Сегодня день рождения у
Никто не пишет литературу для гордости, она рождается от характера, она также выполняет потребности нации...
Ахмет Байтурсынов
Главная
Спецпроекты
Переводы
Tölen ABDİK: "Erdem Cephesi"

13.07.2016 2819

Tölen ABDİK: "Erdem Cephesi"

Язык оригинала: Парасат майданы / Erdem Cephesi

Автор оригинала: Tölen ABDİK

Автор перевода: Nurbek KHAİRMUKHANMEDOV

Дата: 13.07.2016


Қазақ тіліндегі нұсқасы (Kazakça)



Парасат майданы.jpg

“Olmak ya da olmamak!

İşte bütün mesele!

Mesele nerede yatmakta, ömür ya da ölüm”

desek bile,

Kaderin eğlencesine boyun eğmek layık mıdır?

Ya da karşı çıkarsak,

ucsuz bucaksız musibetleri,

Bertaraf etmek doğru mudur?

Can alıp, can verilen savaşta!

Sonra ebediyen göz yummak,

Karanlığa boğarak şafağı,

Bütün dünyadan vazgeçerek,

Can ile teni bunaltan

binlerce zorlukları

birbiriyle bağlayan,

zincirleri böylece,

üzdüğünü tüm kalbinle duyarak.

William Shakspeare (Hamlet)


Sen iyiliği kötülükle yapman gerekiyor,

çünkü onu

Yapan başka hiçbir şey yoktur.

Robert Penn Worren



Ben bu günlüğü tanıdık bir doktordan almıştım. –Şaşılaçak şey şu ki- Daha sonra ilginç bir şey oldu, meğer günlük sahibini tanıyormuşum. Ne kadar geniş olursa olsun, insanlar, dünyanın bir noktasında bir şekilde birbirleriyle buluşuyorlar.


Gençlik yıllarında hayat karmakarışık-kalabalık bir pazar yeri gibidir. Hem dost, hem arkadaş sayısı çoktur. ‘Dostun dostu bana da dosttur’ anlayışı hakimdir. Elimdeki günlük sahibiyle hayatın oldukça kızıştığı böyle bir dönemde az çok ilişkimiz olmuştu. Yüzünü de hatırlıyorum; uzun boylu, zayıf, sarışın bir delikanlıydı. Yufka yürekliydi, kırılgandı. Kendisine bir şaka yapılmasın, hemen kıpkırmızı kesilirdi. Bu yüzden ona yabancı bir ülkenin insanı gibi dikkatli muamele eder, ihtimam gösterirdik.


Düğünde dernekte karşılaşırdık genellikle. Konuşmasından, hareketlerinden entelektüel bir ailede yetiştiği, kitabi bir terbiye aldığı hemen fark edilirdi. Yumuşak huyluluğu başkalarının hoşuna gitse bile, kendisi bu durumu bir zillet gibi algılıyordu. Onunla konuşmak için ozel olarak ilgilenmezsen birisinin yanında saatlerce sessiz, sedasız oturmaya hazırdı.


Kendisiyle içtenlikle muhabbet ettiğim hiçbir anım olmadı. Uzak bir diyara gidecek gemiye binen yolcuları uğurlar gibi, aramızda sadece titrek bir samimiyet kalmıştır belki. Sonra onunla hiç görüşmedim...


Şimdi ise birkaç defterden oluşan günlüklerini okuduğumda benim bildiğim sarışın delikanlıdan tamamen farklı bir insan olduğunu anladım.


Yazdığı günlüğe bakarak hayat hikayesini yazmak ne mümkün! Günlükte çoğunlukla düşünce ve duygularını dile getirmiş. Sadece son defterinde onun kader çizgisini belirleyen görkemli portresini seyredebiliyoruz. Burada olaylar sırayla ve tafsilatlı bir şekilde anlatıldığına, diğer insanlarla karşılıklı yazıştığı mektupları bile özenle tekrar yazıldığına göre; bu günlüklerin bir gün mutlaka başka biri tarafından okunabileceğini hesaba katmış olmalı. Okuyucularımla onun günlüklerinin sadece son kısımlarında anlatılan olayları paylaşmayı düşünüyorum. İki duygu arasında gel-git yaşayan ve iç dünyası bunaltıcı bir çelişkiye maruz kalanlar için, ümit ve şüphenin, gerçek ve yalanın arasında sendeleyenler için bu günlüklerin muhakkak bir faydası olacağı kanaatindeyim.


Günlük sahibinin ismini zikretmem edebe aykırı olacağını düşünüyorum. Birçok gizli yaşıtlarımızın biri olarak kabul etmenizi istirham ediyorum.


1


13 Mart…

Hayatımda büyük bir değişiklik yaşanmakta... Ne tür bir değişiklik olduğunu kendim de bilmiyorum. Belki bu değişiklik çoktan olmuş da, ben bunu şimdi fark ediyorum. Her şey olabilir... Bildiğim bir şey varsa o da kafamın çok yorgün olması. Dolayısıyla, eskisi gibi değil, düşündüklerimi çabuk unutuyorum. Örneğin, günlüğümde 3 Mart tarihinde yazdıklarım var ama 4, 5, 6 Mart tarihlerindeki yazılarım yok. Sonra 7 Mart’tan itibaren tekrar yazmaya başlıyorum. Günlüğume not düşmediğim günlerde; ‘ne yaptım, nerede bulundum, ne düşündüm’ hepsi tamamen aklımdan silinip gitmiş. Bazı şeylerin insan hafızasından tamamen silinebileceğini daha önce duymuştum. Fakat böyle bir şeyin nasıl olacağını bilmiyorum. Meselenin bu tarafı benim için hala muallak.


Evet, insan yaşlandıkca hafızasından silinen şeylerin sayısı gittikçe çoğalıyor; bu bir gercek… Bazen hayatındaki çok önemli olaylar silinir de, pek ehemmiyeti olmayan sıradan olaylar veya anlar aklında kalabilir. Birlikte okuduğun, eğitim aldığın insanların isim ve soyadını hatırlayamıyor, onları görünce daha önce bir yerde görmüş gibi oluyorsun, fakat net olarak tanıyamıyorsun. Eski dostluklar ve buluşmalardan sanki hiçbir iz kalmamış gibi her şey hafızadan silinmiş gitmiştir. Sanki hayat belirsiz bir deliğe akan bir nehir gibidir. Evet, insan hafızasının da kendine has kanunları vardır.


Bunun nedenini doktora soruyorsun, o da yorgunluktan kaynaklandığını söylüyor. Gerçekten de yorgunluktan kaynaklanıyor olabilir. Bu dünyaya gelen her insan neler görmez, neler yaşamaz ki? Bunları düşündukçe bir düşünceden daha başkasına dalarak ceşit ceşit yollar arasında hangisini tercih edeceğini bilemeyerek şaşkınlık yaşayan yolcu gibi olursun. Evet, dünya çok gizemli bir şey... Bu tip durumlarda insana mı, ya da Tanrı’ya mı küseceğini bilemezsin. Bakıyorsun, Tanrı doğrudur, Hakk’tır; insanı insan olarak, yani onurlu bir varlık şeklinde yaratmıştır. Anlamlı, faziletli bir şekilde yaşamasını, merhametli olmasını, iyilik yapmasını emretmiştir. Bundan öte ne söylenebilir ki? Fakat bazen Tanrı’nın belirlediği kaderden kaçamayan, fakat yaptığı her şeyin sorumluluğunu tek başına üstlenen insana da acımaktan geri duramıyorsun.


Hem iyiliğe, hem kötülüğe de götüren yollar yeterince fazladır. Bir insanı bir şeye inandırmak çok zor bir şeydir. Dolayısıyla, insanlar için dünya adlı koca bir evde, ev içinden küçük bir ev kurarak kendince hayatına anlam vermekten, kendi iç dünyasının arayışlarını kendisi tatmin etmekten başka bir careleri yok gibi gözüküyor. Kendi küçük evinde yaşayan insanların iyi olmaları temennimdir. Bazen gönül dünyamda çok gizemli, tam olarak betimleyemeyeceğim bir zillet ve zorbalığın baskısı altında gibi hissediyorum kendimi.


Etrafta olup bitenlerin hiçbiri artık eskisi gibi tesir etmiyor. Güneşin ziyasını, tabiatın muhteşem güzelliklerini, baharın hoş meltemlerini eskisi gibi hissedemiyorum. Bütün bunlar kendi iç dünyama fazlasıyla daldığım içindir belki…


“Zorba hayat, şuurlu bir varlık için bir hapishane gibiymiş...”



2


15 Mart…

“Uc günden sonra insanoğlu cehenneme bile alışır” derler. Zorluğa, sıkıntıya, musibete dayanmak; bunları göğüslemek, belki hayatı devam ettirmek için luzumlu bir şeydir, fakat insanın günaha ve suça, şerefsizliğe ve adaletsizliğe alışması, bütün bunlara normal bir şey gibi tiksinti duymadan bakmaya başlaması çok tehlikeli ve zararlı bir alışkanlıktır.


Günlük medya haberlerine ve etrafta olup bitenlere bakarsak korkunç bir manevi çöküşü iliklerine kadar hissediyorsun. Bütün bu olup bitenlere insanların alışmaya başlaması, tiksinmemeleri, korkmamaları, sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi şahsi rahatlarıyla kör bir şekilde yaşamaları insanı dehşete düşürüyor. Bütün bunlara bakınca bir cenazeyi oyuncak gibi kullanarak oyun oynayan çocukların gafil halini görmüş gibi ürperiyorum.


Artık gazete okuyamıyorum. İlk sayfayı açtığım anda insanı dehşete salan olaylar sanki taşmakta olan nehrin bir kılı götürmesi gibi beni de alıyor ve götürebildiği yere kadar götüruyor…


Kendi anasına tecavüz eden veya öldürenler…

Rüştüne ermemiş kendi kızına tecavüz eden ve öldüren baba...

Yeni doğurduğu bebeğini çöp kutusuna bırakıp giden kadınlar…

Kendi oğluyla evlenen zengin kadın…

İnsan etini yiyen manyaklar...

Erkekle evlenen erkekler...

Ölü bir insanla cinsel ilişki yapanlar…


Evet, başka nice insanı dehşete salan sapıklıklar, dünyanın dört bir köşesinden gelen korkunç haberler…


Bunları okuduğum anda bozulmuş bir şeyi yiyen biri gibi midem bulanmaya başlıyor. İğrenç şeyleri duyunca damarlarım tıkanmış gibi bütün vücudum kasılıyor ve kusmak istiyorum… Nihayet mide bulantısından kurtulamıyor ve tuvalete doğru koşuyorum.


Yere yıkıldım… Baktım ki, etrafım tümüyle pislik…


Etrafımdakilerin rahat olduklarını müşahede ediyorum. Hepsinin keyfi yerinde... Bütün bu mide bulandıran olaylara tahammül etmek, anlayışla bakmak istiyorlar… Bunları olağan bir olay gibi görerek meşruiyet kazandırmak istiyorlar…


Eski masal ve menkıbelerde insanları tehdit eden, ara sıra kurbanlık olarak bir insan vermelerini talep eden ejderha misali vardır. İnsanlar başka çareleri olmadığından aralarından bir tane güzel kızı yem olarak ejderhaya veriyorlar ve böylece diğerleri sağ salim kaldıklarına seviniyorlardı ya... Tıpkı masalda olduğu gibi böylesi bir canavar bütün dünyaya zorbalık yapıyor, kimsenin başını kaldırmasına imkan tanımıyor, insanlara göz actırmıyor, güneşe baktırmıyor… Ara-sıra savaş acarak, kan dökerek, iftira fırtınaları veya zelzeleleri yaparak, hastalıklar yayarak tıpkı masaldaki ejderha gibi kendisi için gerekli olan kurbanlıkları alıyor, alıyor ve olay böyle devam ediyor... Bütün bunlar az olmuş gibi o ejderha şimdi insanlardan bütün insani özelliklerini, insani değerlerini de kurbanlık olarak vermelerini talep etmektedir...


Balzac’ın dediği gibi: “Yeryüzünde bahtsızlıktan başka tam anlamıyla uygulanan başka bir şey yoktur”.


Gazete ve dergilerdeki insanı ürperten haberlerin başka boyutları da var. Bunlar: nukleer silahlar, çevre felaketleri, meteor yağmuru gibi uzay afetleri, dünyadaki deniz seviyesinin yükselişi ve tufan, sel, zelzeleler vs. Bütün bunlar fantastik kurgular değil, yaşanma ihtimali bilimsel olarak tespit edilen gerçeklerdir. Elbette, bunlar ne zaman ve nasıl olacağını bügün kimse kestiremez, fakat hangi asırda olursa olsun mutlaka olacağını düşündukçe insanı bir dehşet duygusu sarıyor ve bundan kurtulmak da kolay olmuyor.


Milyonlar ve milyarlarla olçülen kozmik devrin, bir noktasından parlayan güneşimizin de bir gün mutlaka soneceği, insanlık hayatının da ebedi olmayacağını akılla anlamak mümkündur. Fakat şimdilerdeki en büyük ızdırap ve hasret insanoğlunun manevi aleminde yaşanıyor. İnsanoğlunun hayata gözünü açtığı andan itibaren başından geçen olaylar, tarihi, mutlu günleri, hasreti, ümidi, pişmanlıkları, binlerce senede oluşan vicdanı, yani merhamet, şefkat, sevgi, fazilet uğrunda adanmışlık sergilemesi ve diğer insani değerlerinin hepsi karanlıkta kaybolarak yok olacak oyle mi? Buna gönül inanmak istemiyor.


Elbette, bütün bunları düşünerek kafa yormakla hiçbir şey değişmez.


Ecelin ne vakit kapı calacağını Tanrı’dan başka kimse bilemez. Belki kadimdeki Nuh peygamberin kaderi tekrar yaşanacaktır... Belki hiçbir şey geri dönmeyecektir. Her şey karanlıkta kaybolur, söner gider de, hayat eskisi gibi mikrop ve parazitlerden oluşarak tekrar başlar. Böylece bir diğer insanoğlunun hayata kavuşması milyarlarca yıl sürecektir. Bunları kimse kestiremez.


İnsan zillete duçar olacağına, manevi hasletleri yok olup çürüyeceğine, nasıl olsa gelecek olana hazırlansa daha iyi olmaz mı? Ölümden kurtulamayacağına göre, alemde hiçbir manası olmadan yaşamaktansa vicdan ve kalp sahibi bir insan olarak ölmeyi yeğlemek, insanoğlu için daha şerefli bir davranış olmaz mı?



3


25 Mart…

Vücuttaki hastalıkların ‘beslenme’den kaynaklandığını söylüyorlar. Sapık düşünceden insanın kalbi hastalanıyor. İşte bundan dolayı yedi gündür etrafı taş duvarla çevrili hastanede bulunuyorum. Nice insana barınak olan tek kişilik küçük hasta odası eskimiş bir elbise gibi insanı hüzünlendiriyor. Sokağa bakan pencereyi yüksek bir bina gölgelemektedir. Sadece sağ taraftan iki bina arasından yüksek dağların küçücük bir görüntüsü göze çarpmaktadır. Beni dış dünyaya bağlayan bu görüntüden başka hiçbir şey yoktur.


Buraya geldiğim günden itibaren aniden kaybolduğum günleri düşünerek kendi kendimi korkutmamak için sadece çok ozel bir olay olmazsa elime kalem almamaya karar vermiştim. Fakat dayanamadım, tekrar günlük yazmaya başladım. Çünkü beni şaşırtan çok enteresan bir olay oldu.


Sabah kahvaltı yaptıktan sonra ilaç almak için basuçumdaki bardağa elimi uzattığımda dolabın üzerindeki mektubu gördüm. Bunu daha önce hiç fark etmemişim…


Bu anı hiç unutamıyorum. İkiye katlanmış eski ve sararmış kağıdın üzerine kabaca atılmış imza göze batıyor. Yazısında bana tanıdık olan bir şey var. Fakat ne olduğunu kendim de bilmiyorum. Patlayıcı bir maddeyi elinde tutan bir adam gibi titreyerek, çok tedirgin bir halde kağıdı açarak içindeki yazıyı okumaya başladım.


“İsmini bilmediğim arkadaşım!” diye başlamış mektup. “Ben sizin günlüğünüzü okuyarak çok düşündüm. İzinsiz okuduğum için elbette özür diliyorum. Hayatın anlamını aramak gibi zor bir işe girmişsiniz. Bu gerçek anlamda ruh denilen büyük bir aleme seyahat yapmak gibi bir şeydir. Bu iş gerçekte tehlikeli bir yolculuktur.


Dolayısıyla seyahatinizin iyi geçmesini temenni ediyorum.


Bence insan hayatını iyilik ve kötülüğün ebedi savaşı olarak değerlendiren görüşünüzü tekrar gözden geçirmeniz gerekiyor, çünkü iyilik ve kötülüğü mutlak anlamda ikiye ayırarak birbirinden bölmek mümkün değildir. Sokaktaki herhangi bir adamı yakalayarak ondaki iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırmak mümkün müdür? Ondaki bazı iyilikler birileri için iyidir, fakat başka birileri için kötüdür. Düşmanları için kötüdür, eşi için kıymetlidir, dostları için sevimli vs... İnsandaki sevmek ve nefret etmek gibi duygular dahi bu iki kavrama doğrudan bağlı değildirler. Başka bir deyişle, insan sürekli iyiliği severek, kötülükten nefret edemeyebilir. İyilik ve kötülüğün dostluğuna ya da iyinin ikinci bir iyi şeyi sevmesine hayatta az mı rastlanır? Dolayısıyla, belli bir anlamda hayat sadece iyilik ve kötülüğün, fazilet ve zulmün çatışması değil, faziletle faziletin, kötülükle kötülüğün çatışması da olabilir. İyi ile iyi de bazen birbiriyle çatışabilir. Birbirini yok edebilir. Öyleyse, iyi ve kötü sadece şartlı kavramlardır. Bunu sadece duruma göre hesap etmek mümkündür. Fakat bu bile bütün meseleyi açıklayamaz, sadece bir yönünü teşkil etmektedir.


En enteresan tarafı şudur ki, iyilik ve kötülük her ne kadar birbiriyle çatışır gibi gözükse de, birbirine sıkı sıkıya bağlı, ötekisiz yaşayamaz ikiz olgudurlar.


Örneğin, Çin felsefesinde merhametli güç “Yan”, kendisine tamamen zıt merhametsiz güç “İn” ile karşılıklı etkileşim kanunu çerçevesinde kendi aralarında çok sıkı bağa sahiptirler. Net bir ifadeyle “İn” belli bir zaman içinde yavaş yavaş “Yan’a” dönüşürse, bazen “Yan” kendi zirvesine çıkarak “İn” gücüne ulaşacaktır.


Yeryüzündeki bütün hayat birbirleriyle etkileşim içindeki bu iki gücün belli bir denge oluşturmasına bağlıdır. Bu felsefeyi hayattaki somut olaylarla yorumlarsak şöyle bir şeyle karşı karşıya kalırız:


Diyelim, nehir suyu ab-ı hayattır. Bahçe ve tarla yaparak, onları sulamak için insanlar baraj yapıp su toplamaya çalışılar. Fazilet uğruna harcanacak böyle bir su hayırdır ve merhametli güç “Yan” olmaktadır.


Fakat bu su, baharda nehir taştığında evleri yıkarsa, hayvanları selle boğarsa, barajları yerle bir ederek kendi seviyesinin üzerine çıkarsa afete, yani merhametsiz bir güç olan “İn’e” dönüşür.


Daha sonra tekrar eski haline gelerek insanların hizmetine yarayan merhametli güce dönüşür. Fakat bunun bile ömrü çok uzak değildir. Bir sonraki baharda merhametli “Yan” tekrar merhametsiz bir güç “İn’e” dönüşecektir. Hayat böyle devam eder. Esas olan bu ikisi bir tek şeydir.


Buradan çıkan sonuç şöyledir; bizim “iyi” veya “kötü” dediklerimiz çeşitli durumlarda çeşitli sıfatlara sahip olabilen bir tek olgudur.


Öyleyse, fazilet ve zorbalığı birbirinden ayırmaya bu kadar çok gayret etmenin ne anlamı var? Bunu bir düşünün...


Arkadaşım, bu bizim aramızdaki muhabbetin sadece başlangıcıdır. İkimizin ortaya koyacağı düşünceler bununla bitmeyecektir galiba. Eğer karşı olmazsanız daha yakından tanışalım. Muhabbet edelim. Eğer mektup yazarsanız masanın altına bırakabilirsiniz.


Hürmetle, bir meçhul arkadaşınız…


Ben şaşkınlık icerisinde fakat nedendir bilmediğim bir merak duygusuyla gizemli mektubu başından sonuna kadar tekrar okudum. Sonra çok tedirgin oldum. Bu mektup buraya nasıl geldi? Odada bir başımayım. Buraya kim girebilir ki? Niçin ben yokken geldi? Neden benim günlüğumu izinsiz okudu? Yüz yüze konuşmak dururken niye mektup yazdı?


