Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MAİLİN  Beyimbet, "Amirjan'ın Günah İtirafı"

25.11.2013 1950

MAİLİN  Beyimbet, "Amirjan'ın Günah İtirafı"

Негізгі тіл: ''Amirjan'ın Günah İtirafı''

Бастапқы авторы: MAİLİN Beyimbet

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Amircan’ın Günah İtirafı

Modern bir köyde, kuzu kürkünden yapılan şapkayı yana yatrıp, ellerini de arkaya kavuşturup evden eve aylak aylak dolaşan serseri kolay bulamazsın. Modern bir köyde millet acele ile işine gücüne koşturuyor. Şimdi ise, insanlar buraya yani Alatay dağı eteğinde buluştular; arsaları sajen (2,13 metrelik bunluk ölçü birimi) ile ölçüp topraktan dolgu yaparak belirlediler, ileride yapılacak sokakları karasaban yardımıyla sürdüler, yapılacak evlerin konumunu planladılar, ve iş kaynadı. Kimi saman yapiyor, kimi kili yoğuruyor...

- Hey, inşaattan anlar mısın?

- Biraz anlarım.

- Duvarları doğru örüyor muyuz?

- Doğru!

          Zaman geçer geçmez dolgular arasında çil yavrusu gibi beş pencereden ibaret üç katlı evler görünmeye başladı. İlk bakışta evlerin çok hızlı yapıldığı anlaşılmaktadır, fakat imalatına harcanan emek hatırlanırsa, her şey açıkça görünür.

- Bu kimin evleri?

- ‘Uyum’ Kolhoz üyelerinindir.

Bir tarafta, dağ geçidi ve dereler içinde yalnız mezarlar sanki dikenli otlara bürünmüş ve uzaktan koyu renklere bulaşmış gibi tümsek olarak gözüken bakımsız eski kışlıklar görünmektedir. Bugun değil yarın rüzgar ve yağmurlar bu evleri yer ile bir seviyeye getirecektir ve önceden konut olarak kullanılan mekanlar otlar içinde kalarak iz bırakmadan kaybolacakardı. Böylece, tüm eskilik ve köhnelik ömrünü tamamlayıp süresini doldurmaktadır.

            Kil yoğuranlar, duvarları örenler, kütük yontanlar ‘Uyum’ kolhozu ekiplerindendir. Sayısı bu ekipten daha fazla olan diğer ekipler aynı heyecan ile şimdi tarlada ot biçerek Alatay bakir topraklarını sürüyorlar. İş emekçilere layıktır, emekçiler ise yaptıkları işe layıkltırlar. Güneşin doğuşu ile türkü çağırarak dağ ve ormanları uyandırıp Alatay dağ eteğine Kızıl Ordu askerleri gibi kolhoz biçicileri geldiler. Ve o günden beri kulakları çınlatan tırpan sesi soluk almadan  duyuluyordu. ‘Cih! Cih!. Sulu ve kokulu otlar düzgün bir şekilde yattılar. Güneş göklere yükselerek ense köklerini pişirdi, rüzgar sakinleşti, çökeklerde ağır bir boğucu havasızlık sarkıyordu. Sürü halinde böcekler biçicilerin başları etrafında uçuşuyor, büvelek ve sivrisinekler dolanıyordu. Sonbahar mevsiminde dereleri tıklım tıklım doldurup taşmış feyezan sular gibi birikmiş terler, biçiçilerin yüz kırışıklarından bol bol akıyordu. Fakat kimse bunu dikkate almiyordu. Her biri işine gücüne bakıyordu. Şu-u çayır sınıra kadar kaplayan otların öğlene kadar biçilmesi gerekir. Aksi halde, plan yapılmamış sayılır.

‘Uyum’ kolhozunun yetişkin üyelerini ancak işte bulabilirsiniz.

Uzun boylu esmer erkek, hantal ağır adımlarla işçilerden bir kenara çekildi, tam yolun ortasında düşünceye daldı, asık suratla etrafa dönüp baktı ve sanki bir şeyler aklına gelerek demirci atölyesine doğru yürüdü. Yüzünde yara izi kalmış kızıl saçlı bir delikanlı, kirli önlükte otbiçer ile uğraşıyordu, somun sıkıştırarak kısa saplı çekiçle vidayı vuruyordu.

Kabaran ve ıslık çalan körükte alev alev yanan kızgın korlar yanında üstü başı is kurum olmuş, ellerini sol tarafına bastırmış tavırla daha bir yiğit duruyordu. Sadece gözleri parlıyordu.

Esmer adam azmanı otbiçere yaklaşıp üzerine eğildi.

-          E-e, İbray işe yarar mı?

-          Ha, bizim elimize düştüyse – merak etme...İbray örs üstüne maşayla kıp kırmızı kızgın kalası attı ve öyle bir büküp çevirmeye başladı ki, hamur yapıyormuş gibi gözüküyordu.

Meşgul olanlar arasında bulunmak sıkıcıdır. Bu yüzden esmer adama başvurmak istersen, mutlaka soracan:

-          Arkadaş, bakabilir misin?

Tumbadız o arada bir coşkunlukla otbiçerin demir parçalarını çevirerek başını kaldırmadan cevap verir:

-          Ne var?

Tabii ki, uzaktan geldiysen böyle bir davranış şaşırtır. Fakat, esmer adam, köy içini koltuk altında çanta taşıyarak gezen birisine benzemezdı.

Böyle birisinin ağzına, makinayı yapmayınca, bir lokma da sığmaz olduğu hemen belli ediyordu; bu yüzden çekingen bir sesle sormak zorunda kalıyorsun:

-          Bana kolhoz başkanı lazim... Daukar Jumanbayevı nerden bulabilirim?

Tumbadız daha biraz somun vidaları çeviriyor, sonra dönüyor ve büyük akçıl gözlerini fal taşı gibi açıp, tepeden tırnağa süzmüş gibi gülümseyerek:

-          Söyleyin, bakalım... benim işte!

-          Ha! Demek ki, aynı anda başkansınız! – aradığını bulduğundan sevinç çığlığı atarak haykırıyorsun. Demek ki, size geldim... Kolhoz hakkında bilgi edinmek, daha dikkatlıca bakmak, konuşmak isterdim...

-          Memnun oldum. İşte, bu kolhozumuz. Tanışın. Bakın.

Ancak daha yeni konuşmaya başlasan mutlaka doru rahvan ata binip birisi gelir. Konuşma kesiliveriyor. Kolhoz başkanı sertçe soruyor:

-          Bu nedir?

-          Orak makinesi panosu, diye ona cevap veriyorlar.

-          Apırmay, tamir yapıldığı daha dün değil miydi?

-          Ne yapacan? Kırdılar!... makinalar ile işimiz (önceden) yoktu, işte... – atlı kendini temize çıkarıyor.

-          Ne saçmalık! ‘makinalarla işimiz yoktu’ ne demek? Büyük ihtimalle zarar getiren içinizdedir, diye korkunç bir şekilde Daukara zavalının üstüne gelerek kudurdu.

Başkan koptu, gene bir şeyler yoğurdu ve çevirdi, sen ise şaşkın ve mahcup hissiyette çantanı koluna alıp bir şey yapmadan bezip, kırılan makina etrafında sayıyorsun. Sivri uçlu makina dişleri dikilip duruyor, burda orada somun ve vida ile birbirine bağlanmış şekilde nasıldır bir demir parçaları çıkıveriyor. Nedir bu, neresi kırılmış,  neresi tam – hiç bir şey anlayamazsın.

Hala şu makinayla uğraşıyor musunuz?, diye arkadan birisi sordu.

Tomruk, iri yapılı, kambur burunlu delikanlı ellerini arkaya kavuşturup otbiçere bakıyordu. Aynen o sana baktığı gibi sen de ona merakla bakıyorsun. Selam veriyorsun.

       -       Selamlar, - diye cevap veriyor.

       -    Bu auldan (köyden) misiniz?

       -    Bu....

          Baştan ayağına kadar gözden geçiriyorsun, sağlam, mevzun endamlı yapısına, etli pembe renkli yüzüne bakıyorsun ve bu delikanlının güpegündüz neden işsiz gezip tozduğunu istemeden düşünüyorsun. Ona soru veriyorsun:

-          Hasta mısınız?

-          Hayır, diye cevap veriyor, sağlamım.

-          Niçin iş yerinde değilsiniz?

-          Öylesine... geziyorum, - diye gülüyor.

-          Ya da..., burada ise istemeden duraksıyorsun, kolhoz üyeliğinde değil misiniz?

-          Yok canım, üyesiyim gibi, gene esrarengiz gülümsürüyor.

Nasıl anlamalıdır? Millet seksen yaşındaki yaşlıdan başlayarak sekiz yaşındaki çocuğa kadar çalışıyor, bu irilik ise kendine yer bulamamış gibi köyü/aulu dolaşıyor. Hayır, gerçekten burda bir şey var.

Gözlüklü bir adam başkanın yanına gelip ona zarf uzattı. Daukara’nın nasırlaşmış, pütür pütür olmuş ellerine düşen bu zarf bir anda bürüşük, kirli bir kağıt haline geldi, başkanın hantal parmaklarından neyse fırlamaya, kaymaya çalışıyodu. En nihayet Daukara beceriksizce zarf  içinden minicik bir pusulayı çıkardı ve  bakar bakmaz az daha tükürecekti:

-           Of, ya! Bu nedir? Gene arabça?! Latince olsa az bir şey anlarım da, ama arapça... Oku, canım.

Arapça yazılan mektubu alırsın ve imzaya bakar bakmaz istemeden kırmızılaşırsın. Sonradan da, içeriğini anladıktan sonra daha fazla kırmızılaşırsın.

‘Uyum’ kolhozu Yönetim Başkanı dikkatine’.

Bize ilçe komitesinin yeni sekreteri geldiğinden muhakkak haberin vardır. Karısının ineğe ihtiyacı olduğunu duyurdu. Pusulayı getirenden sağımlı ineği buzağı ile birlikte gönder. Bak, sütlü olsun.

İlçe kolhoz birliği Başkanı».

Daukara biraz düşünceye dalarak durdu. Sonra kafasını sallayarak:

-           E-e, hayır, şekerim, kolhoz hayvanlarını carcur edemem!

             Ve bu mektüpten dolayı gücenik bir hale gelerek ayrıntılı bir şekilde köy işletmesini anlatmaya başladı. Anlatıyor, kendisi ise İbraya bakıyor. O bürü demir parçasını dövüyor, vidayı buruyor, somunu sıkıştırıyordu. Beklenmedik bir sırada başkan fısıldaşarak:

-     Şu aslanla görüştünüz mü?, diye serseri tarafına başıyla işaret atıyor.

-     Kimdir o?, diye aceleyle soruyorsun.

-     O Amircan Beysekeyev. Onun hakkında uzun süre konuşulabilir. Sonradan tamamını anlatırım...

Daukara bir anda gülümsürüyor ve gene bir şeyleri ezmeye, bükmeye başlıyor.

 

Demek ki, bu delikanlının adı Amircan, hakkında uzun süre konuşulabilir; o kolhozcu/koylü, ama çalışmak istemiyor.

-                     Bunları biribirine nasıl bağlamak ve anlamak mümkün? 

         Bir kaç bayan ark/hendek yanında bulunan uzun samanlı evin duvarlarını sıvalıyorlar. Becerikli hünerli çalışıyorlar, hem de durmadan konuşup gülüyorlar. Göründüğü kadar, işinden memnünler ve aceleyle bitirmye çabalıyorlar. Cıvık sakallı, yaşlı bir adam yeni pencere kasasını takmaya çalışıyor, fakat pencere boşluğuna takacak/kasa bir türlü uygun gelmiyor..

-    Tuh, lanet olsun!.. – sivri sakallının ağzından anca daha keskin laflar kurtulmaya çalışıyordu, fakat kendini tutuyordu. Katlanır metreyi çıkarıp, kasayı enine boyuna ölçtü ve ensesini kaşıdı. Tuhaf bir şekilde dönüp baktı.

-    Hey, Konısbay, kasan uygun değil ki.

-    Hadi ya, uydur bir şekilde...

-              Nasıl yani... uydur? Kışın tüm delikleriden essin mi? Kır sakallının ismi Konısbay’dır. Tente altında oturup tomruğu yontuyor. Başı bozca kahverengi, sakalı kır.  Kolsuz ceketinin göğus cebinden nasvay için çekecek gözüküyor. Konısbay’ın sakalı özensiz taranmıştı. Bütünüyle nasıldır bir gevşek. Öyle bir beceriksizce kırıyor ki, sanki elinde balta değil kalın sopa vardır.

       İnsanlar ise çalışıyorlar.

Kuru (at), sanki boydan boya islenen bir karı gibi ağzını açtı, sağına soluna bakıp avucuna tükürerek darı havanına yanaştı. Sanki lumbago canını çıkarmış gibi iki kez vurduğu havan eline dayanarak kalktı. Tatlı genç bir bayan çadır perdeyi serdi, çömelerek oturdu ve rüzgarda darıyı elemeye başladı. Kuru, havan elini bıraktı genç bayanın yanına yaklaştı ve rüzgar estiği taraftan perdenin kenarına indi.

-           Zeynekül inadına mı yapiyorsun? Kımıldasana. Neredeyse öğlen olacak, diye farketti genç bayan.

-    «Kımıldasana»!.. Gebermek mümkündür... – Kuru yüzünü bürüştürdü, suratını astı. Acele etmeyi düşünmüyordu bile, tam tersine ayaklarını uzattı, rahat bir şekilde yerine oturdu ve aul/köy bittiği uzaklara bakıveriyordu. Aul – bu islenen, bodur koşmolu yurtalar (bir çeşit göçebe çadırı), kapalı ve sımsıkı kilitlenen.

Dağ geçitinden üç yedi yaşlar arası çocuklar sürüsü gözüktü. Çocukalrın hepsi esmer, yanık tenli, güdük pantolon ve salmak gömlek giymişler. Birbirini ellerinden tutarak geliyorladı. Onarın namütenasip uğultusu kulağa vuruyordu. Çocuklar uyumsuzluk bir şekilde şarkı söylüyorlardı, fakat kulağını kabartırsan şunları anlayabilirsin:

«Koyunları ise kamçıyla sür

Баян муллу!..»

-    Vay! Göğüslerim kabardı... Gözbebeğim her halde açıkmıştır, ağlıyor...

Bütün gün içerisinde parmağını bile oynatmayan Kuru, içini çekti, arık  göğüslerini okşadı.

-           «Gözbebeğim», diyorsun? Kendi çocuklarını ise evde her gün yumrukluyorsun.... Yoksa unuttun mu?

Yürerek ellerini sallayan hızlı bir şekilde sade giyinen daha bir bayan geldi. Şaşkınlık ve hayretle işsiz oturan Kuruya baktı.

-           Gene yerine oturuyorsun, Zeynekül?

-    Ne yapıyım, yırtılmam mı gerekiyor?, diye ters cevap verdi Kuru.

         Fakat kalktı, taşkın bir öfkeyle havan eliyle havan üstünden öyle bir vurmaya başladı ki, dibini kırmak istemiş gibi. Sonra gelene öfkeli öfkeli baktı, o ise sadece gülümsedi ve  hala da kasa ile uğraşan sivri sakallıya dönerek:

       - Nasıl gidiyor, kayın?

-    Zararsız.

-    Çivi yeter mi?

-    Evet, daha da getirirsen fazla olmaz.

-    Tabii ki. Ancak nerde bulabilirim? Neyse, ararım! Cumakül,  sıvayı bugün bitirir misiniz?

 

-    Bitiririz. Ödül hazırla.

«Kimdir bu bayanAncak, bunu düşünmeye yetiştirince, yanına gülümseyerek Daukara yanaştı.

-           Bu Rabiga – Amircan’ın eski eşi, dedi o.

-    Eski?

-    Sonradan anlatırım, - attı başkan ve gene kendi düşüncelerine daldı.

-    Demek ki, Amircan tarihinin bölümlerinden biri – anladığın kadarıyla – tam buradan başlıyor; merağını daha çok uyandrıyor. Belki, onunla gönlüne göre konuşabilirsin, çünkü bütün aulda boş gezen iki kişi var, ben ve Amircan. İşte, o da alıştığı gibi, ellerini arkasına kavuşturarak tam zamanında yanıma geliyor.

-    Amircan, gel konuşalım, dedim ben.

Ark/hendek yakınında küçük çayırın yanına gelirken, burada tekrar enerjik genç bayan karşımıza çıktı.

-    Bizim ile lokantada yemek yer misiniz? – davet etti Rabiga, zira o’dur.

Ona bakıyorum, sonra Amircana. Rabiga telaşsız gülümseyerek bir şey olmamış gibi duruyor, Amircan ise bozuk, soluk, çizmesinin ayak ucunu dikkatle gözden geçirmeye başladı.

-    Hadi gidelim, Amircan! - dedim.

-    Siz gidin, ben yedim, diye ikircimli cevap verip kenara çekildi. 

