Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MÜSİREPOV  Gabit, "Kar Fırtınalı Gecesi"

25.11.2013 1437

MÜSİREPOV  Gabit, "Kar Fırtınalı Gecesi"

Негізгі тіл: ''Kar Fırtınalı Gecesi''

Бастапқы авторы: MÜSİREPOV Gabit

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Kar Fırtınalı Gecesi

 

Çok fazla kalan yaşlara göre, evimize menteşeden kapıyı sökmeden Kaysar’ın zorla gittiğini uzak bir kış sabahı anıda canlandırıyor.

-          Duydun mu?! – öfke ve kırgınlıkla selam yerde babama haykırdı.

-                     Bu gelecek kaynatamdır! Mezarına kadar eyere hiç bir kez inmesin! Bu muzır Bekbergen, ne uydururdu be? Bana kurye yollanıp koyu kırmızı atı, Kuren-Töbeli yani (donu al olan at), istedi.

Kaysar öfkeden sesi kesilir gibi oldu. Babam çok telaşlandı.

-          Çatlattı mı o? Öyle neden aklına esti?

Kaysar kamçayla birini düşürmüşcesine el kindar salladı:

-          Kurnazdır. Çeşitli iksirsiz kurnaz ve düşkündür. Bügünlerde evlerine molla gitti. Beş yıllık oğlunu sünnet yaptı. Molla, bermutat küçüğe sordu:

-          Nasıl bir at istersin? Söyle.

O hiç düşünmeden  benim Kuren-Töbelimi istedi! Bekbergen ellerini havaya açtı. ‘Bu kendi Allah ne yapacağımız bildiriyor. Böylece olsun. Kaysar atını getirsin ben ise başlığın kalanı helal ederim’. Ne kadar iyi kalpli gelecek kaynatam, görüyor musun? Ama ben iki gebe ineği sadece ona vermeliydim.

Kaysar’ın, Bekbergen ecdatları ve tohumları anıdığını sözlerden başka, özellikle göbek geleceği beş yıllık çocuktan, başka sözlerini bulamadı.

Kaysar’ın komşu aulda olduğunu gelini, çocuklar, bizim için bu yenilik yoktu. Ne olacak? Kızlar az mı başka kızlar da var? Ama Kuren-Töbeli bağışlamak için buna hiç bir kız layık olmaz.

-          Kaynatanın elçisine ne cevap verdin acaba? – babam sordu.

-          Saçma, saçma, saçma, saçma! Şöyle cevabımdı. Kaysar biraz susup yine konuşmaya başladı:

-          Tek atımı mı vermem lazım? Geline aullarına yürüyereek mi gitmem lazım? Evime elinden tutup mu getirmem lazım? Öyle mi?.. Yok, atımı vermem! Mollaya ne yanıtladığı alçak çocuğu okutmasın! Şöyle  elçiye yanıtladım.

-          Eveeet... Aksilik bu ya! – baba içler çekti. – Sonra ne?

-          Biliyorum ya! – Kaysar yine parladı. – Benim olsun! Yhem de, yarınki gece benim olacak. İşte olacak!

Baba uzun akıl öğretir gibi bir konuşmaya başladı: eğer Kaysar gerçekten kızı kaçırırsa, kızın rası olmasına rağmen bu kaçırma yüzünden senelerdir kendi aralarında iyi geçinen iki aulların çekişmelerine, kavgalarına neden olacak. Ama delikanlı kesin kararlıydı, söylediklerinden vazgeçmiyordu:

Eğer akrabalarım şerefe değer vermezse ve kavgalardan korkursa, evlerinde fare gibi saklansınlar. Bense Rus köylelere giderim... Ve Bekbergen beni ve kızını orada arasın.

Susma geldi. Baba sudan çıkmış balığa dönüp daha ne söyleyeceği bilmedi. Söylerse – Kaysar böyle yapar mı? Onu hem akranlar hem aksakallar severler; o gerçek yiğit ruhu korudu. – aksakallar diyorlar. Bundan nasıl vazgeçirir?

Baba şüphe ederdi, bense Kaysar’ın cüretinden çok hayran oldum. Ve ona benzemek isterdim: gözlerim aynı dikkatli ve siyah olsun, onlarda aynı azgınca kızıl şimsekler ışıldasın.

Kaysar ısrar etti:

-          Görüyorum ki evinde vaktim geçiriyorum. Oğlulardan biri benimle yollanır mısın? Yalnız oğlu yeterlidir.

