XIX. ve XX. asırlarda, yeryüzünün altıda birini avucuna alan, buna kanaat etmeyip dünyanın yarısına hükmeden, onunla da yetinmeyip bütün dünyayı istilâ etmeyi asıl hedef edinen Rusya İmparatorluğunun başlangıçta, sadece Moskova Prensliği denen küçücük bir memleket olduğu herkesin malûmudur. Ruslar tarihî fırsatları iyi değerlendirip komşu devletleri sürekli sıkıştırarak, ustaca siyasî manevralar yaparak, çoğu zaman sonu başkalarının topraklarını işgale varan savaşlara girişerek; karşısına çıkan insanları acımasızca keserek, yok ederek, işgal altına aldığı milletleri çiğneyip geçerek, onları kemiklerine kadar kemirip mallarını çalarak, korkutarak, doğru karar verme yeteneklerini yok ederek, uçsuz bucaksız bir Rus imparatorluğu kurmuşlardır. Bu husus da herkes tarafından bilinir. Bu hakikati, geçen asırlarda yaşamış, Rusya devletinin şöhretinin artmasına, Çarlık iktidarının güçlenmesine şerefle hizmet etmiş Rus tarihçilerinin kendileri de inkâr etmemişler; "Öyle yapılması gerekiyordu, öyle yaptık" diye itirafta bulunmuşlardır. Çünkü Çar döneminin sadık bendeleri olan şovenist görüşler taşıyan bu tarihçiler bile insanlığını tamamen kaybetmemiş ilim sahibi kimselerdi.
Sovyet döneminin Komünist Rusyası "ahlâk" ve "mantık" gibi kavramları tamamen bir kenara itti. İşgallerini, dış ve iç dünyaya, çoğu zaman, bir "iradî katılım" olarak ilân elli. Rusya istilâ hareketlerini kamufle etmek için "biz güneyimiz ve doğumuzdaki yabani, cahil, gelişmemiş halklara kültür ve bilgi götürüyoruz" sözleriyle kendisini aklayarak bu kasıtlı politikayı övdü. Fakat Sovyet döneminde bile Rusya'nın zamanla büyüdüğünü ve sonra imparatorluğa dönüştüğünü, ama kendilerine katılan toprakların başka milletlerin toprağı olduğunu yine Ruslar'dan kimse inkâr etmemişti.
Şimdi. XX. asrın son yıllarında, Yeni Rusya'daki meslektaşlarımız, Rusya'nın türedi filozofları bir sistemi tanımlamanın çok farklı bir yolunu bulmuş, farklı bir aşamasına yükselmiş gibiler. Bu çok farklı tanımlamanın esası, özeti, "hepsi benimdir" şeklinde ifade edilebilecek olan anlamsız bir sayıklamadır.
Bizim eski memleketimiz, on beş parçaya bölünmüştür, diyorlar.
Ukrayna adında bir millet yoktur: bu, Almanların tahrikiyle Küçük Rusya'daki burjuva milliyetçilerinin 1918'de uydurduğu bir saçmalıktır; şimdiki Ukrayna dediğimiz şey, Ulu Rusya'nın bir parçasıdır, diyorlar.
Baltık kıyıları, kanımızın aktığı, paramızın yatırıma dönüştüğü eski Rus topraklarıdır, diyorlar.
Moldova'yı Türklerden boşaltan biz idik. Gürcistan'ı tehlikelerden kurtaran biz idik; demek ki, onların ayrılacağız, devlet olacağız diye kudurmaları, tam bir azgınlık, diyorlar.
Kazakistan hakkında söyledikleri ise hem kısa, hem kesindir. Şu andaki Kuzey Kazakistan dediğimiz bir il değil, birkaç ilden oluşmuş geniş bir alan, eski Rusya toprağıdır, bolşevikler kesip Kazaklara vermişler, diyorlar.
Rusya'nın topraklarından çoğu yanlışlıkla Kazakistan'a verilmiş söylentisi, şu anda Moskova'da çıkan yayınlarda sık sık tekrarlanmaktadır ve bu bir alışkanlığa dönmüştür. Fakat zaman zaman, bütün Kuzey Bölgesi yetmiyor gibi, Ruslar atayurt sıralamasına Yedisu'yu dahi ilave etmekteler.
Ukrayna adında millet yoktur. Baltık kıyıları, eski Rus mekânıdır, Kazakistan Rusya'nın epeyce toprağını zorla almıştır gibi asılsız sayıklamalara destek verip, bunlara sistemli şekilde ve aralıksız olarak yer veren Den Gazetesi, Molodaya Gvardiya ve Naş Sovremennik dergileri okunduğunda, redaktör ile yazarlarının akıllarının, zihinlerinin yerinde olup olmadığından şüphelenirsiniz.
Eskiden İmparatorluk sömürüsünde kalmış milletler, şimdi bağımsız komşu memleketler olmuş da ne demek! Yeni komşu şöyle dursun, Naş Sovremennik dergisi yakın bir tarihte (1992, 11. sayısı) Amerika'ya bile dil uzattı. "Rusya Alaska'yı satmış değildir, kiraya vermiştir." diye yazdı. Buna rağmen sonradan da, bizim Amerika ile toprak kavgamız yok" diyor. Cömertliğine bakın. Okyanus'un öbür tarafındaki Amerika'nın bir eyaletini kendimin diye ilân eder, sonra cömertlikle iade eder. Çünkü o Amerika'dır, kuvvetli, büyük devlet. Ya biz? Biz, yani Kazakistan'a kesip verdiği farz edilen "eski Rus toprakları" iddiasından da geri dönecek mi? Bu konuda cömertlik yok. Makale yazarları meseleyi açık bırakıyor.
Fakat amaç bellidir. Bizim isim saydığımız sadece Den, Molodaya Gvardiya, Naş Sovremennik gibi yayınlarla birlikte, Moskova'dan dağılan kitap sayfalarında sürekli tekrarlanmış olan eski Sovyet cumhuriyetlerine kesilip verilen Rusya toprakları hakkındaki söylentiler sadece terbiyesizlikten ortaya atılmasına rağmen, bir aptalın işi ve eblehlerin ağzından çıkmasına rağmen, dikkate alınmayacak söylentiler de değildir.
