«Ah, dombıra!
Atadan kalan senin de, benim de cihazım,
Ebedisin, muradımsın
o kibar, sade, meyilli sesin!
… Babanın yaşı çok, canım,
Başkalarına hiç tapınma,
Sadece dombıranın ayağına eğil,
ayaklarına eğil, küye tapanım!»
Mendekeş SATIBALDİYEV
Atırau bölgesinin sakinliğini bozan Nisan’ın şiddetli beyaz kar fırtınası bozkırın eteğini çalkalayıp kaldırdı. Gökyüzü de çabuk kızan insan gibi kaşları çatmış gibi duruyordu. Fırtına gibi yağan kar ahırdaki hayvanların, evdeki insanların ökçelerini bastırmadı. Atların kulakları bile görünmeyen fırtınada iki binicilik atlı batan güneşle yarışıp geliyorlar. Koyu renkli at yavaş yavaş ilerliyordu. Fırtına bir an için dindiğinde Kaşağan yanındakine tüm gücüyle seslendi,
- Kurman (Kurmangazı’nın kısaltılmış hali) Ağa, bu fırtına ikimizi kıyametin dibine katar çeker diye korkuyordum, fakat şükür hava düzeldi gibi.
- Hey, Kaşağancığım! Canım! Biz ikimiz hiç fırtınadan yağmurdan gizlenmiş miydik? Şu hayat bize ne zaman merhamet davrandı ne zaman kucağını açtı? - diyerek Kurmangazı alnını kapatan kuzu derisinden yapılan böriğini (şapkasını) biraz kaldırdı.
- Halkısınız, Kureke (Kurmangazı’nın kısaltılmış hali) – diyen Kaşağan’ın gözleri yaşlara doldu, fakat hemen toparlandı. Küçüklüğümüzden beri bu kırların yakıcı sıcaklığını da fırtınasın da yadırgamadık, bunlarla büyüdük. Yaşadığımız hayat – kargaşa, günümüz de – telaş. Durmadan esen şiddetli rüzgâr kırdan da kuytudan da buluyordu bizi. Onu düşünüp, üzülüp, halsiz geliyordum ya, Kureke! Bu on gün içerisinde yoldan yorulduğum anda size baktığımda kendime geliyorum. Size yıkılmayan, yorulmayan, dayanıklı bir üstünlük diye hayran kalıyorum. “Çekilmeyen kalın düşmandan Kurmangazı, takılmaz kaderin de engellerine” – demeniz de doğrudur.
- Hey, orak dilli şairim! “Kılıç kesmez mi, delikanlı gelişmez mi?” – denilen yaşta da değilsin. Senin söz hızına hiç sınır konulabilir mi?! Dedesine büyüğüm diye saygı duymayan kibirli zevzek bir şaire sinirlenip söylediğin sözler hala aklımda. “Filin diri fiyatı da bin dilda (akçe), ölse derisi de bin dilda” demen içime sindi.
- Kureke, Sizin yeteneğinizin yanında bizim şairliğimiz çok basit kalır. Siz dombırayı elinize aldığınızda, anında dalgalar yerinden oynuyor, beklenmedik yerden gök gürültüsü duyulup, çölün kurumuş dudakları ıslanıyor gibi olmuyor mu?
- “Kaşağancığım, ne diyorsun gene? “Tepeden dağ, küçükten de büyük yapma” dediğimi unutma. Karanlık basıyor. Uzaktaki o parlayan ateşi görüyor musun? Köy olması lazım. Atlarımızın başını oraya çevirelim, can yoldaşım oraya doğru”- dedi yelesini kaldırarak.
İki yolcu soğuktan iyice üşüyerek, donarak, halsiz kalsa da, kaderin yazdıklarına karşılık veren canlardı. Beyaz fırtına ile çabalayan ikilinin kalpleri sıkıntıya kapılırsa şu inatçı doğanın esirinde kalırlar mıydı? Belası ve azabı hiç eksik olmayan zavallıyı taşla vurmuş gibi durdurur muydu, kim bilir?! Dönen, aslan gibi uğuldayan fırtına ile çarpışan Kurmangazı ve Kaşağan’ın iç dünyası da fırtına gibi somurtkan, kendisine göre güçlenip, içinden kaynayan bir acımasız…
Onlar bacasından duman çıkan koyu renkli bir eve geldiklerinde, zayıf yüzlü, ince bir delikanlı ocağın başında kazanın (büyük tencere) altın uzun maşa ile tekrar tekrar karıştırıp, bir yandan kazanın içindeki çorbanın tuzunu ağaç kaşık ile bakıyordu. İkincisi, yorulmuş gözleri şişmiş, kızarmış, bıyıklı, elliden üstün çoban gönülsüz olarak çuvaldan tezek çıkartıp, ateşe atıyordu. Kalan iki çoban ateşe ısınmış, uyuklayarak oturuyordu. Koyu renkli evin kapısı şak diye açıldı, eve bir avuç soğuğu getiren ikiliyi gördüklerinde, evdeki dördü yerlerinden fırlayarak ayaklarına kalktılar. Gelenlerin hayvanların sahibi değil de yabancı yolcular olduğunu görünce ağızlarını kımıldatarak, selamlarını bile almadan yerlerine oturdular ve işlerine devam ettiler. Birisi Kurmangazının sırtındaki dombırayı gördü de, yanına geldi,
- Sizlere kalacak yer, yiyecek yemek bizde bulunmaz. Tepenin alt kısmında Yeskali imamın köyü var. Yeskali imam ismi yayılmış iyi ve dindar biridir. Dombıranı farkettim, bugün Yergali imamın değerli konukları olacağını ümit ediyoruz dedi ve yollarını göstermeye gitti.
