KAYNATANIN ADI
1
- Sen yine aynısını yapıyorsun, ya?! Git burdan! Çok yaramazsın! Bak, seni karanlık ambarda yalnız bırakırım ha...
Makpal kızıyormuş gibi kaşlarını çatıyor. Ama yaptığı tehditler bir şeye yaramadı. Ve yumruklarını boşuna sallıyor:
- Duracak mısın sen, Allah belanı versin! Başkaları usulca düzgün duruyorlar sen ise hep yaramazlık yapıyorsun!
Bağırmaktan kısılmış sesi ve öfkeli bakışı Makpal’ın şaka etmediğini gösteriyor. O cevabı bekliyor. Sorusu çok ciddi.
Ama cevap yok. Cevabın geleceğinden de pek umutlu değil. Çünkü onu kızdırmış olan minik boz keçidir. Bu keçi, sahibiyle ortak bir dil bulamıyor. Biraz önce koyunların yemliğine çıkıp kuzulara verilmiş taze yoncayı ayaklarıyla ezip geçti. Kuyruğunu sinirli sinirli titreterek arka ayakları ile sendeliyor. Ortaya çıkan durumu da anlamaya çalışıyormuş gibi görünüyor. Ama Makpal yerinden kımıldar kımıldamaz o yaramaz keçi kuzuların üzerine zeytin şeklindeki dışkısını boşaltmaya başladı.
- Ah be, başımın belası! –Makpal keçiyi karnından tutup yemliğe doğru taşıyor. Sana sövsem de sövmesem de sonuç hep aynıdır.
Sahiden keçicik, annesinin kınamalarına önem vermeyen ve kendi dilinde bir şeyler konuşan çocukmuş gibi yoncayı masum masum çiğniyor.
Makpal, keçinin yüzünü şefkatle sıkıştırıyor. Şimdi sonbahar. Keçicik oldukça besilidir. İkicanlı olmasına rağmen zıplayıp eğleniyor.
- Benim küçük yaramazım!- Keçi ile sanki insanla konuşuyormuş gibi konuştuğu için gülümsüyor.
Onun baktığı sürüde bu keçi sakin oğullar arasında kaprisli ve şımarık bir kız çocukmuş gibi davranıyor...
Makpal, keçiyi ambarın köşesinde bulunan ayrı bir ağıla bırakıp ala ineğin yanına doğru yürüyor. İlkbaharda bu inekle Makpal’ın kocası ve kolhozun[1] demircisi olan Sarsen ödüllendirildi.
İneğin sırtı yatak gibi geniştir. Bu safkan Hollanda ineği, Kazak kolhozundaki hayatından hiç de şikayetçi değildir. İnek, büyük boynuzunu sallayıp selam veriyormuş gibi alçak bir sesle böğürüyor. Burnundan tokluğun belirtisi olan buhar çıkıyor.
Makpal, ineğin yanlarını okşuyor, yemliğine bir kucak kuru ot koyarak yüksek sesle düşünüyor:
- Ayrı vermektense başak samanıyla karıştırırsam belki de daha doyurucu olur. – Sonra etrafına mahcup bir şekilde bakıyor birisi duyarsa alaya alır diye.
Ama kalbinde hayvanların onun konuşmalarını anladıklarından ve onlara ihtiyaç duyduklarından hiç süphe yoktur... Eğitimli ve komsomol üyesi olan kardeşi Jaken de ilçe merkezinden görüşmeye gelince ilk önce ahıra gidiyor ve ineğe selam veriyor: ‘Pestruha[2], nasılsın?’. ‘Novaya jizn’ kolhozundaki Rus hanımları da inekleriyle gelinleriyle konuşuyormuş gibi konuşuyorlar!
Makpal, inek altındaki tezekleri temizledikten sonra koyun ağılına geçiyor. Orada üç büyük koyun ve üç kuzu var. Bu koyunlar Makpal’a yetiştirilmesi için verildi, kuzular ise burada doğdular.
İnek Sarsen’in, koyunlar ise Makpal’ındır. Ya keçi kimindir? Sarsen şakalaşarak:
- Bu inek olmasaydı sen keçiyi nasıl alabilirdin?