Tabii, esaret altındaki memleketler ayrıldıktan sonra da Rusya; toprak, nüfus ve silah bakımından hâlâ güçlü olan bir memlekettir ve hâlâ evrensel bir imparatorluktur. Güçlülerle aynı kompartımanda oturup, eşitliği aşağılanma gibi değerlendiren Rus şovenistleri, geçmişteki keyfî yönetim günlerini bir türlü unutamıyorlar. Yatıp kalkıp, o günlerin geri dönmesini hayal ediyorlar. Eğer eski Sovyetler Birliği'ni oluşturan milletler arasında veya şimdi bağımsız olmuş memleketler arasında çıkan ve bugünlerde yer yer tutuşan ateş, daha da alevlenerek dünyaya yayılırsa, tabii, Rusya bundan kazançlı çıkar; çünkü dizginini kesip gidenleri yeniden dizginleyip, yeniden esaret altına alacağını umar. Hatta öyle olmasa bile fakirliğe, yoksulluğa terk edilmiş halkının dikkatini başka tarafa çekmesi lâzım. Asıl amaçları, "şu toprak da, bu toprak da senindir; bütün dünya senin için" sözleriyle şoven zihniyetini milletinin beynine yerleştirmektir. Şovenistlerin bu sözleri ve fikirleri, şimdi olmasa bile, belki de daha sonra bir gün herhangi bir komşusunu bizim için ''pişmiş aş" diye yutuvermesine zemin hazırlamak gayesine hizmet edecektir.
Ancak öyle günler artık geri gelmeyecektir. Soljenitsin, Şafareviç, Rasputin, Belov, Bondarenko, Kazintsev gibi yazar müsveddelerinin Rusya'nın geleceğini göremedikleri, insanlık tarihini ise hiç bilmedikleri apaçık gözüküyor. Ağlayarak, kara çarşaflara bürünerek kabul etmeleri lazım ki, ebediyen yaşayan bir imparatorluk yok. Bilindiği gibi, Babil ile Mısır da yıkılmış, Kartaca ile Roma da yıkılmış, Büyük Türk Kağanlığı ile Altın Orda da dağılmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçalanmasının, Britanya İmparatorluğu'nun dost, egemen memleketler birliğine dönüşünün üzerinden çok zaman geçmedi. Ne olursa olsun, kendi aralarında düşmanlık olmaksızın, kavgasız gürültüsüz ayrılınabileceğini bu son iki imparatorluğun dağılış şekli açıkça gösterdi; özellikle de Britanya Milletler Birliği.
Zaten, Rus İmparatorluğu, tarihin kendisine biçtiği ömürden yetmiş beş yıl daha fazla yaşamıştır. 1917 Şubat İhtilâlinden sonra, dostça, barışçıl bir şekilde, her milletin kendi bayrağını yükseltmesi lazım idi. Fakat Çar’ın askerleri de, Kızılordu mensupları da buna yol vermedi. Kendi aralarında savaşan bu iki ordu, Rus olmayan milletlerin uyanış hareketlerini bastırma konusunda aynı görüşe sahip idiler. Sonuçta evrensel kasaplıkta kimseye acımayan Bolşevikler iktidarı ele aldı. Bolşevikler, özgürlük ve eşitliğin bu dünyadaki cennet olduğunu ifade eden yalandan ibaret bir slogana sığınarak, dünyada sadece bir halkın, Rus halkının diktatörce iktidarını sağlama yolundaki kanlı yolculuğuna başladılar.
İktidarın değiştiği doğruydu. Romanovlar gidip, onların yerine Bolşevik-Komünist iktidarı geldi. Fakat bu yalnızca Rus istilâcılığının yeni bir dönemi ve en üst derecesiydi.
Bolşevik hükümeti iktidara gelir gelmez; dağılmış, parçalanmış olan eski imparatorluğu yeniden kurma yolundaki mücadeleye girişti. Çar taraftarı askerlere karşı yapılan savaş, bu defa milletler egemenliğine karşı bir savaşla devam etti.
Bağımsızlığını yeniden ilân eden Ukrayna tuz buz oldu.
Kazakistan'daki Alaş Hükümeti yasadışı ilan edildi; Hokand'ın özerkliği, Buhara Emîrliği ortadan kaldırıldı; böylece bütün Türkistan, imparatorluğa tamamen tabi kılındı.
Sonra, eski memleketlerini yeniden kalkındıran Polonyalılara karşı bir savaş başlatıldı; fakat dizgini kesip giden Polonyalılar, Varşova yakınlarında Kızıl Ordu'yu yenip, bağımsızlıklarını korudular.
Bu yenilgiden sonra dünyanın önünde rezil olan Bolşevik Hükümeti, millî kurtuluş savaşı sırasında bağımsızlığını kazanıp Rusya ile ilişkilerini kesen Letonya, Litvanya, Estonya ve Finlandiya'ya karşı olan hareketini geçici olarak durdurdu.
Fakat çok beklenmedi. İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağı sırada Hitler'le saldırmazlık antlaşması imzalayarak Baltık kıyılarını işgal edilmiş, sonra Polonya'yı parçalayıp, Finlandiya'ya karşı saldırıya geçilmiştir. Kahraman Fin halkı, "Kış Savaşı”nda bağımsızlığını koruyabilmiştir. Evrensel kasaplık bittiğinde de Polonya devleti yeniden kurulmuştur.
Sovyetler Birliği denilen Rusya İmparatorluğu, bu sırada Ulu Vatan Savaşı sloganıyla yolunun önündekilerin hepsini yıkarak, batı ile doğuda nice topraklara sahip olmuştu. Nice milleti kendine bağımlı kılıp, dünyanın yarısını karıştırıp, bütün dünyayı sallamıştı. Afganistan'da burnu taşa değinceye dek ileriye doğru saldırmayı bir an bile durdurmamıştı.
Nihayet, sadece kötülüğe hizmet eden bu denetimsiz güç, talan ile yağma dışında hiçbir şey düşünmeyen kaba politika, kimseyi muradına erdirmedi. İmparatorluk dağıldı, imparatorluk fikri işe yaramamıştı. Fakat patron olan, yöneten Slav ailesi, sözünün üstün, düşüncelerinin tartışılmaz olduğu fikrinden vazgeçmemiştir.
Gerçekten de onlar, bundan yüz kırk yıl önce tek Rus’un bulunmadığı Yedisu'yu Ruslar'ın atayurdu olarak ilân ediyorlarsa, bağıra çağıra gülecek misiniz, yoksa küplere mi bineceksiniz? Ama gülmek faydasız, öfkenin de bir yararı yok. "Hem suçlu, hem güçlü" derler ya. İşte tam öyle. Maalesef bu kokuşmuş psikoloji, eski sakat anlayışın bir kalıntısından ibarettir. Kendilerini Rus vatanseverleriyiz diye tanımlayan meslektaş biraderler, öncelikle kendileri gibi düşünmeyen kardeşlerinin düşünmesini engelliyorlar. Bu çatlak seslere kulak kapatmak mümkün ama bunun sonucu da iyi olmaz.