Baba başını ikicimle salladı:

-          Kimi de? Biliyorsun ki büyük oğlum İmiş’te işçi olarak çalışıyot, uzaktadır. Şunu mu?.. – baba özensizce bana baktı. – Daha küçüktür, kendin görüyorsun. Nasıl yardım edebilir?

-          Zararı yok! – Kaysar şenlendi. – Küçüğün da yarayacak daha. Oğlun benimle olacağı temel koşuldur, senden cevap verilir... Arkamıza kovalamaya başlarsa, sana gelirler.

Kalbim durur gibi oldu. Erkek riskli işine beni alırsa, bende de aksakallarımız söyledikleri yiğit ruhu var. Babam ‘Yok...’ söylerse - bundan sadece korkuyordum. Ama o konuşmuyordu, pantolonum çekerek burnumla nefes alıp sanki bu beni ilgilendirmezcesine, korkum göstermemeye çalışıyordum.

-          Benim raddetmediğini emin oldum, - Kaysar babama deyip beni alkışlama işaretle bşımın üstüne parmaklarını şakırdattı.

Alçak kapımız Kaysar’ı bırakıp ayaz hava yoğun bulutla içeri bıraktı. Baba kapı kapandığı bekleyip tarafıma çevirdi:

-          Bak... dövüş başlarsa ayak altında dolaşma.

Fakat onu dinlemiyordum. Benim Kaysar’a layık kabul ettiklerimi sadece düşünüyordum.

Gerçek yiğitte gerçek at da olmalıdır. Koyu kırmızı at, beyaz yıldızla alında, civarda ünlüdür. ‘Kuren- Töbel’in aulu’ söylemek yeterliydi. Nerede bu bulunduğu herkes anlar... Aul kadınlar eski törelere göre ona mutlaka bırakıp yol geçmezler. At ise bir sultan gibi kimseye bakmadan meskut geçer.

Gerçek yiğitte gerçek köpek de olmalıdır. Kaysar’ın Kokdaul var, cıdavdan, belkemiğinden sert kara tüy çeker – bu basit köpek değil bir köpek şaşmaz belirtidir. Yaz günlerde Kokdaul sıcaktan çadırlarında bulunuyordu, onur yerde oturup bu yerini misafirlerden birine hiç kimseye bırakmıyordu.

Kışın ise, kapı ağzında çenilemeden sıcaklığa izin istemiyordu. Kapalı avlunun en uzak köşesinde köpek kulübesi vardı. O sorkunlardan örmüş, ve orada koru otun üstünde soğukta oturuyordu. Sabahtan beri adını aklamaya başlardı – gri hortum. Uzağa koşmadan korkmazdı – bozkıra akağaç koruluklara. Eğer kar üstünde iri kurt izleri varsa, veya vahşi hayvan kokusu duyulduysa, o kulaklarını kısarak eve çok hızlı gidip, Kaysar’ın çevresinde ürüyüp atlıyordu.

Üç birbirine hepsi anlamakta güçlük çekmezdiler. Kaysar, Kokdaul ve Kuren-Töbel. Kaysar’ın atını eyerleyip aulda pek hızlı tırnak patırtısı duyulurken bir süre sonra adımla evleri geçip eyere ise hareketsiz dişlerini göstererek, yakalanmış soğukla mantarın üstünde kanlı köpükle iyi bir kurt bağılıp döneceğini herkes biliyordu.

Kaysar tarımında ünlü at ve kurt köpeğinden başka daha alaca itaatli inek vardı, koçlar ve keçiler bulunuyordu. Ama bu barışçı baş hayvanlar Baden-Apay, yaşlı annesinin velayeti altındaydı.

Yargılarıyla o kararlı kadındı.

-          E-e!.. – yüksek sesle konuşarak muhatap onunla razı olur mu razı olmaz mı düşünmüyordu. – Kokdaul’dan ve Kuren-Töbel’den ne kurt gider acaba? Böyle kurt yoktu olmaz. Tilki ise erkek köpeğimiz için fare gibidir.

Başka kere, eğer onunla birisi tartıştıysa, o şaşkına çeviriyordu:

Eğer masa arkasına çay içmek için oturduysan hint çayı içeceksin! Başka çay içeceksen o çay olmayacak, o bulaşık su olacak.

Yetişkin ondan biraz korkmuş galiba, ama aul çocuklar kalpliliğine değer veriyordu.

-          Kaysarcan! – oğluna diyordu. – Bütün ihtiyatlarım sonuna geldi ve çocuklar ikram etmek için hiç bir şey yok artık. Şehire giderken fondan torbası, yani kampit-sampit  al! Unutma!