Ama Makpal kendi düşünceleri ile meşgul. Herkes Pestruha’nın sütlü bir inek olduğunu biliyor. Ama kim bakıyor ona? Tabii ki Makpal. O, yaz boyunca iki tulum tereyağı topladı. Birini satıp kendisine yeni giyim aldı. Diğer tulumu ise ihtiyatlı kullanıyordu – keçi için para topladı. Yaramaz – en küçüğü. Onu şımartmazsa başka kimi şımartabilir ki?
Makpal, suya gidip keçiyi ve daha sonra kuzuları da suluyor. Makpal, gözdesinin tüm hareketlerini biliyor: su içerken nasıl homurdandığını, suya baktığında nasıl gözlerini fal taşı gibi açıp sudaki görüntüsünü toslamak için boynuzunu doğrulttuğunu. Bunu gördüğü zamanlarda Makpal’ın içi ısınıyor.
- Sarsen’in yanına gideyim...
Sarsen, kırk yaşına girmiş bir adamdır. O kolhozda artık çok önemli bir insan oldu. Eskiden ise küçük zanaatçı olarak odun parçasına çakılmış küçücük örsü ile köy köy dolaşıyor ve kazan altındaki korda demiri kızartıp dövüyordu. İyi bir aleti toplayamıyordu. Koyun kırkma makası, bıçaklar ve zenginlerin teveccuhünü kazanmak için çocuklarına hediye ettiği oyuncak bıçaklar – sadece böyle ‘ürünleri’ vardı. Bugün ise Sarsen genç yardımcısıyla alev alev yanan demirci ocağı yanında duruyor. Onlar on dokuzuncu pulluğu ayarlıyorlar. İlkbaharda kolhozda on pulluk vardı. Demirci ise, daha dokuz tanesini hiçten topladı. Sarsen, orak makinelerini de tamir ederdi. Gerek olursa o harman makinesini de çalıştıracak. Artık onun işini iyi bir şekilde yapması için gerekli aletleri var. Sondaj makinesi bile komşu fabrikadan satın aldı...
Makpal, demirhaneye gelince kolhozun yeni başkanı olan Asılbek’i gördü. Bu adam, işini iyi biliyor ve herşeyle ilgileniyor.
- İşte kızağı da tamir etmeye başlayabilir miyiz?
- Kış yaklaşıyor. Zamanı geldi... - Sarsen yanıt veriyor – Kolhozun eski başkanı bozuk kızak bile bırakmadı, ya. Lanet olsun!
- Demek ki yine bir şeyi hiçten yapacağız... Belki de böylece saygınlık kazanırız, ha! - başkan gülüyor.
- Bu pılı pırtıları da kullanırız. Doğrusu iskeleti çok ağır.
- Problem değil! Kızak daha oturaklı olur. Allaha şükür, öküzlerimiz çok güçlüdür. Zaten öküzün esas görevi yük taşımaktır.
Sarsen ise:
- Öküz de canlı bir varlıktır. Onu da düşünmeliyiz... Tamam, kızağın rayları ağır olsun. Ama diğer parçalarının ağırlığını azaltmaya çalışırız.
Başkan evet anlamında başını sallıyor, ama buraya başka bir sebeple geldiği belli oluyor. O Makpal’a tuhafça bakıyor.
- Ey, bana bakın, haberim var! diye nihayet konuşmaya başladı – İlçede öncü işçilerin toplantısı olacak. Bizden birisi o toplantıya katılmalıdır. Biz de Köy Birliği ile bu konuda bir karar aldık... Makpal, sen gidiyorsun. Bügün yani hemen gitmen lazım.
Makpal’ın kalbi durur gibi oldu.
- Ya hayvanlara kim...
Ama Sarsen sözünü kesti:
- Onlara bakacak biri bulunur, bırakmayız. Konuşulacak bir konu bile değil! Git. Senin emeğin - bunu da hak ettin! Yani bizden bu toplantıya sen katılmalısın.
- He, doğru söylüyorsun! Çok doğru.. diye Sarsen’in kararlılığına sevinen Asılbek haykırdı. – Makpal’a şeref olsun, ailesine ve tüm köyümüze şeref olsun!
