“Orınbor, Tuztöbe’nin tuzunu görsen,
Hayret edersin Jıloy’un kızlarını görsen.
İndiğin atına geri binemezsin,
Sevgilinin sudan çıkan izinlerini görsen”.
(Halk şarkısı)
Bizim memlekette Asalı-Köketay milletin ağzında dolaşan ve sevilen isimlerdir. Kozı ile Bayan, Jibek ile Tölegen’e benzeyen ve birbirlerine aşık olan bu iki genç bir vakitler Jıloy bölgesinde yaşamışlar…
Kırda destanın sararmış sayfalarındaki nohut gibi iki damla gözyaşı var. Bunlar, kavuşamayan çift aşıklar at çobanı Asalı ve zengin adamın kızı Köketay’ın hayalleri, içindeki sırlarıdır.
Jem sahilindeki her ilkbaharında yeşillenerek çıkan sazlığın genç sürgünleri de, içi derde dolu dalgalanıp yatan kumlar da, özlem ve sıcaklığın simgesi gibi kokusu uzaktan hissedilen pelin otu da, sıcak ülkelerden sanki haber yetiştirmeye acele eden kuşlar da, evet, bunların hepsiaşıkların o üzüntülü hikayesini unutmamışlar gibi bazen durgun, bazen hareketli, bazen de çocuğun uğuldayan ince güzel müziğini dinliyor gibidirler.
… Köketay çok güzel genç bir bayana döndü. Köketay, Begimbet isimli zengin adamın biricik kızı. Ay gibi bembeyaz yüzlü. Arkasında uzun kalın örülmüş saçları. Sözleri baldan da tatlı. Etraftaki tüm güzellere nazaran herkesin nazarı Köketay’da idi. Begimbet’in arkadaşı Tanjarık oğlu Yesen’e bu kız daha beşikteyken adanmıştı. Yakında istemeye de geleceklerdi. Fakat, Köketay’ın gönlü rahat değildi. Yün işleyip nakış yapsa da, şarkı söylese de, uzun örülmüş saçlarına şaşbau (saçın ucuna bağlanan bağ) örse de bir düşünceden kurtulamadı. Keçiden yapılan evin (Kazakların eskiden oturdukları çadırları) keregesinden (çadırın yuvarlak duvarını oluşturan ağaç birbirine geçirilen teller) bakıp, duyulan sesleri dinleyip, uzaklara baktı…
Bir gün gecenin yarısında nenesinin sol tarafında yatan Köketay çok güzel bir müzik sesinden uyanır. İşte o gencin sesi karanlık geceyi müzikle sarıp, güzellik alemine götürüyordu sanki. Şarkı sesi uzaklaştı. Sessiz, sakin, aylı bir gece. Adamın sesi içten ve temiz. Gece yarısı çadır keregesinden bakan kız içini çekti. Şarkı sesi uzaklaştı. Yatağına geri gelip yattı. O müzik. Kalbine dokundu.
“Bizim yılkılarımızın boynu rengârenk,
Su içer aydın gölden ve oynar.
Durduğumda pelin otunun üzerinde heyecanlanıp,
Aklım hep sevgilime gider”
At çobanının şarkısı işte buydu. Sopalı at çobanı. İki insanın gücü olan, dombıra (Kazak halkının milli çalgısı) çalıp şarkı söyleme yeteneği olan, kökpar çeken, güreşte kahramanları yıkacak kadar güçlü, siyah kıvırcık saçlı, ateş gibi yanan gözleri olan atlara bakan çoban - Asalı’dır bu. Tek bir can bile yakını olmayan, tek bir hayvanı bile olmayan yabancıdır at çobanı Asalı. Geçenlerde kızlarla beraber Jem’e su almaya gittiğinde bunların yolunu kesip,
- İyi misin, güzel kiz Köketay! – dedi.