Den Gazetesi, şimdiki Hür Ukrayna'nın meşhur siyaset adamlarından birinin kızdığı bir an: "Rusya, Moskova Prensliği zamanındaki sınırlarına çekilmedikçe, biz kendimizi emniyette saymayacağız" dediğini yazıyor. Burada, Rus Prensliği'nin eski sınırlarından bahsedilmesi tesadüfî değildir.
Bu münasebetle Rus devletinin istilâ tarihi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekmektedir.
Türk kökenli toplulukları aynı bayrak altında toplayan Altın Orda, Avrasya'da iki yüz yıldan fazla süre içinde toprak, nüfus ve asker bakımından en ulu memleket olmuş ve XV. asrın ilk yarısında sayısız tarihî ve toplumsal sebep sonucunda tamamen dağılmıştır.
İdil Nehri’nin orta kısmında, yani eski Bulgar Türk topraklarında Kazan Hanlığı kurulur.
Karadeniz'in kuzeyi; Büyük Bozkır ve Kırım Yarımadası’ndan oluşan topraklar üzerinde Kırım Hanlığı ilân edilir.
İdil'in aşağı kısmı, Hacı Tarhan Hanlığı olarak bölünür.
İdil ile Yayık arasındaki yurt, Nogay Ordası ismini alır.
Sibirya'daki Türk toplulukları Sibirya Hanlığı’nın temelini atarlar.
Altın Orda devrinde bile egemenliğe özenen Kök Orda, şimdiki Kazakistan topraklarında Kazak Ordasını kurar.
Altın Orda'nın en güzel yeri, yani İdil ile Don nehirlerinin arasından güneyde Kafkas dağlarına, kuzeyde Rus ormanlarına kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırı mekân edinen çok sayıda halka Ulu Orda ismi verilir.
Böylece dünyanın yarısına hükmeden Altın Orda bağımsız yedi parçaya ayrılıverir.
Saydığımız bu memleketlerin toprakları, halkının nüfusu, gelişim düzeyleri ile askerî güçleri farklı seviyelerdeydi. Ama her biri kendi bayraklarının altında, müstakil bir millet olabilecek mevkiye ulaşmışlardı. Onların yalnızca birbirleriyle akrabalığa, kardeşliğe, karşılıklı yardımlaşmaya ihtiyaçları vardı.
Çünkü etrafındaki Mordvin, Komi, Karelya, Udmurt halklarını kendisine bağımlı hâle getiren ve doğuya doğru iştahı kabarmış şekilde bakan Moskova Prensliği, tam bu sıralarda ciddi bir tehlikeye dönüşmekteydi.
Altın Orda'nın mirasçıları hâlâ kuvvetliydiler; Kırım Hanlığı tek başına olsa bile, Rusya'ya yanlış adım attırmazdı. Sadece Ulu Orda bile üç yüz bin asker çıkarabilecek güce sahipti.
Ne yazık ki, aynı dine mensup, aynı kökten gelen, gelenek ve görenekleri ortak olan, hemen hemen aynı dili konuşan kardeş Türk-Kıpçak kavimleri, birlik ve dayanışma içinde değildiler. Tam tersine, yanı başlarındaki tehlikeyi görmüyorlardı; birbirine karşı tahammülsüz ve iç savaşa eğilimliydiler.
Türk topluluklarının kendi aralarında anlaşamamaları neticesinde, Altın Orda'nın devamı sayılan Ulu Orda dağılmış, Nogay Ordası da zayıf düşmüştür.
Böylece aradan yüz yıl geçti. Dün dünyayı titreten Altın Orda, bugün artık bir düşten ibaret.
Artık Knezlik, kendisini Moskova Prensliği değil, Rusya olarak adlandırıyordu ve oldukça da güçlenmişti. Onun, Bizans gibi bir dünya imparatorluğu kurması ve doğuya açılması için kuvvetli Türk Uluslarını teker teker bozguna uğratması ve öncelikle Kazan Hanlığı'nı fethetmesi lâzımdı.
Rusya açık şekilde savaşmanın kendisine büyük ölçüde zarar verebileceğini anlayıp, Kazan'ı siyasî yollarla esaret altına almak ister. Kazan Hanlığı'nı idare edenler arasındaki ihtilâfları ustaca kullanır, zekîce planlanmış entrikalara başvurarak komşu ülkenin tahtına kendi müstebit idarecilerini getirmeye çalışır ve halkın arasından çıkan hainler yardımıyla da milletin en iyi temsilcilerini birer birer yok eder. Fakat Kazan Hanlığı'na tabî Türk toplulukları, birlik ve beraberliğe, manevî güce sahip olduklarından, millî bağımsızlığı her şeyden daha üstün sayarlar ve bundan dolayı yurdun batısından bir tehlikenin yaklaştığının da farkına varırlar.
Dolaplar çevirerek yaptığı "soğuk savaşın" netice vermediğini anlayan Rusya, açık savaşı seçer. Yapılan ilk savaşlarda başarılı olamazlar. Bunun üzerine 1552 yılının 19 Ağustos'unda, Çar IV. İvan'ın bütün askerî kuvvetleri Kazan şehrine yaklaşır.
Rus ordusu yüz elli bin askerden oluşmaktadır. Askerin yüz elli topu ve binlerce tüfeği vardır.
Kazan Kalesi'nde ise toplam otuz bin asker bulunuyordu. Düşman, asker sayısı bakımından beş kat fazla, silah bakımından ise yirmi otuz kat üstündür.
Köle olarak yaşamaktansa şerefle ölmeyi daha kutsal sayan mübarek Kazan halkı, sonuna kadar mücadele etmeye karar verir. Cadiger Han, Rus Çarı İvan'a gönderdiği cevabî mektubunda şöyle yazmıştır: "Kanlı şölene geldiniz; biz savaşa hazırız, sizi karşılarız!"
Savaş durup dinlenmeden sürmüş, aradan iki üç geçtikten sonra Kazan çepeçevre demirle kuşatılmıştır. Böyle başlayan savaş, kardeş Türk halklarının eski ve yeni tarihindeki en kanlı, en trajik ve aynı zamanda sonraki nesillere ders olacak ünlü savaşlardan biri olmuştur.
Kaledeki askerlerin komutanları; Kulşerip Molla, Nogaylı İzeneş Biy, Tümenli Kebek Batır, Derbiş Batır, Süyinşiali Batır ve adı Kazak destanlarında da geçen, Kazan Savaşı öncesinde 1549 yılında vefat eden meşhur Narik oğlu Şora Batır'ın öz kardeşleri Şapkın, Atalık, İslâm ve Alikey’dir. Belirtmeliyiz ki; o tarihte Tatar, Başkurt, Nogay, Kazak şeklindeki etnik gruplaşma henüz netlik kazanmış değildi; bu yüzden Kazan'ı savunan askerler arasında Avrasya'daki Türk topluluklarının bütününün temsilcileri vardı dersek yanılmış olmayacağız.
