Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MÜSİREPOV  Gabit, "Er Kaptagay Efsanesi"

25.11.2013 1260

MÜSİREPOV  Gabit, "Er Kaptagay Efsanesi"

Негізгі тіл: ''Er Kaptagay Efsanesi''

Бастапқы авторы: MÜSİREPOV Gabit

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Er Kaptagay Efsanesi


            Sırdarya’ya doğru akan, A
ksu Nehrinin kıyısı Sarkant’da, Kazakistan’ın güneyinde, bugüne kadar yaşayan, eski ve büyük Nayman isimli boyun adamları şöyle anlatıyorlar. 

            Nayman Boyu’nun adamları anlatıyorlar; ben ise çalışkan katip, onları ta eski zamandan  beri saklanıp kalan hikayeyi kağıda emanet ettim. 

            Soğuk rüzgarlar durmadan, buz ile kaplı Balkaş Gölü’nden güneye esiyordu.  
            Nayman köyünde, o yılın  son  fırtınası şiddetle çadırdan çadıra atılıyordu, sanki mevkiyi yeryüzünden silip atmaya çalışıyordu. Onun zamanı sona erdiği için, o umutsuzluk içinde kızgınlıkla çığlık atıyordu. Şayet erken bahara müsaade etmek zorunda kalırsa, en azından böyle bir hatıra bırakmalıdır ki, önümüzdeki kış kadar herkesi  titreme tutsun! 

            Köyün biraz kenarında, ejderhanın dişlerine benzer keskin kayalar yanında, Er Kaptagay’a[1] ait büyük siyah çadır  bulunuyordu. Herbirinin baca  deliğinden büyük arıların sürüsü gibi kıvılcımlar uçuyordu. Buran ısırıkları korkmadan, onları alıp kayaya bırakıyordu. 

            Bazen çadırın içerisinden, fırtınanın sürekli uğultuyu kapatan, uzun trompet sesi geliyordu. Bu, Er Kaptagay’ın hapşırması idi. 

            O, ocağın yanına rahatça yerleşmişti. Alevlerinin  kırmızı uçlarına bakıyor ve bugün kendi akrabaları tarafından söyledikleri üzerinde düşünüyordu. Demişler ki, kendi şöhreti ile meşhur olan dev Azret Ali[2], Nayman toprakları yol üzerinde bulunmaktaydı. Sanki o, kendi seferinde, Eskender Zulkarnayn’nin[3] geçtiği yoldan daha uzağa gitmeyi istiyordu. Azret Ali öyle bir argımağa[4] sahiptir ki, ona ona dokuz aylik yolu asmasi icin dokuz adim atmasi yeterliydi. Ayrıca diyorlardı ki, Azret  Ali herhangi bir yeni kelime getiriyor ve herkese onu kabul ettiriyormuş. Ve bu sözü coşku ve inançla tekrarlamak gerekirmiş. Kim onu dinlemek istemiyorsa, o, silah gücü ile zorluyormuş. Azret Ali’nin sekira’sı[5] normal sekiradan  dokuz kez daha uzunmuş. Orada, kendi ülkesinden uzakta, Azreti Ali ile bir araya geldiği zaman ona itaatle yol veren, korku bilmeyen güçlü arslanlar varmış. 

            Er Kaptagay şimdilik bu konuda hepsini düşünmüştü. Gerçeği, Azret Ali fırtınadan koruyan büyük siyah çadırı kaya altına, kendi argımağını durdurmuştu. Ve eşiği geçtiği zaman, Er Kaptagay ancak akşam yemeğine başlıyordu. 

            Bu evde öyle adamlar yaşıyorlar ki, bir çanaktan yemeği alıp yiyemezlerdi. Onların parmakları birbirine engel oluyordu. Bu nedenle, hem Er Kaptagay’ın önünde, hem herbir yetişkin dört oğulları önünde ayrı ayrı yemek duruyordu. Haşlanmış etler o kadar çok koyulmuştur ki, şimdi tüm köy sakinleri karnını doyurabilirdi.. Yemeğe yaşlı babası başlamadan, saygı ile bekleyen oğulları akşam yemeğine başlamıyordu. 

            Hazret  Ali, onları görünce hayran kalmıştı. Bunun gibi devlerin, bu güne kadar sadece kendi ülkesinde bulunabileceğini düşünmüştü. 