Köketay birden ürktü. Zengin adamın nazlı, serbest ve şımarık büyüyen kızı “sen de kimdir” diyecesine gözlerinden ateş saçarak atla gelen üzerinde fakir elbiseli olan delikanlıya baktı. Yiğidin esmer yüzü, düpdüz burnu, özellikle şefkatli gözleri sanki bir sırı dökmek istiyordu. Köketay sesini çıkarmadan yoluna devam etti. Delikanlı kızın peşinden geldi. O andan beri Köketay güzelin gönlüne bir telaş, bir huzursuzluk duygusu girdi. Nereye baksa da, o delikanlı “İyi misin, güzel Köketay!” diyordu sanki. Gece oldu. Ayın su üstündeki yansıması titriyordu. Yılkıların (atların) güçlü ayak sesleri geldi. Köketay’ın yüzü kızardı, kalbi atmaya başladı. Yiğit yüksek sesle o güzel şarkısını söyledi… Yanında yatan nenesi yan döndü de, “Şu zavallı gecenin yarısında köyün yanına gelip neden durmadan şarkı söylüyor. Uyutmadı, salak! Yarın dizginini süpürüp, kovmazsam olmaz” diyerek söylendi ve tekrar uykuya daldı. Uykusuz, çaresiz Köketay nice düşüncelere kapıldı. Ertesi gün kız yengesin çadırına gelir ve yalvararak içindeki sırını anlatır. Yengesine, “Serin rüzgar esen gecede, yalnız ve sessiz, uykusuzlukta yüreğimi yakan, düşüncelerimi karıştırıp gece yarısı şarkı söyleyen delikanlı kim, biliyor musun, yengem? Nazlı Köketay’ın can sınıra sarılan bu isteği anlar mısın, yengem? İçine dert gibi giren Köketay’ın hüznüne, hasretine ve hayalindeki isteğine bakar mısın, yengem? Bir çözüm bulur musun, elçi olmaya yarar mısın, yengem? Veya kimsesiz, tek, fakir at çobanı Asalı mı dersin? Veya zengin beyler varken bu Asalı delikanlının zayıflığı mı dersin? O yiğitten bana bir haber getir” der.
Yengesi kafasındaki şarkatını (yünden örülen kışlık bayan örtüsü) bir o tarafa, bir bu tarafa çeker, rengi kaçar, bir oturur, bir kalkar. Köketay’ın huyunu biliyordu. Söylemez. Söylediyse de vazgeçmez. Ne çare? Zaman kısıtlı. Alnından ter döküldü. Ağzına gelen, “Ah, güzelim! Ne diyebilirim?! Hangi kız sevgilisine kavuşmuş? Sen çoktan adandın. Zengin yuvan var. Ne yapabilirim, tependeki dört ağabeyin, tam bir dört kurt misali. Yaptıklarını affederler mi? “El kulağı-elli” derlermiş, dese de ikiniz de kılıca kurban olup gideceğiz. Dikkat et, nazlım” sözleri oldu. Fakat, Köketay dediklerinden vazgeçmedi. Şerban geldi aklına.
Bu ailenin koylarına bakan çobanların içinde kalbi yaralı, üzgün yüzlü bir yetim çocuk vardı. Ondaki sakinlik doğuştan mı geçti diye düşünürsün. İşte o çocuk öğlen köyden su alıp gitmeye gelmiş. Haberci olmaya bu çocuk tam uyuyordu. Ocakların bulunduğu odaya giren Şerban birşeyleri bakmış gibi, bilerek elindeki tabağı yere düşürür. Ocağın başındakiler, içinde çoban çocuk da var, sesin gelen tarafa boyunlarını çevirerek bakar. Hey, çoban çocuk! Alır mısın? Çocuk koşarak gelip tabağı yerden alır. “Zavallı çocuk! Üstündeki çapanın çok eskimiş. Yetimlik böyle bir şey işte. Gel, canım, yama dikip vereyim” diye acıyarak istek bildirir, bunu kazanın başındaki kadınlar duyunca: “Şerban’ın kalbi çok geniş” der birbirine. Şerban çoban çocuğun önüne zere (yuvarlak ağaçtan yapılan büyük kâse) dolu şubat (ekşimiş deve sütü) koydu. Cepleri irimşik ve kurtla (sütten yapılan katı yiyecek) dolan, karnı baursak (Kazakların pişisi) ve şubata doyan, çapanı yenilenmiş olan çocuğun yüzü sevinçten parlar. “Bundan böyle karnın da tok olur. Bir ricam var, yapar mısın?”- der Şerban çocuğun gözünün içine bakarak. “Yaparım, yenge”- der istekli olarak çoban çocuk. Şerban, Köketay’ın verdiği şaşbavu (saç bağı) beyaz ipek örtüye sarar ve çocuğa verir. “Dikkat et, kimse görmesin. At çobanı Asalı’ya ver. Akşam altıbakana (büyük insanların sallandığı ve 6 büyük ağaç dalından yapılan salıncak) Köketay da gelecek de”-der. Çocuk koşa koşa gider.
O akşam aylı gecede Jem sahilinde iki aşık birbirlerine içlerini döker, ayrılmamaya karar verir. Birkaç günden sonra Kokjar’daki kermese gitmek üzere toplanan millet Köketay güzelin çadırında olmadığını tespit eder.
- Aman Allah’ım, kız yok!
- Nereye gitti? Kaçırıldı!
