Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
AUEZOV  Muhtar, "Dağ Geçidinde Ateş"

25.11.2013 2022

AUEZOV  Muhtar, "Dağ Geçidinde Ateş"

Негізгі тіл: ''Dağ Geçidinde Ateş''

Бастапқы авторы: AUEZOV Muhtar

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

DAĞ GEÇİDİNDE ATEŞ


1 

Kardeşini bebeği alır gibi kucağına aldı. Bu sırada yatağı yeniden yapan karısına dönüp: “Bir deri bir kemik kaldı. Fidan kadar kuru, havadan hafif... Bir yiğit idi. Harcandı. Yazık” diye söyledi.

Toprak zemine serpilmiş, üçe – dörde katlanmış yorganlar yatak olarak kullanılırdı. Kışlağın kerpiç duvarına yaslanan yorganlar üzerine hastayı sağ tarafına koydular.

Yatağının yapılması için ağabeyinin kucağına alınan hasta, gücünü tamamen kaybetmiş gibi nefesi zor alıyordu. Kuru renksiz dudaklarını kımıldatarak bir şey söylemeye çalıştı. Ağabeyi ile hanımı ne dediğini anlayabilmek için ağzına doğru eğildi. Oysa bir şey duyamadılar. Hastanın oynayan dudaklarından ne demeye çalıştığını anlamaya çalıştılar.

-      Zayıf at, havaya atılan tüy gibi...

-      zayıf eş, ölü ruh gibidir – diye kadın, hastanın mırıldadığı atasözünü bitirdi. Ağır ağır nefes aldı.

Büyük kardeşinin ismi Bahtıgul, küçük kardeşinin ismi Tektıgul, kadının ismi ise Hatşa idi.

Bahtıgul, kara bıyıklı, geniş omuzlu, iri bir adam idi. Hasta kardeşinin yanına oturup kederli başını eğdi. Geçen bahar, ağabeyinden uzun, iri yapılı, güçlü Tektıgul’a herkes hayran kalırken bugün hareketsiz yatıyordu. Zalim bir illet onu bitirdi. Derin yaradan kan nasıl hızlı akarsa Tektıgul’den güç hızlı aktı.

Eskiden sert taşlı kayalarda rahat uyuyabilen Tektıgul şimdi yatakta yatmaktan çile çekiyordu. Huysuz ve şikȃyetçi olmaya başladı. Yatağının yeniden yapılmasını daha sık istiyordu. Artık bunu yapmak için Tektıgul’u kucağa almak kolaydı. Eskiden ise yerden kaldırmak düşünülmez güçtü!

Bahtıgul, gençlik yıllarını hatırladı. Zor zamanda kardeşini kucağında taşıdığını hatırladı. O zaman on altı yaşında, kardeşiyse on yaşındaydı. O yıl tifo, alev kırları yakar gibi aulları yaktı. Bir günde annesi ile babası hastalandı. Birazdan bir gün, annesi sabahta, babası akşama doğru bu dünyaya gözlerini yumdu. İki kardeş, ölüm eşeğinde duran babalarının nasihat verdiği gibi gözleri gördüğü kadar auldan uzak diyarlara kaçtı. Küçük kardeşinin gücü kalmayınnca ağabeyi son güçlerini toplayıp yoluna devam etmek için kardeşini sırtında taşırdı. O sene Bahıtgul, kardeşini ölümden uzaklaştırıp hayatını kurtardı. Peşinden koşan salgın hastalıktan uzaklara getirmeye başardı. Bu günlerde kardeşini kurtarılması zor gözüküyordu...

Tektıgul’un canını ölüm sıkıntısı, hüznü sıktı:

-               Kesilmiş çalının dallarında yeni yaprak açılmaz – diye tekrarlıyordu. Ağabeyi ile hanımına dalgın, donuk, korkunç bakışlarını dikildi. – Kahrolası yoksulluk, kahrolası yetimlik. Beni bitiren insanlar değil, ağabeyim, beni bitiren yoksulluktur! Bensiz nasıl yaşarsın?     

Gri, buruşuk dudaklarına kramp girdi. Sanki, içinden, canının dibinden mahrem, aziz duyguları dışa vuruldu.

-               Keşke onlara bana yaptıklarını ödetebilseydim! Ölümü değil hakareti... – öfke ve aynı zamanda çaresizlik ile hıçkırarak sessizce mırıldadı. Yüzünü duvara çevirerek yaşlı amca gibi aşırı gayretle öksürdü.

Hatşa bu sefer dayanamadı. Gözlerine yaş doldu:

-               Alçaklar! Kollarıyla bacakları kurusun! Zavallı genci bitire bitire harcadılar... Kabahatini cılız ölü kuzu vererek kapatmaya çalışsaydı! Hastaya bir türlü sadaka verseydi! Ama nerede ki!

Bahtıgul’un ağzından laf dirhemle çıkardı.

-               Sadaka mı? – diye sönük bir gülümseyle tekrarladı. Siyah gür bıyıklarının uçları aşağıya doğru kaydı.

Hatşa, kocasının dediklerini anladı. İlletlerinin ne acıma duygusu, ne de asilliği vardı. Yardım elini uzatmaz, üstelik de fark etmezler! Kocasının kardeşine bu zülümü çektiren zalimler, hastaya sadaka verecekleri karşısında suçunu kabul etmek anlamına geleceğini biliyorlardı. Peki, ya Tektıgul hayatını kaybederse? Eski adete göre işlediği suçun karşılığını vermek zorunda kalacaklardı. Korkuları da buydu.

Bahıtgul, zengin beylerin adaletli davrandıkları günü hayatta görmedi. Annesiyle babası göz önünde hayatını kayebttiklerinden beri uzun hayat yaşadı.

Ölümcü tifo hastalığından kaçtıkları sene hastalık onları yakalamadıysa bile kader yakaladı. Uzun zaman kapı kapı dolaştıktan sonra anneleri tarafından uzaktan akrabalarında kendine sığanak buldular. Sığanak bulunduğu yerde mutluluk bulunmadı. Burgensk volostinde (Rus İmparatorluğunun şehre bağlı olan kırsal idari bölümü) göçmen hayatını sürdüren Kozıbak soyunun aulunda (Orta Asya’da köye verilen ad) iki kardeş rençper çalışmaya başladı. Geçen güz, iki kardeş Salmen Beye tüm gayretlerini göstererek hizmet etmeye başlayalı tam yirmi yıl oldu. Salmen Bey, Kozıbak kardeşlerinden en küçük, sert bir adamdı. Bahıtgul, hizmet etmeye başladığından beri iyice yükseldi. Sıradan çobandan at çobanı yani baş çobanına kadar geldi. Buna rağmen zenginleşmedi. Bahıtgul’un yerine Salmen Bey zenginliğini arttı.    

Salmen beyin sürülerinden yüzlerce güçlü, dayanıklı, güzel at Bahıtgul’un marefetli ellerinde büyüdü.

Salmen, Tektıgul’u cendereye sokuyordu. Onu, kısrak sağıcısı olarak çalıştırırdı. Yıllar akıp geçerdi. Tektıgul’un acı gençliği yitirilirdi. Küçük kardeşinin hayatına değişiklik gelmiyordu. Sabahın köründe kısrakları sağar, gecenin karanlığında koyun sürülerinin değişmez bekçisi olarak çalışırdı.

Bahıtgul kardeşinden daha şanslıydı. Bey, onu komşu auldaki çoban kızıyla evlendirdi. Hatşa, kocası gibi Salmen bey, karısı ile annesine hizmet etmeye koyuldu. Delikanlı, on yılda biriktirdiği bütün parasını düğüne verdi. Oysa, Salmen Bey bunu emretti. Tektıgul ise otuz yaşını doldurmasına rağmen hȃlȃ bekȃr idi.

İki rençper kardeşini herkes tanırdı. Kuvvet ile cesaretiyle çevredeki insanlar arasında ünü kazandılar. İki kardeşinin hizmetinden Salmen Beyin ayrı bir faydası vardı.  

Kozıbak Soyu, zengin aile, dolayısıyla cimri, ipleri ellerine tutan, baskın olan, açgözlü bir aileydi. Yıllar önce Kozıbak Ailesi kara ünü kazanmıştı. Zaman zaman barantayı (yağma içinde yapılan akın) yapar, yani başkalarının hayvanlarını kaçırırdı. Bu kara işlerinde Bahıtgul ile Tektıgul’ün yeri kimsenin tarafından tutulmazdı.

Ellerine kara sopaları verip hızlı koşan atlara bindirirerek gizlice yapılan bu akınlara gönderilirdi. Kardeşler, beyin karşısında baş eğip emrini yerine getirmeye koyulurdu.

 Salmen Beyin ağabeyi Bay Sat, arada sırada volostın yöneticisi olmak için kavga ve çekişmelere bulaşırdı. Volost sahnesinde oynayacak politik partileri kurar, daha sonra bu partileri karşı karşıya getirip bir biriyle çarpıştırırdı. Ortaya çıkan düşmanlık havasında saman altında su yürütürdü. Yiğitlerin sırtlarına kemikleri kıracak gücündeki sopalar atılırken Bay Sat volost yöneticisi keyfini yaşar, Salme Beyin ise hayvan sürüleri ile malı çoğalırdı.

Komşu aullardaki yiğit ile delikanlılar Bahıtgul ile Tektıgul’dan korkar, gücünü kıskanırdı:

-    Bu ikisi sopa kollu insanlar mıdır?

Zaman zaman kendilerinden şaka geçirilirdi:

-    Bu ikisi hizmetçi köleleri midir? Köle kardeşleri!

Kazandıkları ün, kardeşlere mutluluk getirmedi. Zira sağa sola duyurulan ün, kara ün idi. Yabancılarla beraber doğdukları auldaki kadın ile çocuklar gizlice birbirine aktardı:

-    Bizimkiler, adetlere göre barantaya çıktılar... Bizimkiler, gece elde ettikleri ganimetleri getirdiler...

Yeter ki bey memnun kalsın! Hepimizin bir beyi var. Gözün önünde geziyoruz. Herşeye beyin emri isteği var.

Kozıbak ailesi, yıldan yıla, yazdan yaza zenginleşirdi. Malı çoğaldıkça olduklarından daha beter, haddini bilmez olmaya başladılar. Bahtıgul ile Tektıgul işini iyi yapardı. Çoban kardeşlerinin sopaları ağır, kementleri uzun, ruhları fakir. Salmen beyde hizmetçi olarak çalışmaya başlayalı yirmi yıl uçtu geçti. Kardeşlerse hiç ses çıkarmadan boyunları eğiyor, emirlerine kulak asıyordu. 

Salmen Bey, hizmetçi kardeşlerine bir kuruş bile para vermiyordu. Kır diyarlarında genellikle yapılan ve belli bir süre içerisinde hizmet edince belli bir sayı hayvanı hizmetçiye kazandıran bir anlaşma söz konusu değildi. Salmen beyin elleri herhangi bir anlaşmayla bağlı değildi. Salmen Bey bunu şımarıklık olarak görürdü. Hem de bey, kendi kullarına, hizmetçilerine velinimet, baba değil mi? Ayrıca, Bahtıgul ile Tektıgul anne tarafından Salmen Beyin akrabası olurdu. Akrabalara para verilmez, hediye verilirdi.

Bundan dolayı otuz yaşını doldurmuş Tektıgul’un malı mülkü yoktu. “Benim, bana ait” hakkında diyebileceği hiçbir şeyi yoktu. Bahtıgul ile Hatşa’nın hiçbir şeyden biraz fazla vardı.

Eğri büğrü eski yurt (Orta Asya Türklerinin ev olarak kullandığı çadıra verilen adı), üç-dört at, on koyun malını sermayetini oluştururdu. Sağlığı, sıhhati yerinde olan üç kişi, yıllar boyunca ağır çalışa çalışa, atılganca riske girebile girebile ancak avuç kadar mal kazandırabildi.

Yine de Allah’a şürkederlerdi. Keşke zenginler adaletli olabilse, keşke Salmen’in bağrında domuz kalbi yerinde insanȋ duyguları anlayabile kalp olsaydı.

Geçen güz mevsiminin bir gecesinde acı bir olay yaşandı. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyor, şiddetli rüzgȃr esiyordu. Bahtıgul bozkırlardan at sürüsü getirdi. Aul havasında bağırış çağırışlar, küfürler, çığlıklar hȃkimdi. Salmen Bey şimşek püskürterek, deve gibi sağa sola tükerek, gördüğü hizmetçilerinin sırtlarına kamçıyla vurarak aulun bir köşesinden öbür köşesine koşuyordu. Hatşa, ev içerisinde sönmüş ocağın yanında ölüm eşeğinde duruyormuş gibi Tektıgul’ün ardından ağlıyordu hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

-    Nerede o?

-    Kim bilir...

-    Yaşıyor mu?

-    Kim bilir...

Elbette ki bozkırdaydı. O gece, kalkan şiddetli rüzgȃrdan dolayı koyun sürüsünü dağınık bir hȃle gelip auldan uzaklaştı. Tektıgul onları almaya gitmedi. Salmen Bey, elinde kamçı ile yanına koşunca bıçak Tektıgul’un kemiğine dayandı. Hayatında belki de ilk defa kandini tutamayıp beyin yağdan şişmiş yüzüne düşüncelerini açık vurdu:

-    Bu karanlığa bakınız.... Ben de çırılçıplak, ayakkabım bile yok! Bir tek yağmurluğum var. O da eski püskü, kumaşı çürümüş, yırtılmış. Bir deliğin üstünde delik var! Bari kullanılmış bir kaftan verin! Üstümü örteyim!

Salmen bey bu sözleri duyar duymaz şaşakaldı.

-      Orada koyunlarım ölüyor! Koyunlarımı kaybediyorum! Senin de pazarlık yapmana cesaretin mi var?

-       Rica ediyorum... Merhametli olun...

-       İt! Canını kurtarmaya çalışıyorsun!

-      Bir tek canım var – diye Tektıgul ağır söyledi.

-      Canını okuyacağım!

Salmen Beyin işaretine göre beş hizmetçisi Tektıgul’un üstüne atladı. Yere devirdi. Salmen Bey ise yerde devrilen hizmetçisinin göğsüne ayaklarıyla vurmaya başladı. İyici dövdükten sonra Tektıgul’ün boynunu eğdirerek bozkıra kovdu. O, gözlerini yere dikerek, çaresizce gitti. Giderken de “Sizin günahınız olacak” diye söyledi. Bey, arkasında küfür etti.

Tektıgul’a bakanlarını titremeler alırdı. Beyin demir uçlu çizmelerle vuruşlarından paramparça olmuş Tektıgul’ün yağmurluğunun yırtık pırtık parçaları dökülen deve tüyleri gidi aşağıya doğru asılı duruyordu. Olayı görenler susup kaldı. Bey bağırıyor, elindeki kamçıyla vurarak hizmetçisini koşuşturuyordu.

Aslında, Tektugul, bir yumruk atarak Salmen’in canını okuyabilirdi. Oysa, zavallı rençper, böyle bir düşünceyi aklına bile getiremezdi. Bunu, daha sonraki zamanda ölüm ile yaşam arasında yatarken düşünecekti.

Bahtıgul, Hatşa’ya at sürüsüne göz kulak olmak emrini verip bozkıra, kardeşini aramaya koyuldu. Sabaha kadar civar tepe ile vadileri dolaştı. Dağınık olan koyun sürüsünü topladı. Tektıgul’ü uzun zaman aradığına rağmen zor buldu. Bulup ata bindirdi. Ölüm ile yaşam arasında kalan kardeşini esen rüzgȃr ile yağan yağmurdan kendi gövdesiyle korumaya çalıştı.

Hatşa, atları bir arada tutmayı başaramadı. Kudurmuşçasına esen rüzgȃr onları dağıttı. Dolayısıyla kardeşler dönür dönmez Beyin hazırladığı gaddarca cezasıyla yüzleşti. Tektıgul zaten kendinde değildi. Baygın, hezeyan haline gelmiş kardeşi kara kara dövülirken ağabeyisi bunu engelleyemedi. İki kardeş, at hırsızlarıymış gibi acımasızca kara kara dövüldü.

O geceki olaylardan sonra kardeşler, Salmen Beyi terk ettiler. Kozıbak ailesinin aulundan kaçtılar. Biriktirdikleri sefil mülkünü alıp Çelkar volostinde bulunan babalarının eğri büğrü bırakılmış kışlağını kendilerine siper aldılar. Bu eski kışlağı yirmi yıl önce terk ettiler. Kardeşlerle beraber terk ettikleri babalarının evine gizlice ve sessizce ölüm soluğu girdi. Girer girmez Tektıhul’un başucuna oturdu. Tıpkı çocukluk yıllarında tifo hastalığı gibi.

Tektıgul hastalandı. Yatıp bir daha ayağa kalkmadı. Kış boyunca nöbet halinde genç adamın içini dışına çevirircesine şiddetli öksürük sağlığına vurdu. Tektıgul, gücünü tükürerek kan öksürürdü.

Hiçbir zaman hayatını sitem etmeyen genç adam şimdi dövülmüş bir köpek yavrusu gibi dişlerinin sıkarak çeniliyordu. Acı sitemleri hayatta saadeti görmediği, evlenip çocuk yapmadığı, ölmek istemediğiniden değil canını kıranına ödetemeyeceğinden idi.  Tektıgul iyi kalpli, saf ve uyuşkan biriydi. Başına acılar geldikten sonra içine kara ruh girmiş gibi nefretle konuşurdu.

Kışın hayvan kesimi zamanında Bahıtgul, Hatşa’nın sözünü dinleyip Salmen’in ağabeyi Sat’ın yanına gitti. Kalbi temiz, dilinde ufak bir istek vardı.     

Sat sözünü dikkatli dinledi. Bir mahkeme hȃkimi gibi ayrıntılı bir biçimde cevap verd:

-    Açlık mı çekiyorsunuz? Karşımda açık konuşman iyi. Oysa, Salmen’nin yanında çalışırken açlık çekmiyordunuz. Ölüyor musunuz? Dürüst olman kıymetlidir. Oysa, ölümcül yaralanmış hemen canını verir. Dövülmüş biri ise ölmüyor. Sen de hışımına uğradın, oysa hayatta kaldın... Kardeşinin rahatsız olduğunu söylüyorsun. İşte gerçek budur. Oysa, onu rahatsız eden hastalığın ne olduğunu biliyorsun! Hangimiz bu hastalığı yaşamadı? Hangimiz o hastalıktan korkmuyor? Salmen ile benim annemiz bolluk bereket içinde yaşadığına rağmen veremden öldü. Bunda kimi suçlayacaksın? Salmen’i mi? Beni mi? Belki de Hatşa’yı mı? Karın rahmetli anneme hizmet etmiyor muydu? Allah bilir, bunu söylemek istemedim. Bana acıları konuşturdun. Peki Allah’ın aldığı bir şeyden insanı nasul sorumlu tutabilirsin? Öyle bir şeyi aklına kim getirdi?

Bahtıgul’a sözlerini itiraz ettirmeden onu geri gönderdi. Bahtıgul, içinde kendisi ile Hatşa’dan acı gülerek çekildi.

İlk bahar gelir gelmez Tektıgul’un zamanı geldi. Kum gibi önce gücü arkasından da hayatı vücudundan aktı gitti. Gözlerindeki bulanık ışık tamamen söndü.

Bahıtgul uzun zaman kendine gelemedi. Kardeşi ardından uzun uzun ağladı. Kırk gün kır gece tasa çekti. Sonra Sarı soyundan bütün akrabalarını toplayıp Tektıgul’u anma yemeği verdi. Biriktirdiği bütün parayı buna harcadı.

Yemekte Tektıgul’un arslan gibi olduğunu, çektiği çileleri, Sarı soyunun onsuz yetim kaldığı, ailenin yiğidinin gittiğini konuşuldu.

“Ben ise kolsuz bacaksız kaldım” diye Bahtıgul düşünüyordu. Gözlerini yere dikildi. Yüreği, yurtası gibi sessiz sedasız kaldı.


2

Sonbahar gelince Bahtıgul tehlikeli girişimini gerçekletirmeye koyuldu. Karanlık yağmurlu geceyi bekledi. Bir türlü yoğurt çorbası olan malta çorbası ile dolu tulumu terkiye asıp yolunu dağlara tuttu. Eski arkadaşı ve danışmanı açlık yanından gitti.

Bahıtgul “İple çektiğim sonbahar mevsimi... Yağmur yağar, yağmur korur, yağmur izlerini siler... Elime şans gelirse sabaha kadar onu çalıp üç dağ geçidini geçireceğim! Boş boşuna dolaşmıyor, boş boşuna onu gözlemlemiyorum!”

Karanlık gökyüzünde dev dağların tepeleri haşmetli bir şekilde yükseliyordu. Bahtıgul, göz alıcı karanlıkta yolunu zor bulabiliyorken kayaların uçları, ormanların iniş yokuşları net görebiliyordu. Çobanın gözü, şahininki kadar keskin olur. Dolaştığı yerler ise hep tanıdığı, defalarca gezdiği, sevdiği diyarlardır.

Gündüz uzaktan bakılınca dağlar, sessiz, insanların giremez olan dev yurtaları andırırdı. Yakından bakılınca, özellikle geceleyin dağların bambaşka imajı vardı. Ürpetici olmaya kadar canlı görünüyordu. Dik yamaçlarda yükselen gür, deli çam ormanı uykuya dalmış dev canavarın tüylerine benziyordu. Dereler, sivri tepeli hayvan kulaklarını, uçurumlar soğuk ve çürük sesini veren kocaman ağızları, kayalar ise dik dişleri andırıyordu.        

Lakin, dağlar Bahtıgul’u korkutmazdı. Burası bildiği yerler idi. Dağlar sessizlik, ferahlık duygularıyla onu karşılardı. “Gel, koş, sana barınak veririz” derken gibi onu çağırırdı.

Yürüdüğü patika, tehlikeliydi. Özellikle bunun gibi karanlık ve yağmurlu havada tehlikeliydi. Bahtıgul tereddüt etmeden atına güvendi. Sivıy adlı atı, güçlü, güvenilir idi. Dik yamaçlara tırmanmaya, uçurumların kenarlarından yürümeye alışıktı. Dağ keçisi kadar çevir ve kıvak idi. Bazı yerlerde patika o kadar daralıyordu ki atın iki bacağı yan yana zor sığardı. Oysa Sivıy, emin sakin yürümeye devam ederdi. Kayalara sıkışmadan, korka korka uçuruma bakmadan yoluna kolay devam ederdi. Adeta ip cambazı gibiydi.

Sivıy yardımcı olur! Sahibinin ne yapmak istediğini anlardı. Bahtıgul, tedirgin ile tahlikeli durumunu göstermek istediğinde hayvanın yanlarına ayaklarını sıkınca at, başını kaldırarak ve hafifçe dizgini gererek razı olmadığını belli ederdi. Eyerin altındaki sırtı sakince aşağıya doğru inerdi. Sanki “sakin otur, seni istediğin yere götüreceğim kadar sakin ol, sonrası sana kalır” dermiş gibiydi.

 Bahtıgul yoluna devam ediyordu. Giderken de kendini, atını, karşına gelebilecek insanları düşünüyordu: “Bu havaya sevindiğinizi zannetmiyorum. Yağmurda hepimiz evsiz barksız köpekler gibiyiz. Bakalım hangimiz daha ıslak olup kuyruğunu kısar... Salmen’nin adamları mısınız, Kozıbak ailesinin diğer kolundan mı giriyorsunuz fark etmez. Hepiniz bana dünyayı borçluyorsunuz!”

Sonsuz gece sona ermiş, kısa süren kapalı gün daha uzun geldi. Şafaktan alaca karanlığına kadar Bahtıgul Sarımsaktı başlıklı çam ormanında gizleniyor, uyuyordu. Orman, karanlık, vahşi, aynı anda tatlı ve acı kokuyordu. Oysa, Bahtıgul’un karnı açken gözüme uyku girmiyordu. Kurt kadar aç idi. Tulumdaki malta çorbası çoktan bitti. Aslında bir çorba erkeği doyurabilir mi? Sıcak içecekten başka bir şey değildi. Çorba karnı doyurmaz, boğazı ısıtır. 

Bahtıgul karanlığın basmasını zor bekledi. Duyduğu kuşkular ortadan kayboldu. Bir tek daimȋ arkadaşı, danışmanının sesi duyuyordu.

“Salmen’inkiler veya soyundan diğerler, Sat kendisi, fark etmez! Ne olursa olsun!”

Bu zamanlarda at sürülerin hȃlȃ dağ otlaklarında yani yaylarda olması gerekiyordu. Kırlara inmek için erken idi. Orada, gökyüzünün dağ yeşilliklerine kavuştuğu çayırlıklarda bu gece görüşecekti... Allah asıl suçlu olanı bilir...

Ruhunun dibinde Bahtıgul tereddüt duyuyordu. “Öncelikle Salmen aklansın, kendini mazur göstersin!” diye düşünüyordu. Oysa yapmaya hazırlandığı işi gerçekleştirmeden önce kendini mazur göstermek istiyordu.

  - Evimde bir avuç kadar ezilmiş kara darı var... Tüm ailenin karnı doyurmak için sadece bir avuç... Çocuklarım beni buraya gönderdi, onlar masumdur... – diye atın kulağına fısıldıyordu.

 Gecenin yarısına doğru Bahtıgul’un atı daha hızlı koşmaya başladı. Yürüdüğü patika genişledi. Yakında yaylaya çıkacaktı. Bahtıgul önünde karşısına çıkacak olan o genişliği, o ferrahlığı hissetti. Bahtıgul’un keyfi yerine geldi, canlandı ve yordun üşümüş sırtını doğrulttu. Onun da atının da güçleri sanki çoğalmıştı.

Artık süvari, kanatlarını açan büyük kuvvetli bir kuşa benziyordu. Bu dağların, kardan bembeyaz tepelerinin sahibi, eski sakini olan bir kuş idi. İşte kanatlarını açıyor, gökyüzüne doğru dev kayaların üstünden uçuyor, Alatau Dağlarının boğazlarının üstünden geçerek dikkatlice avını gözlemliyordu. Nişan alır almaz ıslıkla ok gibi aşağıya doğru uçar. Avını kaplar, demir tırnaklarını avına saplardı.

Gençken Kozıbak kardeşlerinin isteği üzerinde geceleyin barantaya çıktığında hissettiği o deli, mesteden coşkunluğunu yine hissetti. O gecelerde de kendini kuvvetli kanatlı kuş olarak görürdü. Deli gibi uçuyor, sağa sola sopayla vuruyordu. Kardeşi Tektıgul mutlaka yanından giderdi. Çocuk kadar saf ve bir bahadır kadar kuvvetli genç adam idi.