- Tamam, gideceğim ben, çok ta önemli bir şey de yok! - içindeki korkuyu gidermeye çalışan Makpal dedi. Sonra da üzgün bir sesle: Keçi kuzuları rahat bırakmıyor. Sen aralarındaki parmaklığı daha yüksek yapar mısın? diye ekledi.
- Yaparım... Git de hazırlan. –Makpal’ı ve başkanı demirhaneden çıkararak dedi Sarsen.
Asılbek, herşeyin problemsiz çözüldüğünden memnun olarak sessizce nefes alıyor. Demirci, hiç de karşı çıkmadı. Tam tersine eşinin toplantıya katılmasını istiyor ve bu konuda yardım ediyor. Genellikle suskun olduğu halde bu defa eşine tavsiye de veriyormuş gibi konuşuyor.
- Sen olmadan biz de hayvanlara bakabiliriz. İster il merekezine ister Almatı’ya git! Herşeyi iyice öğren! Bizim için meraklanma! Tokuz. Evde yarım kazan yoğurt var. Biz de tembel değiliz. Devletimiz için… kendimiz için de kazandık. Hanım, öyle midir?
- Öyledir - Makpal yanıt vererek içinden toplantının nasıl geçeceğini düşünüyor.
2
İlçe merkezi olan Vannovka köyünde neşeli bir canlılık var. İlçe Komitesi binasının önündeki meydanda kalabalıktır. Burada hem kule kadar yüksek beyaz jaulıklı[3] kadınlar, hem de kısa ceketli gençler, hem de gocuklu ve gür malahaylı[4] yaşlılar vardır.
Meydan ve ona bitişik olan sokaklar sergi alanına dönüştü. Kolhoz sahipleri, yetiştirdiği atları gösteriyorlar. Uzmanlar, temsilcilerin geldiği atları değerlendiriyorlar. İşte orada parlak yeşil renkle boyanmış olan arabaya koşulmuş iki koyu gri at duruyor. Onların iyice temizlenen ve devrilmiş kaselere benzeyen sağrıları parlıyor. Bu bakımlı atlar sanki ikinci gençliğine kavuşmuş gibiler. Onlar ‘Vozrojdeniye’ adlı zengin bir kolhoza aittirler. Ta orada duran iki koyu al aygır ise ‘Gornıy’ kolhozundandır. Atlar uzun zamandan beri bir yerde durmaktan bıktıkları için başlarını kaldırarak sabırsızlıkla kaslı ayaklarını kımıldatıyorlar. Onlarda diğerlerinden geri kalır yanları yoktur.
Güzel çift koşumları, uzun bir sokak boyunca sıraya dizildi. Yer yer kuyrukları beygirlerinki gibi kesilmiş ve eyerlenmiş aygırlar görünüyor.
Vakit öğleyi geçmişti. Sonbaharın açık bir günü. Güneş git gide Alatau sırtlarının arkasına batıyor. Toplantıyı başlama vakti geldi. İlçe yöneticileri, birbiriyle sohbet ederek kulübe giriyorlar.
Salon boş ve misafirleri karşılamak için hazır değildir.
- Böyle olacağını biliyordum! Ondan daha erken geldim ben. Hiç olmazsa bir pankart olsaydı!
İlçe Komitesi Sekreteri gözlerini duvarlar üzerine kahırlı kahırlı dolaştırdı. Salon tembel bir kadının evine benziyor. Ortasında obada yatak alanının kapanması için kullanılan bir perde vardır. O perde büyük bir ihtimalle beyaz sayılır. Ama doğrusu hiç de beyaz değil, kurum ve çamur yüzünden çoktan sarı oldu. Bu perdenin köşelerinde kenarları kırmızı iplikle dikilmiş ve üzerinde koyun boynuzu resmi olan aplikanın parçaları kaldı.
Kulüp duvarları acınacak bir durumdadır... Resimlerin yanında diyagramlara benzer daire ve tabloların rastgele bir biçimde çizildiği kağıtlar vardır. Duvar sıvası üzerine ise bazı muhasebe hesapları çarpık çurpuk el yazısıyla yazılmıştır. Belki de, burası genç bir muhasibin iş yeridir.