             - Selamün aleykum, dedi o. Fakat kimse yanıtlamadı. Şimdi, buna nasıl davranması gerektiğini bilmeden, sessizce izlemişti. Ve ihtiyar, kocaman parmaklarla çanaktan deve başını kaldırdı. O dönemde devler, dev gibi hayvan tutuyorlardı. Deve başı şimdiki çadır büyüklüğündeydi.

            Er Kaptagay açtı. Bu nedenle, boğaz kıkırdağı, deve dili ve deve çenesinden çıkmış yumuşak eti aniden ağzına atmıştı. Ancak, tüm bunları yuttuktan sonra, o, hala eşikte duran Azret Ali’ye gözlerini kaldırdı.

            Onun ne dediğini anlamadı, ama ilk bakışta gelen konuğunu beğendi. Kalın siyah bıyıklı, öyle bir sakal ki, yuvarlak ve bakımlıydı. Uzun boylu, görkemli. Hakikaten, jigit[6]. Bunun gibi Er Kaptagay ile konuşmak güzeldi.

            - Buyur, bizim ocağımıza, ziyaretçi batur, dedi o. Ve bir avucuna sığabilecek kadar, en iyi parçaları konuğuna uzattı. Yani, büyük karaciğerin yarısını, eti çok olan kemiği seçerek yağı ağızda eriyecek kürek kemiği ayırmıştı.

            Konukseverlik kanuna göre, misafiri şereflendirmek için ellerindeki yemeğin alınmasını istemişti. Ama, herhalde Azret Ali’nin bu bozkır adeti hakkında haberi yoktu ve biraz geri çekilmişti. Sanki teklif eden ikramı  kabul etmemiş gibi.

            Azret Ali şöyle dedi:

            - Yemekten önce bana bu evde gecelemeyi teklif ediniz, bari..  
O, yumuşak yabancı sözleriyle  telaffuz ediyordu ve bu sözler Er Kaptagay’ın kulaklarına dokundu. Ama, ihtiyar nasıl anlayabiliyor ki onun dediklerini? O ziyaretçinin dilini bilmiyordu, ziyaretçi ise Arap. Onun  dilini konuşamıyordu.

            -  Sen bana ne şarkı söylüyorsun? dedi Er Kaptagay, kızmaya başlayarak.

            - Dilimi bilmiyor musunuz? Ama, bunu isteyenler anlar! Sana eti sunuyorum, demek bu eti yemen lazım. Yiyecek misin, yemeyecek misin? 

             Azret Ali  sağ elini kalbine koydu ve  konaklama talebini yine tekrarladı. Yine de, Er Kaptagay onu anlamadı. İkramı iki kez reddettiği için, yaşlı adam darıldı ve karaciğeri, yağı kendisi yutmuştu. Sonra çanaktan devenin başını alıp yabancıya atmıştı.  

            Açılan çeneler ile kafası, Azret Ali’nin çok yanından uçup geçmişti. Ve o, yalnız ‘Oh, Allah’ diyerek, ancak sarmaya yetişmişti.

            Deve kafasının kayaya boğuk çarpma sesi dışarıdan işitilmişti.

            Mühtemelen, başka yerlerde onun uzun ve huzursuz yolu üzerinde Azret Ali bu kadar sabırlı değildi. Ama burada, Aksu kıyısında ne yapabilirdi ki, eğer çadırda, onun önünde Er Kaptagay ve oğullarının kahramanları oturuyorlarsa. 

            Üçüncü kez Azret Ali talebi tekrarladı. Fakat onun sözlerini ev sahibine anlayışlı halde aktaracak bir tolmaç[7] yoktu. Bu nedenle, Er Kaptagay’ın kalbi yumuşamamış ve yabancıdan şüpheli gözlerini çekmemişti.

            Yabancı konuk ceketin içine elini sokunca, o tedirgin oldu.  Ama silah değil, parşömen sayfalarıyla hışırtı yaparak bir kitap çıkardı Azret Ali. 

            - Ben size zikr[8] getirdim ki, sizin gibi geride kalmış insanlar, kendi yolunuz ve kaderiniz hakkında düşünsünler. Ben size, yeni düzene uyacak ve yeni bir yaşam tarzıyla yaşayacak yeni bir kelime getirdim. Ben söylüyorum, siz ise dinleyiniz...

            Ama, şimdi yabancı konuk yemeği almayı reddetmişti. Yani misafirperverlik kanunu yitirdikten sonra, yaşlı Er Kaptagay’ın gönlünü almak imkansızdı. 

            Er Kaptagay, onun fazla konuşmasına izin vermedi.