Baden-Apay bizi seviyordu, bunu biliyorduk. Ve onun yüksek sesinden korkumuyorduk.

Kışın, onun için herkes odunlar yarıp gölden buz getirip, yazın kuzullar ve oğlaklar otlatmaya çalışıyordu. Evlerinde yetişkin bir Kaysardı. Henüz torunları da yoktu.

Keçiler, kuzular bir tarafa da! Kuren-töbel’yi gölde yıkamak için kaç kes çocuklarla aramızda yumruklaşmalar oldu,vücudumuzda kaç çürük oldu...

Arkadaşları toplanmıştılar, oturup çay içiyordular, bir taraftan da havluyla terlerini siliyordular.  Gelişim herkes şenlik çekti. Onlarla gerçekten mi giderim ve yolunu kaybetirsem ne yapacağımı ilgilendiler; o zaman gelini bırakıp beni aramak zorundalar. Sefere hangi atla gideceğimi bildirdiler, kalın kısrakla mı gelmeyeceğimi duyarken çok şakalar ettiler. Mahvolduk! Cızlıyor da! On fersah azaktan duyulur kovalama başlarsa, başka aulu uyandırıp izimize getirir.

İyice ısınmış odada ben Kaysar’ın onları dinleyip beni kendisiyle almamayacak diye düşünmekden üşüyordum. Yiğitlar kaç saat alay ettiklerini sırada Baden-Apay karıştı.

-          Ona ne diye çattınız? Gidersin! Kaysar’ın atı tutsa artık fayda var. Sizin gibi böyle işte günahsız bir insan iyi ve başarılıdır. Oğlum, git, - bana dedi. – Otur ve çay iç.

Çay uzun içiyorduk. Artık karanlıktı ve bu zamanda gitmeye karar verdiler. Biz, on üç yiğitiz.Vedalaşma için Baden-Apay bana fondan avucu ve iki sert beyaz bilya, kurt yani, koynuma koydu.                   

-          Uyumak isteyeceğinde kurtu kemir, o ekşidir. Açsan – kampit al.

Akşam yoğun kar yağıyordu. Biraz ılıktı. Rüzgar başlıyordu. Fırıl fırıl dönerek kimin auluna ve hangi taraftan saldırmayı bilmemişcesine. Yiğitlar uzanıverdi, atları ise iri tırışla koşuverdi. Kırsağım daşağı cızlayarak arkadan bulunuverdi. Aşağı kalmazsam... İyi ki burada sadece altı verst kaldı.

Aula geldiğimde benimle gelen arkadaşların hepsi atlarından inmiştiler bile. Her şeyi önceden konuşup anlaşmıştılar, bu yüzden ağacın altında kısaca kararlaştılar. Bekbergen’in evine farklı farklı yerden girmek için bir kaç gruba ayrıldılar. Bir kısmı dışarıda korumada  bekleyecekler, diğer kısmı ise içeri girecekler, kızın annebabasının ellerini bağlayacaklar, kızın kendisini ise çabucak evden çıkarıp götürecekler, Evden çıktıklarında bana ve başka bir atlıya işaret verecekler, biz de hemen atlarımızı onların yanlarına süreceğiz. 

Rüzgar daha şiddetle esmek başlandı. Bizim kar fırtınası bir mizaç var: duman kardan gidercesine aulları kürtünlerine örtmedikçe  sakinleşmez. Şimdi de rüzgar konup genlikten yine vurmak için kudurmuşcasına birden sindi. Fakat bu zifiri kar karanlık bize yararlıydı. Hiç bir penceleri ısınmadı. Köpekleri duyulmadı. Köpekler kar fırtınasından kurtararak saklandı. Sabaha tamamen sangılayacak. Ama sabaha kadar ganimetimizle atık evde olacağız!

Ben böyle düşünüyordum, ama bizim arkadaşlar gittiklerinden bir türlü işaret vermiyordular. Benim atım sıkıldığından ayaklarıyla karı küreliyordu. Kürekleye kürekleye geçen seneden karın altında kalan ota kadar kazdı. Hemen gemi atın ağzından çıkardım. Herhangi kazak böyle fırsatta hemen atını yedirir. Atım gayretle toprağı kazıyordu, at hareket ettikce eyer öne kayıyordu. Olsun, önemlisi atım yesin biraz güçlensin, geri döndüğümüzde belki takip edenlerimiz olacak, hızlı koşmak lazım olacak, yine her kesten geride kalmasın.

