Bir varmış bir yokmuş, belirsiz bir ülkede insanlar yaşıyorlarmış. Ülke çok büyük değilmiş. Fakat, bedenlerini açgözlülük ve kıskançlık saran insanlar sıcak kafayla sürekli tartışmışlar. Böylece ikiye ayrılmışlar, bir grup insan çok akışlı gölün sağ yakasında, ikinci grup ise gölün sol yakasına yerleşmişler. Ayrılsalar da iki farklı millet gibi her bir şeye sinirlenerek bozuşmuşlar. Onlar tartıştıklarında yeryüzündeki bitkileri, ağaçların damarlarını, yapraklarını kopartarak, göle çöplerini atarak kirletmişler.
İnsanların sınırları aşan azgınlıklarına sinirlenen Allah gölün sağ tarafında yaşayanları kör, sol tarafından yaşayanları ise sağır etmiş. Körler memleketi ve sağırlar memleketi olarak adansa da aralarındaki tartışmalar durmamış. Etraflarını göremeyen körler düşünemiyorlarmış. Bu nasıl olmuş diye kimsenin aklına bile gelmemiş. Duyma kabiliyetinden ayrılan sağırlar ise hiçbir şeyi hissedememişler. Görme, düşünme, duyma, hissetme kabiliyetinden ayrılan onlar insanlıktan çıkmaya başlamış.
Bir gün Allah’ın gücü ile uğuldayan kara bulutlar gökyüzünü tamamen karanlığa sarmış. Güneş sanki ters dönmüş. Korkunç bir patlama sesi gelmiş. Rüzgârla havaya kalkan at arabası gökyüzünden yere inmiş, kafasında gökyüzü renkteki şapkası, çubuk sopası ve torbası olan bir ihtiyar adam arabada oturuyormuş. O anda aniden sessizlik sarmış etrafı. Korkudan kendilerine zor gelen sağırlar at arabasının yanında yaklaşmaya korkmuşlar, uzaktan izlemişler. İlginç tarafı da tüm sağırların kulakları açılmış. Aksakallı ihtiyar torbasından kalın kırmızı kitap çıkarmış, şiir okumaya başlamış. Şiir ilgilerini mi çekmedi, yoksa sağırlar şiirin ne olduğunu anlamadılar mı kim bilir, ama hiç tepkisiz odun gibi durmaya devam etmişler. Şiirlerinin kimsenin hoşuna gitmediğini anlayan ihtiyar sopasını sallamış. O anda rahatsız edici, çok gürültülü bir müzik etrafı sarmış. Sağırlar bu müziği o kadar beğenmişler ki omuzlarını oynatarak, üstündeki giyimlerini yere atmışlar ve delilercesine oynamaya başlamışlar, işte o zaman her tarafı sis basmış. Sağırların kulakları kapanmış, müzik de kesilmiş. Adamlar birbirini itekleyerek, aksakallı ihtiyara yaklaşmışlar. Birileri “Oynamak istiyoruz. Kulaklarımızı tekrar aç, ne olur” diye yalvarırken, diğerleri ise “Bizim böyle eğlendiğimizi körlerin görememesi ne kadar güzel” diye coşmuşlar.
Kafasında aydarı[1] olan beyaz yüzlü, tombul yanaklı bir çocuk ise ihtiyarın yanına gelmiş ve “Az önce çok güzel bir şiir duydum. O şiirin devamını duymak istiyorum ben, tekrar okur musun, dede”- demiş ve iki gözü iki çeşme olmuş. Aksakallı ihtiyar çocuğu arabasına bindirmiş ve gökyüzüne uçmuş. Körler evlerine dönmüş. Gökyüzü sütten beyaz olup parlamış ve körlerin gözleri açılmış. Aksakallı ihtiyar yanına gelen körlere torbasından altınları, gümüşleri, mücevherleri, altın iple dikilen çapanları paylaştırmış. Torbasını aştığı sürece içinden değerli eşyalar çıkarmış. Mucide sayesinde gözleri açılan körler küpe ve bilezik, yüzük, kolye, avuç avuç değerli mücevherleri görüp, elleriyle tutup, iyi deli olmuşlar. Aksakallı ihtiyar torbasından sihirli lamba çıkarmış, ışık yanmış gibi etraf parlamış, ısınmış ve aydınlanmış. Körlerin lambaya bakmaya hiç niyetleri yokmuş. Herkesin aklı fikri değerli taşlar olmuş. Birileri, “Keşke bütün değerli taşlar benim olsa” demiş, diğeri “Benim boynumdaki pırlanta kolyeyi görürse, sağırın kıskançlıktan içi yanardı, ben de çok zevk alırdım” demiş, diğerleri ise birbirlerinin elindeki mücevherleri almaya çalışmışlar ve herkes birbirine karışmış.
O zaman şiddetli fırtınalı yağmur yağmaya başlamış. İnsanlar dağılmış. Ağacın tepesine çıkmaya çalışmışlar. Fakat top gibi yere yuvarlanmışlar. Sığınak ve mağara aramışlar. Nafile… Bir anda ağızları hemen kapanmış. Etrafı sessizlik sarmış. Gözleri kapanan körler hiçbir şey hissetmek istememişler. Küçük çocuğun “Işığımı kapatma. Işıkları tekrar yak. Işığın nuru tüm bedenimi ısıtıyor. Ben dünyayı kendi gözlerimle, gönlümle görmek istiyorum”- diyen ince sesi adamlarına kulaklara ulaşmış. Aksakallı ihtiyar çocuğa doğru yürümüş. Gözlerini açmış. Ellerine ışığını tutuşturmuş. “Çok ıslandık. Bir sıcaklık hissediliyor” demiş körler. “Ben şiir okumak istiyorum. Işığı neden verdiniz? Karanlıkta kitabı nasıl okuyacağım ben” demiş at arabasında ki aydarlı çocuk.
- Kavga etmeyin, demiş aksakallı ihtiyar yüzündeki derin çizgileri düzleşerek. Allah’ın merhameti konmuş, körlerin gözleri sağırların kulakları açılmış. Herkes barışmış, bir araya gelmiş. O zaman kitaptan şiir okuyan aydarlı çocuğun yanında ışık tutan o küçük çocuk da gelmiş. Lamba ve şiirin değerini anlayan onlar, “İlk zenginlik sağlık” demişler, “Gerçek körden gönlü kör olan, gerçek sağırdan gönlü sağır olan kötü” olduğunu anlamışlar. Bundan sonra insan gibi yaşamaya başlamışlar. At arabalı aksakal ihtiyar gözden kayıp olup gitmiş. Nerden geldi? Nereye gitti? Bunu hala kimse bilmiyormuş...