Acımasız savaş kırk güne kadar uzamıştır. Kazanlılar zaman zaman kalenin dışında da Rus askerleri üzerine gidip, kuşatmayı delip, galip geliyor ve geri dönüyorlardı. Fakat bir kişiye beş kişinin düştüğü bu kanlı savaşta düşman, sayısı azalmasına rağmen, mağlup edilememişti.
İlk hafta kale önünde, cesur İslâm Batır ile Süyinişali Batır şehit olur. Müdafaada bulunanların sayısı gün geçtikçe azalır.
Buna rağmen Kazan‘ı savunmak ümitsizlerin işi değildir. Çünkü İdil ile Yayık'ın her iki boyunda, Sarı Arka ile Siriderya kıyılarında büyük kardeş halklar ile bunlara bağlı sayısız asker vardır ama mesafe çok uzaktır. Kazan'ın Ruslar tarafından muhasara altında bulunduğu haberi onlara zamanında gönderilememiştir. Fakat çok yakınında, hâlâ yeterince kuvvetli Ulu Nogay Ordası, yani Nogaylı bulunmaktadır.
Nogaylı'nın büyük hükümdarı Cüsip istese en fazla on gün içerisinde iki yüz bin kılıçlı asker çıkarabilirdi. Cüsip'in gözü pek otuz oğlundan her birinin iki üç binden, beş on bine kadar kolu vardı. Onlar Kazan'ın tehlikede olduğunu duyar duymaz bir araya gelip, babalarından izin ister ve derhal oraya doğru atlanmak gerektiğini, Kazan’ın yıkılması halinde herkesin yok olacağını söylerler. Ama Cüsip sükûnetini bozmaz, oğullarının da atlanmasını sert bir şekilde yasaklar. Bu Cüsip'in alımlı, güzel ve aklı fikri ile dillere destan olan Süyinbike isimli kızı vardır. Kazan Mani'nin hanımefendisidir o. Süyinbike, bir kurye göndererek, düşmanın yaklaştığını, herkesi ölümün beklediğini, bu yüzden babasının hemen asker göndermesi gerektiğini bildirir. Cüsip, bu sözlerden etkilenmez, uyanmaz.
Cüsip belki bunamış, belki de Kazan’ın yıkılması durumunda toprağının genişleyeceğini düşünmüş olmalıdır.
Cüsip'in savaşçı oğulları ise baba iradesini çiğneyememişlerdir. Böylece Kazan'a yardım eli uzanabilecekken, asker gönderilebilecekken fırsat elden kaçmıştır.
Buna rağmen bazı yiğitleri durdurmak imkânsızdı. Dünkü büyük Altın Orda'nın her yerinden kendi başlarına yardıma koşan bahadırlar çoktu. Fakat onlardan çoğu tam zamanında menzile ulaşamamış, ulaşanları ise Capanşa isimli yiğidin önderliğinde yedi bin civarında kol oluşturmuşlardır. Bu yiğitler Kazan'ı kuşatmaya çalışan Rus askerlerinin tam arkasından saldırıya geçerler. Düşman halkasını geçememelerine rağmen, sürekli saldırılar düzenleyip, onları büyük zararlara uğratır ve kaledeki kardeşlerinin moralini yükseltirler.
Tabii, güçler eşit değildir. Sonunda Capanşa'nın kolu düşman çemberi içine düşer ve hepsi şehit olur.
Bundan sonra Kazan'ın durumu zorlaşır. Ruslar, patlayıcılar koyarak kale duvarını yıkarlar. Fakat ilkinde başaramaz ve geri kovulurlar. Duvar yıkma girişimleri ve saldırılar defalarca tekrarlanmasına rağmen içeri giremezler.
Sonunda Kazan Kalesi tamamen yıkılmış, savunmadakiler ise hemen hemen tamamıyla öldürülmüş ve büyük bir hücum başlatılmıştır. Kanlar içinde savunulan kale kırkıncı gün yıkılır. Rus askerleri, bir dağ yığınını andıran şehitlerin üzerinden atlayarak içeri girerler.
Bu âna kadar Kazan'da eli silah tutabilecek sadece altı bin civarında erkek kalmıştı, diye yazar Rus tarihleri. Onların da çoğu yaralıydılar, buna rağmen başlarını eğmediler.
"Yurdumuz vardı, yakıp yıktınız; şehrimiz vardı, tahrip ettiniz; bundan sonra yaşamaya değmez. Siz kan mı isliyorsunuz? Öyleyse geniş bozkırda son muharebeye çıkalım!" demiş Kazan'ın en son bahadırlarından biri Ruslar'a hitaben bağırarak.
Şehrin müdafileri olan askerler kaleye giren düşman halkasını bozarak, açık alana geçer ve sonuna kadar savaşıp sayısız düşman öldürdükten sonra bütünüyle şehit olurlar.
Rus askerleri tamamen Kazan'a sahip olmuşlardır. IV. İvan, sadece çok küçük bebeklerle kadınların bırakılıp diğerlerinin öldürülmesine dair bir emir verir. Kalede olup biteni az çok anlayan küçük erkek çocuktan, güçlükle yürüyebilen ihtiyara kadar herkes yok edilir.
Günlerce devam eden bu kanlı katliamda istilâcılar tarafından başkaldıran erkeklerin hepsi öldürülmüş, kadınlara ise tecavüz edilmiş ve sonra karınları da kargılarla deşilmiştir.
Dağ gibi olan müdâfilerin cesetlerini ateşe vermişler, sonra İdil'in iki tarafında yaşayan Nogaylı yurdunun yüreğini ağzına getirmek için iler tutar bir tarafı bırakılmamış bedenleri onlara doğru akıtmışlardır.
Böylesine kanlı bir savaş sadece Türk halklarını değil, olayı yalnızca söylentilerinden öğrenen uzaktaki Avrupa halklarını dahi sarsmıştır. Roma’daki Papa'nın Rus Çarı'na yazdığı özel mektupta böyle ağır ve vahşî bir şiddetin insanlığa da, Hristiyan dinine de aykırı olduğu dile getirilir.
Kazan'ın düşmesi kardeş Türk boylarının şuurunda derin izler, onulmaz yaralar bırakmıştır. O dönemde söylenen, üç dört asır sonra da yazıya geçirilen Kazak destanlarında Kazan Savaşı özel bir yer tutmaktadır. Bu destanların bazılarında Nogaylı Kazak yiğitlerinin Kazan şehrini kâfirlerin kuşatma altına aldığı haberini duyunca yola koyuldukları, düşmanı yenip Kazan'ı kurtardıkları anlatmaktadır. Mesela, Şora Batır destanında Narik oğlu Şora:
Kazan adlı şehri
Kâfir aldı denildikten sonra,
Nasıl tahammül edip oturayım, der.