-    Karnı tok olan birisi yemeğe kandırılır mı?, alaylı alaylı fark etti genç bayan. 

       Dışarıdan sıvası yapılmakta olan uzun samanlı ev lokantaymiş. Amircanla beraber eşiği geçiyoruz.

Ferah, aydın bir salon. Bir ucunda duvarla ayırılan mutfak yerleşmiştir. Duvar içinde pencere yapılmış. Bu pencereden yemek verirler. Pencereden bakınca her şeyden öncеkocaman siyah kazanı görürsün. O mırıldanıyor. Bir bayan birikmiş kopüğü kepçe ile ayırıyor. Diğeri ise kıyma makinasını çalştırıyor.

Elimde olmayarak diyorum:

-    Amma da kazanınız var!

-    Evet... içinde üç yüz kişilik yemek yapıyoruz, gururla dedi ahçı.

Lokantada uzun masalar donatılmış. Bir masada bir kaç sakallı adam oturuyor. Onların içinde Konısbay da var. Ha, onun baltanı soluk soluk salladığı anlaşıldı. Zavallı, lokantaya acele ediyormuş... Pencereden iştah açıcı kızartma kokusu geliyor. Sakallılar yutkunuyorlar ama konuşmayı kesmiyorlar. Her kezden çok Konısbay konuşuyor. Komşusundan tütün kutusunu sordu, içinden kıvırçık bozca kahverengi nasıbay aldı, fakat burnuna kadar getirmedi, öyle de elinde tutarak meraklı bir şeyler anlatıyordu. Nihayet sustu, sağ burun deliğini kapattı, soluna tütünü götürdü, içine çekti ve boğuldu, eğri yuttu, dondu, kıpkırmızı kesildi. Geri kalanları ona şaşkınlık ve sabırsızlıkla bakıyorlar. Nihayet Konısbay kendine geldi, bir soluk aldı, aksırdı hapşırdı, üstünü silkti ve konuşmaya başladı. Ama yüksek ve çınlak bir ses onun lafını kesti:

-           Dikkat!.. Dikkat!.. Alma-Ata’dan konuşuyoruz...

Sakallılar donup kulaklarını kabarttılar.

-           Ben kendim servis ederim, dedi Ragiba. Yoksa, bugün hepsi öyle bir meşgul ki,.. .

Masaya büyük ahşaplı tas içinde ‘salma’ yemeğini (etli erişte) koydu.

Sakallılar ise, hoparlöre takılıp kaldılar.

-           Ne konuşuyor?

-    Emek günleri hakkında, galiba...

-    Durun, verin dinleyim.

     Karnım tok ve memnün bir hissiyetle çıkışa doğru geliyorum, orası ise kalabalık, millet daha yeni işten dönmüş. Gülüş, şaka, kıpırtı.

 

-    Sıra bizde!

-    Hayır, biz erkenden geldik!

-    Hey, karıları içeri sokmayın! Onlar zaten iyi durumdalar!

Genç bayanlar yiğitlerin üzerine yüklenmekle, yiğitler ise, genç bayanların üzerine, itişip kakışıp, sonucunda lokantaya kimse giremiyor. 

-            Hey! Kesin sesinizi! ihtiyarlardan birisi kısık sesle ‘Kapıyı kırarsınız’, diye gençlere haddinin bildiriyordu. Gene mi Ayzahmet şımarıyor...

Bir ihtiyar siyah sakallı amca gençler ile beraber içeri sokuşuyordu. Gelen misafiri görünce mahcup bir tavırla:

- Kazaklarımızı hiç bir şekilde düzene alıştıramazsın...

Maşallası olan genç bir bayan beni itiverdi, ama birdenbire farkına vararak kızardı. 

-    Ay! Afferdersiniz, Jamangali sandım.

        Böyle gürültülü, şen kalabalık seyrine ister istemez doyum olmaz – millet lokanta kapısı arkasına kaybolmayınca durup bakıyorsun. Sabah köründen beri millet iş yerinde, ama yorgunluktan suratı asık şikayetçi birini bulamazsın!

Henüz üç-dört yıl öncesi bu sakallılar ot biçiminden somurtuk, yorgun, düşe kalka geliyorlardı. Yakıcı güneşten saklanarak, başlarını eski, delikli çapan (Orta Asiyalıların üstkıyafeti) ile kapatıyorlardı. Tırpanı omuzlarında taşıyorlardı. Karı, yorgun argın dönmüş kocasına bakınca ona karşı belirsiz bir kabahat hissederek baraka ve toprak sobası arasında amaçsız oradan oraya atıyordu.  Kocası ise, ‘Ah seni anneni!’, diye küfrediyordu. Bu işkence ne zaman bitecek?’ diye, delikli çizmeleri çekip çıkarıyordu ve eşiğe doğru fırlatıp atıyordu, kendisi ise döşek üstüne halsiz bir şekilde düşüordu.

Karısı onun etrafında dört dönüyordu, elden geldiğince beğendiriyordu asık suratını yıkmaya çabalayarak, merhamet dolu: ‘Zavalı, zavalı... Bizi geçindiren sensin... Nasıl yoruldun! Al iç çayını. Belki, rahatlarsın... az bir terlersin, canlanırsın…'.

Kocasının bacaklarını bile sıvazlıyordu. Bu saatte üstü başı kirli, sümüklü bir apalak koşarak içeri giriyordu ve babasına atılır atılmaz annesi bağırıyordu: ‘Hani bir yana çekil!... Babanı bitkin düştüğünü görüyor musun? Oynamak değil, kafasını kaldıramıyor...’    

Babası barışık bir hale gelerek ve gene sakinleşerek çocuğunu kendine çekiyordu, okşıyordu, sonradan da uzun zaman oturup koyu çayı içiyordu. 

Siyah sakallı geçenlerde aynı bu şekilde yaşıyordu. Şimdi ise, işten geri dönerek her kez ile birlikte kolhoz lokantasına girer, masaya oturur ve  ne  zaman ona yemek yediriceklerini sabırla bekler. Garson kız büyük olmasına rağmen onun üstüne atılmıyor, çocuk olsun, genç bayan olsun servisi sırayla yapar. İhtiyarlar vakvaklaşıyorlar, bağır çağırışıyorlar. Bir zamanları dastarhan* (donatılmış sofra) başında  oturuyorladı ve onlara saygı ve hürmet ifadesi olarak ahşap tepside koyun başını hazırlayıp verdikleri olurdu. Konısbay bunları hatırladığı belli.  Soluk bir nefes alıp garson kıza döndü ve gülümsemeyi denedi:

-    Canım, gelinciğim, bizi de unutma...

Yemek saati geldi.

Amansızca güneş yakıyor.

Dağ rüzgarı hafifce esiyor, arktaki suları ufak kırışıklar  kaplıyor, ark kenarındaki yüksek otlar rüzgardan dalgalanıyordu. Orada burada gözüne çalı ve ufak ağaçlar çarpıyor: onları diktiler midir nedir veya kendiliğinden boy attılar midir nedir – kimse bilmiyor. Amircan ile birlikte ağaca yanaşıp onun arığa yakın gölgesinde yerleşip söhbetimizi başlıyoruz:

-           Hadi, Amircan anlat bakiyim...

-    Neyi?

-                     Kimsin? Ne iş yapıyorsun? Kolhozda neden çalışmıyorsun?

Anına şapkasını çekip lokanta yanındaki acele ile şuraya buraya koşanlara bakıp gergin düşünerek susyordu. Lokantadan sivri sakallı dülger ile birlikte Ragiba çıkıyordu. Ayaküstü birşeyler ya anlatıyordu ya da görevlendiriyordu. Dülger dinliyor başını sallıyor. 

-           Karın onların şefi miydi?

-    Evet ... ekip başı.

-    Orası iyi! Kıvrak o, aktivdir.

-    E, ne diyecen, faal üyesi işte!.., diye Amircan içini çekti.

Hafifçe gülerek hırçın bir tavırla gözlerini kıstı. Gözlerinin altında kırışıklar oluştu: oturup otları kopararak bir şeyler düşünüyordu. Sonra içini çekip söyledi:

-    O zaman sabırınızı biriktirip bütün günah itiraflarımı sonuna kadar dinleyin... O gene düşünceye daldı. Çocukluğumu anlatmam. Çok uzun sürer. Hepsini anlatamazsın. Babamı hatırlamıyorum. Annem de çok erken öldü. Beni amcam, babamı ağabeyi aldı. Kendisi rençper idi, beni ise Dutbay bayın çoban yamağı olarak hizmete sundu. Dutbay çok zengin de değildi, fakat aşırı cimriy ve el sıkı idi. Vahşi hayvan gibi öfke doluydu. Şimdi de ruyamda onun bastonunu görünce yataktan fırlıyorum. Muhakkak benim de suçum vardı, tabii ki gencim, ateşliyim, bay atı vermeyince sürüyü yaya baktım. Yayadan kim korkar ki? Bir kez günün içerisinde kurt yağlı burulan koyunu parçaladı. Napacaktım? Göz yaşlardan gözlerim şişti. Küfürler, dayaklara çoktan alışıktım. Tek bir düşüncem vardı: ölesiye kadar dövmesin. Neyse geldi... Öfkeden köpek Dutbayın gözleri kızarıyordu. Daha uzaktan kısık sesle bana havlamaya başladı. Korkudan hiç bir şey anlamıyordum, yerimde dondum, ağzımı açtım. Sonra gözlerimi kaldırdım ve donukladım: pis pis gülerek ve dişlerini göstererek yaklaşıyordu. Hele iyice kulaklarımı çekiyordu, o yüzden iki elimle kapatıyordum. Hareket halindeyken elmaçık kemiğime öyle bir vurdu ki, gözüm bulandı.

Birisi bağırdı: ‘*Bayeke (zengin ağabey), bağışalyın! Affedersiniz!’ Ama bay hiç bir şey duymuyordu. Yanaklarımdan kan akıyordu. Şakaklarımda bütün saçlarımı kopardığını yalnız sonradan hissetim. Tabii ki, saçlar uzadı, ama gördüğünüz gibi beyazdır. 16-17 yaşındayken Dutbayı bıraktım, rençper amcamı buldum ve o çalıştığı sahibe yerleştim. Bu iri bay idi, adı Baymaganbetti. Dört oğlu rus okulda eğitim gördüler. Ona çalışan tek rençperler değil, bütün aul, hatta aul  çevresi de belini büküyorlardı. Beni ev işlerine belirtiler. Benimle birlikte şimdiki kolhoz başkanı Daukara da rençperlik etti. Hatta o zaman bile benden güçlü, dayanıklı, cesaretli idi. Üstelik, inatçı idi, hepsini kendine göre yapmaya çalışıyordu. Onu övmüyorum, oldukları anlatıyorum. Bir kez bayın küçük karısına, hain bir bayan idi, hakaret edip dayak yemişti. Öyle bir dövdüler ki, kimse sağ kalacağına inanmiyordu. Bu olaydan sonra Daukara kayboldu. Gece gitti ve bir daha onu kimse görmedi. Sonradan amcam Daulbay da köyüne gitti tekrar dönmedi. Fakir bir köylü kızıyla evleneceği ve onun anne babasıyla yaşayacağı bilindi, yani kazaklar söyledikleri gibi damat-köpek yavrusu olacaktı.

 

***

Genç kadınlar grubu lokantadan çıktı ve gölgede yeşil ot üstüne halka şeklinde oturdu; onlar fısıl fısıl konuşuyorlardı, birbirlerine göz kırpıyordu, iteleşiyordu, galiba birisinin üstünden gülüşüyorlardı.  Biraz ötesinde bir kaç delikanlı durup merakla sohbet ediyorlardı. Ancak genç bayanların oynak gülüşü büyük ağızlı yiğitin afyonunu patlattı.

Onlara bağırdı:

-    Ah, yaramazlaştınız aylaklar! Genç kadınlar daha da gür kahkaha ile gülüştüler. Dellikanlılar gösterişli yüzünü çevirdiler ve istihfafla omuzlarını sıkarak sohbetlerini devam ettiler. Kahkahacılardan birisi yüksek temiz sesle şarkı söylemeye başladı, büyük ihtimalle kendisi uydurdu. Ve her kes etrafta kulaklarını kabarttı.

Senin üstünden gülüyoruz palavracı yiğit

Altın ovada sürü koşuyor

Şimdi kızlar emekle şohret kazandılar

Karı bulamazsın kendine geveze yiğit

Amircan bu şarkıyı duyunca silkilendi. Somurtuk kaşları açıldı, yüzü gülümsedi.

Baksana... şu büyük ağızlıdan hınzır kız nasıl da intikam alıyor... Durun, dinleyelim...

Amircan boynunu uzattı bile. Büyük ağızlı ise, sanki Amircanı hayal kırkınlığına uğratmak istemeyerek, birdenbire bayanlara döndü, ellerini beline dayadı, başını kaldırdı ve şarkı parçasını söyledi:

Умолять я вас не стану, хоть умру.

Крикливой и ленивой бабы не хочу.

Ни одна не устоит красотка.

Если встретится со мной лицом к лицу.

Genç bayanlar fıs fıs konuştular, biribirine eğildiler ve birazdan gene kız sesi duyuldu:

Нынче девушек, джигит, не проведешь.

С трудоднями лишь теперь жених хорош.

Кому нужны твоя краса, твой блеск и лоск,

Коль славы и почета ни на грош?!

Büyük ağızlı öyle bir küstü ki, yüzünü bile çevirdi. Seyrettiği tartışmaya dalan Amircan, mırıldandı: 

-           Ha, şeytan!.. Kaybetti zavallıcık... Ne söylemeyi bulamadı!

      Büyük ağızlının yerinde olsaydı, ta akşama kadar yorulmak nedir bilmeden tartışırdı.

      Ona vaatını hatırlattım. O yeniden suratını astı ve düşüncelere daldı. Sonra tekrar konuşmayı başladı:

-           Neler yaşamadım? Beyaz kral kararnamesiyle beni geri işlere aldılar.

 

Kışı buz gibi soğuk barakalarda geçirdim, odun biçtim, siper açtım. Aramızdan kimse memleketini görmek umut etmiyordu. İnsan her şeye dayanır. Biz de dayandık. Şu cehennemden geçtik.

Cepheden geldikten sonra öz amcamı aramaya gittim. Siper yapmaya nasıl aldı iseler öyle de kayboldu. Mektup bile gelmedi. Onun kayın pederi Kuanışbek’in evinde yerleştim. Bu Kuanışbek sakin kara bodur bir ihtiyar idi. Dört kişi olarak yaşıyorlardı: ihtiyar, karısı, dul kalmış kızı, bir de on beş yaşında bir kızı. Evçiği yoksuldu. Bir kaç baş hayvan vardı. Dul kalmış yengem neşeli ve cimriy gözlü kıvrak bir bayandı, benzi kül gibiydi. Kocasının ölümü onu zerrece üzmediği görünüyordu. Kahkahalar atıyor, göz yapıyor, aulu zincirinden boşanmış gibi dört dönüyor. Yengeme bakınca donakaldım. Bütün meşakkat ve yoksullukardan sonra yakın, samimi kişiyi raslamak hoştur! İşte yengemden böyle bir karşılamayı bekledim.

Ne kadar da istesem olmadı. Gerçi yaşlılara küsmek günahtır. Dede ve karısı Umsındık oldukça iyi karşıladılar.

            Şu aulun işlerini yöneten Utebay bdlı irisiydi. Görünürde anlayışsız, telaşlı adam, konuşması çarpık çurpuk, hantaldır. Fakat nedendir aulun yirmi avlusu sadece onu dinliyordu. Onun öğütü veya hayır duası olmadan hiç bir şey yapılmıyordu. Gelenler ve misafirler evinde kalıyordu. Benim yengem de bütün gün öyle kayboluyordu. Vessalam, Utebayın başına bizi evlendirmek, yani beni ve yengemi, fikir geldi. Ben cidden korktum. *«Apırmа-аy, diye düşündüm ben, kıvran bu kadınla yaşayabilir miyim?!» Fakat, rızamı kimse de sormadı. Düşe kalka imam gelip bizi evlendirdi. O zaman yeni karım öyle bir kudurdu ki. Ateşler püskürttü. Hayatımda ilk defa şöyle çılgın, saçma kadını gördüm.

O zaman büsbütün üzüldüm. ‘Yahu, bittim!’ İyi ki, çok geçmeden gecesi yengem evden kaçtı... beraber yattık, uyandığımda yoktu. Nereye gitiğinden, kiminle – kimse bilmiyor... İhtiyar kadın ağlıyor, orospu kızına lanet okuyor. Kuanışbek sesini çıkarmıyor, utanç ve acıdan taşlaşmış gibi oldu. Ne yapacan? Küçük kızı, işte o Rabiga, e-e-e, enişteciğim kotüğe boğdular mı seni, şimdi dizlerine sarılıp otur demek istiyor gibi gizlice bana yan bakıyor, hafifçe gülümsüyordu. O gülüyor, bana da gülünç geliyor. Utebayın kurnazlık ettiği, kendi günahçığını bana itmek istediğini sonradan öğrendiler. 