Bir meçhul heyecan, tedirginlik ve ürperti beni gerçekten korkutmaya başladı. Neden sonra kendi kendimi soğukkanlı olmaya ikna ettim. Tamam, işte olan olmuş. Bu devirde işini ve huyunu kimsenin anlamadığı insan sayısı hiç de az olmasa gerek. Kaldı ki, sinir hastalıklarına yakalananlar arasında ceşit ceşit insan vardır. Kendi kendimi sakinleştirmeye bakarken bu olaya hiç ehemmiyet vermemeye çalıştım. Saat 11’de autotrening dersine gittim. Dersi daha önce görmediğim beyaz yüzlü bir kız yürüttü. Konuştuğu zaman ince dudakları hafiften cevrilerek, mercan gibi beyaz dişlerini gostere gostere gulumsuyor. Göz göze geldiğimizde güzelliğinden yayılan sıcak enerji tum vücudumu etkisi altına alıyor ve gizemli bir suda yüzüyor gibi oluyorum. Bunu hissetmişcesine:


“Sizin içiniz gecti ve rahat bir duyguya daldınız,” diyerek o güzel dudaklarıyla bütün duygularımı okşayarak hafiften sesleniyordu.


“Siz gevşeyip uykuya dalmaya başladınız, resmen uyudunuz...”


Uzaktan bir müzik sesi geliyordu. Harika bir müzik... Yeryüzü muziğine hiç benzemiyor. Sanki bir bebeğe sesleniliyor gibi yumuşaklıkla yüce alemlere, öte dünyanın sınırsızlıklarına dalmaktaydım. Gönülden cıkan özlem duygusu, fani beşer prangalarından kurtularak özgürlük alemi olan ebediyete yükselerek insani arzu ve dileklerin ulaşamadığı o baki zirvede uçuyoryor gibi olmuştum. Evet sınırsızlık...


Bazen güneşin ziyası parlıyor ve o an taze otların güzel kokusu burnumu okşayarak geciyor; kendimi bir güzel gol kenarında keyif yaparak oturur buluyorum. Yeşil yayla...


Uzaktan birisi ellerini sallayarak kendine çağırıyor gibi...


Aniden:


“Şimdi uyanın!” diyen sesi net olarak işittim. “Siz bugün neşelendiniz, vücudunuza güç geldi, ruhunuzun ufku acıldı, kalkın!”


Rahat bir halde gözlerimi açtığımda bir bebeğe bakmışcasına gülümseyerek bana bakan hekim bayanı göruyordum.


“Çok iyi!” dedi az sonra, kendisine mi, ya da başka birisine mi belli değil, fakat bir şeyin çok hoşuna gittiği halinden belliydi.


İlk başta gizli halleri belli olan bir insan gibi biraz sıkılmıştım, etrafıma baktım, benim gibi rahat bir şekilde uyananları görerek kendi kendimi rahatlattım.



4


26 Mart...

Aslında beni sürekli bir uğursuzluk takip etmektedir. Gece nahoş bir rüya gördüm. Çok karanlık bir koridorda ilerliyorum. Yol kenarında direk mi ya da başka bir şey midir bilemiyorum, duşmemek için ara sıra elimle dokunarak tutunmaya çalışıyorum. Galiba acele bir işim var. Aniden keskin bir şey, belki duvarda asılı duran kılıc, boynumu kesiverdi. Hiçbir acı hissetmediğim için ileriye doğru yurumeye devam ettim, fakat başımın sallanmaya başladığını fark edince yere duşmemesi için elimle sıkı sıkı tutuyordum.


Bakıyorum, başım bomboş. Vücuduma sadece bir deri parcasıyla bağlı bulunuyor. Bir elimle duvarları yoklayarak, diğer elimle kafamı tutarak ileriye doğru yurumeye devam ettim. Artık yurumek zorlaşıyordu, çünkü surunursem, tokezlersem veya kayarsam kafamı yere düşürebileceğimi düşünerek çok tedirgin oldum. Karanlık koridor hiç bitmeyecek, elem ve azap dolusu bu yolculuk tükenmeyecek gibi görünmüştü. Derken bir misafirhane veya bir ötel gibi büyük binanın içerisine girdim. Bekleme salonundaki bir koltuğa oturarak kafamı tutan deri parçasını kopararak kafamı yanımdaki bir sandalyeye koydum. Yanımdan geçenler sanki bana bakıyorlar gibiydi. Kendimi rahatsız hissederek kafamı gazeteyle gölgelemeye çalışıyorum. “Ayıp oluyor galiba” diye utanıyorum. ‘Artık bunu nasıl gizleyebilirim?’ diye endişe ediyorum.


Nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Kafamın üzerini orten gazeteyi biraz acıyorum, kafamın aynen yattığını görerek tekrar üzerini örtüyorumum. Bundan nasıl kurtulacağımı bilemeyen birisi gibi kara kara düşünüyordum. Derken uyanmışım. Meğer bütün bunlar rüyaymış.


Rüyanın şokunu atlatmak için epey uğraştım. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Beni şaşırtan şey kafamı kendimden ayrı bir yere koyarak nasıl düşünüyordum, nasıl görebiliyordum, beni hayrete düşüren bunlardı. Akla, mantığa uymasa dahi çok net olarak gördüm o rüyayı. Bu durum bana çok derinden tesir etti.


Uzun vakit uyuyamadım. Pencereden odayı aydınlatan çok zayıf bir ışık odadaki simsiyah karanlıkla karışarak karmakarışık renk almıştı; ne aydınlık, ne de karanlık, anlamsız bir renk. Nereden geldiği belli değil, bir yerden hafiften bir rüzgar bile esiyordu.


Gördüğüm rüyayı hayalimden kovsam bile, etrafımdan gitmeyen masa gibi kafamı uzun zaman allak bullak etti. Gözlerimi kapattığım anda derhal, kesilen yeri kıpkırmızı, sandalye üzerinde yatan kafamı görüyordum.



5


27 Mart...

Dünyadaki en kötü şey insanın kendi kendinden korkmasıdır. Böyle durumda insanın kendi düşünce ve gönül dünyası nice tehlikelere gebe gizemli bir orman gibi gözüküyor. Bir kere kaybolursan tekrar ormanın dışına çıkman mümkün değildir. Kayboldukça korku ve dehşet hali artar ve bu hal güçlendikçe kendi kendine yabancılaşarak korkunç duygulara kapılırsın.


Nihayet kendi deşiğinden kendisi korkan bir fare gibi ben de kendi iç dünyamdan dış dünyaya doğru kacmaya çalışıyorum. Dünya ne kadar acımasız olsa bile nice aldatıcı sus ve oyalamaları olan bir şeydir. Etrafım insanlarla dolu, güneşin muhteşem ziyası, kainattaki hiç bitmeyen, durmayan hareketlilik ve nice ses ve fısıltılar vs... Kendimi dış dünyaya bağlayan bir damarın akışını hissettiğim anda beşeri şuur ve idrakim tekrar geri geliyor ve onunla birlikte ümide bağlanan arzu ve hayallerim de tekrar gönlümu sarıp sarmalamaya başlıyor. Benim şimdiki ilk amacım bana mektup yazan meçhul şahsı bulmaktır. Daha sonra onun bu oyun oynama hevesini kesmek istiyorum. Düşman cephesinde gezen istihbaratçı gibi ayaklarımı dikkatle basarak bahçedeki insanların her birine çok dikkatli bir şekilde bakıyor ve onu arıyorum. Eğer göz göze gelirsek bir bakışta tanıyacak gibi bir özgüven var içimde.


Meçhul şahsı arıyorken bir şeyi anladım, biz hakikaten hayata çok yüzeysel bakıyormuşuz. Hatta etrafımızdaki yakınlarımızı bile yeterince tanımıyormuşuz. Eskiden bahçedeki insanların hepsi bir birinden hiç farkı yok tek tip insanlar gibi gözüküyordu. Şimdi bakıyorum, bu insanların hiçbirisi diğerine benzemiyor.


Dışarıdan bakılınca fazla konuşmayan, ağırbaşlı gözüken sacları dokulmuş sarışın şahıs bile kelimenin tam anlamıyla gevezenin tekiymiş. Kendini tanıtmak için soze çok uzaklardan başlayarak atalarını anlatmaya başladı, atalarının her birinin kahramanlıklarını hikaye ederek, hatta bir atasının Çar’ın huzurunda olduğunu, bir atasının ulema olduğunu söyleyerek gitmek istesem bile fırsat vermeden çok oyaladı.


Kel olan başını saclarıyla ortmeye çalışan iri yapılı bir delikanlı; “Kardeş, Kazaklar arasında benim tanımadığım bir adam yoktur, sen de nerden çıktın?” diye bana çıkıştı.


Bir tanesi de akıl hastası olmalı ki, “Ben İsa’yım, gokten indim, herkes benden korktuğu için buraya getirdiler. Bütün bunları organize eden Birleşmiş Milletler Teşkilatı’dır.” diye saçmalamaya başladı.


Havalar ısınmaya başlamıştı. Fakat golgeliklerde hala soğukluk kendini hissettiriyordu. Nemli bahar meltemleri hasta birinin soluğu gibi hissediliyordu. Ara sıra nerden geldiği belli olmayan soğuk bir rüzgar estiğinde bırakın vücudu, insanın kalbi bile soğuktan uşuyecek gibi olurdu.


Öğlene doğru bahçede kavga yaşandı. İri yapılı, sakallı birisi uzun saçlı delikanlıyı olesiye dovdu, etraftaki insanlar o kabadayıyı zar zor durdurdu. Kavganın çıkış nedenini herkes farklı farklı değerlendiriyor. Orada bulunan hemşirenin dediğine göre hastanenin Baş Hekimi bahçeye çıkınca genç delikanlıyla selamlaşmış, sakallı kabadayı buna acayip kızmış ve o delikanlıyı, “Benimle selamlaşmıyor, seninle niye selamlaştı?” diye ölesiye dövmüş.


Evet, dikkatlice bakan herkes hastane bahçesinde olup bitenlerle dış dünyada olup bitenler arasında önemli bir fark göremez.


Öğleden sonra doktor beni kendi odasına çağırdı. Koltuğuna aşırı bir şekilde yaslanarak oturan gözluklu genç bir doktor... Sanki bir yeri ağrıyormuş gibi yaparak karşısındaki insana zorlana zorlana bakıyor. Konuşmasına bakılırsa tecrubeli, eğitimli bir uzman olduğu belli... Tansiyonumu olctukten sonra kalbimi, akciğerimi kontrol etti. Daha sonra moralimin nasıl olduğunu, genel durumumu, geçmiş hayatımı sorarak benimle sohbet etmeye çalıştı. Bir kaygısı mı vardı, ya da gönlünde bir yara mı var, belli değil, fakat sanki konuşacak adam bulamayan birisi gibi, sırf konuşmak için beni sohbete cekmeye çalışıyor gibi geldi. Böylece, hava durumu, dun gece hastanede sıcak suyun kesilmesi gibi ufak tefek şeyleri konuşarak biraz oturdu. Daha sonra tıpla ilgili bahis acarak, psikolojik patoloji hakkında uzun uzun anlattı. Özellikle insan şahsiyetinin ikiye bölünmesi meselesinin üzerinde fazla durdu. Yani, bir insanın farklı farklı iki şahıs şeklinde ortaya çıkmasını nedense tekrar tekrar kurcalıyordu. Örneğin, insan çok iyi bir aile reisidir, iyi bir işci veya memurdur. Fakat gece saat 12’den sonra birden bire çok tehlikeli bir cani olabilir. Kadınları tecavüz ederek öldürebilir. Geçenlerde bir pilot genç kızlara tecavüz ederek hatta birçoğunu öldürdükten sonra yakalanmış. Pilotun böyle bir suçu birkaç senedir sürekli yapmakta olduğu belli oldu. Etrafındaki herkesin saygısını kazanan böyle birisinin cinayetle kirlenmiş ikinci bir hayatının olduğunu kimse bilmemiş. Böyle ornekler çoktur. Yani, insanın kendi içinden karakteri, hayata bakış acısı tamamen farklı ikinci bir şahsiyetin çıkması psikolojik patoloji oluyormuş.


Ben derinlemesine düşünüyorum. Bu devirde normal olaylarla olağanüstü olaylar bir biriyle karıştığı cetin bir ortamda hastalık ile sağlık arasına sınır çizmek nasıl mümkün olabilir ki? Örneğin, insanı bir tane dişi ağzına sığmayarak dışarıya doğru buyurse bu patolojidir, fakat diğeri olmadan yaşayamayacak kadar aşık olan çiftler veya samimi dostlar birbirlerine kötüluk, ihanet yaparsa bu patoloji değildir. Bütün bunlar hayattaki normal, sıradan olaylara donuştu. Bunlara yeterince alıştık. Halbuki insan için, insani özelliklerini yitirmekten daha vahim başka ne tür patoloji olabilir ki?


Bugünku sosyal davranış normları, “ahlak” kuralları çerçevesinde oluşan başka insanları kendine rakip olarak değerlendirerek onlardan nefret etme, sadece kendini düşünme, egoistlik, tüketim budalası olma, narsistlik, acımasızlık, zorbalık, merhametsizlik, kıskançlık gibi özellikler patoloji değilse, peki nedir o zaman?


Şimdiki insanların kusur ve eksiklikleri başlarındaki sac tellerinden daha fazla olmasına rağmen kendi beşeri zaaflarını kabul ederek onunla mücadele eden veya böyle bir şeye niyet eden bir tek adama bile rastlamak mümkün değildir. Herhangi bir sokakta yüz adamla konuşursan hepsi başkaları tarafından haksızlığa, zor balığa maruz kalanlar olarak karşımıza çıkar. Peki, öyleyse zorbalık yapanlar nerede geziyorlar?



6

31 Mart...

Bugün yine bir mektup aldım. Galiba böyle giderse kendi sonumu kendim hazırlayacağım. Koridordaki masanın altına bakmamaya soz vermeme rağmen kor bir merak duygusuyla yine baktım oraya. Bütün gün kendi kendimi frenlemeye çalıştım, fakat öğle vakti koridordaki masanın yanına gelerek altındaki boşluğa elimi uzatmaktan kendimi alıkoyamadım. Oradan mektubu çıkarttığımda, tuzağa duştuğunde şaşkınlık yaşayan hayvanlar gibi şaştım, kaldım. Riskli bir işe bulaştığım gercekti. Daha da kötüsu bu işe olan kor bir merak sarmıştı beni. Bu sefer mektup gelmeseydi iç dünyamı darmadağın eden bu fırtınada birazcık olsun dinlenerek güç toplardım. Fakat görünmeyen düşmanım benim onumu keserek, bana fırsat tanımadı.


Bu sefer de “Meçhul arkadaşım,” diye hitap etmiş eskisi gibi. Daha sonra “Sizden cevap gelmeyince ikinci kez mektup yazıyorum. Sizin günlüğünüzü okuduğum için tekrar özür diliyorum.


Günlüğünüzü okuyunca bir şeyi anladım; siz iyiliğe inanıyor, fakat kötülüğe inanmıyorsunuz. Bence her ikisine de inanmak gerekiyor. Dünyayı yöneten bu iki güçtür, öyle değil mi? Hayat dediğimiz tekerlekli bir araba ise; onun iki direksiyonu vardır; bunlardan bir tanesi kötülük, bir tanesi de iyiliktir. Fakat o sizin düşündüğünüz gibi kötülük sadece şer getiren zararlı bir şey değildir. Diyelim ki, kabul edilen bir görüşe göre kötülüğün bir emaresi ölümdür, eceldir. Fakat ölüm olmazsa yeryüzünde nasıl hayat devam eder ki? Hastalar ve yaşlılar ölmezse, hırsızlar ve insanlığa zulüm eden tiranlar ölmezse dünyanın hali ne olurdu? Şüphesiz cehennem olurdu. Ölüm sayesinde hayat yaşanılabilir keyfiyet kazandı. İkinci olarak, insanlarda başka bir insanı öldürmeyi göze alabilecek sertlik, hırçınlık olmazsa canilerden kendimizi nasıl korüyacaktık? Örneğin, yılanın kendisinden de, zehrinden nasıl da korkuyoruz, fakat ondan bile insan hayatını kurtaran nice ilaçlar yapılmıyor mu? Öyleyse, hiçbir güce “iyi” ya da “kötü” diye önceden sıfat belirlemek doğru değildir. Biz sadece o güçlerle bir araya geldiğimizde bize onların faydası mı olur, ya da zararı mı dokunur, bunu düşünmemiz gerekiyor. İşte bizim “iyi” ya da “kötü” dediğimiz bundan ibarettir.


Şimdi gelelim yalan meselesine. Yalanı sevmiyoruz, nefret ediyoruz. Eğer o yalan dile gelerek insanlarla tartışacak olursa derdi ki “Birader! Hepiniz benim sayemde yaşıyorsunuz, öyle değil mi? Sadece ve sadece gerçeği söyleseydiniz çoktan yok olurdunuz. Benim sayemde kaç kere hayatınızı kurtardınız, daha kaç kez benim sayemde hayatlarınızı korüyacaksınız, bir düşünün... Yalan olmazsa bir gün bile yaşayamazdınız.” Evet, yalan dile gelerek insanlara bunu söylerse hiç kimse ona karşı ağzını bile açamazdı. Çünkü yalan söyledikleri gerçektir.


Günlüklerinde insanın saf halini koruması, temiz insan olması hakkında çok yazıyorsun. Burada sana birisinden bahsedecek ve duyduğum bir hikayeyi anlatacağım.


Entel bir ailede yetişen bir kadın kendi kocasını aldatmış. Nasıl ve niçin diye kafa yormayalım. Her gün gördüğümüz, duyduğumuz şeyler. Fakat ne yazık ki, o kadın cinsel bir hastalığa maruz kalmış. Belki, aklını iyi kullansa, soğukkanlı davransa tedavi de olabilirdi. Fakat çok bunalan zavallı kadın, artık kocasına layık biri olmadığını düşünerek bu acıya dayanamayıp kendini asarak intihar etmiş. Kocası çocuklarıyla beraber ardından ağıtlar yakmış… Zavallı adam çocuklarıyla kalakalmış. Çok üzülmüş. Fakat ona en ağır gelen şey ise, ölen karısının kendisini tertemiz bir insan sayarak, kocasına layık biri olmadığını düşünerek intihar etmeye karar vermesiydi. Yani, safiyane bir düşünceyle büyük hata yapmasıydı. Ne olursa olsun kocası hiçbir zaman eşini öldürmeye kıymazdı, onu affetmeye hazırdı. Çünkü eşinin zannettiği gibi kendisi de tertemiz biri değildi. Her ikisi de iffetli olmadan gayet mutlu bir hayat sürebilirlerdi. Artık öyle bir mutluluk olmayacaktır. Bakar mısın, karısının yaptığı şey ne kadar da yanlış bir anlayıştır? Bizim hayatımızı zehir zemberek eden böyle yanlış anlayışlardır. Sadece hayal aleminde olan, fakat gerçekte hiç olmayan ve uygulanması tamamen olanaksız iffetlilikle, temiz olmakla kendi şuurumuzu kendimiz zehirlediğimizde ne kazanacağız ki? Bu ne kadar aptallıktır? Şimdi ardında kalan kocasının ızdırabı büyüktür. Olay işte budur.


İnsanoğlu mutlu olabilmesi için kim olduğunu iyi bilmeli. Yani kendisinin bir veli değil, günahkar bir mahlыk olduğunu kabul etmesi gerekir. Bunu kabul etmedikçe kimse sonsuza dek sürecek manevо azaptan kurtulamaz.


Bütün bunları düşündükçe mutluluk el uzatımı kadar yakın bir mesafede duruyor gibi gözüküyor. İşte o mutluluğun size de nasip olmasını diliyorum.


Ben sizden hiç ümidimi kesmiyorum. Hala sizden mektup bekliyorum.


Saygılarımla, meçhul arkadaşınız…


Mektubun son satırlarını ellerim titreyerek zar zor okudum. “Sabır, sabır!” diyorum kendi kendime. Kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Fakat insanı dehşete salan duygular, düşünceler istediği tarafa başını almış kacan hayvanlar gibi benim ihtiyarımla, irademle kontrol edilecek gibi gözükmuyordu. Nihayet, paniklemeyi bırakıp, darmadağınık olan duygularımı kontrol etmeyi başardım.


İç dünyama hakim olmuş gibi halim vardı. Fakat hala korku ve dehşet hali silinip gitmiş değil. Gerçekten bu olup bitenler ne anlama geliyor? Benimle alay eden birisi mi var? Yoksa burada başka bir sır mı var?