- Yok, kaçtı. Asalı ile Jem’in karşı tarafına gidiyorlarmış diyen sesler her taraftan çıktı. Silahlı adamlar ata bindiler. Yüzlerinde kinli yapmacık cesaretle, “Fakir at çobanının kısmetine bakar mısın?! Hey, kardeşim! Rezil ettin! Hiç acımayız. İkinize de çektireceğiz! Bir yakalasak, neler olacak bak da gör!” derler. Atların toynaklarından yerdeki meyan ve üzerlikler kırılıp gökyüzüne uçuyordu. Arkalarındaki kalın toz bulutunu fark eden Köketay güzel, “Kaçalım! Şu Jem’i bir geçebilsek, Asalı” der yalvararak. “Hayır, kaçmak, yiğide yakışmaya bir iş. Alnımıza yazılı olanları çekeceğiz. Sen kalın sazlığın içine gizlen. Ben arkamızdan gelenlerin karşısına çıkayım. Belki affeder, belki affetmez”-der. Kara kurtlar gibi her tarafı sararak gelen kovalayanların biri Asalı’yı çomak ile vurarak yere düşürdü. “Köke, Köke, Köketay” - diyen Asalı’nın sözleri kulaklara geldi. Yiğidin son çıkardığı ses “ah” oldu. Köketay koşup geldi. Kocaman kara gözleri sanki dışarıya fırlayacaktı. Yüzü karardı. Kırmızı kana boyanıp yatan sevgilisine, arkasından kovalayan dört abisine, onların peşinden atlı adamlara ses çıkarmadan donarak bakıp durdu. “Özü kadın ya, yüzünü çizer, saçını başını yolar, siniri geçer, sonra kendisi peşimize takılır”- diye düşünürler adamlar. “Asalı’sız hayatın ne anlamı kaldı? Şarkın nerde, Asalı? Yaslandığın yerin burası mı? Güçlü akan asi Jem ikimizi kurtarabildi mi? İçimdeki kuş sesimi Allah biliyor. İnsan bilmez, insan duymaz bunu” diye düşünen Köketay güzel ölü yatan Asalı’nın belindeki hançeri göze görünmez bir hızla çekti ve tam kalbine hırşştt diye sapladı. İki parlak hayat bir anda gözden uçup gitti. Ama insanın aklından hiç çıkmadı. Zengin aile Köketay kızının yaptıklarını kemiğe düşen namus meselesi gördü herhalde, ökçesi çatlak at çobanı ile bir mezara koymadı. Asalı ve Köketay’ın mezarlarının arası birkaç şakırım (insan sesi duyulabilecek mesafe) yerde. Aşk denilen kutsal duygu, zenginlik ve fakirliğe, soy ve şekle bağlı değilmiş. İki aşığın aşk hikayesi kaç tane nesle ulaştı. Temiz bir aşkın simgesi olan Asalı ve Köketay’in silueti her gün yukarıdan iniyor gibi. Jem de akmaya devam ediyor. Sahilindeki sazlıklar yeşillendi. Bir inen bir çıkan kuşlar sanki kendi dillerinde Asalı ve Köketay’ın hikayesini anlatıyorlar. Her sene sevgili Jem gölünün suyu azalıyor. Ben onu bazen Köketay güzelin açılan uzun kara saçlarına benzetiyorum.
P.S. Asalı-Köketay, insanların ağzında dolaşan efsane değil, gerçekte yaşayan insanlardır. Buna Asalı ve Köketay’ın mezar taşlarındaki net, açık yazılar şahittir. Ünlü Muhit şarkıcının “Küçük Ayday” şarkısı halk arasında ya “Bala Çocuk” yada “At çobanı” olup dağılmıştır. Sebebi de, “At çobanı” at çobanı Asalı’nın şarkısı, Asalı’dan da onu Bala Çocuk öğrenmiş, onu da Muhit’e söylemiş. Yeni şarkının değerini anlayan ünlü şarkıcı Muhit Asalı’nın şarkılarını da söylemiş, bir sonraki nesle de ulaştırmış. “Muhit demiş” sözlerini akademik Ahmet Jumanov da kendi çalışmalarında kullanmış. Muhit de Bala Oraz da “At çobanı” şarkısına büyük saygıyla bakmışlar. Belirli sanatkarlar, “Birisinin şarkısını benimki demeye alışık değiliz, at çobanı şarkısı Asalı delikanlının şarkısı idi” derlermiş. Önsözde kullanılan “Geniş Jıloy” şarkısı hakkında da değişik düşünceler dile getirilmektedir. Bazı kaynaklar bu şarkıyı “Sekiz delikanlının Jıloy’a geldiklerinde yazdıkları” diyorsa, bir diğer kaynaklar da bu şarkının Asalı’nın olduğunu düşünüyorlar. Evet, “Geniş Jıloy” Asalı’nın şarkısı olması mümkündür.