Kaysar işareti bekleyemedim. Fakat ıslık ve uğultu  kar fırtınasında keskin bir bağırtı duyuldu. Benim bu kız değil kadın, hem de yaşlı kadın bağırdığı anladım. Sesi biraz çatlandı.

- Aman, beyim, aman!.. Alçaklar! Namussuz alçaklar!

Sonra Kaysar’ın sesi duyuldu:

-          Bırak onu! Görmüyor musun, bu çaşka bir kadın!

Şimdi başkalar bağırdı:

-          Attan! Düşman!

-          Ateş et!

Atışlar duyuldu – üç veya dört. Bizimkilerden biri:

Atları! Neyi bekliyorsun?!

Ben şaşkına döndüm, ne yapacağımı şaşırdım, ama hemen toparlanıp gemi yerine taktım, bence yeterince çabuk yaptım, ama daha eyeri yerine koymak lazımdı, kolanı çekmek lazımdı. Benimle bekleyen adam atları uzaktan kararan evlere doğru sürdü, bana bağırıp:

-          Çabuk, çabuk, aptal da!

Sağır çok tırnak patırtısına göre anladım ki yiğitlerimiz her biri bir tarafa kaçtılar. Buradan beni de gitmem lazım. Ama nereye?.. Ben sağdan sola dizginleri çekiyordum... Kısrağım kar eştikçe yön kaybettiğim ve şimdi aulum nerede bulunduğu bilmedim. Seslere gitmeye çalıştım ama rüzgar onları bir yana itip veya tamamen bastırıyordu. Doru kısrağım kürtünlere düşüyordu ve ben yana birdenbire dönüyordum. Yolunu şaşırdığım yakında anladım. Beni hiç kimse seslenmiyordu, sesim ise arkadaşlar yalnız değil düşmanlar duyabilir.

Zaten burada fena gecedir... Kapkara bozkır. Kar fırtınası çesit sesleriyle uluyor. Yok, bu kar fırtınası değil. Bu cinler ve cadılar uluyor, uzun kıllı şeytanlar susarak bacaklara atıp yüzü iğne batırıyor. Fakat kendimden emin hali vardı. Eyerde tüm gücüyle  oturdum. Kısrak, eskisi gibi, sürçerek kara düşüyordu, rüzgardan gidiyordu. Dizginleri gevşettim. Çocukluktan duyardık: yolunu kaybetse aklı başından gitme, atına irade ver ve o seni çıkarır.

Baden-Apay hatırladım: ekşi kurt bilyası çıkarıp ağzıma koyunca kısrağım homurdanıp ileriye atıverdi, ben ise eyerde zorla tutundum. Kurtlar!..

Bereket ki kurtlar değil. Bir kaç metre ileride karın üstünde kuyuya benzer bir şey kararıyordu. Bu eski kuyunun tepesinde uzun turna dikilip duruyordu. Demek ki, atım beni bir yerlere götürmüş, ama burası bizim aul değildi. Bizim aulun yanında böyle bir kuyu yoktu. Atın daha eminle ve daha sert adımladığına göre ayaklarının altında patika vardı. Az sonra da burnuma duman kokusu geldi, ocak kokusu geldi.

Bizim bozkırların kuzeyinde birbirilerine benzer kışlama evleri dikiyorlar: geniş, üstü örtülü, çevresinde duvar avlusu oluyor, avlunun içinde ise bodur küçük kerpiç çamur harçlı ev var. Evin içine girebilmek için duvarın uzunlamasına gitmek lazım, o zaman kapıyı bulursun.

Kısrağı avluda bağılıp kendim kapıyı ittim, kapı zorla gıcırdayarak açıldı, karanlıktan bir ses duyuldu:

-          Kim orada?

-          Ben ...

-          Ben de kim?

Kendi ismimi söyledim, ama ismimden kim olduğumu, nereli olduğumu anlamadı. Babamın ismini söylemek zorunda kaldım.

-          Peki nasıl buraya geldin, nereden geldin?

-          Evden.

-          Niye?

-   Öylesine...

-   Sence kim böyle fırtınalı karlı gecede öylesine bozkırda gezecek?

Ben ne cevap vereceğimi bilemedim, o da tehdit edici sesle:

-   Yalnız ahlâksız hırsızlar böyle bir gecede evlerinde oturmuyorlar...Seni tutuklamam lazım...Bağlamam lazım seni...