Sakinleştikten sonra mektubun genel mesajını, mazmununu inceleyerek tekrar gözden gecirdim. İlk baştaki kor bir korku ve ürperti hali şimdi ise manevi bir azaba, ızdıraba, ruhi bir tedirginliğe donuştu. Çünkü mektuptaki korkunç düşüncelerde gerceğin bazı emareleri vardı. Tehlike dediğim şey de buradan kaynaklanmaktadır. Bence, dünyadaki en kötü fikir tumuyle yalandan oluşan bir fikir değil, gerceklerle karışmış, karmaşık yalan fikirlerdir. En tehlikeli insan da her şeyiyle kötü olan insan değil, kendinde belli olcude iyilikler bulunan ama aslında kötü olan bir insandır. Evet, kabul etmek gerekir ki, iyilik emareleri taşıyan kötülerle mücadele etmek on kat daha zor bir iştir.


Ne var ki, ben onun temel istikametinin yanlış olduğunu biliyorum, anlıyorum. Diyelim ki, gideceği yer doğu olan birisi batıya doğru ne kadar yururse yurusun, nice kurnazlık ve harikalar yaparsa yapsın, katiyen hedefine doğru bir adım bile yol alamaz ve aradığını bulamaz. Hedefe varmak için istikametinden vazgecmesi gerekiyor.


Bir insanın hem iyi, hem kötü olması dünyadaki erdem ve kötüluk diye adlandırılan iki zıt guçuyorn var olduğunu yok sayamaz.


Eğer bir atın rengi hem beyaz, hem siyah olursa onu siyah beyaz olarak adlandırırız. Fakat o beyaz ve siyah olan iki rengin mevcudiyetini yok edebilir mi? Hayır! Sadece iki renk bir atın üzerine birleşerek karışmıştır. Öyleyse, erdemle zulmu üzerinde taşıyan ne kadar olgu olursa olsun, yine o ikisi bir kavrama, bir şeye donuşemez.


Mektupta insanı düşünduren başka da enteresan şeyler vardı. Fakat enteresan düşünceler sadece merak etmek içindir. Gercekte ise bunlar hakikat olamaz.


Hayatın gercek anlamı ve manası hakkında inadına zıtlaşan mücadelede merak ve güzelliğe (estetiğe) yer yoktur. Bize gerekli olan sadece ve sadece hakikattir, ağır, acımasız olsa bile hakikatin ta kendisidir. Hakikatin bir düşmanı ise güzelliktir. Akılsız yakışıklı insan, sadakatsiz güzel kadın, yalancı güzel soz vs... Yalan genellikle güzelliği, estetiği kendine perde yaparak, golgeleyerek zafere ulaşır. Nice güzel söylenen, güzel bir şekilde kurgulanan yalan düşünceler insanları peşine surukleyerek aldatmaktadır.


P.S. Gotfrid Benn söyle demiş: “Hegel, Darwin, Nietzsche; milyonlarca insanın manen olumune sebep olanlar kimler derseniz, işte bunlardır. Sozle yapılan cinayet bazen insan oldurmekten daha ağır bir şeydir, söylenen sozun zararını erler ve kitleler yuklenirler”.



7


1 Nisan…

Gönüldeki şuphe gün gectikce artmaktadır. Arttıkca da tarifi imkansız bir caresizlik, acziyet hali hakim olmaya başladı.


Benim “meçhul arkadaşım” çok kurnaz biriymiş. Beni dışarıdan çok ciddi bir şekilde kontrol ediyor. Hatta ben mektup okurken bile bir delikten beni seyrediyor gibi geliyor. Çünkü yazdıklarına bakılırsa benim sadece notlarım değil, düşüncelerim de onun malumu gibi gözüküyor.


Onu aramayı, bulmaya cabalamayı bıraktım. Kendinden daha kurnaz birinin onune gecmeye cabalamak beyhudedir. Şimdi de bu civarlarda gezdiğini hissediyorum. Odama girip cıkan hemşireyle, odayı temizleyen temizlikci kadınlarla hatta doktorun kendisiyle de sıkı irtibatta olabilir. Sanki bu arkadaş yerin altındakileri dahi biliyor gibi...


Artık bu arkadaşım hakkında gece günduz düşünüyordum. Dun gece de onu rüyamda gördüm. Üzerinde tıpkı benim üzerimde olduğu gibi gri bir gomleği var, ayakkabısı bile tıpkı benim ayakkabım gibiymiş. Bana ters yonde durdu ve:


“İşte nihayet buluştuk.” dedi.


“Evet, buluştuk.” diyorum ben de alaycı bir ses tonuyla. Binaenaleyh yine yüzünü göremiyorum. Fakat onu daha önceden tanıyan birisi gibi görmek istiyorum. Dolayısıyla, giderek onun yüzüne bakmak yerine, onun bana donerek bakmasını istiyordum, bu anı sabırla bekliyorum. Sakin ve sessiz bir şekilde beklersem o kendisi dayanamayıp bana donecek gibi geliyordu. Ne yazık ki, o bana doğru donmedi, yüzünü gostermedi, sanki bir heykel gibi hareketsiz bir şekilde oylesine beklemekte.


Nihayet dayanamayıp:


“Artık gizlenme oyunu oynamayı bitirelim.” diye omuzlarından çekmek için elimi uzattım, fakat elim hareket edemiyor. Sanki ellerim bağlanmış gibi kımıldamıyor. Bütün guçuyormle ellerimi hareket ettirmek istedim, o kadar cırpınmama rağmen guçuyorm yetmiyordu. Çok zorlanarak, saçmalayarak uyandım. Sanki rüyamda bir şey üzerime basıyor gibiydi. Ustum başım sırılsıklam ter olmuş.


Gözlerimi kapatıp az önce görduğum rüyayı tekrar gözden gecirdim. Hiç olmazsa o “belirsiz arkadaşın” bir emaresini hatırlamak istiyorum. Fakat hiçbir özelliğini hatırlayamıyorum. Hatırlasam ne olacak ki? Rüyamda gördüm diye birine nasıl takılırım?



8


2 Nisan…

Bir avın peşine takılarak ucsuz bucaksız bir bozkırda kaybolmuş bir insan gibi hissediyorum kendimi. Ne yapacağımı bilemiyorum, bütün gece uyuyamıyorum, ızdırap cekiyorum. Sabah kalktığımda başım ağrıyordu, guçuyorm ve takatim kalmıyordu. Bende acizlik, caresizlik hali hakim olmaya başladı, yenilgiyi Kabul etme, her dayatmaya rıza gosterme hali belirgin olmaya başladı.


Evet, böyle sinir bunalımına dayanacak halim yokmuş. Nihayet ona mektup yazmaya karar verdim.


Ben de mektubuma; “Meçhul arkadaş,” diye hitap ederek başladım. “Sana hemen cevap veremediğim için özür diliyorum. Çünkü senin öne sürdüğün bazı meseleler hakkında görüşüm net olduğu için seninle hararetli tartışma yapmayı gereksiz bulmuştum. Fakat bakıyorum mesele benim düşündüğümden hayli farklıymış. Sen gerçekten bambaşka bir istikamet, başka bir anlayışın sahibiymişsin. Elbette, yeryüzündeki bütün insanların bir tek düşünceye sahip olmasını beklemek gerçekçi olmaz. Fakat böyleymiş diye kendi inancına, duygularına yapılan bir hakaret ve saldırıyı olağan görmek, hiçbir şey olmamış gibi yapmak da olmuyormuş.


Hayat mücadeleden ibarettir. İnsanlar ilk önce kaba kuvvetle mücadele ettiler. Daha sonra çeşit çeşit silahlar icat ederek, savaş ilan ederek halkları toptan kıyıma uğratmaya başladılar. Şimdi ise insanlık için tehlike yönüyle ilk insanlardan daha ileri seviyede bir fikir ve düşünce savaşı yaşanmakta. Eğer bu savaşta “erdem” yenilgiye uğrarsa insanoğlunun manevi çöküş devri başlayacaktır. İnsanoğlunu bu felaketten hiçbir şey kurtaramayacaktır.


Sen bu ikili mücadele cephesini şimdilik başlattın. Çaresiz bir şekilde bunu kabul etmeye mecbur oldum. Şimdi meselenin esas yönüne gelelim.


Sen bana, fazilete nasıl inanıyorsam zulme onun gibi inanmamı telkin etmişsin. Bak meçhul arkadaş! Bunların hayatta var olduğunu kabul etmek inanç değil ki? İnanç bu ikisinden birinin insan için daha kıymetli olduğunu, değerli olduğunu kabul etmek demektir. Dostoyevski: “İnanç olmayan bir yerde fazilet de olmaz” demiş. Öyleyse bu nasıl bir inançtır? Faziletin insan tabiatında mündemiç olduğuna inanmak gibi bir şey mi? Hayır, bu faziletin zaferine olan bir inançtır. Fazilete inanmayan insan hiçbir zaman iyilik yapamaz.


Sen yine hiçbir şeyi “iyi” ya da “kötü” diye nitelemenin doğru olmadığını dile getirmişsin. İnsanoğlunun hayvanlardan üstün olması tam da bu iyi ile kötüyü ayırt edebilecek basiret sahibi olmasından kaynaklanmıyor mu? Eğer biz bu iki kavramı doğru anlayamazsak insani değerler dediğimiz şey de olmazdı.


İnsaniyet, insani değerleri esas alan ilişkilerin prensibidir. Bu olmadan insan yaşayamaz. (Evet, hakikaten insaniyet kurallarını sık sık bozanlar, ihlal edenler çoktur. Fakat buna bakarak insanoğlunun bütün tabiatını, değerlerini inkar etmek mümkün değildir).


Senin ölüm hakkındaki felsefene büyük bir yenilik diyemem. İlk olarak şunu belirtmeliyim ki, ölümün hepsi aynı değildir. Tanrı’nın bahşettiği hayatı kendince doğru yaşayıp, gelecek nesillere yer bırakma anlamında tabii ölümle karşılaşırsa insanoğlu buna şükretmeyi çoktan öğrenmiştir. Fakat adil olmayan ölüm diye bir şey var...


Birini hayattan erken alan, başka birisini çocuğundan ayıran, zalimlere zafer bahşeden, cani ve suçlunun, art niyetli kıskançların eliyle yapılan, tiranların eliyle masum insanları kıyıma uğratan ölüme senin gibi tek taraflı felsefi pozisyondan bakmıyorum. Bunlar yeryüzündeki hayatı ebediyete çevirmek için değil, yeryüzündeki fazileti yok etmeye yönelik ölümdür, zulümdür. Dolayısıyla mümkün olursa böyle bir ölümü önlemek için mücadele etmek gerekiyor.


Yalan hakkında da insanı şaşırtan fikirler öne sürmüşsün. Evet, yalan sayesinde hayatta kalmayı başaran devirler çok olmuştur. Şimdi de yalanla geçinenler az değildir. Fakat bu yalanın, kendi başına iyi bir şey olmasından değil, yalana dayanan toplumun günahından dolayıdır. Eğer bunun yerine sadece doğruluğa dayanan adaletli bir toplum olursa; yalanın, lanetlenen bir şeye dönüşerek senin dediğin gibi, bize tepeden bakarak tavsiyede bulunacak hali kalmazdı.


Mektubunun son kısmında kocasını kendisine sadık biri zannedip intihar eden bir kadının misalini öne sürmüşsün. İlk önce şunu söylemeliyim ki, bütün bunlar çok kurnaz bir tartışmanın kurnaz argümanlarından başka bir şey değildir. Bunlar akıl ve mantık oyunlarından ibarettir. Tıpkı bunun gibi karısı zina etmiş ve kocası asılarak ölen nice misaller öne sürmek mümkündür. Dolayısıyla, bu örnekle ‘dünyayı mahveden şeyin, gerçekte hiç olmayan saflık ve temizliktir’ demeni hiçbir akıl, hiçbir mantık kabul etmez.


Genelde fazilet ve zulmün tabiattaki gücü eşit düzeydedir, ‘sadece bu dengeyi korumayı başarmak gerekiyor’ demen bence hiç doğru değildir. Fazilet mertebe bakımından hiçbir zaman zulüm ile eşit olmamıştır. Çünkü faziletin yolu incedir. “Hıyanet yapmanın bin türlü çeşidi vardır, fakat hıyanet yapmamanın bir türü vardır, o da hıyanet yapmamaktır” diyen bir söz var. Öyleyse elden geldiğince yapacağını fazilet uğrunda yap. Zulüm ise senin iltifatlarına bile ihtiyaç duymaz.


Bütün bunları seninle tartışmaya girdiğim için mecburen söylemekteyim. Yoksa sana gerçeği anlatarak, ikna etmek gibi bir niyetim zaten yoktur. Senin dünya görüşünde benim kalbimi kıran, duygularımı rencide eden çok şey bulunmaktadır. Seninle iyi ilişki geliştirmek şöyle dursun, düşüncelerimi paylaşmak bile bana çok ağır gelmektedir. Dolayısıyla, seninle aynı görüşü paylaşan, istikametinizin aynı olduğu bir başka muhatap bulman daha doğru olur”.


“Meçhul…”



9


3 Nisan…

Gizemli arkadaşımın başıma bu kadar bela acacağını tahmin etmiyordum. Sanki aşık olmuş biri gibi gece günduz, otursam kalksam sadece onu düşünüyorum. Hiç aklımdan cıkmıyor. Onun benim etrafımda gezdiğini, benimle aynı yerde bulunan birinin soluğunu hissedercesine kalp atışlarını duyar gibi oluyorum, onu hep etrafımda hissediyorum.


Bahçede gezenlerin bazılarından şuphe ederek yine onları muşahede edeceğim derken çok vaktimi kaybetmiştim. Her gün yeterli miktarda uyuyamıyor ve sabah yorgün bir şekilde yatağımdan kalkıyorum.


Geceleyin bir sesten uyandım. Biraz sessizce etrafı dinledikten sonra karanlık koridora çıktım. Sokak tarafında birilerinin yuruduğunu duyarak pencereye baktım. Kimseyi göremedim. Enteresan bir şey ki, ben pencere onunden gidince ayak sesleri tekrar duyulmaya başlıyordu. Arada bir araba gurultusunden, ayak sesleri kayboluyordu, fakat biraz sonra tekrar o sesi duyuyordum. Bazen duyduğum o sesin gercek olup olmadığından kendim şuphe etmeye başlıyordum. Böylece çok karışık halde kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Dışarıya cıkıp etrafa bakmak istedim, fakat bolumun kapısı kapalıydı.


Tekrar odaya girerek yatağa girdim. Fakat sabaha kadar gözum açıktı. Gözlerimi kapayınca yaklaşmakta olan ayak seslerini duyarak uyanıyordum.



10


7 Nisan…

Sabah belirsiz bir endişe ve tedirginlikle, büyük bir işten gec kalmışcasına ya da trene ve ucağa geciken bir yolcu gibi panic halinde uyandım.


Kafamı kaldırdığımda ilk görduğum şey küçük sehpa üzerindeki mektuptu. Kalbim duracak gibi oldu. Ürperti ve korku bütün damarlarımı sararak gönlümde bir fırtına esmeye başladı. Derhal katlanan kağıdı actım. Evet, yine oymuş. Mektubu açtığımda korkuyla birlikte “acaba ne yazmış” şeklinde bir gizemli merak duygusu bütün benliğimi sarmıştı.


“Meçhul arkadaşım! Cevap yazdığınız için teşekkür ediyorum. Hepsi benim beklediğim gibi oldu. Siz alışılmış, sabit görüş sahibi bir insanmışsınız.


Varlık uçsuz bucaksız bir pazar gibidir. Herkes bu pazardan sadece kendine gerekli olan şeyleri alır. Alışılmış görüşe göre ihtiyaç olmayan eşya, gereksiz bir şeydir. Fakat siz gereksiz olan şeyleri de bir kere alıp görün bakalım. Bütün maceralar bundan başlar. Bu alışılmış kalıpları bozmak, yeniliğe meraktır. Hayatın sadece yenilikçi arayış sayesinde gelişeceğine itiraz edemezsiniz galiba.


Geçmiş tarihe bakan biri, insanoğlunun mutlu bir hayat yaşadığını söyleyemez. Yeryüzündeki kanlı savaşlar, açlık, afetler, musоbetler, insanoğluyla özdeşleşen çeşit çeşit ihanetler, zillet, hatta bugünkü tabiat afetleri ve problemleri, kirlenmiş hava, zehirlenmiş su ve toprak bunun emaresidir.


Bütün bunları bir kenara bırakalım, insanların kaderlerini, hatta bizim ikimizin kaderimizi ele alalım. Biz mutlu muyüz? Kendi şahsım adına söylüyorum, ben mutluyum diyemem. Hayattaki bunca ihanet ve adaletsizliği göre göre ve bundan kurtulamayacağını bile bile nasıl mutlu olursun? Asırlardır fazilet ve adalete ümit bağlasan bile, o ümit hayatın gerçekleriyle yüz yüze geldiğinde çocuk oyuncağı gibi darmadağınık olduğunu tarih kaç kere ispat etmesine rağmen hiçbir şey anlamayan budala gibi yönümüzü değiştirmiyoruz. “Kör tuttuğundan ayrılmaz” derler ya, belki bu manevi körlüktür...


Şimdiye kadar her şeye inandık, ateşe inandık, suya inandık, tapmadığımız bir şey kalmadı. Tanrıya da, peygambere de inandık. Önderlere de, hatiplere de inandık. Fakat insanoğlunun hasreti bununla çözülmüş müdür? İnsanoğlu kaç asır yaşarsa yaşasın, yine sürekli aldanmaktadır. Yazarlar ve şairler “Eninde sonunda iyiliğin zafer kazanacağına” inanmamızı söylüyorlar. Böyle bir zafer ne zaman olacak? İyilik hangi asırda zafer kazanacak? Bunu ispatlayan biri var mıdır? Hayır! Hiçbir şey yoktur. Sadece böyle olmasını arzu eden temennilerimiz vardır, o kadar.


Öyleyse bu kadar talihsizliğin sebebi nedir? İnsan kendi kendine böyle bir soru yöneltmesi gerekiyor? Bence bu talihsizliğin temel nedeni akıl ve düşünce istikametinde şimdiye kadar insanoğlunun yanlış yönde olmasıdır. Onun manevi aleminde iyilik ve kötülük, fazilet ve ihanet olarak adlandırılan ibadethanelerin yanlış inşa edilmesinden kaynaklanmaktadır.


Artık onur ve şeref, insani değerler, adalet hakkındaki anlayışımızı tekrar bir kere gözden geçirmemiz gerekiyor.


“Kötü dediğimiz şeyleri iyi demeye cesaret edebileceğimiz gün bizim hayatımızda yüce devirler başlayacaktır.” demişti F. Nietzsche.


Eski anlayışlar, eski prensipler, eski alışkanlıklar bizim akıl ve düşüncemizi boğmaktadır, bunlar gerçek ile hakikatin yüzünü doğru göstermiyor.


Nice tarihi şahsiyetler zamanında kafir denilerek ateşe verildi, asıldı, sürgüne uğradılar. Daha sonra da peygamberler gibi yüceltildiler. Edebiyat ve sanat dalında nice muhteşem eserler en uygar ülkelerde bile genel toplum ahlakına uymayan “ahlaksız” eserler olarak adlandırıldı ve yasaklandı. Fakat yeni dönem doğunca, yeni nesiller gelince, en güzel, en ileri eserler olarak Kabul gördü. Bütün bunlar eski anlayışın neticesidir. Bu anlayıştan kurtulduğumuz andan itibaren şuurumuz aydınlanır, önümüzde net ve aydın bir ömür başlayacaktır.


Öyleyse bizim aklımıza özgürlük gerekiyor. Akıl ve düşünce özgürlüğü gerekiyor. Bunu durduracak, sınırlayacak hiçbir şey olmamalı. Sadece manevi sınırsız özgürlük insanı mutlu edebilir.


Selamlarla, meçhul arkadaşınız…”



Hem iyilik, hem kötüluk dünyaya ilk önce fikir olarak gelir. Sonra uygulanır, inanca donuşur. Fakat bu mektuptaki fikirlere, manevi aleme bırakılan atom bombası olarak bakmak gerekiyor. Bunun zararını tahmin etmek bile mümkün değildir...


Bundan daha fazla düşünmeye takatim kalmadı. Sinirlerim ve damarlarımın kasılarak, neredeyse buzulecek hale geldiğini hissediyordum. Her şey canımı yeterince sıkmıştı. Bağırarak koridora çıktım.


“Bu ne bicim bir terbiyesizlik? Ne bicim bir insan bu? Niçin benim odama izinsiz girmekte?”


Hemşire koşarak yanıma geldi. İşe yeni başlayan bir bayandı. Özellikle ona çok kızgınım.


“Siz nereye bakıyorsunuz?” diye hemşireye yuklendim. Ofkeden kendi kendime hakim olamıyordum. “Yabancı birinin benim odama girmesine niçin izin veriyorsunuz?”


Hemşire beni bin bir zorlukla sakinleştirdi. Sonra niçin sinirlendiğimi sakin bir şekilde sordu. Panik ve kızgın halimle ona hiçbir şeyi doğru dürüst anlatamamışım. Sadece mektubu gostererek “İşte bakın, bundan daha fazla nasıl bir delil gerekiyor?” diye aynı soruyu defalarca tekrarlamışım.


Sonunda hemşire neler olduğunu anladı.