Hayır, cahil, akıllıca davranmayı bilmeyen koyunlar değillerdi! Avını gözlemlemeyi, gözetleyip yakalamayı, çevreden dolaştırmayı, dörtnala giderken uyuyan çobanın üzerinden hele de onu uyandırmadan atlamayı, göz açık olanın önünden fark edilmeksizin süzülmeyi bilirlerdi. Çevik, kurnaz, akıllı gençler idi. Tek güçten fayda yok. Güç artı varışlılık faydalı olurdu. Üstelik, kardeşler ısrarlı karakterine sahip idi: Ellerine şans gelmediğinde yarıyolda işini bırakmaz, kolay pes etmezlerdi. Olanca gücüyle yorulmadan ikişer – üçer kişinin karşısına mücadele ederlerdi.

Şu an Bahtıgul eski coşkunluk, altın kartal gibi becerikliliğini özlüyordu! Onlardan eser bile kalmadı. Yüreğinde bir şey koparıp gitmiş, bir şey eksik idi.

Düşünmek için zamanı yoktu. İyi bir çoban olarak Bahtıgul, çayırlığın nemli yumuşak otları üzerinden at sürüsünün yaklaştığını uzaktan hissetti. Dağ geçidinin taşlı sırtının arkasında atların otlandığını yağmurun fışırtısı, rüzgârın uğultusunda ayırt edebilirdi.

Çobanlar tecrübeliyse at sürüsünün yakınlarından dolaşarak onu göz kulak olmaya çalışırdı. Böylece sürüye yaklaşan her yabancıyı uzaktan duyup ona engel olabilirdi. Böyle yiğitleri karanlık mı karanlık gece bile olsa kandırmak zor olacaktı. Bunu düşünerek Bahtıgul atının taşlı yerlere vuracağını önlemek amaçlı dizginlerini gerdi. Aynı zamanda Sivıy’i yalnızlıktan sıkılıp diğer atları görünce kişnetmeyeceğine baktı.

Acele etmeliydi. Gece işi, çevik karalı olanları severdi. Bahtıgul, atının dizginlerini gererek başını aşağıya doğru indirmedi. Kendisi de her tür beklenmediği olaya hazır moduna geçti. Küçük çekik gözleri, kuşgözleri gibi yuvarlandı, açıldı. Sanki gerçekten karanlıkta her etrafı rahat görebilirdi.

At sürüsü, çayırlığın üzerinden yukarıya doğru ağı ağır geçerdi. Tam Bahtıgul’un ellerine doğru yaklaşırdı. Onun ile atların arasındaki mesafe taşın atılması kadar idi. Yalnız duran bir kayanın arkasından saklanıp hareketsiz dondu. Horuldayan, ağır sesleri çıkaran atlar yemyeşil taze otları yiyordu. Biraz uzakta tayların coşkulu kişnemeleri duyulurdu.  Arada sırada aygırlar sesini yükselirdi. Sürünün özenli, dikkatli koruyucuları idi. Bir an için Bahtıgul, hareket eden at sürüsünün karanlık lekesini net gördü. Acaba, güneş mi doğuyor diye düşünerek heyecanlandı. Oysa, hava eskisi gibi göz gözü göremeyecek kadar karanlık idi. At sürünü kalabalık mı kalabalıktı.

Adam, şapkasını çıkarıp eyerin kaşına taktı. Uzun bıyığının ucunu ısırarak dikkatlice ortamı dinledi. Kuşkulu bir ses duymadı. Çobanlar ya şeytan kadar kurnazca davranır ya da ağır ağır uyurdu. Çobanlardan eser yoktu. Lâkin, atları dağınık olmaması, bir araya gelip otlanması Bahtıgul’u belli sonuçlara yönlendirdi. Bu, bir tesadüf değildi. Birinin güçlü eli, atları bir araya getirir, toplu hâlde tutar, gecenin karanlığında yeni otlaklara yönlendirirdi.

Aniden, bir müddet at sürüden ayrılıp Bahtıgul’un saklandığı kayaya doğru koştu. Bunu görür görmez Bahtıgul, Sivıy’in sırtına eğilip yattı. Atının yüzünü de aşağıya indirdi. Ayrılmış atlar dağılıp bir araya girerek gidiyordu. İşte! Bir aygır toplu at sürüsünden sürünü ayırdı. Demek ki çoban yakından değildi…

Bahtıgul, vakit kaybolmadan Sivıy’ı yanlarından itti. O, otlarken gibi yavaş yavaş sürüden ayrılmış atlara yaklaştı.

Ayrılmış at sürüsü hemen kulaklarını dikti. Yabancı, yalnız gezen atı uzakta tutarak bir yandan bir yana koşmaya başladı. Diğer atların etrafında koştuğu yelesi uzun, açık kahverengi aygır başını havaya kaldırarak “Kimsin sen?” soruyormuş gibi sessizce kişnedi. Tabi ki, yabancı atın üstünde süvariyi fark etti.

Tecrübeli çobanın kulağı, tehdit ile meydan okuma tonunu içeren bu alçak sesli kişnemeyi hemen fark ederdi. Bu kişneme, çobanın kuşkusunu uyandırır olmayasın! Oysa, Sivıy, zamanında yan durdu. Bahtıgul ise eyerde uyuyormuş gibi numarayı yaptı. Aygır, başını yere indirdi.

İlk bakışta, ayrılmış at sürüsündeki atlar Bahtıgul’a bir – iki senelik tay olduğunu geldi. Geceleyin, ata yakından bakmayınca yaşını anlaşılmazdı. Birazdan Sivıy, diğer atlara yaklaşmayı başardı. Bahtıgul, rahatlandı. Gözlerini kıstı. İşte, tam aradığını buldu!

İri yarı kısrak karşısında vardı. Belki tüm sürünün en iyi atıydı. Yanları yumuşak, parlak, yelesi güzelce kesilmiş idi. Bir aygırın yanında yürüyordu. Güzel mi güzel at idi.

Bahtıgul eyerine takılı duran kemendini eline aldı. Tereddütleri ortadan kayboluverdi. Sivıy, akıllı bir at idi. İşini iyi bilirdi. Sürünün ortasına süzülüp kısrağı yanıyla sıkıştı. O anda vaktini kullanan bahtıgul kemendini kısrağın boynuna ilk sefer ile takmayı becerebildi. Bu kadar marifetli atışla Bahtıgul uçan kuşu tutabilirdi.

Kısrak harınlık gösterdi. Zira yaz boyunca ne dizgin, ne de eyer takıldı. Başını silkinip ileriye doğru koştu. Kaprisli, özgür karakterini dışa vurarak sürüden ayrıldı. Lâkin, Sivıy tecrübeli bir çoban atıydı. Olayın böyle gelişeceğine hazır idi. Sahibinden işaret beklemeden kaçan kısrağın peşinden hızlıca hareket etmeye başladı. Bahtıgul’un elinden kemendin ucunu düşürmeye ihtimal vermedi.

Kısrak, dörtnala olanca gücüyle gidiyordu. Boynundaki kement tel kadar gergin oldu. Bahtıgul, ustaca hızını indiriyor, kemendi düşürmek için yana eğilmesine izin vermiyordu. Sivıy’yı yönlendirmiyordu. Zira çoban atı, ne zaman ve nasıl gitmek gerektiğini kendisi çok iyi bilirdi. Tepmekten kısa zaman sonra yorulmuş, sürekli tökezleyen kısrak, sürüye doğru dönmeye başladı.  

İşte o zaman Bahtıgul, ellerinin ile sırtının gücünü kısrağa tattı. Eyerde aniden kasların geriliminden ıhlayarak arkaya doğru eğildi.  Kemendin ipi gerildi. Kısrak hızını düşürdü. Birazdan mıhlanmış gibi durdu. Başını aşağıya indirdi.

 Kemendinin ipi yavaşça eline sararak Bahtıgul, aynı zamanda yumuşak sesle konuşarak kısrağı sakinleştirmeye çalıştı. Ardından yanına yaklaşıp bir hamlede gem vurdu. Yağmur ile terden ıslak kısrağın sağrısına hafifçe kamçılayıp arkasından yürüttü.

Sürüdeki atlar, endişelenerek Bahtıgul’a bakar, bir araya gelip ondan uzak durmaya çalışırdı. Bu koşuşma mutlaka far edilecekti. Zaten fark edildi. Aniden önünde, daha doğrusu biraz ileride sanki başı olmayan elinde kocaman sopayı tutan iri yapılı dev bir süvari oluverdi…

Görülmüş gibisine mi geldi? Hayır… işte orada, Bahtıgul’un yolunda kıpırdamadan cansız bir put gibi duruyordu. Bekliyordu. Karşısındaki süvarinin onlardan birinin mi yabancı birinin mi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nasıl da kuş beyni vardı…

Bahtıgul, atını hareket ettirmek için Sivıy’ı olanca gücüyle mahmuzladı. Dev adam, elini önüne doğru uzatıp atı dizginlerinden aldı. Nihayet aklına geldi! Artık Bahtıgul’un işi zordu.Bahtıgul, kemendin ilmiğinin omuzlarına girdiğini korkuyla aklına getirdi… Oysa, karşısındaki dev adam garip davranıyordu: Sivıy’ın dizginlerini istemeyerek tutuyormuş gibi tembel, yavaş davranıyordu. Elindeki koskoca sopayı bile kaldırmadı. Bir şeyi bekliyormuş gibi ağır nefes alarak sustu.

Bahtıgul, eyerdeyken ayağa kalktı. Gözlerini kıstı ve hafif gülümsedi. İşte, önünde kuş beyinli kuzu duruyordu. Karşısında Kokay vardı. Gücü bol, ama tavşan yürekli bir pehlivan idi. Aulun maskarası, alay konusu idi. Üzerinden alay geçmediği insan kalmadı!

 - Ezerim seni, budala! – diye Bahtıgul dehşet sesiyle mırıldadı. Kokay’ın başına kamçısını indirerek şapkasını yere düşürdü.

Darbe kuvvetli değildi. Daha doğrusu incitici sayılırdı. Oysa,Kokay, eyerden düştü ve ağır nefes alarak atının arkasından saklandı. Yardıma arkadaşlarını çağırmayı bile cesaret edemedi. Zira kendisinden alay geçeceğini bilirdi. Karşılıklı mücadele böylece olup bitti. Her zaman olduğu gibi. En iyisi ses çıkarmadan bu yabancının çabuk gideceği için Allah’a yalvarmak idi.

Bahtıgul, girişi çam ağaçlarıyla çevrili olan büyük boğaza doğru atını yönlendirdi. Orası güvenilir bir sığınaktı. İzlerini gündüz bile bulunamayacaktı…

Kokay ise Salmen’e hizmet eden bir çobandı. Salmen’in adamıydı!

Demek ki Bahtıgul tam üstüne basmayı baaşrdı. Salmen’in açgözlü domuz yükeğine vurdu. İki gün üst üste boş boşuna tereddüt etti.

Sivıy, sürüyü geride bırakarak dörtnala gidiyordu. Bahtıgul’un çaldığı kısrak yanından koşuyordu.

Boğazın soğuk ağzı önünde açıldı. Tam bu sırada ikinci çobana rastladı.

Dağ geçidinden aşağıya doğru, Bahtıgul’a yaklaşarak geliyordu:

-     Kimsin sen? – diye bağırdı. 

Bahtıgul, çobanı sesinden, emin davranışından hemen tanıdı. Korkak takımından değildi. Kimseyi affetmezdi. Eskiden Salmen’nin yanındayken Bahtıgul, onun konumundaydı. Bey, kime güveneceğini iyi bilirdi.

Sivıy’ın yelesine eğilerek sopasını çıkarmaya çalıştı. Çoban ise havaya sopasını kaldırıp “Ah! Arkadaşlar, buraya gelin! Buraya gelin!” diye olanca gücüyle bağırıyordu. Sözlerinin yankısı dağlar arasında kayboldu.

Anından çevrenin dört köşesinden diğer çobanların sesleri duyuldu. Düzenli bir şekilde koşuştuklarına göre hiçbiri uyumadı. Oldukça kalabalık idi. Karanlık olmasına rağmen hangi tarafa doğru koşacağını net bilirlerdi. Bahtıgul, arkasından onu takip edenlerinin yaklaşan seslerini duydu.

At sürüsünün üzerinde gök gürültüsü gibi öfkeli bağırışlar yayıldı. Çobanlar, sanki birbirini kışkırtıyordu. Aniden sakin görünen at sürüsü çılgın deli kalabalığa dönüştü.

Onlarca baş aynı anda havaya kalktı. Kuyruklar havaya kaldırıldı. Atlar, öfkeli bir biçimde birbirini ısırmaya çalışır, çiftleşir, şaha kalkardı. Aygırlar, sürülerini ayrı taraflara çekmeye çalışırken koşuşmaya, dört dönmeye başladı. At ayaklarının gümbür gümbür seslerinin arasında insanlar duyulmaz oldu.

Atlar, nehrin dalgaları gibi fırıl fırıl dönüyor, kabarıyordu. Sonra, tam bir girdabı oluşturarak bir araya geldi. Büyüyen girdap, etrafında her şeyi yerle bir eden, ezen, ortadan kaldıran kabaran dalgaya dönüştü.

At sürüsü, yolunu fark etmeksizin, sel veya alevden kaçıyormuş gibi paniğe kapılmıştı. Yokuşlardan yaylara doğru koşmaya başladı. Atlar, dörtnal gidiyordu. Aradaki mesafe o kadar sıkıcık ve dar idi ki sürüdeki zayıf taylar eziliyor, ufak tefek taşlar gibi nalların altından cansız yuvarlandı.

Boğazdan dağ geçidine kadar dağ çayırlıklarını, etrafındaki sıradağları sanki kulakları sağır edici, sonsuz gök gürültüsü sarstı. Allah’tan at sürüsü uçuruma doğru koşmadı.

Çobanlar, tek tek durup geri döndü. Çok geç olayın farkına vardılar. Kimin peşinden koştuklarını görmediler. Dolayısıyla karanlıkta yolunu kaybetmek kolaydı.

At sürüsünü durdurup sakinleştirmeyi oldukça çok zaman aldı.

Sonunda hayvanlar sakinleşti. Başlarını aşağıya indirip otlamaya başladılar. Keskin sessizlikte yavrularını çağıran kısraklarının sesleri sadece duyuldu.

Çobanlar, bir araya gelip küfür ederek ve birbirini suçlayarak bağrışmaya başladılar:

-               Başımıza gelen neydi? Kim ilk bağırmaya başladı? Nereden çıktı ki, şeytan onu alsın! Onu gören var mıydı?

Lȃkin, kimse doğru düzgün bir şeyi göremedi. Fakat, geceleyin bağırmadan olur mu? Birinin bağırıp çağrışı öbürünün gözüdür...

Çobanlar etrafına baktıktan sonra baş çobanın yanlarında olmadığını fark ettiler.

Dağ boğazına döndüler, dağılıp Jamantay’ı aramaya başladılar.

Gözü keskin Kokay, onu çayırlığın etrafında uzanan kayaların dikenleri üstünde buldu. Jamantay, sessizce inliyordu. Etrafta kan kokuyordu. Yakında sopa duruyor, atı ortada gözükmüyordu.

-     Hey! Bakınız! Kafasına vurulmuş! Tüm kanı akıp gitmiş! – diye Kokay söyledi.

     Jamantay’ı aldılar.

-     Yaşıyor mu? Nefes alıyor mu? Kim sana vurdu? Kim?

Başçoban bir şeyler mırıldayarak dağ boğazının tarafına gösteriyordu.

Orada Bahtıgul ile karşı karşıya geldi. İlk darbeyi Jamantay attı. Lȃkin, aceleci davrandığı için isabetli olamadı. Rakibinin omuzuna sopasını indirdi. Bahtıgul’un verdiği karşılık ise güçlüydü. Düşmanı, atıyla beraber kayalara kaydı...

Jamantay, düşmanını tanıyamadı. Fakat, bir gecede bunca çobanları kandırıp at çalmayı başaradığına göre bu işlerde tecrübeli birinin olduğu besbelliydi. At, hızlı ve çevik olduğu için değer verilir. Kurt da hızlı ve çevik olur...

Bahtıgul, dağ boğazından atını yorgaladı. İlk başta dışarıdan gelen seslere kulak verirdi. Sonra sakinleşti. Sivıy de artık kulaklarını dik tutmuyordu. Peşlerinden koşan yoktu. Her ihtimale karşı Bahtıgul, çam ormanında tilkilik yapıp biraz dolaştı. Nem topraklarda dönüp dolaştı. Çam ormanını taşlı patikadan giderek terk etti. Oysa, yağmurdan sonra izini alabileceklerinin ihtimali düşüktü.

Bahtıgul, avdan elli bol dönüyordu. Giderken arkasına bakıp duruyordu. Kısrağa bakıyordu. Güzel atı çok beğenirdi.

Kısrağın boynunu şamarladı. Gür yeleğinin altında yağ tabakasını hissetti. Ah, ne kadar güzel bir attı. Bun bol şans denmez mi? Uzun zamandır kendini bu kadar memnun hissetmedi.

-               Güzel! Nasıl da güzel bir attır! -  diye kendi kendine seslendi. Nazar değmesin diye parmaklarına tükürdü.

Yağmur durmadan çiziliyordu. Bahtıgul’un yüzü gri sis sarılırdı. Kendi kendine gülümseyip bıyığının nemli ucunu çevirdi. Kaybolmaktan korkmuyordu. Gökyüzü kara, dağlar kara, atının önünde göz gözü görmeyecek kadar yoğun sis olsa da Bahtıgul yolu net ve açık görürdü.

Güneş doğmadan önce belirli bir kokuyu hissedince Sarımsak çam ormanına yaklaştığını anladı. Aşağıya inmek yukarıya çıkmaktan daha kolaydı... Sivıy, sahibine çekti! Bahtıgul, orman kenarına gelince çam sakızı kokan hava burnuna vurunca, midesi bulandı. Tulumunda kalan çorbayı bir yudumla içti. Atından yere indi. Eyeri çıkarıp yanlarını, sırtını bez ile temizledi. Sivıy’in de dinlenmesi gerekirdi. O da yorulmuştur.

Bir çam ağacının altında oturan Bahtıgul, derin derin düşüncelere daldı. Sivıy, sahibini omuzdan hafifçe itti. Evet, yolu koyulmaya zamanı geldi. Güneş doğmadan mümkün oluncaya kadar buradan uzaklaşmalıydı. Acele etmeliydi. Şansı kendi ellerindeydi.

 Atın sırtına eyeri tekrar taktı. Bundan sonra alacakları yol hep aşağıya doğru inecekti. Eyerin atın boynuna kaymamasını önlemek için arkadaki kolanı iyice sıktı.

 

3

Sabaha doğru yağmur bitti. Hava ısındı. Bahtıgul’un uykusu geldi. Başını bağrına bırakarak uykuya daldı.

Horladığını duyunca uyandı. Endişelenip etrafı sizdi. Boğarak öldürdüğünü rüyasında gördü.

Gün doğuyordu. Kimsenin gözüne girmemesi gerekirdi...

Bahtıgul, uzun dolaylı, gizli kalan yoldan gitmeyi seçti. Balta girmez, örümcek ağı kadar sıkı büyüyen melez ağaçlılığında geçmek zorunda kaldı.

Artık gece gündüz durmadan yoluna devam ediyordu. Ne kendisi ara verip dinlendi ne de atlarını dinlendirdi.

-     Bir an önce eve dönmeliyiz, çocuklar bekliyor... – diye Sivıy’ın kulağına fısıldıyordu.

Evin eşiğinde yığılı duran bir çırpı yığınının üstünden geçerek yurda girdi. Gelirken ıhlıyordu. Eve girer girmez girişe karşı bulunan ev sahibinin konumuna oturdu. Bu konumuna “tor” adı verilirdi. Yurdun en önemli yeri sayılırdı. Yorucu yoldan dönünce kendi evinin çatısı altındaki bu konumun yeri Bahtıgul’un gözünde çok değerliydi.

Bıyığı çekip duruyordu. Oysa, suskunluğu uzun sürmedi. Dayanamadı. Ocaktaki kırmızı kömürlere göz attı ve yemeklerinin kokusu içine çekti:

-     Nasılsın, karım? Ocağımız sıcak mı? Yemeğimiz hazır mı? Var mı atıştıracak bir şeyler?

Hatşa, kocasına koşup geniş omuzlarına sarılmak istedi. Oysa, bunu yapmaya cesaret edemedi. Onun yerinde çekingen bir sesle içeriden “Yolcuğunuz güzel geçti mi?” diye sordu.

-     Acele et biraz... Fazla zamanım yok! – diye karşısına homurdandı.

Evde ne vardıysa Hatşa her şeyi sofraya koydu. İlkbahardan beri koyun bağırdağında sakladığı tereyağını bile çıkarıp koydu. Yiyecek saklamak için kullandıkları sandığın dibinden çıkarıp kocasının önünde koydu. Sıcak çay yaptı. Sofrayı kurarken sanki istemeden kocasının dirseğine, omzuna dokunmaya çalışırdı. Dilini yakacak kadar sıcak çayı sesli içti. Hatşa’nın gönlü sıkıyordu. Bahtıgul, bunun farkında idi.

Ailede bir bayram havası vardı. Çocukların gözleri parlıyordu. İçlerindeki sevnç duygusu dışarıya fışkırırdı. Jumbay ile Batima yaramazca gülüşüyor, tekmeleşirdi. Seit, onları sakinleştirmeye çalışırdı. Kendisinin yüzünde de geniş tebessüm oluverdi.

Bahtıgul, içinden de gülümsedi. Günlerdir canını sıkan kıskaçlar açılmış gibi idi. Oysa, Bahtıgul’un neşesi yüzünden belli olmazdı. Boş lafları atmayı sevemezdi. Sofraya oturdu. Bıyıklarını çekerek çayını yudumladı.

Üç kȃse çay içtikten sonra, bıyıklarını silip yurttan dışarı çıktı. Eşikten dönerek karısına sanki önemsiz bir şey söylüyormuş gibi karısının iple çektiği “Çuvalı al ve beni takip et” ifadesini söyledi.

Hatşa, aceleyle yurdu temizledi. Büyük oğlu Seit’e “Evden hiçbir yere çıkma. Gelen olursa tezek almaya gittiğimi ve birazdan döneceğimi söyle” diye söyledi.

Çocuklar evde yalnız kaldı. Çocuklar kendi işleriyle uğraşmaya başladı. Delikli keçe duvarlarından arada sırada canhıraş çığlık, arada sırada makaralı kahkahalar duyuluyordu.  Durmayı bilmeyen sataşkan, kavgacı olan Jumbay, kardeşlerinin ellerinden irimşik olarak adlanrırılan kuru eriklerini alarak onları rahat bırakmadı.

Hatşa, kocasının arkasından çıktığında onu kurumuş buzul gölünün ortasında buldu. Kurumuş gölün dibi ufak tefek taşlarla kaplı, aralıklarında daha kar vardı. Gölün kıyıları, dik idi. Etraflarında uzaktan ȃdeta koyun başlarını andıran boynuz kadar sivri tepeli pembemsi taşlarla çevrili idi. Taşlar üzerinde sanki keçi sakalı imiş gibi otlar asılı duruyordu. Burası, oldukça gizli bir yer idi. Buraya inmek isteyen ya atının bacaklarını kırabilir, ya da kendinin boynunu kırabilirdi.

  Bahtıgul, yerde yatan atın gövdesinin yanında çömelerek oturdu. Bağırlarını çıkarmaya başladı. Taşlı çukurda hava karanlık, soğuktu. Çiğ etinin güçlü kokusu etraflara yayıldı. Hatşa, hızlı ve çevik bir biçimde kocasına yardım etmeye başladı.

Hatşa, kocası kısrağın iç organlarını derisine çıkarıp koyduktan sonra onları ayırmak için iyice uğraştı. Zira, bu kadınların bilmesi gereken bir iş idi. Dolayısıyla Hatşa, elinden geleni yaptı.

Aynı zamanda düz bir taşı bulup ateş yaktı. Kocasının kim bilir ne kadar uzun zaman içerisinde et yemediğini unutmadı. Yağlı, mavimsi kır renginden böbrek tanesini, tüm sevgisiyle seçtiği birkaç et parçasını daha, sıcak olan kömürlerin içerisine koydu. Ailesinin geçindirenine lezzetli yemek olsun.

Bahtıgul, yanan ateşe endişeyle bakıyordu. Çıkan duman beklenmediği misafirlerin dikkatini çekmesin... Oysa, düşüncesini dile getirmedi. Açlık duygusu, beyin sesini susturuyor, dilini damağına yapıştırıyordu. Allah’ım, bu yangını koru, bu yemeklerle doyur bizi!

Akşama kadar durmadan çalıştılar. Atın gövdesini parçalayıp derisini, etini de taşların arasında iyice sakladılar. Bir haftaya onlara yetecek bir şekilde et ve hayvan içiriği ayırdılar. Ayırdıkları et miktarı fazla değildi. Oysa, ömür boyu rençper olarak çalışan bir aile için bayram yapacak kadar büyük idi. Hava karaınca eve döndüler.

Ocağın yanında uğraşan Hatşa’ya bakarak Bahtıgul gülümsedi. Hatşa, isli kazana su doldurup onu ateşin üstünde astı. Birazdan kazana at memesinin parçası, yürek, yağ katarak pişirmeye başladı. Aynı anda kömürlerde karaciğer parçaları kızartarak çocuklara dağıtırdı.

 Dışarıda gecenin soğuk havası, evin içinde sıcak ortam vardı. Seit, annesine yardım ederek ellerine çırpı uzatıyordu. Çocuğu gayreti Bahtıgul’u kandıramadı. Oğlunu yanın çağırdı. Sanki istemeyere babsına yaklaşan Seit’in yüzünde üzgünlük vardı.

Önceden de aynı duruma düşüyordu. İlgin bir çocuk idi. Yaşından daha düşünceli, daha çevik zihinli, daha anlayışlı idi. Eve hüzün, bastırıcı suskunluk havası hȃkim olurken, büyüklerin kavga ederken aniden oynamaya, neşeli olmaya, kuzu gibi oraya buraya koşmaya başlayabilirdi. Bununla beraber, ev sakinlerinin neşeli olduğunda yüzünü dizlerine salayıp başanı kaldırmaz olabilirdi. Öyle moduna geçtiğinde önünde altın serpilse bile fark etmezdi. Dayak yemiş bir köpek veya deli gibi etrafa kederli ve kayıtsızca bakardı. Sanki aniden kör ve sağır oluyormuş gibi annesi ile babsının çağırışlarına bile kulak vermezdi.

İşte şimdi de çocuk düşüncelerine daldı. Bakışı, bir yetişkininki kadar ağır, kılsız bıyıksız dudaklarında soluk, hüzünlü, suçlu bir tebessüm vardı...