Hareketlerinden, sesinden genç biri olduğunu anlam. Sonra odanın sol köşesinden yaşlı bir adamın sesi duyuldu:

-   Asılhan! Kim gelmiş? Kim olursa olsun, buraya getir. Hanım, uyan, ışık ver.

Misafir odasında lamba yaktılar. Asılhan galiba ev sahibinin oğluydu, pek te kibar değildi, enseme vurup öne itti beni. Yaşında herhalde bizim Kaysar’ın yaşlarındaydı. Onun da bıyık var, özellikle dudakların kenarlarında karardığını farkettildi.

Ev sahibi elli yaşlıktı.Omuzlarına kürkü atıp bana baktı. Tabii, Asılhan onun oğlu, yanılmamızsın. İkisi elmacık kemikleri çıkık, burnaz, kıpkırkızı yüzleriyle. Duvarın yakında iki çocul galiba yorganı başına çekmiş uyuyorlardı. Geniş tahta yatağın yanında, karşı köşede kadın durdu.

Ensem Asılhan itişi daha hatırlıyordu ama ev sahibiyle çok saygılı selamladım.

-          Evet, evet, selam – bana söyledi. Kiminsin?..

Adım hiç bir şey konuşmayacak babımın adı söyledim.

Ev sahibi, oğlun soruları tamamen tekrarlıyordu, bense başka cevaplar bulamadığım için tamamen ilk cevaplarımı tekrarlıyordum. Daha küçüktüm ve o zamanda yetişkine yalan söylemeyi bilmedim. Benim niçin kar ve sağır fırtınalı gecesinde sürttüğüm sordu. Hemen doğru cevap verdim:

-          Bir kız çalacaktık.

Ev sahibi  omuzlarından kürk bile indi ama o farketmedi.

-          Ne kızı? Kimin kızı?

-          Onu tanımadım. Bekbergen kızı – yiğitlar diyorlardı.

Battaniyenin altından boğuk gülüş duyuldu. Orada iki kız örtündükleri anladım. Eğer orada kızlar var iyilik bekleme.

İhtiyar bana biy gibi soruşturmaya devam etti. Tümüyle anlatmak istemedim bu yüzden konuşma şöyle geliyordu: sorunu-cevabım, sorunu-cevabım.

-          Çaldınız mı?

-          Bilmiyorum. Atlara bakıyordum.

-          Buraya nasıl gittin?

-          Orada ateş ettiler. Kovalama olmalıydı. Yolunu kaybettim.

-          Yalan söylüyor! – ev sahibinin oğlu yoğun kaşlarını çattı. Aksakala onu vermemiz lazım ve onunla ne yapacağını düşünsün.

Ciddi mi şakadan mı söylüyor anlamadım. Ama bu anda bu evin ev hanımı karıştı, yaşlı bir kadın, Baden-Apay yüzüne benzerdi.

-          Dinleme, oğlum, korkma. Anababanı çoktan görmedim. Diana nasıl? İyi mi? – sordu.

Sakinleştim. Hayır ola! Önce düşman göründüğü evde duyulan annemin adı kesin olarak kanaat getirdim. Sahib bıyığı bile sert memnuniyetsizlikte değil iyi gülümsemede titredi.

Ama sakinleşmek anlaşıldığı gibi daha erkendi.Battaniyenin altında artık gizlenmeyen gülmeyi duyuldu. Ve iki çizilen bedenden bir baş çıkardı. Küçük kız alaycının iki saç örgüsü iki kara oğlağın iki kuyruk gibi farklı tarafa taştı.

Başka ise ondan büyük olmalıdır, iri kıyım daha gizlendi, ama onun nerede yattığını battaniye silkiniyordu. Ne gülünçlü?.. Şu, saç örgüsüyle zehir gibi bakışı bana bakıp dili göstererek ve onu almamış gibi yine battaniyenin altından gizlendi.

Yaşlı, geç kış ışık için gece çoktan bozulduğu düşünmüş. Söylediğinde sesi sert değil duyuldu:

Konuk neden soyunmadığı sanki bir eve konukseverlik kanunları bilinmiyorcasına gitti. Centilmence oturalım, konuşalım. Beni bu. – Semaveri yak, çay içelim. Bu eşime. Siz de kalk. Yer alıyorsunuz şuraya konuğu oturmam lazım. Bu o iki için battaniyenin altında gizledikleri ve çıkmak istemiyorlardı.