“Ben buradayken sizin odanıza kimse girmedi” diyerek bana şaşkınlıkla bakıyordu.


“Nasıl yani, nasıl kimse girmedi? Bakın işte!” diye mektubu tekrar gosteriyorum.


“Pekiyi,” diyerek hemşire bir şeyler olduğunu anlamış gibi yaptı. “Siz şimdilik dinlenin, sakin olun, daha sonra bu meseleyi tekrar konuşalım, tamam mı?”


Hemşire beni odaya getirerek sakinleştirici ilaç verdi ve:


“Bugün dışarıya çıkmayın, eğer akşamleyin rahatsızlık hissederseniz nobetçi hemşireden uyumadan önce iğne vurmasını isteyin.” diye tavsiyede bulundu.


“Affedersiniz,” diye sakin bir sesle hemşirenin elinden tutarak tekrar konuşmaya başladım. “Kızgınlıkla biraz sesim yükselmiş olabilir. Fakat kesinlikle saçmalamıyorum. Bana inanıyor musunuz? Ben bir bunalım içindeyim. Buraya geldiğimden beri birinden mektup alıyorum. En son mektup işte budur. Fakat kim olduğunu bilmiyorum. Benle alay edercesine odama bırakıp gidiyor…” Elimdeki mektubu tekrar hemşireye gostererek: “Onu epeydir arıyorum. Defalarca mektup aldım, yeni değil; beni kızdıran da işte bu!” dedim.


Hemşire sessizce düşündu ve bir şeye karar vermiş gibi tavırla:

“Mektubu ne zaman gördunuz?” diye sordu.

“Biraz önce.”

“Biraz önce mi?” diye tekrar ederken bir şeyden korkmuş gibi

sesi titremişti.

“Tamam, o zaman.” diye dışarıya çıkmak için kapıya yurudu.

“Ben işe yeni başlayan biriyim. Buradakilerin birçoğunu hala tanımıyorum.

Fakat artık dikkatli olacağım. Endişe etmeyin, siz biraz dinlenin.” diyerek odadan dışarıya çıktı.


Ben hiç sakinleşemedim, yatakta yatıyordum. Saat 11’de autotrening’e gittim. Fakat içimdeki duyguların rahatsız etmesi neticesinde doktor hanımın güzel dudakları, mercan gibi dişleri, yumuşak sesi, kalbe huzur verici güzel sozleri, gönlü hoş eden müzik, hiçbir şey bana tesir etmedi. Nihayet mektup yazmaya karar verdim.


“Saygıdeğer meçhul arkadaş!

Seninle gizlenerek uzun zamandır oyun oynuyoruz. Çünkü ikimiz de bir şey söylüyoruz ve söylediklerimizde de inat ediyoruz. Her birimiz kendi görüşümüzü ispat etmek için bütün bildiğimizi, marifetimizi ortaya koyuyor, kendimiz için uygün olan delilleri ve mantık oyunlarını öne sürüyoruz. Eğer söyleyecek düşüncelerimizi ve öne sürdüğümüz gerçekleri belli temellere dayandırmazsak seninle bütün hayat boyunca tartışma yapacağız galiba.


Senin dediğine göre; insanoğlunun şimdiye kadar yürüdüğü manevi yolu yanlış, çünkü insanoğlunun ilk başta esas aldığı dayanak noktası, yani insani hedefi yanlışmış. Fazilet, ihanet, merhamet, doğruluk, art niyetli olmak gibi kavramlar yanlış algılanmıştır.


Dolayısıyla, ilk önce bu hedefin kendisinden bizzat vazgeçmek gerekiyormuş. Belki, vazgeçilmeli diye bir kelime kullanmıyorsundur, ama demek istediğinin bu olduğu bellidir.


Bence insanoğlu; şimdiye kadar kalıplaşmış insani değerleri yerine getirmesinden dolayı değil de, aksine bunları yerine getirmediği için manevi bunalıma maruz kalmaktadır. Manevi ibadethaneleri yanlış inşa etmesinden dolayı değil, aksine kutsal değerlerine saygı gösteremediğinden, yüceltemediğinden, kirlettiğinden mutsuzdur.


Evet, dünyaya gelen her insanın özgürlük için çabaladığı bir gerçektir. Senin görüşüne göre özgürlük eli kolu bağlı olmaktan kurtulmakmış. Hakikaten özgürlük “özgür olmak” diye sözden türeyen bir kavramdır. Fakat insanın özgürlüğünü sadece kötülük mü engellemektedir? Insani görevler, iyilikler, hayırlı işler gibi kavramları nereye koyacağız? Öyleyse, iffetin sınırlarını yıkmayı da mı özgürlük sayacağız? Böyle bakarsak ahlaki sınır kabul etmeyen bütün işler, imansızlık, cinayet, yalan, kandırmak, zina, kısaca kafaya göre her pisliği yapmak -insanın kafasına neler neler gelmez ki- özgürlük mü olacak? Hayallerine gelen her şeyi yapan Roma imparatorları, Neron, Kaligula ve başkaları gerçekte tam anlamıyla özgür insanlar sayılır o zaman. Çünkü onlar hiçbir ahlaki sınıra tabi olmamışlar. Her şeyi yaptılar, kendi anneleriyle yatakta birlikte oldular, bindikleri atlarını Senato’ya üye yaptılar vs... Fakat, köpeğin mutlaka bir sahibi olacağı gibi, kurdun da bir Tanrısı olur. Onlara tarih kendi hükmünü vermiştir.


Belki, insanoğlunu böyle şeytanlık ve sapıklıktan kurtaran dindir. Dinin sayesinde aklını kaçıran İblis’in sapkınlıkları tamamen durdurulmasa bile, lanetlenen bir şey olarak nefretle bakılır oldu. İnsanoğlunun vicdanında bir Tanrı anlayışının hakim olması, artık onun hiçbir zaman hayvan olamayacağı, dolayısıyla hayvani özgürlükle yaşamaya hakkı olmadığı anlamına gelmektedir. İşte böyle bir ahlak anlayışı sayesinde kendi kızlarıyla yatakta birlikte olan babaların sapkınlıkları sınırlandırılmıştır.


Fakat senin düşündüğün gibi özgürlüğü her şeyden soyutlayarak ona puta taparcasına taparsak demin dediğim gibi ahlaki çöküşe, sapıklığa tekrar döneceğiz.


İnsan, insan olduğundan itibaren onun gönül dünyasının derinliklerindeki zindanlara atılan beşerо zaafları olan nefis, hayvani içgüdüler, iffetsizlik, insafsızlık, zorbalık, canilik, merhametsizlik, inatçılık gibi özellikler insanın bir anlık zaafından istifade ederek “bizi özgür bırak, dışarıya çıkmak istiyoruz” diye isyan çığlıkları atmaktadır. Senin özgürlük dediğin şey işte budur.


Onları özgür bırakmanın hapishanedeki çok tehlikeli caniyi özgür bırakmaktan daha tehlikeli bir şey olduğunu nasıl anlamıyorsun?


Sokakta gezen güzel bir kadını görürsen beşerо zaaflarına yenik düşerek onu arzularsın. Fakat biraz sabredersen o kadının birinin eşi, ablası veya annesi olduğunu anlarsın. Senin bebeğin gibi bir bebeğin annesidir. İşte burada sen biraz kendi kendine sert davranarak, kendi zaaflarına inat ederek “Dur!” demesini bilmelisin. Çünkü özgürlük, başka birine zarar vermeyeceğin bir alana kadar özgürlüktür, o sınırı aşarsan ihanet zorbalık olur. Eğer kendini kontrol edemezsen bir gün mutlaka hayvani içgüdülerin kölesi olursun.


Bir cahilin; “Senin padişahlardan farkın nedir?” diyen sorusuna bilge Sokrates: “Onlar kendi beşerо zaaflarının köleleridir, ben ise o zaafların padişahıyım.” diye cevap vermiş. Evet, Sokrates o köle padişahlardan yüz kat daha özgürdü.


Hayatın anlam ve manası herkesin kolayca anlayacağı basit bir gerçekten ibarettir. Bizim hasretimiz işte o basit hakikati anlamak istemeyişimizdir ve onu yerine getirmeye isteğimizin olmayışıdır. Biz kendi ihtiyarımızla en zor, en çetrefilli, en karanlık bir yolu tercih ederek, kendi işimizi kendimiz zorlaştırıyoruz. Bundan dolayı zorluklarla mücadele uğrunda bütün gücümü sarf ederek gereksiz bir “kahramanlık” yapmaktayız. Örneğin, sigaranın insan azasına verdiği zararı herkes bilir. Herkesin, bilinen bu gerçeği kabul ederek, bundan kendini korumak için büyük bir kahramanlık yapmasına, yiğitlik sergilemesine gerek yok, sadece sigara içmeyeceksin o kadar. Fakat yeryüzünde kaç milyon insan bu derde müptela olarak, büyük bir felakete maruz kalmaktadır. Binlerce insan sigaradan dolayı akciğer kanseri ve başka nice hastalıklara maruz kalmaktadır. Onları tedavi etmek için çok pahalı ilaçlar üretilerek, devletin hazinesinden büyük miktarda paralar harcanmaktadır. Fakat bu yapay, suni dertle mücadelede insanoğlu sürekli yenilgi yaşamaktadır. İstatistik verilere bakarsak yeryüzündeki zelzele, yangınlar, sel felaketleri ve başka nice musibetlerden, doğal afetlerden, trafik kazalarından, cinayetlerden, kısaca bütün afetlerden gelen kazalardan ölenlerinin sayısı sigaradan ölenlerin sadece yüzde 41,4’nü oluşturmaktadır. Yani yeryüzündeki bütün musibet ve afetlerin yarısından fazlası sigaranın zararından kaynaklanmakta...


Bir bakıma çok kolay gibi gözüken bir şey milyon katına zorlaştırılarak böyle küresel probleme dönüşmüş. Küçücük zavallı bir hayvanın kocaman ejderhaya dönüşmesi gibi hakikaten dehşet bir şey değil mi? “İnsanoğlu en kötü sıkıntılara en basit hakikatleri görmezlikten geldiğinden dolayı maruz kalır.” Diyor, senin sevgili filozofun F. Nietzsche. Fakat sen bu felaketten kurtulmanın yolu olarak sigaranın faydaları da olduğunu öne sürerek meşruiyet kazandırmayı düşünüyorsun. Böylece bizim tavrımız zararlı alışkanlığı yok etme yerine elimizi havaya kaldırarak hiç mücadele etmeden boyun eğmek anlamına gelecektir. Neticede insan hiçbir şeyle mücadele edemeyen, iyilik uğrunda sebat edemeyen, zavallı bir köleye dönüşmektedir.


Özgürlük insanın kendi içinde, vicdanında olan bir şeydir. Tabiatı gereği korkak, yalaka insanlara ne kadar özgürlük verse de yine o özgür olamaz. Haddini aşan seviyede bencil, şöhretperest, makam, mansıp peşinde olan, nefsine düşkün, obur insanlar hiçbir zaman özgür olamazlar. Çünkü onlar kendi ihtiraslarının boynu tasmalı köleleridirler.


“Özgürlük dediğimiz nedir? Vicdanın ve iffetin temizliğidir.” demişti milattan yedi asır önce yaşayan yeryüzündeki yedi bilgenin biri sayılan Periandr Korinfskiy.


Ne güzel değil mi? Yani, gerçek özgürlüğe sadece manevо kemalatla ulaşmak mümkündür. İşte, böyle bir özgürlüğün önünde şapkanı çıkartarak, başın yere değinceye kadar eğilmek düşer sana.


“İyilik ne zaman hakim olacak? Buna net bir cevabın var mıdır?” demişsin. Erdemin zaferini zulmün yeryüzünden tamamen silinmesi olarak varsayarsak, bu elbette çok basit görüşlülük olur. İyiliğin zaferi, iyilik fikrinin insanlık şuurunda sağlam bir şekilde yerleşmesiyle elde edilir.


Fakat bu, meselenin bir tarafı... Zafer ve yenilgi arasındaki ilişkiyi ne sen, ne de ben hala belirleyemedik. Şimdiki anlamda zafer, bizim için, ringde muhatabını bir tokat vurarak yere seren boksörün ya da uçuyorz kahramanlık filmlerindeki gibi düşmanı tabancayla ateş ederek yere seren yapay kahramanın hareketi gibi gözükmektedir. Yani, ölenlerin hepsi yenilgiye maruz kalanlardır.


Fakat, herhangi bir insanın dayanamayacağı korkunç bir işkenceyle öldürülen İsa peygamberin o andaki yenilgisi daha sonra insanlık için gerçek bir zafer olmadı mı? Hayatta bazı yenilgi gibi şeyler var ki, onlara aslında nice şatafatlı zaferler bile denk gelemez. Yuvasındaki civcivlerini savunmak için yılanın ağzında can veren kuşun kahramanlığına yenilgi mi diyeceğiz? Evet, bu da zafere denk gelen izafо bir yenilgidir. Bir şeye hayranlık duymak istiyorsak bunlara niçin hayran olamıyoruz?


Genel olarak kahramanlık dediğimiz şey nedir? “Niçin hasta biri cesur olabiliyor?” diye soru soruyor bilge Abay. Eğer dikkatlice bakarsak bizim kahraman dediklerimizin çoğu sakat işlerde cesaret sergileyen sahte “cesurlardır”. Bunların yaptıklar kan dökmeden korkmamak, insan öldürmek, yağmalamak, başkalarının hakkını zapt etmek gibi şeylerdir. Kısaca caniler, zorbalar, zalimler kahraman olarak çıkıveriyor ortalığa. Fakat manevо kahramanlığı nereye koyacağız? Örneğin, kendi kusur ve eksikliklerini itiraf etmekten korkmamak, başka birine sert davranmak ki, bu aslında çok kolay şeylerdir, bütün bunlardan daha önemli olan kendi kendine sert olabilmek, kendi kendini cezalandırabilmek, kısaca ilk önce kendi zaaflarını yenebilmektir. Bunlar cesaret, kahramanlık sayılmayacak mı? Kendisinden daha güçlü bir düşmanının ağzına yavruları için kendisi giderek yem olmaya cesaret eden kuşcağızın kahramanlığını belki aslanlar bile yapamaz. Bu açıdan bazı anlayışlarımızı tekrar gözden geçirmemizde fayda var diye düşünüyorum.


Senin bütün fikirlerin “İyilik idealleri insani olgünlüğa ulaşamayan yeryüzündeki tüm insanların gerçek hayatlarına uymuyor.” şeklindeki bir anlayışa dayanmaktadır. Elbette, gerçek hayatta mutlak olarak olgünlaşmış, kusursuz hiçbir şey yoktur. Eğer olsaydı, öyle şeylerde gelişme, tekamül olmazdı. Yeryüzündeki hayatın devamlı olması da onun devamlı olarak gelişmesine, olgünlaşmasına, kemale ermesine ortam hazırlayan bir esasa dayanmaktadır. Dolayısıyla, olgünlaşmış, kemale ermiş hiçbir yaratık olmaması tabiidir. Fakat ressam veya heykeltıraş kendi eserini yaparken mutlaka gerçek hayatta olmayan bir olgünlüğa, kemalata ulaşmaya çaba harcayacaktır. Böyle bir şeyin hayatta asla olmayacağını kendisi de bilir. Fakat böyle bir azmin sayesinde nice harika sanat eserleri doğmaktadır.


Tedavi olmayan hastaları tedavi etmek, işgal edilmesi mümkün olmayan kalelere hücum etmek, bu yoldaki zafere denk gelen yenilgileri kabullenmek sayesinde insanlar büyük maneviyat zirvelerine yükselir, insani kemalat ufuklarını genişletir.


Öyleyse, hedefin, idealin gerçek hayata uymaması onun kusurlu olduğundan değil, aksine onun daha ileri olduğunun işaretidir. Hayatı iyileştirecek iyi duygularla iyi şartları Tanrı hepimizin tabiatına yerleştirmiştir. Şimdi o şartların yerine getirilip, niyetimizin gerçekleşmediğini kendimizin zaaf ve sebat edemeyişimizden görmek yerine, vicdan ve iffete dayalı kutsal değerleri tümden terk ederek, bütün insanoğlunun basiretini, erdemini yok saymak istiyoruz.


İnsani hayatın kanunlarını insan kendisi yapıyor. Bu kanunların uygulanması kendi meyillerimize bağlıdır. Evet, tabiatta insanın çok değerli duygu ve özellikleriyle alay eden acımasız kanunlar çoktur. Fakat bu beşerо zaaflarımızı, tabiatımızdaki boşlukları hayatın anlamına indirgeyecek kadar aşağı bir durumda yani hayvan seviyesinde değiliz ki?


Örneğin, Tanrı için, aşk uğrunda, yüce idealler uğrunda kendini feda etme ya da hayatın birçok zevklerinden iradо olarak vazgeçme, başkalarının iyiliği için ızdırap duyma gibi evliyalık özellikler tabiat kanunlarında -daha doğrusu hayvanların yaşam kanunlarında- mevcut mudur? Hayır! Evliyalığı insanoğlundan başka kimse anlamıyor. Öyleyse hayvanların yaşam kanunlarını insan tabiatının da özelliği sayarak kendi günahlarımızı aklamamız doğru değildir. Böylece vicdanımızı köreltmek, Tanrı’nın lütfu, insani kabiliyetlerimizi bin bir çetrefilli yollarla boşuna harcamak nasıl bir insanlıktır? Bütün bu yüce değerlerle bütünleşmeye güç yetiremedik diyelim, öyleyse, neden bütün bunları yok sayarak istikamet değiştirelim ki? İstikamet değiştirirsek tabiatımızdaki erdem ve iyilik duygusu yok olur gider ve yerini hayvani duygular doldurur. Kendimizi hayvanlarla bir gördüğümüz andan itibaren bütün insani vazifelerimizi görmezlikten gelerek, günahlarımızı ve hatalarımızı aklamaya başlayacağız. Sonra kendimizi değil de, vicdan ve iffet değerlerini yıkarak, yerine hayvani içgüdüleri temel alan bir şeyler ikame etmeye başlayacağız. Bütün yanlışları doğru deyip, hatalara meşruiyet kazandırmaya çalışacağız. Yani, insan öldürsek bile “Bu zaten doğada var olan bir şeydir, eskiden olmuştur, şimdi de oldu ve gelecekte de olmaya devam edecektir.” demeye başlayacağız.


Bundan sonra sınırsız özgürlük başlayacak. Ne yapmak istersen özgürsün. Günaha gir, namusunu sat, eşini sat, kandır, yalan söyle, her istediğini yap. Çünkü insanoğlu ilk baştan günahkar bir varlık olarak yaratılmıştır. Tabiatın kanunu böyledir. Ne kadar keyifli bir şey... Özgürlüğe kavuşan bir cani gibi aklına ne gelirse onu yaparsın. -Senin dediğin el uzatımı kadar yakın bir mesafede duran “mutluluk” budur galiba- Hayır! Meçhul arkadaş! Hayat adlı yüce oyunun kuralları çoktan belirlenmiştir. Genelde kuralları bozanlar çok aşağı seviyedeki oyuncular olur ve onlar için kurallar hep ağır bir külfet olduğunu da hatırlatmak isterim.


Hosça kal! Meçhul…

Bir şeyi söylemeyi unutmuşum, zamanında kafir olarak ateşe verilen, asılan, sürgüne uğrayan peygamberler, yasaklanan meşhur eserler ihaneti halktan değil de, iktidar sahibi yöneticilerden çekmiştir. Fakat halk kendi tarih hafızası sayesinde onları unutulup gitmekten, tarihsel ölüme maruz kalmaktan muhafaza etmiştir”.


Mektubu koridordaki anlaştığımız yere bırakarak odama geri dondum. Yazdığım mektubun etkisiyle derin düşüncelere daldım.


Beni en çok rahatsız eden ilk mektupta one surulen Cin felsefesindeki “Yan” ve “In” ilişkisi olmuştu. Evet, bir şeyin zaman zaman ters bir güçe donuştuğunu itiraf ediyorum. Fakat birbiriyle tamamen zıt olan bu iki güç nasıl olur da kendi anlam ve manalarını yitirmek zorunda? Niçin beyaz ile siyah, helal ile haram, iyilik ile kötüluk bir biriyle karışarak, karmakarışık bir şey olmak zorundadır? Kafamı meşgul eden ceşitli düşüncelerle uzun zaman uyuyamadım. Evet, akl-ı selimle bakarsak yemeğimizi pişirdiğimiz ateş ile bir evi yakıp kul eden ateş aynı şeydir, fakat buna bakarak her iki olguyu bir tek olguya indirgemek ne kadar doğrudur? Hayır! Bunlar bir birinden tamamen farklı şeylerdir. Fakat bu ikisinin aynı şey olmasını arzu edenlerin istediği nedir pekala?


Bütün bunlar helal-haram, iyilik-kötüluk, vefa-ihanet gibi özelliklere aynı anda ait olabilen manen cift mekanlıların coğalmasından kaynaklanmaktadır. Yani manevi hermofroditlerin coğalması böyle bir netice doğurur. Manen sakat olanlar her zaman hayata nefretle bakar.