            - Gevezeliği kes! Yoksa.. O çanaktan, genç ağaç büyüklükteki kemiği almış ve onunla korkunç bir şekilde sallamıştı.

            Oğulları da silahlanmışlardı. Biri, sopaya benzer arka ayağın ağır uyluk kemiği kaldırmış. İkincisi ise, ön ayak kemiğini almıştı. Diğer kalan iki oğluna ise, sekira gibi keskin deve kürek kemikleri kalmıştı. Ve böylece onlar, babasının ilk işareti üzerine, yabancıya dayanılmaz yener vurmak için hazır duruyorlardı.

            Ama, Er Kaptagay onları kendi elleriyle durdurmuştu. Oğullarını yardıma çağırmadan istediği herhangi kimseyi yenmek için yeterli gücü vardı.

            Azret Ali, onları yenemeyeceğini anlamış ve geriye çekinerek çadır dışına çıkıp gitmişti. Galiba, ona rüzgarda bulunmak ve öfkeli fırtınayı dinlemek çok hoş değildi. Tabii ki, devlerin onur duygusu da dev ebadındadır. Bu geceye kadar Azret Ali’nin aklında, onun payına böyle aşağılama düşecek diye hiçbir fikir üretilmemişti!..

            O savaş yaparak Afrika ve Asya üzerinden geçmiş. Farklı ten renginden insanları fethetmişti; siyah ve beyaz, kırmızı ve sarı. Birçoğu onunla riske ve çatışmaya girmeyip ona teslim oldular. Ve şimdi ise, Er Kartagay ve oğulları ile bir araya geldiği zaman, Azret Ali düşünmüş: Eskender Zulkarnayn’ın kendisi, bu yüzden mi fazla ileri gidememiştir, acaba? Belki,  kader önüne bir duvar koymuş ki, ne hızlı atla  üzerinden atlayabilirsin ne de yanından geçebilirsin? 

            Azret Ali, bu kahramanlar ülkesinde artık herşeye hazırdı ve kim çıkacak onun peşinden diye bekliyordu.

            Ama, Er Kaptagay ve oğulları’nda kuvvetle birlikte asalet duygusu da vardı. Onlar evini terk eden yabancıyı  takip etmeye kalkmıyordu.

            Azret Ali kendi argımağı dizgin altına almış ve kayaya götürüyordu. Ve büyük bir taşa yaslanarak yere uzanmıştı. 

            Güzel bir koku onun burun deliklerine gelmiş ve Azret Ali  o pişmiş iliği kokusu olduğunu fark etmişti. Kudretli elle atılan deve kafası bir kaya üzerine çarptı ve paramparça olmuştu. Azret Ali aç olduğunu hissetmiş ve hala soğumayan kemik ve et parçalarını dokunuşlarıyla arayıp bulmuştu.

            Teker teker onlarını ağzına gönderiyor ve düşünüyordu. ‘Evet, bu insanlar yemekten anlarlar’. Sonra farkına vardı ki, konuşma başlamadan önce yaşlı adamın ikramını kabul etmek gerekiyordu. O zaman her şey bambaşka olabilirdi.

            Et yiyip ve karla ellerini sildikten sonra Azret Ali, henüz hiçbir şeyin geç olmadığını düşünerek ikna olmuştu. Sabah, Er Kaptagay’a dönecek ve onunla konuşacak.

            Bu kararını aldıktan sonra, zincirli zırhını biraz çözmüş, kalın bir elbiseye sarılmış ve miğferini burnuna çekmişti. Kahramanlar gibi hareket etmeden bütün gece uyumuştu.

            Şafaktan önce güneyden, karlı borana karşı rüzgar esti ve kuvvetlenmeye başlamıştı. Boran kuzeye, Balkaş Gölü’ne doğru çekilmek zorunda kalmıştı, ve oraya bahar biraz geç gelirdi. Güneş yükseldikçe güney rüzgarı temizlik yapmaya başladı ve kısa vakit içeresinde  boran azaldığı zaman dağılan tüm karlar erimişti.

            Siyah ıslak toprak üzerinde Er Kaptagay’ın en küçük beşinci oğlu Munaytpas, at sürüsünü götürmek zorunda kalmıştı. O, genç kestane renkli kısrağın topuk yanına ayaklarıyla sıkıyordu. Yani, büyüklerinden geri kalmış deve yavrusu gibi eve aceleyle geliyordu. 