Aullarda rahatlık yoktu. Yok beyazlılar, yok kırmızılar bastırıyorlar. Beyazlar koşuşuyorlar, soygunculuk yapıyorlar, zorluyorlar, öldürüyorlar.

Bir gün alaca karanlıkken, kulağa bir şey duyuldu: ‘Askerler!’. Hepsi hemen koşmaya başladı. Genelde, beyazlar yaklaşırken aullarda değerli eşyaları saklıyorlar, aceleyle atları bozkıra sürüp götürüyorlar, genç kızlar ve genç bayanlar erkek veya tirit gibi ihtiyar elbiselerini giyiyordular. Ve bu sefer da aynen öyleydi. Birdenbire şöyle haber geldi: ‘Bu kırmızılar. Onlar kimseye el sürmüyorlar.’ İnsanlar sakinleştiler, bölümler geldiğinde kırmızılar kalan evlere girip çıkmaya başladılar. Ben de merakla bakmaya gittim. Baksam, hepsi genç delikanlılar. Gerçi ara sıra akallılar da rasgeliyor. Kimi askeri kıyafette kimi ise her zamanki kıyafette. Utebay ‘ha’, deyince yüpürüyor, koşuşuyor, elinden geldiğince gözlerine giriyor. Buraya değin aynı sevk ve gayretle beyazlara uşaklık ediyordu.

            Akşamdı. Evin yanında, köşede nasıldır adam azmanı oturuyordu. Alaca karanlıkta tanıyamadım, lakin bana yabancı gelmedi. Tütünü çıkardı, bir sigara sardı, kibriti ağzına götürdü, bunda da ben onu tanıdım. Daukara! Biribirimize sevindik, sarıldık. O zaman Daukara bayı bırakıp başka rus kulakka yerleşti. Ondan da Kızıl Ordu üyesi oldu. Ayırılık süresi içinde gözle görülür biçimde boy attı, güçlendi, erkekleşti.

Ve beni yanına aldacağını, bundan böyle her zaman beraber olacağımızı kararlı bir şekilde derhal bildirdi. Kırmızılara katıldığımı öğrenince en çok Utebay korktu ve telaşlandı. Kuanışbek karısıyla birlikte kırmızılarla gideceğimi duyunca çok üzüldüler. Rabiga o zamana kadar bana alıştı, saygılı bir şekilde jezdem-eniştem diye çağırıyordu. O zamanları uzun saçlı esmer kızçaz idi. Benim ayırılışım onu en çok üzdü. Vedalaşırken biraz ağladı bile...

            Bu yerde Amircanın sesi kesildi. ‘Rabiga’ derken heyecanlanıyordu, yüzü değişiyordu, düşüncülere dalıyordu. Son zamanları zayıfladığı, düştüğü, çöktüğü hissedilirdi, bunun sebebi tabii ki, karısı ile kavgalı olduğudur. Bir türlü kendini toparlayamadığı görünüyordu. Halbuki saygılı Konısbay, bacağını tomruğa koyup, baltayla istemeyerek keskenirken der demez düşünceli pozda donukalıyor, sanki kesiyim mi kesmiyim mi, yontalıyım mı yontalamiyim mi diye karar alıyor. Bir taraftan ilginç manzara gösteriyor. Amircanın hikayesini dinlemekle bir arada savsak dülgeri ha bire takip ediyorum. Amircan da yan gözle ona bakıyor. Göründüğü gibi dülger onun sinirine dokunuyor. Başka bir şeyler de hissediliyordu: hep yalanlık ve alçaklık içinin derinliğine kadar isyan ediyordu. Acı ve hırzla kendi günah itiraflarını devam ediyor: 

-  İşte o zaman savaş atımı eyerleyerek ilk defa özgürlük tadını ve sevincini öğrenebildim. Sıcak at altında hoplıyorsa, gem kemiriyorsa, sen ise baştan ayağına kadar asılan silahla belirsiz kader karşısına ne ruhun varsa giderek rüzgar da yüzünü kamçılıyorsa, kalbin sevinç dolu vuruyorsa, mutluluktan kendin bile kanaatlı gibisindir.

            Ekibimiz bastığı yerlerde beyazlılar keçi sürüsü gibi kaçışıyordu. Komutanımızın adı Mekapar1 – (çaptırılmış Nikifor (isim) veya Nikiforov (soyisim))

 idi. Konuşkan birisiydi. Şakacıydı, bir kol çengi. Savaşta sıkı, hatta serttı. Savaşçılar da öna göre idiler. Bir kez beyazlıları kovalarken, Dutbayın auluna düştük. O an gönül kırgınlıklarım hatırıma geldi, öfkem topuklarıma çıktı ve gücümle bayın yurtasına ((bir çeşit göçebe çadırı) koşarak geldim. Bay korkudan dilini yuttu, sadece yaranmaya çalışarak gülümsedi. Komşusu İshak, fakirlerin fakiri, Dutbay beni dövdüğünde her zaman arka oluyordu, elime sarılarak: ‘Bayeke, öfkeyi lütufta bulunun, çocuğu bağışlayın’, diye çığlıklar ötüyordu. ‘Amircan, canım, bağışla! Acı!..’

            Bir kez kasabayı alırken kanlı savaş oluştu. Beyazlılar koştular, arkasından biz. Karasor yerçiğinde ekiplerden birini hele yakaladık. Orada İmanbay adlı birisinin kışlaması vardı. Beyazlılar kışlamada temel tuttular ve uzun zaman direniş göstrerdiler. İliklere işleyen son bahar rüzgarı esiyordu, dikenli kar yağıyordu. Rüzgarda çok üşüdük, donduk, tir tir titredik. Şu an Daukara dedi:

-                     Hadi, Amircan, onlara sürünerek yakın yaklaşalım. Hadi, bakalım...

Tam karanlık düşüyordu. Tüfekleri ele geçirdikten sonra sel yarığına dikenler içine sürünerek devam ettik. Tüfekleri bağrımıza bastırdık. Zarzor yanlarına sürünerek vardık. Şöyle yavaştan yarım kalktım, pencereden odaya göz attım. Tam karşımda tüfeğini kaldırıp növbetçi duruyordu. Daukara’ya haber verir vermez hızlı bir şekilde sürgü çekildi. Gerisini hatırlamıyorum... Uyandım... Birisi kolumu boynumu sarmaladı/pansıman yaptı. Meğer Mekaparmış.

-                     Kımıldama, Amircan, dedi o.

Yeniden bayıldım. Gözümü açınca beyaz elbiseli insanlar etrafımda koşuşuyorlardı. Aralarında bayanlar da vardı. Fısıldayarak konuşuyorlardı. ‘Apırmay, nerdeyim ben?, diye şaşkınlıkla düşünüyordum. Az sonra hastanede olduğumu anladım. Kursun boynuma girip omuzum yanında çıktı. Yara izini görüyor musunuz? İşte, o kursun izi. Sol kolumu ancak şöyle kaldırabiliyorum. Geri gitmiyor. Sağlamdım, gençtim ve dayanıklıydım, ondan hayatta sağ kaldım. Öyle bir delik vardı ki, görmesi dehşetti.  Önceden bir lastik soktular. Zor kapandı. 

– Aula bir yıldan sonra döndüm. Çok zayıfladım. Kuanışbeği arayıp buldum, o ise düşe kalka yürüyordu, tüm yaz hastaymiş; tek ineği aft hummasından geberdi; rekolteyi vaktinde toplamamışlar; hayvanlar hepsini mahvetmiş. Kış geldi. Hem soğuktu, hem açlıktı. Her ne kadar git dilencilik yap (hot po mıru idi). Ama nereye gidecen ki? Akrabalar da varlıklı olanlara saygı gösteriyorlar. Fakirleşirsen herkes yüzünü çevirmekle akrabaların gözünde en faydasız adam olarak gözüküyorsun. Şöyle dört yol ağzında kalınca umutsuluğa düşünce de er kes elini kolunu bağlamaya, rençpere dönüştürmeye çalışır. Aynı durumda Kuanışbek’i yakaladım. Girgin kurnaz Utebay ihtiyarları açıyor taklidini yapıyordu, yani onların açlıktan gebermelerine müsaade etmez gibi, kendisi ise Rabiga’yı pahalıca satmak niyetindeydi. Karşılığına da anne babasına yirmi pud (16,38 kiloya eşit ağırlık birimi) tohum ve danası ile birlikte inek verecekti. Geri kalanı Utebayın payına düşerdi. O zaman bunun gibi açıkgöz az değildi. Sanırım her bir aulda iki-üç öyle Utebay vardı. Onlar gibi birileri görücülük yapıyordu. Kız veya genç bayan isteyenler ilk önce böyle tür düzenbaz gibileriyle karşılaşıyordu. Onlar tavsiyede bulunuyorlar, şartları konuşuyorlar ve işi yoluna koyuyorlarmış gibi, nişanlı onların haberi olmadan bir adım bile atamazdı. Onların hayır duası ve katılımı olmadan hiç bir iş halledilemezmiş. Halledildiği durumlarda muhakkak kötü olarak biter. Böyle işin bitişini de o tür açıkgözler sağlıyormışlar. İşte Kuanışbek’e de bu şekilde külah giydirmişler. İhtiyar Utebay’a inanıyordu, velinimet sayıyordu ve sadece mırıldanıyordu: ‘İstediğini yap... Ben yalnız senin eteğine sarılabilirim...’

            Oh, kurnaz ve alçak bir adam idi şu Utebay! Avucunun içine almak çok çalışıyordu. Yemek veriyordu, yaranmaya çalışıyordu, evinden dışarı bırakmıyordu. İnsanların gözünde övüyordu: ‘İşte, Amircan – Sovyetlerin güvenilir koruyucusudur! Kendi eliyle yeni iktidar kurdu!’ Bunu söylerken, diyelim, haklıydı. Sadece bir şeyi anlamıyordum: benim gibi fakir ve rençperler Sovyet iktidarını kurarlar, kan dökerler, lakin neden  yeni iktidar meyvelerini ‘Utebaylar’ kullanırlar?’ Öyle oluyor ki, sanki canımızı onlar için biz feda ettik?!

            Demek, Aul Meclisi Başkanı Utebaydı. Sekretar olarak hacı Kudaykul’un oğlu Kakiş’i yanına aldı. İnsanlar ondan korkuyordu, çizgili yılan diyorlardı. İşte şu çizgili yılan Sovyet iktidarını temsil ediyordu, fakirleri düşünüyordu. Baylar, tabii ki, memnun idiler. Onlar: ‘Bakalım, Sovyet iktidarı bize ne beklentiler getirecek?’, diye rahat bir şekilde kıkır kıkır gülüşüyorlar. Aullarda ise açlık, salgın, yetersizliktir. Gene de baylar kanına ekmek doğruyorlar: ‘Fakirler, iktidarınız fazla da velinimetlik etmedi’. Çeşitli  düzenbaz/madrabaz oyunlarında da yeni iktidarı suçluyorlar. ‘Başka türlü nasıl olabilir ki?’ diye konuşuyorlardı. Bugünki günde ‘özgürlük’! Her kes istediğini yapar’. Ve Utebay gibi yeni iktidarın ‘temsilcileri’ benzer söylentileri hiç de kesmiyorlar, tersine ateşin üstüne benzin döküyorlar. Hatta Utebay’ın yardakçıları ile birlikte yaptıkları Sovyet iktidarına isnat edilir.

            Bunlarla aulda karşılaştım ve öyle bir şaşırdım ki, sanki kör sokağa tutuldum. ‘Napiyim? Neden başlıyım? Sovyet iktidarı için kan döken benim, ve niçin ben bir yanda kaldım?, diye hep kendime soruyordum. Utebayı sadece görünüşte çekiyordum, içimde ise deve kini çekiyordum. Görünüşte sıcaktım, içimden ise buz geliyordu. O da beni bir anda diye anladı. Rabiganın evliliğini sallıyordu. Ne olacağını bekliyordu. Halbuki ihtiyarlar tohumu almışlardı. Nişanlısı kırkın aşmış Dosjan adlı birisiydi. Az bir zaman önce karısı can vermişti ve Dosjan genç bayanı hatta genç kızı alıp, rivayete göre karıkoca yatağını yenileme kararına vardı.  Meşhur bir atı vardı, ona da Utebay biniyordu. Bütün sorulara: ‘Satın aldım’, diye cevap veriyordu. ‘Ne ki, istesem alırım, istersem satarım, kimsenin umrunda değil’, diye düşünüyordu. Belli ki, atın nerden geldiği. Rabiganın gözleri sürekli ıslaktı. İlkten, beni görünce biraz silkilendi, canlandı sonra gene söndü, gamlandı.

-                     Enişte, ne olacak benim halim? Hapı yuttum. Yandım!..

Haydi oradan elimden ne gelirdi? Göz yaşlarından kalbim yanıyordu, çaresizliğe kızarak kendimde değildim.

Nişanlısı Dosjan her Allahın günü ziyarete geliyordu, kara sakallı, kırışıklar içinde genç karıyı almaktan sabredemiyordu. Gerçi aul törelerine göre bunda ayıp bir şey yok. Nişanlısı karşılık verdiyse, anne babası da razı oldu iseler, kız boyunu eğmek zorundadır. ‘Evlenmeyecem! İstemem’ demek baba kuralına karşı çıkmak demektir, bu ise korkunç bir günahtır...

Bir gün akşam birkaç giyinip kuşanan bayan törenle Kuanışbek’in evine doğru yol aldılar. Tahminime göre bir şeyler olacapına benziyordu. Dosjan dünden beri aulda misafirdi. Aulnay, yani Utebay bir gün önce bir yere gitti, ama her şeyin onun emri üzerine yapıldığı açıkça belliydi. Anlaşıldığına göre, kızı nişanlısı yanına getirip nişan yapmak istiyorlardı. Uğurlama töreninin ilk basamağıydı. O andan itibaren nişanlı kız olacak kocasının emrine geçiyor ve bundan böyle düğünü kimse engelleyemez. Hatta engellerse zalim, fesatçı, Allah tarafından lanetli bir adam sayılır.

Şu aulda Apalay adında yiğit yaşardı. Dev boylu pehlivan, her bir omuzuna birer adamı oturtursa bükülmezdi. Yırtık pırtık elbiselerde yürüyordu. Aulda aceleyle oraya buraya koşuşan kadınları görüp:

-                     Ah, biçare Rabiga! Hayatını mahvettiler!.., diye içini çekti.

Bunları duyunca sarsıldım, donakladım! Apalay arada bir göz ucuyla bana bakıveriyordu. Sadece Allahın bildiği yere kaçan yengemle yaptığımız uğursuz evlilikten sonra, aulun rivayetine göre Rabiga benim olacaktı. Rabiga bana karşı şefkatlı ve dikkatlıydı. Ben de canım gibi seviyordum. Birden bire onu usanç menfur bir yabancıya vermek, kaptırmak, delikanlı için bundan da ayıp ne olur? Apalayın istihkar bakışı görülür gibi oldu, sanki ulan şiltesin demek istedi. Ağzı havada mıymıntı. Ben dayanamadan söyledim:

-                     Yanılıyorsun! Kimse onu mahvetmeyecek.

-                     Nasıl yanı?!, diye canlandı Apalay.

-                     Öyle işte!

Beraber Kuanışbek’in yanına gittik. İhtiyar çalışıyordu: oturup nasıbayı toz haline getiriyordu. Üstünde eski püskü bir kürk vardı, kürkün üstü çizgili kumaştandı. Evde bile bu kürkü bırakmıyordu, üstüne atar, dizleri eteğiyle sarar, çiğneme tütünü ezerken, şimdi yaptğı gibi hatırlıyorum,  çapraz ayakları arasına tahta havanı dikerdi. İhtiyar gayretli çalışırdı. Bir yanında havan eli olarak kullanılan kürek sapı yatar, önünde ise birkaç tütün yaprakları içeren çıkınlar ve ezilmiş tütüne ilave edilen başka küllü çıkınlar vardı. Gün boyu bununla uğraşıyordu: ezer, karıştırır, çıkınları ayılardı. Çamur harçlı bu evde karanlıca idi. Kız için gelen beyaz örtülü kadınlar martılara benziyordu. Annesinin arkasına saklanan kirpi gibi büzülen zavalı Rabiga  avuçlarıyla ağlamaktan kızarmış yüzünü kapatıyordu. Şu tavrında mahkum olduğu hissediliyordu.

Apalay gelen kadınları çekip durmaya başladı:

-                     Hadi söyle, güvey ne kadar ödedi?

            Eğer gelinin anne babası zengin ise, üstelik annesi becerikli ve girişken ise kızı almaya gelen genç kadınlar.


            Bunu söyleyen Utebay’ın en yakın yengesi, kavgacı ve kibirli bir karıydı. O zaten arkayı hissederek kendini meydan okurcasına davranırdı. Aul kadınları ondan korkuyordu. Şimdi ise Kuanışbek’in karısına dönerek sertçe sordu:

-                     E, sonra? Kızını verecek misin yok mu?