Gizemli arkadaşımın teroristlere has bazı özelliklerinin bulunduğunu fark ettim. O insanoğlunun asırlarca büyük emek vererek inşa ettiği manevi binayı patlatarak yerle bir etmek istiyor. Eğer onun dediği olursa insanoğlunun binlerce senelik emeği boşuna gitmiş olur. Daha sonra istesen de, istemesen de hayvanlar alemine iltihak etmekten başka yol kalmaz.


Evet, manevi terorizme karşı mücadele etmek gerekiyor.



11


8 Nisan…

Yalnızlık hakkında çok düşündum. Zorluğa, zorbalığa, zulme, felaket ve musibetlere bir şekilde dayanmak mümkündur, fakat dayanılması çok zor olan bir şey varsa o da yalnızlıktır.


İnsan hayatının hiçbir değeri olmayan fakir, gelişmemiş ulkelerden ziyade, zengin, gelişmiş ulkelerde intihar olaylarına daha çok rastlanmaktadır. Bunun farklı farklı izahları vardır. Tedavisi imkansız hastalık, aldatılan aşklar, hayal kırıklığı, yaşam sıkıntıları vs. dile getirmek mümkün. Evet, bütün bunlar yalnızlık sıkıntısının trajik sonuclarıdır. Tedavisi mümkün olmayan hastalığa maruz kalan herkesin intihara teşebbus etmeyeceği bellidir. Etrafında huznunu, hayattaki bütün sevincini paylaşan çok sayıda dostu olanlar intihara teşebbus edemez. Eğer insanın bir dostu olursa kaderin nice darbeleri onu kıramaz. İnsan ruhunun hasrete dayanamaması onun can azabını paylaşan bir yakınının olmamasından kaynaklanmaktadır. Böyle durumlarda hukumdar yalnız kalıverir. Sanki sana aşık olmuşcasına peşine takılıyor, gece rüyanda, günduzleri bütün işlerinde ayrılmayan bir arkadaşın, hatta ikizin gibi, Yalnızlık artık insanın kaderi oluyor. Böylece insana duşen onun eteklerinden tutarak obur dünyanın soğuk ve sisli derinliklerine dalıvermektir, o kadar...


Bilim adamlarının göruşune göre evrende, insan aklı almaz koca galaksiler ve keyfiyeti meçhul “kara delikler” varmış. Böyle uzay boşluğuna maruz kalınca her şey kara deliklerde yutulurmuş. Bütün uzay maddeleri, hatta ona yakalanan ışıklar bile ondan kurtulamıyormuş. Yalnızlık tıpkı uzaydaki “kara delikler” gibi bir şeydir. İnsan gönlünun bütün aydınlığını, kuvvetini, iradesini, ümidini, inancını tumuyle yutan acayip bir şeydir. Evet, yalnızlıkla baş etmek için harcanan enerji ve guçuyorn yüzde biriyle nice kahramanlıklar yapılabilir.


Yalnızlık derdine maruz kalarak ruhen bitkin duşen nice insan; kahramanlık yapmak şoyle dursun, uzulecek gibi duşe kalka yaşamını bin bir sıkıntıyla devam ettirmekte.


İşte bu yalnızlık derdinin bana da yaklaşmakta olduğunu tum kalbimle hissediyorum.


Bütün guçuyormle cırpınarak kendime bir dost arıyorum. Koridorda geçen herkese, oda temizlikcisine, hemşirelere yaklaşıyor, onlarla muhabbet etmek için cırpınıp duruyorum. Onlar bana şaşkınlıkla bakıyor ve benim bu davranışımı alay ediyormuşum gibi algılıyor veya saçmalamakta olduğumu düşünüyorlar. Çoğu bana cevap vermek bile istemiyor.


Yine autotreninge gittim. Doktorun bir şeyler anlatmak isteyen bebek gibi sevimli bir şekilde acık duran dudaklarına bakarak gönlüm biraz da olsa sakinleşmiş gibiydi, fakat gönlümu kasıp kavuran duygu tufanı biraz sonra tekrar başladı. Seans boyunca uyumuş gibi numara yaptım. Hatta seans biterek herkes dağıldıktan sonra da yattığım yerden kıpırdamadım. Nihayet gözlerimi açtığımda tam karşımda şefkatli bakışlarıyla sessiz sedasız doctor hanım duruyordu. Onun gözlerindeki yumuşak enerji dalgası hem vücudumu, hem kalbimi okşamaktaydı. Evet, yeryüzünede insandan daha meçhul, daha gizemli başka bir varlık var mıdır acaba? Şefkatli bir bakış bile insan ruhuna bu kadar güç ve kuvvet verebileceğini hiç düşünmemişim. Derken doktor hanımın: “Siz hiç uyumadınız ki” diyen şakası karışık nazlı sozu beni şaşırttı.


Uyumuş gibi numara yaparak etrafımdakileri kandırdığımı zannetmiştim, ama doktor hanımı kandıramadığım anlaşılıyor. Benim şaşkın halimi anında anlayan doktor hanım, tekrar şefkatli bakışlarıyla olayı unutturmaya çalıştı. Derken içimden “İnsan fazladan bir şeylere muhtac değil, hatta hiçbir şey yapmaya bile gerek yok, sadece böyle merhametli bir bakış yeter ve artar” diye düşündum. Doktor hanım:


“Siz kendinizi rahatsız eden düşünceleri bana verebilirsiniz,” diye elimden tuttu.


Derken tekrar bir his tufanı bütün gönlümu sardı. “Nasıl? Nasıl yani?” Avuçlarım terlemeye başladı. Derhal ellerimi geri cektim. Doktor hanım bana “Niçin böyle yapıyorsunuz, sizi rencide edecek bir şey demedim ki,” dercesine nazlanarak baktı. Onun derin bakışları koca bir kainat gibiydi. Bakışlarındaki şefkat, nezaket, güzellik bütün gönlümu okşayarak, hüzünlu kalbimi gizemli bir dünyaya doğru çekmekteydi. Onun bakışları beni sessizce teselli ediyordu.


“Kalbinizi kıracak bir şey yaptımsa affedin! Kalbiniz bu kadar ince midir? Sizin düşünce dünyanızdaki ızdıraba derman olmak istemiştim. Ruhun derdine ruhun kendisinden başka hiçbir şey şifa olamaz. Benim gözlerimin içine bakın. İnsanın gözleri hiçbir zaman yalan söylemez”.


“Sizden yayılan ılık duyguları fark ettiğimde bir hisse kapıldım, ancak onun ne tür bir his olduğunu anlayamadım önce. Bedbin fikirler sarar sıklıkla beni. Onları size aktarırsam vebal altında kalırım diye korktum.”


“Sizi düşünce azabından kurtarırsam talihli sayacağım kendimi. Bu benim için büyük bir onurdur.”


Ben titreyerek kendime geldim. Çünkü bu sozler iç dünyamızdaki sessiz konuşmalara benzemiyordu. Kulaklarımla net olarak işitmiş gibiydim.


“Ne dediniz?” diye onun az önce sessizce anlattıklarını kendi kulaklarımla duymak istedim. O bana emin bir bakışla seslenerek:


-“Sizi düşünce azabından kurtarabilirsem benim için büyük mutluluktur.” Diye, sesli olarak söyledi.


Evet, artık iç dünyamızdaki diyalog konuşma şeklindeki diyaloga donuşmuştu. Fakat benimle sadece bakışlarıyla konuşması daha samimi, daha ictenlikliydi. Çoğu durumda soz insan duygu ve hislerini tam olarak ifada edemeyecek bulanık bir şeydir. Ben ona cevap vermedim. Çünkü sohbetimizi az önceki tarzda sessiz, derin bakışlarla devam ettirmek istiyordum. “Size cileli düşüncelerimi verirsem, bütün kaderimi vermiş olurum” diye sessizce hitap ettim. Elbette, hayatta sadece bir kere söylenebilecek böyle önemli şeyleri sesli olarak söylemek benim için zor olurdu.


“Hepsini kabul ediyorum” diyen bakışları sanki her şeyi göze almış bir haldeydi. Benim kalp atışlarım hızlanmaya başladı.


“Gerçekten mi?” diye farkında olmadan seslendim.

“Gerçekten,” diyor o gayet soğukkanlı bir şekilde.


Sanki bir barajı silip supuren derya suyu gibi çok güçlu bir duygu benim iç dünyamı tamamıyla sarmaya başladı. Hüzünlu gönlümun cole donuşen kup kuru arazisi hızla yeşil bir bahçeye, güzel bir araziye donuşmuş gibiydi. Evet, insana moral verebilecek bir güç bulunmuş gibiydi. Sadece onunla buluşmayı Tanrı nasip ederse elbette…


Avuçlarımın ici kup kuru olduğunu hissederek onun ellerini tuttum. O başka birinin isteğine tamamen teslim olmuş gibi hüzünlu bir şekilde bakışlarını yere indirerek caresizce bana yaklaşmaktaydı. Ellerini geri çekmek için birazcık cırpınmış gibi oldu, fakat ellerini sıkı bir şekilde tutarak onu bırakmadım. Çünkü bütün vücudumu kuvvetli ve şiddetli bir istek sarmaya başlamıştı. Tarifi imkansız bir his, sanki zafer elde eden veya başka biri üzerinde tam hakimiyet kuran birisi gibiydim. Elbette, bu beşeri bir zaaftı, fakat biraz önce başka birisi gibiydi, yalnızlıktan yıpranmış davetkar... Caresiz, zavallı durumda olan beni bu halden kurtaran birine neredeyse güç kullanacak kadar şiddetli istek ve arzu içindeydim.


Onu ellerinden şiddetle cekerek kendime yaklaştırdım. İnsanı baştan çıkaracak kadar hoş kokuyu hissetmeye başladım. Onun ıslanmış elleri biraz titremekte olduğunu fark ettim. Aman Tanrım! Onun titremesi arttıkca bendeki belirsiz, bencil, huysuz duygular kan kokusunu alan kopekbalığı gibi daha da canavarlaşarak, daha fazla cesaretlenmeye başladı. O sırada kendi kendimi hiç tanıyamıyordum, sanki ben değil de, ben dediğim başka birine donuşmuş gibiydi. Birazdan o başkalaşan gizemli şahsı tanıdım. O bendeki bir anlık beşeri zaafları kullanarak günlümun derinliklerinde uyanan ve başkaldıran hayvani duygularımmış.


“Hayır!” diye fısıldadım. “Hayır! Asla!” Zar zor kendime gelmiştim. İc dünyamı derbeder eden hayvani duygularımı control altına alarak tekrar çıktıkları inlerine soktum ve “uh” diyerek biraz sakinleşmiş gibi oldum. O bir şeyden utanan çocuk gibi yüzü kızararak bana urkek bir bakışla bakıyordu, yüzüne de belirsiz bir şaşkınlık vardı.


“Size değil, size söylemiyorum, kendi kendime söylüyorum.” diyerek parmaklarımla da kendimi işaret ediyordum.


O biraz gülümsemiş gibi oldu. Yüzünedeki utangaclık emaresi onun temiz ve pak halini anlatıyordu sanki. Aslında utanctan yüzü kızarabilen ince gönüllu insanlarda eşsiz bir güzellik, ahlak ve samimiyet vardır.


O yanımdaki bir sandalyeye oturarak bir şeyler söylemeye kalkınca hemen ağzını elimle kapatarak onu engelledim. Fakat onun yumuşak dudakları ellerimi okşayarak beni hislerimi tekrar uyandırmaktaydı.


“Gerek yok,” diye, kendi kendime fısıldadım. “Böyle harika bir sohbetten sonra başka bir şeye gerek yok. Lütfen, hiçbir şey demeyin.”


O nazlanarak guldu ve sessiz konuşmanın son noktasını koymak istiyormuşcasına şefkatle bakarak etrafımı beyaz bir ışığa gomuverdi. Ben yine masal alemine daldım. Gercek bir masal alemi, gercek bir hayat...



12


9 Nisan…

Uzun zamandır karanlık ve havasız binanın icerisinde bulunmuştum. Artık dışarıya çıkarak tabiatı, sokağı, insanları görebiliyordum. Kendimce mutluydum, neşeliydim.


Benimle alay eden o sinsi meçhul adamı hastanede arama düşüncesinden de yavaş yavaş vazgectim. Hastanedeki sacları gözlerini kapatan zayıf delikanlının beni görünce panikleyerek hemen odasına cekilen şupheli hali olmasa diğer insanların davranışları bende hiç şuphe uyandırmıyordu. Daha sonra oğrendim ki o delikanlı, herhangi birisi yüzüne baktığında korkudan odasına kacıyormuş, aslında sinir hastasıymış.


Düşüncelerim yeniden rayına oturuyor, moral buluyorum darken meçhul şahısla manen mücadele hali tekrar başladı. Onu yeniden merak ediyor, daha doğrusu yakalama yollarını arıyordum.


“Belki bir yerde bulurum.” düşüncesiyle tekrar dışarıya çıktım. Bakıyorum, bahçedeki insanların çoğu yeni görduğum simalar. Kavga eden yapılı delikanlıya, dovulen uzun saçlı delikanlıya, gevezelik eden sarışın adama… Hiçbirine rastlayamadım. Kendini “Ben İsa’yım” diye tanıtan ve kendi kendine konuşan esmer delikanlı, koşedeki bir sandalyede yalnız başına oturuyor. Yeni gelenlerin çoğu urkek davranıyor, yanıma pek yaklaşmıyorlar. Yeni insanlarla sohbet etmeye çalışmam beyhudeydi. Daha sonra herkese şupheyle bakan halimin, biraz garip olduğunu kendim de fark etmiştim.


Nihayet ümidimi keserek yorgün bir şekilde geçenin bir vaktinde uykuya daldım.



13


13 Nisan…

Gönlüm rahat değil. Birkaç gündur başım ağrıyor, günlük yazmaya hiç isteğim yok.


Meçhul arkadaş kayboldu. Hiç haber yok. Fakat onun felaket düşünceleri hala benim gönlümde tazeliğini yitirmedi. Artık onun mevcudiyeti benim için hiç önemli değildi, ben sadece onun icime attığı felaket düşünceleriyle mücadele ediyordum.


Tabiattaki yeşilliklerin yavaş yavaş kuru bir cole donuşmesi gibi insani duygularımı, vicdanımı dehşetli bir fırtınanın darmadağınık etmeye başladığını hissediyordum.


Edebiyat, müzik, tiyatro, sinema ne kadar kaba ve sapık duygularla dolu olursa tuketicisini fazlasıyla bulur. Beethoven’i dinlemeyenler en aşağı seviyedeki basit ve kaba muziğe, ateşe doğru ucan kelebekler gibi uçuyorşmaktadırlar. İyi, anlamlı sinema filmi yapan yonetmen, gereken ilgi ve iltifatı görmuyor, seyirci bulamıyor, fakat iğrenc bir porno film ceken birisi, seyirci de buluyor, para da kazanıyor. Sapık şeyler bir şekilde muşteri buluyor.


Uygar ulkelerde meşhur sanatcılar magazin dergileri için cırılcıplak resim cektiriyor, günde kac kere orgazm olabileceği hakkında mulakat veriyor; bir ulkenin en ciddi kurumu sayılan parlamentolar kadınla kadının, erkekle erkeğin evlenmesine izin veren yasalar çıkarıyor… Ve bütün bunlar, bugünku demokrasinin zaferi olarak algılanıyorsa, bu yaşananlara iyiliğin, erdemin yenilgisi demezsek başka ne diyeceğiz ki?


Fakat bu çokuşun hayatın kanunlarıyla izah edilecek bir acıklaması yoktur. Herhangi manevi olgünun yaşama hakkı olması için matematik hesaplarına bağlı bulunan tabiat gibi belli bir mantıklı sisteme tabi olması gerekiyor. Fakat komple bir manevi çokuşun genel bir mantıksal acıklaması yoktur. Sadece çıkmaz bir bunalım vardır. İckiye yenik duşen ya da uyuşturuçuyoryla zehirlenen insanın bu felaketi yenemeyeceğini hissettiği anda intihara teşebbus edeceği gibi, insanoğlu da bu manevi çokuşten sadece intihar sayesinde kurtulabilir. Erdem savaşında iyilik yenilgiye uğrarsa, onun sonunun ne olacağı hakkında başka turlu bir ongöru söylemek mümkün değildir.


Evet, evet, ilim ve teknolojinin en son yenilikleriyle donatılan bugünku insanoğlunu herhangi bir olağanüstü dış güç yok edemez. Nukleer tehlike ve uzay afeti diyenler hikayedir. İnsanoğlu yok olacaksa yalnız kontrolden cıkan manevi çokuşle yok olacaktır.


Peki, manevi çokuş neden yaşanmaktadır? Bence bunun esas nedeni ilk başta insanın hayatta kalmasının bir gereği sayılan, ama daha sonra kendi sınırını aşarak insanın erdemli hayat yaşamasına engel teşkil eden bencillik derdi olabilir. Bencilliğin temelinde ise “benlik” vardır. Fakat gercek hayatta bu “benliği” başıboş bırakmayarak kontrol edebilecek güç insanoğlunda var mıdır acaba?


Her şeyden evvel insanoğlu “benliğini” kontrol etmeyi luzumlu göruyor mu, bunu belirlemek gerekiyor.


Kaplanlar, yavrularının ağızlarındaki yemi zorla alarak kendileri yiyorlar. Biyologlar uzun zaman kaplanların bu davranışlarını hayvani icgudu olarak değerlendiriyorlardı. Fakat daha sonra tamamen farklı bir şeyi tespit ettiler. Kaplan yavruları yemeye aşırı duşkun ve iştahlı olduklarından dışarıdan birisi mudahale etmezse aşırı yemekten olebilirlermiş. Kaplan genetik hafızası ve icgudu sayesinde bunu iyi biliyor. Dolayısıyla yavrularına fazla yedirmiyorlarmış.


Hayatın bütün sahasında, yediğimiz yemekler, bize verilen rızık ve bollukta birbirimizle rekabet ve mücadele edeceğiz darken nefsimize yenik duşmekteyiz. Bu bakımdan acgözlu Kaplan yavrusu gibi çok tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız. Kaplanın yavrusunu olumden kurtaracak sebebi tabiat önceden düşünmuştur. Fakat insanoğlunu kurtaran bir güç yoktur.


Hayatı devam ettirecek kor duygular ne kadar güçlu olursa olsun iyilik ve faziletin üzerinde bir şey olamaz ve olmamalıdır. Fakat insanoğlu hala kendi “benliğini” hayranlıkla temaşa ederek bazı hayvani hislerinin oyalamalarından bir turlu kurtulamıyor. Eğer bütün “ben’ler” erdemli “biz’e” donuşurse insani değerlere sadık yaşamak, onları uygulamak elbette daha kolay olurdu.


İnsan maneviyatının tekrar ihya olunarak canlanmasına, yeni zirvelere yükselmesine engel teşkil eden zorbalık, kıskançlık, cekememezlik, bencillik, kibir, cimrilik, para düşkünlüğü, icki ve kadına duşkunluk, makam ve şohretperestlik gibi felaketlerin hangisi olursa olsun kökeninde “ben, sadece ben”, “kendim” diye cığlık atan “ben’liğin” olduğunu herkes itiraf eder.


Tarihteki büyük devletlerin çokmesine genelde yoneticiler arasındaki ihtilaflar neden olmuştur. İhtilafları ise sadece kendini düşünen, başkalarıyla paylaşmaya bir turlu yanaşmayan “ben” şuurunun doğurduğu da gercektir.


Ailede huzur olmuyorsa, eşler boşanıyorlarsa bütün bunlara da genelde bencillik, sadece kendini düşünen egoizme neden olur.


Yakın insanlar kavga ederse, akrabalar arasında anlaşmazlık doğarsa, dostlar cekişirse, işin içinde mutlaka bencillik vardır.


“Bencilliğin” hakimiyet kurduğu bir yerde samimiyet, aşk, dostluk, huzur ve bereket olması mümkün değildir. “Ben” hiçbir zaman doymayı bilmez. Herkesten yukarı, herkesten ustun, herkesten daha tesirli olmayı şiddetle arzu eder. Onun başını sokmadığı, bozmadığı hiçbir şey yoktur.


Evet, “ben” utanma bilmez. Böyle utanmazlıklar sayesinde hayat suren, başkalarını sömüren insanlar hiç az değildir. Fakat “ben’e” dayalı anlayışın topluma gelecek vaat etmeyeceği muhakkaktır.


“Hayat dediğimiz şey, her zaman için muhtemel olan gemi kazası gibi bir şeydir.” diyor, H.Ortega-i-Gasset.


