Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов

13.10.2015 7606

MUKANOV Sabit, "Sırdarya"

Язык оригинала: "Sırdarya"

Автор оригинала: Sabit MUKANOV,

Автор перевода: not specified

Дата: 13.10.2015


Roman


“Vatandaşlarımızın mutluluğu için,

çocuklarının mutluluğu için”

(Mahambet’in şarkılarından)



Birinci Bölüm

ZORAKİ MÜHENDİS


“Ah Sırdarya! Ne sırlar saklı senin tınlı vadilerinde, sarı ve bulanık sularında!...”

Baycan, dolma kalemini kenara koydu, günlüğünü kapattı ve kalktı.

Moskova – Alma-Ata trenin uluslararası vagonun kompartımanında çok sıcak ve havasız idi. Baycan pencereyı açtı ve gri kalın toz kompartımanın içine fışkırdı, hava ateş gibi yakıyordu. Boğulmamak için Baycan hızlıca pencereyi kapattı, perdeleri indirdi ve koridora çıktı. Ama orası da havasız idi.

Tombul, kısa böylü, beyaz yüzlü bir kadın pencerenin yanında koridorda duruyordu. Üzerinde kırmızı laleli hafif bir elbise vardı, ama bu hafif giysi de şimdi onu sıkıyordu; o ağır ve yavaş yavaş nefes alıyordu ve durmadan yelpazeleniyordu.

O, vagondaki komşusuydu Suzanna Benediktovna, Alma-Ata fabrikalarından birinin müdürün eşiydi. İlk tanışma sırasında en azından böyle tanıttı kendini.

- Ya bu bir kabustur! - dedi o Baycan’a. – ve bu cehennemde nasıl yaşıyorlar.

- Sadece yaşamıyorlar, - gülümsedi ona Baycan, - bir de çalışıyorlar.

- Öyle mi! – güvensizlikle haykırdı o.

- Oraya bir bakar mısınız!

Tren bataklığın yanından üçüp geçiyordu.

Kızıl sarı sular yakıcı parlıyordu.

Bataklık çimların yüksek çalılıkları arasında ellerinde ketmenleri[1] olan bir kaç yarı çıplak adam duruyordu ve yürüyordu.

- Onlar ne yapıyorlar? – diye sordu Suzanna Benediktovna.

- Ekinleri suluyorlar, - cevap verdi Baycan.

- Ekinleri? Ya bu kamış değil mi? - ona şaşkın şaşkın bakıyordu.

- Hayır, bu ekinlerdir, - güldü o. – Bu pirinçtir. O suyun içinde büyüyor. Bunu bilmiyor muydunuz?

Hayır, tabii ki bunu bilmiyordu o.

- Ve büyük mü hasat verir o? – emin olmadan sordu o.

- Ona nasıl bakacağınıza bağlıdır bu – onun sorusuna gülümsedi Baycan. – İyi bakarsanız çok toplarsınız. İşte geçen sene bazı kolhozlar hektar başına 50 kental topladılar. Bu çok iyi verim.

Suzanna Benediktovna pilavı severdi, ama bu pilav için pirincin nerden alındığını, nasıl ve nerde pirinçin yetiştiğini bilmiyordu ve, hatırladığı kadarıyla, bununla asla ilgilenmemişti bile. Bu yüzden onu sadece bir şey şaşırttı: insanlar bu cehennemi sıcağında nasıl çalışıyorlar?

Ona o kadar sıcak, boğucu idi ve kendini o kadar kötü hissediyordu ki, hatta Baycan’a sırtını döndü ve nefes nefese kalarak hızla kendi kompartımanına gittı.

- Ağzımın içi tamamen kurudu, - acınaklı dedi o. – Ve susuzluğumu nasıl ve neyle gidereceğimi bilmiyorum.

- Ya karpuz ister misiniz? – teklif etti Baycan. – İşte şu anda kompartımanımda bir karpuz var...

- Teşekkür ederim, teşekkür ederim…

- Rica ederim...

Kompartımana girdiler. Artık burası neredeyse serin idi: toz yatıştı, perdelerden ise yarı gölge düşüyordu. Baycan masanın altından büyük bir karpuz çıkardı. O kadar büyüktü ki o, Baycan onu zar zor elinde tutuyordu.

- Allahım! – sadece bunu diyebildi Suzanna Benediktovna.

- Burada daha da büyükleri olur, - diyerek gülümsedi Baycan.

- Ama olamaz!

Bu arada Bayсan bir efsaneyi hatırladı ve nerdeyse anlatacaktı, ama fikrini değiştirdi: ilk başta misafiri ağırlamaya gerekiyordu.

O, Kazak kemik bıçağı çıkardı ve karpuzun tam göbeğine sapladı. Oda hemen çatladı – o kadar pişmişti. Alev gibi kırmızı, tek bir görüntüsünden Suzanna Benediktovna’nın ağzın suları akmaya başladı.

Baycan ise acele etmeden, dikkatle ve ustaca karpuzun kalın bir dilimini kesti ve onu misafire uzattı.

Şimdi artık efsaneyi anlatmaya mümkün idi ve Baycan uzaktan onu anlatmaya başladı:

- Biliyor musunuz – dedi o, - Sırdarya kavunları hakkında burda efsaneler anlatılır. İşte onlardan birisi.

Bir zamanlar bir dihan[2] o kadar fakir ve mutsuzmuş, onun sadece tek bir eşeği varmış. Ama işte bir gün eşeği de kayboldu. Her yeri dolaştı, her yerde oldu. Kayboldu eşek ve bu kadar.

Döndü eve fakir adam karısı ise ona “onu bostanımızda ara. Buralarda, yakınlarda bir yerde eşeğimiz bağırıyor, ama nerde - bilmiorum”.

Yani “Boş laf söyleme” diye önemsemedi dediklerine fakir adam, ve birden bire duydu: gerçekten onun eşeği bağırıyordu. Atlıyarak fakir adam avluya koştu. Gerçekten de eşek bağırıyor!

Eşeğin sesine koştu, ama eşek yoktu. Yanı burda, yakında bir yerde olduğu duyuluyor ama tam nerde – bulamazsın.

Dihan şaşkın şaşkın duruyordu ve karısına bakıyordu.

- Eğer gelen sese bakılırsa eşeğimiz muhakkak kavunun içinde sıkışmıştır, baksana kavunlar nasıl! - dedi karısı.

Hakikaten, o sene öyle bir kavunlar oldu ki, onların içine eşek değil de dana başıyla ve kuyruğuyla girebilir.

- Peki – dedi dihan, - gidelim bakalım.

İşte bahçeyi dolaşıyorlar onlar, kavunlara bakıyorlar ve görüyorlar ki bir kavunun içinde nerdeyse tam bir mağara kazılmış. Dihan içine baktı, öyle de çıktı – eşekleri orda idi! Kavunun yarısı yenmiş idi, diğer yarısı kalmıştı. İşte onun içinde o duruyordu.

- İlginç bir efsane! – gülümsedi Suzanna Benediktovna. – Ya sonra ne oldu?

Ona daha bir dilim uzattı ve başını salladı.

- İşte bundan sonrasını anlatmaya mümkün değil.

- Neden mümkün değil?

- Ya hiç bir şekilde mümkün değil. Doğu efsanelerin sonları genellikle en risklidir.

- Öyle mi! Ama şunu söyleyin o zaman: burada kavunlar karpuzlar kadar iyi mi?

- Ah, onlar baldan da tatlılardır! Yemeye başlasan bırakamazsın.

- Çardjou kavunlarından da iyi mi?

- Size bu kadarını söyleyeceğim, - sertçe cevap verdi Baycan, - burda Çardjou kabağı olsun, kavunu olsun – fiyatları bir. İşte böyle kavunlar burda!

- Ya siz merakımı iyice uyandırdınz. Neden bu cehenneme atıldığınızı artık anlıyorum.

- Yani neden buraya çalışmaya geldim mi? Ya hayır, bunun için çok daha ciddi nedenim var, - gülümsedi Baycan.

- Peki, bu ciddi neden umarım sır değildir?

- Evet, belki de bir sır değil, - düşünceli ona baktı Baycan ve bıçağı tekrar eline aldı.

- İzin verir misiniz?

- Yok, yok, - korktu Suzanna Benediktovna, - başka hiç bir şey istemiyorum. Ama banim için son derece ilginç olurdu şunu öğrenmek, bu neden neymiş?

Suzanna Benediktovna genelde aşırı meraklıydı, Baycan ise bir de genç ve yakışıklı idi. O, geniş omuzlu, ince ve zarif yapılıydı. Daha Moskova istasyonunda onun hakkında düşündü o: “Ne kadar yakışıklı! Sadece çok genç. Keşke bir kompartımanda olsak!”

Ama yanyana olsalar da, ama farklı kompartımanlara yerleştiler. Suzanna Benediktovna’nın komşusu yaşlı bir adam idi, Baycan’ın yoldaşı ise ondan da beter idi: sıkıcı, suskun orta yaşlı bir adam.

Baycan preferans oynamaya severdi .

Tren hareket eder etmez ve yolcular pencerelerin önünde hala kalabalık iken, o koridora çıktı ve yüksek sesle teklif etti:

- Arkadaşlar, bir preferans partisini nasıl oluşturabiliriz? İsteyen var mı? Yok mu?

- İşte bu iyidir, - koridorun farklı taraflarında hemen cevaplar geldi. İşte o zaman Baycan Suzanna Benediktovna ile tanıştı.

Suzanna Benediktovna kumarı hararetle oynardı, yenilmeye aşırı bir sinirlilikle tepki verirdi ve partnerleriyle ateşle ve tutkuyla tartışırdı. Bu nedenle, herkesle bozuşmuş ve kavgalı idi. Ama sadece Baycan’la daima kibar ve nazikti. Onun her şeyini beğeniyordu: yüzünü, endamlı figürünü, toplumun içinde kendini tutma tavrını.

Ah, keşke onun dikkatini çekebilseydi! En azından biraz daha kibar olsaydı. O zaman seyahatını başarılı ve mutlu olduğunu sayardı. Gözleriyle, yüzüyle, gülümsemesiyle açıkça buna ima ediyordu. «Bak, seni ne kadar beğeniyorum, ne kadar özlüyorum seni yalnızken. Bunu gerçekten anlamıyor musun!»

Hayır, Baycan bunu anlamıyordu. Yani tabii ki her şeyi anlıyordu, ama tam da bu yüzden kibar ve nazikçe suskundu ve sadece bu kadar.

Ama Suzanna Benediktovna bununla yetinebilir miydi?! Ve işte bir gün o kendi gençliği, geçmişte kalan tutkular hakkında uzun ve karışık bir konuşmayı başlattı, bir kaç kelimeyle sevmediği, sadece saygı duyduğu kocasını (bu yerde güzel yüzünden hafif yüz bürüşturması geçti) anlattı ve nihayet, birdenbire parmağını sallayarak şakayla tehdit ediyormuş gibi dedi:

- Siz de, gördüğüm kadarıyla, sevgiliniz hakkında hayal ediyorsunuz! Yalnız beni kandırmayın, ben her şeyi görüyorum. Ya kim o? Haydi anlatın! Ama her şeyi anlatın!

Baycan sadece gülümsüyordu. Her tanıştığı bayana gönlünü açmaya hiç te onun adedinde değildi ve Suzanna Benediktovna kendi ince kadınsı çekiciliğine boşa güveniyordu. Baycan, bu hanımefendiye karşı suskun ve sağır bir antipatiyi hissediyordu. O, bitmeyen telaşıyla, çirkin aşırı serbestliğiyle, müstehcen gülümsemeleriyle, espirileriyle ve yüzsüz nezaketiyle ona itici geliyordu. Ve, tabii ki, bu can sıkıcı sohbet arkadaşına kendi hakkında anlatacağı hiçbir şey yoktu. O ise daha da sırnaşık ve sıkıcı olmaya başlıyordu.

- Sizden rica ediyorum, - dedi o yorgun yorgun gülümseyerek - Sizden çok, ama çok rica ediyorum... Duyuyor musunuz? Hemen söyleyin!

Baycan, ona küstahça cevap vermemek için kendini zor tuttu. O, kendi hakkında konuşmayı hiç sevmezdi, kendi aşkı hakkında ise kesinlikle. Birilerine Gülnar’ını – nişanlısının adı buydu - anlatmak zorunda olsaydı bile, tabii ki Suzanna Benediktovna’ya değil. Genç, temiz sevgisi hakkında bu boyalı edepsize hangi sözlerle anlatabilirdi ki?

Baycan Baybosınov, Petropavlovsk ilin ilçesilerinden birinde doğdu. Onun biyografisi, şanlı 1917’ci yılın arifesinde onun gibi dünyaya gelen ülkemizin milyonlarca genç mutlu insanlar için tipikti.

Baycan’ın babası sessiz, mütevazı ve çok fakir birisi olarak tanınmıştı. Onun o kadar çok çocuğu vardı ki, fakir adam bir türlü ayağa kalkamadı. Ama babasının bir de küçük kardeşi vardı – Espol, canlı ve çevik bir adam. O kendi kaderini başkaca çizdi: kendine gelin seçti, onunla anlaştı, sonra onu kaçırdı ve Petropavlovsk’a götürdü. Orda işçi olarak pim fabrikasına işe girdi. O, abisiyle iletişimi kesmedi, yeğenlerinden en küçüğüne – Baycan’a – gerçek bir anlamda bağlanmıştı. Ve Espol’un kendi çocuklarının var olmasına rağmen, amcası yeğenini kendinde konuk etti ve onu kendisinde bıraktı. Oğlan canlı ve zeki olarak büyüyordu. O sekiz yaşındayken, on yıllık “Aktas” kazak okuluna girdi. Her zaman “pek iyi”ye okuyordu ve övgü mektubuyla okuldan mezun oldu. O topluluklarda - drama, vokal, sanatta da aktif bir rol alırdı.

Ama o başka bir şey hakkında düşünüyordu. O yazar olmayı hayal ediyordu.

Çok okuyordu, bütün Kazak edebiyatını neredeyse ezbere biliyordu, Ruz edebiyatını da çok okumuştu. Kendisi de yazmaya denedi.

Onun şiir ve hikayelerini okul gazetesinde memnuniyetle yerleştiriyordular, ama başka bir yere onları göndermiyordu.

Okulu bitirdiği sene, haziranın ortasında onu Alma-Ata’ya çağırdılar. Orda amatör sanat olimpiyatı yapılıyordu.

Tüm katılımcılarını şehrin en büyük okullarından birinde yerleştirdiler. Bu okul merkezde idi, Kalinina caddesinde.

Baycan, bu büyük çok katlı bina kapısının önünde duruklayan otobüsten inmeye yetişir yetişmez, gözüne çok sayıda olan gençler hemen takıldı. O merdivenlerden yukarı çıkıyordu, Rus, Kazak, Uygur, Özbek genç delikanlılar ve kızlar hep yeni grupları ise onun önüne geçiyordu veya ona doğru koşuyordu. Hiç kimseyi tanımıyordu, ama onların da olimpiyat katılımcıları olduklarını biliyordu, demek ki onlar onun arkadaşları veya gelecekteki rakipleriydi.

Ve o birden durdu, mıhlanmış gibiydi: yanından Özbek kızı geçiyordu – uzun boylu, siyah saçlı, beyaz yüzlü ve büyük gözlü. Bu kızın Özbek olduğundan hiç şüphesi yoktu: onun saçları uzun ince örgülere toplanmıştı. 40 tane saç örgüsü, Özbek adetlerine göre olması gerektiği gibi onun omuzlarına doğru uzanıyorlardı.

Büyük, canlı ama çok sakin ve hatta yavaş gözlerini ona çevirdi ve yanından geçti.

Kız geçmek geçti, o ise ona direk ve kımıldamadan bakmaya devam ederek durakaldı.

Kız park yoluna çıktı ve banka oturmadı, o leylak çalıları arasında kayboldu. O artık yoktu, ama Baycan duruyordu ve bakıyordu.

- İşte güzel, - diye düşündü o, hatta biraz şaşkın olarak. – Ah, ne kadar güzel kız!

O an birisi omzuna tokatladı. O hemen döndü.

- Sana neler oluyor? – kaygıyla ona sordu arkadaşı, ama onun gözünün içi gülüyordu. – Yerleşmeye bile yetişmedin daha, ama gelin bakmaya başladın mı?! Bak kardeşim!!!

- Nerde? Ne gelini?! – utandı Baycan ve hoşnutsuzca ondan ayrıldı.

O ise sadece ıslık çaldı.

- Yok ya, ne cesaret? Ya? Ne kızı ya? Yok kardeşim, umutlanma! Burda avucunu yalarsın.

- Kim bilir, sen ne biçim eşeksin! – küfür etti Baycan ve uzaklaşarak “Ama o nereye gitti?!” diye düşündü.

Tekrar toplantılardan birisinde görüştüler onlar. Ve onu daha yakından tanıyarak, o yine de çıkmaza girdi, hatta biraz endişelendi.

Onlar yan yana oturuyordular, hatırladığım kadarıyla, hatta birkaç kelime konuştular, ama Baycan gözle görünmeyen bir engele devamlı çarptığını hissediyordu. O sadece onun adını, baba adını ve soyadını öğrenebildi: Gülnar Anatolyevna Polevaya. İşte anla, kim o! Soyadı ve baba adı – Rus, adı ise Özbek, ve bu kırk örgüsü da Özbek, Rusça ise temiz konuşuyordu, aksansız.

Öyle de giderdi eli boş eğer bir olay yardım etmemiş olsaydı. Onları ikisini de olimpiyatta sunucusu olarak seçtiler. Onlar görüşmeye başladılar: günden güne görüşmeleri daha sık ve daha uzun olmaya başladılar. Ancak, neden Özbek kızın soyadı Rus olduğunu bir türlü öğrenemedi.

Ondan fazla soru sormaya engelleyen bir şey vardı: kendini tutabilme itidalı ve soğukluluk. Ama bir sefer ne de olsa o konuştu.

- Babam, - dedi o, - doğma büyüme Moskova'lı, doktor oğludur. Liseyi bitirdikten sonra babam Moskova Su Kaynakları Enstitüsü’ne girdi ama mezun olacak sene devrimci grubuna katıldığı için Orta Asya’ya sürgün edildi. O zamanlar Özbekistan’da “çar kanalı” yapılıyordu. Babam, diploması olmasa da, arazi ıslah mühendisi olarak işe girmeyi başardı. Orda işte annemin babasıyla tanıştı. Orta Asya’da mirablar var - sulama konusunda uygulayıcı uzmanlar. “Mar” - “ölçüm” demektir veya kişiye uygulandığı zaman “ölçer”, “ab” – su; Kazahça bu biraz başkaca seslendirilir: “Murab” yani sulayan. Annemin babası mirab veya murab idi, yani istediğin gibi. Annemin babasının adı Kurban idi. Onun babamla çok iyi bir arkadaşlığı vardı. Annemin ise o zamanlar tam evlilik yaşı gelmişti. Böyle onlar birbirlerine aşık oldular (o zamanlar babam Özbekçe Rusça kadar artık iyi konuşuyordu), ama evlenemediler: İslam, müslüman bir kadının müslüman olmayan birisiyle evlenmeye izin vermiyordu. O zaman babam annemi kaçırdı. Kaçırmak kaçırdı, ama gidecek bir yeri yoktu! Uzağa bir yere gidemezlerdi, çünkü o açık polis gözetimi altında yaşıyordu. Ne yapsın? İşte Su rezervuarlarını bulma ve sulama Genel Müdürlüğü’ne gitti. Baş mühendis onu dinledi ve dedi:

- Evet, işler kötü. Ama yapacak bir şey yok, Sırdarya alt bölgesine gidin. Orda şimdi arıkları[3] kazıyorlar. Ben sizi işlerin yönetimine atarım.

Peki. Kabul etmek zorundaydı. Ve böylece babam devrime kadar yaşadı. 20-ci senelerinde o Kazvodhoz sistemine geçti, 1928’de ise İl Müdürlüğün baş mühendisi oldu.

Gülnar kendisi hakkında da biraz anlattı. Baycan ile nerdeyse hemen hemen yaşıttılarmış. Bu sene o Rus on senelik okulu bitirdi.

- Annem, - dedi Gülnar, - eski Doğu geleneklerine göre büyütülüp yetiştirilmesine rağmen, kızının aynen yetiştirilmesini hiç istemiyordu. Bu yüzden o kendi Özbek terbiyesini bana renkli kostümleri dikmekle, saçlarımı taramakla ve örmekle, Özbek milli şarkıları ve dansları bana öğretmekle sınırlamıştı. “Şarkı söyle, - diyordu o, - daha gençken. Büyüyünce – sorumluluklar olur, çocukların olur, şarkılar için zamanın olmaz. Şimdilik ise şarkı söyle, eğlen ve ben de seninle söylerim,” – ve ...

Gülnar birden bire sustu. Baycan şaşkınlıkla baktı ona. O, hareket etmeden ve kasvetli oturuyordu.

Hiç bir şey anlamadan Baycan yavaşça eline dokundu ve ağladığını gördü.

Bu o kadar aniden oldu ki, hatta ayağa fırladı.

- Yapma, yapma canım, yapma sevgilim! – dedi o yalvararak ve neredeyse kendisi de ağlayacaktı. – Şimdi bana hiç birşey söyleme, daha sonra bir zaman...

Ama o artık kendini toparlamıştı ve her şeyi anlattı. Bir yıl önce, annesi aniden kanserden öldü.

“İşte bu yüzden sen böylesin,” - düşündü Baycan ve hatta sevindi: demek ki çektiği yabancılık onunla alakalı değildi, o sadece annesinin ölümünü hala unutamıyordu.

O zamandan itibaren Baycan her zaman onun yanında olmaya çalışıyordu. Onlar daha sık görüşmeye başladılar ve arkadaşlıkları sağlamlaşıyordu, iyi ki olimpiyat sıradışı olarak uzamıştı.

Bir gün annesi Gülnar’a mavi Semerkand taşı hakkında eski bir inanışı anlattı. Efsaneye göre, yerel sakinler bu taşın haline göre yazın başlanıp başlanmadığını belirlerlermiş. Güneşin iki gözü varmış: yaz gözü ve kış gözü. Güneş yaz gözünü yumduğu zaman kış başlıyormuş, yaz geldiği zaman kış gözü kapatıyormuş ve tam yaz güneşi parlıyormuş.

Onun ilk sıcak ışınları mavi Semerkand taşına düşüyormüş ve taş kızıyor, yumuşak ve kolay işlenir oluyormuş. O zaman ilkbahar ve yaz başlıyormuş.

Şimdi Baycan bu mavi Semerkand taşı gibi ona göründü. Aslında o yakışıklı idi. Uzunboylu, geniş omuzlu, geniş alnına düşen siyah kıvırcık saçlı, kalın ve çok düz olan kaşları, kambur burunlu, esmer yüzlü, keskin gözlü – Gülnar onu böyle hatırlıyordu.

Kendi duyguları hakkında konuşmaya kaçınıyordular daha, ama her şey zaten belli idi.

Annelerin annesine Havva’ya ilk atamız Adem geldi –

ünlü akın[4] Bircan ile şiirsel tartışma sırasında seslendirdi şair Sara.

Ondan sonra çok zaman geçti ama asırlık aşkın kanunu değişti mi? Eğer bu kanun değişmemişse ilk sözü Baycan’ın söylemesi gerekmez miydi? Gerekiyordu, gerekiyordu tabii ki! Yalnız onun cesareti yoktu. Konuşma buna geliği zaman, o utanıyordu, kızarıyordu ve doğru kelimeleri bulamıyordu.

Ama söylemeye mümkün olmadiği şeyi, kağıdın üzerine yazılabilir. Ve Gülnar bir mektup aldı, büyük, ateşli, çok sözlü, ama tam da bu mektuptan o fazla hoşlanmadı: onu yazan birçok yerde Onegin’in Tatyana’ya yazdığı mektubunu sadece tekrarlıyordu. Ve bu yüzden Baycan’ın ilk itirafı cevapsız kaldı.

O zaman Baycan son çaresini kullanmaya istedi. O Gülnar’ı parka götürdü ve daha yolda aşkını ilan etmeye başladı. O yine de tutkuyla konuşuyordu ve ona göre gayet düzgün.

O kıza bakmıyordu, kız ise ya da suskundu, ya da o durduğunda ona neredeyse farkedilir edilmez mat parlaklı buyuk kara gözlerini kaldırıyordu ve sakince söylüyordu:

- Evet, evet ben diliyorum...

Nihayet Baycan kuvvetten kesildi ve sustu. “Benimle alay ediyor, - düşündü o sevinçsiz, - ne ise olsun.”

Bankın yanına geldiler. Bu yer ıssız ve serin idi. Dallı ağaçların hafif gölgesi çimenlerin üzerine yatıyordu.

- Oturalım, - dedi Baycan.

Kız sessizce banka oturdu.

Baycan da suskundu.

O suskundu çünkü her şeyi ona yol boyunca anlattı. Gülnar ise düşüncelerini sadece toparlamaya çalışıyordu. Baycan’ın itirafı çok tutkulu ve kesinlikle samimiydi. Gerçi birçok saçma şeyler söyledi, ama o an da öyle idi.

Ancak şimdi o ne cevap verebilirdi ki? Çünkü o hemen cevap vermesini istiyordu. O ağzını yarım açtı.

- Ya... – başladı o ve sustu.

“Ya eve gitsek, olmaz mı?” diye ona şimdi söylemeye imkansızdı.

- Evet, evet, - dedi Baycan hevesle, - Bana bir şey söylemeye istıyordunuz.

Kız dikkatle elma ağacına baktı.

- İşte elmalar bu sene ... – başladı o ve sustu.

- Ama siz benimle elmalar hakkında konuşacak değilsiniz ki? - öfkeyle sordu Baycan.

O birdendire sertçe, erkekçe elini onun dizine koydu.

- Biliyor musunuz? Hadi ciddi konuşalım ve alıntısız. Biz Komsomol üyesiyiz ve aşka karşı davranışımız komünistçe olmalı, değil mi? Bu yüzden açıkça konuşalım. Razı mısınız?

Baycan başını salladı.

- O zaman şöyle, canım! Ciddi konuşacak olursak bir birimizi daha çok az tanıyoruz. Ah, ne kadar az! Hayatı yaşamak tarlayı geçmek değildir – böyle bir atasözü var...

- Devam edin, - onun yeni ses tonuyla endişelenerek dedi Baycan. - Devam edin, devam edin! Ben dinliyorum. Sizi öyle bir dimliyorum ki, - nerdeyse fısıldayarak ekledi o, - hayatımda kimseyi böyle dinlememiştim.

- Hayat o kadar uzun ki, - dedi Gülnar yavaşlayarak. – Allah bilir, daha kaç sene beraber yaşamamız gerekir. Sonradan pişman olmamamız için birbirimizi ne kadar iyi tanımamız lazım! Eski zamanlarda söylendiği gibi, birbirimizi sıcak demirle sınamamız lazım.

O sustu.

Baycan da sessiz idi.

- Böylece canım, - dedi o artık katı ve direk br şekilde. – Size üç şart koyuyorum. Beni dikkatle dinleyin. Biz çocuk değiliz, biz komsomoluz ve sadece kendimizi düşünmemeliyiz, biz bir de halkımız ve vatanımız için ne olacağımız hakkında düşünmeliyiz. Ve her şeyden önce hayatta kendi yerimizi bulmalıyız, bir meslek sahibi olmalıyız ve ondan sonra kalanlar hakkında konuşmalıyız.

Baycan kaşlarını çattı.

Bu ses tonu, hem de bu sözler onun işine gelmiyordu – aşk hakkında böyle konuşulmazdı.

- Bunlar hepsi çok doğru, ama neden siz soruyu böylece koyuyorsunuz: ya aşk, ya da meslek? Neden biri diğerine engel oluyor?

- Çünkü tüm bu konuların çözümünü daha uygun bir zamana kadar ertelersek, aşkımıza hiç bir şey olmaz. Bugünkü aşk yarın da aşk olur. Öyle değil mi?

- Oh, seninle fazla tartışamazsın, - güldü Baycan.

- Böylece, birinciden: ilişkilerimizle ilgili soruyu universiteden mezun olduktan sonra çözeriz.

- Ve nasıl biz onu çözeriz o zaman?

- Allahım, - üzüntüyle dedi Gülnar, - hepsini mi sonuna kadar söylemeye lazım? Herhangi düşünceyi kelimelerle ifade etmeye lazım mı?

- Peki, tamam, ben razıyım. Bunun hakkında şimdilik konuşmayacağız. Ya nerde okuyacağız? – sordu Baycan.

- Ben, mesela, doktor olacağım, - hemen cevap verdi ona Gülnar.

- Doktor mu? – haykırdı Baycan.

Gülnar kasvetlendi ve ağır ağır içini çekti.

- Evet, - dedi o sertçe. – Ve siz kolayca tahmin edebilirsiniz neden özellikle doktor. Kanser annemi öldürdü, ben ise kanseri öldürürüm – hayatımın hedefi budur. Anladın mı?

- Anladım! – diye cevap verdi Baycan.

- Şimdi de size gelince. Beni dinlemiş olsaydiniz, size meslek tavsiye ederdim.

- Peki, hadi! – dedi Baycan.

- Ama önce iki efsaneyi dinleyin. Onlar Sırdarya vadisinde çok popülerdir.

- Anlatın, dinliyorum!

- Eski zamanlarda Sırdarya topraklarında kız Makpal yaşıyordu. Yiğit Segiz ona aşık oldu. Efsanelerde bazen olduğu gibi, onların arasında üçüncü birisi yoktu.

- Peki?

- Devamını dinleyin. Onalar kolayca uyuştular, sonra ise bir felaket oldu. Segiz Makpal’ı kendisine Ark’a götürdü ve onlar onun vatanına gelir gelmez güzel Makpal rahatsızlanmaya, sararmaya ve ilk karın altında kalan sonbahar çimeni gibi solmaya başladı. Kaç tane şıfacıyı çağırdılar ona, ama kimse yardım edemiyordu.

Kızlarının rahatsızlığını öğrenince annebabası Sırdarya’dan geldiler. Sevgili kızları için her şeyi yapmaya hazırdılar, hatta Aç Bozkırı geçmeye bile korkmadılar. Bu bozkırda su olmadığı için, onu tulumların içinde yanlarında götürdüler. Suyun bozulmaması için her bir tuluma malta[5] koydular. Güzel Makpal içti bu Sırdarya suyundan ve herkesin gözü önünde iyileşmeye başladı. Ama tulumların içinde olan su azdı ve o biter bitmez kız yine soldu

Anladılar o zaman onun akrabaları: onların Makpal’ı Anayurdı Sırdarya’sız yaşayamaz ve onu vatanına gönderiler... Nehire kadar ulaştı güzel, kıyıya yanaştı, içti suyu ve tekrar eski haline döndü – güzel ve sağlıklı idi. Sevindi o ve kocasına Ark’a dönmeye karar aldı. Ama oraya ulaşır ulaşmaz tekrar hastalındı. Ve kocası anladı o zaman: Anayurt nehrin suyu olmadan hanımı yaşayamaz. Ve o Sırdarya iline taşındı çünkü hanımını gerçekten seviyordu. Ve onların torunları ve torunların oğulları şimdi de o yerlerde yaşıyorlar.

- Anlaşıldı, - dedi Baycan. – Peki ikinci efsane neyin hakkında?

- İşte bunun:

Bir Özbek yiğidi kıza aşık oluyor, ama kız ona üç şart koyuyor: vatanım, dedi o, fakir ve ıssız. Onu hayata döndürmek için onun bozkırlarını sulamak lazım. Sırdarya’dan bir kanal yap ve onu tarlalara at. Yap bunu ve ben senin olurum.

- Ve o bu şartı yerine getirdi mi?

- O yerine getirdi onu, çünkü seviyordu nişanlısını.

- Evet! – ciddi ciddi dedi Baycan ve düşünceye daldı. – Demek ki bana da aynı koşul koyuluyor? – sordu o bir dakika sonra.

- Evet.

- Ama neden özellikle böyle?

- Şimdi anlatırım, - dedi Gülnar. – Asla ve asla ayrılmayacağım bir servetim var. Bu benim babamdır!

- Ama babasını sevmeyen var mı?

- Herkes sever! Ama öyle severim ki, hiç bir zaman ondan ayrılamam.

Baycan gülmeye başladı.

- Sizi bu kadar neşelendiren nedir? – antipati ile sordu Gülnar.

Baycan gülüyordu.

- Tamam, iyi, - içini çekti Gülnar, kalktı ve yürüdü.

- Ya nereye gidiyorsunuz? – haykırdı Baycan ve onun yolunu kesti.

- Ben ciddi konuşuyordum, siz ise gülüyorsunuz.

- Peki, peki, - barişça dedi Baycan onu kolundan tutarak, - ben sizi dinliyorum.

Kızı oturtmaya istedi, ama o durmaya devam ediyordu.

- Evet. – tekrarladı o kesin olarak, - babamdan, asla ve hiç bir yere gitmem, çünkü onun özel hayatında benden daha da değerli olan başka bir şey yoktur.

- Işte, - dedi Baycan düşündükten sonra. – Seni üzmek istemiyorum, ama kendin bak, nasıl gülmeyim? Sen 20 yaşındasın, ama küçük bir kız gibi konuşuyorsun: babamdan ayrılmam. Çünkü kızın mutlu evliliği babasının mutluluğudur. Hem de kim babanı bırakmaya zorluyor ki? Onu yanına al. Eğer kayınpeder damadında yaşarsa, ayıp olur mu?

- Mesele utançla alakalı değil, o hiç bir yere gitmez.

- Bu da neden?

- Babamın en büyük hayali Sırdarya’nın aç bozkırlarını çiçekli bahçeye dönüştürmektir. Buna bütün hyatını adadı.

Ve hiç kimse onu başkaca düşünmeye zorlayamaz.

Ertesi gün bu konuşma istasyon platformunda devam edilmişti. Gülnar Kızılorda’ya gidiyordu, Baycan onu uğurluyordu.

Burda onlar her şeyi anlaştılar... O, herhangi su kaynakları enstitüsüne yazılma sözünü verdi ona. Gülnar, babasının onun nişanlısına gereken yardımı ve desteği vereceğinden ümit etmişti.

Öyle de oldu. Baycan Petropavlovsk’e dönmeye yetişmemişti daha Kızılorda İl su kaynakları Müdürlüğünden çağrı telgramını aldı. Baycan, Gülnar’ın onun için şefaat ettiğini biliyordu ve aynı gün yola çıktı.

Anatoliy Kondratyeviç’i şehirde yakalayamadı, onu acilen Alma-Ata’ya çağırdılar. Ama yaşlı mühendis gereken her şeyi yapmıştı. İl su kaynakları Müdürlüğünde ona hazır sözleşmeyi ve Moskova su kaynakları enstitüsüne gönderme mektubunu verdiler. İl su kaynakları kendi rezervesi karşılığı Baycan Baybosınov’u kabul etmelerini rica ediyordu ve bütün okul dönemi içinde onun barınma masraflarını karşılıyordu.

Ve Baycan Anatoliy Kondratyeviç’i görmeden Moskova’ya gitti. dört sene sonra enstitüyü bitirdi, daha bir sene sonra mezuniyet tezini verdi.

Kızılorda İl su kaynakları ile anlaşmanın daha başka bir üstünlüğü vardı, staj yapmak için Baycan Kızılorda’ya, Gülnar’a geliyordu. Bütün yazı onlar beraber geçiriyordular.

İşte Baycan’ın bütün aşk hikayesi.

Tren tam öğle vaktinde Kızılorda’ya geliyordu.

Baycan valizıyla vagonun kapısına çıktı. Arkasında Suzanna duruyoru. Tren istasyon binaları, çiçeklikler ve demiryolu yapıların yanından geçiyordu. Suzanna, karşılayan grubun içinde Özbekçe giyinen bir kızı gördü. Kız Baycan’ı farketti ve el salladı.

Tren durdu. Baycan ayaklıktan daha yeni inmeye başlar başlamaz ona doğru uzunboylu, siyah saçlı, beyaz yüzlü kız koşarak geldi ve sevinçle bağırdı:

- Baycan!

- Gülnar! – bağırdı Baycan ve yere atladı.

Ancak ne sarılma, ne de bir öpücük vardı. Ama tam da bunu bekliyordu Suzanna. Görüşmenin soğukluğu nedense dokundu Suzanna’ya.

- Aman da aşıklar, - diye düşündü o. Sonra arkalarından baktı: işte birlikte platformda el ele yürüyorlar, genç, güzel, omuz omuza.

“Hayır, yine de iyi bir çiftler”, - karara vardı Suzanna Benediktovna.



İkinci Bölüm

DÜĞÜN ÖNCESİ


Anatoliy Kondratyeviç, saade Kazak insanından ne giyisiyle, ne de tavırlarıyla fark ediyordu, ama onun öncü Rus adamı olduğu her şeyde etkisini göstermekteydi ve en çok kızı ile olan ilişkisinde. Doğulu bir kızın birden bire babasıyla kendi samimi duygularıyla, özellikle eğer onlar aşkla veya sevdiği adam seçimiyle ilgiliyse, paylaştığını mesela nasıl hayal etmeye mümkün. Ama Gülnar’ın bu konuda babasından hiç bir sırı yoktu.

Polevoy’un Kazak dili akıcıydı. Konuşma sırasında süslü doğu konuşmanın tüm servetini, yani atasözleri, fıkraları, bilmeceleri döktürüyordu. Ve tüm bu aksansızdı.

Alışık olmayanlar için o oldukça garip giyiniyordu: Rus kostümünü giyiyordu, ama bununla beraber - geleneksel Kazak şapkasını. Rus mühendisin bir Kazakla benzerliği devam ediyordu: yağlı eti çok severdi, özellikle beşparmağı[6]. Kımıza[7] gelince, burda da onun hiçbir rakibi yoktu. Onu sonsuza kadar süzebilirdi, yeter ki kaseleri değiştirsinler.

Anatoliy Kondratyeviç mükemmel bir biniciydi. Onun elinden geçen hızlı ayaklı koşu ve rahvan atların sayısı yoktu. Eğer atı beğendiyse, onun için her şeyi vermeye hazırdı – özenle bakıyordu, zengin gümüş süs eşyaları ile Kazak eyerleri satın alıyordu. Tutkulu bir avcı olmasına göre, o ava da sadece atla çıkıyordu.

Anatoliy Kondratyeviç, uzunboylu, endamlı, arkasında bir tabanca ile ata bindiğinde, arkasından da av köpeği koşarken, onunla karşılaşırken saygıyla, arkadaşça “Suşi-Anatol”, yani “suyu yöneten Anatoliy”, ona demeyen hiç bir Kazak yoktu. Bu “Suşi-Anatol”u herkes tanıyordu – bebekten ta güçsüzlükten titreyen yaşlılara kadar.

Bir gün Anatoliy Kondratyeviç tanımadığı köyden geçerken bir Kazak adama uğradı. Bu uzak bir köy idi, ve Kazak Anatoliy Kondratyeviç’i bizzat tanımıyordu.

Öğlen yemek vaktiydi. Büyük bir çömlekte et pişiyordu. Anatoliy Kondratyeviç acıkmıştı ve ikide bir çömleğe bakıyordu. Cimri ev sahibi ise saklı yemeğini herhangi “rastgele yoldan geçene” ikram etmeye istemiyordu. O, Anatoliy Kondratyeviç’e sadece bir bardak ayran[8] verdi. O ise ayranı içti, ama oturmaya devam etti.

Ev sahibi misafirin gitmesini bekliyoru, ama misafir gitmiyordu. Çömleğin kapağı zaten zıplıyordu, çorba suyunu çektiyor, et yanmaya başlıyordu, misafir ise oturuyor da oturuyor.

O zaman cimri adam karısına çaresizce diyor:

- Aman da bu Rus çok oturakaldı.

Karısı akıllıydı ve hızlaca cevap verdi:

- Üzerinde Kazak şapkası var, peki kafasında bir çatlak var mı? – dedi o. (Eğer köye bir Rus gelirse ve Kazak dilini bilip bilmediği belli değilse, o zaman ihtiyatsız konuşmalardan birbirini uyarmak isterken genelde söyluyorlar “ya kafasında bir çatlak var mı?” yani başka bir deyişle – kafasına Kazak sözleri sokulur mu acaba?)

Anatoliy Kondratyeviç hızla cevap verdi:

- Sahibe! Kafamdaki çatlaktan bize zarar olmaz, ama çömleğiniz çatlarsa olacak bela az olmaz. Hadi, indir çabuk onu ocaktan.

O zaman karı koca hemen herşeyi anladılar, evlerinin kapılarını çalan ve oturan misafirleri herkesin bildiği Anatol’du. Onlar onu ağırlamaya koştular.

Rus bilimin, büyük Rus halkın Orta Asya halkarın yaşamlarında oynadıkları rolü hakkında Anatoliy Kondratyeviç’in nasıl akıl yürüttüğünü dinleyin. O, ölü kumların nasıl çiçeklendiğini, çiçek ve ağaçlarlarla kaplandığını kendi gözleriyle görmüştü!

- Aslında sorun orda, - diyordu o, - bilim Asya’ya Batı Avrupa’dan değil, Rusya’dan geldi. Ya ekim devrimi öncelikle Rus halkın yaptığı bir şey degil mi? Ekim olmasaydı, kolektifleştirme de olmazdı, bu da demek ki dünyada en büyük tarımcılık ta olmazdı. Orta Asya ve Kazakistan bunsuz nedir. Ölü bir çöldür! Bütün mesele işte bundadır.

O, düşüncelerini toplayarak durukluyordu ve birden bire büyük, güçlü iki elini masanın üstüne koyuyordu.

- Evet, ölü bir çöl Aç Bozkır, - dedi o memnuniyetle. – Ve Rus bilim adamlarının hayalini gerçekleştirme mutluluğu özellikle benim payıma düştü.

Polevoy, Orta Asya halkların aile düzeni hakkında konuştuğu zaman o yine de Rus halkını hatırlamaya başlıyordu, yine de onun için iyi bir kelime buluyordu.

- Yerleşik halklar var – Özbekler, Tacikler, - diyordu o, - ve göçebe olanlar var – Kazaklar, Kırgızlar, Karakalpaklar. Aile hayat şekillerin arasındaki farklar işte bu özelliğe bağlıdır. Ama şunu söylemeye lazım ki, hem öyle, hem de böyle kötüdür. Yerleşik halklar kendi karılarını kilit altında tutuyorlar, yüzlerini kapatıyorlar. Göçebe ise tabii ki kadınını kilitleyemez – at arabalarında veya yurtalarında[9] duvar ve kilitler nerde? Ama bu nedenle kadınlara kolay olmuyor ki: onu herhangi mal gibi almaya veya satmaya mümkün – yeterki fiytı uygun olsun, sonra tahammül edilir, zamanla da sevgi olur. Ya eğer sevgi olmazsa ve tahammül edilmezse, o zaman ne olur? O zaman hayat mahvolur. Peki Rusya’da buna benzerini nerde bulabilirsiniz? Gerçi orda da acı, yoksulluk, keyfilik vardı, bunun hakkında ne diyelim, ama bu başka. Kadın olmalı...

Burda yaşlı mühendis kendini kaptırıyordu ve kadının nasıl olması gerektiği hakkında çok ve güzel şeyler söylüyordu. O hem akıllı, hem kendi görüşlerinde özgür, hem çok okumuş, hem tahsilli olmalı ve zaten...

- Rus kızdan dünyada daha iyisi yoktur, - diyordu o arkadaşlarına gençken. Ve birden bire Özbek kızıyla evlendi. Gerçi karısında olan bazı şeyler ona dokunuyrdu, ama Anatoliy Kondratyeviç ümidini kesmiyordu. O biliyordu, karısını istediği gibi yeniden eğitebilir, ama bazen bunun o kadar da kolay olmadığı ortaya çıkıyordu. Şahadat, her zaman ve her konuda kocasıyla aynı fikirde değildi; oldukça ciddi ayrılıkları olduğu zamanlar da oluyordu. Anatoliy Kondratyeviç Şahadat’ı kaçırdığı zaman 25 yaşındaydı. Bir sene sonra çocukları oldu, ama bir ay sonra öldü. Başka çocukları olmuştu ve aynen kısa zaman içinde ölüyordular. Ancak birlikte yaşadıkları onuncu yılında Şahadat Gülnar kızını doğurdu. Kız öyle de onların tek evlatları olarak kaldı. Bu Şahadat’a ıstırab çektiriyordu ve kaygılandırıyordu.

Daha önce doğuda baba kızını gerçek ve tam teşekküllü aile ferdisi olarak saymıyordu, çünkü doğu atasözünü hiç bir zaman unutmuyordu “Oğlan babaya, kızı yabancı bir adama”. Onun için evde kız her zaman kesilmiş bir dilim idi.

Şahadat haremin bu kuralını çok iyi biliyordu, ama sadece kızlarının kalacağını anladığı zaman o kocasına bakmaya bile korkuyordu. Ancak kısa bir süre sonra Anatoliy Kondratyeviç’in onun korkusunu anlamadığını ve oğlunu seveceği kadar kızını da sevdiğini gördü. Bu onu hem şaşırttı, hem de rahatlattı.

Bu arada Anatoliy Kondratyeviç Galya’nın hem eğitim, hem de tavırları açısınan avrupalı, kültürlü kızdan hiçbir şeyle farketmemesi için çaba sarf ediyordu. Bunun için ilk önce kitaplara baş vurdu. Kendi zamanında o bütün kütüphaneyi okuyup yütüyordu. Şimdi ise kitaplarda kendine müttefik arıyordu.

Galya, babasının mesleği arazi ıslah mühendisi olduğunu ve hayatının büyük bir kısmını yollarda geçirdiğini ve bundan dolayı boş zamanın hiç olmadığını biliyordu. Ne zaman, - diye düşünüyordu o, - tüm bilimleri bu kadar iyi incelemeye yetişti? O yeteri kadar hem astronomi, hem botanik, hem bioloji okumuştu ve ayrıca sanat edebiyatını çok iyi biliyordu. Ve sadece Rus yazarlarını değil, hem de yabancı yazarlarını okurdu ve onların eserlerini o kadar sürükleyici ve canlı bir tarzda anlatıyordu ki, Galya için babayı dinlemekten daha büyük bir zevk olmazdı.

Anatoliy Kondratyeviç Galya’ya düşünceyi aşılamaya çalışıyordu: arkadaşlıkta devamlı ve aşkta sadık ol; sevdiğin adamı seçtiğin zaman duygularla oynama, ona sıkıca sarıl.

Daha sonra, Gülnar yetişkin bir bayan olunca, Anatoliy Kondratyeviç ile bütün gün tartışabiliyordu. Sık sık her biri öyle de kendi fikrinde kalıyordular. Ama bu küçük çatışmalar ve anlaşmazlıklar onların ilişkilerini bozmuyordu.

Karısı vefat ettiği sene Anatoliy Kondratyeviç elli üç yaşını doldurdu. Sağlıklı, sağlam idi ve neredeyse genç görünüyordu. Gülnar, babasının yalnızlıktan sıkılır ve ona üvey anneyi getirir diye her zaman korku ile bekliyordu. Buna karşı ne diyebilirdi ki?

Bir gün babasını bir arkadaşıyla yaptığı konuşmasına kulak misafiri oldu. Anatoliy Kondratyeviç kısaca ve ters konuşuyordu:

- Hayır, hayır. Benim mutluluğum benim kızım, benim hayatım, benim işim. Başka bana hiç birşey lazım değil.

Gülnar bütün gece ağladı ve ondan sonra babasının arkasından küçük çocuk gibi gezmeye başladı. “Babamı hiç bir zaman yalnız bırakmam” diye nişanlısına neden söylediği şimdi anlaşılıyordu artık.

Baycan hakkında babasına şunu anlattı:

- Olimpiyatta bir adamla karşılaşltım. O arazi ıslah mühendisi olmak istiyor, ama bunun için okuması lazım. İşte seninle danışmamı ve ona iletmemi rica etti: en iyisi nereye kaydolsun. Bu arada, bu onun fotografı.

Anatoliy Kondratyeviç yan gözle baktı Gülnar’a. O hemen herşeyi anladı.

- Peki, yaz ona - Moskova Su Kaynakları Enstitüsü’ne kaydolsun. Sen ise Moskova Tıp Enstitüsü’ne kaydolursun! işte bilmediğin bir şehirde bir tanıdığın olur.

Ama Gülnar Moskova’ya gitmeye istemiyordu. O Alma-Ata’da Molotov adını taşıyan tıp enstitüsünü çoktan düşünüyordu. Öyle de babasına söyledi.

- Peki, neden arkadaşın burda okumak istemiyor? - şaşırdı Anatoliy Kondratyeviç.

- O nedense Moskova enstitüsünü tercih ediyor.

- Peki, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç, - bu daha da iyi. Biliyor musun, bize sulama ve arazi ıslahı mühendislerden başka bir de toprak mühendisleri gerekecek...

O çok iyi anlıyordu, Sırdarya sorunu bütün, iyi koordine edilmiş sulama sistemiyle çözülür. Ama o şunu da biliyordu, Küzey Kazakistan’ın sert ikliminde yetişmiş bu küzey genci tabii ki Sırdarya’nın sıcak ve ıssız vadileri değil, Aç Bozkır değil, Gülnar onu çekiyor. Ya eğer bu öyleyse, yabancı bir insanı bir asır boyunca kızgın bozkır çöllerine bağlı olarak kalmasını zorlamaya mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Onun hidrolog olmaya razı olması zaten çok iyi.

İşte böylece Baycan yeraltı sular fakültesinin öğrencisi oldu.

Anatoliy Kondratyeviç tahmin ettiği gibi Baycan sıcağa dayanamıyordu. O haftalarca sıcak kumla ve o kadar da sıcak gökyüzü arasında kalmak zorundaydı. Vücudunda güneş yanıkları çıktı, dudakları kuruyordu, susuzluktan ciddi bir ıstırap çekiyordu.

Ama Anatoliy Kondratyeviç’e herhangi bir sıcak hiçtı. O, talihsiz ve çok nazik öğrencisini izleyerek sadece alayca gözlerini kısıyordu.

- Nasıl evladım? – diye soruyordu o. – Yakıyor mu?

Baycan sadece başını sallıyordu - onun için konuşmaya bile zordu.

Ve burda Anatoliy Kondratyeviç’in çok beğendiği aynı şaka sık sık tekrarlanıyordu.

- Sence insanın canını en çok çıkartan nedir – aşk mı, güneş mi?

- Güneş, - asık suratla cevap veriyordu Baycan.

- Haydi, yalan söylüyorsun, - eğlenceli eleni sallıyordu Anatoliy Kondratyeviç. – Yalan söylüyorsun! O zaman seni bu cehenneme sokan aşk değilse başka nedir? Neden arazi ıslahı mühendisi olduğunu bilmiyorum diye düşünüyor musun?

Baycan sadece oflayıp pufluyordu. “Evlenirim ve o zaman her şeye boş veririm, Gülnar’ı alırım ve gideriz onunla kuzeye bir yere. Şimdilik katlanmak zorundayım.” diye sık sık düşünmüştü o. Ama bu düşünceleri kendine saklı tutuyordu.

Anatoliy Kondratyeviç, öğrencisine ne kadar zor olduğunu, sıcaktan, tozdan, suyun olmadığından ne kadar ıstırap çektiğini çok iyi anlıyordu. Ve mühendisler bunun hakkında ne kadar az konuşsalar da, ama her biri diğerin düşüncelerini tahmin edebiliyordu... “Peki, - düşünüyordu Anatoliy Kondratyeviç, - ya da sever o bu memleketi ve Gülnar ile evlenikten sonra kalır burda; ya da genç hanımıyla başka yerlere giderler. Ne yapacaksın? Zorla güzellik olmaz. İşte ben de...”

Ve o ilk sürgün yıllarin ne kadar kederli ve ölü olduğunu hatırladı, ya Çin’e, ya da Hindistan’a kaçmaya düşündüğünü, sonra az kalsın kafasına kurşun sıkacaktı, ve eğer onu asil ve yaratıcı çalışmaların verdiği heyecanı onu kapmış olmasaydı tabii ki sıkardı da. Bir avuç pirinç için insanların burda nasıl savaştığını gördü ve onun, sadece onun onlara yardım edebileceğini anladı. O zaman o bütün günlerini ya bozkırda, ya da çizimlerin başında geçirmeye başladı. İşte bu dönem o Şahadat ile tanıştı.

“İşte onu muhakkak evlendirmeye lazım, - düşünüyordu Anatoliy Kondratyeviç. – Kesinlikle! Ne ise, eğer onlar her konuda anlaştıysalar, bana sadece düğünde eğlenme kalıyor. Onlar düğünle de baş edemezler. Gençler daha, tecrübesiz, düğün ise – oh, ne kadar büyük bir iştir! Aslında ben de belki de onunla baş edemem. Sırbay’ı rica etmeye lazım.” Ve Anatoliy Kondratyeviç Sırbay’a gidip danışmaya karar aldı.

Sırbay’la, sağlam, güçlü, az konuşan ve hatta ıssız ihtiyarla Anatoliy Kondratyeviç uzun zamandan beri arkadaşlar, bu bozkırlara geldiği ilk senesinden beri. Ve boşuna bir arkadaşlık değildi bu.

Sırdarya çölün topraklarını ve suyunu Sırbay kadar iyi bilen birisini daha aramaya gerekiyordu. O her şeyi biliyordu: hem arık sistemin nerden geçmesi gerektiğini, hem arıkların nasıl kazılması gerektiğini, hem kazma için toprağın nerde uygun olmadığını, ve arıkların ve onların kolların bozulmaması ve kirlinmemesi için onlara nasıl bakmaya lazım, hem toprağın hangi kısmı hasat verebilir ve hangisiyle uğraşmaya bile değmez. Tüm bu sorular konusunda sadece Sırbay’a başvurulmalıydı. O toprak ve su konusunda konuşmaya başladığı zaman çok büyük bir uzmanla konuştuğunu zanedebilirdin, ama Sırbay’ın okuma yazması yoktu.

Rahmetli Şahadat Sırbay’ı babası gibi sayıyordu. Gülnar ise ona sade “Ata”, yani dede diyordu. Sırbay’ın Gülnar ile aynı yaşta olan oğlu var idi ve o da biricik idi.

Çocuklar biraz büyüdüklerinde Sırbay yarı ciddi, yarı şaka olarak Anatoliy Kondratyeviç’e akraba olmaya teklif etti.

Anatoliy Kondratyeviç cevap verdi:

- Bunu konuşmaya daha çok erken, çocuklar biraz büyüsünler, sonra belli olur.

Ve hakikaten, az sonra Sırbay çok acele ettiğini gördü. Birinciden, Daulet orta okuldan sonra eğitimini devam ettirmedi, kolhoza işe girdi; ikinciden, onun sevgilisi oldu; üçüncüden, Sırbay Gülnar’ın da bir şehirli oğlana söz verdiğini öğrendi. Baycan Kızılorda’ya geldiğinde Anatoliy Kondratyeviç Sırbay’a yaklaşan düğün hakkında söyledi.

- Peki, tebrik ederim, - dedi ihtiyar. – Ama sevinçten senden bir iyilik rica edeceğim.

- Peki, peki...

- Seninle birlikte yaşadık, birlikte yaşlandık, kardeşler gibi olduk. Demek ki senin Gülnar’ın benim de kızım sayılır. Hadi düğünü beraber yapalım.

Böyle bir teklifi redetmeye mümkün değildi. Sırbay ölesiye bir küserdi ki.

- Ya nerde onu yapacağız? – sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Bak, - dedi Sırbay, - biz şöyle yaparız: kazanlar dolusuya et pişiririz, güreş düzenleriz, sonra at yarışlarını, sonra da keçiyi yırtma yarışını. Bunu tümünü Kızılorda’da yapmaya mümkün olur mu? Onun için düğünü haydi köyümüzde yapalım.

Anatoliy Kondratyeviç düşüne kaldı. Böyle bir düğün onun tam istediği bir düğündü, ama o şunu da biliyordu, tüm akrabalar ve hatta sahibin arkadaşları masrafları kendi aralarında paylaşırlar – bu uygun olur mu?

- Peki, - cevap verdi o nihayet, - ama sorun şurda. Çocuklar şehirde büyüdüler, belki de onlar düğünlerini de şehir tarzında yapmak isterler.

- Biri diğerine engel olmaz, - cevap verdi Sırbay. – hem burda, hem orda da yapsınlar. Biliyor musun, bizde düğün dilekleri var: “Senin düğününden sonra daha bir düğün olsun.” Daulet de bizimle eğlenir, bu yaz o ne kadar da yoğun idi.

Anatoliy Kondratyeviç düşündü ve razı ldu.

Sırbay’ın oğlu Daulet kolhozun koyun çiftliğin sorumlusuydu. Çiftlik büyüktü – sekiz bin baş hayvan için.

Daulet, bir çalışan olarak örnekti. Sadece tek geçen sene içinde onu elli baş koyunla ödüllendirdiler. Bu sene ise - daha otuz beşle. Onun için Sırbay’ın ailesi bütün ilçede en varlıklı aile sayılıyordu. Yani, gerçek Kazak düğününü bayga, keçiyi yırtma yarışı ve bütün ilçeye ziyafet ile o değilse kim başka düğünü düzenler?

Böyle de kararlaştırdılar arkadaşlar: düğünü iki defa yapacaklar: birini şehirde, diğerini köyde.


***


Baycan’ın kaldığı oteli uzun ve dar koridorlarıyla ve her bir tarafında çok sayıda küçük odalarıyla eski bir Asya yapısıydı. Baycan onlardan en büyüğünde yerleşti – otelde ona salon diyordular. Burda dört yatak ve küçük bir masa vardı.

Yaz, sıcak ve kuraktı. Sadece toprak, asfalt, sokakları kaplayan kireçtaşı plaklar değil, hatta oteldeki taban tahtası öyle ısınıyordu ki, onları günde iki kez sulamak zorunda idiler. Odada perdeler kapanır kapanmaz hemen banyoda gibi sıcak oluyordu.

Baycan komşularını gözlüyordu.

Onlar hepsi sıcağa farklı dayanıyordular.

Yatak komşusu, Saksaultrest çalışanı, uzunboylu, zayıf Kazak uzun sarı yüzlü ve seyrek bıyıklı sıcaktan şöyle kurtuluyordu: o semaverin getirilmesini istiyordu ve gün içinde bir kaç defa onu boşaltıyordu. Yarın paket çayı hemen kaynar suyun içine atıyordu ve bu kahverengi kaynar suyu sabahtan akşama kadar içiyordu.

Odanın içinde bu semaversiz de zaten dayanılmaz kadar havasızdı, ama Kazak neredeyse tamamen çıplak, her dakika havluyla siliniyordu (onu günde bir kaç defa değiştirmek zorunda idiler) ve diyordu: “Zararı yok – kaynar su kaynar suyun üstüne, sıcak sıcağa! Termometrede elli derece, semaverin içinde ise yuz, yani ben hem de kazançtayım.”

Ve doğru, o kendisini gayet iyi hissediyordu.

Ama Baycan’ı en çok onun diğer komşusu şaşırttı. Bu yaşlı bir Kazak idi, görkemli ihtiyar, iyi taranmış ve düzgünce kesilmiş uzun ağarmış sakallı. O, uzak Kazak köyünden özel bir işini çözmek için gelmişti ve devamlı hukuki danışmanlıkları geziyordu.

Bu ise, yazlık elbisesi üzerine kalınlığı iki parmak kadar olan içi pamuk kaplı bornozu, büyük deri çizmeleri, keçe çoraplarını giyerek sıcaktan saklanıyordu. Başını bu Kazak ince keçeli başlıkla sarıyordu. Bu şekilde o kutup buz kütlesinde kışı geçirebilirdi.

Odada başkentten gelen daha bir kişi vardı. Adı Rabinoviç idi.

O, Moskova’dan bir gıda tröstün işleri üzerine gelmişti ve bu otele ve bu odaya yerleşerek hemen sersemleşti: öğlen çırçıplağa kadar soyunuyordu, yatağa yatıyordu, çarşafla örtünüyordu ve inlemeye başlıyordu.

O, inliyordu ve şimdi öleceğim, kalbim dayanmaz, bu sıcaktan kolayca patlayabilirim diye şikayet ediyordu.

Baycan ona baktığı zaman ona daha kolay oluyordu. Demek ki sıcaktan ıstırap çeken tek o değil!

Baycan, geldiği ilk gün özellikle çok ıstırap çekti. Serin istasyon binasından meydana çıktığında sanki hamama girmiş gibiydi. Göz ucuyla Gülnar’a baktı - o da sanki hiç bir şey olmamış gibi yürüyordu.

“O burda doğdu da”, - kıskançla düşündü o.

Beş dakika sonra arkası su oldu. Sokakta toz uçuşuyordu. O yüze yapışıyordu ve akarken yağlı kırli izler bırakıyordu. O dikkatsizce nefes aldı ve öksürüğü tuttu: ağzı toz dolu idi. “Ya burda nasıl yaşanır?” – üzüntüyle düşündü o.

- Anatoliy Kondratyeviç’in sağlığı nasıl? – sordu o Gülnar’dan.

Gülnar nedense yanıtını geciktirdi. O birkaç adımı sessizce yürüdü.

- Teşekkür ederim, - dedi o, - babam iyi. O seni bekliyordu ama onu aniden Alma-Ata’ya çağırdılar. Yakında dönmesi lazım.

Baycan dudağını ısırdı. Bunun ne demek olduğunu çok iyi anlıyordu. Kaç defa Gülnar’a geldi – babası devamlı evde değildi, bu da demek ki bizde kalman mümkün değildir. Git, canım otele.

Baycan bunun için Gülnar’a hiç bir zaman kızmazdı. O biliyordu: yapacak bir şey yok. Ama daha önce bir arkadaş olarak geliyordu, şimdi ise nişanlısı olarak geldi, hemen hemen kocası gibi. Babası bunu biliyordu, hatta evlenmeleri için rızasını verdi. Peki neden o zaman o bu lanet otelde kalmalı.

Onlar, eski gazik durduğu meydanın sonuna kadar geldiler.

- Otele, - emretti Gülnar.

Baycan sessizdi – bu otelin ne olduğunu biliyordu. Onda ne restorant, ne dinlenme odası, ne de kanalizasyonu vardı. Elini yüzünü yıkamak için avluya koşuyordular, direk su kuyusuna. Kuyuyu hatırlayarak Baycan başını salladı ve ağır ağır içini çekti.

Gülnar onu otelin girişine kadar getirdi ama binanın içine girmedi.

- Dinlen, - dedi o onun elini sıkarak, - akşam ise seni almaya gelirim. Gider gezeriz.

Baycan odaya girer girmez kendini kanepeye attı. Öyle sıcaktı ki, hemen avluya kuyuya fırlamaya istiyordu o, ama başını kaldırır kaldırmaz yine yattı.

Uzunboylu Kazak yaklaştı ve dedi:

- Çay içer miydin, yeşil çaydan! Sıcağı sıcakla atarlar. Terleyince hemen rahatlarsın.

Baycan inandı ona, çay içti ve hemen o kadar terledi ki, nerdeyse onu sıkmaya mümkündü.

O yatıyordu ve inliyordu.

- İçmeye gerek yok, - sertçe dedi ona başka bir yaşlı adam. – Şimdi önemli olan yemektir. Zayıf adam hemen sıcaktan etkilenir, yoksa bir parça yağı yedin mi her şey geçer. İşte dene, - ve o hazırlıkla Baycan’a kahverengi döş parçasını uzattı.

Baycan, tavsiye için teşekkür etti ama döşü redetti.

- Belki de soğuk sudan daha iyi olurdu, - inledi Rabinoviç.

- Onu nasıl kullanacağınıza bağlıdır. - tereddütle başını salladı zayıf Kazak. – Bir gelen kendi üzerine bir kova su döktü ve az kalsın öbür dünyaya gitmei.

Baycan daha fazla dinlemedi. O kanepeden kalktı ve sallanarak otelden çıktı. O düşündü: eğer kuyudaki suyu kendi üzerine dökmeye mümkün değilse, ne de olsa Sırdarya’da yüzmeye mümkündür.

Nehirde yüzen insan o kadar çoktu ki, soyunmak için yer arama gerekiyordu.

Gençler “jalak” oynuyordular – çok yaygın bir halk oyunu – su kovalamacası. Baycan bu oyunu biliyordu ve ona katılabilirdi, ama şimdi ilgisi yoktu.

O artık sahile doğru yüzüyordu ve aniden birisi şiddetle omzuna vurdu. O döndü.

Bu Gülnar idi. Üzerinde çok güzel pembe mayosu vardı.

- Korktun mu? – sordu o gülümseyerek.

- Nereden geldin buraya? – sordu o.

- Nasıl? Nerden diye daha soruyorsun? Ya bu bizim nehirimiz – Sırdarya!

- Aman da övüngen, - güldü Baycan, - “bizim nehirimiz”. Yeryüzünde nehir mı az?

Onlar sahile doğru yüzmeye başladılar ve kumda uzandılar.

- Nehirler kesinlikle çok, ama böyle bir sıcak hiç bir yerde yok. Demek ki sizin Petropavlovsk’a göre nehirler bize burda daha da çok gereklidir.

- Öyle de, - düşündükten sonra kabul etti Baycan. - Nehir olmasaydı burda hayat da olmazdı.

- Nihayet anladın... – Gülnar cevap verdi.



Üçüncü Bölüm

ONUN ÇALIŞMA ODASINDA


İl komitesinin sekreteri Baycan’ı onun Kızılorda’ya geldiği günün hemen ertesi günü kabul etti.

Baycan’ın işiyle ilgili her şeyi projeyi hazırlayan - Anatoliy Kondratyeviç’in geri dönmesine kadar ertelemeye kararlaştırdılar. Baycan bu kararı seve seve kabul etti – o kendisi de sabırsızlıkla nişanlısının babasını bekliyordu.

Nasılsa öyle oluyordu ki Anatoliy Kondratyeviç devamlı seyahatlardaydı ve Baycan onu düzensiz bir şekilde zaman zaman görebiliyordu. Gerçi bunan dolayı o fazla rahatsız olmuyordu – yeter ki onun Gülnar’ı burda olsun, ama şimdi ihtiyarı büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.

Yaşlı mühendisin evini sık sık ziyaret ederken, ev sahibin çalışma odasının yanında olan oda Baycan’ın dikkatini bir kaç defa çekmişti. Bu oda her zaman kilitliydi. Bu odanın laboratuvar olarak adlandığını, Gülnar’ın babası burda geceleri çalıştığını biliyordu ve bu Baycan’ı çok ilgilediriyordu. Bunun için Anatoliy Kondratyeviç döner dönmez Baycan ondan bir ricada bulundu:

- Öğretmenim, bu kapının arkasında ne saklandığını görsek olmaz mı? Sanırım, orda altın saklanmıyor ki.

- Altın değil, hayır, altın değil, - güldü Anatoliy Kondratyeviç. – Ama, arkadaşım, bu serveti altına da değiştirmezdim. Tamam mı! Bana gidelim. Şimdi her şeyi gösteririm.

Hepsi üçü laboratuvara girdikleri zaman, Baycan kendisini bir diyarşinaslık müzesinde gibiymiş hissetti. Odanın duvarları, üzerine bir sürü resim yapıştırılmış karton panellerle kaplıydı; masanın ve komidinin üzerinde gümüş deriyle kaplı ağır albumlar var idi. Kaya, toprak örneklerle vitrinler duvarlarda kalabalıktı. Raflarda su örnekleriyle kapalı tüpler duruyordu.

Bir duvar ve onun yanındaki vitrin üstü cam kaplı kutularla ve raflarla doluydu. Bu zoolojik koleksiyonu idi, böcek, kelebek, kuş koleksiyonu; burda arharların başları, kocaman çöl kertenkele-varanların çalukları, akreplerle, tarantellerle ve diğer siyah ve vahşi bir sürüngenlerle ispirto kavanozları asılıydı. Kanatları açık olan bozkır kartalın kocaman çaluğu bu bölümü kapatıyordu.

Duvarda Sırdarya vadisinin büyük topografik haritası asılıydı.

Gülnar sık sık bu odada olurdu, ama Anatoliy Kondratyeviç’in koleksiyonunu oluşturan nelerdir ve babanın mesleğiyle ne alakası var diye ilgilenmeye nedense aklına hiç bir zaman gelmemişti. Şimdi ise ilgiyle dinliyordu onun açıklamalarını.

Baycan da dinliyordu. O tabii ki her şeyi kendisi de biliyordu, ama Anatoliy Kondratyeviç’in konuşmasını beğeniyordu. Yaşlı mühendis Sırdarya hakkında renkli ve sürükleyici bir tarzda konuşuyordu. Bu toprakları ne kadar sevdiği ve bildiği görünüyordu.

- Peki, bakmaya başlıyalım, - dedi Anatoliy Kondratyeviç Baycan’a ve kızına hitab ederek. – Önünüzde ilimizin fiziki haritası. Bakın, ilimiz harita üzerinde hem renkle, hem de yapısıyla ona bitişik olan diğer illerden çok farklıdır. Görüyor musunuz, ne kadar o sarı ve kaplan derisi gibi çizgili. Ama işte, bu derinin sırtından zig zag gibi kıvrılıyor şerit – bu Sırdarya’dır. Onun başı - iki nehrin birleşmesi. Himalayalar’da doğan Kara-Darya ve Kırgız Ala-Tau’dan, Issyk-Kul’un cıvarlarından bir yerden çıkan Narım. Fegana vadisinde bizim Sırdarya’mızı oluşturarak bu nehirler birleşiyor.

Bu nehir hemen hemen tamamen Kazakistana aittır: 2190 kilometresinden 1500’u cumhuriyetimizin topraklarından geçiyor. O, çöl Aral Denizi’ne dökülüyor. O, Miraz-çölden iki yuz yetmiş üç metre kadar daha da aşağıdadır.

Sırdarya havzasın bu 1500 kilometresini güllü vadiye dönüştürmeye mümkün olabilirdi. Sırdarya’nın su kaynakları onlarca milyon hektar topraklarının sulamasına yeteceği hesaplandı. Ama burdan çöller geliyor: batıdan – Kızılkum, doğudan – Kara-Kum. Bu kumlarla iki yuz altmış bin kilometre kare yer kaplı. Başka bir deyişle, nehir akışın yaklaşık yüzde 82’si çöllere düşüyor. Yine de, verimli toprakların 58 120 kilometre kare kalıyor. Muhafazakar bir tahminlere göre Sırdarya vadisinde en az 3 milyon hektarı sulamaya mümkün.

Bu arada 1940’ta sadece 75 bin hektar ekiliyordu. Demek ki, daha 2 milyon 925 bin hektar boştu. Böyle savurganlık kabul edilebilir mi?

Anatoliy Kondratyeviç, nehrin kıvrıla kıvrıla geçen sarı lekelere acıyla değneği dürttü.

- Şimdi devamını dinle. Aleksandr Makedonskiy, Sırdarya vadisine girdiğinde yerliler onu pirinç pilavı, üzüm, kayusu, meyvelerle karşıladılar. Tüm bunlar esnaf işi el sulaması yardımıyla yetiştirildi. Makedonskiy’nın devrimde, yani dört yüzyıl M.Ö., nehrin adı Yahsart idi. Makedonskiy, Yahsart’ı o kadar seviyordu ki ve diyorlar ki ölmeden önce kendisini Sırdarya’da gömmelerini vasiyet etti. Ve eskiler anlatıyorlar, nehirde bentler yapıldı, akışını yan tarafa yönlendirdiler, kahramanı gömdüler ve suyu yine eski yatağına bıraktılar. Kızılorda’nun Aral tarafında hala kuru yatağı gösteriyorlar, onun adı Kuan. İşte burda diyorlar Zulkarnayn (boynuzlu kral) gömülü, müslümanlar Aleksandr Makedonskiy’e böyle diyordular.

Binden fazla sene geçti ve Sırdarya’nın kıyılarında araplar ortaya çıktı. Onlar yine de burda pirinç ekilmiş tarlalarla, meyve ağırlığı altında dolup taşan bahçelerle, çiçek açan vadilerle karşılaştılar. Bütün bunlar esnaf işi el sulamanın sonucu idi. Araplar Sırdarya’ya Sayhun diyordular, Amu-Darya’ya ise Jayhun. Onlar bu adları nerden getiridiklerini biliyor musunuz? Afrika’dan! En azından akademisyen Bartold böyle yazıyor.

Ne yazık ki, XIII’cü yüzyılıyla Sırdarya vadisinde bulunan devletlerin refahları bitiyor. Bu yüzyılın başında moğollar Orta Asya’yı fethettiler, şehirleri tahrip ettiler ve kültürel vahaların yerinde kül yığınları kaldı. Bu tür tahriplere şimdi de rastlanabilir. Mesela, Çiilinsk ilçesinde beni Saganak şehrin tahriplerine götürdüler. Ancak bölgenin Rusya'ya katıldıktan sonra, yani XIX yüzyılın ortasında, eski sulama sisteminin restorasyon işleri başladı. Ama, tabii ki, doğru dürüst hiçbir şey yapılmadı. Toprağa olan özel mülkiyet arık sistemlerinin restorasyonunu engelliyordu. Devrimden önce Sırdarya bölge genelinde ekim altında sadece on beş bin desyatin[10] vardı. Peki sence – dedi o Baycan’a, - bu on beş bin desyatinin ne kadarında pirinç ekilmişti?

- Doğrusu, bilmiyorum, - cevap verdi Baycan.

- İşte sana söyleyeceğim: dokuzu.

- Yani dokuz bin? - tekrar sordu Baycan.

- Ya hayır, dokuz! Sadece dokuz! Anlıyor musun, on beş bin desyatinden dokuzu pirinç altında idi, - sadece bu kadar!

- İnanamıyorum... Çok az! Neden böyle? – güvensizlikle sordu Gülnar.

- İşte sebebi şudur, hayatım: pirinç sular altında olan tarlalarda yetişir. Filiz çıktığı günden itibaren ta hasat toplanıncaya kadar onun nerdeyse dörtte biri kadar suyun altında kalmalı, aksi takdirde o ölür. Ama böyle bir su rejimini gerçekleştirmeye mümkün müydü, hiç olmasa 1913 senesinde bile, emperyal Rusya’nın en büyük refah senesinde?

- Siz dediniz ki, şimdi yetmiş beş bin hektar ekinler altındadır. Peki pirinç altında ne kadarı?

- Yırmi iki bin.

- Vay be! Bu çok iyi.

Anatoliy Kondratyeviç yüzünü buruşturdu.

- Tatlım, bu çok az ki. Utanç verici kadar az. Ben sana söylemiştim – toplam kullanım alanı üç milyon hektardır.

Düşünü ve yine değneğini harita üzerinde gezdirdi.

- İşte, bakın. Moskova’nın onayladığı genel plana göre, biz üç yerde büğet kuruyoruz: birinci baraj – Jan-Kurgan’nın yakınlarında, ikincisi – Kızılorda’ya yakın bir yerde ve üçüncüsü – Kazalinsk şehrin yanında. 1950’ci senesinde inşaat bitecektir. Ve biliyor musunuz, biz o zaman çölün elinden ne kadar ekim alanı alabiliriz? 1,5 milyon hektar!

- Olur mu ya? – şaşırdı Gülnar.

- Bakın, - Anatoliy Kondratyeviç büyük hacimli bir kitap aldı, sayfalarını karıştırdı ve gereken sayfayı buldu. – Evet, burada aynen yazılıyor: 1,5 milyon hektar.

- Eğer deveyi keserseniz – büyük kuardak[11] olur – derler kazaklar, - devam etti Anatoliy Kondratyeviç. – barajı kurarız, o zaman işte bakarız ne kadar pirincimiz olur.

- Ya sız saydınız mı ne kadar? – gülümsedi Baycan.

- Tabii ki. Saydım. İşte, dinleyin: ilimizdeki kolhozlardan birisinde bir Kazak her bir hektardan yüz kental pirinç topladı.

- Bunun hakkında “Pravda”da yazdılar, - hatırladı Baycan.

- Kesinlikle doğru, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç. – Yani, 1950’ci senesinde milyon hektarlarda pirinç ekili. Bir milyon yüz ile çarpılırsa eşittir...

- Yüz milyon kental,- gülümsedi Baycan.

- Ya sen neden gülüyorsun? – sordu Anatoliy Kondratyeviç. – İnanmıyor musun?

- Hayır, neden, inanıyorum! – cevap verdi Baycan. – Toprak her yerde topraktır.

- Doğru! Toprak her yerde topraktır! Ve su – her zaman sudur. Demek ki, bu suyu çıkartmasını bilmesini lazım ve onu toprağın üzerine atmak. O zaman hasat da olur. İşte, - o masay yaklaştı ve albumu aldı.

- İşte, tekrarladı o, - burda bütün yetişkin yaşamımın hikayesi. Buyrun!

O ilk sayfasını açtı. Kartonun üzerinde fotograf vardı ve altında “Atpak” imzası vardı.

Fotoğrafta, farklı yönlere giden iki arık ile büyük bir çukur gösterilmişti. Bir arık çukurdan bozkır tarafına gidiyordu, diğeri ise – nehirden çukura doğru. Çukurun kenarında – kazık. Kazığa, tahta bir sapı üzerinde kepçeye benzeyen uzun bir şey bağlıydı. Kepçenin kenarı suyun üzerinde asılıydı. Çukur, yarısına kadar suyla doldurulmuştu.

Ama fotografta en önemli olan şey - yaşlı bir adamın figürü. O yakından fotoğrafa çekilmişti – zayıf, beli bükük, korkunç. Onun sakalı darmadağınık, paramparça idi, gözleri yaşlanıyordu: onun kuruluğunda, kırışık yüzünde, kuru cildinde sıcaktan ve yerli çöl kıtlığından bir şey vardı. Yanak ve alnındaki kırışıklar bile güneş altında kurumuş toprağın üzerinde olan çatlakları andırıyordu.

Yaşlı adam kaç yaşındaydı? Altmış, yetmiş veya daha fazla? Ya belki de bu yaşlı bir adam değildi orta yaşlı biriydi. O zaman o altmış veya yetmiş yaşında değil, sadece kırkta mıydı?

Kalça çevresinde yırtık bir paçavra dışında üzerinde hiçbir giysi yoktu. O, kepçe ile çukurdan suyu alıyor ve bozkıra giden küçük arığa döküyor.

Bu arığın nereye gittiği belli değil. Ama böylece buğday veya darı ekili çok küçük arşınların[12] sulanabileceğini tahmin etmek kolaydır.

Hasatı toplamak için yaşlı adam günde kaç saat suyu pompalamak zorunda ve kendi tarlasından kaç pud[13] toplıyordu?

Baycan, bunun hakkında Anatoliy Kondratyeviç’e sordu.

- Peki, - omuzunu kaldırdı yaşlı mühendis. – İyi çalışırsa açlıktan ölmez ama aşırı yorgunluktan yıkılabilir. Anlıyor musun, ihtiyarın hayvanı yok ki. O yalnız ve güçsüz, demek ki onu hiç bir kooperatif almaz.

- Ya kooperatifte hayat daha iyi miydı? – sordu Gülnar.

- İşte bakınız.

İkinci fotografta bir kervan gösterilmişti.

İnsanlar, tulumların ağırlığı altında bükülmüş, zayıf,soyunuk, çıplak gidiyordular. İnsan çoktu: sağ köşesinde birilerin ayakları görünüyordu, daha birisinin sırtı – makine kervanın sadece sonunu ve ortsını saptadı.

- Çuvallarda ne?

- Çuvallarda su. Görüyor musun, insan çok, tarla ise uzak, arığı kazmaya göze alamazlardı. Bu yüzden suyu sırtlarında taşıyorlar.

Anatoliy Kondratyeviç, gümüş kartonun birkaç sayfasını karıştırdı.

- Şimdi ise sanayı gösteririm, - bu artık vahşilik dönemi değil.

Yine de nehir kıyısı. Ağaçtan yapılmış bir yapı. Kocaman çarkın yanında gözü bağlı inek. İneğin yanında kamçı ile yaşlı bir adam. Onlar aynı yerde dönüp duruyorlar.

Adamın bükük sırtından, onun kendinden geçmiş yüzünden, ineğin eğik başından onların ne kadar uzun zamandar beri yürüdükleri görünüyor. Aynı boyundurukla bağlı ineğin ve işçinin bu dairesel hareketlerinde sonsuz, saçma, imkansız bir şey vardı.

- Neden ineğin gözleri bağlı? – sordu Gülnar.

- Başı dönmesin diye. Bütün gün koştur böyle, dene bakalım.

Dördüncü fotograf yine çigir, ancak oldukça komplike bir çigir – büyük çarkla, bu çarka bağlı kovalarla, oklarla ve bu oklara bağlı bogalarla. Genellikle – bu artık çark değildi, bu ilkel ahşap makine idi.

Beşinci fotografta çigir daha da komplike idi. Çarkların çapısı beş metre idi. Makinede artık birkaç işçi ve çok sayıda hayvan çalışıyordu. O bir zenginin çiğiri idi.

- Bu dev makine toprağın ne kadarını sulayabilirdi? – diye sordu Baycan.

- Bu büyük, iyi çiğir, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Böle bir çiğir bir on desyatine su verebilirdi.

- Sadece bu kadar mı? - hayal kırıklığına uğrayarak dedi Gülnar.

- Bu az diye mi düşünüyorsun? Hayır, bozkırlarda büyük bir şeyi hayal bile edemezlerdi.

- Bu kadar, - diye bitirdi o albümü kapatarak, - ve feodal dönemindeki arazi ıslahı tarihi bitiyor. Ondan sonra sovyet hidrolojik ve kapsamlı seferlerin çalışmaları devam ediyor. Eğer yorulmadıysanız...

- Yok, yok! – elini salladı Baycan.

- O zaman lütfen, - dedi Anatoliy Kondratyeviç ve masadan ikinci albümü aldı.

Resimler, fazla zaman geçmeyen dönemi gösteriyordu ve bu nedenle onlarda en çok Baycan’nın ve Gülnar’ın ilgisini çeken genç, yakışıklı, güç ve coşku dolu Anatoliy Kondratyeviç’in resmi idi.

“1924’cü senesi” yazısı olan ilk resimde onun büyük, geniş kürek gibi sakalı ve gür saçları vardı. Anatoliy Kondratyeviç beyaz elbiselere giyinmişti ve hatta başına beyaz kolonyal şapka giymişti. Teodolit üzerine eğilerek o inşaat hattını işaretliyordu.

- O zaman biz ilk kanalın yönünü yeni bulmaya çalışıyorduk, - anlattı Anatoliy Kondratyeviç. – Ama bir on sene sonra onu yaptık!

İkinci fotograf, inşaat malzeme ile yüklü deve kervanını gösteriyordu.

Üçüncü fotografta –insanların uzun sıraları yeri kazıyoru. O kanalın taslağı yapılıyordu.

Dördüncü fotografta – baş tekne geçidin temel inşaatı yapılıyordu.

Beşinci fotografta – onun betonarme duvarları döşeniyordu.

Altıncı fotografta – hazır tekne geçidi. O, bir ortaçağ kalesini, ya da bir tepegözlü kalesine anımsatarak büyük, kasvetli duvar gibi duruyordu...

Yedinci fotografta – geniş düz kanallar, yerin içinde kazılmış derin yuvalar. Bir dakika sonra onların içine su boşalacak. Ama şimdilik burda serin yarı karanlık ve sessizlik var.

Sekizinci fotografta - tekne geçidin kapıları açık; su kanala koştu. Çok iyi, net bir resim. Tabiatın öyle bir coşkusu, suyun öyle bir öfkesi hissediliyor ki, hatta sanki boşanmış akışın neşeli kükremesi duyluyor. Nihayet o bütün engelleri süpürüp sildi!

Dokuzuncu fotografta - anlaşılmayan bir şey. Herhalde vahşi bir oyun. Birkaç kişi uzun bir kordona bağlılar, onları suya itiyorlar. Birisini ellerine kaldırdılar, sallıyorlar ve nerdeyse arığa atacaklar. Diğerini ise sudan çıkarıyorlar. Onun saçları keçeleşmiş, yüzünden sular akıyor. O hiç bir şey görmüyor, ama yüzü hoşnut. İnsanlar kahkaha atıyorlar.

Yakından bakınca, Baycan bu insanın Anatoliy Kondratyeviç olduğunu gördü.

- Bu ne? – diye sordu o şaşkınlıkla.

- Bu adedimiz. Önce yıkanmak, sonra tebrik etmek. Bu demek ki – inşaatı bitti, su verildi.

- Ya öyle boğülmaya da mümkün, - endişeyle dedi Baycan. – Ve kaç defa sizi böle yıkadılar.

- Yetmiş defa devrimden önce ve ondan sonra bir dört defa. Neden böyle bir tutarsızlık diye sorarsın? Çünkü daha önce küçücük arığı kazdın mı - inşaat bitti, şimdi ise seneler çalışıyorsun. Şimdi kazdığımız kanal, devrimden önce yaptığım bütün arıkların toplam genişliğine ve uzunluğuna göre en az beşyüz kat daha büyüktür.

- Ya bu nedir? - sordu Baycan, albümlerden tüpler dolu raflara doğru uzaklaşarak.

- Bu Sırdarya suyumuzun nümüneleri. Biliyor musun, nehirimiz suyun kimyasal bileşimi farklı senelerde farklıdır. Biz işte onu araştırıyoruz. Bu sulama yetiştiriciliği için lazım.

- Tamam, - diye uzattı Baycan ve dayanamadan sordu:

- Ya toprağı da saklıyor musunuz?

- Toprağı da saklıyorum. İşte bak... – o terasa kapıyı açtı.

Önünde meyve bahçesi vardı: meyve ile dolu elmalar, erik ve kayısı ağaçları.

Terasa doğrudan bitişik olan kısmında, ağaçların dibinde, onların en köklerinde ya limon sarısı, ya da amamen kırmızı kocaman kabaklar ve kavunlar yatıyordu. Burda temiz sarı renkli uzun kavunlardı. Net bir şekilde birkaç bölüme ayrılmış ve bir çeşit fantezi kristallere benzeyen yuvarlak kavunlar da vardı. Pürüzsüz, kurşun-gri kavun vardı, bu kavunlar bir boa yılanın kafası gibi büyük ve yassı idiler ve onların renkleri de rengarenk ve yılan rengindeydi.

- Bunlar hepsi özellikle çolden getirdiğim toprakta yetişti, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Bu Aç Bozkırdan kesilmiş bir parça. Ben hiçbir gübre katmadım, sadece suyla suladım bu toprağı. Zaman gelir ve Sırdarya vadisinin bin beşyüz kilometre boyunda bunun gibi bahçeler ve bostanlar olur.

Baycan yere zıpladı.

Bir özellikle büyük kabağın üzerinde dev çanlara benzeyen ince mavi çiçekli uzun ve ince ağaç büyüyordu. Onlar o kadar narin ve kırılgan görünüyordu ki, hatta Baycan hemen bir dalını koparıp onu Gülnar’a vermeye istedi.

O elini uzattı ve bağırarak geri çekti. Parmakları kanıyordu. Çocuk gibi iğne battığı parmağını ağzına aldı ve onu emmeye başladı.

Anatoliy Kondratyeviç duruyordu ve gülüyordu.

- Evet, - dedi o, - çiçeklerimizden herhangisini çıplak elle koparamazsın. Bazıların iğneleri batar. Bunu bilmiyor muydun?

- Bilmiyordum, - cevap verdi Baycan asık suratla.

- İşte dikkatli ol! – dedi Anatoliy Kondratyeviç kendine ait bir şey hakkında düşünerek. – Sırdaryanın çiçekleri özel davranış ister. Burda bir yaklaşım lazım. Bunu hatırla lütfen!

Ve bu sözlerini yumuşatarak o geniş geniş güldü.



Dördüncü Bölüm

ŞOLAK-ARIK


Anatoliy Kondratyeviç ve Baycan yapılacak hafriyat işleri bakmaya, giderken de yol üzerinde Sırbay’a da uğramaya karar verdiler.

Sırbay, “Şolak-Arık” yani “Güdük arık” anlamı olan garip adlı bir kolhozda yaşıyordu. Tam da bu kolhozun bölgesinde ilk hafriyat işleri başlanmalıydı.

Mühendisler nehrin batı kıyısının boyundan M-1’e gidiyordular.

Yol, kum tepelleri arasınan geçiyordu. Gitmeye zordu, araba ikide bir kayıyordu, ve bir saat sonra tamamen battı ve ciddi bir şekilde, hatta onu çıkarmaya mümkün değil diye görünüyordu. Şoför arabayla uğraşırken, onlar inip yayan gitmeye zorunda kaldılar.

Kum çoktu – bir yerde onlar çubukla kum köreşenin derinliğini ölçtüler – karaya kadar yaklaşık bir metre çıktı.

Gerçi başka bit yol vardı, daha rahat, ama...

Bundan birkaç gün önce Baycan‘ı İl Komitesine çağırdılar ve burda kısa genel bir görüşme sonra İl Komitesinin sekreteri inşaatın yönetimini üstlenmeye ona teklif etti. Baycan reddetmeye başladı: çok genç olduğunu bahane etti ve onu daha küçük hacimli ve önemi büyük olmayan işte test etseler daha iyi olurdu.

Sekreter ısrar ediyordu. O diyordu ki, Baycan genç, enerjili bir uzman, Kazak, inşaat ise neredeyse sadece yerel Kazak halkın gücüyle yapılmaktadır. Hem de komunist unvanı mecbur etmektedir.

Baycan razı oldu. Ve o razı olur olmaz Anatoliy Kondratyeviç onu yola çıkmaya acele etmeye başladı. “Gelecekteki çalışma alanını keşfetmeye lazım” diyordu o. Onu haritaya yaklaştırdı ve çölün sarı lekelerini parmağıyla çizerek dedi:

- Kayrak kumlar - bu bizim esas sorunumuz. Onlar yaklaşık bin kilometre kare kapsamaktalar ve en kötüsü – bu kumullar çölde geziyorlar. Geçen sene barkanlar olan yerde şimdi kumlar, kumlar oldukları yerde – barkanlar. Demek ki, kumullar daha ileriye – güneye, kuzeye, batıya göç ettiler ve orda düz ovada yeni kum dağları büyümeye başlıyor. Tahmin edebiliyor musun, gelecekte ne kadar sıkı çalışma bizi bekliyor? Bazı yerlerde toprağı betonlamaya gerekir, karkaslarla güçlendirmeye. Bu yüzden seni bu son derec zor yoldan geçirmeye istiyorum, çünkü kanal özellikle burdan geçmeli. Bu çöle büyük bir ova bitişik – o da ölü, ıssız, ama son derece verimli lös topraklı. Onun üzerinde bölgemizdeki dokuz kolhozumuz yerleşiktir. Onlardan hiç birisi bin hektar bile ekmiyor. Kanal inşaa edildikten sonra ekin alanı birçok onlarca bin hektara kadar artması gerekir.

- Demek ki, - dedi Baycan, - bu kolhozlar için biz kanalı yapacağız...

Anatoliy Kondratyeviç omuzlarını kaldırdı.

- Dokuz kolhoz o kadar küçük bir şey değil, - cavap verdi o. – Ama esas amacımız bu değil. Başkası bir şey daha çok önemlidir: çölün diğer tarafından beklenmedik adı olan kumlu ıssız Mirzaçul, yani Cömert Çöl ovası uzanıyor. Bu Cömert Çöl yaklaşık yuz bin hektarı kaplıyor. Toprak orda lös, en verimlidir. İşte herhalde bu yüzden bu ölü kumlara “zengin” diyorlar. Onlardan da kanalımız geçecek. İlginç, ama bir zamanlar burdan zaten tüm sulama sistemi geçmişti. Şolak-arık kolhozun üst bölgesinde yar - dere var. Şimdi bu dere kuru, ama bir zamanalar o bir arığın yatağı idi. Ve bu çok büyük bir arıktı. O kadar büyüktü ki, onun içine altın kavağın bütün koruluğu sığıyordu. Burdan da adı “Turan-gulsay” yani Kavak deresi.

Anatoliy Kondratyeviç, bir an durakladı, sonra ekledi:

- Tabii, en iyi ata binip gitseydik ama... eyerde nasıl oturuyorsun?

- Neden arabayla değil? – sordu Baycan, kasvetle Anatoliy Kondratyeviç’e bakarak, - çünkü ben, nasıl diyeyim, - duraksadı o, - iyi bir binici değilim.

Anatoliy Kondratyeviç öfkeyle omuzlarını sıktı. O kadar endamlı, kaslı bir yiğit ve birdenbire ata binemiyor. Yaşlı mühendis için bu akıl almaz bir şeydi. “Kızımın kocası”, - aklından geçti.

- Hadi bak, - dedi o mızmızlayarak, - arabayla diyorsan arabayla olsun. Yalnız bir şey olursa beni suçlama... Duyuyor musun?

İyi ki, birçok sefer inip yayan gitmeye zorunda kalmadılar. Şoför tecrübeli çıktı. O kendisiyle keçeli halıyı ve birkaç tane kamış matını aldı. Kum dereyi veya çukuru doldurduğu yere yaklaştıkları zaman, o önce keçeli halıyı seriyordu sonra matı ve arabayı güvenle bu döşemenin üzerinden geçiriyordu. Ama bir sefer hepsibir öyle bir takılıp kaldılar ki, ne keçeli halı ne de matlar yardım etti.

Ancak Kazaklar diyor ki “açlıktan ölmek yok ise, çölde balık ta onun karşısına çıkar”. Mühendisler ve şoför arabanın yanında uğraşırken, geri dönen boş kervan onlara yetişti. İşte o arabalarını çıkarmaya yardım etti. Sonra Baycan hayretle şunu belirtti, kervan onların yolunun bütün yirmi beş verstasını[14] nerdeyse arabayla eşit olarak gidiyordu.

- Bataklıklarda ve kumlarda benim devem sizin emkanızdan daha hızlı olduğundan dolayı böyle oluyor, - gülümseyerek anlattı sürücü.

Düz ovaya çıkınca uzakta çok yüksek ve sisli, siyah bir şey göründü.

- O nedir? – sordu Baycan dikkatle bakarak.

- Orman! – cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

- Ne kadar büyük ve sık o!

- Sık, ama büyük değil. Onu öyle de adlandırdılar, “Tartagoy” – dar demek.

- Peki neden “dar”?

- Şu nedenlerden dolayı: Kokand hâkimiyeti zamanında ormanın yanında hanın valisi yaşıyordu. O, gaddar bir adamdı ve herkes ondan nefret ediyordu, kendisi ise epey korkaktı. Hiç bir zaman hiç bir yere muhafızları olmadan çıkmazdı. Ve evde yedi kilit arkasında yaşıyordu. Kendisine kaleyi kurardı da, ama göçebenlerde kale olur mu? Sadece ilkbaharda, darı ekildiği zaman ve sonbaharda birer ay o bir yerde – Sırdarya kıyılarında yaşıyordu. Bunun için o kendisine bu kadar ince ve dışbükey burnu seçti, onun üç tarafı su idi ve dördüncü, vadiyle bileşik olan en dar taraftan yolu orman kapatıyordu. Bu yüzden ormana da dar adı verildi. Burda vali cami, on odalı medrese – din ve sosyete okulunu yaptı, kendisi için de büyük, çokkatlı ev.

- İlginç burda adlar! – güldü Baycan. – Orman burda dar, arık güdük.

- Oh, herşeyin kendi tarihi var. Anlıyor musun, bu bölgelerde ilk toprak sahibi aslında vali idi, o on-on beş hektar darı ekiyordu. O tarlalarda yoksullar çalışıyordu, neyle göç edebilirlerdi ki, onların hiçbir şeyleri yoktu. İşte vali onlarla anlaşma yapmıştı: yaz sezonuna onlara verilen bir boğa için o otuz pud darı alıyordu. Hasat olur mu, olmaz mı onu tabii ki ilgilendirmiyordu –– her baştan otuz pud darı ver ve bu kadar! Daha kolay çalışabilmek için yoksullar ikiden beş kişiye kadar olan kooperatiflere birleşiyordular. O zamanlar böyle kooperatiflere moin-kos deniliyordu, yani çifte boyun demekti. Sırdarya’dan suyu boğazlarla uzaktan getirmeğe gerekiyordu ve bütün bunlar aslında karşılıksızdı. Dahası, yoksullar daha kirayı da ödemek zorunda idiler. Bu oldukça dayanılmaz idi.

Daha sonra, yüzyılımızın tam başında, yerliler kanalı kazmaya başladılar, ama kürek ve çapa ile ne kadar yapabilirsin? Elli çiftlik birleşerek yaz aylarında gece gündüz çalıştılar, bozkırda ise sadece beş kilometre kadar ilerlediler. Bu acınaklı, beş kilometrelik arığa “Şolak” yani “güdük” adı verdiler.

- Peki çiftçiler neden şimdi bu Şolak-arığı devam ettirmiyorlar?

- Çünkü bu imkansız. Daha ileride tepe var. Kanal yanlış hesaplandı. Onun baş kısmını daha da kaldırmaya gerekirdi.

Birkaç dakika onlar sustular.

- Neredeyse ulaştık artık, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Dayrabaiç sabırsızlıkla bizi bekliyor, belki.

- Nasıl dediniz? Dayrabaiç? Kim o?

- Biliyor musun, Sarıbay’ın babası vardı. Bildiğin gibi, her Kazak ismin kendi kutsal anlamı var. Mesela, ev sahibimizin adı Sırbay iki sözden oluşuyor: Sır ve bay, yani bu demek ki “Sır nehri gibi zengin ol”.

- Bunu ben anlıyorum, - dedi Baycan. – Çoktan size sormak istiyordum: Sırdarya sözü nasıl deşifre edilir? Çünkü Sır iki şekilde tercüme edilebilir: boya ve sır. Nehire ad veren insan bu sözün hangi anlamı hakkında düşünüyordu?

- Buna cevap vermek zor. Anlıyor musun, Sırdarya’nın suları bir sürü kil götürüyor. Onlar sarı gibi görünüyor. Bu nedenle onları boyanmış diye adlandırsak çok doğal olur. Diğer taraftan, bu vadilerde tüm yaşayanlar özellikle Sırdarya’nın suları ile bağlılar. Ama kullan onu, dene de bakalım! Bu nedenle eski insanlar Sırdarya’nın sularında bir sırın var olduğunu düşünüyordular, yani yine de “Sır” Sırdarya, - diyordu onlar, - “gizemli nehir”!

- Peki, siz ne düşünüyorsunuz?

- Ben ise ikincisinin doğru olduğuna inanmak istiyorum.

- Şimdi de “Sırbay” adın hikayesini dinle. Uzaktan başlayacağım. İhtiyarın dediklerine göre, onun büyük dedesinin adı “Eşkibay” idi (yani keçiler sahibi). Bu Eşkibay, Koramsak’ın (Rusça okluk demektir) oğlu idi. Koramsak kendi sürüleriyle Sırdarya’nın kıyısında kışlıyordu. Sen biliyorsun kazakların başlarına ne felaket geldi 1723’cü senesinde: Kalmuklar saldırdılar, malı talan ettiler ve götürdüler, hayvanları çaldılar, kapalı at arabaları yaktılar. O zamana doğru jüt- kaygan buzu yetişti. Bütün otlaklar ince, ama sağlam buzla kaplandı. Hayvanlar yemsiz kalınca öldüler. Burda işte felaket başladı... gerçek bir felaket, eğer biliyorsan...

- Biliyorum, - cevap verdi Baycan. – Atalarım o sene Sırdarya vadisinden Kızıljar’a kaçtılar.

- Evet, bu sene halkın aklında “Aktaban şubrında, alka kol sılama” yani – Kazakların büyük göçü olarak öyle de kaldı,.

Eşkibay, birçok başka insanlar gibi, o sene bütün varlığını kaybetti ve yayan Sırdarya’nın küçük bir kolu olan Koksu kıyılarına gitti. Tüm yaz fakirler balık tuttular, sonbaharda ise nehirde bent çektiler, onun sularını tarlalara verdiler ve ilkbaharda ekmeye başlaılar. Ve burda nihayet şanslı oldular. Hasat mükemmel oldu. Bu yüzden Eşkibay’ın oğlu olunca onun adını Toganbay verdiler, yani “kurduğumuz baraj gibi zengin ol”.

Ama baba yanıldı. Oğlan büyüğü zaman, birden bire derin kolda su bitti ve ekinler öldü. Nereye gidebilirlerdi ki? Tabii ki, Sırdarya’nın tükenmez sularına! Ve Toganbay onun kıyılarına taşındı.

Ama Sırdarya cimri ve inat – kendi sularını boşuna vermez. İnsanlar onun kıyılarında uğraşıyorlar, arıkları kuruyorlar, tarlalarını suluyorlar ve tam bu dönem çocukları oldu. Şimdi de onlar kazdıkları arık gibi yine zengin olmasını diliyorlar ve ona Arıkbay adını veriyorlar. Bu adla çocuk büyüyor, olgunlaşıyor, kendisi de evleniyor ve yine felaket: çünkü sadece nehir taşmışken kanalda su olur: arık genellikle yıllarca boş kalabilir ve o zaman suyu çiğirlerle kaldırmaya gerekiyor. Bu yüzden Arıkbay’ın oğlu doğduğunda, o ona Şagırbay adını veriyor, çünkü çiğirsiz hiç bir şey yapamazsın! Ya gıcırtılı çiğirle çok mu su pompalarsın, bu sistemle çok mu hasat toplarsın? Ve işte Şagırbay kendi oğluna Dairbay adını veriyor ve tabii ki köylü düşünüyor: kurnazlık et etme, Darya[15] herkesten zengin! Oğlan onun kıyılarından yana olsun, belki de bir zamanlar zengin olur.

Baycan güldü.

- Niye gülüyorsun? - sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Ya nasıl gülmeyim, - cevapladı Baycan. – İsimleri hariç olarak ailenin hakkinda hiç bir şey bilmeden bütün ailenin nerdeyse üçyüz senelik tarihini anlattınız.

- İşte böyle! – gözlerini kıstı Anatoliy Kondratyeviç. – Peki, sana göre tüm bunlar uydurma mı?

- Teorik olarak, tabii, öyle de olabilirdi.

- Hayır, öyle olamazdı, sadece öyle de oldu.

Baycan bir omuzunu sıktı.

- İyi, özür dilerim, görüyorum ki, bıktırdım, - dedi Anatoliy Kondratyeviç.

Ama yaşlılar konuşkanlardır. Bir - iki dakika sonra o devam ediyordu.

- Tamam, kısa keseceğim. Yani, görüyorsun Sırbay ataların adlarından, tüm beş kuşaktan geçen tek esas fikir, hayat gibi yenilmez bir gaye hakkında hikaye oluşuyor: Sırdarya’nın bereketli suyunu elde etmek ve onu çöle vermektir. Bu hikayeden başka bir şey daha anlaşılıyor: tam da bu gerçekleşemedi. Bu yüzden Sovyet döneminde doğan çocuğa Sırbay sadece Daulet adını verdi.

- Yani zengin mi?

- Kelimenin daha bir kaç anlamı var: “devlet”, “mutluluk” ve tabii ki her şeyden önce “zenginlik”.

- Benim ne düşündüğümü biliyor musunuz? – dedi Baycan. – Eğer İl Komitesinde propaganda bölümünde çalışmış olsaydınız sizden ne kadar mükemmel bir propagandacı çıkardı?

- İl Komitesinde çalışmadan benim bir propagandacı olabileceğimi düşünemiyor musun, genç arkadaşım? – soğukça sordu Anatoliy Kondratyeviç. - Sana şöyle diyeceğim: yaptığı işi propaganda ve çağrı yapıyorsa, demek ki sadece o işçi iyi sayılır.

Yarımadaya geldiklerinde Baycan önce yirmi-otuz metre yüksekliğinde sadece bir tepe gördü. Yabancıya o aslında yapay tümsek – karayı nehirle bağlayan köprü olarak görünebilirdi.

- Diyorlar, bir zamanlar o daha da güçlü, geniş idi, ama Sırdarya acımasızca parçalıyor burnu, o dökülüyor ve ölüyor ve ondan artık sadece ince orak kaldı. Daha birkaç sene, - dedi Anatoliy Kondratyeviç tepeye bakarak, - ve Tartagoy tamamen ada olur.

- O zaman kolhozlar ne olur? – diye sordu Baycan.

- Çiftçiler karar aldılar, kanal kazılır kazılmaz onlar onun kıyılarına taşınacaklar ve o zaman Tartagoy kolhoz dinlenme evi haline gelir.

Bunun hakkında daha ayrıntılı anlatmaya istedi ama birden bire tepenin arkasından köpük içinde kalmış sarı rahvan atıldı; onun üstünde külot, ekoseli gömlek ve üstü astragan olan sansar şapkasını giymiş genç bir delikanlı vardı.

- Daulet! – bağırdı Anatoliy Kondratyeviç ve şoförü itti.

Araba durdu. Kalın gri toz binicinin figürünü gizledi.

- Bu kim? – sordu Baycan

- Az önce hakkında konuştuğumuz biri – Sırbay’ın oğlu.

Toz yatıştı, ve yine önce atın başı sonra da binicinin fiğürü göründü.

Yiğit yere indi ve yürürken üstünü silkiyerek, arabaya koşarak geldi. O, geniş omuzlu ve uzun boylu idi, ama yürürken sırtını hafifçe kamburlaştırırdı. Yüzü esmer ve büyük burunlu idi.

Anatoliy Kondratyeviç arabanın kapısını açtı.

- Assalau magaleykum! – dedi yiğit.

- Uagalay kum assalam, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

Onlar birbirine ellerini uzattilar.

- Tanışın, bu benim müstakbel damadım, - dedi Anatoliy Kondratyeviç.

Daulet elini uzattı ve Baycan’ın parmakları onun kocaman avucu içinde tamamen kayboldular.

“Vay be çocuk, - düşündü Baycan, - ya o sadece yirmi iki yaşında”.

- Kendinizi çok beklettiniz! – dedi Daulet.

- İhtiyar, nerdeyse kızmış mıydır? – sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Var biraz! – gülümsedi Daulet.

- Neden?

- Nasıl olmasın! Koyunu üç gün önce kestiler, siz ise gelmiyorsunuz, o da aldı yedi onu.

- Ya, kardeşim, demek ki ihtiyarın kumu iyice dökülüyor. Nasıl olur ya? Misafirler için adanmış koyunu yemek? Nasıl deniliyor: zengin övünür – öder, fakir övünür – her şeyini kaybeder. Baban bir koyundan fakir olmaz. Bakıyorum da, sen niye üzgünsün? Bu koyunu mu acıdın?

- Acınacak ne var ki? Değerli misafirimiz için masaya henüz ikram edilecek şey var!

- Peki, tamam, tamam... Babanı örnek alırsın o zaman sana cimri kimse demez. Sizin, sanırım, başka da misafirleriniz var?

- Bölge Komitesinin sekreteri. Rahmet.

- Ya demek ki, ihtiyar sıkılmıyor. Gidelim!

Daulet birşey sormaya istedi, ama dönüp baktı ve sustu.

Her taraftan arabaya insanlar koşuyordu.

- A, - dedi Anatoliy Kondratyeviç çok memnun olarak. – Merhaba hemşerilerim! – o kapıyı açtı ve kalabalığa çıktı. Ona hemen birkaç kişi koştu. Birisiyle o selamlaştı, diğerlerine sarıldı ve omuzlarından okşadı, bazı yaşlılarla ise öpüştü bile.

- Ya damadı getirdin mi? - aniden kalabalıktan moruk, bronz bir ihtiyar sordu.

Baycan arabanın kapısını açtı ve yola indi.

- İşte o, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç gülümseyerek. – Ya nasıl, beğendiniz mi?

Baycan eğildi.

- Neden beğenmiyelim ki?! – dedi ihtiyar. – İyi, görkemli, yakışıklı.

Ve herkes kalabalıkta tekrarladı: “İyi, görkemli, güleryüzlü”.

Anatoliy Kondratyeviç bu arada birine damadın mühenis olduğunu ve kanalın inşaatını yöneteceğini söylemeye yetişti.

- Bu gelin için onun başlığı olur, - dedi aynı ihtiyar. – Kanal iyi bir başlıktır. Hiç bir şey diyemezsin!

Misafirler yine arabaya oturdular ve gittiler. Daulet ata bindi ve gitti. Ve her ne kadar da araba düz pürüzsüz bir yoldan gidiyor olsa da, Daulet’in atı hepsibir onu geçti.

- Allahım, ne kadar da hızlı! – şaşırdı Baycan.

- Oh, bu ünlü rahvan atı, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç. – Geçen sene Sırbay onun için yaklaşık eskiden başlık değeri kadar ödedi. Onu uzak bir yerden Ulı-Taul tarafında satın aldı. Ben ondan sordum: paraya yazık değil mi? Bana ne cevap verdiğini biliyor musun? Bizde, dedi o, öyle zamanlar oldu ki, at değil de berbat bir eşeğimiz bile yoktu. Şimdi ise zengin olunca oğlum isteğine binsin.

- Aha, cömert yaşlı!

- Bak işte, seninle nasıl ilgilenecek. Kazak atasözü diyor ki öyle insanları Allah da sever.

Sırbay’ın evi üç odadan ibaretti. Birisi misafirler için ayrılmıştı.

Sırdaryalı Kazakların evleri cumhuriyetin kuzeydeki Kazakların konutlarına göre daha çok zengin döşenmiş olduğunu Baycan çoktan farketmişti. Burda yastıkları, halıları, çeşitli keçi halıları severlerdi. Ozellikle salon çok zengin döşenmişti.

Duvarları ve tavanı Sırbay badana yaptmıştı, yere büyük gösterişli halıyı ve onun üzerine yumuşak pamuk battaniyeleri sermişti. Bir duvarı Kazak desenleri olan beyaz keçe halısı tamamiyle kapsıyordu. Karşısında o kadar harika bir goblen asılıydı ki, hatta onu ilk defa gören Anatoliy Kondratyeviç ağzını açtı kaldı. Tavus kuşu doğal boyda işlenmişti. O gökkuşağının tüm renkleri ile parlıyordu. Onun önünde göz kamaştırıcı çiçekler. Arkasında leylak çalılarla ekili gölet. Bütün bunlar parlıyordu ve ışıldıyordu. Goblen, suluboya gibi ince idi.

- Nerden aldın bu harikayı? – sordu Anatoliy Kondratyeviç Sırbay’dan.

- Ya burda biliyor musun özel bir hikaye. “Jideli” kolhozunda koreli bir arkadaşım var. Bu halıyı onda çoktan kestirmiştim. Hep dilemeye istiyordum, ama uygun bir fırsat yoktu. Ve işte bir gün onun karısı erkek çocuğu doğurdu. Ben o zaman bir koyunu kestim ve ona “kalja” götürdüm. Arkadaşım bana sordu: sana ne hediye verebilirim. Ben ise şaka olarak halıya gösterdim. O dedi: tamam. Eğer oğlan doğarsa, hediye ederim. Ve şansım öyleymiş, hakikaten oğlan doğdu. O zaman o halıyı kaldırdı ve diyor: “Al, sağlıkla kullan”. Ben tabii ki bir oraya bir buraya, her şey şaka olarak söylenmişti dedim. O ise hiçbir şeyi duymak iştemedi – “al yoksa kırılırım”. İşte ben bu halıyı duvara astım. Gerçekten de güzel, değil mi?

Baycan, bu damarlı, zayıf ihtiyara bakıyordu ve duşunuyordu: altmış sekiz yaşında o, ama o hala andamlı, onun saçları kömür gibi simsiyah, biraz gülse – dişlerin ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar iyi sağlanmış, yalnız biraz sararmiş olduğunu görüyorsun. Ama ihtiyar az acı çekmedi! Bu yüzden onun yüzü hep buruşuk ve kıvrımlarla kaplıydı.

Ve daha Baycan şunu farketti, bu altmış sekiz yaşındaki ihtiyar genç adam gibi güçlüydü. Öğle yemeğinden önce Baycan bir dakikaya dışarıya çıktı ve şunu gördü – Sırbay saksaulu[16] kesiyordu. Bu garip ağaç baltayla hiç kesilmez ve onu sadece taşa yarmaya mümkündür. Daha çok Baycan gördüğüne şaşırdı: Sırbay dürüyor ve kocaman saksaulu taşa pat küt vuruyor. Baycan bir on saniye durdu ihtiyarı izleyerek ve Sırbay’ın bütün ağacı ne kolaylıkla kaldırdığına ve taşa indirdiğine hayret etti. “İçi boş mu acaba?” – düşündü Baycan.

- İzin verir misiniz, deneyeyim, - rica etti o.

Sırbay baktı ona ve sessizce bir kenara çekildi. O saksaula tutundu ve öyle de yay gibi kaldı.

- Ya siz pehlivansınız aksakal, - dedi o nihayet. – Ben ise onu kaldıramıyorum bile. Sizin için ise o yonga gibi.

- Bir zamanlar pehlivandım, oğlum, - içini çekti Sırbay. – Şimdi artık öyle değil! Zamanlar oldu yükü devele beraber kaldırırdım, sırtıma alırdım ve götürürdüm, eğilmezdim İşte bu güç idi. Şimdi ise ne o!

O yine ağacı aldı ve onu taşa öyle bir vurdu ki sadece yongalar sıçradı.

İhtiyarın hızlı, güçlü ellerine bakarken Baycan gelecek kayınpederin hikayesini hatırladı, ihtiyar bir on sene önce dul kaldı ve ikinci defa evlendi. Karısı ondan çok daha gençti. Adı Terbiya idi. Konuşkan değil, mütevazı, çok tutumlu, misafirlerin yanında yemek odasına sadece bir şeyi getirmek veya götürmek için giriyordu, geri kalan zamanında ise kendi kısmında kalıyordu.

Baycan geri döndüğünde yeni misafirlerin geldiğini gördü. Masa başında en onurlu yerinde Parti İlçe Komitesinin sekreteri Rahmet’in yanında ilçe ziraat mühendisi Kalakay oturuyordu, ondan sonra büyük dazlak yeri olan ve uzun, seyrek, küstahça sert kara bıyıklı ve sakalı traş edilmiş küçük, şişman bir adam – kolhoz reisi Masakpay oturuyordu. Masakpay, Kalakay ile konuşurken İlçe Komitesinin sekreterine hep yan bakıyordu ve onu göz önünde tutuyordu. “Yağcı, herhalde”, - antipati ile düşündü Baycan.

Baycan, Kalakay’ı daha çok sevdi. Esmer, oldukça uzunboylu, sağlam, Kalakay kendini oldukça rahat hissediyordu, hızlı, kolay, saygıyla konuşuyordu.

Misafirler içiyor, konuşuyordular.

Ve akşama doğru bir kız girdi, ay yüzlü, pembe yanaklı. O şehirli gibi giyinmişti; başını kırmızı ipek eşarp örtüyordu.

Baycan “Ev sahibinin kızı iyimiş!” diye düşünmeye bile yetişmedi, Anatoliy Kondratyeviç Rahmet’e eğildi ve sordu:

- Bu kim?

- Müstakbel ev sahibesi, - fısıldadı Rahmet. – Dauletin nişanlısı – Aybarşa.

Kız Baycan’a yaklaştı ve güleryüzle selamlaştı.

Müstakbel ev sahibesi bir sahibe gibi davranıyordu: o Daulet ile beraber girdi, tüm misafirlerle çok rahat, her birinin elini sıkarak selamlaştı, sonra tam goblenin altına sandalyeye oturdu.

Torda (evde en onurlu yer, orda sadece çok önemli ve saygılı misafirler oturur), iki liderin portreleri arasında hoparlör duruyordu.

- Neden o ses çıkartmıyor? – sordu kız Daulet’ten.

- Sanırım bozuldu.

- Ya gramofon nerde? - sordu kız.

- Benim odamda.

- Haydi, getir.

Misafirler bakındı: kız rica etmedi, emretti.

Daulet önce kalktı, ama sonra duraksadı. Herhalde yine de o rahatsız oldu.

- Getir, getir! – tekrarladı emrini kız. – Bu arada Taşkentli plaklarını da al.

Daulet gramofonu, plakları getirdi ve nişanlısının önüne koydu.

O yere oturdu, plaklara bakarak hızlıca gramofonu çalıştırdı, onlardan birini seçti ve koydu. Moskova idi bu. Misafirler dinlerken Sırbay’ın hanımı kımızla büyük bir ahşap kaseyi getirdi, sonra masa örtüsünü getirdi ve serdi ve onun üzerine tereyağıyla tabağı koydu ve baursakları – yağda kızartılmış küçük çörekleri dağıttı.

Köy adedine göre ziyafet sabahtan akşama kadar devam etmeli. Misafirler artık olmayacak kadar, hıçkırığa, kusmaya kadar toktular, ama onları ağırlamaya devam ediyordular.

Güneş batımına doğru yemek sona erdi, ama misafirler masa başından kalkmaya yetişir yetişmez birden bire komşu girdi, Anatoliy Kondratyeviç’i arkasından kucakladı ve onu kendine götürdü. Komşuda daha bir saat oturmak zorunda gerekti. Yeni yeni gidip dinlenmeye istediler, aniden ikinci komşu çıktı ve o da kendisine götürdü. Orda da atıştırdılar. İkinci komşunun arkasından üçüncü komşu geldi, üçüncüsünün arkasından dördüncü. Misafirler artık hareket bile edemiyordular, ama onlara ikram etmeye devam ediyordular.

Bu sene yeni arığın yapılacağını herkes biliyordu. Onun için konuşmalar esas olarak bu konu etrafında dönüyordu. Geçmişi de hatırlamaya başladılar.

Baycan önce ilgiyle dinlemişti, ama sonra dayanmayıp kalktı ve Sırbay’ın evine gitti. Yatağına kadar ulaştı, yatar yatmaz hemen uyudu.

Uyandığında neredeyse öğlendi. Onun yanında Daulet ve Sırbay duruyordu. O kulak verdi. Konuşma, Rahmet’in gidip tarlaları gezeceği ve ekinleri bakacağı hakkında idi.

- Atlar için gönderebilir miyim? – aniden Sırbay kolhoz reisine sordu.

- Gönerin! – çok kısa ve kuru bir cevap verdi Masakpay.

İhtiyara baktığı bakışından, onun yüksek siyah kaşın nasıl titrediğine göre Baycan, Maksapay’ın Sırbay’a kızgın olduğunu anladı, aslında da onu sevmediği gibi görünüyordu.

- Peki gelnin gelecek mi? – diye sordu Baycan Daulet’i.

Daulet hızlıca Aybarşa’ya baktı. O yakaladı bu bakışı ve gülümsedi.

- Bana da at getir! – emir etti o.

- Demek ki altı at lazım – sonuçlandırdı Sırbay.

Maksapay ve Daulet atlara gittiler. Onların arkasından Aybarşa ve Sırbay çıktılar.

- İşte çiftçilerimiz böyle yaşıyor! – dedi Rahmet düşünerek.

- Peki, iyi - sakince cevapladı Polevoy, - zaten bunun için kolhozlar organize edildi, insanlar onun içinde daha iyi yaşasınları diye.

- Doğrudur! - kabul etti Rahmet. – Ama zenginlik sadece yiyebilinir bir bolluk değildir. Kolhoz zengin, ama tuğla bina orda sadece bir tane – okuldur! Kalan tümü sadece ham tuğladan. Ama bekleyin, bir sene sonra tuğladan evler inşaa ederiz, sokaklarda ağaç dikeriz, meyve bahçeleri oluştururuz, elektrik çekeriz, - o zaman köyümüzü tanıyamazsınız.

- İşler de buna gidiyor, - başını salladı Anatoliy Kondratyeviç.

- Tabi, - razı oldu Rahmet, - buna doğru gidiyor. Tek sorun – su yetmiyor. Su yeteri kadar olsaydı, kolhoza kadar el de uzanamaz.

- İşte kanalımız sizin kolhoz topraklarınızdan da geçecektir, - dedi Baycan

- Atlar hazır, - seslendi Daulet kapıyı aralayarak.

Misafirler avluya çıktılar. Sırbay ve Aybarşa zaten onları orada bekliyorlardı.

- Dayra’ya gidelim, - dedi Sırbay.

- Ya ekinlere bakmayacak mıyız? – sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Sırdarya’dan geçeriz ve ekinleri bakarız. Orda artık feribot çalışıyor.

- Yarışalım! – diye bağırdı Aybarşa onlar bozkıra çıkar çıkmaz.

- O misafirimiz nasıl isterlerse! – Baycan’a bakarak dostçasına cevap verdi Daulet.

- Hadi bakalım, aha, yarışalım! – bağırdı Aybarşa Baycan’a.

- Ya siz atın üzerindesiniz, ben ise rahvan atın üzerindeyim, - tereddüt ederek cevapladı Baycan. O ata binmeyi hiç istemiyordu.

- Ama sizin altınızda benim atım, o herhangi atı geçer, - dedi Daulet. – Sadece dizginini gevşetin.

- Ne ise, bakalım, - razı oldu Baycan ve dizgini attı.

Gençler koştular.

Rahmet, iki ihtiyar ve Masakpay arkadan geliyordular. Onlar acele etmiyordular. Onların keni konuşmaları vardı.

- Demek ki senin gelinin? – Sırbay’dan sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Ya bilmiyorum daha, - kaçamak bir cevap verdi Sırbay. – Sanki kendi aralarında var böyle bir konuşma, sonra bakarız!

- Kendini cesaretçe tutuyor, şehirli gibi! – dedi Anatoliy Kondratyeviç

- Annebabada tek evlat! Ailesi zengin, onu da şımarttılar. Babası gerçi geçen sene vefat etti, annesi de zaten kolhozda ilk stahanovkalardan birisi.

- Peki annesinin adı ne?

- Dometkan.

- O Sarımsak’ın hanımı değil mi? Çiğirler için çarkları yapanın.

- O,o işte!

- O zaman ben onu tanıyorum.

- Siz, herhalde, herkesi tanıyorsunuz? – dedi Rahmet. – Nerden onu tanıyorsunuz?

- Nasıl olur, ben hidrolog olup ta çiğir ustasını bilmem mi. Hanımını da çok iyi tanıyorum. Sarımsak, ev sahibimiz gibiydi – sade, nazik bir adam, hanımı da kibirlilerden biri değildi. Peki kızları kime benzedi?

Sırbay, Anatoliy Kondratyeviç’in sözlerinde dolaylı kınamayı hissetti ve soğukça bir cevap verdi.

- Dedim ya sana: ailesinde gözde bir çocuk olarak büyüdü, işte öyle de hareket ediyor. Ne yapacaksın? Onlar yeni insanlar, tavırları da yeni. Onları kelepçe ile bağlayamazsın. Kötü bir şey yapmadı ki o. Bu yüzden istediği gibi yaşasın! İşte, belki de, benim aileme girer. Niye o zaman ben onu boş yere suçlayayım? Öyle değil mı?

- Haklısın, - razı oldu Anatoliy Kondratyeviç.

Nehire gelmişlerdi. Gençler feribotla geçmeye yetiştiler bile ve hatta onu o kıyıdan geri göndermişlerdi.

Sırbay, misafirlerini oraya götürmeye pek te istemiyordu. Nedense bu yılki hasat kötüydü, övülecek kadar iyi değildi. Kendisi mirab olarak çalıştığı için, su dağıtımını yapıyordu, burada kendisinin de kısmen suçlu olduğunu düşünüyordu. Ama misafirler israr ediyordular. Peki - iradelerine karşı gitmeyecek ki. Ve o birinci olarak feribota bindi.

