahvan at şaşkın şaşkın sahibine baktı, ahıra taraf baktı, sonra boynunu eğerek bağlandığı arabanın ardından gitti.
Jamantak’ın oğlu arkalarında bakarak ağlıyordu, sonra eve geçti.
Jamantık kuru otun üstüne oturdu, gözleri ağlamaktan alev alen yanıyordu, uzun süre atlıların gittikleri yola baktı, ta kazak milletinin «koruyucuları» buz gibi kış öncesi sisin arasında yok olana kadar. казахского народа не исчезли за студеной дымкой предзимья. İçi öfkeyle doldu.
- Bundan sonra beni bekleyin siz! Bolşaybekler gelsinler – size inat olsun diye ilk kendim onlara yazılacağım. Bir az zaman verin – senin de sıran gelecek!
1926
[1] Savras (çevirenin notu – siyah kuyruklu ve siyah yeleli at)