Kuanışbek ise dikkatini nasıbay dövmesinde toplayarak, sanki bu konu onu ilgilendirmez gibi devam ediyordu. Yalnız tahta havanın dibine sap dokunduğunda, sanki çoktan yağlanmamış at arabası gibi gıcırtı bir ses duyulurdu. Önemli bir şey olacağına intizaren millet sustu. Rabiga bir an elini ağlayan yüzünden çekti bei görünce daha kötü ağlamaya başladı. Annesi de:

-                     Elden ne gelir ki, gözbebeğim?, diye hıçkırdı.

İnsan bu görmeye dayanamazdı.

-                     Bu kadar da kendinizi üzmeyin (ne ubivaytes), Rabiga hiç bir yer gitmeyecek, dedim ben.

Şu an çamur harçlı ev sakinleşti. Millet sanki taş gibi oldu. Hatta Kuanışbek durdu ve şaşkın bir tavırla gözlerini fal taşı gibi açtı.  

            Normalde kızının evliliği, ağlayışı, genç bayanların nişanlıyı almak için gelişleri, bunlar zaten alışagelmiş yaşayış tarzı ve adetlere uygundur. Böyle ir deyim/alamet vardır: ‘Gelinlik ağlarken, evlenirken gülecektir’. Birdenbire ezelden beri yaşama tarzına karşı sesimi yükselttim! Adınr hayretten yanaklarını ısırdılar, ağızlarını açtılar. Birinci olarak Utebay’ın karısı kendine geldi.

-                     Kes sesini! Sana mı sorcaklardı!, diye öfkeyle bana bağırdı.

-                     Bakacağız daha! Bana soracaklar mı yok mu!, diye cevap verdim ve Rabiganı yanına oturdum. –  Hadi, alıp götürün/geri çekin!

Hepsi benim şaka yapmadığımı anladılar. Karanlıkta kadınların şaşırdığı bullak olduğu yüzlerini dikkaltle gözden geçiremezsin, lakin her şey açıkça görünürdü. Onlardan kimse öyle dönüşü beklemezdi. İhtiyar Kuanışbek kürek sapını bir yana koydu ve şaşırdığından/hayretten sakalına yapıştı. Ona her zaman iyi davranıyordum. Ve şimdiki davranışlarım düpedüz kafasında anlaşmazlık  yaratıyordu.

-                     Değerli/ Canım Amircan... uzun sustuktan sonra bsşlsdı, fakat bitiremedi. Onun durumu kızının durumundan da kötüyüdü. Birinci olarak, Utebay kudurur. ‘Öyle de niye beni mahcup ettin moruk/kartaloş’, diye kızacak. Sonra sıra güvey akrabasında: ‘Kiminle dalga geçiyorsun?’ diye üstüne gelecekler. Güvey de öfkesi topuklarına çıkarak kıyamet koparır. Ünlü soy dip sürgünü. Biçare ihityar nereye gider? Kimden himaye ister?

-                     Değerli/ Canım Amircan... benim durumumu bilirsin, diye zarzor gözyaşlarını tutarak belli belirsiz söyledi.

İki ateş arasında kaldım. Gelini almaya gelen genç bayanlar, azgınlaşmış, kafama dağı yıkmaya hazır hale gelmiş olup hep beraber yerlerinden fırladılar. Utebay’ın yengesi kibirli bir tavırla sanki deveye binip oturmuş gibi yukarıdan aşağıya bakıp dişleri arasından söyledi:

-                     Ferman sizin!.. Güvey gönderdi, biz de eski töreler göre geldik. Demek ki, boyun borcundan kurtulduk. İstediğinizi yapın. Biz gidip rapor verelim...

Çamur harçlı evden homurdanıp ve azarlanıp çıktı.

Şöyle ikimiz kalıp süsüyorduk. Etraf karanlıktı. Aul için olağanüstü bir şey hazırlanıyordu. Sonu ne olacak kimse bilmiyordu. Ansızın Rabiga fısladı:

-                     Bırak beni... Demek ki, alınyazısı öyledir... Gidiyim...

Yeis kelimeler, çarezi can sıkıntılar! Ter içinde kaldım. Öfkeyle Apalaya bakıveriyorum. Çamur harçlı evin ortasında destek için konulan direğe/kirişe bülülerek sarıldı. Ondan bir şey elde etmek zordur. Susuyordu, beni düşündüğü belliydi, ama hakkımda ne düşünüyordu? Onun düşücesinde ben –çoğunluktan birisiyim yani onun gibiyim. Töreyi çiğnemek, alışagelmiş yaşama tarzına karşı isyan etmek gibi hareketler Apalay’ın kafasına bile gelmemişti. Saygın ağababa kodaman ve para babaları gözünde ‘karıştırıcı’, ‘isyancı’, ‘piç kurusu’ olarak adın çıkar. En çok Apalay şundan korkar. içini çekti.

-                     Orası öyle, öyle... ama...

‘Ama’sı nedir, öyle de açıklamadı.

Rabiga kalkmaya dönedi, lakin ben omuzuna elimi koydum. Her ihtimale karşı elinden aldım. Karanlıkta yüzü görünmüyordu. Fakat sessiz ağlamaya devam ediyordu, gözyaşları avucumu yakıyormuş gibi yanaklarından akıveriyordu. Nefes alması yakıp kömürleştiriyordu. İşte öyle olur... gerçek can ağrısı. Şimdi hatırladığım zamanları, o zaman mutlu olmuşum gibi geliyor. Aynen oturduğum gibi yanında günlerce, aylarca, yıllarca otururdum. Bir an kendimde, sanki kanatlanıp gök yüzüne havalanırım gibi büyük bir güç hissettim. Sevinilmez mi? Sevgi dolu bir kalp sana uzanıyor/çekiliyor, hayatının korkunç saatinde senin desteğini arıyor, genç kız büyük umutla ellerini uzatıyor; sen ise bu haksız köhne gibi alemi yıkmakta tam tersine çevirmekte açtın, yeni yaşama için savaştın, istenen yeni iktidar için kan döktün...  Çekingenlik/ürkeklik şeytana! Neden korkuyum? Rabiga ise fısladı:

-                     Burak ya, yoksa... geç olur...

Bırakırsam, gene gitmeyeceğini biliyorum. Sıcak gözyaşları elime düşüyor. Şimdi asla bunu söylemek istemediğini de anlıyorum. ‘Onlarla başa çıkabilir misin? Onlara karşı çıkmaya cesaret eder misin? Zamanını kaybetme! Bir çaresini bul!’, gibi düşünceler kafasındaydı. Çamur harclı evinin diğer bir köşesinde karanlıkta beyazlaşarak ihtiyar Kuanışbek donup kaldı. Aceba düşündüğü şey: ‘Daha bir bela başımıza düştü!’, yoksa ‘Sıkışık zamanında güvenilir bir adam bulundu...’mı?

-                     Demek ki..., diye Apalay içini çekti.

-                     E, ne demek istiyorsun?

-                     Aynı şeyden...

İhtiyar kadın sobayı yakmaya başladı. Ateşin dönük akisinde onun kırışık yorgun yüzü çok kederli gözüküyordu. Hiç bir şey söylemedi. Anlaşılmaz ki, benim yaptıklarımı alkışlıyor veya ayıplıyor muydu? İçindekileri söyleyemediğin zaman ne kadar kötü!

Güneşin batmasıyla birdenbire rüzgar çıktı ve kar fırtınası koptu. Kar kasırgası cam üzerinden vuruyordu. Tüm dliklerde uluma başladı. İhtiyar sanki uyandı gibi kafasını kaldırıverdi, öfkeyle mırındandı:

-                     Ama da havayı Allah verdi/gönderdi!

Onun için ne fark eder ki: kar fırtınası var mı yok mu, zaten hayvanı yok. Hırsını birisinden alacak tabii. Kar fırtınası ile birlikte Utabay’ın gemalmaz/dizginsiz yengesi bastırıp geldi. Tek başına değil yanına sakin alçakgönüllü bir genç bayanı almıştı. Ö bürü ise, utanıp uzak, gölgede eşiğin yanında durmaya çalışıyordu. Apalay merakla sordu:

-                     Hey, orada kim saklanıyor? Maşrap mı? Gel yakınca!

-                     Maşrap olsa ne olmuş!, diye Kuliman üstüne geldi.

-                     Öylesine, sordum işte..., bozuldu Apalay.

-                     Öylesine ise, işine bak... Bayan işleribe karışmak istersen, kafana ‘jaulık’ başörtü çek!

İhtiyar kadının yanına oturdu, üşümüş ellerini ateşe yakın uzattı. Gri kuru süratı asık ve kindardı.

-                     Lambayı yak, emretti kendisi.

Dahi basit kelimeler onun ağzından tehdit olarak geliyordu. Kuliman asabımı bozmaya başladı. Apalay arıklayan deve gibi yerinden kalktı.

-                     Eveeet, demek ki..., diye ağır ağır içinşi çekti.

Ve kapıya doğru giderken burnunun altına:

Engin bozkıra aullar göçebildiler,

Başlık karşılığı ben, talihsizi sattılar...

Şarkı sonunu kimse duyamadı. Var gücüyle kapıyı çat diye kapattı. Onun gidişi/davranışı beni de kızdırdı. Sanki giderken bana, ‘Na kafa/ipsiz sapsız aptal!’,demek istedi.

İhtiyar kadın suratını asıp susuyordu. Lambayı öyle de yakmadı. Arkasında şiddetli/taşkın öfkeli kar fırtınası kopuyordu, burda ise, çamur harçlı evde kızgın, suratını asmış Kuliman oturuyordu: kimin üstüne çatmaya kalkarsalar der demez çıldırtırlar/aklını çalırlar. Kuliman tekrarda ihtiyar karıya dönerek:

-                     Güvey’in gönderdi. Son sözünü söylesin diye gönderdi. Bu fırtınada ben şaka yapmk için gelmedim! İhityar kadınnın derin yüz kırışıklarından gözyaşları aktı. Bundan önce Kuanışbek kazık gibi düz oturuyordu. Birden  rüzgardan sallanan otlar gibi hafifçe sallandı.

-                      Ne konuşması, be? Götürün gelini!.

Rabiga aniden elini çekti. Üstüme buz su döküldüğü gibi sarsıldım/silkindim. İhtiyara sayfı duyuyordum. Bu andan itibaren nefret etmeye başladım. Büsbütün beni yanlış anladı, başka türlü yargıladı. Rabigayı ‘Allahtan yazılı’ nişanlısına bırakmadığım için, ona evlenmek istiyormuşum gibi anladı.

Peki, öyle yargıladıysa, tamam. O zaman, ona göre, demek ki, yaşlı ihtiyar tercihtir? Demek ki, kızının kocası olmaya layık görmüyor? Lakin, Rabigayla evlenseydik, anne babasına özen göstermez miydik? Çok küstüm. Zaten küskünüm. Çocukluktan beri..

Lambayı yaktık. Rabiga tostoparlak büzülerek/kirpi gibi büzülerek oturuyordu. İnsan değil, bir gölge gibiydi. Görmek canımı yakıyordu. Annesi eski sandığı karıştırıp, içinden en güzelini seçip Rabigaya verdi. Maşrap kuştü beyaz başörtüsünü götürüp Rabiganın başını örttü. Kız büzüldü, silkindi. Titremeye başladı. ‘Bismillah’, diye fısıldadı.

Bu andan itibaren Rabigayla temelli ayırıldığımı duyar gibi oldum...

Çamurlu evden nasıl çıktığımın farkında değildim. Sarhoş gibi sallanıp gidiyordum. Kudurmuşçasına esen rüzgar benimle dalga geçmiş gibi bir taraftan başka tarafa itiyordu. Beklenmedik bir sırada Kerebay evinin yanında kendimi buldum. Gelini holda hamur yoğuruyordu. Onun temposuna uyarak başındaki beyaz yüksek sarık, sanki dans ediyormuş gibi, salanıyordu. Genç bayan bir şeye keyfli gülümsüyordu. ‘Ne seviniyor?’, diye antipati bir duyguyla düşündüğüm zaman Apalayı gördüm. Soba yanına rahat oturarak kötüce bir şeyler anlatıyordu. Her türlü hikayeler uydurarak milleti güldürmeye ustaydı. Öyle bir ustalıkla yalanı sürüyordu ki, ona inanmamak mümkün değildi. ‘Belki hakkımda konuşuyor?’, diye tetik oldum. ‘Belki bu kadın üstüme gelen belaya gülüyor?’ Kötü düşünerek evin içine şıppadık girdim.

Her halde kapıyı kötü kapatmışımdır, çünkü genç bayan şaka edercesine farkına vararak:

-                     Kapıyı kapar mısınız? dedi.

           Apalay bütün vücudunu bana yan dönerek bakmış oldu. Huzuru bir anda yüzünden kaçtı. Yüzü garip kül rengini aldı, suratı asıldı.

-                     Hadi, gidelim Apalay! dedim ben.

Apalay tüm hazırlıkla ayağa fırladı. Nereye ve ne için gideceğimizi sormadı bile. Genç bayan şaşkınlıkla gözlerini fal taşı gibi açtı, dilini şapırdatarak elindeki eleğiyle dondu kaldı. Öylece beraber çıktık. Kendimi koşuyormuş gibi hissediyordum. Rüzgâr insanı yere yuvarlayarak ıslık çalıyordu. Kar fırtınasından nefes kesilir gibi oluyordu. Apalay omzumdan tuttu.

-                     Dursana! Aslında, nereye gidiyoruz?

-                     Rabigayı kurtarmaya!

Burada Apalay üç buçuk attı. Bana yapıştı. Eve zorla girdim. Evin içine kızlar genç bayanlar dolmuştu. Bir orada, bir burada yaşlı türbanlı teyzeler kurumlu bir tavırla oturuyorlardı. Gelinin auluna damatın nişan için gelmesi alışagelmiş bir adettir. Lakin bugün milletin burada toplanmasının daha bir sebebi vardır: Kuanışbeğin çamurlu evinde olanlar aulun bir başından diğer başına bir anda yayılıverdi. Millet büsbütün meraklandı, sonu ne ile biteceğini her kes sabırsızlıkla bekliyordu. Apalay ile beraber yerden bitercesine ortaya çıkar çıkmaz, herkesin meraktan gözleri parladı.

-                     Tam zamanında geldiniz… Buyurun, saygılı misafirler, diye baygın gözleriyle bakarak uzattı Utebay’ın siyahımsı karısı. Bunları söylerken ses tonunda bir alay vardı. Saygın âlicenap bir bayın hanımına layık olduğu gibi süslü püslü giyinmişti. Fasulye gibi kendini nimetten sayıp poz atanlardan nefret çekerim. Genelde Apalay onunla dalga geçiyordu: ‘Kuru boyun mavi dudak – peri midir keçi midir, ara da bak’. Şimdi ise, şu mavi dudaklı benimle dalga geçmeyi aklına yelken etti.

            Kalın göbekli damat, Doscan bize korka korka arada bir bakıveriyordu. Saçma yengemizin parmağı olduğu belliydi zaten, hakkımızda her türlü saçmalıklar anlatmıştır. Korkudan zavallının gözleri fırlayıp çıkacaktı. Demek, kafası basıyor: ‘Savaşlara girip çıkmış bu asker niye burada? Rabigayı istiyor mudur nedir, sakalımı koparmak istiyor mudur nedir?’, gibi düşünceler gözlerinden okunuyordu. Gözlerin içinden sadece korku değil, tehlike de fark ediliyordu. ‘Hele, dur! Sana gününü gösteririm!’

            Yanında, yastıklar üstünde dolu yanaklı, bıyıklı sakallı, bakımlı bir bay yatıyordu, dünürü müdür, dostu mudur? Kendine fazla güvenerek tarafıma bir kez gözünün ucuyla bakıverdi. ‘Ha-a, sürüklene gelen siz miydiniz?’, diye hemen yüzünü çevirerek bacaklarını uzattı. Şeref yere geçmek için mağrur dünürünün bacaklarından geçilecekti. Öyle de yaptık zaten, fakat dünürünün hoşuna gitmediğini anladık. O kırılmış gibi, başını kaldırıverdi, gönülsüz bir şekilde bacaklarını çekti ve korkunç bir sesle bir şeyler böğürdu.

Apalay iki genç bayan arasında yanla geçerek kendine yol açabildi.

-                     Allah canını alsın! diye genç bayanlardan birisi oynak bir şekilde Apalay’ın sırtına dürttü. Ne yükleniyorsun, öküz?

            Apalay için bu hareketler okşayıcı amaçla söylenilen ‘canım benim’e (kaz. ‘aynalayın) eşitti. Cesaretlenerek daha sıkı bir şekilde genç bayana yapıştı.

Düşmanca, sessiz bekleme süresi iğrenç bir duygu hissettirir. Asık suratlı, öfkeleri başından taşmış millet gözleri ile birbirini kurcalayıp duruyorlardı. Biz de hüzünlü oturmaya devam ediyorduk. Alamazsın veremezsin - çıban az kaldı patlayacaktı. Kapı yanında çocuklar yığışmışlardı. Birisi içeri girip bağırdı:

-                     Yolu açın! Yol verin!