Sırbay, ayağa kalktıktan itibaren sadece tarımcılıkla uğraşıyordu ve kendisi için başka bir iş düşünemiyordu. Ama çavdara, buğdaya, arpaya son derece ilgisiz davranıyordu, çünkü memleketin esas bitkisi olarak ilk önce pirinci görüyordu.

Tabii ki, pirinç yetiştirme işin ekincinin esas ve en asil bir iş olduğunu düşünen sadece Sırbay değildi, ama özellikle burda, ölü çöllerde pirinç yetiştiriciliğin mümkün, gerekli olduğunu (hatta, tek gerekli olduğunu) tek o inanıyordu. Bu tuhaf, neredeyse saçma görünüyordu: pirinç suyu sever, o yarısına kadar sıvı çamurun içinde, bataklıkta büyümeli, ya burda nerde bataklık bulunur! Ama Sırbay pes etmiyordu.

Mümkün olan her yerde minik pirinç tarlalarını oluşturuyordu, onlara öyle bir bakıyordu ki geçmiş yıllardan birinde kendisinin topladığı hasat elli yapmıştı.

Bu görülmemiş bir rekor oldu. Ama o başka tekrarlanmadı, geçen ilkbahar hasatı ise çok kötü idi.

Sırbay, Baycan’a bunları şikayet etmeye başladığı zaman, o dedi:

- Toprak yıpanmış, su ise yok.

- Toprağımız hiç bir zaman yaşlanmaz,- asık suratla beyan etti ihtiyar.

- Nasıl yani yaşlanmaz? – müdahale etti Anatoliy Kondratyeviç. – Yaşlanıyor hem de nasıl. Gübrelemeye, besin vermeye lazım ona. Ya siz ne yapıyorsunuz?

- Ya bunu sen kolhoz reisinden sor, - somurtarak cevap verdi Sırbay. – Gübreler onun elinde.

Masakpay ürktü ve Rahmet’e baktı – ihtiyarın attıklarını duydu mu acaba. Hayır, Rahmet Aybarşa ile gidiyordu ve bir şey hakkında canlı konuşuyordu. Masakpay sakinleşerek, parmağıyla Kalakay’a gösterdi.

- Ondan sormak lazım. Ziraat mühendisimize sor, - dedi o. – Çok şey vadediyor, ama vermek hiçbir şey vermiyor.

Kalakay başını Masakpay’a çevirdi yavaşça, kibarca ama diliyle sokarak dedi:

- Neden vermiyoruz? Veriyoruz. İşte verdik sana mesela kırk fıçı süperfosfat, sen ise onları nehirde boğdun.

Masakpay o kadar şaşırdı ki, itiraz edecek bir şey bulamadı bile. O tekrar hızlıca Rahmet’e baktı. Hayır, bu sefer de hiçbir şey duymadı – gidiyordu ve gülümsüyordu.

Dönüş yolunda Aybarşa at yarışlarını yapmaya teklif etti. Herkes hemen razı oldu Kalakay hariç olarak, o zaten kötü at binicisiydi, yakında ise eyerden o kadar ağır düştü ki yüzünü çizmişti ve ayağı çıkmıştı. Şimdi de topallıyordu.

Baycan çok geride kaldı, Aybarşa Daulet ile ise doludizgin gittiler ve nehir kıyısında durdular. Orda onlar dizginleri bıraktılar ve atların dinlenmesi için kıyı boyunca ileri ve geri adeta yürümeye başladılar.

- Haydi Daukeş, - dedi Aybarşa ve Daulet onun sesinden ona çok önemli, kafasında çoktan olgunlaşmış ve düşünülmüş bir şeyi söylemeye istediğini anladı. – Sen daha ne kadar çobanlık yapacaksın?

- Neyse, ben kötü bir çiftlik yöneticisi değilim, - tersledi Daulet.

- Ya hayır, sen hatta çok iyi bir çiftlik yöneticisin, ama yine de sadece çiftlik yöneticisin. Bize ise şimdi kazma işçileri ve ketmenciler lazım. Senin koyunlarına ihtiyar da komutanlık yapabilir. Ayıp, rezalet! Bu kadar güçlüsün, gençsin, ama bozkırda özürlü gibi oturup kaldın ve tek işin var - koyunlar da koyunlar!

Bu tür konuşmalar daha önce de olmuştu ve Daulet Aybarşa’nın bir dereceye kadar haklı olduğunu hissediyordu. Doğru, biraz garip, gerçek olmayan bir durum çıkıyordu,– herkes çalışıyor, o ise bozkırda kaldı. Ve Daulet hayvan yetiştiricisinin nasıl olduğunu hatırladı.

Daulet, meslek okuluna girmedi traktör sürücüsü olmaya istedi. Orda iki sene okudu, - bitirdi, traktör sürücüler ekibin kontrolcusu olarak çalışmaya başladı ve aniden soğuk aldı ve önce plevrit oldu, ve bunun üzerine - çok ağır pnömoni oldu. Sadece sağlam organizması onu kurtardı.

Bütün yaz o yattı ve kışa doğru ayağa kalktı. Ama poliklinik doktoru onu dinledikten sonra başını salladı ve onu bırakarak dedi:

- Unutmayın - gelecek sene hiç bir traktör sürücüler ekibi olmamalı!

İhtiyarları ise sıkı sıkı tembihledi:

- Oğlunuzu korumaya istiyorsanız – tam iyileşinceye kadar traktörden uzak tutun. Artık böyle akçiğeriyle o bu işe dayanamaz. Boşuna oğlan yok olur.

İşte böyle Daulet hayvan yetiştiricisi oldu. Kendi sınıfından geri kaldı o, ikinci sene oturmaya istemedi.

İyi ki hayvancılık ilginç bir iş oldu ve traktör sürücüler ekibini bırakmaya razı olduğu için Daulet asla pişman olmadı.

Kara-Kum’un ölü ve cansız kumların göze görünmez ve sayısız hayatla dolu olduğuna kim inanır ki. Ama bu böyle. Onun kumları ve onları kesen Sarı-Sy nehrin kıyıları besledikleri hayvanları, sürüngenleri ve kuşları sayamazsın.

Çölde kurtlar ve tilkiler dolaşıyor, koşuşan korsaklar, gelincikler yuva kazıyorlar, nehir kavisinde tüm yıl boyunca yabani keçi, koyun, sayga sürüleri dolaşıyor, kamış çalılıkları daha da sık olduğu yerlerde - yabani domuzlar otluyor.

Daulet, tüfeğiyle ayrılmıyordu. Aslında, anlamaya bile zordu – kim o: hayvan besleyici mi veya avcı mı? Aybarşa da böyle ona takılıyordu. Onun gibiler hakkında “keçiyi gözden vuruyor” diyordular. O avcı olduktan sonra onun çobanlarından hiç birisi etsiz yemek yemiyordu. Eve de yeteri kadar av etini getiriyordu.

Aybarşa’ya ayrıca üç değerli hediye yaptı.

Birinciden, ona yabani keçi kuralayın yavrusunu getirdi.

Kurulayın, neredeyse tüm antiloplarda gibi, gozleri büyük ve siyah, o kadar büyük ki ve o kadar siyah ki, eğer bir Kazak kadını övmek isterse ona “Kurulay-keçi” der ve bu onda antilop gözleri olduğu demekti.

Yavruyu Aybarşa büyüttü, yetiştirdi ve o kızın arkasında kopecik gibi koşuyordu.

Aybarşa ilçeye okumaya gittiği zaman kurulayı da yanına aldı. O orda onunla bir odada yaşıyordu ve hatta yanında uyuyoru, yatağın yanında halı üzerinde.

İkinci hediye – pelikanın daha ince tüylu cıvcıvı. Pelikan komik, çirkin bir kuş ve ilk bakıştan Aybarşa’nın hoşuna gidemezdi. Ama Daulet anlattı ona:

- Bekle, pelikan büyür ve yılanları yutmaya başlar.

Yılan zehrin pelikanı etkilemediğini de sonra anlattı: yılan ısırığı, bir sivrisinek ısırığı gibiydı onun için ve fazla dikkatini çekmezdi, o iki ayağıyla yılanı bastırır ve onu başından yutarak yavaşça içine emmiyor. İşte kafasını ve gagasını kaldırarak geziyor bozkırda bu garip kuş, boğazından ise yılanın kuyruğu dışarı çıkıyor.

Ne kadar da fantastik olursa olsun bu hikaye, Aybarşa çok geçmeden Daulet’in haklı olduğundan emin oldu. Aynen öyle hareket ediyordu pelikan.

Sonradan o aynı oyunu icat etti: Daulet’i yılanları getirmeye zorladı ve pelikanı onlara salıyordu.

Ama en ilginç, gerçi hem de en korkunç hediye büyük kum kertenkelesi varan idi veya bozkırda dedikleri gibi – keseldi. Bu kertenkele büyük, insan kolu kadar. O sürünmüyor, o yüksek ve güçlü ayaklarında koşuyor. Onun sırtı ve başı tamamen azgın pullarla kaplıdır ve o kadar sağlam ki, onu dayakla da kıramazsın. Bu kertenkele o kadar hızlı koşuyor ki herhangi at ona yeteşemez, ama yine de yetişse bile kesel keskin bir ıslık yayıyor ve at durukluyor ve bütün vucuduyla titremeye başlıyor. Kovalama sırasında karşısına kum çıkarsa kertenkele onun içinde suyun içindeymiş gibi batıyor.

Kazaklar bu garip kertenkeleyi sevmiyorlar, ondan korkuyorlar. İnançlarına göre o kısırlık getiriyor.

Bu korkunç sürüngen Aybarşa’nın ilgisini çok çekti, ama kendisinde onu bırakıp bırakmama konusunda kararsızdı. Adı aynı zamanda varan ve hastalık anlamını taşıyan hayvandan daha da korkunç ne olabilirdi ki, çünkü Kazakça her ikisi de aynen söyleniyordu.

Aybarşa bağalı sürüngenini Alma-Ata hayvanat bahçesine bağışladı.

Bütün bu hediyeler tabii ki çok eğlendiriyordu kızı, ama konuşmayı sonuna kadar götürmek için şimdi o katı olmaya istiyordu.

- Demek ki sen aynen çoban olarak kalacaksın? – tekrarladı o kendi sorusunu. – Arkadaşların kanalı inşaat edecekler, ya sen?

Daulet sessizdi.

- Ah, seni tembel! Çoktan boğa gibi sağlıklısın, ama hep çoban olmaya istiyorsun. Utanmıyor musun?! – sessiz ve yakıcı bir küçümseme ile dedi Aybarşa. Bu kadar komikti ki Daulet nihayet güldü.

- Peki, tamam, tamam, inşaata gideceğim. Sağlığım artık çok daha iyi, - dedi o. Toprak kazıcısı olarak giderim. Ama bak, - ona parmağını salladı o. - Ben işte canını çıkarırım. Ben senin nasıl bir toprak kazıcı olduğuna bakarım, madem bana huzur vermiyorsun. Tamam, ketmencı olurum ve seni yarışmaya davet ediyorum! Razı mısın?

- Çok iyi, razıyım! – bağırdı Aybarşa.

- Peki, bak o zaman, - tehdit etti onu Daulet. - Yaparım dedikten sonra pes etmeye yoktur. Sonra kendin ağlarsın. Aklında tut o zaman – kendin bunu istedin.

- Kendim istedim, - razı oldu Aybarşa ve ona elini uzattı.

Böylece bu sözleşme yapıldı.



Beşinci Bölüm

KIRK BİN KETMEN


Gülnar ve Baycan yoldan döner dönmez hemen evlendiler.

Şehirde şatafatlı bir düğün, ziyafet bekliyordular, ama her şey ZAGS[17]’la sınırlandı.

- Ya bu nedır? Topladı, topladı ihtiyar düğünü, altı ay sadece bunun hakkında konuşuluyordu ve birden bire – trenden direk ZAGS’a. Neden böyle oldu? – anlamadan birileri soruyordu.

- Şundan oldu, laflar laf olarak kalıyor. İhtiyar nasıl büyük bir duğun yapar ki! Dil döktü da işte o kadar. Herhalde, bu daha da karlıdır! – diğerleri cevap veriyordu.

Ama üçüncüler, en bilgili olanlar, başkaca söylüyordular.

- Hayır, - iddia ediyordu onlar, - ihtiyar kesin hazırlanmıştır. Mutfağında birer çuval kuru kayısı ve kişmiş duruyor, hem de iki çuval pirinç, bir de on semiz koçu daha iyi beslensinler diye Sır’ın obür kıyısına Amangeldi adını taşıyan kolhoza gönderdi. Ve diyorlar ki, onda dört boş kabağın içinde beş kova kadar darı vodkası var, bir de iki kil surahiyede daha onar kadar. Hesapla işte, ne kadar hepsi? Bundan başka, bir bağcıya üzüm şarabın iki fıçısı için kaparo verdi. Yakında, akşama doğru, kavun dolusu bir kamyonet getirdiler. Bu kavunlar nerdeyse yuzden fazladır! Ve hepsi farklı çeşidinde: torlama da, kulyaba da, amir de, angelek de. Ve herhalde, ihtiyar daha pestil (kaunkurt) ve türlü kurutmaları (kaun-kak) hazırlamaya istiyor – bunun için ona iki büyük çuval tuyuynek getirdiler. (Onlar bu lezzetlerin hazırlanması için kullanılan olgunlaşmamış ya da tam tersine geçkin kavunlar hakkında bahsediyordular.) Onun hazırladıklarını hepsini anlatamam bile. İşte, aşçıları bile tuttu. Yani boşuna mı bu hepsi?

- Eğer öyleyse, ne oldu – direniyordu kötü niyetliler. – Hazırlandı, hazırlandı, ama hiçbir şey olmadı? Bunun sebebi nedir? Demek ki, her şey bir tutanakla öylesine de biter!

- Bu şu demektir, - en bilgili olanlar diyordu, - onun Şolak Arık kolhozunda can arkadaşı - Sırbay var. O mirab olarak orda çalışıyor. Bu Sırbay’ın evi – dolu kase, sadece kuş sütü yoktur. İşte mirab düğünün onun köyünde yapılması için ihtiyarı razı ettirdi, “Bütün masrafları bana aittır” dedi. Yani, açıkçası öyle de olacak. Onlar orda ziyafet çekecekelr. Bütün mesele bundadır.

- Aman da yalan söylüyorsunuz! – dördüncüler itiraz ediyorlardı. - Nasıl yani, arkadaşıyla düğünü onun köyünde yapmaya anlaştı, son güne kadar uğraştı, ve birden bire her şey boşuna. Biz ihtiyarı tanıyoruz, o yalancı değil, o bir söz bile boşuna söylemez. Hayır, başka bir şey var burda.

Böylece insanlar Anatoliy Kondratyeviç’in ne yapmaya düşündüğünü anlamıyordular. Birisi hatta açıklamayı istemeye için ona gitmişti, ama eli boş döndü.

- Ya işte, olmadı bir türlü, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. Hazırlamak ben her şeyi hazırladım, ama bazı sebepler engel oldu.

Bu sebepler ise şöyle idi:

İl Komitesine acil telgraf çağrısı mühendislerin yolculuğunu aniden kesti. Yarıyoldan aceleyle Kızılorda’ya dönmek zorunda kaldılar.

Geldikleri gün İl Komitesinin sekreteriyle konuşma oldu. Burda onlar Baycan’ın inşaat yöneticisi olarak atama kararı Kazakistan hükümeti tarafından onaylandığını öğrendiler.

Konuşma bıtmiş olarak kabul edilebilecekti, ve Baycan gitmeye hazırlanırken Anatoliy Kondratyeviç ile bakıştı, ama sekreter aynen oturuyordu, sessizdi ve sırayla birinden diğerine bakıyordu. Sonra birden bire kalktı, masayı dolandı, karşı duvara yaklaştı ve kaytanı çekti.

Duvardaki perde kıvrımlara toplanarak kalktı, onun altından harita göründü - hemen hemen bütün duvara idi – yapılacak kanalın inşaat güzergah haritası. Oklarla kolları gözterilmişti, yeşil karelerle – ekin alanları.

Anatoliy Kondratyeviç’in yüzü hemen aydınlandı. O öne büyük bir adım attı ve iki kolunu uzattı – sanki onun önünde aydınger değil de, sonsuza dek sevgili ve değerli bir insanın yüzü vardi.

- Evet! – gülümseyerek dedi sekreter. – Bakıyorum ki, güzelimi tanıyorsunuz.

- Tanıyoruz muyuz? –gözünü ayırmadan hala çizime bakarak tekrar sordu Anatoliy Kondratyeviç. – Kaç seneden beri ona aşık olduğumu artık bilmiyorum bile.

- Peki, kitaplar da sizin elinize, Anatoliy Kondratyeviç, - razı oldu birinci sekreter. – Bizim bozkırlarımıza uzak küzeyden uçup gelen birinci kırlangıçsınız siz. Sulama tesislerin bütün çizimleri bize sizin eliniz üzerinden geldi. Ama en çok yine de bu proje için size minnetdarız. Ama hayır, bu artık proje değil. O hayatın kendisi. Ya sen, - o aniden Baycan’a döndü, - güzelimize karşı ne hissediyorsun?

- Oh, ben onu daha az tanıyorum, - alçakgönüllülükle gülümsedi Baycan, - ama yakından tanışmaya ve iyi tanımaya çalışacağım.

Sekreter perdeyi indirdi.

- Harika! Şimdi de bak canım. Senin aşk hikayeni biraz biliyorum, ama bak bana! O güzele karşı olan aşkın bu sevgine engel olmamalı. Anlıyor musun? O her şeyden üstündür. Siz ne düşünüyorsunuz Anatoliy Kondratyeviç?

- Tabii, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - bu güzel her türlü aşka layıktır. Kazak bozkırı, böyle bir kanal hakkında daha duymadı bile. Ya o binlerce yıl çorak kaya gibi yatıyordu. Bakınız – bütün bu yer...

- Şimdi ise Anatoliy Kondratyeviç’i durduramazsın! – güldü sekreter ve ekledi:

- Bir dakika! Ben sonuna kadar söylemeye istiyorum... İnşaat, bildiğiniz gibi bu yaz başlanacaktır, ve sizinle arkadaş Bekbosanov, konuşmalarımız daha çok olacaktır. Unutmayın, gelecek büro toplantısında sizin düşüncelerinizi dinlemeye isterim. Sizinle eksik olanlar hakkında tam ve net olarak konuşalım, ve en çok – inşaata malzeme ihtiyacın sağlanması hakkında. İkinize de, sayın müdür arkadaşlarım, mütevazı bir isteğim olacak – çok iyi hazırlanın. Ondan sonra hemen güzergaha gideceksiniz.

Aynı gün mühendisler rapor notunu hazırlamaya başladılar.

Baycan, çocukluğundan beri bütün oğlan çocukları gibi askeri konulara düşkündü, özenle tüm spor çeşitlerini inciliyordu. Aslında o çok okuyordu, ve en çok askeri taktik ve stratejisi hakkında. Okuduklarından şunu öğrendi, herhangi bir devlet düşmana saldırmadan önce düşmanın ülkesine casuslarını gönderir ve onlar üzerinden düşmanın askeri gücü hakkında ayrıntılı bilgileri toplar. Onun zenginlikleri, ülkenin üretim gücü, ordusunun silahla donatılma durumunu, bu ordunun mevcudu, duşmanın ahlaki ve siyasi durumu hakkında bilgileri toplar ve neticelendirir. Ve sadece bundan sonra, yani bilgileri elde ettikten sonra, düşman bütün ayrıntılarıyla bilinir ve sadece o zaman savaş başlanır. Eğer kendinin duşmanla yapılan güç karşılaştırması saldırganın lehine değilse, o kılıcını sallamaz bile.

Ama her bir mücadelenin mantığı da böyle. İnsan ve doğa arasındaki bu ebedi mücadele savaş değil mi!

İnsan yavaş ilerliyor, korkunç kademelilikle o ateşi, suyu, toprakaltını elde ediyor. O, havayı kendine hizmet etmeye zorlayarak ona kadar bile ulaştı.

Ölü doğa canlı bir varlık olarak onun önünde eğildi artık. O yendi onu, onun itaatını kazandı.

Ama kazanana bunu elde etmeye kolay mı oldu?

O kayıpsız geldi mi?

Mücadele emeden mi?

Duşmanı bir günlük çatışmayla mı bastırdı?

Ateşi, suyu, toprakaltını fethetmeden önce umutsuzluğun, bu mücadelenin gereksizlik bilincinin zor günlerini yaşamak zorunda değil miydi?

Ve sanki cevap olarak, doğa yeryüzünden tüm kabileleri ve halkları süpürüp silmedi mi?

- Ne kadar büyük zorluklar daha var onun bu yolunda, insanlık yolunda.

Bütün bunları Baycan çok iyi biliyordu. O devamli bilim araştırmalarını takip ediyordu, hiçbir teknik yeniliği kaçırmazdı; en çok bitmiş veya yeni başlatılmış yeni inşaatlar hakkında mümkün olan her şeyi öğrenmeye çalışıyordu. Belomorstroy, Dneproges, Magnitogorstroy hakkında ne kadar çok kitap ve makale okuduğunu saymaya bile zor. Onlar hakkında galiba her şeyi biliyordu, hatta maddi giderleri ve süreleri bile.

Ama bu sadece kitaplar ve dergiler idi. Bu devlerinden birinin pratik yönetimini yapmak bambaşka bir iştir!

Sadece şimdi o bunu anladı.

Binlerce sene insan Sırdarya’nın inatçı suları ile mücadele ediyor. Bu – zafer ve yenilgi, saldırı ve geri çekilme ile dolu muhteşem bir hikayedir!

Ama soru hatta bunda değildir. Soru şundadır, bu güne kadar hiç kimse bu azgın, hiç bir zincirlere tahammül etmeyen nehire dizgini koyamadı - hiçbir millet, hiçbir hükümet. Sadece sovyet döneminde ilk ilmik atılmıştı – millet Fergana kanalını kurdu. Ama nehir boyun eğdi mi? O, daha önce olduğu gibi aynen vahşi değil mi?

Kızıl saçlarını dağıtarak o kili kaldırıyor, kıyıları kemiriyor ve yıkıyor. Onun bir sağa bir sola eğrildiğine, devamlı yatağını değiştirerek farklı yönlere atıldığına sadece bakılsa, gelecek sene yatağın nerden geçeceğini hiç kimse anlayamaz.

Ve dağlar, ormanlar, nehirler onun sarı sularında ölüyor, sonu olmadan ölüyor – bozkırların bütün parçalarını yutuyor o ve bir türlü sakinleşemiyor.

Onu çimento yatağına sokmaya, zapt etmeye, onu bir düzene davet etmeye dene bakayım!

Hayır! Sadece beynini yorarsın. Ya onun hakkında kaç tane akıllı kitap yazıldı, ne kadar kağıdı insanlar sarf etti.

Baycan, sadece yedi asır sonra eski sulama sisteminin belli yararı getirebileceği kısmı restore edildiğini biliyordu. O zaman da sulama sisteminin genişletme çalışmaların başlatıldığını da biliyordu o. Ama sadece şimdi Baycan’ın yönetimi altında şimdiye kadar var olanlardan en büyük arığın inşaatı yapılıyor. En büyüğü! Ama bu dev de nehir zenliklerinden sadece yüzde birini fetheder.

Ya bunun için ne kadar emek gerekir? Baycan, gelecek inşaatın güzergah haritasına yanaştı. O tamamen sayılarla ve sembollerle işaretlendirilmişti.

İşte o – suya ve toprağa genel saldırının stratejik planıydı. Nehir ile büyük bir savaş için gerekli veriler budur.

Bu sayı sütunları suya, toprağa, bozkırın kendisine yıkılacaktır. Yaşlı öğretmen onları çoktan ve özenle toplamıştı. Birkaç sefer ekip gelecekte olacak çarpışma yerine gitmişti, bir çok araştırmalar burada çalıştı. Yazıyordular, duşunuyordular, hesaplıyordular, sonra ise arşive verdiler – tümü işe yaramıyordu! Temel olarak bir projeyi aldılar: tam da Anatoliy Kondratyeviç’in hazırladığını.

Kendi hesaplarında her zaman emin olan tecrübeli bir kumandan gibi ihtiyar kendi heyecanını hiç bir şeyle göstermedi ve Baycan’a da bunu öğretiyordu.

- Canım benim, - sık sık diyordu o uykusuz geceleriyle çizimler üzerinde çalışırken ve geniş, serin avucunu kendi öğrencinin omuzuna koyuyordu, - tek şeyi anla: her zaman beklemeyi bilen, uzun bir süre hazırlık yapan, düşünüp taşınan ve sonra hatasız ve doğru vuruş yapan kazanır. Çok ateşli olma, yoksa çabuk yanarsın. Emin olarak hareket et, ama süvari saldırısı gibi de değil. Peki, bak şuna, - ve burda yeni varyantı anlatarak ona yeni çizimi gösterdi.

Baycan, genel inşaat projesini ayrıntılı olarak inceledikten sonra o böyle görünüyordu:

İşte ana arteri kıvrılıyor (onun adı da öyle Juan-Jarma – geniş yatak). O yirmi beş kilometreye uzanmıştı. Onun kenarlar arası genişliği – elli metre, dibin genişliği – otuz beş.

Baş kısmın derinliği – onbeş metre.

Bütün yatağın derinliği – beşten ona kadar.

Dibin derinliği özel yapılarla daha ayarlanacaktır.

Bu ana su yolu bütün Tuemoyın’dan geçecektir. Kanal henüz bu kumlara kadar ulaşmamış olacaktır, ama ondan zaten büyük bir kanal – “Barmak” (büyük parmak) dallanacaktır – haritada gösterdildiği gibi. Kanal çölü kesecek ve iki dala ayıracaktır – sağ ve sol. Sağin uzunluğu otuz beş kilometre, solun ise – onbeş olacaktır.

Onların yollarında kum tepeleri, derin yarıklar, kurumuş göller karşılanacaktır. Tüm bunlardan bir iz bile kalmayacaktır. Bütün bunlar ya da yıkılacaktır, ya da sular altında kalacaktır.

Dallama ilerde de olacaktır. Uzun ve kısa arıklar küçük damarlar ağıyla bozkırı kesecektir. O suyu doyusuna içer ve nefes almaya başlar.

Tek bir düz bir çizgi olarak gerilmiş bütün sistemin uzunluğu altıyuz kilometredir.

On milyom metreküp toprak çıkarılacaktır!

On milyom metreküp!

Bu da nedir?

İşçi günde üç metreküp çıkarır. Demek ki, inşaat için bir günde üç buçuk milyon kişinin çalışması gerekir. Eğer insanlar bir ay çalışsalar yuz altmış bin kişi de yeter.

Ama Kızılorda vilayetin tüm kolhozlarında topu topuna yuz elli beş bin sadece olur. Bir de bundan yaşlıları ve çocukları daha çıkartmaya lazım. Kalan doksan bin olur. Demek ki çalışma süresi bir buçuk aya kadar uzayacaktır ve bu da eğer tüm çiftçiler inşaata çıkarsa.

Ama bu da imkansız. İnsanların bir kısmı kaçınılmaz olarak çiftlikte kalacaktır ve hasat döneminde, çoğunluğu ekinleri ve sürüleri yanında kalmak zorunda olacaklardır. Gerçeğe yakın olan kişi sayısı yaklaşık elli bin olacaktır. Daha fazla değildir. Demek ki sadece hafriyat işleri için 200 gün gerekir. Kızılorda ilinde toprak erken donuyor ve geç çözülüyor, dolaysıyla buna göre hafriyat işleri için bir senenin yetmeyeceği ortaya çıkıyor.

Fakat kanalın inşaatı sadece hafriyat işleri demek değildir. Bu daha büyük ve küçük savakların inşaat edilmesidir, bu yatağın betonlanması, köprülerin kurulmasıdır.

Ve işte inşaat iki seneye planlanıyor. Onda elli bin kişiye kadar çalışacağı planlanıyor.

Ya bu büyük orduyu beslemeye, yatacak bir yerlerini hazırlamaya, iş aletlerini sağlamaya lazım ki.

Ama yalnızca bu önemli sorunların çözünürlüğüyle sınırlı kalmaya mümkün mü?

Söz konusu sovyet adamıdır, demek ki kulübu da kurmaya lazım, ve sadece bir tane değil! Bu nasıl bir kulüp olur ki eğer onda tiyatro, sinema veya kütüphane olmazsa? Gençlere ise daha spor salonları gerekir.

Ya kütüphaneyi nasıl kuracağız? Bu kadar çok gazete ve dergiye nasıl abone olunur?

Bu ordunun tüm ihtiyaçlarını göz önüne almaya mümkün mu?

Ve bütün bunun müdürü o – Baycan. Demek ki o herşeyden sorumlu olacaktır. Eğer başarabilirse iyi, ya eğer yapamazsa?

Mühendisler il komitesinden çıktıkları zaman Anatoliy Kondratyeviç öğrencinin şaşkın yüzüne baktı ve sordu:

- Korktun mu?

- Hayır, ben korkmuyorum, - diyerek cevap verdi Baycan, ama sesi o kadar emin değildi. – ben sadece düşünüyorum: ne kadar devasa bir iş hacmı! Tabii ki, böyle bir inşaatı yönetmek çok büyük şereftir, ama partinin güvenine layık olduğumu göstermeliyım, ya yapamazsam, o zaman ne olur? Kendimi asayım mı?

- Neden layık olamazsın? – sordu Anatoliy Kondratyeviç. – Unutma, lütfen, her bir iş için iki şey lazım: iyi bir kafa ve sorumluluk duygusu. Bunlara sahipsen, hiçbir şey sana korkunç olmaz. Haydi, başını eğme, eğme, asker! Sen yalnızca mi yöneteceksin? Parti yönetecek, halk inşaat edecektir.

Bu cesaret verici sözlerin etkisiyle Baycan neşelendi. Onda çok özel bir duygu oluştu – komutan ordusuna yerinden uzaklaşma emrini verirken onun muhtemelen hissettiği bir duygudur.

Komutan o, Baycan.

Duşman – Sırdarya.

Amaç – az kayıplarla amaca ulaşmak.

Şimdi de soru: kumandanın, bu kadar büyük ordunun komutanın boş vakti olacak mı?

Hiç bir dakika, tabii ki! Rakamlar ve planlar üzerinde yalnız oturmaya değil de, bir de inşaat yapmaya gerekir. Marangozcular, kazıcılar, demirciler ekiplerini göndermeye, çadır kurmaya, kulüpleri ve sinemaları yapmaya, mutfak siparişlerini vermeye lazım – yani tek sözle, inşaatın açılışına hazırlanmaya lazım.

- Peki ya Gülnar? – arkadaşları ona soruyordu.

O, ne yapacağını bilmiyordu.

- Yok ya, ben böyle damadı alıp bırakırdım, - diyordu o çok ciddi. – şimdi olmazsa, ne zaman kız eğlensin ki. Diyelim ki o sinemaya gitmeye istedi, ama o gitmiyor- kiminle gitsin ki. Hem gücendirici, hem de arkadaşların önunde mahçup.

Bazen onlar yine de bir kaç saat ayırıyordular ve gezmeye gidiyordular. Genellikle bu geç akşam oluyordu, çünkü bunun için zamanları olsa da bile gündüz Kızılorda’da dinlenmeye mümkün değildir. Şehir içinde o kadar sıcak ki, o kadar boğucu ve bunaltıcı bir sıcak, ve onun için hayat sadece gün batışıyla başlıyor.

İşte o zaman Kızılordulular kendi şehir bahçesine giderler. Onlar çok severler onu ve onunla gurur duyarlar.

Ne kadar da garip olmasa da bu, ama kumlar üzerinde büyümüş bahçe gerçekten çok iyi. O gölgeli, güzel, onda çok ağaç var, çiçek tarhlarında güzel çiçekler büyüyor.

Bahçede daha bir dikkate değer bir şey vardı – harika Kızılorda’nun birası. Yerli vatanseverler Jigulevskiy biraya göre ona daha çok değer veriyordular.

Bir gün, park yoluyla gezdikten ve bu harika içeceğin tadına baktıktan sonra Gülnar ve Baycan nehire indiler.

Şehir kenarları karanlık, ıssız ve arıklarla kesilmişti. Geceleyin kanala düşmeme çok büyük marifet isterdi. Ama onlar bütün engelleri gayet iyi geçtiler ve nehire çıktılar.

Sırdarya bu yerde geniş ve sakindir: akşamleyin o kadar durgun ki, sadece su dalgalarına ve parlaklığına göre burda nehrin aktığını anlamaya mümkündü.

- Hadi tekneyle bir tur atalım, - teklif etti Gülnar. – Bugün kayıra gidelim. – Baycan, kayırın ne olduğunu bilmediği için o anlattı: - bu kum adasıdır. Onu nehir yığıyor. O birkaç ay tutuluyor, sonra ise aşındırılıyor ve bir iz bırakmadan kaybolur.

O zamandan beri kayır onların en sevdikleri yeri oldu. O ıssız, boş ve bu yüzden orda herhangi bir şey hakkında yüksek sesle konuşmaya mümkündü; yüksek sesle şarkı söylemek, gülmek, şiirleri bağırarak okumak. Genellikle o saatlerde Gülnar’ın kalbi açılıyordu. Ne sırları sevgilisine açmiştı o, ne kadar nazik sözleri onun için bulmuştu!

Baycan yüksek sesle Lermontov’u okuyoru -

Ve dolu genç hayatı ile

Sen insan, diğeri gibi

Her tatil gününü onlar nerdeyse böyle geçiriyordular. Ve aniden bunun tümü bozuldu! Telgram geldi – yapılacak güzergahın yerine komisyon geliyor. Demek ki çok yakında işler başlatılacaktır.

Onlar düşünmeye başladılar.

- Herhalde ZAGS’a gitmeye zamanı geldi, - dedi Baycan, - sonra bunun için zamanımız da olmaz. Ama düğünü ne yapacağız? Düğünü yapmak – üç günü kaybetmek demektir. O kadar zamanımız olmaz. Anatoliy Kondratyeviç ile danışalım.

Anatoliy Kondratyeviç’e gittiler.

- İşte çok iyi, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - çoktan zamanı geldi. Mutlu olun!

Bununla bütün iş bitti.

Ertesi gün Baycan ve Gülnar evlendiler, ve hemen ondan sonra Alma-Ata’dan komisyon geldi ve Baycan’ı acele ettirmeye başladir, hatta en mütevazı bir parti için zaman kalmadı.

Gece gündün mühendisler güzergahta bulunuyordular.

Önce Baycan çok özlüyordu hanımını. “İşte ne kadar zor hayat, diye düşünüyordü o. Beş sene düşünüp beklediğim kızla daha yakında evlendim ve işte...”

Bütün halklarda düğünden sonra ilk aya “balayı” diyorlar. Ama burda öyle oldu ki, tam bu zaman hanımıyla vakit geçerebilmek için bir dakika ayırıp bulmaya lazım.

Böyle oluyordu ki: öğle yemeği sırasında aniden kalkar, planı açar, dört pünezle onu masanın kapağına tutturur ve bir şeyler mırıldanarak ve hesaplayarak onun üzerine eğilirdi.

Önce Gülnar aydıngeri onun elinden kapıyordu ve somurdanarak söylüyordu:

- Sakin otur, lütfen. Masa başında çizimlerle uğraşmaya değil, yemek yemeğe lazım.

Ama böyle sadece ilk zaman idi. Sonra o kocasının tuhaflıklarına alıştı ve onun çalışmasını kolaylaştırmaya çalışıyordu.

Gülnar daha kızken annesini öldüren kanserı boğmak için bir ilaç bulmaya umit ediyordu. Enstitüde okuduğu tüm seneler içinde o sadece bu lanet hastalık hakkında düşünüyordu, ona çalışıyordu, onun hakkında okuyordu, sonra ise bir anda anladı: hayır, yeni hiçbir şey o keşfedemez. Kitaplarda yazılan herşey ünlü uzmanlar tarafından derslerde anlatıldı, tüm bunlar sadece sözler ve hipotezler. Ve şimdilik hiçbir şey yapamazsın.

Bu onu o kadar etkiledi ki, hatta hayal kırıklığı krizinde iken enstitüyü bırakmaya karar aldı. Ama zaman artık geçmişti! Burda da babası karıştı. O enstitüyü bitirdi ve doktor diplomasını aldı.

Gülnar artık cerrah, tümör uzmanı. Bu alanda, o başka bir korkunç, yenilmez bir düşman - onkologların adlandırdıkları karsinom ile karşılaştı. Ne kadar yol önerilmişti, ama nerden ve niye büyüyen korkunç tümör onlardan hiçbirinden korkmuyordu. Birçok şey ciddi beklentileri vermektedir, ama hiçbir şey şimdilik tedivi etmiyordu.

Diğer hastalıklarla uğraşırken, Gülnar duşmanını hiçbir zaman rahat bırakmadı, her zaman silah seçimini yapıyordu, gözetliyordu onu, deniyordu onu. Tutulması zor olan bu düşman bir gün mağlup edileceğini bekliyordu. Yalnız ne zaman ve kimin tarafından?

Ah, talihli Baycan! O kendi çılgın atını eyerledi ve o onun altında ne kadar da çırpınsa çırpınsın, ama katlanmak zorunda olacaktır. Sırdarya’yı durdurmak ve onun sularını bozkıra vermek – ölümü durdurmakla aynıdır.

İşte her iki kıyısında derin geçici ölüm ruyasında olan ölü ovalar uzanıyor. Onlara su vermek – onları diriltmek demektir.

Ve o kocasının hızlı ellerine bakıyordu ve düşünüyrdu: ikisi de ölümü yenmeye öğrenmişlerdi. O – klinikte, Baycan – cansız bozkırda. Ne ise, eğer kocası bu işi daha iyi yapiyorsa, onu kıskanabilir mi o?

Otelden Anatoliy Kondratyeviç’in evine taşındığı hemen ilk gün Baycan hanımına kağıt bir paket verdi ve dedi:

- As şunu duvara. Bu kanalın planıdır.

Ve işte plan duvarda. Gülnar dikkatle bakıyor ona.

İşte o – memleketin dolaşım sistemi! Ortasında kalp – Sırdarya. Ondan kalın atardamar ayrılıyor – kanalın merkezi ana hattı, her yöne dallanarak periferik dolaşım sistemi dağılıyor – küçük arıklar. Ondan kan akıyor. Bu kan hayat veriyor.

Bu, nerdeyse fizyolojik resime dikkatle bakarak Gülnar düşündü: “Hayat besleyici kan plazmasız olamaz. Sırdarya vadisi arıkların bu kan sistemi olmadan ölüdür. Onu içirmek canlandırmak demektir. Ve bütün bunun başında Baycan – benim kocam. Bu mutluluk değil mi?”

Ve Gülnar nihayet bunu anladığı zaman, Baycan’ı yemeği insan gibi yiyemediği için suçlamaya bıraktı. Tam tersine, onun bu ağır yükünü hafifletmek için tüm gücünü verdi.

Önemli bir gün geldi: hattın boyunda on bin kişiye göre öngörülen barakalar duruyor. Onların etrafında iki binden fazla branda çadırlar kurulmuştur. Çadırlardan biraz ötesinde mutfak ve yemekhaneler kuruldu. Kanalın sağ ve sol kolu boyunda üç baraka – her birisi bin kişiye olan külüpler güzellikleriyle dikkatleri çekmektedir.

Bölgede elektrik, radyo bağlanmış idi, telefon, elektrik ve telgraf telleriyle sarılmış.

Kütüphaneler açık, bakkallar ve tüketim mallar dükkanları çalışıyor.

İnşaatın tibbi bölümünü Gülnar yönetiyor, her bir sahada onun ilk yardım odası var.

Büyük miktarda inşaat malzemeleri de hazırlandı: ağaç, çimento, çiviler, kamış, ketmenler, kürekler, çapalar, küsküler, baltalar, burgular, balyozlar, iş sedyeleri v.s.

İl komitesi, inşaatın parti organizatörü olarak N’in ilçe komite sekreterini Rahmet Dyusembin’i, Komsomol örgütü başkanı olarak Daulet Sırbayev’i atadı.

Ağustosun başına doğru işçiler hatta toplanmaya başladılar. Uzak ilçelerden trenle geliyordular, yakın ilçelerden ise onları arabayla ve at arabasıyla getiriyordular. Trenleri Rahmet Dyusembin karşılıyordu ve arabayla işçileri sahalara dağıtıyordu.

İstasyonlarda ve büyük tren noktalarında orkestralar çalıyordu, propaganda ekipleri çalışıyordu, tiyatro oyunları gösteriliyordu.

Baycan, neşeli ve mutlu geziyordu.

Bu taşkın insan akışına o – inşaat müdürü değilse, başka kim sevinirdi: hem de nasıl bir akışa! “İşte. – düşünüyordu o, - Sırdarya akıyor. Boa yılanı gibi o boskırı sardı – taşkın, şiddetli, asi bir nehir! Biz ise kementle tutarız özgürlüyü. Muhtemelen o kementi arkasından çekmez, durur, boyun eğer. İrademize boyun eğdikten sonra, o sakinleştiği zaman işte altın gibi değerli bu su bozkıra akmaya başlar. Ve bahçeler oluşur, ekinlerimiz çiçeklenir, başaklar altınla dolar.”

... Belirlenen gün ketmenlerle silahlı kırk bin kişi tüm hat başında – birbirinden üç metre aralıklarla dizildiler. Ketmenler omuzlarında. Sinyal bekliyorlar.

Çalışmalar başlamadan önce miting. Hükümet üyesi inşaatın başlangıcıyla tebrik ediyor, işçi, parti örgütlerin temsilcileri hükümeti, partiyi, yoldaş Stalin’ı kanalın inşaat edileceğini, süresinden önce inşaat edileceğini temin ediyorlar.

Radyo onların sözlerini yuz kilometreden fazlasına uzayan bütün hatta yayıyor.

Orkestre Enternasyonal’ı çalıyor. Onun son kesilen seslerine hükümet üyesi ekliyor: “Oke syat”. Bu “Bol şans diliyorum demektir”. Aynı saniyede kırk bin çiftçi hep birlikte Ketmenlerini yere indiriyorlar.

İnşaat yöneticileri ana hattın baş kısmından - gelecekteki ana savağın inşaat yerinden üç kilometre uzaklığında idiler. Orda görkemli halılarla süslenmiş, her yerinde sloganlar asılı ekskavatör duruyordu. Şimdi o mitingte konuşma yapanlar için bir platform olarak kullanılıyordu.

Sabah erken idi. Güneş yeni doğmuştu.

Bu taraflarda gökyüzü gün doğumundan batımına kadar hiçbir yerde olmadığı gibi açık ve aydındır, ama bulutlar gece toplansa bile yine de sabah şafağında onlar dağılır. Ama bu sefer bulutlar kadifegibi ağırdı. Sanki kırmızı bayraklar gökten yere sarkıyormuş gibi görünüyordu. Ve çalı otları, alçak ağaçlar – bu kıpkırmızı bulutlardan etrafta her şey de kırmızı görünüyordu. Serap gibi uzak Tue-moyın, azgın kıpkırmızıyla yanıyordu.

İnşaatçıların üzerinde gökyüzünü, yeri, nehiri ve insanları sarmış ağır kırmızı bayrak asılıydı. Onların etrafında halı ve sloganların kıpkırmızı alevler taşıyordu.

Konuşmalar yapıldığı zaman, Anatoliy Kondratyeviç birden bire farketti – Sırbayk eskavatör üzerinden indi ve hızlıca ayrıldı.

- Nereye gidiyorsun? – fısıldayarak sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- İşim var, - bir kelime ile cevap verdi Sırbay.

- Ne işi olur şimdi? – şaşırdı Anatoliy Kondratyeviç.

Güçlü radyo ekipmanının kükremesini dikkatle dinleyerek, o Sırbay’ı izlemeye devam ediyordu.

Küçük bir insanlar grubu ekskavatörün yakınında yatan besili deve, Kazaklar dedikleri gibi erkek-bur etrafında dolup taşıyordular. İşte onlara doğru yürüdü Sırbay.

Bütün halklarda eski bir adet var: inşaatta bulunan en saygıdeğer insan ilk kazığı çakar, ilk taşı koyar. Kanal inşaatçıları da bu adedi izlemeye karar verdiler.

Gelecek inşaatın ilk kazığını çakma hakkını onlar Sırbay’a verdiler. O ise bunu ilk savağın projelendirilmiş yerinde yapması gerekiyordu.

Bu eylemin tören düzeni de düşünülmüştü: inşaatın yöneticileri Sırbay’a yaklaşıyorlar, onu elinden tutuyorlar ve ilk kazık çakılacak yere götürüyorlar.

Anatoliy Kondratyeviç bir türlü anlamıyordu, nasıl da oldu Sırbay birden bire bütün tören düzenini bozdu, eskavatörden indi ve bir yere gitti – yolun ortasında yatan siyah tüylü deveye doğru.

Aniden bir düşünce, çok rahatsız edici bir düşünce Anatoliy Kondratyeviç’in aklına geldi. O hızlıca indi, nerdeyse koşarak indi eskavatörden ve Sırbay’ın arkasından koştu.

İşte onun hatırladı şudur. Daha erken ergenlik çağında o ihtiyarların hikayelerini duymuştu: “Falanca, beyin soyadı söleniyordu ve mutlaka soylu olanın, iş başlamadan önce aygırı veya boğayı keserdi, diğeri ise – keçi veya koyunu.” Bu antik asırlık kutsal gelenek böyledir. İşi başlıyorsan – kanlı kurban getir.

İnşaat hakkında soru olumlu olarak çözüldüğünde Sırbay kurban hakkında düşünmeye başladı. Bunun hakkında çiftçilerle konuştu, sonra Anatoliy Kondratyeviç’ten sordu.

- Böylece kimi kesmeyi düşünüyorsun? – sordu yaşlı mühendis.

- Buru.

- Buruyu?

- İşte, niye şaşırıyorsun? Çiftliğin burusunu değil, bana ait olanı. Benim iki devem var – onlardan birisini kurban olarak getireceğim.

Anatoliy Kondratyeviç merak etti, neden deve, hem de siyah deve – erkek? Ve itiraz etmekten önce o sordu:

- Ama neden buru? İşte keçi, koyun, boğa, bunu ben daha anlarım. Öyle adet, tamam, var, ama buru... Hayır, hayır böyle bir şey duymadım. Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı.

- Oldu, oldu! Kokand hanın valisı arığı yapmadan önce buruyu kesti. Neden deveyi? Çünkü bozkırda bu hayvandan daha da temizi yoktur. Onun eti iyidir. Onu her zaman yemeye mümkündür!..

- Demek ki sen bunun için buruyu kesmeye karar verdin? – sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Bilmiyorum. Zaman gösterir, - kaçamaklı cevap verdi Sırbay.

Anatoliy Kondratyeviç çocukluğundan beri arkeoloji ile ilgileniyordu. O biliyordu, bütün tarihi binalar – kiliseler, saraylar, camiler sadece kanın üzerinde değil, hatta insan kemikleri üzerinde inşaa edilmişlerdir. Yunanistan’da ise bu güne kadar bir inanç vardır: kanlı kurban daha olmayan inşaat sahasına ilk gelen aynı sene ölür. Onun için inşaatçı işe başlarken muhakkak koyunu keser, koyunu yoksa sadece tavuğu keser, onun kanını ellerine sürer ve sadece bundan sonra işe başlar.

Anatoliy Kondratyeviç, Kazak’ların yeni inşaatlarda koyun, keçi veya başka bir küçük baş hayvan kestiklerini kendisi de görmüştü. Ama devenin kesildiğini hiçbir zaman duymamıştı.

Sırbay’la konuşurken aklına başka bir şey geldi.

Kara-bura Rusça siyah deve, erkek deve demektir. Ama bu sözün sadece bir anlamı, ikincisi ise - büğet, baraj, yalnız özel niteliğinde bir baraj.

Onu şöyle yapıyorlar: uzun kalın halat örüyorlar, yerin üzerine onları yan yana seriyorlar ve kamışla kapatıyorlar. Sonra tüm bunları önceden iyice sulanmış toprakla kapatıyorlar. Daha sonra bunlar kalın halatlarla bağlanıyor. Paket oluşuyor - iki ya da üç insan kolanı kalınlığında bir paket.

İşte bu kara deve – kara-bura. Onunla arıkları bent ediyorlar. Kazak bozkırlarında kara-bura bent tarzı çok popülerdir. Diyorlar ki, böyle toprak paketlerinden yapılmış bentler aşınmayı bilmez.

Anatoliy Kondratyeviç bu yöntemi biliyordu ve inanıyordu ona. Şimdi bile o damadına kara-bura yöntemini bentlerin bazı yerlerinde kullanmaya tavsiye ediyordu.

Onun için Sırbay siyah deve hakkında konuşmaya başladığı zaman, o inşaat işlerine dalmışken bu çoktan tanıdığı bir kelimeyi, hatta teknik bir terimi, özel figüratif anlamı olan bir söz olarak algıladı. Antik çağlarda arığı kazmaya başlarken, siyah deveyi kurban ediyordular. Sonra adedin adı çağrışımla inşaat malzeme adına, inşaatın kendisine yayıldı ve bu tür bendi kara-bura adını taşımaya devam ediyordu.

Bütün bunları düşününce, Anatoliy Kondratyeviç antika bozkır sulamanın bu teknik terimin tamamen kaybolan, ama net anlamını bulduğunu birden bire anladı.

Başka bir durumda bu beklenmedik bir keşfine sevinirdi ve hatta bölgesel gazeteye küçük bir makale yazardı. Ama şimdi tarihsel dilbilimi ile işi yoktu. Duyulmamiş utanç verici iş başlatılıyordu: onun eski dostu pagan zamanların en barbar töreniyle – kurban kanıyla sovyet inşaatını lekelemeye istiyordu.

Ve bu işin en beklenmedik ve en dezavantajlı sonuçları olabilirdi. Sadece düşünün: ilerici çiftçi kanlı kurban getiriyor ve bunu kendi evinde değil, kapalı kapısı arkasında geceleyin değil, gündüz halk kutlamaları günü yapıyor. Demek ki evrensel örnek ve taklit içindir. İşte yaşlılar derler: “Sırbay’a izin var, neden biz yapamayız? O açık açık kurban kesti, biz ise koyunu kesemiyoruz. Nerede burda adalet?” Ve Anatoliy Kondratyeviç tartışmaya başladı. O Sırbay’a kendinin tüm fikirlerini anlattı ve sonunda buruyu kesmeye izin vermeyeceğini kesin bir dille söyledi.

O konuşurken, Sırbay duruyordu, hiçbir şey demiyordu, yere bakıyordu ve duşunuyordu.

- İyi, - kaçamaklı bir cevap verdi o, - bakarız. Orda bakarız.

Böylece hiçbir şeye karar vermeden onlar ayrıldılar.

Sırbay ise bu arada düşünüyordu: “O zaman öyle kesmeye lazım ki, kimsenin haberi olmasın ve kimse görmesin. İki-üç ihiyara söylerim, onlar bana yardım ederler, başka kimse de lazım değil.”

O zamandan beri çok vakit geçti. Anatoliy Kondratyeviç bu konuşma hakkında da, kurban hakkında da unuttu. Ve sadece şimdi, Sırbay ekskavatörden indiğine ve aceleyle deveye yöneldiğinde, o endişeyle düşündü: “Ah seni inatçı! Onu durdurmaya lazım.”

Bura semiz, besili idi. Hem de nasıl! Bütün kış Sırbay onunla uğraştı. Uzmanlar belirlediler: bu devenin sadece hörgüçlerinde toplanan yağ en az on pud yapar.

Kutlamanın arifesinde, daha geceleyin Sırbay buruyu belirlenen yere getirdi ve onu çukurun yanına bağladı, sonra onu yatmaya zorladı ve köstekledi. Buru yerinde yatsın, onu kestikleri zaman kanı direk çukura akar diye düşünüyordu Sırbay.

Bu çukurun da kendi hikayesi var. Sırdarya vadisinde bir çok okpan var, yani yeraltı boşluklarıdır. Eğer arık yapıldığında böyle bir okpan ortaya çıkarsa - bent çek ve kaç! Yine de su toprağa gider. Nerde, hangi yerde okpan olacağını sadece tecrübeli mirab belirleyebilir. Ancak eğer o derse burda okpan var diye, en iyiysi kazma bile, çünkü boşuna emek olur.

Sırbay bir bakıştan belirliyordu nerde arık için kazmaya lazım, nerde çalışmaya bile gerekmez. Okpanlara gelince, o onların varlığını tamamen görünmez ve sadece ona bilinen özelliklere göre tanır, ama her zaman doğru. Kanal inşaatçıları Sırbay’ın danışmanlığından sık sık yararlanırdılar. Plana göre kanal Darya’nın nehir kıvrımlarından birinden başlanmalıydı, tuhaf şekli için Kustumsık – kuş burnu olarak adlandırılmıştı. Ama Sırbay, Kustumsık hakkında konuşma başlatıldığında aniden itiraz etmeye başladı.

- Hiçbir şey çıkmaz, - dedi o. – Gerçi, döşemek için bundan daha iyi yer bulunamaz, ama bakın: yuksek kıyılar, dik inişler, aşağıda çukurlar, demek ki burda muhakkak okpan olur.

- Boşuna konuşmayın, - ona elini salladı Baycan.

Ama Anatoliy Kondratyeviç başkaca düşünüyordu.

- İhtiyar ne dediğini biliyor, - dedi o Baycan’a. – Zemini iyice yoklamaya lazım, bunun zararı olmaz. Deneme çukuru yaparız.

Yaptılar. Çukur yerinde geniş ve derin uçurum çıktı.

Herşeyi gömmeye gerekti ve döşeme yerini yedi kilometreye kadar yukarıya taşımaya gerekti. İşte burda ilk çukur kazılmıştı, ilk kazık çakılmıştı.

İşte buraya daha sonra Sırbay kendisinin sadık sakallı devesini getirdi.

- Nasıl, aksakal, bu yer Kustumsık’tan daha iyi mi? –Sırbay’dan mühendislerden biri sordu. .

- Hayır, - cevap verdi Sırbay, - daha da kötü. Kustumsık gibi yer başka bulunamaz. Eğer onu lanet olası okpan harap etmeseydi, kanalımızı ordan başlatsaydık. Fakat, burda da fena değil...

Müdürlerin hiçbirinin Sırbay’ın kurban getirme planı hakkında haberleri bile yoktu. Çiftçilere de Sırbay kendi planlarını anlatmadı. Sadece kendi akranlardan birkaçına her şeyi anlattı, ama ses çıkartmamaya sıkı sıkı tembih etti: “Bakınız, kimse hiçbir şeyi bilmemeli. Ne biçim kurban olur bu eğer ona bütün sokak dikilip bakarsa. İşte miting biter, o zaman da başlarız.”

Miting bitti. Hükümet komisyonu temsilcileri kürsüden inmeye başladılar ve Sırbay kendi yardımcılarına emir verdi:

- Buruyu yıkın!

Buru delice bağırıyordu ve çırpınıyordu. Hem de nasıl! Yaklaşık on kişi onun alt dudağınan geçirilmiş ipi çekiyordu. Devenin başı arkaya atılırken, o umutsuzca ve çok sesli bağırıyordu.

Bu ara Sırbay (o, uzun bir kezdığı - Kazak bıçakların bir türü, hazır tutarak sıvanmış kolları ile duruyordu) iki elini öne uzattı ve dua yaparak konuşuyordu:

- Ya Rabbim! İşimiz hayırduvalı olsun! Bu arık onun kurulduğu günden ititbaren ve sonsuza dek tüm insanlara ve hayvanlara mutluluk ve bolluk getirsin!

Bunda sonra Şeriat’ın kutsal kanunlarına göre o yanaklarını elleriyle sıvamalıydı. Ama yanakları gözyaşlarıyla sulandı ve ellerine yüzüne getirdi, tuttu onları biraz ve indirdi. Böyle yaşlar silinmezdi.

Sonra o uzun ve keskin bıçağını kaldırdı ve tam net hesaplanmış hareketiyle hayvanın boynu üzerine elini kaldırdı. Eli sağlam, gözü keskin idi ve o tabii ki tutturamamayı yapamazdı. Ama onu arkadan tuttular ve ihtiyarın güçlü eli havada kaldı.

Siyah deve kül renkli yumuşak dudaklarıyla sakince çiğniyordu ve doğu güzelin siyah gözleriyle Sırbay’a yan bakıyordu.

Sırbay öfkeyle döndü. O Anatoliy Kondratyeviç’i, Daulet’i, hükümet komisyonu üyelerini gördü, onlar duruklayarak mühendisin ve yaşlı mirabın teke tek çarpışmalarına şaşkınlıkla bakıyordular.

- Bırak, hemen bırak! – yavaşça ve öfkeyle dedi Sırbay.

- Bırakmam, - aynen yavaşça cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

- Neden?

- Dinle, - kesinlikle dedi Anatoliy Kondratyeviç ve heyecandan birden bire kızardı bile. - Sana ne bu deve? İşte benim boynum, al, kes onu!

- Nasıl olur? – şaşırdı Sırbay.

- Ya öyle. Sen bir düşün sadece, bana ne yapıyorsun? Ben seni her yerde övüyorum, senin ne kadar iyi bir insan olduğunu anlattığımda söz bulamıyorum, sen ise kanlı kurban getiriyorsun mu? Demek ki, çağımızdan kaç sene gerisinde kaldın? Hangi ülkede sen yaşıyorsun, ihtiyar? Ya kendin de sen kimsin? Şaman, falcı veya dürüst emekçi misin? Hükümet komisyon üyeleri şimdi ne derler? Anatoliy Kondratyeviç, iyi bir arkadaşın varmış derler! Ya kendin de ne biçim adamsın, eğer 30 senelik arkadaşlık içinde ona hiçbir şey öğretemedin, öylesine de vahşi adam olarak bıraktın.

Sırbay ağır ağır nefes alıyordu, ama artık kurtulmaya çalışmıyordu.

- Ve bu sana son sözüm, - net ve açık dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Bıçağını hemen at ve sovyet inşaatını kanla açmaya mümkün olduğunu aklından çıkar. Şimdi deveyi değil, arkadaşlığımızı kesersin. Duyuyor musun!

- Duyuyorum, elimi bırak! – rica etti Sırbay yavaşça ve artık uysalca ekledi:- dediğin gibi olsun.

Anatoliy Kondratyeviç onu bıraktı.

Hükümet komisyon üyeleri yanaştılar. Başkan, kırmızı bayraklı ufak bir kazığı getiriyordu. Bu bayrakla ilk bendin temel atma yerini belirlemeye gerekiyordu.

- İhtiyara verin, - rica etti Anatoliy Kondratyeviç.

Komisyon başkanı Anatoliy Kondratyeviç’e ve Sırbay’a sorgularcasına baktı. O hiçbir şey anlamadı. Onun tam önünde bağlı deve yatıyordu. Sırbay utanarak bir şeyler mırıldıyordu ve bıçağını saklıyordu.

- Kazığı buraya verin, - tekrarladı Anatoliy Kondratyeviç.

Komisyon başkanı gülümsedi ve Sırbay’a kazığı uzatı.

Sırbay onu iki eliyle dikkatle aldı, çukura indirdi ve kapatmaya başladı. Burda olan herkes bir avuç toprak alıyordu ve onu çukura doküyordu.

Sırbay bayraktan uzaklaştı. O, sıtma nöbetine tutulmuş gibiydi, dudakları titriyordu ve o hep tekrarlıyordu: “Ah Rabbim, ah Rabbim!”

Baycan eskavatör üzerinde durarak, birden kırmızı mendili salladı. Güçlü bir uğultu ile orkestra cevap verdi. İşçiler ketmenlerini kaldırdılar.

Kırk bin ketmen! Asil mavimsi çelikleri güneşte parladı, kırk bin esmer kol onları sert bozkır toprağına indirdi.



Altıncı Bölüm

KAYIP PROJE


İl komitesi, İl su kaynakları Müdürlüğü’nden inşaat yöneticisi olarak tahmin ettikleri insan hakkında düşüncelerini isterken, Müdürlük ilk önce onu, Anatoliy Kondratyeviç’i teklif etti. Bu, bir çok konuşmalara neden oldu. İl su kaynakları Müdürü ile özel konuşma sırasında İl sekreteri dedi

- Tanıtımınız hakkında size ne diyeceğimi bilmiyorum. Tabii ki, tüm inşaat projesi için temel olarak arkadaş Polevoy’un projesi alındı, ama ihtiyarı baş mühendisi olarak, yani hattaki bütün işlerin direk yöneticisi olarak atamaya ... Karşı olan çok fazla düşünce var...

- Mesela? – sordu İl su kaynakları Müdürü

- Arkadaş Polevoy artık yaşlı, ama burda gece gündüz hatta bulunmaya, günlerce uyumamaya lazım. Böyle bir yükü o nasıl taşır? İkinci bir düşünce var ve daha da önemli olan.

- Yani?

- Biz Polevoy’u bizim sulama sisteminin yeni bir tesis projesinin çalışmalarında kullanmak isterdik. Ön çalışmalar yakında bitirildi, onların araştırmasını yine de Anatoliy Kondratyeviç yaptı. Böylece bu projenin başı o olmazsa, kim olur. Kısacası – ben onunla şahsen konuşurum.

Bu özel konuşma ertesi gün oldu.

Bu düşünceleri dinledikten sonra Anatoliy Kondratyeviç dedi:

- Peki, ne yapalım, iş açık ve nettir. Tabii ki, en önemlisi – barajın inşaatı. Demek ki kanalı yapmaya da, projeyi de hazırlamaya gerekir. İşte bu kadar.

- Yani, tek başınıza bunlarla baş edebilir misiniz?

Polevoy gülümsedi.

- Yanı nasıl tek başıma? Tek başıma olsaydım bu işi yapmaya kalkışmazdım. Yalnız değilim, yardımcılarım çok, onları sadece yönetebilmeye lazım. Kalanla ilgili ise, - o güldü, - siz biliyorsunuz – “yok öyle kale”...

İl komitesinin sekreteri başını sallaı. Anatoliy Kondratyeviç’in bu yeni teklifi – iki işi de yönetme – büyük soru işaretini yaratıyordu. Kızılorda barajın inşaatı o kadar büyük önem taşıyan bir iş olarak görünüyordu ki, kanalın inşaatı onun yanında soluk kalıyordu. Tam da bu nedenle yaşlı mühendisin kanal inşaatıni bırakıp, kendini proje geliştirmesine adaması daha fazla anlam taşırdı.

- Peki, ya eğer gücünüz yetmezse? – dedi sekreter. – Yok, yok, yanlış anlamayın. Ne kadar güçlü bir pehlivan olduğunuzu biliyorum. Ama yaşımız artık geçiyor. Yatalak olsanız, baraj projeiyle ne olur o zaman?

- Biliyorum, biliyorum, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç. - Ama bir düşünün bakın: inşaattan nasıl gidebilirim eğer bu kanalın projelendirmesi için bu kadar sene, hayatımın en iyi yıllarını verdiysem... bütün gençliğimi!

Polevoy düşünceye dalarak sustu.

- Öyledir bu, Anatoliy Kondratyeviç, ama, - İl komitenin sekreteri yaşlı mühendisi elinden alı, - Fakat Stalin adlı kanal da sizin eseriniz.

- O zaman dinleyin beni sonuna kadar. Evet, doğru, Stalin kanalı dediğiniz gibi benim eserim, özellikle benim. Sanırım burada abartı yok.

- Yok, yok, - gülümsedi İl komitenin sekreteri, - hiç bir abarti yok. Kanal sizin eseriniz.

- Peki, nasıl olur da aniden çocuktan uzaklaşırım, hem de onun erginlik yaşına girme arifesinde! Ben onu doğurdum, ben onu buyuttum, insan ettim, onun onuruna yapılan bir şölende benim için yer bulunamaz mı? Neden özellikle ben – onun babası – bu büyük şölene davet edilenlerin, misafirlerin arasında olmamalıyım? Ya bu benim beynim, benim kanım ve benim çocuğum!..

İl komitenin sekreteri sıkı sıkı düşündü. İhtiyarın duygularını anlıyordu, ama... Eğer barajın projelendirmesi Anatoliy Kondratyeviç’siz yapılamazsa, o zaman inşaatta bu kadar zaten ona ihtiyaç olmaz. Orda şimdi sadece iyi akıllı uygulayıcılar lazım, onlar da yeteri kadar bulunur. Ama baraj araştırmaları ve onun bütün çizimleri... Polevoy’dan başka kim bunu yapabilir?

Ve İl komitenin sekreteri ihtiyarı yine ikna etmeye başladı.

- İki işin de, - diyordu sekreter, - zarar görmemesini hayal etmeye bile imkansız eğer onların uygulama işini aynı kişi yapacaksa. İş çok büyük kapsamlı, iki tesis yöneticisinin görevleri çok çeşitlidir – inşaatta ve proje büronun masa başında. Düşünün, Anatoliy Kondratyeviç en önemlisi yine de iş, işin başarısı, ama hiç te kişisel bencilliği değil. Duygularınız oldukça anlaşılır ve sizi onurlandırır, ama bunun yanında ...

İhtiyar birden bire güldü.

- Canım benim, - dedi o. - Benim görevlerim çok çeşitli olacak ve ben yapamam güya. Peki, bir şey sorabilir miyim sizden: hiç olmasa kendinizden emin misiniz, kendinize inanıyor musunuz?

- Ne? ne? – hatta fırladı sekreter.

- Kendinize inanıyor musunuz? İnanıyorsunuz değil mi?

- Evet, inanıyorum, - şaşkın şaşkın omuzunu silkti sekreter. Konuşmanın böyle beklenmedik dönüşümüne o cidden şaşırmıştı.

- Siz İl komitenin birinci sekreterisiniz, değil mi?

- Evet.

- Evet, siz İl komitenin birinci sekreterisiniz, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç. – Ve sizin asistanlarınız ve yardımcılarınız var - sanayla ilgili yardımcınız var, tarım inşaatı ile ilgili yardımcınız var, kültür ile, ticaret ile, bütün konularda yardımcılarınız ve asistanlarınız var. Ama yine de hem fabrikaları, hem kolhozları, hem kültürü de siz yönetiyorsunuz...

- Ama sizi bir türlü tam olarak anlayamıyorum...

- Beni sonuna kadar dinleyin. Şimdi herşeyi anlarsınız. Demek herşeyi siz yönetiyorsunuz, ve az çok büyük olan hiçbir faaliyet sizin bilginiz olmadan yapılamaz. Eğer siz bunların bütününü başarabilseniz, size onur ve şeref, yapamazsanız...

- O zaman beni sekreter görevinden atarlar ve bu kadar, - hafiften omuzunu silkti sekreter.

- Kesinlikle haklısınız. Ve sadece görevden atmazlar, bir de iyice azarlarlar. Patronun gözü hep üzerinizde olur. Partinin güvenine layık oluğunuz için partinin MK’si sizi görevde bırakıyor. Öyle değil mi?

- Öyledir, ama neden bütün bu soruları soruyorsunuz? Ya biz benim işim hakkında değil, sizin projeniz hakkında konuşuyoruz...

- İşte buna biz yaklaşıyoruz. Çok iyi. Siz iyi bir yönetici ve bolşeviksiniz. Ama ben de iyi bir bolşeviğim ve ben de iyi bir yöneticiyim. Veya belki de parti üyesi olmadığım için siz bana güvenmiyor musunuz? Ama o zaman bu çok saçmadır ve... ve... iyi değildir.

Anatoliy Kondratyeviç arkasını döndü.

- Ya hayır, hayır, - fırladı sandalyesinden sekreter. - Hayır, hayır. Biliyorsunuz ki ne kadar size değer veririz. “Parti üyesi olmayan bolşevik”, işte böyle diyor arkadaş Stalin sizin gibi insanlara. Ya da siz yalan söylediğimi mi düşünüyorsunuz? Yani gözünüz içine bakarak böylece söylüyorum, ama farklı düşünüyorum... Ama siz kendiniz söylediniz ki benim akıllı ve dürüst parti yöneticisi olduğumu. Demek ki, kimin ne olduğunu biliyorum.

- Hiç şüphem yok, - barışça gülümsedi Polevoy. – Siz gerçek bir bolşevik ve dürüst yöneticisiniz. Ama ben de bolşeviğim ve ben de dürüstüm. Ve eğer öyleyse, bütün zorluklardan geri çekilmem imkansızdır. Bakın, kaç ve tamamen farklı olan iş alanlarını kendi kadronuz yardımıyla yönetiyorsunuz, ve her şey iyi. Her şeyi başarıyorsunuz. O zaman neden bana inanmaya istemiyorsunuz? Ben de her zaman işimin üstesinden geliyorum.

- Tamam, - güldü sekreter. – Fes ediyorum. Kendiniz seçin.

- Ben hem kanal inşaatını, hem de barajın projelendirmesini seçtim. Orda baş mühendisi olurum, burda ise proje büronun müdürü.

- Çok iyi. – kısaca dedi sekreter. - Ben razıyım.

Bu konuşmadan üç gün sonra karar alınmıştı.

- Ne ise, - düşünüyordu sekreter kararı imzalarken. – Hatta işler yoğun iken, Polevoy proje ile fazla ilgilenmez tabii ki, ama kışın işler üç-dört aya kadar durdurulduğu zaman o kendi hesaplar başına oturur ve herhalde böyle daha iyi olur.

Ama Anatoliy Kondratyeviç her yerde yetişiyordu, o hatta da her gün bir-iki saat bulunuyordu, hem de masa başında bütün gece oturuyordu.

Belki de o dayanamazdı eğer bir sebep olmasaydı.

Oblvodhozda proje bürosu vardı – işte o Sırdarya vadisinin sulama tesislerin bütün inşaat hesaplarını yapıyordu. Anatoliy Kondratyeviç , bu büronun müdürünü 40 seneden beri tanıyordu.

İl komitenin sekreteri ile konuştuktan sonra o geldi ve ona her şeyi anlattı.

- İl komitesinde ne deseler desinler, ben hepsibir kendi dideğimde ısrar edeceğim, - diyerek hikayesini bitirdi o. – Diyorlar yaşlıymışım, başaramam, ben ise çok iyi başarırım diye düşünüyorum, çünkü benim arkadaşım var. 40 sene birbirimize yardım ettik, şimdi de beni yarı yolda bırakmayacaktır. İşte bak: bana yardım etsen – iki işi de yapmaya kalkışırım, hayır dersen – sadece inşaatta çalışırım, barajı ise başkasına veririm. Ama bu barajı elimden bırakmaya benim için çok üzücüdür. Karar ver, arkadaşım! Artık her şey sana bağlıdır!

- Ben seni yarı yolda bırakmam, - ciddi ciddi cevap veriyordu eski meslektaşı. – Ne karar verdiysen, öyle de yap. Genel hesapları kendine al, bütün evrakları ben hazırlarım. Birbirimizle danışırız, belki de o zaman kanalı da, barajı da yaparsın. Yap, korkma.

Ve Anatoliy Kondratyeviç üstlendi.

Bir ay sonra işler başlatıldı.

Eski meslektaşı kendi sözünü tuttu. Ama Anatoliy Kondratyeviç bir türlü sakinleşemiyordu. O tüm detayları kendisi inceliyordu, her şeyi görmeye, her şeyi şahsen kontrol etmeye istiyordu.

Evet, sekreter söylediği gibi baraj inşaatı kanal yapımından daha da çok önemli bir işti. Bunu rakamlarla kanıtlamaya kolaydı.

Kanal inşaatı bittikten sonra, bölgenin ekin alanı on bin hektar kadar artıyordu. Baraj ise bütün ekinleri dört milyon hektara - devasa rakamlara kadar çıkarıyordu.

Baraj, Kızılorda’dan 25 km ötesinde yapılıyordu. Burda nehir eski yatağına yönlenerek dik bir viraj yapıyordu. Dev bir yay oluşuyordu. Bu yayın iki ucu arasındaki mesafe 15 km idi. İnşaatçıların görevi bu yayı nehirin yeni yatağıyla bağlamaktı ve bu yerde barajı kurmaktı. Hesaplara göre bu barajın kanalı Stalin adlı kanalın genişliğine göre 5 kat daha da geniş olmalıydı, ve bu kanalın yarım kilometrelik genişliğinden çapraz geçen baraj da yarım kilometreye eşit olacağı demekti.

Anatoliy Kondratyeviç geceleri uymuyordu, projenin en küçük detaylarını inceliyordu, her şeyi kontrol ederek ve düzelterek sabaha kadar masa başında oturuyordu. Ancak bundan sonra büro nihai versiyonunu hazırlamaya başlıyordu.

Sonbahara doğru yeni inşaat planın genel şeması büyük ölçüde tamamlanmıştı.

Bozkırlarda diyorlar: tek şeyden bıkmazsın – kendi çocuğundan. Anatoliy Kondratyeviç kazığı bütün kanallarını kendi çocukları gibi görüyordu, ama onlar sevecen babasından uzun zamandan beri ayırılmış olan ve ona ihtiyaç duymayan çocukları idi. Baraj – bambaşka bir iştir. Bu onun en seviği küçük kızı idi.

Ya Stalin adlı kanal ise? Tabii ki, şimdi artık onun işini başka mühendisler - onun öğrenciler, genç, güçlü hidrologlar, inşaatçılar sonuna kadar götürürler diye söyleyenler haklıdır. Ve yaşlı mühendis yeni dev barajın çizimlerine komple dalarak, kendisi farkında olmadan inşaattan gittikçe uzaklaşıyordu.

Bu değişikliği ilk Baycan fark etti.

Kanal inşaatın ilk günlerinde Anatoliy Kondratyeviç hattın yanında kendisi için kil ve kamıştan yapılmış küçük bir külübe koydurdu, oraya kendi teknik resim masasını taşıdı, onun üzerine bütün planları koydu ve dedi: bu benim çalışma odamdır.

Deneyimli insanlar diyorlar ki, uyku yaşlılıkla arkadaşlık yapmaz. Bu sebepten mi dolayı, yoksa kanalda her yerde sahip gözü gerektirdiği için mi, ama ilk aylar Anatoliy Kondratyeviç az uyuyordu, nerdeyse hiç uyumuyordu. Hem de bunun için nerden zaman bulunabilirdi ki, eğer yaşlı mühendis gündüzlerini inşaatın dışında, çalışma odasında veya şehirde geçiriyordu, gece ise mutlaka hatta oluyordu. Genelde atla gidiyordu, arkasından ise fenerlerle grup başları ve ustabaşları geliyordu – sahip gün içinde yapılan işleri teslim alıyordu.

Anatoliy Kondratyeviç gerçekten sıkı bir sahiptı. Ne kadar doğru, neredeyse cetvelle inşaatçılar onun çizimlerini uyguluyordu, o hiçbir şeye inanmıyordu. Attan iniyordu ve şerit metre ile, bazen sadece adımlarla gün içinde kazılan arık yatağını ölçüyordu. Ve eğer bir yerde sapma karşılanıyorduysa onun hemen giderilmesini talep ediyordu.

Hatta gibi o kadar da sık o barajların inşaatında görünüyordu. Ve burda da her şeyi inciliyordu, her şeyi ölçüyordu, kendi ayarlamalarını yapıyordu ve düzeltilmesini talep ediyordu.

Ama Anatoliy Kondratyeviç hafriyat işlerin sadece ilk günlerinde gündüzlerini ve gecelerini böyle geçiriyordu. Sonra her şey değişti. Anatoliy Kondratyeviç birden bire bir haftaya hattan tamamen kayboldu. Artık gündüz gece kendi çalışma odasında idi.

- Yoruldu ihtiyar, - düşünüyordu Baycan. – Ne ise iyi, dinlensin biraz. Kendimiz de hallederiz şimdi.

Çok geçmeden inşaat müdürü yanıldığından ikna oldu: gece gündüz garip çalışma odasında ışık yanıyordu, gece gündüz Anatoliy Kondratyeviç çizimleri ve aydıngerin üzerinde oturuyordu. Çizimlerin neler olduğu konusunda Baycan tesadufen öğrendi.

Bir gün, hanımıyla hattı dolaşırken, o ihtiyarın alacığına uğradı. İhtiyar masa başında oturuyordu ve arıtmometreyi tıklıyordu, masa üzerinde, sandalyelerde, duvar boyunca raflarda, her yerde, hatta yerde de, mavimsi aydıngerler yatıyordu.

- İşte sana! – ellerini açtı Baycan. – Biz birinci aşama çalışmalarını bitiriyoruz, siz ise hep projeleri gözden geçiriyorsunuz.

- Bu kanal değil, - cevapladı Anatoliy Kondratyeviç ve sandaliyeden kalkarak öyle bir uzandı ki, kemikleri çatırdı. – Bu Kızılorda barajı.

Baycan ağzını bile açtı.

- O zaman bu ihanet, öğretmenim! – dedi o ateşle. – Nasıl olur ya? Çok önce mi siz dediniz, kanal inşaatı - hayatınızın işidir diye, sizin onu ne olursa olsun asla değişmeyeceğinizi, ya şimdi...

- Yanlış söylüyorsun, canım, - aniden kızdı ihtiyar. – İyi konuşmuyorsun sen! Kendi işime – Sırdarya çölün fethedilmesine – ihanet etmedim de, etmiyorum. İşte bu hayatımın esas amacıdır. Bu onun üzerinde ben gece gündüz oturuyorum, ama bu kanal mı olur, baraj mı, hepsi bir değil mi?

- Öyledir, ya aşırı yorgunluğa dayanmayıp ta yıkılsanız, iyi mi olur bu? İnşaatla ne olur? Hiç olmazsa bunun hakkında düşünseydiniz?

- Korkma, küçük değilim. Her şeyi düşündüm ve karar aldım, dayanarım.

Bununla konuşmaları bitti.

Gülnar, babasının planı hakkında kocasının bildiğinden tabii ki daha da çok biliyordu, ve Anatoliy Kondratyeviç’in dayanabileceğinden, yıkılmıyacağından hiç bir şüphesi yoktu. Korktuğu başka bir şeydi.

Anatoliy Kondratyeviç unutkan bir insan idi. O kadar dağınık ve unutkandı ki, onun hakkında fıkralar anlatıyordular. O atın üzerine eyeri de tersten koyabilirdi ve bir çizimin yerine sık sık bambaşkasını alıyordu ve götürüyordu, hatta bir sefer gömleği tersten giyerek işe geldi. Çizimi kaybetmeye, bir yerde onu unutmaya, onun için hiç bir şey değildi. Daha önce bir sefer, üzerinde birkaç yıl boyunca çalıştığı evrakları ve hesaplamaları olan klasörü bir yerde kaybetti. Bu klasör öylesine de bulunamadı. Bütün aile için bunun ne kadar büyük bir felaket olduğunu Gülnar hatırlıyordu. Ya babası şimdi de bu kağıtları kaybederse, çünkü onları yanında her yerde taşıyor o...

- Bu aydıngerleri taşımaya ne gerek var sana, - dedi o, - felaket için çok mu lazım? Kendi proje büronda çalışsaydın sen.

- Şehirde sadece zaman zaman oluyorum, bu iş ise fazla zaman gerektirir, - asık suratla dedi Anatoliy Kondratyeviç.

- Ya o zaman götür onları Almalığ’a ve çalış orda.

- Burda niye olmaz? Hayır, özellikle burda çalışmaya lazım.

Gülnar anladı: Anatoliy Kondratyeviç hiçbir yere gitmeyecek. Yapılabilecek bir şey varsa, o da kendisinin buraya taşınmasıydı. Ama bu da imkansızdı. Almalık’ta hastane binası yapılıyordu ve Gülnar bu inşaatı gözetimsiz bırakamazdı.

Çok geçmeden felaket buyururcasına evinin kapısını çaldı. Çaldı derken bu sözün gerçek anlamında kapıyı çaldı.

Bir gün birisi birden bire şiddetle kapısını vurmaya başladı. Gülnar koşarak kapıya geldi, açtı onu ve geriledi.

Onun önünde babası duruyordu. Onun gözleri camsı ölüydu ve omuzları kamburlaşmıştı.

- Baba, sana ne oldu? – bağırdı Gülnar ve kucakladı onu.

Anatoliy Kondratyeviç sadece başını salladı. Gülnar onu yatağa kadar götürdü ve yatırmaya istedi, ama o yatmadı, sadece oturdu yatağa ve ağır ağır nefesini çekti.

- Ya ne oldu baba? – tekrarladı Gülnar nerdeyse ağlayarak.

- Sonu geldi! – ağır ağır dedi Anatoliy Kondratyeviç ve gözlerini kapattı. – Her şey bitti!

- Sen planları kaybettin?

Anatoliy Kondratyeviç başını salladı.

- Ama nerde, ne zaman?

- Bugün şafak vakti, - aynen ağırca ve yavaşça cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

- Tamam, ama nasıl? Nasıl?

- Sonra, sonra. İzin ver biraz nefes alayım. Ah felaket, felaket!

- Belki çay istersiniz?

- Bekle, bekle, sonra...

O daha bir şeyler mırıldıyordu, ama Gülnar artık duymuyordu. O sarıldı babasına ve onu odaya götürdü, çizmeleri çıkardı, yatağa yatırdı ve sıcak bir battaniye ile örttü. Ve Anatoliy Kondratyeviç sustu.

Bu felaket onunla bu şekilde oldu:

Geçen Pazartesi o proje bürosunda tüm tesisleri ile barajın son varyasyonu olan klasörü aldı ve kendi çalışma odasın götürdü.

- Bu artık sonuncu, - dedi büro müdürü ona bu kasüru verirken. – Bak, uzun süre tutma, Narkomata göndermeye lazım.

- Ya niye uzun süre! Bir haftadan hepsini geri alırsın, ben geciktirmem, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

Bir hafta geçti. Bu zaman içersinde o bütün evrakları inceledi, bu varyasyonun bütün eksiklerini ve üstünlüklerini ayrıntıyla belirtirek kendi raporunu yazdı, sonra – bu Pazar günüydü – o dikkatlice klasörü topladı ve onu korjuna (deri heybe) koydu. O şehire gitmek için atını eyerledi. Almalık’a kadar ulaşmalıydı, orda artık trene binebilirdi.

Ama bu sefer mühendis Polevoy kendi atını değil de, harın ve ürkek kısrağı. Ona asla binmemişti, şimdi ise bir terslik olarak özellikle onu eyerledi.

- Bir şey olup ta size zarar vermeseydi, - yaşlı seyis Anatoliy Kondratyeviç’i uyardı. – Çok harin bir atı eyerlediniz siz.

- Bundan beterlerini geme eyere alıştırmıştım, - gururla elini salladı Anatoliy Kondratyeviç.

Seyis korjunu eyere sıkıca bağladı ve mühendis gitti.

O kanal hattın boyundan gidiyordu - onun Almalık’a her zamanki yolu buydu. Gidiyordu ve hayran hayran bakıyoru. Aha yakında burda hiçbir şey yoktu. Ücra bir yer, yabani otlar ve kürekle çizilmiş çizgi – yapılacak kanalın yatak yeri. Şimdi işe burda derin bir kanal vardı, her iki tarafından ham, keskin kokulu toprak yığınları yükseliyordu. Kanal o kadar düzdü ki, sanki onu kağıdın üzerinde çizmişler.

Soğuk sonbahar günleri idi, ama insanlar toprağı rahat bırakmıyordular. Onlar ketmenlerle ve küreklerle çalışıyordular. İşte bu tutarlı ve birleşik çalışmalara Anatoliy Kondratyeviç bakmaya seviyordu. Her bir yerde onun en büyük hayallerimden biri gerçekleşiyordu. İnsan çölü fethediyordu.

Anatoliy Kondratyeviç hendeğin kenarından gidiyordu, atı mahmuzlıyordu ve onu aşağıya kanalın dibine inmeye zorluyordu. Bütün vadi insanların, ekskavatörlerin, makinelerin uyumlu çalışmalarından uğulduyordu.

At sık sık ürküyordu, şaha kalkıyordu, yana atılıveriyordu, biniciyi üzerinden atmaya çalışıyordu, ama Anatoliy Kondratyeviç sağlam oturuyordu ve hatta kısrağın davranışlarına pek te önemsemiyordu.

Böylece o bütün hattı geçti ve bozkırı geçmeye başladı.

Sessiz ve ıssız idi.

Anatoliy Kondratyeviç’in yolu dikenli çalılıklardan devam ediyordu. Burda, bu dikenlerde yetişen küçük fındıkları çok seven keçiler devamlı otlanıyordu. Ve şimdi de çalılıklar keçi ile kaynıyordu. Devamlı kırbaç tıkırtısı duyuluyordu, çobanın uzunboylu siyah fiğürü çalılıklarda bir ortaya çıkıyordu, bir kayboluyordu.

Harin kısrak, bir orda bir burda ortaya çıkan keçilerin çevik figürlerinde yandan yana atılıyordu. Ve aniden kısrak koşmaya başladı: küçük bir keçi onun ayakları altından fırladı ve çalılıkların arasına atıldı.

Bu o kadar beklenmedik bir şeydi, hatta Anatoliy Kondratyeviç bir ana elinden dizgini bıraktı, o anda kısrak şaha kalktı ve birden yan tarafa zıpladı. Sarsıntı öyle idi ki hatta Anatoliy Kondratyeviç eyeren uçuverdi, kafasını yere vurdu ve bir ana bayıldı. Ayağa kalktığında ise kısrak artık çok uzakta idi. Sadece çalılar arasında görünüp kayboldu o.

Ne yapmalıydı? Bu ıssız ve az tanınan bir yer idi ve yardım edebilecek, kısrakı yakalayabilecek kimse yoktu. Sadece bir yaşlı çoban yaklaştı ve başını salladı.

- Ay, ay felaket, - dedi o. – Şimdi ne yapacaksın? Nereye kaçtı kısrak?

- Kaybolsun lanet olası, bu kısrak, - küfür etti Anatoliy Kondratyeviç. – Ama evraklar nerde?

- Ne? – anlamadı çoban.

Anatoliy Kondratyeviç elini salladı ve gitti. Fazla zaman geçmeden o yola çıktı ve onu Almalık’a kadar götüren at arabasıyla karşılaştı.

Böyle o Gülnar’ın evine ulaştı.

Gözlerini kapatarak yatakta yatarken Baycan da geldi ve sorunu öğrenince aramaları organize emek için hemen hata fırladı.

Binicileri gönderdiler. Onlar farklı yönlere koştular ve sadece gece döndüler. Onlar birisi dizgininde tutarak serseri kısrağı getiriyordu. Ama onun üzerinde ne eyer, ne de çanta vardı.

İkinci gün sabahleyin aramalar devam etmişti. Şimdi ise çalılardan ve keçi yollarından yayanlar gitti, ama onlar da hiçbir şey bulamadılar.

İhtiyar kara bulut gibiydi.

- Evraklar değil, benim onurum kayboldu, - diyordu o. - Sonsuza kadar adımı kaybettim. Bir düşünün: inşaat benim yüzümden iki-üç seneye kadar ertelenir.

Babasının simsiyah yüzüne bakarken Gülnar onların aile arkadaşlarının vefat ettiği hakkında bir hikayeyi hatırladı.

O zamanlar Gülnar daha çok küçüktü. Bütün bu hikayeden babasının annesine yıllar sonra sadece anlattıklarını hatırlıyordu. Annesi bu mühendisi tanıyordu ve onu hatırlayınca sık sık ağlıyordu.

Mühendis nehirden geçiyordu ve çizimleri olan çantasını düşürdü. Çanta ağırdı ve hemen dibe çöktü. Mühendis, onun arkasından gırdapa daldı ve artık su yüzeyüne görünmedi.

Böyle hem mühendis kendisi ve onun hayatın çalışmaları hemen hemen aynı dakika içinde vefat ettiler.

İşte onun da babası, belki de... Gülnar bu düşünceleri aklından atmaya çalışıyordu, ama onlar gitmiyordular.

Babasından ayrılmıyordu o her türlü şekilde onu teselli etmeye çalışıyordu, ama babasının bir saniye bile kaybın acısını ve dehşetini merak etmekten vazgeçmediğini anlıyordu.

Birden bire Sırbay geldi. Dışarda onu Baycan karşıladı ve hemen ihtiyara felaket hakkında anlattı.

- Kendisi zarar görmedi mi? İyi mi Anatol? – endişeyle sordu ihtiyar.

- Kendisi iyi, - cevap verdi Baycan, - ama çizimler...

- Ya kendisi iyi ise, o zaman üzülmeye gerekmez, - elini salladı Sırbay ve hızlıca eve geçti.

- Nerde Anatol? – ağlayarak karşısına koşan Gülnar’dan sordu o.

- Babam orda, - cevap verdi Gülnar ve kapalı kapıya gösterdi.

- Uyuyor mu?

- Bilmiyorum. Girin! Biz onu rahatsız etmeye korkuyoruz – o kadar bitkin o.

- Sorun değil, önemli olan kendisi iyi, - elini salladı Sırbay ve ihtiyarın odasına kapıyı cesurca açtı.

Gülnar ve Bayan koridorda kaldılar.

- Sen na herşeyi mi anlattın? – sordu Gülnar.

- Herşeyi, olduğu gibi herşeyi.

- Peki, o ne dedi?

- Önemlisi dedi, kendisi iyi, evraklar ise sorun değil.

- Neden o böyle? Ya o duyarlı ve akıllıdır.

- Duyarlı, ama okuma yazma bilmeyen biridir. Ona evraklar ne, eğer yazmaya bilmiyorsa.

- Hayır, o öyle değildir, - başını salladı Gülnar. - Ters giden birşey var...

Kapıya yanaştılar.

Anatoliy Kondratyeviç yüksek sesle ve heyecanla konuşuyordu. Sırbay şaka yaparak konuyu kapatıyordu. “Ya ne olur, - diyordu o, - kağıt nedir... kafa olsun yeter... Ama kafanı kırmış olsaydın, ben ağlardım, kağıdı ise daha yazarsın – az mı yazdın sen.”

Nihayet Anatoliy Kondratyeviç dayanamadı.

- Ya anla sen: bu evrakları kaybetmektense kendi kafamı kırmış olsaydım.

- Peki, iyi, bunun hakkında sonra konuşuruz, - kayıtsızca cevap verdi Sırbay. - Yemek odasına gidelim, nedense acıktım ben.

Burda masa başında o herşeyi anlattı.

Çanta onda bulunuyordu – onu kolhoz çobanlarından biri getirdi. Sürüyle eve dönüyordu çoban ve çalılıklarda paramparça olan eyeri ve kağıtlarla sıkı doldurulmuş çantayı buldu. Çoban, bu eşyaların kime ait olduğunu heme anladı. Anatol, düşündü o. “Onunla ne oldu, kendisi zarar gördü mü, birisi onu soydu mu?” O bulduğu şeyi aldı ve Sırbay’a gitti.

Sırbay dinledi onu ve çantaya bakmadan bile ata koştu. Ama gitmeye yetişmedi çünkü yaşlı mühendisi Almalık’a götüren adam at arabasıyla avluya girdi. Sırbay rahatladı ve hatta kendi seyahatını bir güne erteledi.

Almalık’a gelir gelmez o bilerek çantayı yanına almadı, eski arkadaşını korkutmaya, sonra ise gülmeye ve sevinmeye istedi. Ama Anatoliy Kondratyeviç’i öyle bir durumda buldu ki, hemen pişmanlık duydu.

- Bırak! – dedi o. – Bırak kafayı yormaya ve ağlama... ben sana diyorum: bir iyi insan bana geldi ve diyor ki...

Ve kısaca çobanın bulduğu şey hakkında anlattı.

- Bu gerçek mi? – yerinden fırladı yaşlı mühendis.

- Gerçek, gerçek, - cevap verdi Sırbay. – İşte gelirsin, görürsün.

- Ve bütün evraklar sağlam mı?

- Çanta oluğu gibi aynen kaldı.

- Ve planda orda mı?

- Ve planda orda. Planın ne olduğunu bilmiyor diye mi düşünüyorsun. Sarı kağıt, parlak, komple kareli, onun üzerinde ise tüm taraflara akan arıklar, mürekkeple çizilmiştir. Hayatım boyunca az mı böyle bir plan gördüm.

- Allahım! Ya sen bana hayatımı geri verdin! Evet, evet, bu işte plan. Ve kimse bu evrakları karıştırmadı mı?

Ben ve karıştırmaya izin veririm, - kızdı yaşlı mirab. – Ben hemen çantayı aldım ve kilitledim onu. Koy dedim karıma, bütün bu eşyaları büyük sandığa. Sahibi gelinceye kadar yatsın. Sahibi gelir bize teşekkür der. Bana ve karıma teşekkür dersin, değil mi? Der misin?

Anatoliy Kondratyeviç yerinen fırladı ve heyecanla arkadaşını öpmeye başladı. Gözyaşları yanaklarından yanaklarından akıyordu.

- Ve sen böyle bir şaka yapabiliyor muydun, arkadaşım benim, - dedi o sitemle.

- Deve de bazen zıplıyor, benim ondan ne eksiğim var ki, - utançla gülerek cevap verdi Sırbay. Kendi hatasını anlamıştı o.



Yedinci Bölüm

YARIŞMA


İş kaynıyordu! Otuz beş binden fazla kişi ketmenlerde duruyordu. Her birisinin günlük üretimi üç metreküp idi. Geride kalan hiç yoktu. Birçoğu normlarını fazlasıyla yapıyordu.

“Su için savaş” gazetesi her gün bildiriyordu: falancanın ekibi günlük normu yüzde üçyüzü, dörtyüzü, beşyüzü ve hatta bini kadar yaptı. Rekorlar artıyordu, işçilik verimliliği artıyordu, çalışma günü yoğunlaşıyordu.

Daulet Sırbayev ve onun nişanlısı Aybarşa kırmızı tahtadan inmiyordular. Onlar birçok zaferlerin düzenleyici idiler.

İlkbaharda bu bölgenin orta okulun son sınıfların iki yüz otuz öğrencisi geçiş sınavlarını erken verme iznini rica ederek rayonoya[18] dilekçelerini sundular. İnşaata gitmek için bu onlara gerekiyordu.

Dilekçe Narkompros’a gitti ve çok geçmeden erken sınavları yapma izni alınmıştı. Tüm iki yüz otuz kişi için onlar nadiren son derece başarılı olarak geçmişti; büyük kısmı çok iyi notlar aldılar.

Başarılı öğrencilerden birisi Aybarşa idi – okulun komsomol zümresinin sekreteri idi. Aslında, tüm komsomolluların - yuvarlak sayı beş yüz kişi olarak - erken sınavları vermeleri ve inşaata gitmeleri için o hiç de karşı değildi. Ama Narkompros ilk derece öğrencilere tam da bunun için izin vermedi. Ama üç son sınıf öğrencileri için bu izni alınır alınmaz, Aybarşa toplantıyı yaptı ve teklif etti: her bir kolhoz bağımsız bir ekip olarak inşaata çıkacaktır. O da öğrencilerin özel ekibini oluşturmaya teklif ediyordu. Herkez destekledi Aybarşa’yı.

Ve işte iki yüz otuz kişiden oluşan bir ekip. Onun yüz ellisi kız idi, yüz yirmisi erkekti. Aybarşa ustabaşıydı.

Onun nişanlısı Daulet konusunda ise, o da komsomol ekiplerinden birisini yönetiyordu, aynı zamanda da inşaatın komsomol örgütün başkanıydı.

Onlar kendi aralarında anlaşma yaptılar. Hem de nasıl! Gerçek, yazılı ve Daulet başarısını yitirmedi. O gerçekten inşaatın en iyi Stahanovcu’lardan birisiydi. Ama Aybarşa çok iyi sonuşlara ulaştı.

Otuz beş bin ketmencilerden on beş bini kadınlardı.

Ketmenle çalışmak kolay değil. Ama Sırdarya kadınları için bu iş ebediydi. Onların elleri bu alete o kadar alışmıştı ki, onun ağırlığını bile hissetmiyordu. Ve Aybarşa tüm on beş binin ketmenci kadınların önünde geliyordu. O yedi norma kadar yapıyordu. Bu yüzde yediyüzü herhangi Stahanovcu erkek bile yapamazdı.

Fazla zaman geçmeden onları farkettiler. Gelin ve damat adları önce ilçe, il sonra da cumhuriyet gazetelerin sayfalarında çıkmaya başladı. Onlar hakkında çok yazmaya başladılar. Gazeteciler makaleleri, yazarlar öyküleri, şairler şiirleri yazıyordu. Nartay – bütün Kızılorda bölgesinde ünlü olan saz şairi, onların şerefine duygulandırıcı şarkıyı yazdı ve söyledi. Onun güzel müziği hızla tüm Kazakistan’da yayıldı. Duvar gazetelerin birinde kısa bir süre sonra karikatür çıktı: Aybarşa duruyor, onun sırtında yerküresi; Daulet arkadan bahçe kovasıyla özenle onu suluyor. Yazılar şöyle idi:

“Stalin adlı kanalın iki ünlü Stahanovcu’su - Daulet Sırbayev ve Aybarşa Sarımsakova.

Daulet: Aybarşa, neden okul küresini sırtında taşıyorsun?

Aybarşa: Eğer bu okul küresi olsaydı, o zaman sen de onu kaldırabilirdin, ama bu Dünya.

Daulet: Allahım, mollalar diyor ki, Dünya gri boğanın boynuzlarında dönüyor. Sen de mi boğasın?

Aybarşa: Hayır, boğa hakkında duymadım. Yeri kaldırmaya bana ihtiyar Arşimet öğretti.

Daulet: Öyle birisini tanımıyorum.

Aybarşa: Yarı tahsilli kişi olduğun için ben mi suçluyum. Arşimet - milattan önce üçüncü asırda yaşayan bilim adamı, fizikçidir. O diyordu: Bana bir dayanak noktası verin Dünya’yı yerinden oynatayım. Ben ise 2135 yıl sonra dünyaya geldim.

Daulet: Bilginliğinle övünme, önce kanal ile başa çıkmaya becer.

Aybarşa: Tamam, bakalım, kim daha da bilgili olur, şimdilik ise ben Dünyayı kaldırıyorum, sen ise onda pamuk ve pirinç ek ve bahçe kovasıyla sula, mahsul iyi olsun.

Daulet:Peki, iyi! Kaldırıp tutmaya yorulmazsan, ben ekmeye ve sulamaya yorulmam.”

Bu dostça karikatürü okuyanlar, gözyaşlarının akmaya başlayıncaya kadar okuyordular. Özellikle arkadaşlar ve akrabalar. Görüşürken onlar soruyordu: “Sizden ekim yapan kim, ve kim kimi ekiyor?”

Bütün bunlar Sırbay’a da ulaşıyordu, aynı zamanda hem üzerek, hem de sevindirerek. Imanlı biri olarak, kötü gözden korkuyordu ve onun için damatla gelin için endişeleniyordu. Çocukların tüm Kazakistan’a ünlü oldukları için de seviniyordu. Hem de sadece Kazakistan’a mı! Bir sefer Baycan onu buldu ve gazeteyi verdi.

Ilk sayfasında Sırbay Daulet’i ve Aybarşa’yı gördü.

- Ya bu ne gazetesi?

- “Pravda”, - cevap verdi Baycan

- Yok ya! – of çekti Sırbay. “Pravda” gazetesini var olduğunu o biliyordu, o Moskova’da yayınlanıyordu ve baştan sonuna kadar onu Stalin ta kendisiyazıyordu. Sırbay o kadar heyecanlandı ki, oturdu bile.

- Evet bu “Pravda” , - doğruladı Baycan. – Görüyor musun oğlunu ve gelnini nasıl övdüler. Daha önce sadece Kazakistan onlar hakkında biliyordu, şimdi ise bütün Sovyet Birliği. Bu sevinçle tebrik ederim sizi, aksakal.

- Tebrik için teşekkür ederim! Sen de mutlu ol, oğlum.

Ama bu sevinç anında bile ihtiyar gözlerini kaldırıp dua mırıldamaya unutmadı: “Ya Rabbim! Kötü gözden ve dilden onları sakla!” Ve aynı anda başka bir şeyi düşündü. “Onlar o kadar iyi geçiniyorlar, suyla bile sanırım, onları ayıramazsın, ama nedense evlenmiyorlar.” O birkaç defa sormuştu oğluna:

- Düğün ne zaman olacak oğlum?

Oğlu genelde ona diyordu:

- Deriz, deriz! Korkma, geçip gitmeyiz!

- Ama ne zaman, ne zaman?

- Deriz, deriz, korkma.

- Ah, taşır sabrım, ah taşır! Ya insanlar yol vermiyor. Neden diyorlar oğlunu gizlice evlendirdin, fazla yemek yeriz diye mi korkuyorsun? Ben diyorum ki: onlar daha evli değiller, öylesine sadece, yaramazlık ediyorlar! Bana ise itiraz ediyorlar: yalan söyleme, yaşlı baykuş, kendimiz de kör değiliz, herşeyi görüyoruz!

Ama ne kadar da Sırbay denese denesin, böylece hiçbir şey o elde edemedi. Deriz, deriz – işte bütün cevabı. Oğlunun evirip çevirdiğini düşünüyordu. Bu arada da, Daulet başkaca diyemezdi. Düğünü o değil, Aybarşa erteliyodu.

Daulet sakin ve azz konuşan bir insandı, ama herşeyi ilk seferden anlıyordu ve yedi senelik okuldan sonar devam etmese de, çok okuyordu, edebiyatı severi, kütüphaneye gittiğinde ise mutlaka aşkı anlatan kitapları seçerdi.

Onları okuyarak, kendisini ya Kozı-Kerpeş’le, ya Farhat’la, ya da Yevgeniy Onegin ile karşılaştırıyordu. Aybarşa’yı ise şimdi gözün önünde olan kitaba göre ya Bayan’la, ya Şirin’le, ya Tatyana ile.

Bu tür romanların bir düzinesini okuduktan sonra aşıkların çoğu mutsuz olduğunu anladı, mutsuzlardı çünkü sevdikleriyle beraber olmaya istiyordular. Bu da ya hiç mümkün değildi, ya da sadece uzun ve ağır acıların pahasına mümkündü.

Daulet, bu kötülüğün sebepleri hakkında düşüncelerine fazla dalmıyordu. O sadece bir kahramanın hayatını yaşıyordu, onun kederiyle hastalanıyordu, onun sevinçlerine seviniyordu. Kendisini kahramanlarla karşılaştırırken, onun sevdiğiyle birleşmesine kimse engel olmadığına da seviniyordu. Ve kendi kendine veya hatta sesle hep tekrarlıyordu. “İyi! Özellikle şimdi doğmamız ne kadar iyi.” Ve Aybarşa’dan soruyordu:

- Dinle, evlenmemiz için zamanın çoktan geldiğini düşünmüyor musun.

Ama Aybarşa her seferinde başından aşağıya kadar soğuk sular dokuyordu:

- Niye bu kadar acele ediyorsun? – diyordu o ve ona bir sürü farklı, her zaman makul düşüncelerini sunuyordu. Bazen o böyle diyordu:

- Ya biz seninle yaşlı değiliz ki?bize ne olur eğer bir-iki sene beklersek?!

Bazen de kızıyordu:

- Sadece bu aklındadır, - diyordu o üzüntüyle. - neyin hakkında seninle konuşmaya başlasan başla, sen her şeyi tek şeye götürüyorsun, - ve on senelik okulunu bitirinceye kadar onu beklemeye rica ediyordu.

Ve işte onuncu sınıfı bitirdi.

- Yeter artık. Hemen şimdi evlenme dairesine, - kesinlikle dedi Daulet, ama o bu sefer de sıyrıldı. Yine onun bazı kanıtlarıbulundu, herhangi bir bahaneler, düşünceler. Daulet tamamen onun sevgi dolu ve kurnaz sözlerin içinde dağıldı.

İkna ederek, okşayarak ve tartışarak Aybarşa Daulet’e “Daukaş” diyordu ve o yarı ciddi, yarı şaka dedi ona:

- Dinle! İnsanlar düşünüyorlar sanki sen bana“Daukas” (kavgacı) diyorsun. Bu iyi mi?

- Ya sen kavgacının ta kendisisin, - cevapladı Aybarşa. – Niye bana takılıyorsun sen! İşte böylece inşaatta en kavgacı genç adam sen olduğun çıkıyor!

- Rahat bırakmadığım için, evet, - razı oldu Daulet, - peki, halk şarkısıni duydun mu? – ve o şarkı söylemeye başladı:

Sabahtan genç keçicik atlıyor sarp tepede,

Kızla erkek arasında bitmez bir oyun...

- Tamam, yeter, yeter – öfkeyle sözünü kesti Aybarşa. – Yeter, sonunu ben de biliyorum.

Şarkının sonu işte böyle idi:

Oynasınlar! Yakında kız sadık bir eş olacak.

Ve o zaman takar kız beyaz ve sıkı başörtüsünü.

Aybarşa beğenmiyordu onun da, herhangi bir evli olarak beyaz eşarpı giymek zorunda olacağını – ama bunun aynen de öyle olacağını biliyordu o! Onun eş olur lmaz aşk oyununun biteceğiyle o bir türlü razı olamıyordu. Bu sivri şakalarda, bu bıktıran ve zalim espirilerde o kötü bir zevk buluyordu ve şöyle düşünmüştü: “Tamam, beyaz başörtüsüyle sorun değil, ama sevgilimle şaka yapmaya hakkım olmazsa bu sorun olacaktır”. Onun için o şimdi bu kadar ani bir şekile Daulet’in sözünü kesti.

Ama onlar ayrılmazdı. İş biter bitmez Aybarşa nişanlısını buluyordu ve onu hattan götürüyordu.

Sıcak günlerde – Sırdarya vadisinde ise yaz özellikle bunaltıcıydı – çalışma gücünü kaybetmemek için iyi dinlenmeye lazım, onun için gençler iş bitiminde coşkuyla oyunlara atılıyordu. Ama eğer gündüz burda çok sıcaksa (kuma gömülü yumurta üç dakika sonra pişiyordu), akşam ise sıkı yün elbisesiz çıkamazsın. Yada uzun sıcak günün ardından ani serinlik hoş oluyordu, yada gençliğin kendisi kenarlardan taşıyordu ve onu hiçbir şeyle yatıştırmaya mümkün değildi – ama geceye kadar gençler voleybol sahaları bırakmıyordu. En çok bu oyuna Aybarşa düşkünü. Bazen direk sahadan işe gittiği oluyordu.

Ama ona hayran olmaya mümkündü. Bütün gece voleybol oynayarak, o yorgunluğuna şikayet etmiyordu ve dinlenmeyi aramıyordu. Ve sadece kendisi için aramıyordu, ama Daulet’i de rahat bırakmıyordu.

Daulet babyığıt idi, hem de nasıl, onun da gücü aşıp kenarlardan taşıyordu, ama nişanlasına göre tam tersine öyle oldu ki, o dinlenmeyi oyunlarda, sporda değil, sakin hüzürlü eğlencilerde arıyordu – konserlerde, tiyatro oyunlarında, sinemada.

Bu nedenle onların arasında devamlı anlaşmazlıklar çıkıyordu. Bazen onlar bir anlaşmaya varıyordular ve Aybarşa Daulet ile tiyatro oyunun gidiyordu veya tam tersine Daulet voleybol oynamaya gidiyordu. Eğer onlar anlaşamadıylarsa, o zaman el ele tutarak kırlara gidiyordular: orda onlar saatlerce bozkırda geziyordular birbirine gizli düşüncelerini, kendi küçük sırlarını açarak, oların tek sırları varda: onlar birbirilerini seviyordu ve bir türlü uyuşamıyordular.

Sevginin doğası ve onun anlayışı ikisinde de farklıydı. Kendi mutlulukların yolunda sadece kendileri duruyordu. Ve ikisi değil, sadece o – Aybarşa.

O başta mezuniyet bahanesiyle evliliğini erteliyordu, sonra ise Taşkent’e gidip Su Kaynaklarının Enstitüsünü bitirmek istediğini dedi. Daulet suratını astı, Aybarşa ise ona argüman ve düşüncelerini söyledi.

- Düşün: Darya’nın her iki kıyısında olan kuru bozkırları çiçeklenmiş bahçeye dönüşmesi bize bağlıdır. Eğer nehrin sularını onun kıyılarını verebilirsek, bu çöllerin bize veremiyecek çiçek ve meyve yoktur. Ve eğer bu böyle, ve eğer bu sadece bize bağlıysa, başkaları bunu yapıncaya kadar beklememizin anlamı var mı, hem de sonra bunu gözümüze sokarlar. Başkaları için kendimizin örnek olma en büyük onur değil mi?

Buna ne diyebilirdi ki Daulet? O ne yapacağını bilmiyordu. Evet! Her şey doğru. Her şey öyle görünüyor.

Ona nefes almaya izin vermeden, o konuşmaya devam ediyordu:

- Hadi beraber de okuyalım. İnşaatı bitiririz ve Taşkent’e gideriz. Ben üniversiteye yazılırım, sen ise meslek okuluna. Bitiririz ve memleketimiza geri döneriz. Sen ise okulu devam ettirmeye istersen, enstitüye geçersin. Sen orda okurken, ben seni beklerim ve köyde çalışırım. Tamam mı?

Ne ise, Daulet buna da razı olmaya hazırdı.

- Tamam, tamam! – diyordu o. – Çok iyi! Ama bir şeyle sen de razı ol, lütfen. Eğer biz beraber çalışmaya ve beraber yaşamaya düşünüyorsak, o zaman niye bir birimizden uzaklaşmalıyız?..

Hayır, şarkıda doğru, doğru söyleniyor:

Kızla erkek arasında bitmez bir oyun...

Tartışma bikaç gün, bikaç gece sürmüştü, ama öylesine de hiçbir şeyle bitti. Gece söylenen her kanıt, sabah yenisi olarak tekrarlanıyordu.

Bir kere, ses kısıklığına kadar tartıştıktan sonra, onlar bozkıra çıktılaar. Mehtaplı bir gece idi.

İnşaat hattını geçtikten sonra, nereye gidelim diye düşünerek durdular. Bu acıklı bozkırda kum tepeleri ve kumullar arasında ne meyve bahçeleri, neşeli kuş gürültüsü olan ne göller var, - sadece tepeler ve onların üzerinde olan çadır sırası.

Onlar kuyuya gittiler. İnşaatçılar gece dinlenmeye derin kuyunun yanında toplanıyordular. Onun yanında şekliyle ve ebatlarıyla büyük bir yalağa benzeyen oyuntu kararıyordu. Bu toprak yalağa (havuza) devamlı su dökülüyordu ve o sertleşti, sanki taş oldu. Bu yalağı ve kuyuyu güçlü bir fener aydınlatıyordu. O uzun direğev tutturulmuştu. Onun etrafında devamlı kelebekler, güveler, büyük kızgın böcekler uçuyordu. Bazen yarasa gibi bazı kanatlı yaratıklar hızla vuruluyordu ve havuza sırtüstü düşüyordu.

Bu yer, gündüz öğle molası sırasında işçiler yalakta yıkanırken, gezenler tiyatro oyunlarını ve konserleri izlerken veya büyük mavi yıldızlara hayran bakarken akşam ve gece büyük bir istekle ziyaret ediliyordu.

Kahramanlarımız da buraya yönelmişlerdi. Burda sessiz ve ıssızdı.

Aybarşa, hareketliliğine ve calılığına rağmen, yine de oldukça korkuyordu. Özellikle, el ele tutuşarak onlar kuyudan bozkıra yürüdükleri zaman korkmaya başladı. O ikide bir Daulet’ten soruyordu.

- Nereye gidiyoruz biz?

- Yürü, yürü! – diyordu Daulet. – Yürü, korkma. Şimdi bizden güçlü olan bozkırda kimse yoktur. Bak, herşey uyuyor! – ve yeşilimsi ayın aydınlattığı bozkırı eliyle çüzüyordu.

Onlar kumları çok dolaştılar ve geceyi dinlediler. O tamamen sesler doluydu.

Bir yerde uzakta aç bir çakal ağlıyordu.

Tilki ağlıyor ve havlıyordu, herhalde yavrularını arayıyordu.

Yabani keçiler meliyordu.

Bir yerde uzak, tepelerde boynuzlu baykuş ötüyordu.

Bazen kıvılcım gibi tavşan, korsak veya başka bir küçük bir hayvan görünüp kayboluyordu.

Biri sefer onları ölmüş sürüngenin cesedine benzeyen çırpınmacasına bükülmüş ağaç gövdesi durdurdu – o yıkılmış saksaul çalısıydı.

Issızlık, gece ve aynı zamanda her yerde yayılan yorulmaya bilmeyen yüzgözlü hayat Aybarşa’yı korkutuyordu. O daha da sıkı Daulet’e sokuluyordu. O bunu görüyordu ve kendini daha da hoşgörülü, daha da himaye edici tutuyordu. Onun gerçek bir erkek olduğunu göstermeye istiyordu.

- Sana ne oluyor? – soruyordu o Aybarşa’dan sanki onun hislerini anlamıyordu. – Bu kadar mı korkuyorsun, canım?

Ama daha çok o himaye ederek ve sevgiyle konuşuyordu

- Korkma, korkma, canım Aynım, ben yanındayım!

Evet, o kendisi bu mehtaplı gece bu kadar cezur ve kendine hakim olduğu gibi hiçbir zaman olmamıştı.

Onlar kumları geziyorlardı, konuşuyordular, tartışıyordular, öpüşüyordular ve birden bire eşeklerin davudi kükremesini duydular. En yüz tanesi şafağı selamlıyarak bağırıyordu. Bağırtıları gökyüzünü sarstı, Babğırtıları yeri titremeye zorladı. Konuşma yarı sözde kesildi.

- Ah seni, benim asya memlketim! - can sıkıntısıyla bağırdı Daulet.

Tam da uygun olmadığı bir zaman lanet olası eşekler onları kestiler.

- Bu arada, onlar ne bağırmişlardı –gece yarısını veya şafağı mı? - biraz sonra sordu Daulet.

- Ya dışarda artık şafak attı!

- Şafak mı?

- Evet! Gece yarısını onlar daha ne zaman bağırmışlardı.

- Ya, o zaman Şolpan nerde? Sabah Venüs’ü nerde? – sordu Daulet gökyüzünde gözleriyle arayarak.

- Ne arıyorsun sen? Peki, gökyüzünde başka yıldız çok mu?

Daulet baktı. Doğru, başka yıldızlar da yoktu.

- Bak, ay da artık yok...

- Acaba gitti mi?

- Hem de daha ne zaman...

- Sen ise hep dinledin ve yıldızlara bakıyordun. Hiçbir şey diyemezsin: senin aklın sağlam.

- Neden aklım yerinde olmamalıdır?

- Ya neden ben aklımı oynattım?

- Ya nedense görünmüyor.

- Sana görünmüyor. İşte, eğer ben gökyüzünün bulutlarla nasıl kapandığını, ondan sonra ayın nasıl gittiğini ve şafağın attığını farketmediysem, demek ki ben aklımı yitirdim.

Aybarşa cevap vermedi, sadce onu elinden tuttu.

- ...Demek ki, aşk beni o kadar kaptı ki, hatta...

Aybarşa ona sokuldu.

- Daukeş, - dei o yavaşça ve tatlı dille, - bu konuşmayı erteliyelim. İşte çıkarız işe uykulu uykulu, yorgun ve bütün göstergilerimizi yitiririz. O zaman ne olur?

- Dinle beni, - yalvardı Daulet. – yüzde iki bin olan planımı yaparım ben. Duyuyor musun? Hiç olmazsa bir sefer dinle beni...

O kendisine çekti kızı. O ise itti onu.

- Bak, kızarım, - dedi Aybarşa. – Sen benim bugün sevecen ve itaatkar olduğuma bakma. İsirmaya bir başlarsam, kötü olur! Bırak.

Ve Daulet bıraktı. O biliyordu – onu kızdırmaya olmaz.

- Yani, şimdi ne? – sordu o soluk sesiyle.

- Geri dönelim! – emir verdi Aybarşa.

Sessizlik içinde yürüyordular, birbirine bakmıyordular. Ve Aybarşa birden bire üzüldü onun için.

- Haydi, haydi, kızma, Daukeş, - dedi o hatta biraz özür dileyerek.

O suskundu.

- Ya sen cidden kızdın mı?

Daulet güldü. O zaman Aybarşa döndü ona, onun yüzünü okşadı ve aynı anda ellerinin ne kadar nasırlı, iğri, okşayış için yaratılmamış olduğunu hissetti.

- Haydi, haydi, kızma, Daukeş, - tekrarladı o. – Ölümden başka hiçbir şey bizi ayıramaz ki. Bu yüzden sabırlı ol ve daha biraz, tamam mı? Bunun zararı olmaz ki? Üniversiteyi bitirmeye izin ver bana.

- Ya okuldan sonra aynı şey olmayacak mı?

- Neden beni anlamak istemiyorsun, Daukeş? ..Eğer kadınla erkek bir araya geldiyseler, aileyi kurmak lazım. Ben ise kendime bakıyorum ve düşünüyorum: erken bana daha kadın olmaya. Ben daha okumalıyım, bir meslek sahibi olmalıyom. Kime şimdi yarı okumuşlar lazım?

Onlar hatta varmışlardı artık.

- Oh, ne kadar yorulmuşum ben, - dedi Daulet yüksek höyük üzerine ayağını koyarak.

- İstersen dinlenelim mi? – teklif etti Aybarşa.

Onlar oturdular.

- Uykum geliyor, - dedi Daulet esneyerek.

- O zaman koy başını kucağıma , - teklif etti Aybarşa.

O yattıktan sonra, Aybarşa avuçlarını onun yüzün altına koydu ve ninni söyleren bir şarkıyı mırıldamaya başladı.

- Hayır, en iyisi “Balımşa”’yı söyle, - oldukça uykulu bir sesle rica etti Daulet.

Bu şarkı son zamanlarda moda olmuştu.

Balımşa – bir kızın ismidir. Ama bu Balımşa’nın yaşadığı kolhozunda daha altı güzel yaşıyor. Şarkının yazarı birden altısına aşık oluyor. Şarkının her kıtasına nakarat eşlik ediyor ve her nakaratla kızın ismi değişiyor. Altı kez o nakaratı tekrarlıyor ve altı kızı aynı şarkı yüceltiyor. Aybarşa melodisini biliyordu, ama sözlerini bilmiyordu b bu yüzden sadece birinci kıtasını söylüyordu. Onun nakaratında Balımşa hakkında söz ediliyordu. Aybarşa’nın sesi hoş, kadife idi. O şarkı söylemeye başladı. Sonra Daulet de onunla birlikte şarkı söylemeye başladı. Böylece sese ses olarak onlar birinci satırını söylediler:

“Mavi gözlerini öperdim”.

İkinci satırı Aybarşa doğru söyledi.

“Sessiz adımlarla yanımdan geçersin”.

Daulet ise onu böylece söyledi:

“İpek elbisenin altına göğüsün çırpınıyor”...

Her birisi kendine göre söyledi, ama tartışmadılar ve şarkıyı yine sese ses olarak bitirdiler.

“Seni hatırladığım zaman, her gece

Sabaha kadar yatarım hüzünlü ve kederli gözlerimi kırpmadan

Balımşa!

Yatağımda yatıyorum, hayalini kalbimde saklayarak,

Sen ise, hava ve güneş gibi dinlemiyorsun beni!.. ”

Onlar söylemeye devam ediyordular ve birden bire höyüğün tepesinden büyük bir toprak parçası düştü ve onların ayaklarının yanında döküldü.

Onlar korkarak atladılar.

Birisi onların üzerinde koşuyordu ve onun ayakları altından taşlar dökülüyordu.

- Kim o? - sordu Daulet.

Aybarşa yukarıya baktı.

- Belki sadece toprağın bir parçası koptu, - dedi o.

- Neden o düştü? Deprem mi oldu? Hayır, birisi koşup geçtı. İnsan mı, hayvan mı? Haydi, yukarı çıkalım, bakalım.

Onlar höyüğün tepesine çıktılar. Doğru, tepelerin yanından eğilerek ve kayarak biri koşuyordu.

- Ya, tabii ki bu insan, - dedi Daulet. – Haydi durduralım onu.

- Neden bunu istiyorsun? Sadece birisi vakit geçiriyor.

- Hayır, buna benzemiyor. Burda daha ciddi bir şey.

- Cehennemin dibine gitsin.

Bağırdı Daulet.

- Hey, adam.

Ama yukarıda yine sessizdi. Herhalde o tepenin arkasına kaçtı.

- Hepsibir yakalarım ki, - öfkeyle bağırdı ona Daulet.

Aybarşa onu elinden tuttu.

- Hadi, bulaşma, - dedi o.

- Bırak! – bağırdı Daulet kendinden geçerek.

- Ben ise sana diyorum: hiç bir yere koşmayacaksın! – Aybarşa’nın sesine emir notu duyuldu.

Bu ara höyüğün diğer tarafından atlı birisi göründü. O Baycan idi.

- Ya! – dedi Baycan. – Bu onlardır – bizim Kozı-Korpeş ve Bayan Slu. Merhaba aşıklar.

- Merhaba! – cevap verdi Daulet biraz utanarak. - Ama buraya nasıl geldin?

- Ya işte, baktım ki siz burda birbirinizle tartışıyorsunuz ve yanınıza geldim. Neden hepsi bu?

- Yukarıya tırmanıyorduk, amca, tırmanmaya zor da. Biz itiyoruk birbirimizi, - hızlı bir şekilde akıl etti Aybarşa.

Baycan başka soru sormaı. O yüzden benim yanımdan uçup geçti – demek ki kokrtu Daulet, - düşündü Baycan. İş şundadır, kaçak Baycan’ın yanından geçerken, o tanıdı onu. O rayzonun ziraat mühendisi Kalakay Artıkov idi.

Yakında Daulet Kalakay’ın Aybarşa’ya deli olduğunu ve kendine yer bulamadığı-yanı bu kadar aşık olduğunu Baycan’a anlattı. O zaman Baycan bu hikayeye fazla önem vermedi. Şimdi ise düşünmeye başladı. “Bu genç fazlasıyla hızlı koşuyordu. Allah korusun, bunlar onun yüzünden kavga etmiş olmasınlar?” – düşünü o. Ama sormaya cesaret edemiyordu.

Daulet ve Aybarşa sıkılarak sususyordular. Onları izleyenin kim olduğunu öylesine de öğrenemediler. Baycan ise düşündü: susuyorlar! Susmaları iyi seğil! Karıştırmasaydı bir şeyleri, iyi olurdu. Ve hızlıca attan indi.

Daulet ve Aybarşa utanarak susuyordular. Kimin onları izlediğini öyle de öğrenemediler. Baycan ise düşündü: suskunlar! Suskun olmaları iyi değil! Bir şey yapıp herşeyi bozmasaydı. Ve hızlıca attan indi.

- Peki, ne ise, oturalım mı biraz! – mahsus kaygısızca dedi o. – Oturalım, konuşalım.

- Oturalım, - razı oldu Daulet ve elini uzattı ona.

Baycan atın sırtına dizgini attı ve oturdu. Aybarşa ortaya oturdu, erkekler yan taraflardan.

- Yoruldum, - dedi Baycan, alnını silelek.

- Ya nereye gidiyordun? – sordu Daulet.

- Nasıl nereye? Ben inşaatta çalışmıyor muyum? İşte köpek gibi dört dönüyorum. Kanalın bir ucundan diğerine kadar iki- üç günlük yol, ama tüm inşaatçıları ziyaret etmeliyim. Bakmalıyım, ihtiyacı olana yardım etmeliyim. Hiç birini unutmamalıyım.