Bahtıgul, oğlunu yanına oturttu. Aynı anda Jumbay ile Batima, sanki köpek yavruları memeye yapışıyormuş gibi babasına yapıştılar. Hatşa, dördünü üşümemeleri için gocuk ile örttü.

Çocuklar, sustu. Dördünden hoş huzur havası etrafa sıçrıyordu. Kazandaki yemekler kaynıyor, yurtada güzel kokular yayımlıyor, Hatşa bir şeyler mırıldayarak ev işleriyle uğraşıyordu.  Bahtıgul, sesini uzaktan duydu. Uyuya kaldığını fark etmedi.

Hatşa, kumgana (ucu dar olan ibrik) su doldurdu. Ellerini yıkatmak için kocasına sesledi. Bahtıgul, bir gayretle gözlerini açtı. Gözleri bulanık ve ateşin ışığında kan dolu gözüküyordu. Oturarak uyurken sırtı üşümüş, bacakları uyuşmuş. Uykudan kendine gelmek için gerindi. Bağrına eğilmiş çocuklarını yana koydu.

-     Of, of, ölü gibiyim... – diye ellenini kepçe bir biçimde getirerek mırıldadı.

-     Geliyorum, canım, geliyorum ... – diye Hatşa sevgi dolu sesle cevap verdi.

Üç ayaktan kazanı yere indirip pişmiş eti tabağa koymak için ahşap kepçeyi eline aldı. Bahtıgul, yerde yatan kemerini kaldırdı. Siyah sapılı uzun, dar bıçağını kından çıkarıp keskin olduğunu sol elinin parmağıyla denedi. Keskin mi keskin bir bıçak idi. Eti tereyağı gibi kolay keserdi. Çaydanlıktan kaynar suyla bıçağını yıkadı.

-  Bir dakika, bir dakika – diye Hatşa tekrarladı ve dışarıda köpek havlaması duyuldu.

Yaşlı dişi köpek  ile iki yavrusu koşuştu. Havlamalarının biçiminden Bahtıgul, köpeklerin mandıraya doğru koştuğunu anladı.

Hatşa, elinde kepçe ile donup kaldı. Kocasına korku dolu gözlerle baktı.

Yerden bitercesine çıkagelen binlerce toynağın patırtıları köpeklerin havlamalarını bastırdı. Bahtıgul, kulağına tanıdık olan ses geldi. O ses, bozkırlarda yaşayanların en iyi silȃhı olan soillerin (bir tür kalın sopa) taşlı yoldan sürüklenme sesi idi. 

- Etleri sakla... başımıza belȃ geldi! – diye sessizce bağırdı.

Hatşa, kuş tüleri rüzgȃrda nasıl soldan sağa atılıyorsa ev içinde telȃşta koşuşmaya başladı. Kazanın kapağını bir türlü bulamadı. Toynakların sesleri yaklaştı. Bahtıgul, kızgın, öfkeli baktı. Hatşa ise ne yapacağını tamamen bilmiyordu. Elinde kepçeyi sallayarak “Bir dakika, bir dakika” diye anlamsızca mırıldandı. Yüzünde ter çıktı.

Bahtıgul, sessizce küfür etti. Hatşa, aceleyle yerden paspası alıp kazanı örttü. Elindeki kepçeyi ise su dolu kovaya attı. Kazan üzerindeki paspastan buhar fışkırırdı. Hatşa bunu görmedi. Bacakları gevşedi. Yere oturdu.

Yurda tanımadıkları insanlar izin sormadan girdi. Başlarına belȃ getirdiği yüzlerinden belliydi. Bunlar, Kozıbak ailesinin adamlarıydı. İri yapılı, kocaman fermanlı haydutlar idi. Yürüyüşleri küstah, bakışları istihfaf doluydu. Yumruk atarak ve sopa vurarak konuşmaya alışık oldukları, karşılarına direnişi beklemedikleri anlaşılırdı.

Çizme koncuna kamçı ile hafifçe vurarak göbekli şişman adam, Salmen kendisi, badi badi yürüyerek yurda girdi. Belinde gümüş plakalı ve gümüş kakmalı geniş deri kuşak vardı. Salmen ile beraber birkaç kibirli, küstah adam içeri girdi. Bahtıgul’un karşısında dizildi.

Ortam sıkışık oldu. Arkadan ise beyine yaklaşmak isteyen daha çok kişi içeri girmeye çalışırdı. En son girenlerin arasından cılız, kırmızı sakallı ve ters bakışlı adam çevik bir şekilde kalabalıktan ayırıp ocağa doğru geçti. Bahtıgul’a bakmadan yemek kokuları içine çekti. Korkudan durakalmış Hatşa’nın omzuna yaslandı. Kadın, yana çekildi. Kırmızı sakallı ise ona göz çarpıp küstahça gülümsedi. Utanmazlar! Her yerde kendilerini evdeymiş gibi rahat hissederdi.

Kırmızı yüzlü iri yapılı adam gözlerini heybetli bir şekilde fal taşı gibi açarak, ağır nefes alarak, dudaklarını bükerek ve bıyıklarını okşayarak dobra dobra konuşmaya başladı:

-     Hey, dün gece Den yaylasında sürümüzden bir kısrağı sen mi çaldın? Çobanımız Jamantay’ın başını sen mi kırdın? Başka kimse olamaz! Mevzuyu bilen her kişi senin yaptığını söyler. Üstelik de, sabahın köründe dağlarda geçen bir süvarinin kır renginden iki atınin arkasından geçirdiğini gördüler. Bir kişi ise, yurdundan akşamüstü dumanın yükseldiğini gördü. Vaktimizi harcama! Malı çalınmış bir kişi babasını bile affetmez. Biz seni zaten affetmeyeceğiz. Şimdi, cevap ver!

 Bahtıgul, silahlı kalabalığın karşısında cesaretini kaybetmedi. Oysa, cahil, odun kafalı, acımasız ve zalim insanların olduğunu, canını almaya geldiğini bilirdi. Dua tekrarlıyormuş gibi içinden “Ben haklıyım, onlar haksız! Her ne yaptıysam Salmen bunu fazlasıyla haketti” sözlerini tekrarladı. Dolayısıyla, konuşan adamı cevapsız bırakıp beye döndü:

-     Benden bir hırsız yapmaya mı çalışıyorsun? Söyle, ne zaman Bahtıgul hırsızlık yaptı?

-     Masum, beyaz karga gibi kendini göstermeye çalışma! – diye Salmen dişleri arasından söyledi.

Bahtıgul’un taş gibi olmuş yüzünde bir kas bile hareket etmedi.

-     Bir karga bir şahin ile rekȃbet edebilecek durumunda mı? Ben seninle neden yarışayım ki? Sen benden neden intikamını alırsın ki?

-     Ah, seni... ah, seni... yılan! – diye öfkeden kıpkırmızı kesilen Salmen bağırdı.

-      Önce suçlu olduğumu kanıtla! Beni yakalayanlar mı var? Tanıkların mı var?

-     Olacak... merak etme...

-     Hani nerede? Karçıma çıksın.

-     Kıvırıyorsun! – diye bey sözünü kesti. – Atımı çalmışsın. Sürümü karma karışık yapmışsın... Bir gecede bunca zarara beni uğrattın. Oysa, benim elimde büyüdün!

-     Bu zaten fark edilir! İstediğin kadar kullanıyorsun beni. Deme ki, buna alışıksın! Peki söyle, bana neden bu kadar kızgınsın?

-     Beni zarara uğratıyorsun. Bununla beraber başıma mı kakıyorsun?

-     Sanki başına kakmak için mazeretim yok!

Bey, rençperine bakışını dizildi.

-    Senden ne aldım ki ben?

-    Almadığını sor! Ruhumu aldın. Kardeşimin canını okudun. Öldürecek  kadar onu dövdün...

-    Bu muymuş mesele? Demek ki kan düşmanın oldum.

Bahtıgul, ellerini bağrına bastırdı.

-    Bu sözleri kulağına Allah fısıldadı.... Bunu ilk sen söyledin!

-    Delirdin mi?

Bahtıgul, acı bakarak başını salladı.

-     Ölüm eşiğinde duran birini rahat bırakmadın... Ne selam, ne de sadaka verdin! Altı ay boyunca nefesini vere vere senden bir koyun gönderdiğini bekledi. Ölmeden önce teselli bulmayı ümit ediyordu...

Bey, yağ bağlamış gözlerini kıstı. Dilini şapırdattı. 

-    Hmm... buna mı geldin... Peki, say bakalım! Bborcum ne kadarmış? Belki de mülkümün yarısı sana ait olmalı! Al, kaçırma! Kozıbak ailesinden, Salmen’den daha neler talep etmeyi düşünüyorsun?

Kalabalığın arasında yılışık ve aynı zamanda ürpetici bir gülüşduyuldu. Bahtıgul, kılını kıpırdatmadı. Tek başına olabilirdi. Oysa, haklı idi.

-    Saymamı mı istiyorsun? Peki. Yirmi kış boyunca yatak yerinde buzlar üserinde yatıım. Üzerime kar örttüm. Yazın ise uyumadan çalıştım. Yirmi ilkbahar boyunca saadeti tatmadım. Yirmi sonbahar boyunca sitem etmedim. Gün ışığı görmeden at sürülerine çobanlık yaptım! Aynı zaman içerisinde zavallı Tektıgul sana hizmet etti. Hatşa, yirmi yıldır beni karım ve yirmi yıldır annenin hizmetçisi idi. Veremden annen eriyordu. Hanımın gençliği ile güzelliği eriyordu. Karşılık olarak ne aldık? Bir tek hakkı: Açlıktan ölmek!

-    Anladım, anladım... Berbat, pis kölesin! Özünü görüyorum. Nasıl bir cesaret bu? Bir hırsız beni rezil etmeye mi kalkar? Söylediklerinden pişman ettireceğim... Kısrağım nerede? – diye tükürükler saçarak Salmen bağırdı.

-    Kısrağını mahkeme yoluyla iste.

-    İstemek mi? Seni geri zekȃlı! Sefil, dilenci... Neye ummuyorsun?

-    Senin arkanda güç, benim arkamda ise hak var. Asıl suçlu bulunsun!

-    Bulunacak. Merak etme! Konuşana bakın! Salak! Kozıbak ailesine karşı mı çıkmayı cesaret ettin? Mahkemeye başvurmayı mı istiyorsun? Gerçeği mi istiyorsun? O-la-cak... akıllıysan haydi, git mahkemeye. Kimin haklı çıkacağına bakalım... Son defa soruyorum: Kısrağım nerede? Hadi! – diye kıpkırmızı olmuş Salmen kamçısını havaya kaldırdı.

Bahtıgul kıpırdamadı. Sanki az önce bir başkasına hitap ediliyordu. Sopaları ellerinde onatan beyin adamların ona doğru hareket ettiklerini göz ucuyla gördü. Bekliyorlardı. Beyin bir işaret etmesi yeterdi.

Nefes alıp konuştu:

-    Kısrak gitti.

-    Ona ne yaptın?

-    Buradan uzak diyarlara götürülmesi için bir adama verdim. Vefalı bir arkadaşım. Beni satmaz...

-    Yalan! Canını alayım!

-    Yalan ise, o halde sormayın! Başka cevap vermem.

O anda, ocağın yanında yerde yatan kırmızı sakallı, çelimsiz adam dirseğine dayanarak gıcırtılı bir sesle konuşmaya başladı:

-    Hey, suskun... suçunu inkar etmenin bir anlamı yok. Boş boşuna atları koşturmayalım! Komik! Yeraltına çökeyim, ama kadının gözleri ayıramadığı bu kazanda et var. Kokusu burnumu gıdıklıyor. Yemin ederim, et, lezzetli at eti kokuyor... Onu nereden aldın? Anlat ki dinleyelim!

Bahtıgul sustu. Hatşa gözlerini kaldırmadı. Kırmızı sakallı ayağa fırladı. Kazanı örten ve buhardan ıstanmış paspası attı.

-    İşte dediğim gibi! Kapak yerine göre değilmiş, ters zamanında açtım, dibinde defineyi buldum! Değerli misafirler, buyrun! Çekinmeyin! Ellerinizi yıkayın. Hatşa, büyük tabağı getirsene. Hadi!

Salmen’in adamları, dirseklerle birbirini iterek beyin etrafında toplanıp bağırıp çağrışıyordu.

Acı rezaletten şaşakalmış Hatşa, büyük tabağı verdi.

Kırmızı sakallı kendi elleriyle etleri kazandan çıkarıp kemiklerini ayıkladı. Salmen ve en acımasız on adamı kollarını sıvıp yağlı, yumuşak et parçaları almaya başladı.

Bahtıgul’u şaka olsun diye yanlarına bile çağırmadılar. Ev sahibi yanda durup yutkunuyordu. Değerli misafirler sıkı bir duvar gibi sırtlarını dönerek onu yemeklerden ayrı tuttular.

Hatşa, öfke ile tiksinti dolu bakışlarını yere indirdi. Hayatında birçok alçaklıklara tanık oldu. Oysa, bu kadarını ilk defa görüyordu!

Ağızlarını şapırdatarak misafirler bey ile beraber, iştahlı iştahlı yiyorlardı. Çatlamadılar!

Tabağın dibi görünmeye başlayınca Salmen geğirdi ve başıyla Bahtıgul’a işaret vererek konuştu:

-    Şimdi avlunu görelim. Bakalım ne saklıyorsun. Sana at kuyruğu bırakırsam bana Salmen demesinler! Sayımda zengin olamazsın, yalancı... Son parçasına kadar her şeyini alırım! Hadi, acele et, yoksa canını alırım!

Açlıktan Bahtıgul’un karnına kramp girdi.

-     İstiyorsan ara! Bulursan al! Bakışlarınla, sözlerinle beni korkutamazsın... – diye dişleri arasından Bahtıgul cevap verdi. Uğradığı rezaletten titriyordu.

Salmen ayağa fırladı. İki defa  yılan sarısı renginden kamçayla Bahtıgul’a vurdu...

Bahtıgul, kendini korumak için elini bile kıpırdatmadı. Gözlerini kıpıştırmadan düşmanına baktı. Sürekli uykusuluktan şişmiş gözleri doldu. Bey, küfür etti.

Bahtıgul, en çok bundan korkuyordu: Hanımı ile çocuklarının önünde olan oldu...

Hatşa, ellerini bağrına bastırarak bağırdı:

-    Kozıbak soyu lanet olsun! Allah, cezanı verir!

-    Domuz! – diye küçük Seit alçak sesle söyleyip Salmen’in bağrına fırladı.

Bey, çocuğu fırlatıp attı. O zaman Bahtıgul, çocuğunu kıranı boğazından tuttu. Öfkeden yaptıklarının farkında değildi.

O anda beş adamı yenecek kadar kendini kuvvetli hissetti. Salmen’i ondan ayırıp zor kurtardılar. Kendine gelir gelmez öfkeden hıçkıra hıçkıra olanca sesle bağırmaya başladı:

-  Seni hapishaneye atacağım, pislik! Zindanda çürüteceğim, Sibirya’ya sürgün ettireceğim! Yoksa bana Salmen demesinler...

Oysa, Bahtıgul bağırdığı küfürle tehditleri duymaz oldu. Zira Salmen’in adamları olanca gücüyle ona vuruyordu. Gözlerinin önnünde zügzaklar, daireler sönüp yanıyordu.

Birazdan tamamen söndü ve Bahtıgul, dar kapkara kuyuya düşmeye başladı. Düşerken başı, sırtı, karnı ile kuyunun duvarlarından vuruluyordu. Vurula vurula kuyunun dibine ulaşamıyordu.

Elmacık kemiğinde keskin bir acıyı hissettiğinden dolayı bir an için kendine geldi. Sanki diş etine mızrak batmıştı. Sonra yine karanlığa düştü. Sonunda kızgın kuyunun dibine düştü.

Ondan sonrasını Bahtıgul hatırlamıyordu.

 

4

Bahtıgul, kendine zor geldi. Gözlerindeki kanlı perde ardından Hatşa’yı zor görebildi. Bir gecede zayıfladı ve yaşlandı. Hüngürtü ve hıçkırıklardan nefes kesildi. Kısık, çatlak sesle konuşuyordu. Bahtıguş, hanımının sesini tanıyamadı.

  Yurdun kapısı koparıldı. Delikten içeriye ȃdeta hüzünlü bir şekilde ışık sıçrıyordu. Dışarıda yağmur çiziliyordu. Eşikte at yelesine benzeyen sarımsı tüyler dağınık duruyordu.

Bahtıgul, ağır ağır inledi. Onun için en iyi bu kederli dünyaya gelememek idi. 

Ocaktaki ateş sönmüş. Üzerine gocuk örtüldüğüne rağmen Bahtıgul soğuktan titriyordu. Vücudu ağrıyordu. Elmacık kemiği ise sanki maşa ile çekilmişti. Hatşa, sessizce ağlayarak kocasının yüzünden kurumuş kanı temizliyordu. Yüzü ȃdeta çirkinleşmiş. Koyu kırmızı ile mavimsi kır renklerinden şişmiş bir daireyi andırıyordu. Gözleri şişti. Bıçaklanmış yanağından kan akıyordu. Akan kan sepili deriden gocuğa aka aka ufak kara boncuk taneleri biçimde kuruyordu. 

Bahtıgul, bir şeyler mırıldayarak başını çevirdi. Birini arıyordu.

-    Onlar gittiler. Lanet olsunlar... – diye Hatşa hıçkıra hıçkıra söyledi.

-    Seit – diye Bahtıgul nihayet söyleyebildi.

-    Burada, yiğidimiz.

Bahtıgul ile işi bitirdikten sonra haydutlar çocuğa geçtiler. Salmen kendisi etin nerede saklandığını öğrenmek için çocuğa sorguladı. Ölüm ile tehdit ediyordu. Seit bir kelime bile ağzından geçirmedi. Bey, öfkeden deliriyor, çocuk ise budala gibi kahkahaları atıyordu.

Gözyaşlarını yutarak Hatşa devam ediyordu: Kırmızı sakallı adam meşaleyi yakıp köpek gibi etrafı aramaya başladı. Bütün etleri o buldu. Mandıradaki kirişe asılmış bir haftaya ayırdıkları eti, yarda sakladıkları kalan eti de bulup hepsini aldılar. Çobanlar, atın deri renginden onu tanıdılar. Salmen eti, Sivıy’ı ile ineği almayı emretti. Sivıy’ı at sürüsündeki boşluğu doldurmak için, ineği hakareti örtmek için, eti ise çalınmış olduğu için aldılar.

Giderken kırmızı sakallı ve onunla beraber iki adam Bahtıgul’a yaklaştı. Oturup onu dinlediler.

Salmen yaklaşınca ona “Yaşıyor” diye söylediler.

- Bu kölenin alın yazısı, yurtta değil zindanda canını vermektir. Ağabeyim volost yöneticisi olduktan sonra bir yazı hazırlarız, üzerine mühur da vururuz. Buna hepiniz şahitsiniz. O zaman, hırsızı prangaya vurup sürgüne gönderecekler! Sözümü unutmayı. – diye konuşup gitti.

Bahtıgul, çocuklarına baktı. Zavallı, masum yavrular. Yine aç kalacaklar. Evin avlusunda yaşayan yaşlı köpeğin yavruları gibi onun çocukları da aç kalıyorlardı.

-    Çocuklara bir şeyler kaldı mı bari? – diye Bahtıgul sordu.

-    Hiçbir şey kalmadı. Bir kırıntı bile kalmadı. Baksana yurdumuzu bile kırdılar, hayvanlar... Evin tonozu bile kestiler. O domuz emretti! Toprağa gömüldükten sonra mezarına sel bassın! – diye Hatşa söyledi.

Bahtıgul, dişlerini sıktı ve yine daldı. Öğleye kadar Allah’a hitap ederek, gizli hȃkimlere sorarak, sitem ederek sayıkladı.

-    İşte kimin asıl hırsız olduğunu bana söyle!

Birkaç gün boyunca yataktan kalkmadı. Ne yapacağını sürekli düşündü.

Tek başındanydı. Ümitleri kesildi. Kozıbak ailesi ile tek başına hesabını kapatabilir miydi? Onların aulunda hak aranmazdı. Konuşmazlar bile. Bu zalimler, zalim olduğu kadar gururluydu. Diğerleri, korkutulduğu için suskun dururdu. Zor günlerde akrabasına güvenebilirsin. Oysa, hani bu akraba? Sarı soyunun yirmi kadar yurt bulunmaktaydı. Onlarda dağınık bir şekilde yerleşmişler. Bir araya toplanmazdı. Zengin aileleriyle beraber göç ederlerdi. Zenginlere hizmet ederlerdi. Onların sözünü kim dinler ki! Aralarından avuç kadar toprağa sahip olan bir kişi bile bir bey bile yoktu. 

Bahtıgul, Sarı soyundan insanların dayandıkları haksızlık karşısında suskun kalamazdı. Belki de diğerlerinden daha cesur, daha inatçı idi. Dolayısıyla hayatı diğerlerinkinden daha zor idi. Kardeşi Tektıgul bir kuzu idi. Kurtlar onu yedi. Küçük inatçı Seit, babasınna çekti. Şansı olsaydı Bahtıgul adam olabilecekti. Çocuklarının karnını doyurabilecekti. Akıllıydı, güzel konuşmayı bilirdi. Birçok şey yapabilirdi... oysa, şansız idi. Haksızlığa uğradı. Bulaşıcı, şifa bulunmaz bir hastalık olarak Allah ona açlığı, aşağılatma duygusunu gönderdi.

Bundan sonra işi daha zor olacak. Artık Salmen’in göz lekesi misafiri oldu. Yediği dayaklar çiçekler idi. Meyveleri daha beter olacaktı! Kozıbaklar elinden geleni yapacaklardı. Güç onların elinde idi. Volost yöneticisi, volost hȃkimleri hepsi Kozıbak soyundan geliyordu. Birbirinin kabahatini örteceklerdi. Dolayısıyla, bir defa Bahtıgul’u yakaladılar mı olan ve olmayan yasa dışı işleri ve başlıca kendilerin yaptıkları haksız işleri ona asacaklardı. Onlar bir kabahati işleyeceklerse suçlu olarak Bahtıgul’a göstereceklerdi. O zaman işte rezalet, kȃbus ve acı olarak tanınan zindan Bahtıgul’un başına gelecekti.

 En çok zindana atılmaktan korkardı.

Salmen, Bahtıgul’u ne ile korkutacağı bilirdi. Barantaya gittiği zaman ölümle yüz yüze gelince korkmadı. Şimdi ise nöbete tutlmuş gibiydi. Zindan... Pis kokulu mezarlık... Canlıyken onu gömmek istiyorlardı. Tektıgul’un kaderi daha kolay idi.

Salmen boş boşuna laf atmazdı. Başkalarına ibret olsun diye karşısına çıkan köleyi bitirip mahvederdi. Bahtıgul’u zindaan atacaktı.

“Ne yapayım?” – diye Bahtıgul kendine soruyordu. Çaresizlikten sıkıştırılıp tuzağa düşmüş bir hayvan gibi yerlere yatıp yuvarlanıyordu. Ne Hatşa ne de çocuklarından çekinmiyordu.

Hatşa, kocasının sayıkladığını düşünüp dualar okurdu:

-    Allah’ım dayanmasına yardım et... Ölümü engelle, Rabb’im!

Kara umutsuzluğa kapladığı bir gün oldu. Hatşa’yı yanına çağırdı. Eskiden asla söylemeyeceği sözleri söyledi:

-    Hayır, hanım... Saman güç altında yıkılır... yapacak bir şey yok!

Bu anda Hatşa, kocası için çok korktu.

-    Sana arka çıkmak kimsen yok mu?

Cevap vermede. Düşüncelere daldı. Herhȃlde aklına bir şeyler geldi! Hatşa bunu hemen anladı. Artık sayıklamıyor, inlemiyordu. Yaralı ve morarmış bağrına dokunuyordu.

Ardından bir hafta geçti. Bahtıgul, iyileşti. Durumuna göre Hatşa, yanılmadığını gördü. Kocası, uzak yola koyulmak üzere hazırlıklar yapmaya başladı.

Hırsız Kozıbaklar, vefalı tecrübeli atı, Sivıy’ı aldılar. Oysa, Bahtıgul’un iyi bir arkadaşın sürüsünde saklı tuttuğu bir atı daha vardı.  Hızlı, doru renginden rahvan at idi.

Gıpta edilecek, zarif, gögsü geniş ayakları ince idi. Uçsuz bucaksız bozkırlarda evsiz barksız bir çobanın ikişer üçer at olabilirdi. Oysa, bunun gibi bir at bazen beylerde bile bulunmazdı. Doru ile mukayese edebilecek bir rahvan atı üstüne bir volost yöneticisi binerdi. O kadardı.

Doru’ya binme zamanı geldi. Sabahın köründe Bahtıgul eski çakmaklı tüfeğini doldurdu. Yanaktaki yaraya yağ sürüp örümcek ağı ile örttü. Atın dizginlerini babasına veren Seit’e başını salladı. Doru, sahibini dağlara, ormanların ötesine, zaptolunmaz yükseklere götürdü.

Dikenli yabangülüliklerden uzun zaman geçiyordu. İçinden geçilmez yerlerden öğleden sonra ancak çıkabildi. Önünde çırılçıplak, kan kırmızısı renginden göklere yükselen kayalar dizildi.

Başını kaldırıp üstünde sanki asılı duran bu dev kayaları görünce insan ister istemez boynunu eğerdi. Yanlarına yaklaşmak ürpetici duyguyu yaşatırdı. Haşmetli, yüzyıllarca süren suskunluğu bozmak günah gibi geliyordu. Burada in cin top oynuyor. Burası, yabanȋ hayvanların yaşadığı yerlerdir. Oysa, avcı buralara nȃdir gelir. Buraya çıkmak güç, sağ salim inmek daha güç idi.

Bahtıgul, muazzam kayalara yavaşça yaklaştı. Sessizce atan indi. Gölgeli dağ boğazında atını bağladı. Tilki kürkünden şapkasını çıkarıp koynuna koydu. Kemerine takılı olan tüfeğini sımsıkı bağladı ve yokuşa tırmanmaya koyuldu. Kasların geriliminden yanağındaki yara kanladı. Akan kan boğazına girdi.

 Kayanın kel tepesinde durup ağır nefes almaya başladı. Yorulmuş at gibi nefes alırken yanları şişiyordu.

Geniş gri renginden taşlı çukurluk gözünün önğnde açıldı. Arkasından – onu biliyordu – merdiven şeklinde dik bir yol kat kat aşağıya doğru iniyordu. Dağ keçilerinin sevdiği, ip gibi taşlar arasında kaybolan ve darıcık patikaların karış karış çizilmiş bir iniş yoluydu.