Birinci, şüphesiz, sabırsız kız alaycı fırladı. Bozkırda dolaşırken hem de tüfeklerden ateş giderken bu zamanda uyumamış gibi fırlayıp silkindi. İkinci ise, düşündüğüm gibi, yetişkin bir kızdı. Giyinerek mahcup ile çevirdi. Çevirdiğim halde onun esmer tenli omuzu , sık siyah saşları ve dört yün urgan gibi kalın saç örgüsünü farkettim.

Geniş gön kayışım çözdüm. Döşemeye ilk baharda orman alan gibi rengarenk kağıtta fondanlar döküldü.

Küçük kız alaycı gözleri fal taşı gibi açıldı. Sonbaharda babamla Kazak köyüne giderken gördüğüm Rus kızında gibi gözleri yuvarlak oldu.Küçük kız alaycı beni yana itiverdi.

-          Kampit! Kampit! – çığlıklar atıp fondanlarımı toplamaya başlayıverdi, - Bu ne?.. Kurt mu? Ekşidir... – hiç bir kez kurtu yememişcesine sadece tatlık yiyir burnu kırıştı. Yazın onu yetişkin uzaklarda karşılasaydım, göl kenarında! Atın sağrı bulunduğu o yere kamçılasam.

Büyük kıza koşup bölmeye çaşladı:

-          Bir sana, bir bana... bu sana-bu bana...sana-bana... 

-          Kamer, bekle..yeter. Yatış biraz.

Bu kızı keçi kuyrukla başında, Kamer deniyor yani?.. Ama Kamer öğütlerinin tersine yatışmak istemedi.

Fondanları yumruğun içinde kıstırıp başka elini kurt yerden aldı.

-          İşte... bu ekşi şeyi kindine alabilirsin. Sanki ondan izin vermişcesine ne alsa ne kalsa. İlini ittim ama Kamer bana sert topağı avuca soktu.

Sonra beni rahat bıraktı. Yatak toplamayı gerekti. Büyük kız ise giyinip kuşandı: Su samuru şapkası, yuvarlak ve iki puhu küşü demet tüyleri, yumuşak sarı ipekli gür, ikili farbalayla ilbisesi, elbisenin üstünde fesrengi kadife kolsuz ceketiydi. Onun gibi, Kız-Cibek veya Bayan-Sulu bozkır arasında şarkı söyleyip anlattıkları kızlar destan bir kız olabilirdi.

Kamer bana yine deli gösterdi. Yılan iğnesi benzerdi, ama çatalsız.

Ev sahibi yanında oturtup pelüş yastığı verdi. Bu gece nasıl ve ne olduğu yine açıklamak zorundaydım.

-          Söyle bana, Bekbergen’in kızı niçin çalmayı karar verdiniz?

Böyle konuştu ki açık yürekli olabilirdim.

Bu Bekbergen, - dedim, - fena adamdır. Kaysar’a kurye götürüp atı istedi. Böyle atı bulunmaz! Her at yarışından birinci geliyor. Ondan hiç bir kurt gitmez. Bizim Kuren-Töbelimiz trampa ettiğini kızı bütün dünyada var mı? Sahib uygun olarak başını sallayıp nedense köşeye baktı. Orada yatağın yanında kurt postuydu.

-          E-e. – bakışı farketip dedim. – Kaysar’ın evinde böyle postular tüm yığın var. Daha fazla var.

Kaysar’ın avcı kahramanlıkları göklere çıkarak biraz övündüm. Neticede bu gerçekti.

-          Kaysar’da mı? Bekbergen’in gelecek güvey mi? O nasıl? İyi mi yiğit?

-          Aulumuzda eşi yok. Başka aullarda da eşi yok diyor. – ne düşündüğüm söyledim.

-          Kaynatasını niçin gücendiriyor acaba?

-          O mu? Kaynata mı?.. Güvendiriyor mu? Eğer atımı versem yürüyerek mi geline gitmek gerek? Dilencicesine onun koluna mı evime götürmem lazım? – babama söylediğinde kendim duydum.

Bu anda oflayıp puflayan semaver getirildi. Büyük kız sütle çay dondurmaya başladı. Bu Kamer, üzerine vazife olmayan şeylere karışıp, fincanları vermeye başladı. Ev hanımı başlangıçtan beri bana altın kenarla kaşesi verdi – yani, onur konuğu gibi kaşe verdi. Kamer, bana çay verirken parmasını dirseğim yükseğe bana vurdu. – barışma işaretle vurmuş olmalıydı.

Ev sahibi yutkunup kaşesi çekip sordu (onun kaç sorusu var acaba? ).