- Ya araba neye?

- Araba! Arabayla, dostum, burda geçemezsin! Bizde değil o, Arke’de, bozkır masa örtüsü gibi olan yerde. Burda adım attıkça ya barkan, ya kumul ve dize kadar kumlar. Ovaya çıksan, ondan da beter – saksaul çalıları o kadar sık, dönemezsin.

- Neden kumlar ve saksaul çalıları arasında dolaşmak zorundasınız. Bunun için yollar yapıldı ki, - dedi Aybarşa.

- Yollar yapıldı! İşte bunda sorun – hangi ve nasıl yollar yapıldı. İşte bizdeki yol ok gibi: düz, pürüssüz, geniş. Merkezi bir caddenin tamamen aynısıdır. Sizde ise, yolunuz nehir gibiir – kavşaklar ve dönüşler. Ya tozlar, tozlar, Allahım! At ayağını daha atmadı, ama artık ne at, ne de binici görünüyor. Arabayla yoldan gidiyorsun, kabin kapalı, ama yine de çıkmaya ve tozu sirkelemeye lazım, yoksa boğulursun! İşte size Sırdarya.

- Hadi, hadi, - neredeyse tamamen kırıldı Aybarşa. – Sizde her şey iyi, bizde ise her şey kötü! Ben şunu derim: bizim Sırdarya’mızı sizin on Ark’enize değişmem. İşte böyle! Ya madem ki bizde o kadar kötüyse, niye o zaman bize geldiniz? Buyrun, uğurlar olsun geri gidebilirsiniz. Kimseyi zorla tutmuyoruz.

- Ya hemen kızdı! – dedi baycan. – Ya ne kadar ateşlisin, kardeşim, bir laf bile size diyemezzsin.

- Yok, gerçekten, - devam ediyordu Aybarşa. – Kendiniz dediniz, bizim toprağımızdan dünyada daha iyisi yok demiştiniz. Sadece sulama ona yetmiyor dediniz. Ya şimdi... – o bitirmedi çünkü gördü – Baycan artık gülüyordu. – Neden? – şaşarak sordu o.

O özür diler gibi elini salladı.

- Ben şaka yaptım ki, kardeşim, siz ise Darya’nız için az kalsın beni ısıracaktanız.

- Peki, o zaman ikimiz de şaka yaptık, - dedi Aybarşa hala kendini tutarak. – Şakaya şaka.

- Yok, doğru, şaka yapıyorum, kardeşim, - artık tamamen ciddi dedi Baycan. – Etrafa bakınmaya ve tövbe etmeye vaktim de yok zaten. Farkedemiyorssun bile nasıl günler geçiyor. Biliyor musunuz, günde yüz yirmi dört saat olmadığı için bazen pişman oluyorum. O zaman yapıp bitirmediğim işim olmazdı artık.

- İyi bir fikir, - dedi Daulet. – Keşke insanın ömrü beş kat daha uzun olsaydı.

- Ne ise, bir gün tam da böyle olur. Ömrün uzunluğu - çok koşullu bir kavram. Ama bir şey söyleyebiliriz: kimse ölmeye istemez. Ölümü istemek – hayattan nefret etmektir. Böyle bir kincileri ülkemizde bulamazsın bile, belki de!

- Bu doğrudur, - razı oldu Aybarşa, - ama hayatın da fazlası ilginç değil. Koyumuzde bir yaşlı kadın var, o yüz onbeş yaşında. Dişleri döküldükten sonra, yenileri çıkmaya başladı, hem de o kadar güzel, iri, inci gibiler, ama onlara az bir şey dokursan – sallanıyorlar. Ama kendis, kendisi! Açıkçası kemik dolusu bir torba. Sürünüyor ve sızlıyor. Diyorlar ki yaşlı insan çocuk gibidir. Onun ne aklı var, ne hafızası. Ama bu yaşlı kadın her şeyi hatırlıyor. Ne kadar kötü olursa olsun bu yaşlıya, ama ölmek istemiyor. İşte kızlar ona bağırıyorlar köşe arkasından: “nine, nine, niye başkasının yaşını yiyorsun?! Yaşadın – artık zamanı da bilmeye lazım!?” Ya bir kızıyor, bir bağırıyor onlara: “Allah belanızı versiin, şeytanlar! Ne imiş, ben sizin ömrünüzü yiyormuşum mu? Yer dar olmaya başladı size şeytanlar.”

- Bak işte, gördün mü, - dedi Baycan, - Demek ki yüz onbeş yaştayken de ölüm tatlı değil.

- Ama onun gibi yaşamaya da ben hepsibir razı değilim, - düşünceli dedi Aybarşa. – Hayatta ne ilgi var ki, eğer o sana ağır geliyor? Ben yakında professör Palladin’ın “Gençleşme” kitabını okudum...

- O! – şaşırdı Baycan. – Demek ki siz de birşeyler okuyorsunuz? Evet, iyi bir kitap, onu çok beğendim.

Aybarşa ağzını açtı bir şey demek için, ama Daulet onun sözünü kesti.

- Tüm bunlar saçmalıktır, arkadaşlar! İkinci gençlik hakkında bu yüz onbeş yaşında olan yaşlı kadın düşünsün. Biz ise birincisini daha iyi yaşasak ta.

- Yok, tüm bunlar çok ilginçtir, - düşünceli başını salladı Baycan. – Peki, tamam. Sırdarya’mıza dönelim. İşte ben diyorum, zaman yetmiyor, iş çok: iş kesin çok, ama eğer o bundan sonra da aynı tempoda devam ederse, gelecek sonbaharda kanalı açarız. Şunu söylemeye lazım: bizim ovalarımızda sizin ketmencileriniz gibileri yoktur. Bizim tahıl ekicilerini buraya göndersek –sizin birinize karşı beşi lazım.

- Evet, - memnuniyetle dedi Aybarşa. – Çoktan razı olsaydınız.

- Ya kadınlar, kadınlar! – ve Baycan gözünü kırptı Daulet’e. – Önce arkaya yaslanır, sonra tamamen yere eğilir – bir! Ve kanalın dibinden kil, kum, taş uçuyor. Ve böylece beş, altı metre yukarıya. Her bir vuruş, bir kova taş.

- Vay, - vakvakladı Daulet. – Ya sen yazar gibi konuşuyorsun.

- O yazarın ta kendisi, - alaycı bir tavırla gözlerini kıstı Aybarşa. – Ben onun şiirlerini de okudum.

Baycan’ın gözleri hemen açıldı.

- Nerden onları aldınız ki? – sordu o.

- Peki, diyelim ki, size bunu söylemem.

- Hayır, canım, söyleyeceksiniz! – Baycan Daulet’e gözünü kırptı. – Burda iş ciddi. Telif hakkı ne olduğunu biliyor musunuz?

- Hayır, niye?

- İşte bu sebepten dolayı. Bır kanun var: yazar, ayınlanmamış eserin dağıtımını yapanı mahkemeye verebilir.

O sertçe, kaşlarını çatatarak konuşuyordu, ama Aybarşa birden bire gülmeye başladı.

- Öylemi mi! O zaman Gülnar’ın işleri zor. Onda sizin şiirlerinizi okudum

- Hayır, canım! Neyimiş orda Gülnar? Yargılanacak olan yine de sensin! – dedi Daulet.

- Neden?

- Karı koca birdir. Karının kocasının eserlerine hakkı var, ya senin hakkın yok ki.

Aybarşa ne diyeceğini bilmiyordu.

- Gördün mü! – başını salladı Daulet’e Baycan. – Bizi, kardeşim, kolay kolay geçemezsin.

- Görüyorum, - dedi Aybarşa. – Nasıl isterseniz, ama eserlerini sadece hanımı okuyan bir yazar... hayır, iyi bir yazar değildir!

- Bu çok doğrudur, - ciddi ciddi cevap verdi Baycan. – Şair olamadım ben. Bir türlü olamadım. Siz benim eski şiirlerimi gördünüz, çünkü yenilerini yazmıyorum. Övünecek bir şeyim yoktur.

- Yok, yok, ben şaka yaptım, - aceleyle dedi Aybarşa. Baycan’ın alçakgönüllüğü onu tamamen sakinleştirdi. – Şiirler kötü değil ki.

- Peki, teşekkür ederim eğer şaka yapmıyorsanız.

- Ya hayır, şaka yapmıyorum.

- Teşekkürler, teşekkürler, - tekrarladı Baycan yine de çok ciddi. – Evet, evet, şair olamadım ben. İşte görüyorsunuz mihendis oldum. Biliyor musunuz arkadaşlar, Gülnar’ın yüzünden ben mühendis oldum. O olmasaydı, güzel vadinizde ben de olmazdım.

- Pişman mısınız? - sordu Aybarşa.

- Hayır, pişman değilim! - katiyetle başını salladı Baycan. – Akıllı bir insan, bu kanalı açma işine katılmayı şeref olarak görmelidir. Sırdarya vadisinin ne insanları var! Elleri ne kadar altın!

- Pişman mısınız? – sordu Aybarşa.

- Hayır, pişman değilim! – kesinlikle başını salladı Baycan. – Akıllı insan bu kanalın açılışı gibi böyle bir işe katılmayı onur olarak görmelidir. Sırdarya vadisinde ne insanlar var! Ne altın eller! Sadece düşünün, hasatı elde etmek için ne kadar emek vermeye lazım bu topraklara! Bizde Ark’ta bu iş mi? İlkbaharda ekerler, ve nerdeyse ta hasata kadar eli elin üstünde oturuyorlar. Sadece belki bir veya iki defa sırayı çapalarlar, bu kadar. Yağmur yağar, buğday kendisi de yetişir: yağmazsa – her şey yok olur. Kanal varsa – hiçbir yağmura ihtiyaç da yok. Toprak herhangi hasat verir.

- Sen diyorsun yağmur, Baycan, - düşünerek dedi Daulet. – Hayır, Allah korusun burda yağmurun olmasını.

- İşte bunun hakkında söylemeye istedim, - dedi Baycan. – Burda ne oluyor. Kızmış toprağa yagmur yağınca kabuk oluşuyor, filiz ise onun altında sanki tabutun kapagı altındaymiş. Yakında Rizenkampf bilimadamın Sırdarya hakkında iki ciltlik çalışmasını okudum. Bu çalışma 1930’cu sene Leningrad’ta bastırılmıştır. Bu bilim adamı şunu yazıyor: 1889’da göçebenlerle tahıl ekenler arasında savaş oldu ve nedeni şudur. Yağmur yağdı. Tabii tüm filizler kapandı kaldı ve öldü. Ama tahıl ekenler duymuşlar sanki bu yağmur kendi kendine yağmadı, onu göçeben-hayvancılar yaptılar. Şamanlarda, “jadatas” sihirli bir taş var. Araştırdılar ve öğrendiler ki, doğru, göçebenler dağlarda bu taşın üzerinde yağmur yağsın, hayvanlar yetişsin ve besili olsun diye kurban kesiyorlarmış. Ya öyle mi! O zaman size gösteririz bu yağmuru! Toplandılar bir yıgın ve dağlara yönlendiler. Talep ediyorlar dağlılardan - “Hemen yağmuru durdurun”. Ya onu durdurabilir misin? İşte çatışma oldu. Birkaç kişi öldü onda.

- Nedense ben böyle bir şey duymadım. – dedi Daulet.

- Ve daha bir şey diyeceğim size. Hepiniz diyorsunuz ki “bizim Darya, bizim Darya”. Ya biliyor musunuz ki, eğer sizin o Darya’nızı kanala kapatsak ve tarlalara su verdirsek, hasatı toplamaya el yetmez!

Haydi, Stalin’in ikinci beşyıllığında Kızılorda ilinde kaç tane baraj yapılacak, bakalım?

- Biliyoruz! – ikisi de cevap verdi. – Üç!

- Doğru! Üç baraj. Kaç hektar tarıma elverişli araziyi onlar sular. Biliyor musunuz?

- Hayır, - yine ikisi de cevap verdi.

- Üç buçuk milyon hektar! Şimdi ise kaç ekiliyor?

- Seksen bin hektar, - cevapladı Aybarşa.

- Aferim, kardeşim! Evet, doğru, seksen bin. Ama üç buçuk milyon olacak. Yüzde kaça ekin alanı artacak?

Onlar düşünekaldılar.

- Düşünme bile kardeşim, - güldü Baycan. Ben söylerim: bu yüzde dört bin üç yüz yetmiş beş yapar! Harika! Devam edelim. İlin tüm kolhozlarında bugüne yüz elli beş bin kişi var diye sayılıyor. Çalışabilenin sayısı daha da az tabii ki. Ama diyelim ki Stalin’in beşinci beşyıllığında, çocuklar büyüdüklerinde, Gosplan’ın[19] çalışanları dedikleri gibi bütün bu rakamlar gerçek çalışma ünitesine döner. O zaman her bir böyle çalışma ünitesinin başına kaç hektar gelir? Bilmiyor musunuz? Ben size söyleyeyim – yirmi dört hektar! Şimdi de ikincisi, bundan çıkan: eski el işini kullanarak bu toprağın ne kadarını sulamaya mümkün?

Daulet anlamıştı Baycan’ın ne demek istediğini.

- Ya teknik de gelişiyor, - dedi o cesaretsizce. – Ekinleri uçaklarla sularız.

- Olmaz, kardeşim. Neden o zaman siz o kadar yağmurlardan korkuyorsunuz? Hayır, yukardan duşen su – Sırdarya ekinleri için ölümdür olduğu kanıtlanmıştır diye anlaşalım.

- Ya eğer borular? – sordu Aybarşa fazla emin olmadan.

- Ne kadar lazım olacak bu borulardan?

- Bu sorun olmaz. Demirimiz yeterlidir. Bütün ekin yapılacak arsalar altına boruları döşeriz ve onlardan su veririz.

- Evet, - memnuniyetle uzatarak, hayal eden Aybarşa’ya bakarak dedi Bacan. – Her şeyi öngördün, ama bir şeyi düşünemedin. Toprağı nasıl süreceksin eğer o komple borular içinde olursa?

- Ayım,- güldü Daulet, - sen Baycan’la tartışma. İkimizden de daha akıllı o. Tek o konuşsun.

- Peki, ne ise, dinliyelim, - razı olsu Aybarşa.

- Yani, üç buçuk milyon hektarı işlemek için işçi sayısını en az beş kat kadar arttırmaya lazım.

- Onları nerden alacağız ki? – sordu Aybarşa.

- Ya nerden alınacaklar? - Baycan gözünü kırptı Daulet’e. – Ya sen doğal artışı hesaba almıyor musun? On sene sonra Sırdarya vadisinin nüfüsü iki katına çıkar. Doğanın kuralı böyle.

- Doğru,- görünür bir zevkle doğruladı Daulet, - doğanın kuralıdır.

- Ama zorlık şundadır, - devam ediyordu Baycan. – Tabii, Sırdarya vadisinin nüfüsü çölden fethedilen tüm alanı işleyebilmek için gereken doğum oranında artışını gereken tarihe vermez – bu birinciden; ikinciden – barajların işletmeye alınacağı anına doğru verse bile, o beşyılında doğan çocuklar daha iş gücü değildir – o iki.

- O zaman ne yapalım? – sordu Aybarşa.

- Demek ki, sorun göçle halledilmelidir.

- Evet, - dargın dargın dedi Aybarşa. – İşte şöyle. Siz tüm akrabalarınızı bize getirin. Ama önce bizi sorun – onları kabul eder miyiz biz!

- Ya kabul etmeyeceksiniz! Bunun hakkında sizinle konuşmayacağız bile.

- Nedenmiş?

- Çünkü her şeyden önce bizim sizin kadar Sırdarya’ya hakkımız var. Dedelerimiz sizin atalarınızla beraber burda yaşadılar, sadece djut ve Kalmuklar onları doğdukları yerleri zorla terk etmeye ve Arka’ya taşınmaya zorladılar. Ve bu, kardesim, 1723’te oldu, Büyük göç senesiç Böylece hiçbir şey yapamazsın – bizim nehrimiz.

- Öyle mi bu acaba? – sordu Aybarşa. – Nerden siz bunu biliyorsunuz?

- İşte burdan: anlamı yaşlılara bile bilinmeyen iki sözümüz var. Burda ise onları çocuklar bile anlıyor. Demek ki biz onları sizden aldık.

- Boşuna siz bu tartışmayı başlattınız, - karıştı Daulet. – Sen, Aybarşa, topragımızı kıskanma. Herkez hoş gelsin. Her birisi için bizde yer bulunur. İsterseniz hemen yarın yakınlarınızı taşıyın, ağa. Ve bitirelim bunu burda. Tamam mı?

- Ben razıyım da, ama kız kardeşimiz nedense biraz itiraz ediyor, - güldü Baycan.

- Evet, - devam etti Baycan, - işte, mesela, bizde birini lanetlemeye ya hakaret etmeye isterlerse, diyorlar “kortık neme”, özellikle bunu kısaböylülere derler. Ama bu lanetin ne olduğunu, kimse de bilmiyor. Aslında, “kortık” sizce eşecikmiş. Bizde eşekler yoktur. İşte bu yüzden sözün anlamı da kayboldu, sadece bir istek kaldı - hakaret etmek. Ama bu söz bize bir yerden geldi ki? Devam. Eğer bir çocuk raşitizmle: büyük karnı ve incecik ayaklarıyla doğdu. Onun hakkında derler ya bu işçi değil, onun karnı kabak gibi, ayakları ise sopa gibi. Ya kabak nedir? Bizde kimse bilmiyor, ama raşitin karnı neye benzediğini atalarımız anlıyordu.

- Yani, - sordu Aybarşa, - her bir kelimenin anlamı var mı?

- Hem de nasıl? Dil, söz, anlam nedir? İnsan nesneyle karşılaştıktan sonra ona ad verdi. Herhangi belli bir eylemi, insanın karşılaşmadığı bir nesneyle anlatmayan bir söz yoktur. Neden dile ölü sözler karşılanır? Nesnenin adı, yani sözün kullanım fonksiyonu, unutulmuştur, eğer öyleyse, o zaman sözün kendisi boş bir sestir, sadece bir semboldur.

- Siz herhalde dünyadaki herşeyi biliyorsunuz, ağa! – dedi Daulet.

- Her birimiz bilmeliyiz! Bizim esas dezavantajımız, yetişkin, saygılı insanlar olsak da az çok az biliyoruz.

- Bu benim hakkımda mı diyorsunuz? – kırıldı Daulet.

- Nasıl olur, - elini salladı Baycan. – Daha çok kendim hakkında! Kim her şeyi biliyor? İşte sorun burda, bizim bildiklerimiz bilmediklerimizden bin kat daha azdır.

- Ya siz fazlasıyla mütevazisiniz, - dedi Aybarşa.

- Hayır, alçakgönüllülük yapmıyorum. Ben düşünüyordum enstitüyü bitiririm, Sırdarya’ya giderim ve insalara akıl veririm. Bitirdim, geldim, baktım ki –insanlardan kendim akıl istemeliyım.

- Çok ilginç siz dediniz ölü sözler hakkında, - düşünerek dedi Daulet. - Hadi bakalım, daha ne tür sözler sizde var?

- Ya işte, bizde birisini kırmaya istiyorlarsa diyorlar ki: “Benim için şopaktan da küçüksün”. “Şopak” nedir? Kimse bilmiyor, ama herkes kırılıyor. Şopak - ekilmiş kavun tohumlarıymış. Onlar o kadar hafif ki, hafif bir rüzgardan onlar uçup gidiyorlar. Ve bunu ben sadece burda öğrendim. Bundan sonra, insan çok susamışsa ona diyorlar: “sen ne tolkan yedin mi?” Tolkan nedir? Sizde yulaf ununa öyle diyorlar, Rusça tarzına yakın bir şekilde.

- Çok ilginç, - Baycan’ın iki muhatabı da güldü.

- İnsan zayıflıyor, onun hakkında anlamsız ama çok açık bir pişmanlıkla diyorlar: Eyvah, kötü onun uskını. Sizin sulama memleketinizde herhangi çocuk bilir, çiğirin tekerliği tutturulduğu kalın ağaç mili uskındır. İlginç mi?

- İlginç, - dedi Aybarşa. – Yalnız hayır, herhangi çocuk bunu bilmiyor. Bu sözü ben de ilk defa duyuyorum.

- Daha iyi. Çiğir kullanımdan yok oluyor artık, bu yüzden onunla bağlı anlamlar da ölüyor. Çiğirlerin yerine kanallar geliyor. Bakınız, nesne kayboldu ve onunla ilgili bütün anlamlar boş ses takımına dönüştü. Görüyor musunuz, dilimiz ne kadar esnek, mobil bir alet.

Herhalde daha uzun zaman yüksek höyük altında konuşurlardı bizim arkadaşlarımız, eğer aniden “adırna”[20] tiz bir düdük çalmasaydı.

- Allahım, şafak attı bşle, - bağırdı Baycan.

- Ya siz farketmediniz mi. – güldü Aybarşa.

- Hoş sohbet sırasında gece de görünmeden geçti. Ama en önemlisi, ben çok iyi dinlendim.

- Ya siz bugün hiç uyumadınız ki?

- Hayır, tabii ki. Şimdi uyuyamam.

- Ya o zaman bize gidelim. Biz inlenmeniz için her şeyi ayarlarız.

- Öyle aldı ve sana gitti o, - gülgü Daulet. – Karısına kadar ulaşmayınca o gözünü yummaz.

- Yeter, yeter gülmeyin, - dedi Baycan kalkarken. – İşte evlenirsiniz, siz de aynı durumda olursunuz.

Baycan’ın atı kımıldaman duruyordu, sanki uyuyordu. Ama “adırna”nın sinyali çalar çalmaz, o başını kaldırdı ve kulaklarını oynattı.

- Gidiyor musunuz, ağa? – sordu Daulet ve o da kumdan kalktı.

- Evet, zamanı geldi.

- Bekleyin, ben atı getireyeyim, - dedi Aybarşa, - bizim adetlerimize göre misafiri kız uğurluyor.

O Baycan’a eyere oturmaya yardım etti.

- Teşekkür ederim, kardeşim, - dedi Baycan ve mahmuzladı atı.



Sekizinci Bölüm

ADAMI YUTAN YAYIN BALIĞI


Kabandı gölü ilçe merkeziydi.

Bir zaman sahilleri kalın sazlıkta boğulmuştu, her tarafta yüksek, sulu su basan ovalar yeşil dönmüşler. Göl "Kabandı" olarak adlandırılmış, çünkü sazlıkta yabandomuzları dolu olmuştu.

Yıllar önce bir meşhur feodal jütten kurtarılmıştı. Bu yer o kadar hoşuna gitmiş ki jütten sonra burada kalmıştı. Göl Sırdarya nehrinin yakınında bulunmuş ve her yıl nehir sahilleri bırakarak, temiz su ile doldurarak, göl yatağına kadar ulaşmıştı.

Gölün bir tarafı sığ, düşük olmuş ve mükemmel bir sulama yeri olarak hizmet vermiştir. İşte bay burada yurtları kurmuştu. Yavaş yavaş, onun kışlama yeri evler ve diğer kışlama yerleri ile büyümüştü. Yeni insanlar buraya gelip inşa etmişlerdi. Kasaba büyük bir aul haline gelmişti, Sovyetler Birliği döneminde ise ilçe merkezi olmuştur.

Kasaba hızla büyümüş ve orada okul, hastane, sovyet kurumları binaları kurulmuştu. İşte oldukça önemli bir noktayla harita üzerinde işaretlenmiş. Aniden felaket ortaya çıkmış – Sırdarya nehrinin yatağı değişip, gölün etrafında gitmiş ve bunun yerine ilk önce bir paslı bataklık ortaya çıkmış, sonra o da kurutulmuştur. Kuyuları kazmışlar, su pompalamağa başlamışlar, ama şehrin ihtiyaçları için hâlâ yeterli değilmiştir.

Ne yapmak? Sırdarya nehrinden suyu geçirmek çok zor, hem de faydasız. Onlar ilçe merkezinin daha uygun bir yere taşıması hakkında konuşmaya başlamışlar.

- Ama bu daha uygun yer nerede bulunuyor?

Demişler, demişler, ama sonunda hiçbir şey kabul etmemişlerdi.

Ardından, birkaç yıl sonra, mühendislik hesaplamaları Stalin su kanalını Sırdarya yolundan sorunsuz su ile sağlanacağı kanıtlamıştır. Bunun için ilçe idareleri kanal ağzında bölgesel merkezi aktarmak için karar vermişler.

Bu kararla Alma-Ata şehrinde kararlaştırılmış ve bu bölgesel merkezinin inşaatı için özel bir ödenekleri yayınlanmıştır. Rahmet Dyusembin başkanlığında bir komisyon oluşturulmuştur.

Yolunun açılışı tarihine kadar yeni bir şehir ortaya çıkmak için binalar inşa edilmiştir. Şehrin merkezinde bir park kurulmuş, park içinde ve çevresinde bölgesel kurumların binaları yerleştirilmiştir.

Her ev bir meyve bahçesi ile çevriliymiş, dolayısıyla bütün şehir Almalık, yani “Elmalı”, denilmiştir.

Baycan ve Gülnar misafirleri kabul eden ev o kadar yeni oldu ki, bile çatı ve sıva kapsamak için zaman yoktu.

Misafirler biraz dinlenip etrafa bakınca, Gülnar Aybarşa’ya, banyo hazır olduğunu ve oraya onun geçirdiğini söyledi. Aybarşa hemen kalktı.

Uzun zaman nehir suyu ile banyo hakkında hayal etmişti. Kuyu suyu sert ve tuzlu, bu su içinde sabun hiç köpürmez, saç yıkamaz, ama başı dağılmış. Aybarşa’nın bel altında, kalın, çok uzun saç örgüleri varmış. Saç örgüleri bir hafta içinde yıkamazsa, karışık haline giderler, o zaman bile taramak imkansız.

Gülnar ve Aybarşa banyodan çıktıkları zaman, Daulet ve Baycan zaten sinemadan dönüp onlara çay pişirdiler.

Biraz oturup konuşup bir kulübe gitmeye karar verdiler. Bugün orada “Kız-Jibek” operası vardı. Kulyaş Bayseyitova Birliğ’in halk artisti ana rolü oynadı. O bir turne oldu.

Arkadaşlar oyunu görmeye, akşam yemeği yemeye ve Tarangulsay’daki Sırbay yanına gitmeye karar verdiler. Orada bir parti hazırlandı, genç insanlar zaten toplandığını ve onları beklediğini telefon ettiler.

Tarangulsay – büyük bir arığın, yani sulama kanalının, kurumuş nehir yatağıdır. Bu arık yüzlerce yıl önce kazılmıştır, ve o terk edilmiştir. Sulama kanalının her iki tarafında uygun ve bir kez verimli toprakların binlerce hektarı bulunmaktadır. Şimdi ısı ve kuraklık bu toprakları bir taşa dönmüş. Onları gelecek su kanalı sulamalıdır.

Kanal ve vadi Tuyemoinskiy kumları yakınında kavşak etmektedir. Vadi yakınında kuru nehir yatağı üzerinde yol inşaati kurmalıydı. Böyle ilk versiyonu olmuştur.

Ama Anatoliy Kondratyeviç alanı inceledikten sonra karşı taslak gözler önüne gösterdi. Araştırmaları eski plan çok şeyler dikkate sürmediğini gösterdiler. Eski kanalının yatağı, ovalar boyunca geçmiştir, nehir yatağı yüksek olduğu için nehirden kanal içine su gitmemiş. Sonuç olarak, Anatoliy Kondratieviç başka akışı kazmak zorunda kaldığını yazdı. Sırdarya nehrinin keskin dönüşlerinin birinden onu açmak, yani ana su yolunun ağzından on mil için kazmağa başlamak gerekmektedir.

İki kanal kesişme noktasında eski proje tarafından barajın inşaatını sağlandı. Ama, elbette, yeni bir kanal kurmak ve eski kanalı temizlemek için çalışmalarını engelledi. Anatoliy Kondratieviç’in tarafından tasarlanan sulama kanalının kurmasını Sırbay’ya emanet ettiler.

Böyle oldu.

Bölge Komitesi'nin sekreteri ihtiyara inşaat planı ve ilçe merkezi kanalın ağzının yanına aktarmak için karar hakkında ayrıntılarıyla anlattı. Gelecekte küçük bir ilçe kasaba dev bir suyolu kıyısında büyük ve kültür merkezi haline çevirmek olduğunu söyledi.

Bu konuya ulaştıkça Rahmet aniden şöyle demiş:

– Ağay, size bir teklifi yapmak istiyorum.

– Evet, evet canım...

– Söyler misiniz, çiftliğiniz Tar–Togay – dar orman adlandırılır.

– Sen bilirsin, - Sırbay kasvetli dedi. – Kötü bir adı ama gerçek.

– Bu adı tüm kötü değil. “Togay” iyi bir söz, ama “tar” kötüdür. “Dar” çiftlik nedir? Ama hiç birşey yapılmaz, adı doğrudur. Tabii ki, bu toprak biri bay için yeterli idi, ama çiftlik için yeterli değildir. Daha rahat bir yere taşımak istediğinizi duydum. Doğru mu?

–Doğru, canım. İnşaatın tamamlamasını bekliyoruz, o zaman daha iyi yerleştiğimiz yeri seçeriz.

–İster misiniz, ben size bu yeri göstereyim?

– Bilirsen, göster.

– Tarangulsay’a su için yol açmak istediğimizi duydun mu?

– Tabii ki, duydum.

– Bu sulama kanalının etrafında ekilebilir toprakların binlerce hektarı bulunduğunu biliyor musunuz?

– Bunu da biliyoruz.

– İki kanalın kesiştiğinde bir barajın inşa edeceğimizi biliyor musunuz?

– Ayrıca biliyoruz.

– Tamam! Ama sorun var: eski vadi içinden su geçmez. Yani, yeni bir yer aramak gerekir, ama nerede.... Bakabas hakkında duydun mu?

– Vay, nasıl bilmem ki! Her zaman düşündüm – Bakabas yanından sulama kanalı yol açmak için iyi bir fikirdir. Eski nehir yatağının yeri düşük, su kanalı kuru, ve su hiç akmaz, ama Bakabas’ta su besleme için hem sahil uygun hem de hızlı akış var. Yani, basınç büyüktür. Su, rüzgar gibi, geçecek. Sadece uzak kazmak zorundayız, belki yapamayız...

– Bir kişi için bu uzak, ama dünya için on mil kazmak – bir kez ketmen ile sallamak gibidir.

– Nazik sözlerin için teşekkür, oğlum! Tüm insanlarımızdan sana teşekkür ederim. Doğru şekilde düşündün.

– İşte ne oluyor: Bakabas’tan su için yol açarız, yeni yerde barajı kururuz, o zaman eski vadinin üstü dolu olacaktır.

– Evet, bunu yaparsak, vadi asla kuru olmaz.

- Şimdi bana cevap verir misin: çiftliğiniz bu yere – eski vadinin kıyısına taşımak için teklif edersem, bu yeri sizin için uygun mu, yoksa yok?

İhtiyar biraz düşündü.

– Söylemeye gerek yok, vadi – en uygun yeri.

– Ama vadi büyük. Nerede yerleştirirsiniz?

İhtiyar yine de düşündü.

– Evet, Darya ve su kanalının yakınsadığı nehir ağzında daha iyidir. Ne söylenir, ama sulama kanalı her zaman sulama kanalıdır.

– İşte öyle! Dar ve küçük adanıza rağmen, orada orman var. Bakabas ise geniş, ama etrafında çıplak bozkır var. Bunun için hoşunuza gitmez. Değil mi?

Sırbay hafifçe omuzları silkti.

– Bizim için su olduğunu en önemlidir. Su varsa orman da olur.

– Doğru söylüyorsun, – Rahmet onu övdü.

– Yani, anlaştık. Vadi içinde su ortaya çıkarken çiftlik te taşıyalım. Doğru mu?

– Tabii ki. Başka ne bekleyeceğiz? Daha çabuk, daha iyidir.

– Tamam! Ben ne düşünüyorum: siz yeni yere taşırken çiftlik için başka adı vermeniz gerekiyor.

– Uzun bir süre boyunca bizim milletimiz konuşmaktadır: dünyamız büyük ve geniş, ama çiftlik – Tar – dardır. Nasıl böyle olur? Böyle çiftlikte yaşamamız için ayıptır.

– Peki siz ne düşündünüz?

– Hâlâ hiç bir şey.

– Bir adı size teklif edeyim.

– Peki, nedir?

– İşte bunu: Ken-Togay (geniş ormandır).

İhtiyar hiç bir şey söylemeden düşündü.

– Doğru düşündün, – sonunda dedi. – Peki, milletleri ile konuşalım, belki hoşuna gider. Ken-Togay, Ken- Togay, – iyi bir adı.

Böylece yapmaya karar vermdiler.

– Bir şey daha var. – Rahmet dedi. – Baycan inşaat başı oğlunuz gibi. Onun ve Anatoliy Kondratiyeviç ile konuştum, siz suyun başlatması yapacaksınız. Tamam mı?

Sırbay bunu kabul etti.

İş tüm hızıyla devam edildi. Hatta inşaatçılar böyle hızı beklemediler. Sulama kanalının kolu dar oldu, ama ekskavatörler gündüz gece çalıştılar.

Sırbay hemen kendisini göstermiş: üretici haline giderken, çok hızlı yerleşimin adı değiştirdi. Zaten “Karakurbağasının kafası” - (Bakabas) değil, - “Ken-Togay” adlandırıldı. Yeni adı herkes çok hoşlandı, yakında sulama kanalı bu adını da aldı.

Sonuç olarak Sırbay çiftçilerin çiftliği taşındığını ikna etmeye çalıştı. O örneğini gösterdi: bozkır bir parçasını kürek ile çizdi ve iftiharla şöyle dedi:

– İşte benim evim.

Yabani otlar ve kırık kuru topraktan başka hiç bir şey yokmuş, insanlar bu ev onun olduğuna inandılar.

Sırbay etraflara bakmadı. Kil, sazlık getirip, hızlı bir şekilde küçük bir ev kurup içine taşındı. Ayrıca nerede meyve bir bahçesi oluşturabilirim, – düşündü. İhtiyar bir şey söylerse hemen bunu yaptı. Yani, hâlâ yeri hoşlanmaz, aniden Kızılorda fidanlığından onun adına meyve ve dekoratif ağaçların fidanları geldiler. Karısını – Tarbiya onları büyüdü; Sırbay’ın bu iş için zamanı yoktu. Ama bahçede yapraklar yeşil olduğunda, tomurcuklar patladığında ve ilk ürkek çiçekler çıktığında o ne kadar mutluydu.

1 Mayıs 1941 tarihinde su kanalın açılması atandı. İnşaatçılar o günü sabırsızlıkla beklediler!

Bahar erken ve çok sıcak oldu. Su yolunun uzak bölümlerinde kazılmış kuyular ve "çukurlar" tüm inşaatçıları tatmin edemediler. Su yanında her zaman kalabalık oldu. Ama şimdi su herkes için yeterlidir.

Gelecekteki su yolunun ilk yapının işletmeye alması büyük toy[21] ile işaretlemek gerekiyor. İnşaatçıların planına göre bu toy içinde tüm takımların temsilcileri, inşaatın tüm önde gelen insanları toplandılar. Toyun programı geniş planlandı. At yarışı, geleneksel güreş, keçinin aşındırması, kızların kaçırılması, ve sonunda, büyük binicilik müsabakaları listelendi.

Bu toydan birkaç gün önce Sırbay aniden ilan etti:

– Yoldaşlarım, sevinin, ama su gelince, çok dikkat edin.

– Ne oldu? – ona sordular.

– İşte, bu vadi yabani otlar ile büyü, yabani otlar içinde yılan ve yabani hayvanlar var. Ne kadar yılan yuvaları orada var, güneşli bir günde bakarsa, tüm otlar bir karınca yuvası gibi kaynar. Her yerde yuvalar, delikler, inler var. Su akarken ne olacağını düşünün... Hem hayvanlar kaçarlar, hem de yılanlar sürünürler, etraflara bakmak lazım. Yılan yuvaları kuru yabani otları ile kuşatmak gerekir. Onlar sürünmeye başlarken yakmak gerekir. Aksi takdirde bela olacak – sürüngenler tüm insanları ısıracaklar. Bir yılan yanarsa başka yılanlar da ateşe atacaklar. Böyle yılan geleneği – hepsi ölürler, hiçbiri hayatta kalmaz. Avcılar da onların zanaati hakkında hatırlamalılar. Atları eyerlenmek, köpeklere yemi vermek, yırtıcı kuşları donatmak, tüfekleri hazırlamak gerekir. Herkese - hem köpeklere hem de insanlara av olacak.

Baycan, Daulet, Aybarşa ve Gülnar bu görülmemiş eğlenceyi görmek için topladılar. Atları eyerlenip, tüfekleri ele geçirip yola çıktılar.

Sırbay sabahtan işleri yaptı: keçileri kesti, yemekleri hazırladı. Çünkü aynı zamanda iki bayram kutladılar: ağ geçidinin açılması ve Gülnar ve Baycan’nın düğünü (ihtiyar kesinlikle iki kez köyde yapmak istedi).

Bu günde kadınlar çoçuklarla çok fazla işleri yaptılar: eski vadi arandılar ve yılan deliği olduğunu yeri kuru yabani otlarla kuşattılar. Sürekli görev de kurulmuştur, yabani otları yakmak için sadece sinyalı bekliyorlardı.

Su başlatı, özellikle su kanalın uzunluğunu dikkate alırsak, – kolay değil.

Yapım başında kazılmış olmadan birkaç kazı alanları vardı. Sırbay onlara özel dikkat gösterdi. Çünkü Sırdarya’nın kili – toprağın özel bir türü oldu. O kadar ölü mineral kütlesi ki, onun üzerinden hatta kökleri de hiç çimlenmezdi. Kara toprağın ne tek bir gramı, ne de nem yoktu. Ellerinde biraz tutarak toza çevirdi.

Bu nedenle, deli bir su basıncı dayanamaz – çökebilir ve düşebilir, ağzı açık kalırsa – burada çalışan zemin kazılan birinin belasıdır. Yanı sıra bu tür ölümlerin vakaları nadir değildir, çalışanların kemerine halatları bağlamak önermektedir. İşçi suya düşerse, aynı zamanda onu dışarı çekinmektedir.

Sırbay da böylece yaptı.

Başlangıç zamanı nehir seli ile çakıştı. Özgürlü nehir böyle büyük bir güçle yarıştı ki vadinin derinliğinde yetiştirilen ağaçları kökleri ile yıkıldı.

Su kanallarının kavşağına ulaştığında, su durdurdu. Ne kadar güçlü bir akış değildi, ama yolunda durduğu büyük bir toprak engeli yıkamadı. Sonra en güçlü ve hızlı, yaklaşık bir düzine kadar, zemin kazılan kişi çapaların eşgüdümlü vurması yardımıyla engeli yıktılar ve suya erişim açıldılar.

Su bir kükreme ile yeni bir nehir yatağına doğru koştu.

Akış kıyıları yıkayıp, dibinden kaldırıp büyük kayalar taşıyıp, höyüğü yıktı, imha etti, çekip kızgın köpükte ağaçları taşıdı.

Nedense çalışanların kemerini bağlayan halatlar zayıfladılar. Birkaç çapa ile çalışan suya düştüler.

– Ketmen çek, çek! – bu korkunç anda kendini kaybetmeyen Sırbay diye bağırmış. – İnsanlar boğuluyorlar!

Bir düzine eller halatları yakaladılar ve kırmızı dalgalar yüzeyde ölenler çıktılar. Başlangıçta iki kişi eksikti. Su taşıdığını veya çöküş ezildiğini düşündüler.

Zaten birkaç dakika sonra onları buldular. Onların aklı başına gelmeden önce Gülnar uzun zaman onlarla çalışmak zorunda kaldı. Ve sonunda onlar nefes almaya başladığı zaman Gülnar başı kaldırdı, ama yanında ne Arbaşa, ne Baycan, ne de Daulet hiç kimse yoktu.

– Nereye gittiler? – şaşkın diye sordu.

– İşte bozkırda toz çıktı..... – ona cevap verdiler.

O işaret olduğuna baktı. Orada gerçekten toz çıktı. Biniciler atları kamçılayarak yolda dörtnala gittiler.

Onlar acele ettiler. Onlar akışı önde geçmek zorunda kaldılar. Onları pek çok ganimet bekledi.

Sırbay’ın düşündüğü gibi tüm yanlış gitti. Bir kaç tilki ve tavşan dışarı koştular. İşte tüm hayvanlar oldu.

Ancak pek çok yılan vardı.Vadi içine su coşunca yılanlar bozkıra sürünmeye başladılar, ama ateş yolu engelledi. Onlar, ateşe cızırdadılar, boyunları şişirdiler, kötü niyetle bükülüp onlarca ateşe düştüler. Alev onları hemen yutuldu, onlar ıslak şerit olarak bir patlama ile yandılar.

Yangın izlediği zaman biniciler su kanalının ağzına geri döndüler. İşte burada ilginç ve sıra dışı bir manzara oldu. Sırdarya nehrinden büyük bir yayın balığı sudan çıkıp kanalı içinde yüzdü.

Aman Tanrım, kıyıda ne kadar büyük kargaşa ortaya çıktı! İnsanlar bağırarak, atlayarak alkışlardılar.

– Yayın balığı, yayın balığı – çocuklar diye bağırdılar.

– Allahım, ne kadar kocaman, – kadınlar haykırıp dediler.

– Git, onu yakala! – adamlar diye dediler.

– Aha, kendisi yakalamak size fırsat vermez, nasıl ya....

Sırbay aniden ayağa fırlayıp yayın balığı ardından koştu. Yayın balığı yavaş yavaş yüzdü. Kuyruk bir hareket olduğu, düz yılan kafasını çevirdiği ve bıyık ile hateket ederek sabır dışarı çıktiği gibi görülebiliyordu.

Sırbay gözlerini dikerek ona baktı. Yayın balığına intikamını almak istedi. Bir zamanlar Sırbay yeğeni – ölen kardeşinin oğlunu yetiştirmişti. Oğlanın adı Yerali olmuş. Yedi veya sekiz yaşındaymış. Sırbay ona çok tapınmıştı.

Bir gün Yerali’nin yoldaşları nehirden gelip demişler, – “Senin yeğenini bir balık yemiş”. İhtiyar çocuklar korkudan yalan olduğunu ilk başta düşünmüştü, ama bu doğru olmuş. Çocukların şüphe imkansız olduğunu Yerali’nin ölüm hikayesini detaylı anlatmışlar. Yayın balığı gerçekten oğlanı yutmuştu. O günden beri Sırbay tüm yayın balığının soyundan nefret etmişti. O hepsini imha edermiş, ama yayın balığı yakalamak kolay mı? Onun uzun ömürü boyunca Sırbay onları iki kez görmüştü.

Onları öldürdükten sonra, ilk önce mideleri ilgilenmişti. Ancak, Sırbay sadece çürük ördek ve kaz kemiklerini ve balık kafalarını bulmuştu.

O günden beri Sırbay insanları yiyen yayın balığını yakalamak istemişti. Şimdi yüzen yayın balığına bakıp düşüntü “İşte, belki bu yayın balığı oğlumu yutacaktı”. O canavarı kaçırmamak için karar verip bunu yaptığını düşündü. Yayın balığı iki ya da üç kilometre yüzüp mutlaka ahşap barajına dayanır, yani geri dönecek. Sonra Sırbay onu öldürebilir.

Sırbayın elinde, büyük balık savaş için özel bir silah – kanca ve demir dikenler ile bir sopa oldu. Bu sopa üzerinde bir canlı sazan ekildi. Yayın balığı yemi yeyip, sazanı yutup kanca üzerinde yakalandı.

Aman Tanrım, sahildeki insanlar ne kadar endişeli oldular.

–Eğer yemi yutmazsa.... –biri şüpheliymiş.

–O zaman her şey gitmiş ..... – diğeri demiş.

– Ya tüfek kullanırsanız? – üçüncü diue sormuş.

– O bir tilki mi, ya da nedir ? Balık ağı lazım!

– Hayır, bu balık ciddi. Senin balık ağın onun için bir örümcek ağı gibidir.

Kıyıda şüphe ederek ve hala umarak böylece konuştular. Yayın balığı, bu arada, geri döndü, sazana yüzerek onu yuttu. Yayın balığı deneyimsiz, akılsız bir balık oldu, ama hayatında pek çok sazanı yedi. Sazan midesinde tutulduğunda yayın balığı her zaman içeride hoş bir sıcaklık hissetti. Ama şimdi, o yutulduğunda boğazında sert, keskin ve korkunç ağrılı bir şey sokuldu. Bu, tamamen yeni, asla hissetmemiş duygusu oldu, bunun için o ilk önce oldukça şaşırdı, daha sonra tüm gücüyle seğirmeye başladı. Ancak, ağrı geçmemişti. Yayın balığı çılgına dönmüş, su onun etrafında kaynadı.

Surbay da etrafına bakmadı. Onun emrinde, halatın bir ucu suya indirildi, diğeri kıyıya atmışlar ve çekmeye başladılar. İşlemin ilk kısmı kolay geçti. Yayın balığı kendisi karaya sürüklemek için izin verdi. Ama balık su üstünde görününce kıvrılmağa ve kuyruğunu yenmeğe başladı. Onu sürüklemek için iki deve getirmek zorunda kaldı.

Balık çimlerin üzerinde kocaman, siyah ve tamamen güçsüz yatıyordu. İlk atlama ve spazmodik konvülsiyonlar sonra nefesi kesildi. Onlar ayaklarıyla yayın balığını tekmelediler, o zayıf ve halsiz kuyruğunu hareket edip büyük ağzısı açıp kapadı.

– Onunla ne yapalım? – biri diye sordu.

– Eve taşıyalım, sonra yaylada otlatalım, belki kış için süt verir. – Sırbay canavara sert sert bakarak öfke ile diye tersledi. – Hadi, uzaklaşın!

O öne doğru eğilip tıraş makinesi gibi keskin, uzun, geniş bir bıçak çekti. Bir vuruş ile yayın balığı karın üstüne döndü, ve kuvvetli bir hareket ile balığın kafasından kuyruğuna kadar kesti.

Bıçak, yağın içinden bir kızgın iğne gibi canavarın karnında geçti. Herkes sessizce buna baktılar. Üç biniciler de, Baycan, Daulet, Aybarşa atlarından eğilerek baktılar.

– Peki, – Sırbay diye emretti, – onun karnında her tarafı aramak için kim daha cesurdur?

Ketmençilerden biri kolları sıvayıp, diz çöküp, kesik içine elini koyup, ıslak bez gibi kaygan, kirli bir yumak çim üzerine attı. Sırbay hemen onu kesti. Yumak içinde kuşların kemikleri, balık pulu ve pek çok diğer meret bulundu. Ama ketmençi hâlâ her tarafı aradı. Aniden, onun eli sert bir şeye dayandı.

– Bacak, – korkuyla dedi ve geriye sıçradı. Tüm diğer de uzaklaştılar. Sadece Gülnar kirli yumak üzerinde eğildi.

Yakın olarak sahilde şekilsiz naaşın yığını bulundu: giyim parçaları, bacak kemikleri, ayakkabı tabanı – küçük adamdan kalan hepsi bu oldu.

– İşte, bu hayvanlar Sırdarya nehrinde bulunuyorlar, – Baycan attan inerek demiş. – Nehir içinde yayın balıkları ne kadar oldu ki, her biri adamı yutmaya çalışır. Ama en korkunç bir hayvan – nehirdir! Birçok kişinin ne kadar yuttuğunu sayılmaz. Bugün biz yayın balığı çekip midesini yırtık, – bakar mısınız, çimenlerin üzerinde ne kadar güçsüz ve uysal yatıyor. Ama yarın uysal ve güçsüz nehir de ayaklarınıza düşecek. Ne nehir, ne de onun yayın balıkları, hiç bir insanın hayatı daha fazla götüremez. – Biz, Bolşevikler bunu yaparız, ama değer bir şey var, yoldaşlarım. Doğru, değil mi?

– Doğru, – taraftar topluluğu bağırdı.

– Doğru, – Sırbay onayladı.



Dokuzuncu Bölüm

DİNLEYİN, DİNLEYİN!!!


Binada düzenlenen tüm derneklerden Daulet sık sık Rus dili ve edebiyatı derneğini ziyaret etti.

Şimdiye kadar, Rus dili o kötü biliyordu. Sırdarya vadisinde doğdu, orada, yakın zamana kadar, Rus köyler, yanı sıra dil bilen insanlar da çok nadir rastgelmişler. Daulet’in büyüdüğü kolektif çiftlik ise varoşta durdu, ve şehir ile bağlantıları olan birkaç kişi hariç, Rusça hiç kimse konuşmadı. Daulet onu da bilmiyordu.

Aybarşa müdahale etti. Okulu bitirdikten sonra o Rus dilinin iyi bilgileri öğrendi. O çok iyi konuşuyordu, küçük hatalarla yazıyordu. Ne kadar uzak, o kadar iyi oldu.

Bu dönemde Aybarşa Daulet’i tanıdı.

İkisi de, Darya kıyısına, bozkıra girdiler, orada hiç kimse uzun konuşmaları ve açıklamaları rahatsız edemez. En azından, yüreğinin sadeliği ile Daulet böyle düşündü. Ama rahatsız edilirler.

Daulet fark etti: onun sevgi hakkında Aybarşa’ya çok konuşup, çok açıklıyordu, ama kız oturup başını sallıyordu, ve nadiren olumlu içini çekiyordu.

O zaman, Daulet aniden ellerini alıp sordu:

– Ayım?

O yüreği oynayıp kafası kaldırır:

– Evet, evet! Ne diyorsun?

Daulet öfkeyle dizlerini tokatlar.

– Ben ona yarım saat yorumluyorum, ama sen oturup başını sallarsın. Sen sağır mısın?

O çok ciddi kızdın idi, bu yüzden bir gün Aybarşa ona itiraf etti.

– Affet beni, Daukeş, ama bugün seni kötü dinledim.

– Neden?

– İşte kitabı okuyordum.

– Kitabı okuyordun! Sen kitabı gözlerinle oku, ya beni kulaklarınla dinle.

Aybarşa güldü.

– Ne kadar akıllısın! Kitabı kulaklarla ve gözlerle okumak lazım değil, tüm varlığıyla, bütün kalbiyle ve ruhuyla okumak lazım, çünkü ruh dağıtmayı tahammül etmez. Şimdi kitap okurken yazarın sesini duyuyorum. Onun sesi yüksek, temiz, çınlayan.

Daulet oldukça gücendi.

– Bu tembel sana ne kelimeleri diyor, neden benim sözlerimi – aşk sözlerimi duymazsın? Bu sözcüklerden daha hafif ne olabilir? Şimdi cevap ver! Aybarşa sadece omuzları silkti.

– Bak, – o dedi ve kalın yedi yüz altmış sayfa ile bir cilt kaldırdı. Her sayfada kırk beş satır var. Bir satırda on kelime var. Hadi, yedi yüz altmışı kırk beşe, sonucu da bir daha ona çarp – ne kadar olacak?

– Bilmem ki, – bu soru ile tamamen zihin karıştırılmış Daulet itiraf etti.

– Hadi, hesaplayalım.

O bir kalem ve bir not cebinden çıkardı. Bir dakika sessizce saydı, sonra zaferle açıkladı:

– Üç yüz kırk iki bin! İşte o kadar güzel sözleri yazar bana dedi.

– Ah, ne kadar çok.....

– Çok mu? ... – Aybarşa şaşkın gözlerini kıstı. – Ya sen bugün kaç kelime kulağımda vızıldadın?

– Kim söyler?

– Ben ise söyleyebilirim. Stenografi bir şey duydun mu?

– Hem duydum, hem de gördüm, ama bundan nedir?

İşte budur: stenografici insanın yavaş konuşurken dakikada otuz kelime olduğunu söylüyorlar. Hızlı ve dürtüsel bir konuşma zamanında – yetmiş beş yada yüz kelime söylerler. Şimdi sayar mısın? Saat on birde evden çıktık, şimdi saat üç, yani dört saat boyunca durmadan konuştun. Ve kesinlikle bir dakikada otuz kelime değil, tüm yüz kelime telaffuz edersin. Sen insanî söylemezsin. Kelimenin ortasını yutursun, acele edersin, sözlerin sonu bozarsın. Peki, dört saat boyunca kaç kelime söyledin, acaba?

Daulet, o kadar utandı ve rahatsız oldu, hatta kızardı.

– Peki, – yine de not çıkardı. – Bugün, arkadaşım, yırmı dört bin kelime bana söyledin.

– Bu olamaz!

– Tamam, – Aybarşa merhamete geldi, – senin için on dört bin kelime atayım. On bin kelime kalsın. Ama bu yeterli gibi görünüyor.

– O kadar yeter ki! – rakamlarla tamamen öldürülen Daulet acı acı gülümsedi.

– Bekle, ama bu kadar değil. Zaten bir yıldan fazla, sen bozkıra beni götürüp konuşuyorsun, konuşuyorsun, konuşuyorsun…Şimdi say, bir gün içinde on bin kelime, bir ay içinde ise – üç yüz bin kelime söylersin. Tüm konuşmaları topla ve yayınla, işte ayın sonunda elimde olan aynı kitap olacaktır.

– Ben ise yayınlamak için mutlu olurdu, – Daulet, zaten onun çok tanıdığı ve asla başı bıraktığı hakkında düşünerek sırıttı.

– Ben duydum ki, yazarlar onların romanları için çok paralar alarlar. Benim romanım için kim para ödeyecek?

– Oldukça yüksek keskenirsin, oğlanım. İlk önce onu bitir, sonra da para talep et.

– Tamam, – Daulet çok sivindi. – Ben sana uzun zaman söylerim, hadi roman bitirelim.

Aybarşa kaşlarını çattı: Daulet ile konuşurken, o hâlâ onunki duruyor.

– İşte – o diye devam etti, – okuduğum kitabı sordun. Ben sana cevap olmaktan mutluluk duyarım, ama ne anlamı var? Çünkü rus edebiyatı sen çok kötü bilirsin, ama kaç kazakça romanlar var?

– Sanırım ki, yeterli değil, – Daulet tereddüt etti.

– Ben ise sanırım ki, çok az. Sadece bir düzine. Tolstoy yüz roman kadar yazmış. Turgenev, Dostoyevskiy, Çehov, Gorykiy ona ekle – kaç roman olur? Kaç kitap Batı Avrupa dilleri ile Rusça'ya tercüme edilmiştir. Hadi, söyle.

– Sen her şey mi okudun? – Daulet hasetle sordu.

– Tabii ki değil! Ben en çok roman okumak sevirim, ama Rus edebiyatı sadece romandan oluşmamaktadır...Ya sen romanları okuyamazsın. Ama benim için elini çekirsin. Nasıl bilgisiz ile yaşayabilirim?

– Peki, ne yapabilirim? – Daulet basit ve içtenlikle içini çekti. – Aulda hiçbir Rus yoktu, ben öğrenmek mümkün değildim, böylece yarım eğitimli çıktım.

Yine de, Daulet bu konuşma unutmadı. O sözlükleri, kendi kendine ders kitapları satın aldı ve yabancı dili öğrenmeye başlıyordı.

Sonra, aynı çiftlikte yaşamış olmasına rağmen Aybarşa için rusça mektupları göndermeye başladı. İşte onun mektupları biridir. “Ayim! Bu mektup Kızılkum’dan yazıyorum ben. Ben iyim. Kış iyi. Heyvenler semiz. Ayim. Ben seni ozledüm. Sen rusça öğren beni dedi. Ben yapitim. Benim söz. Sen ne zaman yapiyacaksin.

Sen ve ben yaşiyorüz – tek başı gibi – yaşirken çiftlik gibi? Seni opuyor Daukeş”.

Doğruyu söylemek gerekirse, Daulet Aybarşa’nın bir şey anladığını dürüst şüpheye düştü. Bu yüzden işbu mektubu açıklayıcı bir not iliştirilmiş. İşte bu:

“Ayım, bizim anlaşmamızı hatırlıyorum. Gördüğünüz gibi, rusça özenle yapıyorum, ama bilgi bir insan yanındaki yoksa bu derslerin anlamı hiç görmem. Ben çok kelime öğrendim, ama onları bağlı yapamam. Sen de ne olduğunu görüyorsun. Ben rusça mektubunu anlayıp anlamadığını bile emin değilim. Peki, anlayacaksın, veya anlamayacaksın, ama belki yeterince eğleneceksin. Her ihtimale karşı, burada bir tercüme var: “Ben Kızılkum kumlarından, hayatım sana yazıyorum, benim halim iyi ve her şey iyidir. Ama sadece, bilseydin, ne kadar seni özledim! Ayim, sevgilim, rusça öğrenmek söyledin. Sana söz verdim, ve bunu tuttuğumu görüyorsun. Sen ise ne zaman sözünü gerçekleştirirsin? Biz kendi başına yaşarken bilgilerimiz ve hayatlarımız ayrı ayrı gider. Her ikisi birleştirmek için zamanı gelmedi mi? Öpüyorum seni, senin Daukeşin”

Aybarşa titiz bir öğretmen olarak yaptı. Mektuptaki tüm hataları vurgulayıp, onları düzeltildi ve geri döndü.

Daulet’in ikinci mektubu aynı hataları ile geldi, ama daha az oldu. Üçüncü mektubu özgürce okumak tamamen mümkündür.

Daulet ilk olarak inşaat alanlarda Rus dili ve edebiyatı dernekleri organizasyon konusunu gündeme getirdi.

Onlar tüm inşaat alanlarda düzenlendiler ve öğrencinin bilgilerine göre bir kaç merhale bölüştürdüler.

Daulet o zamana kadar çok uygulama yaptı, bunun için en yüksek yeterlilik derneğine girdi. Bu derneğinde Aybarşa yönetti.

İlk ders başlamadan önce Aybarşa bir konuşma yaptı.

– Yoldaşlarım! Dernek, rusça oldukça konuşanlar bizim inşaatımızın işçileri ve çalışanları araya getirmektedir. Onları açıkça okur yazar yapmak – bizim derslerimizin amacıdır. Ama bu, yoldaşlarım, çok zor, çünkü Rus dili içinde ayrıntılı bir dilbilgisi vardır, sadece ona uygun olan birçok değişiklikleri ve özellikleri vardır. Bu yüzden, dernek üyeleri için bir şey teklif etmek istiyorum: bundan böyle hem iş yerinde, hem de dernekte biz sadece Rusça konuşmamız gerekir. Benim şartlarımı kabul eder misiniz?

– Tamam işte böyle!, – birçok kabul ettiler. – Ama o kadar sözler nerede kazanacağım? İşte anadil değildir.

– Önemli değil, – Aybarşa dedi. –Bir cümle yapmadan önce düşünelim. Ama bir hata yaparsak, bela o kadar küçüktür.

Bunu anlaştılar.


* * *


Ağustos 1940 yılında başlamış kazı çalışmaları Ekim ayına kadar devam ettiler. Daha fazla çalışmak faydasız oldu. Zemin donduruldu bu yüzden ketmeni kullanmak mümkün değildi.

Işlerin sona ermeden önce Daulet dalı komsomol hücrelerinin sekreterleri toplantısı düzenledi ve uzun süre onu heyecanlandıran bir soru tartışmamak için koydu.

– Yoldaşlarım, – o dedi, – inşaat sezonu bitti. Ama yine de, iki ya da üç bin kişi kış için burada kalmalılar. Ben öneriyim: iki ya da üç bin arasında komsomol üyeleri da olsun.

Daulet’in teklifi sıcak bir tepki ile karşılandı.

Kış çalışması başladı, bunu yeterinden fazla birikilmişti. Öncelikle, kanalın bu parçasında küçük ve büyük yaklaşık yüz ağ geçidi oluşturmak gerekir. İkinci olarak, yerinden olmuş insanlara yeni yerlerde yerleşmek için yardım etmek gerekli oldu. Çünkü, hem şehir hem de çiftlik, Ken-Togay ağzına taşındı.

Ama bu adamlar her şey yapabilirler! İşler ne olursa olsun, çizelgesinin öncesinde gerçekleştirirler.

Inşaat alanında çok iyi edebiyat dernekleri çalıştılar. Bir kaç derneğin üyeleri çok özgürce rusça konuştular ve hatta yazdılar.

Daulet herkesten belki de en iyi yazdı ve konuştu!

Su kanalın işçileri teorik konular da unutmuyorlardı. Mühendis Baycan diyalektik ve tarihsel materyalizmi öğretiyord. Rahmet komünist sekreteri ise parti tarihinin öğretiyordu. Rus edebiyatının derneğinde ise yine de Aybarşa yönetiyordu.

O müzmin "yazar" oldu. Böyle derneğin üyeleri onu saygıyla, ama şaka yollu çağırdılar. Okuldayken romanların okumasında merak duyardı. Aybarşa en sevilen yazar Leo Nikolayeviç Tolstoy oldu. Onun hakkında söz geldiğinde, o sık sık Lenin’nin sözlerini tekrarladı: «Dünya ona eşit değildir.»

– Ne görüntüleri o yaratır! Ne kadar tam olarak, ekonomik ve açıkça yazıyor, – öğrencilerine açıkladı. – Bakar mısınız, onun büyük destanı iki bin sayfadan fazla alır. Onun romanında tek bir gereksiz sözcüğü veya tek bir boş sıfatı bulmak zordur. Bütün sıfatlar ve sözcükler gerekli, benzersiz ve her zaman yerinde bulunmaktadır. Çünkü bunlar görüntüleri, çok özel Tolstoy görüntülerini oluştururlar.

– Kim Tolstoy’u tanımadı, – o başka bir zamanda dedi, – o, tabii ki, yetkili bir kişi olarak sayılamaz. Ama Rus edebiyatı sadece Tolstoy mı? Tolstoy ancak devlerin bir ailenin biriydi. Eşitlerden birisidir. Biz Derzhavin ve Krılov ile başlayalım, daha sonra Griboyedov ve Puşkin için hareket edelim. Onlardan sonra Lermontov, Gogol, Nekrasov olacak. Herzen yazıları, Belinsky, Chernyshevsky ve Dobrolyubov’un kritik makaleleri ile bilgi alalım, derslerimiz Tolstoy ve Çehov ile bitirelim. O zaman güz için 1941 yılında yalnız Sovyet edebiyatı kalacaktır.

Böylece yaptılar.

1941 yılının Haziran ayında derneğin üyeleri Tolstoy toplanan eserlerin ilk cildi açtılar.

– Ne ile başlarız? – Aybarşa diye sordu.

– Roman ile, tabii ki, – ona cevap verdiler.

– Üstesinden gelir miyiz?

–Yoldaşlarım, – Daulet müdahale etti. – İyi bir atasözü vardır: “Deveden düşecek varsa daha iyidir”. Bu yüzden, en azından, romanlar ile başlayalım.

– “Savaş ve Barış” ile mi? – Aybarşa diye sordu.

–Eh, okumak, tabii ki okuruz; – biri şüphelendi, – ama anlar mıyız?

– Önemli değil, – biri Aybarşayı desteklenmiş. – Başka bir atasözü de var: “Ben Tanrı’yi çok vurdum, dövmelerden Tanrı öldü”. Ve Tolstoy da üstesinden gelirim.

– Öyle mi? – aynı derneğin üyesi şüphelenmek devam ediyordu.

Aybarşa’dan yana çıktılar.

– “Savaş ve Barış” ile başlamak çok dürüst, –bir derneğin üyesi hararetli dedi. – İşte, ben on yıl okuldayken komsomol organizasyonu Rus klasikleri ile tanışmış almak için bize emretti, ve listesindeki birisi “Savaş ve Barış” oldu. Ben baktım ki – dört büyük cilt – 2.000 sayfalar oldu. Ben şimdi de Rus dili özellikle bilmem, o zaman tam bilmezdim. Ancak, ne yapabilirim? Yapmalıyım! İşte ben okumaya başladım. Siz bakınız: ilk yüz sayfa okurken, roman içine battım. Ve yeterince garip, şimdi tüm Rus kelimelerinin yaklaşık yüzde yetmiş beşi biliyorum. O zaman, tam tersine, Rus kelimelerinin sadece yüzde yirmi beşi biliyordum, ve kalan yüzde yetmiş beş hiçbir şey anlamıyordum. Ve henüz söylüyorum: romanın her ifadesini, her sahnesini anladım. Bu yüzden bir ay içinde dört cilt hemen yendim.

Tüm inşaat alanında Tolstoy'un romanın yalnızca bir nüshası olduğu ve Aybarşa’ya ait olduğu için, topluca okumaya, anlaşılmaz yerleri ayrı deftere yazmaya sonra özellikle tartışmağa karar verdiler. Tam roman okuduktan sonra bütün olarak tartışacağına karar verdiler.

Ancak ilk cilt okumayı bitirir bitirmez, zaten sonsuz tartışmalar başlıyorlardı.

Aslında, kitap yüksek sesle ilçe arazi bölümünün bilimsel tarım uzmanı Kalakay Artikov tarafından okundu. Gerçekten inşaatında onun hiçbir ilgisi yoktu ve o hiç yolda çıkmazdı, ancak önceden tahmin edilemeyen durum vardı: Kalakay Aybarşa’yı aşık oldu.

Kalakay onun iletişimi aradı, onu kur yaptı, farkında olmağa çalıştı. Ama acıklı ve sonuçsuz çabalar oldu. O üçüncü şahıslar ile onu tanıdık yapmaya çalıştı ve keskin bir ters cevap aldı. Bundan sonra onun bırakması gerekirdi, ama bırakamazdı. Bu yetişkin saygı adam onun hantal girişimlerinde zavallı ve güçsüz oldu, hatta Daulet nihayet ona acıdı.

– Neden, köpek gibi, onu kovursun,,? – Aybarşa’ya o diye söyledi. – Seni görmek istiyor. Peki ... gözden geçirme için para alamayız. Baksın. Kime bundan zarar var?

Ama Aybarşa neredeyse onun yorucu kur yapan adamından nefret ediyordu. Onlar çok farklıydılar.

Kalatay Tarım Enstitüsü'nden mezun oldu, rusça iyi konuştu, ama sanat edebiyatı ile az ilgilendi. O kesin bir bilgi adam idi, ve organik olarak tüm belirsiz, bağlayıcı olmayan sevmezdi.

– Anlamak ne var? – roman veya şiir yazarı hakkında diye söyledi. – Kafanın içine girdiğini uydururlar, kağıt üzerinde yazarlar, lütfen, – okuyun hem de para ödeyin. Oh, ne yalancılar onlar! Yazarlar, yazarlar, ama onların yazdığını şeytan da anlayamaz.

O gerçekten yazdığına hiç inanmıyordu. Onun üzerinde bir eser övmek başladığı zaman o bu kitabı alıp, dikkatle ilk birkaç sayfalarını okudu. Sonra onun dikkatini zaten zayıflamış ve okumuyordu, ancak üstünkörü kitabın yapraklarını çevirdi, ve sonra çevirmek te durdurup, uzak bir yerde kitap attı. Organik kimya monografi veya “Toprak bilimi” dergisinin yıllık takımı ise – işte okumadır.

Bundan sonra bu edebi dernekte ne yapabildi? Ancak onu sevmeyen kız ile bağlantının mukavemeti o kadar büyüktü, bunun için edebi dernek içine en birici kayıt yapmıştı.

Aybarşa bunu duyarken kızardı ve keskin bir şey söyledi. Daulet müdahale etti.

– Seni engellemezse, o yürüsün ve ne istediğini yapsın.

İşte Kalakay derslere yürümeğe başladı. Onun için bunu ucuza çıkmadı. Dirayetli, pratik, ılımlı bir delikanlı gibi onu tanıdılar. Aniden o umutsuzca aşık olmuştu. Bu en iğneli şakaları ve imaları yol açıldı.

– Peki, – yoldaşları başkaların dertlerine sevindiler, –şimdi aşkın ne olduğunu emin oldun! Tüm bunlardan sonra, muhtemelen, senin tarafa bakmak istemez, ya sen eşek gibi boş gezersin.

Kalakay sessizce durdu. Nasıl itiraf edebilir! Onun çabaları umutsuzluğunu fark etti, ama durduramazdı.

Kalakay Rusça Kazakça gibi iyi biliyordu. O yetim oldu, ya onlar herkes iyice Rusça konuştular. Bu yüzden yüksek sesle, hızlı ve bir aksan olmadan Rusça kitapları okuyabilir. Onun üstünkörü okuması ve kelimelerin doğru telaffuzu yakında değerlendirildi. Sürekli ve bir sırası gelmeden Tolstoy’u okumak ona verildi. Ve o açıkça, kesin ve yüksek sesle okuyordu. Çünkü Aybarşa’nın kalbine bu yol oldu.

21 Haziran 1941yılında okuma gecikti. Herkes büyük bir ilgi ile dinlediler. Kalakay: «Prens Andrey umutsuzca yaralılardan arasında sakinlerinin bakımında verildi» okuduğu ve kitabı kapattığı zaman odada sessizlik ortaya çıktı. Romanda anlatılan olaylar yakalandığı dinleyiciler uzun süre sessizce durdular.

İlk olarak bu sessizliği Kalakay bozdu.

– Yeter, yoldaşlarım! Ayrılmak için zaman geldi! Eğer Prens ölmüşse, biz de ölmeliyiz mi, acaba?

– O ölmez, – ona cevap verdiler, – biz ikinci cilt okumağa başlarken o evine dönecek.

– Nasıl olur?

Anlatıcı ağzını açtı.

– Ey, hayır, böyle olmaz, – aniden Aybarşa kararlı olarak ayağına kalktı. – Hiçbir yeniden anlatması olmaz, yoldaşlarım. Okumak – okumak demektir. Hadi karar verelim: ayrılacağız yoksa biraz oturalım mı? Okuduğumuz hakkında konuşalım mı?

İzlenimlerini paylaşmaya karar verdiler.

– Birinci kim olacak? – Aybarşa diye sordu.

Uzun ve mahcup bir sessizlikten sonra derneğin üyelerinden biri – Estay elini kaldırdı. Hepsi ona döndüler. O kısa boyluydu, ancak güçlü, yoğun, geniş omuzlu ve hatta tek göz olmamasına rağmen oldukça ilginçti. O Fin savaşı'nda bir katılımcı olmuş ve onun göğüsünde iki nişan ile dekore edilmiştir. Ordundaki bölükte siyasi bir yönetici olmuş bu yüzden büyük öz disiplin alışmıştı.

O inşaata gelince eğitimi yakaladı. Ondan daha aktif hiçbir dernek üyeleri yoktu, ama ne söyler söylemez ne sorar sormaz, her zaman savaşa aşağı gelir. Bu yüzden elini kaldırır kaldırmaz bir neşe başladı.

–Yoldaşlarım, yoldaşlarım, – Aybarşa diye seslendi. – İlk önce dinleyelim, sonra da güleceğiz. Söyle, Erstay...

Ama Estay ağzını açıp bir şey söyledi, onlar tekrar gülmeğe başladılar. Geniş gönüllü Estay gerçekten gücendi.

– Peki, gülmeğe başlayabilirsiniz, ama ben gidiyorum, – ve o kararlı olarak ayağına kalktı.

O anda Baycan girdi. Estay hemen itaatkarca özgün konumuna aşağı oturdu.

Baycan dernek üyelerini gözden geçirerek kapıda durdurdu.

– Merhaba, yoldaşlarım. Neden çok geç oturuyorsunuz? – diye sordu.

–Çünkü, – Aybarşa diye söyledi, – “Savaş ve Barış” ilk cildini şimdi tamamladık.

– Peki, yani, şimdi görüş alışverişinde bulunursunuz... Peki bu ilginç. O zaman neden sessizce oturuyorsunuz? Estay Bey, siz mi bir şey söylemek istiyorsunuz?

– Ben söylemek istedim, – Estay çok kararsızca başladı. Söylediği zaman yine de gülmeğe başlayacaklarından korkuyordu. – İşte, Andrey Volkonsky Fransızlar tarafından yakalanmıştır, ancak Napoleon Fransız İmparatoru onu tedavi etmek emretmişti. Ama nasıl olur?

–Çünkü, bu başkası değilmiş, Napoleon olmuş. – dernek üyesi Begimbet diye sordu. – Napoleon zekiydi, ya zeki adam kötülük hiçbir şey yapamaz.

–Uygun bir felsefe... Nereden bunu buldun, acaba? – Estay aşağılayarak fark etti. – Nasıl düşünüyorsun? –Estay aniden sordu. – Mannerheim zeki mi yada aptal mı?

– Ha, ne sordun! – Begimbet omuzlarını silkti. – Aptal olursa, tam devleti yönetmezdi. Neden soruyorsun?

– Çünkü! Tutsaklarımız ile onun yaptığını biliyor musun?

– Tabii ki bilirim. Sen ise bunun hakkında tüm kulaklarımızı vızıldadın.

– Sorduğumda cevap ver... Cevap ver, bilir misin?

– Biliyorum, biliyorum, bunun için o Mannerheim. O bizim insanlarımızdan nefret etti, bu nedenle elinden geldiğince onları yok etmeye çalıştı. Sana yeter mi?

– Hayır, yetmez. Dinle daha. Yetmişli yıllarda, Sedan yenilgisine uğramasından sonra almanlar Napoleon III imparatoru liderliğindeki fazla yüz bin Fransız mahkumları ele geçirdiği zaman...

– Hey, hey, yoldaşlarım, gerçekten Allah bilir, nereye gittiniz? – dernek üyelerinden biri diye bağırdı. Edebiyat ile başladınız ya şimdi bir Napoleon III ile sona eriyorsunuz.

Estay, sanki dinlemeden, Begimbet’in tarafına döndü.

– İşte, Bismark bu Napoleon III imparatoru Berlin’e çağırıp ona büyük bir karşılama verdi. Bunu biliyor musun?

–Biliyorum, – Begimbet hemen cevap verdi. Ama hepsi birden onun tam olarak bilmediğini fark ettiler.

– Şimdi sana soruyorum: Bismark Paris Komünü'nün yenilgisine ve kitle çekimlerine katıldı mı yoksa yok?

– Katıldı, – Begimbet rasgele diye yanıtladı.

–Ve sebebi nedir....... hadi, söyle, nedir? Söyle! Söyle!

– Ben ise sana dedim. Neden tekrar sorarsın?

Bir kavga olgunlaşır. Estay yumruklarını sıkıldı.

–Durun, Durun, – Aybarşa diye söyledi. Bu nedir? Sakince konuşun veya tamamen konuşmayı kesin.

–Evet, konuşma bitirmenin zamanı geldi, – Kalakay diye evetledi. –Şimdi siyasi saat değil. Bismark ve Mannerheim, ama biz “Savaş ve Barış” hakkında konuşuyoruz. Roman hakkında konuşalım ya da uykuya gidelim.

Beyjan da müdahale etti.

–Estay, sen bir şey söylemek istiyordun?

–Evet, Beyjan-ağa. Ama önce ben doğru soralım: savaş olur mu yoksa yok?

Sessizlik bastı.

–Ne sorduğunu bulundu! – biri mırıldandı.

–Bağır, bağır! – başka bir açıdan biri terslendi. – Kafasına dert açarsın!

– Savaştan, yoldaşlarım, kaçıramaz, – Estay içini çekti. – Her birimiz bu konuda düşünüyoruz ancak sormaktan korkuyoruz. Ama ben sordum. Baycan-ağa ne söylersiniz?

Baycan hemen cevap vermedi. O savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyordu, hatta kiminle olacağını anlıyordu. Ancak burada bunun hakkında konuşmak yok.

– Bakınız, tüm Avrupa yangında bulunur. Asya ve Afrika da yanıyor. Bu ateş evimize yayılmış olması mümkündür. O zaman, tabii ki biz, genç kuşağın insanları olarak, omuzlarımızda savaşın yükü taşıyacağız. Ama biz bunun hakkında derneğimdeki derslerde bahsederiz. Ya şimdi ben misafirim, ve sadece başkaları dinliyorum.

– Hayır, hayır, söyleyin, – Begimbet onu acele etti (O Bismark ve Napoleon hakkında yine de sormaya başlayacağından korkuyor). – Bir atasözü var: “Dümenci geldiği zaman, kısa kürekten çekil”. Siz dümencisiniz ve sadece siz Estay’ın sorununa cevap verebilirsiniz. Yoldaşlarım, değil mi?

Tüm bakışları Baycan’a yöneltildi.

– Peki, ben sadece bunu söyleyebilirim: hâlâ biz hiç kimse savaş halinde bulunmuyoruz, – o demeğe başladı.

– Hâlâ! – köşede birisi homurdandı.

– Korkmayın, su kanalını bitirmek için zamanımız var, – Baycan güvence verdi.

– İşte, öyle! – birisi tahmin etti.– Yani, çok yakındır.

– İngiltere ile mi, acaba? – aynı ses diye sordu.

– Ne?

– İngiltere ile mi savaş olacak, diyorum?

– Almanya ile, – başkası diye söyledi.

– Ya sözleşme nasıl? – biri ürkek bir umut ile diye sordu.

– Anlaşma var, ama mücadele etmesi gerekecek. Gazetelerde yazılıyorlar: o bizim sınırlarımızda askerleri yoğunlaşmaktadır... Bunu neden yapıyorlar?..

Karışıklı, bitmeyen, asılsız bir tartışma başladı. Sadece duyabiliyordu: “İngiltere”, “Almanya”. Hiç kimse birbirine dinlemedi. Kimse sormamış sorularına herkes cevap verdiler. Atasözü diyor “herkes dörtnala devesini sürdü”. Aniden gürültü üzerine köşeden Fin kampanyasının üyesi – Akpan’ın sesi duyulmuş.

– Hey, gürültü durdurun!

Herkes çok bağırarak tartıştığı zaman, o ise duvar hoparlörü yanında durdu ve dinledi.

Aydınlık başladı.

– Neden bağırıyorsun? –ona döndüler.

– Susun, bir kez daha tekrar edecek, – Akpan diye bağırdı.

Hepsi sessizce oturdular ve onların kafaları üzerinde diktörün metalik sesi uçtu.

– Dinleyin, dinleyin... Bugün sabah saat 8’de hükümet önemli haberi yayın yapılacak.

– İşte, öyle, – Estay ayakta kalkarak uğursuzca dedi. – Savaş...

Ona herkes tısladılar ve bağırdılar. Fakat yine de, aynı kuru ve tumturaklı ses duyuldu.

– İşte, göreceksiniz, – Estay yumruklarını sıkıp söyledi. – Savaş! Almanya ile savaş...

Bu kez hiçkimse ona cevap vermedi. Herkes kafaları aşağı indirip kendisinin hakkında düşündüler.



Onuncü Bölüm

O  GÜNDE


Bizim romanımız önceki bölümlerinde Gülnar Baycan ile tanıştık ve birbirini aşık oldurduk. Onları evlendirdik ve anlatının diğer kahramanlarını geçtik.

“Kahraman” kelimesi doğru anlayan okuyucu bize şikayette bulunabilir. Kahramak ise, demek ki o – merkezdir, bu yüzden bütün hikaye sadece onun hakkında olmalıdır.

– Sevgili yazar, – bu okuyucu bize söyler, – ben hâlâ niyetlerinizi anlamıyorum. Eğer eylemin sonunda bazı rasgele kişilerin, ikinci derecede kahramanların, küçük ve önemsiz olayların açıklaması geçseydiniz, neden siz saçma söz söylersiniz?

Eğer Baycan ve Gülnar’ın hayatında korkunç bir engel –savaş ortaya çıkmamışsa, biz tam olarak bu soruya cevap verebildiğimiz olası değildir. Onların aşkı olmadıysa, belki, bu romanı da olmadı, çünkü roman neredeyse her zaman çatışma, trajedidir. Bizim romanımızda ise sadece özgür, mutlu aşk, iyi, güçlü bir aile ve sağlıklı normal insanlar var. Nerede kelimenin klasik anlamıda bir roman ortaya çıkar?

Ama kahramanlarımıza geri dönelim.

On ay evlendikten sonra Gülnar oğlanı doğurmuştu. Yenidoğan onuruna bir eğlenti düzenlenmiştir. Bu bayramı Kazaklar – şildekan diyorlar. Yenidoğanın adını düşünmeye başlamışlar.

– Tüm dünyada bizim oğlan ünlü olsun, – biri dedi. – Ben İskender ona adı vermek öneriyorum. Doğu'da Büyük İskenderi böylece çağırmışlardı.

– Uygun değil, – ona itiraz ettiler. – Kral o her zaman kraldır. – Çoçuğa Marat adı verelim. İyi bir isim...

– Peki, iyi... – üçüncü karıştı, – Ancak Kazaklar arasında Marat adı çok fazla. – Her oğlam Marattır... Kızılorda’da çok delikanlı – Maratlar var. Ne kadar ücra ve sapa bir taşra bölgesimiz, ama bizde beş yada altı Marat var. Benim teklifim budur: Kazakların en yüksek dağ tepesi Askardır. Hem de bizim bölgemizde doğmuş en büyük şairin adı.

– Askar Tokmagambekov. Daha güzel isim, bence, yoktur. Yine de gürültü etmeye başladılar.

– Bence onun annesine sormak lazım. Belki, o özel bir adı istiyor mu? – bir kadım fark etti.

Gülnar oturduğu yerden yükseldi.

– Benim söylemek istediğim budur, – o yumuşak sesle dedi. – Bizim çocuğumuza mutluluk isteyen herkese çok teşekkür ederim, çünkü – güzel denilmek, mutluluk dilemek demek. Fakat bela var – ben birinin teklifini kabul edersem, diğer mutlaka gücenir. Benim özel bir adı var. Benim oğluma Bahıtjan adı vermek istiyorum.

Böylece çocuğa Bahıtjan adı verdiler – ruhun mutluluğu demektir.

Yani, evlat doğdu, o karı kocayı birbirlerine daha sımsıkı bağladı. Mutlu bir sovyet ailesi vardı.

Ancak roman nerede, acaba?

Sadece Gülnar doğurmadan önce Sırbay’ın karısı – Tarbiya ona geldi.

– Bak, canım, – eşiğinde dedi.– İlk çocuğun olacak, onunla yapacağını bilmezsin... Benim kocam senin yanına gönderdi. “Gülnar’ı alıp buraya götür, sen ise ona bakarsın...”

Gülnar ihtiyarlara gitmedi – hizmetlerine bir bölge hastanesi oldu. Ama o günden Tarbiya onun evinde kaldı ve hemen gerekli hazırlıklara başladı. Bu yaşlı kadının güçlü bir anne içgüdüleri vardı. Ondan daha tecrübeli dadı hayal etmek zor oldu. O bebeği hem besleyebilir ve ağlamaması için oyalabilir. O Gülnar’ı hoş olmayan gailelerden ve heyecanlardan tamamen kurtuldu. Ama Gülnar için bunu gerekli oldu.

Bu tecrübeli, yaşlı kadın gözetiminde Baycan’nın oğlu – Bahıtjan doğup büyüdü.

Ama bunu hepsi roman mı? Okuyucular bana söyleyebilirler:– Peki, yoldaş yazar! Tamam, sizce olsun: bu roman, ama siz türleri değişmez misiniz? Gerçekten bir idil bana teklif eder misiniz? Ne Baycan ve Gülnar’ın işlerinde, ne onun aşkında, ne de çocuğun doğumunda hiç bir şey romantik yoktur. Ve onları romanın kahramanları diyoruz? Ve siz onları romanın kahramanları diyor musunuz? Yani, kadın ve erkek tanışması bir roman yazmak için yeterli mi?

Hayır, ben farklı düşünüyorum... Romantizm – Bu tabii ki, sevdalıların el ele gittiği düzgün bir yol değildir. Romantizm – iki iradeleri arasındaki mücadeledir, yolda karşılaşılan ve her zaman kazanmış engelleri, bu keder ve sevinç, ayrılık ve buluşmadır. Ancak, bizim engellerimiz özeldir; her durumda, bu siyasi, ekonomik ya da ırksal engeller değildir. Sevdalılar bizim ülkemizde yaşarlarsa, tabii ki, ne herhangi bir renk, ne de durumların arasındaki fark onların yolunda durmaz. O zaman aşk romanın kökeni için koşullar nerede?

Ve ben size söyleyeyim. Hatta hiçbir siyasi, ekonomik veya dini farklılıkları severlerin yolunda durmazsa, ancak bu kadar! Ya kıskançlık mı, meselâ? O da sayılmaz, acaba? Meselâ iki erkek bir kızı seviyorlar. Ancak bu kız sadece onlardan bir tanesi seviyor. İşte her türlü psikolojik ve iç çatışmalar için zemindir. Mutsuz erkek sevgili kızdan çekilebilir mi? O rakibi intikam almayacak mı? Ancak intikam alacaksa, bu yüzden ne olacak? Aman Tanrım, ... Bu şaşırtıcı bir durum üzerinden birçok şeyler ortaya çıkabilir.

Peki, okuyucu diyecekler, ama siz planlanmış düzenden neden uzaklaşırsınız? Romanın iki ana kahramanı neredeyse ilk görüşte aşık oldular. Onların aşkı kolay, serbesttir. Anababa karışmaz, ama tersine evlilik katkıda bulunurlar. Kahramanlar evlenebilirler, ve gerçekten onlar evlendiler... Yani romanın bir tür kahramanları nelerdir? Mutlular, sakinler, rahat insanlardır. Burada ne okumak? Dünyada çok mutlular var!

Sovyetler Birliği halkının kafaları ve bu genç kafaları üzerine Büyük Vatanseverlik Savaşı çökmezse, ben, ise, kahramanlarımın romantizmi hakkında okuyucuların şüphesini tatmin etmek için güçlük çekerdim. Hayatlarının normal akımı bozulmuştur.

Benim hikayemin çizgisi kırıldı...

Külüpteki derneğin derslerinde çok sessizdi. Tüm sessiz, düşünceli ve endişeli oturdular. Sorular çok vardı, ama herkes konuşmaya başlamaktan korkuyordu.

Yaklaşan arabanın sireni geliyordu.

– Zamanı geldi, yoldaşlarım! – Baycan ayağına kalkıp neşeyle dedi. – İşte güneş doğdu. Geri kalan araziler üzerinde dinleyelim.

Dernek üyeleri dışarı gitmeye başladılar. Baycan en son olarak çıktı. O arabanın kanadında yaslanıp güzergahı boyunca sessizce bakmaya başladı. Toprağı kazan insanlara gelip işlerin yapıldığına bakmak için gerekli olacaktı, ama... Radyo hakkında hatırladı. O bölge komitesine gideceğine ve ne olduğunu orada gelip öğreneceğine karar verdi.

Almalık’a kadar ulaşıp, o ilk önce onun oğlunun sağlığı hakkında bilgi edinmek için eve koştu. O çocukları tutkuyla severdi, ya onun bebeğini canı gibi severdi. Bir yere işler üzerinde giderken birkaç saat sonra her şeyin yanlış gider ve rahatsiz hisseder. Bu yüzden eve dönmek acele eder. Oğlu uyumazsa, alıp onunla oynamaya başlar. Eğer uyursa yaklaşıp, bebek arabası üzerinde eğilip, hoşlanarak bakar ve sessizce gider.

Baycan geç döndüğünde genellikle Anatoliy Kondratyeviç’in odasının penceresine çaldı. İhtiyarın kuş gibi hafif uykusu var. Cama çarpık parmak ile dokunmak yeterli oldu ve o hemen ayağına kalkıp, eski bir ceketi giyip kapıyı açmak için yürür.

Bugün farklı oldu. Makine durur durmaz Tarbiya eşiğine fırladı. O hâlâ giymişti ve yüzü uykulu oldu, belki, o da yatağa hiç girmedi.

Baycan «Radyo dinlediler» düşündü ve arabadan indi.

– Ablam, – kapıyı kapatarak dedi, – Neden erken kalktın? – İşte uyuyamıyorum, – Tarbiya cevap verdi.

– “Biliyor!” – Baycan düşündü ve kapıya geliyordu.

O odasına giderken hemen telefon çaldı. Baycan hızla duvara baktı: sonraki oda oğlu uyudu. “Onu uyandırmak olamaz”. O işitme ahizesini eli ile kapadı.

Rahmet telefon etti.

– Sen radyo duydun mu? – o hemen sordu.

– Evet.

– Ne dersin?

Baycan cevap vermek istedi ama o anda kapı gıcırdattı.

Farklı odalardan Anatoliy Kondratyeviç ve Gülnar girdiler. Karısının elinde Bahıtjan oldu.

“Yani, onlar da duydular, çok endişeleniyorlar”, – yine de Baycan düşündü.

– Ağay, – telefona dedi, – siz şimdi neredesiniz?

– Ilçe komitesindeyim.

– Sizin yanına geliyorum.

Bahytjan aniden telefona ellerini uzandı ve gülümsedi. O ince bir iplikle sıkılmış gibi kalın kolları ve bacakları ile sağlıklı bir bebekti. Şimdi babasına uzattı ve gülümsedi.

Baycan endişeye kapıldı. O anne şimdi odaya oğlunu getirilirse, o boşuna olmadığını anlıyordu.

İşte öyle oldu. Belirsiz önsezi Gülnarı ele geçirdi. Genellikle bu evde çok geç yatağa giderler, çünkü erkekler sabahları dönerler.

Kadınlar erkekleri bekleyerek uzun konuşmalar ile gece geçirdiler. Genellikle birbirlerine masalları anlattılar.

Tarbiya her türlü masallar bilirdi! “Binbir Gece”, mesela, neredeyse ezbere bildi. O büyük bir öykücü oldu. Ve bir şey onları daha yakın yapılır: her ikisi çay çok severler.

Akşamları göbekli nikelâjlı semaver koyardılar. Semaver yıpranmış ve kırışmıştı, bu yüzden birçok yerde sarı görünüyordu. Bu semaver annesine aitti. Bu iyi, sağlam bir semaver oldu! Kadınlar biraz sohbet ederken semaver ise kaynamağa başlıyordu.

Sonra, mutfakta bir sofraı kurardılar. Onun ortasına pestil ile geniş bir vazo koyardılar ve sofra başına otururdular. Krema ile kokulu çay içip pestil yediler.

Akşam, o unutulmaz gün, Gülnar Bahıtjanı uyutup, Tarbiya da semaver koydu, çay demledi ve bir kurnaz masal anlatmaya başladı. Gülnar başını eğip oturdu ve hiçbir şey söylemedi. Tarbiya onun kalbinde bir şey olduğunu hemen anladı.

– Gülnarçığım, seninle ne oluyor?– kaygıyla diye sordu.

Gülnar başını kaldırıp baktı.

– Neden soruyorsun, abla?

– Bugün senden hoşlanmıyorum. Neden sen öyle görünüyorsun? Kötü bir şey mi yedin?

– Hayır, abla, kalbinde bir endişe var...

Oturdular. Sustular.

– Ablam, ben yatağa gideyim, – aniden Gülnar dedi. – Uyumaya çalışayım.

– Tabii ki, canım, git. Biraz uyursın ve her şey gider.

Gülnar gitti.

Tarbiya biraz daha oturdu ve sonra kalkıp o da gitti. Belli ki, Gülnar’ın endişesi ona da geçti. O uyumaya çalıştı, ama uyuyamadı. O zaman ayağına kalkıp Gülnar yanına gitti.

O elinde bir kitap tutup battaniye üzerinde giyinmiş yattı, ama gözleri tavana bakıyordular.

– Nasılsın, canım? – Tarbiya sessizce diye sordu.

Gülnar gülümsemeye çalıştı.

– Hiçbir şey, hiçbir şey, – diye cevap verdi.

“Hiçbir şey, – Tarbiya düşündü, – ama uykusu yok. Yani, bir şey doğru olmadığı anlamına gelir”.

Yine de daha sessizce oturdular.

– Ya sen, neden uyumuyorsun, ablam?

– İşte, senden Bahıtjan almak için geldim. Ya sen biraz uyu.

Dışarıda atların ayak patırtısı duyuldu.

– Babam! – Gülnar dedi ve kalktı.

Doğru: Anatoliy Kondratyeviç geldi ve hemen onun odasına gitti.

Tarbiya bebek ile oynaşmağa başladı. Onun bebek bezi değiştirdi, çocuk arabasına koyup odasına sürdü.

Hatta çocuk arabası üzerinde uyuyarak kapının gıcırdadığını duydu.

Gülnar odaya girdi.

– Ne istiyorsun, canım?– Tarbiya başını kaldırıp diye sordu.

Gülnar onun yatağın kenarına oturdu.

–Hâlâ uyuyamadım. Canım sıkılıyor. Kalbim çok çalıyor, sanki boş odada birisi yürüyor.

– Aman Tanrım!– Tarbiya diye fısıldadı ve hemen Gülnar’ın bir şey ağrıdığına sordu.

O sessizce başını salladı.

– Tanrım, ne oluyor ya? – Tarbiya endişe ile diye bağırdı. Gülnar yine de sustu.

Yani uyku ve dinlenme olmadan bu gece sürüklendi

Velvet perdeler odanın pencereleri asılı durdular ve endişeli kasvet odanın içinde her zaman hüküm sürdü. Kadınlar sabah geldiğini fark etmediler. Gülnar saate baktı, ama iğneler (bunları yapmak unuttular) tamamen saçma bir şey gösterdiler. O kalkıp gitti.

– Sen nereye gidiyorsun? – Tarbiya diye sordu.

Gülnar ona cevap vermek istedi ama o anda spikerin açık sesi hoparlörden söyledi: Dikkat, Dikkat...

Düz, hareketsiz ve genişlemiş gözleri ile Gülnar durup dinledi.

– Bugün saat 08’de Moskova saatine göre önemli bir hükümet haberi transfer edilecektir...

Radyo sustu ve yarım dakika sonra yine de tekrarladı.

– Saat 08’de... hükümet haberi...

Gülnar radyoyu kapadı ve Tarbiya yanına geri döndü.

– Saat 08’de önemli bir hükümet haberi olacak, – ona dedi. Tarbiya eli salladı.

– Onlar orada çok konuşuyorlar, – o kayıtsızca dedi, – radyo konuşmak için kuruldu.

Yaklaşan bir araba hışırdadı ve Tarbiya kapıyı açmak için kalktı.

Belki, üzgün geldi, – Gülnar Baycanı hakkında düşündü. – O da radyo duydu ki...

Her kadın kocasının üzgün ne kadar olursa olsun, çocuğu görünce daha kolay olduğunu emindir. Bu yüzden Gülnar Baycan’ın yanına oğlunu götürdü.

O girdiğinde, Baycan zaten telefonda konuşyordu. Bebek gülümsedi ve ona iki eli uzattı. Baycan her şeyi unutarak bir an içinde ona ellerini uzatmak için bunu yeterli oldu. Bahıtjan ayaklarını salladı. Baycan nazikçe oğlunu alıp burnunu öptü.

O anda, telefon bir kez daha çaldı.

– Yeniden seni rahatsız ediyorum, – Rahmet dedi. – Dinle...

– Evet, evet, Rahmet ağa, dinliyorum.

– Çabuk ilçe komitesine gel.

– Tamam, – Baycan diye cevap verdi. Sessizce giyinip hemen çıktı.

Ilçe komitesinin birinci sekreterinin ofisinde insanlar toplandılar. Yaklaşık on kişi Rahmet’i dinleyip duvarların yanında oturuyorlardı veya duruyorlardı. Baycan başını sallayıp kapının yanında yalnızca boş sandalyeye oturdu.

– Yoldaşım Baycan, – Rahmet dedş, – Senin özellikle oturması yok. Şimdi bölgesel komiteden bir çağrı aldım. Bizim için bir uçak gönderdiler... Önce Cusalı’ya sonra hemen Kızılorda’ya uçuyoruz.

– Neden?

– Orada ve öğrenelim. Telefonda bu konuda konuşmak rahatsız, ben bütün ev halkı uyandırdığını istemiyordum.

Herkes kapıya gittiğinde, Baycan bir şey unutulmuş olduğu gibi geri döndü. Telefona gidip, onu aldı. Ancak telefonu tutup konuşmağa başlamıyordu. Yine kapıya gidip, ama dayanmadan tekrar masaya döndü.

Daireye telefon etti – ancak cevap yoktu. Tekrar telefon etti ve yine de hiçkimse cevap vermedi.

– Abone telefona gitmez – telefon operatörü dedi.

– Nasıl olur?– Baycan diye bağırdı. –Bir kez daha telefon edin...

– Cevap yok, – telefon operatörü diye tekrar etti ve sustu.

Baycan odadan çıktı. Bölge komitesinin üyeleri iniş alanı üzerinden dönmüş uçağı izleyerek eşikte duruyorlardı.

Uçak burada nadir değildi. Burada posta havayolu oldu bu yüzden her gün posta almak için uçaklar alçalırdılar. Buna ek olarak, sürekli altı ambulans uçağı çalıştılar.

Sırdarya nehri, sel zamanında dökerek burada ilk bahardan yaz ortasına kadar duran bir göl oluştu. Sonra o kuru olduğu zaman saz ve bataklık otları ile büyümüş geniş çayır oluştu. Gerçekten lanetli bir yerdi.

Sadece güneş batınca, tüm küçük uçan böcek gibi – sıtmalı sivrisinekler, mikroskopik tatarcık çalılıklardan yükselip aula ve mera alanına uçtular. İnsanlar sadece duman ile kaydedildi. Onlar odaları, tarlaları, bahçeleri dumanla dezenfekte yaptılar. İşbu düşmanın işgalinden kendilerini ve sığırlarını kurtaramak mümkün mü? Sığırlar zayıfladılar, insanlar hasta oldular.

Kazaklar söylemek severler: “Darya’da bin bela var, ancak birinden yaşayış yok”. Belanın ne olduğunu sorarsa ihtiyarlar cevap verirler: güneş batıktan sonra sivrisinekler, tatarcıklar, karıncalar ve yılanlar tarlalara çıkarlar... Darya kıyısında onları bin kat daha var.

Sırdarya vadisinin sakinleri işbu bela ile böyle mücadele ederler: erken ilkbaharda kuru sazlığı yakarlar, o zaman tüm kanatlı “bela” yanar. Ancak sadece kuru bir yerde büyümüş sazlık yanar. Suda yetişen sazlık hiç yanmaz. Bu nedenle, yangın da insanların belasına hiç yardım etmez.

Savunma, havacılık ve kimya inşaat toplumu’nun uçan kadroları bu yerlere geldiler. Altı uçağın zinciri Almalık’ı baz olarak seçip bir ay boyunca bu civarı işlediler. İlk olarak, sazlığı yaktılar, sonra yangının yerleri incelenip yeşil kaldığı arazi zehir ile püskürdüler. Ve tatarcıklar kayboldular. Gece penceresini kapatmamak mümkün hale gelmiştir. Hayvanlar hızla iyileşti. İnekler şişman olup daha fazla süt vermeğe başladılar.

– İki yıl sonra, tatarcıklar hiç olmaz,– sıhhi takımın işçileri diye övündüler.

Sonra daha zor ve zahmetli işi yaptılar: çiftçilerin evleri dezenfekte ettile, her delik ve çatlak işlediler. Ev parazitler de kayboldular.

– Biz tüm bin sorunu ortadan kaldıracağız, – takımının işçileri şaka yaptılar.

Bu yüzden uçak Almalık’ta nadir değildi. Sadece çocuklar hâlâ düzenli kalkış ve varış güzel gümüş kuşlara dikkat edilir. Ama şimdi, her evin yanında insanlar toplandılar. Başlarını sırt atılıp, onlar uçağı izlediler.

Haber tüm avulu karıştırıldı. Radyo t,m insanlar duydular. Yatağa giderken çiftçiler hoparlörü açardılar. Radyo gece saat on iki’de sesini keserdi ve sadece şafak sökerken konuşmaya başlardı. Bu demek – kalkmak ve iş için hazır olmak.

Bugün radyo tüm insanları önemli devlet bir haberi hakkında bildirdi. Ve hemen hepsi endişelendiler.

– Bu iyi değil...

Tüm evde kalan – yaşlılar, çocuklar, engelli kadınlar uçağın kükremesi duyunca, sokağa koşup ve başlarını sırt atılıp, onun çevrelerini izlediler.

Anatoliy Kondratyeviç de ailesiyle dışarıya çıktı.

Uçak bölge komitesinin karşısındaki geniş bir alanda indi. Bölge komitesinin üyeleri binadan çıktılar ve uçağa yürüdüler. Onlar arasında Baycan da oldu.

Gülnar Anatoliy Kondratyeviç yanına döndü ve alçak sesle bir şeyler söylemek istedi, ama sesini titriyordu, ve o birden bire bağırdı:

– Baba!

Anatoliy Kondratyeviç geri baktı.

Kızının yüzü bembeyaz ve korkunç hareketsizli oldu. Sadece dudakları endişeyle titrediler. Anatoliy Kondratyeviç ona yaklaşıp elini tuttu.

– Canım, ne oldu? – yumuşak ve huzursuzca diye sordu.

– Baba, – tekrar söyleri. – Bak, Jan da uçuyor mu?

– Hayır, olamaz! – miyopik Anatoliy Kondratyeviç karıştı.

– O orada! İşte gidiyor! – Gülnar bağırdı ve hızla uçağına gitti. Eğer o, doktor, tam görünümünde bir kız gibi koşmak edep olursa, belki o koşacaktı. O kadar aceledi ki yol yarımda nefesi kesildi, o durup bakmağa başladı.

Uçağın kükremesi arttı, ve aniden bir toz bulutu ayrılmıştı. İnsanlar farklı yönlere korkup sıçradılar.

Uçuyor, Gülnar düşündü ve yüreğinde yakaladı, o atlamak için hazır olduğunu hissetti.

Uçak seğirti ve bir turna gibi, uçmaya hazır alan üzerinde sendeleyerek koştu. Yakında yüksekliği kazanarak uçuyordu

Gülnar arkasına baktı. İnsanlar duvar gibi hareketsiz ve sessizce duruyordular.



On Birinci Bölüm

AYRILIK SAATLERİ


Baycan’a onun inşaat başkanı olarak atandığı zaman niye o kadar şaşırdığını bir kimse sorarken, o sadece omuzlarını silkti.

– Kendim şimdi anlayamıyorum neden...sacede aptalık.

Öğrenci günlerinden ve aniden o kadar çalışma kapsamı...

İnşaat zaten sona eriyordu ve o atanmasından asla pisman olmazdı.

– Evet, – yavaş ve düşünceli konuştu – zorluklardan korkuyorum. Hiç bir zaman ortaya çıktılar. İşçilerin, malzemelerin, araçların yetersizliği sıkıntısı varsa, o zaman atlatmak zorunda kalacaktım... Ancak bizde hem birinci, hem ikinci hem de üçüncü çok bol oldu.

–Şimdi inşaata baktığımda tüm etki eden güçlerin eşlediği büyük bir fabrikayı görüyorum. Böyle fabrikalarda oldum ve dini duygu ile ben büyük türbinlere takım tezgahlarına baktım. Her türbinlerin hareketi çakışmış ve birbirlerinin çalışmalarını önceden belirlenmişti. Tekerleğin hareketi derhal binlerce başkalarına etkilemişti. Yani tam olarak aynı ve biz bu sıkı tutarlılık elde başardık.

– Bu büyük Moskova fabrikalarında başka bir şey beni hayrete düşürdüm. Bazen belli bir çalıştayda binlerce insan gibi çalışır olduğunu biliyordum. Ama ben çalıştayda yürürken bu bin görmüyordum. Yakın baktığımda insanları fark ettim. Meğer ki, makineler dikkati zaptettiler, ve biz insanlara bakarak onları fark etmeyiz. İnşaat alanında oldukça başka bir şeydir. Orada gerçek insanlar hemen göze çarpıyorlar. Meselâ, büyük bir fabrikada sürekli kırk bin mekanizma çalışır. Su kanalında ise bu mekanizmaların ve cihazların yerinde kırk bin kişi çalışırlar. Ama işlerin tutarlılığı öyle ki kırk bin adet ile büyük bir mekanizma koyduğunu gibi görünüyor.

– Ya ekskavatörler? Onlar bizde de var mı? Ever, var. Ama tüm işleri toparlamak için böyle ekskavatörler en az üç yüz olmalıdır. Sorun bile bunu değil. Yine de, bir ekskavatör kanalı kazmak olamaz. Kanalın yatağı kenarı arasındaki mesafe çok daha dardır. Buna ek olarak, kanalın duvarları, çok dik olmamalıdır. Aksi takdirde şiddetli akış bunları aşındırır ve çöktürür. Bunlar bir açıyla kazılırsa, suyun yıkıcı etkisi yumuşatılır. Ama ekskavatör böyle kazamaz. Sonra. Zaten iki ve üç metre derinliğinde yeraltı suyu bir bataklık arazi dönüştürülür. Böyle toprakta ekskavatör çalıştıramaz. Böylece, manuel işi asıldır.

– Biz en fazla üç metre derinlikte kanal profili için sadece yirmi ekskavatör kullanırız. Bu sadece çalışmanın ilk aşamasıdır. Ekskavatörden sonra kazan insanlar giderler ve her şeyi bitirirler. Şimdi düşünün: biz on milyon metreküp plana göre yapılmamız gerekir. Ketmenci bir defada arazinin en fazla beş kilogramı yayar. Peki, kaç milyar kere bir kanal kazmak için bir ketmen aşağı gitmek zorundadır? Dediler ki: «herkes zemin ile şapka getirirse – dağlar büyür.» Bu doğru. İki mevsim biz kanalın bir yolu üzerinde çalışıyoruz ve zaten kazılmış kaç milyon metreküp biliyor musunuz? Altı. Bunu inanmak zor ama bu gerçektir. Yani, harman kaldırmadan önce, diğer dört milyonu işleyebiliriz...

– Evet, itiraf ediyorum, çok korktum ben. Ne kadar iş ne kadar rakamlar var. Nasıl bu ile başa çıkayım? Ama sadece inşaat başladığı zaman, benim korkum kayboldu. Güçlü, disiplinli insanlar benim elinde olduğunu gördüm. Tüm görevleri doğru yapılırlar. Onlar kendi çıkarlarını düşünmeden çalışırlar. O kadar çalışıyorlar sanki tatil kutluyorlar. Ben ise bu bayramda başkanlık gibi, evde gibi hissettim. Hâlâ bu duygu beni bırakmaz. Bazen düşünüyorum: iş bittiğinde ve bütün ordu dağıldığında ne olacak? Sonuçta, can sıkıntısından öleceğim... Özleyeceğim...

İşte korkunç bir haber – savaş Baycan’nın yüksek bir ruh halinin içine girdi...

Havaalanında İlçe Komitesi’nin Sekreterinin bir arabası Bölge Komitesi’nin Sekreterini ve Baycan’ı bekledi.

Büronun toplantısı Birinci Sekreteri’nin ofisinde geçti. Birinci Sekreter konuştu. Girdikleri zaman, o boş sandalyenin tarafına başını sallayıp konuşmağa devam etti.

Sulama ve ekinlerin çapalaması durumu hakkında konuştular. Sekreter uzun zaman konuştu ve Baycan dinleyip düşündü. Bu bürosu'nun toplantısı aslında ise, bu toplantı ne zaman başladı? Dünden beri mi burada oturuyorlar, acaba! Bugün onların topladığını olamaz.

Son olarak, Sekreter alanın çeşitli yerlerine görevlendirilen bürosu üyelerinin listesini okudu ve Rahmet ve Baycan’ın yanına gitti. Merhabalaştılar.

– Peki, sizde bir şey iyi var mı? –sekreter neşeyle diye sordu.

– Şimdiye kadar her şey iyidir, – Rahmet cevap verdi.

– Mükemmel. Ve nasıl ... – ve hemen ekim, mera alanları, halk, su kanalının inşaatı hakkında yaklaşık bir düzine soru sordu.

Sekreterin soruları kısa oldular ve Baycan o şekilde kısa ve net cevap vermesi gerektiğini fark etti.

Bölgesel Komitesi’nin bürosu sabahtan beri toplantı halinde bulunmuştu.

Sekreter iki gün önce her zamanki resmi geziye gitti. Sarı-Su nehrinin vadisi üzerinde hayvancılıklı kollektif çiftliklerin meralarına baktı. Sekreter gezisi ile memnun etti. Meralar iyi ve engindi, sığırlar ise besili ve sağlıklı oldular.

Dönüş yolunda sekreter Ayak-Kul ve Tel-Kul büyük bir göllerini görmek için gitti. Her zaman iyi bir avcılığın olduğunu bilirdi. Ve bu sefer, o yakında, çok av hayvanları öldürdü. Büyük bir yaban domuzu az kaldı öldürecekti. Sekreter avcılık ile çok ilgilendi. Bu yüzden güneşin sazlık arkasında battığını ve hemen serin olduğunu fark etmedi.

Eve gitmek zorunda kaldı, ancak eve ulaşmak için elli mil gitmelidir.

Yol düz, monoton ve tamamen ıssız bir çölden geçiyordu. Orada ne tepeler, ne kum tepeleri, ne de dağ geçitleri yoktu. Bu ölü yeri “Dayralıktın takırı” Darya çıplak bozkırı denir. Gün içinde yolu fark etmek çok zordur. Karanlıkta tamamen kaybedildi. Ve sekreter sürücüye sordu:

– Yolu kaybedemez misin?

– Kaybeder miyim? – diye sordu. – Ya ben, eğer bilmek istiyorsanız, ana caddede aynı bu çölde araba sürebilirim. Ben kapalı gözlerim ile evi bulabilirim.

– Hadi, hadi, – sekreter rahatlayıp dedi. – Böyle bir kahramanın eline bir kitabı verebilmektedir.

Sürücü bir kahraman gibi hissediyordu. Sekreter sazlık içinde yürüdüğünde ve ördekleri ateşlediğinde, o sacayağı önünde oturuyordu. Sonbahar yağlı kazın tüylerini yoldu ve içini çıkardı, iyice duruladı, bir küçük kazana koyup akşam yemeği hazırlamağa başladı. Kaz uzun süre pişiriyordu, sürücü ise, bu süre içinde, Kızılorda’dan ayrılmadan önce votka ile doldurulmuş matarasından yudumladı.

Sürücü deneyimliydi, uzun zaman sarhoş olmazdı, bu yüzden sekreter neler olduğunu fark etmedi. Bu arada sürücü, zaten, arabanın etrafında yürüdü, araç gövdesi altında sürünerek ciddi şunları söyledi:

– Bu yol içinde, ben karanlık önce sizi eve taşıyamazsam, sürücü ehliyetimi elimden almak gerekmektedir. Ben kapalı gözlerim ile garaja arabayı götürebilirim.

Sürücü yakın zamanda evlenmiş ve o eve ulaşmak için sabırsızlanıyordu. Buna ek olarak, avcılık bugün başarılı oldu. Birkaç ördek ve kaz onun payı olacaktır. Eve gelip karısının önünde avını ilgisizce yere döküleceğini ve söyleyeceğini hayal etti:

– Şeytan bilir, ne tür avcılık bugün! Sadece kemiğe sırılsıklam. Patron da yarısı dilene dilene elde etti: ver bana, ver! Eh, ben, hiç kimse inkar edemem! Alırsınız, itiraz etmeyim.

Genç karısı, tabii ki, nefesi kesilecek, o ise alt sırtı ovuşturarak, odaya girip söyleyecek:

– Ah, şimdi sıcak çay içmek için iyidir...

Bu arada, sekreter araba içine binip şöyle dedi:

– Peki, gidelim, ben uyumak istiyorum, – ve arabanın karoserinde paltosu üzerinde yattı.

Sürücü sabit bir eliyle arabayı kullanıyordu. Böyle bir hız geliştirdi ki araba uğuldadı. “Bir saat sonra evde olacağım”, – esneyerek uykulu diye düşündü.

Bir iki dakika sonra sekretere baktı: o uyudu. “Bir saat sonra evdeyim”, – yine uykulu düşündü ve gözleri kapattı.

Sekreter, güçlü bir sarsıntı ile uyandı, araba derin kumlarda patınaj yaptı. Oldukça karanlık oldu. Sürücü sakin düzgün nefes alıyordu. Direksiyona atlayarak sekreter arabayı durdurdu ve uykulu sürücüyü sallanmaya başladı.

O ilk başta inledi, sonra aniden sekreterin elini itti ve ne olduğunu anlamadan oturdu.

– Eh,– sekreter sert sitemle dedi. – Karanlığa kadar beni sürdün!

Sürücü sessizce oturdu.

– İyi ki, beni bir vadiye atılmamışsın, – sekreter dedi.

Sürücü ayakları üzerinde kalktı.

– Keşke ben yerin dibine geçecektim, – hızla bir şekilde dedi. – Keşke omuzlarımdan kafamı daha iyi olurdu...

– Tamam, yeter, – sekreter sakinleştirip dedi. – Söyler misin, neredeyiz?

Bunu söyler söylemez, ay bulutların arasında çıktı ve çölü aydınlattı. Sürücü etrafına bakmaya başladı.

– Orada, – emin ile dedi, – Kumşovı, yani, kumlu tepe, solundaki Adırkıztas – kız dağı var, demek, yol yakındır. Şimdi çıkalım! Bu yerleri beş parmak gibi bilirim. Bir saat sonra evdeyiz.

– Hayır, yok! – sekreter dedi. – Bugün yeter – Uyumaya git! Kafam sadece bir tanesidir.

Sekreter tekrar uyudu, sürücü ise, yandan yana dönüp hiç yatışamazdı.

O iyi bir sürücü olduğunu ne kadar düşündü! Hiç bir kınama almazdı, işleri iyi bilirdi, hatta votka sadece bir toplantıya içiyordu. Hiç kimse onu sarhoş görmezdi. Neden o tam hızıyla uyudu...

Onlar sabah erken şehre girdiler.

Araba sekreterin evinin önünde durur durmaz, karısı zaten onu karşılamak için gitmişti. O giyinmiş ve çok solgun oldu.

– Her şey iyi mi? – o endişeyle diye sordu.

O sessizce başını sallayıp ona elini uzattı.

“Hayır, evde yanlış bir şey var”, – sekreter diye düşündü.

Onlar salona girdiğinde, karısı radyo açtı. Sekreter zaten tüm şehir içinden yayılan haberi böylece öğrendi.

Yakında o bölge komitesinde oldu. Kodlu okuduktan sonra, Rahmet ve Baycan için uçağın gönderildiğini emretti.

– Peki, yoldaşlarım, – büronun toplantısı sonrasında onlara dedi. – Yakında bir hükümet haberi olacaktır – Almanya ile savaş. İnşaat alanında paniğe ihtimal vermemeniz için çağırdım. Aksine, bizim parti ve hükümet etrafında insanları daha yakın birleştirmemiz gerekir. Tüm güçlerimiz ve kaynaklarımız artık toplanmalı ve düşmanlar üzerine atılmalıdır. Biz onu mermi ve ekmek ile yendi edelim. Şimdi sadece böyle bizim inşaatımızı düşünmek zorundayız. Şimdi su kanalı bizim her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır. Aslında, onun tamamlanmasından sonra, bölgemizin ekili alanları hemen seksen oranında artıracaktır. Ekmek – bir silahtır, ve bu silah olmadan düşmanı yenmek için imkansızdır. Ve ikinci olarak, şu anda inşaat alanında bulunan tüm gençleri seferber edilecektir. Tabii ki, savaş hakkında duyup, bazı eve koşabilirler. Bunu olmamalıdır.

Rahmet ve Baycan hemen bölge komitesindeki görüşmeler sonrasında Almalık’a geri uçtular.

Günler geçtiler, çalışma temposu azalmaz, ama artırdılar.

Herkes, mutlaka Stalin'in bir konuşma yapacağını hissettiler ve günden güne beklediler. İşte o gün geldi.

İnsanlar mikrofonun önündeki meydanda toplandılar. Gergin bir sessizlik oldu.

Baycan ketmenler ile Daulet ve Aybarşa’nin figürlerini gördü. Onlar her zaman olduğu gibi birbirine yakın, hareketsiz olarak uzun boylu, dıştan sakin durdular.

Bu sırada Aybarşa özellikle hükümet haberinden sonra endişeliydi. O çok dikkatle Daulet’e baktı sanki düşüncelerini okumak istedi. Sonuçta, bugün ya da yarın, diye düşündü, mutlaka onu ordu içine alınacaktır. O bunu anlıyor mu, acaba? Daulet sessiz ve sakin oldu, bu yüzden o anlayamazdı.

İşte Stalin'in konuşmasının ilk sözleri:

– Yoldaşlarım, – lider dedi...

Aybarşa Daulet’e baktı. Gözlerini kapayıp ceketinin ceplerinde elleri koyup, o durdu ve dinledi:

– Vatandaşlarım, – Stalin dedi...

Aybarşa Daulet’e tekrar baktı. O hareketsiz ve sessiz duruyordu.

– Erkek ve kız kardeşlerim, – o duydu ve birkez daha Daulet’e baktı. Şimdi aniden yüzünde konvülsiyon görünüyordu, çenelerin taş hatları açıkça salladılar.

Kızılorda’da sıcak yaz günlerinde aniden tornado şehre çarpırdı. Rüzgar uğulur, sanki gezegenden üst kapağını koparak döndürürdü. Yüksek bir toz bulutu yükselir ve açık güneşli bir günde ince şafak alacakaranlığı gelirdiler. O zaman rüzgar karşısına arkanı dönüyordun ve sıkıca yüzünü, gözlerini ve kulaklarını kapatıyordun, aksi takdirde beladır.

Daulet’in bozuk yüzüne baktığında Aybarşa bu tornado hatırladı.

– Bizim ordumuzun ve filomuzun askerleri,– Stalin daha konuşmaya devan etti, Aybarşa artık Daulet’in yüzüne bakmak cesaret edemedi.

– Sözlerimi konuşuyorum, arkadaşlarım, – kalabalığın üzerine süpürüldü, ve Aybarşa taşların sürtünmesi gibi, garip bir sesi duydu. Arkasını döndü. Daulet yüzü geri attı, elmacık kemikleri gergin oldular. Gözyaşının büyük damlaları onun yüzünde döküldüler. O da kendisi ağlıyordu, ama yine usulca söyleniyordu: “Daukeş”...

O sadece kaşlarını kaldırıp indirdi – “Sus!” – O kendine geldi, artık. Sakince ve direkt olarak ayakta kalktı.

Bu şekilde Stalin'in konuşmasının sonu dinlediler.

– Anladın mı? – onların topraklarına döndüğünde Daulet Aybarşa’ya sordu.

– Anladım, – Aybarşa cevap verdi.

– Tam olarak ne anladın?

O sadece omuzlarını silkti.

– Garip bir soru, Daukeş... Stalin yoldaşının konuşmasını nasıl anlayamaz ki. O her zaman çok açık konuştu ki...

– Başka bir şey soruyorum... Biz savaşa giderken burada kim kalacaktır?

– Ah, işte neler bahsediyorsun? – Aybarşa gülümsedi. – Biz savaşa gideceğiz, ya siz işi bitireceksiniz – bunu mu söylemek istiyorsun sen? Doğru mu?

– Yani böyle bir şey, ama kim "biz" olduğunu - sana sorayım?

– Biz – kadınlar, kızlar, gençler. Değil mi?

– Evet, evet... – Daulet diye övdü.

– Tabii ki, tüm cepheye gidemezler. Bazı insanları rezervasyon yapacaklar. – Aybarşa sanki, laf arasında dedi.

– Kimi? – Daulet diye sordu.

– Kim gerçekten üretim için lazımdır, onu rezervasyon yaparlar.

– Bu insanı görmek istiyorum, – Daulet öfke ile söyledi.

– Ya sen bu insansın, – Aybarşa nihayet karar verdi. – Baycan Kızılorda’ya gitti, senin için bir rezervasyon yapacağını söyledi.

Daulet hatta durdu.

– Rezervasyon! Ya beni sordunuz mu? – o öfkeyle ve hızlı bir şekilde söyledi. – Eğer ben kabul etmezsam? Yoldaşlarım cepheye giderler, ama ben burada bir el arabası taşımak için mı kalırım...

O hiç bir şey söylemedi, sadece gözlerini indirdi.

Bir kaç adım onlar sessizce yürüdüler.

– Ayim, – Daulet aniden nazik ve yumuşak sesiyle söyledi.

– Ne oldu, Daukeşim! – Aybarşa öyle diye sordu.

– Seninle konuşmak istiyorum...

Aybarşa aniden ağlamağa başladı.

– Oh, ne oluyor? – Daulet korkuyla, sessizce sordu ve ona ellerini uzattı. O aniden keskin onu itti, ayrılıp toprağa oturdu. Başını eğilip her iki el yanan yüzünü örttü. Daulet ona sarıldı. Aybarşa hareketsiz kaldı, ama o vücudun akan derin bir iç titremesini hissetti.

– Vay, vay , Aybarşa – o dedi. – Öyle olur mu? Aman Tanrım, ağlama!.. Peki, yeter, yeter! Duyuyor musun, ayim, yeter!

Aniden onu iki eliyle yakaladı ve Daulet’in elinde vücudu o kadar sallandı ki ağlamağa başladı.

– Vay, vey, – Daulet güçlü ve yetişkin duyarak şaka yaptı. – Ben senin cesur ve dayanıklı olduğunu düşündüm. Ya sen öğrenci gibi mızıldanıyorsun... – Vay, iyi değil... Peki... Sakin ol... Cepheye uğurlarken o zaman ağlayacaksın...

Aybarşa parlayan yüzünden avuçlarını aldı ve sessizce ama sert dedi:

– Ben de giderim...

Daulet irkildi. O biliyordu: Aybarşa kafasına bir şey koyacaksa hiç kimse hiç bir şey yapmayacak.

– Evet, giderim, mutlaka, giderim! –Ayağa kalktı, iş pantolonun cebinden mendili çıkardı ve geri çevirip, gözlerini silmeye başladı.

Daulet biraz bekledi ve kolunu aldı.

– Ayim, – o dedi.

– Daykeş, nedir? – Aybarşa sakın diye sordu.

– Duydun mu, Stalin dedi: «Biz kazanacağız».

O yine başını salladı.

– Bu yüzden sana bir şey söylemek istiyorum.

– Tamam, hadi...

– Savaş savaştır. Bu savaş özellikle korkunç görünüyor...

O sesini kesip düşündü. Biraz adım sessizce yürüdüler.

– Peki, devam eder misin? – Aybarşa diye sordu.

– Evet, özellikle korkunç olacaktır... Ama herkes cepheye gitmeden önce geri döneceğimi kendisine söylemelidir.

– Bu doğru, – Aybarça dedi.

– Yani, yaşamak için ölüm mücadele edeceğim. Bu yüzden ben tek koşulu koymak istiyorum.

– Ne zamandan beri sen benimle böyle konuşuyorsun? – o kaşlarını çatarak diye sordu.

– İstek, Ayim, istek. Öyle değil söyledim: istek, koşul değil.

O yüzüne baktı ve aniden ona acıdı. Onu zor ve inatçı haline getirmiş kaba, kötü gerginlik hemen geçti. O zayıfladı ve tekrar ağlamamak için dudaklarını ısırmak zorunda kaldı. Ama bu gözyaşları farklı, sıcak ve rahatlatıcı olurdu.

– Sevgilim, söylemeye utanıyorum, ama ben sezgiye inanıyorum. Savaştan canlı ve hatta yarasız döneceğimi sanıyorum. Benimle hiç bir şey olamaz...

– Evet, evet, – Aybarşa dedi. – böyle sezgileri vardır. Bunların asla aldatmadığını duydum. – Tabii ki, hiç bir şey duymadı. Sadece Daulet’in yatıştırması için bunu söyledi.