Britanya’da yapılan “Titanik” gemisi 1912 yılında 14 Nisan gecesi Avrupa’dan New York’a giderken Atlantik okyanusunda kaza gecirdiği bellidir. O donemde en büyük, en heybetli, en elit sayılan bu gemide esasen aydınlar ve zenginler vardı. Buzdağıyla carpışan gemi okyanusa batmaktaydı. Olumle yüz yüze gelen ve büyük panik yaşayan iki binden fazla yolcu yaşam uğrunda cırpındılar. Herkesin düşünduğu sadece kendi “Ben’idir”. “Nasıl kurtulacağım? Kendimi nasıl kurtaracağım?” Kaza anında herkesin düşünduğu şey bu olmuştur. Başka bir şey düşünmeye hem zaman, hem de imkan yoktur. Bu doğal bir olaydır. Fakat erdemli insan her zaman maneviyatın yuksek prensipleriyle yaşamak ister. Bu prensiplere göre insan ilk önce kendini değil, başkalarını düşünmesi gerekiyor. Bu da, kendi varlığında mevcut olan “ben’e” karşı savaş ilan etmek demektir.


Gemi kaptanı olağanüstü durum şartlarına göre kurtarıcı kayıklara ilk önce çocuklar ve kadınları oturttu. Kurtarıcı kayıkların sayısı çok azdı. Kayıklara binmeye çalışan ve aklını kacırmış erkeklere karşı mücadele etmek, ruşvet vererek kayıklara binmeye çalışan zenginlerin ısrarlı davranışlarına karşı dayanmak belki de çok kolay olmamıştır. Fakat bütün kurtarma faaliyetleri kusursuz yerine getirilmesine rağmen kurtarıcı kayıkların sayısı azdı. Kaptan kurtarılması mümkün olanların hepsini kurtararak talihsiz 1500 insanla birlikte kendisi de okyanusun derinliklerine battı. Olayın görgu tanıklarının ifadelerine göre okyanus suyu gemideki muzisyenlerin diz kapaklarını gecinceye kadar, orkestra muziğe devam etmiştir. Orkestra sanatcıları, böylece ruhun ebediyetinin marşına canlarını vermiş. Gemi kaptanı ile murettebat, görevlerini yerine getirdikten sonra gemide kalan yolcularla birlikte vefat ettiler.


Böylece “ben” değil, “biz” anlayışının sayesinde gemi murettebatı olum öncesinde insaniyetin büyük prensiplerini –kusursuz bir şekilde olmasa bile büyük olcude- sergileyerek insanoğlunun erdemli davranma potansiyelinin büyük olduğunu gostermişlerdir. Eğer o anda insanların hepsi sadece kendilerini düşünerek “ben’in” tesirinde kalsaydı gemidekilerin hepsi obur dünyaya hayvan olarak gideceklerdi.



14

19 Nisan…

Maruz kaldığım bu karmaşık, belirsiz duruma yavaş yavaş alışmaya başladım. Koridordaki masanın altında sıradaki mektubu aldığımda eskisi gibi korkmadım, tedirgin bile olmadım. Kadimden tanıdığım bir arkadaşımdan gelen sıradan bir şey gibi gayet rahat bir şekilde mektubu acarak okumaya başladım.


“Saygıdeğer Arkadaşım!

Hayli zamandır mektup yazmaya imkanım olmadı. Hastalandım.


-Burada kendimde olmadan guldum: “Umarım benimle birlikte hastalanan ikizim değilsindir.” diye, alaylı bir düşünceye kapılmıştım.- Son mektubunu büyük memnuniyetle okudum. Elbette, dediklerinin hepsine katılamam, fakat fikirlerin gayet mantıklıdır. Seninle anlaşmadığım husus, şu ki, sen sürekli erdemi mutlaklaştırıyorsun. İlk başta şunu belirtmeliyim ki, mutlakıyet Tanrı’dan başka hiçbir şey için söz konusu olamaz. İkinci olarak herhangi bir kanun gerçeğe uymazsa uygulanması da mümkün değildir. Senin “erdem” hakkındaki fikirlerin hiçbir zaman uygulanmayan, dolayısıyla toplumda sürekli çelişkiler doğuran ölü bir kanun gibidir. Buradan kaynaklanan ulaşılması imkansız hayaller, uygulanmayan hedefler, anlamsız mücadeleler, hayata olan küskünlükler, endişe ve hasret gibi manasız olaylar insanların huzurunun bozulmasına yol açıyor. Fakat hayattaki çelişkileri, problemleri çözecek şey anlaşmadır, uzlaşmadır. Bunun için ilk önce dünya görüşü meselesinde insanlar anlaşabilmelidir. İyilik ve zulüm olarak adlandırılan felsefi kategöriler eski devirdeki insanların basit görüşlerinden ve duygularından kaynaklanan ilkel şeylerdir. Böyle sığ bir anlayış bugünkü dünya görüşü ve anlayışına cevap veremez. Hayatın gelişmesini, tekamülünü sağlayan iki gücü “Artı” ve “Eksi” güçler olarak adlandırmak gerekiyor. (Örneğin, elektriğin + ve – olması gibi). O zaman dünyayı iki kutba ayırarak asırlarca çatışan anlamsız mücadele de son bulur. Zulmün gerçek anlamını bizden daha evvel anlayan insanlar da olmuş. Fransız şairi; Ş. Baudelaire, kendi “Zulüm Çiçekleri” adlı kitabında zulmü sanki aşkı anlatıyor gibi şiir diliyle anlatmaya çalışmış. Şimdilerde bu kitabı büyük bir iştiyakla okumaktayım. Büyük Japon yazarı, Akutagava Ryunesko: “İnsan hayatı Baudelaire’in bir satırına bile değmez.” demiş. Eğer maneviyat dünyasında böyle cesur adımlar atarsak genel olarak hümanizm anlayışı birçok değişikliliğe uğrayacaktı elbet.


Pikasso’nun “Minotavr” serisindeki “Arena” adlı resmi hatırlıyor musun? Arena’da ağır yaralanan Minotavr göğe bakarak haykıran bir kurt gibi başlarını yukarıya kaldırmış, çırpınıyor, çile çekiyordu.


Onun başı boğa, geri kalan vücudu insan şeklindeydi. İnsanı ürperten bu dehşet mahlыka çemberin öbür tarafından birisi, galibi daha zulüm diye bir şeyi anlayamamış bir genç olmalı ki, ellerini uzatıyor, alnından okşayarak ona acıyordu. İnsana olan şefkat, acıma hissi budur işte. Hayatının son demlerinde çırpınan Miatavr’ın çileli anlarına şahit olmasına rağmen hiç ürpermeyen, soğukkanlılıkla olup bitenleri müşahede eden oradaki bir sürü insanla kıyaslandığında o gençin, şefkatiyle insaniyete daha yakın durduğunu fark etmek zor değildir.


Buradan yola çıkarak yani insanları iki kutba bölmeden genel anlamda “insanoğluna acıma” fikri ortaya çıkmaktadır. Senin nefret ettiğin homoseksüeller de böyle can taşıyan insanlardır. Onlarla ilgili kanunlarda değişiklik yapanlar parlamenterler değil, hayatın ta kendisidir. -Senin günlük notlarına baktığımı anlamışsındır artık… Hiç kimseye göstermiyor, gizliyordun. Bu sefer kimseden gizlemeye gerek görmemişsin, masa üzerinde yatıyordu, aldım okudum. Özür dilerim. Arasında benim yazdığım mektuplar da olduğu için ikimizin de ortak günlüğü sayılır zaten.- Sana tavsiyem şu ki, kim olursa olsun genel anlamda bir insandan tiksinti duyman iyi bir şey değildir.


Doktorun hastadan tiksinmesinin doğru olmadığı gibi kendisini iyilik, erdem taraftarı sayanlar da insanlardan tiksinme alışkanlığından uzak durması gerekiyor.


İnsanoğlu tarihindeki çok önemli şahsiyetler arasında, homoseksüellerin hiç de az olmadığını unutmayalım.


Ah, keşke sizinle bir görüşebilsek!


Cevap beklerim.

Meçhul arkadaşın…



Bu zavallının bana niçin bu kadar iştiyak duyduğunu bir tek Tanrı bilir, sanırım.


Odama gelerek biraz oturdum ve kafamdaki düşünceleri toparladıktan sonra derhal mektup yazmaya başladım.


“Saygıdeğer meçhul arkadaş!

Saf ve temiz halini yitirmemesi gereken bazı kavramlar vardır. Örneğin, aşk, vicdan, ideal, adalet, samimiyet ve başkaları… İçine birazcık kötü niyet karışan samimiyet, birazcık adaletsizlik karışan adalet, birazcık samimiyetsizlik karışan aşk olmaz. Bunlar ne vardır, ne de yoktur. İkisinden biridir yani. Bunları söylememden ötürü mutlakıyetçi diye söversin, eleştirirsin, ama hiçbir şey değişmez. İyilik ve erdemin amacı hakkında geçen sefer yazdığım mektupta tafsilatlı olarak görüşlerimi ve delillerimi anlatmıştım. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Sana diyeceğim şu ki, amaç olarak iyilik, her gün uygulanmak isteyen bir kanun değildir. İyilik, kanunlar gibi duruma göre değişiklik yapılarak, döneme göre eklemeler getirilen bir şey değildir. Amaç gidilecek yerin kendisi değil, gidilecek yerin istikametini gösteren manevi yıldız gibi yol gösterici bir şeydir. Dolayısıyla, insanoğlunun kendi kusurlarından kaynaklanan içteki huzursuzluğun nedenini gökteki yıldızlarda aramanın anlamı yoktur.


Yeryüzündeki hayatı iyileştirmek için hayatımızın amacını değil, insanın bizzat kendisini tamir etmek gerekir.


İkinci olarak, iyilik ve zulmün ismini değiştirmek sadece günahkarlarla caniler için faydalı bir şey olur. Çünkü böyle olursa onlar alınlarında damgalanan siyah lekeden bir lahzada kurtulur. “İsterseniz aklayın, isterseniz cezalandırmayın, fakat lütfen zulmü zulüm olarak kendi adıyla söyleyin” diye haykırmış Feodor Dostoevskiy. Doğru söylemiş, isabetli söylemiş.


İnsanoğlunu ayırım yapmadan sevmek, herkesi kucaklamak, herkese kucak açmak iyi bir fikirdir aslında. Senin de dediğin gibi Minotavr zulmün sembolü olabilir mi? Ölüm öncesindeki Minotavr’ın alnından okşamak zulmün alnından okşamak mıdır yoksa zulmün pençesine düşerek böyle bir kadere maruz kalan insana acımak mı dır? Belki o resmin esas fikri benim dediğim gibidir. Bir canlıya acımak bu manada insanın yüreğine konabilir. Fakat senin anlayışına göre zulüm ile iyiliğin sınırını temelden yok ederek, Minotavr’ın değil de, zulmün alnından okşamak hiç doğru değildir. Bir hastalığa maruz kalan insanın başından okşamakla, o hastalığın başından okşamak aynı şey değildir. Esas olan hastalığa maruz kalan insana acımaktır, hastalığa değil.


“Günahkarlarla değil, günahın kendisiyle mücadele etmek gerekiyor.” Demişti, filozof Mahatma Gandi. Fakat günahtan tiksinmeyenler hiçbir zaman günahla mücadele edemez. Bu bir gerçektir.


İnsanın iffet ve onuruyla alakalı kavramların hızla değişmeye başlaması beni çok düşündürmüştür. Nihayet bir sonuca vardım...


Örneğin, hırsızlık etmek bütün ülkelerin anlayışına göre kötü ve ayıp bir davranıştır.


Fakat hırsızlığa alışarak bunu meslek edinen biri için bu ayıp bir şey sayılmaz. Kocasını aldatmaya alışan bir kadın için zina ayıp bir şey sayılmayabilir, fakat onun yakalanması ayıp olur. Günahkarlık adlı bir binaya bir kere girdikten ve orayı benimsedikten sonra insanı sınırlayan hiçbir kural yoktur. Yani, belli bir insani çizgiyi atladıktan sonra sana hayvan özgürlük anlayışı hakim olur ve kötü şeylerden tiksinme özelliğini yitirirsin. Her şey alışmaktan başlıyor; sigara, içki, uyuşturuçuyor vs... Herhangi bir suça -fiil ve hareket içerikli ya da manevо bir şey midir, yoksa önemli değil midir?- cesurca adım atarsan daha sonra tereyağını kesen bir biçak gibi kendiliğinden hareket etmeye başlayacaksın.


Çünkü vicdan çizgisinden dışarıya doğru bir adım attıktan sonra kötülüğe insan alışmaya başlayacaktır. Çizginin öbür tarafında duran insan için hiçbir şey utanilaçak şey değildir. Hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü asla girmemesi gereken bir sahada bulunmaktadır. Belki de o bunları neden daha erkenden yapmadım diye pişmanlık bile duyabilir.


Fakat bir şeyi unutmamak gerekiyor. Çizgiyi geçmek geçmemekten yüz katına daha kolaydır. Geçmek için büyük bir güç sarf etmeye gerek yoktur. İç dünyamızdaki hayvan duyguları başıboş bırakıyorsun, iş bitti. Bundan dolayı çizgiyi geçmemek için büyük bir gayret sarf etmek gerekiyor. İçki ve uyuşturuçuyorya müptela olan birinin bu alışkanlıkları bırakmak için sergileyeceği çaba kadar irade gücü de gerekmektedir. Böyle bir irade gücü olmazsa “Çizginin tekrar öbür tarafına geçmek o kadar da zor bir şey değildir.” diye kendi kendini teselli etmekten başka bir şeye güç yetiremezsin.


Öyleyse, insani değerler dediğimiz şey, istediğin zaman girebileceğin, kapısı olmayan sahipsiz bir ev değildir, büyük bir manevо emeği, sabrı gerektiren, girme şartları çok zor, girilmesi güç olan heybetli bir ibadethanedir. Fakat zorluğa dayanmayı sağlayan, irade gücünü felç etmekten korüyan tek şeyin, hayata manevо anlam kazandıran gücün iyilik, erdem olduğunu vicdanınla, ruhunla hissetmendir.


“İnsandan tiksinmemek gerekiyor.” demişsin, arkadaş. Tiksinme duygünu başkalarına hissettirmeme meselesi etik bir meseledir. Fakat böyle bir şey doktorda da, doktor olmayanda da mevcut olan bir şeydir. Vicdan ve iffetin olduğu bir yerde dünyadaki pis şeylerden tiksinti duymamak mümkün değildir. Bu duyguyu senin de kaybetmemeni temenni ediyorum.


Meçhul arkadaşın…


Mektup yazdıktan sonra doğru cevap verip vermediğimi kontrol etmek için, meçhul arkadaşımın mektubunu tekrar gözden gecirerek bir kez daha okudum.


Bakıyorum, mektubun esas düşüncesini anlamamışım galiba. Onun göruşune göre homoseksuelizm yaşama hakkı olan toplumsal bir olgudur, dolayısıyla onu hoş görmek gerekiyormuş. Mektuptaki “Ah seninle...” diye yazdığı yeri dikkatlice bakınca donakaldım. Burada gaipten gelen bir şupheli düşünce bana elektrik carpması gibi şok tesir etti. Estağfurullah! Bu herifin kendisi homoseksuel olmasın? Artık neyi işaret ettiği belli olmaya başladı. Şimdiye kadar söylediği ters düşüncelerinin hepsi bu sapıklığı aklama cabası olsa gerek… Haram ve helali bir tencerede karıştırarak kendi pisliğini neden bana dayatmaya çalıştığı artık anlaşılmaya başladı...


Eski mektuplarındaki şuphe uyandıran kurnaz sozlerinin hepsini tek tek hatırlamaya başladım. Düşündukce, geçmişi değerlendirdikçe “keşfettiğim, şuphelendiğim şeyin” gercek olduğuna daha fazla inanmaya başladım. Bunca güç ve iradeyi, aklı ve mantığı sarf ederek, kalbi kırarak yapılan tartışmanın geldiği son noktanın burada sonuclanacağını hiç tahmin etmemiştim. Böyle olacağını hiç beklememiştim.


Gizemli arkadaşımın bu davranışı beni çok uzdu. Tarifi imkansız bir iğrenc duygudan midem bulanarak, kusmak istedim...


Gittikçe cesaretlenen ve hırcınlaşan gizemli arkadaşım nihayet beni tahrik ederek, sinirlendirmeye başlamıştı. “Göruşmeyi işti yakla arzu ediyorsa niçin göruşmuyor?” diye kendi kendime mırıldanıyorum. Evet, benim için korkacak bir şey yoktur. Korkacaksa amacı bulanık, niyeti karanlık olan insanlar korkmalıdır.


Gizemli arkadaşa yazdığım mektubun son kısmına söyle bir not yazdım: “Yarın akşam saat 8.30’da bodrum kattaki depo bölümü tarafında bekleyeceğim.”

Mektubu anlaştığımız yere götürerek bıraktım.


Sonra yarınki göruşme anını beklemeye koyuldum. “Göruşmem lazım” diye gönlüm bir şeye acele ederek sabırsızlanıyordu. Evet, görmediğin, bilmediğin düşmandan daha tehlikeli bir düşman olamaz.



15


20 Nisan…

Doktor bana belirsiz bir sıcak iğne vurmuştu. Hemşire biraz gıcık bir kadındı. İğne vurana kadar bana tekrar tekrar:


“Korkmayın, şimdi vücudunuzda sıcak bir dalga meydana gelecektir.


Sadece sakin olun, o kadar. Şimdi, bir saniye, şimdi işte” diye beni de tedirgin etti. Sonra dayanamayıp benim tansiyonum yükseldi mi, bilemiyorum, nefes alıp vermem zorlaşarak kendimi rahatsız hissetmeye başladım.


“Ölüyorum!” diye sesimi zar zor çıkarabildim.


Hemşire paniğe kapılıp koşarak başka bir hemşireyi yardıma çağırdı. İkisi bana yine bir iğne daha vurarak tahta yatağa yatırdılar.


Yarım saat gibi bir sureden sonra ancak kendime geldim. Kendime geldiğimde çok neşeliydim. Hatta bayıldığımı biraz abartılı anlatarak, kendi kendimle alay ederek hemşireleri de guldurmeye çalışıyordum. Fakat onlar benim tamamen iyileştiğime inanmadılar. Odama getirerek yatağıma yatırdılar ve bugünlük yatağımdan kalkmamamı rica ettiler.


Öğlene doğru doktor kendisi gelerek kontrol etti. Sanki bir ağaç yutmuş gibi dikleşmiş halde tansiyonumu olctu, daha sonra biraz düşünerek bir şeyden şuphe eden adamın tavrıyla ıslak avuçlarını alnıma koyarak ateşimi olcmuş gibi oldu ve “her şey normalmiş” gibi yaparak hiçbir şey demeden odayı terk etti.


Öğle yemeğinden sonra biraz dinlenmek istedim. Derken bir rüya gördüm. Rüyamda icerisi kalabalık bir binadaymışım. İnsanlar sıraya dizilmişler, fakat ne sırası olduğu hiç belli değil. Ben de sıraya girmek için sıranın sonunun kim olduğunu aradım. Fakat sıranın sonuna doğru ulaşamıyorum. Binadan dışarıya çıkınca sırada bekleyenler şehrin dışına kadar uzamış, sonunu görmek mümkün değildi. Sıranın sonunu görebilmek için bir binanın üzerine cıkıyorum. Fakat orada şaşkınlık icerisinde bakakaldım. Meğer sıradaki insanların sonu hiç gözükmüyormuş, insanın görebileceği ufku aşan uzaklıklara kadar devam eden bir şey, sonunu görmek mümkün değil. Korku ve dehşetten paniğe kapılıyorum. “Ben bu sıraya nasıl girebilirim?” diye birinden soruyorum. “Bu sıranın sonuna kimse ulaşamamıştır. Çoğu insan sırasını oğlunun oğluna miras olarak bırakıyor.” diyor, birisi. Ne yapacağımı bilmeden tekrar binanın icerisine girdim. O sıra birisi “Kardeşim!” diye yumuşak bir sesle hitap etti. Hemen sesin çıktığı yone baktım, o şahıs bana hitap ediyormuş. Guler yüzlü, boynu biraz bukuk olan yaşlı birisi. “Sen beyhude cırpınmayı bırak, hiç faydası yoktur. Benimle gel.” dedi. Yüzü tanıdık birisi gibi geliyor, fakat tanıyamadım. Sırada bekleyen insanların arasından geçerek bir salonun icerisine girdik. Salona girince anladım ki sıradakiler sırası geldikçe ceşitli odalara giriyorlarmış. Beni getiren şahıs “Benim sıram burasıdır. Burada otur ve bekle”, dedi ve kendisi dışarıya çıktı. Böyle bir şansa sahip olduğum için elbette çok sevindim, ancak kafamı bazı düşünceler meşgul etmeye başladı. “Tamam, iceriye girdim diyelim, orda ne yapacağım, ne söyleyeceğim?” Hakikaten iceriye girince ne yapacağım belli değil, hatta sıraya niçin girdiğim bile belli değil. “Böyle gafilane iceriye girersem acaba ayıp mı olur?” diye düşündum.


Tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. Nasıl gözlerim iliştiğini bile hatırlayamıyorum, fakat gireceğim odanın kapısında kendi ismim, soyadım yazılmış. Hiçbir şey anlamadım. “Bu benim ismim, soyadım...” diye sekreter kıza yazıyı işaret ettim. “Siz iseniz ben ne yapabilirim, o zaman kendi kendinize girin,” diye sekreter kız inatlaşmaya başladı. Ben çok tedirgin oldum, acaba bu kim olabilir ki? Arkada bekleyen kalabalık arasından birisinin: “Neyse girsin artık,” diyen fısıltısını duydum. Ardından başka birinin: “Yapma, şimdi bir yanlış yaparsın, dikkat et, dikkat!” diyen fısıltısını duydum. Nihayet cesaretlenerek iceriye girdim. Girince şaşkınlıktan donakaldım... Estağfurullah! Gözlerini benden hiç ayırmadan bana doğru yuruyen Kendimi göruyorum. Fakat o bir acayip soğuk ki sormayın. Dehşet ve korkudan bütün vücudum titremeye başladı. Arkaya doğru cekildim, fakat o bana emin adımlarla yaklaştı. Nefesini hissedecek kadar onun yakınımda durduğunu fark ettim sonra. Elleri ellerime değdi. Elleri bir cenazenin eli gibi soğuk... Derken korkudan bağırmaya başladım. Böylece kendi sesimden kendim korkarak uyandım. Meğer rüyaymış...


Gözumu açtığımda tam karşımda hemşire duruyordu. Beni kaldırmak için ellerimden tutmuş, ellerini soğuk suya yıkamış mıdır, bilemiyorum, fakat buz gibi soğuktu.


“Affederseniz,” dedi, hiçap duyarak. “Sizi korkutacağımı düşünmemiştim.


Odanıza cay getirmiştim, sıcacık icmenizi istedim.”


“Teşekkur ediyorum,” dedim, fakat hemşirenin ellerini hala sıkı sıkıya tutuyordum.


Evet, az önceki korkunç rüyanın gercek değil, rüya olması; uyandığında da daha neşeli bir hayatın var olması ve bir hemşirenin sana cay getirerek beklemesi ne kadar güzel...


Akşamleyin hava durumu aniden değişerek yağmur yağdı. Daha sonra şiddetli rüzgar başlayarak bahçenin icerisi toz duman oldu. Akşam gercekleşecek buluşmayı düşündukce icim yanmaya başladı. Vakit yaklaştıkca sabrım tükenmekte ve tedirgin olmaya başladım.


Akşam yemeğinde birkaç lokmayı zar zor yiyebildim. Kendimi zorlasam dahi yemek yiyemedim. Odamda bir oraya bir buraya gezerek yurudum. Sonra koridora çıktım. Oradan da canım sıkıldı, toz duman olsa bile bahçeye çıkarak tek başıma uzun vakit orada gezdim. Kendi kendime cesaret vererek: “Sakin ol, rahatla, başını kaldır!” diye söyleniyordum...


Ne kadar yuruduğum belli değil, epey dışarıda bulunmuşum. Korku haline yavaş yavaş alıştım mı veya biraz sakinleştim mi belli değil, fakat hislerimi, heyecanımı kontrol altına almayı başardım. Kendimi buluşmaya hazır hissediyordum.


Saat 8.30’da bodruma indim. Normal vakitte deponun icerisinde bütün ışıklar acık olurdu ve orası aydınlıktı. Fakat şansım yokmuş ki, elektrik gitmiş midir, yoksa bir arıza mı var belli değil, ortalık simsiyah karanlıktı. Bu durum beni bir hayli tedirgin etti. Oturacak sandalyeler vardı, fakat şimdi onların nerede durduğunu bulmak mümkün değil. Böyle olacağını bilseydim buluşacak başka bir yer arardım. Bütün bunları o arkadaş kasten yapmış olamaz mı, diye şuphe bile ettim. Birden ayak sesi gibi bir şey duydum. Kalp atışlarım aniden hızlanmaya başladı. Evet, o geliyor... Duvara yaslanarak sesin ne taraftan geldiğini dinlemeye çalıştım. Sonra sesin geldiği tarafa doğru yurudum. Koridorun bazı yerleri çok karanlık, bazı yerleri ise biraz aydınlıktı, yani bir şeyler görmek mümkündü. Dışarının ışığını yansıtan küçük pencereler olmalı. Biraz sonra o ses tamamen farklı bir taraftan duyuldu. Bu arkadaş benimle alay ediyor mu yoksa? Şimdiyse ses bir anda her taraftan çıkmaya başladı.


Artık dayanmak zordu, kendi sesimden bile korkacak halde olmama rağmen soğukkanlı olmaya çalıştım.


“Ben biliyorum, sen buradasın!” diye bütün guçuyormle bağırdım. Sesim koridorda yankılanarak daha da korkulu bir şekil kazanmıştı. “Keşke göruşebilsek diye arzu ediyordun, işte göruşmeye... geldim” diyen son kelimeyi söyleyemedim. Çünkü nefesim tükenerek, sesim kesilmişti. Sonra bütün güçümü toplayarak:


“Geldim!” diye tekrar bağırdım.


Sesimin bu kadar yuksek cıkacağını sanmamıştım, kendi sesimden kendim korktum. Kimse ses vermedi.


Ellerimle duvarı tutarak yavaş yavaş ileriye yurudum. Az sonra ses tamamen kesildi. Karanlıktan ışığın az da olsa bulunduğu bir yere çıktım. Derken tam yanımdan birisinin golgesi göründu. Bütün vücudumu korku sarmıştı. Korkudan nasıl bağırdığımı ve bütün guçuyormle yumruklarımı sallamaya başladığımı kendim de fark etmemişim. Fark ettiğim tek şey ellerim sert bir cisme değerek ardından bir camın kırılmasıdır.


Karanlık koridorda yere oturarak kendime gelmeye çalıştım. Sonra fark ettim ki, dovduğum şey duvardaki aynaya yansıyan kendi şeklimmiş. “Aman, Tanrım! Bunca azaba maruz kalacak kadar ne suçum vardı?” diye zorlana zorlana mırıldandım. O sırada gözlerimden yaş akmaktaydı...


Elim kanamaktaydı, birazdan acısını hissettim, derhal yerimden kalktım. Kırılan camın parcaları ayağımın altında çatır çutur ses çıkarmaktaydı.


Duvara ikide bir carparak perişan bir vaziyette geldiğim yoldan tekrar yukarıya çıktım. Odama girince sanki beni bekliyormuşcasına peşimden hemşire de girdi. Bana bakarak:

“Aman Allah’ım! Size ne oldu?” diye bağırdı.


“Kapı onunde yere duştum,” diye cevap verdim. Sanki ben değil başka birisi sesleniyor gibi yabancı bir sesle hitap etmiştim.


“Yüzünüz bembeyaz olmuş. Şimdi doktoru çağıracağım.”


“Hayır,”diye zoraki ses verdim. Çünkü bu sırada çok yorgün ve bitkindim, hatta bütün guçuyorm ve kuvvetim bir ipe bağlı gibi gözüktü. “Çağırmayın, gerek yok...” Derin bir nefes alarak sonraki sözümü söylemeye güç topladım. “Yaramı sarmaya yardım edin lütfen...”


Hemşire koşarak dışarıya çıktı. Dediğini yaparak nobetci doktorla birlikte odaya girdiler. Doktor tansiyonumu olcerek, kalp atışlarımı dinledi. Sanki benden bir şeyler soruyor gibi, ama ben artık hiçbir şey duymuyorum. Hemşire telaşla yaramı sarıyor, fakat bütün bunlar beni hiç ilgilendirmiyor, çünkü bütün bunlar, benim iç dünyamda olup bitenlerle hiçbir alakası olmayan manasız şeylerdi. Doktorun iğne için talimat vermesi, hemşireye bir şeyleri tavsiye etmesi, hemşirenin sert bir şekilde iğne vurması, bütün bunlar sanki bana değil, başka birine oluyor gibi geliyordu.


O kadar yorgün ve bitkindim ki, doktor ile hemşire çıkınca hemen uykuya daldım.


Kalktığımda saat gece on biri geçmiş. O kadar derin uyumuşum ki, uyandığımda nereden geldiğimi, nerede bulunduğumu zar zor hatırladım. Olup biten olayların şoku biraz dağılmıştı ve yaşananları soğukkanlı bir şekilde tekrar gözden geçirdim.


İlk olarak “Niçin göruşmeye gelmedi?” diye düşündum. Yoksa... “Acaba, son yazdığım mektubu aldı mı, almadı mı?” diye şuphelendim. Derhal yerimden fırlayarak kalktım ve koridora çıktım. Koridorda kimse gözükmuyordu. Masanın yanına gelerek altında bir şey olup olmadığını kontrol ettim. Orada bir kağıt vardı.


Kalbim neredeyse duracak gibi oldu. Baktım, kendi mektubum. Şaşkınlık icerisinde donakaldım. Tekrar bir rahatsızlık vücudumu sardı, mektubu yerine koyarak sandalyeye yıkıldım. Kafam karışmıştı, “Demek almamış,” diye mırıldanıyorum. Evet, her şey anlaşıldı. Değirmenle carpışan ahmak gibi kendi kendime azap eden zavallı halime acıdım...



16


21 Nisan…

Bugün dun yaşananları tekrar gözden gecirdim. Düşündukce çok aptalca hatalar yaptığımı fark ettim. Göruşmek istediğin insanla anlaşmadan, onun “tamam” diyen iznini almadan gelip gelmeyeceğini bile bilmeden koşarak oraya gitmek gerçekten aptalca bir davranıştı. O göruşmenin gercekleşmesini o kadar şiddetle arzu etmişim ki, muhatabımın teklifimi kabul edip etmediğini bile düşünememişim.


İkinci olarak o şahsın nereden geleceği bile belli değildi. Dışarıdan mı gelecekti, yoksa hastane icerisinden birisi miydi? Eğer dışarıdan gelen biriyse onu geceleyin bodrum katta göruşmeye davet etmenin pek de aptalca bir teklif olduğunu şimdi anladım. Aslında, ‘benim günlüğumu izin almadan okuyan, mektubunu odama bırakarak benimle alay eden, her deliğe başını sokan, görünmeyen, elle tutulmayan, bodrum katı benden daha iyi bilmesi muhtemel olan bu olağanüstü kurnaz insanı, nereye çağırırsam çağırayım ayıp olmaz.’ diye, düşünmuş olmalıyım.


Üçüncü olarak bu göruşme genel olarak gerekli bir şey miydi? Acaba bu yaptığım, fikir ve dünya göruşu bakımından tamamen zıt olan o adama karşı bir duruş sergileyişim midir? Duruş sergilemenin de bir psikolojik tarafı vardır. Şimdiye kadar oyunun kuralını o yapıyordu. Ben sadece onun koyduğu kurallara uymaktaydım. Mektup yazma, mektubu koridordaki masa altına bırakma, benim manevi dünyamı değiştirmeye cabalama yanında; kendisi hakkında beni gece günduz düşünmeye mecbur ederek, rüyama girerek, rahatsız ederek, kalbimi kırarak, alay ederek bana psikolojik bir ustunluk sağladı. Onun yaptığı bütün işler göz onumde canlanıverdi. Şimdi uysal bir koyun gibi onun her dediğini yapmadan benim de kendimce oyunun kurallarını belirlemem gerekmez mi?


Saat 12 civarında doktorumla göruştum. Genelde doğru dürüst bir soru sormayan ve cevap vermeyen bu adama ben de hiçbir şey söylemedim. İkimiz de sessiz sedasız oturuyoruz. Doktor: “Moraliniz nasıl?” deyiverdi. Sanki yolda giderken oylesine hal hatır soran birisi gibi bir soruydu. Doğrusu, “Selamet misiniz?” sozu bir insanla selamlaşırken söylenen sozdur. Bu soz “nasılsınız?”, “sağlığınız nasıl?” vs. anlam ifade eder. Fakat artık bu soz sıradan bir soze donuştu ki, “selamet misiniz?” derken kimse “selametliyim” diye cevap bile vermez. Aksine her iki taraf da birbirine “selamet misiniz” diye sorüya soruyla karşılık verir ve cevabını beklemeden geçer giderler. Kısaca doktorun sorusu da buna benzer bir şeydi. Dolayısıyla ben ona cevap vermedim.


Biraz oturduktan sonra tekrar:

“Gidip biraz dinlenin,” dedi.

Ben dışarıya çıktım, odama geldikten sonra meçhul şahsın mektuplarını acele etmeden tekrar okudum.


Bakıyorum, onun ilk mektubunu aldıktan sonra sanki bir ömür geçmiş gibi. Bende tarifi imkansız değişiklikler yaşanmış gibi. Elbette, kendi ideal ve amaclarımdan asla vazgeçmiş değilim, sadece iyiliğe, erdeme karşı olan şerli guçuyorn koklerinin benim düşünduğumden daha güçlu, daha derin olduğunu fark ettim.


Maneviyat dünyasında iki istikamet vardır: birisi; beşeri çıkar mulahazaları, diğeri ise yuksek erdem ve iyiliktir.


Beşeri çıkar mulahazaları genelde surulere has bir özelliktir, fakat yuksek erdem nadir de olsa şahıslara has özelliktir. Biz şimdilerde beşeri zaafları idealize ederek toplum seviyesinde açıktan açığa nasihat etmeye başladık, bu idraksiz surulerin zaferi anlamına geliyor.


Beşeri çıkarcılığın hedefi genelde hayattan azami derecede lezzet almaya, keyif surmeye dayanmaktadır. Keyif surmek şarap gibi bir şeydir. Yuksek kaliteli, hoş kokulu, iyi bir şarabı çoğunluk beğenir. Onu içtiğinde moralin yükselir, gönlüne gizemli bir neşe, aydınlık dokulmuş gibi olur. Sadece bir keresine verilen kısacık hayatta bundan daha tatlı ne olabilir diye düşünür insan. Fakat insana keyif yaşatan şarabın tehlikesi çok korkunçtur. Şarap düşkünlüğüyle en sonunda alkole bağımlı olarak hayatını mahveden insanların sayısı hiç az değildir. Tatlı, keyifli bir hayata ozenmek, kendini hiçbir şeyden sınırlamamak, sürekli kendini tatmin etmeye alışmak insanı sonunda manevi çokuşe, insani değerleri alt ust etmeye götüreceği muhakkaktır. Zengin olabilmek için elini her istediği pisliğe batırmak, muktedir olabilmek için cenazelerin üzerinden gececek kadar gözu donmuş olmak, iffeti beş para etmeyecek kadar nefsine duşkunluk, “komşunun evi yanarken yumurtasını pişirmeye çalışan çıkarcı” gibi vurdumduymazlık vs. saymakla bitmeyen beşeri zaaflar, gercekte azgınlık ve sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu tehlikeyi çoğu insan düşünmek bile istemez. Ona karşı mücadele etmek şoyle dursun, böyle bir niyet bile besleyemez. Düşman çok tehlikeli. Fakat düşmanın ismini, sıfatını, keyfiyetini bile bilmez, bilmek istemez.


Beşeri zaafların idealize edildiği zilletli bir hayat... Evet, zelil bir hayat! Başka turlu ifade etmek mümkün değil.


Meçhul şahıs benim beklediğim sınırların hepsini aşan biriymiş. İyiliğe inanmama, onun uğrunda mücadeleden tamamen vazgeçmiş bir vaziyet takınma, vurdumduymazlık, gaflet, zulme arka çıkmak, zulme taraftar olmak, işte bütün bunlar artık onun gönül dünyasına hakimiyet kurmuş. Onunla anlaşmak asla mümkün değildir. Fakat onun tutumu zulmu desteklemekle kalmıyor, onu meşru etmeye cabalıyor… Bundan daha büyük bir tehlike olamaz galiba.


Zulmu, olumu, karanlığı metheden ve bunun için destan yazan Baudelaire’i okuyorum diye hayranlığını ifade etmiş. “İnsan hayatı Baudelaire in bir satırına bile değmez” diyen birisini dile getirmiş. Kim olursa olsun bunu kabul etmek asla mümkün değildir. Fakat itiraf etmeliyim ki, Baudelaire hakkında çok şey duymama rağmen şiirlerini hiç okumamışım.


Öğlene doğru bahçeye giderken yolda kütüphaneye uğradım. Kitaplıkların yerleştirildiği ince uzun salonun pencerelerinden direct güneş ışıkları yansımaktaydı. İcerisinde nefes almak zordu, çok sıcak ve havasızdı. Burnuma boya kokusu geldi. Belki, komşu odaların birinde tamirat yapılıyordur. Kütüphaneci insanın yüzüne bakmadan konuşan biriymiş. Sanki az önce biriyle kavga etmiş de, bundan dolayı hala gergin olan bir tavrı var. Baktım, Kore kökenli bir kadınmış. İnsanlar soru sorduğunda gergin bir edayla kısa cevaplar veriyor.


Masa üzerindeki gazeteleri okumadan sadece konu başlıkları ve resimlerine göz atıyorum. Ne yazdığı belli, ulke gelişmekte, her sahada ulaşılan muazzam başarılar, onemsiz bazı problemler, yurtdışı haberleri gibi şeyler. İnsanı dehşete düşüren utanc veren olaylar hakkındaki haberleri okumaktan çok korkarım. Çünkü böyle bir şeyi okuduktan sonra uzun zaman iğrenc bir duygu benim gönlümu darmadağın ediyor. Böyle bir şeyden kurtulmak istesem bile uzun zaman kurtulamıyorum.


Biraz sonra:

“Sizde Baudelaire’in şiir kitabı var mı?” diye sordum.

Kütüphaneci kendi mekanizmasını çalıştıran bir robot gibi biraz sessizlikten sonra:


“Evet, vardır, fakat şimdi birisi okumaktadır,” diye bana bakmadan cevap vererek kendi işine devam etti. Daha sonra bazı kartları karıştırarak:


“Çok garip, teslim etme zamanı geçmiş,” diye kendi kendine söylendi. Kitap 10 numaralı odadaymış.


Ben şaşkınlıktan donakaldım:

“Kac numaralı oda?” diye mırıldandım.

“Onuncu,” diye o da bana şaşırarak baktı.


Bir korku ve dehşet hissi bütün vücudumu sarmıştı ve nefes alıp vermem zorlanıyordu.


“Nasıl yani?” hiçbir şey anlamıyordum. “10 numaralı oda benim odamdır. Ben oyle bir kitabı ne almışım, ne de görmüşumdur.”


“İşte bakın,” diye kütüphaneci kusmuş bir adamın ses tonuyla bana kartı gosterdi. “İnanmıyorsanız bakın buraya!”


Yerimden fırlayarak kütüphanecinin yanına giderek karta bakıyorum. Fakat hiçbir şey görmuyorum. “Olamaz! Olamaz!” diye bağırmaya başladım. Korkunç bir şeyin icerisinde olduğumu hissettim. Fakat bunun ne olduğunu kavrayacak halde değildim.


“Size ne oluyor?” diye korkudan titreyen bir ses duydum. “Bir rahatsızlığınız mı var? Doktor çağıralım. Oturun... Oturun lütfen... Kıpırdamayın...”


“Niçin kıpırdamayın diyor?” diye şaşkınlıkla ona bakıyorum. “Kıpırdasam ne olacak ki?”


Etrafımdaki insanların sayısı arttı ve kalabalık oluştu. Biraz sonra bir hemşire gelerek “Başınız donuyor mu? Kalbiniz ağrıyor mu?” diye alışılmış sorularını sormaya başladı. Hepsine “Hayır” diye cevap veriyorum. Fakat ne durumda olduğumu kendim bile bilmiyordum.


Hemşire elimden tutarak odama getirdi ve yatağıma yatırdı. Daha sonra nobetci doktor geldi. Benden ne olduğunu soruyor. Sözümü yutarak, mırıldanarak olup bitenleri anlatmaya başladım.


“Ben o kitabı almadım,” diye cırpındım. Belki inanmazlar diye endişe ederek, “Hatta o kitabı görmüş bile değilim,” diye bir tur savunma hattı kurdum, mevzilendim. Sanki o kitabı almadığımı ispatlarsam her şey yerli yerine oturacakmış gibi geliyordu.


Doktor benim durumumu anlamış gibiydi. Hemşireye bir şeyleri talimat vererek odadan çıktı.


İlaçtan sonra biraz sakinleşerek, kendime gelmiş gibi olmama rağmen bir titreme bütün vücudumu sarmıştı. Akşam yemeğinden sonra iğne yaptırarak tıpkı bayılmış biri gibi derin uykuya daldım.



17

22 Nisan…

Dunku uykudan öğlene doğru ancak uyanabildim. Hemşireler beni kasten uyandırmamışlar. Yemeği de odama getirmişler. Çok ağır uyumuşum ki, epey zamana kadar kendime gelemedim. Sonra yıkandım, biraz yemek yedim, dun yaşanan olayları hatırladım. İnsan idrakine sığmayan gizemli, gizli bir olayın içinde gibi hissettim kendimi. Kendi kendimi ne kadar sakinleştirmek istesem de bunu başaramadım.

Hemşire beni doktora götürdu. Doktor bütün işleri bitmiş sadece beni bekliyormuşcasına masa başında oylesine oturuyordu.