O geldiğinde evde kalan üçü, “Neden böyle bir şey yaptın?! Yeskali imamın korkunç ayıbını neden sakladın? Fakirlerin dini yarım, düşünceleri pis olan Yeskali imamdan gördükleri az mı geldi? Şu zavallıların fırtınada gördükleri az gibi bir de imamın köpekleri saldırsın mı diyorsun?”- diyerek saldırdılar. O adamın yüzü kızardı. Birazdan öcünü almak isteyen kişi gibi kızarak,
- “Gitsin, Yeskali imamınkine. Farkına vardıysanız basit bir insanlar değil bunlar. Yeskali imamı korkutmazsalar benim selamımı almayabilirsiniz” - dedi kesip.
Kurmangazı ve Kaşağan’ın:
- Allah’ın misafirleriyiz! – dedikleri sesleri dank diye duyulunca imam tilki işiğini (içi hayvan derisinden dışı ise kumaştan yapılan bir tür dış giyim) üstüne attı, kaşlarını yağacak bulutlar gibi çattı. Kapı önündeki ikiliyi umursamadan, hizmetçi çocuğa;
- Hey, hizmetçi kul, çay içerken kapıları açma demedim mi ben sana? Boran esip, soğuğu geldi kafama. Sırtımı iyice ört de çuvaldan ateşe tezek at. Sonra boş oturma su getir, abdest alacağım, ısıt biraz - acı diliyle dedi de “Hey, benim başı boş dolaşanlar için bembeyaz kurduğum çadırım yok benim. Kapıdan içeriye girmesin dombırasını taşıyan dilenciler. Yürüyün, ahıra gidin”- diyerek yüzünü küyşi ve şaire döndürdü. İmamın alçaklığı Kurmangazı ve Kaşağan’ın kalplerini resmen dilip geçti. Kaşağan koparmış gibi;
Şiirim on dört yaştan yoldaşım idi,
Kırmızı dilim konuştuğunda elmas idi.
Zengin-imam, han-hakimden yorulduysan,
Sen şarkım, ben de Kaşağan olmaz idim.
Baksana çok dikkatli bir etrafa,
Dombırayla asılan torbalarla da.
Altı kanatlı beyaz ev (çadır) duruyorken,
Neden bizi kovuyorsun ahıra sen?
Kişiliğin ne kadar düşük imam ağa?
Anlayışın – sadece meskarın (sadece kendi boğazını düşünen çıkarcı adam) kutun
Uğursuzluğunu (biçareliliğini) damlatarak yüzüne söylersem,
Üstüme atlayıp, sinirlenip, çatlama”- dedi.
İmam şaşırır, kafasındaki yamulmuş sarıklığını düzeltir, “Bir tek Allah’a inanan adaletli canım” diyercesine seccadesini yere serer. Ellerine açtı, Allah’a yalvardı, inleyerek. İçinden güldü mü, hıçkırarak ağladı mı, bir çaresizlik durumdaydı. Namazı da bir türlü bitmedi. Dışarıda – karlı fırtına. Fırtınayı dikkate almayanların da yaptıkları ilginç. “İçeride neler oluyor, biz de boş kalmayalım” diye kulak kabartanların sayısı azalacağına artıyor…
Kurmangazı kalın düşünceye daldı. Bu durumda “kahraman” olup, cesurluk yapmak da zor. Kaşağan’ın yüzü kızarıp, kaşlarının çatmış olduğunu gören Kurmangazı üstünü çıkartıp töre (değerli misafirlerin oturduğu çadırın baş kösesine) doğru ilerledi. O zaman altı kanatlı beyaz çadırın tündiği (çadırın tepesini örten dört köşeli keşe) çalkalanıp, titremiş gibi oldu. Şaşıran imam yüzüne ellerini sürerek, çift misafire tüm vücudu ile döndü. Ne kadar büyük bir kudret! Yüzlerinde hiç korkmak veya çekinmek gibi bir işaret yok. Kır Kazaklarına laik özgürlüğün yeli esmekte. İki akşamın ortasında gelen atlı ikili imamın ödünü patlatıp, aklını almaktadır. Şu korku ne biçim korku idi. İmamın bedeni titredi, bir ısındı, bir soğudu. Evin içindeki sessizliği imamın çocuğu bozdu. Koşup geldi ve dombırayı inceledi. Küçücük parmaklarıyla dombıranın tellerini din-din diye çaldı, çıkan sese şaşırdı ve güldü. O anda imamın candan sesi çıktı;
- “Hey, baka bolgır (kurbağa olacak şey), çekil oradan! Burası Allah ve Kuran’ın yuvasıdır. Kirletmek isteyen cin-şeytanların girip, törde yığılarak oturduklarını görmüyor musun?! Şeytanın kurnaz ağacın izliyor musun, seni it oğlu it” - diyerek çocuğun yüzüne iki tane geçirir. Evi başına kaldıran sesle bağıran çocuk, koşup kara taş gibi yerinde dona kalan baybişenin (birinci karısı) koynuna girer.