– Peki, görür müsün, – Daulet sevinip düşünceli ve hayaller içinde konuştu, sanki onun önünde harika bir resim vardı.

– Böylece, biz düşmanı yenmek oluruz. Bir yıl veya iki yıl sonra eve dönerim... telgraf ile haber veririm. Vagondan inerek peronda tüm ailem ve arkadaşlarımı görürüm: seni, babamı, annemi, dede Anatoliy’i, Baycan’ı, Gülnar’ı ve diğerleri. Kucaklarız, öpüşürüz, birbirlerine omuzlarını okşarız, konuşarız... Aniden ben soruyorum:

– Peki, su kanalı nasıl? Nihayet, bitirdiniz mi? O zaman sizlerden birisi bana cevap verir:

– Daulet, veya Daukeş, kanalı uzun bir süre için bitirdik. Oraya gelip her şey kendin göreceksin.

– Peki, tamam. Kanalınız bana gösteriniz. Bir arabaya biniriz. Giderim ve gerçek hayatımda veya rüyamda bulunduğumu bilmem. Geniş bir yol, bir masa örtüsü gibi doğru ve düzgündür. Her iki yanında ağaçlar, ağaçlar... Tüm genç kavaklar. Yol biter, ve burada pirinç alanıdır ... Adamın göğsüne kadar yüksek pirinç büyür. Başak ağır, dolu, altın suda yansıyor. Ben mesafe içine bakarım, bu alan nerede biter? Bunun sonu yoktur, her yerde altın su, bu suyun üzerinde ağır başaklar var. Peki, o zaman sen benim omuzlarımı kucaklarsın, ve söylersin: ey, Daukeş yeter mi? Daha ileriye gidelim mi? Daha ileriye gidelim, diyorum. Bana tüm çiftliğini göster... Arabamız hızlı gider ve uğuldar, ve hız alarak bir meyve bahçesi içine uçarak girir... 



On İkinci Bölüm

GERÇEK BİR ADAM


Dünyada farklı insanlar çok ve her kişinin bir sürü kendi özel fiyatı vardır.

Biri "adam", öteki "koca" derler. Dil ve ulusal bilinç bu iki, olsa da ilişkili, ama yine de oldukça farklı kavramları çok açıkça paylaşırlar. İşte biri – hem eksikleri hem de avantajları dışarı durmazsa, – bu sadece bir erkektir. İşte diğeri güçlü irade ve karakter ile, büyük kalp ve daha büyük emelleri ile, bu sadece erkek değil, artık, – bu kocadır.

“Adamlar arasında fark var” bozkırlarda derler. Adamın sert dayanıklılığı, direşkenliği ve kararlılığı en önemlidir.

Sırbay bütün hayatı gerçek bir erkek gibi hissetti. Asla hiç kimse onun başının astığını görmezdi. Tabii ki, hiç kimse yaşlı adamın cimri gözyaşlarını fark ettiğini övünme olamazdı. Daulet ile ayrılması sırasında kendisini değiştirmezdi.

Bu gün ve saat, o bile kendini aştı, acımasız bir erkek acıma içinde uyuşmuş gibiydi. Oğlu yolda toplanmaya başladığında sadece son saatlerde, güçleri redettiler. O gözünde gözyaşları olduğunu hissederek sertçe kaşlarını çatıp çok ciddi söyledi:

– Peki, oğlum, zamanın geldi! – Hadi, veda edelim.

Daulet şaşırma ile babasına baktı. O aynı sakin, kararlı ve ölü bir sesle devam etti.

– Bugün harman kaldırma, ve uzun bir süre beni beklerler.

– Beklerler, onların üzerinde damlalar yok ki, – öfkeyle gerçekten ihtiyarın duyarsızlığı tahriş olan birisi söyledi. – Ne de olsa, her gün orduda oğlu göndermezsin.

– Hayır, ben çok geç kaldım. – ihtiyar asık suratla cevap verdi.

Tarbiya şiddetle ağlamaya başladı. O gözyaşlarından ve ağıtlarından zaten boğuktu. Ve şimdi tamamen onun kocasının sertliğinden öldürmüş oldu, üvey oğluna koşup omuzlarını yakaladı.

– Geç kaldın! Zaten çok geç kaldın! – o öfkeyle diye bağırdı.

Üvey anne, onun üvey oğlunu canı gibi severdi, Sırbay bunu çok iyi biliyordu, ama şimdi kaba ve sakın bir sesle söyledi.

– Vay, vay, neden boş bir kabarcık gibi şiştin. Oğlumuz savaşa gider, ya sen başını belayı çağırırsın. Sus!

İhtiyar karısını biliyordu. Sertçe dedi, ancak bu sözleri o anda çok gerekli oldular.

Tarbiya belayı çağırdığını duyup sesini kesti. O zaman Sırbay söylemeye devam etti:

– Bela hâlâ uzakta, ya sen ölü gibi üzerinde kükrüyorsun.

Tarbiya irkildi. O ayrılık acıdan, sevilen üzerinde hasretinden, gelen yalnızlığın bilinçinden ağladı. Şimdi korkunç bir şey hakkında düşünmemeğe çalıştı.

Sırbay durmadan devam etti:

– Senin oğlun nereye gider bilir mişin? Ve oraya gidemez mi? Hayır mı? Bu yüzden sus, ve belayı çağırma. Anne nimeti verirsen, daha iyi olur. Bir güvercin gibi kabardın. Hafif bir kalp ile elveda için onu koru.

O öfkeyle ziyaretçilere baktı. Her tarafta hışırdadılar.

– Aferin sana, ihtiyar!

– İşte konuşma!

– İyi konuştun! Doğru konuştun!

Sırbay iyi, geniş babasının bir kemeri açtı. Eskiden o gümüş kopçalarla pırıldadı. Şimdi kopçalar kararmışlar ve kemer söndü. Her tarafta bu kemerinde bıçaklar, toz torbaları, saçma ile torbalar için ilikler asılı idi. Hem de bozkırlara ve ava uygun çakmaktaşı baltaları ve daha fazlası oldular. Sırbay bu kemeri ömrü boyunca bırakmadı, ve şimdi o toka yukarı çekerken toplananlar karar verdiler: “Giysi kaldırıyor, demek ki, hiç bir yere gitmez, evde kalıyor”.

Sırbay kemeri kaldırıp boynuna koydu ve dedi:

– Oğlum, hadi dua edelim, – ve birbirine katlanmış elleri kaldırdı.

Sonra, başını eğip gözlerini kapattı, bir dakika bu halinde kaldı, ve ondan sonra konuşmaya başladı.

– Oğlum, eski günlerde söylemişler: “Kutsal Kıdır sana kolay yolu ve şans versin”. Ya ben sana bir şey daha söylemek istiyorum: dedelerimizin veba ve açlık hakkında konuştuklarını hatırla. “O kırk yıl sürecek, ancak kaderine terkedilmiş olan ölecektir”. Stalin askeri bir şekilde sana eşlik etsin! O nedere – orada şanslar var! Ya şimdi…

Sırbay ayağa kalktı ve kayış bağlanmaya başladı. – Ben gidiyorum, sen de benimle gel, – o söyledi. – Yaşlı adamların söylediklerini hatırla: “Seyahatsever sözümü unutma, yol bulunması – mutluluktur”.

– Sana tüm öyle değil, – Tarbiya öfkeyle dedi. – Acele edersin, git, Daulet’i neden defedersin?

– Ve sen, anne, onu tutma. Gitmek zorunda kalırsa. Gitsin. Onu geçiremem, harman kaldırması için gitmeliyim. Stalin’nin dediğini duydun mu? Ekmeksiz zafer de olamazdır. Ben on mil uzakta onunla ağlamaya gidersem, fayda nedir? Hayır. Keşke ona düşmanları yenmek için yardım edeyim. Bu babasının yardımıdır.

Herkes anladı: İhtiyar ne karar verir, öyle olur.

Seferberler bir tuğla ahır yakın toplanmalıdır. En iyi zaman için çiftliğin kulübü yer almaktadır. Yanında o zaten bir kalabalık vardı.

Gürültülü ve eğlenceli oldu. Birisi şarkı söylüyordu, diğeri birkaç yerlerde armonika çalıyordular. Sırbay kaşlarını çattı. Gürültü, yüksek sesle müzik, şarkı – hepsi bu onun için değildi.

– Erken eğlenirsiniz, çok erken, – kalın, yoğun kaşları çatarak böyle durumlarda söyledi. – Savaş şenlik değildir. Savaşa gitmek – hayatı feda etmek demektir. Bunu unutmayın! İşte adamlarımız bir zafer ile gelirken – o zaman eğleneceğiz. Ancak şimdi eğlenceli için değil – çalışmamız gerekmektedir!

– Ya sen oğlunun karısına bunu söyle. – O elebaşıdır, – ona diye söylediler. O sadece kollarını açıyordu.

– O hiç dinlemek istemiyor, – o üzüntüyle dedi. – Neden atlıyor, neden hoşlanıyor, anlamıyorum!

– Ya sen onun dizginlerini elinde tutarsın! Biraz bağır! – ona tavsiye ettiler. – Bak, ne kadar şımartsın onu!

– Anababasının tek bir çocuğudur, bu yüzden bir tay gibi yaramazlık yapıyordu! – Peki, çocukları doğururken, aklı başına gelecek. Ben insanlar hakkında çok şey biliyorum. O hoş bir kız. Öf, öf, ona göz değmemek için.

Barış zamanında Aybarşa hakkında bunu söylenecek iyi oldu: ama şimdi savaş... Sevgilisi cepheye gider, ancak o sakinleşemez. Sırbay gözlerini kısarak ona bakıyordu, ama hiç bir şey söylemiyordu. Ancak bugün zamanki düşüncesinden kurtulmak olamazdı: «Belki, komsomol içinde onlar öyle yaparlar»...Şimdi acı acı düşündü: “Ben onun hakkında yanlış değil miydim? Kendisi saygısızca davranırsa, o zeki nedir? Uçarı bir kız”.

Aybarşa ihtiyarın yüzüne bakıp onun ruh halini fark etti. Kendisinin kalbi de yüz parça kırılmıştı. Samimiyet anında öyle söyledi: “Daulet ile bir şey olursa, ben bu dünyada canlı değilim. O benim yanımda değilse, hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Tümden bıktım ben. İnsanlar eğleniyorlar, ben ise onlara bakmak istemiyorum”.

Yine de, onun kalbinde hiçbir umutsuzluk, hatta büyük üzüntü değildi. Nedense, o Daulet’in döneceğini sıkıca ikna oldu. Bu duygusu çok güçlüydü, buna çok inanıyordu ve daima bunun hakkında konuşuyordu. “Onun buraya geleceğini görürsünüz!”

Bir gün bunun hakkında Dametken annesine söyledi. “Eh, – kızının aklına geldiğine inanarak diye yanıtladı, – ruhun sakin olursa, o korkacak bir şey yok. Kalp – kahindir, her zaman doğru söyler”.

Daulet’i geçirdiğinde Aybarşa aniden kayboldu. O, tüm Daulet’in akrabalarının ve hatta Dametken annesinin ağlayacağını ve sızlanacağını biliyordu. O zaman yapması için ne bırakılır. Onun gözyaşları tüm sokak görürse, iyi midir? O bunun hakkında Daulet’e dedi ve o ciddi doğruladı: hayır, ağlamak olamaz, hiç olamaz. O ise basit bir kız değil, komsomol kuruluşun sekreteridir.

Bu yüzden Aybarşa uzakta damatı görünce hemen kalabalığın içine daldı ve kayboldu.

–Ne oldu? – birisi diye sordu.

– Ağlamak istemiyor, bunun için koştu. – diğer ses Aybarşa’nın davranışı açıkladı.

Seyircinin çoğu Aybarşa’nın yanına bakmadılar. Onlar Sırbay’ın evi yanında bulunduğu kalabalığa baktılar. Onlar evden dışarı çıktığı, bir deve üzerinde oturup gittiği birisini gördüler. Ama ne kalabalığın ne de istasyonun yanına gitmedi. Kollektif çiftlik bitkilerine doğru gitti. Bu Sırbay oldu.

– Nasıl bu? O oğlunu geçirmek istemiyor mu, acaba? – toplayanlar şaşkınlık birbirlerine sordular.

– Böyle, bir karakter, – birisi omuz silkerek diye açıkladı, – hiçbir şey onunla yapılacak.

Sırbay Tor-Tugay’a gitti. «Aman Tanrım, – o dua söyledi, – sadece ölü için ağlamak izin verme bana». Keder kalinde hiçbir şey hissetmedi. Dizginleri bırakıp tamamen deve üzerinde dayanıyordu. O eski, deneyimli oldu, doğru olarak gitti. Ve sadece zaman zaman onun kuğu boynunu çevirip büyük siyah gözleri ile annesinin adımları için yetişmeyen yavrusuna baktı.

Sadece Tor-Tugay’ya varırken, Sırbay kendisine geldi. Orada çok arkadaşları karşıladı. Büyük bir kalabalık okul yanındaydı. Hâlâ kalabalık duruyordu.

Sırbay okul yanına deveyi döndü. Kendisi gibi yaşlı bir adamı görmeğe gitmek zorunda kalacaktı. Ancak orada böyle tanıdık yerler vardı, ve Sırbay şu anda onları görmek cesaret edemedi. Burada her şey oğlunun belleği ile ilişkili bulunmuştur. Ama o taş kadar sert olmalıdır.

Okula geldiği ve yere atladığı zaman, kalabalığın içinde birisi aniden hıçkırdı. İhtiyar sırıttı ve yumruklarını sıktı.

– Ağlamak cesaret etmeyin! – o kalabalığa homurdandı. – Kendiniz başını belayı çağırırsınız. Ben de oğlumu yolcu ettim, seninkiden o daha kötüsü mü, acaba? Ya ben ağlamam. Keşke dua edelim, ve çocuklarımız hem yolda hem de muharebede mutlu olacaklar!

Kalabalık hışırdadı.

– Evet, herkes bilir, gözyaşları hiç iyi yol açmazlar. – birisi söyledi. – İhtiyar doğru söylüyor: gözyaşları demek ki bela.

Sırbay birçok insanların harman kaldırmasında olmalı olduğunu fark etti.

– Neden sen alanda değilsin? – o birisine diye sordu. – Çalışmak zorundadır, ama sen ne yapıyorsun?

Hepsi birden yaygara ederler.

– Demek ki, biz oğullarımızı yolcu edemeyiz.

– O bizim çocuklarımıza ilgilendirmiyor... Muhtemelen, hepsinden oğlu daha değerli...

Sırbay gerçekten kızdı.

– Bizde « ucuz insanlar» var mı, acaba? – o diye bağırdı. – Stalin insan hakkında ne dedi? En değerli varlık – bir adamdır. Her insan için onun oğlu en değerlidir, ama biz ne yapalım? Sen öldürmezsen, seni öldürecekler. Bu yüzden çocuklarımızı kalplerimizden koparıyoruz ve düşmanı vurmak için gönderiyoruz.

– Gerçek! Çok doğru! – kalabalığın arasından onu destekledi.

– Düşmanı yenmek için gerekli nedir? Stalin’in dediğini biliyor musunuz? – Sırbay diye sordu.

– Biliyoruz, – ona cevap verdiler.

– Çiftçilerin sorumlulukları hakkında dediğini de biliyor musunuz? – yine de Sırbay diye sordu.

– Bunu da biliyoruz, – kalabalığın arasından ona cevap verdiler.

– O zaman neden burada duruyorsunuz? Kim çocuklarını acıyor, Stalin’nin emri yerine getirin! Hadi benimle gelin!

Sırbay devesini kırbaçladı. Arkasındaki tüm gitmeye başladılar.

Sırdarya nehrinin kıyısı. Genelikle burada bir feribot giterdi, ama o anda onu yoktu. Kıyıda kopuk bir halat yatıyordu. Sırbay anladı: nehir taştı ve feribotu çıkardı. Halat basıncını duramaz ve kaytan gibi patladı.

“Muhtemelen yüzme taşımak zorundadır”, – Sırbay diye düşündü. Özellikle, bu olay onu şaşırtmış değil, – çünkü o deve ile oldu. Bu hayvan hatta en şiddetli sel içinde kolayca herhangi bir nehir geçer. Deve yanına yatar ve her zaman geçiş ile başlayan yerin karşısında diğer tarafta dışarı gider.

Sırbay deveden indi, deve köçeğini yanına çağırıp ilk önce onu beslemek için annesini zorlamıştır. Bundan sonra, nehir aşağıya deveyi yavaşça yüzdürmeye başladı. Ancak deve köçeği geri basıp böğürdü, annesi ona bakıp aynı zamanda suya girmedi. Sırbay ona hem bağırdı hem de kamçısını salladı, ama deve kıpırdamadı. Sonra Sırbay anladı: çizmeleri çıkarıp pantolonunu sıvadı, kemer arkasında bornozun alt kenarını sakladı. Kollarında deve köçeğini alıp suya girdi. O zaman deve de itaatkarca onu takip etti. Sırbay deve köçeğini yüksek kaldırıp gitti.

Bu yerde Sırdarya nehrini kıyısı çok dik kesilir. Deve yanı yatarak yüzdü, Sırbay hâlâ deve köçeği ile uğraşıyordu. Sonra o göz dikti, bağırıp hayvanın sağrısı üzerine atladı.

Böyle daha iyidir, – deve köçeğine dedi, – yüzeceksin. Yüzebilirsin, sadece hâlâ bunu bilmiyorsun.

Gerçekten önce dört ayak ile direnmiş ve kükremiş deve köçeği şimdi aniden annesine bakıp sağ tarafta olduğu gibi aynı şekilde uzandı. Ayakları ile çok güçlü kürek çekti.

Sırbay dizginleri bıraktı. Korkacak bir şey yoktu. Şimdi deve köçeği sadece geri kalmamaya çalışıyordu. Deve zaman zaman başını kaldırıp yavrusuna baktı.

– Bak, ne kadar onu seviyor, – Sırbay diye düşündü ve hemen hatırladı: – “Onun yavrusu yanında: ya benimki nerede?”

Yakında onlar sığ yere kadar yüzdüler. Deve dibine dokununca, o “off!” diye bağırıp ayağa kalktı. Kıyıya kadar hâlâ en az elli adım oldu, ama su burada Sırbay’ın dizine ulaştı. Deve köçeği boynuna kadar suda duruyordu ve silkindi.Veya akım hâlâ güçlü oldu veya deve köçeğinin başı döndü, ama aniden o sallanarak düşmeye başladı. Sırbay dizginleri yakalayıp ona deve köçeğini çekip kollarına onu aldı.

Böylece kıyıya girdiler. Kıyı eğimli, kumlu oldu, bir zamanda burada saksaul çalılıkları büyüdüler, ama şimdi onlar çok seyrekleşmiştir. Zaten ne kadar yıllar yakıt için buraya gelirdiler.

Syrbay, birkaç mil yürüdü ve yolun kenarında durdu.

Büyük bir höyük üzerinde büyük ve antik ağaç -saksaul[22] büyüdü.

Bir zamanda bu höyüğü bir azizin mezarı üzerine dökülmüştür. Ağacı ise aynı aziz tarafından dikilmiştir. Bu iki çelişkili durumları nasıl bağlamak hiç kimse biliyordu.

Ama ağaç güçlenmiş, büyümüş. Ve şimdi, eğer saksaulu kesmek için kutsal şeye saygısız fikri birisinin kafası içine gelirse, hatta iki en güçlü deve açağın gövdesini yerde çekip olamazlar.

Saksaul yüz elli yıla kadar büyüdüğünü söylenirler. Bu çalı kaç yaşı olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Sırbay, altmış yıl önce küçük bir çocukken ağacın şimdi gibi kocaman olduğunu hatırladı.

Hiç kimse bilmezdi: hangi aziz bu mezara gömülmüş, ne zaman bu aziz yaşamış, ne zaman ölmüş. Onun bir muharebede öldüğünü söylendiler. Ama hangi muharebe, kiminle olduğunu ve neden azizin müdahale ettiğini hiç kimse bilmezdi.

Buna rağmen, höyüğe saygı vermişler ve eski yalnız ağacın üzerine hiç kimse kastetmezdi. Saksaul güçlü dallarında bulunan kırlangıç yuvasına da hiç kimse kastetmezdi. Bir yaşlı adam mezarı geçerken atı iner, dizlerinin üzerinde kalkıp dua okur, genç geçerken şapkasını aşağı atar.

Sırbay deveyi serbest bıraktı, bir taş üzerine oturup hızlı bir şekilde "Kul-kualda" mırıldandı. İşte onun hatırladığı tek dua oldu. O dindar bir adamdı, ama bu dua dikkatsizce okurdu.

Ayrı sözleri tersine telâffuz ederdi, diğerleri tüm fark ederdi, bu yüzden uzun ve anlayamaz bir şey başı veya sonu olmadan, ama törenli ve gür sesli çıkardı.

Ona bir dindar bu duayı öğretti. O aynı zamanda bir okuma yazma bilmeyen bir adam, ve onun okuduğunu ne bir kelime anlamadı. Bu yüzden her ikisi de bunu sevinirler.

Sırbay tüm İslam kutsal kurallarına göre duasını mırıldandı: onun ak saçlı kafasını yukarıya kaldırıyordu ve gözlerini kapatıyordu. O şimdi gözlerini kapatmak istedi, ama... dallarında bir şeyin hareket etmeye başladığını fark etti. O daha yakın baktı ve aklına ilk şey geldi ki – bir yılandır! Aslında bozkır yılanların en sevilen avı – kuş yumurtaları, ve bazen çok dikkatsiz kuştur. Sırbay yılandan daha kurnaz ve kirli yaratık bilmezdi.

İşbu yaratık yuvalar içine girerken tüm kuşların yumurtalarını yok eder. Sırbay bunu sık sık görürdü. Büyük yumurtaları emer, küçük ise tam yutar. Yılan çağır kuşlarının, serçelerin ve bıldırcınların yuvalarını bularak tüysüz kuşpalazları da yuttu.

Yılanın sadece kırlangıç ile baş edemediğini denirler, çünkü: Sırdarya vadisinde garip, hiç benzemeyen bir böcek yaşar. Kanca gibi garip uzun ayaklar ile, çekirgeler gibi sert kanatlar ile, uzun ve gülünç kafa ve güçlü çeneleri ile bir böcektir. Sırdarya Kazakları bu küçük canavarı – “Taut” adlandırırlar. “Peygamber devesi” olarak bilim adamları adlandırırlar.

Saksaullukta yetiştirilen bu gülünç, kanatlı canavar Syr-Darya Kazaklarının efsanelere göre bir dikkat çekici özelliği sahiptir – yılanları öldürmek. Yılan peygamber devesi yanına yaklaşırken böcek atlayıp yılan gözlerini kazıyarak çıkarır.

Yılanın gözü akmak ve yılan ölmek için peygamber devesinin kancalı, uzun ve sakar ayaklarının sadece bir dokunuşu yeter.

Kırlangıçlar peygamber devesi ile birliği yaptılar. Her kırlangıç yuvası içinde bir peygamber devesi vardır. Peygamber devesi kaçmamak için kırlangıç yuvaların duvarına ince at kılı ile onu bağlanır. Kırlangıç peygamber devesine bakar, kuşpalazları gibi onu beslenir. Kuşpalazları uçmaya başladığında kırlangıç hem onları hem de peygamber devesi salıverir.

Sırbay sadece bunu okumuştu: “kul-kuadda akat, Alda samat, alem jalayat, alem julayt” ve aniden dua etmeye devam edemediğini hissetti. Ayağa kalkıp zor bir şekilde höyüğe tırmandı ve ağaç dalına bakmaya başladı.

Ilk önce gerçekten kocaman, siyah, noktalar ve metalik çizgiler ile bir yılan olduğunu gördü. O yuvaya doğru ağacın gövdesi üzerinde tırmandı.

Sırbay etrafına baktı. Yılanı öldürmek için ne bir sopa, ne de taş, hiç bir şey yoktu.

Yuva içinde bir karışıklık vardı. İki kuşpalazı kanatları ile salladılar ve gagaları yaygın olarak açtılar. Yuvanın kenarına tırmanıp yalvarırcasına cıvıldadılar.

“Eğer aziz mezarı yetişen saksaul kutsal ise, o zaman bu kutsal saksaul içinde yuvalayan kırlangıç kutsaldır”, – Sırbay diye düşündü ve yılanın kuyruğunu yakaladı. Ama bu son derece güçlü ve dayanıklı sürüngen oldu. Ve o hatırladı: bir gün onunla deliğinden yılanı dışarı çekildiler. Yılan direndi, onu taşırlar, o tekrar direndi ve aniden bir gözüpek yere düştü – elinde yılanın kuyruğu kaldı, yılanın başı ise deliğe süründü. Ne olursa olsun aynı olamazdı.

Aniden havada daha hızlı bir şey parladı. O ürperdi ve yılanı bıraktı. O hemen dallarında kayboldu.

Şu anda, onun yanından çığlıkla bir kırlangıç uçtu. Yılanın başı yuva üzerinde ortaya çıkmıştı. Kuşpalazları tiz, yüksek bir not cıvıldadılar.

– Yaratıcım! Allahım, onları korusun! – Sırbay dedi. Bu sözler söylediği en kısa sürede yılan dallardan düştü. Sırbay derhal onun başının üzerine çizme ile bastı. Yılanın kuyruğu hummalı onun çizmesi etrafında kıvrılmıştı.

– Tısla, tısla! – Sırbay öfkeyle dedi.– Bu kadar, sana son geldi. – onun kafatasını ezmek istiyordu ve aniden düşündü: “Neden o düştü, acaba?” – O çizme kaldırıp yılanın gözleri yerine ili kanlı delikleri gördü. İşte “Taut” oldu ve dövme topuk ile bastı, yılanın kafatası hemen kırıktı.

O kalktı, ayakları altında yılanın gövdesine baktı. Sonra başını kaldırarak yuvaya baktı, orada kuşpalazları arasında gururla kazanan oturdu, ve o açıkça, iyi ve geniş gülümsedi.

Çocukluğundan beri, bütün canlılar için büyük bir aşk gösterdi. Bütün doğa bir tam canlı yaratık olarak algılanırdı. Tüm yaratıklar – büyük ve küçük – o düşündü, – bütün titrersinekler, küçük karıncalar, – yavrularına bakarlar ve korurlar.

Yılan ne kadar aşağılık bir yaratık, onun yuvasına bakınız. O kıvrılmış yatıyor, ve yavruları da onun ortasında yatıyorlar. Yani, tüm canlı yavrular yaşamaya devam etmek istiyor.

İhtiyar bilmeyerek Daulet’i hatırladı. O şimdi nerede ve ne oldu?

Sırbay kutsal tepenin önünde durdu, saksaul çalına baktı, ve yüzü üzerinde gözyaşları aktılar.

Çiftçiler bu şekilde onu gördüler.

– Siz burada ne yapıyorsunuz? – ona sordular.

Sırbay cevap vermedi. Jantik otu otlayan devenin yanına gitti, dizginleri alıp gitti. O kimse ile konuşmadı.

Böylece alana ulaştı. Ancak ekinleri görünce daha kolay oldu. Bölge Komitesi sekreterinin gerçek kelimeleri hatılradı:

– Dinleyiniz, aksakal, – Daulet eşlik ettiği zaman ona dedi. – Siz deneyimli adamsınız, canı sıkılmayınız, ve diğerlere cesareti öğretiniz. – Biliyorum, zor, çok zor. Ama ne yapabiliriz? Düşünün – sizin oğlunuzu Anavatanı çağırdı, biz değiliz. Bizim iradesine karşı, o cepheye gitti. Bu yüzden tüm kalbinizden ona zafer ve iyi şanslar dileyiniz.

Çiftçiler Sırbay’ın etrafında kalabalık yaptılar ve onunki gibi onların aynı belası vardı. İnsanlar gözyaşlarından şişmiş yüzlerle durdular.

Syrbay yumruklarını sıktı:

– Çalışmak, çalışmak! – sesle ve neşeyle bağırdı. –Benden bir örnek alınız! – Tek oğlum hakkında çok mu ağlıyorum ben? Bizim oğullarımız için iyi sağlık ve güvenli dönüşü dileyelim. Daha ne yapabiliriz? Çocukken, bana bir masal söylendi: düşmanlar dindar bir adamı yakalayıp yangın içine onu atmışlar. O anda bir saksağan ve kırlangıç yangın üzerinde uçmuşlar. Saksağan – her yerde aynıdır – yangın içine saman atmaya başlamış, kırlangıç ise ırmağa kadar uçarak kanatlar ile su alıp yangını sulamış. Yoldaşlarım, biz kırlangıç gibi yapmamız gerekir. Biz yangını söndürmezsek, yangın hepimizi yiyip edecek. Ya şimdi...– şeritine gitti.

– Her zaman propaganda yapar, lanetli! En çok ihtiyacı var! – birisi mırıldandı.

– Kendisi diyor, ama herhalde canı yanıyor. Ne kadar bilinçli! Bakalım, bu bilinçini ne kadar yeter.

Sırbay’ın bilinçi üzün bir süre yeterdi. Haftalar ve aylar geçtiler, ama ihtiyar hâlâ pes etmedi. Sadece yeni bir keder ağırlığı altında o bilmeyerek gücünü kaybetmeye başladı.

Aslında, “Ken-Togay” çiftliği düşük hasat aldı. Su sıkıntısı varsa iyi oldu, ama insanlar kötü çalıştılar.

Sırdarya bölgesinde tuz karışımı ile özel bir toprak vardır. Eğer bu yeryüzünde iki veya üç yıl arka arkaya sulanan bir bitkileri ekilirse, su ile çözünmüş tuz yüzeye ortaya çıkar, tuzlak haline arazi çevirir. O zaman bu arazi üzerinde sadece bir pirinç büyümektedir, çünkü pirinç yarısı suyun içinde büyür, pirinçe gerekli su toprağı tuzunu alır.

Her zaman öyle olsaydı iyi olurdu. O zaman Sırdarya vadisi için pirinçten daha iyi bitkileri bulamaz. Ama sorunlar var: birinci, sulak alanlar üzerinde güçlü sazlar hızla büyüyebilirler ve pirinç bitkilerini kapatabilirler; ikinci, arazi bataklığı dönüşebilir ve daha sonra onu çift sürmek olamaz.

– Verim artırmak gerekir, arazi boşuna bataklamak olamaz. Az, ama daha iyi. Gerçek bir hasat toplamak için bakım iyileştirmek gerekir. Hektar sayısı için kovalamak gerekmez. Düşünelim: sen yüzlerce hektar pirinç ile ektin ve ne kadar topladın? Biz arazi boşuna kullanamayız.

Çiftçiler dinleyip başını sallıyordular. Onlar biliyorlardı – Sırbay boşuna konuşmuyor.

Ama kollektif çiftlik başkanı Masakpay sadece ona elini salladı.

– Neden onu dinliyorsunuz! – o savarcasına dedi. – Dediğini anlamıyor. Diğerleri pirinç ekili alaı arttırrlar, biz ise bunu azaltmamız mı gerekir? Bütün bölge böyle yapar, ama biz buna rağmen gitmeli miyiz? Bunun için bize övmek gerekir mi?

Masakpay son zamanlarda başkanlığı görevine getirilmiştir, ancak ilk günden itibaren o pirinç ekim alanları genişletmeye başladı. 1941 yılında 220 hektar kadar bitkileri getirdi. Kolektif çiftliğin toplam arazi fonunun yaklaşık yüzde altmışı oldu.

Şimdi en önemli – pirinçtir, – o selefinin kederli bir deneyimi hatırlatarak düşündü. O işinden çıkarılıp bir baltalayıcı olarak cezalandırıldı. – Çünkü, – başkan düşündü, – kolektif çiftliğin ekim alanı o zaman üç yüz hektar oldu, ama pirinç altında sadece yirmi bir hektar oldu. Bu oranı çiftlik başkanı sıkıca hatırladı. Bu yüzden o durumu düzeltmeye başladı.

Sonraki ilkbaharda pirinç yetmiş hektarı ekildi. O daha ekecekti, ama tohumları bulamadı. Pirinç iyi yetişmiş, bir hektardan iki yüz kırk pud kaldırıldı. Eski birim tedbirlerinin kitlesel Rus sistemi.

– Gelecek yılda, – Masakpay diye övdü, – ben iki yüz hektar ekeceğim. Sonra bakalım, insanlar ne söylecekler.

Sırbay sessizce oturdu. Yeni başkandan korktu ve utandı. Ve Masakpay haklıydı: tüm çiftlikler pirinç tarlaları artıyorlardı, Sırbay tek başına bunun karşı propaganda yapıyordu. Bunun için o bir kınama almak istemedi.

Gelecek baharda Sırbay gene de kendisini tutamadı ve toplantıda çiftlik alanlarının bataklamasına karşı hararetli itiraz etti. Çiftçiler ona destek verdiler, ama özellikle cesurca ve tüm değil. Masakpay masaya yumruğunu vurduğunda, tüm sustular.

– Ne diyeceğim sana, ihtiyar, – Masakpay sessizce ve ayrı ayrı dedi, – Bu işine burnunu sokma. Şimdi eski kollektif çiftliğinin başkanı nerede biliyor musun? Bu yüzden kapa çeneni! Veya bölgeye gidip iddia ettim: kesinlikle hiçbir hayatı yok, başka bir yere beni atarsınız, çünkü bu eski baltalayıcı ile beraber çalışamam.

Ve o ısrar etti: tarım iki yüz hektar pilav ile dikti, yetmiş değil.

Masakpay şanslıydı: arazi ve bu kez uğratmadı, bir hektardan yüz pud topladılar.

– Aha, görüyorsun – Masakpay diye övdü. – Sence, nasıl? Yüz pood – bu bir oyuncak değildir.

– Bakalım, üç yıl sonra ne söylersin, – Sırbay somurtarak dedi. – Tüm alanlarımız saz ile büyümüş olacaktır.

Masakpay sadece hakaretle homurdandı.

– Eh, ihtiyar, ihtiyar, sazdan konkttu! Herhangi bir ottan korkmak ise, dünyada yaşamak lazım değil. Peki, dede, merak etme, nasılsa biz bunu başa çıkarız.

– Başa çıkar, – Sırbay konuşması biterek kısaca dedi, – o zaman konuşalım.

1941 yılında, Daulet cepheye gittikten sonra, Sırbay başkan ile pirinç tarlalarını dolaştı. Şimdi Masakpay da gördü – ihtiyar doğru tahmin etti. Güçlü ve yapışkan saz bitkileri ezdi. Pirinçten saz çok daha fazla büyüdü. Eğer bir hektardan beş ya da altı kental toplayabilmek ise, iyi olur.

O başkana bunu bahsettiği zaman, Masakpay o kadar kızdı:

– Sen ne bekledin? – Sırbay’a saldırdı. – Baştan savma biçimde zararlı otları ayakladık, aynı suladık.

Su kanalı kazmaya başladıği zaman, hepsi deli gibi oldular. Hiç kimse dinlemek istemedi, sadece gençler çalıştılar! İşte sen. Bilinçli bir adamsın, ama bütün yaz neredeydin? Kanalda ise?

Sırbay susturmak zorunda kaldı. Aslında, o bütün yaz inşaat alanında geçirdi. O daha kaldı, ama harman kaldırma döneminde kanalda çalışmaları durduruldu. İşçiler kollektif çiftliklerinde hasat katılmak için dağıtıldı.

Pirinç hasatı gerçekten kötü oldu, ve Sırbay çileden çıktı. Vay be öyle bir birleşme: savaş, işçi eksikliği, ve iğrenç, veremli hasat.

– Ve gelecek yılda aynı hasatı toplayacağız, – Masakpay dedi. – Görüyor musun, toprağımız ne kadar tükenmiş! Kanalın inşası sonuna kadar, oh, hala uzun bir yoldur!

– Neden öyle? – Sırbay diye sordu.

– Çünkü insanlar yok? – Masakpay alaycı yanıtladı ve sert küfretti. – Biz bunu kazmak için gidiyor muyuz? Hayır mı? O zaman sus.

– Tamam, tamam, – Sırbay dedi, – yolda tüm yaz geçirdim. İnsanların nasıl çalıştığını görüyorum. Ve ben eminim: çıplak yerde bitkileri ekmeyeceğiz, sulanacağı arazi olacak.

Masakpay sadece omuzlarını silkti. Bu konuşmada yer almak o istemedi.

Şimdi Sırbay’in başka endişesi vardır. Hasat kötüyse, buna rağmen bunun tüm toplamak için gereklidir. Burada da, her türlü kazalar olabilirler.

Zaman zaman nehrin vadisi üstünde aniden sıcak ve hızlı rüzgarlar eserler. Burada “Kırmızı çevriler” adlandırılır. Bir çevri hızla geçerse, tüm kelleler dökülürler.

Geçen yıl biz yirmi kental toplamak istediler, ama rüzgar esti ve zorlukla beş kental topladılar.

Sırbay bunu hatırladı. Bu yüzden gece gündüz ekibi hiç dinlenmez. Ama iş yine de başarıyla gitmedi.

– Ve burada ne beklerim? – üzüntüyle dedi. – Gerçek işçilerim kaç? On kişi, kalanları saymazsa da. Nasıl başa çıkabilirim!

Başa çıkmak için bir gün sahada uyudu. Auldan geldiler, karısı bir yer bulamadığını, oğlu için özlediğini, çiftliği biraz parçalandığını haber verdiler. O sadece elini salladı.

– Ben ne yapabilirim?

Bir gün auldan haberci sıcrayarak geldi.

– Daulet’tan bir telgraf var! – o bile atından bağırdı. Sonra biraz nefeslendi ve anlattı:

– Bugün Daulet aulumuz yanından geçmelidir. O Taşkent’ten Moskova'ya doğru gidiyor. Aybarşa onu karşılamak gitti. Ona bir telgraf gönderdi. Karınız bunun hakkında bilgi alıp beni sizin yanına gönderdi. Her şey bıraksın ve buraya gelsin.

Derhal hepsi uğuldadılar, herkes kendisini teklif etti. Birisi, Daulet’in tek başına olmadığını ve belki onunla beraber bir kaç köylülerin olduğunu tahmin etti. Bu fikir herkese hoşuna gitti. Birçok insan Sırbay ile yola toplanmaya başladılar.

Aniden ihtiyar bağırdı:

– Haydı, susun! Hiçkimse bir yere gidemez...

Tüm donakaldılar. – çok beklemez bir olay.

– Taman, – Sırbay bağırmaya devam etti. – Alanı bırakalım, karşalışmak gidelim, ağlayalım ve bağırlayalım, ama yarar nedir? Hem biz hem de çocuklarımız üzülürüz ve ağlamaya başlarız.

– Böyle yarar, –bir ihtiyar dedi, – kavram olmalıdır. Göğüs içinde ne var – kalp mı veya kurşun külçe mi? Herkes çocuğun en değerli olduğunu sanıyor.

– Peki, tamam, ona bakarsın, sonra ne olacak?

– Sonra ne olacak? Sonra ne olacak? – ihtiyar çok kızdı. – Sakal keçi gibi taşıyorsun, ama anlamsız bir ley söylüyorsun. Ama nasıl oğluna görmem ki?

– Peki görürsün, – Sırbay sürekli diye tekrarladı, – bu ne değişecek? – Sadece gevşek haline gidersin, bu kadar! Ama eğer sen iyice çalışırsan, pirinç toplanırsan, cepheye oğlun için onu göndeririz, o zaman çok bir şey değişecek. Gökyüzü somurtuyor, işte rüzgar yükselecektir. Çok az yetişti, daha sonra ve bunu olmayacaktır.

Sırbay hiçkimse gitmek için izin vermedi.

İnsanlar yerlerini gittiler ve herkes ustabaşını gönlünde iyice lanetliler.

– Ona ulaşmak mümkün değildir. O mezarın üzerinde yetişen antik bir saksaul çalı gibidir, – ne duygusu ne de kavramı yoktur.

– İhtiyarlıktan deli oldu, işte.

– O zalim bir adam!

Aniden birisi dedi:

– O zalim değil,yoldaşlarım, o gerçek... – Ve doğru kelimeyi bulmadan, duraktı, yoldaşlarına bakıp sonra dedi: O gerçek bir adam.



On Üçüncu Bölüm

EN DEĞERLİ ANNE


Baycan Bölge Parti Komitesi’ne onu cepheye gitmek için izin isteği ile bir açıklama yayımlandı. Yakında kendisi sekreter çağırdı.

Uzun ve nahoş konuşma olmuştur. İlk önce Baycan her şey yolunda olduğunu görünüyordu, çünkü arzusunu çok güçlü ve inandırıcı açıkladı. Ya ilk argümanı, onun görüşüne göre, hatta reddedilemez oldu.

Karısı, o yazdı, doktor-askerlik, tabii ki, bir veya iki gün sonra onu orduya çağrılır. O zaman karı cephede, ya da koca cephe gerisinde olacak. Geri kalan her şey söylemeden, onun tamamen eril onurunu incitiyor, değil mi?

İkinci argüman: o genç, güçlü, cesur, komünist, askeri yaştır. Neden yaşlı insanlar, gençler ve yaşlı kadınlar ile kalır. Ve ayrıca, uzman melioratör o bir tek mi? Anatoliy Kondratyeviç tamamen yolda onun yerini alamaz mı? Vay! Nasıl onun yerine! Onun sorduğu gibi bölgesel komite yapsın, o zaman hiç kimse tövbe etmek zorunda kalmaz.

Birinci sekreteri masaya ifadesini koyduğunda aynı bir şey sözlü tekrarladı. Sekreter dedi:

– Bütün bu doğrudur, ama lütfen, insanca söyler misin, ne oldu?

Dilekçedeki tüm argümanları tekrar söylemek zorunda kaldı.

– Peki, – sekreter dedi. – Neden başka bir sebebi cebinde saklıyorsun? Onu da söyle.

– Ben her şey söyledim, – Baycan şaşkınlıkla omuzlarını silkti.

– Her şey mi? Ben ise, senin ne düşündüğünü söylerim. Insanlar inşaat alanında az kaldı. Planlanan kırk bin yerine zorla on beş bin kaldı. Hem de, insanlar öyle değildir. Sadece yaşlılar ve gençler. ‘Aniden onlarıyla hiç bir şey yapamam’ düşünüyorsun sen. O zaman ne olacak? İşe reddetmek sakıncalı – savaş – cepheye gitmek daha iyi olur. Değil mi?

– Öyle değil, – Baycan öfkeyle ayağa kalktı. – Ben hayat feda etmek istiyorum, ya siz bazı küçültücü motifleri ararsınız.

– Evet, küçültücü!Yani küçültücü! – sekreter sesini yükseltti. –Sadece sana onları aramıyorum, sen kendin onların altında sakladın, canım. Hayır, senin dileşçe ben kabul etmiyorum... Ya onu geri alıyorsun, ya da gerçekten cepheye gidiyorsun, ancak bir parti kartı olmadan. O burada masanın üstünde kalacaktır.

– Cepheye gitmek arzusu suç olduğunu çıkıyor mu, acaba?

– Hayır, bu demek ki, senin arzu – sekreter özellikle bu kelime vurguladı, – senin inşaat alanından gitmek arzusu – suçtur. Ve biliyor musun, Büro taslak kararında istisnanı nasıl açıklarım. Dinle. – Gerçekten raporu okundu sanki o açıkça açıkladı.

‘Stalin adlı su kanalının inşaatı başı Baycan Bekbosınov inşaati bırakıp cepheye gitti. Bekbosynov’un böyle bir hareketi, sadece savaş ve zorluklar karşısında sabotaj ve korkaklık bir hareket olarak kabul edilir. Baycan Bekbosynov partiden çıkarmak”. Bu kadar. Ve bir parti kartı olmadan gidersin.

– Belki askeri mahkemede beni geçecek misiniz? – Baycan sinirle onu kesildi.

– İşte söylediğim gibi ifadeler ile, bir korkağın ve sabotajcın olarak partiden çıkarırız. O zaman, geri dönmek deneyin!

– Siz beni korkutmazsınız! – Baycan öfkeli bağırdı. – Bu şekilde, hiçbir şey yapamazsınız. Küçük değilim!– – Küçük değilsen, bu yüzden dinle beni. Ben korkutucu değilim, ben sadece seni uyarmak istiyorum.

Baycan ağır ve dürtüyle nefes alıp oturdu. Sonra onun kuru dudaklarını yaladı ve derin bir nefes aldı. Bu arada, sekreter, kalkıp gitti ve omzuna elini koydu.

– Bu bir konuşma, – o dedi, – resmi konuşma. Senin resmi, ancak aptal dilekçesine resmi bir cevap veriyorum. Sadece bana suç yapma. Ben senin yerinde olacaksam bana da böyle söylecektin. Bu işe yaramaz.

Cepheye herkesi gönderebiliriz, ancak senin yerine bir mühendis bulmak için – bir yıl bakmal gerekir. Ne düşünüyorsun sen, biz seni sadece böyle inşaat başkanlığına atandık? Hayır canım, bu nedenle atandıi çünkü seni güveniriz. Ve biz, savaş zamanında, şimdi yardımcı nerede bulunuruz? Sen söylersin: çalışmak zor. Biliyorum, canım. Bu yüzden seni kalıyoruz. Bu şiddetini taşıyabilirsin. Unutmayın: bolşevikler alamaz kale yoktur. Düşün biraz: aynı araçlarla ve mekanizmaların aynı minimum sayıda inşaati süresinde biteceksen – ne zafer seni bekliyor, acaba?

– Süresinde bitirmek! – Baycan diye homurdandı. Burada işin gerçeği, zamanında bitirmek zorunda olmasıdır. Eğer bitmem.

– İnanmıyor musun? Ben ise inanyorum. Tamam, canım, üzülme. Biz on kat çabalarımızı artırız, gündüz gece uyumayız, ancak senin için bölgesel komitenin sekreteri elindeki her şey yaparım. Anlaştık mı? Çok iyi.

Sekreter masaya gitti ve yine onun dileşçesini aldı.

– İşte, geri alma! Şimdi bu: ilk argümanın, elbette dikkate alınması gerekiyordu. Karın bir doktor ve yaralılar yanında kalması gerekir.

– Görüyor musunuz, ne dedim! Baycan keyifsizce söyledi.

– Görüyorum! Ve tek görmüyorum: cepheye doğru götürmesi için ihtiyaç nedir.

– Kızılorda’da tahliye hastanesi düzenlendi. Orada zaten yaralılar girmek başladılar. Dün gittim ve girmesine baktı. Ah, keşke, bakmazdım. –Sekreterin yüzü ağrı ile çarpılmıştı.

– İşte, böyle. – sakinleşerek diye tekrar söyledi. – Eşin burada kalsın, onun için bir yer buluruz.

Böyle anlaştılar.

Sekreter masanın üstünden "Pravda"gazetesinin en son sayısını aldı.

– “Kazak halkı liderin çağrısına cevap verir” makalesi okudun mu?

–Okudum, – Baycan diye cevap verdi.

–Eğer okursan: Kazakistan'ın her bölgeleri zafer için katkısının yaptığını unutmamalısın. – Karaganda – kömür, Emba – petrol, Çimkent ve Balhaş – bakır ve kurşun, kuzey bölgeleri – ekmek ile katarlar gönderebilirsiniz. Peki, ya biz ne gönderiyoruz?

–Biz de ekmek.

–Sende ekmek çok mu, acaba. Sen düşün, sonra görürsün: sadece 80 000 hektar ekili olan oldu. Bu cephe için – denizde bir damla gibidir. Ben Kuzey Kazakistan’da çalıştım bu yüzden biliyorum: Kuzey Kazakistan bölgesindeki iki ilçe Kızılorda’nın sekiz ilçesinden daha fazla tahıl üretirler. Şimdi bak, en kısa sürede sen kanalı bitirirsen, ekili alan hemen üç kez artırır. Yüzde üç yüz verim. Bu savaş olmazsa öyle olacaktı.

O duvara yürüyüp bir ip çekti. Kanalın çalışma yolunun haritasını gösterilir.

– Şimdi bak: anayolun uzunluğu yirmi beş kilometre. Tüm toprak işleri sona geliyorlar. Barma bir dalı kurmaya başlıyoruz. Onu bitincemiş, biz sol kolunda çalışacağız. Bir geniş, verimli topraklar burada bulunurlar. Ne yazık ki, hatta savaş zamanında her şeyi bitirmek olamazdır. En azından zamanında biz bu iki dalı ile başa çıkmak zorunda kalırız. Ancak onlarla ele almalıyız. Doğru yönetim olacaksa, her şey iyi olur. İnsan enerjileri yeterince, sadece onun kullanacağını bilmek zorundadır.

O, bir şey düşünüp sordu:

– Ha, komsomol organizatörün ekibi nasıl çalışıyor?

Baycan omuzlarını silkti.

– O iyi çalışıyor, ama insanları yok. Sadece birkaç bin kaldı. Bunların yarısı malüller. Onlarla çok işler yapmak olamaz. Hayır, patlıyor, inşaat patlıyor.

– Aha, – sekreter memnuniyetle dedi, – işte sen itiraf ettin!

Baycan başını indirdi.

– Doğru mu söyledim?

– Doğru, – Baycan kendisinden üfledi ve başını salladı.

– Doğru! – sekreter masaya elini vurdu. – Seni anlıyorum. Ağır ve çok zor, nahoş ve gergin bir durum. Gerçekli bir şey elde etmek için birçok sinirler harcanması gerekir. Peki, bunu da geçmek gerek... Bir şey unutma, bizim başladığımızı bitirirsek, gelecek yılda daha fazla altmış bin hektar ekebiliriz. Bu yeterli değil mi: pirinç daha fazla altmış bin hektarı!Ya sen “gidiyorum” söylüyorsun. İyi mi, acaba?

Baycan sustu.

– “Savaşa gideyim!”. Evet, aslında, sen çocukken gibi savaşı anlıyorsun. Bir tüfek ateş etmek – bu savaştır. Cepheye gitmek – bu da savaştır. Ama cephe ekmek ile sağlamak için – bu bir savaş değil, o aşağılık sivil bir iştir. İşte karın ateş hattına gidecekse, bu da savaş olacak. Ancak yaralılar bakım yapmak için burada kalacaksa, eski bakireler için bu işgal, demektir. Hayır, canım, biz savaş yanlış anlamayız ve askerlik oynayamayız. Eğer cephe arkasında çalışman gerekiyorsa, sen burada kalırsın, orada değil. Karını da tahliye hastanesine gönderelim –askerleri cepheye geri dönsün. Ya sen onlara ekmek beslemek için her şeyi yap. Yani seninle benim konuşmam var. Belki, sen yorgun musun? Benimle kal. Ben sana kanepede yatağı yayayım. Akşam satranç oynayabiliriz. Yazdan beri ahududu reçeli bir kavanoz kaldı. Bunu aklında tut.

Baycan, çok rahatsız ve üzgün oldu, bu yüzden hemen arabaya binip gitti.

Baycan evin yanına geldiği zaman sabah başladı. O ön bahçeye girdi.

Döşeyen bir halıda başını örtülü biri yattı. Başının altına eyerden yastık oldu. Battaniye saten soluk parladı. Yanında çizmeler durdular. Onlara göre Baycan Anatoliy Kondratyeviç’i fark etti.

–Dışarıda yatiyor... Eh, ihtiyar alay eder... Gülnar evde yok mu? – o uykucuya bakarak düşündü.

Ancak Gülnar bu sefer evdeydi. Anatoliy Kondratyeviç oldukça farklı sebeplerle, bahçesinde uyudu.

Son zamanlarda, yaşlı adam huzursuz oldu. Onun Anavatanına faşist ordularının saldırı onu öfkeli terk etti. Önümüzdeki ayların olayları kederli anlamla onu vurdu. Ordu geri çekildi, ancak o her zaman Rus silahlarının yenilmezliğine inanıyordu. O Anavatanı ve onun büyük insanlarını çok sevdi. Bundan daha hiçbir aşk yoktu.

– O büyük, bu daha fazla büyük, – Batı hakkında konuşmaya başladığında söyledi.– Bütün dünya büyük insanlar ile dolu. Lenin – ben sadece bu isim diyerim! Yurtdışında kendisine en azından yaklaşık olarak eşit tüm birisini bulmaya çalışın. Stalin ise! Rusya'da büyük bir tarım sektörünü yarattı.

Genellikle böyle konuşması biterdi öyle:

– Demek ki, çiftliklerden ülkenin yeniden inşası daha iyi yollar yoktur. Batı bunu hayal etmemişti.

O bir şey daha sıkıca hatırladı: “hiç bir karış toprağımızı hiç kimseye vermeyiz”.

İşte savaş geldi! Faşist orduları ülkeye gittiler, ama o haritaya bakıp düşündü: “Eh, hiçbir şey, lanet almanlar! Çok gider, ama kaç geri dönecek?”

Fakat almanlar daha fazla gidiyorlardı. Cephenin hattı Anatoliy Kondratyeviç kendi olduğu memleketlerini yabancılaştırarak harita üzerine doğu için sürünecekti. Ve yeni düşünceler onu başa çıktı.

“Bizim askerlerimiz ile ne oldu?” – ıstıraplı düşündü.

– Gidiniz, gidiniz, canlarım benim, – cepheye giden gençlere öğütledi. – Biliyorum ben, sizin gibi daha bu tür kahramanları bulamam. Sizin olmadan benim için zor olacak, ama ne yapabiliriz? Bir şekilde dışarı çizelim. İşte, düşmanı dışarı atalım, sonra...– ve o elini salladı.

– Gidiniz, gidiniz...

Hatta kızına bir keresinde şöyle dedi:

– Ya sen canım, yakında mı gideceksin?

– Nereye, babam? – o diye sordu.

– İşte seni! Oraya, cepheye, tatlım. Boşuna mı Sovyet hükümeti eşit haklarını size verdi?

– Hâlâ gülüyorsun babam, – Gülnar darıldı ve ondan uzaklaştı.

Ancak almanlar daha fazla gidiyorlardı. Ordu için yaşlılara çağırdılar, hatta birkaç kadın cepheye gittiler. Gülnar, herkesten gizleyerek, Askeri Bölgesi için bir rapor gönderdi.

Sonuç olarak, o yazdı: “Peki, her zamanki gibi beni seferber ettiğinizi rica ediyorum. Eğer sizim çağırdan önce bu mektup hakkında kocam bilseydi, bana çok nahoş olacaktı. Kocam baş mühendisi olarak inşaat alanında kalmalıdır.”

Kısa bir süre sonra, o nehir kıyısında kocası ile yürürken onun niyetini söyledi. O hazır olması gerektiğini bilmek istiyordu.

Düşündüğü gibi Baycan güçlü ve makul itiraz etti. Ve sonunda şöyle dedi:

– Peki, ben de cepheye gideyim.

– Kanal nasıl?

– Diğer onu tamamlayacaklar.

Onlar, tartışmaya başladılar ki ve neredeyse bir kavga ettiler. Aslında, onların bütün konuşmaları bağırarak oluşuyordu:

– Ben gideyim, – Gülnar diye bağırdı.

– Ben de kalmayayım, – Baycan cevap verdi.

– Peki, – Gülnar düşünmeden kabul etti.

– Mükemmel, – Baycan eve gelince diye kesti.

İşte o zaman Baycan cepheye onu göndermesi olasılığını bulmak için bölgeye gitmeye karar verdi. Gülnar onun yanına geldiği zaman o zaten toplanıyordu. Onun ceketinin cebinde Askeri Bölgesi’nden bir çağrı yatıyordu.

– Sen yakında mı döneceksin? – o diye sordu.

Baycan hiç bir cevap vermedi.

– Yakında mı? –Gülnar hafifçe tekrar sordu.

– Bakalım, – Baycan homurdandı. O duygulandu, ama bunu göstermekten korkuyordu.

–Ben sana diyorum – çabuk geri dön!– Gülnar ona emretti.

Gülnar kocasını yolcu edip istasyona geri döndüğünde, ev bir kaç gün önce gibi boş oldu. Anatoliy Kondratyeviç burada sadece kısa ziyaretlerle olmuştu. Tarbiya genellikle kendilerine geri döndü. Gülnar daha önce bunu fark etmedi, ancak şimdi bunu o kadar gözüne takıldı ki sadece soluğu tutuldu. Oğluyla ilgili hatırladı – o Tarbiya yanında bulundu.

Gülnar, o kadar seven anne oldu, bile onun komşuları şaşırttılar. Kendisi hâlâ bir çocuk gibi, ama çocuğunu o kadar özenle baktı, onun üzerine titredi... Sonunda cepheye gitmeye karar vermeden önce, o oğlu hakkında uzun zaman düşündü. Kiminle Bahıtjan’ı bırakmak? Kocasıyla mı? Ama o da cepheye gidebilir. Tarbiya’ya güvenmek mi? Evet, bu en iyidir.

Vakti kaybetmeden – çağrı her gün gidebilir, – Bahıtjan’ı alıp Sırbay yanına gitti ve birkaç gün sonra tek başına geri döndü.

– Oğlu nerede? – döndükten sonra ona diye sordular.

– Teyze ile bıraktım, – Gülnar kısaca diye cevap verdi. Sorgulama devam ederse, diye açıkladı:

–Tarbiya teyze oğlunun cepheye gitmesinden sonra çok özledi. Bu yüzden oğlumu ona götürdüm.

Kazaklar arasında bir atasözü vardır. “Birisi doğuran anası, diğeri ana yarısı”. Doğasıdaki Tarbiya tüm çocuklar için gerçek annesi oldu. Çocukları o kadar sevdi ki, fark etmedi: onun veya başkasında ait olan çocuğu ellerinde bulunur. Tüm çocuklar onun için iyi olmuştur.

Tarbiya Sirbay’ın evine girdiğinde, Daulet zaten büyük bir çocuktu. Birlikte yaşama sırasında, onun annesi uzun zaman önce ölmüş olduğunu ve onunla üvey annesi yaşadığını Daulet’e hissettirmek asla vermedi. Ve Daulet annesi gibi onu çok sevdi.

Bu yüzden, Tarbiya sevgili üvey oğlunun yokluğunundan dolayı çok üzüldü. O kadar Daulet’i özledi, bu kadar daha fazla Bahıtjan ile bağladı. Ancak Gülnar onunla çocuğunu bırakmak için teklif etti. Tarbiya hemen reddetti, çünkü çok şaşkın oldu.

– Mümkün mü, acaba, – şaşkın dedi, – annesinden oğlumu götürmek? Hayır, hayır!

Ne yapmak? Gülnar hepsini açıklamak zorunda kaldı.

–Senden daha çok çocuğunu seviyorum! Evet, daha çok – Gülnar sessizce söyledi, ama gözyaşları yüzünü aşağı akışıydı.– Ancak gitmek zorundayım. Anavatanım çağırır. Tüm bunlardan sonra, Daulet’i cepheye gitmesi için izin vermedi, ağladı, ancak o buna rağmen seni dinlemeden gitti... Dediler: “Anavatan — annedir”, ve düşmanlar annesini saldırdığında, kim evde kalacak, kim annesinin tarafını tutmayacak, acaba? Tabii ki, – bir duraklamadan sonra devam etti – insan zayıftır! Eğer siz olmazsanız, belki ben kalmış olurdum. Ama büyük mutluluğum için – siz buradasınız, Tarbiya teyze. Daha fazla ne isteyeceğim? Bu yüzden oğlum ile ne olursa olsun ben sakinim.

Uzun bir süre iki kadın kucaklayıp oturdular. Çok ağladılar, birbirlerini yatıştırdılar. Sabah geldiğinde Gülnar vedalaşıp tek başına eve geldi.

Acı veren günler geçtiler. Gülnar, onun oğlanı unutmak için kendini zorladı. Ancak daha fazla bu fikri kovdu ki, daha ısrarlı ona döndü. Baycan yanı sıra, hiçbir şey anlamadan oğlunun dönüşünü talep etti. Onu ikna etmek zorunda kaldı.

– O kadar bencil olmak ayıptır!– o dedi, – Bak, Daulet ayrıldıktan sonra Sırbay’ın evi ne kadar boş oldu. Doğru söylemek, babam için zor, ama onun yanında sen varsın. Ancak orada boş bir ölü duvar var. İhtiyarlar biraz unutsunlar. Sen de ses çıkarma, lütfen! Senden daha bebeğim yakındır, ama ben hiç bir şey söylemem...

Tabii ki, bunu açıklamaları özellikle ikna edici değildiler – Gülnar kendisi de bunu anladı, – ama başka bir şey o düşünmek olamazdı.

Yatak odasındaki duvarda Bahıtjan’nın fotoğrafı asılı durdu. Gülnar ilk önce yanına geçip ona bakmaya devam etti, sonra aniden fotoğrafı çekilip sandığa sakladı. O hissetti – biraz daha ve o kendini tutmaz.

Baycan Kızılorda’ya gitti. Gülnar istasyona ona eşlik ettikten sonra eşyaları bavula yerleştirerek toplamaya başladı. Ve yine de oğlunun fotoğrafını gördü. Fotoğraf iyiydi. Çocuk ahşap beşikte tombul bir oğlan yatıyordu. İşlemeli yastık kılıfı ile yastık başının altında – Gülnar’ın el sanatlarıdır. Oğlanın tombul bacakları ve siyah saçı var. Oğlan önünde komodindaki çiçek bir buketi var, o gülümseyerek onlara ulaşmak ve almak istiyordu.

Gülnar, fotoğrafı yakalayıp sessizce kızarmış yüzüne sarıldı. Gözyaşı büyük damlalar ile yüzüne akıyordu.

Sanki baygınlık halinde o diye tekrarladı: “Tatlım benim, küçüğüm benim!” ve aniden dizlerinin bağlı çözüldü ve o yatağa düştü.

Adımların gürültüsü onu uyandırdı. Birisi ağır ağır ve yavaş yavaş odasına yürüdü. O hızla bakıp kalkmak istedi, ama çok geç oldu: babası odaya girdi.

Gülnar hızla kafasına elini uzatıldı. O bir havlu yakalayıp yüzüne tuttu. Bahıtjan’ın fotoğrafı yere düştü. Anatoliy Kondratyeviç yerden kalkıp birkaç saniye incelendi, sonra sakince sordu:

– Çok mu özledim?

Gülnar sadece başını salladı.

–Evet, – Anatoliy Kondratyeviç hâlâ fotoğrafına bakarak diye devam etti, – kazakların bir masalı var. Oğlu sormuş: Babam, her zaman bana hem bakıyordun hem de öpüyordun, ben çok iyi miyim? Babası cevap verdi: bir oğlu doğururken, o zaman senin olduğunu bileceksin. Öyle kızım. “Kısrak da tayı sever” – bozkırlarda söylüyorlar.

Gülner sustu.

– Sen genç kadınsın, ve o kadar çocuk ile bağlıyorsun, ağlıyorsun. Çocuklarımız giderken, biz, ihtiyarlar, ne yaparız?

Gülnar ayağa kalktı ve elbisesinin doğruldu. O kocasının yatağında babasının önünde o anda böyle yattığını yanlış bir şey oldu.

Anatoliy Kondratyeviç dikkatle masaya fotoğrafını koyup aniden sordu:

– Yani, gidiyor musun?

– Nereye, babam? – hemen düğündü: “Aman Tanrım, bilir mi, acaba?”

– Tamam, tamam! – babası sinirli ona elini salladı, – Biliyorum, savaşa gidiyorsun.

– Babam, ne diyorsun sen? – Gülnar çok doğal olarak şaşırttı.

–Yalan söyleme! –Anatoliy Kondratyeviç ona bağırdı ve hatta yumruk sıktı.– Her şey biliyorum! Her şey!

Gülnar “her şey mi?” sormak istedi ama sordu:

– Kim söyledi?

Anatoliy Kondratyeviç koltuğuna yaklaşıp oturdu ve sadece o zaman cevap verdi:

– Kim söyledi, hepsi bir! Duydun ve yeter. Yani, yalan söyleme! Korkma, ağlamaya başlamıyorum. Gözyaşları ile düşmanları yenmez, onları yeterince gördüler.

O oturdu ve parmaklarıyla takırdattı, ve boşlukta söyledi:

– Evet, o hâlâ hareket ediyor, hareket ediyor... Lanet... Çok yakında Moskova'yaı ulaşacak.

Gülnar sessizce oturdu. İhtiyar da sustu. İkisi de uzun zaman sessizce oturdular.

Aniden, yaşlı adam sertçe başını kaldırdı.

– Evet, engel olmam, – o dedi. – Git! Daha genç olsaydım, ben de gideyim. Ne zaman gidiyorsun?

– İlk Taşkent treni ile, – Gülnar keyifsizce söyledi.

– O kadar hızlı! Belki bu daha iyidir: daha az gözyaşı olacak. Sen şimdi kadın gibi ağladın, asker mısın? Savaşta kadın gönlü metelik verilmez.

– Ne söylüyorsunuz, baba! – Gülnar kaşlarını çattı.– Benim kalbim kadın mı, erkek mi, o insanidir. İşte önemlidir.

– Bakalım, bakalım, – Anatoliy Kondratyeviç söyledi. – Sen oğlu verdiği zaman, ben düşündüm: bu kadar zalim kime çektin? Neden oğlanı verdin, şimdi anlıyorum.

Gülnar çaşını kaldırmaya başladı.

– Çok iyi, çok iyi! –Anatoliy Kondratyeviç onu kesildi. – Pek çok iyi! Öyle olmalısın. Ama bak, hıçkırma!

Gülnar sustu.

Anatoliy Kondratyeviç yaklaştı, omzuna elini koyup şöyle dedi:

– Sen çocuk için ağlıyorsun ve onun fotoğrafı öpüyorsun, bu bir şeye benzemez. Demek, kalbin kanıyor.

– Ya, ben... – Gülnar demeye başladı.

– Dur, bekle! Sus! Öyle gitmek olmaz. Gidersin – her zaman geri bakacaksın. – Oğlu ile vedalaşmadığını eziyet çekersin. Sen Bahıtjan’ı götür ve son günlerde onunla kal. Anlıyorsun, ana gibi onunla vedalaşmalısın. Belki, daha onu görmezsin.

– Hayır, hayır, – Gülnar dehşete düştü ve hatta ellerini salladı. – Ne söylüyorsunuz, baba! Ya ben o zaman...

– Beni dinle, rica ediyorum! Öyle söylüyorum, yani, gereklidir. Ben şimdi çocuk için birisi göndereyim.– Ve o kapıyı çarparak dışarı çıktı.

– Döndüğü zaman, odayı toparlandı, fotoğrafı yine de duvarda asılı oldu. Gülnar sessizce ve hareketsiz önünde durdu. Ve gülümsedi. Aman Tanrım, ne gülümseme oldu!

– İşte! – Anatoliy Kondratyeviç kasvetli bir yüz ifadesiyle söyledi. – Çocuğu götürmek için gitmişlerdi.

Gülnar, fotoğrafına bakıp gülümsedi ve hiçbir şey söylemedi.

–Ben dinlenmek yatayım, Galyacığım. Belki ihtiyarlar Bahıtjan ile beraber gelecekler.

– Siz her şey onlara söylediniz mi? – o diye sordu.

– Hayır. Bahıtjan ile Tarbiya da geldiğini söyledim. Sende sofra kurmak için bir şey var mı?

Gülnar sessizce başını salladı.

Anatoliy Kondratyeviç gitti. O kadar ağır ve yavaş adımları var. Gülnar’ın annesi öldüğünde, o böyle kalktı ve geceleri evin etrafında yürüdü. Hep odasının yanında, koridorda ayak seslerini duydu, ve o biliyordu – babası sabaha kadar uykuya düşmedi.

“Zavallı babacığım! – diye düşündü ve hemen hatırladı. – Acımak yok, acımak yok! En önemli – acımak yok, – ümitsizlikle düşündü. – Babamı acımak, kocamı acımak, oğlumu acımak... Öyle hiç gitmeyeceğim. Gitmeye karar verdim, bu kadar. Yani, kendimi susmalıyım. Ne akrabaları, ne de kendimi. Gitmeye karar verdim, bu kadar!”

O, soluk, düz, uzun boylu odanın etrafında yürüdü ve alçak sesle tekrarlayıp söyledi: “Acımak yok, acımak yok! Sadece hiç kimse acımak yok!”

Akşam Tarbiya geldi. Onun ilk kelimesi soru oldu:

– Baycan iyi mi?

Gülnar sessizce başını salladı. Ancak Tarbiya inanmıyordu – Gülnar’ın yüzü o kadar üzgün oldu. Sadece Anatoliy Kondratyeviç onu sakinleştirdi.

– Her şey yolunda, – gidince söyledi. – Her şey. Baycan Kızılorda’ya gitti, yarın dönecek.

Akşam, Anatoliy Kondratyeviç’i İlçe Komitesi'ne çağırdığında, Gülnar Tarbiya’ya her şey anlattı.

– Arker olarak, diyor musun? – Tarbiya terkar sordu ve el salladı. – Canım bırakın! Kadın asker mı?

Gülnar onu dinlemedi. O oturdu ve masa örtüsünün saçağı dokundu. O kadar görünüyor ki, bunu anlamamak imkansız oldu. Ve Tarbiya anladı.

– Canım, –sessizce dedi ve ana gibi kaba, kırışık eli yle Gülnar’ın küçük narin elini sıktı.

– En önemli, baba,baba! – Gülnar el sıkışmaya sordu.

– O bana diyor: “git”, ama o kendi kalbinin bir parçasını patlıyor. Onun yüzü sakin, ama ben buna inanmıyorum.

–“Kon” ne demek, biliyor musun? – Tarbiya silkindi.–Hayır?! Sana söyleyim. Bir aul duruyor, bir yıl duruyor, iki yıl duruyor, aynı yerde duruyor ve arazi kabuğu ile kaplanır – bu kabuk çok kalın, sopa ile onu kırmaya olamaz. Her şeyi gübresinden. Aniden bu “kon” yanmaya başlıyor. Ama garip bir şey – sadece aşağıda yanıyor. Yukarıda toprak, ama dibinde ateş, duman yangın var. Senin baban aynı. Kalbi içinde yanıyor.

Tarbiya’nın kelimesi Gülnar’ın kalbine derin battı. Sadece şimdi o gerçekten gördü: onun kederi göstermemek için ne kadar cesaret ve kendini kontrolü babası olmak zorundadır. Ve hemen düşündü: “Ama ben onun için ne yapabilirim? İşte kırlangıç hakkında masal anlatıyorlar. O çatındaki yangını söndürmek için kanatlar ile su taşımıştı. Yani bir kırlangıçtan daha kötü değilim? Çatı değil – tün Anavatanım yanıyor, ya ben ise yaşlı adam yanına oturup onu yüzüne bakacağım?”

Anatoliy Kondratyeviç sadece akşam yemeği zamanında eve döndü. Sofranın başında telgraf hakkında anlattı: “Çocuklar ile bir katar gönderildi, konaklama, karşılaşma sağlamak gerekiyor”.

–Yani, iki üç gün sonra onlar burada olacaklar, – Anatoliy Kondratyeviç dedi. – Ancak ne kadar olacak hiçkimse bilmez. Bir komisyon oluşturuldu. Baycan başkanıdır, Aybarşa ve bilimsel tarım uzmanı Kalakay – üyeleridir.

Onlar Baycan’ı gece yarısına kadar beklediler ama o geri dönmedi. Anatoliy Kondratyeviç gittiğinde Gülnar Tarbiya çağırdı ve söyledi:

– Siz Bahıtjan’ı kendine yatmağa alır mısınız?

–Ne diyorsun sen? – Tarbiya şaşırdı. – Çok acımasız olma. Oğlanı al ve onunla yat. Ağlayacak, ben uyanıp onu alarım. Ya şimdi seninle yatsın. Ben odanızda yatmak düşünüyorum. Belki, Baycan bugün geri dönemez.

Gülnar nihayet cephe sorunu çözüldüğü günden beri, yapay beslenme çocuğu öğretmeye başladı. O birkaç defa Tarbiya’ya söyledi: ne ile ve nasıl çocuğu beslenmesi gerekir. Ama Tarbiya hiç bir şey anlamadı. Bütün bu karmaşık reçeteler o kadar zor oldu ki Tarbiya onundan ne istediğini hiç anlamadı. İlk başta o nazik dinledi, ama sonra tersledi:

–Canım benim, söyle bana, söyleme, ancak ben hiç anlamadım! Biliyosun: Allah'ın iradesi olsun! Ölüm çocuğa gelecekse – hiçkimse bir ley yapamaz, – ölürse, sonra ben ölürüm. Elimden geldiğince hâlâ onu besleyeceğim.

Gülnar daha fazla uyuşmazlıkların umutsuzluğunu fark edip yorgun dedi. – Peki, apa, bildiğin gibi yap. Çocuğumun hayatı ve ölümü senin ellerinde bulunur.

Her gün Sırbay yanına Bahytjan’nın nasıl hissettiğini bilmek için elçileri gönderdi. Her defa Sırbay cevap verdi: «Çoçuk sağlıklı ve mutludur. Zayıflanmaz, tersine kilo aldı.»

Gülnar mutluydu, ama buna inanmadı. İşte şimdi Bahıtjan önünde – şişman, pembe, neşeli bir çocuktur.

– Ona ne ile beslediniz? – Gülnar tüm önemli konuşurken diye sordu.

– Sen balgaymak biliyor musun? – Tarbiya ona sordu. – Bilmiyor musun? Bu yoğun kremdir, ve keçi sütünden yapılırsa daha iyi olur. Bu krem bir kaşık veriyorum, ve bütüm gün onun karnı tok! İçmek isterse, ona deve sütü vereyim.

– Deve mi? – Gülnar hatta korktu.

– Neden korkuyorsun? Dünyada deve sütünden daha besleyici hiç bir şey yoktur. Bebekleri sadece bu süt ile beslenirler. Eğer kendisinin devesi yoksa, insanlardan bir deve borç alırlar!

Balgaymak ve deve sütü Tarbiya onunla ve burada getirdi. Bahıtjan sadece bunu yedi, yedip bütün gün eğlenceli ve hareketli oldu. İşte bu yoğunluktur. Bir çocuk için bunu çok mu gerekiyor? – Gülnar oğluyla uykuya dalarak düşündü.

Komşu duvarın içinde, Anatoliy Kondratyeviç odasında burnun altında bir şey hafifçe ıslık çalarak oturdu. O hâlâ uyuyamadı. Tabii ki, Gülnar hakkında düşündü.

İşte kızı da yok. Kim bilir – geri dönecek mi, çünkü en sıcak yangına gidiyor. Ama o kız böyle değil, canını esirgememez. Muhtemelen, en korkunç savaşa katılmak için can atacak.

Aniden, çok boğucu oldu ve o yakasını açtı. Sendelerek ve duvara tutanarak dışarı çıktı. Tarbiya onun ağır adımları duydu, omuzlarında bir elbise atıp o da sokağa koştu. Onlar sundurmada karşılaştılar ve birbirlerinin yüzlerinin içine sessizce bakıyordular. Sonra Tarbiya yaşlı adamın kolundan alıp yavaşça basamağa oturttu.

Ama, o nefes almak çok zorlaşıyor oldu, gözyaşları boğazına geliyordu. O sadece hafifçe başını salladı.

Bu gece o dışarıda uyudu. Orada Baycan onu bulundu.

O yaşlı adam yanında biraz durdu ve onu uyanmamak için sessizce ayak uçlarına kalkarak sundurmaya tırmandı. Orada Tarbiya’yı gördü.

– Siz ne zaman geldiniz, apa? – Baycan şaşkınlıkla sordu.

– Dün akşam.

– Bahıtjan iyi mi?

– Evet, o burada, – Tarbiya cevap verdi. – O annesinin kollarında uyuyor.

– İşte nasıl?! – Baycan Tarbiya’ya şaşkınlıkla ve inanmaz baktı.

– Onun annesidir, – Tarbiya çam devirdi ve aniden sordu: Uyumak gider misiniz?

– Evet, bir saat uyuyayım, – o diye cevap verdi.

O yatak odasına girip durdu, Gülnar’a ve Bahıtjan’a baktı. Sonra komodin yanına dikkatli yaklaştı ve Gülnar’ın saati aldı. Gözleri içine kağıtlarla sıkıca paketlenmiş bir zarf koştu. Zarfın içinde tüm belgeleri vardı – pasaport, diploma ve aşkerlik şübesinden çağrı kağıdı en önemli oldu.

Baycan yüzünü soğuk olduğunu hissetti. Zaten, zarfı açtığını pişman oldu, keşke bunu bilmezse! Ve hemen hatırladı: Bölge Komitesi’nin sekreteri Kızılorda hastanesine Gülnar’ın düzenleyeceğini söz verdi. Yani,hiç bir cephe yoktur, – O diye düşündü. – Ve kağıdını sakince görmeye devam etti.

O anda, Gülnar uyandırdı. Başını kaldırıp Baycan’ın aşkerlik şübesinden çağrı kağıdı okuduğunu gördü. Annesinin keskin bir hareketinden Bahıtjan da uyandı. O gülümsedi, ellerini salladı ve bir şey eğlenceli ağuladı. Baycan keskin döndü, eşinin ve oğlunun gözlerine baktı. Öyle üçü birbirlerine bakıyordular. Bahıtjan gülür yüzlü ile ellerini salladı ve tüm hızlı canlı ağuladı.

– Demek, – Gülnar dedi, – sensiz gidemem. Şimdi her şey bildin. Peki! – onun kollarına oğlunu alıp yataktan kalktı.

– Sen kendin toplantıda dedi: eğer Anavatan seni çağırırsa, onun için her şeyi feda etmeye gereklidir... İşte beni çağırdı. Bugünki trenle gidiyorum.

Baycan eğilmiş ve sessizce duruyordu. Konuşmak bir şey yoktur.

On dördüncü bölüm

AKRABALIK DUYGUSU

Ağustos ayında Bölgesel Parti Komitesi’nin ve Yürütme Kurulu’nin sekreterleri kararı hükmetti: tüm inşaat işleri geçici olarak durdurmak, tüm güçler harman kaldırma için yönetmek. Ve inşaatçılar çiftliklerde ayırdılar.

Aybarşa da çiftliklerin birine bölge komitesinden yetkili olarak çıktı. O, özellikle uzun süre orada kalmadı. Her şeyden önce, kente döndükten sonra, Baycan’nın evi ziyaret etti.

Ev boş oldu. Matrona hizmetçiden başka, hiç kimse evde yaşamadı. Baycan Alma-Ata’da oldu, Anatoliy Kondratyeviç Kızılorda’da baraj bir projesinde çalıştı. Böyle tek hizmetçi tüm evinde yaşamak kaldı. Ancak, onun hizmetçi olarak adlandırmak için sadece çok şartlı olabilir.

Matrona Yakovlevna uzun zaman şehir tasarruf bankası muhasebeci olarak görev yaptı. Sonra çok sevgili kocasını kaybetti, o kadar şok oldu ki, az kaldı bir psikiyatri hastanesinde girecekti.

Her durumda, herhangi bir zihinsel çalışma kesinlikle kontrendikedir edildi. Onun eski arkadaşı – Bölgesel su koruma baş muhasebecisi ona bir teklif yaptı: o onun tüm basit çiftliği çaresine bakabilir mi, acaba?

– Biz, sadece ikiyiz, – baş muhasebeci ona dedi. – Çocuğumuz yok, karım çalışıyor. İşte kendi kaderlerine evi atmak zorundayız. Ya siz yalnızsınız. Eşime ev işleri ile yardım etmeyi kabul ederseniz o size çok minnettar olacak.

Matrona Yakovlevna kabul etti.

Yakında o bunu doğal bir üyesi gibi bu aile alıştı. Ama baş muhasebeci Tataristan’a transfer edildi, Matrona ise memleketi kalmak istemiyordu. Onlar ayrılmak zorunda kaldılar.

Baş muhasebeci tavsiye üzerinde Matrona Yakovlevna Anadoliy Kondratyeviç’in evine taşındı. Burada da o yararlı oldu.

O boş eve tam bir metresi olarak girdi. Ev hemen canlandı. Cilalı kum tencere parladılar, donuk yanardöner cam temizlendi. Zemin her zaman yıkanmış ve temiz süpürülmüştü, çamaşırlar her haftalık yıkanmıştı. Hatta insanlardan kaçan Gülnar içine Matrona kolayca yaklaşabildi. Yakında kız yaşlı kadına bağlanıp hatta annesinin kaybı unutmuştu.

Kız büyüdüğü ve evlendiği zaman Matrona uzun zaman tereddüt etti – o Gülnar yanına gitmek mi ya da Polevoy ihtiyarı ile kalmak mı.

Ama inşaat başladı ve sahipleri ayrılmıştılar. Matrona aniden, beklenmedik bir şekilde, boş evde yalnız kaldı.

Yaşlı kadın, canı sıkıldı, kilo verdi ve hatta pişirmek bitirdi, kime pişirmek? Onun için bir parça ekmek yeterli oldu.

Sadece bu onu rahatlattı: Gülnar günden güne bebeği doğuracaktı. Ve onun hesaplamalara göre zaman geldiğinde, o dayanamadan, onun koğuşuna gidip sonsuza kadar evinde kaldı.

Çocukları canı gibi severdi. Bir zamanda onun çocukları da vardı, ama onlar hayatta değildiler. Bu yüzden çocukların yanında geçmek ve onları kucaklamamak onun için çok zor. Şimdi Bahıtjan ailesi ve çocukları tüm değiştirdi.

Aniden, evde diğer bir kadın geldi – Tarbiya’dır. Tamamen Matrona için yabancı – ve her şey kırmıştır. O bebeğe bakmaya başladı. Matrona hiçbir şey söylemedi, ama rakibe şüpheyle baktılar.

“Peki, – diye düşündü – bebek büyüyünce, o zaman hiçbir şey olacağını bilmiyorsun”.

Tarbiya da Matrona’ya şüpheyle baktı. Onun yumuşaklığına ve geçinmeye yeteneğine rağmen, karakterine tek bir cilvesi oldu: bu kadına güvenmiyordu, onu “kafır” adlandırdı ve onu kaçardı. Matrona’yı hem kıskandı hem de Müslüman olarak Hıristiyana güven vermedi. Ancak, iki kadın duygularını hiç göstermediler ve görünüşe barış içinde yaşadılar.

Savaş başladı ve her şey tersine gitti, Gülnar cepheye gitti, Tarbiya Bahıtjan’ı kendisine götürdü. Baycan ise hiç bir zaman evinde kalmamıştı. Sadece Anatoliy Kondratyeviç yalnız kaldı, ama yakında o Kızılorda’ta çağrıldı. Ve hayatın, neşeli kahkaha ve gürültü dolu bir ev, aniden hemen boşalttı. İşte hayat dolu, neşeli ve gürültü bir ev aniden boşalttı. Matrona yankı ve boş oda kendisi nerede koyması bilmiyordu.O tamamen gitti, ama daire kalmak için kimse yoktu.

Bu ruh hali içinde, Aybarşa onu bulundu. Matrona onu görünce, ağlayarak boynuna attı. Aybrşa’nın aynı şekilde davranması gerektiğine inanıyordu. Fakat Aybarşa önce sessizce kafasına okşadı ve şöyle dedi: “Tamam, gerek yok! Yapmayın! Her şey iyi!”, ve sonra bağırdı: “Yeter!”. O iki eliyle ona ağır başını kaldırdı ve daha güçlü bir şekilde tekrarladı: “Yeter! Veya ben daha gelmeyeceğim. Onu teselli etmek geldim, ama o memnun değil”.

Matrona Yakovlevna biraz sakinleşti. Onlar oturup konuştular.

Aybarşa Bölgesel komitesine gitmeye niyetlendi ve ayrılmadan önce Matrona’nın Kazak kızartması – kuardak[23] pişirmesi istiyordu.

– Sizde et var mı? – o diye sordu.

– Var, ancak füme, kızartma uygun değil.

– Sorun değil, – Aybarşa söyledi, – çorba pişiriniz, kuardaktan daha hızlı hazırlayacak, ancak onun içine kulşatay[24] koyunuz. Sonra çay içelim!

Aybarşa geldikten sonra Matrona iyi ağlayabilirdi ve daha önce olduğu gibi ev çok boş görünmüyordu artık. Matrona sakinleşti ve akşam yemeği hazırlamaya başladı.

Her zaman Orta Asya'da olduğu gibi, evdeki kışın soba hariç ek olarak bahçesinde yazın bir soba kurmaktadır.

Isı başlangıcı ile, gıda havada hazırlanmıştır. Şimdi bir hafta boyunca soba soğuktu. Matrona sobayı yakarken uzun, dar, kavisli borudan çıkmaya başladığı dumana zevkle bakıyordu.

İlçe komitesinde büyük bir sevinç Aybarşa’yı bekliyordu: Daulet telgrafı ona verdi. O Taşkent’te bulunuyor ve şimdi cepheye gidiyor. Onu karşılaşmak gerekiyor.

Aybarşa sakince, telgrafı masaya koydu, gözlerini kapatıp hesaplamaya başladı: Daulet şafakta yarın geçmelidir.

Neşeli ve heyecanlı Aybarşa gitmek istediğinde, Bölge Komitesi sekreteri bir soru ile yanına gitti. Onu yemeğe davet etti. O kabul etti, ancak sordu: “Kalak nasıl?”. Kalakay orada oturdu ve her şey duydu, bu yüzden onu da davet etti.

Her üç Baycan’ın evine gittiler.

Matrona sobayı ısıttı artık, iyice pişirilmemek için kazandan pişmiş eti çıkardı ve bir büyük beyaz yayvan tabağın üzerine koydu. Aybarşa’yı beklemek için sundurmada oturdu. İşte o gidiyor. Ancak onunla kim gidiyor? Kim geliyor? Matrona çabuk kalktı, yine soba ateşi körükleyip kazana eti ve kulşatay da geri koydu.

Rahmet Matrona ile sevamlaştı ve şakaça sordu:

– Allah günahlarınızı sabrediyor mu, acaba? Gerçekten özlemiyor musunuz?

– Allaha şükür, yaşıyorum, canım sıkılmıyor!

Aybarşa odasında misafir geçirdi, ve Matrona’yı durdurup ona Taşkent’ten telgrafı gösterdi.

– İnşallah, canım! – Matrona sevindi söyledi. Aman Tanrı size mutlu karşılaşma versin!

Aniden diye sordu:

– Bu köpek sana nasıl takıldı?

– Ne demek istiyorsun? – Aybarşa şaşırttı. Matrona Kalak etrafına öfkeyle salladı.

–Teyze, ben, – Aybarşa sakince cevap verdi. – kemdim her şey biliyorum. Benim hakkında endişelenmenize gerek yok.

Matrona keskin döndü ve kazanı üzerinde sihirlemeye başladı. Hamur kaynaştı artık ve şimdi şeffaf kehribar rengi yağ içinde kaynamaya devam etti.

–Sizce, – Aybarşa diye sordu, – Daulet!in gelişi hakkında yaşlılara bilgilendirmek gerekir mi?

–Tabii ki, – Matrona şaşırttı. – Onlar, belki, özlemden bir yer bulamazlar. Onlara kendin mi gideceksin?

Aybarşa sadece başını salladı.

– Hayır, şehirden gitmem. Bugün, çocuk katarı gelecek ve ilçe komitesi’nin komisyonu sekreteri beni dahil etti.

– Sizin karşılaşmanıza zarar vermez mi?

– Hayır.

Martona düşündü.

– Çoçuk çok mu?

– Çok. Ukrayna’dan.

– Aman Tantım! Tüm çocukları yerleştirebilir misiniz?

– Bunun için komisyon kuruldu.

– Çocuklar aç ve hasta. Hepsi toplam bir yurtta yerleştirilirse, bir çok hayatta kalamaz. Bu yüzden çiftçiler arasında en zayıf çocukları yerleştireceğiz.

– Yerleştirirler mi?

– Neden yerleştirmez? Biz diyoruz: Halkların dostluğu. Bu dostluk insanlara göstermek zaman gelmedi mi?

– İyi konuşuyorsun sen. Ama tüm böyle düşünmüyor. Biri böyle, diğeri başka şekilde düşünüyorlar.

– Ya siz, meselâ, ne düşünüyorsunuz?

– Ben ise, kızım, bu kelimeler için ateşe ve suya gitmek hazırım.

–Doğru mu?

Matrona bile biraz gücenmiş.

– Yalan söylemek için yaşlıyım ben. Elli yaşıma merdiven dayadı.

– Bu yüzden, beni suçlamayın, ben sizi de yönettim. Listesine sizi de dahil ettim.

– İşte böyle! – Matrona düşündü. – Ama düşündün ki sen...

–Ev başkasına ait olan hakkında mı, bunu söylemek istiyorsunuz? Önemli değil! Başkasına ait olan evde siz sahibe gibisiniz, Baycan amcadan korkmayın. O size bile teşekkürler söyleyecek. Ben sadece size acıdım:tek başına kaldınız. Annemi de hatırladım.O da şimdi tek başına kaldı. Aynı zamanda onu rahatlatmak için hiçkimse yoktur.

Aybarşa’nın gözleri gözyaşlarıyla dolduruldu.

– Yemek soğuyor, – aniden aceleyle dedi ve kazana döndü. – Konuklar, aslında, çay uzun süre bekliyorlar. Hadi git, sofraya koy.

– Size bir ricam var, – Onlar bahçesine geçtiği zaman Aybarşa söylemeye devam etti. – Annemin iki çocuğu aldığını da istiyorum. Bunun için size rica ediyorum: bizim aulumuza gelebilir ve annemi ziyaret edebilir misiniz? O da hazırlı olsun...

Kalakay’yı görünce ikisi de sustular. O geniş ve nezaket gülümseyerek kapının yanınday durdu.

– Ne oldu, canım benim? – o teklifsizce dedi. – Ziyaret etmek için çağırdı, ama kendisi bir yerde kayboldu. Biz yemek istiyoruz.

Onun şakası anlamadılar ve Matrona bile dudağını ısırdı. Kadınları sessizce eve girdiler.

Kalakay durdu ve düşündü: “Hiçbir şey, hiçbir şey! Tüm olması gerektiği gibi gidiyor. Daulet cepheye gidecek ve oradan dönmeyecek. Yani, her şey vakit ve metanet ile ilgili. Vaktim ve metanetim yeterince var”.

Bu tüm zaman o özel bir şekilde Aybarşa ile davrandı. Onunla sevgi ile konuşmadı. Ona duygu ya da niyetleri hiç göstermedi. Hatta iş konuşması ile sık sık seslenmedi. Şimdi ilk kez o resmi ilişkiler dışına gitmek cesaret etti. “Her şey nasıl bozmamak”, – huzursuzca düşündü.

Matrona ve Aybarşa mutfağa girdiğinde Pahmet Gülnar’ın yatak odasından çıktı. Yüzü ciddi ve hatta sinirli oldu. Açıkçası, odaların ıssızlığı ona etkilenmişti. Ancak onun duyguları hiç göstermedi. Yemek taşıyan kadınları görünce gülümsedi.

–Biliyorum, biliyorum! – o kazana başını sallayarak dedi.–Bu benim geçmiş zamanlardaki. Ben o kırık bir ayak ile bir benekli kısrak olduğunu bile hatırlıyorum. Ve Anatoliy Kondratyeviç şişman olmak için üç ay boyunca onu mısır ile beslendi. Sonunda o böyle oldu. O bile hareket olamazdı. Biz şimdi en yavan kısmı yiyoruz.

– Fakat, burada dört parmak üzerine yağ var, – Kalakay Matrona’yı kibarca teselli etti.

Rahmet başkalar hakkında konuştu artık.

– Ben yatak odasına gittim ve düşündüm: sadece bir ay önce tüm şehirde bu evden daha eğlenceli yoktu. Ve bu iki hafta bile buraya gelmekten korkuyordum. Issızlık korkunç bir şekilde etkiliyor. Ama bugün Aybarşa, bana söyledi: Matrona teyzem yanına gidelim, o törensel ziyafeti düzenliyor, siz olmadan geldiğime izin vermedi. İşte ben geldim.

–Size teşekkürler, – Matrona teşekkür etti ve hatta Rus geleneğine göre biraz eğdi.

Öğle yemeğinden sonra Matrona Aybarşa’nın atı eyerledi ve Daulet’in gelişini duyurmak için çiftliğe atladı.

O hafifçe korktu: kente gelen çiftçiler Sırbay saksaulina olarak bu düzeltmek olmadığını söylediler. Hem Tarbiya hakkında farklı bir şey bildirilmiştir. Önce sarı, bitkin olduğunu ve öldüğünü söylediler. Sonra onun sakinleştiğini bildirdi, çünkü insan her şeyi alışır! Şimdi Matrona, Sırbay’ın tarlaya gittiğini ve yaşlı kadının evinde kalan yalnız olduğunu duydu.

Nasıl onu karşılaşacak? Bu konuda özellikle endişeliydi. Bunun hakkında şöyle böyle düşündüm. Daha önce, o çocuğu kıskandı, şimdi o benden ne istiyor? Çocuk onun yanında! –kendi kendine dedi. Ama başka bir düşünce onun başına geldi ve onu daha fazla karıştı.

Baycan ayrıldıktan sonra yaşlı kadın çocuğu bıraktıysa, kirli ve aç – şimdi evsiz olduğu gibi yürüyordu. O zaman ne yapmak zorundadır? Evlâdı nasıl alacak? Muhtemelen, skandala gitmek zorunda kalacak, sadece alıp götürmek zorundadır.

Tarbiya ile, bu arada, böyle oldu.

Baycan ve Gülnar’ı istasyona geçirdikten sonra, o Aybarşa’ya dedi:

– Canım, şimdi Bahıtjan’ı alıp gitmeye sıkılıyorum. İhtiyar ile ne olacak? En azından Baycan’nın dönüşüne kadar burada kalmak zorundayım. Sen de o ihtiyarı sakinleştirmek için iki ya da üç gün için kal.

Aybarşa başını salladı.

– Memnuniyetle, – o keder ile cevap verdi, –işte çok işim var. Zaman husursuzdur. Tüm kalpler yerinde değillerdir. Çok dikkatli olmalıyız. Hayır, ben burada hatta bir gün kalamam. Ya siz, elbette, kalın, Baycan’nın döneceğini bekleyin.

Tarbiya’nın korkuları gerçekleşmezdiler. Anatoliy Kondratyeviç daha kendi içine çekilmiş, soluk ve bitkin oldu, ama pas vermezdi. Hatta iş yerine her zamanki saatinde geldi. Sonra Tarbiya Bahıtjan’ı onunla alıp gitti. İhtiyarın kendisine hâkim olduğunu gördü. Kazakların bir atasözü var: “Çocuklu ev pazar, çocuksuz ev – mezar”.

Gerçekten, Baycan’ın evi bozkırındaki Kazak boş ve yalnız mezarına benzer oldu. Fakat Tarbiya’nın hanesi hemen canlandı. Çocuğun her hareketi, onun tatlı konuşması, yatakta sürünmesi yaşlı kadının gülümsemesi ve hayranlığı uyandırdı.

Yakında aniden çiftliğe Aybarşa geldi. Dametken’nin keçi yavrusunu keseceğini ve Tarbiya gelecek kaynanasını çağıracağını istedi.

Ziyafet harika çıktı. Yaşlı kadınlar tüm gece konuştular, o kadar özlemini çekiyorlardı. Onların konuşma ortasında Aybarşa aniden dedi:

– Ama ben sizinle hoşnutsuzum. Evet, evet, çok hoşnutsuzum! – o aksi aksi surat astı.– Siz sözünü unuttunuz.

– Ne sözüm, güneşim benim? –Tarbiya endişele dedi.

– Daukeş vedalaşırken ne söylediğini hatırlıyor musunuz? “Ben cepheden döndükten sonra, size tek bir şey sorayım – bahçem ve meyve fidanları ile ne oldu? Onların otuz adeti var, sulayın ve bakın, lütfen. En az bir kuru olursa, ben darılacağım”. Böyle mi dedi?

– Doğru, böyle, Ayım? – Tarbiya diye doğruladı.

–İşte o gider gitmez, siz ise her şeyi unuttunuz. – Aybarşa devam etti. – Onun ayrılma gününden itibaren, siz bile ağaçları hiç sulanmadınız. Arık boşaltmış, ot kurumuş. Döndüğünde oğlunuza ne dersiniz?

Bu konuşmadan sonra Tarbiya arıkları tertemiz temizledi ve her gün tayin saatlerde suyu boşalttı. Baycan’ın bahçesine de baktı.

Aybarşa onun arkasında gidip dedi:

– İyice, iyice bakınız. İşte savaş bitecek, Daukeş geri dönecek, onu ne ikram edersiniz?

–Evet, evet, – Tarbiya başını salladı. – Bizim Daulet’imiz dönecek, dönecek.

O kadar çalıştı, sanki tam hasretini unutmuştu.

O hasretini çekecekti ve ağlayacaktı, ama zamanı yoktu. Hem bahçe, hem de Bahıtjan – tüm için gözler ve eller gerekiyor; izleyemezse – beladır. Cepheden endişe verici haberler geldiler, vedalaşırken Daulet’in söylediğini hatırladı: “Annem, – ona dedi, – sadece umut kaybolma. İnan ve her şey iyi olacak”.

Ve Tarbiya inanıyordu. Hatta bir an içinde neşeli inancını kaybederse, sadece Allah onunla ne olacağını bilir.

Matrona bahçede onu buldu.

Matrona deneyimi bir kadındı. O eski Kazak atasözlerini iyi biliyordu: “İyi haber varsa – iyi bir onur olur”; “Iyi bir kelime ile ve bir yılan deliğinden dışarıya çıkar”. O yaşlı kadına şu müjde söyleceğini kendini sakinleştirdi. “Ona diyeceğim – Daulet gelecek, ama nerede ve nasıl gidecek – ona söylemem. Bilmem ve yeter”. Sonra Matrona kendisini nasıl davrandığını düşündü: girer girmez hemen öncelikle suyunşi[25] – iyi haber için bir hediye isteyecek.

O atını kırbaçla vurup bahçeye dörtnala gitti.

– Suyunşi! Suyunşi! – eyerden diye bağırdı.

Tarbiua’nın canı oynadı ve o doğruldu. O hemen Matrona’yı tanıdı.

– Suyunşi! Suyunşi! – Mtrona bir daha tekrar dedi. – Suyunşi olarak bana ne verirsin?

– Ne istersen, al! – Tarbiya çabuk cevap verdi ve gözlerini parladılar.

– Daulet gidiyor! – Matrona dedi.

– Oh, bunu nasıl biliyorsun? – Tarbiya diye bağırdı.

– Telgraf geldi.

Yaşlı kadın bir çapa ile durdu ve daha şaşkın huzursuzca Matrona’ya baktı. Ve aniden gözleri kısrağa ve binicinin eyerine düştü.

– Seni kin buraya gönderdi? – o diye sordu.

– Aybarşa. O, sizin her şeyi bıraktığınızı ve oğlunuzu karşılamak için istasyona gittiğinizi istedi. İşte ben dörtnala gittim.

– Ama o nerede?

– Baycan yanında kaldı.

Tarbiya sadece omuzlarını silkti. “Neden Aybarşa bu haber ile kendisi gelmedi?” – gözleri söylediler. Bu makul bir soruydu, ama Matrona sonuna kadar onun düşünmesine izin vermedi.

– O hızlı, daha hızlı gitmek emretti. Akşama kadar orada olmak zorundasınız.

Tarbiya hala çapa eğilerek onun önünde duruyordu.

– Belki, onu bir yere gönderiyorlar mı? – o ısrarla ve bile bazı sabırsızlık ile sordu.

– Ah, neden beni sorgularsınız? –Matrona ona öfkeyle elini salladı. – Neyi bilmiyorum? Aybarşa bana dedi: “çiftliğe dörtnala git ve Tarbiya’ya oğlunun gittiğini söyle”. Bu kadar. Ben ata atlayıp dörtnala gittim. Sizi mutlu etmek için sabırsızlanıyordum. Ya siz, teşekkür etmeye yerine hoşnutsuzunuz.

– Eh, affet beni, canım, – Tarbiya hemen yumuşadı. – Çok teşekkür ederim! Kusura bakma, ben o kadar mutlu oldum, hemen anlamadım. Odaya gidelim.

Onlar girdiklerinde, bir onur yerinde yatan Bahıtjan, gülümsedi ve kapıya süründü. Tarbiya bir eli ile onu sarıldı, ve diğeri ile perdeleri kaldırdı. Hemen aydınlık ve güneşli oldu.

Matrona çocuğa baktı. O çok değişti:bronzlaşmış, daha güçlü oldu, hatta biraz büyüdü. Şimdi onun babasından ve annesinden ne sahip olduğunu açıkça fark edmektedir.

Babasından kısa bir kalkık burnu, sivri uçlu çenesi oldu. Bahıtjan yuvarlak geniş alnındaki kalın kaşları ve yuvarlak siyah gözleri annesinden geçti. Bebeğin ağzı güzeldi, kadın gibi oldu, ama göğsü geniş ve dışbükey babasına benzer oldu.

Gülümsediğinde onun yanakları gamzeler tıpatıp Gülnar gibi vardı. Gamzeler annesine çok yakıştı ve o bu güzel alameti oğluna verdi.

Matrona Bahıtjan’a baktı, onu kollarına almak için cazip oldu. Tarbiya bunu fark etti ve gülümsedi.

– Bak, sana küçük elleri uzanıyor. Aha, yakınları tanıdı, bebeğim tanıdı! Özledin! Hadi git, onun yanına git. Seni seviyor.

Matrona Bahıtjan’ı alıp çok çok öptü. Yanaklarından gözyaşları aşağı aktılar.

Sonra kucaklayıp oturdular ve kalp kalbe konuştular.

– Kusura bakma, ben önce sana göz ucuyla gördüm, – Tarbiya dedi. – Sen “kafırsın”, bizce yabancısın, ama çok iyi bir kadınsın. Sana bakıyorum – benim oğlum var, sen yalnızsın. Oğlum gitti, ama Bahıtjan kaldı. Sen ise evsiz bir yetim gibisin – tüm boş evde yalnızsın. Eh, iyi ki, Baycan ve Galeçka gibi insanları buldun. Seni çok üzgünüm. İnan bana, yalan söylemem.

– Teşekkür ederim, canım, – Matrona diye cevap verdi. –Benim de senin önünde günahım var. Sen ve ben Allah’a inanıyoruz, ama Allah sen ve ben farklı annelerin doğmuş olduğunu birbirlerine şüpheyle bakmaya izin vermez. Kendin düşün. Anatoliy Kondratyeviç “kafır”[26] ve kocan - müslüman. Hadi, ayır onları! Anatoliy Kondratyeviç Sırbay’yı bir rus üzerine değişir mi, acaba? Bahıtjan’a bak. Allah kendi bilmez – o “kafır” veya müslümandır. Ancak sana hiçbir fark yok. Eğer onu bir özbeöz ile değişmek önerirsem, sanırım, özbeözü almazsın, değil mi?

– Allah, Allah, ne diyorsun sen?– Tarbiya öfkelendi. – Ben bin müslüman üzerine oğlanımı dünyada değişmem!

– Ben, – Matrona diye devam etti, – komünistlerde ne beğeniyorum: beyaz, siyah, sarı, hepsi toplam kardeşleri kabul ederler. İşte bu gerçek insancıllıktır. Ha – müslüman, “kafır”, hıristiyan – bu saçmalık değil mi? Tüm insanlar, tüm milletler!

Tarbiya bunu da kabul etti, ancak hâlâ sustu.

–Tabii ki, saçmalık, – Matrona tekrar dedi. – İnsanların kendileri arasında kavga etmek için bu bölmeleri düşündüler. Ve insanlar buna inanmışlar, hangi sebeple olursa olsun, onlar bilmiyorlar. İşte ben görüyorum: çocuk sende iyidir! Sen öz anne gibi ona bakıyorsun, besliyorsun. Ben ne yapayım, kıskanıyım mı? Onun hayatında olmak – en önemlidir. Ben...– ve aniden ağlamaya başladı.

– Ağlama, ağlama, affet beni, eski aptalım, – Tarbiya dedi. –İnsanların arasında aptallık çok var. Hadi kucaklaşalım, daha iyi olur.

Onlar kucaklaştılar. Onlar biraz sakinleştikten sonra Daulet ile karşılaşma ve işler hakkında konuşmaya başladılar.

– Bak, ne çıkıyor, – Tarbiya düşünceli söyledi. – Kocam ve Aybarşa’nın annesi harman kaldırmada. Aulda hiç kimse yok. Kocam yanına kimi göndermek, bilmiyorum. Gideyim, bakayim, belki birisi bulurum. Hem de yemeliyiz. Yiyelim ve yola çıkalım.

Böyle soruyu çözüldüler. Tarbiya yaşlı bir adam buldu, ona bir atı verip Sırbay yanına gönderdi.

Onlar çay içmeyi bitiriyordu, ve haberci geri döndü. Yüzü endişeli ve aptalca oldu.

– Ne oldu? – Tarbiya endişeli dedi. Kocam ile bir şey mi?

– Hiç gitmek istemiyor. Kendi gitmez ve Dametken’i bıraktı.

– Keşke kafası orada bıraktı, kalpsiz !– Tarbiya öfkeyle dedi.– Demek, öz oğlusundan çiftliğin tahılı daha değerli mi?

– Belki, sen kendin mi ona geleceksin? – Matrona ürkekçe dedi.

– Hayır, onunla, bu saksaul duygusuz ile, hiçbir şey yapamam. Bu soruda şeytan da yardımcı olmayacaktır. Kendi gidelim.

Tarbiya yemeği pişirdi, ama zaten hiç kimse onu yemek istemedi.

Matrona ata bindi, Tarbiya ise Bahıtjan’ı kollarına tutup deve üzerinde tırmandı.

Almalık’ a akşam geldiler. Onların karşısına Baycan’ın evinden birisi çıktı. – Kim o? – Matrona diye bağırdı.

– Ben, ben, Matrona İvanovna, – karanlıkta Baycan’ ın sakin bir sesi çıktı.

Çocuğu ağlamaya başladı.

Baycan deve yanına koştu, dizgin onu aldı ve dizlerinin üzerine düşmek için çekmeye başladı. Ama deve bunu istemeden “off” dedi ve Baycan’ın yüzüne doğru tükürdü.

– Canın çıksın! – Baycan diye bağırdı ve yüzünü tutundu, sonra o kadar deve çekti ki, o hemen düştü.

Ancak o zaman Tarbiya Baycan’a çocuğu uzattı. O akşam serinliğinden soğuk ve dolgun olduğu iki yanağına öptü.

– Yolun nasıl geçti, canım? – Tarbiya deveden inerek sordu.

– Teşekkürler. İyi. Kocan nasıl?

– Benim kocamı hiç kimse çalmaz, böyle gibi insan hiç kimse’ye lazım değil, – Tarbiya terbiyesizce cevap verdi. Baycan anladı: kadın kocasına çok kızdı.

– Peki ,Gülcan ne yazıyor, – Tarbiya, Gülnar’ı zamanki şefkatli adlandırarak sordu.

– Hiçbir şey, – Baycan kaçamaklı cevap verdi. – Canlı ve sağlıklı.

– Off ya, sağlıklı mı? – yaşlı kadın şüpheli tekrar sordu.

– Sağlık gibi. Hastanede, – aniden ve bir anda dedi. – Kurşun girdi ve çıktı. Onlar diyorlar – kurşun delip geçti. Ama, hiçbir şey. O hafif yaralandı gibi sayılıyor.

– Allahım, – yaşlı kadın dehşete dedi.

–Hiçbir şey, hiç. Şimdi o yine iş yerinde.

–Onlar en kurşunlar altında mi giderler? Onlara vurdular mı? – korkuyla Tarbiya sordu.

– Kurşunlar altında mı yoksa yok, ama bazen yaralıları yangından çekmek zorunda kalır. Hiş bir şey yapamaz. O doktor.

– Ay, Gülcan, Gülcan! – Tarbiya nefesi çekti. – Nereye gittin, ya? Savaşmak - bu kadın’ın mı işi? Hasta burada da çok.

– Daulet Taşkent’ten çıktığını doğru mu? – Baycan başka bir konuşmaya çevirdi.

–Doğru, doğru, – Tarbiya cevap verdi ve az daha ağlamaya başlayacaktı.

– Tamam, tamam! – Baycan dedi, – Ağlamak olmaz. Onun başına felâket mi çağırmak istiyorsunuz?

– İstemiyorum, istemiyorum! – Tarbiya korkuttu. – Sadece canlı olsun ve geri dönsün.

– Tabii ki, dönecek. O gerçek bir jiğit – yüz kişiyi öldürecek, ama kendisi canlı gelecek. Tamam, şimdi bölgesel komite gidiyorum ve sonra buluşuyoruz. Ben de onu görmek istiyorum. İşte anaftar.

– Hafif yemek istemiyor musun? – Matrona diye sordu.

– Vaktim hiç yok, Matrona İvanovna. Bölge komitesinden talefon ettiler, Ukrayna katarı geldi, onu karşılamak için istasyona koşuyorum.

Bölge komitesinde Baycan Rahmet’i, Aybarşa’yı, Kalakay’ı ve işçilerden birisini bulundu.

– Bak, canım, – Pahmet hemen iş başı etti. – Hemen istasyona en az beş kamyon göndermesi gerekmektedir. Ama senin muhasebeci bir eşek gibi dinlenmiş. Bir şarkı vardı: Hiçbir yakıt yok, bu kadar.

– Ancak doğru diyor, hiç yakıt yok, – Baycan gülünseyerek dedi.

– Ama benzin iki ton nasıl sarf ettin?

–Hayır, bunu veremem. – Ben Çimkent’ten çimento taşıyacağım. Zaten bir belge yayınladı. Almazsak – boşa gidecek.

– Boşa gitsin! Onu şeytan götürsün! – Rahmet tutkuyla bağırdı. Kime daha acıyorsun, kişi mi yoksa çimento mu? Ben bir şifreli mesaj aldım – yolda çoçuklar onlarca ölüyorlar, ya sen çimento hakkında merak ediyorsun! Bir saat içinde gelmezsen, ben polisi çağırıp tüm arabalarını çekecektim. Muhasebeci ise mahkeme altında. Ve bu kadar, bu kadar! – Baycan’ın itiraz ettiğini görerek bağırdı. – Bu kadar! Hiç bir kelime etmeden bize altı araba verirsin.

– Şimdi ikinci, – sekreter söylemek devam etti, – Senin daireni biz yetimhane ofisi için alıyoruz. Tamam mı?

– Tamam, – Baycan cevap verdi.

– Üçüncü, ama bu arzum. Biliyorum, sende bir Rus kadın çalışıyor. Önce o büro işçisi oldu, doğru mu?

– Doğru!

– O dürüst, eğitimli, kendini temiz tutan bir kadın mı?

– Evet, daha iyi gerekmez.

– Onun adı Matrona Yakovlevna mı?

– Evet, Matrona Yakovlevna Nikolayevna.

Rahmet yazdı.

– Neden bunu sordum, – not defteri saklayarak dedi. – Biz onu çoçuk kantininde kullanmak istiyoruz. – Bazı çocuklar bu bölgede kalacaklar.

– Ama onun için nasıl karar veririm? – Baycan ellerini kaldırdı. – Ben bir şey biliyorum: kabul ederse, ondan daha iyi bulmazsınız.

Herkes gittikten sonra, Aybarşa odasına geri döndü.

– Ağay, – Rahmet’a başvurdu. – Biliyor musunuz, ben herhangi bir işten asla reddetmedim, ama şimdi... Yarın sabah Daulet gelecek. Açıkçası, biz platformda onunla buluşacağız. Aynı zamanda çocuklarla katar da gelecekse, bir velvele başlayacak, o zaman ne olacak?

Rahmet ellerini kaldırdı.

– Ben ne yapayım? Ben icat etmedi, büro karar verdi.

– Büro! – Aybarşa dedi. – Ama benim durumda girmek zorundadır (o başını eğdi, omuzları irkildiler). Belki, asla görüşmeyiz.

– Ne kadar sulugözlüsün sen, yoldaşım, kız komsomol! Rahmet ona gelip saçlarını okşadı.

– Vay, vay, ağlama, vaktinden önce damatını gömme. Savaşta hepsi ölmezler. Birisi geri dönecek. Biliyor musun: «Kim şarkı ile yürer, o asla hiç bir yerde kaybetmez» Bunu unutma.

– Siz bana propaganda yapmayın, – aniden Aybarşa öfkeyle dedi. – Ben de diğerlerine bunu diyorum. Bir tek isteğim var – bize vedalaşmak izin veri misiniz?

– Tamam, tamam, – Rahmet tekrar söyledi, – Biz elimizden geleni yapacağız.

Katar gece geldi.

Baş-katmanlı, komsomol örgütünün sekreteri Natalia Osipovna Poleşçuk – oldukça genç bir kız altı yetimhaneden çocukların geldiğine haber verdi.

Yol çok zordu, onlar defalarca kabuklu oylandılar. Birkaç vagon Alman bombalar toprak ile karıştırdılar. Üç ay boyunca yolda birçok çocuğun terk etmek zorunda kaldılar. Ulaştı olanlar çok zayıf oldular ve zorlukla hareket ettiler. Şimdi Poleşçuk vagonları yedek yola koymak, sabah çocuklarını beslemek ve ancak ondan sonra yüklemeyi başlamak teklif ediyordu.

Böyle yaptılar.

– İşte Ağay, – Aybarşa ilk uğraştırıcı işlerden sonra söyledi. – Şimdi Daulet’i buluşabilir miyim?

– Evet, şimdi boş zamanın var. Ne istersen yap.

Aybarşa’nın tarafına Poleşçuk geldi.

– Benim size ricam var, – Aybarşa’ya başvurdu. – Görüyorum, siz askeri karşılaşmak için gidiyorsunuz. Belki, yerlerimizde olacak. Size adresimi ve fotoğrafımı veriyim, ya siz ona teslim eder misimiz? Kim bilir, belki de tesadüfen o benim ailemden birisiyle görüçecek... O zaman... – gözlerini doldu.

– Peki, – Aybarşa çabuk cevap verdi. – Yazınız, her şey teslim edeyim.

İstasyon kaynadı. İnsanlar her yerde sürekli gidip gelirler. Römorkların demiri sert çınlamaya başladı ve lokomotif düdükleri çaldı.

Trenler, ortalama her on dakikada geçerdiler. Sadece bazıları çok kısa bir süre için gözaltına aldılar. Başkaları takır takır yanından geçmiştiler. Kim bilir, belki, trenlerinden birisinde Daulet geçti mi?

Aybarşa askerlerden bir şeyler öğrenmeye çalıştı, ama hiçkimse bir şey bilmiyordu. Diğer askerler ondan güldüler. Burada tanıdık bulmak mümkün mü? İğne ile kuyu kazmak!

Ama sonra başka bir katar geldi. Hareketi durdurdu. Kırmızı vagonlardan askerler atlamaya başladılar.

Aybarşa işbu kaynayan insan denizinde hemen kaybolmuş. Orada Özbekler, Tacikler, Kırgızlar, Ruslar, Kazaklar hepsi vardı, ama Daulet’i yoktu. Hiç kimse onun hakkında bilmiyordu. Çok sordu, ama onunla konuşmak istemediler, tüm insanlar bir yere acele ediyorlardı.

O zaman bir kampana çaldı. Sonunda tüm umudunu kaybedip Aybarşa çılgınca platform arasından bağırdı:

– Daulet!

Yanında duranlar ondan korkup sıçradılar, birisi gülerek alnına bir parmak koydu. O gerçekten bir deli gibi görünüyordu. Ancak o şimdi bunu fark etmedi...

– Daulet!! – o daha yüksek ve umutsuz sesle diye bağırdı. Aniden, sanki çok uzak bir yerden tanıdık bir sesi duydu:

– Aybarşa!

Tren zaten hareket etmeye başlattı, yük vagonlar gırıl gırıl diye ses çıkardılar. Askerler hareket halinde trenin içine atladılar.

Biri onu itti ya da o kendisi güçleri kaybetti, ama aniden o düştü. Fakat bu durumda, hala başını kaldırıp üçüncü kez onun en değerli adını haykırmak istedi – ama yapamadı. Bir şey boğazını sıktı ve kelimeler hançeresinde takıldılar.

Böyle nefesi tutarak ve ağlayarak orada yatıyordu, yanında yeşil, sarı ve kırmızı vagonlar hızlı, daha hızlı hareket ediyorlardı.

O zaman, kişinin güçlü elleri onu yakaladılar ve taşıdılar. Bunu fark etmedi, ama başını dönerken tanıdık bir yüzünü görince sadece söyledi:

– Daukeş!

Islak asfalt üzerinde çizmeler ile gürleyerek ve treni yetişerek onunla koştu. O ağır değildi, ancak tren hızlı gitmeye başladı. Zaten bütün gücüyle koşmak zorunda kalıyordu.

Geçen vagonun kapısında kalabalık olan askerler gülerek ona bağırdılar:

– Hadi, buraya onu ver!

O zaman bir kolu serbest bırakıp korkuluğu yakaladı. Onun vagonda kendisini nasıl bulduğunu ve Aybarşa’yı iskenle üzerine nasıl koyduğunu o zaman ve daha geç hatırlamazdı.



On beşinci bölüm

MUCİZEVİ TEDAVİ


Çoçuklarla katar bir gece çıkmaza koydular.

Bütün yapıldıktan sonra, Rahmet vagonun salonuna gidip görevlilere şöyle dedi:

– Şimdi çocuklar uyudular, gece yarısından sonra vakit. Görüyorum, ve siz zorlukla ayakları üzerinde tutuyorsunuz. Bu nedenle, uyumaya gidiniz. Bugün bizim sağlık personelimiz görev yapacaklar. Bölge Komitesinden, siz Kalakay yoldaşım kalacaksınız.

– Fakat bizim insanlarımız da var, – Poleşçuk ürkekle söyledi: –Yoldaşı endişelenmemize gerek yok.

– Tabii ki, ben burada gereksizim, – Kalakay bunu onayladı.

– Eğer ben seni burada bırakmak istersem, – o tekrar söyledi,– Rahmet kuru kuru dedi, – demek, sen gereksiz değilsin.

– Peki bildiğiniz gibi, – kızgınca Kalakay söyledi. – Ama doğruyu söylemek gerekirse, ben burada kalmaktan korkuyorum, çünkü burada kalan hiçkimse için cevap veremem.

Rahmet’in ağız kıvrımları seğirdiler, ama hiç bir şey söylemedi, sadece keskin döndü.

– Peki, yoldaşlarım, – o tekrar söyledi, – rahatına bakınız. Sizi daha rahatsız etmem.

Yerleşmeye başladılar.

Öğretmenler ve sağlık çalışanları üçüncü sınıf vagonları aldılar. Kompartımanlar arasındaki geçişler çarşaf ve battaniye ile çekilmişti.

Herkes gittikten sonra, Natalia Poleşçuk biraz gecikti.

– Ya siz? – Rahmet ona sordu.

– Ben sizinle konuşmak istiyorum, – o çekingen yanıtladı. Olabilir mi?

– Buyurun, ben hizmetinizde!

– Fakat siz gülümsemeyin! – o kızardı. – Benim en sevdiğim kahraman Çernişevski'nin “Ne yapmak” eserinden Rakhmetov’dur. Düşünüyorum, siz ona çok berzersiniz. İnanın bana, lütfen, bu bir iltifat değil, benim ne hissettiğimi diyorum.

– İnanıyorum, – Rahmet cevap derdi ve dülümsedi. Kız biraz tereddüt etti.

– Benim kompartımanımdaki bir çocuk bulunduğunu fark ettiniz mi?

Rahmet başını salladı.

– Bu benim öz kardeşim. Üç yaşında artık. Ben onu elli mil ellerimde taşıdım.Ve şimdi onun ne olduğunu bilmiyorum. Bu sabah o çok kötüymüş, çok... Onun yanına gitmem gerekiyor, ama ben korkuyorum, belki o ölmüş.

– O bir şey yedi mi? – Rahmet diye sordu.

– Pirinç suyu ile birkaç kaşık yedi.

– Bunu yeter! Demek, hayatta olacak.

– Ah, keşke bu kadar oldu! – o bir inilti ile dedi.

–Öyle olacak, – Rahmet gülümsedi. Ancak, o sadece sakinleştirmek için böyle dedi. Çocuk çok tükenmişti ve küçük iskelet gibi görünüyordu. Büyük siyah gözleri yuvarlak hafifçe deri ile kaplı olan kafatasında korkunç parladılar. “O şimdi canlı mı?” – Rahmet düşündü ve Poleşçuk’un elini tuttu.

– Hadi, gidelim, beraber bakalım.

Kompartımanda tamamen karanlık oldu. Sadece mum tütsüledi. Rahmet onun cebinden bir feneri çekti ve iskeletin başını üzerinde tuttu. Çocuğun tapınağına parmaklarını dokundu ve biraz kırılabilir damarları hissetti. Sonra Natalia’ya fısıldadı;

– Canlı!

– canlı, canlı! – Rahmet tekrar söyledi. – O bile uyku sırasında iyice terletti. Bakın!

Natalia çocuğun alnına dokundu, doğru – çocuğun deri ıslak oldu.

Onlar kompartımandan ayak uçlarına kalkarak dışarı çıktılar.

– Şimdi, izin verirseniz, ben gideyim! – Rahmet Natalia’ya elini uzattı.

– Aman Tantım, size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum! – Natalia vagonun kapısına kadar geçirerek cevap verdi.

– Önemsiz bir şey, uyumaya gidin.

Natalia kompartımana gitti. Karanlıktan Kalakay ortaya çıkmış ve Rahmet’in yanına gitti.

– Ben burada mı kalmak zorundayım?– o diye sordu. – Ama neden, neden?

– Ben, canım, sana şaka yapmak istemiyorum!– Rahmet kuru bir sesle cevap verdi. – Bu katar koruyacaksın, anladın mı?

– Doktorlar ve hemşireler ne yapacaklar?

– Kesinlikle senin için geçerli değildir. Katar için bana cevap verirsin.

– Siz beni bir belaya çektiniz, – Kalakay elini salladı. –Burada onları besleyelim, sonra onlar ölecekler, ya ben her şeyden sorumlu olurum

– Hayır, kardeşim, benim ve senin kafaları var. Beken’ ı tanıdın mı? O yaşlı bir sağlık memuru. Tanıdın mı?

– Tanıdın.

– Ben onu buraya çağırdım. O deneyimli bir adam, dünyada her şeyin gördüğü gibi görünüyor. O bize emretti: çocuklara sadece pirinç suyu ile beslemek. «Çocukların mideleri sağlamlaşırken o zaman diğer gıda hakkında düşünelim», dedi. Biz böyle yaptık. Kim daha güçlüdür, onlara lapayı verdik. Önce ben de korktum. Sağlık memuru her şey iyi olduğunu dedi. Yani, sen de korkma. Peki, görüşürüz! – elini uzattı ve sonra hemen gitti.

Kalakay ayağa kalktı ve arkasına bakıp aynı biçimde kapının önünde kaldı. Onun özel bir nedeni olmuştur.

Bu gece, bu istasyonu üzerinden Daulet geçecek. Aybarşa onu karşılamak gidecek. O düşündü, sadece gitmek – elbette, en zekidir. Burada ne yapabilir? Başka bir adamın en sevilen kızını öptüğüne bakmak mı? Gitmek, ve bu kadar!

Fakat o kaldı. Rahmet gittikten sonra, o trenden atlayıp kalabalığın içinde kayboldu.

Karşılayıcılar pek çok oldu. O dikkatli etrafına bakıp gezdi. Aynen öyle. İşte, Aybarşa, platformda duruyordu. Onun yanına iki kadın var. Kalakay bir telgraf direğinin arkasına gidip izlemeye başladı.