            O, uzaktan beri dikkat etmişti ki, çadırın gölgesinde ağabeyleri, elinde dizginler  taşıyarak sürüye doğru hareket ediyorlardı. Herhalde, bir yere kadar gidecekler ve her zaman olduğu gibi ‘sen daha küçüksün!’ diyerek onu evde bırakıyorlardı.

            Sonra Munaytpas, bilirsiz bir bogatir’in[9] kendi atını otlatmak için gönderdiğini ve kendisinin çadıra girdiğini fark etmişti. Bu, Azret Ali’in uyanıp, dünkü niyetini yerine getirmek için Er Kaptagay ile görüşmeye gidişiydi. 

            Munaytpas, ne olduğunu bilmiyordu. Onun ne zaman geldiğini ağabeylerinden öğrenebilirdi. Fakat, sormak sırası mı şimdi?  O, argımaktan gözlerini ayırmıyordu.

            Babasının atları, çevresinde geçişleri kötü atlar sayılmadığına rağmen, böyle bir atı çocuk daha hiç görmemişti. Ilıman bir rüzgar, uzun gümüş yelesi ile yanaşarak, sanki itinayla onu taramaya çalışıyordu. Güzel Arap atının gözleri mücevher gibi parlıyordu. Hassas kulakları en ufak bir hışırtı yakalamıştı. Düzgün zarif  boyundaki kafa hemen sürüye doğru dönmüştü. Argımak, kısraklarını karşılayarak kıskanç çığlıklar atıyordu ki, aygırlara uyarlayarak, onunla rekabet etmeye çalışmasınlar diye. 

            Munaytpas, benzersiz ve muhteşem atı gözetmeye devam ederek,  o anda durduğu yerde kalmıştı. Azret Ali çadır içinde Er Kaptagay’in önünde duruyor ve bir gün önceki kesilmiş olan ‘konuşmasına’  devam ediyordu. 

            Azret Ali, güçle meseleyi  halledemeyeceğini anlamıştı.  Bu nedenle onun sesi, sanki erime suları taşımış, orta yaz zamanında sakinleşmiş olan Aksu Nehri’nin sesi gibi  yumuşaktı ve şarıldanıyordu.

            Azret Ali, dünkü gibi cebinden, ince ve şeffaf deri sayfalı tomarı çekiverdi. Sayfaları anlamsız işaretlerle doluydu. 

            Bu tomara o ‘kitap’10 diyerek ve yankılı keyifli bir sesle ayetler okumaya başlamıştı. Daha önce ihtiyara hiçbir şey ifade etmeyen yabancının sözlerini Er Kaptagay, kesmemişti. 

            Yine de o,  seslerde büyük bir sırın gizli olduğunu hissetmeye başlamıştı. Ve bu sırrı hemen hemen kavrayacaktı ve bu adam evini neden terk ettiği ortaya çıkacaktı… Ama, yaşlı adam bu sesleri faklı hissetmişti: eğer ona itaat ederse onun hayatı tanınmayacak kadar değişecek ve kendisine artık benzemeyecekti... 

            Azret Ali, ayetleri okumayı bitirmişti. Dokunsun ve elleriyle tutsun diye kitabı ihtiyara uzatmıştı. Kutsal bir kitabı vermek, duyulan yüksek güvenin işaretiydi. Fakat, Er Kaptagay bunu anlamamış ve takdir etmemişti.

            O, kitabı onun ellerinden aynı harika sesler çıkaracakmış umuduyla almıştı.  
          - ‘Senin kitabın ne güzel, eşsiz bir sesi var’, dedi  Er Kaptagay. Eğer tomara övgü verse, o tekrar ruhuna anlaşılmaz şekli ile etkileyecek şarkı söyleyeceğini düşünmüştü.

            Ama kitap sessizdi.  

- ‘Sen, dünkü gibi benim ak saçlı kafamı bozarsın!’ dedi ihtiyar Azret Ali’ye. Bundan bana ne fayda var ki, eğer kitap sadece senin elinde söylüyorsa. O zaman onu kendinde tut. Ve git, git. Seni görmek istemiyorum ve oğullarım da seni görmek istemiyorlar!  

         Aralarında bunun gibi birine anlaşılmaz konuşmalar devam ediyordu. Munaytpas, hayallere dalmış ve argımağı gözetiyordu. Ve ‘..bunun gibi atla bir kez yolculuk yapmak gerçekten mutluluktur!’, diye düşünüyordu. Ondan sonra ölmek hiç üzücü gelmezdi. Babasının atları, o argımağa göre acıklı kısraklar gibiydi ve çocuğun kalbi derhal ona soğumuştu.