Kayaların sert hareketsiz dizilerine derin derin baktı. Çukurluğun öbür tarafında dik inişin olduğu yerde kimse yoktu. Ortada in cin top oynuyordu. Ortam ölü sessizlik içine dalmıştı. Gözü olmayan dilsiz sedasız çöl... Eskiden Bahtıgul bu taşlarda uzun zaman içerisinde dolaşıp sivri tepelerinden kollarıyla bacaklarını çizerek eli boş, ama sağ salim olduğu için mutlu eve dönüyordu. Bu sefer eli boş dönemezdi! Gerekirse sert taşları bile yenmek artık onun kaderi idi.

Geri kapalı gökyüzü etraftaki taşlar kadar gri gözüküyordu. Gri yamalı kaftanı giyen Bahtıgul kendisi adeta taşa benziyordu. Yüzü renksiz, zayif ve kemikli idi. Sırtından çakmaklı tüfeğini çıkarıp bir kertenkele gibi sessizce ve çevikçe çurukluğun ucundan tırmanmaya başladı. Dağlar, dağlar! Siz bari zavallı fakire sadakayı verin!

Bahgıtul çukurluğun karşı tarafındaki yamaca ve keçi patikalarına ulaşınca güneş batıyordu....

Bazen öyle oluyor ki, talihsiz birinin ellerine de şans gelirdi. Bahtıgul’un durduğun yerin aşağısında uzun ve dalgalı bir yamaçta gri bir dumanda üç argalıyı fark etti: Koca boynuzlu tüylü teke ile kısa kuyruklu sivri topuklu iki keçi. Hayvanlar, yeni durdu. Geldikleri yana başlarını çevirip bakıyorlardı. Tetikte olan, uyannık, gözünü kırpmadan her an kaçmaya hazır idi. Tüylü gövdelerinde de sanki bir hafiflik, kanatların olduğunu hissediliyordu.

-    Allah nasip etsin... – diye Bahtıgul sessizce mırıldayarak tüfeğini çıkardı.

Tekeye nişan aldı. Oysa, acele ettiği için elleri titriyor, tüfeğin namlu ağzı sallandığını hayvan fark etti. Ürkekliğin bir kuralı var: İki sefer arkaya dönüp bakmamaktır. Durumun fena olduğunu hissedince teke, yana atladı. Ardından da katlı yamaçtan aşağıya doğru hafif ve hızlı bir şekilde koşmaya başladı. Keçiler hemen arkasından koştu. Tekeyi geçti ve pire gibi ileri zıplaya zıplaya koştu.  

Tekeye nişan alınca Bahtıgul’un ellerine güç geldi. Hayvan, keçelere arkasından devam etmek gerektiğini göstererek yüksek bir taşa atlar atlamaz tüfeğin namlu ağzından ateş püskürdü. Etrafta bir çatırtı duyuldu. Taşların arasından gri duman bulutu yükseliverdi. Dumanın içerisinde Bahtıgul, tekenin takla atarak düştüğünü gördü.

Avın kalkıp koşacağını korkusuyla Bahtıgul, aşağıya doğru koşmaya başladı. Argalı son yan yatarak nefesini vermek üzereydi. Bahtıgul, bıçağını çıkarıp hayvanın boğazını kesti. Al kırmızısı kan gri taşlara sıçradı. Teke, son hareketini edip canını verdi. Bahtıgul, hırıldayarak yanına düştü.

Zaman geçince avının bağırlarını çıkardı. Etleri bölüp deriye sarstı. Dağ boğazından dolaylı bir yoldan geçerek Doru’yu getirdi. Etleri sırtına kementle bağlayıp yükledi.

Ata binip ormana doğru gitti. Giderken dinlendi. Oysa, bu seferlik yolu eve düşmedi...

Akşama doğru gölgeli, rüzgarların girmediği bir vadeye indi. Burada, nehrin kıyısında zengin bir aul bulunuyordu. Burası, Çelkar volostinin yöneticisi olan Jarasbay’ın aulu idi.

Jarasbay, volostinin dışında ve konumundan ziyade ünü kazanmış bir insan idi. Tüm ilde ondan daha ünlü yönetici, mirza (Orta Asya’da soyun başında duran kişiye verilen ad), hoca, beyi ara ara bulunmazdı. Bir ev sahibi, bir tüccar, bir asker olarak şöhretini kazandı. Zenginliği, onuru ile zihnini kimseye borçlamıyordu.

Jarasbay’dan her şey beklenirdi. Birine iyiliği de, kötülüğü de doya doya yaşatabilirdi.

“Şansımı deneyeyim... Böyle bir hayatı sürdürmekten usandım. – diye Bahtıgul düşünüyordu.”

Jarasbay’ın, nehrin kıyısında kışı geçirmeyi düşündüğü anlaşılırdı. Aulun birçok sakinleri, soğuk havaların geleceği korkusuyla yurtlardan kerpiç kışlaklara taşınıyordu. Akşamın alacakanlığında herkes dışarı aydınlığa çıktı.

En geniş avlunun giriş kapısında Bahtıgul, uzun boylu zerdevadan kulaklı şapkayı ve kuzu kürkünden kar beyazı mantoyu giyen şişman bir adamı gördü. Kıpkırmızı yüzü terden parlıyordu. Ciddi ve haşmetli ifadesi vardı. Jarasbay idi! Yaş olarak Bahtıgul ile aynı yaşta gözüküyordu. Oysa, ona ulaş ulaşabilirsen... Etrafında kalabalık bir maiyet vardı: İki şöhretli aksakal, on yedi yaşındaki delikanlı (ilk oğlu), ekti asalaklar, gençler ve yaşlılar un çuvalı etrafında  farelere gibi Jarasbay’ın etrafında topluyorlardı.

Bahtıgul, hürmetlerle selamını verdi. Volost yöneticisi, argalının bükük boynuzlarına göz atıp lütufkar bir biçimde başını saladı. Bir başlangıç için fena değildi.

Giriş kapısından ellerinde ibriği taşıyarak beyin birinci hanımı – baybişe – çıktı. Yüzü bakımlı ve parlaktı. Argalının kan içerisinde olan bükük boynuzlu kafası onun da ilgisini çekti. Hayret içerisinde atın etrafından dolaştı. Arkasından diğer meraklılar geldi.

Bahtıgul, önünde hürmetle başını eğdi.

-  Bu ufak şey hoşunuza geldi, değil mi? Bu sabah, aulunuza giderken argalının eti belki de uzun zamandır yemediğinizi düşündüm. Dolayısıyla, dağlara çıkıp birini avladım. Ama, gösterişsiz bir avdır. Hor görmediğinizde buyrun alınız...

Baybişe, kocasına kurnaz bakışlarını döndü. Hem verilen hediyeyi almak için izin soruyor hem de kocasının reddini duymaktan korkuyordu. Bahtıgul, içinden gülümsedi: Bey hanımına hayır demezdi.

- Kabul et, hediyeyi... Yapacak bir şey yok... Bizim dağlardan bir hayvandır. Kendisi bize teslim etmeseydi gelip zorla alacaktık! – diye uyuşuk bir sesle Jarasbay söyledi.

Bunu söyledikten sonra Jarasbay etrafındakine göz kırpıp herkesi güldürdü. Bahtıgul, rahatlandı. Aksakallarından biri el salladı.

-    Kızlar nerede? Eti götürsünler...

Bahtıgul, konuşan aksakalın Kayranbay olduğunu anladı. Cimri, hesaplı bir amcaydı. Jarasbay’ın rahmetli babasının can ciğer dostuydu. Şimdi ise Kayranbay büyük baş hayvanına bakıyor ve volost yöneticisinin sağ eli sayılıyordu.

- Kadişa, düşünme – diye Kayranbay baybişeye hızlıca söyledi. – Bir kişinin Kozıbak soyunu rezil ettiğinden dolayı elinden gelen her şeyin kötülük ve rezalet olduğu anlamına gelmez! Hediyeni hor görme! Bu fakir, insanı gerçekten beğeniyorsa son tek atını bile ona verir. İnatçı biridir. Ama yiğitler hep inatçıdır...

Bahtıgul canlandı. Amcanın sözleri gururunu okşadı. Bahtıgul, karşısında boynu eğdi.

- Teşekkür ederim, ata! Kendimi benden daha iyi anlattın! İnatçı olduğuma rağmen saadetim yok. İşte, içimi dolduran dertlerimi mirzaya paylaşmaya geldim...

Volost yöneticisinin oğlu iki kızı çağırdı. Gelen hanımlar tekenin gövdesini attan çıkarıp avlunun içerisine götürdüler. Delikanlı, argalının başını karnına bastırıp kadınları sırtından boynuzlamaya başladı.

Jarasbay, bunu sessizce izliyordu. Bahtıgul’u aşağılamak istemiyordu. Ama, volost yöneticisi, her gelen geçenin karşısında atlayıp sarılarak selam veremezdi. Sonuçta, Bahtıgul büyük ve önemli bir kişi değildi. Getirdiği hediye de şık sayılmazdı.

İkinci aksakal, Bahtıgul’a acıyarak bakıyordu. Bu, Sarsen idi. Volostin en yaşlı beylerinden biriydi. Hakim seçimlerinde Jarasbay mutlka onun tarafını alırdı. Tecrübesini ve geniş bağlantılarını önemsiyordu.

Sarsen, volost yöneticisiyle kendisini eşit olarak görüyordu.

-    Zavallı adam... – diye sakalını okşayarak Sarsen söyledi. – İyi niyet işin yarısıdır. Senin düşüncelerinde birçok iyi niyeti görüyorum. Önceden de senin gibi gençler buraya gelirdi. Senin gibi zavallı, çile çekmiş insanlar öz aulundan uzaklara kaçardı. Aklında bu mu var?

-    Aynen öyle, efendim – diye Bahtıgul cevap verdi. Gözünün ucuyla volost yöneticisine bakıyordu. – Aklımda büyük bir iş, zor bir iş var... İyiliğiniz için daha büyük bir iyilik yapacağım. Elimden geleni yapacağım!

Volost yöneticisi kaşlarını çattı. Sonuçta Bahtıbul’a hitap etti:

-      Attan yeni indiğini mi söylüyorsun. Doğru diyorsun. Peki, sofrada bize neler anlatacağını görelim, dinleyelim. Geç içeri, inatçı...

Bahtıgul, mutlu mutlu beyin arkasından yürüdü.

-    Evet, mirza, gelir gelmez sizi dertlerimle doldurdum. Bıçak kemiğe dayandı.

-    E... İyi yapmışsın...Afferin... – diye beyin olumlu tepkisini gören etrafındakiler uğulmaya başladılar.

Beyi takip ederek kıdem kuralına uyarak önce avlunun içerisine sonra da köşküne girdiler.

Bahtıgul, bu kadar güzel köşke hayata bir iki defa girdiği için eşikte biraz durakladı. Geniş aydın bir odada güneş gibi gaz lambası yanıyordu. Evin şöhretli yeri, beyin oturduğu torda bir sürü rengarenk yorgan vardı. Odanın girişinden tora kırmızı halı gidiyordu. Sağdan muhteşem, parlak, nikelden Rus karyolası, arkasında duvarda ayrı bir zenginliğe sahip desenli halı vardı. Etraftaki bütün eşyeler pırıl pırıl parlıyordu. Sanki çiy düşmüş çiçekli çayırlıkmış burası.

  Bir rençperin soğuk, yırtık pırtık koşma adını taşıyan keçe kilimlerle süslenen yurttan sonra bu kadar görkemli bir köşke girmek Bahtıgul için onurlu bir jest idi. Bu bereket içinde geceyi geçirmek son derece mutluluk sayılırdı. Diğer misafirlerle beraber kuş sütü eksik bir sofraya oturunca Bahtıgul, karnın aç olduğunu unuttu. Oysa, ağzı suluyordu. İştahça yemiyordu. Herkes, bunun için ne kadar gayret gösterdiğinin farkındaydı.  Allah’tan baybişe, sürekli bir şeyler ikram ona ediyordu. Bahtıgul, teşekkürlerini sunarak derdini anlatıyordu... Acı acı kelimeler ağzından su akar gibi dökülüyordu.

Herkes onu dikkat ile merakla dinliyordu. Sanki inanılması zor bir haber anlatıyordu. Korkunç “zindan” kelimesini dile getirince, baybişe çığlık attı. Olamaya başladı. Erkekler ise kaşlarını çattı, başlarını sallamaya başladı. Sarsen bey sakalını tuttu. Bir kır sakini hemşehirine ölüm dilebilir, fakat zindan asla dilememeliydi... Bahtıgul, içinden hayran oluyordu: Bu kadar merhametli beyler olur mu? Derdini anlıyor, anlattığı haksızlığı hissediyordu. Belki bir rüya görüyordu.

- Fakir biriyim. Hiçbir şeyim yok. Sürüden ayrılmış bir tay gibiyim. Bir tek umudum var. O da güçlü bir sürüye dahil olmaktır. Bunun için her şeyi verir, her şeye razı olurdum!

 Baybişe ve beyin oğlu Jangazı – evin favorileri – büyüklerin sözünü beklemeden Kozıbaklar’ı kınamaya başladılar. İkisi de, ünlü barımtaç (barantaya katılan birine verilen ad) Bahtıgul’dan bakışlarını ayırmıyorlardı. Onun gibisini hem hizmetçi hem de arkadaş olarak sahiplanmek gurur okşayıcıydı.

Sarsen bey, ev sahibinden önce söz aldı:

-    Peki, elindekini de koynundakini de açık gördük. Sitem etmeyi kes ve volost yöneticisini kaftanından öp. Sımsıkı tut! Senin gibi tecrübeli, çevik ve marifetli, şeytandan da Allah’tan ka korkmayan kişilere ihtiyacı var... Gayretini, çabalarını gösterirsen, başarırsan efendimize kardeş, oğluna amca olursun. Aileden biri olursun. O zaman hiçbir eyden korkma. Elinin altından hiçbir mahkeme sana dokunmaz. Kral bile seni alamaz! Allah nasip ederse seni kıranlarına da karşılık ödersin. Yaptıkları kötülüğü hatırlatırsın onlara. Gücü kuvvetini göserirsin.

Kulaklarına inanmayan Bahtıgul beyin sözlerini dinliyordu. Bu cömertlik nereden çıktı? Bey neye ima ediyordu? “Aileden biri olursun... Bugün değilse yarın...”. Bahtıgul, Kozıbak ailesinin Jarasbayın rakibi olduğunu biliyordu. İlde bu iki soy iki diyar, iki nehir kıyısı, iki dağ gibiydi. Boşboşuna buraya gelmedi. Peki, Jarasbay, zavallı fakir kaçakçıya kardeş mi olur? İşin buna dönüşebileceğini beklemiyordu. Kader, istediğinden fazlasını önüne sunuyırdu.

Zindanın dehşetlerinden kaçmak için kurtarıcının köle olmaya razıydı. Bozkırlarda onun için adalet ve saygının mevcut bir durumun olduğu gibi Bahtıgul’a yardım eli uzatılırdı.

Oysa, Jarasbay, son sözünü söylemek için acele etmiyordu. Sürdürülen konuşmaları kayıtsızca dinliyordu. Mağrur alaylı ifadesinden aklından nelerin geçtiğini sızılmazdı. İyi ki sözü kesmeden dinliyordu... Fakirin sabrını deniyorsa iyi bir durumdur. Ya tereddüt ediyorsa? Dinleye dinleye sırtını döndürebilirdi. Ne evet der ne de hayır...

O akşam Bahtıgul beyin ne söyleyeceğini bekleye bekleye duymadı. Şaka söyleyerek gülümseyerek volost yöneticisi kalktı. Misafirler ile etraftaki erkanıyla vedalaşıp yatmya gitti. Bahtıgul’a hafif baş salladı. Beyin keyfi yerinde olduğu için herkes mutlu bir biçimde evlerine dağıldı.

Sabahın köründen itibaren volost yöneticisinin giriş kapısına muhtaçlar gelmeye başladı. Sayısı çoktu. Bahtıgul, atına binip yana çekildi. Ayrılıp gitmeye ya da kalmaya hazır olduğunu gösterdi. Nasıl emrederlerse. Çayını içtikten sonra içeri volost yöneticisi girdi. “Bir ümit ver...” diye Bahtıgul içinden yalvarıyordu. Jarasbay ona bakmadan yanından geçti. Bahtıgul, diğer muhtaç olanlarını dinleyip göndereceğini bekledi. Sonra tekrar göz önünde bulundurdu.

-    Ne istiyorsun, kardeşim? – diye yorgunluktan oflayarak bey sordu.

Bahtıgul sırtını dik tuttu. Yanklaştı:

-    Son nefesimi verinceye kadar sana vefalı hizmet edeceğimi yemin ediyorum! İstediğin yere beni gönderebilirsin. İstediğini benden isteyebilirsin. Sana kardeş, oğluna amca olurum... Kır sakallı Sarsen öyle demedi mi?

-    Bu yeterince konuşuldu – diye Jarasbay kuru bir cevap verdi. – Verdiğin yemini de unutmayacağım. Fakat, konuşmalar, söylentiler bitinceye kadar beklememiz gerekecek... Şimdilik ufak tefek ieylerden dolayı Kozıbak ailesiyle hiçbir işe bulaşmak işime yaramaz! Zaman gelince seni çağıracağım. Uyutmayacağım! Bakalım sözünü nasıl yerine getireceksin... Şimdilik, çekinme daha sık bize gelebilirsin. Benimkiler seni sevdiler. Hem de ev işlerinde onlara yardımcı olursun. Ondan sonra gerektiği gibi sana yer bulacağım. Artık gidebilirsin.

Bahtıgul sevinçten minettarlığını gösterecek söz bulamadı.

-    Efendim...İyi kalplisiniz... Babamdan daha çok yapıyorsunuz... Sırt döneceğini sandım... – diye atını dizginden tuttu. Atı, gururla başını kaldırdı. – Allah’ın karşısında gösterdiğin merhameti, ilgiyi karşılıksız bırakamam... Bu ata oğlu Jangazı’yı bindirmek isterdim! Birbirimize yabancı değilsek buyursun alsın! Sahip çıksın Duru’ya...

Volost yöneticisi cevap vermedi. Sözleriyle ne razı olduğunu ne de onlara karşı olduğunu belli etmeden takdir dolu bakışlarını Bahtıgul’a dikti. Bahtıgul, Jangazı’yı çağırarak çekildi. At hızlı mı hızlı, nadir atlarındaydı. Dolayısıyla böyle bir hediye vermek ayrı bir memnuniyeti verirdi.

Beyin oğlu, tıpkı babasının olduğu gibi, ne evet ne de hayır dedi. Oysa, hediyenin delikanlının hoşuna ne kadar geldiği gözlerinden sızılıyordu. Sözyelecek bir şey yok: Delikanlı, yaşı genç olmasına rağmen atlardan iyi anlardı!

 Baybişe, Bahtıgul’u uğurladı. Eli boş yola göndermedi: Yağlı, sarımsaklı sucuk, birkaç parça at eti verdi. Bahtıgul, eve mutlu mutlu döndü.

İki gün sonra yurduna Jangazı geldi. Oturup konuştular. Delikanlı babasını selamını iletti. Sonra çıkıp Doru’ya bindi. Auluna gitti. Rahvan at altında iyi gidiyor, şahin kadar hızlı uçuyordu.

 

5

Bahtıgul için garip, kolay bir yaşam başladı.

İlk kış mevsiminde volost yneticisi Bahtıgul’u gölgede evraklarından uzak tuttu. Elbette ki, Bahtıgul eli boş dolaşmıyordu. Aşağılatılmadan rahat yaşıyordu. Uğursuz şöhreti artık tarihte kalmıştı.

Büyük toplantılarda, volostin önemli kişileri (soyların mirza, başkanları, beyler) bir araya geldiğinde Jarasbay dolaylı bir şekilde yeni hizmetçisini övüyordu. Başına gelenlerini ve gösterdiği sabreti alnatırdı. Sarsen ile Kayranbay gösterdiği merhamet için beyini övüyordu. Nazar değmesin. Barantaya katılan adamı normal hayata döndürdü. Nefret ve öfkeyle dolu yüreğe iyilik ile itaatı kattı.

-    Doğru yoldan yürümeye, insan olmaya başlıyor...

At süsleri kadar şişman, soyuları olduğu kadar kibirli volost büyükleri dikkatlice kaçakçıya bakıyordu. Onurlu insanlar, omzunu okşuyor, konuşuyordu. Anlayanlar da Jarasbay’ın bu adama büyük planlarını bağladığını anlıyorlardı.

Bahtıgul, kendine yer bulamıyordu.  Boş oturmaktan canı sıkılıyordu. Kolay yaşamak ona zor geliyordu. Kartal göklerde uçmayı, at hızlı koşmayı severdi. Jarasbay’ın auluna elinden gelene kadar hizmet etmeyi çalışırdı. Eli sürdüğü her işi on parmakta on marifet varmış gibi yapardı. Oysa, hayatta hayvan bakmaktan başka bir şey yapmazdı. Fakat, auldaki uğraşlar gerçek iş sayılmazdı. Bunları yapmak için Bahtıgul’a ihtiyaç mı vardı? Bunları kadınlar da yapabilirdi.

Sabahtan akşama kadar Bahtıgul, sıcacık havada köpek ağzından nasıl dilini dolaştırırsa aulda dolaşıp koşuşuyordu. Yorgunluğu arıyormuş gibi bir şeyler tamir ediyor, bir şeyleri getirip götürüyor, temizliyordu. Kayranbay, çalışkanlığını görünce Bahtıgul’a gönlü daha da ısındı. Yüzüne sanki eritilmiş koyu yağında yayımlıyormuş gibi geniş bir tebessüm geldi. Senin için başkalarının çalışmasını, ter dökmesini görmek ne kadar hoşmuş.

-   Eli neye sürerse yapıyor. On parmakta on marifeti var. Hesap yampayı da biliyor! Kandırılmaz... – diye volost yöneticisine Kayranbay anlatırdı.

-   Zavallı, yetim kalmıştı. Gerçekten Allah ona bereketi yaşatmamış. Yoksa, böyle çalışkan birine yoksulluk yapışır mıydı? – diye Kayranbay insanlara anlatırdı.

Yaptığı her işinden anlardı: at çobanlığı, koyun yetiştirilmesi, ilk bahardaki ekme dikmesi, sonbahardaki ürün biçmesinden anlardı. Yeni otlağı bulmak gerekli olduğu, kuru soğuklara kurban olmamak için zamanda kuru otları hazırlamak gerekli olduğu, veya beyaz ekmeği pişirmek gerektiğinde hepsini yapabilirdi. Kimi çoban ve aşçılardan bu işleri daha iyi yapardı.

Önceden hizmetçi idi. Şimdi ise yardımcı oldu. Sonra da danışman oldu. Üstelik de sadece volost yardımcısı ile baybişenin danışmanı değil, komşularının danışmanı olmuştu. Ev, aile işleri konusunda tavsiyesini almaya ona gelirlerdi. Yaşlı olmadığına rağmen barıştırır, nutukları verir, açıklama yapardı. Zamanla aulda “Uzak görüşlü” lakabı aldı.

Volost yardımcısı, yavaş yavaş Bahtıgul’u evrak işlerine yaklaştırırdı. Görevler verirdi... Bahtıgul yine ata bindi. Oysa bu sefer çoban olmak yerinde beyin güven ile kuvvetinin simgesi olan sırtında çanta takılı ulak olacaktı. Kendini artık tanıyamazdı.

Bu arada, Bahtıgul, kendi menfaatını da unutamazdı. Önemli üzerinde bir şeyler yazılı ve mühür vurulmuş belgelerle dolu çantayla volosti dolaşırken değişik malı alıp isteyenlere satardı. Çoğu müşterileri gelmesini bekler, neler getireceğini merak ederdi. İlkbaharda Bahtıgul, kendisi için üç veya dört kat daha çoktarla açtı. Jarasbay karşısına söz demedi. Kayranbay ise tohum verdi.

Salmen’e hizmet ettiğinde gibi burada da para ödenmezdi. Oysa, Jarasbay onu dövmüyor, insan gibi yaşatıyordu. Hatşa, bir sonraki kışa et, un, tereyağı, beyaz tuz, beyin evindeki gibi sarı kibrit, ve hatta içki biriktirip hazırladı. Ona da bir iş bulundu: Baybişeye hizmet ediyordu. Artık iyi besleniyor, iyi giyiniyordu. Baybişenin verdiği kıyafetler ona olağanüstü gelirdi. Kendi eski kıyafetlerinden çocuklarına kıyafet dikti. Onların da güzel kıyafetleri oldu.

Kışıan Jarasbay, bahtıgul’a bunları dedi:

-   Oğlunun okuma yazmayı öğrenmesini istiyorsan getir.

Bu büyük bir iyilik idi.

Volost yöneticisinin aulunda Junus adlı genç Kazak yaşardı. Rus okulunu bitirmişti. Okuma yazmayı bildiği için millet ona “molla” derdi. Volost yardımcısının oğluyla beraber zengin ailesinden iki – üç çocuğa eğitim verirdi. Bahtıgul, gurur dolu yüreğiyle Seit’i mollaya getirdi.

- Voloste gideceksin, okuyacaksın, adam olacaksın – diye oğluna Bahtıgul söyledi. Seit ise bu büyülü sözleri unutmadı.

Kış boyunca Seit Rus Alfabesini öğreniyor, insan olmak için ona yardım edecek bir büyü sözlerini gibi ezberlemeye çalışıyordu. Okumayı seviyordu. Yakında beylerin tembel ve biraz da odun kafalı oğulları geçti. 

Molla, sevgiyle Seit’e:

- Büyüyünce molla olacaksın – diye söylerdi.

Bazen, Seit geceleri uyuyamıyordu: Büyüyünce molla olacağını düşünüyordu.

Bahtıgul’un ektiği ekinler çok güzel sürdü. Rençperin içi rahatlandı. Yazın Jarasbay’ın auluna tamamen yerleşti. Yazın sıcak havaları oğluyla dağ yükseklerinde bulunan yaylarda geçirdi. Doya doya köpüklü altın sarısı kımızı içti.

Yazın daha az işleri vardı. Volost yöneticisi, Bahtıgul’u eli altına aldı. Arkaında Jarasbay’ın büyük işleri olduğu günlük hayatın özel hayhuyu içinde yaşıyordu.

Bahtıgul, sahibinin kurallarını çabuk öğrendi: Volost yöneticisinin destek verdiği aullarda saygılı ve güleryüzlü olmak gerek, Jarasbay’ın sözü geçirmez olduğu aullarda ürkütücü ve dövüşken bir şekilde davranabilirdi. Arada sırada, Jarasbay, küçük aul toplantılarında Bahtıgul’a söz verirdi. O zaman Bahtıgul, belagatli bir biçimde konuşurdu. Ortada fena bir şeyin yürütüldüğünü fark edilmeyinceye kadar vefalı ve çevik idi. Eskiden Salmen’in adamlarına baktığı gibi artık aynen öyle bir şekilde millet ona bakmaya başladı. Bunu görür görmez rençperin ruhu karardı.