-                     Hepsi bir kalemde kapıya gözlerini diktiler. Köklü bir şey gibi başını sallandırarak içeri şappadak Kuliman girdi. Peşinden korkudan donakalmış halde Rabiga ayaklarını sürükleyerek geliyordu. Kuş tüyü şalı ucuna tökezlediği görünüyordu. Kuliman bizi fark ederek içtensiz haykırdı:

-                     Yarabbi!. Bunlar gene buradalar!

            Kuş tüyü şal dalgalanırken bir an için Rabiganın yüzü görünüp kayboldu.

Nişanlısının yanına oturttular. Biz hep bekliyorduk ve susuyorduk. Nişan’a benzer bir şey olmuyordu. Genç bayanlar dilini yutuvermiş gibi duruyordular, sadece dudaklarıyla bir hareket yapıp surat ediyorlar, birbirine uyuz koyunlar gibi yapışıveriyorlardı. Kuliman sanki çocuklara bağırmış gibi:

-                      Dağılın lan, dağılın! Ne var?

            Mesele çocuklarda değildi bize dokundurarak söylemişti. Apalay saz çalarak sırtıyla genç bir bayana dayandı. ‘Baygınlık seni alsın!’diye Apalayın boynuna şak diye vurdu. O bürü şak şak vuruyor bu bürü sazın tellerine çat çat vuruyordu. Yakışık değil ki insanlar bakıyordu. Apalay ile baş başa kalsaydı bu genç bayan farklı davranırdı. Başka kelimeler kullanırdı. Diğerleri ise susarak sanki bir şeyler beklemiş gibi birbirine bakıyorlardı. Neyse hepsi burada dürüst temiz kalpli olsaydı. Ne gezer? Tam tersi birbirinin yüzünü karaya çıkarmaya çalışır, birbiri hakkında dedikodu dağıtır, kendi sırlarını gizli tutar başkasının hakkında bütün şeyi bilmek ister.

            Apalay şarkı söylemeye başladı. Sesi biraz kısıldı. Lakin şarkı tam duruma göre idi ki, bulunanların gönülüne dokundu:

            Harın tay üstünde oturuyorum.

            Öz köyüme, canım, geliyorum.

            Genç kızın acı gözyaşları dökülür

            Başlık karşılığı başkasının evine götürülür.

-                     Kes sesini be!.. Carcur konuşuyorsun, diye Kuliman kızdı idi.

Böyle öfkeli laflar, şaka olsun ciddi olsun, hep bir haysiyetine ve onuruna dokunur. Apalay sazı dizine bırakıp Kulimana dimdik baktı. Bir anda hepsinin sesi soluğu kesildi. Aralarında neredeyse fırtına kopacak gibi görünüyordu. Görünüşte bayanların, Utebayın çalımlı saldırgan karısını ‘jengeyi’ destekledikleri görünüyordu, lakin içlerinden Apalayı acıyor, kavgacının keskin lafla yere sermesini istiyorlardı.

       Apalay ile çivileşen/flört eden kalın etli, çopur yüzlü genç bir bayan birdenbire bozuldu ve aceleyle konuyu değiştidi.

-            Maken arkadaşlarıyla senin ile yarışmak istiyor. Hazır ol!

       Olayı barışla bitirmek isteyenler Apalayın etrafında şakalaşarak rahatlatmaya, sazını verip koşuşmaya başladılar. Apalay istemeden tellere vurdu.

       Atın beyaz olsun kır olsun, nasıl olsa o tek at.

       Yarışmada yensen beni başkalara övün bak.

       Acar sevgisi öyle ki, kime aceba değer?

       Kim güzelin kalbine göçmen kuş gibi girer.

 

            Ansar – hamur yoğuran genç bayandır. Kocası Apalayın akranıydı. Bu yüzden Apalay ona takılarak şakalaşıyordu. Acar da fiyaka satmayı, güzelliğiyle dikkatleri çekmeyi, kendini ‘ben böyleyim ben şöyleyim’ diye tanıtmayı seviyordu. O karılarla dedikodu yaptığında yapmacık bir edayla başını eğerken, jauluğunda (başörtüsü) hadsiz hesapsız asmalar tayın çanı gibi şakırdıyordu. Böyle bir tavırla meydan okurcasına soruyormuş gibi izlenim bırakıyordu: ‘Benim gibi kim yapabilir ki? Tek beni her kes beğeniyor!’ İki veya üç bayan beraber şarkı söylemeye başladılar:

            Varlığımız at inekle dolu

            Var olduğu bize yardım kolu.

            Lakin sevgi terkiye asılamaz.

            Sokakta kolay bulunamaz.

            Oynak ağız davası, şaka ve gülüşler Kulimana dokunuyordu, onun öfkeden patlamaya az kalması görünüyordu.

-                     Gidin buradan! Def olun!, diye gözlerini ışıl ışıl parlatıp yılan gibi kızgındı.

Kırılmış genç bayanlar kavgasız dalaşsız eve gitmeyi tercih ederek yerlerinden kalktılar. ‘Sesimi çıkarmaya tam zamanı geldi’, dedim içimden ve devam ettim:

-       Fazla kaynamayın, Kuliman jenge!

-       Sus! Aulun bütün utanmazları toplanmışlar!

-       Deme! Tek bir siz namuslusunuz/dürüstsünüz!

Kuliman daha da beter kızdı:

-       Her türlü insanların burnunu sokacaklarına bak!

Of, bu sözcüklerden nasıl bir kızdığımı görseydiniz! Diz çöktüğümü hatırlıyorum, nedense kollarını sıvadım Kazakçayı Rusçayla karıştırıp dedim:

-                     Sovyet İktidarını siz için kurmuşumdur? Hiç ‘özgürlük’ kelimesini duydunuzmu? ‘Özgürlük’ - erkek ve bayanların hak eşitliği demektir. Bundan sonra bayanları aşağılamaya kimsenin hakkı olmayacaktır! Sovyet Yasası öyledir! Moruk burjuvaların gencecik kızlara zorla evlenmelerine müsaade edilmez. Müsaade edilmez! Rabigayı ağladığını hepiniz görüyorsunuz. Neden ağıyor – demek ki istemiyor. Böyle olunca karışmaya mecburum. Yoksa Sovyet İktidarı için savaştığımı anlamı nedir? Evde oturabilirdim. Ama oturmadım, savaştım. Bu nedenle bütün bayanlara özgürlüğün verilmesi gerekiyor,  ‘alçak burjuvalar’ın karınlarını sökmek gerekiyor!

            Böylece diz çökerek oturup konuşuyordum. Kelimeler öyle de içimden atılıyordu. Güvey Dosjanın, karınları sökülecek ‘alçak burjuvalar’ hakkında duyunca ödü patladı. Sadece güvey değil bütün evde toplananlar şaşkına döndüler. Benim konuşmam akıllarını durdurdu. Bu ara düşündüm: ‘Bilmem kim gibi burada oturuyorum? Rabigayı elinden alıp, millet kendine gelene kadar acil gitmem lazim’ diye düşünerek kalktım ve tören havası içinde ilan ettim:

-                     Rabiga, Sovyet İktidarı adına özgürlüğünü ilan ediyorum! Elini ver!

Anlatmaya değmez: Rabigam cesur ve korkusuz çıktı! Kalkıp benim peşimden gitti!

 

***


Bu yerde Amircan durdu. Konısbay rahat bir şekilde bacaklarını uzatarak yana yattı. Şöyle yatıp işle meşgul olduğunu göstermek için, elindeki düz rendelenen kalası çevire çevire, anasından doğduğundan pişman olmuş gibi baktı. Onun için bir şekilde zaman öldürmek önemli idi. Amircan ona bakınca kaşlarını çattı. Bu savsak Konısbay hakkında da bir şeyler anlatabilirdi. Fakat şu an kendisini anlatıyordu; biraz bekledikten ve içini çektikten sonra gene konuşmaya başladı:

-                     O zaman Apalayın gerçekten bir erkek olduğuna kanat getirdim. Her halde onu görmemiş sinizdir. Şimdi o makina ve traktör istasyonu Müdür yardımcısı olarak çalışıyor. Okuma-yazmayı öğrendi. Rabigayı elden götürerek evden çıktığımda, o kalktı ve arkamızdan geldi. Eşiği geçer geçmez ağız alışkanlığıyla şunu fark ettiğini hatırlıyorum:

-                     Demek ki, öyle…

Öfke dolu kar fırtınası üzerimize yağdı. Rabigayı sıkı kendime çektim. Apalay bir şeyler vırıldayarak arkadan sürükleyerek geliyordu. Ama rüzgardan dolayı söyledikleri duyulmuyordu.

Bakır küpe, kürkten kalpak

Aşk oldum sana canım…

gibi bir şeyler hırıltılı sesle söyleyerek arkadan geliyordu. Sonra rüzgâr sağanağı bastı ve kar örtüsü arkasında Apalay kayboldu, ama zaman geçer geçmez gene şarkıyı devam ederek çıktı:

Gel görüşelim canım benim,

Bekliyorum, alev alev yanıyorum…

İlginç bir delikanlı Apalay. Ustalıkla saz ve akordun çalar, Kazak, Tatar, Rus şarkı ve çastuşka (bir tür mani) söyler. Sözün kısası, kül gibi alelade hayatını, şarkı hikâyelerle her türlü çeşitlendirip renklendirip tuz tad katmaya çalışıyor. Son olaylar sırasında ihtiyatlı davrandıklarına rağmen, mizah, alay ve gizli acıması beni iyice destekledi, onun ‘Demek ki, öyle..’ demesi ise kesin ilham veriyordu.

-                     Amircan!, diye çağırdı.

-                     Efendim.

-                     Sen kapıyı iyice kapat. Eğer bir şeyler olursa bu gece olacak ben de yakın bir yerlerde olurum.

Şu an aklıma, Utebayın birkaç bay (zengin) oğulları ile birlikte komşu aula kâğıt oynamaya gideceğini duydum. Onunla giden delikanlılar seçilmiş gibiler: serseri, kavgacılar. Bugünkü yaşanmış olayları kırılmış güvey ve dünür işitselerdi, anide buraya sıçraya sıçraya gelirdiler. Mesele sadece Rabigada değil. O önemli değil, prensip önemlidir. Ne de olsa eski dedelerden gelen adetlerimizin kökeni kesiliyor. Rabiga bugün ayak direrse, auldaki bütün bayan milleti kıyamet koparır. Gelenekçiler buna nasıl izin verirler? Verirseler, aulun girgin kurnaz açıkgözlere asla kadın gözyaşlarını kullanıp servet yapmakta fırsat bulunmaz.

-                     Doğru söylüyorsun, diye içimi çektim. Bir şeyler olursa bu akşam olacak.

Çamurlu evin girişinde birisi dolaşıyordu. Dikkatle bir baktım, Rabiganın annesi imiş. Donmuş titriyordu.

-                     Şeşe, diye seslendim. Rabigayı geri getirdim.

-                     Nasıl isterseniz, canım. Napabilirim? Babası korkudan donakaldı. Hiçbir şey söylemeyin ona, hıçkırarak mırıldandı Rabiganın annesi.

Anlaşıldığı kadarıyla, Utebayın evindeki olaylardan Rabiganın anne babasının haberi vardı. İhtiyar kadın kapı arkasında dinlemeyesin? O an öyle bir fikir aklıma geldi.

Kuanışbek duvara dönerek soba yanında yatıyordu. Bizim girmemizi duydu fakat kıpırdamadı. Kimse sesini bile çıkarmadı. Kapıyı kilitledik. Dışarıda fırtına kuduruyor, rüzgar uluyor, sanki her şey yerinden harekete gelip karışmıştı ve kopmuş kaya gibi gümbürdüyordu. Fakir çamurlu ev de zangır zangır sarsılıyordu: kopmuş baca tuğlası tavanı az kaldı kıracaktı. Telaş içinde her bir hışırtıdan ürperiyorduk. Sonra bir anda korkunç ve onarılmaz bir şeyler olacağını düşünmeden korkuyorduk. Yarı karanlıkta zayıf yanan lamba zar zor yanıp sönüyordu. İhtiyar kadın soba yanında donakaldı. Gözleri söndü. İnsan değil – canlı cenaze idi. Sadece gözleri parlıyordu. Korkudan Rabiga felce uğratılmış gibiydi. Soluk şaşkın, aklını kaçırmış gibi idi veya düzeltilemez bir duruma uğradığına boyunu eğmiş gibi gözüküyordu.

Rabiganın içinde umut ve yeis, hayat ve ölüm savaşı oluyordu. Kim yenik çıkar, neyin pençesinde kendini bulur gibi düşünceler kalbini parçalıyordu. Nitekim kaderi bir zaman değil şu an karara bağlanıyordu.

Ben de gerginim, dikkatle dinliyorum, ürperiyorum. Fırtına kopuyor mudur nedir, at ayak patırtısı mıdır nedir. Bayağı bir zaman geçti. Bastıracaklarsa tam zamanıydı zaten. Bekleyip düşünüyorum: bir yıl eziyet çektiklerim bir anda sonuçlanacak. Anide şüpheli bir fışırtıyı duyar gibi oldukça aceleyle lambayı söndürdüm. Karanlıkta ağır okkalı bir şey aradığımda iki kez Rabigaya çarptım. Korkudan ne yaptığını anlayamadan peşimi bırakmıyormuş.

Kapıdan adım sesleri ile birlikte uzun süre korkuyla hepsinin beklediği dakika nihayet geldi. Sonu ne olacak aceba?

Birisi kapalı kapıyı var gücüyle hızlı çekerek yavuz bağırdı:

-                     Aç!

Kapı gıcırdadı çatırdadı. Az kaldı da kasa ile birlikte koparırdı. Kapıyı açarsan ‘misafirler’ aç kurtlar gibi hürya içeri girerler. Onlara kurban olacak birisinin kaderi bellidir. Bu saatte yüksek bir ses duyuldu. Ben tanıdım. Utebay!

-                     Kim gürültü ediyor? Kim karışıklık çıkarıyor? Hadi kapıdan çekilin! İçeri girmeye kimsenin hakkı yoktur! Ben konuşacağım, diye yırtınarak hırıldadı.

‘Ne demek yani? Bunu nasıl anlamak mümkün?, diye düşündüm. Başa baş beni yenmeyi becerir, diye düşünüyordur. Veya benim muvafakatim olmadan kızı kimse götürmeyi başaramaz mı, diye sanıyor?’

-                     Amircan-ay, açsana… Benim, yılışık bir nezaketle yalvarırmış gibi dedi o.

Girdi.  Peşinden tilki kürkleri, bakımlı bıyıklar hürya içeri girdiler. Utebay lambanın yanına oturup fitili düzeltti. Her nereye gelir gelmez kendi evindeki gibi, özgür ve güven içinde oluyordu. Bu tarzıyla çoğunların satın alıyordu. ‘Bizim adam. Dur.’, diye hakkında konuşurlardı.

-                     Jeneşe-ay lamba fitilini değiştirme tam zamanı geldi, dedi ihtiyar kadına. Canım, Rabigacan, Rabigaya dönerek, bir parça pamuk bulur musun?

Tatlı tatlı konuşmalardan sonra Utebayın kötü niyet taşıdığından şüphelenebilinir mi?  Bu sebepten dolayı ihtiyar Kuanışbek küs gösteriyordur. İnadına duvara dönmüştür.

-                     Uyandırın ihityarı!, misafirlerden birisi bakımlı bıyıklarını okşayarak homurdandı. Kendi tavırla önemli bir şey yapılacağını gösteriyordu. Beklenmedik bir sırada Utebay konuya girdi.

-                     İhtiyarın rahatsız etme sebebi nedir? Amircanla aramızda çözülecek bu iş. Konuşun!

Kapı arkası gürültülüydü. Rabiga korka korka bir kapıya bir bana bakıyor. Benim rızamı bekliyorlar, diye düşündüm. Razı olmadığım takdirde Rabigayı zorla alacaklar. Misafirlerden biri savsakça bacaklarını çekip yüzüme gülümseyerek bakıverdi. Büsbütün patladım.

-                     Hadi! Dinliyoruz seni, Amircan!, dedi o.

-                     Öyleyse, dinleyin! dedim öfkemi içimde tutarak.  Söyleyeceğim kısa: kızı alamazsınız!

-                     Nasıl yanı? dediler hep bir ağızdan hırlanarak kalın etli suratlar, yağlı enseler.

-                     Öyle işte! diye kestim ben. Sovyet İktidarı kadınlara özgürlük verdi. Öyle mi? Sovyet İktidarına karşı çıkacak? Kimsiniz? Gönül rızasıyla itaat etmek istemiyorsunuz, zorunlu şekilde olması mümkün müdür! Boynumdaki yara izini gördünüz mü? Kolumu nerde sakat ettim biliyor musunuz? Harın burjuva bağırsaklarını çıkarırken oldu!