- Baksanıza, sanırsam bu ekran perdesi! Ama sinemaya gelenlerden bir sürü para alıyordur!
Perdeyi hemen indirip topladılar. Salonda sahneden uzak bir yerde birkaç uzun bank vardır.
- Arkadaşlar, bankları sahnenin önüne çekelim - İlçe Komitesi Sekreteri
bankı köşesinden tuttu.
Ama sonra bankların tabana çakıldığı belli oluyor. Sahne istiyorsa kendisi banklara doğru yaklaşsın. Fakat yöneticiler – genç milletendir ve mağrur değiller. Kendileri salonda temizlik yapıyorlar. Bankların önünde sandalye, tabureler ve prezidyum üyeleri için kırmızı masa örtüsüyle kaplı bir masa konuldu. Birisi bozuk kabloları tamir etmekle meşguldür. Salon görevlilerinin, burada toplantı olacağından haberi bile yokmuş. Toprak Bölümü başkanı biliyordu ama hastalanmıştı.
Kalabalık delege heyeti salona giriyor. Bu kalabalığın ta ortasında Makpal’ın büyük beyaz jaulığı ve siyah beşmeti görünüyor.
Makpal, başını kaldırarak salondakileri dikkatle gözden geçiriyor. Acaba burada kaç kadın var? Biri köşede, pencerenin yanında - iki... Kırmızı masa başında ise ancak erkeklerin tıraşlı yüzleri toplanmış. ‘Avratlar gibi’ diye Makpal hafif bir antipatiyle düşündü. O, daha önce de böyle insanları gördü ama bu kadarını da bir yerde aynı anda hiç görmemişti. O biliyor ki, okumuş başkanlar böyle görünüşe sahiptirler ama yine de biraz komik olduğunu düşündü. Makpal, yüzünü çevirip kapıların yanında daha bir jaulıklı kadını farketti. O kadın, uzaktan Makpal’a bakarak gülümsüyor... Bu kadın, Makpal’ın komşu köyde oturan küçük kız kardeşidir! Onlar selamlaşır selamlaşmaz ellerini çırpıyorlar.
- Sen de öncü işçilerden misin?
- Sen de mi?
Yan yana oturup, adetlere göre, sırasıyla birbirini sağlık ve işler hakkında soruyorlar...
- Babamızı gördün mü? - Makpal önündekilere göstererek soruyor. Ayşa, banklar arasındaki geçide bakıp ilk bankın köşesinde oturan babasını fark ediyor. Sağlam, ak sakallı yaşlı adam kızlarına bakarak layık bir biçimde gülümsüyor. Demek ki burada görüşmek nasipmiş!
- Benim iki koyun, inek ve otuz tavşanım var diye Ayşa yavaş sesle anlatıyor.
Nasıl oldu biliyor musun? Koyunlardan biri ilkbaharın başında kuzuladı, bi de sonbaharda yine kuzuladı! Birkaç gün önce yine gebe kaldı. Demek ki hoşuna gitmiştir! Bir yılda üç defa kuzulamak istiyordur. Gerçek öncü!
Makpal şaşırdığından dilini şapırdattı. Kardeşler gülüyor.
- Babamız ise kolhoz seyisidir. Bu sene baktığı at sürüsünde ölen tay olmadı, hiçbir atı kurt götürmedi. Atları besilidir. O, gençleri bile geride bıraktı.
Makpal’ın tanımadığı bir ses kendisine arkasından sesleniyor: ‘Bakar mısınız!’. Makpal yüzünü çevirip sakalsız genç bir delikanlıyı gördü.
- Siz ‘Temp’ kolhozundan mısınız?
- Evet.
- Ben sizi arıyordum - genç adam not defterini açtı. – Babanızın ismi nedir?
- Siz kimden söz ediyorsunuz? Benim babamdan mı, kocamın babasından mı? diye Makpal ihtiyatla soruyor.
- Elbette, kocanızın babasından! Soyadınız nedir?
- Kocamın babası... diye şaşkın şaşkın gülümseyen Makpal fısıldıyor.