Salmen kendisinden haber vermezdi. Ardından bir yıl geötiğine rağmen Jarasbay da Salmen’den bahsetmezdi. Bahtıgul, volost yöneticisinin aklındakini kavramaya çalıştı. Düşündükçe yüzü kararıyordu. Yalan dolan dünya, kuşku uyandırıcı sessizlik.   

Sonbaharda seçimler olacaktı. Yılın başından itibaren Çelkar, Burgen ve diğer volostlerde soy partileri arasında iktidar için mücadele başladı. Aydan aya bu mücadele daha keskin ve açık oluyordu.

“Bu evden hayır beklenmez...” – diye Uzak görüşlü Bahtıgul aklında not ediyordu. Oysa, başına gelecek belanın biçimi ön göremedi.

Sıradan insanın kavrayamayacağı müthiş şeyler ortaya çıkmaya başladı. Rekabet, volost sınırından çoktan çıkıp koskoca ilin neredeyse yarısını kapladı. Eski hesaplarını kapatmaya çalışan, çözümü olmayan tartışmaları çözmeye çalışan zengin soylar, beyler, soylu kişiler kendi aralarında karşı karşıya girerdi.

Güçsüzler kuvvetli koruyucuyu, güçlüler müttefikleri arardı. Seçimler yaklaşınca iki gücün belirlendiği açık olurdu. Birinin başında Çelkarsk’tan volost yöneticisi Jarasbay, öbürün başında Salmen’in ağabeyi olan Burgensk’in volost başkanı Sat vardı. İkisinin rakibinin takımında gizli hareket eden ajanları vardı.

Sat’ın kendi volostinde daha çok desteği vardı. Jarasbay, kendi volostinde bu kadar desteği yoktu. Sat’ın arkasında kalabalık, kibirli Kozıbak soyu dururdu. Jarasbay’ın arkasında iki-üç soy vardı. İkisi zengin, ikisi de güçlü idi. Ama, aralarında anlaşmazlık olmayan iki soy var mıydı bozkırda? Lakin, kendine fazla güvenen Sat’ın karşısında kurnaz Jarasbay’ın ilde daha çok tanıdık vardı. Diğer volost başkanlaından daha çok tanıdıkları olduğu için seçim atının düzgünleri Jarasbay’ın elindeydi.

Kuru yaz mevsiminde ateşin kırlarda hızlı yayımlandığı gibi seçim mücadele hızlı başladı.

Rus memuru olan ve açık renk düğmeli kaftanı giyen il başkanının evrak birimine imzalı, beylerle soylu kişilerin tamga (mühür) vurulu ihbar mektupları gönderilirdi.

Sat’ın beyleri Jarasbay’ın haksızlıklarını görtermek için şikayet mektupları yazarlardı.her mektubun sonunda onun tutuklanması, gurur aşağılayıcı ve büyük cezayı ödemesi gerektiğini bildirilirdi. Oysa, her seferinde Jarasbay, masumiyeti kanıtlanmış şeklinde ilden dönerdi. Sat ise ilde zorluk çekti. Jarasbay’ın iftirası üzerinde on beş gün ildeki tutklu evinde geçirdi. Allah bilir, bu işin olması için Jarasbay ne kadar gayret ile para harcadı. Oysa, bu olay işe yayardı.

  Her yerden bunlar duyulurdu:

-   Doru atının alnındaki ak yıldız kadar ak. masum döndü... Rakibini ise sanki bir çapayı toprağa sokarmış gibi başının ucuna kadar pisliklere soktu... On beş gün, on beş gece!

Bu olaydan sonra  Jarasbay’ın destekçileri ile beraber düşmanları da çoğaldı. Oysa, korkunun olduğu yere kıskançlık gelirdi.

Beyler, durmadan göçmenlerin yerleştikleri yerleri dolaşa dolaşa kimileri övüterek, kimileri korkutarak oy kazanırlardı. O yaz, sıcak bir yaz idi. Kımız içecek zamanı bile yoktu. Seçimler, seçimler... Üç yıllık iktidar!

Jarasbay, Sat’ın takımındaki eksiği, korunmasız yeri arardı. Bunun için etrafından Sat’tan şikayetçi, inciltmiş, kararını vermemiş kişileri toplayıp onları ödüllendirir, para ile hayvan dağıtırdı. Sat’ın da aynı bir şekilde davrandığını bilirdi. Dolayısıyla kendi insanlarına dört gözüyle bakar, şüphe uyandırıcı olanlara Sat’tan fazla para verirdi. Üç yıllık iktidar! Bu her masrafı fazlasıyla kapatabilirdi.

Zaman geçtiğine rağmen kimin daha güçlü çıkacağı hala belli değildi. Sat, Kozıbak’larına çok güvenirdi. Onlar ise Jarasbay’ın sonsuz harcamalarından alay geçerlerdi.

- İlde kartal, volostte ise serçedir. Çelkar’lıların burnularını kırarız... – diye Kozıbak’lar söylüyordu. Bahtıgul, bunun neyle sonuçlayacağını hissediyordu.

Jarasbay’ın at sürüsü otlamak için yaylaya geçince tayları olan üç kısrak ile bir tay kaçırıldı. Onları aramaya koyulunca hırsızların izleri bulundu. Burgen’den güvenilir bir kişi Sat’ın emri üzerinde Salmen’in adamlarının atları kaçırdığını anlattı. Hırsızların peşinden gidildi. Jarasbay’ın insanları, atlarının geri verilmesini istedi. Oysa, Salmen utanmadan onlara küfür edip aulundan dışarı etti.

Öfkeden Jarasbay gece uyuyamadı. Sabahın köründe bir dakikayı kaybetmeden Sarsen’a bir şikayet mektubu yazdırıp ile göndertti. Bahtıgul, ulak olarak ile gönderileceğini düşünüyordu. Oysa, volost yöneticisi onu unutmuş gibiydi. Bahtıgul, üzüldü, kırıldı. Atın eyerini kaldırdı. Sabah boyunca beyin yurdunun yanında kalabalık vardı. İçeriden sesli konuşmalar duyulurdu. İçeride aksakallar tartışır, kavga ederdi.

 Öğleye doğru saygı değer aksakallar sıcak havadan kaçarken yurtlarının gölgesine dağıldı. Soğuk, taze kımızı içtiklerinde Jarasbay Bahtıgul’u yanına çağırdı.

Beyin kıpkırmızı, mor lekelerle kaplı yüzünü görür görmez Bahtıgul’un yüreğini kara his sıktı. Volost yöneticisinin sağ yanında kamçıyı oynatan beylerden en kuvvetlisi, esmer Kokış dururdu. Kaşlarını çattı.

Jarasbay, Bahtıgul’u yanına oturttu. Kasesine kımız doldurttu. İnce kaseden kımızını içerken konuşmaya başladı. Son sene boyunca Allah’ın izniyle Bahtıgul’un iyi yaşamından başladı. Bunu herkesin görüp bildiğini söyledi. O zaman Bahtıgul, kendisine garip gelen sakin ile kolay yaşamının o anda sona erdiğini anladı.

- Bu pis çakallar sopa kaldırmayınca kuyruğunu kısmazlar... – diye Jarasbay ekledi.

Kokış, çizmesine kamçıyla vurup yere tükürdü. Bahtıgul’un eli titreyip kımızı döktü.

Rençper adam, en çok korktuğu şeyin eski ilencin başına geldiğini anladı.

-   Uslu, sakin olursak mücadeleyi kaybedeceğiz – diye volost başkanı devam ediyordu. – Geç kalırsak, boyunlarımıza, hayvanlarımıza da kementi takarlar. İnsanlarımızı öldürür, atlarımızı kaçırırlar. Kendi adamlarımız bile beş kuruş parayla bizi satabilir. Demek ki Bahtıgul, bir sene bekledeğimiz an geldi.

Bahtıgul karşılık vermedi.

-   Kendine göre on yiğit seç ve hadi eyvallah! Salmen veya Sat’a ait at sürüleri bulamazsan gördüğün herhangi Kozıbak adını taşıyanı zarara uğrat. Bir kısrak sürüsü ve bir tayı kaçırır. En güzelini seç. Seçmeyi biliyorsun... ilk defa yapmıyorsun bu işi...

Bahtıgul, bu sefer de cevap vermedi. Elini kaftanına temizleyerek kımız dolu kasesini bıraktı. Boğazı kurudu. “Bir sene beklediğimiz an...”. Bu ne demek oluyor? Daha az zaman önce Jarasbay, beylere ve soylulara Bahtıgul’u evcilleştirilmiş bir hayvanı gibi gösteriyordu. Onlar ise beyi övütüyordu. Rençperler, Bahtıgul’un omzunu okşayarak sapık yolundan hakiki yolun var olduğunu söylüyorlardı. Bu ne zaman oldu? Dün. Şimdi ise “hadi eyvallah” mı diyorlar? İnsanlar ne der ki? Oğlu Seit’e ne söyleyecek?

Kokış Bahtıgul’un karşısında çömeldi. Öküzün kadar geniş boynunu bükerek güldü.

-   Ne oldu sana? Beyin verdiği ekmekten cesaretini mi kaybettin? Böyle bir iş için batur (bahadır) mezardan kalkar gelir!

Fakat, Bahtıgul’un yüzüne gülümse gelmedi. Jarasbay kasesine kımız doldururken söyledi:

-    Bunu ilk Sat başladı. Bu, herkesin bildiği bir gerçektir.başlangıç olmasaydı devamını gelmezdi. Onlar, gece hırsızlığına ellerini bulaştı. Biz ise yüzlerimizi haklı olarak ak baranta ile temizliyoruz.  Artık bundan sonra bu hırsızlar kaymakama gitseler bile herkes bizim tarafımızı tutacak. İster Ruz, ister Kazak... Anladın mı?

-    Hayır, efendim... anlamadım. Kafam karıştı – diye Bahtıgul hüzünlü cevap verdi. – Bildiğim bir şey var: Sonbahar yaklaşıyor. Sonbaharda hırsız mı barımtaç mı (barantaya katılan biri) hepsi yan yana asılı dizilecek... Kötülükleri fazlasıyla gördüm. Yalvarırım, gönderme beni!

Jarasbay, kızgın bir tavırla sözünü kesti:

-      Ne zamandan beri cezayı düşünmeye başladın? Şu Uzak görüşlü adama baksanıza! Borcunu mu unuttun yoksa? Atalarının sesini mi duymuyorsun? Sat, babanı batırdı. Salmen seni yetim bıraktı. Ben ise, Sat ile Salmen’in karşısına çıkman için sana güç verdim. Böyle bir fırsatı kaçırırsan korkak ve hainsin, boş boşuna geçimi sağladığım kafasız tembel birisin!

-    Efendim, bana neyi öğretiyorsun? – diye Bahtıgul mırıldadı. – Oğluma nasıl bir örnek olacağım?

Jarasbay, gizlice gülümsedi.

-    Sorumluluk bende! Bu dünyada ile öbür dünyadaki iktidarın karşısında sorumluluk bende. Parayı veren düdüğü çalar. Yediren benim, emreden benim. Emrim benim, günahım da benim. Git ve Allah’a dua et...

-    Yeterince kadar konuştuk. Gideceğini merak etme – diye Kokış ekledi.

Jarasbay ağır ağır yerinden kalktı. Bahtıgul, beyden erken kalkmak için fırladı. Şaşkın şaşkın diz üstü dondu.

Aynı gün Bahtıgul önderliğinde olan on kişi, Jarasbay, Sarsen ve Kokış’ın sürülerinden uzun kuyruklu, rüzgar gibi hızlı on en iyi aygırı seçtiler.  “Adil” barımtaya gidileceğinden ötürü yolculuk hazırlıkları gizli tutulmuyordu, akşama doğru da yiğitleri uğurlamak için küçüklü büyüklü aulların tüm sakinleri çıktı.

Yiğitler mütevazi giyindi, üzerinde gri çekmenleri vardı, ancak erkeğe kılık kıyafet değil de güç ve endamlı at yakışmaktadır. Seçkin delikanlılar hazırlandılar. Geniş omuzlarında çekmenler sıkı oturuyordu. Bir bakarsan – taşı yumruk ile yassıltabilecek, ayakları ise tıpkı uçan kırlangıç hızlı ve hünerlidir. Barımtaçlar neşeli ve eğlenceli oyun oynuyormuş gibi çapkın, kabaca şakalaşıyordu, halk önünde gösteriş yapar, kendilerini ve atlarını gösteriyordu. Atlara bakan da gözünü ayıramazdı. Düşük, düz eyerler altında kısa kuyruklu aygırlar kuru kafalarını tutuyor, ince ayaklarıyla sinirli bir şekilde yeri eşeliyordu. Bunlar at yarışlarının galipleri, namlı atlar idi. Akşam şafağının yumuşak ışığında temiz, bakımlı kılı sırma kumaş gibi parlıyordu. Atlar yerinde duramayarak hep atlılar altında dönüyordu; savaş davullarının seslerine benzeyen sık, hafif ve çınlak nal patırtısı aul üzerinde asılıydı.

Herkes Bahtıgul’u bekliyordu. O sanki başkalaşmış gibi büyük yurttan çıktı, nahiye başı onu uğurluyordu. Basit, sıradan kıyafeti herkesin hoşuna gitti. Ancak duruşunda ve tarzında daha önce görünmeyen, yeni bir şey hissediliyordu. Çekmen sol omuza çekildi, omuz ve el hareketleri bağlamamak adına serbest sağ kolu kuşağına sokuldu. Altıpatlar tabanca kuşak altında sırıtıyordu. Bahtıgul insanlar üzerinde ateş etmeyecek, ancak bu oyuncak ilk vuranı ve en güçlü olan, kendisine benzeyen birisinden ilk darbe alanı belli ediyordu.

Bahtıgul sallayarak, yavaş yavaş yoldaşlara doğru gidiyordu, bunlar da onu izliyorlardı. Onun yanında iken mahvolmak imkânsızdır. O herkesten daha sağlam ve büyüktür. Onun sağ kolundaki yuvarlak kaslar elden omuza esnek ve patlayıcı güç ile doludur.

Bahtıgul’un yüz ifadesi de değişmiştir. Kısılan dar gözlerinde aç ve sabırsız tutku parlıyor. Ancak hiç beklenmeden batıcı bıyık altında yumuşak, hülyalı gülümseme görünmektedir.

-                     Hey, yiğitler! – kesik ve amirane bir sesle söyledi o. – Yolunuzda başarılar diliyorum! – Sesi de genel sessizlik ve nal patırtısı içinde çınladı.

-                     Herkese başarılar, herkese! – cevap verdiler yiğitler.

-                      Öyle olsun! – diye dileklerine katıldılar uğurlayanlar.

Atların bağlanması için kullanılan gergin kemende yaklaşmadan önce, genç çoban kuyruğu bağlanan açık al atı Bahtigul’a doğru götürdü ve yol ortasında durdurdu. Batan güneşin kızıl ışığında at büyük ateşin alevine benziyordu. Bu nahiye başının en sevdiği attı; Jarasbay onu bozkır at yarışı olan bayga için tutuyordu.

Çoban elebaşın binmesine saygıyla yardım edecekti, ancak elebaşı dizginin sonunu kuşağına sokarak, üzengiye hafif dokunarak kendini eyere attı; at ayaklarını bükerek beş adım mesafesine yan bir atlayış yaptı.

-                     Haydi yallah! – diye emretti Bahtıgul, sonra atını mahmuzladı.

Atlılar sıkışarak atlarını sürürken eyerlere soyıl ve şokparları takarak onu izliyordu. Bazıları ise dövüşe değil de geziye çıkıyormuş gibi koltukaltında copları tutarak hareket ediyordu.

Aulun erkek, kadın ve çocukları uğuldayarak, çığlık atarak ve ahlar çekerek cümbür cemaat onları izlemeye başladılar. Güç, yiğitlik, yakışıklık bozkıra çıktı! Azarak şeytanı bile ezip çiğneyebilir…

Alaca karanlıkta açık donlu atların sağrıları hayal meyal görünerek ve karanlık bir noktada birleşerek, uzakta kayboldular, ancak auldaki herkes uzun zamandır hızlı dörtnalın eren dalgalı uğultusunu duyabiliyordu.

İşte öyle saf adam ve kurnaz adamların “adil” dedikleri barımta başladı. Beyler onun sayesinde eski kibrini okşuyor, yoksullar ise yüzyıllık özgürlük hırsını gideriyorlardı. Bazılar topuz ile kafasından vuruluyor, diğerler ise bedava hayvanları alıyordu. Herkes tüm beylerin beyi olan, kişiliksiz yüce hâkim tarafından belirlenen hakkını alıyordu.

Şafağa doğru Bahtıgul ve onun yiğitleri işlerini tamamlayıp 10 genç kısrak ve göze çarpan gür yeleli aygırdan oluşan küçük bir sürüyü Sat’tan çaldılar. Arkasında tüfek atış seslerini duymakla birlikte kovalayanları oldukça kolay geride bıraktılar. Sağ salim üç nahiye sınırında bulunan sessiz insansız dağlarda sakladılar.

Ayrıca geçerken geride sadece köpeklerin havlamasını bırakarak garip bir auldan yıllık kuzuyu aldılar.  Taşlar üzerinde hiç sakınmadan ateş yaktılar. Bahtıgul et pişirmeyi emretti, kendisi ise çıplak pürtüklü bir yamaca yukarı çıktı.

Ancak ileride keskin göğüslü, kanayanmış gibi kırmızı tuğla rengi kaya görünüyordu. Arkasında iğneyapraklılar ormanı yaban domuzun cıdavı gibi buruşuyordu. Gür kesif köknarlar yanmış gibi kapkara oldu, üzerinde de ışıldayan mavimsi sis asılıydı. Daha yüksek yanına varılmaz,  şerefli beyaz yurdu olan, güneş ile geceden kurtulmuş gibi karla kapalı yuvarlak tepe parlıyordu. Dipsiz gökyüzünde kartal süzülüyordu, o serçe büyüklüğünde görünüyordu.

Bahtıgul yukarıya, kırmızı kayaya, kara ormana, beyaz kar yurduna, süzülen kartala bakıyordu, göğsü ise sıkışmıştı. O bakarak şunu düşünüyordu: “Geride bıraktığıma ulaştım, işte tüm bulduğum budur!”

Aşağıda helezoni olarak berrak duman ateşten çıkıyordu, havada pişmiş et kokusu vardı, yiğitler kadınlar gibi gevezelik ediyor, yeniyetmeler gibi uğraşıyorlardı, ayakları altında vefasız kayrak taş hışırdıyordu. Bahtıgul sert bıyığını arada bir ısırarak yüzünü buruştu.

Gece baskının heyecanı mahmurluk gibi yok oldu. Canında acı çökelti kaldı.

-                     Ah! Nasıl olsa… Bari bir! – yüksek sesle söylüyordu Bahtıgul.

Şöhret kazanacak mı, kazanmayacak mi şimdi – onun için hepsi birdi. Onun kaderi Jarasbay’ın ellerindeydi. Bey idam eder, bey af buyurur. Allaha şükür o Salmen gibi değildir. Jarasbay senin ona vefalı ve gayretli hizmet ettiğini unutmaz.

-                     Oğlum, bizim için yeter, - fısıldadı Bahtıgul. – Kararlaştırdık.

Geri dönerek ateşe doğru yürüdü.

İşte öyle başladı barımta. O başarılı ve mühlik geceden itibaren soylar arasında eskiden görünmeyen karışıklıklar başladı. Hem gözsüz gece, hem gün ışığı, bozkır ve dağlar vahşi kavgalar ve dövüşler, kovalamaların çılgın ve sersem sesleri, kan, sımsıcak gökyüzüne çıkan kara yakıcı toz ile dolu idi. Baskınların küfür dolu uğultusu arkasında eski zamanlarda gibi hırsızlık sine sine yaklaştı, aullara ve otlaklara dağıldı. Çok geçmeden hiçbir peygamber, hiçbir kâhin gece olsun, gündüz olsun, barımtayı hırsızlığından ayıramazdı. 

Bozkırdaki seçimleri jüte benzetenler doğrusunu söylüyorlar. Bozkırın kışın derdi olan jütün ne zaman vuracağını önceden kestirmek zor. Seçimler ise üç yılda bir düzenlenmektedir! Jarasbay da herhalde ya üstün gelmeye, ya batmaya karar vermiştir.

Eskisi gibi her gün onun huzurunda millet toplanır, gürültücü görüşmeler yapılır, konsey çağrılır, misafirler gelir… Sayılmaz hayvan ikram olarak kesildi, armağan olarak kementle yakalandı. Bey kolundan da ne kadar çok uzun para aktı! Jarasbay ilkbaharın malının üçünü birkaç ay içinde harcadı. Şimdi o eskiden Salmen gibi Bahtıgul ve onun yiğitlerini rahat bırakmıyordu. Ancak bu kurnaz birisi en azından giderlerini telafi etmek adına değil de ölç almak adına almaya gönderdiğini söylüyordu. Vallahi güzel konuşuyordu!

Başarısı da şaşırtıcı değil idi, o güçlü bir destek, Sat’ın arkasında güçlü bir müttefiki buldu. Aniden Jarasbay, küstah kozıbakları sevmeyen şişmanların güçlü aulu olan Burgen nahiyeden dosayların aulu ile dost oldu. Bu da özel harcamalara ve masraflara yol açtı.

Bilgeler, tecrübeli bozkır siyasetçiler şunu diyorlar: çimen akarsuyu durdurur, kız ise kaynayan düşmanlığını yatıştırır. Evet, evet, gelin lazım. Dosay soyunun başının Kalış adlı genç güzel bir kızı vardı, Jarasbay da dosaylara kızını istemeye insanları gönderdi.

Bahtıgul bunun nedenini hızlı kavradı. Tabiki Jarasbay kızın güzelliğine göz dikebilir, evine sevdiği baybişenin yanına genç tokal karısını getirmeyi isteyebilirdi. Ancak bu asıl mesele değildir. Asıl mesele ise şuydu, ki Jarasbay kendisi elli deve seçip bunları kızın babasına gönderdi. Olağanüstü ve han kızına değer bir başlıktı. Bundan önce de velilere hediyeler verildi.

Gerçekten dünürlük en iyi birliktir, o hayvanlarla perçinlenir, öyle sağlamlık da kan yemininden daha güvenilirdir. Bundandır nişanlıların aulları karındaki bağırsaklar gibi ebediyen uyuştu, Sata ise üzüntü düştü, içinden sızılmaz, yanından geçilmez dosayların aulu saksaul bitkisinin kılları gibi yolunu kesti.

Bozkır ise terzil edilmiş kadın gibi inliyordu. Orada burada barımtaçların hışmına Sat ve Jasarbay işlerinden uzak olan suçsuz yoksullar uğrar, acı çekerlerdi. Gözyaşları boşuna dökülüyor, beddualar yağıyordu. Jüt denildi ya!

Jarasbay işlerine büyük boyutlar kazandırdı. kendi ve komşu nahiyede tüccar gibi kaçırılan hayvanları satıyordu. Bahtıgul süre süre getiriyor, Kayranbay sokuyordu. Biri elde eder, diğeri ise elden çıkarırdı, hızlı ve sorunsuz bir şekilde kurtulmak için pazarlık yapmadan, yarım fiyatıyla satardı. Salmen bunu hiç beceremiyordu. Hayvanlar akıp gidiyordu, gece ortaya çıkar, sabaha doğru ortadan kayboluyordu, Jasarbayın zenginliği de azalmıyordu.

Bahtıgul her şeyi boş verdi. Kanlı hummalı bir sis, gündüz göz gözü görmeyen tozlu bozkır fırtına içindeymiş gibi yaşadı. Baskınlarda kaçırılan hayvanların nerede kaybolacağını bilmiyordu. Jarasbay, elebaşınıniçi rahat olsun diye çaba harcadı. Sarsen, Kayranbay ve Kokışa şunu sert bir biçimde emretti:

-                     Siz çalışırken o uyusun! Gelberi ocakta yansın, ama bizim uzak görüşlümüz işkence altında olsa bile hiçbir şey söyleyemezsin.

Seçimler başladı. Jarasbay kazandı ve Çelkar’ın yöneticisi kaldı. Sat başarısızlığa uğradı ve seçilmedi. Dosayların aulu da Burgen’de kendi adayını geçiremedi, ama kozıbaklar yenildi. Jasarbay boşuna masrafa girmiyordu. Hem kendi nahiyesinde, hem ilçede uzun ve altın yünlü iktidar koyununu kırkma sırası geldi.

Hemen huzuruna Bahtıgul’u çağırdı, tebriklerini kabul etti ve hoşgörülüce arkasını vurarak evine gönderdi.

-                     Git, uykunu al. Karını, oğlunu sevindir. Sana gelecek seçimlere kadar üç yıllık olsa bile tam bir izin veriyorum.

Bahtıgul gizlenmeyen rahat bir nefes aldı.  O sahibinin gözünden çabuk kaçmayı istiyordu, sahibi ise onun çekilip uzak gittiğini istiyordu.

-                     Ferman sizin, değerli bolıs, - dedi rençper saygıyla.

-                     Gitsene… Daha sonra göreceğiz, - devlet beyi istihfafla cevapladı.

 

7

Kara sonbahar geldi. Bahtıgul kışlağına gitti. Oğlunu ata bindirerek yanına aldı. Bahtıgul, sahibini selamlamak için nahiye başının aulunu ara sıra ziyaret ediyor, sonra birkaç gün misafir olarak kalıp içi rahatken evine, aile ocağına geri dönüyordu.  Böyle günlerde aulda yabancı görünüyordu, işlerden ve hesaplardan uzak durup bunlarla hiç ilgilenmiyordu. Tek başına yaşıyormuş gibi yağıyor, insanların konuşmalarına kulak asmıyor, dedikodu dinlemiyordu. Bundandır nahiye başının partisinde olup biteninden habersizdi. Tek bir şeyi aklında tutuyordu: onların ortak düşmanı kozıbaklardı. Bunu iyi hatırlıyordu, diğer şeyler hakkında ise başkalar düşünsünler.

Ulak, köpüğe batmış bir atı sürürken gittiğinde ve eyerden “Jasarbay seni çağrıyor!” diye bağırdığında Bahtıgul pek heyecanlanmadan ulağı izledi.

Aulda nahiyenin tüm elebaşları topladılar, dışarıdan gelen birileri de vardı. Atları karıştırarak ve bunlara otlamaya izin vererek gelenler nahiye başı etrafında oturdular. Bahtıgul herkesten biraz uzak bir yerde Burgen nahiyenin komşuları olan orazların aulundan gelen insanları gördü. 