Mağrur gülümseme bir anda tok suratlardan kayboldu. Bay oğulcukları sönük kaldılar. Kiminle alış-veriş ettiklerini daha yeni anladılar. Utebay tekrar fitili çevirmeye başladı ve yatıştırıcı gülümsedi.

-                     Dedikleri gibi, akla yatkın konuşmalar aptala da söz geçirtirir. Konuşmaların ne ala mantıklıdır. Doscan kendine başka kız bulur. Tavsiyem var:  kapalı kazan kapalı kalsın. Olan her şey unutulsun!

Kudurmuş mirzalardan koruyormuş gibi bana arka oluyordu.

-                     Sen öyle diyorsan, yapacak bir şey kalmıyor, diye soylu mirzalar mırıldandılar.

Bu numaranın bir tertip olduğunun yeni farkına varmıştım. Bununla birlikte Utebayın beklenmedik ‘savunması’ da önceden kararlaştırılmıştı: konuşmamız dik virajlı dönerse aul Meclisi Başkanı karışır, dönmezse istedikleri gibi sonuçlanır. Hatta kapıyı yumruklayanlar da mahsus gizli bir amaçla gönderilmiştirler. Beni korkutarak alamayacaklarına emniyet getirince, sanki kudurmuş kalabalıktan beni savunarak, Utebay velinimet rolünü mükemmel oynamıştı. Fesatçı sürüsünü tek başına dağıttığımdan gurur duydum.  Bundan, benden değil yeni İktidardan korktukları anlaşılıyordu.

Bu olaydan sonra aula barış ve huzur geldi. Ben eskisi gibi Utebayın evinde yaşıyordum. İhtiyar benimle konuşmuyordu, surat ediyordu, gözlerini bile kaçırıyordu. Rabigaya da kızgındı, onun yürüyüşü oturuşu bütün yaptıkları asabını bozuyordu. Sebepsiz ona takılıyordu. Aullular ziyaretini kestiler. Tek bir Apalay ara sıra geliyordu. Gelip ihtiyara takılıyordu.

-                     Kueke*! Hey Kueke! İlginç bir masal anlatıyım mı?, diye gülümsüyordu, ihtiyar ise nasıbayı ovalayan kürek sapını daha sıkı sıkıştırarak kaşlarını çatıyordu:

-                     Def olur musun yok mu?

İyi kalpli karısı şakacıya arka çıkıyordu:

-                     Ne oldu sana, baba? O zavallının ne suçu var ki?

Apalay ise ihtiyarın öfkesini dikkate bile almıyordu. Mutat şarkısına başlıyordu:

Allah sevinç mutluluk payımı vermedi

İnce endam uzun saç ile övünme dedi

Kederimi kasvetimi bildirmeden

Cansız cansız dönüyorum, takatım yok.

Apalay gerçekleri söylüyor. Bütün hayatı karışıklık ve acıdan dokulu.

Aulda her türlü dedikodular çıktı. Onlardan birisi beni hayretler içinde bıraktı. ‘Amircanın Rabigaya arka oluşu boşuna değilmiş’, diye söyleyenler vardı. O hamileymiş.’ Bu dedikodu tüm çevreye yayıldı. Evlenme zamanı gelen bir kız için utandıracaktan fazla ne olabilir ki?  Hiç olmazsa bir sebep olsaydı, fakat bunlar hepsi boş yere. Böyle lafları duymak ağrıma gidiyor, bilhassa Rabiga için canım yanıyor. Ancak o kendini bozuntuya vermiyordu, eskiden neşeli ve kaygısız olduğu gibi devam ediyordu. Bir defa hakkındaki dedikoduları ima edince, o elini salladı ve kahkaha ile tepki verdi:

-  Feda olsun! Konuşsunlar!

Buna diyecek yok, gençken yabanıl ve atılgan idi…

 

***


Yine anılara gömülen Amircan anlatmalarını kesti. Oradakiler çoktan işine dağıldılar. Boş gezeni hiç göremezsin. 

Uzaktan arabanın mı, traktörün mü gürültüsüne benzer bir ses geliyordu.

-                     Şimdi sanırım, daha ilginç şeyler başlayacaktır.

Kulaklarım dikkat kesildi. Yaşam – uzun ve karmaşık bir hikâyedir. İki kelimeyle anlatamazsın. Özellikle, Amircan gibi hangi ucundan başlayacağını bilmiyorsan. Amircana dikkatle bakıyorum. Sakalı bakımsız, dudakları kalın, burnu uzun kıkırdaklı, gözleri iri akçıl. Böyle iri yüz çizgileri bir bakışta insan kafasına çakılıp kalıyor. Bu çizgilerden binden Amircanı tanırsın. Sadece görünüşü dikkate değer değil: onun gibileri az değil, işte onun kaderi öyleymiş. Bu nedenle onun çarpık çurpuk beceriksiz, yetişmeyen kelimeleri el hareketleri ve mimik ilavesiyle tamamlanan anlatmalarını oturup dinliyorsun.

-                     Tam o andan itibaren Utebay ile açıkça çarpıştık. Gerçek seyrek görüşüyorduk. Ama görüştüğümüzde öyle bir iyilikle güler yüzle karşılıyordu ki, inanamazsınız, fakat kendimi her seferde daha soğuk daha ihtiyatlı tutuyordum. Tam o zaman meşhur at hırsızı Tayşıkara’nın yakalandığı hakkında dedikodular dolaşıyordu. Aslen Tayşıkara buralıydı. Son zamanları eşkıya çetesini kullanarak köylülerin gözlerini yıldırıyordu. Millet bu haberi alınca özgür bir nefes aldı. Fakat Tayşıkaranın kala kala hırsız olduğunu anlıyorlardı, bir de arkasında ağababalar durduğunu da biliyorlardı. Çaldıklarının yarısı onların payına düşüyordu.  Demek ki, onların kirli çamaşırını ortaya çıkarmaması için hırsızın muhakkak kurtarırlardı. Ne de olsa millet sadece bir hırsız için değil, bütün hırsız çetesi için haklı bir ceza bekliyordu. Bu çete içinde Utebay da vardı. Son zamanları değişik bahaneler ile aulda görünmez oldu. Cümbüş kumar kâğıt oyunlarını büsbütün unutmuş. ‘Tilki burnu bela kokusunu alır, diye aulda söyleyenler vardı. Yakındır hesp zamanı’

Bir gün Apalay gelip beni bir yana çekti. Telaş çindeydi. Eskisi gibi şakalar söyleyerek çene atmıyordu. ‘Hayrola ne var?’ diye şaşırdım. Otura otura cevabı dikti:

*Kueke: ‘Ku’ – ‘Konısbay’ isminin kısaca anlamı; eke – batır, kahraman, cesur demektir.


-                     Tutuklarlar seni!

-                     Nasıl yani? Sebep? diye korkudan haykırdım.

Bana ‘uzun kulak’ haberlerini, yani dışarıdaki söylentileri anlattı. Tayşıkara soruşturulurken ağababaların emrince hırsız çetesinin yöneticisi benmişim diye beyan etmiş.  Onların kafasına göre iç savaşın son yılı savaşta değil bir haydut çetesinde geçirdim hatta çete başıymışım. Ağababaları hükmünün yazılı şeklini tasdik edip mahkemeye yolladılar.

-                     Sadece seni tutuklamak kaldı, diye Apalay içini çekti.

Defalarca farklı olaylar yaşadım, ama böyle bir duruma bir kez bile düşmedim. Ama da başıma çorap ördüler! En iğrenç tarafı şu ki savaş ‘arkadaşlarımı’ nerde olduğunu bilemiyordum. Daukara hakkında bile hiçbir haber yoktu. Aynı gece polis gelip beni kente götürdü. Öylesine beklenmedik bir sırada vilayet ceza evine düştüm.

…Zaman geçer geçmez sorguya çekildim. Baksam, masada derli toplu, sade kıyafette bir kazak oturup kâğıtları gözden geçiriyordu. Tam karşısına oturttular. Keyfim, anlaşılır, yerinde değildi. Başım karmakarışıktı. Sorgu yargıcının sıcak çalışma odasında ısındım, pek gevşedim ve ilgisiz hale geldim. Başımı kaldırınca sorgu yargıcının bana dimdik baktığını fark ettim. Aceleyle gözümü kaçırdım başımı bile önüne eğdim. Birdenbire içimde anlaşılmayan bir şeyler harekete geçti ona baktım. *Oypırmay! Böylesi de oluyormuş!

-                     Amircan! diye haykırdı sorgu yargıcısı.

-                     Mekapar! diye boynuna atıldım.

1919’da komutanımızdı. Beni hastaneye götürdükten sonra bir daha görüşmedik.

Tabii ki, beni ceza evinden çıkardılar, Utebayı, suç ortakları ile birlikte der demez içeri tıktılar. Düşmana karşı ilk hissedilir bir darbeydi. O andan itibaren sanki yerimi bulmuş gibi bende nasılsa düzeldim. Burada ise Daukara döndü. Savaşta komünist parti üyesi olmuştu. Önderliği altında ben ve komşularımız Taşen, İzbasar, Aldanal partiye katıldık… Daha sonradan Rabigayla evlendik…

Amircan bir soluk alıp gene anlatmalarını kesiverdi. Yemekhaneye yakın bir yerde yerleşmekten giren çıkanı görüyorduk, çıkan sesleri duyuyorduk. Gülüşler, gürültüler, haykırılar zıt pıt kulağımıza geliyordu. Başka bir zaman bütün bunlar dikkatimi çekerdi elbette, lakin şimdi Amircanın hayat tarihi ne ile biteceğini merakla bekliyordum. Hikâyesinin temeli Rabiga olduğunu çoktan anlamıştım. Bu yere kadar Rabigayı anlattığı ancak önsözdü. Neredeyse, hayatının özünü anlatmaya az kalmış gibi gözüküyordu. Fakat sanki daha fazla merak uyandırmak istiyormuş gibi susuyordu. Galiba onu farklı şeyler işgal ediyordu. Başka tarafa bakıyordu. Saygın Konısbay bir şeyler düşünüp oturur, sözsüz dudaklarını kımıldatıyordu. Sahiden, baltayla çalışmaktan daha fazla dinleniyordu. Zaman zaman bize göz atıyor, Amircanla göz göze karşılaştığında aceleyle yüzünü çeviriyor, tomruğu vurmaya başlıyordu. Bak, işte alın teriyle çalışıyorum demek istiyormuş gibi. Telaş içinde Rabiga yaklaştı. Kaygılıydı. İşi başından taşmıştı ve göründüğü gibi kendini tümüyle işe kaptırmıştı. Bazen şaşkın cesareti kırılmış gibi bakıveriyordu. Şüphe dolu kendini soruyormuş gibi: ‘Aceba doğru mu yaptım? Gerektiği gibi mi yaptım?’, diye aklında bütün yaptıklarını birer birer hatırlayarak bir türlü belirli sonuca ulaşamıyormuş gibiydi. Sosyal işe kendini daha yeni batırdığı ve bu hususta tecrübe yetersizliği, uzaktan çok iyi fark ediliyordu.

Saygın Konısbay baltasını bir yana alıkoydu çizme koncusundan tütün kutusunu alıp iki kez dizine vurdu, sonra da avucuna nasıbay döktü. Bunları yavaştan acele etmeden sanki önemli iş yapıyormuş gibi yaptı. Elbette Rabiganın aceleyle geldiğini görmesine rağmen: ‘Dur, gelinciğim acele etme. Dilim altıma ‘nasıbay attığımı görmüyor musun?’, demek istiyormuş gibi yaptıkları hareket ve ciddi kılığıyla gösteriyordu. Onun üşene üşene zar zor,  bağır çağırla kamçılanarak çalıştığını her kez biliyordu zaten, fakat uysal itaatli olduğunu göstermekle, en önemlisi de, toplumsal bakımdan yayarlı çalışmaya dalmış birisini taslıyordu.


*Oypırmay, Apırmay (kaz.): beklenmedik bir sırada telaş, korku, sevinç vb. nedenlerle kullanılır.

* Nasıbay (kaz.): Orta Asya’da yaygın, tütün ve alcaliden yapılan kirli yeşilimsi renkte mamül çeşitidir.  Sigara olarak içilmez, dilin altına atılıp ağızda tutulur.


-                 Kayın ağabey! diye başladı Rabiga.

-                 Söyle, gelinciğim… Dinliyorum.

Amircan anlattıklarını devam etmek niyetindeydi, fakat karısının sesini duyunca (belki de önceki karısı) ona eğri baktı başını eğdi ve öncekinden de fazla suratını astı. Tek Rabiga değil onun sözleri de Amircanı tek sinirine dokunuyor gibi görünüyordu. Böyle davranışlar beni, hatırladığım kadarıyla, hayret içinde bıraktı. Dış görünüşten, Rabiga, kötü bir şeyler yapabilecek kadına benzemiyordu. Görünüşü davranışı konusunda da aul kadınlarından ayıracak pek bir şeyi yoktu. Her kes gibiydi.  Gerçi güvenilir bir görevli kolhozun önemli alanının yöneticisidir…

Konısbay ile işini bitirdikten sonra Rabiga bize doğru yürüdü. Gelirken her zamanki gibi acelesiz telaşsız sanki her bir attığı adımını sayarak ağır yürüyordu. Kederli düşünceli bir edayla geliyordu. Şimdi mutlaka bir şeyler olacağını tahmin ederek gene bir ona buna buna bakıyorum. Amircan başını daha bir aşağıya eğerek, parmaklarıyla sinirli bir şekilde otu koparıyor. Onun içinde bütün duygular karıştı: telaş, öfke heyecan ve üzüntü.

Rabiga yaklaşıp ansızın gülümsedi:

-                     Hala oturuyor musunuz?

-       Konuşuyoruz işte.

-       Gidelim bize… Bir çayımızı içersiniz.

-       Ne dersin, Amircan, gidelim mi? sordum ben.

Bir anda beti benzi attı, kaşını çattı, kolunu sallayarak:

-       Hayır… siz gidin, ben… benim daha bir işim var…

-       A-a, nasıl olur ya? Daha anlatmanızın sonuna etmediniz ki…

-       Başka zaman… Başka yerde.

Rabiga yüzündeki sevinç yerini keder aldı. ‘Yabancı birisi yanında kavgalı olduğumuzu göstermeseydin’ demek istemiş gibi Amircana bakıyor. Sonra da itidalle ve soğukca bir sesle:

-       Beni huzurumda da anlatabilirsin, nafile bozuluyorsun. Yeter ki, yalan uydurma…

Rabiganın arkasını duyarak daha da ısrarla Amircanı kandırmaya başlıyorum. Surat asması, kaşını çatması devam etmesine rağmen gene de yerinden kalkıp bizimle geliyor, fakat Rabigayla yan yana gitmeyim diye ortaya beni alıyor. Şaşkınlık ve üzüntüden ellerini koyacak yer bulamadan, bir arkaya kavuşturuyordu,  bir beline atıyordu, ya da böğürlerine dayıyordu. Rabiga gülerek susuyor. Amircanın bütün huyları ona tanıdık geliyor. Şu an Amircanın hissetiklerini tahmin ediyordur.

Yanımıza uzun yüzlü soluk bir kadın yanaşıp *jauluk ucuyla utangaç utangaç gözünü silerek alçak sesle çağırdı:

-                     Rabiga, gelir misin…

Ve bir kenara çekip sanki söylemek istediklerini yetiştiremeyecek gibi hızlı bir şekilde bir şeyler fısıl fısıl anlatıyordu. Anlatacak çok şey vardı galiba. Konuşurken elini kolunu oynatarak hareketler etmekten, gelen kadını heyecan isyan içinde olduğunu, yüreğinin derinliklerinden bir şey kırdığını tahmin etmek zor bir şey değildi.

-                     Hadi ya. Gidelim, diye ağır bir nefesle bana: ‘Kocası ile geçinemeyen kadınlardan biridir’, diye anlattı. Bayağı mesafe uzaklaşırken açık düşmanlıkla Rabigadan şikâyetçiye, şikâyetçiden Rabigaya gözlerini geçirerek yan bakıyor, ama bundan daha açık bir şekilde fikirlerini dile getirmek için cesaret edemiyor.

-                      Nasıl oluyor? Karı kocanın beraber gül gibi yaşamaları için tam zamanı değil miydi?

Amircan daha fazla hüzünlenmişti:

-                     Bu tarihte kimin kabahatlı olduğunu kim bilir?

-                     Bunda bilinmeyecek ne var ki? Oturup sakin konuşulması gerekiyor, kimin ne suçu varsa hepsi ortaya çıkar.

-                     Yandan konuşmak kolaydır! Önce koca inat ediyor: ‘Ne numara yapıyor? Kocası değil miyim? Alaşağı vur yukarı. Kim hata yapmıyor? Kim yanlış yapmıyor?’ Rabiga bu sırada: ‘Benim neyim eksik ki? Küçük düşmem. Hak eşitliği’ diye kendilerine yer bulamadan yürüyorla

*jauluk - mendil

İşte…

Amircan tekrar içini çekiyor.