Yakında askeri kademe geldi.

Aybarşa tren boyunca koştu. O bir soba ile vagonun açık kapısının içine bakarak hat boyunca koştu, askerlerin yüzlerinin içine baktı.

Damadı yoktu.

Kalakay hareketsiz duruyordu. Hasret gitti, onun yerine neşeli bir öfke ortaya çıktı. “Ara, ara, – o diye düşündü, – o da buraya koşuyor”.

Tren uzun süre kalkmadı. Güç sesle bronz kampana çaldı, lokomotif öfkeyle ve kısaca ona cevap verdi, tren hareket etmeye başladı.

Kalakay saklandığı yerden çıkmak ve Aybarşa’ua yaklaşmak istiyordu, ama o aniden bağırdı ve vagonlar için koşmaya başladı.

Umutsuz bir şey bağırdı, belki, isim ve kelime değil. Onun göğsünden bir çığlığı kaçtı, ve o anda vagondan bir adam çıktı. Kalakay onu görmüyordu ve tanımıyordu – o çok uzaktı. Ancak hemen anladı: bu Daulet oldu.

Sonra Daulet Aybarşa’yı yakalayıp vagon için koştu. Birisi onlara bir el uzattı, ve tren onu ve Aybarşa’yı taşıyarak hareket etti. Kalakay bunu da gördü.

Kalakay öfkeyle küfretti, o döndü ve çocuk katarına doğru gitti. Ancak, çocuklarla dolu vagona gitmek istemedi. “Off, eve gitmek”, – o diye düşündü. Ama gidemez. Rahmet bilecekse, canını çıkaracak. Böyle durumlarda o her zaman acımasız.

Kalakay ceketinin ceplerine ellerini koyup vagon boyunca yürümeye başladı. Rüzgarlıydı, ancak tatarcık ve sivrisinek bulutlar gibi uçtular. Orada kötü ve bataklık bir yerdir. Kalatay hummadan korktu.

“Eh, iyi değil. Hiç bir şey yapamam. Vagona gitmem gerekiyor”, – diye düşündü ve çoğunluğa atladı.

Sessiz ve karanlık oldu. Sessizce yürüyerek o sandalyeye ulaşıp oturdu. Onun kulaklarının üzerinde şapkasını çıkarıp uyumaya çalıştı.

Natalia ayak seslerini duydu ve düşündü: “belki, kalmış bir nöbetçi yürüyor”. Ve hemen aklında başka bir fikri geldi:

“O burada kalmak istemedi. Bile gitti”.

Ayağa kalkıp koridora baktı ve gördü: aynı adam oturup uyudu. O hemen daha iyi hissetti. En azından bir yaşayan kişi, ancak işbu ölü krallık arasında bulunmaktadır. O kadar alçakgönüllüdür.

Olsa bile bir çarşaf yaymak istemedi, ama sessizce sandalyeyi atıp oturdu, yüzüne şapkasını çıkardi ve uyudu. Burada olduğunu iyidir. Şimdi, eğer onun kardeşi ile bir şey ortaya çıkarsa...

Ve aniden onun küçük kardeşi ile hiçbir şey korkunç olacağını açık anladı. O mutlaka, mutlaka iyileşecek, çünkü tüm korkunç bir şey geride kaldı.

Gecenin geri kalanı uyumadı, ancak oturup düşündü ve hatırladı.

Natalia Osipovna Poleşçuk sadece yirmi yaşı oldu. O Balta şehrinde yirminci yılında doğdu. O üç yaşındayken, şehrinde ayakkabıcı olarak tanıyan babası aniden ölmüş ve annesi Jitomir şehrine taşınmıştı. Orada onun kardeşi yağamış ve küçük bir fabrikada çalışmıştı. Amca da oradaydı, sessiz ve kayıtsız insan – o kızı hiç fark etmemişti. Ama teyze sırf cadı gibi oldu. Sonsuz kavgalar başladılar. Sonunda, annesi Nataşa’yı yetimhaneye vermiş, kendi ise evlenmişti.

On yedi yaşındayken, Natalia yetimhane okuldan mezun oldu ve Kiev Pedagoji Enstitüsü’ne birinci sınıfa girdi. O mükemmel okudu. Ve ikinci sınıfta bir yetimhaneye pratik yapmak için gönderildiği zaman onun o kadar hoşuna gitti ki burada kaldığına karar verdi.

Yetimhane binası bahçeler içinde oldu ve Dnipro yüksek kıyısında durdu. Kiev çok yakındı. Yetimhanede örnek niteliğinde bir çiftlik oldu. Buraya genç kadın öğretmeni annesini ve üvey babasını çalışmak için düzenledi. Natalia 21’nci Haziran “pek iyi” notlu son sınavı geçti.

Ertesi sabah, ilk Alman uçakları Kiev’e uçtular. Enstitüyü kapattılar.

Öğrenciler dağıldılar. Natalia onun yetimhaneye yürüyerek gitti.

O geldiğinde, binanın yerine siyah, duman çıkarmış kalıntılar oldular. Tek bir canlı ruh yoktu. Tüm canlı orman içinde sığındılar. Alman bombalar tamamen Natalia’nın anababası yaşadığı barakasını yıkıldılar. Onun ahali ile ne olduğunu hiç kimse bilmiyordu.

Bir kaç saat sonra ormanda Natalia küçük erkek kardeşini buldu. Oğlan uyudu. O onu kollarında alıp yolu devam etti.

Çocukları tahliye edilmek gerekiyordu, ama tüm yollar patlandılar. Natalia mültecileri katıldı ve hem araba ile, hem makine ile hem de yaya gezdi. Sadece bir kaç saat içinde yaklaşık yüz kişi öldü. Kursk şehrine kadar bir ay boyunca gittiler. Orada bir katara yüklendiler.

Fakar o zaman yolculuk kolay olmamıştır. Yol trenler doluydu. Katarlar haftalarca çeşitli istasyonlarda durdular. Gıda bitti. Çocuklar aç oldular. Bir ay sonra onlar Penza şehrine geldiği zaman çocuğun beş yüz sayesinden sadece yarısı canlı kalmış. Yetimhanenin müdürü, bazı öğretmenler, personelin yarısı, ya arkasında kalmışlar ya da bombalama sırasında ölmüşler.

Penza şehrinde çocukları saydılar ve banyoya gönderdiler. Sonra onlar diğer yetimhanedeki çocuklar ile Orta Asya’ya tahliye edildi. İşbu çocuk takımının Başkanı Natalia Poleşçuk atandı. İşbu katarın güzergah planı Kızılorda – Penza olmuştur.

Ve bir kez daha sert haç devam etti. Ancak gıda sağlanması iyileşti, ama ilaçlar bittiler. Katar Kızılorda’ya geldiğinde çocuğun bin sayesinden sadece yedi yüz kişi canlı kaldılar.

Bu zor günlerde, daha sık sık Poleşçuk Dnipro nehrini hatırladı. Sanki o nehrin aşkından daha büyük bir sevgi yoktu.

Jitomir şehrindeki okuldayken, işbu nehrin güçlü güzelliğine gıyaben aşık oldu. O Gogol okurken, nehrin güçlü güzelliğinden hatta nefes tuttu. “Bunu kemdim görmek istiyorum”, – o düşündü.

Onun dileği gerçekleşmiştir. Tüm öğrenci yılları Nataşa Dnipro nehrin yanında geçtiler. Kaç defa o onun berrak, serin sularda yüzmüş! Kaç defa onun yeşil kıyı çayırları üzerinde dinlenmiş, onun ormanlarda gezmiş, kız arkadaşlarla bağırmış, ormandan dönerken o çilek ve böğürtlen dolu bir sepeti taşımıştı! Kaç şarkılar o açık çayırda ve ormanda seslendirmişti! Ve eğer savaş başlamazsa, o Dnipro nehri ile ayrılmış mı?

Dnipro yerine Natalia Sırdarya nehrinin sarı sularını ve sonu olmayan bozkırları gördü.

Natalia coğrafya kötü biliyordu, ve Kazakistan hakkında sadece hatırladı: sıcak topraktan, bozkırlardan ve kumlardan oluşturulan bölgedir. Artık tüm birinci elden gördü. Bozkırlar herhangi bitki örtüsü yoksun, ölü, sonsuz oldular. Kum ve taş – bu kadar! Çiçekler az oldu. Nereye bakarsın – kavurucu bir çöl, ne bir kuş, ne bir hayvan, ne de bir insan yoktur.

“Kim burada yaşabilir, acaba?”, – hayretle ve üzgünle düşündü.

– Umut kaybetmeyin, –hayatında çok görmüş deneyimli uydulardan bir adam ona söyledi. Kazakistan – dünyanın tam bir parçasıdır. İşbu bozkırı gidince çayırları görebiliriz, çağırların arkasında dağlar gökyüzüne kadar yükselirler. Sonra göller deniz büyüklüğü gibi, denizlerin arkasında yine ormanlar, nehirler ve denizler var.

O coğrafya ders kitaplarında bunu biliyordu, ancak bu çöllü ve lanetlenmiş kumlarda bir şey gerçekten büyüleyici olmuş. Onlar hayatın her anlamı sildiler. Yani, sonu ve sınır olmadan onların ölü, dikenli otlar ile ölü boşluk germek olacağını düşünülür. Ve onların arkasında hiçbir ormanlar, hiçbir çayırları veya dağlar yoktur. O en azından Sırdarya nehrini görmek nasıl istiyordu.

Onun adı okuldan hatırladım. Tabii ki, Sırdarya nehri Dnipro nehrine benzemez, ama o da nehirdir. Nerede nehir var, orada yeşiller de vardır.

İşte vagonun pencereleri altında bir nehir ortaya çıktı, ama tren aynı bozkırlarda gitti ve hiç bir şey değiştirmemişti.

Zavallı bozkır nehir! Sakin çamurlu sular yavaşça hareket etti ve çevresinde aynı gri kum vardı.

Ancak, Karmakçı’dan sonra sazlar karşılamaya başladılar. Ama çok ilginç, bu saz kuru tuzlak üzerinde büyüdüler.

Onlar oldukça uzun boylu ot gibi, bodur, düşük, gerçek değil.

Onlara bakarak Natalia Dnipro hatırladı, hatta gözyaşları gözlerini doldurdular.

O sabah erken uyumaya gitti ve geç uyandı. Onun yanında insanlar durdular, onlardan arasında dünkü jiğit ve pirinç lapası dağılımında mevcut olan yaşlı sağlık memuru oldular. Rahmet de oldu.

– Nasıl uyudunuz? – Natalia Kalakay’a sordu.

O hemen cevap vermediği için onun kötü uyuduğunu anladı. Belki o hiç uyumadı. Ancak o neşeli ve sağlamlı cevap verdi.

– Çok iyi uyudum. Bakım için teşekkür ederim.

– Ne kadar iyisiniz! – duygu ile dedi.

– Aha, – Rahmet gülümsedi ve yüzü zevk ile kızarmış. – Ne halkımız var, görüyor musunuz? Önemli değil, katlanırsınız! Daha bizi bırakmak istemezsiniz. Kalatay bizde gerçekten iyi bir insan. Sizce nasıl?

Natalia gülümsedi ve Kalakay yanına iki elini uzattı.

– Peki, çoçuk nasıl? – Rahmet diye sordu.

– İyi, iyi, –yaşlı sağlık memuru dedi ve sert eliyle onun küçük kardeşinin alnını dokundu. – Canlı olacak, jiğit.

Natalia korkuyla düşündü: “Ne oldu, neden hepsi burada topladılar?”.

Yaşlı sağlık memuru onun dikkatini çekti ve güldü.

– Korkma, kızım! – o dedi. – Diyorum ben, şimdi kardeşi canlı olacak. Ben darbe test ettim ve hatta iyi, düz darbe. Geçenlerde kalın pirinç suyu içti ve şimdi dinleniyor. Onu bırakın!

Natalia eğildi ve baktı. Oğlan uyumadı. Gözleri dünden daha parlak parlıyordu, yanaklarında allık gibi bir şey ortaya çıktı. Oğlan başını çevirdi ve sessizce dedi:

– Nataşa!

Daha bir şey söylemedi, ama o anladı – kardeşi ona dedi: “korkma, canım, şimdi her şey iyi olacak”.

– Nasıl?– sağlık memuru diye sordu. – Ne dersiniz, o iyi mi?

– Evet, belki, iyi! – Nataşa cevap verdi.

–Belki değil, kesinlikle daha iyi görünüyor! – hatta ihtiyar ona bağırdı. – Eğer ben dersem, canı olacak, demek, canı olacaktır. Onun gibi insanlar için pirinç suyudan daha sağlıklı dünyada hiçbir şey yoktur! Pirinç – ölümden en iyi ilaçtır!

– Ya siz, aziz yoldaşım, uzun süre uyudunuz – Rahmet şaka ile dedi ve Natalia’nın gözlerine saati getirdi. – Bakıyor musunuz, saat iki, artık! Ben ikinci defa buraya geliyorum. Sizi uyandırmak istemedim. Vagonda hiçkimse yok, sadece siz kalsınız.

– Nasıl olur? – Natalia korktu.

– Öyle! Siz bu kızı tanıyor musunuz?

– Dün tanıştık, – Nataşa şaşkın dedi. Hâlâ kendine gelmedi. –Siz... kusura bakmayın, adınız ne?

– Aybarşa Sarımsakova – Aybarşa gülümseyerek kendisini tanıttı.

– Siz Aybarşa, dün birisi karşılamak gittiniz mi?! Nasıl, selametle mi?

– Tamamıyla. Kızılorda’a kadar onunla gittim. Ben sadece geri döndü. Bütün gece uyumadım – o neşeyle ekledi.

– Zavallı benim!

–Önemli değil, –Aybarşa onu sakinleştirdi. – Bazı günlerde beklenenden daha uyuyoruz. Peki, eğer tanıştıksa, iş başı edelim. İlk olarak, tanışınız. – Aybarşa yaşlı bir Kazak’ı ileri itti, – benim annem Dametken.

– Çok memnun oldum! – Nataşa gülümsedi ve elini uzattı.

Dametken çaresizce Aybarşa’ya baktı. Tanımayan Rus kızın uzanmış eliyle ne yapılması bilmiyordu.

– Ona elini verin, apa. Çabuk, verin, – o sizinle selamlaşıyor, – Aybarşa çabuk fısıldadı.

Yaşlı kadın utanarak Poleşçuk’a eli uzandı ve o sıcak onu sarstı. İkisi de gülümsedi.

– İyi – Rahmet dedi.

– Jaksı[27] – yaşlı kadın dedi.

– Şimdi iş böyledir. – Aybarşa diye devam etti. – Yoldaş Rahmet talimat verdi – çok zayıf çocukları bakım için isteyenlere vermek. Bu yüzden sizin küçük kardeşinizi almaya karar verdim. Siz uyurken ben ise uzun bir süre ona baktım...

– Teşekkürler! – Natalia nazikçe ama kararlı onun konuşmasını kesildi, – affeder misiniz beni, lütfen, ama ben onunla ayrılamam.

– Ama neden ayrılmak? – Aybarşa neşeli diye sordu. – Hayır, siz de kalsınız. Evde sadece ikimiz: ben ve annem. Ama biz iyi yaşıyoruz. Dördümüz olacaktır. Annem için bir evlât lazımdır!

– Oh, canlı olacağına inanmıyorum! – Natalia içini çekti.

– Ancak, inatçısınız, – sağlık memuru kaşlarını çattı.

– Affedersiniz, Nataşa, – Aybarşa usulca dedi, – Sizin adınız, Nataşa, değil mi? Bizde bir atasözü var: «Çok yollar ayak basılmamış, çünkü farklı iri parçalar varmış». Anlıyorum, ilk önce sizin için burada zor olacaktır. Sırdarya Dnipro değil. Söyleyecek hiçbir şey yoktur.

Natalia nefesi çekti.

– Neden nefes çekersiniz, ben de anlıyorum, – Aybarşa diye devam etti. – Kime Anavatam değerli değildir. Bu yüzden Sırdarya’mızı seviyoruz, ve hatta sizin güzel Dnipro üzerine asla değişmeyiz. Ancak, ben düşünüyorum: burada kalırsınız ve bakarsınız, ve sonuçta onu da seversiniz. İşte Baken baba, böylece, bizim sağlık memurumuzun adıdır. O şimdi size ne dedi – pirinç suyu – ölümden ilaçıdır. Ancak bu ilaçın vatanı bizim Sırdarya’mızdır. Ve bu ilaç sizin kardeşinizi kurtaracak.

On altıncı bölüm

TÜM RUHUMDAN

Sagduyulu, kalıcı ve tedbirli bir adam hakkında şunları söylemişler: «Deve onun üzerinde geçerse o hareket etmemiş». Rahmet hakkında şöyle demişler:

– O genellikle öfke hiç bilmiyor! Bölge komitesinin iki sekreterleri, Rahmet ve onun selefi karşılaştıralım. Birinci, onun için birşey yapılmazsa, o kadar skandal yapar, o kadar bağırır ki kulaklarını tıkayıp kaçmak lazım. Diğerler asla sana “sen” demez. Sabah onun yanına giderken o nazikçe “siz, siz”, ve ellerini alır. Akşam da ayne “siz”. Evde de “siz” ve “siz”, hiç kimse “sen” söylemez. Aullarda ondan korkmuyorlar, o herkesle konuşabilir. Bir atasözüne göre yaşıyor: “Gelini yürüyüşüne göre, çobanı ise sopasına göre tanıyorlar”. O nasıl çalışıyor! Ondan önce bizim ilçemiz kuyrukta oldu, Rahmet geldiğinde birinci yılda ilçemiz ön plana çıktı.

– Evet, o dalga geçmez! – diğerleri söylediler. Bir atasözü var: “Laf etmediği kenarında sadece ipten örülmüş pabuçlar ile böbürlenir”, ama bizim sekreterimiz onlardan biri değil. Herhangi bir uzmandan daha iyi kendi işi bilir. Onunla kim tartışacak?

Rahmet hakkında Böyle bahsederler, ve doğru söylerler.

Onun nezaket, incelik ve tevazu yapmacık değil. Bu nitelikler onun ilkesine dayalı edildi: bolşevik bir eğitimci olmalıdır. Rahmet öyley oldu. O öğretmen her öğrencinin psikolojisi içine almak gerektiğini biliyordu, çünkü her kişi kendi karakterini, kendi iradelerini, kendi zayıflıklarını ve avantajları vardır. Eğer kişi incelenmezsen, ona nasıl yakın gidersin? Nu zor bir iş oldu, ama Rahmet üzülmezdi. Sık sık Abay’ın sözlerini aklına geldiler:

“Öğretmen kutsal eğitiminde yorulmaz olsun”,

Rahmet yorulmaz oldu.

Nezaket onun alışkanlık haline, onun ikinci doğası gibi oldu. Savaş, tabii ki, dünya ve insan hakkında onun görüşünde çok değişiklikler yaptı, o da kendisini çok değişti. Daha önce, şaka yapmak ve gülmek için istekli neşeli bir adamdı.Ne konuşması olursa olsun, her zaman gülümsedi. Şimdi o kendi içine çekildi, ciddi ve hatta sessiz haline gelmişti.

– Vay, vay, sekreterimiz değiştirdi! – bazı şaşırttı.

– Değiştirmemek olmaz! – diğerleri itiraz ettiler. – Burada sadece değiştirmesi olabilir! Bunu bizim için zor ve onun için kolay olduğunu düşünüyor musun? Bizimden daha fazla kaderine düştü.

– Tabii ki, – üçüncü başlarını salladılar, – şimdi mutlu olmak için bir şey yoktur. Kim insanlarla birlikte yaşar, onun hastalıkları ile acı çekir. Yardımcıları yoktur. Hadi, bölge ile tek başına başa çık! Kuş hakkında demişler: «Kanatlar ile çok hızlı gider, ama kuyruğa düşer». Kanatlar – onun insanlarıdır, şimdi kaç insanları var?

Bu, Rahmet’in ani bir değişikliğinin nedeni oldu.

Bir gün Baycan ile konuşurken, o dürüst ve açıkça her şey ona anlattı. Baycan o anda işçilerin sıkıntısı hakkında şikayette bulundu.

– Şimdi bölgesel komitesi bu işine karıştı, insanları vermek söz verdiler, – Baycan sertçe dedi, – ancak önceki tempolarına ben inanmıyorum. İnsanlar daha az kaldı ve böyle değil...

Rahmet masanın üzerindeki sınırlanmış kağıt yaprağını kendi taşındı ve şöyle dedi:

– Şimdi ne bel bağlayabileceğimizi tam sayalım. İşte, bakınız. Bölgemizdeki otuz iki kollektif çiftliklerinden yüz seksen altı kişi orduya gittiler. Benim kuruluşumda iki sekreter, üç şube müdürü ve iki hoca yetmez. Yönetim kurulunun bazı bölümlerinde başkanlar da yoktur. İlçe arsa bölümü, gerçekten, ne kadar önemli bir parça, ama orada da sahibi yoktur. Eski gibi sahibi nerede bulurum? Altın gibi adamdı.

– Evet, onu tanıyorum. Onun gidişi – büyük bir kayıptır, – Baycan dedi.

– Evet! Eski başkanı – kafa oldu. Her şey bilir, her şey yapar! Son zamanlarda ordudan bir mektup gönderdi. Yazdı: Alayın komiseri olarak atanmıştır.

– Hızlı! Maşallah!

– Ne demek hızlı! O bir asker, İç Savaşı üyesidir.

– Öyle mi?

– İşte sana, öyle! Ama onu tanıdığını söylüyorsun. Hatta üniversiteden Kızıl Hassa Ordusu içine ayrıldı. Bu nedenle, o üniversiteden mezun olmadı. O Su Yönetimi Enstitüsü'nde eğitim alırdı. Terhisten ve Taşkent garnizonunda üç yıllık hizmetinden sonra nedense, sınavı geçti ve diploma aldı. Sonra bizim ilçemize tarım uzmanı olarak onu gönderdiler. Sen bunu bilmedin mi?

– Bir şey biliyordum, tabii ki. Onun bir tarım uzmanı bizde çalışmış olduğunu biliyordum. İç savaşta onun katılımı ile ilgili bilgi sizden ilk kez duydum.

– Çok kötü! Demek insanlara dikkatle bakarak incelemezsin. Ancak, o pek çok laf etmek sevmedi. Sadece çiftçilerle saatlerce konuştu. Ve onunla iyi bir mekanizma içinde gibi tüm çalışıldı. Gitti o, ve mekanizma durdu. Ve kimi atamak ben hiç bilmem.

– Neden önce onun için rezervasyonu yapmadınız?

– Hadi, böyle gibi rezervasyonu yapmak dene! O benimle hiç konuşmadı. Gitti artık. Şimdi onun yerine hayvancılık departmanı kıdemli bilimsel bir çalışanı atadım. O diyaretli bir kadın, ama aynı değil. O uzmandır, tarım uzmanı değil – bu beladır. Ve ne oluyor – savaş için ekmek gerekir, ancak ekmek büyümek için bir akıllı tarım uzmanı gerekir. Ve herhangi akıllı değil, mutlaka çok tecrübeli tarım uzmandır. Fakat böyle tarın uzmanı nerede buldum? İşte senden tavsiye sormak istiyorum. Aklımda olan tek kişi var. Fakat o saygılı görünmüyor. Ama daha iyisi olmadığı için... Ona bakmak gerekiyor.

– Kimdir?

–Kalakay.

– Ne diyorsunuz? Kalakay Artıkov? – Baycan korkmuş bir yüz yaptı, hatta kasvetli Rahmet gülümsedi.

– Beğenmez misin? – o diye sordu.

– Hayır! Beğenmem. Ona suçlandıramam, ama o diğerleri gibi değil... Fakat, onu atamaya karar verirseniz, benimle bunun hakkında konuşmanız gerek yok!

– Çünkü sonra senin şaşırmadığını istemiyorum. Kaşlarını çatma, çatma. Yapabileceğimiz bir şey yok ki. İşte biz Sırbay’ya bakalım. Ondan daha iyi kim bizim ilçemizi bilir. Ona yeryüzünde bir avuç getirirse, o görünüş ve koku ile onun nerede bulunduğunu fark edebilir. İlçe arazi bölümünün şefi olarak onu atarsak, hemen her şey boru içine uçacaktır. Demek, onun bilgileri başka. Onun bilimi yok, Kazaklar dediği gibi bir “kara tokmağı” ve “keçe kitabı” var. Bize en yüksek dereceli uzmanı gerekiyor. Burada sezgi geçmek olmaz. Bilgiler gerekiyor.

–Evet, doğru, – Baycan diye kabul etti.

Rahmet kalkıp Baycan yanına taşındı.

– Ama ben biliyordum, neden Kalakay karşı çıkıyorsun. O arkadaşınızın gelinini beğeniyor. Ama bu saçma! Aybarşa onu yakın yanına yaklaştırmaz.

– Fakat, Aybarşa durumda değil, – Baycan düşünceli ve sakince yanıtladı. Ben dünyanın değişeceğini biliyorum ama bu kız değil. Ama bu adayınız, çok dürüst değil. Tüm onun mağduriyetleri için Aybarşa’ya intikam almaya başlayacak. Ancak İlçe arazi bölümünün şefi az mı zarar verebilir? O zaman ne olacak?

– Saçmalıyorsun, canım! Gözlerimiz yok mu, acaba? Biz onun ellerine vuralım, parmakları düşecekler. Ve ikincisi, sen onun çok kınıyorsun. O çok zor biyografi ile bir adam – yetimhane yetimidir. Böyle gibi insanları biz eğitmek zorundayız.

Baycan Kalakay hakkında konuşmasından bıltı ve kısa söyledi:

– Peki, siz daha iyi bilirsiniz. Ben kişisel onun alyehinde olmadığımı söyledim. İyi çalışacaksa – güzel olur.

– Peki, o zaman bitti, – Rahmet diye karar verdi, – katlanacaksa, iyiy olsun, yoksa yok – bir saat kalmaz. Sadece değişiklik hakkında dikkat çekmek gerekiyor. Aybarşa itiraz etmezse ben onu hidrolik mühendisleri için kısa süreli eğitim kursları göndermek istiyorum. Ne düşünüyorsun?

– İyi bir fikir. Ben onun itiraz edeceğini sanmıyorum, – Baycan cevap verdi. – Kızılorda’nın yüksek okulda özel altı aylık kursu var. Oraya onu gönderin.

– Tamam, ve bunu da biz karar verdik. Onu karşılayıp konuşayım.

–Şimdi, senin işleri hakkında. Bugünki tren ile sen Kızılorda’ya gidersin. Bölge komitesinin başı bölgedeki işçiler toplamaya söz verdi. Bütün bu hafta boyunca tamamlamak gerekiyor. Toprak donmadan önce başka bir kolu yapmamız gerekir. –Ayağa kalkıp elini uzattı. – Tamam, görüşürüz.

Baycan gitti.

Rahmet, Büro üyeleri ile telefon edip Kalakay’ın atanmasını onayladı, sonra onu çağırdı. Kalakay sekreterin ofisine gittiği zaman, sekreter onun anketine baktı ve yeni gelen herhangi bir dikkat vermedi. Kalakay bile terledi.

–Yoldaş tarım uzmanı, işlerimiz nasıl? – Rahmet masaya anket koyarak, nihayet, sordu. – Toprağın sürmesinin planı nasıl gidiyor?

Kalakay hafifçe ellerini yayıldı.

– Fena değil gidiyor, – o dedi, – ama arazi yeterli değil. Alanlar eski, orada zemin zayıf, kolun daha hızlı süreceğini bilinmemektedir.

Rahmet kalktı ve büyük bir kanal planı asılı olan duvara gitti. – Şimdiye kadar, – o dedi, – biz bu yere yolu geçmek başardık. Böyle bir kısa süre içinde bitirdiğimizi hiç kimse düşünmedi. Bak, hatta bittiğimiz karayolu hemen tarım arazilerimizi ikiliyor. Yani, çalışmak için bir şey var.

– Doğru! – Kalakay destekledi ve söyledi: yolda çalışma devam edecek mi?

– Tabii ki, hatta yüksek bir tempo ile. Bölge tüm alanlarda insanları toplamaya söz veriyor. Sol kolu üzerindeki arsa – onu biz döşeceğiz – on beş bin hektara kadar sürer. Gelecek yılda en az üçte biri oranında tohumlanacağız. Bu demek – ilçemizin ekili alanı hemen yüzde seksen oranında çoğalacaktır.

Rahmet masa etrafında yürüdü ve onun yerine yine oturdu.

– Yani, bir bolşevikler gibi güçlükleri ile mücadele edeceğiz, değil mi? – o Kalakay’a sordu.

– Evet, – Kalakay diye cevap verdi.

– Ve çalışmanın temel ağırlığı ikimize düşecek.

Kalakay sessizce durdu.

– Neden bana düşecek, sen anlıyorsun. Fakat neden ben seni yardımcı olarak alıyorum, anlamıyorsun. Sence neden?

–Çünkü ben tarım uzmanı mıyım? – Kalakay gerçekten hala ona gerekli olduğunu anlamadam sordu.

– Sadece değil! – Rahmet dedi. – Bu sebeple değil. Biliyor musun, ilçe arazi bölümünde hiçbir başı yoktur?

– Nasıl, yoktur? Orada bir parti işçisi oturuyor.

– Kişinin uzmanlığı yoksa, parti üyelik tasarruf olmaz. O – hayvancılıktır, ama bize tarım umzanı gerekiyor. Tarım alanında ilçe arazi bölümü en önemli organdır. Bilmeyen insan orada oturacaksa, tüm bölgeyi zor bir duruma düşürebilir. Bu nedenle, bir uzmanı seçmek gerekir.

Rahmet Kalakay’a baktı. Kalakay düşündü: “O benden ne istiyor? Ne gerekiyor?”.

–Peki, öyle uzmanı aramak gerekir, – o kayıtsızca söyledi.

– Ben ise arıyorum, – Rahmet cevap verdi. – Dinle. – O Kalakay’ın otobiyografini alıp okumaya başladı.

“Ben, 1917 yılında Kızılorda bölgesinde, Yanı-Kurgan ilçesinde, şimdiki "Jan-Talap" kolektif çiftliğin toprakları üzerinde doğdu. Babam Bay’ın çobanıydı. Ben dört yaşındayken, o tifüsten öldü. Bir yıl sonra, annem öldü. Üçümüz kaldık. Babam çalıştığı Bay, bizi defetti. Sonra küçük kardeşi öldü. Şefkatli bir adam beni ve ablamı alıp Arıs’teki bir yetimhaneye götürdü. Bir kaç ay sonra, benim tek ablam öldü ve ben yalnız kaldım. Sonra...”

Rahmet otobiyografi bir parçası koyup Kalakay’a baktı.

– Tüm detayları ben bilmedim. Demek, beşikten ihtiyacı vardı! Evet, bu iyiy bir okul! Peki, o zaman her şey kendiliğinden açıktır. İşbu yetimhanede okulu bitirdin, sonra üniversiteye girdin. Öyle mi oldu?

– Öyle!

– Eğer Bay Çarlık zamanında seni kapı dışarı ettiyse, sen yüksek öğrenim alamayacaktın, ve tüm açlıktan ölecektin. Yoksa yok – tüm yaşamın boyunca Bay kayışını çekecektin, ve baban gibi evinin eşiğine yanında ölecektin. Doğru mu?

– Doğru, tabii ki.

– Bunu unutma! – Rahmet otobiyografisinin bir levhası üzerine yine eğdi.

– Gençlik Tüm-Birlik Lenin Komünist Birliği’nin üyesidir. –Komsomol deneyiminin beş yılı. Fena değil, Kasım 1939 yılından aday deneyimi. Vay canına! Neredeyse üç yıl.

– Son zamanda parti üyeliği dilekçesi yazdım.

– Bunu da biliyorum. – Rahmet biraz sessizce anketi okudu ve sonra onu itti.– Peki! Sana doğru söylüyorum – bir şey senin içinde ben çok beğenmiyorum. Hayır, herhangi bir suç veya affedilmez yapmadın. Ama dikkat et! Düzeltilmezsen, senin tuhaflıklar senin için iyi yol açmazlar. Ben sana açıkça söylemeliyim.

Kalakay gülümsedi.

– Gülümsüyor musun? – Rahmet kaşlarını çattı.

– Sadece beni yanlış anlamayın. Bir hikaye hatırladım. Bir polis memuru, bir köylü kızı aşık olmuş, ama o zaten başka adamı sevmişti. Bir gün polis memuru adamı çağırıp söylemiş: “Hadi, canım, eşyalarını topla ve bir saat sonra burada ruhun da olmadı” “Ama neden?” “Ya seni kim bilir, kimsin? Belki, hırsızsın”. “Allah için, yoldaşım polismen. Ben hırsız mıyım?” “Hırsız değilsin, ama gözlerin hırsızlı!”

– Tamam, – Rahmet dedi. – Devam etmek gerek yok. İşbu hikayenin ahlaki açıktır. Ama ilk önce, senin aşk ilişkileri bilmiyorum ve bilmek istemiyorum. Duydun mu!

–Ya ben... – Kalakay kekeleyerek dedi.

– Sus! Çene kapat ve dinle, sana ne diyorum! Sen – bolşeviksin, bolşevik ana özelliklerinden biri – her zaman kendilerini yönetmesi yeteneğidir. Ama gerçek sabrın yok; iş ve kendin için kasten kritik bir tutumu yoktur. İşte birinci sana ne demek istedim.

– Sizde ikinci mi var?

– İkinci de söyleyim. Sen, bir yankı gibisin, kim ne dedi herkese cevap verirsin. Tamam. “Halkın sesi – Allahın sesidir”, ama arkasında gitmek, rastgele kapris yapmak, bir yandan diğerine sallanmak... Hayır, bu bolşevik işleri değil.

– Eh, siz parçalara beni sökmeye başlarsınız, hadi devam edin, – Kalakay dedi. Bunu oynak ses vermek istedi, ama yüzünde şehit olan surat ekşetme ortaya çıktı. – Bir şey daha var mı, acaba?

– Sen acele etme, tersleme. Daha da var, – Rahmet barışçıl yanıtladı, –Ben kötülükle değil, ama dostluk ve görev dışında sana bunu diyorum. Ben sana söylemem: Beni dinle, Kalakay, senden daha zekiyim. Ama senden ben daha tecrübeli – bu gerçektir. Hâlâ sen sadece sıradan bir stajyersin, ama uygulama ve teori birleştirmen gerekiyor. Öyle yoldaş Stalin bizi öğretiyor. Kazak atasözünü hatırlıyorsun: “Çok yaşayan bilmez çok gezen bilir”. Ben senden daha çok gördüm, bunun için seni da öğretiyorum.

– Tartışmam yok.

– Ve böylece – dördüncü: parti bizi belirli bir kampanya gerçekleştirmek için koymadı, ama kitleleri eğitmek için koydu. Fakat öğretmen olmak için, çok iyi huylu olmak zorundadır. Her şeyi örnek olmalıdır. Sadece yüksek ahlak duygusu olan kişi bir öğretmen olabilir.

– Başka bir deyişle, sadece benim ahlaki karakterim yetmez olduğunu söylemek istiyorsunuz.

– Hayır, bunu söylemek istemiyorum, – Rahmet cevap verdi– Ben de öyle düşündüysem, biz konuşmayacaktık. Komünist ne olması gerektiği sorunuza cevap verdim. Ben seninle konuşuyorum çünkü, birinci: biz parti üyeleri olarak, birbirlerinin hatalarını düzeltmek zorundayız, ikinci: büro seni ilçe arazi bölümünün başkanı olarak atamak istiyor.

– Büro bana sordu ki, bu atamam kabul eder miyim? – Kalakay aniden diye sordu.

– Kabul ederim yada kabul etmem, – bu konuşma değil. İşi biliyorsun. Savaş değilse, biz tabii ki, başka birini buluruz. Şimdi kimi seçebiliriz. Sen yalnızsın.

Kalakay sustu.

– Yani, bir sonraki Büro kararı onaylanmış olacaktır. İnşallah, çalışabilirsin. Anlaştık mı?

– Bilmiyorum, – Kalakan tereddütle cevap verdi.

– Nazlanma, – Rahmet ciddi dedi. – Ben şimdi seninle ciddi konuşuyorum. Sen uzmansın, yani – ilçe arazi bölümünde korkuluk gibi oturmaya izin vermeyiz, senden her şeyi sıkacağız. Şimdi bir tahıl ve bir kurşun aynıdır. Bunu unutma, – Rahmet kalkıp yine haritaya yürüdü. – Ama ilk önce sol kolu bitirmek lazım. Bu konuya yalnızca en doğru çözümdür.

–Doğru, doğru, diğer alanlar yardım ederlerse, iyi olur, ama yoksa yok?

– Sana söyledim: Bölge komitesi karar verdi. Eğer karar verdiyse, bu kadar. Bölge komitesi hasat sırasında kanalda çalışmalarını askıya aldı ve doğru yaptı. Kaybı olmadan ekmek çıkarmak – en önemlidir. Şimdi hasat bitti. Dün bölgesel komitesinin sekreteri ile telefon ettim. Biz ilk önce aşamanın sonunda tüm işgücünü geçmek anlaştık. Dona kadar sol kolunda işi bitirmek istiyoruz. Baycan işgücü konuyu çözmek için Kızılorda’ya şimdi gitti.

– Kaç kişi verirler?

– İlçemizin çiftçilerinden başka on bin kişi verecekler. Sana yeter mi?

– Oh, o zaman, tabii ki, biteceğiz.

– İyi işte! İlçe arazi bölümünün başkanı – sensin. Unutma! Bu zorlu bir iştir. Cephe için biz tahıl ve hayvancılık ürünlerini verebiliriz. Hepsi bu senin elinde bulunur. Bu yüzden seni azarladım. Sen darılma.

– Önemli değil!– Kalakay diye cevap verdi ve teklifi kabul etti.

Rahmet ayağa kalktı ve yanına oturdu.

– Şimdi, son olarak – Aybarşa hakkında konuşalım.

Kalakay’ın yüzü hemen patlak verdi ve o bir şey söylemek sarsıldı.

– Dur, bekle! – Rahmet onu durdurdu. – Ben biliyorum ki sen onu seviyorsun. Bu senin işlerin. Ben seninle bu konuda konuşmadım, ama: sen onu seviyorsun, fakat o seni sevmiyor. O cepheye gittiği Daulet Syrbaeva’yı seviyor. Sen onu tanıyorsun.

Kalakay sustu.

– Eğer doğruysa, bela ortaya çıkmaktan korkuyorum ben!

– Neden?

– Bunun için. Herkeste özel kibiri ve özel hırsı var. Ama bazen hırs o kadar artar ki her şeyi gölgelemiştir. Doğru beni anladın: Aybarşa’yı aşk olmak sana hiçkimse yasaklamamaktadır. Fakat sadece akıllı ve dürüst ol. O senin yayına geçerken, bırak onu. Geri çekil ve intikam etme.

Kalakay bir şeyler söylemek istedi, ama aniden neşeli kadının sesi ve kahkahası kapının arkasından geldi. İkisi de hemen kapıya baktılar.

– Ağay var mı? – kapının arkasından sordular.

– Buyurun, –Rahmet’in sekreteri cevap verdi.

Açık kapıya Aybarşa uçtu ve Rahmet yanına koştu.

–Aha, suyunşi, suyunşi! – o bağırdı. Kollarında onu yakaladı ve iki yanağına birkaç kez öptü.

Sonra onun kalbine elini koydu ve usulca şöyle dedi:

–Oy, az kaldı ve ben öldüm!

– Ne oldu? – Rahmet sordu.

–İşte, – Aybarşa, onun tunik göğüs cebinden mavi zarfı çekti ve sekretere bunu itti. – Daulet’in mektubudur.

– Ne yazıyor? Cephede nasıl?

– Sonra anlatarım. Ama hatırlıyor musunuz önce bir mektup size gösterdim. Yarın muharebeye gideceğini yazmıştır. O zamandan beri, yaklaşık bir ay sürdü ve ben bu konuda hiç bir şey bilmedim.

– Peki, işte ne oldu?

– Bu ay içinde, – Aybarşa dedi, – dünyasından vazgeçtim. Hatta gözlerinde her zaman bir duman oldu. Ve şimdi.. Ah, ağay, – o aniden gözyaşlarını sildi. – Neden mutlu anlarda aniden acı acı ağlıyorum?

Rahmet ellerinden zarfı aldı, aniden fotoğraf düştü. Onu izlemeye başlayordu. Daulet tankeri olarak çekildi. Şimdi o kadar güçlü ve cesur görünüyordu.

– Afferin sana! – Rahmet dedi. – Böyle tür damadı sahip olduğu gelin çok mutludur. Bakalım, ne yazıyor.

– Hayır, hayır, ben size sonra okuyayım. Ben her şey söylemek sabırsızlanıyorum.– Kalakay üzerine o hiç dikkat etmedi. – O Kingisepp civarında Almanlar ile karşılaşmıştı. “KV” tankında olmuş, o kil gibi piyadeler içine girdi, ve o kadar düşmanları basmıştı, bunu sayılmaz.

–Aklıma sığmaz! – Rahmet sevinçle diye bağırdı.

– İşte, şimdi kendiniz okuyun. Burada! “Lenin Nişanı'na layık görüldü”.

Rahmet okumaya başladı, Aybarşa aniden Kalakay’yı fark etti. O hareketsiz oturdu. Aybarşa, onun pırıl pırıl gözlerini kaldırdığında sanki onu soruyor: “ya sen, neden sevinmezsin?”, o hızla ters köşeye bakışlarını çekti. Böyle bir yüzü oldu ki Ayrabşa hatta yumrukları sıktı. Lanet söylemek istedi. Rahmet değilse, o bu Kalakay’a kesinlikle bir şey dedi.

– Harika! – Rahmet ona mektubu vererek aniden bağırdı. – Gerçekten harika! Bu bir kahramanlıktır!



On Yedinci Bölüm

ÖYLE OLSUN


Daulet orduya ayrıldıktan sonra Dametken Aybarşa kızı ile ciddi konuşmak istedi. Ne olursa olsun, ama konuşmak gerekir. Hiçkimse bilmez ne olacak?

– Tatlım benim, – annesi dedi, – dinle beni. Sen serbest bir şekilde ailemiz içinde büyüdün. Biz hiçbir şey yasaklamazdık, tutmazdık. Bu sözleri unutma: “Eğer kanattan gaga daha güçlü ise, kanat ile değil, gaga ile vur”. Ancak şimdi zaman farklıdır. Şimdi kızı kilit altında kapamaz. Ancak, eski günlerde zengin insanların kızı bizimkiden daha özgür büyümüş. Bay kızının özgürlüğü sadece aile evinin eşiğinde olmuş. Onu evlendirmişler ve sonra her şeyin sonudur. Genç karısı hukuk babasına yaklaşmaktan korkuyordu, şimdi onu "arkadaşı" olarak çağırır. Ama sana söylüyorum, anababalık evi bırakmadığın halde, herker bilir – kimin gelinsin. Senin damadın anababası – açık gönüllü, iyi insanlar, seni çok seviyorlar, ama sen gözlerini aç.

Aybarşa onu kesildi:

– Annem! Neden bunu söylüyorsun? Açık söyler misin?

–Ben açık söylüyorum, kızım. Savaş olmadıysa, biz bir şey hakkında konuşacaktık. Senin zamanı gelecekti, anababalık evinden kocanın evine gidecektin, bu tüm konuşmadır. İhtiyarların ve kocan seni rahatsız edeceğini sanmıyorum, serbest bir kuş yaşayacaktın, ama şimdi...

– Şimdi ne?

–İşte bunu, canım. Daulet cepheye gitti, – Allah beterinden saklasın! Allahım dualarımızı dinlediyse, bir gün bir ay gibi uçacaktı. Ancak kendini korumalısın. İhtiyarın oğlu yok, kızı yerine ol ve unutma – o eski okul bir adam, bu yüzden ciddi ve basittir. Ama sen buna bakmıyorsun. Meselâ, arkadaşın yanına gelecek ve sen onunla el ele gideceksin, tüm aul bunu görecek. Peki! Daulet burada olurken bu önemli değildir. Herkes bilir – sen dürüst bir kızsın, damadın sana inanıyorsa, herkes sana inanacaklar. Şimdi öyle değil.

– Ama şimdi ne oldu, annem? – Aybarşa sertçe sordu.

– Şimdi, sevgilim, senin için her yerde izleniller. Nereye gittin, kiminle gittim? Nasıl davranıyorsun? Bütün tüm önünde, insanlar bunu incelenirler!

–Annem, ağzı torba değil ki büzesin, – Aybarşa kısaca cevap verdi.

– Canım, başka atasözü biliyor musun?: “Dünyada dedikodular yada acı en kötüdür.” Biliyorum, kötü şöhreti kazanmazsın, ama bu iyi değildir.

– Bunu gemek mi istedin? Peki, işte! Ben kötü şöhreti kazanırken o zaman seninle onun hakkında konuşalım, ya şimdi gerekiyor mu? – ve zaten gitmek için döndü.

– Dur, bekle! – Dametken ona bağırdı – Otur! Dedikodu hakkında sen konuşmak başlıyordun, ben ise başka bir şey söylemek istedim. İhtiyarı, diyorum ben, bir şekilde yatıştırmak gerekir.

– Sırbay huylu bir adam, kurnazlık etmeyi bilmez, şakalar da sevmez. O ya sever, ya da nefret eder. İşte seni, meselâ, bu güne kadar öz gibi sevdi.

– Şimdi, nefret eder mi, acaba? Değil mi?

– Nasıl davranacaksın? Eğer iyi ise, neden senden nefret edecek? O dürüst bir adam, bunu söylemek istiyorum.

– Annem, – Aubarşa biraz düşünüp dedi, – Sana çok fazla dedim, affet beni. Ne söylemek istediğini anlıyorum. Korkma, lütfen... Her şey anlıyorum. Dürüst ve iyi bir kadınsın. Ben senden daha kötü yaşamam. Sen şüphe eder misin?

– Hayır, tatlım, şüphem yok, sadece seni öğretiyorum ben. Daha temkinli ol, ihtiyarlar yanında daha sıkı bir şekilde davran, onların seni her zaman görmesine çalış. Bir yere gidersen, onların iznini iste, onlar memnun olacaklar. Biraz sabret! Daulet geri dönerken, o zaman her şeyi telâfi edersin.

Aibarsha yavaş ve düşünceli başını salladı.

– Bunu imkansız, annem. Sen de söyledin: “Eski günlerde değil”. Şimdi tüm erkekler cephede. Kim çalışacak? Kadınlar ve kızlar. Ben ise ustabaşım. Bizim nasıl çalıştığımızı biliyor musun? Sabah gidiyoruz, gece geri dönüyoruz. Koruyucularla gitmeli miyim?

Dametken sustu.

– Ne yapalım! İşte işim! Sadece bir, belki – onların yanında daha fazla olmam gerekir. Onlara danışacağım, onlara her şey hakkında konuşacağım, o zaman her şey yolunda olacak.

Anlaştılar.

Bu sırada, kanalın sol kolunun hazırlanması ve montajı tam oldu. Baycan işçiler için gitti. Ona on bin kişi vaat ettiler. Eylül ayı sonunda geri geldi. Ancak, insanlar beklenenden daha az oldu. O hepsi toplam altı bin işçi buldu. O anda çiftçiler hendek temizliği yaptılar ve onları dikkat dağıtmak imkansızdı.

Onlar her yıl sonbaharda hendekler temizlediler ve bu kesinlikle gereklidir. Keskin, tiz, kuru sonbahar rüzgarları esmeye başlayınca kum yığınları ortaya çıkarlar ve hendekleri örterler. Ama bu belanın yarısı oldu: kum topraktan çıkarmak olabilir. En önemli şey oldu – kumlar otların saplarını, çöpü, uçucu tohumları götürürler ve bazen hendeklerin kenarına kadar doldururlar.

Özellikle bir sürü sorun bir ot getirdi – yaban otunun bir türü. Bu yonca ailesinden dev bir bitkidir. Bu ot tue-karın, yani devenin karnı denir. Gerçekten diğer otlara göre tue-karın koyunların önünde bir deve gibi görünüyor.

Sırdarya yaban otu – yetişkin bir kişi gibi yüksek bir topudur. Onun kalınlığı – iki, üç çevredir.

İşte bozkır üzerinde öyle büyük, tamamem yuvarlak, seyrek örgü bir top yuvarlanır. Hendek ya da derin bir çukur onu durmayıncaya kadar yuvarlanmaya devam eder. Sonra orada yerleşir.

Ve sonra böyle oluyor.

Tue-karın’in kalın, bükülmüş dalları kum, toz ve ince kırmataşı kapatmaya başlar. O zaman bu kocaman bir top dışarı çekmek imkansızdır. Balta ile onu kesilmez – ağaç değildir. Ketmen ile onu dışarı çekilmez – kum değildir. Onu çamur gibi kürek ile dışarı çekilmez. Bile bir deve koşarsa, onu dışarı çekilmek imkansızdır. Üst kısmı yıkar, alt kısmı bir delik içinde kalır. Ancak, üst kısmı yıkmak kolay değildir. Bu ot sapı kurulayıp çelik gibi olur.

Sonbaharda bozkırda ilk soğuk başlarken, tüm tue-karınlar kökten kırıp bozkırdan geçerler. Bunu görmeye değer! Kocaman tue-karınlar öfkeli bir canavarlar sürüsüne benzerler. Bazen görünüyor ki, tüm dev toplar sana uçarsa, seni yere çalıp ölene kadar ezilirler. Toz, rüzgar, ıslık. Düşünebilir: tüm yaşam bilinmeyen canavarlar istilası ile silinmiştir. Hayatta sadece sen kaldın.

Bu otlar güçlü bir yuva bükmek için imkân verilirse, sulama arklarının bütün sistemi ilk yılında bozkır hizasında olacaktır. Bu yüzden çiftlikler sulama sistemi, sonbaharda soğuk rüzgarlar azaltılması sırasında, ve ilkbaharda su başlamadan önce yılda iki kez temizlenir.

Şimdi bu çalışma oldukça alakalıdır: evde kalan çiftçiler yeni sulama arklarını kazmadığını ve eski hendekleri saklamak gerektiğini anlıyordu.

Bu en çok uygun olmayan zaman haber geldi ve tüm güçlü gövdeli insanların güzergâha doğru gitmek gerektiğini duyurdu. Tüm çiftliklerde toplantılar olmuştur.

Birçok "evet" ve "hayır" vardı, ama çoğu karar verdi: gitmek gerekiyor, insanları boşuna toplanmaz. Bu yüzden insanların dağıtımı dışında birçok gönüllü de geldiler. “Lenin jolı” bölgesel gazetesinde bölgedeki tüm gençler için “Key-Togay” komsomol üyelerinin itirazı yayınlandı. Kürek tutabilen komsomol tüm üyeleri inşaat alanına çağrıldı.

Bu itirazın başlatıcısı Aybarşa oldu. Bu itirazı ünlü bir yazar düzenlenir. Mektup inandırıcı ile yazılmıştır bu yüzden kanalında çalışan altı bin insanlardan dört buçuk bin komsomol üyesiydi. Genellikle kadınlar ve kızlar.

Yaşlı adamlar sadece kafasını kaştılar ve utangıç ile sızladılar.

– Peki, bakalım, görelim – dediler – Hngi kanal kadınlar yaparlar. Erkekler olmadan ne yaparlar?

Ama yakında onlar iş iyi yapıldığını fark ettiler, sanki orada sadece erkekler çalışırlar.

İnşaatta komsomol organizatörü olarak Aybarşa’yı atandı. O genel birkaç toplantı düzenledi ve toplantıda aşağıdaki kararı alındı:

1. Direktif organizasyonlarına “sol” kolu “Komsomolsk”’i yeniden adlandırması dilekçesi ile girmek.

2. Dona kadar kanal bitirmek. Her durumda, kışın ve donmuş yüzey katında işler devam etmek.

3. Komsomolsk kanalı on binlerce bitki hektarına sulama sağlamalıdır.

İş aynı anda iki yönde yürütülmüştür. Inşaatçılar ilk ve en önemli grubu kanalın merkezi hattının sol dalı deliyordu. İkinci grup Sırbay’ın ekipleri tarafından başlatılan çalışmalarını tamamladı.

Baycan ana ustabaşı olarak Aybarşa’yı atadı. Sırbay ise önce olduğu gibi baş mühendisin ustabaşı oldu.

Böylece, Sırbay ve Aybarşa farklı nesnelere gittiler. Aybarşa Tarbiya’yı kendine almak istedim, ama Sırbay izin vermedi.

– Hayır, hayır, canım, bile düşünme. – dedi. – Benim karım olmadan nasıl olacağım? Ben, tatlım, yetmiş yaşındayım artık. Eğer gece bir şey ortaya çıkarsa, ne yapacağım? Hayır, hayır, karımı bırak! Ama anneni al. Damekten kadın iyidir.

Aybarşa böyle yaptı. O hem annesini hem onun evlatlığı Iskander hem de çocuğun ablası Natalia’yı yerleşmişti.

Her şey huzurlu ve sakin oldu. Sırbay onun gelecekteki gelini yeterince sevinebilir. Ve aniden birisi bildirdi: Kalakay sığınağın içine gitmek alışkanlığı içine aldı. Son gününde gider ve sabahtan akşama kadar oradan çıkmaz. Orada ne yapıyor, kime gidiyor – hiç kimse bilmez, kesinlikle Baycan yanına değil.

Sırbay önce bu dedikodulara dikkat etmez, sonra biraz düşünmeye başladı, ve sonunda sadece Dametken’e sordu.

Ama o sadece ellerini yayıldı.

– Kızıma dedim ben! Onun bir cevapı var: benim için değil, o Natalia için gider. Ne söyleyim ben! Ben de onun bu Natalia’a bir sinek gibi bala yapıştığını fark ettim. Geldiğinde ondan uzak bir adım yapmaz.

– Peki, öyle ise, – Sırbay biraz sakinleşip cevap verdi – İnsanlar farklı demişler. Sen dikkat et – o gelin. O zaman da... – Ve onun yüzünün önünde çok etkileyici parmaklar ile döndürdü.

– Ve böyle düşünmeye cesaret yok, – Dametken onu diye kesildi. – Böyle bir kuralda onu büyümedim. Hayır, hayır, kötü insanları dinlenme. Allah onların neler konuştuğunu bilir.

O günde Aybarşa ile konuştu, ve hatta onu korkuttu, ama o çok kısaca ve açıkça cevap verdi:

– Sen bana bakma, ben kendim bakabilirim. Ve beni rahatsız etme. Bir delikanlı benim kız arkadaşıma giderse, olsun. Ben buna karşı değilim.

– Böyle olur, – Dametken yine dedi, – ama bu delikanlı iyi değil.

Aybarşa sadece ona elini salladı.

– Biliyorsun, annem, – o heyecanla dedi, hatta gözleri parladılar. – Bir adamda nasıl yanılabiliriz! Ben de onun hakkında nahoş düşündüm. Ama gerçekten öyle değil. Bir adam gibi adam, ve iyi bir adamdır. Yani, yanlış tarafında ben ona yaklaştım. Bizim böyle bir konuşmamız vardı. – O biraz nefesi tutup düşüncelerini topladı.

– İşte o bana ne söyledi: Aybarşa, sen bana karşı yanılıyorsun. Başından beri, bana karşı yanılıyorsun. Bir zamanlar seni çok çok aşık oldum, ama sen bana hiç dikkat etmedin. Hiçbir şey olurdu – diğeri seviyorsun sen, öyle olsun. Fakat neden beni alaya aldın? Sen sadece alay ettin! Aybarşa, o zaman sıkıca kızdım. Senden intikam almak düşündüm. Belki intikam alacaktım. Ama savaş geldi ve hiçbir zaman oldu. Şimdi tüm bu dargınlıklar ve çekişmeler, kabuğu gibi, rüzgar esti.İkimizden herkes çalışıyor, işleri yapıyor. Kavga etmek ve küçük dargınlıklar hakkında düşünmek zaman var mı? İşte, biz birbirimize ellerini uzattık ve kardeşçe öpüştük. Ve yerlerimize geri döndük.

– Öyle olur, –Dametken yine söyledi, – Çok konuşma olabilir. Kimseye güvenme. Biliyorsun sen, dilin kemiği yok.

– Ya sen ona iş yerinde bak, – Aybarşa onun yeni arkadaşının tarafını tuttu.– Bak, onun gündüz gece hiçbir dinlenmesi yoktur. Tüm saçı sakalı uzamış, bazen haftalarca üstünü değiştirmez, tarlalarda uyur, bizzat kontrol eder, diğer tarafta başka bir şey dışına çıkmaz. Hayır, hayır, o böyle değil.

– Peki, – Dametken dedi. – Ancak onun ve Natalia arasında ne var?

–Ne var? –Aybarşa ve yavaşça yine sordu. O başka bir şey düşünüp annesine kuşkuyla baktı. – Sen görüyorsun bir şey var.

– Söyle, söyle, – Dametken onu teşvik etti. – Her şey söyle. Tüm şey gizlemek yok. O benim için ikinci bir kızı gibi.

– Kalakan tarafına o çok bağlı, – Aybarşa sesini düşürülüp açıkladı. – Biliyorsun, Kalakay on iki saat içinde onun ölen kardeşini bırakmadı. O zaman Natalia gerçekten Kalatay’ı aşık olduğunu dedi. Peki, o ilhinç bir erkek. Allah onları mübarek etsin!

– Onların aralarında bir şey yanlış olmayacağını istemiyorum, – Dametken biri düşünüp baştan savarcasına dedi. Aubarşa gülümseyerk elini salladı.

– Natalia öyle değil, – aklına gelini yapar

... Inşaatçılar şiddetle çalıştılar. Herkes kendi çalışmaları ile memnun etti. Sadece bir Sırbay kaşlarını çattı ve homurdandı. Diye homurdandı Ve bu yüzden. Homurdandığını sebebi budur.

Kayıpsız pirinç çıkarıp, kollektif çiftliğin başkanı Masakpay yanına geldi ve dedi:

– Canım benim, harman kaldırma bitti, ekim süresi gelir, ama unutma, bizim pirinç ürünü aldığımız arazi yorgun oldu. Onu işlenmiş fakat ekilmemiş bırakmak gerekir. Çok şükür "Torangul-Cay" etrafında hendeğin kazılması bitmiş ve su gitmiş, orada çok iyi arazi var. Orada araziyi sürmeye başlamamız gerekiyor.

– Öyle, – çiftlik başkanı dedi, – ama yine arazi çıplak elle alamaz. Bu kafa sulama hendeğinden küçük hendekleri kazmak gerekir. Mümkün mü?

– Tabii ki mümkün! – Sırbay şiddetle başını salladı. Sen sadece ekeceğimiz yeri bana göster, ben ise küçükten büyüğe kadar alana göndereyim ve bir hafta içinde bitireceğim.

Ama başkan, her zaman olduğu gibi, Sırbay’ya inanmadı. O kadar hendekleri nasıl kazmaya devam edebilir! O zaman Surbay Rahmet’e doğru gitti, ve o ihtiyarın iradesi yapmayı emretti.

İşte iş başladı. Sırbay sözünü yerine getirdi: o bütün bir kürek ele alanları topladı. Kaç kişi toplanabilir, çok mu? Barış zamanında, çiftlik iki yüzden fazla işçileri verebilir, ama şimdi kim kaldı. Ama bu sadece görünüyordu. Sırbay iki yüz kişiye ketmenler verdi ve alanına getirdi. Gerçekten ak sakallıları ve yaşlı kadınlar da oldu. Ve sadece dün kelebekler peşinden koşmuş çocuklar da oldu, ama bu güç, gerçek iş güçüydü.

Başka bir yerde çalışan Aybarşa bütün bunu bilmiyordu.

Bir gün Rahmet onu karşılaşıp hızla sol kolunda işini bitirmek için hükümetin kararı hakkında konuştu ve ekledi:

– Unutma, insanları toplamak için iki zor sebep var. Birinci, çiftlikten en son iş güçü alıyoruz, ikinci çalışan büyük çoğunluğu kadınlardır. Onlar ise hatta bir gün için ailesinden uzak gitmezdiler. Burada ayrıca bütün yaz için onları taşımamız gerekir. Bu yüzden insanlar bize gidemezler. Ne yapılması gerektiğini tavsiye eder misin?

Birlikte olayların bir dizi planlamaya başladılar, ancak ana bir fikri Aybarşa sundu.

– Bizim komsomol örgütümüz bölgedeki komsomol tüm üyelerini çağırmak gerekmektedir.

Böylece Kazakistan'da iyi bilinen bir çağrı ortaya çıktı. Bu çağrı bir yazar yazmış ve Rahmet, Aybarşa ve diğeri imzalarını atmışlar.

Aynı anda hendekler kazmak için Sırbay işçileri aramaya devam etti. Her zaman olduğu gibi, Aybarşa tavsiye için onun yanına geldi. O Rahmet ile yaptığı görüşme hakkında konuşmak için yaşlı adam yanına geldi.

– Allah işinizi hayre getirsin! – o komsomol üyelerinin işe alım planlarına geldiğinde yaşlı adam kuru dedi, – Bunu karar verirseniz neden sana soruyorsunuz?

– Yani, sevmiyor musunuz, Atke? –Aybarşa ihtiyatlı söyledi.

– İyi bir şey, nasıl sevmiyorum ben! – Sırbay böylece kuru sesiyle diye devam etti. Ama biliyosun sen, diyorlar: “Bir işi bitirmeyince başka işe başlama”. Sonuçta, hem buraya hem de oraya insanlar gerekiyor. Biz gücümüzü bölüşersek hiçbir şey yapamayız. Aybarşa komsomol üyelerini davet etmesi hakkında yaşlı adama söylediği zaman, Sırbay çok kızdın.

– Eh, kızım, sen yanlış bir fikir düşünüyorsun! – o kötülük söyledi. – Açık sözlü olmak gerekirse – yanlış. Sen orada ne istersen yap, ama benim halkım dokunma. Kendim onları sana vermem. Eğer gerçekten seni takip edeceklerse, hiçbir şey yapamam.

Ertesi gün o toplantı yapıldığını ve çağır alınmış olduğunu öğrendi. İlk başta ona zor bir duruma düşürdüğüne inanmadı

– Nasıl olur, – o dedi, – ayrıca arkasına vurmak demektir! İşte benim kızım!

Sırbay adil bir adamdı. Onu hakaret edildiği zaman, o kavga etmedi ve intikam almadı. O sadece ihlalcisi fark etmedi. Aynı o Aybarşa’yı fark etmeye başladı. Ancak Aybarşa bu kavgadan dolayı çok üzülüyordu.

– Merak etme, üzülme, canım, – Rahmet ona diye tavsiye verdi. – Her şey yolunda olacak. Ben kendim ihtiyarla konuşurum.

O boşuna olmadığını söyledi. Rahmet’in Sırbay’ya sınırsız etkisi vardı. Gerçekten öyle yaşlı bir adamdı: bir adama inanmazsa, hiç bir onun kelimesine inanmaz, ama eğer adama inanırsa, her şeye inanır.

Sırbay Rahmet’i dinleyip tek bir şey istedi.

– Ver bize, – sekreter’e dedi, – bizim çiftlik kanalı bitirmek için fırsat ve zaman.

Rahmet razı oldu.

Baycan iş yükü tahmin ve fark etti: kışa kadar kanal inşaatı tamamlanmaz. Demek, kış koşullarında işe hazırlamak için gereklidir. Bu sorun çözülüp, Alma-Ata’dan çeşitli standart katlanabilir evleri sipariş etti. Onları yeni kanalın yoluna koydu ve birkaç büyük sığınak kazmak için emretti.

Soğuk başlayınca, tüm inşaatçılar orada taşındılar.

– Ağay, – Aybarşa Baycan’a diye baş vurdu. – senin evlerinden birinde özel bir daire bana verir misin. Ben ihtiyarı, annem ve Nataşa’yı çağırırım.

Baycan ona baktı.

– İhtiyar ile beraber yaşabilir misin? – o diye sordu.

– Her hangi bir şekilde yaşabilirim! – o baştan savarcasına dedi. Düşünüyorum ben, bunu ihtiyacım var.

O her şey anladı ve kabul etti.

–İyi ki hatırladım, – o dedi, – sormak istiyorum, ama her zaman unutuyorum. – Son zamanlarda sizde gece geçirdi ve gördüm: Annen küçük bir çocukla oynadı. O kimin?

– Sizce kimin? – Aybarşa gülümsedi.

– Allah bilir! Ben baktım – siyah gözlü, siyah saçlı, çengene gibi. Öyle çocuklar burada çok var. Belli ki, bir akrabasının oğludur. Haklı mıyım?

– Hayır! – Aybarşa gülümsedi. – Hayır, haklı değilsiniz. Bu rus oğlan Nataşa’nın kardeşi. Yetimhane ile onu çıkardı.

– İşte budur! – Baycan başını salladı. Ancak, onunla olduğu ve güçlükle nefes aldığı çocuk, o mu? Öyle mi?

– Evet, o.

– Ne kadar sağlam görünüyor! Tabii ki, senin annen onu her gün laktik kısrak gibi tayını yalar.

– Aynı ekleyin, onu öz gibi çok sever.

– Peki, ama neden Natalia onun kardeşi olduğunu hiçbir şey söylemedi? Sizin evinizde gece geçirdi, bazı konuşmalar oldu, ama bu konuda hiçbir şey söylenmiyordu.

– Böyle davranmasını ben istedim. Ben düşündüm: onun küçük kardeşine kendisi bakarsa, annem yetime bağlanamaz.

– Çocuğu şımartmak için annem onun tek başına ve mutsuz olduğunu düşünmelidir. Ben anneme de söyledim: “Bu zavallı çocuğa bak, onu evlat edin, ve seninki olacak. Ablasına bakma, o biraz iyileşecek ve evlenecek!” Annem kabul etti. Ve sonra Natalia ile konuştum: çocuktan biraz uzak olsun, dedim. İşte o böyle yapıyor.

– Çocuk çok mu annene bağlanmış?

– Öz oğlu gibi! Şimdi annem ona İskander diyor.

– Evet, – Baycan başka bir şey düşünüp dedi. – Bizim çocuğumuz da başka anneside yaşıyor. Gülnar geri dönerken, onu nasıl buluşacağını ve nasıl ona gideceğini bilmiyorum.

– Siz önce bize sorarsınız, bizim evlatımızı geri verelim mi? – Aybarşa şaka ile sordu.

– Başkasının çocuğu neden istiyorsunuz, yakında sizinki olacaklar, – Baujan elini salladı.

– İnşallah, inşallah, – Aybarşa içini çekti.

O bir standart ev içinde üç odalık bir daire aldı ve böyle yaptı: bir oda ihtiyarlar için verdi, (orada Sırbay ve misafir olarak gelirken Anatoliy Kondratyeviç yaşarlar). İkinci odada o, annesi, İskandet ve Natalia yerleştirdiler. Üçüncü oda mutfak gibi oldu. Burada ve Baycan’ı davet ettiler, ama o duygusuzca reddetti.

– Olmaz! Ne gündüz ne de gece benden rahatlık olmaz! Çünkü işlerim çok, yanıma insanlar sürekli geliyorlar.

Iş tüm hızıyla oldu. Kışa kadar, kolun yapılması neredeyse bitmiş oldu, ama sadece neredeyse.

Borkır iklimi bozkır gibi çok tuhaf ve serttir. Bazen kışın en ağır donlar var ama hiçbir kar yoktur. O zaman bozkır Türkistan ve Asya'nın diğer tüm bozkırlar gibi, cansız ve gri. Bu karla kaplı olmadan bozkır altında sürekli keskin, kesici rüzgarlar eserler. Arazi o kadar donuyor ki, bile ketmen kaya üzerinde gibi gürlüyor.

İşte kırk birinci yılında ilk defa ketmen bu don arazi üzerine çarptı. Çıkıyor, zemin derinden, hatta bazen bir metre, donuyor. Ama başka bir şey garip oldu: bu tabaka kesildiği zaman, onun altında sıvı çamur var.

Kanal yolunda yorulmadan çalıştılar. Hatta Natalia inşaatçıların azmi şaşırdı. O Aybarşa’ya bunun hakkında söyledi. O sadece başını salladı.

– Dur, bekle, bakır toprağını yükseltmek başladığında ilkbaharda ne olacak! Biliyor musun, bir dikenli çalı nedir?

– Bir kez gördüm, ona olağanüstü bir şey yok. Ağacın bir karikatürü, seyrek dalar ve dikenler, dikenler, dikenler... Bunu nasıl yaklaşıyorsunuz, korkmuyorsunuz?

– Ah, tatlım, o zaman çalı nedir, bilmiyorsun! Bak: sobalar biz saksaul ile yakıyoruz. Dünyada saksaul en sıcak yakıttır. Diyorlar: verilen enerji sayısına göre, hemen kömür tarafından takip edilir. Dikenli çalı – bu sıvı, düşük çalıdır – şimdi saksaul arkasında geliyor. Ve daha bie şey söylerim: burada tuğlaları her zaman yalnızca dikenli çalı ile ateşlenirler. O zaman yanmış ladin ağaçlardan daha güçlü ve daha sıkı. onların rengi farklıdır – mavidir, kırızı değil. Bir tuğla vuruken, kıvılcımlar var. Türkistan şehrinde Hoca Ahmed Yassavi türbesi var. XIV yüzyılda Tamerlan tarafından inşa edilmiştir. Mavi tuğlalar o kadar güçlüdür ki onlardan kıvılcımlar çakarlar. Yaşlı adamlar diyorlar – çünkü onları dikenli çalı ile yanmışlar.

– İlginç. Peki, böyle büyük çalılık sürmek nasıl?

– Önce tüm kökleri kaldırmak için ketmen ile çalışırlar, sonra sürürler.

– Ve çalılıkları ketmenin etkisi altına düşerler mi?

– Tabii ki! Ketmen tırpan gibi onu kesilir. Pek çok insan yalınayak çalışıyorlar, ama çok dikkatle çalışıyorlar ki kıymıklar ayaklarına hiç almaz.

Kızlar dairesinde yerleştirirken, eğitim ilçe bölümü başkanı Nataşa’yı çağırdı ve Rusça öğretmeni olarak çalışmak teklif etti. Ama o vazgeçti. Çünkü ilk önce sürekli hareket halinde oluyor. Evlatları hepsi çevredeki aullar üzerinde dağınık oldular. O aylık iki kez onları ziyaret etmeli. İkincisi o küçük kardeşi ve Aybarşa ile ayrılmak istemiyordu. Bu teklifi kabul edip gitmek zorundadır. Tüm kanal üzerinde çalışırlar ve Nataşa ketmeni alıp çalışmaya başladı. İlk önce işi gitmez. O kendisi nasırlar ovuşturdu, ve bütün gün kendisine gelmedi. Ama bu sadece ilk günler oldu. Yakında o çalışması ve ketmen ile alıştı ve onun soyadı kırmızı tahtasına yazmışlardı. Sonra daha iyi oldu. İnşaatçılara adamış maddelerde o da belirtilen edildi.

Ayrıca, inşaat alanında kültürel ve siyasi çalışmaları yapmak için Nataşa Aybarşa’ya yardım etmeye balşadı. Gazete okudu, konuşmalar yaptı, kollektif çiftçilere savaşın kahramanları hakkında söyledi.

Aybarşa onun boş zamanlarında Sırbay yanında kalmaya çalıştı. Yakında Sırbay onun için bir iş bulundu.

–Ey, can, – o dedi, – gazeteleri bana getirir misin, canım.

Sırbay birkaç gazetelere abone oldu: “Hakikat”, “Kazakistan Hakikat”, “Sotsialistik Kazakistan” ve “Lenin Jolı”. “Hakikat” gazetesinden okumaya başladı. İhtiyar bu gazeteye daha inanıyordu.

Savaş başladığında, Sırbay tek bir şey merak etti: Moskova nasıl? Moskova'da, bir zamanlarda iki hafta yaşadı ve hâlâ hayranlık olmadan bu konuda konuşamaz.

O mutlu yıllardan birinde hasat özellikle bol iken ve Sırbay pirinç ve buğday iki ton alırken misafir olarak gelen Anatoliy Kondratyeviç birden ona dedi:

– Ne aksakal, sen Sırdarya kıyısında doğarken, buradan hiç hareket etmezdin?

– Nereye hareket edeyim? – Sırbay şaşkınlık içinde sordu.

– Dünya büyük, aksakal, ve Sırdarya arkasında çok, çok yerler var. Biliyorsun, sana ne teklif edeyim?... Sen zengin bir adamsın, giyisi var, yemek daha çok var, ama eğlenceler...

– Hangı eğlenceler! – Sırbay elini salladı. – Ben gençken eğlenceler ile ilgilenmedim, ya şimdi...

– Şimdi ne? Şimdi hesaptan bizi hiçkimse sıfırlanmaz. İşte yumuşak bir vagona binip dünyayı izlemeye gideceksin!

– Belki de incitmez, – Sırbay kabul etti, – ama ben Rus dili bilmiyorum. Vagondan inerken ne yapalım?

– Sen Rus dili bilen bir yoldaşı al.

– Ya kim gidecek?

– Nasıl kim? Masrafları ödersen, her gidecek

– Sen gidecek misin?

– Ben de gideceğim!

– Nereye biz gideceğiz? – Sırbay şaka yollu sordu.

– İlk önce Moskova’ya...

– Moskova’ya!

– Ne oldu? Moskova – En antik kentlerden biri, bizim başkentimiz. Orada hem Kremlin hem de türbe var, şehir ne kadar güzel. Geçen yılda, ben oraya gittim ve eski Moskova’yı tanımadım. Sokaklar o kadar güzel ki, söylemek olmaz!

– Sen beni oraya götürür müsün? – Sırbay hala şüphe ile sordu.

– Ne boşuna konuşma, gidelim!

Bir hafta sonra, onlar zaten Moskova'nın tren istasyonları birinde vagondan indi almıştılar.

– Biz nerede kalırız? – Sırbay dalgın dalgın istasyon meydanı etrafa bakarak sordu. – Burada senin tanıdıkların var mı?

–Tanıdıklarım var, – Anatoliy Kondratyeviç dedi, – ama ben başka bir şey isterdim.

– Sende para yeter mi, “Moskova” oteline gidelim, özel bir oda çıkaralım ve biz iki prens gibi yaşacağız.

Öyle yaptılar. Onlar büyük iki odalı suit alıp orada bir iki hafta kaldılar. Bu süre zarfında, Anatoliy Kondratyeviç Sırbay’ya Moskova'nın bütün manzaraları gösterebildi.

– Bana başka bir şey yap, – Sırbay dedi. – Bana Stalin’i göster. Ona bir mektup yaz, öyle yaz, Yosif Vissarionoviç, sizi gçrmel çok istiyorum. Bunu Sırbay yazıyor, onun yakında yetmiş yaşındadır. Biliyorum: Stalin çok meşgül bir adam ve yaşlılara kadar değil. Stalin ile buluşmak mümkün değilse, o zaman Kalinin ile buluşalım. O Stalin’in en iyi arkadaşıdır.

Anatoliy Kondratyeviç Mihail İvanoviç Kalinin bir resepsiyonda Sırbay’ı ziyaret etmek yardım etti.

– Peki, şimdi eve dönelim, eve! –Sırbay M.İ.Kalinin’in resepsiyonundan giderek dedi. – Kremlin’i gezdik, Kalinin’i gördük, başka ne istiyoruz? Ah, Anatol, Anatol, yine bin yıllarca yaşa.

Bir yıl boyunca Sırbay sadece Moskova hakkında konuşurdu. O arkadaşlara bu konuda konuştu, ve rüyasında gördü, ve sofranın başına da onun hakkında sohbet etti. Kısaca Kazaklar böyle diyorlar: “Bir kaz gibi, bu anılara yüzdü, ve bir ördek gibi içlerine daldı”.

Büyük Vatanseverlik Savaşı başladı. Her gün düşman Moskova'ya kırarak yakın ve daha yakın oluyordu.

Sırbay tek bir şey düşündü. “Moskova – ülkenin kalbi. Düşman onun pençe alacaksa ve kalbi bir yumrukta sıkacaksa – bütünün sonu olacaktır”.

Bazı düşman tarafından alınan ve geri kurtarılan yerleri ile ilgili gazetelerde ona okuduğunda o sadece sıkıntı ile ellerini salladı.

Tüm saçmalık! Moskova ile ne yapılır?

Kısa süre sonra Almanların Klin işgal ettiğini ve Tula yakın yaklaştığını ona söylediler. Tahliye başladı. Tüm kamu kurumları Moskova'dan Kuybışev’e taşındı. Sırbay bunu duydu ve onun yaş ile birlikte buruşuk ve güneş ve rüzgar ile yanan yüzü gri oluyordu!

Sırbay aksine Anatoliy Kondratyeviç daha sakin oldu.

– Neyse, Moskova’yi vermeyiz – o inatla dedi.

– Vay, bilmem, bilmem! – Sırbay diye cevap verdi. – Düşman ülkenin boğazını ele geçirdi. Yani, kalbı da çıkarabilir.

Sırbay bazı devlet daireleri Kuybişev’e tahliye edildiği öğrenip endişeyle diye sordu:

– Stalin nerede?

– Moskova, – ona cevap verdiler.

Sırbay anlayışla başını salladı. “Demek Moskova teslim etmezler, kanın son damlasına kadar her şey kaybeterler, ama Moskova’yı savunacaklar” – o düşündü.

Bir gün “Hakikat” gazetesinde bir konuşma ona okudular. Başkentinin kahramanca savunanlara Hanko Yarımadası'nın savunucularının konuşmasıdır. O çok sevindi.

– Bizim aynı çağrı yazmamız gerekiyor. – gazeteye bir parmak ile göstererek dedi. – Bizim düşüncelerimiz ve kalplerimiz onlarla beraber olduğunu yazalım. Onlar savaşıyorlar, ya biz ekmek ve pirinç ile onları beslemek için kanalı inşaat ediyoruz.

– Zaman varsa, yazalım, – onu sakinleştirdiler. – Ve Moskova için korkma – düşmanlar onu göremezler! Sadece biz cephe gerisinin işçileri, uğratmamalıyız. Kanalı çabuk bitirmemiz gerekiyor.

3 Kasım için “Hakikat” gazetesinde “Moskova” Jambul şiiri ortaya çıktı. İşbu şiiri Kazakça aynı sayıda "Lenin jolı" gazetesinde yayımlandı.

– Afferin sana, Jambul’umuz! – Aybarşa ona bu şiiri okuduğumda Sırbay sevinçle bağırdı. – Senin sesin – benim sesim. Moskova onu duysun!

Ama zaman geçti. Ve 7 Kasım "Hakikat" gazetesinde Ekim Devrimi'nin yirmi dördüncü yıldönümünde Stalin'in bir raporu yayınladı. Gazetenin ilk sayfasında liderin büyük bir portresini yerleştirildi.

Sırbay uzun bir süre ona baktı:

–Eski mi ya da yeni mi, en son portresi? – nihayet Anatoliy Kondratyeviç’e sordu.

– Tabii ki, en son.

– Hayır, bizim liderimiz umutsuz bir adam gibi görünmüyor. Ne kadar sakin ve doğru bize bakıyor. Ve onun yüzünde üzüntü belirtisi yoktur.

– O zafere inaniyor, bunun için sakindir.

– Ah, zafer, zafer! Lanet Alman tırmanıyor ve tırmanıyor!

– Kremlin duvarında onun burnu kıracak!

– İnşallah, inşallah.

Kasım ayının onsekizinci günü Sırbay’a Kızıl Bayrak Nişanı ile Sekizinci Muhafızları Bölümü ödüllendirilmesi ile ilgili Kanun Hükmünde Kararnamesini okudular. Aybarşa bu bölümün Kazakistan'da düzenlendiğini ve orada çok Kazaklar olduğunu yaşlı adama söyledi.

– Vah, ne güzel! – Sırbay sevindi. – Demek bizim jiğitlarımız Moskova’yı da savunurlar.

Ancak o daha çok endişeli oldu. tüm geceleri uyuyamadı ve düşündü: “ülke ile ne olacak? Moskova’yı nasıl kurtarmak?”

Yani bir ay sürdü. Ve bir gün kanalın yoluna haberciler sürdüler – Baycan ve Aybarşa.

Moskova yakınlarındaki Alman ordusunun yenilgisi ile ilgili radyoda duyup Baycan atını binip Aybarşa yanına koştu. Onu alıp birlikte Sırbay’ın ekibine gittiler.

Onlar keder haberciler alınmadığı için, onlar “Suyunşi!” diye bağırdılar ve kırmızı mendil ile salladılar.

Sırbay orta sektöründe çalışmıştır. O ve onun işçileri habercileri görünce höyüğün üzerine tırmandılar. Kırmızı mendiller görünce, onlar da kendi şapkalari ve mendiller ile sallamak başladılar.

Baycan höyüğün kadar sağ sürdü ve bağürdü: “Suyunşi!”, “Suyunşi!” atından atlarken, donmuş zeminde uzanmış. Akut bir kar topu yüzünü yaraladı. Ama o hemen ayağa kalktı ve yumrukları sıkıp bağırdı:

– Moskova serbest! Düşmanları kovalıyoruz!

– Canım benim! – Sırbay bir çocuk ellerini kaldırıp yutkundu.– Tüm ömrün tereyağı edersin! – ve o hızla gözyaşlarını silmek başladı.

– Vay, ne oluyor, Sır ake de ağlayabilir! – biri şaşırıp dedi.

– Ağlasın, ağlasın! Bu haberden ve ağlamaya olabilir.

– Olsun! Ağlasın, kederden değil! – etrafında merhametle konuştular.

Baycan, cebinden bir not defteri alıp okumak isterdi. Ama hâlâ çok heyecanlıydı, onun sesini titredi, bu yüzden Aybarşa’ya verdi.

– Sen oku!

“Bizim askerlerimizin saldırısı başladı... – Aybarşa okudu. – Moskova yakınlarındaki Almanların yenilgisi Aralık ayının onuncu günü sona erdi!”

Tüm hışırdadılar.

– O bir mücadele oldu! Ölüm kalım savaşıydı. – birisi diye bağırdı.

Ona hemen hışırdamaya başladılar.

– Sus! Oku, Aybarşa, oku.

Aybarşa okumaya devam etti.

“6-10 Aralık sırasında, yani mücadele dört günü içinde, biz dört yüz yerleşim yeri kurtardık”.

– Vay, barakeldı[28]!!!

“Kupalar, bizim asker tarafından yakalanan ...”

–Haydi, haydi!

“Tahrip edildi ve ele geçirildi: tank 1434 tane...”

– Aha, köpekler! – Sırbay mutlulukla dedi.

“Otomobil — 5416...”

– Öyle olsun! – Sırbay dedi.

“Toplar — 575...”

– Evet, öyle olsun!

“Havan topu — 339...”

– Bu nedir?

– Bir top, – Baycan cevap verdi.

– Evet, öyle olsun! Düşmanın bütün gücünü helak olsun!

“Makineli tüfek — 870...”

– Onlar aynı yolu olsun! Kaç kişi kaldılar?

“Seksen beş bin”, – Baycan cevap verdi.

–Evet, öyle olsun! – Sırbay bağırdı. Arkasında kalabalık yankılandı: “Öyle olsun!”

Aybarşa not defter kapattı.

–Yazdiğim hepsi bu.

– Bu az mı? – kalabalıktan biri diye sordu.

– Tamam, susun! – aniden Sırbay dedi ve ayağa kalktı. Tüm insanlar sessizce oturdular.

– Öyle olsun, piçler! Köpekler, anladınız ki, nihayet, bizimle bağlamak olmaz. İşte çıktı: Ben çok acı çektim, her zamankinden daha acı çektim! Benim bütün ülke için acı çektim. Ve Stalin'in Moskova'da bir zaman olduğunu sadece bu bana güven verdi. Onun umutsuzluğu yoktu, demektir. Onun hakkında düşündüğüm zaman, kalbim sakin ve sağlam yapıldı. Ve sebepsiz değildir. Kalbim liderimizin düşünceleri hissetti.

Tüm yine hışırdadılar.

– Alman hata yaptı, lanet! Şimdi merhamet bekleme, ve biz seni yeneceğiz ve senin ölüm için çok sert çalışacağız!

– Evet, çalışacağız! – kalabalığa doğruladı.

– O zaman yerlerine!

– Tüm yerlerine! – kalabalık dedi.

İşçiler dağılmaya başladılar, ama birisi Sırbay’yı durdurdu ve ona söyledi:

– Sır ake, neden sonunda “Öyle olsun!” tekrar bağırmadınız?! Unuttunuz mu, acaba?

–Hayır, unutmadım, – Sırbay diye cevap verdi. – Ben bütün hayatım boyunca bu kelime unutmam. Öyle olmalıdır. Evet, köpeklere öyle olsun!

Ve tüm bir koro halinde tekrarladılar “Evet, öyle olsun!”

Bu sefer yaşlı adamın sözleri tüm halkın sesini gibi oldu.



On Sekizinci Bölüm

SEVMEK YOKSA SEVMEMEK


Nataşa çok okuyordu, ama daha çok Puşkin’i okumayı sevdi.

– Tüm yazdığını ezbere biliyorum, ama kitabı alırken, – o dedi, – daima bir şey yeni okuyorum, o zaman ben düşünüyorum, kaç kitap okudum ki, sonuna kadar anlayamadım. Her okuduktan sonra hâlâ bir şey fark edilmeyen kalıyor, bu yüzden bir kitap alırken sanki ilk kez onunla tanışıyorum.

Ancak, en sevdiği şair coşkulu saygıyla beraber onun içinde şüphenin belli bir miktarı da yaşadı. Tabii ki, Nataşa eserlerinin faziletini şüphe etmedi. Hayır! Sadece onun kahramanları tüm eylemlerini kabul edemezdi. Yani, “Evgeniy Onegin”’nin üçüncü bölümünde konusunda çok güçlü şüpheler vardı. Tatiana’nın Onegin’a aşık açıkladığı yeridir.

Tabii ki, aşka emretmek mümkün değil, – Hataşa dedi. – İkisinden biri birinci sevmelidir, bu kız da olsun. Ama eğer bu kız bir açıklama ile kendisi gelirse, o kadınsı gurur unutursa, ve onun sevgisiz adama yapışırsa, nasıl isterseniz, ama ben bunu anlamıyorum...

Arkadaşları genellikle itiraz ettiler: dünyada her şey olabilir – aşık olurken her şey yaparsın! Ancak Nataşa kendi fikri ile kalırdı.

Hayat, ancak, zalim bir şaka oynadı: Nataşa aşık oldu ve ilktir. O Kalakay’ı severdi.

Onun varış gününde istasyonda bir gece toplantısı ile başladı. Sonra onlar “Ken-Togay” çiftliğinde görüştüler. O zaman Nataşa Aybarşa ile yaşadı ve mühasebeci olarak çalıştı.

Kalakay yazıhaneye geldiğinde, Nataşa masanın arkasında oturup listeler ile çalıştı. Onun çalışmaları ile çok meşgul oldu ve bile gelen adama herhangi bir dikkat etmedi.

Yazıhanede kalabalık ve gürültülü oldu, tüm herhangi bir soru ile Nataşa’ya gittiler. Ama onları dinlemedi. Ve aniden onun kulağında birisi çok sesle dedi:

– Kolay gelsin!

O başını kaldırdı.

– Kalakay!

O durup gülümsedi. Onun neşeli yüzü ve çok iyi, geniş gülümsemesi vardı. Ona elini uzattı. Elini kaba, bronzlaşmış oldu, tüm avuçu sıyrıklar ve nasırlar ile kaplıydı.

O kızardı ve ne diyeceğini bilmiyordu, sadece yavaş yavaş ona bakıp kirpikleri indirdi. “Onunla ne oluyor?” – Kalakay düşündü ve ... yazıhanede sessizlik geldi. İnsanlar durdular ve ikisine baktılar.

“Fakat ne oluyor?” – Kalakay düşündü ve aniden sanki birisi ona fısıldadı etmişti: “aptalsın, ama sen gerçekten kör müsün? O aptal, seni seviyor!”

Ancak tahmini kontrol edemezdi. Onlar insanlar arasında her zaman vardı, Nataşa kendisine gelip çok sakin bir şekilde tebriğe cevap verdi ve gereksiz konuşmaya başladı.

Gelecek sefer onlar özel durumlarda görüştüler.

Kalakan kollektif çiftliğin bitkileri gezdi. Nehir kıyısında bataklık çalılıkların boyunca gitmek zorunda kaldı. Hatta bir mesafeden gördü: birisi eşek üzerinde onu karşılamak için dışarı atladı. O iyice baktı. Bu bir kadındı ve o bu sazlık için giyinmemişti. O hafifçe elbise giydi, dizlerini çıplaktı ve rüzgar onu serbest saçlarını çırpılmış. “Binici – kafasını saklayarak düşündü – Aman Tanrım! Kim onu öyle bir şekilde dışarı saldı?” Onlar yaklaşırken o “binici” olarak Nataşa’yı öğrendi.

– Natalia Ostapovna! – o bağırdı.

O kıçını düzenledi. Kalakay yanına atlattı. O, çok yorgun görünüyordu. Ağzını yarı açıktı ve o dudaklarını yalamaya devam etti – belki içmek istiyordu.

– Zavallısınız, zavallısınız, – Kalakay neşeli diye söyledi. – Nedeni eşeğe binmek için karar verdiniz? Bu yollar kızlar için mı? Görünüşe göre, ve susuzluktan ölüyor musunuz?

– Evet, bu içmel istiyorum – Nataşa kederli dedi.

O hemen attan indi.

– Kıçınızden çıkilin, çekilin, – o neşeli dedi. – Eşek ne kadar yorgun görünüyor, benim eyerine oturun. Burada yakında bizim kampımız var. Haydi, gidelim!

– Hayır, ben başka yere gidiyorum, – Nataşa dedi. – Hatta kampa kadar ben eşekle gideyim. Siz sadece yolu göster misiniz?

– Hayır, canım, – Kalakay şaka ile dedi. – Bu şekilde sadece bir kaplana atıştırma için gidersiniz. – Burada Kiev değil. Çobanlar dediler: dün bir koyun aldı...

Kalakay yanlışlıkla noktasına çivi vurdu. Nataşa kaplanlardan çok korktu. Hatta Kiev’deyken Semenov-Tyanyşanskiy’in çok hacimli eserini izledi. Onun eserlerinden biri Türkistan bölgesine, Sırdarya alanına ayrılmıştır. Bu hacimde vahşi kaplanlar hakkında söyler. Onlar sık sık insanlara saldırırlar.

Çiftlikte gelirken, ilk önce bu canavar hakkında konuştu. Bu yerlerde yaklaşık kırk yıl sene kaplanlar yoktu, ama ona isteyerek yanıt verdiler.

– Tabii ki, var, var, – bir çiftli dedi. – Bizim sazlar onlarla iç içedir. Onların develer umurunda bile değil. Onlar bir bacak darbelere ona vurdular, ancak kişi hakkında hiçbir şey söylümek yok. Bazen kol ve bacaklar kalırlar.

– Onlardan hiçbir hayat olduğunu söylemek gerekir. – başka şakaçı söyledi. – Biz bile çiftliğimiz başka bir yere taşımak isterdik.

Ayrıca Nataşa bir yolculuğa çıkarken, nasıl titrediğini hayal edebiliriz.

O oldukça çok gitmek zorunda kaldı. Çocukların durumu kontrol etmelidir! Genellikle o bir avcı ile birlikte giderdi, ama bu sefer o hastalandı ve gitmedi. O yalnız gitmek zorunda kaldı.

O korkudan titredi, gidip düşündü: “Bu çalılık kaplan dışarı koşacaksa, ve benim sonuma gidecek artık. Atla ben koşabilirim, ama ben eşekle nereye koşayım?” Ve Kalakay’ı görince o çok sevindi.

– Siz, – Kalakay dedi, – lütfen, tartışmayın. Düşünün: kampta bana nasıl bakacaklar? Ben atla giderim, ya siz arkasında eşekle takip edersiniz! Konuşmalar olmadan ata binin.

Dördüncü görüşmeleri zaten uzundu. Sinemadan sonra biraz gezmek gittiler. Ama Kalakay düşünceli ve konuşkan değildi ve ve buluşmaları hiç bir sona erdi.

O zaman Kalakay Aybarşa’yı aşıktı. Ancak, Aybarşa ile başarılı olmadığını fark etmişti, ama onu unutamazdı. Bunun kolay olacağını düşünüyordu – imkansız terk etmek ve ne olduğunu onu almak. Nataşa’yı beğendi. İyi bir kadının aşkı bu kadar küçük bir şey değil. Ve ondan feragat etmek için o zengin değil. Ama o ağır davrandı.

Bir ev ve aile kazanmak ve hayatını ayarlamak için zaman geldi! Aulda derler: «Koca başı, karısı boynu». Belki öyle, ana çok genel.Böyle karısı gerekmez. O Abay yazdığı gibi başka bulacak:

Kalbın tasaları terkar okur

Nabzın darbesi vurmaz

Senin için ruhu verir

Günahın severek affetmemek olmaz

Hayır, Aybarşa öyle değil. Kalakay’ın kalbinde okuma için olduğu gibi, sanat için tutku ona tatmin etmedi.Aybarşa çok fazla okudu, ve tüm bu onun lehine çok fazla değildi. “Baş ve boyun” – iyidir, ama karısı boyun ise o kafa istediği gibi onu dönüşleri sağlasın. Ona çok inatçı ve etraflara başını döndüğü boyun gerekmez. Genellikle Aybarşa Kalakay’ın ideal değildi, ama sadece onun aşkıydı.

Nataşa bu konuda ona daha uygundur. Ama burada belası var! Kalakay’ın tüm psikolojik freni vardı: aşk hakkında konuşamazdı. Aybarşa ile hikayeyi almaktadır. Ona giderken, o her zaman tüm dürüst koymak için kendisine söz verdi. Onlar beraber olurken, şaşkın oldu ve saçmalık bir şey dedi.

Aynı şey Nataşa ile olmuştu. O ciddiyetle kızı kampına sürerken iyi bir zaman olmadı mı? Burada ona anlatmak için iyi bir fırsat oldu, ama bu sefer de çıkmadı. Yani yaklaşık iki saat sadece laf ettiler.

Gece yarısına kadar, sinema ayrıldıktan sonra, onlar Siri Derya kıyısında yürüdüler, bir çok dediler, ama en önemli şey o bir kelime söylemedi.

O zaman Natalia Aybarşa’nın o konuda bildiğini her şeyi öğrenmeye karar verdi. Aybarşa ile onlar iyi bir ilişki vardı, tamamen arkadaşına güvenilir.

Onlar çok ve her şey hakkında konuştular. Kalakay’a Nataşa’nın duygusu hakkında sadece konuşmadılar. Aybarşa bu duyguları hakkında tahmin etti, ama onlar hakkında ne söyleyebilir? O demez: “Ben bu kişiyi reddettim, aynı şekilde yaparsan, iyi olacak”. Bunu söylemek lazım mı? Temelde söylemek için bir şey yoktu, bu yüzden Natalia da sessiz oldu. Sonuçta, her iki taraftan bir kelime hiç çıkarmazdı.

Bir gün, sinemada Kalakan ile görüşmesinden sonra, o Aybarşa’ya her şey anlattı. Onlar birbirini kucaklayıp yatakta oturdular. Zaten gece geç oldu.

– Anlıyor musun, – Nataşa hüzünle dedi, – Puşkin haklıydı. Şimdi ben de görüyorum: evet, Tatiana Onegin’a bir mektup yazabilmiş. Çok olabilir! Ben de şimdi yazacaktım, ama bilmiyorum, burada böyle yapabilir miyim? Bu çok saçma olmayacak mı?

Aybarşa hemen cevap vermedi.

– Sen benden tavsiye soruyorsun, çünkü ben ve senin sevgilin tek bir uluslu, – o dedi. Ama ben onu iyi tanimiyorum, iyi mi, kötü mü. Allah bilir! Ona bakmak gerekiyor...

Nataşa hüzünle başını düşürüp sessiz kaldı.

– Tamam, – Aybarşa devam etti, – Ben onunla konuşacağımı ve önümüzdeki günlerde her şeyi öğreneceğimi sana söz veriyorum.

Olay çok yakında sunuldu.

Kalakay bazı durumlarda inşaat alanına geldi. Yürüdü, konuştu ve ayrılmak istedi, aniden Aybarşa ona teklif etti:

– Beraber gidelim, bir yoldayız.

Kalakay şaşırttı ve sevindi. Belki de yanlış bir şey olduğunu, ama tam olarak o tahmin edemiyordu. Aybarşa hemen bir konuşma yavaşça başladı ki: savaş yakında bitecek, Daulet yakında geri gelecek, ona bir mektup yazdı, bu mektup onun yanında, her şey anlattı. Aynı zamanda o mektubu alıp ona gösterdi. Aybarşa konuştu, ama o sessizce hüzünlü ona baktı. O ona mektup uzattığı zaman, o, onu alıp okudu ve daha sonra sessizce geri döndü. Sadece bir dakika sonra o hüzünlü ve sertçe dedi:

– Neden bunu yapıyorsun? Neden bu mektubu bana verdin? Benden ne istiyorsun?

O, karışıktı, Kalakay ise dizginlerini çekerek, ona bakmayarak yol boyunca ileriye gitti ve sanki kendi kendine dedi:

–Tabii ki ideal bir kişi değilim, ben bile özellikle iyi bir kişi değil düşünüyorum, ama bir alçak değilim. Neden böyle bir tuzak koymak gerekir? Ve şimdi bu konuşmalar için zaman var mı? Ülkemiz yanıyor, her gün binlerce kişi ölüyor, ve biz aptal bir oyunu oynayacağız. Aybarşa, bu zaman değil. Beni nişanlınla alay etmek istediğini biliyorum. Dürüst olmak gerekirse, şimdi bile gereksizdir. Biliyorsun, ulaşılamaz bir şey bile kıskanmak olmaz. Senin damat hakkında ulusal gazetelerde basılmış, bunu nasıl engelleyebilirim? Eğer bunu yapamazsam, herhangi bir şey hakkında düşünmek yoktur. Ben seni seviyorum... – yanlara gülümsedi ve ellerini kaldırdı. – Bana suçlarsan, o zaman suçluyum ben, ama bu aşkı asla saklamadım. Peki neden benim üzerimde alay ediyorsun?

Aybarşa onun elini dokundu.

– Ben, Kalakay, seni suçlamıyorum – sessizce dedi.

– Ve bunun için suçlayabilirsin? – o hüzünlü gülümsedi. –Rakibimi sevdiğini ve beni sevmediğini seni suçlamıyorum. Seni kıskanıyor muyum... – ona döndü, – Evet, kıskanıyorum, – o dedi – ve çok kıskanıyorum. Ve bunu gizlemem. Ama ben ne yapmalıyım? Beynime kurşun sıkmak mı? Buna kadar ben henüz gelmemişti. Bir çözüm kaldı – kolay olmamasına rağmen, kalbimi yumruğa alıp sıkmak ve susmak. Kıskançlık – korkunç bir düşman. Bu düşmanı yakında aşmak olmaz, bunları aşarken canlı bir süre yeteneğine sahip değildir. Belki kendin bunu öğrenirsin. Allah korusun seni!

– Allah korusun, – Aybarşa dedi.

O çok utandım. Böyle doğrudan ve dürüst konuşması o beklemiyordu.

– Diyorlar, Allah, Allah, – Kalakay özenle tekrarladı. – Söylüyorlar: her kişinin kalbinde Allah şeytan ile mücadele eder. Bu yüzden, eğer bilgeler yalan söylemezse, şeytan – benim kıskançlığım, Allah – benim taziletimdir. Ve ben düşünüyorum, şeytan kovalandı. Şimdi hatta Daulet’e kıskanmak zaman değil. Daulet kim olduğunu ve neden senin yanında olmadığını biliyorum. Bu kadar, canım. Bana asla alay etme, çünkü bu konuşma benim için hoş değildir.

Aybarşa çabuk Kalakay’a döndü.

– Kalakay, elini bana ver, – o dedi. – Bundan böyle biz arkadaşız.

Kalakan alçakgönüllülükle başını eğdi.

– Elini bana ver! –Aybarşa tekrar söyledi. – İşte benimki.

Onlar yolun ortasında durup kollarını kavuşturdular. El sıkışması güçlü ve kapsamlı oldu.

Aybarşa gece geç saatlerde eve geldi. Nataşa uyuyordu, ama Aybarşa biraz elini dokununca, o hemen kalktı. Bir dakika boyunca onlar sustular, sonra Aybarşa onun başına elini koyup yumuşak sesle dedi.

— Sevmek yoksa sevmemek – bu senin sorun, Nataşacığım, ama Kalakay o gerçek bir adam ve senin aşkını hak ediyor.



On Dokuzuncü Bölüm

ÇALINAN TOHUMLAR


- Evet – diyordu Sırbay arkadaşlarına – bizim kolhozda her şey yanlış, insanca değil: hasat iyiyken az ekmiş oluyoruz, az ektiysek – hasat yok; toprak, üzerindeki sahibini hissetmiyor... Ben bazen geçmişi hatırlıyorum işte. Zor zamanlardı, ama onları hatırlamak lazım, arkadaşlar. Yaklaşık elli sene önce olmuştu. O zamanlarda Kazahlardan toprakta yerleşen insan azdı. İlkbaharda biz Arka’ya göç ediyorduk, bütün yazı kırda sürülerimizi otlatıp, sondaharda geri dönüyorduk. O sıralarda ekmeklik tohum asla ekmezdik, gerektiğinde – ruslardan satın alıyorduk.

- Bunun suçlusu kim olduğunun konusunda ne diyebiliriz ki, – seslendi dinleyenlerden biri. – Bizim toprağımız nasıl, baksanıza! Sürerken elin kırılır. Arka – başka konu! Orada bir şerit ekiyorsun, Allah yağmur verirse - alsana bereket!

- Dediğin doğru, - diye cevap verdi Sırbay, - ama yine de kısmete bağlı. “Takır-koyan” (çıplak tavşan) yılı hakkında duydunuz mu?

O, bu sözü söyler söylemez, etrafındaki insanlar seslerini çıkarmaya başladılar. Bazıları kendileri o yılı yaşadı, bazıları ise ihtiyarlardan duydu. İlkbaharda Kazahlar, Sırdarya vadisinden Sarı-Arka’ya göç ettiler, sonbaharda ise yarı canlı, hayvansız ve atsız döndüler, hem de herkes dönemedi. Çoğu yabancı toprakta can verip kaldı.

- Aynen öyleydi – diye tanıklık etti Sırbay. – Ben her şeyi hatırlıyorum. Yaşım o zaman tahminen on iki, belki daha fazlaydı. Arka’da her şey, Allahın yağmuru yollayıp yollamayacağına bağlı. O lanet olası yılda bir damla bile düşmedi gökten. Toprak çatlayıp, tüm ekinleri yaktı. Tahıllar yok oldu, koyunlar açlıktan kudurdu ve bir birinin yünlerini yemeye başladılar. O zaman işte biz güzel Sırdarya’mızı hatırladık. Onun topraklarında kollarını kırarsın, ama karnın her zaman tok olur. Bu faciadan sonra işte halk toprağa yerleşmeye başladı... Ama toprağı da kullanmayı bilmek lazım! Yoksa nasıl oluyordu: köyün tamamı ekiyor, hasatı ise sadece iki-üç kişi topluyor.

- Ne diyeyim, - diye itiraz ettiler Sırbay’a, - her sene farklı oluyor. “Bulut büyük ve yeryüzünün de ucu bucağı yoktur” – her şey Tanrının elindedir.

- Kendi elin varken Tanrıdan ne istiyorsun! – diye kesti kızgın Sırbay. O, bu tür fikirleri sevmezdi. – Ben sana şöyle söyleyim: toprağa iyi bakarsan, o seni hiç bir zaman üzmez. Benim anlatmak istediğim bu zaten.

- Anlat.

- Olay, korkunç açlıktan ve kötü hasattan iki sene sonra oldu. Ben, babamla birlikte zengin bir ağaya işe girdim. Sözleşmemiz şöyleydi. Hayvalar, pulluk, tohum ve toprak ondan, işçilik ise bizden. O, bize bir çuval tohum veriyor, biz ona beş çuval borçluyuz. Hasat beş çuvaldan az olursa, demek ki bizim ağadan bir kuruş bile istemeye hakkımız yoktur.

- Ya daha fazla olursa? – diye sordular.

- Fazla olursa, üçte biri bizimki. Böyle işte ağada çalışmaya başladık. Ne diyeyim, kötü koşullar! Ama ne yapabilirsin ki, diğer ağalar bundan az istemiyorlar. İşte, biz düşünmeye başladık, ekmeği nasıl yetiştirelim ki, bir tek ağaya değil, bize de bir şeyler kalacak şekilde. Yok, hiç bir şey uyduramazsın. Allah ne verirse onu biçersin. Bir gün benim tek eşeğim kayboldu. Onu aramaya gittim ve eski kışlağa rasladım. Tabi ki kışlak neredeyse, orada gübre var. Yazın bu gübrenin üzerinde ot büyür. Genellikle biz buna dikkat etmiyorduk, burada ise bakıyorum ki darı yetişmiş. Hem de çok ve sık olmuş. Başakları da büyük, düz, ağırlar, istersen al da Moskova’ya sergiye götür. Ben de bunu kafamın bir kenarına yazdım. Eve döndüm ve diyorum ki: “Hadi toprağımıza gübre katalım, - hasat iyi olacak”. Ben bunu söyler söylemez, arkadaşlardan biri geliyor da benim yenimi çekiyor. “Sen bizi alay etmeye mi geldin? Biz insan değil miyiz yoksa? Sence, biz pis ekmeği yiyecek miyiz? Ya alay ediyorsun yada gerçekten aptalsın”. Az kalsın beni döveceklerdi. Ama ben inat insanım. “Siz nasıl isterseniz, ben ise deneyeceğim”- diye düşündüm. Bir çuvaldan ne kadar hasat biçtim tahmin edin bakalım? Kırk pud. Hasadın kendisi hemen hemen otuz pud. O zaman işte ben ağayı geride bıraktım.

- He, sen bir şey ispatladın mı? – diye sordular Sırbay’a dinleyenler. – Halk senin tarafını aldı mı?

- Hayır, hepsi değil. Benim tarafımı alanlar da hiç bir şey alamadı. Ben, o zamanlarda her türlü toprağın iyi olmadığını bilmiyordum. Bataklığa ne kadar gübre atarsan at, yine de pis kamışın haricinde bir şey elde edemezsin. Onlar ise bataklıkları işlemeye başladılar. Ondan dolayı işte, benim dersim nafile oldu. Kamışı nasıl yok etmeyi biz o zamanlarda bilmiyorduk. Daha sonra bana bir ihtiyar öğretti. Özel bir usul bulmuştu.

- Demek, ihtiyar tecrübeli miydi?

- Hem de nasıl tecrübeliydi! Buhara emirinin kendisinde yetmiş yıl çalışmış. O, bize ne önerdi: “Siz, dedi, kamışları biçiniz, sonra ise, ilk soğuklar gelmek üzereyken o yere su açınız – o zaman kamışlar yok olur”. Biz de aynısını yaptık. Hakikaten seneye bir tane bile kamış çıkmadı. Aşağı yukarı beş seneye kamıştan kurtulduk.

- Ya sonra? – diye sordular ona.

- Sonra yine kamış çıkmaya başladı. Bataklığa bu şekilde mudahale edemezsin. Biz onunla doğru mücadele etmeyi daha yeni öğrendik. Şimdi elimizde kitaplar da var. Bir tek çalış. Ama ne yazık ki bunu herkes anlamıyor... Bazen öyle insanlar rastlıyor ki...

O sustu, ama dinleyiciler anladı – ihtiyar Masakpay hakkında söylüyordu.

Kolhozun en yaşlı ekip başının başkanla geçimsizlikleri hakkında herkes biliyordu. Her şey nasıl başladı: Masakpay bir gün Sırbay’ın kurnaz öğütlerini dinledi, dinledi sonra el salladı ve kesti:

- Benim işlerime karışıyorsun, ama kendi işini bilmiyorsun. Sen mirabsın, dağıt işte suyunu, nerede hendek kazılacağına, nerede kapatılacağına karar ver. Senin işin budur. Bana ise öğüt verme, ben kendi aklımla da geçinirim.

- Masakpay kurnaz, alçak ve... tatlı bir insandı. Ama Sırbay’la hep bu tarzda konuşurdu. Sırbay’dan hoşlanmıyordu. Sırbay, konuşmasına dikkat etmiyor, bazen öyle şeyler söylüyor ki, Masakpay gözünü nereye saklayacağını bilmiyordu. Hem de başkaların işlerine karışmayı sever. Bir de devletin malına aşırı göz kulak oluyor. Fazla koyun kes bakalım yada kendine sağmal kırsak al bakalım – hemen görür. Masakpay ise iyi yaşıyordu ve kolhozun koyunlarını çok keserdi. Ne yapsın ki? Savcıya da ziyafet vermek, hakime de hediye yollamak, bölge polis müdürünün, bazen de sade polis memurunun koynuna bir şeyler vermek lazım. Bunula yaşıyordu adam. Masakpay, arkasında eli güçlü birisi olmadan ayakta duracak insan değildi.

Onun yardımcısı vardı, hızlı, çevik bir adam, muhasebeci ve kasiyer. Adı “Tırtık” yani “yanık”tı. Bu Tırtık’ın geçmişi uzundu. Sülalesi, mesken yeri olarak Tar-Togay yarımadasını seçen ünlü Kokand validen çıkıyordu. Babası, medresede yüksek eğitim görmüş alimdi. Kazakistan’da Soviyetler hükümetinin kanunu kesinleştikten sonra o, Özbekistan’a göç edip, orada kolay bir şekilde cami imamlığına girmiş. Bu imamın üç karısı ve on oğulu vardı. İşte imamın üçüncü karısından Jan-hoje doğdu – Tırtık’ın gerçek ismi buydu. “Yanık” lakabı, kendisi çocuklukta ailesiyle birlikte az kalsın yanacağı için verildi, üç kardeşinin cesetlerinden sadece kömür kaldı, kendisinin sağ kolu ve böğrü hayatının sonuna kadar sakat kaldı.

İmam, Özbekistan’da çok kalamadı. 1927’de İran sınırını geçip, bir daha Sovyetler Birliği’nin topraklarına dönmedi. Özbelistan’da iki oğlusu kaldı – büyüğü ve küçüğü. Vedalaşırken imam, “yanığı” unutmadı – büyük oğlusuna, kendisini eğitmeyi ve yetimhaneye vermeyi emretmiş, ama yetimhane mutlaka Rus olacaktı.

- Nasıl olsa o, yanık, mutluluk ne olduğunu bilmeyecek – demiş. – Öyleyse Ruslarla yaşasın. Bak ama kendin onu yetimhaneye götürme. Tanıdıklardan birini yolla, o götürsün. Ama göz kulak ol ona! Uzaktan olsa da göz kulak ol. Nasıl olsa senin kardeşindir, lütfen, bunu unutma.

Aynen öyle de yapmışlar. Kısa bir süre sonra “Yanık”, on yıllık okulu bitirdi. Abisi onu yanına aldı ve şehire okulunu devam ettirmeye götürecekti. Ama Tırtık, vaktini bu kadar verimsiz şekilde harcayan insanlardan değildi. Daha beşinci sınıftayken o, pazarlarda geçinmeye başladı ve kolunun sakat olduğuna rağmen bu işte, okulundan çok daha başarılı olmuştur. Sonra aniden memleketine gidip, kolhoza işe gireceğini bildirdi.

Bu, abisinin her bakış açısından hoşuna gitmişti. Birincisi o, uzun süreye, belki de ebediyen çirkin kardeşinden kurtulacaktı, ikincisi… Bu “ikinciyi” o, şöyle açıkladı:

- Sen bak, - diye emretti, - aptal olma, başkasının işi için kemiklerini kırma. Unutma: senin işçi olacağın yerlerde senin büyük deden ağaydı. Bütün bu mallar bizimkiydi, şimdi ise sen kendi adını bile açık söyleyemezsin. Onu bizden aldılar. Sen bunu unutma, lütfen.

- Tamam – dedi abisini gerektiği gibi anlayan Tırtık. – Unutmamaya çalışacağım.

Her şey onun zannettiğinden çok daha kolay olmuş. Onun akrabalarını kimse sormadı, o da, yetimhanede verilen belgelerde yazıldığı gibi sokak çocuğuna çok benziyordu. O, Kazahça’yı da zaten, kendisinin açıkladığına göre, kötü biliyordu, onu daha yeni öğrenmişti. Onun bilgileriyle kimsenin işi olmadığı için, sadece yeteneklerine herkes hayran oluyordu. Tabi ki, o iki ayın içinde gayet iyi konuşmayı öğrendi! Sırbay, onu önce sevdi ve yanına almıştı. Ama zaman gittikçe, kurnaz Tırtık ne kadar gizlemiş, sıyrılmış olsa da, Sırbay onu kılı kırk yaran, samimi olmayan, uyanık bir insan olarak tanıdı. Dolayısıyla o, bir gün ufak bir sebepten kızdıktan sonra onu çağırmış ve öyle demiş:

- Biliyor musun, biz seninle birlikte hiç bir türlü geçim sağlayamayacağız. Kendine başka bir yer bulsan olur mu? Ben ihtiyar ve akılsızım, sen genç ve akıllısın. Biz seninle dostça nasıl yaşayabileceğiz ki?

Yanık, kendine yer çok aramadı. O, dümdüz Masakpay’ın yanına gitti. Böylece onların güçlü ve sıkı gizlilikte tutulan arkadaşlıkları başlanmıştır.

Masakpay, Tırtık’a hep emrediyordu.

- Sen şu ihtiyar şeytana göz kulak ol. Onu gözden ayırmak iç olmaz. Bükülüp yürüyor, ayaklarını zor hareket ettiriyor, ama göz kaymalarıyla her şeyi görüyor, her şeyin farkında. Ah, uygun zaman gelmedi, yoksa ben ona bir dizgin takardım.

Büyük Vatanseverlik Savaşı başladı. Daulet, ilk gönüllülerin arasında savaşa gitti. O zaman Masakpay, Kalakay’ın yanına gitti ve omzuna vurdu:

- İyi, - dediy o, - şimde yeterki sus da gözünü dört aç. O bizim olacak. Anladın mı?

Bu fikir, Kalakay’ın o kadar hoşuna gitmişti ki, ilk başta o da Daulet’in yokluğuna sevindi. Ama düşman, Moskova’ya doğru yaklaştığı, Belarus’u, Ukrayna’yı işgal ettiği sürece, onun morali çok çabuk değişiyordu. Hesaplaşma zamanı değildi.

Kısa bir süre sonra o, Daulet’in her bir iyi mektubuna sevindiğini farketti, bir gün kendisine Daulet’in kahramanlığını anlatan hikayenin merkez bir gazete baskısının tamamında yer aldığını gösterildikten sonra o, dayanamadı ve Aybarşa’nın yanına gitti. Onu en içten kutlayıp, dedi:

- Tanrı, nişanlına mutlu dönüşler nasip etsin! Sen onunla birlikte ol. İkinci böylesini yakında bulamazsın.

O içten söylüyordu, Aybarşa da bunu anladı. Kısa bir süre sonra cepheden Kalakay’ın adına mektup geldi.

- “Merhaba, değerli arkadaşım, - diye yazıyordu Kalakay’a Daulet. – Ben, senin ve Aybarşa’nın arkadaş olduğunuza çok sevindim. Zannediyorum ki savaş bittikten sonra biz üçümüz iyi arkadaş olacağız. Herhalde savaş, bir tek cephede bulunan insanları değil, arkadakilerin de yapılarını değiştiriyordur. Sana yine sıcak selamlarımı ve teşekkürlerimi yolluyorum.

Masakpay’ın kulağına bununla ilgili konuşmalar ulaştığında, o her şeyi kendine göre anladı ve Kalakay’a böyle dedi:

- Aman, çok kurnaszın, kardeş, yandan bakarsan safdil birisisin. Neyse aferin, aferin sana.

- Sonra ne? – diye küstü Kalakay. – Biz artık Aybarşa ve Daulet’le arkadaşız.

- Güzel işte, güzel. – Tanrı ikinize de iyilikler ve kolaylıklar bağışlasın. Ona kolay ölüm versin, sana da kolay gelin elde etmeyi nasip etsin. Herkese kendininkini versin.

- Sen delirdin mi yoksa, aptal? – diye kızdı Kalakay.

- Tamam, tamam, ben her şeyi anlıyorum.

- Muhasebeci ise her şeyi başkandan farklı anladı. O, ne olursa olsun Daulet’in ölmesini, Aybarşa’nın da Kalakay’la evlenmesini istiyordu. Bu, etkili ve saygın adam olan tarım uzmanının onların grubundan gitmemesi için gerekiyordu. Kalakay ise gidiyordu. Aybarşa’yla sıcak, iyi, sadece arkadaşlık ilişkileri kurulmuştu.

- Yok, böyle olmaz, - diyordu Tırtık Masakpay’a. – En azından kızın ihtiyarla arasını açmak lazım. Yoksa hepimiz yok olacağız.

O, kendisinin, yani Yanık’ın neden yok olacağını tam olarak anlamıyordu. Yine de o, arkadaşların aralarını açmak için elinden geleni yapıyordı. Düşündü, tahmin etti, tasarladı ve nihayet bir gün uydurdu.

- Bu konuda, belki ne yapabiliriz, - diye Masakpay’a hitap etti. – Onlar – Aybarşa’yla Baycan, çay içmeyi severler. Ve gelinle damat gibi hep yüz yüze oturuyorlar. Peki. Biz onlara öyle çay içiririz ki onlar ertesi gün sabah bir yatakta uyanırlar... – İşte bak bakalım! – Ve cebinden bir paketi çıkarıp, avucuna haşhaş tohumları gibi küçük tanecikleri çıkardı.

- Banotu! – diye memnüniyetle söyledi.

O şekilde yapmayı anlaştılar.

Yanık, Aybarşa’nın yanına gitti. Şansına onu yalnız buldu. Dametken ve Natalia, İskander’i götürmek için hastaneye gittiler. O rahatsızlanmış: ya iskarlatin, ya kızamık olmuş yada ayaklarını ıslatıp, üşütmüş. Aybarşa, küçük, rahat verici dırdır sesini çıkaran semaverin üzerinde üğraşıyordu.

“Güzel, - diye düşündü Yanık, - her şey gerektiği gibi! – ve sordu:

- Baycan yakında gelecek mi?

- Yakında, - diye cevap verdi Aybarşa. – O, her zaman bu saatte geliyor. Neden soruyorsun?

- Bana o lazımdı, - dedi Yanık ve Aybarşa mutfağa çıktıktan sonra, çaydanlığın kapağını kaldırıp, banotunu çaydanlığın içine boşalttı.

Baycan, gerçekten birazdan geldi. Aybarşa, onun gelişine sevinip, sofrayı donattı, reçel kavanozunu açtı ve çay dökmeye oturdu.

Tırtık, kanapede oturarak bakıyordu. Aybarşa, üç bardak çay doldurdu.

- Ya sen niye orada kaldın? Otur sofraya – iç! – diye Yanık’ı davet etti, ama o sadece başını salladı.

- İçemem, kardeşim! İki saat ne içemem ve de yemek yiyebilirim. Mide için bir damla aldım. Doktor, kesinlikle ağzıma hiç bir şey almamamı emretti.

- Boş ver sen! – kayıtsızca dedi Baycan. O, kendisi asla hasta olmazdı ve diğerlerin niye ah çekip, inlediklerini, diyet yaptıklarını, tedavilere gittiklerini bir türlü anlayamıyordu.

Kapıya vurdular. İçeriye ilçe sekreterinden paketiyle kurye girdi.

Baycan, zarfı yırttı ve çabuk ayağa kalktı.

- Ben birazdan geleceğim, - dedi bardağını dokunulmamış bırakarak. – Acil çağırıyorlar.

- Rahmet’i de getir, - diye arkasından seslendi Aybarşa.

Yaklaşık on dakika geçti, sonra daha on beş dakika, sonra yarım saat, - ne Rahmet, ne de Baycan yoktu.

Tırtık, halen oturuyordu, ama Aybarşa onunla konuşmuyordu ve o, kalkıp gitmek zorunda kaldı. Ofiste o, Rahmet’in Baycan’ı arabasına bindirip, onunla gittiğini öğrendi.

Yazık, düşündü o, son dakikalarda her şey bozuldu.

Bu sırada aklına yeni bir fikir geldi: “Aybarşa, herhalde, artık çayı içmiştir. Demek ki zehir etkilemiştir. Demek, şimdi...”. O, durakladı, hemen her şeyi göz önüne getirdi. “Durum iyi, - diye seslendi. – Gitmesi iyi oldu işte! Ne güzel oluyor her şey!..” O, birdenbire geri döndü.

Kapıya yaklaştı, dinledi. İçerisi çok sessizdi. Tırtık, kapıyı itti ve gördü: semaver sofrada duruyor, ama artık ses yapmıyor; porselen çaydanlık ise sofranın üstünde değil, küçük fırının içinde duruyor. Aybarşa, odanın ortasında durup, ona hareketsiz bakıyordu.

Tırtık, kararsız eşikte dururken - İyi, gel, gel, - diye onu çağırdı.

O, hiç bir şeyi düşünmeyi bile yetişemedi, Aybarşa kapıya yaklaştı ve kapının kancasını attı.

- Gel buraya! – diye rahat söyledi.

Yanık’ın Aybarşa’dan korkmaya sebebi vardı. Bir kere onlar, tesadüf kırda buluştular. Tırtık’ın, sonra anlattıklarına göre o, Aybarşa’ya şaka yapmak istedi ve onu atından indirmeye başladı. Olay öyle bitti: kız onu atından indirdi, eyerin enlemesine bağladı ve kırda dolaştırmaya başladı. O gün onun az kalsın canı çıkacaktı. O olaydan sonra onlar, birbirine kuşkuyla bakmaya başladılar, özellikle Aybarşa.

Tırtık odadan çıktığında o, kendisinin demlediği çayın aniden boğucu bir pislik kokusunu vermeye başladığını hissetti. Kapağı kaldırıp, çaydanlığın içine baktı. Çayın içinde küçük siyah tanecikler yüzüyordu. O, onları kaşıkla aldı ve bunun banotu olduğunu anladı. Öyle mi demek? – diye kızgınlıkla düşündü. – Bekle bakalım!

Tırtık yine odaya girer girmez o, onu sorguya aldı.

- Söyle, alçak, çayı niye zehirledin, - diye bağırdı.

Tırtık, o kadar kortktu ki, sadece böğürebiliyordu. Bu da Aybarşa’yı tamamen kızdırdı. O, onu yakasından tutup, yere attı. Eline bıçak düştü ve o, çok düşünmeden bıçağı Tırtık’ın üzerinde kaldırdı. Tırtık korkusundan top gibi kıvrıldı.

- Ne yapıyorsun sen, ne yapıyorsun! – diye anlamsız tekrarlıyordu ve anıden bağırdı: - İmdat!

Aybarşa, bıçağını bırakıp, Tırtık’ın boğazına yapıştı.

- Eğer sen şimdi hemen... – ve söylediği her bir sözden sonra onun kafasını duvara vuruyordu. Eğer sen şimdi he-men...

Onu o kadar sallıyordu ki, Tırtık sonunda hırıltılar çıkarmaya başladı.

- Bırak, ben her şeyi anlatacağım...