Burgen’de orazların soyu Jarasbay’ın akrabalarını olan dosayların soyundan daha zayıf, kozıbaklardan ise çok daha zayıftı. Ancak güçlü olanlar birbirlerini boğmaya çalışırken orazlar kendi adamını nahiye başı makamına geçirdiler. Seçimlerden sonra ise yeni Burgen nahiye başı kaybedilen Sat’ın ekmeğine yağ sürdü. Belli ki, zayıf soylu nahiye başı tamamen bağımsız olamazdı, dolayısıyla kozıbakların dizgini altına uğradı.

Bahtıgul orazları görüp şunu düşündü: “Büyük bir ihtimalle bunların şikayet üzerine herkes çağrıldı”. Bahtıgul yanılmadı. Barımta zamanında onun insanları bunların Burgenlılar olduklarından hayvanlarını kaçırıyordu. Ancak Bahtıgul’un hatası başka idi. Jarasbay onu soğuk bir şekilde karşıladı. Selamını isteksizce, kendini zorlanıyormuş gibi kabul etti. Selamından sonra adetlere uygun bir şekilde soruları bile sormadan hemen yabancıya gibi çattı, sert konuşmaya başladı:

-                     Ah, Bahtıgul… kararı bilmiyorsun. Ölçüyü kaçırdın. Sana inanıyordum, herkese de pis işlerle uğraşmamanı söylüyordum. Seni savunduğum zaman sen ise itibarıma leke sürüyorsun. Beni neden böyle cezalandırıyorsun? En azından anlatsana…

Jarasbay Bahtıgul ile bu şekilde hiç konuşmazdı. Nahiye başı adil öfkeden inliyordu, yüzü kıpkırmızı idi. Bey aziz hararetle kendini aklıyor, uşağından açık yürekli itirafını talep ediyordu. Bahtıgul dinliyordu, velinimeti önünde ne kadar suçlu olduğu hususu onu şaşırttı.

-          Değerli bolıs, kabahatim ne? Çok heyecanlanmışsınız. Benim için farklı sözleri bulamadınız mı? İlk önce suçumu belirleyin, sonra pişman olmadan idam edin. Öfkeli dil tarafından uydurulan iftirayı duymak gönül kırıcıdır. İlk önce kontrol edin, soruşturarak öğrenin.

-          Öğrenmeme gerek yok! Senin olduğunu açık görüyorum. Senin dışında kimse bunu yapamaz… Senin elin hissediliyor… Doğrusunu söyle, Burgen nahiyesinde orazların aulundan bir doru, bir kır aygırı ve iki kısrağı sen mi aldın? Aldığını tazmin et! –korkunç bir sesle emretti nahiye başı.

Bahtıgul onu dikkatle inceleyerek susuyordu. Almış olabilirdi, gerçeği budur. Bahtıgul kendini temize çıkartmayacaktı, yalan söylemeyecekti. Ancak nahiye başı da aptallığa vurmamalıydı, çünkü bu atlar orazlardan onun emri üzerine kaçırıldı, burada bunun çok tanığı vardı. Ancak onlar da Bahtıgul’a bakarak sessiz kaldılar.

Nahiye başı kendi elebaşından vazgeçmiş, yüz çevirmiş olabilir miydi? Kesinlikle olamazdı! Göz boyamak için yabancılar önünde kesin bir rol yapıyordu. Bey ne yapmak ve söylemek gerektiğini daha iyi biliyor, şimdi onunla tartışmamalı ve oyununu bozmamalı. Büyük bir ihtimalle uzak bir hedef ve ince hesaplar mevcuttur.

-          Eskiden evirip çevirmiyordum, şimdi de sıyrılmayacağım. – dedi Uzağı Gören Bahtıgul. – karınlarımız, hayatlarımız da senin ellerindedir. Nasıl sana karşı çıkabilirim ki? Sen benim tek hakimsin, Tanrı ise senin hakimin! Atları aldım. Orazlara tazmin etmek için elinden geleni yap. Söyleyecek başka bir şey kalmadı.

Aksakallar ve kara sakalları olanlar birdenbire canlanmışlardır, onlar sakallarını sallayarak, gözlerini kısarak, parmaklar sallayarak, hareket etmeye, yerlerinde kurtlanmaya başladılar. Uşağın sözlerinden hoşlandılar. İtaat ve iktidar birbirlerini sever.

Nahiye başının basireti ve adaletine övgüler duyuldu. Biri Bahtıgul hakkında şunu söyledi:

- Çok yoksuldur, ancak han gibi cesur. Ölecek ama doğrusunu söyleyecek.

Diğeri ise şöyle dedi:

-          İnsanı öldürecek olursa öldürür ve sahibinden saklı tutmaz. Aldıysa aldığını diyor… - Bu da nahiye başı adına söylenen bir övgüydü.

O an Bahtıgul sahibinin gururunun okşandığına seviniyordu.

Ancak o bir şeyi anlayamazdı. Bahtıgul bakınarak şikayetçi orazlar yanında dosay aulundan insanları gördü ve gözlerine inanamadı. Nasıl olabilirdi ki? Yaz boyunca birbirine uzlaşmaz düşman oldular, şimdi ise kuş yavruları ana yuvasına üşüşüyormuş gibi üşüştüler, yan yana dizleri sıkıştırarak oturdular, aralarında memnuniyet ve uyumun olmadığı hiç gözükmüyordu.

Burada yargılanan kendi adam, Bahtıgul idi. Onun sıyrılmadan suçunu direk kabul etmesine rağmen nahiye başının sesi yumuşamadı, yüzü de ısınmadı. Jarasbay bağırarak öfke ile küfrediyordu, sonunda da şöyle bir gözdağı verdi:

-          Yüz vermemi hiç bekleme! Sana dürüst olduğun için şefkat gösterdim, gönlümde yerleştirdim, kendi adamı sandım. Eğer bir kere daha doğru yoldan bir adım olsun bile ayrılacaksın, o adımdan itibaren seni hiç sayacağım, ben de sana yabancı olacağım. Adım atmaktan önce iyice düşün…

“Bu kadar da fazla artık!” diye düşündü Bahtıgul, ama yine de hiçbir şey söylemedi.

Diğer insanlar da nahiye başının sesiyle, onun öfke ile dolu ve amirane bir eda ile büyülenmiş gibi sessiz kaldılar.

Muhteşem bir sesti, gerçek Tanrı armağanı idi, ahlakı ve onuru savunan adamın öyle bir sesinin olması gerekiyor!

Bey orazların büyüğüne işaret etti.

-          Şimdi bu adam, kaçırdığın hayvanların sahibi, seninle birlikte gidecek. Onu evine götüreceksin ve elden ele ona dört eksiksiz at vereceksin, atlar da sakın aldığın atlardan kötü olmasın! (“O atlar acaba nerde? – diye düşündü Bahtıgul”). Suçunun cezasını çekmek için de başına geçecek bir atı ve tazmini tamamlanmak için bir deveyi vereceksin. İşte bu haklı ve vicdanen olacak!

Bahtıgul ağzını açacaktı, ama sonra şaşakaldı. Copla ensesinden vurulmuş gibi idi. Etrafında herkes dut yemiş bülbüle döndüler. Demek, onlar da şaşırmışlardır.

Bahtıgul’un biriktirdiği hayvanları ve bunların sayısını bey iyi derecede biliyor. Biliyor ama yine de yarısından fazlasını vermeyi emrediyor. Deveyi vermeyi de emrediyor!

Daha sonra Jarasbay Bahtıgul’dan aldıklarını fazlasıyla geri verecek, başka türlü olamaz ki! Bolıs çağıracak ve yabancılar olmadan teselli verecek. İtaatli kölesine hayvanları hediye edecek, sıcak söz söyleyecek, malında eksik olmasın, gönlü kırılmasın, haklı ve vicdanen olsun diye.

İşte oraz soyundan insanlara ve nahiye başının emrinin ne kadar doğru yerine getirileceğini kontrol etmek için gönderilen aksakal Sarsen’a yol gösterirken öyle düşündü Bahtıgul.

Ancak bir, iki, üç gün geçti de nahiye başı Bahtıgul’u yanına çağırmadı. Vakti yoktu. Çok önemli ve acil işi vardı. Bey Bahtıgul’u unuttu. Bir an içinde gaddar düşmanlarının gönlünü almak için vefalı dostunu yıktı ve gönlünü kırdı, çiğneyip geçti ve geri bile bakmadı! Neden bunu yaptı ki?

Bahtıgul şaşkın idi. Hatşa’nın yüzü ağlamaktan karardı. Seyit babasına tuhaf ya düşünceli, ya kayıtsız bakışla bakıyordu. Oğlan bazen gizli düşüncelerine alçak sesle gülüyordu, bu durum da Bahtıgul’u hem korkutur, hem kızdırırdı.

Tahminlerden yorulan Bahtıgul, derdini dökmek, tavsiye almak ve ileride nasıl bir hayat sürmek gerektiğini anlamak için etraftaki aullarda yaşayan komşu ve arkadaşlarına atıldı. Ancak herkes onu kuşku ile karşılıyordu. Başı uydurmalar, masal ve söylentilerden dönüyordu, tüm bunları saç sakal ağaracak kadar anlamak imkânsızdı. Tıpkı kardeşi Tektıgul’un ölümünden sonra kendini yine kervandan geri kalan, çölde bırakılan, yolunu umutsuzluk verecek kadar kaybeden olarak hissetti. Yine gönülsüz taş duvarı gibi yetim kısmeti çıktı önünden. Tüm insanlar, tüm dünya duvarın öbür tarafındaydı, o ise kesilen parmak, koparak saç gibi yapyalnızdı.

Yaz sefahat barımta ziyafet gibi idi. Sonbahar mahmurluk bastı, ancak şişman olanları değil de zayıf olanları. Baba ve dede zamanlarında gibi kara beyaz olarak, beyaz ise kara olarak gösteriliyordu, bozkır beyler bunun uzmanlarıdır. Suçlu olan hava atarak ve yuvarlak göbeğini şişirerek geziyor, suçsuz olan ise rezil edilip yırtılmış yakasından sürükleniyordu, bu da alışılagelmiş ve eski bir manzara idi!

Seçimler geçer geçmez, nahiyelerde barımta gümbürtüsü sakinleşir sakinleşmez ilçede yankılandı. Büyük devlet amirleri uzun jandarma kulakları kesildi. Şehrin kalın duvarlı kançılaryalarında kendine göre hüküm veriliyordu:

-          Kırgızlar (o zamanlarda Kazaklara böyle diyordu) arasında kooperatif binicilik sıklaştı… Saldırgan bir durum ortadadır. Bu hastalık da kırgız nahiyelerinden kazak köylerine yayılabilir.

-          Muhafız ve nöbetçilerin raporlarına göre etrafta itaatsizlik mevcuttur. Bazı durumlarda memurlara ve yukarıdan belirlenen rütbe sembollerine karşı saygı gösterilmez.

Nahiye başlarının bir birlerine karşı yapılan yaltakça ihbarlar ateşin üstüne benzin döküyordu. Onların belgeler çiçek döküntüsü gibi isyan, isyancılar, karıştırıcılar, hırsızlar gibi korkunç kelimelerle doluydu.

Memur argosunda ise “hırsız” ve “isyancı” kelimeleri aynı anlama geliyor.

Bir soğuk sonbahar günü, jandarma şefinin emri ilçeyi bir patlama gibi sarstı. Tüm nahiye başları, tüm aulların beyleri ivedilikle sorgu ve azarlama için şehre çağrıldı.

Vilayette yazışmalar başladı! Kançılarya masaları arkasında oturan, cam mürekkep hokkaları ve mermer kurutmaçlar üzerinde yükselen hem önemli, hem önemsiz ve düşük rütbeli çalışanların faaliyetleri büyük boyutlar kazandı. Eski geleneğe göre gözdağı veriliyordu. Seçilen nahiye başlarına görevden alma ile tehdit ediliyor, soy ve partilerin başlarına ise anavatanından sürgün ile tehdit ediliyordu. Kimseye sezdirmeden dipsiz ceplerini rüşvetlerle dolduruyorlardı. Sonra “Beyefendi, bölgen uslu olsun!” diye emrederek bırakıyorlardı.

Böyle bir sarsılış şişmanları olumlu yönde etkiledi. Sert kımızdan sonra deri altında oluşan sarhoş kaşıntı hemen geçti. Veba gibi korkunç ve şifasız entrikacılık hastalığı iyileşmeye başlamış gibi görünüyordu.

Düşman olan partilerin başları şehre ortak, sanki bayram toplantıya geldiler ve göstermelik şenlik başladı. Seçkin gri ve diğer donlu, alnında dazlak yeri olan ve olmayan atları kesiyordular, gökyüzüne temiz, bakımlı beyefendi ellerini kaldırarak, istenilen anlaşmaya varmak için çekişmelere son vermeye çağırarak Kuran’ı yüksek sesle okuyordular. Sonuç olarak şahitler önünde kurban edilen kan üzerinde, hırsızlık kim tarafından başlandığını bilmiyormuş gibi kurnazca hareket ederek, halktaki çekişmelere ve hırsızlığa son vermek için ant içtiler.

Diğerleri örnek alarak onların gözlerinde Jarasbay ve Sat barıştılar.

Anlaşma uyumlu ve kolay idi. Aksakal sömürücüler, tecrübeli yalancılar leb demeden leblebiyi anladılar ve hiçbir isim söylemeden jandarmalar için suçlanacak ve kovalanacak olanları önceden kestirdiler.

Nahiyede rüşvet vermeden huzura kavuşulmazdı, bu da eski bir gelenek idi. Ancak bu sefer özel bir rüşvete, yani suçlu insanlara gerek vardı.

Şehirde yaşayan dilmaç Tokpayev Jarasbay’ın adamı idi. Jarasbay onunla alışıp dost oldu, uyuştu. Tokpayev bey için koruyucu melek, daha doğrusu, kışın olsun, yazın olsun kendi hizmetlerinin dünya karşılığı olarak para ve malı alan bildirici melek oldu. Bir vakitler bu ilçe gökyüzlerinin sakini, gerekli insanlara öfkeli olduklarında ilgili belge ve gerekli para vererek Sat’a damı “ikram etmek”te yardımcı oldu.

Seçimlerden sonra dilmaç Jarasbay’ı şehirde bulunan kendi dairesine çağırdı ve baş başa, kulak kulağa şefkatle uyardı:

-          Üstler öfkelenmektedir. Birçok ihbarlara göre hırsızları, onlar arasında da meşhur at kaçıranları saklanıyorsun.

Tokpayev, en bilinen, en koyu, en göze çarpanlardan bir yada iki kişiyi üstlere ele vermeyi önerdi.

-          En önemlisi, bey mahkemesinde kendileri mahkum edin, şehre kıl kementle bağlanıp mahfuzen getirin. İşlerin görünüşü düzgün olsun diye.

Bahtıgul bundan habersizdi.

Çelkar nahiyesinin beylerinin toplantısı yaklaştı. Nahiye başı bunları üç dört ayda bir tartışma ve kavgalar biriktiğinde yanına çağırıyordu. Genele beyler yargılıyordu, onların arkasından ise nahiye başı “Ben değil de aksakallar, halkın en bilgeler karar verdiler, idam ettiler” diye söylüyordu.

Ancak olağan toplantıda beyler genel borç ihtilaflara değmeye değil de büyük önemi arz eden ve özel bilgeliği gerektiren mesele ile uğraşmaya niyetlendiler. Bundandır toplantıyı sabırsızlıkla ve olağanüstü bir ilgi ile bekliyorlardı. Bekliyor ve nahiye başını sıkıştırıyorlardı. Bahtıgul bundan da habersizdi.

Yıpranmış çekmene yamalar, yoksul olana dertler yapışır. Bahtıgul şaşkınlık içindeyken tavsiye almak için komşuları ziyaret ettiğinde, kozıbakların hayvanlarından birkaç baş yok oldu. Hem hırsız, hem kaçırılan hayvanlar iz bırakmadan kayboldular, kozıbaklar ise hemen Bahtıgul’u suçladılar. İz yoksa demek ki o kaçırmıştır! Kör, gözleri görür olduğunda göreni görür diyen atasözü doğrudur.

İki kişi kaybolan hayvanları aramaya geldi. Bahtıgul’un evine girerek tıpkı bir sene önce tüm köşeleri incelemeye başladılar. Bahtıgul ilkin şaşırdı, çünkü küstahlar yabancı nahiyede kendi nahiyesinde bulunuyormuş gibi davrandılar. İşte budur kozıbaklar! Ancak Bahtıgul ilk önce bunları kavga etmeden savmayı çalıştı. Gitmediler. Sahipler gibi bağırmaya başladılar:

-          Geçen senelik olaylarının tekrarlanmasını mı istiyorsun? Kamçılarımızı mı özledin?

Bahtıgul’un başına kan çıktı. O çizme koncundan kara sapı olan dar ve uzun bıçağı çekti:

-          Dizginsiz köpekler! Yırtacağım…

Gelenlerin kötü dilli ve şişirilmiş göğüslü “cesurlar” olduğu ortaya çıktı. Bıçağı görünce ikisi küfrederek kendi atlarına doğru koşmaya başladı.  Uzun zamandır Bahtıgul’un kışlağının çevresini yukarıdan dolanarak kötü, şeni laf atıyorlardı. Çakallar, aslanın onları kovalamayacağını biliyorlardı.

Aynı gün Hatşa lezzetli et kızartmasını pişirerek Jarasbay evine layık bir ikram ile nahiye başının auluna gitti. Ancak baybişe Kadişa ete bakladan bile onu rastık çekilen kaşlarını çatarak karşıladı. Hatşa ona “teyzeciğim” diye hitap ediyordu, kendisi ise ancak dudak büküyor ve kibirli homurdanıyordu. Ev sahibinin peşinde sığıra bakan kadınlar, ev kızları her sözünü hicvetmeyerek, yüzüne pis pis gülerek Hatşa ile alay etmeye başladılar.

Bir anda Jarasbay huzurunda iken Hatşa baybişe’ye oğlu Seyit’ten bahsetti:

-          Aptal mollanın öğretisini sevmiştir. Hep şunu diyor: kış eli kulağındadır, ne zaman beni göndereceksiniz? Nasıl cevap vermem gerektiğini bilmiyorum.

Ancak ne nahiye başı, ne baybişe kafasını çevirdi. İkisi evinde Hatşa yokmuş gibi sessiz kaldı. Hüzünlü ve korkuya kapılmış Hatşa kendi perişan kışlağına döndü. Sonra Bahtıgul kendisi gitti ve çok geçmeden asık suratlı, suskun döndü.  Herkes nahiye başının aulunda ona yan bakıyor, dişleri arasından konuşuyordu. Peşine parmakla gösteriyor, arkasından “Dik başlı” diye kindar laf atıyorlardı.

Yakın zamana elebaşı ve herkesin sevgilisi olan on gündür herkesçe terkedilmiş sapa bir yerde bulunuyormuş gibi, evden hiç çıkmadan, hiçbir yerde görünmeden, olup bitenini ve ileride olacağını nafile kestirmeye çalışarak yaşadı. Tutuklu gibi yaşadı, bir rastlantı sonucunda gelip geçen yabancı birisinden Çelkar’da beylerin toplantısı üç gündür devam ettiğini öğrendi.

İnsanların dediklerine son derece acımasız ve öfkeli beyler toplaşmışlar. Hiçbir merhamet ve hoşgörü duymadan sert hüküm veriyorlar. Ayrıca sanki hırsız ilan edilen yirmi kişiden oluşan kara liste yapılmıştır. Listede yer alanları hiç kimse bilmiyor ama talihsizlerin hapse atılacağı malumdur.

Hatşa bir yerden listede yer alan birisinin ismini öğrenebildi. Jadıger idi. Yıl boyunca hissedilmeyen bir duygudan Bahtıgul’un içi ürperdi. Genç delikanlı Jadıger yazın barımta zamanında elebaşının sağ eli idi.

-          Cinler hedefini görüyorlar, - dedi kendi kendine Bahtıgul. – Sıra bende.

O günlerde Bahtıgul hiç gülümsemedi, neredeyse yemedi, hiç uyumadı ve hiç kimse ile konuşmadı. Kaşlarına kürk şapkasını çekerek hareket etmeden delik yatağında sırt üstü tutuk gibi yatıyordu. Sönmüş gözlerinde tüm dünya devrilmişti.

O yatıyordu ve çağrılacağını bekliyordu.   

İşte çağrıldı. Fahri haberci çantasını taşıyan adam geldi ve onu götürdü.

Temiz ve güzel süslenmiş, yüksek sekiz kanatlı yurtta yastık ve battaniyelerin yumuşak tüylerine gömülü iken şişmanlar uzanıp yatıyorlardı, onlar gece gündüz et yediğinden sersemlenecek kadar tok idiler. Onlar yiyor ve hüküm ediyorlardı. Ayrıca kırcından hayvanları kaybeden auullardaki köpeklere benziyorlardı: gözleri kanla dolu, enseler kırışmış, kuyruklar kuduz olanlarda gibi kısılmıştır, leş yedikten sonra insanlara saldırıyorlar.

Bahtıgul düşe kalka uzun hastalıktan cılızlaşmış gibi girdi, sessizce selam verdi ve kapılar yanında durdu. Sert ihtiyar reisi olsun, müşfik Sarsen olsun hiç kimse ona acıyarak bakmadı. Beyler selamını fark etmekten korkuyormuş gibi yüzünü çeviriyordular, sığıntılar ise tam tersine ona balık gözlerini dikiyordu, onun selamlarından beti benzi atıyordu. Bahtıgul’a sağlık sıhhatini, hayatını soracak biri yoktu.

“Şimdi mesele ne olduğunu anlıyor musun?” diye sordu Bahtıgul kendi kendine cimri bir gülümsemeyle, ve daha sonra hiç beklenmeden rahat bir nefes aldı.

İçi aydınlanmış, kafasında her şey aydınlığa kavuşmuş gibi idi. Bu tanıdık ve alışılmış bir meseledir. Dünyada adalet yok, hiçbir zaman da olmayacak. Her şey çok basittir.

“Temizim, kabahatim yok, - dedi Bahtugul kendi kendine. – Hırsızsam siz üç kez hırsızsınız, siz beni suçlayamaz, yargılamazsınız. Tanrım benim tanığımdır!”

O kendi kendiyle tartışıyormuş gibi kendine haklılığını ispat ediyordu, o arada beyler yargılamaya başladılar.

Tabii kozıbaklar davacılardı, beyler de başını dikkatli ve saygı ile dinlediler. Sonra zevk ile balgam çıkarıp, suratlarını astılar ve birlikte suçlanana saldırdılar.

Ancak ne kadar çok horozlanırsa horozlansınlar Bahtıgul yese düşmedi. Eskiden gibi suçunu inkar etmiyordu. Birinci, ikinci ve üçüncü beye sakin cevap verdi:

-          Saklı tutmadım, tutmayacağım da. Kozıbaklardan hayvanları kaçırdım.

-          Niye kaşırdın? Neden aldın?

-          Sizin partinizde olduğundan dolayı!

Çelkar beyler hemen sustular. Burnundan sesli solunarak hiş konuşmadan bakışmaya başladılar. Kısa boylu, şişman, iğne gibi direk bıyıklı kozıbak beyi onlara yardım etti.

-          Ah bu parti… Zavallı partiniz! –diye çağırdı otok kahkaha atarken. – Biçare parti kime hizmet etmiyordu ki, meğer sana da eşek gibi sırtını vermiştir. Haydi be!

Çelkarlılar pis gülerek, parlayan dudaklarını yalayarak canlandılar.

-          Sat’a karşı veya orazlara karşı nasıl hesapların var acaba? Onlarla bir halk toplantısında tartışabilmiş olabilir misin? Çelkar iktidarına arka çıktın mı, halk ihtiyaçlarını savundun mu? Ne zaman tüm bunlar meydana geldi? Hiç hatırlayamıyorum… Bir lütuf yap, hatırlat bize.

Beyler geri eğerek ve göbeklerini tutarak gülmeye başladılar.

-          Ayrıca hatırlat bakalım, belirlenen beş atı kozıbaklardan niye aldın? İşte bunu söyle, canım… Belirlenen beş atı…

Bahtıgul acı şaşkınlık içindeyken etrafına bakındı. Niye gülüyorlar ki? İlk önce gerçekten hangi beş atın söz konusu olduğunu hatırlamaya çalıştı, sonra neşeli beylere bakarak kendisi de güldü. Hem dost, hem yabancı, hem davacı, hem hakimlerin keyfi her zaman yerindedir.

-          Beş aldım, beş kere beş de aldım, - boğuk sesle dedi Bahtıgul. –Ne kadar aldığımı bilmiyor musunuz? Tabi ki kendimi düşünmeden, esirgemeyen nahiyemi savunuyordum. Adınıza savaştım, dert çektim, sahibim adına, karnı adına kendimi tehlikeye atıyordum.

Beyler hemen telaşlandılar, Bahtıgul’a söz bitirmeye izin vermeyerek gürültü çıkardılar.

-          Bak ne uyduruyor, sözü nereye götürüyor?

-          Savaştı… Bu ne cüret! Kimden böyle sözleri öğrendin?

-          Savaştı, hırsızlık yaptı. Onun için bu iki söz aynıdır.

-          “beş kere beş” diye kendisi söyledi.

-          Saygılı insanlar, benden ne istediğinizi anlamıyorum, - gücünü tutarak dedi Bahtıgul alçak sesle.

Beylerin başı kibirli böyle cevapladı:

-          Yaptığın suçlardan dolayı seni yargılamaktayız. Cinai sözlerin yasaktır!

Sonra söylenenden memnun kalarak yavan bir ses çıkardı, beyaz sakalını kurum ile okşadı:

-          Rütbene göre olmayan, güçlerin yetmediği, anlamadığın şeylerden hiç konuşma! Yükümlü olanlar, Tanrı tarafından atananlar kendi işlerini kavrayamadığın yüksek anlayışa göre hareket ederek kendileri halledecekler. Nahiye partimiz söz konusu beş attan ve tüm diğer şeylerden ta eskiden temizlendi. Dedim ya, eskiden bir de tamamen temizlendi! Kendini temizleyip de yasal davacıya iz sürdürdü, onu adil yola yöneltti. Şimdi hesaba çekildin, suçunun sorumluluğunu al!

-          Ama suçum ne? –yeis içindeyken sordu Bahtıgul. – Kendim için kaçırmıyordum ki, aldığımdan zengin olamadım ki. Emirlere uyarak zoraki aldım. Emrettikleriniz yaptığımdan mı suçluyum? Söyleyin lütfen…

-          Acaba kim sana hırsızlık yap diye bir emir verdi? –küstah gözlerini fal taşı gibi açarak sordu kozıbak.