            … Yarısı yeraltında bulunan küçük evciğin sol köşesinde tahta yatak yer almış. Yanında iki adet sandık. Oda içi derli toplu temiz ve konforluydu. Amircan evin sahibi gibi olup evin ortasına geçmiyor kapı yanında duruyor, sonra da sanki kendi evinde değil misafirliğe gelmiş gibi mahcup bir tavırla duvar köşesine çöküyor. Rabiga sakin, güler yüzlü, konuksever ev kadını olarak çay yapmaya başladı. Amircan sesini çıkarmıyor. Garip bir sessizlik havası baskısı altında tutuyordu. Konuşmayı başlatmayı denedi:

-                     Hayat çok ilginç…

-                     Neden bahsediyorsunuz, diye Rabiga başını çevirdi.

-                     Sizden… Amircanla yaşadıklarınızdan.

-                     O size bir şeyler söyledi mi?

-                     Anlatmaya başlamıştı.

-                     A-a… Öyleyse, devam etsin, dinleyin. Teptipçi kim olduğu ortaya çıkar, kederle dedi Rabiga.

-                     Çocuklarınız var mı?

-                     Var bir haylaz … Babasının burundan düşmüş. Tıpkı bunun gibi harın.

Bunu söyleyerek Amircana eğri bakıverdi.

Laf arası farkına varmadan kocasını da yardıma çekti: ekmek kestirdi, şeker kırdırdı. Onun kocasına hiç de kızdığı yoktu, tam tersi kasavetini gönül kırgınlığını dağıtmaya kalkışmıştı. Lakin Amircan aman zaman bilmez. Havalarda uçuyor. Geçimsizliğe sebep olan nedir ya?

-                     Hadi, anlat bakalım. Adam da dinlesin. Ben de çok merak ediyorum… dedi Rabiga.

Amircan suratını astı. Ağzından kerpeten ile de laf çıkaramazsın gibiydi. Ama kendisi konuyu açtı.

-                     Yirmi iki yılından beri bir aul kurulunu, bir fakir fıkara kooperatifini başındaydım. Partiye darılamam. Az mı uğraştı? Yetiştirdi, adam yaptı… Suç bendeydi. Tembel bir öğrenciydim. Hala da okumam yazmam kıt. Bu arkadaş, karısı tarafına başıyla işaret ederek, daha da bilgili. Kitap okurken duraksamıyor. Ben ise bir sayfayı okuyunca kan tere batıyorum…

-                     Kabahati kendine bul! Harfleri benden önce öğrendin, fark etti Rabiga.

-                     Sana suçu bırakmıyorum ki? – hemen kaldırıverdi Amircan.

Rabiga sesini çıkarmadı, fakat yüzü karadı.

Göründüğü gibi, kocasının öfkesi için utanç duyuyordu. Şüphesiz kesiverebilirdi hatta fırçalayabilirdi, fakat bir yabancı yanında kavgadan kaçındı. Sadece, ‘ Misafire teşekkür et, yoksa sana aman da karşılık verirdim ki!’, gibi bir tavırla Amircana bakıp çayı koymaya başladı.

-                     Huyum kurusun. Çabuk alevleniyorum. Hiçbir yüzünden patlıyorum. Ama gittiğim yolumdan kıvırmıyorum. Fakat kimse de hiçbir zaman bana: ‘Gevşek’ ya da ‘Bu yerde yüreksizlik gösterdin’, demedi. İşin uğruna ne akrabalık ne de tanışıklık dedim. Açık yürekliydim. Yakınlarıma ve akrabalarıma kıyamadım. Tek partinin güvenilir oğlu olmasına özen gösteriyordum.

Gelenekçiler benden uzak durmayı çalışıyorlardı. Açıkgözlülere ben korku ve dehşet saçıyordum. Aul nüktedanları bana farklı lakaplar veriyorlardı: ‘Haydut’, ‘Koy çuvala vur duvara’. Ben ise bozulmuyordum, tersine içimde gurur duyuyordum. Sınıf düşmanları beni övüyorsa ve saygı gösteriyorsa, nasıl bir yeni hayat savaşçısı sayılırım ki? Bilhassa yirmi yedide arazi dağıtımı zamanında her yeri alt üst ettim. ‘Yoksullar, rençperler başınızı dik tutun! diye bağırıyordum. Peşime düşün!’ Parti zümresinin sekreteri Apalaydı. Onunla yan yana çalışıp yoksulları uyandırdık, harekete getirdik, peşimize taktırdık. Yirmi sekizde zenginlerin arsa, para, ev, hak gibi varlıklarının ellerinden alınması kararı ilan edildikten sonra biz büyük bir gayretle şeytanın ayağını kırdık. İlk önce Baymaganbet’in mallarına el koyduk. Rütbelere sahip asıl bir feodal bey idi. Küçük karısından bayın Jarbol adlı bir oğlu vardı. Bu Jarbol komisyona bir dilekçe yazmış. Annesi ile birlikte Baymaganbet’in topuğu altında bulundukları hakkında falan, açıktan açığa alaylar çektikleri nedeniyle bay ailesinden ayrılmak ricasıyla başvurmuştu.  Ben kesinlikle karşı çıktım. ‘Kurt olsun, kurt yavrusu olsun, hep beraber yırtıcı hayvandır! Aman olmaz’, dedim ben. İnsan gelecek belayı sezebilirmiş, Jarbolu burada bırakmak olmaz gibi geliyordu bana, zira zaman geçtikçe muhakkak bir alçaklık eder.

-            Kendisine bir sorun, nasıl bir alçaklık yapmış? diye gülümsedi Rabiga. Ama Amircan sert bir şekilde ona bakıverdi.

-            Lafımı kesmenizi rica ederdim, arkadaşım! Size değil bu arkadaşa anlatıyorum!

-            Dinlemek, günah mıdır?

-            İddiaya girmek istemiyorum, ne de olsa siz çoktan söylediklerime aldırmıyorsunuz…

Rabiga bozuldu sönük kaldı, sonra da parladı ve sessiz çayını içmeye devam etti.

-            E-evet… Demek, Jarboldan bahsediyordum… Amircan üzülerek karısından başını çevirdi. O zaman Vilayet Komitesi sekretari Ablan Sızdıkov adlı biriydi. İnanılmaz bir tafracı, palavracıydı. Nefret çekiyordum. İğrenç bir şeydi: kara kurbağa gibi hantaldı, şaşıydı, konuşurken ağzında dolaşan köpükler kaynayıp tükürükler saçıyordu.  İsmi cismi – komünist, fakat yaptığı iş ve hareketlerinde parti üyesine layık değerleri öyle de göremedim. Aulları dolaşmayı çok severdi, bunun yanı sıra hep bayların evlerinde misafir olarak geçelerdi. Etrafında açıkgözler dört dönüyordu. Göklere çıkarıp bağırırlardı: ‘Aferin Ablana!’ ‘Gerçekten namuslu bir adam!’ Beni en çok öfkelendiren şey onun müsadere işlere karışmasıdır. Bundan dolayı, Jarbolu aklamaya ve Baymaganbet’ten ayırmaya çalışarak ne pahasına olursa olsun döküntü ve hilekârlar yardımıyla sahte doküman yaptırdığı beni büsbütün patlattı. İşte o zaman inadım tuttu. Ablan dedi bana: ‘Çatlak zurna sen!’ Ben de geri kalmadan: ‘Sen ise bay yardakçığısın! Sağ sapmacı! İçten kemiren kurt!’ Vallahi! Aynen söyledim – kurtsun! Rabiga şahit, yalan söylettirmez. Yalanı zaten sevmem. Hayatımı doğrusu neyse, olduğu gibi anlatmaya söz verdim size. Doğru mu, Rabiga? diye karısına döndü.

-       Beni inkâr ettiğimi mi gördün? semaver ile uğraşmaya devam ederek homurdandı Rabiga.

-       İnkâr etmediğin çok iyi! Tüm bela kazalarım şu andan itibaren başlandı. Bu yerde durmak istiyorum. Ama ilk önce Ablanı anlatıyım. Aramızdaki çatışmadan sonra aynı gün evinin yolunu tutarak ivedilikle gitti. Bundan böyle intikamını alacağını anladım, ama böylecesine tuzak kuracağını düşünemedim. Apalay gülüyordu’ ‘Ama da Sızdıkovı kızdırdın!’ Ertesi günü vilayetten haberci geldi. Ter içinde. ‘Seni acele çağırtıyorlar’. Öyleyse? Gittim. Komitesinde Hasen Baydauletov oturuyordu. Açık saçık keskin bir adamdı. Beni soğuk karşıladı: ‘İçine şeytan mı girdi? Rençperleri niye dövüyorsun?’ Şaşkınlıktan az kaldı dilimi yutacaktım. ‘Arkadaş, Baydauketov, hangi rençperleri dövüyor muşum?’, diye sordum. ‘Bak!’ İster inanın ister inanmayın, adıma yazılan dilekçe ve şikayet sayısı bir deste olmuş. Bir kâğıttaki yazı bana yabancı gelmedi. Vay! Utebayın yazısını tanıdım: sıçan izleri gibi ufak düzgün harfler. Beş yıl ceza evinde mi sürgünlükte miydi, zamanını bu şekilde geçirdiğinden ve yakında aula döndüğünden haberim vardı. Dönünce komşu aulda otururdu. Demek ki, tüm hırsızlar koklaşmışlar ve benimle ödeşmek için bir araya gelmişler. Rençperleri dövme hikâyeyi nerden çıkarmışlar ki? İşin özü şunda ki,  iki ayaklılar kabilesi arasında en hain ve saçma Kumısbay adlı birisi Baymaganbet’in mücevheratlarını bir yere saklamış. Sakladığını inkâr edip duruyor. Baş başa çektim, öncelikle razı etmeye çalıştım, yalvardım, sonra da tehdit ettim. Namussuz zar zor ikrar etti. Biraz zaman geçtikten sonra Baymaganbet: ‘ Nasıl da böyle beni mahcup ettin?’, diye onu sıkıştırdı. Hain Kumısbay: ‘Öldürmeye tehdit ettikten sonra korkudan hepsini açtım’ diye cevap verdi. İşte köpekler, ben fakırları dövüyorum diye dedikodu çıkardılar. Baydauletov’e olduğu gibi her şeyi anlattım, fakat inanmadı. ‘Fakat sen çok sert davranıyorsun, yumuşak lazım. Jarbola dokunma. Bize napa bilir ki? Boş ver, sonra bakarız’, demişti bana. Böylelikle, Jarbol müsadereden kaçındı. Nasıl olsa, bin dokuz yuz otuzda ceza evine tıktım. O zaman yeni evlenmişti. Aulda genç karısı kalmıştı. Tek başına…

Amircan birdenbire sustu. Çay koyarak Rabiga dikkatli ona baktı: ‘E-e niye sustun? Bunu da anlat!’ gibi söylemek istediklerini bir bakışında okudum. Amircan açıktan açığa Rabiganın sert bakışından kaçınıyordu. Her halde, şüpheler çekiyordu. Bütün anlatmak istedikleri karısından şikayetçi olduğunu gösteriyordu, gizli tuttukları ise kendisinin ipliğini pazara çıkarıyordu. Biraz düşünerek Amircan söyledi:

-                     Hayır, hiçbir şey gizlemeyeceğim! Hiçbir şey  saklamayacağım! İşte sonrasını dinleyin… Baymaganbet’in aulunda Medeş adlı birisi vardı. Orta köylüydü. Kendisiyle müsadere zamanında tanış oldum. Bir kol çengi, nükteci ve açıkgöz. Lafın kısası,  munis/sevimli bir delikanlıydı. Her hangi görevi dört dörtlük yerine getirirdi. Kolay becerikliği şaşırtıcıydı. O zaman en iyi aktivistlerzden birisiydi. Baymagnbet’in auluna her geldiğimde evinde kalıyordum. Bazen boş vakitlerde Medeş ilginç hikâyeler ve çekici şeylerle beni eğlendiriyordu. Ne derlar? Votka olduğu yerde belayı bekle. Lanet olsun, onun yüzünden işte tökezledim. O zamanları alkollük felaket halini aldı. Her bir evde sofraya votkasız oturulmazdı. Önceden ben elimden geldiğince vazgeçiyordum, kaçınıyordum. Ama korunabilir misin? Takılıyorlar, kandırıyorlar. Medeşle her görüştüğümüzde içiyorduk. İlk zamanlarda beraber ikimiz içiyorduk. Sonradan çevremiz genişledi. Önceden sadece tanışıyorduk, beraber içtikten sonra birbirimize misafirliğe varıp geliyorduk. Ahbabını evine geldiğinde başka arkadaşları ile tanışıyorsun. Öyle de gidiyordu. Uzadıkça fazlalaşıyor. Çok geçmeden bay aulunda neredeyse hepsi benim kadeh arkadaşlarım olduklarını fark etmedim bile. Alkollük başka şeylerin de nedeni oldu. Genel olarak, kadınlar ortaya karıştı. Nereye gitsen git, iki üç kız veya genç bayan oturuyor. Önceleri oyun için, yani şarkı söylemek, saz çalmak için toplanmışlar diye düşünüyordum. Onlar ise hani o tür oyunlar için buradaymışlar…

Rabiga içiyle gerildi, sönükleşti ve matkapla delik açıyormuş gibi gözleriyle Amircanı deliverdi. Kahramanımız gözlerini yere indirip aceleyle soğumuş çayı aldı.

-                     M-m… İşte ne yerden başlandığı anlaşıldı,  diye boğuk sesle fark etti Rabiga.

-                                   Hayır, yalan! diye tutkuyla haykırdı Amircan. Yalnız acele etme. Başından dinle… İçki âlemine tutulduğumu partiye birisi yazmıştı hatırlıyor musun? Benim suçum şunda ki, bunu partiden sakladım. Bilmiyorum, korkudan mı, utandığımdan mı, ama gaf yaptım, arkadaşlarıma karşı yalan çıktım, vicdana karşı gittim. Medeşe sordular, o da doğrusunu söyler mi? Tabii ki, hepsini inkâr etti. O anda her şey bitmişti. Tam o zaman Rabiga partiye girmesine karar verdi. Hiçbir zaman bunu hiç kimseye söylemedim, ama onun huzurunda söylerim. Bir gün uyumadan önce beklenmedik bir sırada: ‘Parti üyesi olursam ne olacak?’, diye sordu. Ben de: ‘Doğru. Fakat bence, önce okuma yazmayı öğren. Partide çalışmak kolay değil’. Öyle dedi idim mi, Rabiga, söyle? Söylediklerimi çok iyi hatırlıyorum. Onun parti üyesi olmasını istemez miydim? Kendi eliyle parti üyeliği olma dilekçesini yazmasını istemiştim. Muhtemelen, hata yaptım öyle dememeliydim, o an aynen cevap verdiğim gibi düşündü. Galiba iki gün geçer geçmez büro toplantısı oldu. Toplantıya Rabigada katıldı.  Bir türlü aldırış etmedim bile. Birden Apalay onun partiye katılma dilekçesini okuyuverdi. Hayretten gözlerim fal taşı gibi oldu. Anlaşılmayan bir soğukluk kalbime yuvarlaya geldi. ‘Ne demektir? gareziyle düşündüm ben. Neden benden gizledi? Karşı mıydım? Ben sadece öğüt verdim. Israr etseydi ben seve seve adına dilekçe düzenleyip imzasını da atardım. Benim arkamda gizlicesine bir şeyler uydurmak gerek miydi?’ Şaşkına çevirtildim. Birbirimizi severek evlendik, birlikte yaşadığımız zorluk ve yoksunluklar az değildi, aramızda gönül kırgınlıklar veya yanlış anlaşmazlıklar yoktu. Ben seviyordum onu… Hiç beklenmedik bir sırada al sana! Bir oluşan güvensizliğin sonu hayır olmaz. Bu sefer öyle bir küstüm ki, dilekçesini oya koydukları zaman çekimser kaldım…

-                                    Komünistler öyle yapar mı? diye keskin bir sesle lafını kesti Rabiga.

-                                   Kendimi haklı olarak göstermek istemiyorum. Sözümü bitirmeye müsaade eder misin? Vallahi çıldırdım.  Tüm şüphelerime ve şanssız olduğuma cevapları buldum gibi geldi bana. Rabiga bana karşı çoktan soğudu, uzaklaştı, neredeyse konuşmuyordu. Ben güldüğümde o gülmüyor, üzüldüğümde üzülmüyor. Gelen bir öğretmen konser vermek için gelmişti. Rabiga da katıldı. O zaman gece gündüz aulları dolaşıyordum, dondum, yoruldum. Karışık bir zamandı. Biz faal üyeleri yirmi dört saat ayakta uyumuyorduk. Üstelik binicilik büsbütün hırpaladı. Müthiş soğuktu. Kürküm buz cebesi gibiydi. Eve gelip soba yanına indim, Rabigaya: ‘Soy beni’, dedim. Sadece bir sıcaklık şefkatlik istedim. ‘Kendin soyun! Çocuk musun!’, diye homurdandı.  Hatta istihfafla yüzünü çevirdi.