Ana babasının, sevgili yarinin itirazları ve gözyaşları onu bu tehlikeli seferden alıkoyamaz:
Ben Kazan'a varıncaya kadar.
Kan yağmasın, kar yağsın,
Ben Kazan’a vardıktan sonra,
Kar yağmasın, kan yağsın! der.
Diğer destanlarda da Şora Batır gibi başka kahramanlar da kâfir ordusunu yenip, Kazan'ı düşmandan kurtarırlar. Bu yalnızca halkımızın zamanında gerçekleştiremediği ham hayali değil, aynı zamanda geçmiş devirlerdeki Türk birliğinin de bir görünüşüdür. Altın Orda ruhunun devam ettiğinin, milletimizin onurunun kırılmadığının bir göstergesidir. Bu sebeple şunları belirtmemiz yerinde olacaktır: Tataristan halkı dört yüz kırk yıllık boyunduruktan sonra 1992 yılında bağımsızlığını ilân etti ve memleketin özgürlüğü, şerefi yolunda hayatlarını feda etmiş Kazan'ın cesur savunucularını anıp dua okuttular. Bu sadece Tatar ya da Kazak halkını değil, bütün Türk halklarını doğrudan ilgilendiren özel bir olaydı.
Kazan o zamanlar kardeş Türk topluluklarını değil, bu kıtada yaşayan bütün halkları, bütün Avrasya'yı koruyan taştan bir kale, geçilmez engel idi. Kazan yıkıldıktan sonra Rusya dünyanın yarısını esaretin karanlığına gömmeye hazır, önüne çıkanı yıkan bir sele döndü. Bu olay, Rusya'ya sınırsız bir zenginlik, yağma, zulüm ve Avrasya'da yaşayan bütün halklar ile ülkeleri yıkıp yok etme, istilâ ve bazılarını da yeryüzünden tamamen silme yolunu açtı.
Aradan iki üç yıl geçer geçmez İdil’i enine boyuna mekan edinen çok sayıda Nogaylı darmadağın olur. Bir zamanlar kuvvetli olan bir ulus iç savaşlardan dolayı dağılır. Bundan önceki zamanlarda bile Rus Çarı’nın yardımı ile iktidarı eline geçirmeye çalışan Alşı Smayıl Tobayak Biy durumdan istifade ederek bu karışık dönemde kendi zayıflığından dolayı halk arasında bütün saygınlığını yitiren babasının büyük eşinden olan ağabeyi Cüsip'i ansızın öldürür. Cüsip'in Ruslara karşı savaştırmaya kıyamadığı çok sayıdaki askeri ile baba sözünden çıkamayan oğullarının bazıları Kuzey Kafkasya'ya göç ederler; bazı oğulları ise yanına bütün halkını alarak, Kazak Hanlığına iltihak eder ve tehlikeli bölgeden uzaklaşarak, yeni yükselmekte olan, aynı kökten gelen, aynı dili konuşan, aynı boydan olan halkın içine karışırlar.
Böylece bütün İdil boyu, bir taraftan insan kırımı ile sürgünden, bir taraftan siyasî istikrarsızlıklardan dolayı hemen hemen ahalisiz kalır. Kazan’ın yıkılmasının ardından daha dört yıl geçmemişken Rusya Astrahan'ı, yani Hacı Tarhan Hanlığını da zapt eder.
Kazan ile Hacı Tarhan tekrar ayağa kalkamayacak derecede yıkıldıktan sonra, artık her tarafı Rusya ile sarılmış Başkurt halkı da tamamen yok olma korkusuna kapılarak Rus uyruğuna geçer. Çok geçmeden yine bir Türk boyu olan Çuvaşlar ve onlarla komşu olan Çeremişler ile Udmurtlar da Rus Çarı’nın iktidarını kabul ederler. Bir zamanların Altın Ordası'nın varisi olan, artık bütün topraklarını kaybeden, halk sayısı da on kat azalarak, bereketi ve birliği kalmayan Nogay Ordası'nın hükümdarı, kardeş katili Smayıl da kendisini Rus Çarının kullarından bilir.
Böylece, bütün Doğu Avrupa genç ama güçlü Rus imparatorluğunun ayağının altına düşer.
Artık Rusya toprak ölçüsü ve zenginlik bakımından, daha 1560’larda, dünyanın büyük memleketlerinden birine dönüşür. Diğer istilacı imparatorluklara göre Rusya'nın avantajı, sömürgelerinin okyanusun ötesinde veya başka kıtada, herhangi bir adada değil, tam yanı başında olmasıydı. Onun, halkının sayısı çoğaldıkça, yeni topraklara sataşarak sahiplenip, kendi topraklarını genişletmek için çok büyük imkanları vardı. En önemlisi de, bunun istilacı imparatorluğun sadece ilk adımları olmasıydı. Gelecek yüzyılda Asya'nın yarısını yutmayı ve Yayık'ı geçerek Kazak Ordası'nı da zaptetmeyi hedefliyordu.
Fakat öyle olmadı. Kazak halkı en yakın akrabası Kazan Hanlığı yıkıldıktan sonra iki yüz elli yıl boyunca bağımsızlığını korudu. Rusya, tabiî ki, Kazan'daki katliam, İdil boyundaki kırımdan sonra da yeni toprakları zaptetmeyi, onlarca milleti sömürü altına almayı durdurmadı. Ama, yine de uzun bir sure Kazakistan'ı esir alamamıştı.
Esirgediğinden değil, fırsatını bulamamaktan.
Kazan Hanlığı ile Hacı Tarhan'ı yıkıp, Nogay Ordası'nı dağıttıktan sonra bol zenginliğe kavuşup, gittikçe iştahı kabaran Rus İmparatorluğu, doğuya doğru durmaksızın ilerleyerek Urallar'a dayanır. İdil’in enine boyuna Rus gemileri için Kazak Bozkırı bütün Asya'ya bir nevi kapı halindeydi ve bu yılla Afganistan ile Buhara'ya, Horasan ile Hindistan'a kervan yolu ile ulaşma imkanı vardı. Fakat borışçıl ilişkiler ve ticaret ile değil, sadece zaptetme ve gasp yolu ile amacına ulaşmayı hedefleyen yağmacı imparatorluk, alışık olduğu en kolay, en verimli yöntemi, istilacılık yolunu seçer.