- “Durdur, imam, saçmalıklarını” - der Kurmangazı sinirli gözleriyle ateş saçarak, Kaşağan dombırasını eline alır, çalar ve gökyüzüne ulaşan acı sesiyle sözlerine başlar;
“Kolumdaki tek bir ağaç,
Koşulabilen bir ağaş.
Kolumdaki ağacım,
Yanımdaki dombıram.
Dombıra günah diyen bir söz,
Sadece bunu söyleyen dombıra.
Şafakta mahşer olduğunda,
Kimin iyi-kötü olduğunu
Allah bilir sonrasında.
Seni saygılı imam derler,
Küfür söylediğin ne ağaç?
Hasretli Musa için
Değnek olan bu ağaç.
Cennetlere tuzaktan
Engel olan bu ağaç.
İsteği günah demeyiniz,
O da bayram ve düğünün.
Sazı günah demeniz
Atamız insan Peygamber,
Yedi sazla yere inip,
Küy çalmış derlerdi.
O günlerde o da saz.
Bu günlerde o da saz.
Sazı günah diyen,
İmamcığım, senin aklın az” - diyerek imamı yerden alıp yere vurdu. Evdeki kafaları yere eğik insanların yüzleri güldü. Dışarıda kulak kabartanlar “bu şairin dili keskin kılıç gibi İmamı güzelce bir kesti” diyerek mutlu oldular.
Yârin başına konan tek bir toy kuşu gibi imamın kafası öne düştü. Bir avuç gibi, bir şöküm (üç parmak ucuyla tutulan bir miktar) gibi çöktü bir köşede. Herkesin dikkatini kendisine çeken kırmızı yanaklı bir bayan küpeleri şıngırdayarak dastarhan (sofra) serdi. Baursak (pişi) döktü dartarhana. Kırmızı közde iyice kaynayan semaver geldi ortaya. Kazandaki yemek iyice kaynayıp, genç yılkı etinin konusu sardı evi. Kurmangazı, kaymak tadı gelen kırmızı çayını süzerek döken, kâseyi tutan kırmızı yanaklı bayanın gözlerinde ateşi farketti. O ateş sanata olan tutkunluğu idi. Zeki küyşi parlayan kıvılcımları kendisine dikilen sayısız gözlerin içinden de gördü. Gördü ve içini ruh sarmış gibi canlandı, mutluluğundan bedenindeki kan kaynadı. Derhal hızlı rüzgârla yarışta koşan at gibi altmış iki damarı hareketlenip, üstünden ter aktı. Bu, onun içinden yaşadığı iç duygularının küyü idi. Bu, doğacak olan küyün kudreti ile onu ta yükseklere kaldıran gücün etkisi idi. Bundan sonra, iki telli “din” diyen Kurmangazı’nın uzun parmaklarından şeşenin (söz ustası) dili bitmiş gibi müzik akmaya başladı.
Dombıra dilinde kuvvetli ses, güzel saz. Bazen Hazar denizin dalgaları gibi bağırır, bazen parıldayarak yanan ateşin ışığı gibi parlar, bazen gökyüzünde kanatlarını çırpan kartal gibi uçar, bazen ağızlığı ile güreşen at gibi gümbürtülü kişner bu küy!... Altı kanatlı çadırın içindeki yaşayanlar Kurmangazı’nın siyah dombırasının sesinden güç, ışık almış gibi mutlulardı. Zayıf değil sadece nar (tek hörgüçlü deve, güçlü) gönüllü insanlar toplanmıştı bu yerde. Köşede bir avuç gibi bürükmüş imam sararmış yüzünü ne kadar gizlese de dombıranın sesini istemeden dinledi…
Küy - kudret! Kurmangazı da bir kurdettir!...