-       O an intikam almaya kararını mı verdin? Ne güzel! alayla gülümsedi Rabiga.

-       Ne intikamı, be! İntikam almadım.  Sadece olanları anlatıyorum. Evet. Bu sefer de ağzımı açmadım. Soyunup sobaya yakınca oturdum. Ne yaptığını bilmiyordum, çünkü yanıma da gelmiyordu. ‘Ne oluyor ki?’,diye gittikçe içim karararak düşünüyordum. Eskiden eve geldiğime seviniyordu, etrafımda dört dönüyordu, yüzü gülüyordu. Şimdi ise?’ Ne var ki, metanet gösteriyorum. Sonra Apalayın karısı geldi, ağız alışkanlığıyla benimle şakalaşmaya başladı. ‘Hani, geldin mi? İyisin inşallah? Olan kız ve genç kadınları kayıta aldın mı? İyice kontrol ettin mi? Ben de şaka edercesine cevap verdim. Böyle şaka edercesine atışma alışıklıktı. Oturup bekliyorum. Kendimi kabahatli hissetmiyordum. Çay gelmedi gelmedi. ‘Apırmay, ne oluyor? Neden çay yapmıyor?’ Kapıya bakıp bekliyordum. Rabiga nasıl gitti öyle de kayboldu. Akşam oldu. Yatma zamanı geldi. Nihayet Rabiga göründü. Sinirlerim ayağıma kaldırıldı, fokur fokur kaynıyorum.  ‘Nerden geldin?’ ‘Sana ne?’ diye öfkeli cevabını verdi. Hadi, bakalım, kendini elinde tutmaya bir dene! Öyle bit azgına döndüm ki, onu azarlamak hatta dövmek istemiştim. Ne de azarladım ne de dövdüm, kendimi tuttum, ağzımı açmadım, öyle donup kaldım. Dudağımı kanatıncaya kadar ısırdım.

       Birazdan çay yaptı. Şu ara öfkemi tutamadım. Dastarhanı (sofra örtüsü) kap kacaklar ile birlikte bir sıyırdım, hepsi yere uçtu. Susabilirdi, böyle bir şey aramızda ilk defa oldu. Nasıl bir ayağa fırladı. ‘Ha, zıkkımlandın mı? Karnını doyurmuşlar içirmişler!’ O günden itibaren işlerimiz tersine döndü. Durmadan trenim raydan çıktı…

-            Devamında olanlarda gene beni mi suçluyorsun? Öfkeden Rabiga öay bardağını bile masaya koydu.

-            Apırmay! Konuşturmaz dedim ya! diye üzüntüyle yüzünü kırıştırdı Amircan. Sizinle başa baş konuşacaktım, ama olmadı…

       İçinden dastarhanın bükük ucunu açıp duvara çekilerek küskün bir tavırla yana döndü.

       Yaşamının uzun öyküsü kaç kez kopmuştu. Akşam oluyordu, yerde zeminlilikten bir gölge oluştu, aşağıdaki parmaklıktan serinlik esiyordu. Yurtalar arasında birkaç inek yürüyordu. Çığlık kadın sesleri bir zamanları Müslümanların akşam namazına çağıran imamın ezanına benziyordu. Toprak sobaların üstünü, bir tutam devetüyüne benzeyen sık bir duman sarıyordu. Kadınlar kazanları kazıyorlardı. Aul uyanıyordu. İşten dönmüş millet bir aşağı bir yukarı yürüyor, erkek ve kadınların sesleri, şakaları, gülüşleri duyuluyordu. Kulağımı kabartıyorum istemeden düşüncelere dalıyorum. Lahzada muhayyel gözde eski aulun alışagelmiş resimleri geçmektedir. Tuhaf bir düşünceler beni rahatsız etmeye başladılar. ‘Nasıl oluyor? Ben nerdeyim ya?’  Şu an yakın bir yerden gelen ses beni gerçeğe dönüştürdü.

-       Hey, Kumis! Muhasebeciyle görüştün mü? Toplam kaç gün çalıştın?

-       Artık iki yüzü aşmış!

-       O-o, o zaman iyi bir delikanlıyı kapabilirsin!

Genç bir bayan gelin olacak kızla öylecesine şakalaşıyor.

Rabigaya kaçamak bir bakış attığımda o da gülüyordu.

     Eskisi de ayakaltında sırnaşıkça karışıyor. Yeni hayat tazyiki pek hızlı olduğu içinzaferi içimde şüphe doğurmuyor bile.

-       Sizin kaç emek gününüz var? diye sordum ben.

Rabiga yan gözle Amircana bakarak:

-       İki yüz elli!

Onun bakışı ve gülümsemesi iğne gibi Amircana saplandı.

-       Senin kaç var?

       Amircan başını indirerek suratını asıp susuyor. Sonra da sanki uykudan uyanmış gibi Rabigaya dönüp sert bir dille bakışıyla deliyor.

Meydan okurcasına:

-       Benim mi? Benim emek günüm yok!

-       Nasıl oluyordu?

     Amircan susuyor, galiba beni de duymuyor. Ara sıra sadece Rabigaya yan bakarak göz atıyor. Bu bakıştan çok şey anlayabiliyorsun. Artık kolhozun işleri düzene girdi. Rabigaya benzeyenler emek günleri karşılığına hatırı sayılır bir kar kazanırlar. Karı kocanın kavga ettiklerine ancak yedi ay oldu, bu zaman içinde Rabiga kimseye şikâyette bulunmadı kocasına da kötü bir laf bile atmadı. Anlaşılan gibi, aile geçindiren kocasının yokluğundan tasalanmıyordu. Tam tersi günden güne kendini daha da güvenilir ve bağımsız hissediyordu. Amircanı ender hatırladığı, kocasının olup olmadığı umrunda değil gibi görüyordu. Elbette, en fazla sınırına dokunan asıl şuydu.  Kalkık esmerimsi bir apalak, yurta içine koşarak girdi.

-       Hadi geç göz bebeğim! Otur çayını iç! diye çağırdı Rabiga.

Ama apalak annesinin şefkatli sözlerini duymamazlığa alıyor. Amircana gözlerini fal taşı gibi yapıp şaşkın şaşkın bakıveriyor. O bürü elini salladı, çocukcağız annesine iki kez kaykıldı ve babasına doğru tıpış tıpış yürüdü. Rabiganın içi aydınladı, yüzü güldü. Amircan da küçüğü bağrına bastırarak keyfe geldi, bir anda kırgınlık ve öfkeyi unuttu tekrar dastarhan yanına oturup:

-       Belcana çay koysana…

Rabiga tam hazırlıkla bardağı verdi.

-       Şekeri uzatsana.

       Esmerimsi küçük sanki karı kocaya anne ve babası olduklarını hatırlatarak onları lahzada barıştırdı gibi göründü.

-            Adını ne koydunuz! Belcan mı?

-            Aslında Vilcan. İlk üç harfi - Vladimir İliyiç Lenin’in isminden oluşturduk. Kazakça Belcan oluyor.  Dedesinin yolundan gitmesini isterdik.

       Amircan gurur duyarak başını kaldırıverdi, memnun gülümsedi.

-            Kızdığından doğru düzgün çayını da içemedin, gülerek farkına vardı Rabiga. Yenileyim mi?

-            Hadi koy! diye Amircan şapkasını atılganlıkla yere atıverdi ve dastarhana yakın oturdu…

       Koyu çaydan sonra keyfi yerine geldi. Şimdi ise ara verilen anlatmalarına kendisi döndü.

-                                   Karı dedikodularını kenara çeksem kendi itirafımı bitirsem. O sakinleşsin, diye Rabigaya başıyla işaret etti. Onun yanında olduğu gibi söylerim. Bunları daha yeni anlatıyorum. Evet, Rabigayla aramız açıldıktan sonra kendime uzun zamandır gelemedim. Öfke doluydum, en karanlık dönemini yaşıyordum. Dünyadan nefret çekiyordum! Bir de nefret çektiğim yetkili Sızdıkov gelmesin mi? Ama da kudurdum! Beni görür görmez halimi görünce hemen Baymaganbet’in auluna gönderdi. Orada ise tıkanık, plan yapılmıyor. Tüm oraya gönderilenliler kınama cezasıyla geri dönmüşler. Sızdıkov, belli olduğu gibi inadına beni oraya soktu. Ancak ben itiraz etmedim. Gittim. Şiddetli soğuk vardı. Varıncaya kadar baştanbaşa dondum. Isınır mısın? diye sordu Medeş. İçki alemi tekraren başladı. Baksam bir genç kadınlar etrafımızda dönüyor. Birisi beyaz tenli epey alımlı hep bana bakıp kıkır kıkır gülüyordu. Bir sigara bir kibrit veriyor. Yüzü de yabancı gelmedi. Hatırlamaya zorladım kendimi: ‘Nerdedir görmüştüm?’ Gözlerimin önü yüzüyor kafam dumanlaşıyor. Genç kadın ise göz yapıyor, kurduğu ağa düşürüyor, şaka atıyor. Normalde oyun ve şaka avcısı değildim. O an ise haylazlaştım ele avuca sığmaz oldum. He, ne deyim? Ayıldıktan sonra cezaevine tıktığım Jarbolun karısı olduğunu öğrendim. Tüh, k… kancık.

-            M.. m… En nihayet itiraf ettin mi? diye Rabiga yüzünü ekşitti.

-            Yok, düşünme sen. Hiçbir şeye inanma, buna – inan.

                   Aramızda bir şey olmadı. Vallahi! Oldu mu olmadı mı fark etmez. Bulutlar üstümde koyulaştığını hemen anladım. Ertesi günü ‘Algabas’ kolhozuna gittim. Baktım, planın gerçekleşmesinin lafı bile edilemez. Kolhozu çevirenler hinoğlu ve açıkgözler. Her adımda saçma dedikodu söylentiler dolaşıyor. Aul hayatını çok iyi bilirim. İnsanları sürekli yönlendirmek, öğretmek, yetiştirmek gerekir. Başka türlü her iş tıkanır. Bunun yerine ilçe kaymakamları emriyle, kafamızı kaldırarak bağır çağrılara, kumanda etmeye, elimize verilen görevleri kullanıp üstün çıkmaya tercih ediyoruz. Atıyorum, kaymakamlık bin kentallik bir plan koyuyor. Biz karşılık olarak iki bin kental üstleniyoruz. Sonra da bu kadarı nerden alacağız, diye

*İliyiç: baba adı

 

kafamızı yoruyoruz. Gerçekten bunda hiçbir suçum yok! Fakır ve orta köylüleri, güçlerinin üstünde olan vergiye bağlamadım. Fakat bu da beni rahatlatmadı. Allem kalem ederek plan gerçekleştirmek amaçsa, sabahtan akşama kadar toplantı yapıp kimseye inanmadan ses keskinliğine bitkinliğine kadar bağrı çağrı atıyorsun. Böylece, üstüne çok aliyor diye bir şöhret kazandım.  Kaymakamın bana karşı talepleri milletin umurunda değil ki. Her birine, hain Sızdıkov benden bunları istiyor diye anlatamazsın ki! Bir kez dedikoduları dinledim donakaldım. Yarabbi! Aullarda neler sallamıyorlar! ‘Bereket’ kolhozunda yetkililerden birisi soğuk ambara kolhozcunu kapamış, diğerini öldürürcesine dövmüş. Şu kolhoz Baymaganbet aullarında yerleşmiş. Yetkili olarak aul hocası, kırmızı burunlu, kaygın suratlı, yaygaracı, kızdığı zamanları delinin tekiydi. ‘Köpek işte! Her şeyi mahvetti’, diye düşünüp oraya yel yeperek geldim, hocanı yerinde bulamadım,  Sızdıkov ise hüküm sürüyor. Kötü bir şey sezdim. Öyle de olup çıktı. Sızdıkovun bilgilerine göre ambara köylülerin kapamış olan, genç kızlara tecavüz eden benmişim. Ne günahlar yazdılar bana! Birileri zaparta çıkarma taraftarlarıydı, diğerleri parti kayıtlarında silinmemi istediydiler. Parti kayıtlarında silinmeme oy veren Rabigaydı. Bir laf bile söylemedim, fakat elini uzattığını görürken kalbimi buzlar bağladı. ‘Tamam, başkaları neyse, benim karım beni tanımaz mı? Yanlış adım attım, hata yaptım, gaf yaptım, tamam, kabul ediyorum. En yakın güvenilir arkadaşın karın değil mi? Boşuna kızacağıına bana destek verecekti, öğüdüyle yardımcı olacaktı. Kötü şayialardan sahip çıkmayacak mıydı?’ Bana dünya haram oldu! Bundan sonra konuşmamızı bile kestik. Şimdiye dek öyle de yaşıyoruz. Beraber de değil, ayrı da değil, yabancı değil yakın değil…

-  Öyle işte benim hayatım, diye uzun duraklamadan sonra anlatmasını bitirip bir soluk aldı.              Yakınlarda eyalet komitesine varıp dilekçe verdim. Bu kolhoza Daukaranı daha yakınlarda tayin ettiler. Elbette sevindim. O gelince bir umut doğdu. Ne de olsa çocuk arkadaşımdı. Hem sorar hem elinden çıkar. Haksız olduğumda yüzüme söyler. Öyle de oldu. Bana atını verip kendisi işle ilgili eyalete gitmişti. Fakat bela bir kez sardıysa öylesine kolay kolay bırakmaz. Şehirde bağlı durmuş atımı birisi alıp götürmüş, eve yürüyerek geldim. Ve en üzücü şey şu ki, atımı çaldıklarına falan kimse inanmadı. ‘İçkiye harcamış!’, diye söz ediyorlardı. Bu durumda da Rabiga arka olmadı. Mahsus yalan olduğunu bilerek bir kelime olsun söylemedi.  Bir de yönetim üyesi!

-    Niçin sana arka olmalıyım ki? diye gevşekçe itiraz etti Rabiga.

-    Hala da kanata getirmedin mi? Hırsızı yakaladılar.

     Rabiga sakıt kaldı. Küçük Belcan babasının bozulduğunu fark ederek yanaklarından okşamaya, sakalından çekip durmaya başladı. Amircan sustu. Alaca karanlık koyulaştı. Küçük yer altı barınağı da loş oldu. Dastrahan etrafındaki insanların yüzlerini ayırmak olanaksızdı. Fakat her birinin içinde neler olduğunu tahmin etmek güç değildi.

     Enerjik atılan uzun adımlarla birinin ayak sesleri geldi ve açık kapıda şaşkınlıkla durakalandı.

-       Hey, Rabiga! Niye karanlıkta oturuyorsunuz ki? Lambayı yakın!

Daukara girip ev sahibe yanına oturdu göz ucuyla Amircana baktı. Heyecanlıydı, zorla gizli tutan sevinç coşkunluğu hissediliyordu.

-            Belcan-ay! Belcan! Gereği gibi, babanı neden azalamıyorsun? Babana bir ders vermeliyiz. Yoksa ele avuca sığmaz oldu, diye gülümseyerek söyledi.

-            Ha, azarlamaya tek bir Belcan kalmıştı, diye müstehzi gülümsedi Amircan.

Bu noktada Amircan’ın itirafı bitti. Anlatmaya başka bir şey kalmadığı anlaşılıyordu. Şu an beklenmedik bir sırada konuşmayı Daukara devam etti.

-       Üçüncü ekipte iş büsbütün aksadı. Ekip başını değiştirmeye ihtiyacımız var.

-       Ekip başı olarak kimi görüyorsun?

Daukara biraz düşünerek:

-       Amircanı!

Sessizlik oluştu. Amircan şaşkın şaşkın döndü kaldı. Daukaraya uzun ve tuhaf baktı.

-       Ekip başı olabileceğimi kim dedi? diye sordu o.

-       M-m, kim dedi?  Ben diyorum, dedi Rabiga. Canım, parti üyesi olduğunu unutma! Kaymakamlığa git de kendi parti cüzdanını al.

     Beklemediğinden dolayı Amircan başı ve omuzlarını daha aşağı indirdi. Rabiga bir kocasına bir Daukaraya bakıveriyordu. Nihayet yavaş bir sesle sordu:

-       Demek ki, dilekcesini incelemişsiniz?

-       Evet. İnceledik ve yeniden partiye alınmasına karar verdik.

     Çocuk endişeyle bir babasına bir annesine gözlerini fal taşı gibi açıp baktı. Babasını ağladığını görünce korkar bir hale geldi.

-       Al gözbebeğim, şu mendili babana uzatsana, dedi Rabiga.

          Bu dakika, Amircanın hayatında en büyük geçid olduğunu anladım. Kendisi, tüm bela ve şüpheleri sona eridiğini, hayatının kutsal olduğu – parti üyesi şerefine yeniden kavuştuğunu, artık en yakın ve güvenilir arkadaşlarının içerisinde bulunacağını anlamıştı.

-       E-e, ekip başı olarak çalışacak mısın, Amircan? diye sordu Daukara.

-       Laf mı olur?

      Şu an Rabiganın yüzü tatlı bir tebessümle aydınlandı.

 

1932

Көп оқылғандар