Ben odadaki koltukların birine sessizce oturdum. Doktorun parmaklarıyla masayı insanı sinir edercesine tıklatmasını saymazsam odada tam anlamıyla bir sessizlik hakimdi. Nihayet soze başladı:


“Ben sizinle acık konuşmak istiyorum, tabii eğer siz bu konuşmaya hazırsanız,” dedi. Konuşması tıpkı bir yakını olen adama kötü haberi duyurmak isteyen birinin edasındaydı. Konuşmaya başlayınca hemen ciddileşti. Onun tam olarak ne demek istediğini anlamadım ve:


“Hazır olmam için ne yapmalıyım?” diye sordum.


O benden böyle bir soru beklememiş olmalı ki, biraz sessizce yere baktı ve sonra tekrar bana bakarak:


“O zaman konuşmaya siz başlayın,” diye bana gözluğunun üzerinden baktı. “Bana soracak sorularınız mı var?”


“Evet, var,” diye kendi sesimden kendim urkmuşcesine titremeye başladım. “Hastaneye geldiğimden itibaren kimliği belli olmayan birisinden mektup alıyorum...” nefesim tükenerek sözümü zar zor bitirmiştim. Derken doktor:


“Acele etmeyin,” diye bana ilk kez tebessüm etti. “Sigara icmek ister misiniz?” diye onundeki sigara kutusunu bana doğru iletti.


Ben kafamı sallayarak istemediğimi belirttim.


“Hayır, teşekkur ederim. Sigara icmiyorum. Demek istediğim, bana mektup yazan şahsı çok aramama rağmen bulamadım. Bazen benimle o kadar alay ediyor ki, mektubu odama bile bırakmaya cesaret edebiliyordu. Fakat önemli olan bu değil, o bütün vücuduna bomba bağlayan terorist gibi en tehlikeli fikirlerle donanmış korkunç biridir. Oylesi korkunç fikirler, salgın hastalığı gibi çabuk yayılır. Çünkü insani sorumluluktan ziyade hayvani özgürluğe dayanan hayat anlayışı büyük kitleleri etkileyebiliyor.bMilyonlarca insanın manevi dertlere maruz kalması ilk önce bir tek insanın hastalığından başlayarak herkese bulaşmaktadır. Şimdilik bir tek insanın kafasındaki bu korkunç fikirler yarın tum insanoğlunun derdine donuşmeyeceğine garanti yoktur. Benim o adamla mutlaka göruşmem gerekiyordu. Ona karşı koyacak sağlam fikirlerim, delillerim vardı. Fakat kendisi göruşmeden bir turlu kacıyor. Anlam çıkaramadığım bir husus şu ki, bir mektubunda zulmun destanını dokturen Fransız şair Baudelaire’in şiir kitabını okumakta olduğunu yazmış. Dun kütüphaneye gittiğimde kütüphaneci Baudelaire’in kitabının 10 numaralı odada bulunduğunu söyledi. Oysa 10 numaralı oda benim odamdır. O kitabı ben almadım. Gerceği söylersem aklımı kacırmanın eşiğindeyim...”


Yine kalbimin atışları hızlanarak, nefesim tükendi. Artık konuşacak halim kalmamıştı. “Yine de...” diye soze başladım, fakat tekrar durdum. Biraz sonra sakinleşerek tekrar konuşmaya başladım. “Başka birinin yardımı olmadan, aklına gelen her şeyi bu kadar rahat yapabilmesi mümkün değil gibi geliyor bana.” Böyle dedikten sonra kafamı kaldırarak doktorun yüzüne baktım. “Söyleyin lütfen, o adamın sizinle bir irtibatı var mı?”


İkimizin aramızda tekrar ağır bir sessizlik hali hakim oldu. Doktor ne diyeceğini bilmeyen biri gibi epey bir sure parmaklarıyla masayı tıklatarak yere baktı ve düşünceye daldı. Sonra aniden:


“Evet, onu tanıyorum,” dedi.


Yerimden nasıl fırladığımı bile fark etmemişim. Dilim tutulmuş gibi hiç konuşamıyorum. Sayısız sorular bir anda dilimde dolanarak neyi soracağımı bile bilemeden donakaldım.


Doktor benim yüzüme tebessüm ederek baktı ve elleriyle işaret ederek oturmamı istedi. İki gözumu doktordan ayıramıyorum, iç dünyamı bir merak duygusu sarmıştı. Yerime oturdum ve ondan cevap bekledim.


“Ben sizin başınıza gelenlerin hepsini biliyorum,” diye doctor gayet soğukkanlı cevap verdi. “Durumu net olarak anlamanız için beni iyi dinleyin lütfen. Ben şimdi olayı başından itibaren anlatacağım. İnsan psikolojisi tıp dünyasının en karmaşık, en zor, en gizemli ozel bir sahasıdır. Dolayısıyla, bu sahada bilimsellikten ziyade mistik şeyler daha fazla onem kazanıyor. Örneğin, insan şahsiyetinin ikiye bölünmesi diye bir olgu vardır. Ben geçende de size bu olay hakkında bilgi vermeye çalışmıştım. Bu mesele hala bilimsel acıklaması yapılmamış bir olaydır. Yani bir insandan sırayla birbirine benzemeyen iki şahsiyet çıkmaktadır.” Tam bu sırada doktor anladın mı dercesine benim yüzüme baktı. “Bazen bu iki şahsiyet sırayla bir birinin yerine gecebilmekte. Bu bir masal değil, psikoloji sahasında olan bir olgudur, gercek bir şeydir. Ben size çoktan tarih olmuş bazı önemli bilgileri veriyim. 1887 yılının Ocak ayının sonunda orta yaşlardaki bir adam Amerika’nın Norristaun diye küçük bir kasabasına gelmiş. Kendini Braun olarak tanıtan bu adam kasabaya gelince hemen ticaretle uğraşmaya başlamış. Satın aldığı dukkanının koşesindeki küçük odada tek başına yaşıyormuş, yemeğini bile kendisi hazırlıyormuş. Adam kiliseye gitmeyi hiç ihmal etmezmiş. Dukkana mal getirmek için birkaç kez Philadelphia’ya bile gidip gelmiş. Çok neşeli, iyi huylu bu adam kasaba sakinleriyle çabuk uyum sağlamış. Fakat adam, 14 Mart günu hiç beklenmedik davranış sergilemiş. Sokağa çıkarak insanlara yalvararak, hangi kasabada bulunduğunu sormuş, kendinin Bay Braun değil, Bay Bern olduğunu söylemiş. Esnaf değil, Grin şehrinin din görevlisi olduğunu one surerek kasaba sakinlerini şaşırtmış. Nihayet 17 Ocak günu Grin şehrinden adamın eşi gelerek birdenbire kaybolan kocasını kendisiyle beraber götürmuş. Olayın bir de devamı var. Fakat söylemek istediğim husus bu değildi, asıl anlatmak istediğim şey insanda böyle gizemli hallerin olabileceğidir.” Doktor sigarasını alarak koltuğa yaslandı, sonra çok ozel bir şey söylemek ister gibi düşünerek taşınarak konuşmaya başladı. “Genelde bu meselenin sosyal kökeni çok derinde olabilir. Çünkü bu tip olaylara, tıpta patoloji sahasına girmesine rağmen, bazı normal dediğimiz insanlarda bile sık rastlanmaktadır. İnsan kendi tabiatına, karakterine tamamen ters davranışlar sergileyerek kontrolu kaybedince ‘şeytan carptı’, ‘şeytan azdırdı’ veya ‘cin bastırdı’ diye pişman olur. Halbuki bu tip durumlarda insanın ikinci bir şahsiyetinin o insana tamamen hakimiyet kurması soz konusudur. Gerceği söyleyecek olursak, hepimizin içinde böyle bir ciftimiz mevcuttur. Gönlümuzle bir şeye “hayır” desek bile dışarıda onun için “evet” diyoruz, birinden nefret etmemize rağmen sanki onu seviyor gibi yaparız, inanmadığımız bir şeyi başkalarına gercekmiş gibi inandırarak, kandırarak ikiyüzlü davranış sergileriz. İşte bütün bunlar bizim cift kişilikli şahsiyete dönüştüğümüzun alametidir.


Bazen çok mutevazı, nazik bir insan büyük bir serveti veya iktidarı elde ettiğinde kibirli, zorba bambaşka bir insana donuşur, fakat bu adam kendinden daha yukarı mevkide bulunan birinin onunde tekrar mutevazı, nazik insan oluverir. İşte bütün bunlar size anlattığım olgünun başka bir ceşididir. Bunu isterseniz ikiyüzlüluk deyin, isterseniz insan şahsiyetinin ikiye bölünmesi deyin, ne derseniz deyin, fakat hiçbir şey değişmez.” Doktorun yüzüne de bir ofke ve nefret emaresi belirdi. Ofkeli halde sigarasının kulunu indirdi. Birazdan tekrar kiminle konuştuğunu hatırlamışcasına bana baktı. “Lev Tolstoy’un ‘Duğunden Sonra’ diye meşhur hikayesini hatırlıyor musunuz? Duğunde soylulara has terbiyesiyle, aydın kişiliğiyle, acayip dans ederek herkesin nazarını celbeden yaşlı binbaşı sabahleyin sert, kaba ve cani gibi davranış sergileyerek herkesi şaşırtır. Bir insanın içindeki iki şahsiyet dediğiniz işte budur birader.”


Ben daha fazla dayanamadım, doktorun sozunu keserek:

“Tamam, dediklerinizin hepsine katılıyorum, fakat bütün bunların benim size sorduğum soruyla ne alakası var?


“Doğrudan alakası var,” diye doktor tekrar diklenerek bana dikkatlice baktı. “Acayip dans eden ben, insandaki cift kişilik meselesini boşuna söylemiyorum. Sizinle bir ay boyunca mektup yazışan meçhul adam hiçbir yerden gelmedi, o sizin kendi içinizdedir.”


“Ne diyorsunuz?” diyerek şaşkınlıktan donakaldım. Doktorun ne demek istediğini hala anlayamamıştım.


“Siz her uc günde, bazen dört günde bir sabahleyin bambaşka bir insan olarak, yani o meçhul adam olarak kalkıyorsunuz. Ciftiniz size göre iletişim yonuyle daha fazla acık, neşeli, becerikliymiş. O bu durumu sizden önce kavradı. Sizinle mektuplaşmaya, tanışmaya karar veren kendisidir. Biz sizi korkutmamak için hiçbir şey anlatmadık. Şimdi ise başka caremiz kalmadı, her şeyi size anlatmak zorundayız. Size tavsiyem, sabırlı olun, kendinizi control edin, fakat...


Artık doktorun sesini duymuyordum, gönlümde dev fırtınalar esmeye başlamıştı. Tekrar korku ve dehşet hali bütün benliğimi sardı. Büyük bir afetin yaklaşmakta olduğunu hissettim. Kendi kendime güçlu olmayı, sabırlı olmayı telkin ediyorum, fakat beyhude. “Demek bu iğrenc fikirler benim içimdeymiş” diye düşünmeye başlayınca daha fazla dayanamayacağımı anlayarak caresizliğe mahkum olduğumu derinden hissettim. Derken sinir sistemim dayanamadı, bayıldım. Nasıl bayıldığımı dahi hatırlamıyorum. Çok korkuyordum, oyle bir korku ki, bir yerlere kacmak istiyorum. Etrafımda neler olup bittiğini de anlamıyorum, bir ara birisi alkollu bir şeyi burnuma sokmaya çalıştığını fark ettim...


“Pencereyi acın,” diye doktor birilerine bağırıyor. Kendisi arada bir yanaklarımı dovuyor.


Nihayet kendime geldim. Hemşire beni odama getirdi. Az önce yaşadıklarım bana sisli bir rüya gibi geldi. Çok gecmeden hekimin kendisi de geldi. Durumu anlatmak kendisi için de çok zor olduğunu, fakat en tehlikeli anın geride kaldığını, beni hipnoz tedavisiyle tedavi etmeyi düşünduğunu anlatıyordu. Onu, dediklerini sanki başka birine anlatıyor gibi oylesine dinledim. Benimle munakaşa eden gizemli şahsın genelde sabah kalktığımda ortalığa çıkma özelliğini tekrar duyunca yine fenalaşmaya başladım. Tekrar nefesim tükenerek üzerimi bir dehşet hissi sardı.


“O ne zaman cıkacak?” diye sormaya ancak güç yetirdim.


“Bugün dorduncu gün muydu?” diye doktor yukarıya baktı, bir an düşünmuş gibi yaptı. Daha sonra sanki bir yerden bilgi almış gibi: “O zaman yarın sabah...” dedi, “zaten bellidir” dercesine beni suzerek baktı.


Dehşete kapılarak “Aa-aa-aa-aa” diye bağırmıştım, fakat soluğum bittiğinden sesim bile çıkmadı. Sabah bambaşka bir insan olarak kalkacağımı bir turlu aklım alamıyor.


Akşam yemeğine bakmak bile istemedim. Gece yarısı odama autotrening yaptıran bayan hekim geldi. Bu gece nobetciymiş.


Başka bir zamanda gelse gerçekten sevinirdim. Fakat şimdi sevinecek halim yoktu. Bir şey dikkatimi cekti, o daha önce görduğum gibi duygusal, nazik ve sevimli bir bayana hiç benzemiyor, sanki başka birisi gibi. Hayatın zorluk ve sıkıntılarının hepsini görmüş yaşlı bir kadın gibi acıyarak bakıyor.


“Biz hepimiz sizin durumunuzdan haberdarız. Sizin hastalığınızı tam olarak tespit etmek için doktor olarak günlüğunuzu okumak zorundaydık...” diye özür dileyen insan edasıyla bana baktı.


“Hepimiz derken kimler yani?” diye tekrar sordum, “hepimiz” demekle ne kastettiğini anlamıyordum.

“Buradakilerin hepsi. Başhekimden hemşirelere kadar herkes biliyor...” Yüzümde itiraz eder gibi bir hal belirince tekrar özür dileyen adamın edasıyla “böyle bir durumu herkesin bilmemesi mümkün değil ki...” diyerek mazeret ileri sürdü.


Deneme yapılan bir tavşan gibi buradaki herkesin eğlencesine dönüştüğümü fark etmiştim.


“Sizin ızdırabınız elbette çok zor bir şey,” dedi uzulerek. “Fakat şahsen ben sizin günlüğunuzle, gönül dünyanızla tanıştığım anları hayatımın en büyük olaylarından biri sayarım. Gercek erdem, temizlik hayatta zaten nadiren rastlanan, neredeyse yok denebilecek bir olgudur. Belki, bütün bunları ayakta tutan sizin gibi sayılı insanlardır, tabii eğer yalnız kalmadıysanız... Ben sizde evliyalara has erdemli özelliklerin bulunduğuna inanıyorum. Diyelim ki, sizdeki bu durum evliyalara has bir anomali bile olsa ne var yani bunda? Milyonlarca doğum oluyor şu an… İcinde cift başlı olanlar da var. Nihayetinde şu tabiat kanununa karşı anomalilerin de dünyaya gelme hakları yok mu?”


Ben onun dediklerini pek onemsemedim. Çünkü aklıma, onunla karşılıklı bakışlarla sessiz dertleşen anlarım gelmişti.

“Ben şimdiki sizi değil, bana ızdırap veren düşüncelerden kurtarmaya çalışan obur sizi beğeniyorum” diye konuyu farklı bir yone cekmeye çalıştım. “Siz şimdi çok akıllı, çok becerikli, çok bilge birisiniz. Ben ise sizler için sadece deneme objesiyim, o kadar. Hepiniz benimle alay etmektesiniz... Siz benimle muhabbet etmek istemiyorsunuz. Dolayısıyla...


“O adam benim gönül dünyamı,” diye kendi goğsunu elleriyle işaret etti...


Ben geçen sefer olduğu gibi sessiz konuşmak istediğimi işaret ederek “Onu ne zaman görebilirim?” diye bakışlarımla ona yalvarmış gibi oldum.


O benim “sorumu” anlamadı.

“Ben onu ozleyeceğim,” diye yine sessizce baktım.

O beni “duymadı”.

Biraz hüzünlenerek sessizce yere baktım.


“Biz hepimiz başkalaştık. Başka bir varlığa donuştuk,” diye sesi kesilerek cevap verdi. “Çocuk gibi pak halini korüyabilen kimse yoktur. Şeytana ruhunu satan Faust gibi hayatın beşeri prensiplerine onur ve vicdanını satan milyonlarca insandan sadece biriyiz. Evet, arada bir pak çocuksu gönül cırpınarak kendini belli ediyor. Hatta onu ozlediğimiz anlar bile oluyor. Fakat bu dünyada böyle bir şeye yer olmadığını uzulerek olsun kabul etmek zorundayız.


“Nasıl yani?...”

“Oyledir... Evliya adam...” Onun titremekte olan sesinden kendime gelmiştim, baktığımda gözlerindeki yaşı fark ettim.


“Nasıl yani...” Etrafım sis ve duman olmuştu, hiçbir şey gözükmuyordu.


O yerinden kalktı, sonra sozunun son cumlesini daha sonra söylemek isteyen biri gibi sessizce odayı terk etti.


O çıkınca tekrar bir ağırlık çoktu. Odada sendeleyerek yurumeye başladım. Kapı onundeki aynadan kendime bakıyorum. Çoktan beri kendime aynadan bakmamışım.


Gözlerimin altı şişerek cizikler meydana gelmiş. Birdenbire vücudum sarsılmış gibi titremeye başladım. Kendi gözlerime baktıkca arka tarafından başka birini göruyor gibiydim. Kalbim duracak gibi oldu, hemen aynayı kapattım. Işıkları sondurmeye bile korkuyorum. Işıkları kapatınca odada gezen birisi “artık sıra bende, yerimi boşalt” diyecek gibiydi.


Hekimin: “... sabahleyin başka bir insan olarak kalkacaksınız,” diyen sesleri kulağımda cınlanıyor. Benim vicdanımı ve kalbimi horlayan zalim yarın benim vücudumla kalkacakmış...


“Hayır!” diye bağırdım, “Hayır! Hayır! Asla... Asla...”


Biraz nefes alarak soluğumu bastım. Arkamı ısıtacak ıhlamur, sabun ve havlumu alarak koridorun sonundaki havuza gittim. Geceleyin genelde havuz boş oluyor. Vücudumu ıhlamurla yıkayarak, temizlendim. Sonra havuzu yıkadım, sıcak suyu fazla akıtarak doldurdum. Odama gelerek tıraş olduğum bıcaklardan birisini aldım.


Gönlümde ne kuskunluk, ne de pişmanlık vardı. Sadece amacıma çabuk ulaşmayı istiyorum. Şimdi havuza girerek bileklerimdeki ana damarlardan birini keskin bıcakla yavaşca keseceğim. Sonrası çok kolay. Su sıcak olursa kesilen damarın ağrısı fazla hissedilmeyecek. Sonra yavaşca bayilaçağım, fani dünyadan uzaklaşmaya başlayacağım. Kanı görduğumde paniğe kapılmamam için gözlerimi kapatmam gerekiyor. Sonra pis olan şu dünyayı daha da pisletmeyi düşünen o felaket adam da bir daha uyanmamak uzere ebedi uykuya dalacaktır... Başka bir carem yok, senin gayrimeşru yaşamına son vermek için bunu yapacağım. Kimse kaderden kacamaz...


“Düşüncem var benim,

Düşüncem var benim başkaca,

İyilik yağarak,

Dünyayı işte sel etse,

Zulmun ve kötüluğun hepsini

Kabrime alıp gideyim gerekirse,

İnsanın bütün günahlarını sırtıma alıp

Azabını kendim cekerdim.

Kötüluk basmış bedenle

Yakıp kavuran, dondurup duran Cehenneme

Kötüluğumle dalardım.

Bütün dünya kötüluklerini

Yukleyin bana taşırım!

Borcum olsun odenecek,

Tum zulum benimle birlikte olse,

Bugünden olmeye hazırım.

Hayıflanmadan gidip,

Kabrimin ağzını kapatsın,

Dünyadaki diriler

Kötüluk izlemeyi bıraksın!

Zulmun yattığı,

Kötüluğun yattığı kabrimin

Kapısını gelip vurmasın!”


* * *


Günlük not defteri böylece şair M. Makatayev’in hüzünlü şiirlerinden biriyle tamamlanıyor.


…Temizliği, saflığı bir tutan, savunmasız insanın bundan sonraki kaderinin nasıl olduğu bilinmiyor. Eğer hala hayattaysa Allah’tan mutlu olmasını dilerim, iyiliğe olan güvenini yitirmemesini temenni ederim. İnsanoğlunun yetim bir ışık gibi zayıf ümidini iyilikle bağlamaya cabalayan bu evliya insan nerde olursa olsun selamette olsun! Fakat bu dünyadan obur dünyaya göç ettiyse o zaman ne yapalım, imanının selamette olmasını temenni etmekten başka caremiz yoktur. Amin!

Astana, 2002