Onun yüzü utancından kızardı. Köyde namuslu bir kadın kaynatasının ismini söylemeye cesaret edebilir mi? Acaba, kendisine kim böyle zalimce bir şaka yapmaya cesaret edebildi ki? Makpal, başını kaldırıp ilk sırada oturan Asılbek ve Köy Birliği Başkanının kendisine gülümseyerek baktıklarını gördü. Acaba, onlar mı bu genç adamı gönderdiler? Öyleyse kim kimi mahcup edeceğini görürüz... Ve Makpal yüksek sesle söyledi:
- Kaynatamın ismi Kelimbet!
Genç adam teşekkür ettikten sonra masaya çekildi. Kardeşler ise hiç bir şey
olmamış gibi sohbet etmeye devam ediyorlar. Bu kız kardeşleri, evlenmeden önce baba evinde ikizler gibi yaşıyorlardı. Ayşa, her konuda ablasından tavsiye alıyor, Makpal ise küçük kız kardeşine her şey anlatıyordu. Ama bu kez sohbetin tadı yoktu. Makpal, kaynatasının ismini söylediği için kendini rahatsız hissediyordu... Asılbek bunu eden yaptı ki? Öyle iyi bir başkan...
- Büyük bir ihtimalle burada oturan herkes öncü işçidir, şuradaki kadınlar da öyledir, - Ayşa fısıldadı.
- Bu toplantı bir aytıs[5] şeklinde geçecektir - Makpal tahmin ediyor. Acaba, kim kazanacak? O masada oturanlar ise büyüklerdir. Onlar hakemlik yapacak. Anladın mı?
Zil çaldıktan sonra salondaki gürültü kesildi.
Toplantı başladı... Biraz önce Makpal’ın kaynatasının ismini soran bıyıksız genç adam kalkıp, uzun bir listeyi okumaya başladı. Makpal sanki kendi adını ve lakap gibi kulağına gelen Rus tarzında olan ‘Kelimbetova’ kelimesini duyar gibi oldu. Bu liste, toplantı katılımcıları tarafından onaylandıktan sonra bazı insanlar banktan kalkıp kırmızı masaya oturdular. Fakat biraz sonra masaya oturanlar kendi aralarında birini aramaya başladı. Fakat o kişi bulunamamış. Asılbek, salona bakıp kızmış gibi:
- Makpal, niye oturuyorsun ki? Sen de başkanlığa seçildin, git!
3
Temiz ve badanalı duvarları olan küçük bir evin oturma odasında Jakip, annesi ve okuma evi görevlisi olan Rus kızı Nastya kitapları türlerine göre ayırıyorlar. İhtiyar kadın, oğlunun sandığını açtı. Onlar hep beraber bu sandıktan kitap, kağıt ve defterleri çıkarıyorlar.
Jakip, bunları iki ayrı gruba ayırıyor: birisi daha kendisine lazım olanlar, diğeri de annesine. Sonra o kağıtlardan hava kulübün eski bir üyelik kitapçığını çıkarıp annesine fırlattı. O ihtiyar kadın, kitapçığın cildinden hayran kalıp, bunu kadınlardan birine hediye olarak vereceğini düşünerek cebine koymak üzeredir. Ama Jakip ürpertici bir tavırla:
- Bırak bunu! Halk senin bu yaşta komsomol olduğunu zannedecektir!
Nesibeldi korkuyla:
- Ne diyorsun sen?.. Bunu çabucak geri al!...- ve titreyen eliyle kitapçığı oğluna uzatıyor.
Jakip ve Nastya kahkaha attılar. İhtiyar kadının çok gülmekten dolayı gözyaşları geldi. Bu kadın ve Nastya sık sık yaşıtlar gibi eğleniyorlar. Eğer evde şenlik varsa, demek ki Nastya oradadır, ve Jakip onlarla sohbet etmek ve eğlenmek için yanlarına acele gider.
Onlar toplantıdan misafirleri bekliyorlar. Babası, Makpal ve Ayşa oradalar.
Kapı açılıp değerli misafiler giriyorlar. Burada hem akrabalar, hem köylüler, hem de arkadaşları var. Nastya onları kendi evindeymiş gibi karşılıyor.