-          Yani, Kaysar, - bütün dünyada şöyle yalnız yiğit mı? Onda eşi yok mu? Geline yürüyerek mi gider yani? Kaynatasına Kuren-Töbeli de vermez mi? Çok iyi yaptı! Değil mi? –sanki doğrulama istemiş gibi sofraya oturdukları evdekilerden sordu.

-          Yeter artık! Bilmece gibi konuşmak yeter? – eşi homurdadı, - Yeter... Aşikare söyle.

Kamer bana kaşesi dökmeden yine alaycı bakışı atladı. Kenara onu, gölün kenarına onu, esnek sorkun ellerimde ıslık çalırsın!

Dikkat etmediği ev sahibi devam etti:

-          E-e..Gece konuğumuz hiç bir şey anlamadığı anladım... Böylece bil – ‘bu Bekbergen’ ona böyle diyorsun, küçük kardeşim, büyük kardeşimin oğlu. Ya çay sana kim koydu, biliyor musun? Yok? Bekbergen’in kızı. Adını kızımla benzer – Kamen.

Kalbim durur gibi oldu. Beni göremeyebilir için battaniyenin altında saklanmak istedim şimdi. Sahib devam etti:

Bir şey yapmak isteyecekte kimseye söyleme. İki biliyorsa bu sır değil artık.Bekbergen bügünkü gece ne kalkıştıklarınız öğrenip kızını bana getirdi.

Ev hanını somurttu:

-          Dedikoducu dünyada var da, onlarda kötülük torbada gibi hiç bir şey tutmaz. Aulunuzda Zagipayla tanıyor musun? Bu o dile vermeye çalıştı.

-          Bunu hep biliyordum – sahib bana yetişkin gibi anlatmaya başladı. – Kardeşim Kuren-Töbeli istediğinde ona çok darıldım. Anlamıyormuş acaba? Kızım Kaysar ile yaşayacak. Güveyin tarımı ne için yıkıyor? Ama Bekbergen beni dinlemedi. Hep diyordu:

-          Yiğit gençtir, bütün hayat önde, koyu kırmızından fena değil bir yeni ar daha edinir.

Ev hanımı kesti onu:

-          Çançanında neye yarar? Bütün bunlar cimriliktendir. İkinci gündür senden duyuyorum! Kuşakları birinci yiğitle Kamen Kaysar’ın auluna yolların. Neyi bekliyorsun? Şu Kamen, şu yiğit. Onu götürsün.

Bu gecede kaçtır korkudan donakladım. Böyle kız ve doru kısrakla mi gitmem lazım? Yüz pud taşımış gibi gidiyor. Yağlamamış yükte eksen gibi dalağı cızlıyor.

-          Asılhan – oğluna sahib dedi. – Git, atı eyerle. İki atı eyerle. Konuğumuz ve bizim Kamencan Baden-Apay evine geçireceksin. Çok kalma! Onlar bügün senin için düşünmezler. Bekbergen ile uyuşarız. Kar fırtınası gibidir. Önce bağırıp çağırmaya başlar sonra sakinleşecek.

Kamen yola toplanmaya başladı.

Böyle bir yiğit, bizim Kaysar için, bezenmek gerek. - düşündüm. Kamen şapkasının üstüne alaca şal aldı. Ev hanımı tilki ayattan hafif mantosu kızıl atlasla kapalmış verdi. Donmamak için daha başörtü verdi. Rüzgarda açılmamak için kızıl kuşakta sıktı.

Vedalaşma vakti geldi. Bütün gelenler adet oldlkarı gibi hıçkıra hıçkıra ağlam adan kollarını sıkmadı. Sadece dedi:

-          Kadır-Agay! Böylece baba evi bırakmam gerekeceğimi asla düşünmedim. Hayır duasını verdiyseniz ben kaçak soysuz yetim değilim. Siz babamın büyük kardeşisiniz. Sizden gidiyorum ve şimdiden burası babam evimdir.

-          Hayırlı yolcuklar! E-e.. Gece vaktinde ağlamak günahtır – yaşlılar okutur, Kamencan, - ev sahibi deyip ama sesi de titrendi.

Küçük kız alaycı ise tamamen ağlama tuturdu. Hepsimiz çıkarken yumruğunu tüm güçlerinden bana vurdu – sırtıma ve omuzuma. Eh! Bu deliye doru kısrağı bile veremezdim. Bir Kamen, başka - Kamer... İsimler benzerdi. Onlardan biri gerçek Kız-Jibek, başkayı ise sorkunla sorkunla gerek...