Bu dönemde Yayık'taki Nogaylı yurdu halkıyla, toprağıyla Kazak Ordası'na katılır. İdil boyundaki Nogaylı'nın göç eden nice halkı, o dönemin ifadesi ile, Kazak olmuş, yani kendilerini Kazak ilan ederek, onlar da Kazak Ordası'na katılmışlardır. Eski yurdunda kalıp, Rus esaretini tanıyan Nogaylı'nın hükümdarı Smayıl, IV. İvan'a yazdığı mektupta: "Benim ağabeyim Cüsip'e tabi olan halkımın çoğu Kazaklar'dan yana göç etti; artık onlarla birbirimize düşman olduk, durumum çok ağır" diyerek şikayette bulunur.
Bundan sadece yirmi yıl önce doğuda Moğolistan'la, güneyde Buhara'yla, aynı zamanda iki cephede zorlu mücadeleler vererek yenilgiye uğrayıp zayıflayan Kazak Ordası şimdi iktidara Hak-Nazar Han'ın gelmesi ile eski gücüne kavuşur. Kazak Hanı, batıda şimdiki Kazakistan topraklarına sahipti. Kazaklar Rusya'nın şimdiki Orınbor vilayeti topraklarında, Ural Dağı'nın güneyinde ve Mugaccar'da özgürce yaşamaktaydılar. Hatta Rus sömürüsüne baş eğmeyen Başkurtların bir kısmı da Kazak Ordası'nın kuvvetine inandığı için Hak-Nazar Han'ın iktidarını tanımıştı.
Tabiî, güçlü, ateşli silahlara sahip Rus devletinin potansiyeli büyüktü. Fakat tam bu tarihlerde büyük bir savaş başlatmak, onun için de kolay değildi. Silah, para ve kanlı savaşlar bir tarafa, en önemli de coğrafi yapı meselesi idi. Uzun mesafe, uçsuz bucaksız bozkır. Bu yüzden IV. İvan bakışlarını batıya çevirerek Baltık boyunu almak niyeti ile Livon savaşını açar ve bütün gücünü, bütün askerini o bölgeye yığar.
Ama, doğuda zaptettiği toprakları işlemeye başlayan ve gün geçtikçe açgözlülükle yeni gelir kaynakları arayan Rus kodamanları ellerinde olanlarla yetinmezler. Bunlardan çok zengin Stroganov sülalesi büyük toprakları; halkı ve hatta askerleri ile daha çok göze çarpardı.
Stroganovlar sahip oldukları toprakları devamlı olarak genişletme ve özgürce kullanma konusunda Rus Çar'ndan özel izin almışlardı. Onlar zaten Ural Dağı'nın bütün batısının mutlak sahipleri idiler, şimdi ise doğuya, yani sıradağların öbür tarafındaki Sibirya Hanlığına el atma konusunu tasarlıyorlardı.
Sibirya'yı istila etmek için, doğal olarak, asker lazımdır. Çok geçmeden onlar da bulunur. Bu aralar İdil ve Don boyunda insanları Rus ya da başka bir millet demeksizin, acımasızca soyan, öldüren ve böylece ticarete, halklar arasındaki ilişkilere büyük zararlar veren, Çar'a tabi çok sayıda çapulcu türer. Bu insanlar genelde Kazakilerdir. Bunlar irili ufaklı gruplar halindeydiler. Her grubun ve kolun kendi elebaşıları vardı. IV. İvan, Don ve İdil boyunu yağmacı Kazakilerden temizlemek için sahillere birkaç gemiyle çok sayıda asker çıkarır.
Bunlardan bazıları kaçarak, bazıları da gizlenerek ordunun elinden kurtulur. Kurtulanlar oluşturdukları gruplarla, bu sefer büyük yollardan daha uzak yerlerde, kolay gelirin başka yollarını aramaya başlarlar. Nihayetinde, kendisine asker toplamakta olan Stroganov ile karşılaşırlar.
Stroganovların hizmetine giren kiralık çapulcuların sayısı beş yüz kırkı bulur. En büyük elebaşılarının ismi Ermak'tır. Onun gerçek ismi bilinmiyor. Bazı araştırmacılar, onun isminin Ermolay, bazıları da Vasiliy olduğunu ileri sürmektedir. Bu sebeple onun doğduğu yer ve geçmişi de karanlıktadır. Ermak, o sıralarda çok meşhur olur. Kendisine ait askerleri olması, çapulculuklarıyla ünlü ve Çar hükümeti tarafından gıyaplarında idam hükmü verilen kanlı elebaşıların tamamınca "en büyük reis" olarak bilinmesi şöhretinin asıl sebebidir. Ermak namı ile tanınan çapulcunun nasıl birisi olduğunu artık tahmin edebilirsiniz.
Az bir fayda, önemsiz bir gelir gördüğü an Müslüman, Hristiyan demeksizin, gözünü kırpmadan öldüren, bunu da hayat tarzı ve bir meslek haline getiren Ermak'ın dünyada benzeri görülmeyen, çevirdiği olayla bütün çapulcuları geçtiği bir marifetini anlatmak fazlalık olmayacaktır:
Ermak’ın çetesindeki Kazakiler, Stroganovlara katılmadan önce, 1581 yazında, Yayık Nehri sahilinde bulunan Sarayşık şehrine saldırır. Bir zamanlar neşe dolu, güzel bir yer olan, düşman korkusu bulunmayan bu şehirde artık sadece iki bin nüfus vardır. Kazakiler, sadece güzel kızları ve kadınları esir alır, diğerlerini öldürür, şehri yağmalayıp, evleri yakarlar. Kanlı katliam birkaç gün devam eder. Sonra, namusu lekelenmiş olan kadınlar da işkenceyle öldürülür.
Bu çapulcular için sıradan bir iştir. Bu olayın insanı dehşete düşüren başka bir yüzü daha var. Ermak, artık yıkılacak, yakılacak, öldürecek hiçbir şey bırakmadıktan sonra, kümbetli eski mezarları yok etmeyi emreder. Bununla da yetinmeyip, eski kabirleri kazdırıp, çıkardıkları insan kemiklerini dağ gibi bir araya yığdırır ve çalı çırpılarla örtüp, bir kaç yüz yıllık insan kemiklerini tamamen yakıp kül eder...
Bu, tarihi belgelerle tespit edilmiş gerçek bir vakadır ve bu bir intikamın, öfkenin sonucu olmayıp, cinnet geçirmenin, ruh hastalığının açık bir göstergesidir.
Hatta gaddar IV. İvan'ın bile, böyle bir dehşeti duyduğunda, tüyleri diken diken olur. Çar dönemi tarihçileri bu olayı ayıplayarak yazar, vicdansız tarihçiler ise olayı atlarlar. Sovyet dönemi tarihçileri, yani komünist tarihçilerimiz ise bu konuyu özel bir kahramanlığın örneği gibi gururla anlatırlar. Sebebini anlatmazsak da durum anlaşılmaktadır. İt iti ısırmaz.