Bahtıgul başını önüne eğdi. Tereddüt içindeydi. Bu insanlara bakmaktan, dinlemekten ve cevap vermekten utanıyordu.

-          Susuyor musun? Yalancı!

-          Kendiler söylesinler! – hüzünlü sesle söyledi Bahtıgul. – Onları hızlı ve yakın bir yerde bulacaksınız. Onlar işte onur yerlerinde oturuyorlar! – O Sarnen ve yurta ancak giren ve elinde görkemli hazır bir kamçayı taşıyan Kokış’a işaret etti. –Rütbeme göre olmazsa bile o beş attan ve tüm diğer şeylerden nasıl temizleneceğini görmek isterim. Bu durumda olacak yüksek takdiri de görmek isterim.

Beyler gizli taşkın öfke ile kızgın bir şekilde bakışıyordu. Sığıntılar arasında kıskanç ve iğneli bir fısıltı duyuldu.

Yoksul rençper iktidar olanlara karşı aşırı derecede cesur ve çok akıllı davranıyordu. Köle doğrusunu istedi! Demek ki köle ucuz kurtulmayacak!

Sarsen kibirli bir biçimde kabarıp sessizdi. Kara, manda gibi ağır Kakış suratını asmış gülüyor de kamçası ile oynuyordu.

-          Şunu kafana iyice koy, parti ihtilafları ayrı, hırsızlık ayrıdır. Biz bir işten sorumluğu taşımaktayız, sen ise, canım, diğer işlerden sorumlusun. Karıştırma, kurtulmayacaksın! (“O mu bunu diyor? – diye düşündü Bahtıgul”)

Kokış acele ile devam ediyordu:

-          Bey, ona izin verirsek sadece bizi değil, daha on kişiyi ve hatta Jarasbay’ı kendi pisliğine bulaştıracak. Beni buraya gönderen nahiye başı ise şunu söylememi emretti. Nahiye başının sözünü dinleyin: seçim ihtilafları söz konusu değildir, önümüzde hırsız duruyor! Pis hırsızlığını de kabul etmiştir o. Hırsızı yargılayın ve cezalandırın.

Bahtıgul ağır işçi ellerini güçsüzce indirdi.

-          Hırsız mıyım? Bolısın sözü budur mu? – saf çocuk gibi sordu o. Cevabı da gelmedi.

Gözlerinde olup bitenine rağmen gönlünün dibinde Bahtıgul şuna inanıyordu: son dakikada bolısın sözü, tek bir söz onu kurtaracaktı. Nahiye başı sadece “Bu zavallıya kefil olurum!” diyecekti. Diğer sözlere gerek kalmayacaktı. Bahtıgul ömür boyunca bu sözü unutmayacaktı, suçsuz olduğu halde beyler tarafından mahkûm edilmiş olsa bile de. Bahtıgul  “Bu zavallıya kefil olurum!” sözünü mezarına götürecekti.

Bahtıgul istemsiz sertleşmiş parmaklarıyla yaban domuzu olan Salmen ile son karşılaşmanın hatırası niteliğindeki yanağında bulunan damgaya benzeyen çıkık ve yırtık yara izini yokladı. Aynen öyle unutulmaz bir yara izi bugün rençperin kalbine çizildi, kalbi ise kanadı.

Yetim yürek sahibiyken o zalimliği, hainliği iyi biliyordu. İyi biliyordu…

Bahtıgul şunu dedi:

-          Bolısın sözü böyle ise, Kokış da yalan söylemiyorsa, ağzımı kapatacağım, ölü gibi sessiz kalacağım. Ferman sizindir, köpek hayatından daha kötü olan hayatımı yakın. Yoksul yaşadı mı, yok oldu mu? Önemli değildir. Sonuç olarak şunu söyleyeceğim: size inandım, inandım! Neyse… Tanrı size tanıktır, be ise hakkettiğimi aldım.

Sözü bitirmeden Bahtıgul başını göğsüne indirerek kalktı ve yurttan çıktı. Köpek gibi ulumamak için dudaklarını ısırarak kör gibi yürümeye başladı ve birdenbire nahiye başını gördü. Jarasbay ve zengin gömlekleri giyen dört şişman acelesiz yolunu kestiler ve kurumlu bir tavırla konuşurken yanından geçtiler. Jarasbay selamını fark etmedi.  Kaşlarını oynatmadı bile! İşte bu alçaklık, işte bu edepsizlikti!

Bahtıgul Jasarbay’ın sırtına bakarken ilk kez dişlerini gıcırdattı.

Haberci yaklaşarak hükmü almaya çağırdı. Bahtıgul habercinin arkasında yürüdü.

Beylerin hükmü adaletli bir şekilde belirlenen beş atı beş at ile tazmin etmeyi emrediyordu. Ayrıca hırsız üç hapis yılı ile cezalandırıyordu.

 

8

      İki güçlü delikanlı mahkûmu dışarıya çıkardılar.

Bozkırda kafesler yoktu, insanlar da kilit altında tutulmuyordu, bundandır şehre gönderilmeden önce ne olur ne olmaz diye mahkûmların ayakları her bilezikte büyük asılı kilidi olan prangaya vuruluyordu. İlk anlarda Bahtıgul o kadar şaşırdı ki nereye götürüleceğini anlamadı.

Kendi muhafızlarına sersem sersem bakarak şunu düşünüyordu: ne kadar alımsız ve güçsüzdürler…

-          Burada dur, - dedi birisi, diğeri ise uzaklaşıp pas rengi almış zincirleri götürdü, bunları ellerinde evirip çevirirken Bahtıgul’un ayaklarına bakıyordu.

Sonra Bahtıgul yiğidi istihkar ile itti, bir de o kadar güçlü ki o ayakları üstünde zor tutunabildi, pranga ise acıklı şıngırdayıp toza düştü. Diğeri ise oğlak gibi çeviklikle yana sıçradı.

Bahtıgul atına yaklaşıp eyere çıktı ve içinden herkes ile vedalaşarak yurtlar arasında sakin bir şekilde tırıs gitti.

Yiğitler silahı taşımıyordu; onlar ünlü barımtaç at üstünde iken feryat koparmakla suçlanabildiler mi acaba?

-          Hey! Hey! Nereye? Tut onu! Tut!

Bozkırda kazağı yakalamaya çalışmak tarlada esilen yelleri aramak gibidir. Muhafızlar bağırdıkça kaçak, aulu barındıran tepeyi aştı, taş yarlı dereye indi ve dağlar arasında kayboldu. Yine de kovalayanlar iz kaybolmak ile suçlanabilirler mi? İnsanlar köpekler değillerdir. Nahiye başı boşuna öfkeleniyordu, beyler, mahkûmu kaçıran savsakları jandarmalara teslim edeceği tehdit ederek boşuna küfür ediyorlardı. Kırmızı hayvan kaçtı.

Eskiden hep korktuğu hayata istenç dışı kaçtı, o hayattan da dönüş yolu yoktu.

Bahtıgul hiçbir yerde duraklamadan eve dörtnala geldi, Hatşa ise başına geldiğini sözsüz anladı ve ağlayıp sızlamadan ona kalın elbiseleri toplamaya başladı.

Bahtıgul hızlı bir şekilde açık doru olan diğer atı eyerledi; bu andan itibaren bu at onun tek dostu olacaktı. Peşrev ile doldurulan tetikli harbi tüfeği sırtına astı. Kuşağa yazın yanına aldığı toplu tabancayı sokuşturdu, bu tabanca artık bir oyuncak değildir.

Sonra yanındaki Kara Kayalara gitti. Burada son genç koyunu bıçakladı ve gövdesini kesip hızlıca parçalara ayırdı; yarısına ailesine bıraktı, diğer yarısını iyice tuzladı ve kurutulmuş karından yapılan torbaya koydu. Akşam alaca karanlıkta Hatşa ona ezilmiş eti getirdi, Bahtıgul da ona koyun etini verdi. Ayrıca yanına dizgin edilen besili al atı aldı.

Vedalaşma kısa sürdü. Ailesini Tanrıya emanet edip, ne zaman döneceğini karısına söylemeden, Bahtıgul gecede kayboldu.

Hatşa yine de ağlamadı, ancak kuru dudaklarıyla şunu dedi:

-          Ah, bu ikiyüzlü, iki gönüllü Jarasbay! Senin eşin de benim eşimin uğurlandığı diyarlara seni de uğurlasın! Senin çocukların çocuklarımın çektiklerini çeksinler! – İhanet alçak yalancıyı bulur diye inanla yıldızsız gökyüzüne baktı.

Aynı gün kaçağın evine nahiye başının gönderdiği insanları bastılar. Ancak Hatşa’dan hiçbir şey öğrenemediler.

-          Sabah size gitti, - dedi o, yalandan gülümseyerek. – Ne oldu ki? – Ancak gözleri öfke ve gurur ile parlıyordu.

İki hafta geçti. Jarasbay elinde fener alırmış gibi esaslı bir arayış gerçekleştirdi.

Gece gündüz on atlı kuzeyden güneye, doğudan batıya dağları tararken atlarından çıkmıyorlardı. Burgen ve Çelkar’da bilindiğine göre, Bahtıgul kolay bulunmaz ve kolay kolay ellere düşmez, dolayısıyla Jarasbay onu açlık ile teslim ettirilecekti. Nahiye başının insanları bir birini ve atlarını değiştirirken, dağları ve vadileri, aul ve kışlakları arayıp dolaşır,  her yerde, kaçağa soluk alma için fırsat vermemek, atını örselemek, onu yorgun iken süre süre kıstırıp yakalamak için, pusu kurar ve nöbetçi koyarlardı. Dağlarda her taşını, her yarığı bilen meşhur avcılar onu arıyorlardı, zifiri karanlıkta görebilen ve korkak kuyu önünde görünmeden geçebilen maruf hırsızlar onu arıyorlardı.

Bahtıgul onlardan karanlıkta duman gibi kaşıyordu, ancak sıkıntı da çekiyordu.

Sessiz ve gözsüz, dipsiz taş yutağı olan hapishanenin korkunç hayaleti kötü ruh gibi peşini izliyordu. Bahtıgul da ona dönüp bakarak dua ediyordu:

-          Tanrım, kurtar! Bana güç ver!

Düşman onu masalda çabuk ayaklı tek hörgüçlü deve sürürüken Yek cesur avcı Kulamergen’i kovaladığı gibi ısrarla kovalıyordu. Bazen kaçak orman yangının aralıksın dalgalarının arkasında olduğu veya ona su baskının uzun mavi dillerinin yaklaştığı rüyada görüyordu ve ter içinde yada titreyerek uyanıyordu. Bazen Bahtıgul bunu gerçekten görüyordu, bazı anlarda Bahtıgul gerçeği rüyadan ayıramayarak tılsımı bozmak için, kötü ruhunun görülmez kucağından kurtulmak için batıl inancına göre koyununa tükürüyordu.

Bazen at onu baygın iken kovalamadan kurtarıyordu, iyi ki yiğit bayıldığında bile eyerden düşmüyordu. Kendine gelip, Bahtıgul öyle dostunu ona hediye eden kadere teşekkür ederek, içtenlikle fısıldıyordu:

-          Yakalatmayacağım… Yaşadığımda yakalatmayacağım… Eyerde öleceğim…Beye değil de Tanrıya canımı vereceğim… Uçurum hapisten daha iyidir.

Ama daha seyrek gönlü çöküyordu, o gergin kement içindeki at gibi hırıldıyordu. Er geç bu şişmanlar, aç elleri olanlar onu yakalayıp demire vuracaklar. Ölmek istemiyordu. Damarlarda, yorulan bedeninde sıcak kan akıyordu. Perişan, sönen ateş önünde çökerek otururken, soğuk kış gecede kurt gibi kafasını kayalara kaldırıp, söylüyordu:

-          Jarasbay, son hadde vardırma! – Kayalar ince yankıladı.

Jarasbay’ın şüphelerine göre, yoksul aullarda kacağa teveccüh gösteriyorlardı, bazı saklıyor, bazıları yemek veriyorlardı. Her yere korkutucu haberi seslendirecek habercileri gönderdi:

-          Kaçak aramızdayken hiç kimse sakin olamaz. Saat gelir de şehirden bir kol, jandarmalar basacak. Sonra felaket olacak! Bir dik başlıdan dolayı onlarca, yüzlerce suçsuz kişi acı çeker. Yaşlılar itiraz edecek, eş ve çocuklar ağlayacaklar, ama geç olacak!

Aynı zamanda Jarasbay nüfuzlu aksakallara mutemet adamlarını gönderdi, onlar boş oturmasınlar diye. Kurnaz çekingen ve çekingen olmayanlara, iyi kalpli ve iyi kalpli olmayanlara korku verdi. Yukarıda altın kartala, aşağıda tazılara iz sürdürdü.

Bahtıgul hemen gizli barınaklarını ve gizli sadakalarını kaybetti. Daha bir hafta geçmedi, o da sülük köpeklerin çemberindeki ayı gibi kendini genel bir baskın içinde buldu. Dağ kapuzları güvenilmez olmaya başladı. Tilki Jarasbay insanları ne ile korkuttuğunu anladı. Eskiden çektiği korkuturdu. Şimdi insanlara inanmak yok, biri kovalar, diğeri kaçar, üçüncüsü satar veya korkudan öldürür.

Yağmurlu bir gece son derece yorgun Bahtıgul küçük dağ aulda, beyaz yeleli Talgar’ın kaynakladığı sapa bir yerde sarkmış kaya altında bulunan perişan bir yurtta insanlarla birlikte tek bir çatı altında son kez geceledi. Bahtıgul’u, izlerini takip ederek içeriye bir yılan sokulmuş gibi, ayaklarına ve arkasına bakarak asık suratlarla karşıladılar. Gece uzun zamandır ev sahiplerinin boğuk, huzursuz fısıltısını duyuyordu, bu fısıltıyı da ondan gizlemek istemişler sanki. Onların sustuğu zaman o uykuya dalmadı. Yorgunluktan sızlayan sırtını doğrultup bir saattir uyukladı, şafaktan çok önce kalktı ve insanlarda bir saç bile kımıldatmadan sessizce çıktı. Ayaklar üstünde derin uykuya dalan açık doru atını eyerledi ve insan gözü onu izliyor mu diye özenle kontrol ederek gitti. Utanma ve dert içinde gitti, ama hıncı yoktu. Tanrıya şükür hala yolunu kesmediler.

Burgen’de Bahtıgul’un arkadaşı yaşıyordu, kendisi Rus, yaşlı talihsiz ve çok cesur biri idi. Üç yıl önce barımta zamanında Bahtıgul Salmen’e hizmet ettiğinde bir birine rastlandılar. Adam çok cesurdu: büyük şehir üstlere karşı gitti, onlar da onu Rus olmasına rağmen hapishaneye attılar. Adam bir yıl hapiste geçirdi, o hapisteyken Bahtıgul elinden geleni yaparak onun çok çocuklu ailesine ekmek ve et getiriyordu. Adam gardiyanlar tarafından kırılmış olarak döndü, ancak hapis hayatını gülerek anlatıyordu ve Bahtıgul’un tüylerini diken diken ediyordu. Beylerin yargılamasından sonra karısı ve çocuklarıyla vedalaşıp Bahtıgul ilk ona geldi, o ise fazla söz söylemeden ilk önce yedek olsun diye saklanan tüfek için barut, kurşun ve toplu tabanca için mermileri topraktan kazdı ve verdi. 

Bu can ciğer dosttu. Onu jandarmalarla korkutmak imkansızdır. Ancak o uzakta, açık bozkırda, kalabalık yerlerde yaşıyordu.

Talgar akımının aşağısında Kızıl Kayalar yanında bulunan yoksul Katubay’ın evi  Bahtıgul’un diğer barınağı idi. Bu eve Bahtıgul diğer evlerden daha sık uğruyor ve sürekli orada barınıyordu. Aile ocağı ile vedalaştıktan sonra Katubay evinde bulunan ocak onun için en yakın ve en sıcak oldu. Bahtıgul cesaret edip uğramayı, verirlerse sıcak çay ile ısınmayı, anlatırlarsa etrafında olup biteni hakkında hikayeleri dinlemeyi, kuru bir barınakta atı şımartmayı ve akşama doğru karanlık bastığında dağlara gitmeyi karar verdi.

O, dimdik bir yamaçta yukarıya çıkan çam ormanının kenarına yaklaştı ve dikkatli etraflara baktı. Aşağıda tüm vadiyi gümbürtü ile doldurarak Talgar çılgınca azıyordu. Katubay evinin yanında ve avlusunda yabancılar yokmuş gibi, eyerlenen atlar da gözükmüyor. Bahtıgul avlu kapısına doğru yavaşça geldi, attan indi, atını bağladı ve eve girdi.

Katubay, kendisi dördüncü iken, eşi ve iki çocuğuyla birlikte sene boyunca göç eden akrabalardan ayrı yerleşik olarak yaşıyordu. Onlar nadiren, rastlantısal ve bir birine büyük ilgiyi göstermeden görüşüyorlardı. Yazın Katubay ekmek yetiştiriyor, kışın hayvanları bakıyordu. Hayvanlardan sadece at ve oğlaklarla birkaç keçi vardı, yoksul bunlarla kanıklanıyordu. Ayrıca avla ekmeğini kazanıyordu, küçük av hayvanları için ustaca ilmikli kapan ve ağ kuruyordu, büyük av hayvanlara ateş ediyordu. Katubay ava dadandı; Bahtıgul onunla değerli kurşunları paylaşıyordu, kendisi de diğerler için görünmeyen izi takip etmeyi, bir atışla av etini elde etmeyi seviyordu. İşte bu onları birbirine yakınlaştırdı.

Bahtıgul girdiğinde herkes evdeydi. Katubay tüfeğini temizleniyordu, eşi kuırdağı kızartıyordu, çocukları ikramı beklerken ocak yanında sıkışmış duruyorlardı. Üçayakta istenen çay demleniyordu.   

Katubay elliyi aşkın bir adam, küçük sakalında ak saçlar, elmacıklarında ise delikanlılara özgü pembelik var. Halim, iyi kalpli, hafif huylu bir adam. Onun baybişe endamlı, tombul, beyaz yüzlü ve al yanaklı bir kadın. Onun yüzü ve bedeni biraz şişman, kendisi daha çok bir adama benziyor, ancak kız veya yufka yürekli yaşlık kadın gibi başkalarına yardım etmeye hazır, saf ve iyi kalplidir.  Ataların ruhları bu iki kişiyi mutluluk için buluşturdular.  Çocuklar annesi ve babasına çok benziyorlar. Mütevazi, temiz, güler yüzlü, titiz olmayan iki erkektir.

Çayı hemen, birazdan sonra da eti ikram ettiler. Elbette kaçağa gecelemeye izin verdiler. O kendi evindeymiş gibi ısındı ve yakın insanlarının ellerinden ikram almış gibi doydu. Bahtıgul’un yalnız, üşümüş canı yumuşadı ve çenilemeye başladı. O avluya, gece sessizliğinde çıtırdatarak kuru ot sakin yiyen Savrasıy yanına çıktı, at boynuna sarıldı ve sert bıyığını hummalı ısırarak uzu zamandır böyle durdu. Yüreği de sızlıyordu.

Katubay ve onun eşi Bahtıgul’un hikayesini onun sözlerinden biliyorlardı. Bundan başka hiçbir şeyden haberi yoktu. Katubay misafir gitmiyor, gereksiz yere, işi yokken aulları sürütmüyor, söylentiler peşinde koşmuyor, dedikodusuz sıkılmıyordu. Herhalde, iyi kalpli biri, kaçak hırsıza ne kadar çok verdiğini, onu barındırarak nasıl bir risk aldığını bilemiyordu. Katubay bunun için o kadar kaygısız olabilir mi? Bilmeyenden ne istenir ki?

Bahtıgul bir kaç soğuk sonbahar gece Katubay’da geçirdi. Hoş insanların başını belaya sokmamak için karanlıkta gelip gidiyordu. Dinlenip gidiyor, boş elle değil de av hayvanlarını getirerek dönüyordu.

- Biz sana değil, sen bize yardımcı oluyorsun! – son akşam yemeğinde söyledi Katubay. – Bunu da söyleyeceğim: Tanrı yalnızlara destek verir.

Bahtıgul ise düşündü: “Eğer bu insan beni ele vermek zorunda kalırsa, olsun... versin!”

- Etraflarımızı korkunç bir adam, kötü bir adam dolaşıyor diye duydum. İnsan değil, şeytanmış. Nahiye başı Tanrıdan korkan herkese zalimi avlayıp yakalamayı emretmiş. Yakın zamanda onu arayan atlıların tam bir şebekesi aşağıdaki aula basmış. – Katubay sözlerini boğuk bir sesle gülerek bitirdi. – Oğlum, sen bu şeytan olabilir misin acaba?

Bahtıgul anladı, ki gitmek zamanı geldi. 

Hemen Savrasıy’ı eyerledi ve Talgar boyunca atını sürdü. Uzaktan beyaz yeleli akıntının kısık ve çınlak sesi duyulur. Yakından ise onun buz kaynaması gözünü korkutur. Çevik cereyanlara sarılışan yeşil sudan vahşi bir soğuk, zaptolunmaz bir güç esiyor –elinde olmadan kıyıdan geri bir adım atıyorsun, ancak sudan gözünü alamazsın! Sanki birçok piton kıvrılarak, kalın kamburlarını şişirerek, kucaklayarak buraya düştüler ve kar gibi beyaz köpüklü sırtları saçarak  bir birini boğmaya başladılar. Sanki dalgalar değil de dehşetle kaplanan binlerce vahşi hayvan kulakları sağır edici ayak patırtıları ile akıntının yatağında müthiş bir hızla gidiyor, sırtları üst üste yığılmaktadır.

Bahtıgul, çılgın suya dikkatle bakıyor ve onu değerlendiriyormuş gibi atını dar karanlık bir boğazda büyük bir demirkapı üstünde durdurdu. Yazın Talgar’ın suyu daha bol oluyor, ancak şimdi, geç sonbaharda suyu azalmadı, o boşuna fıkırdıyordu ve gürüldüyordu. Burada akıntı gergin bir kiriş gibi kıvrıla büküle gidiyordu. Daha yukarıda su, büyük granit burun altındanmış gibi, devasa taş boğazdanmış gibi kocaman sarkık kaya altından fırlıyordu, daha aşağıda dipsiz uçuruma gibi kesik dibi olan diğer bir kaya altına düşüyordu. Sanki bir dağ diğer dağa su içiriyor ve yeterince su veremiyordu. Dönmeci geçip, Bahtıgul daha eğik bir yere, küçük aşık vadiye çıktı. Akıntı daha engin ve sığ oldu, ama burada da nehir geçidi hakkında düşünmek korku verici idi. Sonsuz bir uçuşta kalakalmış köpükten yüksek ve koyu kuşakları olan düz, kaygın, birbirinin altına yumuşak bir şekilde giren kabaran dalgalara bakmaktan başı dönüyordu.

Köprü aşağıdaki aulun yanındadır. – diye düşündü Bahtıgul. – Burada atlamak mümkün değildir.   

Aniden Savrasıy başını kaldırıverdi ve kulaklarını dikti. Bahtıgul atın baktığı yere baktı ve yüreği titredi.

Çıplak ormansız çıkıntı gerisinden kıyıdan yaklaşık yarım verst mesafesinde iki altı çıktı. Basit insanlar değildir bunlar; çekmenler sol koluna giyindi, ellerinde coplar var. Atlar besili ve tazedir.

Bahtıgul hızlı bir şekilde etraflara baktı ve arkasında yumuşak eğimli bir kayada daha dört atlıyı gördü, onlardan birisi sanki tüfeği taşıyordu.

Öyle gözüküyor ki onu kuşattılar. O taş bir çember içindeydi. Beyaz yeleli ve yüksek sesli Talgar Bahtıgul için insansız, erişilmesi zor yerlere giden yolunu kesti.

Saklanacak bir yer yok. Ya üstüne üstüne gitse? Olmaz. Ona hiç hoşgörü göstermezler. Ne olur ne olmaz diye kaçırmamak için vuracaklar.

Düşünmek için zaman kalmadı. Atlılar onu fark ettiler ve azgın aşılan ağızlarla, coplarını sallayarak ona doğru dörtnala gittiler. İleride üç görünüyor, arkasında altı veya yedi, saymak için zaman yok. Talga’ın gümbürtüsü uzun ıslıkla kesildi.

Tek bir yol, tek bir umut kaldı...

Bahtıgul neredeyse düşünmeden arkasındaki tüfeği saptadı, kurşunları içeren deri sugeçirmez çuvalı göğüste el yordamıyla buldu, tabancayı cebine koydu. Kıyıda oldukça sakin bir yer seçti, Savrasıy’ı kamçı ile vurdu ve onu suya doğru yöneltti.

Savrasıy gitti. Su içecekmiş gibi kafasını indirdi ve dikkatle yavaş yavaş buz kaynamaya girdi.

Kıyı yanında diz boyu su vardı. Sonra at derine sürüklendi, göbek altından tutulup kaldırıldı, itildi, yana devrildi ve götürüldü. Kıyılar, dağlar, gökyüzü, yani her şey alt üst oldu ve Bahtıgul’un gözlerinde tıpkı kocaman kara kırmızı yeşil atlıkarınca dönmeye başladı.

- Tanrım, beni taşı... Atalarım, yardım edin... – diye dua ediyordu Bahtıgul, Savrasıy’ın arkasında yatarak.

Güçlü sert cereyanlar hem onu hem atı hızlı bir şekilde götürerek ya yukarıya, ya aşağıya atıyordu. Su sanki binlerce kalın sopa ile, binlerce zincir ile Bahtugul’un gövdesini ensesinden topuklarına kadar vuruyordu, örseliyordu, attan çekip çıkararak, kopararak. Bahtıgul ise atına sarılıyordu, gayretlerden dili tutuluyordu, altında bulunan Savrasıy nasıl mücadele ettiğini açık bir şekilde hissediyordu; at vuruluyordu, sualtı taşlara vurularak kırılıyordu, ancak o dayanıyordu, biniciyi kurtulmak için çalışıyordu. At zayıf düşerse her şeyin sonu gelir! Savrasıy’ın ayakları, göğsü sağ mıdır? Sol kıyı, sağ kıyı nerede? Her şey anlaşılmaz. Açgözlü yeşil su ağzı Bahtıgul önünde açıldı, Bahtıgul ölüme karşısına uçacağını anlayarak, oraya takla atarak uçuyordu. Son gerilimle sıkıştırılan yüreğinde hiç umut yoktu.

