“Vatanım,
Seninle aldığım nefesle,
Uzaklara gitmeyi hayal ettim.
Gönlüm eskileri arar şimdi de
Çocukluğumun izi kaldığı yerden…”
Mendekeş Satıbaldiyev
Ağaç ustası Satıbaldı’nın evinde otuz yedinin sonbaharında bir erkek çocuk geldi dünyaya. Nenesinin, babasının ve annesinin de ortak çocuğu – tek oğlan o zulmet yıllarında da hiç yasak görmeden büyüdüğü bir gerçektir. Tek bir keçinin sütünü de, tüm ailenin bir günlük yiyeceği olan yarım ekmek parçasının büyük bir dilimi o genç oğlanın ağzına verilirdi. “İki ihtiyarın arasında büyüyen çocuk akıllı olurmuş” derler ya, onların çocuğu da akıllısı da bu Mendekeş idi. Onun gülmesi, konuşması, yürümesi, her şeyi onlara bir bayramdı.
Genç çocuk için doğa, gökyüzü ve güneş, parlayan yıldızlar, çekirge cıvıltısı, köpek yavrusunun havlaması, kedinin miyavlaması bile bir sihirli dünya gibi gelirdi. O zaman çok nadir rastlanan bota (deve yavrusu) ve kısrağın üzüntülü sesleri, melodisi genç çocuğun hayalini uyandırıp, kendisi de bota gibi bozlar, kısrak gibi koşardı.
1941 yılın yazı. Soğuk savaş dönemi. Buradaki otuz evin otuz delikanlısı savaşa gitti. Daha sonra şair bu olayı şöyle anlatır;
Otuz bekar ata bindik,
Otuza ulaşmadan.
Otuza ulaşabilseydik eğer
Orman gibi yeşerenler.
Otuz bekâr ata bindi,
Otuz ocağı bırakıp,
Vatan-Ana, topallarsan
Otuzumuz döneriz koltuk değneğine.
Otuz bekâr ata bindik,
Otuz evin nazlısı.
Vatan yükün kaldırır
Otuz narın (tek hörgüçlü deve) hörgücü.
Atanın (dört yaşından büyük ve kısırlaşmış deve) incik kemiği gibi delikanlıların yerinde ihtiyar dedeler ve neneler, çoluk-çocuk kaldı. Güneşin doğuşundan batışına kadar ekinlikte işler hiç durmazdı.
O sıralarda Mendekeş Karaş tepesinde eski barakada tek kalırdı. O yaz o dört yaşına girmişti. Ay çıkar çıkmaz babası ve annesi evine geldiklerinde çocukları yoktu. Satıbaldı küreğini kapının girişine dayar dayamaz korku içinde etrafı, oyuk oyuk baktı. Oynayarak otların içinde mi uyuya kaldı diye de düşündü. Eski inançlardaki ata-ana periler mi götürdü diye tedirginleşti. Apar-topar koşup, tüy çimen gibi yalnız kalan çadırlara (keçi tüyünden yapılan) koştu.
- Eyvah, çocuk yok!
- Gözükmüyor mu?
- Yapma ya, garibanım ne diyorsun?
- İnşallah, yaralanmamıştır!
Sonra hem ümit hem şüphe içinde arama başladı. Küçücük çocuğun bakılmadığı yer kalmadı. Dayısı Şadir aksakal da evinde sakin oturamadı, Jem’in etrafına aramaya çıktı. Şındavul yanındaki sahilden beyaz bir şeyler göründü. Yaklaştıkça canlı bir şey olduğu, hareket ettiği fark ediliyordu. Bismillah çekerek koşa koşa yanına geldiğinde Satıbaldı’nın yaramaz çocuğu olduğu belli oldu. Korkutmamak için yanına gelip;
- Yavrum, ne yapıyorsun dedi?
- İlginç! İlginç! Harika – dedi çocuk.
- Ata, baksanıza, harika bu!
- Neyi? Aksakal (ihtiyar) kuşkulanmaya başladı.
- Şu balıkları, saldırgan balıkları!-dedi çocuk.
Ağzını kocaman açan beyaz amur balıkları, hızlı hızlı hareket eden turnabalıkları ufak balıkları dağıtarak, yakalayıp yutuyordu. Yanları parlayan, dalgaları delerek, oynuyorlardı. Fare yakalayan kedi gibi hünerli, özgür davranıyordu. Bu görüntü sadece çocuğu değil aksakalın da ilgisini çekti.
- Ata, ben “suyun altından her şeyi gördüm. Korkarak kaçan ufak balıklar faşistler, ve dişli turnabalıkları bizim asker ağabeylerimiz değil mi?! Acele etme, düşmanını yenip çıksın, biz burada bekleyelim”- der küçük çocuk hayallerine inanarak.
Aksakal parmak kadar çocuğun şu su altındaki savaş dünyasını kendi hayalindeki gerçek duygularından kolayca ayırt edemeyeceğini anladı.