- Afferin kızınıza! Tüm kadınlar banklarda otururken o prezidyum masası başında oturuyordu.
- Benim kızım saygın yerde mi? - Nesibeldi ah vah edip Makpal’a hayranla ve tedirgin şekilde bakıyor.
- Tabii, prezidyumum ortasında, erkeklerden daha yüksek yerde - Jakip anlatıyor. Onun şaka edip etmediğini anlamak mümkün değil. – Artık törenlerde koyun başı ona verilmelidir!
Jakip aniden Makpal’a terbiyesizce soruyor:
- Sen kaynatanın ismini söyledin, değil mi? Senin çekinip cesaretini kaybedeciğini sanmıştım. Fakat öyle olmadı. Maşallah!
- Evet, söyledim! Ne var da bunda? - Makpal kızararak yanıt veriyor.
İhtiyar kadın kızgın bir tavırla elini sallıyor:
- Yeter! ne diyorsunuz! Allah Allah! Kaynatanın ismini söylemek ne rezalet! Siz ise her şeyi komik sanıyorsunuz!
Ama Jakip devam ediyor:
- Ya sen, anneciğim, hiç söylememiş miydin kaynatanın ismini? Dedemize sırrını açarsam göreceksin!
- Ne zaman söyledim?
- Benim tayınımı aldığında söylemiştin, ha!
Nesibeldi, yumruğuna gülüverdi:
- Soyadını söyle diye yakama yapıştırlar. Öl ama söyle.
Jakip, Nastya ve ihtiyar kadın hep beraber gülüyorlar.
- Ben onlara dedim ki evimizde onun cömert anlamına gelen ‘Molımkan’ lakabını söyledim. Ama satıcı bunu anlayamadı.
- Heee, galiba bu Rus adamı anlamayan birisidir. Herkes biliyor ki annemizin kaynatası Tolımkan. Ama bu adı dile getiremediğinden Molımkan söylemek zorundadır. O adam ise söylemezsen tayın vermem diyor!
- Doğru. Ama ben ne de olsa söylemedim. İyi ki Abiş’in karısı yetişti. O da söyleyip canımı kurtardı. Allah ondan razı olsun! - Nasibeldi seviniyor.
- Makpal, görüyor musun? - Jakip azarlıyor. – İyi bir gelin hiçbir zaman kaynatasının ismini söyleyemez, ailesini tayınsız bıraksa bile. Sen de böyle yapmalıydın... Onlar sana kaynatanın ismini söyle dediğinde sen susmalıydın. Sonra da protololde ‘Makpal çok iyi ve terbiyeli bir kadın’ diye yazılacaktı...
Bu defa Kojık oğlunun sözünü keserek diyor, evin başının ağır sözünü söylüyor:
- Onun artık başka bir rütbesi var. Onun hakkında başka şeyler yazıldı.
- Ben de onlara dedim ki artık işimiz hayvan sayısını artırmakla kalmaz. Ve şimdi diyorum hayvanların cinsini geliştirmeliyiz.
- İlk önce hayvanların olması lazım. Hayvan olsa, cinsi de olur. - ihtiyar kadın dindar bir tavırla söyledi.
Fakat Jakip kendisine hala gülerek bakıyor.
- Hee, evet verecek sana... Bekle... Her zaman Allah’a dua ediyorsun sen! Çok mu şey verdi?
Jakip, sandıktan yıpranmış bir kitapçık çıkardı. Bu kitabın sayfaları üzerinde Arapça ve büyük bir ihtimalle tüy kalem ile bir şeyler yazılmıştır. Önemli yerler kırmızı ile not edilmişti. Jakip, kitabı açtı ve molla gibi gözlerini devirip hafifçe sallanarak nezleli sesle okumaya başladı:
- Koyunları otlatırken uyanık ol, koyunları ağıla sokarken birer birer say! Keçe halıyı yaparken Allaha şükür et! Hayvanları sularken cimrilik etme! Yemekleri tuzlarken fazla ekme!
- Yaaa, bu Tanrı’nın verdiği kitaptır, kutsal yazıdır - yaşlı misafirler farkettiler.