Böylece, bölgenin taçsız Çarı durumunda olan kodaman Stroganov sülalesi beş yüz kırk çapulcu Kazakileri hizmete alır. Uzun kış, büyük bir sefere hazırlanmakla, gözlem ve araştırma yapmakla geçer. İlkbahar gelince Stroganovlar Ermak'ın ali kıran baş kesen beş yüz kırk katilinin yanına yerli Komi ve Vogul halklarını bastırma işinde bol bol tecrübe kazanan, iyi silahlanmış, eğitimli üç yüz askerini katar ve bu tam teçhizatlı kolu Urallardan geçirip, Sibirya'ya gönderir. Bazı belgelerde Ermak'ın kolunun beş bin kişiden oluştuğu yazılmaktadır. Son dönem tarihçileri, bunların sayısının sekiz yüz kırk kişi olduğu üzerinde durmaktadırlar.
Sekiz yüz kırk kişi! Az mıdır, çok mudur? Eğer, biz bundan sadece altmış yıl önce, İspanyol çapulcusu Kortez'in dört yüz adamla Meksika'yı istila ettiğini, ondan sonra Alvaro, Pissarro gibi istilacı çetecilerin yalnızca iki yüz, üç yüz kişilik bir kolla batı kıtasındaki birçok devleti bozguna uğrattığını dikkate alırsak, Ermak'ın sekiz yüz kırk çapulcusunun savaş tecrübesi olmayan yüz bin askere denk olduğu anlaşılır.
Burada konu herhangi bir ırkın üstünlüğünden, ya da yerli halkın zayıflığından ibaret değildir. XVI. asırda batı ve doğu topraklarını rahatça istila eden Avrupalılar ateşli silahlarla donanmıştı. Sadece ateş ve kurşun püskürten, zırhlı takımları bile delik deşik eden, gelişmiş, ağır silahları değil, bunların gürültüsü dahi insanlarda korku uyandırırdı. Böyle bir silahlara sahip, yabancı yüzlü, merhametsiz kişiler, onlara gerçekten dev gibi gözükürdü.
Fakat Ermak'ın adamları ne kadar silahlanırsa silahlansın, Sibirya Türkleri son zamanların dili ile, Sibirya Tatarları düşmana korkusuzca karşı çıkar. Ermak, yolundaki her şeyi yok ederek ilerledikçe, karşı direniş de büyür. Bazen iki üç güne uzayan kanlı savaşlar olur. Tabii ki okun vızıltısının önünde tüfeğin sesi üstün gelir.
Üç ay boyunca aralıksız olarak süren savaştan sonra, binlerce adamı kaybeden Köşim Han, Sibirya'nın derinlerine doğru geri çekilir. Ermak, hem bitkin, hem de sayıca azalmış çapulcu kolu ile 26 Ekim 1583 tarihinde halkın terk ettiği başkente, yani Esker veya diğer adı ile Kaşlık şehrine girer. Bu tarih, bu vak'a, sömürücü Rus İmparatorluğu için Sibirya'yı kendisine bağımlı kılmanın ve ileride Orta Asya'yı istila etmenin başlangıç dönemi sayıldığı gibi, bizim için de kanı bir bütün Türk Dünyası için kutsal, bereketli Kazan Hanlığının yıkıldığı 2 Ekim 1552 tarihindeki olayla aynı derecedir; yani binlerce yıla dayanan hem uzun, hem şanlı tarihimizin en trajik günlerden biri de budur. Sibirya toprağı Rus Çar'ının ayaklarının altına düşer. Ermak, soyarak, çalarak, zorla alarak biriktirdiği bol hazinenin bir kısmını büyük bir kervanla Rus hükümetinin gıyaben idama mahkum ettiği ünlü çapulcularından birine teslim etmek suretiyle, Moskova'ya gönderir.
Bu bol hazineyi gören IV. İvan, çapulcuların bütün günahlarını affeder ve karşılık olarak onlara aynı değerde hediyeler verir. Üstelik Ermak'a özel olarak altınla işlenmiş bir kaftan ile iki pahalı zırh gönderir; dün suçlu iken bugün kahramana dönüşenler için de ihtiyaçları olan bütün eşyaları, barut ve kurşunları vererek kervanı şölenle Sibirya'ya yollar.
Kervanın dönüş yolu boyunca Ermak'ın adamlarına, o zamanki tarihçilerin ifadesi ile "serseri insanlara", diğer bir ifade ile yaşadığı yeri ve yaptığı işi belli olmayan kaçak, hırsız, büyük av arayan, ormanda saklanan çapulcular gibi karanlık insanlar katılır. Bunların sayısı hakkında tam bir belge yok; ama duruma bakılırsa birkaç bin kadar olmalıdır.
Biz az önce Ermak'ın Sibirya toprağını istila ettiğini söyledik. Fakat onun halkını bağımlı kılamamış, hanının başını yere eğdirememiştir. Savaşçı Köşim Han mücadelesini durdurmamıştır. Nihayet iki yıl sonra, Esker şehrine tamamen yerleşmiş olan ve sıradaki seferine çıkan Ermak'ın koluna, yağmurlu bir gece, İrtiş Nehrinin sahilinde aniden saldırır.
"Macera arayanın kafası yolda kalmaya mahkumdur" denildiği gibi, bu gece olan savaşta çapulcu Ermak'ın canı cehenneme gider, yanındaki bütün askerleri ölür, sadece bir kişi sağ kurtulabilir.
Daha, Ermak'ın savaşta bulunmayan yüz elli kadar askeri kalmıştır. Bunlar da olayı duyar duymaz etrafa dağılır, kaçar giderler. Artık Sibirya, davetsiz misafirden arınmış, tamamen temizlenmiş gibidir.
Fakat, maalesef, oraya uzanan yol artık açılmıştı, bölgenin ana hatları belliydi. Sibirya'yı isteyenler, onun tükenmez, bedava bir hazine olduğuna inanmışlardı. Bu yüzden Rus Çarı yeni kollar düzenleyerek buraya gönderir ve iki üç yıl gibi kısa bir zaman içerisinde Sibirya'ya tamamen yerleşir. Bu uçsuz bucaksız bölge Rusya'nın ayrılmaz bir parçası olarak ilan edilir.
Rusya, Sibirya'yı istila ettikten sonra Kazak Ordası ile karşı karşıya gelir.