O, onu bıraktı.

- Ben yemin ettim... – dedi o, ellerini kaldırarak.

O zaman Aybarşa onu öyle vurdu ki, Tırtık bağırmaya başladı.

- Söyleyeceğim, her şeyi söyleyeceğim! Her şeyi olduğu gibi anlatacağım. – Ve aniden çabuk ekledi: - Bu Kalakay.

- Ne? – Aybarşa şaşkın bakıyordu.

Yanık artık rolünü oynuyordu ve yerde oturarak bağırıyordu:

- O, o, lanet olası. O beni kışkırttı. Ona arkadaş diyorsun, bu nasıl bir arkadaş? İttir o.

- Sen yalan söylüyorsun! – dedi Aybarşa.

Yanık ayağa kalktı. O, artık üstünlüğün kendisinde olduğunu hissediyordu.

- Hayır, yalan söylemiyorum, - sıkıca dedi o. – Ben sana yalan söylemiyorum, o ise sana yalan söylüyordu ve halen söylüyor. Ben artık kimseye yalan söylemiyorum. Ben bıktım bütün bunlardan. Gidin başımdan işlerinizle birlikte ben size diyorum!

Bir şeyler düşünerek biraz sustu ve aniden ilave etti:

- Onun bana verdiği öğütlerin yazıldığı kağıdı getirsem sana?

Tırtık’ın artık tamamen rahat yüzüne, sert ve soğuk parıltıya dolu kısılmış gözlerine bakıp, Aybarşa hemen soldu. O, kendini öyle hüzünlü ve yalnız hissetti ki, kiminle konuştuğunu bile unuttu – Yanık, onu az önce zehirlemek isteyen alçak herifti.

- Getireyim mi? – diye tekrarladı o.

- Getir, - dedi o ve mekanik olarak ilave etti: - Ama kaçmak istersen...

O, bu garip tehdide geniş ve açık gülümsedi ve kapıdan çıktı.

Zarfla döndükten sonra, zarfı Aybarşa’nın karşısında koydu, kendisi ise kanapeye oturdu.

Aybarşa, okumaya başladı. Evet, her şey bu alçak adamın söylediği gibiydi. Kalakay, banotunu nerede bulmayı, onun kesin etkilemesi için neyin ve nasıl yapılması gerektiğini detaylı anlatıyordu...

Aybarşa, kağıdın olduğu elini indirdi, kafasını duvara yasladı ve ağladmaya başladı. O oturuyor, gözyaşları ise akıyordu.

- Gördün mü? – diye sordu Yanık şeytanca zevk alarak.

- Seni alçak, - dedi Aybarşa sessizce. Ah, ne kadar alçak insanmış o!

Yanık, ona güvenle yaklaştı, elini omzuna koydu ve dedi:

- Görüyor musun arkadaşların nasıl? Anla bakalım kim arkadaşın kim ise düşmanın. Birisine inanacaksan bana inan, ben en azından kıvırmıyorum, dümdüz söylüyorum.

Aybarşa elini salladı.

- Git.

O gitti. Aybarşa yatağına kadar geldi, dizüstü durdu, başını battaniyeye gömdü ve onun bütün vucüdu sesli, hemen hemen histerik hıçkırıklarından sallanmaya başladı.

- Ah, alçak! Ah, ne kadar alçakmış! – diye umutsuzlukla tekrarlıyordu.

Komponun ikinci iştirakçisi Masakpaydı. O da boş oturmadı. Tırtık, Masakpay’a banotunun hazır bulunduğunu ve kendisi bugün, nihayet, gerekli her şeyi yapacağını bildirdikten sonra Masakpay, işin artık bitmiş sayılması gerektiğini zannetti: onun Yanık’ın uyanıklığından ve çevikliğinden şüphesi yoktu. Masakpay, sevincinden halkışladı bile ve hemen atını eyerlemeye gitti.

Sırbay’ın evine yol alarak: “yaşlı köpek, gelinini ve öğrencisini seyretsin, diye düşünüyordu. Seyretsin bakalım”...

Masakpay, ihtiyarın evine geldi ve onu, kızın ekibiyle ilgili bir şeyler öğrenmek, bir şeyler çözmek için Aybarşa’nın evine gitmeye teklif etti, ama Sırbay istemedi. O, komşu kadının evine misafirliğe geleceğini söylemiş ve komşusunu boşuna bekletmek istemedi.

- Biz seninle belki şöyle yapalım, - dedi ihtiyar, düşündükten sonra. Komşumda aşağı yukarı iki saat oturalım, sonra ise Aybarşa’ya gidelim.

Bu, Masakpay’ın istediği gibi değildi, - kendisi, mümkün olduğu kadar çabuk Aybarşa’yı görmek istiyordu, ama tartışmaya girmedi.

- Ne ise, misafirliğe gidelim diyorsan, gidelim, - dedi o.

Sırbay, yaşıtı ve yaklaşık on sene önce ölen arkadaşının eşi olan kadın tarafından misafirliğe davetliydi. Kadın, evinde yalnızdı. Yetişkin oğlu komşuna gitmiş. Orada kutlama vardı – ev sahibinin genç eşini, ilk çocuğunun doğumuyla kutluyorlardı.

Sırbay’la Masakpay oturdular, yaşlı kadınla konuştular, kadın artık semaveri koymuştu, bu sırada onun oğlusu – genç, uzun boylu delikanlı geldi ve kutlamanın sahibinin adına değerli misafirleri kutlamak için davet etti.

Masakpay gitti. O içkiyi çok severdi ve doğum kutlamalarında, vodkanın her zaman herkese yetecek kadar çok olduğunu biliyordu.

Sırbay, evin sahibiyle kaldı. Onlar, yine geçmiş ve şimdiki zamanlar hakkında, merhumun ne kadar iyi insan olduğu ve büyümüş oğlusunun yüzü olsun, tarzı ve aklı olsun, ona ne kadar benzediği hakkında konuştular. Bu, yaşlıların yaptıkları sonsuz konuşmalarındandı ve odaya gürültüyle Masakpay girmeseydi konuşmaları daha ne kadar devam ederdi kim bilir. Onu, arkasından ev sahibinin oğlusu tutuyordu. Masakpay, o kadar sarhoştu ki, kendisini tutabilmek imkansızdı ve o, odaya girer girmez yere düştü.

Onu usulca kaldırdılar ve yatağına yatırdılar. Ev hanımının oğlusu durdu, sarhoş başkana baktı, başını salladı ve gitti.

Yaşlılar yine konuşmalarına devam ettiler. Bir kaç dakika sonra, yatak üstünde kımıldamalar duydular. Masakpay, yastıktan kızarmış yüzünü ağır ağır kaldırıyordu, dudaklarını hareket ettirerek bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Onun yüzü öfkeden değişmişti ve gözleri küçük, kızgınlıktan bulanıktı.

Sırbay, heyecanla onun yanına yaklaştı. Masakpay ise, zayıflığını başedip, kalktı ve dümdüz Sırbayın üstüne gitti.

- Nereye gidiyorsun sen? – diye sordu Sırbay.

- Sana, - diye cevap verdi Masakpay.

- Niye?

- Ben sana bir laf söyleyeceğim, - diye cevap verdi Masakpay. O, Sırbay’a düz, neredeyse anlamlı bakışla baktı ve dedi: - Garip adamsın sen!

- Ne? Ne? – diye sordu Sırbay, hiç bir şey anlamayarak.

- Dediler sana: gelinine göz kulak ol, namusunu koru, diye! Sen laf dinlemedin şimdi ise... al! – o, alaycı hareket yaptı.

Sırbay o kadar şaşkındı ki, ilk başta kızmadı bile.

- Ne mırıldanıyorsun sen? – diye sordu. – Nasıl namus? Ne oldu?

- Olanı şu ki, - dedi Masakpay kötü sevinçle, - senin gelinin Aybarşa ve Baycan...

- Ah seni it, - diye kızdı Sırbay. – Ah seni pis sürüngen!

- İnanmıyor musun? – Yürü bakalım, - dedi Masakpay ihtiyarın üstüne yürüyerek.

O zaman Sırbay dönüp, yumruğunu onun yüzüne indirdi. Masakpay, tırpanla biçilmiş gibi yere çöküverdi. Sırbay, onun saçlarına yapıştı, yüzünü yere çevirdi ve burnunu bir kaç kez halılara daldırdı. Masakpay, var gücüyle bağırmaya başladı: “İmdat! Öldürüyorlar!”

Yaşlı kadın Sırbay’a atladı ve onun ellerini çekmeye başladı, ama Sırbay ona biraz dirseğiyle dokunduktan sonra yatağına oturdu.

O sırada kapı açılıp, içeriye Rahmet’le Baycan girmeselerdi bu olayın nasıl biteceği belli değil. Sırbay, onları görür görmez hemen hemen boğulmuş olan Masakpay’ı bıraktı ve koşarak dışarıya çıktı.

Ne oldu? – diye sordu Rahmet yaşlı kadına. Kadın, sadece kollarıyla çaresizlik hareketini yaptı – o, gerçekten olan olaydan çok az şey anlamıştı.

Rahmet, Masakpay’a yaklaştı. O, yerde yatıp, inliyordu ve hiç bir soruya cevap vermiyordu. Ancak sabah Masakpay Rahmet’e dedi:

- Kim bilir ki neyin olduğunu! Ben içtim, ona bir şeyler söyledim, bu yaşlı şeytan ise çıldırdı ve beni öyle dövdü ki, sağlam yerim kalmadı. Kocaman ve azgın şeytandır o!

Rahmet öyle de bir şey öğrenemedi.

Aynı gün akşam Masakpay, ilçeun savcı yardımcısıyla konuştu. O, savcı yardımcısına her şeyi anlattı – onlar can ciğer dostlardı ve Masakpay ondan hiç bir şey gizlemezdi.

- Evet, - dedi savcı yardımcısı her şeyi dinledikten sonra, - cismani zarara neden olan dövme apaçıktır. Bu olaydan faydalanılabilir, hem de çok elverişli oluyor: patronum şimdi şehirde yok – o Almatı’da yeniden eğitim kursundadır. İyi, biz bu olaydan faydalanırsak, bu yaşlı kabadayıyı en azından bir seneye içeriye atabiliriz.

- Ya sekreter? – diye hatırlattı Masakpay. – O, ihtiyarın peşinden ateşe de, suya da girer.

- Sorun değil! – savcu yardımcısı gülümsedi. – Yeterki uygun kanun maddesi ve apaçık ispatlar bulunsun... Sadece içle komitesinin sekreteri değil, cumhuriyet savcısı bile hiç bir şey yapamaz. Kanun!

- İyi, kanunsa, - Masakpay’ın yüzü ışıldadı.

Savcı yardımcısı, aniden düşünekaldı.

- Aslında ihtiyar için bu bir sene nedir? Bir sene hapis olsa daha iyi, itiraz etmeye başlayacak - ağır hakaretler, sanığın yaşı göz önüne alınır da – netice olarak il mahkemesi, hapis cezasını kolhozda yada inşaatta çalışmalarla değiştirir. Onun için yüzde 25 nedir? Yok, parayla onun boynunu eğemezsin! Başka bir şey bulmak lazım.

- Başka ne olabilir ki? – diye sordu Masakpay.

- Bilmiyorum! İyice düşün – bu artık senin işin.

Masakpay, elleriyle çaresizlik hareketini yaptı ve aniden haykırdı:

- Buldum! Buldum! Vallahi buldum! İki çuval tahıl – işte bu!

- Ne iki çuvalı? – diye sordu savcı.

- Ah, ihtiyar şeytan, burada yakalandın işte! – zafer sevinciyle haykırdı Masakpay. – Anlıyor musun, - diye savcı yardımcısına hitap etti, - o, kendi ekibini toplayacaktı, Rahmet’le anlaştı ve seçkin buğday hazırlamaya başladı. Ekinmiş tarlalarda makasla yürüyüp, başakları kesiyordu – iki çuval topladı!

- Ya yönetim? – diye sordu savcı yardımcısı.

- Yönetimin hiç bir şeyden haberi yok. Sırbay için yönetim nedir ki? Yönetim onun umrunda değil.

- Tamam işte, - dedi savcı yardımcısı. – Madde hazır, hem de nasıl! 7 Ağustos tarihli kanun! Devlet mallarına el koyma! 10 sene ve daha fazla, af uygulanamaz. Yalnız nasıl yapalım – yönetim bana şikayet raporunu yollasın: böyle böyle – diye, bu adam milletin düşmanı, devlet malını çalıyor. Yönetimden böyle yazıyı alabiliyor muyuz?

Masakpay “hayır” anlamında başını salladı.

- Kötü! Demek ki, dilekçe yazmak lazım. Bunu yapabilecek bir adam bul, hem de ne kadar hızlı olursa, o kadar iyi.

Masakpay, “tamam” anlamında başını salladı. Kendisinin böyle adamı vardı. O, adamı buldu ve aynı gün dilekçe hazırdı.

Kolhozun şoförü Yeset’in, ihtiyara sessiz, ama güçlü kin tutmaya sebepleri vardı. Tabi ki! Sırbay’ın oğlusu, onun ta kundaktayken nişanlanmış gelinini götürdü. Oğlusunu sakinleştirme arzusuyla Eset’in başvurduğu Sırbay, ona öyle hişt etti ki, kendisi bir daha böyle bir arzusundan söz bile etmedi. Açıkçası, Yeset’in düzgün bir dilekçe düzenleyecek kadar yeterli okuru yazarlığı bile yoktu, ama ona bu işte Yanık yardımcı oldu. Yeset, yazısını kopya çekerek yazdı.

Rahmet’in Almatı’ye gittiği gün, savcı yardımcısı iki polisle birlikte Sırbay’ın kapısını vurdular. Onlar, mirab Sırbay Dayrabayev’in evini arama ve kendisini tutuklama emrinde yazıldığına göre, kolhozun çalınmış tahıllarına el koymak için geldiler.

O gün Sırbay’ın evinde ziyafet veriliyordu. İhtiyar, savaş bitmeden çok daha önceden zaferi kutluyordu. Gazeteler, Alman ordularının yenilgiye uğratılıp, batıya geri kovalandıklarını yazıyorlardı.

Sırbay’a, gerektiği gibi yemek yemeye bile vermediler. Onu sofradan kaldırdılar ve “kriminal” çuvallarıyla birlikte içle cezaevine götürdüler. Olay yerinde bulunanlar, o kadar şaşırmışlar ve korkmuşlar ki, neler oluyor diye sormaya bile kimsenin aklına gelmedi.

Bir gün sonra, Aybarşa’nın davetiyle Kızılorda’dan Anatoliy Kondratyeviç geldi. O, hemen savcının yanına gitti.

- Ama bu tam saçmalık, - diyordu o kollarını göğsüne sıkıp ve durumun saçmalığından acı çekerek. – Bu tam bir fıkralık olay ya!

- Savcı yardımcısı, omuzlarını sıkıp, odasında duran çuvalları ohşuyordu.

- Kanıt apaçık, - diyordu o gülümseyerek, - ben, küçük bir insanım. Bun vurmuyorum – kanun vuruyor.

- Peki! – diye homurdandı Anatoliy Kondratyeviç, atına bindi ve istasyona gitti.

Üç gün sonra ilçe savcı yardımcısının eline telgram sunuldu:

“Tutukladığınız “Ken-Totgay” kolhozunun ekip başı Sırbay Dayrabayev’i serbest bırakınız. El koyduğunuz tahılları geri veriniz. Ön soruşturmanın tüm belgelerini, sizin raporunuzla birlikte kendi elinizle cumhuriyet savcısına ulaştırınız”.

Savcı yardımcısı, telgramı okudu, savurdu ve ilçe cezaevine, Sırbay’ın yanına gitmek için atları kolmayı emretti.



Yirminci bölüm

SON ATLAYIŞ


Sırbay’ın yasadışı tutklama konusu, Kızılorda obkomun büro toplantısında teferruatlı görüşüldü.

Soruşturmanın incelemesine davet edilen ve hazır bulunanlar: raykomun ikinci sekreteri Kair Kobelekov, rayzo yardımcısı Kalakay artıkov, “Ken-Togay” kolhozunun başkanı Masakpay Kurmekov, kolhozun şoförü Yeset ve, nihayet, mağdur Sırbay Dayrabayev. Aybarşa da davetliydi, ama o, hastalıktan dolayı gelemedi.

Masakpay rahatsızdı. O, kendi hilelerinin boşuna affedilmeyeceğini biliyordu ve önceden en kötüsünü bekliyordu. Eskiden bir ümit vardı: belki bazı şeyleri Kalakay’a atılabilir yada en azından ondan bahsedilebilirdi. Böyle-böyle, onun yanına gittim, kendisiyle görüştüm, o beni destekledi: git ve şikayet et, çözsünler diye. Ama Kalakay yanında dümdüz oturuyordu, içine kapanık, ondan yardım alamayacağı belliydi. Onlar, en son görüştüklerinde bozuşmuşlardı.

Her şey, Kalakay’ın Masakpay’ı ihtiyarın yasadışı tutuklanmasında suçlamasıyla başladı. Masakpay ise kendini suçlu kabul etmiyordu ve bu işlerde iştirak ettiğini itiraz etmemiş olsa da, şikayeti yollarken yüksek nedenlerle yönlendirildiğini ileri sürüyordu. Onlar, birbirinden ayrıldıklarında çok gergindiler.

Hemen bundan sonra Kalakay (talihsiz başkan bunu hemen öğrendi), raykoma Masakpay’ın başkanlıktan alma teklifini sunmuş. O zamanda o işi örtbaş etmişlerdi. Raykomun ikinci sekreteri Kair Kobelekov, zaten kararsız, korkak ve her zaman bir şeylerden şüphelenen bir insan, belki biraz daha beklemek gerekli olduğunu söyledi: apaçık cinayet ortada yok, Masakpay ise işini bilen insandır ve tüm ekonomiyi kendi elinde tutuyor, ilçeyi kendi izbesi gibiymiş biliyor – onun yerine kimi koyabileceğiz şimdi, hem de şimdi zaman da uygun değildir. Bu şekilde konu o zaman kapanmıştı! Şimdi ise yine başlayacak, hem de nasıl başlayacak! Kalakay ise, hayvan, hiç bir türlü yardım elini uzatmak istemiyor.

- Dostum, kötü hareket yapıyorsun – diye hitap etti ona bir gün Masakpay. – Düşün bakalım: benim Sırbay’la aram niye açıldı? Onunla ne paylaşamadık? Her şey ancak senin yüzünden oldu. Sen Aybarşa’ya aşık olmasaydın, ben de sana yardım etmezdim. Biz ihtiyarla mükemmel bir uyum içinde yaşardık; şimdi ise gürültü çıkınca sen kenara kaçtın, ben de kendimi savunmak zorundayım. Atasözünde boşuna demiyorlar: “Kaymağı kim yediyse zamanında kaçtı, güvecin dibini yalayan ise sopa yedi”. Bana düşman olma, dostum! Unutma: ben senin yüzünden sıkıntılar içindeyim.

- Kalakayın keyfi yoktu ve Kazah atasözünü de o asık suratla kabul etti:

- Sen beni salak yerine koyma, - dedi o. – Sen suçu bana atmak istiyorsun, ben ise ta ne zaman bu işi bırakmayı tavsiye etmiştim. Sen sözümü dinlemedim. Peki, şimdi kabahati kendinde bul. Ben sana açık söyleyeyim: yalan söylemeyi ve evirip çevirmeyi bırakmazsan, - başın belada kalır.

- Ne söyleyim ki o zaman? – diye merak etti Masakpay.

- Ben sana öğreteceğim. De ki: Bir Kalakay’la bir yetimhanede yetiştik ve arkadaştık. Sonra benim arkadaşım başkasının nişanlısına aşık oldu, o ise benim arkadaşıma asla bakmak istemediği için o, onun intikamını almaya karar verdi. O zaman işte biz onunla tekrar bir araya geldik. Öyle değil mi?

- Öyle – dedi Masakpay, hem Kalakay’ın sözlerinden, hem de daha ziyade kendisinin hiç anlayamadığı Kalakay’ın ses tonundan hayret ederek.

- Sonra ise de ki: Kalakay, tabi ki, benim gıcık insan olduğumu ve hiç bir şeyin önünde duramayacağımı biliyordu. O dönemde onu bana bağlayan oydu işte. Sonra diyeceksin ki: - Evet, o yanılmıştır, çünkü ben, Masakpay, o kadar alçak çıkmışım ki, o kendisi bile şaşırdı. O zaman o benden uzaklaştı, ama ben artık kendimi durduramıyordum – sonuç bu, işte. İyi olmuş mu?

- İyi olmuş ta, gerçek değil, cevap verdi asık suratla Masakpay. – Sen şunu düşün: bana bütün bunlar neye gerek vardı ki? Bana Sırbay ne kötülük yapmış ki? Bana bunu mutlaka soracaklar.

- Sen de onlara anlat işte: ben, de, hırsız insanım, elim uzun, bir yerde bakımsız ne varsa, canım onu istiyor. Sırbay ise dürüst ihtiyardır, o böyle insanları sevmez. Ondan aramız bozuldu işte. Ben de gördüm ki biz onunla burada bir arada kalamayacağız ve yardımcıma şikayet yazdırdım, o da bana yardım etmeye memnun...

Masakpay oturup, ona bakıyordu.

- Bak, hata yapma, dostum – aniden dedi o. – Hikayeni doğru ucundan mı başlıyorsun? Bak, hata yapma!

Kalakay gülüverdi ve hemen ciddi bir ses tonuyla ilave etti:

- En iyisi sen yan çizme de, dos doğru söyle: anlaşmazlık oldu de ve hepsi benim suçum. Ama benim kötü niyetim olmadığı için ve şikayetimin ciddi sonuçlara getirmediği için, beni, aptalı, affediniz. Ruslar diyorlar ya: pişman olan başı kılıç bile kesmezmiş – belki affederler seni.

Büro toplantısında, her şey Masakpay’ın tahmin ettiğinden farklı oldu. O, Yeset’in ifadesinden çok korkuyordu, ama nafileymiş. Şoför dimdik ayakta duruyordu.

- Dilekçe benim – suç ta benim, - dedi o. – Bir gün bakıyorum ihtiyar başakları topluyor, çuvalına koyuyor, ikinci ve üçüncü günleri aynısını görüyorum. Kimseye bir şey söylemeden kesiyor, mal kolhozun ama, ortak. Ben şüphelendim – ondan işte bunu savcıya yazmaya karar verdim: bakıveriniz ne oluyor – diye. O da, görüyor musunuz, bu işi nasıl çevirmiş. İtiraz etmiyorum – her şey benden başladı.

O sustu, ellerini iki yana açtı ve ilave etti:

- Ama ne zaman beri uyanıklık suç oldu ki?

Kalakay ama başkana çok kötü çelme taktı. O, bundan önce söylenen her şeyi hemen hemen aynı tekrarladı – tek sözü bile unutmadı ve ilave etmedi. Karar da, tabi ki, ona göre çıkmıştır. Masakpay’la ilgili kararda böyle söz ediliyordu:

- ...Kolhozun başkanı, arkadaş Kurmekov Masakpay, bozuşukluğu büyütmeyle uğraştı, bunun neticesinde ekim kampanyası kısmen başarısız oldu, dolayısıya kendisini şiddetli kınamak ve uyarı yapmak ve kolhozun üyelerinin karşısında onun işten çıkarılmasına dair konuyu açmak.

Kolhozun sonraki çalışmasıyla ilgili büro, şöyle karar vermiştir:

1. Arkadaş Sırbay Dayrabayev’in, yüksek kaliteli tohum seçerek pirinç hasatının arttırılmasına dair teşebbüsünü desteklemek.

2. Ilçenin arazi idare bölümüne, Dayrabayev’in topladığı tohumların ekinmesi için uygun deneme tarlasını bulmayı önermek.

3. Kolhozun yönetimine, deneme tarlasında çalışmak için bir işçi ekibini ayırmakla görevlendirmek. Ekibin başı görevine Dayrabayev’i atamak.

4. El konulan tahılları Dayrabayev’e geri vermek. Gossemsortfond’a (Devlet Tohum Seçme Fonuna), tohumların filizlenme gücünü kontrol etmeyi, tohumlar bozuk oldukları durumunda – onun yerine başkalarını vermeyi önermek.

5. Tarım makineleri departmanını, Dadabayev’in emrinin altındaki ekibin tarlayı işleyebilmesi için yeterli makine sağlamayı görevlendirmek”.

- Sena bana küstün mü? – diye sordu Kalakay eski kolhoz başkanına ikisi birlikte il komitesinin binasından çıktıktan sonra.

Masakpay, bir kaç adım sessiz yürüdü, sonra aniden eski arkadaşına kin dolu, çarpık yüzünü çevirdi ve sessiz ama net dedi:

- Ben sana bunu unutturmayacağım! Ben sana daha... – ve çabuk gitti. O, Yanık’ın yanına gitmeye acele ediyordu.

Bundan önce Masakpay, Tırtıkla böyle konuşma yaptı:

- Sen anlıyor musun, Tırtık, bütün bunlar nereye gidiyor? – diye sordu ona Masakpay.

- Zararı yok! Belki, daha yeneceğiz, - ürkekçe tahmin etti Yanık.

- Ya yenemezsek? O zaman tek ümit sende.

- Para lazım, - Yanık içini çekti. – Parasız nereye gideceksin ki? Her iş para sever.

- Ben kolhozdan daha bir şeyler sıkarım, - dedi Masakpay algın bir şekilde. – Hem de kendi paralarım... dur hele, bir düşüneyim... Haydi yaklaşık otuz bin bende var. At için de, tahmin ediyorum, on bin bana verirler. İki domuz satarım – demek yine o kadar. Bu ne kadar yapacak?

- Elli bin, - dedi Tırtık.

- Peki! Şimdi benim iki halım var. İyi halılar. Onları da aşağı yukarı otuz bine her zaman satabilirim. Ve daha ufak-tefek şeyler, - keçiler, koyunlar, çul, kaşık-kapkacak, yirmi bin daha hesapla – toplam yüz. Bu yeter mi sence?

Ertesi gün Masakpay, Tırtık’a, kendisinde iyice saklasın diye otuz bin ruble verdi. Ne olur ne olmaz diye.

- Ya tutuklarlarsa eğer, - dedi o telaşla.

“Eğer seni tutuklarlarsa, diye düşündü Tırtık, senin paran benim olacak. İki seneliğine bana yeter”.

Tırtık, Kızılorda’ya gelip, Masakpay’ın evine geldiğinde, kendisi daha il komitesinin toplantısındaydı. O, onu beklemeye başladı. Masakpay bir saat sonra döndü.

- Nasıl durumlar? – diye sordu ona Tırtık.

- Kapattılar, - diye gayet rahat cevap verdi Masakpay. Düşündükten sonra ilave etti: - ve kınadılar. Az daha düşündü ve bitirdi: - Şiddetli kınama, kişisel dosyaya kayıtlı.

- Bunlar hepsi o itin yüzünden mi? – diye sordu Tırtık.

Masakpay, sessiz başını salladı.

- Ne yapayım ki ben ona şimdi? – bir acıyla uzatarak sordu o. – Aklım yetmiyor...

Tırtık aniden sordu:

- Sende onun herhangi bir yazısı var mı?

- Var. Neden soruyorsun? – diye sordu Masakpay.

- Versene onu bana. O bana lazım olacak.

- Tamam, - nazikçe cevap verdi Masakpay ve artık soru sormadı.

Konu şuydu. Diğer yetenekleriyle birlikte Tırtık’ın, diğerlerden üstün yeteneği vardı: o çok iyi sahte imza atardı. Öyle sahte yapıyordu ki, yetimhanede tüm hocaların aralarını bozdu. Ama bir laf var ya: bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge üçüncüsünde avucuma düşersin çekirge. Onu polis müdürlüğüne çağırdılar ve Yanık zor kurtuldu. Ondan sonra o sakinleşti ve sahtekarlığı artık ancak kolhozda yaptı. Tüm muhasebe evraklarının, tüm faturaların ve makbuzların dörtte birinin, muhasebecisi tarafından sahte yapıldığından Masakpay’ın haberi bile yoktu.

Yeteneğini hatırlayıp, Tırtık düşündü: “Ya Kalakay’ın ayağının altına gerçekten karpuz kabuğunu koyarsak: Kalakayın adına Aybarşa’ya – başka, Baycan’a – başka mektup yazarsak. Kendisi bunu kimin yaptığını aklına bile getirmez. Derhal aklı başka tarafa çalışmaya başladı: “Ya eğer Kalakay’ın ve Baycan’ın adına Aybarşa’ya ve Aybarşa’nın adına Baycan’a ve Kalakay’a mektup yazıp, sonra tüm yazışmaları toplayıp, Daulet’le Gülnar’a yollasak? İhanetin ispatları apaçık olacak. Yalnız yazı örneklerini bulmam gerekecek”.

Masakpay’ın başına sorunlar çıkmaya başlar başlamaz Sırbay, kendisini kolaysız hissediyordu. Onu başkanlıktan aldıkları zaman ise ihtiyarın tamamen huzuru kaçtı.

- Ya onu mahkemeye vermezler mi? – diye soruyordu Anatoliy Kondratyeviç’e. – Ya benim yüzümden üstelik te içeriye kapatırlarsa?

- Sen onun yüzünden içeride oturdun ya, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç, ama arkadaşının yüzüne baktıktan sonra, aceleyle ilave etti: - Hayır, mahkemeye onu vermezler. Ama orduya yollayabilirler.

Sırbay başını salladı.

- Ah, kötü olmuş, - dedi o pişmanlıkla. – Benim yüzümden adam işsiz kaldı. Kötü, kötü! Ben de çok zaman geçmedi, zor durumdaydım, sonum yaklaştı zannediyordum, şimdi ise – başka birine kötülük yapıyorum. Tanrı kırgınları dinlermiş, bana da kızmasını istemiyorum.

Anatoliy Kondratyeviç, ihtiyar mirabın dedikleriyle razı değildi. O, sadece bunları anlıyordu: Sırbay şimdi kendini yeryüzündeki herkesten mutsuz hissediyordu. Bundan az önce o, kendini gerçekten mutsuz hissediyordu, şimdi ise...

Bir şekilde öyle olmuş ki, Daulet’i, şehit olduğunu zannettiler ve alay karargahı bu haberi onun oturduğu yere bildirdi. Genellikle olduğu gibi mektup, Yanık’ın eline düştü. O, mektubu okuduktan sonra onu yine olduğu gibi kapatıp, yapıştırdı ve büyük harflerle Aybarşa’nın adresini yazdı. Mektubu şahsen onun eline verdiler ve bir saat sonra annesi, Aybarşa’yı baygın buldu. Düşerken o, kafasını masanın köşesine vurdu ve onu hastaneye götürmeye mecbur oldular. Oğlusunun ölümünü ve gelininin rahatsızlığını Sırbay, kendisinin sonu olarak görüyordu. Daulet çemberdeydi, şimdi ise sağ salim ve yalnız değil, Gülnar’la birlikte.

Sırbay, derhal atını eyerledi ve elinde mektupla, dağınık, terli, soluk soluğa ilçenin hastanesine geldi. O, hemşireleri itekledi, neredeyse nöbetçi doktora çarpacaktı, yolda ecza kutusunu devirdi ve, nihayet, Aybarşa’nın yatağına oğlusunun mektubunu attı.

Bütün bu günler, onun sevinç günleriydi. Şimdi o, başka bir insanı nasıl mutsuz edebilir ki? O zaman işte o, Baycan’a, Masakpay’a yazılacak mektubu dikte etti. İhtiyar, çok nezaketli ve sıcak bir şekilde, eski başkanı kendisinin evine ziyafete ve ona nasıl bir şekilde yardımcı olabileceğini görüşmek için davet etti.

Masakpay, daveti kabul etmedi, mektubun kendisini ise Tırtık’a verdi. O, çok sevindi. Artık ona sadece Aybarşa’nın yazı örneğini bulmak kalıyordu. Bu ise, çok zor bir işti. Onun mektuplarını ne kadar çok arasa da, bir türlü bulamamıştı.

Mecbur özellikle bunun için şehire gitti. O, bahane buldu – Aybarşa’yı, nişanlısının beklenmedik sağ salim olmasıyla kutlamak.

Aybarşa, hastaneden çıktıktan sonra, Anatoliy Kondratyeviç’in yazlık boşalmış dairesinde yaşıyordu. Ev büyüktü, aganın eviydi. Ev, bir zamanlar zengin bir özbeğe aitti ve özbek tarzında yapılmıştı, onun yüksek ve zengin süslenmiş uzun kerpiç duvarı, sağlam avlu kapısı vardı. İşte, o kapıya Tırtık vurmaya başladı.

Kapıyı uzun zaman açmadılar. O, kızıp, kapıyı öyle tepti ki, kapı zangırdamaya başladı. Aybarşa ise onu hemen tanıdı, açmamasının sebebi de – Daulet’in mektubu hakkında düşünmüş olmasıydı. Mektup biraz tuhaftı.

Daulet, nerede bulunduklarını ve hal-hatrinin nasıl olduğunu yazmıyordu, sadece kendisinin endişelenmemesini rica ediyordu, - her şey iyi olacak - diye. Bunlardan Aybarşa, kendisinin çok kötü durumda olduğunu anladı. Daulet, üç satırda Gülnar’dan da bahsetti. “Eski arkadaşlık kanunlarına göre, - diye yazıyordu Daulet, - ben ona bakmak zoruyndayım. Biz döndükten sonra, sen ona sor: ben iyi hastabakıcı mıyım? En önemlisi – biz ikimiz de, daha sağız ve tendürüstüz. Yakında kendi birliğimizi de görmeyi ümit ediyoruz”.

Aybarşa, mektubun tamamını okudu, sonra ise yine o tuhaf yere döndü: “Eski arkadaşlık kanunlarına göre bakmak”. Ama kendisi ona bakıyorsa, hem de hasta bakımcısı olarak, demek ki Gülnar hastadır. Yaralıdır, belki. Ama eğer o yaralıysa niye askeri hastanede değil? “Yakında kendi birliğimizi görmeyi ümit ediyoruz”, - demek ki, şimdi onlar birliğin dışındalar. Öyleyse nerdeler ki?”

“Demek ki, kuşatmadalar, - diye özetledi Aybarşa, - Gülnar yaralı, Daulet ise ona bakıyor”. Ama onun aklına başka bir şey de geldi. Eğer onlar kuşatmadalarsa, Daulet mektubu nasıl yollayabildi ki?”.

Mektup hakkında düşündükçe içi kararıyordu. O, cevabını yazmak için her şeyi düşünmek, değerlendirmek zorundaydı. Ondan dolayı, işte, şehirde kaldı, mektubu yazmak için tek başına kalabileceği yer lazımdı. Şimdi, Anatoliy Kondratyeviç’in evinde, Matrena Yakovlevna ve aganın son karısının uzak akrabası olan bir ihtiyar kadının dışında, evde kimse yoktu. Ama Aybarşa’ya şimdi Matrena Yakovlevna bile engel oluyordu. O, kendisini bir yere yollayıp, masa başına oturdu.

İlk “Daulet” sözünü o, her harfi hattat gibi çizerek yazdı. Ama bundan sonra bu iş ilerlemedi. O oturdu, düşündü, sonra cebinden komsomol üyelik belgesini çıkardı ve onu Daulet’in fotoğrafının bulunduğu sayfalarda açtı. Bu fotoğrafla o, hiç bir zaman ayrılmıyordu. Sadece son zamanlar, her satrının bir şeyi ima ettiği, fakat hiç bir şeyi tam olarak anlatmadığı bu mektup geldikten sonra o, fotoğrafı biraz seyrek çıkarıyordu. Daulet uzun boylu, yakışıklı, iri vucütlu, tankçı uniformasına giyinmiş duruyordu. “Sen şimdi böyle misin? Ya belki kanlı yaralı bir yerde çalıların altında yatıyordur?” Gözlerinde yaşlar göründü, başını masaya indirdi ve gözyaşlarının içinde boğuldu.

Bir saat geçti, o halen rahatlayamadı. İşte o sırada sokağın sonunda Yanık göründü.

“Bize geliyor, - çabuk düşündü Aybarşa. – Asla uygun vakit değil!”, ve yine de çabuk cebinden küçücük bir aynasını çıkardı. Gözleri kırmızı, yüzü kabarmıştı. Bu şekilde Yanık’ın önünde görünür mü? “Açmam”, - diye karar verdi o.

Yanık, bu arada bahçe kapısına yaklaştı, bir kere vurdu, ikinci kere vurdu, sonra ise direkt kapıyı kırmaya başladı. “Amma da salak”, - diye düşündü Aybarşa ve aniden düşündü. “Kendisinde mektup yok mu, acaba?”

O, çabuk kapıya yaklaştı, biraz durdu ve çok rahat bir sesle sordu: “Kim var?”

Yanık seslendi. O zaman o, yine acele etmeden mandalı çekti.

- Ne arıyorsun burada? – son derece sert sordu o.

- Seninle barışmak için geldim, - diye cevap verdi Yanık. – O zaman aramızda hafif kavga oldu... ama nafile.

- Yani, ne demek nafile? – diye bağırdı Aybarşa ve tamamen kızardı. – Sen beni zehirleyecektin...

- O da zehirmiş! – çok doğal şekilde güldü Yanık, - ne zehiri... Öylesine şaka yapacaktım... Banuotundan insanlar sarhoş gibi olurlar, dans ederler, saçma şeyler konuşurlar. Ben de düşündüm, işte...

- Demek ki kötü düşündün, - sert kesti Aybarşa, - ne ise, olanı oldu, bir dahaki seferde dikkatli ol. Duydun mu?

- Duydum! Ver elini! Demek, barıştık. Derler ya: kötü barış iyi kavgadan daha iyi... Sen niye böyle uykulusun, bütün gece uyumamış gibi?

- Misafirlerim vardı, - dedi o. – Geç saate kadar oturdular.

- Kim gelmiş? – diye sordu Yanık.

- Hep aynı insanlar. Sırbay, Anatoliy Kondratyeviç, Baycan, Kalakay.

“Amma da yalan söylüyorsun!” – diye az kalsın yüzüne bağıracaktı Yanık, ama kendini tuttu ve masumane bir şekilde sordu:

- Söz konusu, Sırbay’ın işleri nasıl?

- Her şey yolunda, - dinç bir şekilde cevap verdi Aybarşa. – Ona işçi ve tahıl verdiler.

Yanık, mutlu yüz ifadesini yaptı.

- Ondan uyumadık işte, - devam ediyordu Aybarşa. – Ancak sabah gittiler. Ben onları istasyona kadar uğurladım, geldim ve ölü gibi uyuyakaldım. Sen de neredeyse kapıyı kıracaktın. Buna o kadar güç nereden geliyor sende?

- Benim gücüm her şeye yeter, - çok anlamlı şekilde itiraf etti Yanık.

- Ne ise, gel şu odaya, - hüzünlü bir sesle dedi Aybarşa. Kendisi artık anladı, Yanık’ta mektup olmasaydı, böyle durmazdı.

Yanık ise düşündü: “Yok, canım, sen uykusuza benzemiyorsun. Yaşlı kadınların uykusuzluktan yüzleri kabarır, sen ise ağladın. Ama neden, acaba?”

Aybarşa Yanık’ı mutfakta oturttu, kendisi ise çabuk yatakhaneye girdi. Orada aynalı dolaba yaklaştı ve kendine bakarak durdu. Kendisine, kabarmış, kızarmış ve, ona göre, çok çirkin yüz bakıyordu. O zaman o, uzun bornoz aldı, onun omuzunda asıp, avluya çıktı ve kuyuya yöneldi.

- Sen biraz otursana, - diye seslendi o Yanık’a, - ben ise yıkanayım.

Yanık başını salladı. Yalnız kalınca o, çabuk odayı gözden geçirdi. Hiç bir yerde bir parça kağıt bile yoktu. “Hadi ara bakalım burada”, - diye düşündü o hoşnutsuz.

Birdenbire gözüne Aybarşa’nın yazlık paltosu çarptı. O, ayak uçlarına basarak paltoya yaklaştı ve elini yan cebe soktu. Orada bir şey var mı? Evet var: tezkere! O, tezkereyi açtı. Baycan’ın adına yazılmıştı. Aybarşa, il komitesinin toplantısı hakkında yazıyordu, Kalakay’dan ve Masakpay’dan bahsediyordu – bütün bunları onlar mı tezgahladı acaba? – diye. “İyi, diye düşündü Yanık, düşünmediğim, beklemediğim, ama tam gerekli şeyi buldum”. O, mektubu önce cebine attı, sonra çabuk bir şekilde çizmesini çıkarıp, onu içine attı. Böyle daha sağlamdır.

Aybarşa, onu odaya çağırdı. Açık kapıdan o, masa, murekkep takımını ve kağıt gördü. – “İşte bundan başlayacağım”, - diye karar verdi o ve Aybarşa’ya sordu.

- Ya Daulet neler yazıyor?

- O pek fazla yazmıyor, - diye cevap verdi Aybarşa. – Sağ salim.

- Buna da şükür! Sen ona mı yazmayı planlıyordun şimdi?

- Ona.

- Ben de kendi adıma bir şey ilaveten yazmak istiyorum. Olur mu?

- Ne ise, yaz. O mutlu olacaktır.

Aybarşa, diğer odaya geçti, yüzüne hafif pudra sürdü, saçını düzeltti. O döndüğünde, Yanık artık masa başından kalkmıştı.

- İşte! – dedi o, - al.

- Teşekkür ediyorum! – diye cevap verdi Aybarşa ve, sustuktan sonra, sordu:

- Sen bana bir iş için mi geldin?

- Hayır, ne işi. Sadece Daulet nasıl diye öğrenecektim. – O vedalaşmaya başladı.

Aybarşa, Yanık’ı kapıya kadar uğurladı, ona elini salladı, sonra yine masanın başına oturdı ve Tırtık’ın yazısını okudu. Mektup iyi, dostaneydi – böyle mektuplar cephede bulunan arkadaşa yazılır. İçinde her şey vardı: pişmanlık, selam, iyi dilekler, küçük haberler.

Aybarşa, kendi mektubunu bitirdi, içine Yanık’ın mektubunu koydı ve yerinden kalktı.

- Eğer sen bizim için arkadaşsan – iyi, - birdenbire sesli söyledi o. – Eğer yalan söylüyorsan... o zaman boşuna demiyorlar: “Testi, suya yürümeyi adet edindi, başını da tam orada kaybedecek”.



Yirmi birinci bölüm

HAKİKİ ARKADAŞLIK


Daulet’in hizmet ettiği askeri birlik, çok gün devam eden direnişli savaşlardan sonra Stara Russa köprü başından demiryolu tarafına çekiliyordu.

Dauletin tank bölüğü, az daha uzatsaydı, birlik kuşatmada olacaktı.

Almanlar, Moskova – Leningrad çizgisini kesmeye çalışarak, Vişerskiy kanalla indiler ve Stara Russa’nın yanında, Kızıl Ordu birliklerinin arkalarına girdiler. Daha sonra onlar, artık Kalinin’e doğru hareket ederek, demiryolu köprülerini yok ediyor, yolları maynlandırıyor, toprak setlerini ve viyadükleri yok ediyorlardı, yani Kızıl Ordu’nun Lovat ve Polo nehirlerinin arkasına çekilmesini her şekilde engelliyorlardı.

Bu çekilmenin sırasında, Lovat nehrinden geçiş köprüsü patlatıldıktan sonra Daulet, kendi tank bölüğüyle sık bir ormana girdi.

Artık Aralık ayının ortasıydı, her yerde kar yatıyordu. Uzak mesafede, askeri tesislere yada sadece insan evlerine benzeyen her şey, yer yüzünden silinmişti. İnsanlar ormanlara gidiyordu.

Kızıl Ordu birlikleri, Polo nehrinin kuzey kıyısında tahkimat yapıp, düşmanla muharebeye girdi. Saatlerce yer ve hava, korkunç topçu düellosundan uğulduyordu. İnsanlar, onlarca yok oluyorlardı.

Halbuki Daulet’in birliği küçülmüyordu, tam tersi çok çabuk büyüyordu. Birliğin dört tankından sadece iki tanesi çalışır durumda olsa da, onlara diğer birliklerden askerler geliyordu. Birliğin sayısı elli kişiye ulaştıktan sonra Daulet dedi:

- Peki, bu gece bizimkilerle birleşmeye çalışacağız. Bunun için nehri geçmemiz gerekecek. Fazla olan her şeyi yok etmeye emrediyorum, keşifçiler bataklıkları kontrol etsinler ve düşmanın atış noktalarını keşfetsinler. Şimdilik dinlenmeye vakit veriyorum.

- Ama kendisi dinlenmedi. Yanına bir kaç kişiyi alıp, geçit yerini aramaya gitti. İşte burada o sıhhi treni buldu. Bu trenin şefi, Gülnar Polevaya’ydı.

O, cepheye Kasım ayının başında düştü. Bu süre içerisinde bir kaç kez hafif yaralandı.

Onun gittiği sıhhi tren, Staraya Russa’ya yakın bir yerde topçu bombalamasına uğradı. Sonra, Kızıl Ordu birlikleri geri çekildikten sonra tren, ancak Lovat nehrine kadar gelebildi ve orada kör hatta durakaldı. Yeni köprü yapmak imkansızdı. Askeri birlikler nehri yürüyerek geçtiler. Yaralıları balıkçı kayıklarla geçirmeyi düşündüler, ama düşman uçakları gece bile uyku vermiyorlardı.

Ama Gülnar’ın cesareti kırılmadı: o, komutanlığın, treni bu ateşin altından çıkarmak için elinden geleni yapacağını biliyordu.

Daulet, nöbetçi noktaya geldiği sırada, trene bağlı salon-vagonunda toplantı yapılıyordu. Gülnar konuşuyordu. O, komutanlığın kıyının diğer tarafına sıhhi treni getirdiğini söyledi. İstihkamcılar köprü yapmayı yetişemezler, dolayısıyla yaralıları kayıkların içinde geçirecekler... Demek ki bizim kadromuzun vazifesi...

Bu sırada vagonun içine nöbetçi geldi ve onun arkasında durup, kendisinin konuşmasını bitirmesini bekliyordu. Gülnar döndü.

- Sayın tren komutanı, rapor vermeyi izin veriniz, - dedi nöbetçi, - tank biriminin komutanı, üsteğmen Sırbayev girmeye izin istiyor.

Doktor Polevaya’nın benzi attı, o, birden ellerini yanlara açtı ve çabuk çıkışa yöneldi. İçeride bulunanlar, birbirine baktılar. Onlar, komutanı tutarlı, yapıcı ve kendine hakim bir insan olarak tanıyorlardı. Bugün o, sabahtan akşama kadar yaralıları bir vagondan diğer vagona taşıma işini yönetti ve yorgunluğunu hiç bir şekilde belli etmedi. Peki şimdi ne olmuş acaba?

Doktor Polevaya, salon-vagonu o kadar çabuk terk etti ki, iri sarı saçlı adam – nöbetçi, “uslu” durmaya devam etti.

- Rahat ol! – diye emretti ona asteğmen ve sordu.

- Kimmiş bu Sırbayev?

Nöbetçi ellerini yana açtı.

- Yakın akrabasıdır herhalde.

- Niye onun akrabası olduğunu tahmin ediyorsun?

- Çünkü kendisi üsteğmenin soyadını duyar duymaz benzi attı ve aklı karıştı gibi göründü...

- Gidebilirsiniz!

Nöbetçi daha bir kaç adım geçmeye yetişemedi, hemen tanımadığı teğmeni ve onunla birlikte şefini gördü. Ellerini onun omuzuna koyup, o küçük kız gibi sesli hıçkırarak ve gözyaşlarını silmeden ağlıyordu. Daulet, onu sakinleştiriyordu.

- Ben zannediyordum ki, - diyordu o, - sen her şeye alışmışsındır ve tam bir kahramansın, sen ise kız gibi ağlıyorsun... Bu neye benziyor?

Gülnar bir daha derin ve şiddetle hıçkırdı, sonra mendilini çıkarıp, gözlerini silmeye başladı.

- Özür dilerim, canım, seni görünce sanki babamın evini gördüm, - dedi o sakinleşerek. – Kendimi tutmak istiyorum, ama yapamıyorum. Gözyaşlar hep akıyor. Hadi, sana bir daha bakıvereyim.

O, ona yine sarıldı ve öptü.

Ne kadar büyüdün, endamlı olmuşsun sen! – dedi o anne gururuyla. – Bak, kucaklayamam bile seni. Ne ise, vagona gidelim.

Vagonda o, kendisini hizmet arkadaşlarıyla tanıştırdı.

- Sen beni nasıl buldun ki? – diye sordu o, oturarak ve onu oturtarak. – Seni buraya kim yolladı?

- Kısmetim böyledir işte, - Daulet gülümsedi. – Beklemedim, duşunmedim, seninle karşılaştım. – O, yaklaşık on kaskeriyle tahrip edilen vagonların ve rayların arasında uzun zaman nasıl dolaştığını ve nihayet salon-vagonuna kadar nasıl geldiğini anlattı.

Bundan sonra toplantı, yeni teğmenin katılımıyla devam etti. Daulet, rütbece en büyüğü olarak, gece nehir geçişinin komutasına üstlendi.

O, hemen nöbet yerlerini güçlendirdi, keşif yolladı ve gece yaralıları karşı tarafa geçirmek için onların kıyıya taşınmasına başladı.

Etrafını gözden geçirdikten sonra Daulet, nehrin geçişi için mevcut araçları saydı ve onların son derece az olduğunu gördü. O zaman o, kayıklardan ve tahtalardan bir büyük sal yapmayı emretti. Elbette ki böyle bir sal çok uzun yaşayamazdı, ama Daulet’in zaten böyle bir beklentisi yoktu: sal, sadece bir geceliğine lazımdı.

Herkes, uyumlu ve iyi çalışıyordu. Arka arkaya vagonlar boşalıyordu, yaralılar, çabuk bir şekilde nehrin kıyısında bulunan sığınağa getiriliyorlardı. Sedye yetersiz olduğunda ise hafif yaralılar, kendi arkadaşlarına yardım ediyorlardı, onları sırtlarında yada pelerinlerin üzerinde sürükleyerek taşıyorlardı.

Daulet, her yerde yetişiyordu: komutlar veriyordu, kuruyordu ve hatta yaralıları taşıyordu. O, yorgunluk ne olduğunu asla bilmiyormuş gibiydi.

Gece vaktine kadar sal hazırdı ve Daulet, hemen yaralıları salın üzerine yükleyip, olnarı karşı tarafa nakil etmeyi emretti.

Sal daha iki sefer yapmadı, karşıda, patlatılan köprünün başına sıhhi treni getirdiler. Tam o sırada keşifçiler Daulet’e, geçişe yakın yere alman piyadesinin göründüğüne dair rapor verdiler.

- Şimdi, - dedi Daulet ve Gülnar’ın elini tuttu. – Artık geçişin komutasına senin üstlenmen gerekecek. Her şeyi sabaha kadar bitirmeye çalış. Askerleri ben senden alacağım. Sıhhiyecilerle bir şekilde idare etmeye çalış. Siz ise, arkadaşlar, - diye askerlere seslendi, - sedyelerinizi bırakınız ve beni takip ediniz.

Gülnar, benzi atmış ve şaşkın duruyordu.

- Yakın zamanda görüşmek üzere! – dedi Daulet ve çabuk kıyıya yöneldi.

- Ben yakın zamanda geleceğim, Gülnar, - diye bağırdı o artık uzaktan. – Başarılar dilerim!

Daulet’i uğurlayıp Gülnar, zamanı kaybetmeden vagonlara atladı. Daulet’in kolunun muhafazası altında bir gecede tüm yaralıları geçirebilmek için acele etmek gerekiyordu.

O sırada Daulet, artık trenin savunması ve muhafazası için en uygun açık yer seçmişti, askerlerini yerleştirdi ve her şeye hazır durumda olmalarını emretti.

- Bizim vazifemiz, - dedi o, - sıhhi trenin kalkışına kadar düşmanı tutmaktır. Kalkışı bize roket sinyaliyle bildirecekler. Almanlar gelmezlerse biz, çıkıp gideceğiz, çünkü bizim borcumuz – yaralıların nehrin diğer kıyısına nakliyesini sağlamaktır. Almanların, herhalde bizden haberleri yok, yoksa bütün bu sahili bombalarlardı. Eğer ne de olsa gelirlerse biz, onların mümkün olduğu kadar yakın gelmelerini müsaade edip, yakın mesafeden vurmalıyız ve fişek bitene kadar savaşmalıyız.

Gecenin yarısına yakın, düşmanın keşfi göründü. Kendilerini bekleyen pusudan kuşkuları olmayan Almanlar, açık, gürültüyle ve sesli konuşarak gidiyorlardı.

O sırada sinyal roketi uçtu. Almanlar, roketi görünce dikilip kaldılar. Onlar, o kadar yakındılar ki, sarı ışıkta ceketlerinin düğmeleri, kol işaretlerndeki armaları bile görünüyordu.

- Ateş!!! – diye emretti Daulet. Etrafındaki yer ve çalılar sanki patladılar. İlk sıradaki almanlar, tırpanlanmış gibi düştüler, diğerler, eğilerek geri koşup, yere yattılar. Çatışma başladı.

Yarım saat sonra Daulet, Almanlara takviye geldiğini hissetti: onların tarafından ateş arttı, çatışmaya havan topları katıldı. Mayınlar, gittikçe sık patlayıp, ekibinin askerlerini vurnaya başladı. Hızlı bir şekilde geri çekilmek gerekiyordu.

Bu sırada Daulet, kendi ismini duydu. O, çabuk arkaya döndü. Bu Gülnar’dı.

- Sen nereden çıktın? – diye şaşırdı o ve hemen sordu: - Ya tren?

- Her şey iyi, - diye cevap verdi Gülnar.

Daulet, başını salladı. Sorulara devam etmeye vakit yoktu.

- Geri çekilin! – diye emretti askerlerine. – Köprünün uzak olan ucuna gidiniz. Orada tahrip edilen vagonların ve köprü ayaklarının arkasında saklanıp, yeni talimatları bekleyeceğiz.

- Gel, canım, - dedi o Gülnar’a hitap ederek.

Onlar, çalılardan çıkıp, çalıdan çalıya kadar sıçrayarak koşmaya başladıkları zaman ateş arttı. Sürekli roketler yanıyordu ve beyaz kaçak alev, geri çekilenleri aydınlatıyordu. Mayınlar daha sık ve daha yakın yatmaya başladı. Bir kaç asker düştü. Gülnar, dayanamadı ve panik içinde bağırdı:

- Yat, Dauken! – ve kendisi yattı.

Daulet eğilip, ona dokundu.

- Kalk, - emir verici tonla dedi o. – Kaçmak lazım.

O kalktı ve Daulet’in peşinden koşmaya başladı. Etraflarında ateş fırtınaları dönüyordu. Küçük ağaçlar, keskin ateşle biçilmiş düşüyordu.

Onlar, zikzak yaparak koşuyorlardı ve artık nehrin yokuşuna yakındılar, birden bir mayın daha patladı ve Gülnar yere düştü.

- Ne oldu? – sordu Daulet.

- Ayağım, - diye cevap verdi Gülnar.

Daulet, ona eğildi, kucaklayarak kaldırdı ve koşmaya başladı.

O sırada Almanlar, nehrin kıyısında göründüler – Daulet’le Gülnar’ın nehire yolları kapanmış oldu. Ne yapmalı? Almanlara gitmeyeceksin ki! Daulet, sağda kararan ormana doğru yöneldi.

Sonra, o gece olan tüm olayları hatırlarken Daulet, bir şeye hayret ediyordu: o koşarak, sonra yürüyerek ağır Gülnar’ı götürdüğünde, ayağı nasıl bir kere takılmadı, kendisi düşmedi. O, kuveti tamamen kesilerek, çok yürüdü ve koştu.

Onlar ormana girdiklerinde, etraflarında hiç kimse yoktu. Buna dikkat etmeden Daulet, ormanın içine hareket etmeye devam ediyordu. Aniden dizine kadar çamurun içine daldı. Etrafını gözetip, daha iyi yol seçmek için durmaya mecbur oldu.

Sırdarya’nın kumlu kırlarında ve bozkırlarında doğup, büyüyen Daulet, bataklıkları sadece burada gördü. Bir kere o, arabanın böyle çürük bir ormana girip, hemen kasasına kadar battığını gördü, bataklık onu içine çekmişti. “Burası da böyledir işte”, - diye düşündü o. Her yer, beyaz, temiz ve mümdüz kar örtüsüyle kaplıydı, ama bu ortü kandırıcıydı: onun içine basan ayak, hemen dize kadar batıyordu. Ona, bütün bu yer koskoca bir çıban gibi görünüyordu – bastıkça içinden balgam çıkıyor. O biliyordu: dengeyi kaybederse, hemen sıvı çamur ikisini de içine çekecektir.

Ama gitmek gerekiyordu ve o, sırtındaki yüküyle gidiyordu. Bir kere o, dizine kadar, ikinci kez – neredeyse beline kadar battı. İki eliyle kar örtüsüne dayanarak çıktı ve yoluna devam etti. Soğuk, yapış yapış çamur, çizmesinin içini ucuna kadar dolduruyordu.

Her bir sarsıntıda dayanılmaz bir acı çeken Gülnar, dişlerini sıkıp, sessiz onun omuzunda yatıyordu. Sonra yalvarmaya başladı:

- Beni kuru yere bırak ta git. Kendini kurtarmaya çalış. Yoksa ikimiz de bu bataklıkta yok olacağız, eve haber verecek te kimse yok, - o, bunu dişlerinin arasından söylüyordu ve Daulet, bağırmamak için kendisi de dudağını dişlerinin arasında sıkıştırmak zorundaydı.

- Ya Almanların ellerine düşersek? – aniden sordu Gülnar ve hemen sessizce ilave etti: - Yok, sen en iyisi beni burada bırak. Kendin git. Git, canım!

- Onların ellerine niye düşelim ki? – dedi o. – Bir şekilde kurtulacağız... Ben seni kaybedersem evde ne söyleyeceğimi düşündün mü? Baycan’ın gözüne nasıl gözle bakacağım? Bunu düşündün mü? Hayır! Yok, oleceksek bir kabirde yatacağız, çıkıp kurtulsak ta beraber kurtulacağız.

Gülnar, bir şey daha söyleyecekti, ama Daulet onu omuzuna kaldırdı ve götürmeye devam etti.

Sonra Gülnar bayıldı. Böyle halinin ne kadar devam ettiğini bilmiyordu. Daulet’in özenli sorusundan uyandı:

- Ayağın nasıl?

Onun ayağı ateş içinde yanıyordu, ateş gittikçe yukarıya çıkıyordu., Gülnar, acıdan ve kan kaybından eziyet çekiyordu, ama cesaretini topladı ve Daulet’i telaşlandırmak istemediğinden, böyle cevap verdi:

- Fena değil, fena değil. Hafifledi, galiba.

Artık bir kaç saat geçti, doğu tarafı al renklere boyanmaya başladı, Daulet ise gitmeye devam ediyordu. Aniden o, yüksek adacık ve onun üstünde bir kaç ağaç gördü. Buna sevinip, yürüyüşünü hızlandırdı.

Küçük alana kadar gelip, o dikkatlice sırtından Gülnar’ı indirdi, ağacın yanına yatırdı ve kendisi de onun yanında yattı.

- Su! – diye istedi birazdan Gülnar.

O, matarayı alacak oldu, ama onun içinde alkol olduğunu hatırladı. Biraz uzaklaşıp, avuçlarıyla kar toplamaya başladı. Gülnar, karı açgözlülükle yutuyordu. O ise ona bakarak acılar içindeydi. Yüzü karardı, dudakları ısırılmış, gözleri çukurlarına kaçmıştı. O inlemiyordu, ama kendisinin Daulet’e attığı bakış, her şeyden korkunçtu.

Sonra o, elini boğazına yaklaştırdı ve sessizce ilave etti,

- İçim bulanıyor... Kangren oluşmaya başlıyor.

Daulet, hiç bir şey cevap vermedi, sadece Gülnar’ın başını yumuşakça, şefkatle kaldırdı ve kendi dizlerinin üstüne koydu. Gülnar, hemen dindi, ama gittikçe daha ve daha derin, aralıklı, ağır nefes almaya başladı.

Rüzgar çıktı ve kar değil, küçük, küçük tanecikler yağmaya başladı. Daulet, bu soğuğun Gülnar’ın yüzüne düşüp, erimesine bakmaya dayanamadı. O, kendisinin yüzünü özenle kaputunun ucuyla kapattı.

- Ay, - diye çığlık attı Gülnar, - nedir bu?

Onun gözleri açıktı, ama Daulet’in içinden bir yere bakıyordu. Daulet, onun elini aldı. Eli yanıyordu.

- Daukeş! – O eğildi. – Sabah mı olmuş?

O, evet anlamında başını salladı.

- Zararı yok, zararı yok, Daukeş, - dedi Gülnar. – Biliyor musun, benim çocuklukta nöbetim olduğunda annem, sabaha yakın diyordu: “İyi, kızım. Uyu, artık uyu. Hastalık sadece geceleyin yürür, gündüz ise uyuyor. Sen de rahat uyu”. Şimdi de benim rahatsızlığım uyudu, ben de rahatladım. Söylesene, ben anlaşılır şekilde mi konuşuyorum? Laflarımı şaşırmıyor muyum?

- Hayır, - cevap verdi Daulet.

- Beni kaldır! – diye istedi o.

Daulet, onu özenle kaldırdı ve sırtını ağaca yaslandırarak oturttu. Gülnar, acıdan yüzünü buruşturarak, dizinin üzerinde eğildi.

- Ayağımın ne durumda olduğuna bakmak istiyorum.

Onlar keçe çizmeyi çıkarmaya başladılar. Şişme, artık kalçasına kadar yayıldı ve çizme çıkarılmıyordu.

- Evet, dedi o nihayet, - işim kötü. Burada cerrah olsa, her şey normal olacaktı, şimdi ise... – o Daulet’e baktı.

Daulet’in sesi çıkmıyordu.

- İşte insanoğlu. Gece, ölmek istiyordum, şimdi ise, güneş doğduktan sonra, yaşamak çok istiyorum...

Gülnar, gözlerini kapattı. Bir-iki dakika sonra o, Daulet’i çağırdı ve yavaş, büyük aralıklarla, ama eskisi gibi iyi anlaşılır şekilde konuşmaya başladı.

- Hatırlıyor musun, geçen sene inşaatta bir genç kadını parmağından yılan ısırmıştı. O, önce ayağını dizden yüksek bir yerde iple bağladı, sonra tabanının yarısını baltayla kesti. Hatırlıyor musun? Biz onun itidaline hayran oluyorduk... İşte, ben bu ayağımı kesmezsem, beni kimse kurtaramaz.

- Bunu nasıl yapacaksın ki, başını bile kaldıramıyorsan? – diye sordu Daulet.

- Ben değil, ben değil, - fısıldadı Gülnar. Ben değil, sen yapacaksın! Anlıyor musun? Bak, kırmızı lekeler yayılmaya başladı. Bu kangrendir. Çabuk, çabuk yapmak lazım! – onun sesi titremeye başladı.

Daulet sessizdi.

- Her şey gerektiği gibi yapılırsa, belki de geçer. Bez ve pamuk benim çantamda, neşter ve iyodoform da orada. Sadece alkol yok.

Daulet, sessizliğine devam ediyordu.

- Sen beni bütün gece sırtında taşıdın ve muhakkak ölümden götürdün. Şimdi de arkadaşlığını ispatla bakalım!

- Tamam, - dedi Daulet kesin karar vermiş gibi. – Evet, öyle olsun! Gidip karla ellerimi yıkayayım, sonra ise...

Ve ormana gitti.

Bir saat sonra tek başına değil, ekiple geldi. Yanında küçük gözlüklü adam gidiyordu. Bir elinde, bezlerin tutulduğu metal kutu, diğerinde – cerrahi aletlerin olduğu deri kılıf vardı.

- Sana doktor getirdim, - şen sesle dedi Daulet. – Arayanın aradığı şey karşısına geliyor, - derler. Görüyor musun, kamışlarda bizimkilere rastladım. Onlar da kendi birliklerinden ayrılıp, geride kalmışar.

Cerrah, Gülnar’ın yanında dizüstü durdu, çabuk ayağını elle yokladıktan ve baktıktan sonra, yaralının açık alana çıkarılmasını istedi.

- Ameliyat zor olacak, - dedi o, - dolayısıyla, arkadaşlar, uzaklaşmanızı istiyorum. Burada benimle yardımcımın dışında kimse olmamalı. Teğmen arkadaş, bunu ilk önce sizin hakkınızda söyledim.

Daulet gitti, akşama kadar çalıların ve kar kaplı alanların arasında dolaştı. Gülnar’ın kanlaşmış ayağı hakkında ve bu küçük, sakallı ve gözlüklü adamın kendisine ne yaptığını düşünürken, kendisini o kadar hüzünlü hissediyordu ki ölmek istiyordu.

O, akşama yakın geri döndü. Doktor, üstünde bir tek pamuk montla, ateşin yanında oturuyordu. Daulet, onun yanında oturdu.

Doktor ona yandan baktı, ama hiç bir şey söylemedi.

- He, nasıl? – diye sessizce sordu Daulet.

- Her şey iyi, - diye cevap verdi doktor. Ben ayağı dizden aşağı kestim. Protezle görünmeyecek bile.

- Ya acı, acıya nasıl dayandı o?

- Ona bayılana kadar alkol içirdim, - dedi doktor, - bayılana kadar içirdim. O kımıldamadı bile. Siz artık ona bakabilirsiniz.

Gülnar, kürklere sarılmış, köknardan yapılan sundurmanın altında düz, hareketsiz yatıyordu. Onun yanında, karın üzerinde hastabakıcı oturuyordu.

- Gülnar, - sessizce çağırdı onu Daulet.

O, gözlerini açtı ve bir şey cevap vermeden, hemen kapattı.

- Rahatsız etmeyiniz onu! – dedi doktor Daulet’e.

Bütün akşam ve gecenin yarısı, Gülnar ağır durumdaydı. Doktor ondan ayrılmadı, ama Daulet’in yanında bulunmasını müsaade etmedi. Sadece sabah dedi:

- Nabzı zayıf, ama tatmin edici, artık her şey düzelmeye doğru ilerleyecektir.

Öğle vaktinde Daulet, iki askerle etrafı keşfetmeye gitti. O, ancak akşam döndü ve dedi: biz, İlmen gölünün yakınlarında bir yerdeyiz. Buraya yakın bir yerde kuru kamışlı yer var. Orada bizi hiç kimse bulamaz, ancak uçaktan görebilirler. Gerçi tok, o çalıların içinde bizi açaktan bile göremezler.

Akşam, Gülnar ilk kez bir parça konsreve etini, bütün çikolata yedi ve sessiz, sakin uyudu.

Sabah Daulet, yine keşfe gitti, öğlen ise, aynı şekilde birliklerinden geride kalan daha ona yakın Kızıl Ordu askerini getirdi. Onların arasında telsizle telsizci vardı.

Aynı gün askerler, sedye yapıp, Gülnar’ı ileri, çalılıkların içine götürdüler. Onlar, Lovat nehir deltasına, onun İlmen nehriyle kavuştuğu yere geçtiler ve buradaki yarımadada saklandılar.

Askerlerin sayısı, her gün ve her saat artıyordu. Haftanın sonuna kadar sayıları yüz kişiden ziyadeydi. Büyük Toprak’la irtibata geçtiler. Komutanlık, yaralılar için uçak yollamaya söz verdi. Daulet’in grubuna ise gölün çevresinde bulunan gerillalarla katılmaya emir verildi. Komutanlık, grubun komutanlığına Daulet’i görevlendirdi.

Tam anlaştıkları saatte gece, uçak buzun üstüne indi, yiyecekleri indirdi ve Gülnar’ı alıp, Büyük Toprak’a uçtu.

Aynı uçakla Daulet, Aybarşa’yı sonra Kızıl Orda’da çok düşündüren mektubu yolladı.

Daulet’in gerilla grubu, Pskov il Stara Russa arasındaki demiryolu hattını kontrol ediyordu. O, setlerden vagonları indiriyordu, yakıt tankerlerini yakıyordu, almanların katarlarını ve insan zaiyatını yok ediyordu. Onun ekibini uzun süre ve başarısız avladılar. Kuşatma tehlikesi ortaya çıktığında, gerillalar bataklıklara gidiyorlardı.

Bir gün, çembere düşen gerillalar, büyük zaiyat kayıplarına uğradı. Çemberden sadece yarısı çıkabildi. Daulet te ciddi yaralıydı. Kısa bir süre sonra yara, komplikasyon yaptı.

O zaman, işte, onu Kineşm askeri hastanesine getirdiler.

Belirli bir süre sonra Daulet, iki mektup aldı. Bir mektup zarfın içindeydi, diğeri üçgen katlanmıştır.

Daulet, ilk zarfı açtı ve yatağın üstüne sağlam iplikle dikilmiş liste dikimi düştü. O, onları karıştırıp, gözden geçirdi ve hiç bir şey anlamadan mektuba başladı. Mektup, onun tanımadığı yazıyla yazılmıştı.

“Değerli Daulet! – okuyordu o. – Bu satırları, sana karşı iyi niyeti olan insan yazıyordur. Şaşırma. Senin beni tanımadığında ne var ki? Şimdi biz, hepimiz aramızda kan bağlarıyla bağlıyız. Dostum, sen savaşıyorsun, bizde ise kötü işler çeviriliyor. Bu yazıları okuduktan sonra her şeyi anlayacaksın. İnan, benim için de bu iğrençliği yollamak zordu. Çünkü sende nasıl hissleri doğuracaklarını biliyorum. Ama ne yapabilirım ki? Kaynayan kazan kapak tutmaz -derler. Belki de her şey daha düzelebilir. Düşün, aklını çalıştır. Kendi adımı, sen döndükten sonra görüştüğümüzde söyleceyeğim.

Sana iyilikler diliyorum!

Senin tanımadığın, ama seni seven arkadaşın”.

Neler oluyor? – diye düşündü Daulet. – Adam neyi kastediyor?

O, yine yazılarla dolu kağıt destesini aldı. Bu, mektuplar ve küçük tezkerelerdi. Baycan’ın ve Aybarşa’nın, Kalakay’ın ve Aybarşa’nın yazışmaları. Daulet, destedeki tüm kağıtları başından sonuna kadar okudu ve kenara attı. Şüpheye gerek yoktu: o, onların yazılarını biliyordu. Kendini o kadar kötü hissetti ki, dayanamadı ve yatıp, gözlerini kapattı. Bu şekilde hareketsiz on dakikaya kadar yattı. Sonra kalkıp, Aybarşanın mektubunu yırtmak için eline aldıi. Ama Daulet’in aklı öfkesini yendi. O, üçgeni açıp, okumaya başladı.

Mektup, sevgiyle, aydın duygularla ve iyi yazılmıştı. Aybarşa, aşkı hakkında çok şey yazdı, sonra ondan daha fazla inşaattan, daha az değişik küçük ve büyük ev işlerinden bahsetti. Onu çemberde zannederek, onun için telaş ediyordu, ama onu rahatlatmaya, coşturmaya ve neşelendirmeye çalışarak, kendisine şefkatle, cesaret vererek yazıyordu. Cephenin arkasındaki işlerden, orduya yardımdan çok bahsetti. Şu diğer mektup olmasaydı Daulet, kendini çok mutlu hissedecekti. Ona, eğer başını ellerinin arasında sıkarsa, kafatası çatlayacak gibi geliyordu. O, hiç bir şey anlamıyordu. “Nasıl bir şey bu? Nasıl oluyor böyle?” – diye düşünüyordu. Kendisi, bütün bunların Yanık’ın eliyle yapılan sahtekarlık olduğunu bilmiyordu çünkü.

Geçmişi birer birer hatırlayarak Daulet, Rahmet’i hatırladı ve karar aniden ortaya çıktı. Evet, o Rahmet’e mektup yazıp, ekine ilk zarfın içinde olanları dahil edecek ve zarfla birlikte Almalık’a yollayacak. Rahmet her şeyi çözsün.

Aynı şekilde de yaptı.

Yirmi ikinci bölüm

GORDİON DÜĞÜMÜ

Rahmet’in olmadığı üç aylık süre içerisinde, onun masasında tam bir mektup yığını birikmiş. Burada, telgramlar da, cepheden gelen mektuplar da vardı. Bunlardan birincisi olarak Rahmet, üzerinde Keneşma şehrinin damgası olan şişkin zarfı açtı. Oradan, posta kağıdının parçası ve küçük bir deste mektuplar çıktı. Rahmet, yazıyı okudu, deste kağıtlarını alıp, onları da okudu. Sonra küfür söyleyip, her şeyi masanın üzerine koydu ve olduğu gibi donup kaldı.

Sekreter asistanı, kendisini böyle buldu. Rahmet’in yüz ifadesini görünce o, sessiz, ayak uçlarına basarak odadan çıktı. Onun karşısında, Sırbay yerinden kalktı.

- E, kızım, - şen sesle sordu o. – Müsait mi?

O cevap vermedi ve Sırbay, yine divana oturdu. O biliyordu: meşgulse beklemek lazım.

O, bir saat daha bekledi, ama sekreterin asistanı, kendi iş yerinde oturup, kağıtlara bakıyordu, çıkıyordu ve yine giriyordu, Sırbay’ı ise kabul etmiyorlardı.

- Canım kızım, - diye hitap etti ona Sırbay. – Sen ona ne dedin? Kimin geldiğini söyledin mi ona?

- Şimdi, şimdi, baba, - diye cevap verdi kız. O, kalkıp odaya girdi.

Rahmet, odanın içinde ağır, büyük adımlarla yürüyordu.

- Nedir bu? – sordu o hoşnutsuzlukla. – Yok, yok, hiç kimseyi! Çok meşgulüm, - ve yine yürümeye devam etti.

Kız biraz durdu, kendisine baktı. Eğer o hiç kimseyi bu kadar uzun zaman kabul etmiyorsa, - diye düşündü o, - demek ki ciddi bir şey olmuştur. O biliyordu – Rahmet’i kızdırmak zordur. Ama eğer kızdıysa – o zaman sıkı dur. Bir saat odasının içinde yürüyecek ve hiç kimseyi kabul etmeyecek. O, bekleme odasına çıktı ve ona sekreterin kabul etmediğini söyleyecekti, ama ihtiyarın yüzü öyleydi ki, kendisi hemen odaya döndü.

- Nedir bu, ya? – keskin sordu Rahmet. – Ne oluyor size? Dedim ya ben kimseyi kabul etmiyorum diye. Kim var orada?

- Daulet’in babası geldi, - dedi kız. – Yaklaşık iki saat oldu geleli.

Rahmet’in yüzü hemen aydınlandı.

- A, Sırbay! Olur, olur, girsin! – dedi o. – Hemen söylemen gerekiyordu. – Rahmet, masaya yaklaştı, bazı evrakları alıp, masanın çekmecesine attı. – Girsin, - diye ilave etti ve Sırbay’ın karşısına yürüdü.

Onla,r selamlaştılar. Sırbay, Rahmet’e birden iki elini uzattı.

Rahmet, onun ellerini sıktı, ihtiyarı omuzlarından kıcakladı ve ihtiyatlı bir şekilde masanın başına götürdü.

- Evet, oğlum! – dedi Sırbay! – Sen iyi birisisin. Sana karşı bir şey söyleyemem, iyi, şevkatlisin! Seni hemen hemen kendi oğlumu sevdiğim kadar seviyorum.

O, onun başını eki elinin arasına aldı, kucakları ve dudaklarıyla onun yanağına dokundu. İhtiyarın güçlü, sert elleri vardı, ana nefesi ağır, hırıltılıydı.

Biliyor mu, yok mu? – telaşla düşündü Rahmet. Bilmiyorsa bir şey söylemeye de gerek yok. Ve sordu:

- Daulet sık yazıyor mu?

- Dün mektup aldım. Sağ salim olduğunu yazıyor.

- Çok iyi, - sevindi Rahmet.

- Yaralı olduğunu yazıyor, ama hafif ve şimdi artık iyileşiyor. Bu gerçek mi, yok mu, bilmiyorum. Hem inanmak istiyorum, hem de niçindir inanmıyorum. Daulet, o kadar çok yaralanmıştı ve hep hafifçe. Herhalde benim moralimi bozmak istemiyordur.

Yok, o bilmiyor, hiç bir şey bilmiyor, - çabuk anladı Rahmet ve yine sordu:

- Ya Aybarşa nasıl? Çalışıyor mu? Size bakıyor mu?

- Sağol, oğlum. O, iyi bir kızdır.

- Ondan memnun musunuz?

- Başka türlü olur mu? Kız uslu, saygılı.

- Ya Daulet ona sık yazıyor mu? – diye sordu Rahmet.

- Eskiden her gün yazıyordu, şimdi ise daha az yazmaya başladı.

- Neden böyle? – hayret etti Rahmet.

- Ben de hayret ediyorum. Bazen düşünüyorum, ona kız hakkında kimse kötü bir şey yazmadı mı acaba.

- Kızın yanlış hareketler yaptığını gördünüz mü yoksa?

- Hayır, yalan söylemek istemiyorum. Bu zamana kadar hiç bir şey görmedim, - diye cevap verdi Sırbay, sekretere biraz hayranlıkla bakarak. – O, fena bir kız değil. Hem de nasıl diyeyim, - bana fena değil gibi görünüyor, ama bunu nasıl takip edebilirsin ki? Biliyor musun, eskiden diyorlardı: “Oğul evde oturuyor, onun kaderi ise tarla tarla koşuyor”, yada: “Kız kilitlerle kapalı, adı dağları geçti”, hem de böyle diyorlardı eskiden: “Sizin kızınızı art arda kırk ev takip ediyor”. Şimdi ise kim kötülük yapmak istiyorsa yapabiliyor. Hiç bir şey yapamazsın! Sadece Tanrıya ve insafa güvenmek kalıyor. Öyle değil mi, oğlum?

- Öyledir, öyledir, Sır-ake, - dedi Rahmet ve konuyu değiştirmek için sordu:

- E, ekibiniz nasıl?

- Sağol, oğlum. İyi insanlar toplamaya yardım ettiler. Biliyor musun nasıl derler: “Bazen yaşlı at yaşını unutup koşarmış”. Oğlum savaşmaya gitti, ben ise onun yerine çalışmaya kaldım. Ben bundan fazlasını da yapardım, ama artık o kadar gücüm yok.

- Aferin size, aksakal! Sizden çoğu memnun. Şu alçak Masakpay’ın size kurduğu tezgah hakkında ben duymuştum...

- Hele hele, - acele etti ihtiyar, - bunun için konuşulacak şey yok. Her şey bitti, sadece o zarar gördü. Onun küçük çocukları var – buna yazık...

- Nesi yazık ki, onu cezalı olarak cepheye yollanılması mı? Adam istediğini aldı işte. Kendisi zaten sana değil, Kalakay’a küskün.

- Evet, evet, siz onunla karşılaşmıştınız ya! – hatırladı Sırbay! – Ee, ne diyor kendisi?

- Diyor ki, Kalakay kötü insan, alçak, iki yüzlü. Bilmiyorum gerçek mi, yok mu. Sizce nasıl?

Sırbay, bilmezlik anlamında omuzlarını sıktı.

- Kim bilir ki onu – başkasının ruhu – karanlıktır. Bana, mesela, o çok büyük yardım etti. O, bana hiç bir zaman “hayır” demedi. – İhtiyar oturdu, düşündü. – Yok, yok, Masakpay yalan söylüyor. Onlar eskiden arkadaştı, sonra araları bozuldu. Ondan işte onun hakkında saçma şeyler söylüyor. Kalakay düzgün insandır.

- Ah, öyleymiş! – başını salladı Rahmet. – O zaman, kuşkusuz.

Rahmet, Masakpay’ın sözlerini hatırladı: “Bu alçak kız Aybarşa, ihtiyarın aklını öyle çekti ki, kendisi onun gönül maceralarını görmüyor. Kız ise tam orospudur... Natalia’yla arkadaş oldu, o da Kalakay’la gündüzünü de, gecesini de geçiriyor. Demek ki ikisi de bir tüy kuşlardır.

- Söz konusu, gelininizin arkadaşı Natalia nasıl? – diye sordu o.

- Ah, Narbata, Narbata... – gülümsedi Sırbay – O da iyi bir kız: böyle saygılı, şefkatli, akıllı. Benim gelinimle öyle arkadaşlar ki içtikleri su ayrı gitmez. Ben de memnunum! Zavallı ona da bir neşe nasıl olsa. İş hakkında ise ben sana şöyle söyleyim...

Ve Sırbay ona işi anlatmaya başlar başlamaz yine asistan geldi.

- Size Baycan geldi, - dedi o. – Gire bilir mi?

- Hayır, hayır, beklesin! – acele seslendi Rahmet ve onun yüzü hemen değişti. Sırbay bunu farketti, yerinden kalktı ve vedalaşmaya başladı. Rahmet onu tutmadı.

- Biz sizinle daha görüşeceğiz, - dedi o. – Siz, bizde kalacaksınız, değil mi? Güzel işte. Güle güle, aksakal.

Sırbay çıktı ve bekleme odasında Baycan’la karşılaştı. O, onun elini sıktı, gülümsedi. Ama Sırbay’ı kandırmak zordu.

- Ne oldu canım? – diye sordu o, kendisine telaşla bakarak. – Bir şey mi olmuş?

- Yok, hiç bir şey. Eşim kötü, ayaksız kalacak galiba.

- Öyle mi, - hemen hüzünlendi Sırbay. – Ne ise, yeterki sağ kalsın. Şimdi zaman öyle – insan, başı yerinde geldi mi – demek ki kolay kurtulmuştur. Ya Anatoliy’in haberi var mı?

- Hayır, ben ona henüz bir şey söylemedim.

- Söyleme işte! Daha sonra neyin nasıl olduğu belli olacak, şimdilik ise sus, anladın mı?

- Anladım, aksakal.

Onların arkalarında kapı gıcırdadı. Onlar döndüler ve Rahmet’i gördüler. O, onlara bakarak duruyordu.

- Lütfen, arkadaş Bekbosınov, ben bekliyorum ya, - çok soğuk dedi o.

Ona da ne olmuş? – hayranlıkla düşündü Baycan. Her zaman böyle güleryüzlü, şefkatliydi ve şimdi böyle ağırlama. O, vedalaşmak için Sırbay’a döndü.

- Git, git oğlum, - acele ettirdi Sırbay. – Sizi Rahmet’le birlikte kendi evimde beklerim. Benim eşim artık yemek yapmaya sabırsızlanıyor.

Baycan odaya girdi. Rahmet, artık masanın başında oturuyordu. Baycan’ın selamını zor aldı. Böyleymiş, diye düşündü Baycan. Ne ise, bana da vız gelir.

Onun yüz ifadesi hemen soğuk ve ilgisiz oldu. O, Rahmet’in yanına Gülnar’ın mektubunu göstermek, fikir danışmak için geldi, ama durum böyleyse... Peki! Kendisi da resmi olmayı biliyor.

- Eh, işte, - dedi Rahmet ona dikkatle bakarak.

- Evet, işte, - diye cevap verdi ona Baycan.

Yine birbirine bakarak oturdular. Rahmet konuşmuyordu, Bajyan da ona hiç bir şey sormuyordu:

- Ee, nasıl çalışıyorsunuz? – sordu Rahmet.

- Yavaş yavaş, - cevap verdi Baycan.

- Demek, kötü?

- Hayır, niye kötü? Savaş zamanında kötü çalışılmaz.

- Yok, işte, bazılara çalışılır. Bu savaş zamanını çoğu değişik işler çevirmek için kullanıyorlar.

- Nasıl işler çevirmek için? – sordu Baycan.

- Kara işleri, tabiki. Sen kızlarla nasıl çalışıyorsun?

- Ben herkesle çalışıyorum, - sert kesti onun sözünü Baycan. – Hem kızlarla, hem yaşlı kadınlarla.

- Eve-et! – çok anlamlı uzattı sözünü Rahmet ve aniden sordu. – Gülnar’dan mektup alıyor musun? Sağ salim mi?

- Şimdilik sağ, - cevap verdi Baycan.

- Ya Daulet?

- Bunu, işte, aksakala sorman gerekiyor. Ben Daulet’in kimsesi değilim.

- Niye sadece aksakala sormam gerekiyor? Aybarşa’ya da sorabiliriz. O bir zamanlar onun nişanlısıydı ya.

“...dı”, - içinden kaydetti Baycan ve dedi:

- Ama ben Aybarşa da değilim.

- Nasıl yani, birlikte çalışıyorsunuz, yaşıyorsunuz...

- Bana bak, Rahmet-agay, - diye konuşmasını kesti Baycan. – Ne oldu? Niye imalarla, üstü kapalı konuşuyorsunuz, gözlerinizi kısıyorsunuz. Şimdi niçindir Aybarşa’dan bahsetmeye başladınız. Ne oldu? Ne de olsa, ben size misafirliğe gelmedim. Siz ilçe komite sekreteriyseniz, ben de parti üyesiyim. Biz ikimiz sizin çalışma odanızdayız. Hadi, bilmeçesiz, bolşevikçe konuşalım.

- Bolşevikçe mi? – Rahmet ona dikkatli dikkatli baktı. – Peki! – o, mektupları çıkarıp, masaya attı.

Orada değişik boyutlarda ve şekillerde kağıt parçaları vardı. Not defterinden yaprak ta vardı, sigara kutusunun parçası da vardı, çay ambalajı vardı, sonra öğrenci defterinin parçası, ödev defterinin kapak sayfası, - toplam olarak yaklaşık yürmi parça vardı.

Rahmet, tezkerelerden bir tanesini aldı ve Baycan’a göstererek sordu:

- Bunu sen mi yazdın?

Baycan okudu: “Aybarşa, seni bu akşam bekliyorum. Çok şey hakkında ciddi konuşmak lazım. Baycan”.

O, tezkereyi masaya atıp, omuzlarını sıktı. Gerçekten, Aybarşa’yla birlikte çalıştığı yıllar devamında, kendisine böyle ve başka tezkerelerden az yazdı mı yoksa?

- Ne var ki? – diye sordu Rahmet’e.

- Demek, bunu sen mi yazdın?

- Yazdım, işte, - küstahça cevap verdi Baycan.

- Alçak! – bağırdı Rahmet ve yumruğunu masaya vurdu.

- Ne? – Baycan yerinden kalktı.

- Alçak! – tekrarladı Rahmet.

Baycan çılgına dönmekten ona atladyıp, omuzuna yapıştı.

- Bırak, - bağırdı Rahmet, öfkeden kısık sesle ve yumruğunu kaldırdı.

Bu sırada telefon çalmasaydı Tanrı bilir ne olurdu. Rahmet, Baycan’dan hemen ayrıldı, alıcıyı aldı ve kulağına yaklaştırmadan önce bir süre elinde tuttu. Telefon kesik kesik ve sık çalıyordı. Kendini yenerek ve, nihayet, nefesine hakim olup, Rahmet alıcıyı kulağına yaklaştırdı:

- Dinliyorum.

- Kalakay arıyor! – acele acele seslendi alıcıdan.

Rahmet küfür savurdu ve alıcıyı sallayıp, attı, ama on saniye sonra telefon yine çaldı.

- Ne istiyorsun sen? – kaba sordu Rahmet.

- Konuşmamızı kestiler, – aceleyle söyledi Kalakay. – Rahmet-agay, ben istenilen malümatları topladım ve şimdi...

- Sonra, sonra, sana vaktim yok şimdi, - sinirlenerek dedi Rahmet ve alıcıyı koydu.

O, telefondan uzaklaştı ve eski yerine değil, odanın tam köşesinde oturdu.

Bir dakika kadar yine sessiz oturdular.

- Rahmet-agay, - dedi nihayet Baycan, sesini zorla idare ederek. – Beni ne sanıyorsunuz Tanrı bilir, ama bir pislikten şüphelendiğiniz apaçık. Söylesenize benim namusuma ve dürüstlüğüme güveninizi ne zaman kaybettiniz?

- Bana bak, abi, - kızgınlıkla cevap verdi Rahmet, her bir sözüne ayrı ayrı vurgulayarak. – “Alacalı sığırın derisi lekeli, insan ise bazen içten lekelidir”.

- Hareketlerin yanlış, - cevap verdi Baycan uzun sükunetten sonra. – Bu telefon araması olmasaydı, Tanrı bilir bu olay nasıl bitecekti. Ne ise. Bir daha zıvanadan çıkmayacağım. Ama biz içlerimizi açmak zorundayız. Sizdeki kağıtlar ne? Siz bana bir tezkere verdiniz, sizde ise bulardan bir top var. Nedir bunlar? – O elini uzattı, ama Rahmet onu kenara çekti.

- Ne oluyor o zaman? – sordu Baycan. – Suçlamaya da suçlamıyorsunuz, benimle düzgün konuşmak ta istemiyorsunuz.

Rahmet, Daulet’in mektubunu kaldırdı ve masanın üzerinden Baycan’a attı.

- Oku.

Baycan, mektubu okuyunca elleri aşağıya indi.

- Ama bu yalan! İftira! – diye bağırdı o. – Bunu anlamıyor musunuz yoksa?

- Ya yazı kimin? Yazı senin mi? Senin! Daha doğrusu – sizin yazılarınız. Çünkü ikiniz yazdınız – sen ve Aybarşa. Sen kendi yazını artık tanıdın. Şimdi bak bakalım: Aybarşa bu yazıyı yazdı mı, yok mu?

- Evet, benziyor, - dedi Baycan. Hiç bir şey anlamayarak o şaşkınlıkla Rahmet’e bakıyordu. – Kim bunları yapıyor ki?

Rahmet, mektupları alıp, masanın çekmecesine koydu.

- Ne ise! Parti komitesi çözer kimlerin ne yaptğını. Orada kimin haklı, kimin haksız olduğu açığa kavuşacaktır.

Bridenbire Baycan’ın aklına arkadaşlarından birinin anlattığı olay geldi. O, kendisine sahtekarlar çetesinden bahsetmişti. Bu çetedekilerden birisi, senetleri onaylayan hazine imzalarının taklitlerini atıyordu. Hem de o kadar ustalıkça atıyordu ki, en tecrübeli ekspertiz bile kusur bulamıyordu. Hazine senetlerindeki imzalar çeşitliydiler – hem sade, hem hileli, çok düğümlü, döngülü, kıvrımlı. Onun yazısı ise, Aybarşa’nınki gibi çok basit ve kolay anlaşılırdı.

Baycan bunu Rahmet’e söyledi. O bir şey cevap vermedi.

- Ne ise, - dedi Baycan, - bu noktada bitirelim. Parti teşkilatı neyin ne olduğunu çözsün. Ama siz sonra bizzat utanacaksınız.

- Ya sen kimden şüpheleniyorsun? Senin dışında bunu kim yapabilirdi? – aniden sordu Rahmet.

Baycan, bir şeyler hatırlayarak ona baktı ve birden söyleyiverdi:

- Göreceksiniz, bütün bunlar Masakpay’ın elinden geçti.

- Sen kafayı mı yedin, - elini salladı Rahmet, ama hemen düşündü: Neden olmasın ki?

O, masaya yaklaştı, çekmeceyi çekti, bir top mektup çıkardı ve sessiz Baycan’a verdi.

Baycan, onları okudu ve yerinden kalktı.

- Tamam, - dedi o. – Demek ki size göre ben, Gülnar’la tüm ilişkilerimizi kırmaya karar verdim. Ama benim hakkında böyle düşünmeye ne sebebiniz var ki? Hayır, hayır! Bu, sadece sahtekarlık değil, bu şantaj, hem de çok sinsi şantaj.

- Senin ağzından bal içilebilir, - dedi belki de erken sonuç çıkardığını düşünmeye başlayan Rahmet. – Sen iyi bir insandın, ama savaş geldi ve görüyor musun...

- Savaş deme. Savaş sadece düşmanların aralarını açar, arkadaşları ise o bağlar, birleştirir. Benim burada olup, eşimin ise, belki, ayağı kesildiğinden dolayı canını kaybederken, ben gönül maceralarını mı yaşayacağım? Bak işte! – ve o Gülnar’ın mektubunu uzattı.

Gülnar, Daulet’le görüşmeyi, sonra ormanlarda ve bataklıklarda yaşadıkları her şeyi tarif ediyordu. Şimdi Yoşkar-Ola şehrinde bulunduğunu ve kendini çok daha iyi hissediğini anlatıyordu.

Mektubun sonu şöyleydi: “Ben, şimdi sana her şeyi anlatamam, çünkü senin mektupla anlayamayacağın çok şey var, ama bana inan ki benim arkadaşımıza hayatımı borçluyum. Onun nasıl bir insan olduğunu tahmin bile edemiyorsun. Allah korusun o canını kaybederse. Ben ona kendi kanımı verirdim. O yaşamazsa, dünyada ne adalet, ne de hakikat yoktur. Ama bunlar vardır neticede ve ben bunlara inanıyorum, en azından benim seni görebilmek için sağ kaldığım gibi, Daulet te nişanlısını, Aybarşa’yı görmek için sağ kalacak. Son zamanlarda ben çok iyi insana rastlamış olsam da, inan bana: Daulet, benim hayatta rastladığım insanlardan en değerlisidir. Daha fazlasını yazamadığım için özür diliyorum.

Rahmet, mektubu okumayı bitirdi ve onu masanın üzerine koydu.

- Evet! – dedi o, - onlar gerçek insanlardır. Gerçek Sovyetler insanları.

Baycan ona baktı.

- Beni nezaketsiz zannetmeyin, ama ben de kendimi gerçek insan sanıyorum. Evet, gerçek Sovyet insanı. Görüyor musunuz, ben derdimi paylaşmak için size geldim, siz ise beni az kalsın dövüyordunuz. İyi ki telefon çaldı, yoksa şimdi bir birimizin gözüne nasıl bakacaktık.

- Güzel işte, - dedi Rahmet yine mektupları masanın çekmecesine saklayarak. – Öyle olsun. Ne olursa olsun, biz şerefsizi bulacağız! – O, birden cetveliyle masaya vurdu. – Sansür bu pisliği nasıl atlamış ki! Cephede bulunan insanı sevindirecek şey mi buldular! – diye bağırdı o acıyla. – Peki, sana söz veriyorum: eğer bu provokasyonsa, provokasyoncu buna sevinmeyecek.

Onlar ayrıldılar.

Akşam, yatmak yerine Rahmet, il komistesine döndü ve yanına Kalakay’ı çağırdı.

Çok eskiden o, “Sovyetler Adaleti” dergisinde, bir cinayetin nasıl çözüldüğünü okumuştu. Bir adam, karısını boğup, cesedini nehire attı. Ama tecrübesiz cinayetçi, kurbanıyla mücadele ederken evinde önemli kanıt – kadın ayakkabısını unuttuğunu farketmedi. İkinci ayakkabı ise kurbanın ayağında kaldı. Bu kayıp ayakkabıyı da arama sırasında katilin evinde buldular. Araştırmayı yapan polis, ayakkabıyı cebine sakladı, sonra ise ifadede bu korkunç kanıtı masanın üzerine koydu ve, ceset henüz bulunmamış olsa da katile, onun karısını nasıl öldürdüğünü, bir ayakkabının öldürülenin ayağından düştüğünü, diğer ayakkabının ise onun ayağında kaldığını ve cesetle birlikte bulunduğunu anlattı. Katil itiraf etti.

Rahmet, aynı şekilde hareket etmeye karar verdi. O, tüm mektupları toplu alıp, masanın üzerinde dizdi. En görünür yerde ise Kalakay’ın mektubu kaldı.

Konuşma, sığırların sevkiyle başladı, sonra veterinerliğe ve bizim için pek ilginç olmayan diğer konulara geçtiler...

Kalakay, koltukta oturuyordu, sorulara mantıklı, düşünerek cevap veriyordu, Rahmetin gözüne dik bakıyordu ve, tabiki, mektupları görmüş olsa da, onlara hiç dikkat etmiyordu.

Nihayet Rahmet patladı.

- Ne ise, - dedi o birden. – Şimdi şöyle diyeyim: bu zamana kadar ben seni dürüst, düzgün insan zannediyordum. Ama sen... – o duraksadı.

- He, he, - dedi Kalakay, - ama ben...

- Ama sen galiba öyle değilsin! Seninle Aybarşa’nın arasında neler oluyor?

- Hiç bir şey!

- Nasıl hiç bir şey? – Rahmet yumruğunu indirdi. Ben senin onun arkasından koşturduğunu, sonra da reddedildikten sonra ona pislik yapmaya başladığını biliyorum. Öyle değil mi?

- Siz tuhaf şeyler söylüyorsunuz, - Kalakay ellerini yanlara açtı. – Savaştan önce çok şey olmuş. Çoğu o zaman iyi hayattan coşmuşlardı. Şimdi bunların zamanı mı? Evet, flört yaptım. Evet, reddedildim. Ne ise, bunlar hepsi dediğiniz gibi olsun, ama ben pislik yapmadım ki. Benim nasıl çalıştığımı ise bizzat görüyorsunuz.

- Ya Poleşçuk, - ısrarla sordu Rahmet, pes etmek istemeden. – Onunla aranızda ne var?

- Poleşçuk’la benim arasında sadece iyi ilişkiler var.

- Demek, evleniyor musun?

- Hayır.

- Ben bunu anlamıyorum. İlişkileriniz iyi ama onunla evlenmiyor musun?

- Ya ne, mümkün değil mi yoksa? – merakla sordu Kalakay.

Onlar bir süre sessiz oturdular.

Kalakay, acele etmeden cebinden sigara tabakasını çıkardı, uzun, güzel parmaklarıyla sigara çıkardı, onu yaktı ve hafif nefes alıp, dedi:

- Tabi ki evleniyorum. Burada kıvırmaya gerek yok. Benim sevdiğim benimle evlenmek istemiyorsa, beni sevenle evleneceğim.

- Canım, ne fedakarlık, ne yüce kalplilik! Bunlar nereden geldi sana? – Rahmet alaylı biçimde ellerini yanlara açtı. – Sen güzel ötüyorsun, ama nereye konacaksın?

Kalakay kızdı.

- Beni dinleyin, bu nasıl bir konuşma böyle? – alelacele sordu o. – Siz neyi ima ediyorsunuz? Ben hiç bir şey anlamıyorum.

- Anlamıyor musun? Peki, şimdi anlarsın. Seninle Aybarşa’nın arasında bir şey yok diyorsun. Bu mektup nedir peki? – O, zarfı sıkıca tutup, havada salladı. – Bu da ne aşk mektubu? – bağırdı o azgınca.

- Ben ona hiç bir mektup yazmadım – ne aşk mektuplarını, ne de sıradan bir şey, - diye cevap verdi Kalakay.

- Bu senin yazın mı? – sordu Rahmet. – Hadi, söyle, senin mi? – O, hızlı bir şekilde masaya bir mektup attı.

Kalakay, mektubu alıp, okumaya başladı. Saçma bir mektuptu.

Kalakay’ın adına yazan, akıcı ve akılsız bir şekilde Aybarşa’yı sevgilisininz ölümüyle tebrik ediyordu. “Artık bizim için hiç bir şey, bir birimizi sevmeye engel olamayacak, - diye yazıyordu bu Kalakay’ın tanımadığı insan, - Kalakay’ını unutma”.

Kalakay, birden mektubu sıkı tutarak dörde katladı, ufak ufak parçalara yırtıp, odanın içinde dağıtmaya başladı.

Rahmet, onun yanına atlayıp, ellerinden tuttu, ama artık geçti.

- Demek öyleymiş, - dedi Rahmet. – İşte karga var sesiyle gakladı. Demek kanıtı yok ettin de tamam mı? Kendini akladın mı zannediyorsun?

Kalakay, derhal şaşkın donakaldı. Sonra ellerini kızarmış yüzüne yaklaştı, böyle bir saniye durdu ve birden paldır küldür kapıdan dışarıya koştu.

- Dur! – seslendi onun arkasından Rahmet. – Duyuyor musun? Dur!

- Pislikler! – bağırdı ona Kalakay koridordan. – Ah sizi pislikler!

Rahmet, bu sözlerin kimin adına söylendiklerini öyle de anlamamış kaldı.



Yirmi üçüncü bölüm

HASTANEDE BULUŞMA


Gülnar, onun önce uçakla, sınra sıhhi trenle götürdüklerini belli belirsiz hatırlıyordu. O, sadece Yoşkar-Ola’da, cephe arkası hastanede ayındı. Ama vucüdü herhalde çok sağlamdı, çünkü bir ay sonra kalkmaya ve hatta zor olsa da koltuk değneklerinin yardımıyla koğuşun içinde hareket etmeye başladı.

Akşamleyin, yatma vaktinden sonra o, yavaşça kalkıp, üstüne gri hastane bornozunu atıyordu ve yatağına oturup, uzun uzun düşünüyordu.

- İşte, - düşünüyordu o, - kendisi 23 yaşında. Ama şimdi sorsanıza: yaşadığı bütün bu yılları, onun harp heyecanlarının en azından bir ayına, bir haftasına değer mi?

Gülnar, aynaya bakarak, başını sallıyordu. Eskiden onun yüzünün rengi beyazdı, ne alnında, ne de gözlerinin yanında bir tane bile kırışık yoktu. Şimdi ise her yerde ince kırışıklar görünüyor, cildi kabalaştı, gri ve nahoş oldu. Sadece bunlar olsaydı. Saçları ağarmaya başladı. Kendine ne kadar iyi baksa da, her gün hep yeni ve yeni ak saçlar görünmeye başladı. İlk başta o, beyaz saçlarla bir şekilde mücadele etmeye çalışıyordu, saçlarını açıp, beyaz olanları birer birer koparıyordu, ama bir hafta geçtikten sonra, elleri çaresizlikten soldu. Onun annesinde yaşlılıkta bile katran gibi siyah saçları, genç, beyaz, kırışıklıktan zarar görmemiş yüzü vardı. Gülnar, annesi ölürken, kendisinin saçlarını tarayarak ağlarken neler düşündüğünü hatırladı: “Tanrım, o daha çok gençmiş! Saçları, parlak siyah ipek gibi”.

Bir zamanlar, annesinin ölümünden çok daha önce kendisi annesine sormuştu:

- Anne, senin saçların niye beyazlaşmıyor?

Annesi gülüp, cevap verdi:

- Seksen yaşıma geldiğimde tamamen beyaz olacağım, kızım. Senin büyük annen de bu yaşlarda ağarmıştı.

Gülnar, o zaman ne kadar sevindiğini hatırlıyor: - Öyleyse onun da saçları 80 yaşa kadar beyazlamayacak! – diye.

Ama şimdi kendisi yirmi üç yaşında ve saçları beyazdır... Beyazlamamaya imkanları var mıydı? O, geçmişi aklından geçirmeye başladı.

O gece, kendisi salon vagonunda durup, pencereden etrafları seyrediyordu. Gece kasvetli ve rutubetliydi. Ufak ufak meyilli yağmur yağıyordu, toprak setinin kenarındaki kara su birikintileri, parlayıp, kırışıyorlardı. Ara sıra yıkıntılar, yakılan evler, kesilmiş ağaçlar görünüyordu.

Onun yönettiği sıhhi trenin vazifesi, basit ama zordu: çatışmaların yapıldığı bölgeye mümkün olduğuu kadar yaklaşmak ve yaralıları toplayıp, sevketmek. Aynı yerde, Volga’nın arkasında ikinci, artık çok daha iyi donatılmış sıhhi tren duruyordu. O, kendisinden yaralıları alıp, onları daha ileriye, arka hastanelere sevk edecekti.

Ordunın Sıhhiyet Komutasında, kendisine nasıl bir treni yönetmesi gerektiğini anlatıldıktan sonra, o çok korktu. Yaralılara birinci tedavi! Bu zamana kadar o, yanık yaraların, kırılıp parçalanmış ve dışarıya organları çıkan karınların, kırılmış çenelerin nasıl göründüğünü, sadece ders kitaplarından biliyordu. O, hazır bulunduğu ilk ameliyatı hala unutamıyordu. Hasta, kemikli ve zayıf, içe çökük sarı karınlı ve net görünen omurgalı bir adamdı. O, bükülerek yürüyordu – eski ve yapışkan bir böbrek hastalığından eziyet çekiyordu. Muayeneden bir hafta sonra o, artık ameliyat masasının üzerinde yatıyordu ve Gülnar, beyaz gazlı bezden yapılan örtünün altında korku ve merakla açık karının içinde bir şeyler karıştıran cerrahın parmaklarının hızlı hareketlerini izliyordu.

Ondan sonra çok sene geçti. Şimdi de o hastalara yaklaştığında, içinde ne korku, ne de merak vardı. Parmaklarının hareketleri katı ve becerikli, telaşsızdı. Artık onu zor kombine ameliyatlar heyecanlandırıyordu.

Treni, ormanın içinde bulunan manevra hatlarından birine getirip, bırakmışlardı. Daha dün burada köy vardı, şimdi ise, sadece bazılarından daha duman çıkan tuğla yıkıntıları kaldı. Bu ölmüş ara istasyonda ne bir insan, ne bir köpek bile kalmadı! Şanslarına, onlar burada uzun kalmadılar. Yaralıların taşınmasında herkes iştirak ediyordu: sıhhiyeciler de, demiryolu personeli de, doktorlar da. Sedye eksikti - omuzlarında taşıyorlardı. Gülnar da kendisi başkalarıyla birlikte çalışıyordu. Sabaha yakın saatlerde ayakları tel gibi vızıldıyorlardı.

O, bir kaç kez vagonun başından sonuna kadar geçti, bir kaç kez sorulan sorulara alakasız cevaplar verdi, bir hafif yaralıya içecek verdi ve burada onu aniden halatından tuttular. Yataktan, dumadan islenmiş yüzü, çalıya benzeyen yanık saçları ve güzel, donukluk örtüsüyle kaplı büyük gözleri olan kocaman vucütlü yaralı Gürcü kalkıyordu. Şimdi, gözleri korkunç bir şekilde geniş açılıp, kendisine bakıyorlardı – bu dev adamı o, kendisi vagona taşıdı.

Gürcü, onun elini sıkıyordı ve çabuk, anlaşılmaz bir şekilde bir şeyler söylüyordu. Kendini yenerek, Gülnar, özenle onun üzerinde eğildi ve hafifçe alnına dıkundu. O zaman adam aniden aynen hızlı, ama hemen hemen anlaşılır konuştu:

- Güçlü, güçlü! Ne kadar güçlüymüşsün sen! Hatırlıyor musun beni sırtında taşıdığını. Ağır değil miydi yoksa sana? Biliyor musun ben kaç kiloydum?

Gülnar, o zaman dikkat ettiü o: “kaç kiloyum” değil “kaç kiloydum” dedi. O, kendisinden geçmiş zamanda bahsediyordu. Kendisi de onun kaç kilo olduğunu bilmek istiyordu ama iki ayağı dizden yukarı kesilmiş insana bunu nasıl sora bilirsin ki?

Kolun ön kısmından ağır yaralı küçük, canlı ve neşeli tatar, ona yardımcı oldu:

- O, çok büyüktür, 100 kilodur, bir onunla bir alaydaydık...

Tren dönüş için kalktığında Gülnar, kendi kompartmana gidip, divanın üzerine çöktü. O, yalnız kalmak isityordu – yaralıların gözlerinin önünde ağlayacağından korkuyordu. Bundan her şeyden çok korkuyordu. Onların durumları bunsuz da çok ve çok zordu.

Mesela, şu gürcüyü alırsak. O, sadece 32 yaşında. Savaştan önce bir sovhozda bilimsel tarım uzmanıydı. Daha bir gün önce güçlü, sapasağlamdı. Ve işte: şimdi ayaksız kaldı. Kendisi belki henüz bunun sonuçlarının farkında değil, ama yarın, iki-üç gün sonra ne olacak?

Gürcünün durumu, gerçekten gittikçe kötüleşiyordu. İlk üç gün o, leylakımsı göz kapaklarıyla büyük , donuk gözlerini kapatıp, sessiz yatağında yatıyordu, sonra ise çıldırmaya başladı. O, yatağında kalkıp, bağırıyordu, komutlar veriyordu. İki güçlü sıhhiyeci onu müdahale edemiyordu. Bir kez o kendine geldi, biraz sessiz yattı, sonra ayaklarının olması gereken yere elini uzattı ve her şeyi anlayıp, dişleriyle yastık kılıfını sıkıp, şiddetle çekti.

Gülnar, yakınlardaydı. O, yaklaşıp, hafifçe onun omzuna dokundu.

O, yerinden kalkmadı, sadece başını salladı. Bir saat sonra o, yine çıldırıp bağırmaya başladı.

Vagonun diğer ucunda, daha gencecik Mordvin yatıyordu. Mermiyle onun sağ eli koparılmıştı. O, huzurlu bir hastaydı ve Gülnar, hiç bir zaman onun yatağının yanında fazla kalmıyordu. Ama bir gün o, kendisinden morfin istedi.

- Hem de fazla olsun, - ısrarla ilave etti o.

Gülnar, önce anlamadı – morfin ona yazılmamıştı, kendisi rahat uyuyordu, acılara da şikayeti yoktu. O zaman yaralı, birden garip ve utanmışçasına dedi:

- Her şeyi birden bitirmek için – hem size, hem de bana fazla zahmet olmasın diye.

Gülnar, ona itiraz edip, korkaklık için azarlayacaktı, sonuçta ona bağıracaktı, ama kendisi ona o kadar ifadeli bakıyordu ki, Gülnar tam bu vakitte böyle konuşmanın tüm korkunçluğunu ve gereksizliğini hissetmişti. Bir iki gün sonra her şey farklı olacaktı.

Moskova Konservatuvarının son sınıfında piyano çalmayı öğrenen kız, cepheye gönüllü olarak gitti. Şimdi hareketsiz yatıyor ve inlemiyor bile: bir değil, iki kolu koparıldı.

İşte pilot – yüzünün tamamı yandı. Hava çatışmasının sırasında, uçağı benzin deposu yanmış. Bir mucize ile o, artık meşale gibi yanarak, makineyi kendi sahasında indirebildi. Şimdi sadece iki canlı yeri kaldı – gözleriyle dudakları.

İkinci sefer yaptığında Gülnar, daha genç görünüyordu, üçüncü seferde ise gözlerinin altında kırışıklar oldu ve beyaz saçlar çıktı. Geri dönüşte, hemşirelerden biri, özenle onun elini aldı ve dedi:

- Siz şimdi yıkılacaksınız. En azından biraz oturalım.

Gülnar, onun yanında oturdu. Hemşire, saçlarını ohşayarak oturuyordu ve bir şeyler düşünüyordu. Sonra nazikçe sordu:

- Ya siz kaç yaşındasınız?

- Yirmi dört, - diye cevap verdi Gülnar.

Kız, gözlerini geniş açtı, ağzını da açacaktı, ama bir şey söylemedi. Öyle yan yana sessiz oturdular.

- Sizin beyaz saçlarınız var ama, - aniden kısık sesle dedi kız ve yavaşça parmaklarıyla onun şakağına dokundu.

Altıncı seferden sonra, Gülnar’a istirahat verdiler. Küçük misafirhanede ayrı oda ayırdılar ve zorla uyuttular. Birinci gün o, hareket etmeden yatağında yattı. Uykuya dalırken yaralıları görüyordu, onların iniltilerini duyuyordu, ıslak yere çömeliyordu, üzerinde ise düşmanın uçakları uçuyordu. Kendisi uyanıyordu, nefret ettiği sesler ise hala kulaklarında duruyordu.

Haftanın sonunda Gülnar, gazeteleri okumaya başladı. Bir sonraki haftanın sonunda ise zorunlu tembellik birden ona ateşin altında çalışmadan daha iğrenç ve daha zor geliyordu. Sessizlik, tembellik ve misafirhanenin ölü huzuru onun canını sıkıyordu. O, Sağlık Müdürlüğüne çağırıp, yine sefere yollanğında mutluluk hissetti.

Bundan sonra o, trenini terk etmeden çalışıyordu, Daulet’le karşılaşana, askeri hastaneye düşene kadar çalışıyordu.

Hastanedeyken Gülnar, barış zamanındaki hastanelerinin durumuyla şimdiki askeri hastanelerin durumunu karşılaştırıyordu. Eskiden, oraya düşen insanlar değişik ve tesadüflerdi; iyileştikten sonra hatıra bırakmazlardı. Şimdi ise burada her bir insanın iyileşmesi, büyük olay gibi kutlanıyordu, herkesi sevindiriyordu. Burada güçlü, ebediyen hatırada kalan dostluklar doğuyordu.

Servis personeli de farklıydı. Hastanelerde ve kliniklerde, çok ciddi çatışmalar oluyordu: hastalar bakıcılardan şikayetçi oluyorlardı, bakıcılar hastalara şikayet raporlarını yazıyorlardı. Burada ise bu tür şeyleri düşünmek bile tuhaftı.

Hemşireler, kendilerinde olan en iyi her şeyleri: merhametlerini, sevgilerini, tüm zamanlarını ve var güçlerini hastalara veriyorlardı ve hastalar, buna karşılık onlara yürekten teşekkür ediyorlardı. Bazı doktordan koğuşlarda korkuyorlardı, onla meşguldüler, sert cevap verebilirlerdi ve hatta bağırabilirlerdi, ama hemşireler... Her hasta için onların özel iyi sözleri, selamları vardı.

Gülnar, bir şey daha farketti: askeri hastanelerinin hastalarının entelektüel hayatları arttırılmıştı. İlham almış doğaçlamalar, ard arda geliyorlardı. Herkesin kendine has bir türü vardı. Oldukça ciddi nesirciler vardı. Onlar, hayat hikayelerini acele etmeden, takdim edilebilir şekilde, fazla bir şey söylememek için her sözlerini değerlendirerek anlatıyorlardı. Kaygısız şairler de vardı – yüksek sesli ve, herhalde, yeryüzündeki liriklerin çoğu gibi somutluğa pek önem vermeyenler. Onların söylediklerinin her üç sözünden biri uydurma, kendilerinin dinleyenlerden daha fazla inandıkları sözlerdi. Hicivciler de vardı, hem de çok fena, etraflarına zehir fışkırtanlar. Yumuşak şakacılar da vardı. Böyle insanların yataklarının yanında, her zaman içten gülen bir kaç kişi otururdu.

Onların hikayeleri yazılsaydıi, - düşünüyordu Gülnar, - alsana hazır roman.

Bütün bu romanların ve poemlerin en şerefli ve istekli dinleyicileri hemşirelerdi. Yaralı diğer yaralıya her zaman inanmaz ve inanmadığını da her zaman içinde tutmaz! Hemşireler ise başka! Onlar ağlamayı da, gülmeyi de biliyorlardı. Anlatanın morali onlaya etkiliyordu. Onlar, ya bütün koğuşa neşeyle gülüyorlardı, yada yaralıların yanlarında oturup, saçlarından ohşayarak teselli ediyorlardı.

Azar azar, Gülnar da bu konuşmaların içine girmeye başladı. Hatta kendisi de uzak ve yakın geçmişi anlatmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra, onun da bir dinleyicisi ortaya çıktı. Bu, koğuş hemşiresi, kısa boylu, tombul yanaklı, kırmızı, ucu yukarıya kalkık burnunun üzerinde bir çok çili, kızıl bakır renginde kıl gibi sert saçları olan Marili kız Anastasiya’ydı. Kendisi, Rusça ne okumayı, ne de yazmayı bilmiyordu, aslında Marice de az biliyordu. Ama bu cahil Marili kızın içinde ne kadar içtenlik, insan sevgisi vardı! O, yaralıya o kadar kolay yaklaşmayı biliyordu ki Gülnar, karşılaştırkları ilk bir kaç saatten sonra onu çok samimi sevdi. Kız, hastaları hiç bir zaman şımartmasa, kaprislerini tatmin etmezse de hastalar onu çok severlerdi. Kendisi, sadece hastalara kendi abileri yada çocuklarıymiş gibi bakıyordı.

Kız sabahleyin koğuşa girerken, derhal her taraftan ona karşı “Anya teyzeyle” selamlaşmak için eller uzanıyordu. Kimi hastanın yaşı elliye geliyordu, ama o da kendisine muhakkak “teyze” diye hitap ediyordu. Kendisi gerçekten iyi ve özenli teyzeye benziyordu. Koğuşu mükemmel idare etmeyi biliyordu. Tecrübeli bir hoca gibi hastanun huyunu ve keyfini anlayabiliyordu. Koğuşa girer girmez görüyordu: bu hastanın keyfi yerinde değil, rüyasında evini, karısını görmüştür ve, herhalde, sabaha kadar ağlamıştır. Bu hastanın ise keyfi iyi, yemeğini yemiş, iştahı çok iyi. Şimdi yatağının üzerinde oturuyor ve güzel bir hikaye anlatmak istiyor. Gerçekten, adam niye üzgün olsun ki, bir hafta sonra taburcu olacaktır!

Anya, kadın koğuşuna da bakıyordu. Gülnar yatırılana kadar orada on kişiye yakın kadın toplandı: radyo operatörleri, telefoncular, istihkamcılar, keşifçiler, hemşireler – rus, ukraynalı, belorus kadın ve kızları. Ağır yaralılar yoktu. Koğuşta, sürekli birisi bir şey anlatır yada şarkı söylerdi. On kişinin de ana dinleyicisi o – Anya’ydi. Ama onun, herkesi dinlemeye çaresi yoktu – vakti azdı. O zaman tarife belirlediler. Akşam kontrolünden sonra Anya, sessiz geliyordu ve bir sonraki hikayecisinin yatağına oturuyordu. Hikayeci de yerinden kalkıyordu ve onlar, gece geç saatte ayrılıyorlardı.

Anyanın iş arkadaşı vardı – genç, güzel hemşire Nina. O, kendine çok iyi bakıyordu: her gün manikürünü düzeltiyordu, saçlarından güzel bir model yapıyordu, güzel giyinmeyi severdi ve bayramların koğuşa bayram kıyafetiyle, makyajlı ve aşırı koku kullanmış geliyordu. Onun sağ yanağında beni vardı – hastalar, bu benin her ay yerini değiştirdiğini farkettiler. Ninanın kirpikleri kıvrılmış ve ok gibi sivrilmişti.

Nina, koğuş hemşiresi olarak çalışıyordu. Ama kendisini koğuşta bulmak zordu: genellikle o, koridorda pencerenin yanında durup, iyileşmekte olan yaralılarla flört yapıyordu. Koğuşta onu sevmezlerdi.

Ancak, Anya’nın gelişinden her kes mutlu oluyordu, Gülnar ise herkesten çok seviniyordu. İlk başta, bu iki çok farklı kadını neyin birleştirdiğini anlamak bile zordu. Anya Rusça bile pek düzgün konuşamıyordu, ama yine de ikisi, aralarında saatlerce sohbet ediyorlardı. Anya, en hassas konular hakkında konuşmayı, en değerli ve en önemli şeyler hakkında o kadar kolay söz etmeyi biliyordu ki, kendisine cevap vermemek yada konuşmanın konusunu değiştirmek imkansızdı.

Gülnar, cephede kendisinde bir tuhaf özellik buldu: o, hiç bir zaman evini hatırlamaz ve evi hakkında konuşmazdı. Öyle oluyordu ki, bu tür şeyleri hatırlamaya başlar başlamaz, bir zamanlar en önemli, en gerekli fikirleri, onun savaşta gördüğü ve duyduğu şeylerin etkisinden geri çekilmeye başlıyorlardı. Evet, bu korkunç ve acımasız gerçeğin önünde, geçmişten ılımlı ve samimi her şey kayboluyordu. Bu tuhaf duyarsızlığı Gülnar, yaralılara birinci kez rastladıktan sonra farketmişti. Bazen tiksinti bile hissediyordu bundan. Evine neyle dönecek? Oğlusunu görünce ne hissedecek? Kocasına ve babasına ne diyecek!? Şimdi hastanede ise bu yabancılık hissi yavaş yavaş erimeye, erimeye başladı ve nihayet tamamen kayboldu. O, kendini yine bir kadın ve anne olarak hissetti, yine saatlerce oğlusundan bahsedebiliyordu, onun resmine bakıp, ağlayabiliyordu. Hastanede, geçmiş hayatını sık sık hatırlıyordu – sene sene, ay ay. O, bu diziyi baştan sonuna kadar seyretti ve memnun kalmadı. İçinde bir ahlaksız boşluk, bir duygu ve amaç eksikliği vardı. Baycan’la buluşma gününden beri her şey farklı, mantıklı ve sağlam oldu, hayatında bir amaç ortaya çıktı. Ama yine de bir şeyler yanlıştı. Gerçek hayatın ancak şimdi başlaması gerekiyordu.

İşte bunları Gülnar, Anya teyzeye anlatıyordu. Kendisinin çok iyi hikayeci olduğu ortaya çıktı. Anya da çok iyi dinleyiciydi.

Mektuplar, Gülnar’a hemen hemen her gün geliyordu. İşaretçi gelen mektupları Anya’ya verdiğinde o, ilk önce Gülnar’ın yanına koşuyordu. Gülnar, mektupları önce kendisi okuyordu, akşam kontrolünden sonra ise onları Anya’ya anlatıyordu. Arkadaşıyla paylaşmadığı bir tane bile mektup olmadı Gülnar’ın.

Sonra, bir gün böyle mektup ta geldi. Gulnar, onu okur okumaz buruşturup, pencereden dışarıya attı. Sonra bütün gün yatağında hüzünlü, kapkara, tamamen kendi fikirlerine dalmış yattı. Sessiz düşünüyordu.

Anya, hemen bir anormalliği farketti, ama hiç bir şey sormadı, hatta gözünün önünde daha az bulunmaya çalıştı. Gülnar da buna utandı. O, Anya teyzeyi çağırıp, kendisine her şeyi yüksek sesle anlattı.

Mektup isimsizdi. İsmini belirsiz bırakmayı tercih eden bir “iyi niyetli”, Gülnar’a kocasının ve onun arkadaşının layık olmayan hareketleri hakkında tarif etti. Gülnar, bunların yalan olduğunu hemen anladı, ama yine de mektup onu üzdü, çünkü Gülnar, her şeyden fazla dedikodulardan ve kötü konuşmalardan korkardı. “Gidip bütün halka duyururlar, seni ve kocanı ünlü yaparlar, sonra gel de bu pisliğin içinde yaşa”.

Akşam Gülnar’ın ateşi çıktı. O, kötü uyuyor, çılgına dönmüştü. Sabah, kendisine Baycan’ın onun yanına gelmek üzere yola çıktığını haberdar etmek için yolladığı telgramı verdiler.

- Tamam işte, - dedi Anya, - heyecanlanmana da gerek yok. Geldikten sonra bütün bu saçma şeyler açığa kavuşur!..

- Evet, saçma şeyler, - tekrarladı Gülnar. – Ama o burada ne zaman olacak ki?

Anya, haritayı getirdi ve onlar tahmin etmeye başladılar: belli ki Baycan, Almatı’dan Moskova’ya uçakla gelecek, Moskova’dan Kazan’a kadar da uçakla, sonra ise demiryolu üzerinden dümdüz yol. Böyle yolculuğun ne kadar sürebileceğini, buluşmaya ne zaman hazır olmaları gerektiğini hesaplamaya başladılar.