Jakip, kitabın teşhis edildiğinden memnundur. Sonra da neşeli bir sesle haykırdı:
- Bizim kutsal tarım uzmanımız çok kuvvetlidir! Bakın neleri öğretiyor bize! Ona göre develeri yetiştirmeliyiz. Sanki o olmadan biz bilmiyorduk! Nasıl diye sorsanıza! Şöyle: dua ile. Allah’ın temsilcisine teşekkürlerimizi sunarak! Anlatabildim mi? Eğer bir deve istiyorsan mollaya koyun vermelisin! Ha, annem, o yüzden bu kadar çok deven var!
Jakıp gülerek annese,ine bakıyor. Ama Nasibeldi okuduklarını saygı ile dinliyor. Sonra Makpal dayanamadan dedi:
- Yeter, annem! Niçin bu kitabı evde bulunduruyorsun?
- Ne demek niçin - Jakip tersliyor. – Bu kutsal kitabı okumayanların ve hatta ellerinde tutmayanların yetiştirdikleri hayvanlar domuz gibi pis olur. Kıyamet gününde ise bu insanlar simsiyah olurlar. Hele bu kitabı evinizde saklamayın – derhal simsiyah kesilirsiniz. Bakalım o zaman ne olur size!
Suskun Nasibeldi’den başka herkes gülüyor.
- Ana, bunu sandığa koy da Kıyamet gününe kadar - yaşlı Kojık tavsiye ediyor.
- Bunlar kurnaz molla tarafından yazıldı.
Bu defa Nasibeldi de gülümsedi. Ama yine de direniyor:
- Böyle deme! Burada ‘Şoram İslam’ ve ‘Aktayak’ gibi güzel dualar da vardır. Bazen onları okurken ruhum titriyor.
- Hem de nasıl! Özelikle 13 yaşındayken uzun oruçtan sonra! diye Jakip ‘Aktayak’ın ‘mutlu’ yıllarını hatırlıyor.
- Lanet olsun bu duaya! - o yılları unutmayan Makpal ekledi. – Orada ne yazılıyordu “Eğer oruç tutumuyorsan seni asacaklar, eğer dua etmiyorsan dilini kesecekler.” Bu nasıl bir bilgelik, ya...
- Rusların papazı var, Kazakların ise mollası. Onlar arasında fark yok ki. - Nastya mutat olarak tartışmayı bitiriyor.
Sonra Nasibeldi dostça anlatıyor:
- O her zaman bana böylece akıl veriyor.
Nastya, sağlam bir kızdır. Akrabaları Kırgızistan’daki Karakol şehri yakınlarında oturuyor. Nastya ise Nasibeldi’nin evinde kalıyor. Yaşlı Nasibeldi her zaman Nastya’nın söylediklerinden konuşuyor: Nastya ne anlatırsa yaşlı kadın diğer kadınlara anlatıyor. Herhangi bir kuşku olmasın diye bazen biraz gözyaşı salıveriyor:
- Kızcağızın anne babası her zaman zenginler için köleler gibi çalışıyorlardı. Altı çocuğu da sabahtan akşama kadar çalışıyordu. Nastya bizim kazaklardan çekinmiyor. Bazen yolculukta üşüyüp geldikten sonra öz çocuğum gibi gelip yorganımın altına girer yanıma yatarak ısınıyordu. Hem de çok akıllı birisidir. Çok şey biliyor ve her konuda faydalı bir tavsiye verebilir.
Ve Nastya’yı herkes dikkatle dinler. O, hem kitabı, hem de gazeteyi hem de bir işi kısaca ve kolay anlaşılır bir dille açıklayabilir.
Nasibeldi, çayı demlemek için odadan çıkıp altı yaşındaki Elübay adlı torununu görüyor. Torunu, dışarıya kapıyı birazcık açıp onun arkasında gizlenerek dışarıdaki horozu kızdırıyor fakat büyükannesini görür görmez ona doğru koşuyor.
- Ben sana bir şiir söyleyeyim! - O anda acele ile bazı kelimelerini yutarak anlatıyor:
- Lenin dedemizin bize bir nasihati var: Okumak, Okumak ve İleriye Doğru Atılmak.