         O, kestane renkli kısrağından aşağı inmişti ve dizgininden tutarak argımağa doğru yürümeye başlamıştı.

         Munaytpas büyülenmiş gibi hala ne yapacağını bilmiyordu. Atı kaçırmayı düşünüyordu. Sonra ne olursa olsun, sahibi görmezken sadece onun üstünde bir tur atmayı planlıyor ve ondan sonra kırbaç ile bir-iki dayak yese de pek üzülmeyecekti.

        Argımak kulaklarını dik koyarak onun yaklaşımını izliyordu. Tabii ki, onun oğlanla hiçbir ilgisi yoktu. Sürünün en güzel ve zarif olan argımağı, yani Er Kaptagay’in damgası kaydedilmiş kestane renkli kısrağı dikkatını çekmişti.

         Kısrak da, aynı bunun gibi cesur ve yakışıklı birisinin karşısında duramamıştı. O tarafa çekilmedi ve onun yolu yüksek, açık renkli bir aygıra gittiğini fark ederek, itaatkar Munaytpas’ı takip ediyordu.

         Uzun sert seferlerde Azret Ali kendi atının sürüye karışmasına izin vermiyor ve sevgiden mahrum kalıyordu. Sevgi olmadan kişinin kalbi de, başka yaratılmışların da yüreği de yaşamaz. O, başıyla bulutları dokunduğu gibi iki ayağa kalkmıştı. Kendinin ne kadar kıvrak, güçlü ve çelimli  olduğunu göstererek arka ayakları üzerinde, kestane renkli kısrağa doğru gitmişti. O, zaten burun deliklerini geniş açarak ve gururla başını kaldırarak argamağı bekliyordu.

          Munaytpas bir an, şayet argımağı kaçırmasam da, en azından ileride sürüde onun yavruları kalacağını düşünmüştü. Çocuk hızlıca atlamıştı.

           Er Kaptagay’la konuşmayı yine de başarısız beceren Azret Ali çadırdan dışarı çıktığı an, argımak ve kestane renkli kısrak arasında olan kısa sevgi artık bitmişti. Ve çiftleşmelerine engel olamamıştı. 

           O bağırdı ve sövüştü, devlerin küfürleri ise, dev ebadındaydı. Ama Munaytpas’ın kılıçlı dört ağabeyi yanındaydı. Azret Ali, arsız oğlana iyice tokat vurmaya kendine izin verememişti. O, öfkeyle argımağın üstüne binmeye kalkıştı, ama aşktan henüz kendine gelemediği için at hareket etmek istemiyordu. 

         Azret Ali başını sallayarak dedi ki:

         - Nice çetin kayalar önümde secdeye düşmüşlerdi. Şimdi ise,  yolumu küçücük bir kaya kesti ve ben geriye dönmek zorunda kalıyorum.

            Ben, asla hiçbir zaman kimseden geri çekilmedim, asla.

         Munaytpas ve ağabeyleri, yabancının dediklerini anlamamışlardı. Onlar, sadece Azret Ali’nin kendi atını çektiğini ve kayalar arkasında kaybolduğunu görmüşlerdi. Rüzgar ise, onun izlerini silivermişti. Er Kaptagay ve oğulları yaşadığı müddetçe Azret Ali burada bir daha gözükmemişti.

            Bu kaya, bu günlerde Kazakistan’ın güneyi, Sarkant bölgesinde bulunuyor.

         Yerli halk ona ‘Argımak Kayası’ der.

            O eski zamanlarda, Naymanlar hakkında hatıra olarak bu efsane kalmıştı. Onlar Er Kaptagay ve oğulları gibi kahramanlarını, ne gücüyle ne kurnazlıkla, ne de sahte sevgi ile mağlup edemezlerdi.

 

          Ve rüzgardan daha hızlı olan atlar kalmıştı.


[1] Er – kahraman, batur

[2] Azret  Ali - (evliya) Müslümanın azizi, lider, Hz. Muhammed’in  akrabası. 

[3] Eskender Zulkarnayn(iki boynuzlu) - Büyük Eskender 

[4] Argımak - safran at  

[5] Sekira - uzun  saplı  balta, antik silah 

[6] Jigit - yiğit

[7] Tolmaç(eskice) - tercüman

[8] Zikir - uyarı, Kur'an’ın eski isimlerinden biri. 

[9] Bogatir(batır) - kahraman

10 Kitap – Kur'an’ın eski adı

 

Көп оқылғандар