Günler, beklentilerde geçiyordu. Bir gün Gülnar’a büyük paket verdiler. O, paketi açıp, salladı ve içinden battaniyenin üzerine bir top yazılmış listeler döküldü. Bir kısmı Baycan’ın, diğer kısmı da Aybarşa’nın eliyle yazılmışlardı. O, ilk iki listeyi aldı ve kendisini hemen sıcak bastı. Kuşku yoktu.

Onun önünde, ismi belirsiz “iyi niyetlinin” başsettiği aşk yazışmalarıydı. Kocası, onun arkadaşına aşkını itiraf ediyordu, arkadaşı da ona karşılıklı itirafla cevap veriyordu. Bu nasıl bir şeytanlık, - diye düşündü o, - bunun olması mümkün değil! Ben buna inanmıyorum, inanmıyorum! Ya eğer... eğer bu gerçekse? Gülnar, tir tir titremeye başladı, kendini o kadar kötü hissetti ki, hatta fısıldayarak: “en iyisi öleyim!” – dedi.

Akşam Anya geldi ve bugün getirilen kalın paket hakkında soruşturmaya başladı. İlk kez Gülnar, sırf istemeksizin cevap verdi değil, Anya’yı kandırdı bile.

- Eski iş yerimden, - dedi o, - evraklar geldi.

Anya, buna sadece bir dakika inandı. Sonra kendisi, bunun “bambaşka bir şey” olduğunu anladı. O, bir kaç ihtiyatlı soru sordu, ama Gülnar, kah öyle bir kötü inatlıkla susmuş oturuyordu, kah mantıksız cevap veriyordu, en sonunda ise sadece ağlamaya başladı. Gülnar’ın gözyaşları, Anya’nın moralini tamamen çökertti.

O, savaştan kaynaklı bir çok boşanmaların, aile sorunlarının ortaya çıktığını biliyordu. Ama Gülnar’ın olayında Anya’nın, hiç bir türlü anlayamadığı bir şey vardı: tamam, kocası onu aldatmış olabilir, ama öyleyse buraya niçin geliyor ki?

Baycan ise bu arada her istasyondan telgramlar yolluyordu. İşte sıradaki, en son telgram geldi: “yarın sabah geleceğim”.

Anya toplanıp, tren istasyonuna gitti. O, dah önce gelen bir çok fotoğraftan Baycan’ın yüzünü iyi hatırlıyordu, dolayısıyla kendisini birden tanıdı.

Bir saat sonra onlar, ikisi de koğuştaydılar. Onlar şehir içi giderken Anya, Baycan’ın ciddi yüzüne bakarak heyecanlı düşünüyordu: “Onlar nasıl buluşacaklar, ya eğer o gelince uzakta sandalyeye oturup, boşanma hakkında konuşmaya başlarsa? Ya o sadece bunu yapmak için geldiyse. Bu durumda Gülnar nasıl hareket edecek ki?”.

Ama Gülnar afferin kızmış. Anya, ona bakınca gururdan dik durdu bile. O, kocasıyla öyle rahat, geniş gülümseyerek konuşuyordu, kendisi hakkında o kadar samimi anlatıyordu ki, saf Anya düşündü: “Belki gerçekten kalın pakette sadece iş yerinden belgeler vardı?”

Baycan, eşinin yatağının önünde yorgun, çok dalgın, artık hiç te genç görünmeyen oturuyordu. Onun yüzü, sanki pasla, kırmızı lekelerle kaplıydı. O seyrek, kendini zorlayarak gülümserdi ve göz kapaklarını ne şekilde indirip kaldırdıklarından, Anya anladı: yorgun ve işlerine dalmış bu adam, onun flörtla işi olmaz!

Gülnar, farklı bir şey düşünüyordü: “Şimdi onunla konuşmaya ne gerek var ki, nasıl olsa kendisinden hiç bir şey öğrenemezsin. Bütün bunlar yalansa, onu bununla rahatsız etmeye gerek var mı ki? Ya eğer gerçek olsa, şimdi susuyorsa gerçeği söyler mi?”. O, bunun yalan olduğuna inanıyordu ve biliyordu.

Baycan gittikten sonra, geç akşam Gülnar, minderinin altından tüm mektupları çıkarıp, yaktı.



Yirmi dördünci bölüm

GECE KONUŞMASI


Kalakay, bir kaç adım atınca, ayakları öyle battı ki, az kalsın düşecekti. Bir haftadan fazla şiddetli yağmurlar yağıyordu ve ayağın bastığı her yerde kil çamur yatıyordu.

Kalakay, tökezleyerek, istemsiz olarak ağaçları ve evlerin duvarlarını tutarak yürüyordu. O, ne yağmura, ne de elbisesinin ıslanmış olduğuna dikkat etmiyordu. Kalakay, hem bu karanlık geceden, hem bu yapışkan, içine çeken çamurdan artık nefret ediyordu. Her şey birbirine uyuyordu, kendisinin hayatı bile, - hayatı şimdi onu aynı şekilde çamura batırmıyor muydu yoksa? Onun namusu her an çökmeye hazır değil miydi yoksa?

Evine böyle zorluklarla giderken Kalakay, Karan-bay hakkında masalı hatırladı.

Masala göre, sadece dünyadaki bütün varlıkları eline geçiren değil, herkersi yoksun eden insan varmış... Yeryüzü, onun günahlarının ağırlığına dayanamamış, şerefsizi göğe atmış. Ama gök te caniyi kabul etmedi ve o, hızla yine adaletli ve hikmet sahibi olan yeryüzüne düştü. O zaman yer açıldı ve günahkarı yuttu. Zenginliklerini insanlar aldılar, sayısı bilinmeyen hayvan sürüleri dağıldılar.

Acaba ben de böyle bir cani miyim? – umutsuzca düşünüyordu Kalakay, yeryüzündeki bütün her şeyi lanetleyerek. Herhalde, yeryüzü beni de taşıyamaz. Bütün bunlar, şerefsiz insanlarla arkadaşlıkların yüzünden. O, her şeyi biliyordu, ama hiç bir şeyi engellemedi. Demek ki kendisi tupikte, çıkış yoktur. Demek, kalan bir tek... o, ağacın altında durdu, yüzünü eliyle sildi ve ancak şimdi kendisinin ne kadar kirli olduğunu farketti. Demek ki, sadece ölmek kalıyor. Nasıl? Kendini silahla vurmak mı? Onun mavzeri vardı. Kendini zehirlemek mi? O, arsenik bulabilir. Evet, başka çare yoktur. Sabah mutlaka öleceğini kararlaştırınca Kalakay, kendini rahat bile hissetti.

Yoluna devam etmesi kolay oldu. Buralarda, hemen hemen duvarun yarısını alan ve içinde her zaman ışık yanan koskoca pencereli atölyeler duruyordu. Kalakay, yağmurluğunun yakasını yukarıya kaldırıp, daha hızlı yürüdü.

Onun tam üstüne bir atlı geliyordu. Kalakay, hiç kimseyle karşılaşmak istemediği için çabuk yoldan çekildi, ama ona seslendiler.

- Hey, kim gidiyor?

Bu Aybarşa’nın sesiydi.

Atlı, bir daha seslendi ve hiç bir cevap alamayınca atını kırbaçladı ve tam onun üstüne koşturttu. Kalakay koştu, ama Aybarşa, kendisini çabuk yakaladı ve kırbacını kaldırdı. O, atölyenin penceresinden hırsız çıktığını zannediyordu.

Kalakay, korkarak bağırdı:

- Ne yapıyorsun? Bu benim – Kalakay!

Aybarşa kırbacını indirdi.

- Sen nereden geliyorsun? Neden cevap vermiyorsun? – sert sordu o.

- Cevap vermeme ne gerek var ki? Çabucak evime gelmeye acele ediyorum. Yağmuru görüyorsun! Sen de ne diye yolda yürüyenleri durdurup, sorguya alıyorsun?

Aybarşa düşünüyordu.

- Sen nereden geliyorsun?

- İl komitesinden...

- Ne yapıyordunuz?

- Ekim kampanyasının planını görüştük.

Kalakay’ın kafasına şimşek gibi bir fikir geldi: Peki, ben intihar edeceğim, ya kim benim bu uğursuz mektubu yazmadığımı bilecek ki? Aynen söylerler: “Günahkar yaşıyordu ve komik bir şekilde öldü; köpeğe köpeğin ölümü işte”. Ve o, Aybarşa’yı dirseğinden tuttu.

- Dinle! – kararlı bir şekilde dedi o. – Benim hayatım şimdi senin benimle gidip gitmeyeceğine bağlı. Hem de sadece benim hayatım değil. Duyuyor musun? Belki senin de hayatın buna bağlı.

Aybarşa, elini salladı.

- Sen yine işlerini çevirmeye başladın, - dedi o memnuniyetsizce. – Biz artık bu konuda konuşmuştuk! Hadi, bırak beni, duyuyor musun?

O bırakmıyordu.

- Aybarşa! Canım! – aniden yalvarmaya başladı o. – Anlasana, bu senin zannettiğin şey değil. Asla o değil! Hayır, hayır, o değil! Sen beni dinlemezsen, her şeyini kaybedeceksin, çünkü başka sefer ben cesaret edemeyeceğim. Kafama kurşun atarım – o kadar. Bu iş, senin sevgilin için herkesten önemli, onun iyiliğinin uğruna benimle gelsene.

O, tutkuyla, kekemeden konuşuyordu ve Aybarşa düşündü: “Kim bilir onu, belki gerçekten de ciddi bir şeydir”.

- Ne ise, tamam, - dedi o bir saniyelik düşünceden sonra. – Gidelim, ama dizgini bırak.

Böylece eve kadar geldiler – Aybarşa atın üzerinde, o ise yanında gidiyordu. Eve girdiler. Aybarşa üstünü çıkarırken, Kalakay, lobide duruyordu. Sonra o aniden kapıyı açıp, sordu:

- Sen, Kazahça “kalakay” ne demek olduğunu biliyor musun?

- Yaban gülü gibi bir şey, galiba – kararsız cevap verdi Aybarşa.

Kalakay, yaklaştı ve onun yanında divana oturdu.

- Doğru. Dikenli yabani gül. Ama genç kavak yüksekliğinde. Bununla ilgili bir efsane var. Kazah, özbeke misafirliğe gelmiş. Yemek yediler, kumus içtiler, kazah ta soruyor işte: “Sizin tanrınızın adı ne?” Özbek de cevap veriyor: “Bizim tanrımız – pirinç”. Öyle mi! – kazah kaşıkla alıp yemiş pirinci. – “Tamam işte, sizin tanrınızdan hiç bir şey kalmadı. Boş tabaklar duruyor. Vardı tanrınız, bitti ama”. Özbek kırıldı. O da soruyor: “Ya sizin tanrınız kim?” “He, - cevap veriyor kazah, - sen benim tanrıma erişemeyeceksin. O benim kışlağımda yaşıyor. Gelirsen, ben göstereceğim”. Özbek o kadar merak etmiş ki, gerçekten kazaha misafirliğe gelmiş. “He, diyor, göster bana tanrın nerede?” “Benim tanrım, - cevap veriyor kazah, - Kalakay”. “Versene bana şu Kalakay’ı bir oturuşta yerim onu”. “Ne ise, dedi kazah, gidelim”. Avluya çıkmışlar, kazah özbeği yaban gülüne getirdi. “Al işte, ye benim tanrımı”. Özbek durdu, durdu, dir dikenli dalı ısırdı, dikenler onun sakalına yapıştı, dilini kanattı. Özbek inlemeye başladı. Kazah ta ona demiş ki: “Sen, dostum, bana kızma, ama senin tanrın yanlıştır. Bu nasıl bir tanrı – pirinç? Geldin ona, doldurdun avuçlarını da yedin. Benim tanrımdan ise her bir insan ve hayvan kaçar. Onunla bir müdahale et bakalım, sonra kurtulamazsın. İşte bu tam bir tanrı. Bunu sakalına yaz. Tanrının erişilmez olması gerekiyor.

- Evet, ilginç hikaye, - gülüverdi Aybarşa.

- İşte, benim babam, - devam ediyordu Kalakay, - bana böyle isim verdi. Benim dikenli olmamı diledi. Ben böyle rezil, dikenli çalı gibi büyüdüm de seninle Daulet’in arasında durdum. Hem de anlıyor musun, - benim bunda kabahatim yok. Asla kabahatim yok. Anlatılacak bir şey yok. Sen kendin her şeyi biliyorsun. Ama benim senin arkandan sürüklendiğimi ama reddedildiğimi her kes biliyor. Kötülük hakkında herkes biliyor, - birden bağırdı o hüzünle, - iyilikler hakkında ise hiç kimse bir şey duymadı. İşte, alsana, ilçe komite sekreteri benim suratıma bu sahte şeyi sokuyor. Sence bu iyi mi? İşte bir tek şey kaldı bana – gidip kendimi asmak. Anladın mı?

- Anladım, - cevap verdi Aybarşa. – Ama sen aptalsın!

- Evet, sana böyle demek yakışır. Ama sen benim yerimde olsaydın...

- Aptalsın, yine de aptalsın. Al da as kendini savaştan sonra. Kahrolasın! Şimdi ise asılmana hakkın yok. Buna ne denir, biliyor musun? Buna firar denir!

- Oh, bütün bunlardan ne kadar yoruldum ben, - çaresizlik işaretiyle elini salladı Kalakay. – Benim artık başım döndü. Söylesene ne yapmalıyım? Rahmet’le de ne yapayım?

- Tamam! – dedi düşündükten sonra Aybarşa. – Rahmet’le ben bir şekilde işi çözerim. Ama sen kendin gitme. Çünkü siz ikiniz de öyle horozsunuz...

- O seni kovacak, - hüzünle dedi Kalakay. – Mutlaka kovacak. Sen onun şimdi nasıl olduğunu biliyor musun?

- Merak etme, her şey gerektiği gibi olacak. Bundan artık ben sorumluyum. Elini ver ve bir daha bundan tek sözle bile bahsetme.

Artık tamamen aydınlık oldu. Pencereler beyazladı, ağaçların uçlarından ilk sabah rüzgarı geçti.

- Ah, ben ne kadar da uyumak istiyorum, - dedi Aybarşa. – Yatmak ta artık vakit yok. Acele etmem lazım – eve uğrayıp, sonra işe...

- Ama sen en azından biraz divanda dinlen, - tavsiye etti ona Kalakay.

- Hayır! Ben şimdi gideceğim. – O, pencereye yaklaştı, avluya baktı ve ürkerek geri çekildi. Kalakay, bunu görünce kendisi de pencereden dışarıya baktı.

Avluda Sırbay duruyordu. O, Aybarşa’nın atını dizginlerinden tutuyordu.

- İşte, mahfolduk! – şaşkınlıkla dedi Kalakay. – Kaderim ne de belalıymış! Şimdi Sırbay da yaşatmayacak beni.

- Neden? – korkuyla sordu Aybarşa.

- Nasıl neden? İhtiyarın bana nasıl davrandığını biliyorsun, sen ise oğlusunun atının üzerinde benim evime geldin. Bu nafile geçmeyecek.

- Bir şey yok! – dedi Aybarşa, - hiç bir şey olmayacak, ben ona her şeyi anlatacağım.

“Moruk alır da sana inanır!” – diye düşündü Kalakay.

Onlar, pencereden dışarıya bakmaya devam ediyorlardı. Sırbay, beygirin yanında biraz durdu, düşündü, sonra dizgininden alıp, avludan dışarıya götürdü. Dışarıda atına binip, beygiri eyerine bağladı.

- Tamamen mahfolduk! – acı dedi Kalakay ve elini salladı.



Yirmi beşinci bölüm

ALARM

İl komitesinde ışık yanıyordu ve Baycan odaya girmeye acele etti. Karşısına Rahmet çıktı. Onun ve kağıt yığınının üzerinde uyuyakalan yardımcısının dışında, il komitesinde hiç kimse yoktu. Baycan, sekretere bakıp, başını salladı. Her zaman düzenli kıyafetli, tüm düğmeleri iliklenmiş Rahmet, şimdi evde gibiymiş giyinmişti: askeri gömleğinin yakası açıktı, usul usul yapılmış tokalı askeri kemer de yoktu.

- Otur, misafirim olursun, - dedi Rahmet suratsız dostanelikle.

- Yok, hayır, ben sadece bir dakikalığına uğradım, - aceleten dedi Baycan. – Ben arabayla ya...

- Otur, otur, - yumuşak, ama ısrarla tekrarladı Rahmet. – Dinle benim sana neler anlatacaklarımı...

Ve o, çok kısa bir şekilde, bir kaç sözle Kalakay’la konuşmasını anlattı.

- Kötü! – dedi Baycan dalgın bir şekilde. – Orada ne oluorsa, iyi değildir.

- Evet, işte, iyi değil! – sanki sevinerek söyledi Rahmet. – Atasözünü biliyor musun: “Boş yerde çok gürültü”. Bizde buna derler: “Bütün kışlağı kızıl tüylü tay alt üst etti”. – O birden gülümsedi. – İşte ben bunun hakkında az önce Çokan Valihanov’dan okudum. Okumadın mı? İlginç bir şey.

O, yazı masasının çekmecesinden bir kitap çıkardı ve okudu: “Biz zamanlarda bizim halkımız moğol kabilereliyle düşmandılar. Bir gün kalmıklar kazahlara saldırıp, at sürüsünü kaçırdılar. Kazahlar, güçlerini toplayıp, kırgızları kovalamaya başladılar. Uzun zaman kovalamak zorunda kaldılar. Keşifçileri, kalmıkların durdukları yerin yakın olduğunu bildirdikten sonra, düşmana hücüm etmeden önce dinlenmek için gecelemeye durdular, nöbetçileri koydular. Gece alarma kaldırdılar, nöbetçiler: “Düşmanlar geliyor!” – diye bağırdılar. Uyuyanlar ayağa kalktılar ve korkarak geri kaçmaya başladılar... Ama kısa bir süre sonra ortada hiç bir düşmanın olmadığını gördüler, bu kez başlarındaki adam alarmın sebebini araştırmaya başladı. Ne olmuş: kalmıkların kaçırdıkları sürüden bir benekli tay kaçmış ve yolunda, uyuyan kazahlara rastlamış, nöbetçiler bu tayı düşman zannederek böyle büyük gürültü çıkarttılar... Tabi ki nöbetçiler cezalandırıldı. Bundan sonra halkta, boş sebepten büyük gürültü çıktığında, buna “benekli tayın gürültüsü” derler.

- Evet, ilginç, - gülümsedi Baycan. – Ama bunu neden anlattınız?

- Nedenini dinle işte. Bu kızıl tüylü tayı sen de tanıyorsun. Onun adı Yanık. O, kolhozun kasasından tüm paraları aldı, orada epey bir şey vardı – yüz bine yakın, ve kaçtı. Hala yakalayamıyorlar.

- Harika, - Baycan ıslık çaldı. – Ah, alçak!

- Bu daha harikası değil! Harika olanı dinle. O, arkadaşı Masakpay’ın eşinden de elli bin aldı. Demiş ki: ben sağlık müdürüne rüşvet verdim, kendisini kandırırım, o zaman kocan evde kalacak. Kandırmış işte. Onu da, bizi de. İyi mi?

- Biliyor musunuz, - aniden dedi Baycan ve hatta yerinden bile kalktı. – Şu mektupları da o yazdı. O! O! Ancak o!

Sekreterin yavaş başını kaldırıp, kendisine baktığından Baycan, bu fikrin Rahmetin de aklına geldiğini anladı.

Olabilir, - dedi o. – Ama Kalakay’ı ne yapalım?

Baycan cevap vermedi.

Rahmet, nefes alıp, telefon alıcısını eline aldı ve İç İşler Milli Komiserliği’nin ilçe müdürlüğünü aradı. Uzun uzun konuşma başlandı. Konu, yine de o mektuplar ve yüz binin etrafındaydı.

Aniden sekreter haykırdı:

- Siz ne diyorsunuz? Oh, ne kadar güzel! O zaman, dostum, belki siz bana uğrarsınız? Bekliyorum işte, ama o zaman çabucak olsun! Anlaştık, saat onda!

O, alıcıyı koydu ve dedi:

- İşte artık her şeyi çözeceğiz. Şerefsizi yakalamışlar.

- Göreceksiniz işte, - heyecanla dedi Baycan, - her şey benim dediğim gibi çıkacak. Bu onun işi. Hepsi onun işi!

- Göreceğim, göreceğim, - sakinleştirdi onu Rahmet. – Ne ise, bugünlüğüne yeter. Gel benim evime çay içelim. Şimdi eşime telefon açayım.

İlçe komitesinin sekreterinde misafirlikte olan Sırbay, bu arada yeterince uykusunu aldı. Şimdi açık gözlerle yatıp, bir şeyler düşünüyordu.

Gece saat ikide, kapı çarpılarak vuruldu, neşeli sesler duyuldu, Sırbay, Baycan’ın ve Rahmet’in seslerini tanıdı. O, az daha yattı, sonra kalkıp, yemek odasına girdi.

Masanın üzerinde, ağzına kadar mantıyla dolu kazan, dumanlar çıkarıyordu, bir şişe kırmızı şarap duruyordu. Sonra semaver de ortaya çıktı.

Sofranın başına oturup, acele etmeden mantı yediler, şarap, sonra çay içtiler. Eşeğin sesi, onları sabah vaktinin geldiğini haberdar etti. Odalarına dağılmaya başladılar. Sırbay, avluya çıktı. Hemen hemen aydınlıktı. O, atına yem vermek için onun ahırdaki bölmesine yaklaştı ve atın gittiğini gördü. Sırbay telaşlandı.

Onun sevdiği atın bir kötü huyu vardı: Sırbay nereye gelirse gelsin, atını nereye bağlarsa bağlasın atı, mutlaka ipliğini yırtıp, gidiyordu. Ve gittiği yer de hep onun köyüdür. Kösteklenmiş olsa bile atı, serçe gibi sıçrayarak köyünün olduğu tarafa gidiyor. İşte şimdi de o yerinde değildi. Kalın iplik, yerde yatıyordu.

- Geberseydin, lanet olası! – sövündü Sırbay. – Git ara şimdi seni!

Sırbay, fazla yerinde kalmadan atın izini takip etti. Onu ancak şehrin dışında yakaladı.

Dönüşte Sırbay, Kalakay’ın evinin yanında geçiyordu. Tesadüf avluya baksa, alçak ağaç çitin arkasında Daulet’in kül renkli aygırını gördü. Yok, yanlışlık olasılığı yoktu. Bu, onun atıydı. Ama buraya nasıl gelmiş ki?! Ona her zaman Aybarşa binerdi. O, kendisine aynen dedi: “Kızım, aygır sahipsiz olduğunu bilmesin. Oğlum gelene kadar üstüne sen bin”. Ve şimdi bu aygır, onun düşmanının avlusunda duruyor. Demek ki Aybarşa da burada. O, atından inip, avluya girdi.

İhtiyar, kendini kötü, havasız hissettiği için duvara yaslanmaya mecbur oldu. Gözlerini açınca gördüğü ilk şey: balta ve odun yığınıydı. O, baltayı alıp, mekanik olarak parmağını baltanın ağzının üzerinden geçirdi. Balta yeni, sivriydi.

Eski olayı hatırladı. Bir zamanlar, zengin ağa ve bir fakir adamın oğlusu genç delikanlı, bir kıza aşık olmuşlar. Kız, fakiri tercih etmiş. O zaman ağa, haydutlara para ödeyip, delikanlıyı onlara yok ettirmiş. Katliamın soruşturması hemen hemen bir sene devam etmiş, ama dosya mahkemeye verilince kanıtların eksik olduğu ortaya çıkmış, hakimler de ağadan avanta aldıktan sonra işin detaylarına girmemişler. Soruşturma durduruldu. O zaman delikanlının babası gece, ağa evinin penceresine girip, yeni doğan bebeği dahil ağanın tüm ailesini kesmiş. Sonra kendisi de intihar etmiş.

Bütün bunları Sırbay, baltaya bakarak hatırladı ve baltayı sıkarak eve doğru adım attı ve... Aniden Daulet’in atı kişnedi. İhtiyar ürktü. O, gözünün önüne getirdi: oğlusu eve dönünce iki kabir buluyor – nişanlısının ve babasının kabirlerini. O zaman o, babası hakkında ne diyecek, ne düşünecek... Anlayacak mı, kınayacak mı... Tabi ki kınayacak. Sırbay, baltayı bıraktı, aygıra yaklaşıp, çözdü ve avludan çıkardı.

Rahmet’in evinde herkes henüz uyuyordu. İhtiyara kapıyı Rahmet’in karısı açtı ve hemen perdenin arkasında saklandı. Ama ihtiyar ona seslendi:

- Gelinim, kocanı uyandırsana.

Rahmet, uykudan esneyerek ihtiyarın karşısına çıktıktan sonra Sırbay, asık suratla konuşmaları gerektiğini söyledi.

- O zaman odaya gidelim, - diye teklif etti Rahmet.

- Hayır, hayır, - başını salladı Sırbay. – Avluya gidelim. Senin odanda Baycan uyuyor, benim konuşmam ise özel.

Rahmet şaşırdı, ama avluya çıktı. Sırbay da ona her şeyi anlattı. Telaşsız, kısa ve açık anlatıyordu. Rahmet, onun asık, ama tamamen rahat suratına bakarak düşünüyordu: “Aferin, bu ihtiyar, kendine hakim olmayı biliyor”. O, Sırbay için kullanmaya sevdiği kıyası hatırladı: “Bu ihtiyar, yeryüzünün kendisi gibidir. İçinde her şeyi gizliyor, her şeyi biliyor ve hiç bir şeyi belli etmez. Onun üzerinde ne olursa olsun – ormanlar yansın, dağlar yıkılsın, nehirler taşsın, - yeryüzü yine de eskisi gibi sırlarını gizli tutmaya devam ediyor.

- Tamam işte, - dedi Sırbay bitirdiğinde, - bu kadar. Şimdi ben artık gideyim.

- Yok, Sır-ake, siz artık kalınız, - dedi Rahmet. – Bunu baştan sonuna kadar çözmek gerekir. Hemen ikisini de çağırıp, sorguya alayım. Belki de hiç bir şey olmamıştır. Ben biliyorum: Aybarşa, Kalakay’dan nefret ediyor. Belki bir ihtiyaçtan dolayı buluşup, konuştular, vakit geç, yağmur yağıyor, kız da ondan geceledi onun evinde. Böyle olaylar oluyor.

- İlçe komiseri sensin, top ta senin eline, - soğuk, ama itidalle cevap verdi Sırbay. – Ama beni tutma, ben gideceğim, - ve hiç bir kanıt dinlemeden atına binip, doludizgin gitti.

Rahmet, işi uzatmadı. O, hemen nöbetçi kuryeyi çağırıp, Kalakay’ı çağırmasını, Aybarşa da oradaysa, Aybarşa’yı da onunla birlikte getirmesini söyledi.

Kurye, Kalakay’la Aybarşa’yı üst elbiseleri giyinmiş buldu. İkisi de konuşuyorlardı. Yüzleri telaşlı görünüyordu.

- Aman, Kalakay, - dedi Aybarşa, kurye ilçe komiserinin emrini söyleyip, çıktıktan sonra, - bela. Galiba oldukça büyük sorun çıktı. Rahmet şimdi bize ne diyecek? İhtiyar artık şikayet etmeyi yetiştirmiş.

Kalakay’ın tavrı ezgindi, seslenmedi.

- Rahmet, tabiki, ilk başta üzerimize atlayacak, ama biz ona neyin ne olduğunu anlattıktan sonra susacak. İnanmaması mümkün değil. O, sağduyulu, akıllı insandır. Yalnız ihtiyarla ne yapabiliriz?

Aybarşa, az daha düşündü.

- Aslında sen, şimdilik burada kal. Ben Rahmet’le tek başıma konuşacağım. Gerekirse ben çağırırım.

Aybarşa çalışma odasında girer girmez Rahmet, masanın başından kalkıp, bağırdı:

- Ya o şerefsiz nerede?

- Kimden bahsediyorsunuz, Rahmet-aga? – sakin sordu Aybarşa. – Kalakay’dan mı?

O, kendisine sessiz ve öfkeli bakıyordu.

- Rahmet-aga, size neler olduğunu anlatmaya müsaade ediniz. Ben Kalakay’ın evinde boşuna değildim.

O, her şeyi sırayla anlattı.

- Peki, - razı oldu sekreter, - öyle olsun. Seni suçlamaktan vazgeçiyorum. Ama sen niye Kalakay’ı savunuyorsun ki? Biliyor musun, canım, Tolstoy’un bir masalı var: bir köylü, kenevir kuşunu avlamak için ağ koymuş, içine kenevirlerle birlikte turna yakalanmış. Köylü, birer birer kuşları çıkarmaya başlamış. Boyunlarını sıkıp, kenara atıyormuş. Bu sırada turna da yalvarmaya başlamış: “Hey, köylü, beni öldürme, ben senin kenevirini yemiyorum, ben turnayım”. Köylü da ona cevap veriyormuş: “Madem sen, kardeşim, hırsızlarla birlikte yakalandıysan, cevabını da hırsız gibi ver” ve onun da kafasını sıkmış. Kalakay’ın da olayı aynı. Görüyor musun onun arkadaşları nasılmış! Tırtık’la Masakpay – biri şerefsiz, diğeri ondan da beter. Direkt düşmanın değilse iyi. Şimdi onu yakaladılar, sorguya alacaklar, tanrı bilir ne ötecek, hangi suç ortaklarına daha işaret edecek. Belki senin arkadaşından da bahsedecektir.

- Ya eğer bahsetmezse? – inatlıkla sordu Aybarşa. – Eğer Kalakay’ın kabahati yoksa?

- Nasıl yok, canım?.. Kendisi komunistken bu alçaklarla birlikte sürekli içtikten sonra. Onun kabahati vardır. Onun kabahatine ben üstlenirim. Ancak dikkatli olsun. Eğer bir kusurlu işini daha bulursam... Tamam, tamam işte! – çabuk bitirdi o Aybarşa’nın ona sarılmak istediğini görünce. – Konuşma bitti. Kalakay’ın yaşasın, ama beladan nasıl kurtulduğunu unutmasın. Aslında, ben bunu ona kendim söyleyeceğım. Şimdi ise ihtiyarla ne yapmaya karar verelim. İhtiyar hiç bir şeye inanmaz ki...

Yirmi altıncı bölüm

“KÖTERME” MUHAFIZI

Sırbay, çok öfkeli gitti ve onlar bu olayın nasıl biteceğini tahmin etmeye başladılar.

- Eh, durum kötü, - dedi Rahmet. – İhtiyar öyle öfkelendi ki, suratı bile değişti, onun gibi insanlar bükülmez, onlar birden kırılırlar. Bu iş bir kötülükle bitmesin.

- Mesela, nasıl kötülükle? – sordu olaydan haberdar olan yardımcısı.

Rahmet bilmezlikten ellerini yanlara açtı.

- Öfkesini nasıl soğutacağını ben tahmin bile edebiyorum. Birisinden intikam almaya isteyecektir, herhalde.

- Kimden? – sordu yardımcısı.

- Kalakay’dan, herhalde. Büyük bir bela yapmasın diye korkuyorum.

- Gelininden de mi intikam alacak yoksa?

- Gelininden mi? Yok, zannetmiyorum. Ne de olsa, ihtiyarın karakterinde bir şovalyelik vardır. Kadınlarla bu tür işlere bulaşmaz. Kalakay ise başka konu. İhtiyar karakterli adam – orta denen şeyi bilmiyor. İlçe arsa idare müdürünün işleri kötü.

Bundan Kalakay da korkuyordu. Son günlerde onun benzi attı bile, hep yürüyüp düşünüyordu: “Bu iş nasıl bitecek acaba?”.

Birisi, ona direkt ihtiyarın karşısına çıkıp, her şeyi anlatmayı teklif etti. Kendisinin kabahati de, gizleyecek şeyi de yoktu. Sırbay ise saygın, herkesin hürmet ettiği insandı. Dolayısıyla onu bir şeyden dolayı kızdırdıktan sonra karşısına çıkıp, açık açık konuşmakta, hatta sadece özür dilemekte hiç bir günah yoktur.

Kalakay da aynısını düşünüyordu, ama karşısına çıkmaktan korkuyordu. İhtiyar onu nasıl karşılayacak? Kendisi ona ne diyecek? Ya onun evinde tuzağa düşerse? Dolayısıyla, her şeyi düşündükten sonra o, Rahmet’e başvurdu.

- İhtiyarın size saygısı, herkesten büyüktür, - diyordu Kalakay, - eğer benimle birlikte giderseniz, belki bağırıp çağırır, horozlanır, ama sonuçta elimi sıkar.

- Evet, öyledir, - cevap verdi Rahmet.

- İlçenin en saygın insanıyla bozuşmak benim ağrıma gidiyor! Birisi ona yalan söyledi, dedikodu yaptı, bana da cevap vermek kalıyor. Bundan işler de aksatılıyor, zaten ihtiyar kendisi de, herhalde, dövülmüş gibi yürüyor, kendini kırgın, kandırılmış hissediyordur.

- Sen, - dedi Rahmet, - bunu iyi düşünüp, buldun. Gerçekten olayı kapatma zamanı geldi. Ama ben şimdi o kadar yoğunum ki, buna vaktim yok, müsait olduğumda, tamam, gideriz. Belki üç gün sonra gideceğiz. Tamam mı?

Ama aradan üç gün, sonra beş gün geçti, Rahmet’in hala ziyarete vakti yoktu. Beş gün daha geçti, Rahmet’in işleri asla eksilmiyordu.

Kalakay, Rahmet’e ziyareti birinci kez hatırlattı, ikinci kez hatırlarrı, üçüncü kez hatırlatmaktan utandı bile. Tek başına gitmek ise ne vicdanı, ne de cesareti müsaade etmiyordu.

Dedikoducular ise vızvızlamaya devam ediyorlardı: Sırbay’la senin hakkında konuşuluyordu. İhtiyar, senin hakkında konuşuyordu, sonra ise yumruğunu masaya indiriverdi, üzerindeli kapkacaklar bile zıplamaya başladı. Ya ben, ya o, demiş, ikimiz birlikte yaşayamayız.

Kalakay, akşamleyin sokağa bile korka korka çıkıyordu, çıktığında ise yanında ille de birini almaya çalışıyordu. Nihayet, iş o hale geldi ki, o, bir yerde kocaman eğri bıçağı bulup, onu her zaman yanında taşımaya başladı. Geceliğine evini kilitlerken ise kilitleri avlu kapısına bile asıyordu. Sık sık, arkadaşlarından birine onunla geceliğine kalmayı rica ediyordu. “Kim bilir bu ihtiyarı, - düşünüyordu o, - balta sapıyla panjuru kırar da, sonra beni bu sapla ödüllendirir. Sonra kafasız git dava aç”.

Bir gün Kalakay’a bildirdiler:

- Galiba, ihtiyar bir şey yapmaya karar verdi. İhtiyar, hep uygun vakti bekliyordu. Kanalda “kızıl-su” (kazahlar, henüz erimemiş buzun üzerinde taşan suyun akmasına böyle derler) gitmeye başlayınca o, yanına beş-altı çapacıyı alıp, “Köterme” denen yere gier de barajı yok eder, o zaman işte kanalın sonu gelecektir.

- Ama da haydut! – Kalakay’ın benzi attı bile. – He, insanlar ne, bakıyorlar mı? Alıp, bağlasınlar elini ayağını!

- Kim onu bağlayacak ki? Sadece yaşlılar ve çocuklar kaldı. Diğerler hepsi savaşta yada kanaldalar, - hüzünle cevap verdi bilgi veren hikayeci.

- Hemen atlıları ilçeye yollamak lazım, - şaşkın şaşkın dedi Kalakay. – Böyle bela başımıza daha gelmemişti! Ah, ihtiyar, ihtiyar! Çılgın kafan senin! Neye giriştin sen böyle?

Tehlike gerçekten büyüktü. Köterme – toprak barajı, hendeğin sel yarığından yada küçük dereden geçtiği yerde mecbur yapılan toprak setti. Kötermeyi tahrip etmek, bütün suyu sel yarığına göndermek demektir.

Anatoliy Kondratyeviç, Baycan’a köterme yapmamayı, onun yerine kanalı uzatıp, düz yoldan değil, dereyi dolaşarak geçirmeyi tavsiye etmişti. Baycan, Anatoliy Kondratyeviç’e itiraz ediyordu: bu şekilde kazmak, dolambaçlı yoldan gitmek ve yolu ta bir kilometreye uzatmak demektir.

- Ben bunu biliyorum, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - ama sen şunu düşün: sel yarığındaki zemin sağlam değil, su şiddetli akarsa, bu seti her sene yenilemek zorunda olacağız. Benim teklif ettiğim gibi yaparsak ise kanal sert, sağlam zeminin üzerinden geçecektir. Gerçekten, işi daha uzun olacak, ama bir kez çalışırsan sonra yüz yıl rahat olacaksın. Yoksa bahar geldi mi, yeni kasvetler önümüze çıkacak.

Hükümet komisyonu, Polevoy’un kanıtlarına inandı ve tam onun planını onayladı. Ama kazı işleri sel yarığına kadar gelince, Baycan kanalı direkt sel yarığının üzerinden geçirdi. Elbette ki, savaş olmasaydı, Baycan bu ikinci, daha kolay projeyi seçmezdi. Ama onun artık başka çaresi yoktu. İnşaatı süresinde bitirmek gerekiyordu, projede çalışan işçilerin sayısı ise, savaştan öncekisine göre üç, hatta dört kat eksikti.

Anatoliy Kondratyeviç, o sıralarda büyük Kızılorda barajı projesinin üzerinde çalışıyordu ve öğrencisinin izinsiz yapılan işini çok geç öğrendi. Hendek, artık kazımıştı ve yapılan işi düzeltmek imkansız görünüyordu.

- Eh, keşke sen benim kafamı kesseydin! – dedi Anatoliy Kondratyeviç, onlar bölgeyi gözetiminden döndükten sonra. Sonra düşündü ve ilave etti: - Hem de sen en ezından kötermeyi gerektiği gibi yapsaydın. Aldın kumla kamışı karıştırdın ve bununla tatmin oldun. Bana sorsaydın en azından, ben sana bendin sağlam durması için nasıl çamuru almayı, onu dikenlerle nasıl karıştırmayı anlatırdım.

- Ne yapılmalı ki? – sordu Baycan.

- Ne yapılmalı mı? Seti yeniden yapmak lazım. Kesme ağaçları, destekleri koyup, kumun yerine çamurla diken karıştırmak lazım. O zaman daha...

- Aynen öyle yapacağız, - dedi Baycan, - yarın marangosla teknisyenleri yollayacağım.

- Sus artık, inşaatçı, - tersledi Anatoliy Kondratyeviç. – Şimdi toprak taş gibi. Sen onu ne kazmayla, ne de küsküyle kazamazsın. Ancak dinamitle patlatsan. Bu şekilde bile nasıl olacağını bilmiyorum. – Kafasını tırmaladı, düşündü ve karar verdi.

- Yok, şimdi artık hiç bir şey yapamazsın. Sözümü dinlemediğin için koşturman gerekecek. Taşkın su barajı geçip, çevreye dökülürse, bizim yapıları da yıkabilir. Dolayısıyla artık ilk bahari bekle ve gözünü dort aç. Don çözülmeye başlar başlamaz, barajı yapmaya başla. En azından burada kaçırma.

- Her şeyi yaparım, - asık suratla dedi Baycan.

- Yapar mısın? – Anatoliy Kondratyeviç acıyla başını salladı. – Oh, ben sana artık hiç bir konuda güvenmiyorum. Bana bir kez yalan söyleyene ben sonra bir kerecik bile inanmam. Peki, yap görelim neler yapabiliyorsun!

Kendisi öyle diyordu ve aynı zamanda düşünüyordu: “Baycan’ı mutlaka kontrol etmek gerekecek. Ama bu vazifeyle kimi görevlendirsem? Kendisi gündüz gece projelerin üzerinde oturuyor. Yardımcıları yok ve bu tür vazifeleri, Baycan’ın altındaki mühendislerden birine vermek te yakışmaz”. Ve o, aniden kendi alnına vurdu. “Ya Sırbay? O, her şeyi gerektiği gibi yapar. Ona güvenmemek - kendine güvenmemektir”. O, atını eyerledi ve ihtiyarın yanına koşturdu.

Konuşma kısaydı. Sırbay dinledi ve her şeyi gerektiği gibi anladı.

- Ben bir tek sana güveniyorum, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, konuşmayı tamamlayarak. – Lütfen, beni zor duruma sokma!

- Tamam, korkma, her şey gerektiği gibi olacak, - cevap verdi Sırbay.

Sırbay’ın sadece uzaktan Baycan’ın çalışmasını takip edeceğini kararlaştırdılar. Zaman zaman o, güzergaha uğrayıp, barajda nelerin nasıl yapıldığını takip edecek. Sorun çıktığı durumda hemen Anatoliy Kondratyeviç’e bildirecek.

- Ama bizim seninle konuştuklarımızı hiç kimse bilmesin, - ilave etti Anatoliy Kondratyeviç. – Baycan zaten bana küskün. Ben heyecanımdan ona saçma şeyler söyledim. Söyledim de yeter bu kadar. İnsanı hak ettiğinden fazla kırmak mümkün değil.

İşte, Sırbay, çeşitli bahaneleri bulup, bazen de bahanesiz, barajı ziyaret etmeye başladı. Ama baraj, kumla kamıştan yapılmış olsa da sağlam duruyordu, taşkına da epey vakit vardı. Baycan ise, kamıştan geçici koruyucu yapıları yapma vaadini tamamen unutmuş, galiba. Zaten korkulacak şey var mıydı? Derya taşarsa bile o da pek büyük bela değil. Çünkü daha taşkını tutacak tesviye havuzu vardı. Topraktaki buzlar iyice çözülsün de, o zaman barajla ilgileniriz, diye düşünüyordu Baycan. Zararı yok, zararı yok, vakit çok daha.

Sırbay, Baycan’a bakarak onu acıyordu. “Bu zavallının işi zor, - diye düşünüyordu o, - her şey eksik: aletler var, çalışacak adam yok; aletleri geritiyorlar, insanlar eksik; insanlar var – giyim yok; insanları giydirirsen, onları beslemeye bir şey yok. Hem de her şeyden o sorumlu. Bazen o kadar zor oluyor ki! Başkası olsa çoktan aklını kaybederdi, o ise normal. Gülümseyerek yürüyor. İşte delikanlılık ve sıcak kan ne demek! Tabi ki, o her şeyin peşinden zaten yetişemez, barajı ne zaman yapsın ki? Malzemeler nerede ki?”.

Ve Sırbay, Baycan’a yardım etmeye karar verdi. Yaşlı adamları toplayıp, onlara planlarını anlattı.

- Baraj yapmak lazım, malzeme ise yok. Ben hesapladım, pek fazla kamışa ihtiyaç yok – en fazla elli devenin yükü. (Sırbay, her şeyi deve yüküyle ölçerdi). Çamuru karıştırıp, sabitleştirmek için daha yaklaşık kırk deve yükü diken lazım. Bütün bunları, nehrin taşkınından önce toplayıp, hazırlamamız lazım.

Öneri, dikkate değer bir öneriydi, dolayısıyla yaşlılar, hemen malzeme hazırlamaya gittiler. Ama iş, büyük aralıklarla ilerliyordu. Buna rağmen, haber köylere, evlere yayıldı, ilçe merkezine, Baycan’a ulaştı. Sırbay’ın özeni kendisinin kalbine derin etkilemiş olsa o, hiç bir şey bilmiyormuş gibi davranıyordu.

İnşaat malzemelerinin hazırlanması, tam gerek olan yardımdı, Baycan’ın da yardıma çok ihtiyacı vardı. Dolayısıyla iş aniden durakladıktan sonra, Baycan çok telaşlandı. “Sorun ne? – düşünüyordu o. – Ne olmuş?”, ve her şeyin sebebi geçimsizlik olduğunun düşüncesine geldi. Kah Sırbay Masakpay’la bozuştu, kah Aybarşa’yla arası açıldı, iş ise duruyor.

Baycan düşündü, kafasını yordu ve Sırbay’la direkt konuşmaya karar verdi. Niyetini Rahmet’e bildirdi.

- Yok, bu işin içinde bir şey var, - dedi Rahmet. – Diğerlerle onun arası bozuk, ama sana niye kızsın ki? Diyelim ki Kalakay’la arası bozuk, hatta ondan intikam almaya karar vermiş, ama bunun seninle ne alakan var ki? O, seni tanıyor ve damadından az sevmiyor. İşi niye aksatsın ki? Yok, sen bir şeyden şüphelendiğini ona hissettirme bile. Sonra her şey kendiliğinden çözülecek.

- Tamam, - dedi Baycan, - ama ben, burada bir aksilik olduğunu görüyorum.

Sırbay, Baycan’a eskisi gibi davranıyordı, hatta Masakpay’ın uydurduğu dedikodulardan sonra bile ihtiyar, kendisine, Baycan’a davranışını değiştirmedi.

Gerçi, ihtiyar Rahmet’in evinden öfkeli ve acılar çekmiş halde atını koşturarak gittikten sonra Baycan’ın ihtiyarla konuşmaya çabası hiç bir sonuç vermedi, ama onlar iyi, serbest sohbet ediyorlardı. Baycan, o zaman kendisinin yanına gelip, bütün bunların saçma, boş laflar olduğunu ispatlamaya başladı. Kendisi Rahmet’e güvenmiyor mu yoksa?

Sırbay, her şeyi sonuna kadar dinleyip, cevap verdi:

- Eh, oğlum, bununla ilgili ne denebilir ki? Bu gerçek yada dedikodu olsun, ama ben bu konuda acele hareketler yapmayacağım. Allaha sadece bir şey için yalvarıyorum: oğlum çabucak geri dönsün. Kendisi bu işi çözer.

Ne de olsa, inşaat malzemelerini toplama işi yavaşladı, üstelik o sırada Baycan’ı acil Almatı’ye rapor vermek için çağırdılar. Gitmeden önce Baycan, yanına Kalakay’ı çağırdı ve mecbur taşkına karşı barajı inşa etmek gerekeceğini, ama bunun nasıl yapıldığının kendisinin bilmediğini söyledi. Malzeme yok.

- Her şey hakkında Rahmet’le konuşacaktım, - tamamladı o, - ama kendisi yok. Yine bir yere iş seyahatine gitmiş. Sırbay’ın ihtiyarlarından ise, herhalde, fayda olmayacaktır. Mecbur senin ekip toplaman gerekecek.

- Ya ihtiyar benim kendi ekibi toplamama nasıl bakacak? – şüphelendi Kalakay. – Ben artık onun gözünün içine giren çöp gibiyim.

- Bunlar hepsi saçma, - dedi Baycan. – O, şahsi kırgınlığı işle karıştırmaz. Şüphelenmeden gerekli malzemeleri hazırla.

Ertesi gün Baycan, Alma-Ata’ya gitti.

Kalakay, bizzat Sırbay’ı takip etmeye cesaret edemedi ve bu işi arkadaşlarından birine havale etti. Fakat öyle oldu ki, Kalakay’ın ajanı, ihtiyara ne kadar göz kulak olsa da, onun baraja gidişini kaçırmış. Sadece bir çevik ve girgin çocuk yardım etti. İhtiyarın sabah avlu avlu gezip, altı çapacıyı topladığını ve onların atlarına binip gittiklerini görünce çocuk, Kalakay’ın ajanını uyandırdı ve heyecanından boğula boğula kendisine her şeyi anlattı.

- Moruk ihtiyar bizi kandırmış! – birden haykırdı Kalakay’ın arkadaşı. – Şimdi ne yaparsan yap. O, atını eyerleyip, dümdüz Kalakay’ın yanına koşturdu.

Kalakay, ciddi bir şekilde heyecanlandı. Sabah saat 8’de o, ilçe komitesine koştu, her şeyi ikinci sekretere anlattı ve ihtiyarın peşinden milis birliğinin yollanılmasını talep etmeye başladı.

- Bunun yakışacağını zannetmiyorum, - sekreter yüzünü buruşturdu, - sen ama da haydut bulmuşsun – Sırbay’ın şahsında. Ekibini toplamışsa, demek ki bir şeyler inşa etmeye, ya malzeme hazırlamaya, yada kazmaya gitmiştir. En iyisi gidip bakalım. Bizim yardımımıza ihtiyacı var mıdır? Eh, Kalakay, Kalakay! Bu kadar önemli bir görevde bulunuyorsun, ama insanları tanımıyorsun.

İlçe komitesinin ikinci sekreteri ve Kalakay’la birlikte daha ilçenin üç işçisi gitti.

Aslında olay şuydu:

Kızılorda’ya gelince Rahmet, ilk önce Anatoliy Kondratyeviç’in yanına gitti. Çok şeyler hakkında konuştular, ama çoğunlukla yine inşaat hakkında. Anatoliy Kondratyeviç, kiminle ve ne hakkında konuşursa konuşsun, sonuçta her konuyu Stalin adına kanalın ve Kızılorda barajının projelerine çevirirdi.

Şimdi konu, gelecek taşkına ve kazanın önlenmesi için alınması gereken tedbirlere geldi.

- Her şey, - dalgın konuştu Anatoliy Kondratyeviç, - Baycan’ın benim önerimi dinlemediğinden dolayı olmuş. Kanalı oradan geçirmemek gerekiyordu! Şimdi ise al da uğraş her ilkbaharda, biraz kaçırdın mı – felaket. Ama Baycan şimdi o kadar yoğun çalışıyor ki, ben kendisine hakikaten kızamıyorum bile. Konu şimdi bununla ilgili değil, ama benim ne yapmam gerekiyor, önersenize.

- Ne yapılmalı mı? – gülümsedi Rahmet. – İnşaat yapmak, geçici barajı yapmak lazım, ama bu konu iş gücüne dayalı. Bizde adam yok! İşte ondan biz, ihtiyarlardan ve sakatlardan özel takviye ekibini kurmaya karar verdik. Bunu benim gelir gelmez yapmam gerekecek. Siz, Anatoliy Kondratyeviç, Sırbay’ı ekibin başlığına koyarsak buna nasıl bakarsınız? Dayanabilecek mi o? Siz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

- Dayanır mı? – Anatoliy Kondratyeviç soruyu tekrarladı. – O, her şeye dayanır! O, öyle bir ihtiyar ki...

Ancak şafak vaktinde uyudular.

Rahmet uyandığında, Anatoliy Kondratyeviç artık odada yoktu. O, ancak bir saat sonra çok hüzünlü halde geldi. Hava bürosunda ona demişler ki Sırdarya’nın başladığı dağlarda şiddetli yağmurlar yağmış; çok büyük nehir taşkınını beklemek gerekiyor.

- Demek, meselenin tamamı tesviye havuzundadır, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Son zamanlarda ben o kadar meşguldüm ki, gidip bakmak vaktim olmadı. Orada her şey gerektiği gibi mi?

- Galiba, her şey gerektiği gibi. Gerçi, bazı takviye işlerin ypılması gerekiyor, ama bunlar teferruat.

- Demek, tesviye havuzu, taşkını tutabilecek mi?

- Tabi, - sekreter soruya gülümsedi.

- Siz, işte gülümsüyorsunuz, - darıldı Polevoy, - ama bir aksilik olup ta, su her şeyı aşındırıp, yıkarsa, bütün çalışmalarımız boşa gidecek.

- Yok, yok! Her şey iyi olacak. Yoksa ben şimdi burada oturmazdım.

- Ama yine de “Jılanşık”taki kötermeyi sabitleştirmek lazım. İlk bahar gelince tüm güçler kanalın kazılarına devredilecek ve yine orada kimse bir şey yapmayacak. Siz, belki, Sırbay’ı alıp, onu ekibiyle birlikte sel yarığına getirin, o da gözünüzün önünde çalışmaya başlasın. Tamam mı?

- Tamam.

“Jılanşık”a sekreter, akşam geç saatte geldi ve bekçinin kulübesinde kaldı.

- Bana Sırbay’ı getirsene, - rica etti o.

- Ama o uyuyor ya, - dedi bekçi. – Bana kızar, belki. O, karakterli ihtiyardır.

- O şimdi koşa koşa yatağından kalkar, - gülümsedi Rahmet. – Git, de ki: nehir taştı, tüm tarlalar battı, her şey tahrip edildi. O, buraya yalınayak gelir...

- Aynen öyle söyleyim mi? – sevindi bekçi.

- Hayır, hayır, ne diyorsun sen! – Rahmet ellerini sallamaya başladı. – O kalp krizini geçirir bundan. Yok, onu sadece buraya getir.

Ama bekçi şakacıydı. Hem de onların Sırbay’la arasında bir yaş fark vardı ve onlar birbirine sık sık şaka yaparlardı, son kez ise Sırbay arkadaşına öyle bir şaka yaptı ki, kendisi halen rövanşını nasıl alacağını uyduramamıştı.

O, Sırbay’ın kulübesine koşa koşa gitti ve kapıya yumruklarla şiddetli vurmaya başladı.

- Çabukü çabuk! – boğula boğula bağırıyordu o.

Tarbiya çıktı.

- Ne oldu? – sordu o korka korka.

- Aksakal evde mi? – bağırdı elçi.

- Ne olmuş ki böyle? – diğer odadan seslendi Sırbay ve olduğu gibi, iç çamaşırla kapıya atladı.

- Sırdarya taştı, - dedi elçi, daha büyük etki olsun diye ise of çekip, göğsünü tuttu.

Sırbay, onun omuzuna yapıştı.

- Sana kim söyledi? – bağırdı o.

- İlçe komiseri söyledi.

- Rahmet mi? – tamamen korktu Sırbay.

- Evet, o işte, az önce Sırdarya’dan geldi. O kadar heyecanlı ki yerinde oturamıyor. Suyun Taşkent’i basıp, buraya geldiğine dair telgram gelmiş.

- Yok ya, sen şaka mı yapıyorsun? – Sırbay onu kovuyormuş gibi elini salladı.

- Yok ya, ben deli miyim yoksa? – darıldı elçi. – Bu karanlıkta sana eğlence için koşmazdım. Rahmet, kesinlikle dedi: buraya Sırbay’ı bütün ekibiyle birlikte getir, yanına, elinde çapayı tutabilen herkesi alsın.

- Tarbiya, - seslensi Sırbay, - ben hazırlanırken, sen bana şu adamları topla...

Ve kendisi, altı adamın soyisimlerini söyledi.

“Jılanşık”a onlar sabah geldiler.

Rahmet, odasına Sırbay hızla girdiyinde, daha tatlı tatlı uyuyordu.

- Ne oluyor? – sordu o esneyerek. – Ah, bu sen misin, Sırbay, niye böyle sabah sabah geliyorsun? Bir şey mi olmuş yoksa?

Sırbay, onun uykulu üyzüne, şaşkın gözlerine bakıp, bekçinin üstüne atladı.

- Sen delirdin mi yoksa! – diye bağırıyordu. – Sen nelerle şaka yapıyorsun? Su taştı mı, diyorsun? Su taştıysa, demek ki bizim hayatımız da gitti. Bunu anlıyor musun?

Büyük zorluklarla Rahmet, ihtiyarı sakinleştirebildi.

Bir kaç saat sonra ilçe komitesinin ikinci sekreteri, Kalakay ve bir kaç kişi daha dörtnala geldiler.

Her şey anlaşıldıktan sonra, Sırbay gülüp, barışçıl ve sıcak konuşmaya başladıktan sonra Rahmet, kendisine yeni barajın inşaatında ekip başı olarak çalışmayı teklif etti.

- Yok, oğlum, - dedi Sırbay, - ekip başı ben olmayacağım, benim zaten her türlü işim yeterli. Ama yardım gerekiyorsa – yardım ederim.

İhtiyarla neler oldu hiç kimse anlamadı. Kendisi niye herkesten önce baraj için malzeme toplamaya başladı, şimdi ise, her şey yapılmış olduktan sonra geri çekildi? Gerçi, bu konuda pek fazla konuşmadılar: ihtiyarın sıkça şaşırtıcı şeyler yaptığını herkes biliyordu.



Yirmi Yedinci Bölüm

SU GELİYOR


Anatoliy Kondratyeviç il komitesine geldiğinde, sekreter kendisine telgram sundu. Kazakistan Hükümeti ve Parti Merkez Komitesi, Stalin adına kanal inşaatının birinci aşamasının bitimiyle tebrik ediyorlardı. Aynı zamanda onlar, inşaat ve montaj işlerinin teslim komisyonuna giren üyeleri bildiriyorlardı. Komisyonun on beş üyelerinin arasında Anatoliy Kondratyeviç, Sırbay ve Rahmet vardı.

- Müsaade ederseniz, - dedi sekreter, - ben de elinizi sıkayım. Sizi kendi adıma ve ilimizin tüm emektarlarının adına size teşekkürlerimizi bildiriyorum! İşte bu – sizin işiniz. Görünecek şey vardır.

Sekreter, yerinden kalktı, toplantı masasına yaklaştı, ağır deri kaplı albüm aldı ve onu elinde tutarak dedi:

- Bu hediyeyi biz ülkeye hazırlıyoruz!

Albümün üzerinde altın harflerle kabartma yazı: “Stalin adına kanalın inşaatı” ve cumhuriyetin arması vardı.

Sekreter, albümü açtı. İlk sayfalar, önderlerin resimleriyle doluydu, sonra: “Eski Sırdarya’da” bölümü vardı.

Altın çerçeveli kartol listelerinin üzerinde, Kazakistan’ın ataerkil geçmişine ait resimler yapıştırılmıştı.

- Oh, - haykırdı Anatoliy Kondratyeviç, - bu antika size nereden geldi?

- Onları, Sovyetler Fotoğrafçılık Kurumunun bizim ilimizdeki yetkilisi bulup, getirdi.

- İlginç, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç. – O, size bu resimleri nerede bulduğunu söylemedi mi?

- Yok, söylediğini hatırlamıyorum, - dedi il komite sekreteri. – Neden soruyorsunuz?

- Çünkü, ben size söyleyebilirim nerede bulduğunu. Bir gün bana, foto muhabirilerinden biri gelip, Aç kırlara ilk sulama seferinden fotoğrafları göstermemi istedi. Ben, fotoğrafların niçin gerektiğini sorduğumu hatırlıyorum, - Orta Asya sulama tarihinden bilim çalışması için gerektiğini söyledi. Ben de kendi kartonlarımı verdim, işte. Resimlerim buraya gelmiş, demek ki.

- Zararı yok, - dedi sekreter, - buna karşılık biz, albümün beş şahane nüshasından sipariş ettik: bir nüshası şahsen arkadaş Stalin için, diğeri Kazakistan Komunisler (Bolşevikler) Partisinin Merkez Komitesi için, üçüncüsü bizde, yani il komitesinde kalacak, dördüncüsüni biz “Ken-Togay” kolhoz kulübüne, beşincisi ise size hediye edilecektir.

- Teşekkür ediyorum, çok teşekkür ediyorum, - dedi heyecanla Anatoliy Kondratyeviç. – Bu, gerçekten, değerli bir hediye. – Biraz düşündükten sonra ilave etti: - İşte size roman yazmaya da gerek yok – roman yazılmış artık. Ona: “Su ve kum” başlığını vermek lazım.

- Doğru! – dedi sekreter. – Bizim romanımız artık yazılmış, Anatoliy Kondratyeviç, yazılmış! Eleştiricilerin ne diyeceklerini bekleyeceğiz! – ve Anatoliy Kondratyeviç’i omuzlarından kucakları.

- Şimdi yemek yemeye gidelim.

* * *

Komisyon üyeleri, ertesi gün toplanmaya başladılar. Rahmet ve Baycan, demiryoluyla geldiler, ama Sırbay, onlarla birlikte yoktu. Rahmet, onunla ilgili sorulduğunda, önce elini salladı, sonra ise oturup, sinirli bir şekilde anlatmaya başladı.

- Ben onunla konuşmaktan vazgeçiyorum. Aybarşa’ya darıldığı için gelmemiş. Dişlerinin arasında cevap veriyor, hem de böyle hoşnutsuzlukla, mırıldanarak, küfür söylüyormuş gibi! Ben ne yapayım, kendisinde bir saat bulundum ve gittim, yalvarmam mı gerekiyordu!

- Ya kendisi nasıl çalışıyor? – sordu sekreter.

- İşte sorun şu ki, işini de pek iyi yapmıyor. Ben bizzat onun çalıştığı yere gelmedim, yağmur engelledi, ama anlatılanları dinledim, ta çaresizlikten ne yapacağımı şaşırdım. Onunla kötü bir şeyler oluyor.

- Tam olarak ne?

- Hiç bir şeyi insan gibi yapmıyor. Mesela pirinci ham toprağa ekti. Kim böyle yapar ki? Böyle yerlerde pirinç olmaz. Ona ikaz ediyorlar, kendisi el sallıyor. İkincisi: tohumları suyun içinde hemen hemen yarım ay tutuyor, tohumların ekinmeden sadece bir gün önce suya batırıldığı herkese belli. Kışın ortasında daha iyisini uydurdu: tasviye havuzlarını açıp, kendi tarlasını batırdı. Ben o sıralarda Almatı’daydım, hiç bir şeyden haberim yoktu. Gelince sordum. O sadece gülümsüyor. Diyor ki: “Zararı yok, bundan büyük fayda olacaktır”. Ben diyorum: “Ne faydası olacak ki? Tarım uzmanlığından herhangi bir kitap alıp, bakınız”. O yine sadece gülümsüyor. Dün işte Kalakay gelip anlattı: - ihtiyar, henüz kazınmamış ham toprağı sulamayı söylemiş.

- Olması mümkün değil! – kızdı sekreter. – Senin Kalakay yalan söylüyor.

- Ben de yalan söylüyor diye düşünüyorum. Bizzat gidip bakacaktım, ama siz beni çağırdınız. Yanıma ihtiyarı çağırdım, o dinlemek bile istemedi. “Gidemem” – dedi, o kadar. Ne yapayım, ayaklarına sarılıp yalvarayım mı?

- Kötü, - sekreter başını salladı.

- İşte, ben de aynı fikirdeyim, - dedi Rahmet. – Ben de bu ihtiyara büyük ümitler bağlıyordum terfi ettirirken, şimdi ise ne yapacağımı bilmiyorum, al da işten at dahi.

- Yok, yok, - sekreter enerjik bir şekilde başını salladı. – Her şeyi kontrol etmek lazım. Sormak, neyin neden olduğunu. Ben onun böyle kafasına göre hareket ettiğine inanmıyorum. Biz şöyle yapalım. Kendisine Anatoliy Kondratyeviç’i yollayalım. Onlar arkadaşlar ya, sohbet etsinler işte. Onu ihtiyar kovmaz ya.

Dediği gibi yaptılar.

Sırbay’ın, dostluğa güveni çoktu, ama dostları azdı. Bir gün onun eline Abay’ın iki ciltlik kitabı düştü. O, Daulet’e sesli şekilde kitabın tamamını okuttu. Abay, dostluktan sık sık bahsediyordu, ama çoğunlukla, fikirlerini aşağıdaki gibi ifade ediyordu:

Benim ne dostluğa, ne düşmanlığa inancım kalmadı.

Yada böyle:

Sevgili can dostlarım benim, -

Sinsi, iki yüzlü ve hainsiniz siz.

Yada, nihayet, şöyle:

Benim ne bir dostum, ne de sevgilim yok.

Sırbay, bu acı dolu itirafları dinleyerek başını sallıyordu.

Ay, ay-ay! İhtiyarın durumu kötüydü! Çok kötüydü. – O, Abay’ı candan gönülden acıyordu. Daulet, şu satırları okuduktan sonra:

Ben, başkalara kin hissi tek yararlıkları olanları,

Hissiz hayvanlara benzetiyorum,

Başka keyflerden mahrum kaldığında,

Sen kendi eşinde dost buluyorsun.

- Ah, bu ne kadar gerçekmiş, - diyordu ihtiyar, - tam dost, hem de nasıl dost!

Kendisine gerçek dostun nasıl olması gerektiğini sorulduğunda ise, ismi bilinmeyen akının sözleriyle cevap veriyordu:

Sen, sadece gerçek dost olanla dostluk et,

Paralı hizmetler istemeyenlerle.

Utandırıcı haberleri yaydığında ise,

Öylesiyle yanyana nefes nasıl alabileceksin ki?.

Yetmiş yıllık hayatında, Sırbay’ın sadece bir arkadaşı oldu – Anatoliy Kondratyeviç. Onun, kendisinden gizli hiç bir sırı yoktu.

İşte onu ihtiyarı ziyaret etmeye yolladılar.

- Dinle, ben sana her şeyi adamakıllı anlatacağım, - dedi Sırbay onun sorularını cevaplayarak. Bana: niye pirinci ham toprakta ekiyorsun? - diye yapıştılar. Sebebi çok basit. Ham topraktan korkmaya gerek yok. Ham topraktan, kazıldıktan sonra sert ve direngen olduğu için korkuyorlar, işte. Ya onu tozlaştırırsan hasat vermez mi yoksa? Göreceksin, işte, bu ham toprakta benim pirincim nasıl çıkacak. Şimdi ikinci konu. Ben niye arsamı suya batırdım mı? Bu da çok basit. Sor onlara, kışın karı neden tutuyorlar? Nem daha iyi emilsin diye. Bu kışın ise aksi gibi kar azdı, hem de erken eridi. O yüzden ven ilkbahar sularını döktüm.

- Bu iyi, aksakal, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Ama sen niye kazılmamış toprağı suladın ki?

- Ha, oradakiler, herhalde: ihtiyar tamamen aklını kaybetti, - diye düşünmüşlerdir, - alaycı bir şekilde gülümsedi Sırbay. – Yok, burada özel bir iş var. Bak, işte, ben hayatımda yedi yada sekiz kere Sırdarya’nın büyük taşkınını gördüm. Bu taşkınlarda bir şey farkettim. Nehir neredeyse taşacakken, bunu ilk önce fareler hissediyorlar. Kıyıya yakın bölgedeki tüm kemirgen hayvanlar, yuvalarını terk edip, kırlara gidiyorlar. Orada yerleşiyorlar.Sen de bunu görmüşsündür.

- Gördüm, gördüm tabi, - dedi Anatoliy Kondratyeviç.

- İşte, göz önüne getir, bakıyorum ki: toprağı daha yeni kazdılar, tırmıkladılar, fareler artık her yerde yuvalarını yapmışlar. Tırmıklanmamış yerlerde onlar yerleşmiyorlar, çünkü tırmıktan korkuyorlar. Ben de anladım: fareler taşkını bekliyorlar. Ne yapalım, herkes kendi çıkarına fırsat arıyor, ben de bu fırsattan faydalandım. Çocukları topladım ve yuvaları toprak ovacıklardan temizlemelerini söyledim, sadece yuva kalacak şekilde. Sonra aldım suyu kır toprağına yolladım. Hem de nasıl - buzlu suyu! Her yere de saman döşeyip, sonra yaktım onu. Köpekleri de çıkarmayı aklıma geldi. İşte ne oldu: farelerin bazıları yandı, bazılarını köpekler yedi, bazıları da suda battı. Her şeyi temizlemek için, suyu tarlalarda iki gün tuttuk.

- Aferin, aksakal, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Demek ki iş böyleymiş.

- Ama fareler – belanın yarısıdır, bir hayvan daha var. O, henüz görünmüyor, ama buraya gelirse – felaket olacaktır.

- O da nasıl bir hayvan?

- Öyle hayvan ki, Allah korusun! – Sırbay başını salladı. – Büyüklüğü kedi kadar, burnu uzun, kıllı. Bizde ona “Egeu-kuyrık” derler. Sizin dilinizde ona ne denir – bilmiyorum.

- Şimdi ben sana bu hayvanı göstereceğim, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. O, arazi çantasından “Pirince zarar getiren hayvanlarla mücadele” başlıklı broşürü çıkardı ve parmağıyla süslü bröşür kapağına işaret etti. “Egeu-kuyrık”, büyük, iri sivri dişli, kötü bakışlı pirinç başağının üzerinde görüntülenmişti.

- İşte, tamam, bu hayvan! – sevindi Sırbay, parmağıyla korkunç hayvana işaretleyerek. – Sizin dilinizde ona ne denir?

- Bilim dilinde, buna “Karako Sıçanı” denir.

- Bana onun hakkında okusana.

Anatoliy Kondratyeviç okumaya başlar başlamaz Sırbay, onun sözünü kesti.

- Doğru! Ön dişleri öyle ki, traş olabilirsin onlarla, hancer gibi iki taraftan da sivri. Yüksek hızla parmak kalınlığındaki sapları kesebiliyor. Bu sıçan, yuvaları mutlara tepelerde kazıyor, yuvanın aşağıya değil, yukarıya doğru gidecek şekilde. Böyle şeytan çifti yerleşirse, çoğalmaya başlarsa... – Sırbay elini salladı.

- Evet, bu gerçektir, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç. – Bir yazda onlar üç kez yavru yapar, hem de her seferinde dokuzar yavru. Yavrularının büyüdükleri hızı dikkate alırsak, senede bir sıçan çiftinden beş yüz-altı yüz yetişkin hayvan oluyor. Bu da demek ki: bir hektarda elli sıçan yuvası olduysa, bir senede bu elli aile, elli hektar ekin yiyor.

- Aman, tanrım! – haykırdı Sırbay, öyle bir batıl dehşet hissiyle.

- Bundan dehşete dalmaya henüz gerek yok. Birincisi, bu sıçanın düşmanları çoktur – gelincikler, köpekler. Onlar, bu hayvanları yüzlerce yiyorlar. İkincisi, burada bu sıçanlar henüz yoktur.

- Yok, yok, daha doğrusu henüz yok. Ben buna dikkat ediyorum. Her gün tarlayı gözetiyorum, herhangi bir tepecikte aşağıdan yukarıya giden yuvalar var mı acaba – diye. Bir düşmandan daha korkum var. Bu çekirgedir. Onu zamanında görüp, yok etmezsen, ekinleri lanet olası Karako’dan daha beter yok edebilir.

- Bu sorun değil, şimdi osoaviahim[29] birlikleri iyi çalışıyorlar. Onlar, çekirgenin ortaya çıkmasına bile izin vermezler. Tamam. Son soru: sen niye tohumları ekmeden çok daha önce ıslattın?

- Ben, bu şekilde kötü tohumları iyilerden ayırdım. Kötü tohumlar yukarıya çıkıyorlar, iyileri ise aşağıda kalıyorlar. Tohumları güneşte kurutmadım, yüksek sundurma yaptım, yere kamış serdim ve üzerine tohumları döktüm. Güneş onu kurutmuyor, sadece hafif rüzgar üzerinden geçiyor. Bu, tohumlara çok faydalı. Ben, onları her gün karıştırıyorum. Bu kadar, işte.

Anatoliy Kondratyeviç, başını salladı.

- Bak, aksakal, - uyardı o, - omuzuna büyük riski yüklüyorsun.

- Biliyorum, - dedi Sırbay, - ama ben böyle karar verdim: ya ben daha önce kimsenin görmediği hasat yapacağım, yada bir daha hayatta elime kazma almayacağım. Riske girmeden – kazanamazsın.

- Bu, elbette ki, doğru, - kabul etti Anatoliy Kondratyeviç. – Ne ise. Bu konu kapandı. Şimdi Rahmet’le aranızda neler olduğunu söyler misin? Öyle arkadaştınız ya! O da seni nasıl hoşnutsuz etti?

- Beni nasıl hoşnutsuz etti, - kızgın cevap verdi Sırbay, - öyle ki, ben açık, sade insanım, başkalardan da aynısını istiyorum. O, görüyor musun, Kalakay’la ve Aybarşa’yla iş görmeye başladı. Niçin mi? Bilmiyorum! Ya onların tarafını tutuyor, yada benim gözümü boyamak istiyor. Ama ne olursa olsun bu iyi hareket değil. Arkadaş denen insan böyle yapmaz. Ben ise böyle insanım: bana birisi bir kez yalan söylediyse, ben onunla bir daha konuşmam. İşte, bu kadar.

- Peki! Anladım! Ya gelininle aranız nasıl?

- Gelinimle böyle. İlk önce onu görecek gözüm yoktu. O bana selam veriyor, ben yüzümü çeviriyorum. Bir gün ben, oğlumdan mektup aldım. Daulet, bana şunu yazıyor: “Babam, senin Aybarşa’ya davranışın beni çok perişan ediyor. Açıklamaya vaktim yok, hem de bu mektupluk iş değil, - ama ben biliyorum ki ona iftira attılar, sen ise inandın. Benim huzurlu ve neşeli olmamı istiyorsan, ona yine kızınmış gibi davran”. Ne yapayım ki? Bütün bunlar benim hoşuma gitmiyor, ama oğlumun kalbini nasıl kırayım ki? Tam bu arada İç İşler Milli Komiserliği’nin müdürü geliyor. Ben onu şu kadarcıkken tanıyordum (Sırbay, çömelip, kendisinin müdürü ilk kez gördüğünde onun ne kadar boyda olduğunu gösterdi). İyi bir çocuk, dürüst, yaşlılara saygısı var. Ben bunun gibileri severim. – Selam, aksakal,- diyor. – Selam, oğlum, - dedim, - eğer şaka yapmıyorsan. – Ne şakası, - diyor. - Gelinini sana getirdim, işte. Duyduklarıma göre senin ona bakacak gözün yokmuş, o ise suçlu değil. – Kim suçlu ki o zaman? – diyorum. – Tırtık suçlu. – Nasıl, yani? – Mektupları o yazdı. Ona ne yaptılar, biliyor musun? – kendi şakağına fiske vuruyor. – Bu da neler için, soruyorum. – O, diyorlar, öyle işleri çeviriyordu ki söylenmesi bile mümkün değil. Askeri kurul davasını yaptı – askeri kurulun nasıl işler için dava edebildiğini anlıyorsundur. Kızınla ise barış, barışınız, birbirinize surat etmeye gerek yok. Onun zaten hayatı zor... İşte, baktım ben Aybarşa’ya, o ağlayıp duruyor, kendisi ise bana uzanıyor. Acıdım onu. Ne ise, dedim – geçmiş geçmişte kalsın. Böyle barıştık.


* * *

Tesviye havuzunu açma günü geldi. Önceden kutlama proğramı planlandı. Toplantı, Anatoliy Kondratyeviç’in konuşmasıyla açılıyordu. Sonra, Baycan Bekbosınov raporuyla çıkış yapıyordu. Onun konuşması, radyoda yayınlanıyor. Ondan sonra tesviye havuzu açılıyor ve su, kıra akıyor. Birinci, ana tesviye havuzunı Sırbay, diğerleri – inşaatın en iyi, en verimli işçileri açıyor.

Sırbay, tesviye havuzunun tuğladan örülmüş duvarının üzerinde duruyor. Bir taraftan, onun altında, kalabalık halk duruyor, kızıl bayraklar dalgalanıyor, orkestranın bakır aletleri parlıyor. İleride – kır yayılıyor. Böyle geniş, böyle cansız, boz, sönüktü ki kır, uzağa uzun bakarsan göz kapakların birbirine yapışıyordu. Sırbay, başını çevirip, sola baktı. O, yeraltı taş koridorlarına benzer koskoca beton deliklerini gördü. Onlar, bu kırın içine koşup, içinde kayboluyorlardı. Sanki demir pençeli bir kocaman hayvan, taşlı kayayı kazdı.

Yine Sırbay uzaklara bakıyordu: kır, sadece aç, ölü kır. İhtiyarın bütün hayatı buralarda geçmiştir. Ve sürekli ıstırap verici tatminsizlik hissi vardı onda. O, çok iyi biliyordu, bu kocaman susuz arazileri suya doyurmayı becerirlerse, insan burada her tirlü çiçekleri, meyveleri ve gür, acayip korulukları yetiştebilirdi. Sırbay’ın bütün ömrü, sahranın değişik köşelerine suya yol açmak için hendekleri kazmakla geçti. Suyun düştüğü yerlerde, bu ölü toprağın üzerinde pirinç, buğday, darı yetişiyordu, bazı yerlerde, yanık toprakların üzerinde zayıf kır çiçekleri görünüyordu. Ağaçları ve bahçeleri o, tabiki sadece hayal edebiliyordu. Şimdi ise onun hayali gerçekleşti – kıra su geldi. O, böylece hareketsiz, dalgın, her şeyi unutmuş duruyordu ve ancak kendisinin yanına Hükümet komisyonu başkanı gelip, konuşmaya başladıktan sonra ayıldı:

- Hadi, aksakal, zaman geldi.

- Evet, evet, geldi. – İhtiyar, bulunduğu yüksek yerden indi, tesviye havuzunun mekanik kapısına yaklaştı, üzerine elini koydu ve onu açarak bağırdı:

- Kıra su geliyor!

Herkes, onun arkasından tekrarladı:

- Su geliyor! Kıra su geliyor!

Dünyanın her köşesinde radyo, Sovyetler Birliğinin büyük haritasında, bir biçimsiz sarı leke eksik olduğunun, daha bir sahrada ilk baharda elma ağaçlarının çiçek açacaklarının, üzüm bahçelerinin yetişeceğinin, çiçeklerin çeşitli renklerle yanacağının haberini yaymıştır.



Yirmi Sekizinci Bölüm

YENİ ÇIKAN FİLİZLER


- Yok, canım benim, sen benimle tartışma, - diyordu Sırbay. – Tüm varlıkların kanunları aynıdır. Mesela, bebek tombul, teni pembe, elleri ayakları tombul, gözleri neşeli ve saçları parlak, - demek ki annesinde süt çoktur. Başkası – ekin karga yavrusu gibi kara, karnı kabak gibi, ayakları saksavul gibi eğri, - demek ki bakımı yok, annesi de aç. Benim dediğim doğru mu?

- Doğru, tabi, - cevap veriyordu dinleyen, biraz şaşkınlıkla. O, ihtiyarın çocukla ilgili neden konuşmaya başladığını henüz anlamıyordu.

- Eğer doğruysa, dinlemeye devam et. Toprak – aynen anne gibi. Ekinler – çocuklar. Annenin karnı toksa, çocuklar da sağlam doğar. İşte hasat olsun diye toprağı doyurmak lazım.

Bu zamana kadar Sırbay, toprağı doyurmak için tek bir yöntem biliyordu – onu iyice gübrelemek, altmışı aştıktan sonra ise yeni bir şeyler öğrenebildi.

Bu yeniliği, Natalia Polişçuk anlattı. O, onun ekibinin öncü işçisiydi ve ihtiyar, sık sık ona kendi planlarını tarif ediyordu. Çoğu zaman onlar, işe yarardı, bazen şüpheli ve deliceydi, ama Natalia (kendisi o zamana kadar artık Kazahça oldukça iyi konuşmayı öğrenmişti) yine de razılık anlamında başını sallıyordu. O, ihtiyarı tartışmada bastırmak imkansız olduğunu biliyordu. Ama kendisi, onunla tartışabiliyordu. Daha Kiev’deyken, pedagoji enstetüsünde okumakla beraber Nataşa, tarım enstetüsüne serbest dinleyici olarak girmişti. Savaş başlamasaydı o, belki bu enstetüden de mezun olacaktı.

Buraya gelince ve kolhoza işe girince o, çeşitli bahaneleri kullanarak, kolhozun okuluna öğretmenlik yapmaya gitmedi, sıradan bir kolhoz işçisi olarak çalışmaya başlamıştı. En çok bunun için Sırbay, kendisini seviyordu. Kısa bir süre sonra o, kısa pirinç yetiştiricilik kursunu bitirdi ve tam bir uzman oldu.

Bu kursa Sırbay’ın da gitmesi gerekiyordu, ama o reddetti.

- Rahmet’e söyleyin ki, - dedi o, - ben artık okumak için yaşlıyım. Bana yetmiş senede biriktirdiğim akıl yeter. Yardımcım ise gitsin, ona okul zarar vermez.

Natalia’yı yollamaya karar verdiler.

Gerçi ihtiyar, Natalia kurstan dönünce havalara uçmaya başlamasın diye korkuyordu, ama o, burnunu havalara kaldırmadı, onun işine karışmaya kalkmazdı. Ama Natalia, kande yerini biliyordu, ihtiyara karşı saygı duyuyordu ve her zamanki gibi ona yol veriyordu.

- Ona, özel bir yaklaşım lazım, - diyordu o Aybarşa’ya. – Ona basit bir şekilde hakim olamazsın. İlk önce, ben yeni geldiğimde, onu yaşlı meşe yada kavak ağacıyla karşılaştırıyordum, halbuki o, meşe yada kavak değil, o sahrada yetişmiş bin yıllık saksavuldur.

- Ne fark ediyor ki? – gülerek sordu Aybarşa. – O da, bu da ağaçtır.

- Evet, ama bu farklı ağaçlar – işin aslı bundadır! Meşe, tamamen gözün önünde, beş metreden derin o, toprağın içine asla dalmıyor, saksavulun kökleri ise on metre derinliğine yerin içinde giriyor. Bunun da neden olduğu anlaşılıyor: bizim kırlarda ve ormanlarda, yeraltı suları, yüzeye yakın akıyorlar, sizin sahralarda ise, suya ulaşmak için yerin altına elli metre derinliğine girmek gerekir. İşte, benim demek istediğim şu ki, ihtiyar kendinin içine çok derin gitti. Kırla bir olmuş ve kırın kendisi gibi akıllı oldu. O, her şeyi bilir. Sanki taşa vurursa, taşın içinden su akacakmış gibi. O, ta ne zaman Sırdarya’yı yönetime aldı! Oysa ki onu sarsıtmayı dene bakalım! Batıl inançlarından en azından birinden vazgeçsin bakalım. Yok! O, kökleriyle asırların içine girmiş, çoğu zaman onun için bizim bilim de - bilim değil. Her şey bunun içinde işte.

Kendisi haklıydı. Çoğu konularda Sırbay, çocuk gibi saftı, ama inatlığı haddinden fazlaydı.

İnsanın yetiştirdiği tüm bitkilerden en çok pirince saygı gösteriyordu. Kendisini kolhozun diğer çeşit ekinlerine yaklaştırdıklarında bakıp, başını sallıyordu. “Bu iyi de, ama burada buğdayın yada çavdarın yerinde pirinç yetişseydi daha iyi olacaktı, tabi!” O, iyi hasatı elde etmek için iyi toprak, çok su ve bol bol gübre gerektiğini biliyordu. Toprağı büyük gayretle, derin kazardı, su ona her zaman yeterli geliyordu. Demek eksik olan gübreydi.

Sırbay, bir kaç kere, doğal gübrenin dışında diğer gübrelerin – Kalakay’ın dediği gibi “kimyasaların” var olduğunu duymuştu, ama o, sadece başını sallıyordu: “Amonyak, amonyum – bizim kulaklarımız böyle malzeme adlarına alışmamıştır”.

- Ben, bunlarla ilgili bir şey duymak bile istemiyorum, - diyordu o. – Yetmiş sene ekmeğimi amonyaksız yedim, belki şimdi de onsuz yaşarım.

Natalia olmasaydı belki yaşardı. Kurstan dönünce, Natalia bu gübrelerden bir kaç fıçı getirip, Sırbay’ın tarlalarının yanında indirdi.

Sırbay, önce kaşlarını çatıyordu, fıçıları görmemezlik yapıyordu, sonra ise, Natalia kendisinden bu gübreleri kullanmaya izin istediğinde elini salladı.

- Nasıl istiyorsan, kızım, - dedi o. – Bakalım senin bu tozların üzerinde nasıl pirinç yetişecek! Önce anlatsana, bu nasıl tozlarmış.

Natalia, sülfatları, yani üç kimyasal maddenin: azotun, fosforun ve potasyumun müstahzarlarını getirdiğini anlattı. Bu malzemeler, kurumuş eski denizlerin ve okyanusların diplerinde oluşan tuzlardan elde edilir. Deniz, yüz milyonlarca sene önce kurumuş, tuzları ise kalmış.

Sonra Natalia, Sovyetler Birliğinde bu tür malzeme yataklarının çok olduğunu tarif etti. İlk kez bu tuzları Kama’nın sahilinde balıkçılar gördü, ama bir kaç sene sonra Hazar Deniz’in kıyısında, Kara-Boğaz körfezinde bilim adamları, asırlara yetecek kadar sülfat yatağını buldular. Anlaşılabilir sözleri seçerek, Natalia Sırbay’a bu tuzun çıkarım tekniğini tarif etti.

Sonra o, Sırbay’ı süperfosfatla dolu fıçıya yaklaştırdı.

Bu beyazımsı, dökme, kuru çamur, çok fosfor içerir, fosforsuz, hiç bir hücrenin büyümesi imkansızdır. Bu fosfor, hem bitkilerin içinde, hem de bizim içinde vardır, insanın tüm kemikleri fosfor içerir. İnsanın yaşaması için ve tohumların filizlenmesi için aynı besleyici maddeler gerekli. İhtiyar, dinleyerek, razılık anlamında başını sallıyordu. Tüm doğayı tek bir canlı varlık olarak gören olarak ona, bu fikirler yakındı ve o, Natalia’nın aynı şekilde düşündüğüne sevindi.

- Tabi, tabi, - dedi o heyecanla. – Ben de aynısını söylüyorum ya. Anne kötüyse – onun çocuğu da aç, zayıftır. Toprak kötüyse – onun üzerinde çıkan ekinler de kötü. Biz, hepimiz bir yeryüzünün çocuklarıyız.

Ama sonra Natalia dedi ki, kimyasallar – doğal gübre değil, kimyasalları kullanmayı bilmek lazım. Bunları yarımyamalak atmak mümkün değil – her şey yok olacak.

- Ya nasıl? – sordu Sırbay.

Natalia, bu malzemelerin önce birbiriyle karıştırılması lazım, ancak sonra sürülmüş tarlaya serpmek gerekir. Her maddenin kendi özellikleri vardır. Mesela, sadece azotu serpersen bitkinin sapı uzun ama ince olur, başak asla bağlanmayabilir. Fosforu ham toprağa serpilmesi asla değmez.

- Eve-e-et! – uzattı Sırbay. – Demek ki, kurstan sonra sen, dünyada olan her şeyi biliyorsun. Bunları sana kim öğretti?

- Toprak bilim öğretmeni, bizde Kalakay Artıkov’du, - kaçamaklı cevap verdi Natalia.

- Demek ki böyle, - dalgın fısıldadı Sırbay ve sustu.

Natalia, ihtiyarın “Demek ki böyle’” sözlerini söylerken yüzündeki tuhaf ifadeyi anlamadı.

Oysaki Natalia’nın bildikleri, sadece gübreler değildi. Bir gün o, Sırbay’a sordu:

- Biz nasıl pirinç ekeceğiz?

- Pirinç gibi pirinç, - şaşırdı ihtiyar. Pirinç, her yerde aynıdır. Sadece bende seçkin.

- Ama bizi öğrettiler ki, - canlı canlı dedi Natalia, - elli çeşit pirinç varmış. İşte, dinleyin bakalım...- O, çabuk, arka arkaya parmaklarını kıvırmaya başladı.

- Yok, yok, güvercinim benim, - sözünü kesti Sırbay. – Dinlememe ne gerek var ki, bizim toprağımızda sadece üç çeşit pirinç yetişirken: “Dungan-şalı”, “Kır-mızı-kışlıkı” ve “Kara-kıltık”. Bu elli çeşide bizim burada ihtiyacımız yok.

Toprağı sürmeden önce gübrelemeye başladılar. Birinci Natalia gidiyordu. Ağzı ve saçları başortüyle bağlıydı, arkasında, ağızları bağlı kolhoz işçileri gidiyorlardı. Onlar, çuvalların içinden avuç avuç beyaz toz çıkarıp, toprağa atıyorlardı. Sövünerek ve öksürerek en son Sırbay gidiyordu. O, yüzünü sarmak istemedi.

Gübre serpildikten sonra tarlalar, kar yağışından sonra gibi beyazdı. Sırbay, tarlalara bakarak başını sallıyordu: “sürülmüş tarlanın görünüşü gerektiği gibi değil, asla gerektiği gibi değil”.

Ekme zamanı geldi. Pirinci Sırbay, kendi eliyle ekiyordu. Bu işi hiç kimseye emanet etmezdi.

- Pirinci ekmek – ustalık işidir, - diyordu o. – Pirinç, kendisiyle küçük çocukla gibi davranılmasını sever. Bir akıllı adam onu uçaktan ekmeyi teklif etti. He, ne olmuş? Malı havaya attılar, attılar, neticede boş tarlayla kaldılar – üzerilerinde hiç bir şey filizlenmedi. Pirinç – nazik, kırılgan bitkidir, o, mibzeri bile kabul etmez. Buğday değildir bu. Onun üzerinde emek harcarsan, o zaman hasat verir. Baksana – filizleri nasıl onun? Bizim çocukların şapkalarını süsledikleri puhu kuşunun tüylerini gördün mü? Pirinç filizleri ondan bile yumuşak. Tohumları makineyle dağıt bakalım. Sen kurs okudun, onu nasıl ekerdin, söylesene? Tohumları kuru toprağa atardın, herhalde? Öyle mi?

- Hayır, - dedi Natalia, - ekimden önce tarlalara temiz su boşaltıyorlar, tarlayı on santim kaplayacak şekilde.

- Su mu, diyorsun! – Sırbay gülümsedi. – Hem de temiz suyu sen boşaltırdın, herhalde. Demek ne oluyor, sana ekmeyi müsaade edersen, sen her şeyi yok edeceksin. Bir de pirinç yetiştiriciliğini öğrenmişsin. Pirinç, kızım, bulanık suya, hatta sıvı çamura ekilir. Onun nazik filizleri, ancak böyle hafif toprağı açabiliyorlar. Dur, bekle, benim nasıl ekeceğimi göreceksin.

Ve Natalia gördü. İlginç bir görüntüydü.

Önce Sırbay, hendekleri tahrip edip, tarlaları suya batırdı, sonra kolhoza gitti ve yaşlı, tek gözlü deveyi getirdi. O, Sırbay’ı anlıyordu: yaşlı deve akıllı ve tecrübeliydi. O, daha önce burada toprak tırmıklamıştı ve Sırbay’ın tüm komutlarına alışıktı. İşte, iki ihtiyar koca gün çamurun üstünde yürüyorlardı, on hektar toprağı, bataklık çamuruna dönene kadar karıştırdılar. Ancak bundan sonra Sırbay, ekime başladı.

Ekince bir kaç gün bekledi. Sonra suyu kapattı ve toprağa bir günlük dinlenme süresini verdi. Bir gün sonra yüne tüm hendekleri açıp, tarlaları suya batırdı. Bir süre sonra ortaya çıkan filizler, öyle ince ve zaiftiler ki, bir dikkatsiz dokunuştan ölüyorlardı. Sırbay, onların etrafında yürüyüp, telaşla başını sallıyor ve tekrar tekrar söylüyordu: “Yeterki rüzgar esmesin. Evet! Yeterki rüzgar esmesin. Arazinin üzerinde dalgalar olursa, saplar köklerden kopacaklar”. Böyle dakikalarda o, böyle sözleri tekrarlamaya severdi: hayvanların arasında en nazik – deve yavrusu, bitkilerin arasında en nazik – pirinç filizidir.

Bunun gerçekten öyle olduğuna inanarak Sırbay, hatta geceleyin uyumuyordu. O, sadık muhafız gibi tarlasını bir saatliğine bile terk etmezdi.

Bir gece Sırbay, ekibinin kaldığı yeraltı barınağa hızla girip, bağırdı:

- Felaket, felaket! Çabuk kalkınız!

O, öyle bağırıyordu ki, herkesi telaşa düşürdü. Soruların sorulacağını beklemeden bağırıyordu: - suyılanları – “Ab jalkı!” Çabuk! Yoksa bütün filizlerimizi yeyip bitirecekler. Çabuk! Çabuk!

İnsanlara düzgün giyinmeyi bile vermeden, onları araziye kovdu. Mücadele başladı. Gerçekten, “Ab jalkı!” – suyılanları çoktu. Onları küreklerle kovalıyorlardı, sopalarla vuruyorlardı, öylesine elle yakalayıp, atıyorlardı.

Yaklaşık yirmi gün sonra, yeni filizler sağlamlaştıktan sonra, başaklar bağlanmaya başladı. Sırbay, pirinç başaklarına bakarak, ellerini oğuşturuyordu ve sevinçle tekrar tekrar söylüyordu:

- Bu iş oldu! Yaşıyoruz, öyle pirinç yiyeceğiz ki! Bak, toprak bize nasıl pirinç veriyor – yüksek sürüvermiş. – O, Natalia’ya şefkatle baktı. – Demek, gerçekten, kızım, senin beyaz tozların fayda etti.

Hasatı beklerken Sırbay, yine mirab görevini yapmaya başladı. Kolhozun tarlalarında dolaşarak hendekleri açıp, kapatıyordu, suyun gelişini ayarlıyordu. Son zamanlarda o, tarlalarında sık sık Kalakay’la rastlaşmaya başladı. Hem de yalnız Kalakay’la değil, yanında Natalia vardı. Sırbay, hemen her şeyi anladı. Kalakay, boşuna buralarda dolanacak adam değil. Sırbay, genç, yakışıklı ve tahsilli tarım uzmanı Natalia’nın hoşuna gittiğini de görüyordu.

Bir gece Sırbay, tarlada yürüyordu. Gece mehtaplı, aydındı ve ihtiyar, daha uzaktan gördü: bir tepede iki vücut sarılıp oturuyor ve bir şeyler hakkında konuşuyorlar.

Sırbay, daha yakın gelip, seslendi:

- Hey, kim var burada?

İki vücut çabuk ayağa kalktı. Kadın, yüzünü elleriyle kapattı, erkek ise onun elini alıp, peşinden götürdü.

- Hey, sen, dursana, kaçma! – bağırdı Sırbay arkasından. – Duyuyor musun, Kalakay! Benden kaçamazsın ki. Narbata, onun elini sıkıca tut, yoksa tabanları habiri sıçrıyor.

Sırbay, elini Kalakay’ın omuzuna koydu ve gözlerinin içine baktı.

- Bak, Kalakay, - dedi o, - ben artık seni kolay kolay serbest bırakmam, Allah korusun, bir şey olursa, bu rus kızı benim öz kızım gibidir. Kulağına küpe olsun!

- Yok, yok, aksakal, - acele acele konuştu Kalakay. – Ne diyorsunuz, ne diyorsunuz? Biz artık her şeyi anlaştık, - o, Natalia’yı omzundan kucakladı.

- Sen, asla sağlam bir delikanlı değilsin, - dedi Sırbay. – Baksana, yeni çarık, kravat, iyi pantalon giydin, fiyaka satıyorsun, kızın başını döndürüyorsun...

- Bize hayır duasını veriniz, aksakal, - aniden istedi Kalakay.

- Tarlada hayır duası istenmez, - sert dedi Sırbay Kalakay’a. – Bizim adetlerimizi bilmiyor musun yoksa? Hadi, kalk, yürü, arazimize bakalım.

Sırbay önde, Natalia ve Kalakay arkada gittiler.

- İşte, ekinler gibi ekinler! – diyordu Sırbay, tarlaya bakarak. – Sağ ol, kızım! Senin tozların da faydası dokunduğu görünüyor. Yetmiş sene yaşıyorum, böyle sürüvermiş ekinleri daha önce görmedim. Yoksa uçaklar! Pirinç, çocuk gibi, özenli, şefkatli eli sever. – O, Kalakay’a döndü. – Söyle, ekinler iyimi? Senin bilim bununla ilgili ne diyor?

- Benim bilimin bilmediği ekin yoktur. – Cevap verdi Kalakay. – bizim bildiğimiz en yüksek hasat, doksan kental, burada ise, Nataşa, ne kadar olacak?

- Burada en az yüz otuz kental, - dedi Nataşa.

- Daha fazla! – itiraz etti Kalakay! – Bence, vurada yüz otuzdan fazla olacak. Dün buralarda yürüyüp, hesapladım ne kadar pirinç alacağımızı.

- Nasıl becerdin ki? – sordu Sırbay.

- Böyle işte. Bellidir ki, normal ekinin yoğunluğu, hektarın üzerinde beş milyon tohum, sizin arazideki başaklar büyük, seçkin, her birinde en az doksan adet tohum var. Hesaplardan, bir hektarda yüz otuz üç kental çıkıyor.

- Ağzına yağ parçası, - mutlu gülümsedi Sırbay.

- Ben diyorum – en az yüz otuz üç kental, - heyecanla haykırdı Kalakay. – Yoksa yüz kırk ta olabilir.

- Tamam, yüz otuz üç olsun, - alicenap bir şekilde dedi Sırbay. – Cimri olmayalım. Biliyor musun, yaşlılar derler: “Koyun iki kuzu getiridiğinde, otlaklar sütlü ot verirler”. Bize, gelecekte yapılacak kutlamalar ve düğünler için yüz otuz üç kental pirinç yeter.

Kalakay ve Natalia birbirine baktılar.

- Eğer pirinç yeterse, bu düğünde koyun kafasını siz yiyeceksiniz, aksakal! – dedi Kalakay!

- Tabi ki, - seslendi Sırbay. Ben senin düğününde koyun kafasını yemez miyim? Narbata – benim kızım ya.



Yirmi Dokuzuncu Bölüm

HEDİYELER


Eski zamanlardan beri köydeşler, Sırbay’a büyük inatçı derler. İhtiyar, kafasına bir şey taktıysa, onun fikrini hiç bir şekilde değiştiremezsin. Mesela, Sırbay’ı zengin bir adamın düğününe yada cenazesine çağırırlarsa, hayatta gitmez. “Ben fakirim, - der o, - benim ne giyecek şeyim var, ne de getirecek hediyem. Benim gibileri düğünlere çağırmazlar”. Ne kadar yalvarsan da, daveti asla kabul etmez.

Rahmet, kendisinin bu huyunu daha bilmiyordu, dolayısıyla da Sırbay aniden cepheye giden hediyeler treniyle birlikte gitmeyi redettiğinde, Rahmet’in nahoş şaşkınlığını ancak tahmin etmek mümkündür.

- Yok, ben boş elle cepheye gitmem, - kısa cevapladı o. Rahmet, bu treni cepheye getirmek, boş elle gelmekle ilgisi olmadığını, sadece “Ken-Togay” kolhozunun yetmiş beş kaz, iki yüz elli ördek, otuz pud füme balık, yüz gövde koyun, beş kutu kurutulmuş kavun yolladığını anlatmaya başlayında, Sırbay sordu:

- Ya pirinç ne kadar yollanıldı?

- Elli çuval, - cevap verdi Rahmet.

- İşte ben de onu diyorum, - Sırbay başını salladı. – Sen, oğlum, anla, ben ne kavun, ne de kaz yetiştiriyorum, - bunlar hepsi benim değil, - pirinççiyim ben! Orada derler: “He, mülkün sahibi nasılsa, mülkü de öyle”. Ben de mahcup olacağım. Ben gitmem.

Ne kadar ikna etmeye çalışsalar da, öküz gibi inatlanarak gitmedi. Ama sonraki kışın başında, Rahmet teklifini yine tekrarladığında ve Stalingrad’a gidilmesi gerekeceğini söyleyince ihtiyar, ellerini bile çırptı.

Savaşın başından beri Sırbay, sadece iki yeri biliyordu – Moskova’yla Leningrad’ı. O, hatta SSCB Avrupa kısmının haritasını satın aldı ve duvara astı, ve sürekli oklarla muhabere yönlerini işaretliyordu. Gerçi, bu yönlerin dışında o, hiç bir şey bilmiyordu: rus şehir, köy, kasaba adları, onun kulağına tuhaf geliyordu. Ama çatışma yerlerini ve bu iki sarsılmaz kaleyi o iyi hatırlıyordu. Bazen, almanların Moskova’ya ilk istila günlerinde kendisine: “Aksakal, şimdi çatışmalar nedere devam ediyor?” sorulurken, hatasız parmağıyla Moskova’nın yakınlarındaki istasyonların ve kentlerin yuvarlak işaretlerine gösteriyordu. Sonra, kendisine Leningrad ablukasını sormaya başladılar. Bu sorulara da çok net cevap vererek o, her zaman ilave ediyordu:

- Yok, bu şehri bizimkiler teslim etmezler; orada özel insanlar savaşıyorlar, - ve gururla, seçik seçik diyoru: - le-nin-grad-lı-lar!

Bir gün Aybarşa, parmağıyla Stalingrad köprübaşının çevresini işaretleyip, dedi:

- Artık burada savaşın kaderi belirleniyor. Bu, Volga’dır. Bu nehir, üç bin beş yüz kilometrelik mesafeye akıyor, onunla üç yüz küçük nehir kavuşuyor, bu nehir, ülkenin yarısına ekmek veriyor. Bunun için ruslar, ona “anne-nehir” derler.

- Ay, ne kadar büyükmüş o! – haykırdı Sırbay dikkatle bakarak.

Sonra Aybarşa, Volga’nın tüm kolları birleştirilirse, onlarla yeryüzünün etrafını iki kez sarmak mümkün olabileceğini tarif etti.

Sırbay, Aybarşa’ya başından okşadı.

- Sen ne kadar bilgiliymişsin! – övdü o ve dalgın tekrarladı – Anne! Demek, almanlar onu işgal ederlerse, onlar rus halkının annesini işgal edecekler. Yok, rus halkı buna hayatta izin vermeyecek.

- Biz de izin vermeyeceğiz, - öfkeli dedi Aybarşa. – Burada hem Kazahlar, hem Tatarlar, hem Buryatlar, hem Çukçiler – herkes bir gibi kalkarlar.

- Herkes, herkes kalkar, - razı oldu Sırbay. – Ama unutma, onlar hepsi Rus halkına bilim için baş eğmeleriler. Rus halkı – bizim abimizdir, biz de onun kardeşiyiz. Büyük abinin başına en fazla imtihan düştü. Öyle mi, kızım?

- Öyledir, - kabul etti Aybarşa.

- Ben de öyle düşünüyorum. Demek ki Rus halkı – dağdır, onun etrafındaki tüm diğer halklar ise – küçük tepelerdir... – O, yine haritaya baktı. – Demek ki canavarın lanet olası burnu buraya dikildi, - o, parmağıyla Stalingrad’ı gösteren küçük daireyi işaretledi. – Burası Stalin’in şehri. Sizin dilinizde öyle mi olacak yoksa?

- Evet, dede, - kabul etti Aybarşa.

- İşte, görüyor musun? Böyle adı taşıyan şehir teslim edilebilir mi yoksa? Onlar, ancak kulaklarının arkasını görürlerse Stalin’in şehrini alırlar.

O günden beri, Sırbay’ın sözlüğündeki iki Rus şehir adlarının sırasına üçüncüsü dahil edildi – Stalingrad.

1942 yılının Kasım ayında Sırbay, mutlu bir haber duydu: Stalingrad’ın yakınlarında Alman ordusu kuşaltıldı ve çembere alındı. İhtiyar, çok sevindi.

Aynı gün onu Rahmet yanına çağırdı. Yine hediyeler hakkında konuşuldu. İlçe komiserliğinin sekreteri, bu trenle mutlaka Sırbay’ın gitmesi gerektiğini, fakirliğini de bahane kullanmamasını söyledi. Onun ekibi, daha önce asla görünmeyen hasatı topladı – hektardan 145 kental pirinç.

Bilim adamları, bir hektar pirinç tarlasından en fazla yüz kental hasat alınabilir diye tahmin ediyorlardı. Onu da sadece tahmin ediyorlardı – o zamanlarda hiç kimse 80-90 kentaldan üstün hasat görmemişti. Siz ise 145 topladınız! Bu dünya rekoru! Siz, bizim cumhuriyetimizin ikinci ünlü ekincisiniz – Çaganak Bersiyev ve siz, Sır-Ake. Çaganak, bir hektardan yüz altmış kental darı elde etti, ama siz onun peşinden yetişirsiniz.

- Görüyor musun, işte, - hemen hüzünlendi Sırbay, - o yüz altmış kaldırdı, ben ise yüz kırk beş.

- Zararı yok. Ruslar derler ki: izbe birden yapılmıyor. Bersiyev, yüz on kentaldan başladı ve ancak yüz altmışa geldi, siz ise yüz kırk beşten başlıyorsunuz ve iki yüze erişeceksiniz. Ben, sizin darı ile pirince hasatta sınır yok dediğinizi duymuştum. Bu gerçek mi?

- Ben şimdi de öyle diyorum, - Sırbay kabul anlamında başını salladı. – Ama sen şunu söyle: sen beni başarılarımdan dolayı övüyorsun, ama benim dostum Anatoliy hakkında unutuyorsun. Benim fikrime göre, o su vermeseydi, ben yüz kırk beş kental değil kırk beşten bile az hasat yetiştirirdim.

- Bu da gerçektir, - kabul etti Rahmet. – Biz, Anatoliy’e her taraftan borçluyuz. Herkesin durumları zor, ama onunki özellikle zor: onun tek kızı cephede.

- Yok, o kızı için değil, o toprağımız için çok acı çekiyor! – dedi Sırbay. – Onu Stalingrad heyetine dahil et. İhtiyar hak etti.

- O zaten dahil edilmiş artık, - cevap verdi Rahmet.

- O zaman bir rica daha. Bir kişi daha dahil edilirse zararı olmaz.

- Kimi?

- Bizim yaramazdan gözdemizden bahsediyorum ben. Ayarşa’dan. Gerçi biz onunla biraz bozuşmuştuk, ama o çoktan geçti. Daulet’in arkasından hüzünlerde olduğunu görüyorum. Daulet ise şimdi alayıyla birlikte Stalingrad’ın yakınlarında. Onu oraya trenle birlikte yollasaydın belki görüşürlerdi, ya?

- Peki, il komitesiyle görüşeyim. Ben kendim bu konuyu çözemem, - cevap verdi Rahmet.

- Görüş, görüş, oğlum! Bir aileden iki kişinin gitmesinde zarar yok, onlar hediyeleri de iki kat fazla götürecekler. Orada, il komitesinde de ki, Sırbay henüz kimseden “keusen” istemedi.

- Ne, ne? – anlamadı Rahmet.

- “Keusen”, diyorum. “Keusen” ne olduğunu bilmiyor musun? Ama da Kazah’sın sen. Ya “zekat” ve “usır” ne olduğunu biliyor musun?

- Bunları, tabi ki biliyorum. Bu, eskiden Kazahlardan alınan vergiler – hayvanlardan ve ekinlerden. Ama “keusen” ne olduğunu duymadım.

- “Keusen” – bu üçüncü çeşit vergi. Bizde nasıldı: adam “zekatla” “usırı” öder ödemez, dostlar ve arkadaşlar geliyorlar ve “keusen” istiyorlar! Bu, iyi avdan payın aynısıdır.

- Anlıyorum, bu – gönüllü vergi...

- Oh, nesi gönüllü! Hayır, hem de önceki iki vergiden kolay değildi. Dene bakalım misafire payını verme. Küsmüş gider ve seni de, toprağını da yüzyıllara lanetler. İyilik hiç bir zaman gelmez sana. İşte, ben de diyorum: - Sırbay, “keusen” hiç bir zaman istemedi! Açken bile dilenmedi! Tanrıya şükür, şu yaşımda kendim de bazılara yardım edebilirim. Bende ekmek yeterli!

- Ne yapıyorsunuz ki o kadar onu? – sordu Rahmet.

- Ne yapıyor muyum? Satıyorum, - rahat cevap verdi Sırbay. – Benim artık üçüncü çalışanım var – Aybarşa. Annemin, dedi, artık kendi kızı var – Narbata, o ona kendi payını getiriyor, ben ise sizin kızınız oluyorum, demek ki benim payım sizde olmalı. Onunla çok tartıştım, sonra çaresizlikten elimi salladım. Ne ise, getirsin, dedim. Biz onun malını kötü işe kullanmayacağız. Kendisi nasıl çalışıyor, biliyor musunuz? Çapası ateş saçıyor!

- Siz şimdi, aksakal, işçilik günleriniz için ne kadar aldınız?

- Yüz yetmiş kental, onlardan yüz ellisini artık sattım.

Rahmet, ona güvensizlikle baktı. Yok, ihtiyar kendisine düz, ciddi bakıyordu ve gülümsemiyordu.

- Yalan söylemiyorum, oğlum, yalan söylemiyorum. Rahat ol, ben sana asla yalan söylemiyorum, - dedi Sırbay. – Kendim satmıyorum, tabi ki, benim kardeş torunum var, öyle bir kıbırdak, çetin, uyanık çocuk, bunun gibileri yürüyen kısrağın nalını koparır. O satıyor işte. Senin niye şaşırdığına da ben anlıyorum. Yetmiş sene iyi insandı, yetmiş bire geldikten sonra delirdi – ekmek satıyor. Öyle düşünüyorsun, değil mi?

- Yok, ne diyorsunuz, - Rahmet elini salladı.

- “Yok” değil, “aynen öyle” – diye düşünüyorsun. Eh, oğlum, sen böyle tek misin sanki? Ben bu ticaret için ne kadar fırça yedim! Arkadaşlarım diyorlar: “Tamamen kudurdun, yaşlı köpek! Namusun yok senin!” Diğerler az kalsın gözüme tükürecekler. Ben hep susuyorum. Benim kendim için bildiğim yeterli. Sadece sana anlatacağım: hatırlıyor musun, bir kolhoz işçisinin savunma fonuna yüz bin ruble yatırdığını ve Stalin bunun için ona takdirname yolladığını gazetelerde yayınlanmışlardı? Hatırlıyor musun?

- Siz, herhalde Kaşakpay Primov’dan bahsediyorsunuz.

- Evet, oğlum, ondan, ondan bahsediyorum! Bana bu gazeteyi başkaları okuduktan sonra ben düşünekaldım, eşim de bana diyor ki: “Düşünmene ne gerek var, bizim sandıkta elli bin var, onları da oraya verelim.” Ben de diyorum: “Eh, yok, canım, yok! O yüz bin vermiş, ben de elli mi yatıracağım? Sen kocanı bilmiyorsun. Ben böyle parayla uğraşmam. Önümüzdeki seneye kadar bekleyelim, ben de kendimi göstereceğim”. Bir sene geçti, biz yeni hasat topladık, işçilik günlerimiz için tahıl aldık, ben de dedim Aybarşa’ya: ben yüz yetmiş kental aldım. Yirmi bizde kalsın, kalanı ben satacağım. Bir kilo pirincin fiyatı altmış rubleyse, yüz elli kental için biz toplam ne kadar para elde edeceğiz? O kurşun kalemle bir iki hesapladı, bana toplamını çıkardı – dokuz yüz bin ruble! Peki, dedim, demek ki benim ailem savunma fonuna bir milyon ruble yatıracaktır! Benim peşimden birisi yetsin bakalım! İşte ondan dolayı da tüccar oldum.

Rahmet, hoşnutsuzca gülümsedi.

- Ya ne? – ihtiyar bu gülümsemeyi kendine göre yorumladı. – Yok, yok, sen yanlış bir şey düşünme, ben nasıl düşündüm: Pazar açık, ticaret serbest, pirinç fiyatlarını ben belirlemedim. Ne sorunu var ki... Eğer ben o paraları kendi cebime atsaydım, o zaman tabi ki... Şimdi ise benim elim temzidir! Öyle değil mi?

- Öyle, öyledir, aksakal. Siz her şeyi doğru yorumladınız, - kabul etti Rahmet.

- Peki, devamını dinle. Benim pirincim temizlenmemişti, demek ki satış için uygun değildi. Ben gittim takas yaptım. Yüz elli kentalın yerine yüz otuz aldım. Ama bu arada pirinç fiyatları arttı. Ben dokuz yüz yirmi beş bin ruble elde ettim, onlara benim sandığımda yatan elli bini dahil ettim, toplam dokuz yüz yetmiş beş bin yapıyor. Yirmi beş bin yetmiyor. Ben iki öküz, bir deve yavrusunu aldım, onları pazara götürüp, sattım. İşte, benim cebimde bir kuruş gibi tam bir milyon. İyi mi?

- Çok iyi, - övdü Rahmet Sırbay’ı. – Aferin size, ihtiyar. Fakat siz, yine ikinci kalabilirsiniz. Benim duyduğuma göre, bir özbek savunma fonuna bir milyon vermeyi planlıyor, onlar ise – pamukçular – varlıklı insanlardır, işçilik günlerinin karşılığında çok alıyorlar. Siz onu geçip, daha elli bin dahil edebilirseniz, o zaman sizi hiç kimse geçemez.

- Yok! Beni öyle de geçemezler. Ben ilaveten hediyeler götüreceğim ya. Benim şimdi altmış tane koyunum var, ben onların yirmi tanesini cepheye vereceğim. Bunlar şahsen benden. Ayrıca on kental pirinç alırım, - bana ailemle birlikte altmış pud fazlasıyla yeter. Beş pud eritilmiş yağ topladım, - onları da götüreceğim! Bir de benim kızlarım oturuyorlar, kazak, çorap, eldiven örüyorlar, bir tek yünden bir kental harcadılar. Onları da oraya! Daha ev işleme koyun derisi, iki gocukluk, benim eşim onları işlemekte öyle iyi usta ki, onun gibisini bulamazsın. Kendi boyuyor onları, bu boyayı bitki köklerini kaynatarak elde ediyor. Boyası öyle oluyor ki, deri çürür, boyası rengini atmaz. Gocukları da oraya! Eşim onları vermek istemiyordu. “Ben, dedi, onları Daulet için saklıyorum, o da askerdir!” Zar zor alabildim. Yeterki sağ salim dönsün, dedim, kürkü biz kendisine buluruz...

Bunlar, öyle ciddi ses tonuyla söylenmişti ki, Rahmet sesli gülüverdi.

Sırbay, soru işaretiyle kendisine baktı.

- Yok, yok hiç bir şey! – dedi Rahmet. – Siz mükemmel bir insan olduğunuz için gülüyorum. Sizin ekibiniz, savunma fonuna, kolhozumuzun tamamı iki sene önce teslim ettiğinden bir buçuk kat fazla pirinç verdi. Bunun haricinde siz de herkese örnek gösterdiniz.

O, yerinden kalktı ve ihtiyarı kucakladı.

- Demek ki yaklaşık on gün sonra, ondan geç değil, siz gideceksiniz, - ilave etti Rahmet. – Şimdi gazeteleri takip ediniz. Özbek pamukçusu milyonunu teslim ettiği gün...

- Ben bir milyon ve yüz bin vereceğim, - çabuk tamamladı Sırbay.

- Aferin, Sır-Ake! – övdü Rahmet. – Bizimkileri bilsinler!

Vedalaşmadan önce Sırbay, niçindir yavaşladı.

- Oğlum, daha bir dakikalığına otursana, - dedi o Rahmet’e. – Benim seninle bir konuda daha konuşmam lazım. Sen Narbata’yı tanıyor musun? Benim gelinimin annesi Dametken’de yaşayanı? – ve sözlerini bozuk berbat söyleyerek Rusça ilave etti: Poleşçuk Natalia Ostapovna’yı.

Rahmet, evet anlamında başını salladı.

- İşte, devam etti Sırbay artık fısıldayarak, - sen onda bir şey farkettin mi? Yok mu? Ben sana söyleyim: o, Kalakay’a aşık olmuş.

- Öyle mi? – Rahmet hızlı yerinden kalktı.

- Otur, uslu otur. Aynen öyle – aşık olmuş. Ben boşuna söylemem. Gelinimin annesi bana çoktan söylüyordu, artık ben de onları tarlada gördüm: kucaklaşarak oturuyorlar. Ben Kalakay’ı kulağından aldım ve dedim: “Galife pantolon giysen de, kravatın iğneli olsa da, ama bak: şakalar yapıyorsan en iyisi git, ciddiysen, ne ise, ben senin için kendim kayın peder olacağım”. O, gönlünü açtı, başını eğip: “bizim için gökten mutluluk iste, baba” – dedi.

- Zihni çevik çocuk! Böyleymiş durum! – şaşırdı Rahmet. – Peki, kız iyi, siz onu kızınız sayıyorsunuz, demek ki, dedikleri gibi: sevgi ve uyum olsun. Ama Kalakay’la aranız nasıl... Rahmet sorusunu bitirmedi ve şüpheyle Sırbay’a baktı.

- Hiç, ben kendisiyle her şey hakkında konuştum, - çabuk söyledi Sırbay. – Bir de Daulet’ten mektup geldi – Aybarşa ona her şey hakkında yazmış. Ne ise! O kendisine güveniyorsa, burada benlik bir şey yoktur. O yüzden belim Kalakay’la her şey bitti ve ben, Kalakay’a ve Narbata’ya kayın peder olmaya söz verdim. Sizi, Rahmet, düğüne davet ediyorum.

- Harika! – Rahmet ıslık çaldı. – Düğün ne zaman olacak ki?!

- Önümüzdeki çarşamda günü. Ama benim evimde değil, gelinimin annesinin evinde. O Narbata’nın erkek kardeşini evlatlık aldı ya. Demek ki kız gelinime de akraba gibi olmuş. Sen çocuğu gördün mü? Tanıyamazsın. İskelet gibiydi, şimdi top gibi tombullaştı! Ben şimdi düşünüyorum – kendi annesi bulun da, çocuk onun yanına hayatta gitmez.

Sırbay gitti.

Bir milyon rubleyi soylu Özbek, savunma fonuna Narbata’nın düğün gününden bir gün önce yatırdı. Aynı gün Sırbay da “Gosbankın”[30] yerel şubesine bir milyon yüz on bir bin ruble yatırdı, bununla ilgili Stalin arkadaşa Rahmet’in düzenlediği telgram yollanıldı.

Ertesi gün, Stalingrad treniyle Sırbay’la Aybarşa cepheye gittiler.

Otuzuncu bölüm

CEPHEDE

Tren, büyüktü. Yağ, koyun gövdeleri, kuru meyve ve tatlılarla yirmi vagon yüklü gidiyordu. Tren, yavaş gidiyordu. İlk başta, heyetin üyeleri istasyonlarda etrafa bakmak için koşa koşa dışarıya çıkıyorlardı, sonra ise bundan sıkıldılar. Kim ne istiyorsa bunlarla uğraşmaya başladılar: bazıları harmonik, gitar çalıyorlardı, diğerler geceye kadar domino ve dama oynuyorlardı. Sırbay ve Anatoliy Kondratyeviç, kendi kompartımanından hemen hemen çıkmıyorlardı. Onlar için birbileri yetiyordu. Konuşmaların konusu savaş ve onun iştirakçileriydi. Böylece konu Masakpay’a geldi.

Sırbay, eski kolhoz başkanının cephede Daulet’e rastlağını ve Daulet’in (kendisi o sıralarda artık yarbaydı) Masakpay’ı emirberliğe aldığını tarif etti. Bu konuda özellikle çok konuştular.

- Evet, - dedi Sırbay, - herhalde doğru diyorlar: “Korkağı çok kovalarlarsa, korkak bile cesüre dönüşecek”. Herhalde iyi savaşıyor adam – iki nişan almış, eskiden Masakpay kadar korkak adam bütün ilçede yoktu.

- Bir gün, - anlatmaya devam ediyordu Sırbay, - Masakpay, pazarda güzel Holmogorsk ineğini satın aldı. O, sahibinin söylediklerine göre, günde yirmi litre süt veriyordu. Gerçekten, bu inek, Masakpay’ın normal hayatına o kadar girdi ki, karısı artık onsuz nasıl yaşayabileceğini tahmin bile edemiyordu. Bu ineği, işte, az kalsın çalacaklardı. Olay, böyle olmuştu: Masakpay avluya çıktı, baksa inek aırının yanında iki kişi duruyor. O soruyor: “Kim bu?”. Cevap olarak sessizlik, susup saklanıyorlar. O zaman Masakpay (kendisi gece avluya bile silahsız çıkmazdı) tabancasını çıkarıp, körlemeden karanlığın içinde bir-iki kere ateş etti. Hırsızlardan birisi ohlayıp, düştü. Masakpay, evin içine koştu, girmeye çalışırken yüzünü söveye vurup, kanattı ve karısına seslenmeye başladı: “Çabuk, çabuk, ben insanı vurdum”. Karısı onu içeriye aldı ve sövmeye başladı. Öyle sövdü, böyle sövdü. Ateş etmeyi nasıl cesaret etmiş? Kendisi orada ahırın yanında kimlerin durduğunu ve neler istediklerini bile bilmiyor. Ya bu sadece yoldan geçen bir adam olsa. – “Hemen çık dışarıya, emretti karısı, ve ona ne oldunu öğren. Belki sadece yaraladın onu?”. Ama Masakpay titreşerek, neredeyse ağlıyordu. Kendisi iki kişiyi çok iyi gördü, ama o sadece bir tanesini öldürdü. Ya diğeri onu pusuda bekliyorsa? Karısı ondan daha akıllıydı. “Uğursuz! - bağırdı o kendisine. – Başının hem öyle, hem böyle de belada olduğu aklına gelmedi mi? Sen ne zannediyorsun, adam vurduğun için seni başından okşayacaklar mı zannediyorsun? Hemen git bak neler oluyor orda”. O, öyle de çıkmadı. O zaman avluya karısı çıktı. Yanına fener aldı ve ışığın altında gördüğü ilk şey, ineğin gövdesiydi – kurşun onun kafasını delmişti.

- O, tam bir salakmış! – dedi Anatoliy Antonoviç, bu hikayeyi dinledikten sonra.

- Dur, ben sana bundan daha beter bir şey anlatacağım, - söz verdi Sırbay ve Masakpay’la Tırtık’ın bir iş göreviyle gelip, birlikte kaldıkları evin avlusunda gece karşılaştıklarını anlattı. Niçindir Yanık, Masakpay’ı hırsız zannetti ve kendisi atılgan bir insan olduğu için, fazla düşünmeden, Masakpay’ı gözlerinin arasına vurdu. Masakpay düştü, ama yerdeyken rakibinin ayağına yapışıp, onu da yere yıktı. Böylece, ikisi karanlıkta yerde yatıp, birbirini vuruyorlardı. Her şey tam sessizlikte yapılıyordu. Nihayet Masakpay, düşe kalka avlunun kapısından dışarıya kaçmayı becerdi. Kendisi hemen milise koşarak gitti.

- Saat artık çok geçti, - hikaye ediyordu Sırbay, - ama Masakpay, herkesi ayağa kaldırdı. Bağırarak, kendisinin kaldığı evin bir çete tarafından muhasara edildiğini anlatmaya başladı. Masakpay’ı hücreye aldılar ve orada geceliğine bıraktılar, karakol müdürü ise eşkıyayı yakalamak için küçük bir ekip yolladı. Bir süre sonra, karakolda Yanık ortaya çıktı. Görünüşü korkunçtu, bir gözü tamamen şişti, elbisesi çamur ve kan içindeydi. Çetenin saldırısı hakkında anlatırken o, her zaman yüzündeki kanları siliyordu. Yanık’ı diğer hücreye aldılar. Sabah ifadede, iki arkadaş birbirini tanıdılar ve ancak o zaman kendilerin kimlerin tarafından dövüldüğü açığa kavuştu. Bunun haberi şehri dolaştı ve onlar uzun zaman dışarıya adım bile atamıyordu. Onlara: “Hadi, anlatsanıza size çetenin saldırı hikayesini”, - diye soruyorlardı kendilerine.

- Evet, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - şimdi ise iki nişanı var. Adamın tamamen değiştiği belli.

Böylece günler geçiyordu. Hediyeler, Stalingrad bölgesinde savaşan ordu içindiler. Kızılorda heyeti, bu ordunun komutanını, Kazakistan doğumlu generali da iyi biliyordu. Anatoliy Kondratyeviç, bir aralar onunla birlikte yaklaşık bir ay Soçi’de kalmıştı.