Bunu da Nastya ezberlettirdi.
- Evet, canım, her zaman böyle yap! diye Nasibeldi torununa bu sözlerin Jakip’in akıllı laflarına benzediğini düşünerek söyledi.
Bununla birlikte bu yaşlı kadın ruhundaki eskileri keçelerin tüy değişimi dönemindeki eski tüyüne benzediğini düşünüyor. Herşey bu eski tüy gibi değişip yeniliyor halbuki Nasibeldi de artık genç bir kız değildir.
Çay ile birlikte Makpal’ın getirdiği tereyağını da sofraya koydu, ekmeği dilimleyerek kendi merakından çekinmeden Nastya’ya soruyor:
- Bugün konser olacak mı?
Nastya evet anlamında başını sallıyor:
- Hepimiz gideceğiz, anne, siz de mutlaka gideceksiniz.
- Ne demek ben de. Ailece gidiceğiz - Nasibeldi söyledikten sonra gençken bir oyuna götürüldüğünü hatırlayarak gülmeye başlıyor. Sahiden çok komikti. Kocası salonda oturup ona bakarken o sahnede başka bir adama sarılıp ‘Seviyorum, ölene kadar seninim’ diye bağırıyordu...
Yaşlı kadın piyaleyi masaya koyup attığı kahkahalardan sözüne devam edemiyordu, tüm vücudu tir tir titriyor. Ona bakınca gülmemek mümkün değildir.
Hiçkimse Nastya’nın ortadan kaybolduğunun farkında değildir. Nesibeldi, sofrayı topluyor. Makpal ve Ayşa ona yardım ediyorlar.
Aniden kapı gürültü ile açıldı. Herkes o tarafa yüzlerini çevirdi.
Eşiğinde tombul ve beyaz yüzlü bir kadın duruyor. O, eski zamanların kurallarına uyarak uzun büzgülü bir etek, Kazak beşmetini ve kale kadar yüksek jaulığı giymiştir.
Sadece Nasibeldi onu tanıyarak selam veriyor:
- Hoş geldin, saygın!
Genç kadın iki büklüm selam vererek Özbek tarzında ellerini başına koydu. Sonra ağzında küçük taşları döndürüyormuş gibi yüksek sesle söylüyor:
- Bismilla rrahmet! Allaha şükür!
Ama Nasibeldi ona yanıt veriyor:
- Allah sana bir oğul versin, canım!
- Kendim doğuracağım! - giyinip kuşanmış Nastya sert bir sesle söylüyor.
Herkes gülüyor.
En çok bu Rus kızına bağlanmış olan Ayşa ise aklından geçirdi: Nastya, Nasibeldi’ye bir torun doğursa çok güzel olurdu. Galiba düşündüğü gibi olacaktır. Ayşa, Makpal’dan farklı olarak eski törelere uyan kaynanasından çok dert çekmişti, o yüzden cesur ve bağımsız Nastya onun için bir kardeş kadar değerlidir. Ayşa, Makpal’ın aksine toplantı esnasında da pek konuşmadı. Fakat hem evde hem de insanlar arasında Ayşa yeni şeyleri büyük bir zevkle benimsiyor ve o anlarda kalbi hafif rüzgar gibi hoş özgürlük duygusu ile dolduğundan o neşeli neşeli gülüyor...
Ertesi günü öğleye doğru toplantı sona eriyor. Vedalaşma zamanı geldi. Her yerde öğütler ve nasihatler duyuluyor. Dokuz temsilci vilayete dönüyor, daha beş temsilci ise Alma-Ata’ya zirve toplantısına katılmak amacıyla gidiyor. Makpal da bu beşin arasındadır. Kızarmış, kalkmak üzere olan kamyonda oturuyor. Büyük bir ihtimalle başkentte de kaynatasının ismini söylemek zorunda kalacaktır...
- O toplantıda burada konuştuğun gibi konuş, tamam mı! - Ayşa ablasının elini tutarak söylüyor ve – Allah sana bir oğul versin! - Ayşa mahcup bir tavırla ekliyor.
- Kendim doğuracağım! - diye Makpal gülerek yanıt veriyor. Araba yerinden kalktı.