Burada Rusya Sibirya'yı yıkıp yok ederken Kazaklar nerelerdeydi, ne yapıyordu gibi bir soru ortaya çıkacaktır. Kazaklar, tabiî bunların kardeşleriydiler; fakat onların da kendi başına, bağımsız bir devletleri vardır. O sıralar Altın Orda döneminin ortak amaçları unutulmuş, ortak uran (slogan) gündemden düşmüştü. Nasıl Batı'daki Türk toplulukları birlik ve beraberlik eksikliğinden dolayı göz göre göre Kazan'ı düşmana teslim ettiyse, onların doğudaki kardeşleri de kendi aralarında savaşmaya başlamıştı. Bütün Orta Asya'yı bağımlı duruma düşüren, Afganistan'ın yarısını ve İran'ın birçok bölgesini kendi topraklarına katan, kendisini Aksak Timur'un doğrudan mirasçısı sayan Buharalı Abdullah Han, bu olaylardan az önce Kazak steplerine doğru bir sürü kanlı seferler düzenler. Kazaklar beş yüz bin asker oluşturabilen Abdullah ile kan ter içinde savaşırken, kuzey taraftan Köşim Han vurur. Kazaklar Köşim Han'ın askerlerini darmadağın ederek, geri kovarlar. Artık sırada onları ancak 1598 tarihinde büyük zaferle sonuçlanan, Abdullah ile otuz yıl sürecek olan bir savaş beklemektedir.
Kazaklar Sibirya ile uğraşacak halde değildi. Üstelik Köşim Han'ın dün ettiği ihanet unutulmamıştı. Gene de Kazak Ordası Sibirya konusunu tamamen kapatmamıştı. O zamanki Rus vakayinameleri Kazakların Sibirya Hanlığı'na her zaman şöyle ya da böyle az çok yardım ettiğini ortaya koymaktadır. Ermak'ın öldürüldüğü gece savaşına Kazakların da katıldığı şüphesizdir. Kazakların efsanelerinde, halk türkülerinde çapulcu Carmak'ın, yani çetebaşı Ermak'ın kafasını kesen kişinin Kazaklardan Satbek Batır olduğu söylenmektedir. Bunun bir efsane olduğunu farz edelim. İşte tam tarihi bir belge: Kazaklar Ruslar'ın Sibirya'ya tekrar döndüğü 1586 tarihinde Köşim Han'ın düşmanı ve rakibi olan Seyit Ahmet (Seydak) Bek'e yardım olarak çok sayıda asker verir. Bu askerin başında Tavekel Han'ın küçük kardeşi, batı ve doğunun bütün tarihi eserlerinde ismi geçen ünlü Oraz Muhammet Sultan bulunur.
1588 sonbaharında, barış görüşmeleri sırasında Seyit Ahmet ile Oraz Muhammet haince tutuklanır ve Esker şehri yine Rusların eline geçer; 1598 tarihinde ise Köşim Han'ın son askeri kolu yok edildikten sonra, Avrupa'nın birkaç memleketinin rahatlıkla sığacağı kadar büyük olan Sibirya, Ruslar tarafından nihaî olarak istila edilir. Fakat doyumsuz açgözlülükle kana susayan imparatorluk bununla da yetinmez. Bu sıralarda Batı memleketleri Amerika kıtasını tamamen istila etmiş, şimdi ise zengin Doğu memleketlerine, bunların arasında da masal gibi bir ülke olan Hindistan'a yönelmişlerdi. Sıcak denizlere ulaşamayan Rusya için hedef, bütün doğunun anahtarı olan Kazakistan idi. Kazak toprağını geçtiği an, onun için önce Orta Asya'ya sonra Afganistan'a ve Hindistan'a doğru düz bir yol açılacaktı. Doğal olarak, imparatorluk da tükenmez bir zenginlik, sınırsız bir iktidar kazanacaktı..
İlla ki Kazak Ordası'nı istila etmelilerdi...
Sadece böyle bir niyetin değil, tam bir planın da var olduğu hissedilmektedir. Ama tam bu devirde gururlu ve iyi silahlanmış Kazakların başını eğdirmek imkansızdı. Rus voyvodaları Rus Çarı'nın, adına "Büyükelçilik emri" denilen dışişleri müdüriyetine yolladıkları mektupta: "Geniş bozkırlarda sayıca çok fazla, güçlü askeri olan savaşçı bir halk yaşamaktadır, ondan dolayı güneye doğru ilerlemek mümkün değildir" diye yazmışlardır.
Sibirya'nın güney tarafını, yani Kazak steplerini istila etmek olanaksız olup, doğu tarafı ise açık idi. Bu bölgede ilkel tarzla yaşayan ve hem de sayıca az olan kavimler oturmaktaydılar. Rus istilacıları Sibirya'yı zaptettiği akında olduğu gibi kalabalık halde doğuya doğru yol alır.
Günahsız nice insanı öldürerek, sağ kalanlarını kendi istekleri ile bize katıldı, diye ilan ederek, Ruslar yaklaşık elli yıl sonra Pasifik Okyanusu sahillerine kadar ulaşırlar.
Rus İmparatorluğu şimdiki Rusya Federasyonu toprağına tamamen sahip olduktan sonra, tekrar bakışlarım güneye, Kazak bozkırlarına doğru diker. Fakat Kazaklar kolay kırılamayacak çetin bir cevizdir.
Rus İmparatorluğu ne kadar kuvvetli olursa olsun, Sibirya'yı istila ettikten sonra, Kazakistan sınırını tam yüz elli yıl boyunca geçememiştir.
Kazaklar, Ruslara karşı karşıya aralıksız sürdürdüğü usta politikalar sayesinde elli yıl daha rahat etmiştir.
Sonunda Abılay Han'ın 1781 tarihinde ölümünden sonra, Rusya Kazak Ordası üzerinde etkisini arttırmaya başladı.
İleride Ulu Hanlığından ayrılan, her yandan kemirilen Kazak yurdunu büsbütün istila etmesi için Rus İmparatorluğu'na daha seksen yıl gerekiyordu. Neticede Rusya, Orta Asya'ya XIX. asrın ancak altmışlı yıllarında adım atabilmiştir.
Rusya'nın Kazak bozkırlarını üç yüz yılda zar zor geçtiği halde, bütün Orta Asya'yı topu topu üç yıl içerisinde istila etmiştir.
Tek kelime ile, bizim Kazak Ordası adındaki ulu memleketimiz, bizim Kazak milleti, Alaş'ın oğlu denilen kahraman halkımız tam üç asır boyunca bütün Orta Asya'yı Rus istilasından korumuştur. Ayrıca uzun süre kendi bağımsızlığını da muhafaza etmiş, hatta özgürlüğünü kaybettiği yıllarda bile mücadelesini durdurmamıştır. Böylece üç yüz yıl boyunca sadece yanındaki Özbekler ile Kırgızlara, Türkmenler ile Taciklere değil, uzaktaki Afganlar ile Perslere, Peştunlar ile Hintlilere bile koruyucu bir kale olmuşlardır. İşte Kazak Ordası'nın, bizim milletimizin, dünya tarihinde layık olduğu takdire ulaşmasını gerektiren büyük işlerinden biri de budur.