- Tamam, senin derinliklerdeki eşitsizliği - düşmana, fevkalade cesur hareketi - kahramanlara benzetmen doğrudur (yerindedir). Doğrusu da budur, ülkemizin savaşı kazanacağı besbellidir. Yarın bu görünüşü göstermeye seni suya kendim getireyim, baban annen arıyor, telaşlanıyorlar, “gel” deyip elinden tutarak köye yol aldı. Satıbaldı çocuğunu sımsıkı göğsüne sardı.
- O tarafta bizimkiler faşistleri yok ediyorlar dedi ve Jem tarafına parmaklarıyla gösterdi. Babası yazılan bir şeyin tesiri mi dokundu diye iyice telaşlandı. Çocuğunu başkalarından, yanlış sözlerinden uzak tutmak için, bir eşyayı ikinci eşyaya benzetme alışkanlığından arındırmak için tek keçisinin tek yavrusunu kurban edip kesti. Şimdi de nazlısının her bir hareketini göz ardı etmeden gözetlemeye başladı. Mendekeş hareketli, taklit eden, çevik olup büyüyordu. Evin dışında büyüyen kamışın başı rüzgârdan seslense de çocuk oradan bile müzik arar, keyif alırdı. Kamış da küy çalabilirmiş diye hayret ederdi. Gerçekten de, kamışın kopuz gibi kıvrılıp ses çıkaracağını kim görmüş? Fakat, hassas Mendekeş’e öyle gözüktüğü belli idi. Bir gün babası çam ağacından küçük bir dombıra yaptı, o da ondan binlerce ses çıkarmaya çalıştı. Bulduğu müziğe isim verip, çaldığında, evdekiler,
- Çok yaşa, evradım!
- Bir gün mutlaka sanatçı olacaksın diyerek sevinirlerdi.
Beş yaşında kara dombırayı kaz gibi öttürten Mendekeş küçük bir köyün gönlünü alan dombıracı oldu. Akşam onun kapışarak çaldığı küylerine herkes “aferin” derdi. Millet, “hadi, başlat” deyince, iki omzu iki kanat gibi oynar, olgunlaşmamış parmakları dombıranın tellerinden hızlı kayardı. Ona bakarsan, müzik dombıradan değil onun gönlünden, sabırsız çarpan kalbinden çıkıyordu sanki. O altı yaşına geldiğinde anne babasının iyi bir yardımcısı oldu. Babası ve annesi işe gittiklerinde önlerine çaylarını demleyip koyardı. Elleri her işe yatkındı. Çıkrık süren güçlü çocuk adandı. Kolhoz (Sovyet döneminde küçük köyler) idaresinin atın otlağa götürüp sabahleyin getirmek de işi de ona yüklenmişti. Bunu o atlarına olan sevgisinden dolayı yapıyordu, ona bu işi kimse bulmamıştı. Bazen kısa mesafeyi atla gitmeyi hayal ederdi. Onun bu isteğini at sahibi yapıverirdi.
- “Göğsünü sıkıştırmadan özenle bin” - derdi.
- “Tamam, ağabey” - diyerek sevinirdi çocuk.
Atın üstünde hızlı koşarken o kendisini düşmanları yok ettiğini hayal ederdi. Kamçısıyla havayı keserek tüm sesiyle bağırırdı. Bundan iki yıl önceki suyun içindeki ufak balıkları faşistlere, dişli turnabalıkları kahraman ağabeylerine benzettiğindeki etki ata binince coşturuyordu. Her şeye ayak uyduran, sabırsız huyu, atik hayali onu hiçbir zaman avucundan bırakmamıştır.
Savaş bitip, Zafer bayramı kutlandığında Mendekeş sekiz yaşına girmişti. “Zafer! Zafer!” – diye köyü altı kere atla dolandı. O zaman su içindeki ufak balıklar ve turnabalığı hikâyesi gözünün önüne geldi. Geri geldiğinde gözlerini yaş, içini de hıçkırık neden sarmıştı?! Veya hayallerinin gerçeğe dönüşmesi mi mutlu etmişti, içgüdüsünün basit olmadığı mı, ama gönlünü bir dalga sarıp götürmüştü;
“…Sakallı isyan tamam da,
Selami satmak başka bir şey.
Yakınmış gibi davrananlar,
Olur bazen çok acımasız.
Ulaşıp hızlı başarılara,
Bazılarının gözü büyüdü.
Onu söylersen, dostunun kendisinden
Kalıyoruz üzücü söz duyup.
Dışından sadece kıskanır,
Haykırıp dursan kendin de.
Güçlüler göze takmaz
Güçsüz kaldığın günleri”- diyen hayatındaki içtenlik ve bağımlılığa aşık olan sevgili şair, soğuk otuz yedinin soğuğunda dünyaya gelen ünlü Mendekeş otuz yedisine ulaşmadan vefat etti. Kalemini ve şiirlerini masa üstünde bırakarak…