Bir an için at göğse kadar su üzerine yükseldi ve Bahtıgul aniden ileride büyük siyah ıslak kaya parçasını gördü. “Nihayet” – diye düşündü o. Birazdan sonra o kayaya vurularak yamyassı olacaklar, taraflara dağıtılacaklar. Ancak ne biri, ne diğeri oldu. Savrasıy mucize kabilinden  siyah kaya yanında tutundu, ayaklarına kalktı bile ve suyun basıncı ile  kayaya sokularak durdu. Bahtıgul balgam çıkararak ve tükürerek etraflara baktı. Yarabbi! Kıyıya sadece iki üç adım vardı...

Ancak Savrasıy kaygan kayadan kaymaya başladı, Bahtıgul da bunu hemen hissetti. Götürülüyor! At hırıldıyordu, sarı dişlerini göstererek, alev göz ucu ile bakarak. Şimdi götürülüp batacaklar. Bahtıgul kendinden çıkarak bağırdı, tam olarak ne bağırdığını hatırlamıyordu, “hoşçakal” olabilir, veya “özür dilerim”, atın sırtına çıktı, sonra ayak ile kafasına kulaklar arasına bastı, yeis güçleriyle hareket ederek ayağını oynattı kıyı istikametine...

Su sanki topuz ile ayaklarını vurdu ve o “Mahvoldum” diye düşündü.

O kıyı çakıl taşlarında, yüzü koyun, kan içinde, yırtılmış elbiselerde, soğuk ve acıdan titreyerek uyandı. İlk hatırladığın şey Savrasıy isi. İnleyerek kafasını kaldırdı ancak gözlerini kaplayan koyu kırmızı siste hiç bir şey görmedi.

Sağ tarafı ve uyluğu sanki hayvan pençeleriyle yırtışmış idi, tüm bedeni sıyrık ve çürükler içinde idi, ancak kemikleri ve kafası sağ idi. Tüfek, kurşunları içeren çuval da zarar görmediler, ancak tabanca ceple birlikte götürüldü.

Kör iken, acıdan böğürerek Bahtıgul kıyıyı tırmandı ve gözlerinden kan perdesi kalktığında çılgın gibi Talgar’a baktı. Güçleri olsaydı dertten ağlardı. Savrasıy hiç bir yerde gözükmüyordu. Kamçı ise sanki alay gibi Bahtıgul’un elinde asılı idi.

Galiba kısmeti eyerde ölmek değilmiş... Savrasıy yoktur! Sarı dişli cesur dostu ölüm diyarlarına gitti.

Bahtıgul nefret içinde dişlerini gıcırdatarak karşı kıyıya baktı.

On beş atlı orada akıntıdan oldukça uzak ve suya yaklaşmadan sinirli atları oynatıyordu. Hem atlar, hem insanlar gördüğünden korktular. Şeytan Talgar’dan atladı!

Sonra Bahtıgul kanlı yumruğu kaldırdı ve onu hafif sallayarak kısık sesle şunu söyledi:

- Beklesene, velinimet, tatlı bay...

 

9

Bahtıgul Karaş-Karaş dağ geçidi üstünde insansız sert bir diyarı dolaşıyordu. Gece çam ormanında saklanıyordu, sıvı çay veya diğer basit içecek için su kaynatmak adına dikenli çalılıkta, taş çukurda tüten, kısa alevli ateş yakıyordu. Şafakta ise dağ geçidine, çöl hüzünlü tepeler arasında kıvrıla giden yolun gri şeridine iniyordu.

Bahtıgul siyah bıyıklarını ısırarak günlerce kısılan yangılı gözlerini yoldan ayırmıyordu. Bazen yola iniyor ve aşağı yukarı dolaşmaya başlıyordu, sanki bir şey arıyormuş gibi etraflara bakarak. Bazen çömeliyordu, karanlık düşüncelere dalarak yolun ya bir tarafında, ya diğer tarafında karnına yatıyordu, belirsiz bir şeyler mırıldanarak yola sürekli bakıyordu, göz kırparmış gibi kuşça bir gözünü kapatarak.

Bahtıgul’un yüzü gri, elmacıklarda kan kalmadı, hayatı sanki durmuş gibi idi. Elleri titriyordu ve silkiniyordu, kıvranan, yakaladığını sıkı tutan parmaklarıyla görünmeyen bir şeyi sanki sıkıştırıyormuş gibi. O kesik bir nefes alıyordu, ya ağır içler çeker, ya kısık bir sesle, huzursuz öksürüyordu.

Sabırsızlıktan ıstırap çekiyordu. Şişen, yanan dudaklar üstünde asan uzun bıyıklar, kızıl tilkiyi kara bastıran altın kartal kanatlarına benziyordu bazen.

Her gün dağ geçidi aşıp tepeden yola iniyordu, sonra tepeye yeterince bakarak, yüksek Ası dağında bulunan, sonbahara doğru rengini atan, erken kar ile lekelenen gökyüzü jaylau’a kafasını kaldırdı. Bahtıgul kırmızı gözleriyle oraya bakıyordu, göz kamaştıran kar parıltısından gözlerini kısıyordu; gözleri yaşarıyor mu, soğuk parlıyor mu anlaşılmaz idi.

Tanrı tanıktır, eskiden Bahtıgul ünlü ve şanlı barımtayı, gizli şerefsiz at kaçırılmasını istemiyordu, şimdi de  planladığını hiç istemiyordu. O kenara götürüldü ve Talgar’a girip sağa sola bakmadan ölüm ile kucaklaştı. Kısmeti dirilmekmiş. Demek, kadehini sonuna kadar içmedi. Buırada, Karaş-Karaş’ta son damla içmeye hazırlanıyordu!

Karaş-Karaş üç kayalık, çıplak tepeli, çam ve köknar ormanlarıyla kuşaklanan sıradağın birleşmesidir. Baş Karaş, Orta Karaş, Aşağı Karaş...

Siyah dağlar, arduaz matemli kayalar, her zaman karanlık girilmeyen ormanlar... Buradaki geçit yüksek ve zordur, ancak tüm civarlarda tektir. Yazın Burgen ve Çelkar’a giden kervanlar oraya çıkıyor; melemeyerek ve kişneyerek sürüler yukarıya, jaylau’nun çekici otlara doğru akıyor. Şimdi, gri sonbaharda, tipi ve beyaz çığların arifesinde, nadir bir yolcu atı dehleyerek ve vadilere hayvanların peşine çıkan kurtlar var mı diye etraflara bakarak geçidi aşar.

Sadece Bahtıgul burada kalıyordu. Kaderin burada olduğunu biliyordu. Ve yola bakarken bekledi.

Orta Karaş’ı seçti. Etrafları dolaştı, yokladı, her yarığı, her kıvrıntıyı inceledi, köpek gibi dağları kokladı ve molla kitabı biliyormuş gibi bu dağları ezberledi. Toprak altından çıkıverebildiği ve hemen yerin dibine geçebildiği bir yer arıyordu. Böyle bir yer bulabildi. Yol taşlı vadinin yamacında kıvrıla kıvrıla gidiyordu ve yolcuyu uzaktan açarak geniş bir yarım daire kısmında dolaştırıyordu. Geçişte yakın yerlerde yol dik bir duvar boyunca uçurum kenarında yukarıya çıkıyordu. Burada insanlar buluşup sadece birbirini tutarak yanından geçebilirdi. Yolun karşısında vadinin öbür tarafında keskin bir sırtta bir birine sokulan bir köktenmiş gibi üç eski titrek kavak bitiyordu. Titrek kavakların hemen arkasında kırmızı kayaların siğilleriyle dolu karman çorman yokuş başlıyordu, o kayalarda sadece keçi ayakta durabilirdi. Etekte ise karanlık orman bulunuyordu, o ormanda hem altı, hem yaya kolaylıkla saklanabilirdi.

Bahtıgul şafakla geçide yaklaşarak yokuştaki bu titrek kavakları, onların mat gümüş gövdeleri uzun zamandır sertleşmiş ve üşümüş elleriyle sevgiyle okşuyordu.

Hüzünle, umutsuz yaşadığı dünyaya bakıyordu. Pis gri karanlık daha sık sonbahar gökyüzünü kaplıyordu. Uzak beyaz zirveler bulut çalmasını giyiyordu. Kapanık gölgeler dağların taş yüzlerine çöküyordu, gündüz bile zirve ve sırtlar kapanıyordu, hoşnutsuzcasına tüylü kaşlarını çatıyordu.  Etraflarda mezarlık sessizliği idi. Mavi bulutlar arasından kendine yol açan şafak ışığında titrek kavakların karşısında bulunan yol sanki şişerek ve kanla örtülmüş gibi kıpkırmızı oldu. Kırmızı lekeler etraftaki kayalarda parlıyordu.

- Eğer öyle ise, öyle olsun, - diye fısıldadı Bahtıgul, bıyığını ısırarak.

Bazen açık günlerde o derin bir nefes almak için, kalbindeki yükünü hafifletmek için geçit üstüne çıkıyordu.

Güney ve güneşli tarafında uzakta Sarımsaktı ormanının iğneyapraklı kılı görünüyordu. Buradan güçlü siyah atının bedenine benziyordu o. Yabani sarımsak gibi güçlü koku olan bu ormanda Bahtıgul eski sahiplerin süresinden kaçırılan kısrakla birlikte saklanıyordu. O zaman reçineli kokudan mideni bulanıyordu, o kadar acıktı ki... Aradan sadece bir yıl geçti. Hayatının son yılı ilk önce ona aşırı derecede hafif ve alışılmamış gıdalı geliyordu.

Diğer tarafta, soğuk rüzgarların soluklarından geçidi kendisi ile koruyarak, Nazar sıradağı yükseliyordu. Onun mavi ve alaca kamburu rençperin terden kararak elindeki damar gibi şişti. Sıradağda yüzyıllık sarı ve kırmızı çamlar, siyah ve yeşil köknarlar gövde gövde yükseliyordu. Yer yer  dal ve yaprakları zirveye doğru yıkılıyordu, onların kırılmış, taş yağmurlarla kavlanan dallar ve döndürülen köklerin iri düğümlerinden oluşan engin boz topaklar, zamanla kararmış eski batırın iskeletini anımsatıyordu. Yatıp çürüyor, altında da hiçbir şey bitmiyor.

Yukarıda sırt ve bulutlar üzerinde ise Ojar zirvesi el değmemiş, bakir kar ve buzlarla sürekli parlıyordu. Eski ak baş Ojar, yani cesur, adını taşıyor. Geceleri gökyüzünde beyaz zirve açıkça görünüyordu, Bahtıgul’a bazen öyle geliyordu, ki zirve onu kendi haşmetli ve zaptounmaz bir manzarası ile vahşi ve ürkütücü yüksekliğe çekiyordu, o yükseklikte ise acıma yok, her şey soğuk ve acımasızdır.   

Evet, bu bulutların ötesindeki buz baş Bahtıgul ile konuşuyordu, onunla aynı bir şeyi aklına koymuş gibi, sevdiği ana topraklarında yaşamaktan umudunu kesen yalnız, ezilen insanın yüreğini anlamış gibi.

Gün sıcak ve rüzgarsız idi. Bahtıgul beyaz kafalı Ojar ile sessizce sohbet ederek geçit üzerinde duruyordu, ne var ki aniden o bakınmak zorunda bırakıldı. O huzursuzca bakınarak, dikkatlice kaya altına oturdu ve uzaktaki yolda Orta Karaş’ın kapanık duvarlar altında yoğun kara küçük grubu gördü – bunlar atlılardılar.

Ası dağı tarafından giderek, vadinin zifiri karanlığında batıyormuş gibi yavaş yavaş kayboluyorlardı.

Bahtıgul yavaş bir sesle çığlık kopardı ve eğilerek hışırdayan yamaçta kendini üç eski titrek kavağa doğru atıldı.

Sine sine yaklaştı, mavimsi kır gövdeler arkasında ıkıl ıkıl nefes alarak ve soğuk terleyerek yattı. Hemen Ojar’a baktı. Beyaz, göz kamaştıran cüretli baş bayram ediyormuş gibi yaramazlık ve coşkunluktan parlayan binlerce göz ile direk yüzüne bakıyordu.

Bahtıgul elini kalbine koydu – kalbi göğsünden çıkacaktı, kulaklarında çan uğultusu yankılanıyordu. Gözlerini kesip Nazar ormanlarına baktı ve sanki iğneli köknarların kalkıp, son hücuma başlayan sayısız ordu gibi kambur sıradağda dalgalar olarak yukarıya doğru koştuğunu görür gibi oldu. Ancak daha sonra yukarıda sanki savaşçıların olmadığını görmüş gibi oldu. Çam ve köknarlar insanlarca dal ellerini uzatıp, korku içinde hızlı bir şekilde ondan, onun yapmak istediğinden koşuyorlar.

Bahtıgul yangılı gözlerine elle dokundu, kalbini sakinleştirmek için toprağa göğüs üzerine yattı, terli, çile ile değiştirilen yüzünü toprağa gömdü. Toprak sessiz isi, ancak uzaktan boğuk bir nal patırtısı geliyordu.

   Bahtıgul ağır, sanki hastaymış gibi kafasını kaldırdı. Titrek kavakların gövdelerinin hemen hemen altından derin dağ taşkınlardan oluşan derin suyolları dik olarak aşağıya iniyordu. Bunlar buruşuklara benziyordu, içinde de yaş izleri gibi gri çamurlu dolambaçlı şeritler akıyordu.

Bu yolda rastlamamak imkânsızdır! Bahtıgul dişlerini ağrıyıncaya kadar sıktı.

-          Olması gereken olsun, - yavaş, sanki büyü sözleri gibi, söyledi o ve sağ dirseği altından uzun tüfek namlusunu ileri çekti.

Sanki hayali ipek perde arkasındaymış gibi mavimsi siste ince kaviste atlılar, yaklaşık on beş kişi göründü.

Bunlar çoban veya ulaklar değil, önemli insanlardır. Çoğu rahvan atları sürüyor, atların donları seçilmiş gibi sadece açık renktedir. Eyerler ve koşum pahalıdır, uzaktan gümüş parlamaktadır. Beyler acelesiz, yavaş gidiyorlar. Merkezde en şişman, ileride ve arkasında daha zayıf olanlar gidiyorlar. Sanki büyük bayram için zarif giyinen kadınlar göze çarpıyorlar. Kara kayalar fonunda gür püsküllü renkli şallar ve kar gibi beyaz ipek elbiselerinin etekleri göze batıyor. Herkes neşeli, kaygısız, heyecanlıdır. Vadinin diğer tarafından artık canlı sesler, makaralı kahkahalar kulağına geliyor. Yolun geniş kısımlarında ikişer ya da üçer olmak üzere sıra ile gidiyor; dar kısımlarında ise birbiri ardından gidiyorlar. Bir birine sesleniyor, sohbet ederek dönüyor, eyerlerde arkaya eğilerek yüksek sesle gülüyorlar. Asıl, zengin, neşeli insanlardır bunlar!

Bahtıgul gözleri kısarak, dudağını dişleri arasında sıkıştırarak atlılar arasında belli kişiyi arıyordu… Onu fark edince ve tanıyınca sessizce inlemeye başladı. İşte semiz, mühim ve iyi kalpli, yüksek ve açık yüzlü, beyaz yeleli ve beyazımsı kuyruklu, toynak üzerinde beyaz lekeleri olan altın kızıl sarı tanıdık atı süren biri buradadır. Bu donun adı kestanedir. At yağ içinde iken parlıyor, kıl ateş rengine çalan renkte altındır. Bahtıgul bu atı sürerken yiğitleri barımtaya götürüyordu. Ah, nasıl bir at! Ah, nasıl bir atlı!

Kadınlar ona yakın bir mesafede gidiyor, sürekli ona yaklaşıyor, şakalaşıyor, onu güldürüyor ve kendileri gülüyorlar. Belli ki keyfi yerindedir.

Ani bir titreme görülmeyen buz elleriyle Bahtıgul’u sardı.  Nişan almak imkânsızdı.

O zaman Bahtıgul yine Ojar’a baktı… Titreme ise birebir geldi. Beyaz baş bulutların çalmasını çıkardı ve zirveden omuzlarına kadar gururlu ve haşmetli parıldıyordu. Bahtıgul bunu bir emir olarak gördü. Büyük bir ihtimalle orada, yükseklikte serseri, eşkıya rüzgar Talgar nehri gibi çelen kudurmuşçasına ıslıklanıyormuş. Bahtıgul şarkısına katılıyormuş gibi kükredi ve eski tüfeğini sıkıştırdı. Neşeli bayram alayı siyah taş duvarı altında ve uçurum üstüne bulunan yolda uzadı.  Geçide yakın bir yerde, ta kenarda uçuruma sarkarak birkaç frenküzümü çalısı vardı. Olgun, sulu meyveleri Karaş-Karaş kayaları gibi siyah idi. Atlılar çalılara yaklaşınca eyerlerden eğilip siyah meyveleri koparıyordu. Sadece altın atını süren elini hiç uzatmadı. Çalıları kurumlu bir tavırla geçtiğinde Bahtıgul onu nişan alıp izliyordu.

Yakışıklı bey ona doğru yüzünü çevirsin diye bekledi.   

Atlar güm güm çakıldayarak nallarını taş üstünde takırdatıyordu. Yakınlaşıyordu. Nihayet yol üç titrek kavağa doğru çevrildi. Fiyaka yapan açık gri atın ayakları Bahtıgul’un gözleri önünde geçti, kestane at da arkasında göründü. At altın kafasını yüksek tutarak sakin gidiyordu, tarifsiz ve akıcı bir zariflik ile ön ayaklarını kaldırarak. Bahtıgul bey arkasında oturan ve şala bürünen küçük genç hanımı gördü. Şüphesiz bu ta seçim nöbetinde evlendiren tokal olan Jarasbay’ın ikinci eşi, Dosay soyundan Kalış’tır. Mutlu kocası onu kendi auluna götürüyordu.

“Dur… Beklesene”, - dedi Bahtıgul kendi kendine. Şimdi tek bir kurşunla ikisi vurulabilir. Atlı biraz öne geçsin.

Yakışıklı bey at kulaklarının üstesinden bakarak bakımlı sakalını memnun memnun okşuyordu, Bahtıgul ise sonunda tetiği yumuşak ve şefkatle çekti. Nişan aldığı yerde mavi çuhadan yapılan tilki kürkünde yırtılmış bir delik açıldı, üzerinde de berrak duman yükseliverdi. At şaha kalktı, atlı ise gümüşle işlenmiş eyerden kürk kenarlarını geniş açarak sırt üstü düştü.

Bahtıgul onun düştüğünü izleyince gayriihtiyari ayaklara kalktı. Dili tutulan beyin yoldaşları da korkmuş atlarını zorla tutarak bakıyorlardı.

Ardından Bahtıgul keçi gibi kırmızı kayaların siğillerinde zıplayarak titrek kavakların arkasındaki dik inişten inerek kendini aşağıya atıldı. Arkasından da Kalış’ın keskin çığlığını duydu:

-          Eyvah! Bah-tı-gul!

Bahtıgul ürperdi, sırtını kamburlaştırdı ve arkasına dönmeden ormana doğru koştu.

Akşama Bahtıgul Karaş-Karaş’tan uzaklaştı, ancak kalbi eskisi gibi üç titrek kavak yanındaymış gibi çınlayarak atıyordu. Hummalı heyecan geçmiyordu. Soğuk olmazsa rağmen onu yine ve yine titreme alıyordu.

Mavi alaca karanlıkta argalı gövdesini eyerde taşıyan tanımadığı avcıya rastladı. Bahtıgul ona seslendi, onu durdurdu, avını inceledi ve kötü, eğri gülümseme ile dedi:

-          Ben de bugün bir argalı vurdum.

 

10

Bahtıgul hapishanededir.

Yaşıyor, nefes alıyor, konuşuyor, ama nasıl hayatta kalabildiği, canı bedeninde nasıl tutunduğu anlaşılmazdır. 

Karaş-Karaş’taki atıştan sonra Jarasbay’ın akrabaları tüm tanış soyunu ayağa kaldırdılar. Şehir üstleri onlara yardımcı olsun diye jandarma subayını gönderdi. Bahtıgul ise memleketini terk etmeyi istemedi, diğer nahiyeye bile gitmedi. Sonunda yakalandı.

Erki sınırsız tanıs soyu, yoksul ve küçük sarı soyunun oturduğu yerleri hâk ile yeksan ettiler.  Sarı soyu toplam yirmi evden oluşuyordu. Tanıslılar sarılıların tüm perişan mal varlığını talan ettiler, yırtık olanlar, pis ve ise tutulan koşmaları bile ihmal etmediler, insanları yoldular, yıkıma uğrattılar, onları çocuklar ve yaşlılarla birlikte yaşadıkları yerlerinden, Burgen ve Çelkar’dan kovdular. Hatşa’yı ve çocukları da yoksul bıraktılar.

Bahtıgul yeni mahkemeyi, Rus beylerinin hükmünü bekliyordu.

Hatşa şehirde zengin bir beyin evinde hizmetçi olarak çalışıyordu. Çocuklarla birlikte elbette yarı aç yaşıyordu, gıdayı dört kişi arasında paylaşıyordu…

Zamanı seçip Bahtıgul baş hapis müdürünün ayaklarına sarıldı. Birkaç gün sonra kapı açıldı ve karanlık hücreye Seit girdi!

Oğlan hapishanede kaldı.

Sakin, düşünceli, suskun çocuktan Kazak olsun, Rus olsun tüm tutkulular hoşlandılar, birçoğu kendi ekmeğinin parçasını ona veriyordu.  Bahtıgul bunu görünce yüreği sızlıyordu.

Bahtıgul’un hücre komşusu Afanasiy Fedotıç bir kitabı elde edebildi, kendi parası ile kurşun kalemi ve rengarenk kareli kağıdı aldı ve Junus molla gibi Seyit’e okuma ve yazma öğretmeyi başladı. Bahtıgul buna derin saygı ile bakıyordu.

Seit huzursuz uyuyordu, uyurken öfkeli konuşuyordu ve yaşlar içinde uyanıyordu. Gece yarısında kalkıyor, anlaşılmaz bir biçimde bağırıyor ve tam uyamayınca yurtta bu ışık nereden çıkmış diye parmaklıklı pencereden sızan ay ışığına vahşi bakıyordu. Bazen gündüz susarak oturuyor, hapis ekmeğini yiyor, yanaklarından ise yeşilimsi arpa tanelerine benzeyen yaşlar akıyor.         

Çocuk, tutulması zır barımtaç olan babasının kışlağının yanında tanıslılar tarafından yakalandığını gördü.

Seit annesinin ellerinde çırpınıyor, o ise onu elden geldiğince tutmaya çalışıyordu ve yüksek sesle bağırıyordu:

-          Zavallı, bak, banbanı öldürüyorlar, bak!

Şimdi ise hapis hücresinde oğlan aynı şeyi gördü: kalın sopaları, kamçıları, yumrukları, çizmeleri... Bakıyordu, görüyordu ve annesinin ellerinde çırpınıyordu…

Bahtıgul oğlunu okşamıyor, ona teselli vermiyordu, sadece bazen uykuda aşırı yüksek sesle inlemeye başlayınca onu uyandırıyordu. Ama bir sabah diğerlerin uyuduğu zaman Seit kalktı ve ranzalar arasında dolaşmaya başladı, babası ise ona yumuşak sesle çağırdı:

-          Seit can… bana gel, oğlum… - Oğlanı kendine bastırdı ve koklarmış gibi onun yaşlardan hala nemli olan yanağına burnunu gömdü. – Uzun zamandır düşündüm, çok düşündüm, düşünebildiğimi söyleyeyim. Canım, seni büyük olğum olarak rica ediyorum, o rengârenk kağıttan kafanı kaldırma. Seni adam yapacak o kağıttır. Başıma neler geldiğini görüyorsun, her şey ise cahil olduğumdandır. 

-          Suşlu değilsin! – diye sıcak fısıldamaya başladı Seit. – Onlar kendileri… kendlieri… seni… her şey biliyorum.

-          Her şey değil, özüm, her şey değil. Öğreneceksen, beylere üstün geleceksin, bana yaptığını sana yapmayı cesaret edemezler. Gözlerini açılacak, diğerlerin gözlerini de açtıracaksın. Buna gücüm yetmiyor, sen ise becerirsin, becermelisin! Tüm güçleriyle rengarenk kağıt üzerinde çalış… Sana hiçbir şey daha söyleyemiyorum. Sana iletebileceğim ne aklım, ne de eğitim var. 

Bahtıgul’un gri yanağında bir yaş aktı. Onu sildi ve Seit’i kendinden itti.

-          Şimdi ise kağıtlarına git.

Bu konuşmadan sonra Siet uykuda ağlamayı ve bağırmayı kesti.

Afanasiy Fedotoviç ayrıca neşeli bir adam idi, hiçbir zaman gam çekmiyordu. Her gün gezmek için Seit’i kolundan tutarak solmuş ot ile örtülen hapishane avlusuna götürüp onunla yarış edercesine koşuyordu.

Seit onunla birlikte babası ve diğer yetişkinler için su kaynatıyordu. Babası çayı seviyordu. Birgün Rus mavi göz kırparak oğlana sordu:

-          Seitciğim, niye düşüncelerine daldın ki? Bahar geldi ya… Aulunu mu özlüyorsun? Dışarıya mı istiyorsun? Niye susuyorsun ki?

Oğlan uyuşuk bir biçimde kafasını salladı:

-          Hayır, Afanasiy ağa… İstemiyorum…

-          Yalan söyleme! Olamaz!

-          Burada daha iyidir… Daha iyidir…

Bahtıgul kır bıyığını ısırarak ve eliyle boğazını sıkıştırarak, yüzünü duvarına doğru çevirip yatıyordu.

“Çocuğum benim… Keskin gözbebeğim benim…” – diye düşündü o oğlu hakkında.

Afanasiy Fedotoviç oğlanı kaldırıp göğsüne bastırdı, o da ellerinden kurtulmaya hiç çalışmadı.

-          Kardeilerim, söylediğini duyuyor musunuz? Vay, Seitciğim, vay! Vallahi öldürdün beni… Korkunç bir şey nedir? Bu sözleri kitaptan almadı ki! – ve Afanasiy Seit’i göğsünde tutarken hücreyi aşağı yukarı dolaşmaya başladı.

İşte öyle yaşadılar, günler geçiyordu, geceler de.

Sakin, çalışkan ve anlayışlı kara saçlı çocuk birçok rengarenk kağıt sayfasını yazı ile doldurdu. Afanasiy ağa ona yazmayı, gülümsemeyi ve babasının göremediği bir şeyi – gelecek hayatının ışığını görmeyi öğretiyordu.

Bahtıgul ise bekliyordu. Mahkemeyi ve kürek cezasını bekliyordu…

 

1927

Көп оқылғандар