Generale Sırbay’ı tanıtıp, Anatoliy Kondratyeviç, bu ihtiyarın yarbay Daulet Sırbayev’in babası olduğunu ilave ettikten sonra general, onun elini kuvvetle sıktı. O, oğlusunun cephe komutanlığı tarafından Sovyetler Birliği Kahramanı ünvanının verilmesine önerilmesiyle tebrik etti.

Konuşma, cephedeki durumdan başladı.

- Burada konuşulacak ne var ki? Siz, tabi ki, arkadaş Stalin’in raporunu okumuşsunuzdur, - dedi general, - ve, herhalde, Almanların ne olursa olsun Stalingrad’ı ele geçirmek istediklerini biliyorsunuzduz. Bu, onların Moskova’yı ele geçirme planlarının bir kısmıdır. Ama Stalingrad şehri, Almanlar’ın tüm dişlerini kırdıkları bir ceviz olmuş. Ordumuz 19 Kasım’da geniş saldırıya başladıktan sonra, düşman ordusu kıskaca alınmış oldu.

- Ya onlar kaçmazlar mı? – sordı Sırbay, üzerinde eğilip, kulağına generalin konuşmasını kelime kelime tercüme ederek duran Aybarşa’nın aracılığıyla. Aybarşa gülümsedi ve “hayır” anlamında başını salladı.

- Ne diyor aksakal? – sordu general.

Aybarşa tercüme etti.

- Yok, yok dede, - general gülüverdi ve kısaca, fazla teferruata girmeden, ama aynı zamanda çok anlayışlı bir şekilde cephedeki genel durumu anlattı.

O sırada, her şeyi birden anlayamayan Sırbay, bir soru daha sordu.

- Dinler misiniz, aksakal, bu, sonuçta, tam sıkıcı bir şey, - sert karıştı heyetin üyelerinden biri. – Generali dinlemeye imkan versenize artık.

- Sen dinliyorsun da, anlamıyorsın, senin için bir tek gözlerini açıp, bakmak yeterli, ben ise anlamak istiyorum. Ben buraya bunun için geldim, - her şeyi anlamak istiyorum, - kızgın cevapladı ihtiyar ve yine Aybarşa’ya hitap ederek dedi:

- Sen generale anlat: onlar savaşıyorlar, biz ise onlar için kazmayla gece gündüz toprak işliyoruz ve yeryüzünde en iyi tahıl - pirinci ekiyoruz! De ki, ayaklarımız dizine kadar çamurun içinde dururken bile biz onları düşünüyoruz. Demek ki halk, cephedeki durumu merak ediyor. Ben döndükten sonra bana soracaklar neyin nasıl olduğunu, ben ise kendim de anlamıyorum. O zaman ne cevap vereceğim ki?

Generale, Sırbay’ın konuşmasını tercüme ettiler. O gülümsedi, ihtiyara yaklaşıp, omuzlarından kucakladı.

- Altın insansınız siz, aksakal, - dedi o duygulanmış bir şekilde. – Lütfen ona tercüme eder misiniz, ben kendisiyle konuşurken, kendimi bütün milletle konuşuyor zannediyorum. Burada bir hafta kalınız, bakınız, belki bu süre içerisinde bir şeyler olur. – O, bir süre sessiz düşündü ve ihtiyatla ilave etti: - Ama burası savaş yeri, burada her dakika öldürebilirler...

Sırbay, kahkaha attı.

- Ben kendim daha bir iki Almanı vururum, - dedi o. – Ya ölüm nedir? Ben artık yetmiş yaşındayım, zamanım gelmiştir.

Anatoliy Kondratyeviç, bu sözleri tercüme edip, ilave etti:

- Biliyor musunuz, bu benim de isteğim – mutlaka en azından bir Almanı vurmak.

- Ne diyorsunuz siz? – gülüverdi general. – Ben sizi çok barışcıl insan zannediyordum, sizin elinizde teodolitin ve çizim kaleminin dışında başka bir şey gözümün önüne getiremiyordum. Demek ki sizi kötü tanıyordum!

- Demek ki kötü tanıyordunuz, İvan Mihayloviç, - ciddi bir şekilde cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç. – Ben ilk önce yurtsever insanım. Bütüm ömrüm Orta Asya’da geçti, ama yorulup dinlenmeden Rusya’nın tamamı için çalıştım. Şimdi ise gazetelerde bilmem ne şehrin Almanlar tarafından işgal edildi, bilmem ne köprüsü patlatıldı, şu kadar okul, hastane, tiyatro, külübe tahrip edildi diye okurken benim göğsümden sanki parça parça etlerim koparılıyormuş gibi oluyor. Ondan dolayı işte ben en azından bir Almanı öldürmek istiyorum.

- Peki, tamam, öğle yemeğinde konuşuruz, - gülümsedi general. – Şimdi ise banyoya gidiniz, yıkanınız, üstünüzü değiştiriniz. Akşam hepinizi kendime davet ediyorum.

Sırbay, daha önce de resmi yemek partilerinde bulunmuştu. İhtiyar, genellikle böyle partilerde kendini sert kontrolün altında tutuyordu: hiç bir zaman ne vodkaya, ne kumusa bile dokunmazdı. Şimdi, generale bakınca o, aniden elinde kadehle ayağa kalktı.

- Ben, hayatta ağzıma şarap almadım, - dedi o yüksek sesle, - ama şimdi içeceğim. Neden içeceğim, çünkü ordumuz hücuma geçti, çünkü bu hücumdan sonra o (kendisi başıyla pencereye işaretledi) artık ayağa kalkmaz. Doğru mu?!

- Biz onu öyle kovalacağız ki, - dedi general, - o Berlin’e kadar arkaya dönüp bakmaz bile.

- Yok, o Berlin’de bile dönüp bakmaz, - dedi Sırbay. – Onun bakacak yeri kalmayacak. Ben, bizim ordumuz, bizim bugünkü ziyafetimizin sahibi, bizi zafere götüren Stalin’in sağlığı için içiyorum.

Sırbay ve general, kadehlerini tokuşturup, boşalttılar.

Gece yarısında, misafirleri özel yeraltı sığınağına götürdüler. Eskiden, onun içinde cephenin askeri kurul üyesi yerleşiyordu, ama şimdi kendisini Moskova’ya çağırdılar ve sığınak boştu. Sırbay ve Anatoliy Konratyeviç, ayrı bir odada yerleştiler. Anatoliy Konratyeviç, gelir gelmez yattı. Sırbay ise hep yandan yana dönüyordu, bir türlü uyuyamıyordu. Son günlerin olayları, tüm yolculukları ve yaşanan ve düşünülen her şey, yine kendisinin karşısına çıktı.

Sırbay, ancak sabaha yakın uyudu, rüyasında iyi ve sevimli bir şey göründü. Canlı ateş yanıyor, koskoca ocakların üzerinde koyu yemekler pişiyor. Kızartılmış koyun vucutları, neredeyse parçalanmadan sofralara veriliyor. Sonra ise her şey birden karıştı. Ekin tarlaları görüntülendi, sonra kendisini Rahmet çağırıp, kanala götürdü, sonra öğrenildi ki orası kanal değil, kendisi cepheye gidiyormuş. Bu sırada trenin yanında bomba patladı. O, ayağa kalkıp, bağırdı.

Odada kimse yoktu, ama kapının önünde yerde, incecik ışık şeridi yatıyordu. Demek ki oradakiler uyumuyorlardı. Sırbay, oraya atıldı.

Işıklar içinde olan odada, heyetin üyeleri duruyorlardı ve bir şey hakkında telaşla Rusça konuşuyorlardı.

İçeriye, yürüyerek paltosunu düğmeleyerek Anatoliy Kondratyeviç girdi. O, Sırbay’ın yanına gelecekti, ama onun hareketlerinden ve sözlerinden hızlı bir şekilde, Kızıl Ordu’dan tanıdık bir çavuş girdi.

- Alman hücumu, - dedi o.

- Ya general... – duraksadı Anatoliy Kondratyeviç.

- General ileri hata gitti, - çavuş Sırbay’a bakıp, gülümsedi. – Korkmayınız, aksakal. Bizde derler ya: “keçi yavrusu ölmeden önce ayaklarıyla tepişiyor”. İşte, Almanlar tepişmeye başladılar. Zararı yok, artık kesinlikle onların sonu geldi.

- Ben korkmuyorum... Ama oradaki gürültü nedir? – dedi Sırbay.

- Bunu duymazsanız iyi olur, aksakal, - dedi çavuş, - hem ilginç şey az, hem de kafanızı çabuk koparabilirler. Şimdi Almanlar çift kıskaçla sıkıştırıldılar, işte ondan dölayı ölümü karşılıyorlar. Ölümden başka hiç bir çare kalmadı onlar için.

- Ya kıskaçtan çıkarlarsa? – sordu Sırbay.

- Kurdun burnu kapana girdiyse, o artık kurtulamaz, - rahat gülümsedi çavuş.

Akşam, heyetin üyelerine, Sarpin göllerinin (onlara haritanın üzerinde bir çok küçük mavi golleri gösterdiler) arasında sıkışan Almanların kıskaçtan çıkmak istediklerini, ama başedemediklerini söylediler. O sırada general, yanına Sırbay’ı, Anatoliy Kondratyeviç’i ve Aybarşa’yı çağırıp, dedi:

- Sırbayev’in alayına gittim, sizin geldiğinizi bildirdim. İşte size, aksakal - oğlunuzdan, size Anatoliy Kondratyeviç arkadaşınızdan, size ise – o, gülümseyerek yüzü kızarmış Aybarşa’ya baktı, - nişanlınızdan selam vermek istiyorum. O, benden sizinle görüşmeye imkan vermeyi arz etti. Bazı düşünceleri dikkate alırsak, bu, ancak bugün olabilir. Ben, sizi oraya bu gece götürmek istiyorum. Siz razı mısınız?

Otuz birinci bölüm

RUS TOPRAKLARI İÇİN

O gece, hareketli Willys arabasıyla Sırbay, Aybarşa ve Anatoliy Kondratyeviç, Daulet’in birliğinin yerleştiği yere gelmek üzere yola çıktılar.

Her şeyden, büyük oyunun hazırlandığı görünüyordu. Onlar, sürekli silah, mermi ve diğer askeri malzemelere yüklü arabaları geçiyorlardı; sıra sıra askerler gidiyorlardı; üzerilerinde sürekli uçaklar uçuyordu. Sürekli arabaların akışından, acayip gürültü vardı. Bazen, bir yerlerden beyaz, kırmızı, mavi, yeşil ateşler ayrılıyorlardı ve yarım daire yapıp, karanlıkta yok oluyorlardı.

- İz mermileri, - anlattı şoför.

Gök üzerinde, her zaman kocaman projektörün ışığı geziyordu. O, karanlıktan kah bir, kah diğer gece parçalarını koparıyordu, bazen arkasından toplar gümbürdemeye başlıyordu. Bu, bizim uçaksavar birlikler düşmanın uçaklarına ateş ediyorlardı.

Sırbay, Aybarşa ve şoför, konuşuyor, şaka yapıyor, gülüyorlardı. Bir tek Anatoliy Kondratyeviç asık suratlı, kaşlarını çatmış, sessiz oturuyordu. O, bir türlü şehirlerin yıkıntılarına, sakatlanmış insan cesetlerine, yakılmış, çukurlara kazınmış, sanki içi dışaya çıkarılmış topraklara katlanamıyordu.

- Bu daha küçük bela, - dedi o nihaet Sırbay’a, içinde konserve kutuları gibi ezilip bükülmüş arabaların karoserlerinin yattığı kah bir, kah diğer kocaman hunilere işaretleyerek. Biz daha savaş alanının kendisini görmedik. Bizim bu çukurların yerinde olan şeyi biz alnımızın teriyle kaandık. Gazetelerde, işte yazıyorlar: canavarlar, vahşilikler. Bu sözün aslı olarak, vahşilik nedir? En vahşi hayvan çok belalar getirir mi? Mesela, yılan? Engerek yılanından alçak, hain hayvan olabilir mi? Ya işgalcilerin yanında bu engerek nedir? Hiç, boş bir yer. Veba – bu tam uygun sözdür! – Ama, düşünüp, ilave etti: - Yok, herhalde onu vebayla da kıyaslayamazsın! Bizim zamanımızda veba çok rastlanır mı? Ortaya çıksa bile onu hemen halkaya sararlar ve yok ederler! Burası başka, başka!

Daha bir fikir onun canını sıkıyordu. O, her dakika ya ölmeye, yada düşmanları öldürmeye hazır olan insanlarla konuşmaya utanıyordu ve bundan acı çekiyordu. Ona, burada arkadan gelen insanlara misafirler olarak bakıyorlar gibi geliyordu. Geldiler, sohbet ettiler, sonra elveda!

- Zararı yok, zararı yok, Anatol, - arkadaşını teselli ediyordu Sırbay. – Sen cepheye kızını verdin, ben oğlumu, bizim için ise savaşmak artık geçtir, o kadar gücümüz yok. Ve birden tavsiye etti: - Eğer çok sabırsızlanıyorsan, git komutaya, derdini anlat, de ki sana beş altı esirli versinler, onları hemen yok edersin...

- Baksana ne kadar akıllıymışsın! – gülüverdi Anatoliy Kondratyeviç. – Yok, canım, bu iş böyle yapılmaz. Biz, Alman değiliz. Biz, düşmanı kendisi teslim edilene kadar vuruyoruz...

Böyle konuşmalarla vakit geçiyordu. Ama herkes kendininkini düşünüyordu: Anatoliy Kondratyeviç – Gülnar’ı, Sarbay – Daulet’i ve Masakpay’ı, Aybarşa – sadece Daulet’i. Aybarşa, aslında iyice korkuyordu. Gerçi Daulet, kendisinin ricasıyla Sırbay’a mektup yazdı ve onların arasında yine ilişkiler iyileşti. Ama bu, nişanlısının kendisine inandığını ispatlıyor mu? Ya görüştüklerinde ilk sözlerle sitemler ve sorular başlarsa?

Sırbay’ın fikirleri farklıydı. O, Masakpay’ın hakkında düşünüyordu. Daulet, onların cephede buluştuklarını ve kendisinin Masakpay’ı yanına emirberliğe aldığını yazıyordu. Acaba şimdi onun düşmanı nasıl oldu? Onlar nasıl buluştular? Ne hakkında sohbet edecekler? Niye oğlusu, başka birini değil, onun en azılı düşmanını emirberliğe aldı.

Daulet’in alayı, yarısı tahrip edilmiş bir köyde yerleşmişti. Daulet, misafirleri bekliyordu ve o gece yatmamıştı. Ama buna rağmen misafirlerin gelişini kaçırdı. O, misafirleri artık kendisinin yanına giderken evden çıktı. Onun ilk gördüğü ve karşısına atladığı insan babasıydı. Ama Sırbay, gülümseyerek, düz ve sert bakarak elini kaldırdı.

- Önce Anatoliy’le selamlaş. Ben oğluma geldim, onun ise burada hiç kimsesi yok.

Daulet, Polevoy’u kucakladı.

Sırbay, o sırada Masakpay’ı gördü.

- Ha-a-ah, eski arkadaş yeni iki tanesinden iyi. Hele! Hele! Şefinin arkasında saklanma. Ver elini. Elin artık temiz mi?

Masakpay ona elini verdi, onlar kucaklaştılar.

- Hele! Hele! – dedi Sırbay, neredeyse duygulanmış, - ne ise, durum öyleyse. Herhalde, savaşta, ateşle ve kanla tüm eller yıkanıp, temizlenir.

Karşısına yine oğlusu çıktı, ama o, kendisini bu kez de durdurdu.

- Nişanlına, nişanlına bak, dana değil. Bana niye kucaklaşmaya geliyorsun? Ben senden öyle de gitmem. Ben babanım. Sen bak, o nasılmış? Hadi, kucakla, kucaklasana çabuk! Kendisine her konuda gövendiğini ve senden nafile korktuğunu söyle.

- Canım benim, iyim, bir tanem benim! – dedi Daulet ve Aybarşa’yı kucakladı.

Semaveri koyup, koyu çay demlediler. Anatoliy Kondratyeviç, o kadar yorgundu ki, hemen gidip, bölmenin arkasında yattı. Sırbay, Masakpay’a baktı.

- He, şimdi anlat bakalım, - dedi o. – Her şeyi bilmek istiyorum. Şu senin nişanların. Onlar nereden?

Masakpay, ensesini kaşıdı.

- İşte, ödüllendirdiler, - cevap verdi o, sanki istemeksizin. Ve sesini kısarak, gözlerini yuvarlaklaştırıp, dedi: - Ya Tırtık? Tanrı beni ama da kurtarmış, benim cepheye yollanmamla. Benim başımı mutlaka dolandırırdı, şerefsiz!

- Bu gerçektir, - dedi Sırbay. – Sen, ağda balık gibi onun elindeydin.

- Evet, evet, ağda gibi, - kabul etti Masakpay. – Ben, işte bu konuda düşünmeye başladım, bu ağ hakkında. Şöyle yatıp, düşündüm: öyle durumlar oluyordu ki, neredeyse Masakpay’ın sonu gelecekti! Ben çocuk değil, aptal da değilim, kendim de değişik şeyler gördüm, yine de, görüyor musun, kafam karıştı! – O, sustu. – Yanık ta nedir ki? Aniden bağırdı o hüzünle. – Öylesine, bir gübre yığını, ama görüyor musun nasıl olmuş, az kalsın onun dediklerini yapacaktım.

- Zamanında anladığın iyi olmuş, - dedi Sırbay alicenaplıkla. – Madem pişman olduysan, demek ki benim seninle tüm hesaplar kapandı. Şarkıda nasıl söylendiğini hatırlıyor musun:

Toprak, değerli metalleri saklar,

Denizin derin sularıyla mercanlar kaplı,

Ne yaparsan yap, ama yolunun sonunda,

Kendini temizlemeyi ve bulmayı becer.

- Ya ben... duraksadı Masakpay.

- Tamam, yeter, yeter... – Daulet bu gergin konuşmayı kesti. – O zamanlarda olanlar önemli midir? Sen, en iyisi ilk nişanını ne için aldığını anlat?

- Peki, anlatırım, - gülümsedi Masakpay. –Ben, cepheye gidiyordum ve vagonumun penceresinden manzara görüyordum: sağda huni, solda huni, önde yol kapalı, trenler raydan çıkmış. Korktum ve hemen ranzaya atladım. Başımı kaputumla kapattım ve böyle yatıyorum. Ya ateş etmeye başladıklarında, vagonumuzun üzerinde uçaklar uçtuklarında neredeyse nefesim kesiliyordu. Hep bomba düşerse, mutlaka benim vagonuma düşer zannediyordum. Her gün başımı yoklayıp, düşünüyordum: bugün yaşıyorum, ya yarın ne olacak? Böyle korkuyla dört ay yaşadım. İşte bir gün oldu ki, tüm korkularım bitti. Komatanım beni çağırıyor ve diyor: “Arkadaş Kurmekov, bir dil yakalamak lazım. Size dokuz asker veriyorum, gidin de, dilsiz geri gelmeyin. Emir anlaşıldı mı?” Anlaşıldı, - dedim. Toprak altı sığınağından çıktım, elimle yüzümü sildim ve düşünüyorum: işte, senin sonun geldi, Masakpay Kurmekov.

Aybarşa güldü, ama Sırbay kızgınlıkla ona el salladı.

- Tamam, gittik. Şanssızlığımıza kar yağdı, hem öyle de dolunay vardı ki, etrafımızda her şey gündüz gibi görünüyor. Her birimiz ayrı ayrı tarafta sürünerek ilerliyoruz. Gerçi herkesin üstünde beyaz kamuflaj kıyafeti var, ama yine de dikkatli bakarsan her birimizi tek tek saymak bile mümkündü. Şansımıza arazi ders kitaplarında gibi, engebeliydi. Kah çukur, kah tepe, kaş beline kadar batıyorsun; bazen öyle sert köreşe üzerinde sürünüyorsun ki, ellerin kanıyor. Tam sınıra kadar geldik, durduk. Yüz adım ileride Almanlar! Hem de o zamanlar Almanlar küstahlıydılar. O zamanlar onlar Moskova’ya gidiyorlardı ve sanki hiç bir şeyden korkmuyorlardı. Bir tepede yerleştiler, ateş yaktılar, şarkı söylüyorlar, akordeon çalıyorlar. Sanki bir partiye gelmişler. Al bakalım çal bir tanesini hepsi bir aradayken.

- Tehlikeli iş, - dedi Sırbay.

- Aynen öyledir mesele... Ben de sanki hiç bir şey korkmuyormuş gibiyim. Sadece bir şeyi düşünüyorum: bu işi uslu nasıl yapalım. Etrafımızı gözettik. Bakıyorum, onların arkalarına derin bir hendek gidiyor. Hey yerde kar var, onun içinde hemen hemen yok. Demek ki onu oradan çıkardılar. Nasıl bir hendek böyle, onu niçin kazmışlar, anlayamazsın. Su arığına benzemiyor, hem de burada arıklar olmuyor. Ben işte yüzüstü sürüklenerek gittim oraya, on adım ilerliyorum, başımı kaldırıp, bakıyorum. Yok, Almanlar bizi görmüyorlar. Şarkı söylüroy, çalıyorlar, sanki dünyada tekler. Ben yine sürüklenerek ilerliyorum. Bakıyorum, işte: hendek boyu kızıl saçlı yürüyor, elinde makinalı tabancası, sallanıyor, bir şeyler bangırdıyor ve hiç bir şeyi görmüyor. Ben, onun benim yanımdan geçmesine izin verdim, sonra hemen ayaklarından yakaladım. Hem de öyle bir çektim ki, o cup diye düştü, bağırmaya bile yetişemedi. Yatıyor sessiz, sersemleşmiş sanki. Ben onu hendeğin içine çektim, eşarpı çıkardım, ağzına soktum ve götürdük onu. Sürüklenerek geri geldik, ben de düşünüyorum: niye gürültü olmadı ki, onlar onu, herhalde yakınlarda aramayacaklar, arkadaşlar götürsünler, ben de yine gider bakarım neler oluyor orada. Bizim arkadaşlardan iki tane el bombası aldım, yine Almanlara sürüklenerek yaklaştım – kimse bir şey farketmedi. Böylece ta yeraltı sığınağına kadar geldim. Biraz kalktım, Allah’a dua ettim, bir fırlattım el bombalarından birini – dumanlar çıktı. İkincisini attım ve hemen ayağa kalkıp, geri koştum. Bana ateş edebilecekleri aklıma bile gelmedi. Ama onların ateş edecek halleri yoktu. Onlar sarhoşluktan ve korkudan kim bilir neler düşünmüşlerdir... Biz ise kendimiz de gittik, esirliyi de getirdik.

- Aferin! – dedi Sırbay, - nişanını hak ettin. Şimdi ikinci nişanını anlat bakalım.

- İkincisiyle ilgili anlatılacak bir şey yok. Askeri malzemeleri muhafaza ediyordum, aniden bakıyorum, köşeden üzerime Alman saldırdı. Herhalde beni ateş etmeden yok edecekti. Beni boynumdan tuttu, ben de onu kafamla yüzüne bir vurdum – tüm dişlerini kırdım. Kendisi hatta yuvarlandı. Bu kadar işte!

- Bu kadar mı? – sordu Daulet. – Sen onunla meydan kavgasına girdiğini anlat.

- Bununla ilgili anlatılacak bir şey yok! – Masakpay elini salladı ve yüzü nefrettenmiş gibi kıvrıldı. – Anlıyor musun, - o Sırbay’a döndü, - ben onu bağlayacakken, o bana saldırdı. Ben de onunla nasıl başettiğimi hatırlamıyorum... İnanıyor musun, dişlerimle onun boğazına yapıştım ve kurt gibi kemirmeye başladım. Öf! Hatırlamak bile istemiyorum.

- O zaman benim hayatımı nasıl kurtardığını anlat, - dedi Daulet.

- Evet, bunu ne ise, anlatırım. Olay öyle olmuştu, Sır-ake. Biz o zaman daha geri çekiliyorduk. Kendi birliğimizden ayrıldık ve yolumuzu şaşırdık. Bütün gece yürüdük, ancak sabah saat üçte küçük bir kasabaya geldik. Orada ne bizimkiler, ne de Almanlar yok. Soruyorum: Alman kuvvetleri sizin kasabanızın yakınlarında geçmediler mi? Bizim birliklerimiz bir yerde duruyor mu? Kimsenin bir şeyden haberi yok. Ama biz o kadar yorulmuştuk ki, kalıp, dinlenmeye karar verdik: iki kişi uyuyacak, birisi nöbette olacak. Kimin nöbet tutacağına dair kura çektik, bana düştü. Ben, işte çıktım dışarıya, öne arkaya yürüyorum avlu kapısının önünde, kimse yok. O kadar sessiz ki çevre, bir tek ayaklarımın altındaki kar çıtırdıyor. Birden birisi bir yerde şarkı mırıldanıyor gibi geldi bana. Dinledim, gerçekten öyle. Birisi şarkı söylüyor. Dinlemeye devam ediyorum ve şarkı tanıdık, Kazah şarkısı gibi geliyor bana. Ben elimle başımı tuttum bile. Acaba ben delirdim mi, diye düşünüyorum? Yok, gerçekten Kazahça şarkı söylüyor. Şimdi bile onun havasını hatırlıyorum. Ben kapının arkasında saklandım, bekliyorum. Gel gelelim atlı subay çıkıyor. Bizimki mi yabancı mı yoksa? Belli değil, ama ben karşısına çıktım – söylediği şarkı Kazahça ya – ve selam veriyorum. O da mavzerine yapıştı. Ben kendisine bağrıyorum Kazahça: - Abi, ben sizdenim, Kazahım, ateş etme! Atından indi ve görüyorum ki: Daulet. Ben de sevincimden resmi tekellüfü unuttum. O subay, ben sıradan askerim, ben yine de onun boynuna sarıldım. Ve, işte...

- Dur, şimdi ben anlatayım, - dedi Daulet. – Şunu söylemek gerekir ki ben de zar zor ayakta duruyordum. Benim Masakpay’a söylediğim ilk sözler: sen dur az daha nöbette, ben ise gidip, en azından yarım saat uyuyum. Avluya girdim, atımı bağladım. Yatağa kadar nasıl geldiğimi daha hatırlıyorum, nasıl uyuyakaldığım aklımdan çıktı. Aniden birisi beni yanımdan itekledi. Hemen hatırladım: nöbetteki adam kim? Senin en kötü düşmanın. Senin babanın yüzünden cezalı olarak cepheye gittiğini unuttu mu sanıyorsun? Ben o kadar ürktüm ki, hemen dışarıya atlayacaktım. Ama o sırada birisi benim ayaklarıma vurdu. Ben sandalyenin üzerine düştüm ve artık hiç bir şey anlamıyorum. Silah sesleri duyuldu. Şimdi ise kendisi anlatsın nöbette beni nasıl muhafaza ettiğini.

- Ben, nöbetimi böyle tutuyordum, - dedi Masakpay. – Duruyorum ve uyumamak için yavaşça yanağıma çimdikler atıyorum – uyuma, uyuma diye! Sonra aniden üzerimdeki saçak buzları çınlamaya başladı. Ben çömeldim. Onlar kasabaya nasıl girdiler bilmiyorum, ama o sırada düşünmeye vakit yoktu. Makinalı tabancamı çıkardım ve yere yatıp, bakıyorum. Daulet ve onunla birlikte benim iki askerim dışarıya fırladılar. Ve eğlence başlandı işte! Bizim iki el bombamız vardı. Benim askerim bir tanesini bir fırlattı, havada bir tek kar ve duman uçmaya başladı – Almanlar köşenin arkasına saklandılar, Daulet ise korkuluktan dışarıya atladı. Ben onun arkasından. Koştuk. Köşeden kurşun sesleri vız vız – hepsi kar üstüne. Sadece beyaz duman uçuyor. Aniden Daulet haykırdı ve yüzüyle karın içine düştü. Ben onun yanına geldim. Ne oldu sana? – diyorum. O yatıyor, yüzünü karın içine gömüyor. Bakıyorum, yanında kara leke çıktı. Aman, Tanrım! Kurşunlar yine: vız, vız. Ne yapayım! Onu elime aldım ve bahçenin içinden koşuyorum, eğilmiyorum bile. Kurşunlar benim üzerimdeki dalları kesiyorlar. O sırada işte birden bizim toplar seslenmeye başlıyor. Ben, niçindir o Almanlarınki değil, bizim toplarımız olduğunu hemen anladım. Aha, düşünüyorum, işte sizin eceliniz geldi! Gerçekten de, galiba hiç bir Alman geri dönmedi. Benim hikayem bu kadar.

O, bir şey daha söyleyecekti, ama masanın başından Aybarşa durup, onun boynuna asıldı.

- Sağ ol, dostum Masakpay!

Misafirlere, büyük bir yerleşim yerinin Almanlardan temizlemeye başladıklarını bildirdikten sonra, onlar, Daulet’ten kendilerine oraya arabayla değil, tankla gitmeyi müsaade etmesini istemeye başladılar. Dulet, kesin kes yok dedi. Ama o sırada alayı cephe komutanı ziyaret etti. O, Anatoiliy Kondratyeviç’i dinledikten sonra dedi:

- Ama büyük yoldan uzak olmasın, ve hemen geri dönünüz.

Böylece gitmiş oldular. Daulet, kendi tankına Aybarşa’yı aldı, Anatoliy Kondratyeviç’i ve Sırbay’ı ise diğer tanka bindirdiler – bu tankta genellikle kurmay başkanı gidiyordu.

Yerleşim yerine onlar, sabah geldiler. Orası, küçük şehir, ilçe merkeziydi. Elli altı sokağı vardı, oldukça büyük, ağaçlı meydan, kulüp ve on sınıflık ortaokul vardı. İşte bu okulu Almanlar işgal etmişlerdi. Gerçi orada küçük, 50 – 60 kişilik grup vardı, ama onlar sağlam oturmuşlardı ve esir olmak istememişlerdi. Almanların makineli tabancaları ve bir kaç makineli tüfekleri vardı.

- Bedeli ne olursa olsun orayı temizleyin, - emretti Daulet.

Tank kolonu, doğrudan okula yöneldi. Tanklar, binayı çembere aldılar. Açtıkları ateş, o kadar şiddetliydi ki, ilk salvodan sonra binanın duvarları ve çatısı tahrip edildiler. Şiddetli ateş yandı. Koyu, acı, keskin koku ve toz havaya uçtu.

- Oh, Allahım! – dedi Sırbay, - ama da mucize ! – bir salvo yaptılar ve ev yoktur!

Kendisi, Anatoliy Kondratyeviç’e baktı. O, tankın duvarında kesilmiş yarıklara yapışıp, merakla yere çakıl ve taş yığınının düştüğünü ve buram buram dumanın çıktığını seyrediyordu.

Sırbay, onun omuzuna dokundu. O, arkaya baktı ve iki salvonun arasında bağırdı:

- Korkmuyor musun?

Sırbay, sadece gülümsedi. Böyle demir kalenin içinde korkulacak şey nedir!

Anatoliy Kondratyeviç, bir şey söyleyecekti, ama o sırada bir salvo oldu ve onlar yine tankın yan duvarındaki ince yarığa yapıştılar.

Okul yanıyordu. Meydanı koyu duman kapladı.

- Okula yazık! – dedi Sırbay ve dilini şapırdattı. – Bak nasıl yanıyor, sağlam bir binaydı.

- İnsan, bizim için evden değerli, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç, gözünü yarıktan ayırmadan. – Biliyor musun, yaralı ayı, avcı kendisinin derisini yüzene kadar onu arkadan kovalarmış.

- Evet, öyleymiş, diyorlar.

- Almanlar da bu evi gönüllü olarak terk etmeyecekler. Onu mecbur tahrip ediyorlar. Niye gülümsedin?

- Ben bir şey hatırladım: bizim sülalede bir bahadır vardı. Bir gün o, kurdun arkasından koşturuyordu, kurt ondan mağaraya kaçtı, hem de mağara öyleydi ki, insan hiç bir türlü giremez. Bahadır almış elini içine sokmuş ve kurdu kuyruğundan tutarak çıkarmış. Burada da böyle yapılabilseydi!

- Almanlar – kurt değiller. Kurdun makineli tüfeği yok, onu kuyruğundan çıkarmak mümkün, buraya ise gir bakalım.

- Evet, buraya giremezsin.

- Aynen öyle, giremezsin! Zararı yok, yeni bina inşa ederiz, bundan daha iyisini. Almanlar ise buradan artık gidemeyecekler. Öyle değil mi?

- Öyledir, Anatol.

Atışlar azalmaya başladı. Yatışan tozların içinden binanın yıkıntıları göründü. Bir kaç asker, ellerinde makinalı tabancalarla bu yıkıntılara doğru koştular, ama Almanlar makinalı tüfekten ateş ettiler ve onları yatmaya mecbur ettiler. Sağa sola rasgele ateş edilmeye başladı.

Arkadaşların bulundukları tank, binanın duvarını mahmuzlamaya emir aldı.

- Siz inerseniz iyi olur, arkadaşlar, - dedi komutan Anatoliy Kondratyeviç’e bakarak.

- Biz burada kalacağız, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç. – Orada ne olacaksa olsun biz, çatışmanın sonunu görmek istiyoruz.

- Zaten kötü bir şey olmayacaktır herhalde, dedi komutan. – Tank – sağlam bir sığınaktır, onu kurşunla delemezsin.

Tank hareket ettikten sonra Sırbay, soru işaretiyle Anatoliy kondratyeviç’e baktı.

- Ya biz nereye?

- Şimdi biz duvarın içinden geçeceğiz, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç.

- O bizi ezmez mi? – Sırbay Anatoliy Kondratyeviç’e baktı.

- Ezmez, duvar – tuğla, tank – demir taş. Bak şimdi ne olacak.

Tank gürüldedi ve hızla ileri hareket etti. Birden tankın yarıklarında gece gibi karanlık oldu, sadece tuğlalar demirin üstüne vuruyorlardı. Sırbay, bükülüp, başını omuzlarının arasında sıkarak oturuyordu. Bir itişten sonra tank, düz, sarsılmadan hareket etmeye başladı.

- Ama da mucize, - dedi Sırbay ellerini açarak, - bu, tam bir mucizedir! Biliyor musun, benim aklıma ne geliyor? Bizim de bunda emeğimiz vardır. Bizim pirincimiz de onun yapılmasına fayda etti.

- Tabi, - cevap verdi Anatoliy Kondratyeviç ve hemen bağırdı:

- Aha, kaçtılar, kaçtılar! Baksana, baksana, koşuyorlar.

Onlar, yine yarığa yapıştılar. Şimdi Almanlar gerçekten kaçıyorlardı. Arkalarından, ayrılmış grupları takip ve yok ederek, bizim makinalı tabancalı erler koşuyorlardı.

Mürettebata komut verildi, - bildirdi Polevoy’a tankın komutanı, - tanktan inip, Almanları yaya olarak takip etmek.

- Ya biz niye oturmak zorundayız? – darılgan bir şekilde sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Olmaz, kör kurşun vurabilir, - çabuk cevap verdi komutan ve çıkışa doğru hareket etti.

Tank, çabuk boşaldı.

- Ya biz ne? – sordu Sırbay, Anatoliy Kondratyeviç’e şaşkınlıkla bakarak. – Biz niye inmiyoruz?

- Bize ise, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - yasak.

- Kim yasaklamış ki? – hayret etti ihtiyar.

- Daulet, - gülümsedi Anatoliy Kondratyeviç.

- Ha, Daulet mi? – kızgın homurdandı Sırbay. – O Daulet’se ben Sırbay’ım. İnelim! – ve kendisi birinci tanktan dışarıya atladı.

Almanlar, meydanın üzerinde koşuyorlardı.

- Bana makinalı tabancanı verir misin, - istedi Anatoliy Kondratyeviç tankın kumatanına hitap ederek. O, sessiz silahını verdi.

Anatoliy Kondratyeviç nişan aldı. Bir kaç Alman yere düştü.

- Aha, - memnun haykırdı Anatoliy Kondratyeviç, - bu size Rus toprakları için!

O, yine makineli tabancaya yapıştı.

- Bizim şehrimiz için! – dedi o ciddiyetle.

- Öldürdüğünüz insanlar için! – ilave etti o bir dakika sonra.

O, iyi bir nişancıydı ve atışı boşuna gitmedi.

Sırbay, arkasında yumruklarını sıkıp duruyordu ve her bir atıştan sonra coşkunlukla bağrıyordu.

- Vur, Anatol! Vur onları.

Aynı gün Daulet, heyet için veda yemeğini düzenledi. Sofra başında, söz konusu, bugünkü çatışma hakkında da konuşuldu.

- Evet, - dedi Anatoliy Kondratyeviç, - ben de bugün iyi çalıştım. Sırbay, benim hesabımı tutuyordu, ama hesabı şaşırdı. Sen kötü sayıyorsun, göründüğü gibi!

- Ben kötü sayıyorum değil, senin hesabın karışık. Onları senin kurşunların mı vurdu, yanında ateş eden mi ateş etti. Anlaşılabilecek durum mu yoksa? Ama sen boşuna ateş etmedin. Bunu ben biliyorum.

- Bu kez benim şansımdı, - dedi Anatoliy Kondratyeviç. – Benim çoktan böyle kazancım olmamıştı.

- Babam, ya senin hesabın ne kadar? – sordu Daulet Sırbay’a.

- Benden nişancı olur mu? – Sırbay elini salladı. – Ben en iyisi pirinç yetiştireyim, sen ise hem benim için, hem de kendin için gayret edersin.

Sonra Aybarşa hakkında konuştular.

- O da bir nişan hak etti. Benden nasıl gitmiş ki ben farketmedim bile? – güldü Daulet. – Tanktan inmeye yetişemedik, kendisi sanki yerin dibine düştü. Nereye gitti, sordum, bana cevap veriyorlar: Okula gitti. Nasıl? Tek başına mı? Yok, - diyorlar, bizim askerlerle birlikte. Benim gözlerim karardı hatta. Okula koştum, bakıyorum, merdivenin üzerinde benim Aybarşa koşuyor. Ben onun arkasından...

- Yeter, yeter işte! – hoşnutsuzca konuşmasını kesti Aybarşa. – Anlatılacak şey var.

Ama Daulet, gururdan ışıl ışıl parlayarak, anlatmaya devam ediyordu. Aybarşa, üç askerle birlikte ikinci kata çıktı. Kapı açıktı ve uzun koridorun arkasında, kütüphane dolaplarının arkasında, üç Alman askerinin saklandığını gördü. Açık pencerenin yanında, makineli tüfekli iki Alman daha oturuyordu. Bizim askerler odaya hızla girdiklerinde, ya orta odadan, yada yıkılmış dolabın içinden, elinde bıçağıyla kocaman Alman çıktı. Aybarşa, browning tabancasını çıkardı ama ateş etmeye cesaret edemedi: mermi, yoldaşlarından birini de vurabilirdi. O zaman o, atlayıp, düşmana arkasından yapıştı. Alman düştü. O, kendisinin kafasını yere vurdu, hem de o kadar şiddetli vurdu ki, Alman bir saniyeliğine kendini kaybetti, ama sadece bir saniyeliğine. Sonra o, elini kurtarıp, hancerini çıkardı, ama aşağıdan yukarıya kesmek zordu. Hem de o, zaman kaybetti – Daulet artık buradaydı. O, kaldırılan eli yakaladı ve o kadar şiddetli sıktı ki, Alman haykırıp, hanceri düşürdü.

- He, sonra ne? – sordu Anatoliy Kondratyeviç.

- Aybarşa, bu hanceri aldı, - dedi Daulet, - ve bu dev adamın boğazına soktu.

- Aferin, kızım, - övdü Sırbay. – Demek sen öyleymişsin!

- Ama bu daha hepsi değil, - dedi Daulet. – O, makinalı tüfekle oturan ikinci Almanı da aynı hancerle kesti. Düpedüz onun üzerine vaşak gibi atladı. O sesini çıkarmaya bile yetişemedi.

Bugünkü çatışma hakkında az daha konuştular ve Anatoliy Kondratyeviç biraz yürümeye karar verdi.

- Niçindir başım ağrıyor!

O, dışarıya çıktı.

Çok sessizdi. Beyaz kar, ortasında bir yarı tahrip edilmiş, yana yatmış arabanın durduğu meydanı kaplıyordu.

Nedir bu, düşündü Anatoliy Kondratyeviç, o nereden? Bakmak lazım.

Arabaya kadar geldi ve onun yapısını inceleyerek, onun çamurluğuna elini koydu. Aniden altındaki yer patladı.

O, sadece başını birinin güçlü elleri kaldırdığında ayındı. Kendisi Daulet’in, Aybarşa’nın ve Sırbay’ın seslerini duydu ve gülümsedi.

- Anatol, Anatolüm benim! – dedi Sırbay sessiz ve acılı.

Yaşlı mühendis, hiç bir şey görmeyen, bulutlanmış gözleriyle arkadaşına düz ve dikkatli bakışla bakıyordu.

- Toprak, - dedi o.

Kendisini anlamadılar.

- Rus toprağım benim! – tekrarladı o ve kalkmaya başladı. Hemen horladı ve bir daha hiç kalkmamak için, ağır ağır yana düştü.

- Anatol! – vahşi bir sesle bağırdı Sırbay. - Anatolüm benim!



Otuz İkinci Bölüm

GALİPLER YOLU


Anatoliy Kondratyeviç’in cesediyle tabut, Almalık’a getirildi. İhtiyarın cenazesi, ilçe emektarlarının gösterisine dönüştü. Onu, Sırdarya’nın yüksek kıyısında, tam onun kolundan yeni kanalın ayrılıp, kıra gittiği yerde defnettiler. Orada yüksek tepe yaptılar. İlk baharda, çevresinde çiçek tarhını yaptılar, su çektiler, ağaç korusunu diktirdiler. Herkesten fazla, buna Sırbay özen göstermişti.

İlk baharda, ağaç tomurcukları patlayıp, içlerinden ilk yapışkan, kokulu yapraklar çıkmaya başladığında, babasının kabrine Gülnar geldi. O, kendisinin ölümünü Daulet’in mektubundan öğrendi. Her şeyi anlatıp, Daulet mektubunu bu şekilde tamamladı:

“İşte, bu kadar canım. Sen, tabi ki, bu karşındaki yeni, ağır acıyı zor yaşayacaksın, ama bu bela yeni olsa da, rastladığın birinci bela değildir. Sen kendin askersin, senin ellerinde ne kadar bizim askerimiz can verdiğini tahmin etmek bile korkunçtur. İşte, senin dayanıklığına, cesür kalbine ben ümit ediyorum, canım. Yoksa, elbette ki sana yazmazdım.

Ayrıca senin için şunu ilave etmek istiyorum: bana göre, senin askeri hastanede kalmanın artık bir anlamı kalmadı. Ne de olsa, askeri cerrahiye senin ana dalın değildir. Bana göre senin savaş hattında getireceğin faydadan, Almalık’ta olsan daha çok fayda getirebileceksin. Almalık’ta, en azından ilçe hastanesinin müdürlüğüne üstlenebilirsin, bu da çok gerekli iştir. Herhalde tek ayaklı doktor – artık askeri doktor değildir. Hem de babanın kabrini de görmene zaman gelmiştir artık”.

Mektubu okuyunca ve arkadaşlarıyla fikir danıştıktan sonra Gülnar, gerçekten kaputu çıkarma zamanının geldiğine dair karar verdi. O, sakatlıktan dolayı terhisini yaptırdı ve çok uzun sürmeden Baycan, telgram aldı: “Geliyorum, karşılayınız. Gülnar”.

Baycan, bunu derhal Sırbay’a bildirdi. O, ne yapacağını şaşırdı. Mesele şu ki, kendisi Gülnar’ın babasının ölümünü öğrenmesini kesinlikle istemiyordu. Savaş bitsin de, - diyordu o, - kendisi gerektiği gibi düzelsin, o zaman işte nasıl istiyorsanız, şimdi ise ondan her şeyi gizlemek lazım. Her şeye bir cevabınız olmalı: baban sağ, Moskova’ya yada başka bir yere gittiği için yazmıyor, ama Anatoliy’in ölümünden - tek sözle bile bahstmeyiniz.

Baycan, ihtiyarın gerekçelerini kabul etti ve eşine, babasının ölümüyle ilgili hiç bir şey yazmıyordu. Gülnar’a başka birilerin, mesela Daulet’in yazabileceklerini, kendisinin aklına niçindir gelmiyordu.

Gülnar’ın yarın Almalık’ta olacağını öğrenince ihtiyar, ilk önce Baycan’a sordu:

- Anatoliy’le ilgili bir şey yazdınız mı?

Baycan, yok anlamında başını salladı.

- Demek şöyle, - dedi Sırbay düşündükten sonra, - o, babasının mezarına gitmiyor, sadece izin almıştır. Kendisini Kızılorda’da karşılamak lazım. Yalnız siz gidiniz, ben ise artık yaşlıyım, ha bugün, ha yarın arkadaşımın kızına bakarım ve... karı gibi ağlamaya tutulurum. Yanına oğlunu al, kendisi onun özlemekten ağlasın. Bunun zararı yok, bu iyi gözyaş, sevinç gözyaşları. Bak ama, benim eşimi alma, o neredeyse her şeyi anlatacaktır. Hem de bakınız, onu karşılayınca her şey hakkında konuşunuz, ama babası hakkında tek kelimeyle bile bahsetmeyiniz, - madem öğrenmek nasipse, yerinde öğrensin.

Baycan ve Aybarşa, Gülnar’ı Kızılorda istasyonunda karşıladılar.

Tren durduğunda, ulusalrarası vagonun kapısı açıldı ve kıvrak bir şekilde, iki koltuk değneğine dayanarak, kapı boşluğunun çerçevesinde Gülnar göründü. Onlar birbiriyle kucaklaştı. Önce o, kocasına sarıldı, sonra arkadaşına, oğlusuna niçindir pek dikkat etmemişti.

Üçü de platformda durdular, haykırıyorlardı, gülüyorlardı ve birbirinin laflarını kesiyorlardı. Sonra Gülnar, onları kendi kompartımanına götürdü.

- Bakınız! – dedi o, divana oturarak ve dikkatli bir şekilde koltuk değneklerini kenara alarak. – Ben her şeyi biliyorum: babam cephede hayatını kaybetti ve benden bir şey gizlemenize gerek yok. Ama ben şimdi sizi sorguya almayacağım, her şey hakkında sonra konuşuruz. En iyisi şunu söyle, Baycan, senin kanal işi nasıl?

Aybarşa, uzun uzun Gülnar’ın zayıflamış, 10 seneye yaşlanmış yüzüne, onun kuru, kararmış dudaklarına baktı ve dayanamadan onun boynuna atıldı, sarıldı, ağladı.

- Zavallım benim! – fısıldadı o, - güzelim benim!

Gülnar, onun başına kendi ince, zayıf beyaz elini koydu ve yavaşça onun saçlarının üzerinde gezdirmeye başladı.

- Hadi! Hadi! – şefkatle dedi Gülnar. Niye ağlayıp kaldın ki? Görüyor musun, ben ağlamıyorum. Ben o kadar çok bela gördüm ki, benim galiba tüm gözyaşlarım kurudu. – O Baycan’a baktı. – İhtiyar, benim histeri yapacağımı zannetmiştir, herhalde?

Ona Bahıtjan’ı verdiler. O, onu aldı, ama öyle bir aşırı özenle başından ohşadı, öptü ve kendisinin yanında divana oturttu. Bu hareketlerde ve özenli ohşayışlarda bir soğukluk, bir yabancılık ve nahoşluk vardı.

Aybarşa, kendisine hayranla ve telaşla baktı. Yok, onun arkadaşı, çocuğunu seven anneye benzemiyordu! O, her şeyi – hem babasının ölümünü, hem oğlusuyla buluşmasını, hatta kendi sakatlığını aşırı rahat kabul ediyordu

Almalık istasyonunda, misafiri Rahmet ve Sırbay karşıladılar. Gülnar, herkesle rahat, sevinçle ama biraz yabancılıkla selamlaştı, Sırbay’a karşı başını eğdi, sonra onu dikkatlice kucaklayıp, yanağından öptü.

Sırbay’la birlikte kendisini karşılayan il komite sekreteri, Baycan’a gözünün ucuyla baktı. O, bakışını anladı ve bakışıyla cevap verdi: “Biliyor”.

Gülnar’ı, Baycan’ı ve Aybarşa’yı Rahmet, kendi arabasıyla yolladı, kendisi Sırbay’la beraber kaldı. Onlar, durup arabanın arkasından bakıyorlardı.

- Her şeyi biliyor, - haber verdi Rahmet.

Sırbay, şaşkınlıktan sadece ellerini yanlara açtı.

- Baksana, ağlamıyor bile!

- Şaşılacak ne var ki burada? – dedi Rahmet. – İnsan ateşin ve suyun içinden geçti, binlerce kere ölümün gözünün içine baktı, gevşememeye alıştı işte. Aferin ona!

Sırbay, sekretere hızlı baktı – onun övgüsünde samimiyetsiz, gergin bir şey vardı ve ihtiyar bunu hemen farketti. Sırbay, Gülnar’ın hisslerini tamamen ve sonuna kadar anlamıyordu ve bu, onu çok üzüyordu. Kendisi kadın, sonuçta, telaşla düşünüyordu o. Babasını o kadar çok seviyordu, şimdi ne bir söz, ne bir soru, - oturup, gitti! Nasıl oluyor böyle?!

Rahmet ve Sırbay, Baycan’ın dairesine geldiklerinde, onlar hemen anladılar: Gülnar babasını unutmadı, o hatırlıyor ve acılar çekiyor. O, Anatoliy Kondratyeviç’in odasında durup, babasının portresine dikkatle bakıyordu. Sırbay bir şey söyleyecekti, ama Gülnar, onun lafını kesti:

- Gerek yok, aksakal, gerek yok. Burada yapılabilecek bir şey yok!

Onun sesi hüzünlü, ama çok düzdü.

Ertesi gün sabah o, babasının mezarındaydı. Onun beğenmediği çok şey vardı ve üç gün sonra o, oraya işçilerle birlikte geldi. Bazı ağaçların yerleri değiştirildi, diğerler zaten alındı. O, bu işlemi bir kaç kez yaptı ve yazın, bu hüzünlü mezar tepesi, sahilin en renkli yerine dönüştü.

Yılın sonunda Gülnar, Baycan ve Sırbay, Taşkente gidip, büyük mermer levhasını yaptırdılar.

Levhanın üzerinde:

Aç kırın sulayıcısı

ANATOLİY KONDRATYEVİÇ POLEVOY

1882 - 1942

diye yazılmıştı.

Önce Sırbay, Almalık’a sadece ara sıra geliyordu, dolayısıyla arkadaşının mezarını ayda birden çok daha seyrek görebiliyordu. Bu, onu çok kederliyordu, kendisi için ihanet gibi geliyordu. Ama öyle oldu ki ihtiyar Almalık’ta neredeyse sürekli yaşıyor oldu. O zaman kendisi mutlaka her gün iki yeri ziyaret ediyordu: Polevoy’un kabrini ve demiryolu istasyonunu. Buraya malzeme geliyordu, burada yaşlı mihrab kolhozun adına gelen gübreleri teslim alıyordu. Bu, ihtiyarı tanıyanlar için özellikle yabancı geliyordu: kimse Sırbay’ın mineral gübrelerle iş yapacağına inanmıyordu.

O, eski kurallara bağlı insandı ve şer şeyin Allah’ın nasip ettiği gibi olacağına kuşkusuz inanıyordu. Hayvanların artışı ve salgından ölümü, iyi ve kötü hasat – her şey, onun fikrine göre, tanrının isteğine, tanrının öfkesine yada tanrının rahmetine bağlıydı. Buna karışmayı Sırbay, faydasız ve hatta cinayet zannediyordu. Ondan işte insan eli, nimetlerin suni şekilde çoğaltılması yolunda çalıştığı her yerde Sırbay, şaşkınlıkla ve telaşla duruyordu. Mesela, hayvanların suni tohumlanması. Onu inandırmaya çalışıyorlardı, o ise başını sallayıp, tükürüyordu. Ama “suni” kısraklar gerçek tayları getirdiler, suni koyunlar zamanında doğurup, iyi kuzular getirdiler. İhtiyar, korkuyla tanrının cezasını beklemeye başladı. Ama zaman geçiyordu, taylar, güzel kısraklara dönüştüler, suni kuzu yavrularını çoktan kesip yediler, tanrı halen cezalandırmıyordu. Sırbay, şaşkındı, ama fikrini değiştirmiyordu.

İş onun pirinç tarlalarına geldiğinde, ihtiyar daa ziyade telaşlandı. Mihrab, sadece iki çareyi kabul ediyordu – gübreyi ve suyu. Geri kalan her şeyi o, Allah’a ait olarak kabul ediyordu. Ama bilinmeyen beyaz tozları getirdiler. Onların adları tuhaf, kokuları kötüydü, göz acıtıyorlardı. Narbata’nın söylediklerine göre, bunların topraktan daha önce görünmeyen hasatı çıkaracakları da tuhaftı. İhtiyar, buna kesinlikle inanmak istemiyordu. Ama güçsüz toprak bu kez öyle başak verdi ki, Sırbay ciddi bir şekilde düşünekaldı. Diğer ekipleri takip etmeye başladı. Orada da suni gübreler hakkında konuşuyorlardı, orada da bunların kullanımlarının neticesinde iyi hasat elde etmişlerdi.

O zaman ihtiyar, tanrının, herhalde insanın kendi emeğiyle, aklı ve kurnazlığıyla, el yatkınlığıyla, onun yarattığı yeryüzünün verebileceği her şeyi almasına karşı olmadığını kabul etti. Buna inandıktan sonra ise Sırbay, kolhozuna mümkün olduğu kadar çok yakıcı, kötü kokan, tuhaf, hatta onun Asyalı kulağı için hakaretli adlandırılan (amonyum!) beyaz toz çuvallarından almak için elinden geleni yapıyordu.

Tüm kolhozlar, onlara yollanılan malzemeleri almaya yetişemiyorlardı. Sırbay, tetikte bekliyordu. O, bu sahipsiz malzemelere çaylak gibi atlıyordu, vagonları çabuk boşaltıp, at arabalarına yüklüyordu ve kendi kolhozuna gönderiyordu. 1943’ün ilkbaharında, ilçede “Ken-Torgay” kolhozunkinden fazla hiç kimsede mineral gübre yoktu.

Bu, diğer kolhozları ayağa kaldırdı. Onlar, ilçe arsa arazi müdürlüğünden, kendilerine de rekorcu kolhoza verildiği kadar gübre verilmesini istediler. İlçe arsa arazi müdürlüğü, onların isteklerini satınalma planına dahil etti ve özel eğitmenler ayırdı. Bu, elbette ki Sırbay’a güçlü rekabet yapıyordu, ama ihtiyar seviniyordu. Komşular, arkadaşlar ve akranlar onu görsünler, Sırdarya’nın bereketli toprağı, insan emeğine nasıl minnettarlık gösterdiğini görsünler. Aç Kır, onlara da kendi zengin hediyelerinden bir şeyler versin.

İşte bu iş alanında ihtiyar, kendi geliniyle çatışmak zorunda kardı.

Her şey, Aybarşa’nın kendi ekibini toplamasıyla başladı. Onu önce kolhoz başkanlığına görevlendireceklerdi, ama o buna razı olmadı, ekibinin düzenlenmesine ise çok büyük hevesle girişti.

Aybarşa’nın ekibi, kızlardan ve delikanlılardan oluşuyordu. Adı “Komsomolskoye” ydi ve bu ekibin içinde askeri disiplin vardı: ikazları ikinci kez tekrarlamaya artık gerek yoktu.

Sırbay, bundan hoşlanmıştı, ama kendisi ne ekibe, be de onun yöneticisine güvenmiyordu, o yüzden o, ekibi kendi yönetiminin altına aldı.

- Canım, - diyordu o Aybarşa’ya, - ben senin ekip başlığına asla da karşı değilim, - Allah sana bu işte yardımcı olsun! – ama biliyorsun bizde nasıl derler: “çocuğun yaptığı bıçak sağlam değil ve çok incedir”. Gençlik gençliktir, gençlere sadece şarkıyla oyun gerek. Sen yanılacaksın. Ben sana – gençlerden vazgeç – diyorum, yoksa da on kişi tecrübeli yetişkin işçi kadın al. Onlar, kızlara örnek olacaklar.

Ama Aybarşa öneriyi dinlemedi, ekibinin yaş yeterliliğini yükseltmedi ve kendi annesini bile ekibine almadı. Ekibini kurunca o, kızları uyardı:

- İlk zamanlar bize yan bakacaklar ve bize güvenmeyecekler, ama bağırıp çağırmakla, kızlar, bir şey yapamazsın. Haklarınızı işle ispatlamak lazım. Beceremezsek – bizi rahat bırakmazlar. Dolayısıyla her şeyi sırayla görüşüp, anlaşalım: işlerimizi becermeye mi planlıyoruz, gücümüze güveniyor muyuz, bütün kolhozun önünde mahçup olmayacak mıyız?

Uzun konuştular. Neticede kızlar, ekibi düzenlemeye değer, kendi güçlerine güvendiklerine dair karara geldiler.

Neticede bu işte: Sırbay’ın ekibi hektardan 150’şer kental pirinç topladı, kızlar ise – 135’er.

Ocak 1944’te, Almalık ilçesinin iki şerefli pirinççisi, nişanlarla ödüllendirildiler: Sırbay Dairbayev – Lenin Nişanıyla, Aybarşa Sarımsakova – Emektarlar Kızıl Bayrağı Nişanıyla.

Sırbay’a Rahmet geldi. O, yüksek hükümet ödülüyle kutladı, ileride başarılar diledi. Arkadaşlar yemek yediler, sonra ise yataklarına yattıktan sonra özel konuşmalar başladı.

- Anlıyor musun, - dedi Rahmet dalgın ve yavaş bir şekilde, ihtiyarın anlayacak şekilde konuşmaya çalışarak, - bugün benim aklıma geldi: diyelim ki kırın ortasında bir saksavul çalışı yetişiyor, etrafında kumlar, hiç bir ağaç yok – sadece bu çalı dikilip duruyor. Yanından yolcu gidiyor ve düşünüyor: “ne de yüksek çalıyı kır büyütmuş burada”. Ama söyle, akasakal, bu çalı ormanda yetişmiş olsaydı, ona kimde dikkat eder miydi yoksa? Yanlış mı düşünüyorum?

- Doğru, oğlum, - cevap verdi Sırbay, sekreterin sözünü nereye görütdüğünü henüz anlamadan.

- Evet, - devam etti Rahmet, - doğru, kimse ona dikkat bile etmezdi. Madem o kırda yalnızsa, her kes ona bakıyor. Çalı yüksek olmadığı ve yalnız olduğu için bakıyorlar. Ya siz, sık ormandaki ağaçların, orman kenarındakilerden daha yüksek olduğunu farkettiniz mi?

- Bu da doğru, - cevap verdi Sırbay. – Ormanın içinde ağaçlar daha yüksek.

- Bu da neden oluyor, - devam etti Rahmet, - çünkü her ağaç güneşe uzanıyor, sık ormandan güneşe çıkmak için ise çok yüksek olmak lazım. Ormanın kenarında, ağaçlara uzanmaya ihtiyaç yoktur – orada her bir ot çöpüne bile güneş yeterli.

- Aslında doğru, - dedi çok merak eden Sırbay. – Kamış ta öyle büyüyor, çalılık ne kadar sıksa, kamış ta o kadar yüksek.

- Doğrudur, kamiş ta öyle yetişiyor, zaten her yaratık güneşe, ışık ve ısı için uzanıyor. Ama daha çok ışık almak için, diğerlerden yüksek olmak lazım. Sence, aksakal, insan da bu kanunun dahilinde mi?

- İnsanın insanla tartışmaya ne gerek var ki, - cevap verdi Sırbay. – Onun güneş yetersizliği mi var yoksa? Korkma, ışık ve ısı, güneşte herkes için yeterli.

- Ben böye ışığı kastetmiyorum, - gülümsedi Rahmet. – Onur, saygı, şöhret, soyluluk, - bunların hepsine de ışık denir ya. Herkes komşusunu geçmek istemiyor mu yoksa? Akıllı insan daha akıllı olmak, üstün yetenekli, yeteneğini daha ziyade arttırmak istemiyorlar mı yoksa?

Sırbay, şaşkın bir halde cevap vermiyordu. O, halen Rahmet’in nereye götürdüğünü sezemiyordu.

- Mesela, diyelim ki, - akıl yürütmeye devam ediyordu Rahmet, - kolhozda iki çoban var. Her çobanın kendi sürüsü ve kendi otlağı var. Onların her biri, hayvanlarının daha semiz olsun, ineklerinin daha çok süt versin, koyunları ise daha çok yün versin diye gayret etmiyorlar mı? Onların şanları bu neticelerin içindedir çünkü! Onlar bu şekilde şanları, cesürlükleri ve emektar onurları için tartışmıyorlar mı, madem tartışıyorlarsa buna spor denmez mi yoksa?

- Yarışma, - düzeltti Sırbay.

- Doğru, yarışma! Herkes birinci olmak ister, çünkü birinciye tüm saygı ve şan, çünkü birinci olan, aslında kahramandır.

Sırbay, susmuştu, kendisi bütün bunları daha önce az merak ediyordu.

- Demek ki ne oluyor, değerli aksakalım, her yerde tartışma, her yerde yarışma var. Herkes soylu, şanlı olmak ister. Ama bunu da söylemek lazım ki, ileri çıkmak ta çeşitli şekillerde mümkün: rakiplerin kafalarını koparmak ta mümkün (böyle kapitalistlerde oluyor), herkesin çıkarı için kendi emeğiyle sosyalistik toplumu da kurmaya gayret etmek mümkün (böyle bizde, Sovyetler ülkesinde olur). Gördüğün gibi fark büyüktür.

Rahmet, acele etmeden, mantıklı bir şekilde Sırbay’a sosyalistik yarışmasının ne olduğunu anlattı.

Sırbay, susup dinliyordu, Rahmet nihayet sustuktan sonra ise dedi:

- Ben, oğlum, böyle anlıyorum: zengin olmak istiyorsan – yorulup dinlenmeden çalış, tembellik yaparsan ise zaten dilenmeye gidersin. Senin kolhozunun zengin olmasını istiyorsan – kendin de çalış, diğerleri de çalıştır. Namuslu çalışmadan hariç ben, zenginliğe başka yol bilmiyorum.

Rahmet, derin nefes aldı.

- Emek – bu tabiki en önemlisi, - dedi o, - ama sadece çalışmak yetersizdir. Bir tek çalışmayla zenginliğe erişmek mümkün olsaydı, bizim herhalde fakir kolhozlarımız olmazdı. Onların arasında hem milyonerler, hem orta refahlı, hem de düpedüz fakirleri var – çeşitli kolhozlar vardır. Neden böyle oluyor? Çünkü emekle birlikte becerileri de kullanmak lazım. Nasıl çalışılacağını ve neyin üzerinde çalışılacağını bilmek lazım, başka türlü anlatılacak olursa, yönetmeyi bilmek lazım, çünkü halk, deniz gibi – onun gücü tükenmez. Mesele sadece yöneticide ve yöneticiliktedir. Her yönetici, her zaman kendi kolhozunu herkesinkinden öncü yapmaya gayret ediyor. Öyle değil mi, aksakal?

- Bana bak, - dedi Sırbay soğukça, - beni kastediyorsan, ben şan şeref için çalışmıyorum. Benim bu soyluluğa bedava verseler de ihtiyacım yoktur asla. Ben, hayat daha iyi olsun diye çalışıyorum, ben rütbe falan istemiyorum ve bunun için kendimi uğraştırmıyorum.

- İşte, şimdi biz esasa geldik, aksakal. Yarışmaya niçin ihtiyaç var? Rütbeler ve şahsi zenginlik için mi? Hayır, bunlar için değil! Söyleyin, mesela: kolhozlarda, düğünlerde niye at koşularını yada güreş yapıyorlar? Şan için – dersiniz, öyle mi? Evet, şan için de yapıyorlar, tabi ki. Ama her şeyden ziyade bu beceriyi geliştirmek ve başkalara da örnek olmak için. Siz, işte, hektardan 150’şer kental hasat topladınız – şan şeref size, aksakal! Ama bu hasat, kırdaki yalnız saksavula benzemiyor mu? Bir hektardan 150 kental – 900 pud pirinç – rekor hasat, dünyada daha önce görünmeyen hasat. Ama sorunuz bu hasat niye dünya çapında rekor? Daha yüksek olamaz mı yoksa? Siz zaten biliyorsunuz, pirinç hasatı için üst sınır yoktur, demek ki mesele şunda ki sizin şanınızla kimse yarışmadı, kimse bu 900 puddan ziyade hasat elde etmedi. Sizden başka birisi o kadar hasat elde etseydi, siz de, aksakal, koşuşmaya başlardınız ve daha yüksek zirvelere uzanırdınız.

- Koşuşmaya ne gerek var ki? İhtiyar omuzlarını sıktı. – Kim daha akıllı ve güçlüyse, o yener.

- Evet, ama kim daha güçlüdür ki? İşte bunu tespit etmek gerekir. Siz kolay kolay birinciliğinizi elinizden bırakır mısınız? Onu daha sonra da kendinizde bıraktırmaya çalışmaz mısınız?

Sırbay, mutsuz bir şekilde güldü.

- Canla kolay kolay vedalaşmazlar, oğlum, - cevap verdi o.

- Anlaştık işte, - gülüverdi Rahmet.

Bölmenin arkasındaki saat, önce cırıldadı, sonra cızırdadı, sonra da vakti vurdu – iki tam ağırlıklı vuruş, havanın içinde uzun uzun akıp, eridi.

- Saat iki, - dedi Sırbay. – Uyku vakti geldi.

- Benim niçindir uykum yok, - dedi Rahmet.

- Evet, - uzun söyledi Sırbay, bir şeyler hakkında düşünerek, sonra aniden ilave etti: - İşte, Abay bir zamanlarda yazmıştı:

“Ben yaşlandım, fikirlerim kederli,

Uykum ne sağlam, ne de derin oldu”.

- Gerçekten, - devam etti o, - uyku, ihtiyarlarla iş görmez. Ben artık az uyurum. Karım kısrağı sağmaya çıkıyor – ben uyuyakalıyorum, eve dolu kovayla giriyor – ben kalkıyorum. O yüzden konuşabiliriz.

Ama Rahmet sessizdi.

- Niye sustun ki, oğlum? – sordu Sırbay, dirseğinin üzerinde kalkarak. – Diyorlar ki dünyayı çok gezenin dili uzundur. Senin başlaman gerekiyor, oğlum!

- Ben, işte, ne hakkında düşünüyorum, aksakal: iki nişan sahibi – siz ve sizin gelininiz - yarışmaya girseydiniz iyi olurdu...

- Yarışma mı? Onunla mı? – Sordu Sırbay kısa bir duraklamadan sonra. – O bana nasıl rakip olabilir ki? Benim ona yardım etmem, öneriler vermem gerekiyor, yarışma ise... – o başını sağa sola çevirip, gülümsedi.

- Ya kendisi sizi geride bırakmak isterse – o zaman ne?

- Ne var ki? – Sırbay, kısa bir duraklamadan sonra ellerini yanlara açtı. – İhtiyar yiğidi geçebilir mi ki? Ona yol veririm – bu kadar.

- Demek ki sen atını var gücüyle kovala, ben de kendiminkini dizgininden tutacağım, - Rahmet kahkaha attı. – Ne ala!

- Sence benim ne yapmam gerekiyor? – birden kızdı Sırbay. – Hem de sen nereye götürüyorsun ben anlayamıyorum. En iyisi düpedüz söyle, fazla kıvırma. Ben cahil insanım, bu tür inceliklerden anlamam.

- Peki. İki rekorcü pirinç yetiştiricisi var: siz, Sırbay Dairbayev ve sizin gelininiz, Aybarşa Sarımsakova. Başka size benzerleri yeryüzünde yoktur.

- Sen şey, fazla abartma! – korktu Sırbay.

- Ben gerçeği söylüyorum, size benzerleri yoktur. Ama iş onda değil. Önemli olan – siz, henüz üst haddinize erişemediniz. İşte size kendinizi geçmeyi denemek lazım, sizin arkanızdan da tüm diğer pirinççiler yukarıya çıkarlar. O zaman, ben biliyorum ki öyle zaman gelir ki sizin rekorunuz normal olacak, siz ise başka yüksek rekorlar için mücadele edeceksiniz. İşte bunun için ben diyorum, aksakal, gelininizle sosyalistik yarışmaya giriniz ve siz, hasatları daha yüksek zirvelere çıkartırsınız.

- Zamanı gelince belli olur, - kaçamaklı cevap verdi Sırbay. – Hadi, uyuyalım, en iyisi.

Rahmet uyudu, Sırbay ise gözleri açık halde yatarak düşünüyordu:

Evet, sosyalistik yarışma – bu büyük bir iş, büyük iştir. Ama benim korkacak neyim var ki? Okeyanusta balina, gökte altın kartal nasılsa, ben de pirinç bataklıklarında öyleyim. Hadi dene bakalım, yetiş arkamdan – boşuna sırtını yorarsın ve ellerini çalıştırırsın. Tabi ki kendi gücünü denemek fena olmaz. Yeryüzünde öyle güçlü birisi varsa onunla niye yarışılmasın ki? Tamam da erkek olsaydı – yabancı, tanımadığım birisi, yoksa benim kendi gelinim! Kayın pederle geline yarışmak yakışır mı – el alem öğrenirse alaya alır, herhalde.

Saat, üçü vurdu, sonra dördü, sonra zaten aydınlık oldu, o ise yatağının üstünde oturup, içler çekiyor, düşünüyordu.

“Kadınla yarışmak! O kendi eşiyle bile fikir danışmıyor. Danışsa da, öyle, azar azar. Onun Tarbiya akıllı kadın değil mi yoksa? Kime öneri gerekiyorsa – korkmadan yanına gitsin - o yardım eder. Ama bu Tarbiya. O, kocasının üstünlüğünü sessiz olarak kabul ediyor; akıllı bir şey söylese de, saçmalıklar konuşsa da, kendisi her şeyi kabul ediyor, dinliyor, razı olmazsa da - yine sesini çıkarmıyor. Ya Aybarşa? Yok, bu komsomolcu asla da öyle değil. Mesele onda işte. Şanıma bir zarar olmaz mı?”.

Tarbiya, gerçekten her konuda kendisine baş eğiyordu. O, kocasını iyi tanırdı. Kocası kızarsa – o susardı, sakinleştikten sonra yine bir söz yanlışlıkla söyler.

O gece, kendisi perdenin arkasında yatıyordu ve konuşmanın tamamını duymuştu. Sonra Sırbay, uyku vaktinin geldiğini söyledi, Rahmet uykusuz sesle son cümlesine başladı, ama bitirmeden uyuyakaldı. Sırbay ise hep yandan yana dönüyordu, ıhlıyordu, hem öksürüyordu – bir türlü sakinleşemediği belliydi. Gidip, çabuk kendisiyle konuşsam, - diye düşündü o, - kendisi ne kadar da heyecanlandı, ve daha çabuk kararını buldu: Yok, gerek yok. Rahmet uyanıp, duyabilir.

O, ihtiyarın ızdıraplarını iyi anlıyordu. Kendi geliniyle yarışmak, - bunu, galiba, el alem henüz daha görmemişti. Hem de ona, ihtiyara, dünyayı kendi hızıyla şaşırtmak mı kaldı. Kendisi zaten neye değer olduğunu gösterdi – daha önce görünmeyen pirinç hasatını elde etti. Adamı rahat bırakabilirlerdi! Yok, Aybarşa’yla konuşmak lazım, karar verdi Tarbiya – kendisi reddetsin.

Tarbiya, sabah uyandı. Sırbay, perdenin arkasında barışçıl bir şekilde burnundan sesli nefes alıyordu. Demek ki, her şey iyi, - düşündü o. Kendisi biliyordu: onun ihtiyarına uyku, aniden üstlenirdi, o zaman o her şeyin üzerinde uyuyabilirdi. Bazen öyle oluyordu ki, tarlanın ortasında küreğin sapına yaslanır da, uyuyor, yoksa da düpedüz yere uzanırdı. İki saat geçiyor, kendisi sanki bütün gece yatağında uyumuş gibi sağlıklı ve dinç kalkıyordu.

Tarbiya, perdenin kenarını açıp, baktı. Gerçekten öyledir: ikisi de uyuyor. O, kalkıp, çabuk giyindi. Aniden aklına yeni fikir geldi: Aybarşa’ya gidip, duyduklarını anlatmak... Kendisi de zaten o işe üstlenmiştir, belki? Herhalde Rahmet, onlan dolayı yarışmadan bahsetti, Aybarşa onu kışkırttığı için. Kendisi utanıyor, sekreteri yolladı. Yoksa adamlardan saklanmasında gerek kalmazdı. Eskiden o, bu saatlerde çoktan ayakta olurdu! Yok, bütün bunları tek tek öğrenmek lazım.

Tarbiya, örtüsünü başına atıp, çıktı.

Aybarşa’nın oturduğu ev yakınlardaydı. Avlu kapısının yanında çocuk oynuyordu. Bu, İskander’di

- Halan kalktı mı? – sordu Tarbiya.

- Hayır, daha uyuyor, - cevap Verdi İskander.

Tarbiya, yatak odasına geçti.

Orada, bezden yapılmış perdenin arkasında Aybarşa uyuyordu. Onlarda eskiden öyle töre oluştu: Aybarşa zamanında uyanmadığı durumlarda, Tarbiya gelip, edinen kızını burnundan çimdiklerdi, o yandan yanda dönmeye başladığı zaman omuzlarından kucaklayıp, öpücüklerle boğardı. O, şimdi de perdeyi açtı, kızını burnundan çımdikledi, ama öpmedi.

Aybarşa, uykuda bir şey homurdandı. O zaman Tarbiya, onu iyice omzundan silkti. Aybarşa, derhal atlayıp, oturdu.

- Rahatsız etmedim mi? – soğuk sordu Tarbiya.

- Ne oldu? – heyecanlandı Aybarşa, onun üzgün yüzüne dikkatle bakarak, - bir şey mi oldu?

Tarbiya sessizdi.

- Ne oldu böyle?! – sordu Aybarşa ve yere atladı.

- Bak işte, - cevap verdi Tarbiya, kendisini hafif uzaklaştırarak, - ve o, kendisine gece konuşmasını anlattı.

Aybarşa, her şeyi ilk sözden anladı. İki üç gün önce onlar, bütün gün Rahmet’le bu konuyu görüşüyorlardı. Aybarşa’yı da Sırbay’ı çıkmaza getiren konular rahatsız ediyordu. Rahmet’le onlar, böyle anlaşmışlardı: Rahmet ihtiyarla konuşsun, kendisinin bununla ilgili ne düşündüğünü öğrensin. Eğer ihtiyar razı olursa, kendisi de razı. Eğer razı olmazsa, konuşulacak başka bir şey yok. Onlar, bütün bunları gizlilikte tutmaya anlaştılar. Aybarşa, verdiği sözü tutuyordu: kimseye bir şey söylemedi. Ama şimdi, Tarbiya kendisini sorguya aldıktan sonra, o dayanamadı ve kendisine her şeyi anlattı. Tarbiya sadece ellerini çırptı.

- Nasıl razı oldun ki, kızım? – sordu o hazin hazin.

- Öyle oldum işte, - cevap verdi Aybarşa. – Bakınız: tüm kolhozlarda yarışmalar düzenleniyor. Biz, ikimiz de nişan kazandık, demek ki bizim de aramızda yarışmamız lazım. O, Tarbiya’ya Rahmet’in teklifinde sakıncalı hiç bir şeyin neden olmadığını daha uzun uzun anlattı.

- Ben, cahil insanım, - dedi Tarbiya, - ve bu işte her şeyin düzgün olup olmadığı hakkında hiç bir şey bilmiyorum.Burada herkes birbirini geçmeli, ama tartışma nerede varsa orada kavga vardır. Sen benim ihtiyarı tanıyorsun: onunla arayı bozmak kolay, barışması zordur. Sen bunu düşün!

Hem Tarbiya, hem Aybarşa, nihayet bir karara geldiler: Sırbay ne derse o olur.

Sırbay o arada, uzun uzun düşündükten sonra Narbata’yla fikir danışmak istedi. Natalia, Sırbay’ın ekibinde çalışmaya devam ediyordu ve ihtiyar, ona çok güvenirdi. Aybarşa, ihtiyar için nesiyle tehlükeli? Çok eğitimli olduğu için. Natalia ise ondan az eğitimli değildi ve yardımcı olmaya razı olursa, Aybarşa ihtiyarı hayatta geçemez. Natalia razılık verirse, ben hemen sözleşmeyi imzalarım, - karar verdi ihtiyar.

O, Natalia’nın yanına gelip, kendisine her şeyi anlattı.

Ama Natalia, Sırbay’a yardımcı olmaya mutlu olacağını, ama yardımcı olamayacağını söyledi: Haziran ayına kadar çocuğunu anne bakımından yoksun bırakmak olmazdı.

- Ama, - dedi Natalia, - siz, elbette ki, Aybarşa’nın meydan okumasını rahatça kabul edebilirsiniz. Siz tek başınıza çalışmayacaksınız ya, size yeni ekim usullarıyla, tonlarca mineral gübrelerle tarım uzmanları yardımcı olurlar, tek sözle, bizim bütüm bilimimiz yardımcı olacaktır.

Sırbay, dalgın suratla alnını kaşıdı.

- Dediğin doğru, - dedi o nihayet, - benim aslında bilimin tamamına ihtiyacım olmayacak. Bana öyle bilim lazım ki, senin gibi birisi her zaman benim yanımda bulunsun. Sen bana, kızım, tarım uzmanını bul.

- Ancak Kalakay’a rica etsek? – sordu Natalia.

Sırbay sessizdi.

Hemen bugün kendisiyle konuşacağım, - karar verdi Natalia.

- Evet, kocanın yardımı bana çok fayda ederdi, - dedi nihayet Sırbay. – Bu zamana kadar o bana az yardım etmişti, ama o bana yardım etmeye isterde, ben bir dakika bile şüphelenmezdim. Konuş, konuş kızım onunla!

Kalakay, elbette ki razı oldu ve Sırbay, Rahmet’e kendi geliniyle yarışmaya girmeye hazır olduğunu bildirdi.

Rahmet, yeni kolhoz başkanına sözleşme taslağını düzenlemeye havale etti, sonra ise yanına Kalakay’ı çağırdı.

- Anlıyor musun, - dedi ona Rahmet, - pirinççilikte yeni rekorlara erişilmesi – işin sadece bir, hem de en önemli olmayan tarafıdır. Yarışmaya kayın pederle gelin giriyorlar – bu, Kazahların arasında asla görünmemiş olaydır, özellikle vurguluyorum: Kazahların arasında. 24 sene önce gelinler, kayın pederlerine bakışlarını bile kaldıramazlardı, soru bile soramazlardı. Maalesef, bu barbar geleneklerini Kazah aulları halen tamamen yok etmediler. Bütün mesele bundadır. Gerçi, Kazah kadınlarının arasında Salika Ongarbayeva, Nuripa Doshajanova ve bizim Aybarşa gibi isimler vardır. Ama yine de yapmamız gereken işimiz pek çok. Ben, cumhuriyetimizde bu yarışın büyük yankı ortaya çıkaracağını bekliyorum. Sırbay’ı ikna etmek, bana büyük zahmete bedel oldu. İhtiyar çok direndi. Artık bir şey yapamayacağız zannetmiştim.Ama bugün, nihayet, o razı oldu. Biliyor musun inatlığını bana nasıl anlattı: ben o zaman, dedi, henüz gücüme güvenmemiştim, şimdi ise her şeyi hesapladım, özetledim ve görüyorum: yok, ben mahçup olmayacağım!”

- Bana da aynısını söylemişti, - tasdik etti Kalakay.

- Demek ki, dostum, biz seninle şöyle anlaşalım, - dedi Rahmet biraz durakladıktan sonra. – Sen hemen yarın sabahtan kolhoza git ve oradan bana tüm detaylarıyla işlenmiş, bu tür sözleşmelerin düzenlenmesine esas olarak kullanılabilecek sözleşme taslağını getir. Sana sır olarak söyüyorum: yakın günlerde, Alma-Ata’da cumhuriyet pirinç yetiştiricileri kurulunun düzenlendiğine dair konu çözülecektir. Bu konuda çözümün taslağı olarak ben, senin raporunu dahil ettim.

- Benim raporumu mu? – ürktü Kalakay.

- Evet, senin raporunu. Ve demek ki senin malzeme üzerinde biraz çalışman gerekecek. Raporun başlığı şöyle olacak: “Pirinç yetiştiren sovhozların ve kolhozların praktiğine, dünya pirinç rekorunu yapan Sırbay Dairbayev’in tecrübesinin uygulamasına ilişkin”. Biz bu hareketin başına geçebilirsek, - dedi Rahmet bir süre düşündükten sonra, - partiden ve hükümetten şimdikinden daha büyük teşekkürler kazanırız, - ve o, başıyla hafifçe kendi göğsüne işaretledi.

Sırbay’la ve Aybarşa’yla birlikte, emekte üstün başarılar için daha 17 kişi nişan almıştı. Rahmet, Emektarlar Kızıl Bayrağı Nişanıyla, Kalakay – Onur Nişanıyla ödüllenmişlerdi.

- Şimdi, - dedi Rahmet, - artık kazananın Stalin Primi’yle ödüllendirilmesi için gayretlerimizi göstereceğiz.

- Ya ekiplerin ikisi de aynı hasat elde ederlerse? – sordu Kalakay.

- Daha iyi, ikisini de bu ödüle aday yapacağız.

- Primi kazananın kaç kental toplaması gerekiyor ki?

- Bana göre, hektardan en az 160 kental toplaması gerekiyor.

- Evet, - fazla uzatmadan cevap verdi Kalakay, - böyle hasat elde etmek için tüm imkanlar mevcuttur. Onlar için en verimli arsalar verildi, bu sene Sırdarya’nın suyu çok, gübreler, daha iki yıllığına yetecek kadar stoklandı. Onların yapmaları gereken bir tek şey – toprağa emek katmaktır.

Kalakay, konuşma tamamlanmış zannedip, kalktı ve Rahmet’e elini uzattı, ama Rahmet birden arkasını ona çevirdi ve duvara yaklaştı. Sovyetler Birliğinin kocaman haritasının tamamında, kırmızı bayracıklar diktirilmişti.

- Baksana, - dedi Rahmet, kırmızı bayraklardan yapılan çizgiyi göstererek, - cephe hattı artık ne kadar uzaklaşmış, daha geçen sonbaharda Almanlar, Dnepr’deydiler. Bak, bu aylar içinde onları bizim ordumuz ne kadar geri çekti!

- Ya eğer onlar herhangi bir hatta kalmak isterlerse? – sordu Kalakay.

- Yok, onlar artık hiç bir yerde kalamayacaklar. Güçleri olsaydı, o kadar geri çekilmezlerdi... Benim aklıma şimdi bir olay geldi. O zaman 8 yaşımdaydım, bir gün bir konuşma duydum: annem, babama birisinin bir kurdu yakalayıp getirmiş, kurt şimdi bizim avludaymış. Ben, tabi ki, hemen yatağımdan atladım ve kim nerede yakalamış diye sordum. Meğer bizim kayınbirader kendini göstermiş. Kurt onun son ineğini parçalamış, o da kapan koyup, caniyi yakalamış işte. Ben avluya atladım. Etrafı kalabalık, ortada ise bağlı kurt yatıyor. Burnu iple bağlı... Kayın birader de burada duruyor, yeniyle terlerini siliyor – canlı kurdu, bağlı olsa da aula getirmek zordur herhalde. Ben kayın biradere bakıyorum, kendisinin gözleri öfkeden kıpkıprmızı. “Çekilin, - diyordu o, - ben şimdi canlı canlı onun bağırlarını çıkaracağım. Bıçağını çıkardı, kurda yaklaştı ve kuyruğundan tuttu. Millet heyecanlandı: “Günahtan korkmuyor musun yoksa?” – sordu birisi. O da: “Düşmanı vurmak günah değil, düşman için tanrı cezalandırmaz!” Bu sözlerle o, kurdun karnına bıçağını soktu ve derisini yüzmeye başladı. O yüzüyor, kurt ise böğürüyor. En sonunda herkes gitti, sadece ben kaldım. Kayın birader kurdun derisini yüzdü ve ayaklarını çözdü. “Şimdi, dedi, kaçabiliyorsan kaç”. Kurt ayağa kalktı, koşarak tepeye çıktı ve düştü. Orada canını verdi işte. Uzun lafın kısası, bana göre Alman kurdunun artık derisi yüzüldü, uzak bir yere kaçamayacak. Bu Kadar, Kalakay, şimdi aula git.

Kolhozda, ilçe arsa arazi müdürü gelir gelmez sözleşmenin görüşülmesi başladı. Sırbay, tüm detayların içine giriyordu, tahmin ediyordu, hesaplıyordu, kabul ediyordu yada etmiyordu. Bazen tartışmalar oluyordu: bazı maddeler, asla anlaşılmaz gibi geliyordu ve Kalakay bir sonrakine geçmeye hazırdı, ama Sırbay, öyle fikir süylüyordu ki, sözleşmenin metnini yeniden düzenlenmek mecbur oluyorlardı.

Sözleşmenin son hali, 39 maddeden oluşuyordu. İçinde, her şey öngörülmüştü: yük ve çekim hayvanlarının bakımı, işçi envanterinin durumu ve tamiri, değişik tarım teknik önlemleri, - hasatın toplanması ve nakliyesi dahil her şey.

Sözleşme, üstün kuruluşlar tarafından onaylandıktan sonra, yarışan ekipler işlerine başladılar.

Birden birinciliğin Sırbay’ın ekibine geçtiği ap açık görünüyrdu. Gerçekten, ekime hazırlık işlerini ihtiyar, Aybarşa’dan erken bitirdi. Ama ihtiyar, hiç bir şekilde gelinine rakip olarak bakmak istemiyordu ve onun ekibine her türlü yardım göstermeye başladı.

Mart’ın ortalarında bir gün Sırbay, kolhozun işleriyle ilçeye gitti. Kendisi henüz attan inmeye yetişmemiş, onu ilçe komitesine Rahmet’in yanına götürdüler. O, kendisine büyük haber söyledi: 25 Mart tarihinde, cumhuriyet pirinç yetiştiricileri kurulu düzenlenecekmiş. Kurula: Sırbay, Aybarşa ve Kalakay davet edilmişler.

- Bakınız, o zamana kadar ekime tüm hazırlık işlerini bitirmek lazım, - dedi Rahmet.

İşte, 21 Mart tarihinde, kurulun tüm üyeleri, Alma-Ata’ya gitmek üzere Almalık’ta toplandılar. Sırbay ve Aybarşa, Baycan’ın dairesinde kaldılar. Evde, Matrena’nın dışında kimse yoktu. Yaşlı kadının misafirlere nasıl sevindiğini tahmin edilebilir. O, kendilerine bir şeyler anlatmaya başladı, ama birden bir şey hatırlayıp, haykırdı:

- Suyunşi! Suyunşi! (Müjde! Müjde!)

- Ne istiyorsan al, - hızlı cevap verdi Sırbay, onun hatta benzi attı.

Kadın, önlüğünün cebinden telgramı çıkarıp, onu Aybarşa’ya verdi.

- Oku! – emretti Sırbay.

Aybarşa, sessiz ve çabuk sarı listeyi okudu, sonra Sırbay’a yüzünü çevirdi, bir şey söylemek istedi ama ağlamaya başladı.

- Ne oldu? – sordu Sırbay.

- Durum böyle, - dedi Aybarşa, sesine zorla hakim olarak, - Daulet, iş göreviyle Taşkent’e gelidiğini yazıyor, ayın 27-sinde burada olacakmış. Ben de o günlerde...

- Demek böyledir mesele, - sert söyledi Sırbay, - ağlama, ağlama işte! Artık yakın zamanda savaş bitecek, daha yetişirsiniz görüşmeye.

O anladı: Aybarşa, nişanlısıyla görüşemeyeceğini anladığı için ağlıyor; o, 27’de gelecek, 25’te ise Alma-Ata’da kurul açılıyor. O, kurulda katılımdan hiç bir türlü vazgeçemez. Sırbay ve Aybarşa, kurulun ana konuşmacıları.

Bir saat sonra Rahmet, Aybarşa’ya düşündüğü her şeyi söyledi:

- Sen, tabi ki kalamazsun, - dedi o, - bununla ilgili konuşulacak şey bile yok. Ama ağlama. Sen kendisine yaz, durumunu anlat, o anlar ve darılmayacak.

Daulet, tam belirtilen günde geldi. Onu Gülnar ve Baycan karşıladılar. Gülnar, Daulet’e nişanlısının neden olmadığını anlattı ve onun mektubunu verdi.

Daulet, mektubu başından sonuna kadar okuyup, onu cebine koydu.

- Aferin! – dedi o. – Ah, ne kadar iyiymiş o! Gerçi sadece Aybarşa’nın zaferle kutlanması gerekmiyor. Baycan, sizi de kutlamak gerekiyor.

- Ne ile? – sordu Baycan gülümseyerek.

- Ne demek ne ile? Kanalın inşa edilmesiyle. Siz çalışmasaydınız böyle hasat ta olmayacaktı. Dolayısıyla, pek tumturaklı sözler söylemeden, size teşekkür ediyorum!

Onlar, el sıkıştılar.

Bir kaç hafta sonra Aybarşa’ya kart verdiler. İçinde birkaç alelacele yazılan söz vardı: “Kendi birliğimin bulunduğu yere gidiyorum. Detaylı telgramı bekleyiniz. Hepinizi öpüyorum, sizin Daulet”.



SONSÖZ


Sırbay, Rahmet’in Moskova’ya eğitime gittiğini öğrendikçe, önce buna hatta inanmadı. “Okumak mı? Rahmet’in öğrenebileceği ne var ki? O, eğitim görmüş adam değil mi yoksa?”

- Peki, kendisi oraya ne zaman gidecek? – güvensizlikle sordu o, kendisine böyle şaşırtıcı haberi getiren Gülnar’a.

- Artık fazla burada kalmayacak, - cevap verdi Gülnar. – Bu hafta, sanırım, Moskova’ya gider.

- Ben hemen kendisinin yanına gideyim! – kararlı bir şekilde bildirdi Sırbay ve sesli düşünmeye başladı: - Niye eğitime gidiyor, aklım duruyor. Ama kendisi çok iyi insan, onu şerefle uğurlamak lazım. Misafirleri çağırırız, veda partisini yaparız. Büyük insana büyük şeref.

- Birlikte gidelim, - dedi Gülnar.

Almalık’ta onlar, Berlin’den Daulet’ten telgram aldılar. Tarihi 23 Haziran 1947’ydi ve içinde fazla söz yoktu: “3 Ağustos’ta Masakpay’la birlikte Moskova’da olacağız. Oradan Almalık’a gidiyoruz”.

- Onları karşılamak için Moskova’ya gidelim! – Gülnar sevincinden halkışlamaya başladı. – Gidelim! Gidelim! Hemen gidelim!

- Evet, mutlaka gitmek lazım, - destekledi onu Baycan.

Aile toplantısında, Moskova’ya kimlerin yollanılması gerektiğini görüşmeye başladılar.

- Benim, herhalde, mecbur evde kalmam gerekecek, - hüzünle söyledi Sırbay. – Benim başaklar artık süte dolmaya başlıyorlar, gerekli bakım yapmazsan, her şey yok olur!

- Nasıl olur bu, ya? – saldırdı ihtiyara Gülnar. – Beş yıl oğlunuzu görmediniz ve karşısına bir adım bile atmak istemiyorsunuz! Kendisi bin kere şehit olabilirdi, sakat kalabilirdi, asla dönmeyebilirdi, şimdi ise sağ salim geldiğinde, - öz babası kahraman oğlusunu karşılamak istemiyor! Başaklar doluyormuş! Dolsunlar işte, biz ise sizinle gidelim. Ben burada sizi rahat bırakmam!

Sırbay mecbur itaat etti. Sonra, onlarla beraber Aybarşa’nın gidip gidemeyeceği hakkında konuşmaya başladılar. Onunla iş çok daha zordu, onun yakınlarda çocuğu doğacaktı – o, geçen sonbaharda Berlin’e eşinin yanına gitmişti.

Gülnar, kararlı bir şekilde Aybarşa’ya dokunulmamaması gerektiğini beyan etti. Bununla birlikte Tarbiya’nın Moskova’ya gidişiyle ilgili konu ortadan kaldırıldı: Aybarşa evde kalıyorsa, kaynanasının da gelininin yanında bulunması gerekiyor. Dolayısıyla, karar verildi: Moskova’ya, değerli konukları karşılamak için Sırbay, Gülnar, Baycan, onların oğlusu Bahıtjan ve Masakpay’ın eşi – Urkiya gidecekler.

Sırbay, Rahmet’e uğradı. O, halen Rahmet’in okuması gerektiğine inanamıyordu.

- Nasıl oluyor böyle, dostum? – dedi Sırbay. – Senin de mi okuman gerekiyor yoksa? Ben de senin on çeşit bilim olmazsa da, bir tanesini, kendi ilçe komite bilimini öğrenmişsindir düşünüyordum!

- Ah, aksakal, - Rahmet gülümsedi, - ben kendi ilçe komiteliği bilimini de gerektiği gibi bilmiyorum, beni bazı insanlar on kere dolandırabilirler!

- Oh, niçindir inanmıyorum, oğlum, - Sırbay başını salladı, - bir türlü inanmıyorum ben! Nerede böyle insanlar var ki, sen onların önünde öğretmenin önünde öğrenci gibisin? Bizim ilçede senden akıllı ve eğitimli insan yok.

Rahmet kahkaha attı.

- Yok, aksakal, - dedi o, - iyi söz için teşekkür ediyorum, ama siz beni aşırı yüceltiyorsunuz. Gerçi benim tecrübem ve varışlılığım var, bir de bir iki şey okudum, ama bu bagajla uzak gidemezsin. Çünkü bilgiler bir yerde kalmıyorlar, bakınız, etrafınızdaki insanlar her saatte daha akıllı oluyorlar. İlçe komite sekreterinin diğerlerden daha az olması mümkün değil, ben bazen kendimi geride kaldığımı, kendi işimi tamamen bilmediğimi hissediyorum bile.

- Geride mi kaldın? – şaşkınlıkla haykırdı Sırbay.

- Böyle bir bilim var, - dedi Rahmet, - her kesin bilmesi gereken, özellikle parti görevlilerine. Bu bilime, marksizm-leninizm denir. O, insan topluluğunun gelişim kanunlarını bilmeye imkan verir. Bu bilimi öğrenince, insan topluluğunun sadece şimdi nasıl geliştiğini değil, gelecekte de nasıl gelişeceğini bilmeye imkan verir. İşte burada, aksakal, geride kalmak mümkün değil – bilimle birlikte hep ileri, ileri gitmek lazım.

- Anlıyorum, artık anlıyorum, oğlum, senin nasıl bilim için Moskova’ya gittiğini.

Sonra Rahmet, kendisinin Kamu Bilimler Akademisine yollanıldığını, kendisinin buna artık hazırlandığını, Alma-Ata Marksizm-Leninizm Üniversitesinde açık öğretimi mükemmel tamamladığını anlattı.

- Demek ki sen bizden uzun süreye gidiyorsun, - dedi Sırbay ve biraz düşündükten sonra ilave etti: - ben aslında seni misafirliğe davet edecektim. Şimdi benimle birlikte gidebiliyor musun, oğlum?

- Yok, bugün asla çarem yok, aksakal. Bugünlüğüne size başka bir şey teklif etmek istiyorum: hadi Baycan’la birlikte kolhozumuzun tarlalarını gezelim. Sizin oralarda neler olduğunu görmek istiyorum. Nasıl hasat tahmin ediyorunuz? Bana göre siz, bu sene de ödül kazanırsınız.

- Allah nasıl nasip ederse, - naçizane cevap verdi Sırbay.

- Kazanırsınız, kazanırsınız, ama ben başka bir şey de düşünüyorum: bu kez gelininiz sizi nihayet geçmiş olmasın? Onun ekinleri çok iyidir.

- Evet, aynen öyle olacaktır, - Sırbay kabul ederek başını salladı. – Ben artık yürüdün, tahmin yaptım: onun öyle beş hektarı var ki, oradan en az 170 kental alacak, benim ise her yerde 160 çıkıyor! İşte, böyle benim ödüle adaylığım. Daha bakmak lazım, bana düşer mi o?

- Ne ise, ikinci derece ödül adaylığı da vardır, - Rahmet gülümsedi. – Siz ve Aybarşa bir aileden oluyorsunuz, onun başarılarını kıskanmazsınız herhalde, şanınızı paylaşırsınız...

- Kıskanmam, yok, kıskanmam, - Sırbay ellerini kaldırdı. – Peki, oğlum, gidelim tarlalarımıza bakalım, ama önce benim evime uğrayalım, eşime telgram müjdesini söyleyelim, yoksa darılacak.

Rahmet düşündü ve razı oldu.

Kolhoza, küçük çevik Willys’le gittiler. Yolda Sırbay, Anatoliy Kondratyeviç’in kabrine gitmeye teklif etti.

Yaşlı mühendisin defnedildiği mezarı, uzaktan küçük koruluğa benzetmek mümkündü – Sırbayın diktirdiği ağaçlar, bu yıllar içerisinde çok büyüdü. Yabani otlarla ve kır çiçekleriyle kaplı dar çığırla kabire kadar geldiler. Burada araba durdu. Pembe levhanın üzerinde, altın kakmayla yaşlı mühendisin soyadı yazılmıştı. Her şey, dökme demirden yapılan korkulukla dik dörtgenin içine alınmıştı. Tarhların içindeki çiçekler gruplaşıp, güllerle, patlarla, lalelerle kırın büyük sulayıcısının adını yazıyorlardı.

Rahmet, korkuluk ızgarasının yanında durdu. Kabrin korkuluğun bir tarafına yanaştırılmış olması, diğer tarafta da bir kabirlik yerin mevcut olması, onun gözüne çarptı. Rahmet, şaşkınlıkla Sırbay’a baktı. O, anladı.

- Yok, yok hiç bir şey, oğlum, ben bu yeri kendim için ayırdım. Burada Anatoliy’in yanında yatarım.

- Ah, olmaz, aksakal, - gülümseyerek başını salladı Rahmet, - kötü bir şey düşündünüz. Allah size, müslüman olup, gavurun yanında yattığınızı affetmez. Bunun için size ne mutluluk, ne de huzur olmayacak.

- Sen benimle şaka yapma, - sert kesti onun sözünü Sırbay. – Ben arkadaşıma yemin ettim: diriyken biz birbirimizden ayrılmazdık, öldükten sonra da yanyana yatacağız.

O gece Sırbay’ın evinde yattılar. Sabah ihtiyar avluya çıktığında ne gördü: havlusunda Gülnar’ın atı eyerli duruyor, Gülnar’ın kendisi ortada yok. O, buna şaşırdı.

- Eşin nerede senin? – sordu Sırbay Baycan’a.

- O gitmeyecek, - cevap verdi Baycan, - Aybarşa’yla birlikte kalacak.

Sırbay telaşlandı. O, çoktan Aybarşa’nın ne yüz renginden, ne de halinden hoşlanmıyordu ve Tarbiya’ya sık sık onun halini soruyordu. Bütün cevaplara karısı: “Fena değil, fena değil, her şey iyi olacak. O, doğum yapanlardan birinci değil”, - diye cevap veriyordu. Şimdi ise Aybarşa’nın, Gülnar’ı seyahatten vazgeçirecek kadar kötü olduğu ortaya çıkınca, Sırbay ciddi bir şekilde telaşlanmaya başladı.

- Hadi, canım, - emretti o Natalia’ya, - git bakalım öğren, Gülnar nerede ve kendisi niye bizimle birlikte değil?

Natalia gitti ve kısa bir süre sonra haberle geldi: Gülnar uykusunu alamamış, yorulmuş ve şimdi dinleniyormuş.

- Ya gelinim?

- Gelininiz öyle derin uykuda ki, ben kendisini uyandırmaya kıyamadım.

- Peki, iyi öyleyse, - rahatladı Sırbay.

Halbuki Natalia, yalan söyledi. O, Aybarşa’nın odasına girdiğinde, kendisi yüzü yastığa gömülü yatarak ağlıyordu. Gülnar, onun yanında oturarak yavaşça saçlarından ohşuyordu.

- Ne oldu? – sordu Natalia.

Aybarşa, sesli hıçkırdı.

- Şey ya, - dedi Gülnar, - kendi tarlalarını Rahmet’e bizzat gösteremediği için üzüldü. Sırbay gidecek, o ise gidemiyor. Ondan ağlıyor işte.

Natalia, buna inanmış gibi gösterdi ve arkadaşını teselli etmeye başladı. O, bizzat ilçe komite sekreteriyle birlikte gidip, Aybarşa’nın tarlalarını, Aybarşa’nın kendisinin tanıtabileceğinden beter tanıtmayacağını söyledi. Aybarşa, biraz sakinleşti, kalktı ve kendine çekidüzen verdi.

Sırbay, Natalia, yeni kolhoz başkanı, Rahmet kendilerine yaklaştığında artık avlu kapısından çıkmışlardı.

- Ben ayrılırken, - dedi o Sırbay’a, - tüm ekinlerimizi, tüm bahçelerimizi, tüm çiçekliklerimizi, yani kanalımızın suyunun düştüğü her şeyi gözetmek istiyorum.

- Peki, - övdü onu Sırbay, - iyi bir iş, ama bütüm bizim işlerimizi gözetmek için yaklaşık dört gün lazım, bizim ise vaktinde çıkmamız gerekiyor, Daulet’i kaçırmamak için.

- Evet, bu öyledir, - kabul etti Rahmet.

Baycan geldi ve ne hakkında söz edildiğini öğrenince dedi:

- Sulanan her yeri gezmeye ne gerek var ki? Sadece bizim aulumuz yeter bizim için. Onu iyice gözetiniz. Yeşillik içinde boğulan sokakları görmek istiyorsanız – işte, onlar sizin önünüzde. Yeşil meyve bahçelerinde dolaşmak istiyorsanız – onlar burada. Çiçeklikler, bahçeler, koruluklar – bizim aulda her şey var. Bizim arı kovanlarının seslerini dinleyiniz, bizim kurak kır topraklarında nasıl karpuzların, kır kavunlarının yetiştiğine bakınız. Bizim ilçemiz nasıl bahçelerle süslendiğini görünüz. Bizim aulumuza gidelim!

Kolhoz sokağıyla gittiler.

İki taraftan, yeşil park yolları uzanıyordu. Kavakların yaprakları o kadar yoğundular ki, aralarından zar zor düzenli, süslü binalar görünüyordu – her bir ev başkalarına benziyordu – bütün kasaba bir plana göre inşa ediliyordu. Ağaçların köklerinin yanında, tarlalara ve bahçelere Sırdarya suyunu götürerek arıklar şırıldıyordu.

Aulun yakınlarında, büyük kolhoz bahçesi yerleşti. Bahçe, o kadar görkemliydi ki herkesin gözünü sevindiriyordu. Burada yuvarlak elma, uzun elma, limon gibi, büyük, küçük elmalar vardı; kan gibi kızıl ve yeşil, pembe ve hemen hemen tam beyaz elmalar; o kadar sert elmalar vardı ki bütün kış bozulmadan durabiliyorlardı, öyleleri de vardı ki herhangi bir dikkatsiz dokunuştan bozulabilirlerdi. Bazı elmalar ekşimsiydi, diğerlerin tadı ballı sütü andırıyordu.

Burada tüylü şeftali, sanki kehlibardan kesilmiş erikler, yumurta sarısı renginde görkemli kayısılar, çok çeşit diğer meyveler yetişiyordu.

Geniş yol, bahçeyi ikiye ayırıyordu. Bu yolla yolcular, Sırbay’ın arığının ağzına kadar geldiler. Buranın kıyısı zaten eskiden de yüksekti, kazı makinesi geçtikten sonra ise bu yer büyük ve dik bir tepeye dönüştü.

Tepenin zirvesine çıktılar. Karmaşık elektrik donatımlı ana tesviye havuzuna, hidrolik santraline manzara açıldı.

Nehir, sakin ve rahat akıyordu. Terbiye görmüş bir at gibi o, sularını serbest ve hafif bir şekilde tesviye havuzunun kapısına kadar götürüyordu. Burada ne dalga, ne de girdap yoktu, sadece kanalın kurşun renkli yüzeyinde bazen hafif kırışıklıklar çıkıyordu. Ama iki adım sonra nehir, beton kanaldan kurtulup, dizgini koparmış ve aklını gaybetmiş gibi birden aşağıya atlıyordu.

Bu yerden, “Kara Murun Kasketau” sıradağının batı ucuna kadar yerlerşen geniş yeşil tarla çok iyi görünüyordu.

- Eskide, - dedi Sırbay, - burada çıplak sahra vardı, sadece bazı yerlerde, onun gri arazisinin üzerinde dikenli çalılar kararıp, görünüyordü.

- İşte böyle mücizeleri, - haykırdı Rahmet, - sovyetlerin insanı yapabiliyor! Sırdarya vadisinin tamamı öyle olacaktır!

- Bu ta ne zamanlarda olacak? – Sırbay başını salladı.

- Siz ne zannediyorsunuz, buna yüzyıllar mı gerekecek? - Rahmet güldü. – Yok, aksakal, Stalin’in iki beş yıllık planı, topraklarınızın tamamen değişmesine yeter.

Sırbay sessizdi.

- Niye sustunuz ki? İnanmıyor musunuz yoksa?

- Nasıl inanmayım ki? İnanıyorum, oğlum, her şeye inanıyorum.

- Öyleyse şu şekilde anlaşalım: ben Moskova’da okurken siz, adamlara bahçe yetiştirmeyi, yüksek pirinç hasatlarını elde etmeyi, kırın her köşesine su getirmeyi öğretiniz. Ben dönünce birlikte çalışacağız. Kırı kalkındırmak için bizim bolluklarımız yeter. Mesela, şu arazi hektardan ne kadar kavun veriyor? – diye sordu o kolhozun başkanına.

- Geçen sene, - cevap verdi başkan, - biz, mevsimde en az üç bin topluyorduk. Bu sene bundan az olmayacak.

- Vay be! – Rahmet başını salladı. – Ben buradaki kavunların nasıl olduğunu biliyorum, her birinin fiyatı an az 10 ruble. Üç bin kavun 10’ar ruble tanesi, alsana 30 bin. Ya bu arazide kaç hektar var?

- 10 hektar, - cevap verdi başkan.

- Ya araziler kolhozun mu?

- Bizde, arkadaş sekreter, - dedi başkan, - artık özel bahçe ve bostan hiç yoktur. İnsanlar, işçilik günleriyle kendi arsalardan daha çok toplayabileceklerini anladılar.

Kalakay geldi ve selam verdikten sonra deneme tarlasını gözetmeyi teklif etti. Burada, çok az rastlanabilir, değişik pirinç cinslerinin koleksiyonu toplanmıştı.

- İşte burada, arkadaşlar, - dedi Kalakay, - hemen hemen tüm pirinç çeşitleri takdim edilmiştir, bizim yerel cinslerden başlayıp, Atlantik cinslerine kadar, sonra Nil vadisinden, Arabistan’dan, Hindistan’dan, Çin’den, Japon takımadasından. Onların hepsi, coğrafik konumlarının sırasına uygun olarak – batıdan doğuya ekilmiştir.

- İşte, - devam etti o, - Nil cinsi. Onun başakları, kıllar kısa oldukları için kısaltılmış görünüyorlar, dolayısıyla da bu cinse aynen öyle - “kısaltılmış” denir.

Kazıklara sabitlenmiş tahta levhalarının üzerinde tüm veriler yazılmıştı: cinsin kökeni, verimi, iklime alışmasıyla ilgili notlar. Aynen böyle pasaportlu kazıklar, tüm diğer arazilerde de görünüyordu.

- Bu ise, - dedi Kalakay, - bizim gururumuz – “Sırbay” cinsi. Onun başaklarına dikkat ediniz. Onlar kısa olsa da, çok geniş, sağlamlar. Diğer başakların içinde en fazla 80 pirinç tanesi varken, bu başaklarda en az 100 pirinç tanesi var. Üstelik, bu cinsin filizleme oranı çok büyük. Diğer cinsler on filiz, en fazla otuz filiz veriyorsa, Sırbay’ın cinsi elli filiz verebilir, yani hasat, hektardan hemen hemen 900 pud oluyor.

- Eğer 900 pud elde ediliyorsa, aksakal sizin tarlalarınızı bakmamıza gerek yoktur, - yarı şakacı tonla dedi Rahmet.

- Yok, yok, - korktu Sırbay, - onun deneme tarlasında çok şey yetişmiş olabilir. Ben, kendi tarlalarıma bakmanızı arz ediyorum. Ben, onun denemelerini bilmek istemiyorum.

Sırbay’ın tarlasına yöneldiler. Bu tarlada, başaklar yüksek, deneme arazisindekinden çık daha sık bir duvar şeklinde duruyorlardı.

- He, nasıl? – sordu Sırbay, sekreterin yüzüne dikkatlice bakarak. O, ekinlerin içine girdi, bir bitkiyi kaldırıp, onun bükülmüş sapını düzeltti; sapın ucu, onun göğsüne kadar geliyordu. – Hadi sayalım bu bitkide kaç başak var?

Rahmet, dikkatli bir şekilde saymaya aşladı.

- Bu da nasıl bir şey? – dedi o aniden – 72. Sahiden 72 mi? Böyle bir şey hayatta olmadı.

- Bu bitkinin daha başakları az, - cevap verdi Sırbay, - bir bitkide 100’e kadar sap olabiliyor.

- Ya bir başakta kaç pirinç tanesi oluyor?

- İyi hasatta 350’ye kadar oluyor. Demek, bir tohumdan biz, otuz beş bin pirinç tanesini elde edebiliyoruz. Ben bir ara bir tohum ektim ve her sene ondan elde edilen tohumları ayrı çuvala topluyordum. İki sene sonra, bir tohumdan toprağın bana 250 kilo hasat verdiği belli oldu!

Aybarşa’nın arazisine gittiler. Buradaki ekinler, daha sık bir duvar şeklinde durup, daha önce görülmemiş hasat vadediyordu. Rahmet, soylu pirinççilerinin böyle başarılarına içten seviniyordu, - çünkü ne de olsa, bu başarılarda onun emeğinin parçası vardır! – öyle değil mi, aksakal? – sordu o Sırbay’a.

- Öyle, öyledir, oğlum! Bütün bunlar senin yönetimin ile yapıldı. Sana her şey için teşekkür ediyorum, - Sırbay başını eğdi.

- Ama ben, - dedi Rahmet, - tek başıma değildim, beni parti ve hükümet yolladılar, onlara teşekkür etmek lazım... Benim, aksakal, bir hayalim var: eğitimi bitirip, buraya geri gönmek. Baycan da burada kalacak. Öyle değil mi?

- Öyledir, - cevap verdi Baycan, - ben bu topraktan hiç bir yere gitmeyeceğim. Benim buradaki işim aslında daha başlamadı. Yeni beş yıllık planda barajın inşaatını ne zaman tamamlarsak, o zaman ben derim ki: “işte, artık bu kadar!”

Tarladan, akşam geç saatte döndüler. Sırbay, yine Rahmet’in evine gitmesine izin vermedi.

- Dün siz benim misafirinizdiniz, şimdi ise sizi Aybarşa daver ediyor.

Rahmet, ancak ertesi gün evine gitti.

İşte, Moskova seyahatine son hazırlıklar yapılıyor.

Eski geleneğe göre erkek, hiç bir zaman kadına nereye ve ne işle gittiğini söylemez, aynı zamanda erkek, hiç bir zaman kadınla vedalaşmaz, kadının ise ona mutluluklar dilemeye hakkı yoktur. Ancak Sırbay, bu kez geleneği ihlal etti – o, Aybarşa’ya vedalaşmak için geldi.

- Baba, dedi Aybarşa, - siz biliyorsunuz: kadın, yola çıkan insana mutluluklar dilemez, ama madem siz kendiniz kanunu ihlal ettiyseniz, ben de onun çerçevesinde kalmam. İyi yolculuklar size, baba! İyi ve mutlu buluşmalar size!

...Onlar, “Moskova” otelinde kaldılar. Rahmet ve Baycan, eşleriyle birer ayrı numara aldılar, kalanlar ise bir büyük numaraya yerleştiler.

- He, ne yapalım, aksakal, gidip şehri gezelim mi? – sordu Rahmet. Siz, Moskova’nın bu sene 800 yaşı dolacağını duymuş muydunuz?

- Evet! Aybarşa bana bununla ilgili makale okumuştu. Gazeteler, bununla ilgili çok şey yazıyorlar! – cevap verdi Sırbay.

- Yazılacak şey vardır! Bu şehirde Lenin’in anıtkabri, Moskova’da Kremlin. Moskova’da Stalin yaşıyor. 500 senelik, eski binalar var.

Onlar, dışarıya çıktılar. Sırbay, “Moskova” otelinin çatısını görmek için başını yukarıya kaldırdı ve onun neredeyse şapkası düşecekti.

- Ah, kaç kat var ki burada? – dedi o şaşkınlıkla.

- 18, aksakal. Siz, dokuzuncu katta kalıyorsunuz, sizin üzerinizde daha dokuz kat vardır. Ya eskiden burası neydi, biliyor musunuz?

Bundan sonra Rahmet, Sırbay’a kısa zaman önce bu yerde tüy, balık, avlanmış hayvanların satıldığı ahşap dükkanların durduğunu anlattı.

Sırbay, dinleyerek başını sallıyordu.

Ancak Sırbay nerede olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın, Aybarşa’yla ilgili fikir kendisini rahat bırakmıyordu. O, telgram bekliyordu: “Torununuz kutlu olsun”. Ama telgram yoktu ve ihtiyar, gittikçe daha sık ah çekiyordu.

Daulet’in geliş gününde kendisini karşılayanlar, Kazakistan temsilciliğine uğradılar. Rahmet içeriye girdi, diğerler ise arabalarda beklemeye kaldılar. Rahmet, çok çabuk geri döndü.

- Büyük haber var, aksakal, - dedi o, az önce ben Natalia’nın annesiyle görüştüm.

- Ne diyorsun sen? Neredeymiş kendisi? – haykırdı Sırbay ve arabanın kapısını şiddetle çekti.

Binanın içinden yaşlı bir kadın çıktı. Onun külrengi tenli, bitkin yüzü vardı, kendisi fena giyinmişti, ama onun sezilmeyen bir şeyiyle yine de Natalia Poleşçuk’u andırıyordu. Kadını çembere aldılar ve soruşturmaya, davet etmeye ve kızı hakkında anlatmaya başladılar. O, sessiz onlara dakıyordu, bu tuhaf doğu yüz tipine sahip insanlarda, onların canlı dikkatlerinden ve kendilerinin o kadar çok olduklarından çekindiği açık görünüyordu.

- Ne ise, arkadaşlar, bizim artık gitmemiz gerekiyor! Gidelim, kadını da yanımıza alalım. O, çok sıkıntı çekti, işgal edilen bölgede de yaşadı, kampta da oturdu, az kalsın da Almanya’ya götürülecekti. Şimdi artık bir senedir ülkeyi dolaşıp, kızını arıyor. Biz onu artık bırakmayacağız.

Bir saat sonra onlar, havaalanında Daulet’le Masakpay’ı karşıladılar. Daulet’in üstünde albay kıyafeti vardı. Göğsünü kaplayan sayısız nişanların ve madalyaların arasında, Altın Madalya parlıyordu. Daulet, kilo aldı, erkekleşti, omuzları daha geniş oldu, siyah bıyık bırakıp, onları yukarıya kıvırıyordu. Masakpay, üst teğmen kıyafetliydi. O da kendine siyah bıyık ve sivri sakal bıraktı. Onun da göğsünde bir kaç tane nişan ve madalya vardı.

Kucaklaşmaya başladılar.

- Ancak ağlamayın, arkadaşlar! – bağırdı Daulet.

- Burada gözyaşa yer yok, - dedi o, Natalia’nın annesiyle Gülnar’ın, yüzlerini çevirip, gözyaşlarını yuttuklarını farkettiği için.

Daulet, Sırbay’a yaklaştı, kucakladı ve sert, erkekçe öptü. Sonra Gülnar’a döndü, kucakladı. Ama onun gözleri başka birisini arıyorlardı.

- O gelmedi, - dedi Baycan yaklaşarak ve Daulet’in elini sımsıkı sıkarak. - En yakın zamanda telgram bekliyoruz – baba olacaksın!

Aynı gün Daulet, telefonla Almalık’la bağlandı ve Aybarşa’yla görüşmek istediğini söyledi.

- Sağlığın nasıl? – sordu o.

- Her şey iyi, - cevap verdi o. Ya sen ne zaman buraya geleceksin?

Daulet anlattı: yaklaşık iki üç gün günlüğüne kendisi burada kalacak, - Moskova’da işleri vardı.

- Sen yalnız acele etme, - dedi Aybarşa, - her şeyi rahat rahat yap. Artık kesinlikle görüşeceğiz.

Daulet’in işi şuydu: Frunze adına Askeri Akademi’ye girişini resmileştirmesi gerekiyordu. O, artık Akademiden dinleyici olarak kabul edildiğine dair yazı aldı, ama kendisi, belgeleriyle birlikte oraya gitmemiş.

- Beni terhis etmek istemiyorlar, - dedi o Sırbay’a. - Demek ki mecbur olarak biraz daha askerlik yapacağım. Madem askerlik yapacaksam, askeri bilimi de iyi bilmem lazım. O, gerekli olur.

- Ya Masakpay nasıl? – diye sordular kendisine.

- Ya Masakpay ne? Ben, gerekiyorsa bugün bile onu gönderebilirim, sadece belgeleri düzenlemek lazım.

- Ben onun için artık yer ayarladım, - dedi Rahmet. – Sence, kendisi ilçe İcra Komitesinin müdürünün birinci yardımcısı olabilir mi?

- Müdürün kendisi de olabilir! – cevap verdi Daulet. – O, artık her işe ustadır.

Sustular.

- Ya Aybarşa’ya ne olacak? Onun da okuması gerekiyor ya, - kesti sessizliği Rahmet.

- Onunla ilgili her şey apaçıktır, - cevap verdi Baycan. O, her zaman Su Ekonomisi Moskova Enstetüsünü hayal ediyordu. Artık oraya girer işte.

- Ya onun ekibi ne olacak? – sordu Daulet.

- Onun yardımcısı Natalia Poleşçuk. Senin onun tanıman lazım...

Ertesi gün, Akademide dosya açtırdıktan sonra Daulet, Baycan’a geldi. Kendisi odaya girer girmez telefon çaldı. Gülnar, alıcıyı aldı, dinledi ve sevinçle haykırdı:

- Daulet, tebrik ediyorum! Oğlun doğdu.

Daulet, onun elinden alıcıyı çekti. Rahmet Konuşuyordu. O, yine telgramda yazılanları tekrarladı ve odaya hemen Sırbay’ın çağırılmasını istedi.

İhtiyar, numarasının içinde yürüyor, gülümsüyordu, sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. İhtiyarın hareketli, enerjik huyu vardı ve her türlü heyecanları o, kas hareketleriyle belli ediyordu.

- Artık sizin, aksakal, görkemli şölen yapmanız lazım. Nihayet, siz dede oldunuz! – haykırdı Gülnar.

- Olur size şölen, - dedi Sırbay, mutluluktan ışıldayarak, - sen de, kızım, bu şölende şeflik yapacaksın! Ama bu artık aulda olacak, - burada yerimiz bile yok! Mesela, burada at koşularını nerede yapacaksın?

Yine de o gün onlar, küçük bir şölenle kutladılar. Birinci, Sırbay konuştu. O, misafirlerini gözetti ve bardağını kaldırarak şunu dedi:

- Sevgili arkadaşlar! Vodkayı hayatımda ikinci kez içiyorum. İlk kez onu Stalingrad’ın civarlarında zafer için içmiştim, ikinci kez – bugün içiyorum. Bugün, hayatımdaki iki en büyük sevincim için içiyorum – oğlumun kahraman olarak dönüşü için ve torunumun doğumu için. Yalnız torunumun iyi bir adı olsun istiyorum...

O, duraklayıp bekliyordu.

- Evet, insana iyi bir isim bulmak – büyük bir iştir, - devam etti ihtiyar duraklamadan sonra. – Bugün biz, bu sofranın başında sağ, mutlu toplandık, ama bir yer boştur – orası benim hayatta unutmayacağım dostum Anatoliy’in yeri. Dolayısıyla ben, torunuma Anatoliy isminin verilmesini arz ediyorum. Bu isim kötü müdür yoksa?

Sırbay, yavaş bir çığlık duyunca, yüzünü o tarafa çevirdi: ona, elinde kadehiyle Gülnar uzanıyordu.

- Teşekkür ediyorum size, teşekkür ediyorum, - dedi o ve Sırbay’a sarılıp, ağladı. İhtiyarın da gözleri yaşardı.

- Küçük Anatoliy’in mutluluğu için, - haykırdı o ve bardağını boşalttı.

- Anatoliy’in mutluluğu için, - kabul etti herkes.


SON



[1]Ketmen - Orta Asya'da kullanılan çapa türü antika el aleti

[2]Dihan – çiftçi

[3]Arık - sulama kanalı şeklinde su teknik bir yapısıdır

[4]Akın - Türk halklarında şair-doğaçlamadır

[5]Malta yada kurt – suyun içinde erimeyen, özel bir yöntemle hazırlanmış sert peynir

[6] Beşparmak - milli Kazak yemeği

[7] Kımız – kısrak sütünden yapılan fermente bir içecek

[8] Ayran – kefirin bir çeşidi

[9] Yurta - bir çeşit göçebe çadırı

[10] Desyatin – Rus arazi ölçüsü, 1,45 hektar

[11] Kazakların milli yemekleri

[12] Arşın - 0,711 metreye eşit Rusya uzunluk ölçüsü

[13] Pud - 16,38 kiloya eşit ağırlık birimi

[14] Versta - 1,06 km

[15] Sırdaryalı Kazaklar Sırdarya’ya öyle diyorlar

[16] Saksaul - odunsu bitki türü

[17] Evlenme dairesi

[18] İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü

[19] Gosplan – Devlet Planlama Dairesi

[20] Adırna – kaval türü

[21] Toy - (Orta Asya halklarında) festival şarkı, dans, şölen eşlik eder.

[22] Saksaul - odunsu bitkilerin cinstir.

[23] Kuardak – Kazaklarda, Kırgızlarda, Özbeklerde ve Türkmenlerde et ve soğan ile geleneksel kızartma.

[24] Kulşatay – ince hamurdan pidenin bir türü. Çorba içine tam lokma koymaktadır.

[25] Suyunşi – Kazak gelenektir, müjde için değerli bir hediyedir.

[26]Kafır - Allah'a bir mümin ve Müslüman din reddeden adam.

[27] Jaksı – kazakçadan iyi demektir.

[28] Barakeldı - kırgızçadan İnşallah demektir.

[29] Osoaviahim – 1927 – 1948 yıllarında Sovyetler Birliği’nde hava kuvvetlerine ve kimya saniyisine destek yapan sivil kuruluş

[30] “Gosbank” – devlet bankası