Kamen kar fırtısında kaybetmemek için Asılhan ileride, arkasına Kamen ve sonra ben öyle gidiyorduk. Rüzgar artırıp ama yanından esti. Yoldaşlarımın atları düzgün tırışla gidiyordu. – yani kurt baskınla gidiyordu. Kısrağım ise karışık dörtnala geçirmek zorundaydı ve arkalarına yetişmiyordu. Uzak depil gittik, Kamen atını tuttu:

-          İnşegim, atını tembel görüyorum. Daha hızlı aulunuza yetişmemiz için istemiyor. Dizginlerini bana ver, kendin ise kamçayla acele ettir onu.

Genç kadınlar koca eşine gittiklerinde çocuklar adına çağırmaz. Böyle töredir. Herkes için tatlı bir lakap bulunurlar. Kamen ise, bana ‘İnşegim’, yani yakın ve öz gibi dedi ve şimde ben Kaysar’ın kardeşim olarak oldum.

Evlerin yanında Asılhan Kamenle vedalaşıp babasının emrine göre, atını alıp geri gitti.

Kaysar daha uyumamış galiba çünkü pencereye vurmama hemen seslendi. Adımı söyledim.

-          Yavrum! İyilik sağlık mısın? Allah'a şükür! Bize değil evine koş! Anababanı çok heyecanlanıyorlar!

-          Tamam, - öfkeli cevap verdim, - ama ilk önce avlu kapısı aç.

Karanlıkta ben yalnız olmadığım anlamadı.O ileriye gitti, Kamen arkasıma.

Baden-Apay evde lambadan fitil söktü:

-          Canım bizim, geldi! – bana attı. Kaysar ısınmak için eve gitti ve uzak arayacaktı. Sen kendin, canım, aulu buldun!

Baden-Apay beni çekip durup öpüyordu birden kapının yanında kız yolcumu gördü.

-          Kamen?.. Neredensin? Canım benim!

     

Allah'a şükür, beni rahat bıraktı. Kamen’i kucaklanıyordu. Onlar ağlayarak gülümsiyorlardı. Gülümseyerek ağlıyorlardı. Kaysal ilkten donakaldı sonra benim üzerime atıldı:

-          Sen mi?..

-            Ben...

-          Aferin sana!

Sonra hiç bir şey söyleyemedi. Bana yumruğunu iterek küçük kız Kamer gibi vuruyordu. Çok budala oldu.

Baben-Apay oğluna çevirdi:

-          Şimdi Kuren-Töbeli onundur... Ona hediye olarak vereceksin.

-          Ama, nasıl? Nasıl yapabildin?- Kaysar öğrenmeye çalışıyordu. Şaşkınlıktan geliniyle konuşmadı.

Kamen ona kurnaz bakış attı:

-          Nasıl yapabildi? Siz atışlar duyunca bozkıra atılıverdiniz. O güçlüklerden yılmadı. Komşulardan evime koşarken beni gözetledi. Birden duydum: ‘ Kamen, sen misin? Haydi  buraya git’.  Ne olsam. Buraya beni getirdi.

-          Tamam... at senindir, – Kaysar razı olup şapkamı burnuma çekti.

Beni sıcak çayı içirirken aulumuk gurur, koyu kırmızı atının sahibiydim! Ama nasıl Kaysar Kuren-Töbelsiz ve Kuren-Töbel Kaysarsız? Bu zorla gördüm çünlü onlar şaşılacak biçimde kendi kendine çok uygundur. Eğer at babama olsa, babam eski kasketi yana yıkıp aullar arasıda güzelliğiyle dikkatleri çekmeye başlar. Düşündükçe, Kaysar bana sordu:

-          İnşeg, bana atını satırır mısın?

Kamen göz kırptı:

-          İnşegim, razı olma!

Ama Kaysar... bu Kaysar

-          Satırım, - dedim.

-          Koyu kırmızı yerine ne istiyorsun?

-          Doru atı, iki yaşlık. Yazın verirsin.

Artık evime gitmem lazım: babam annemle çok heyecanlanıyormuş olmalıdır. Kamen vedalaşma için bana öptü. Baden-Apay ise koynuma parlak kağıtlarda fondan avucu soktu.

Sadece Kaysar, eşit, yiğit gibi elimi sıktı. 

Doru atı, gerçekten bize yazın verdi. Atı evime sürdüğümde sadece bir kez atla koşabildim.

Sonra doru atıyla babam gidiyordu.

Көп оқылғандар