Anne
Biz çocukken molla ak saçlı Aytiles’in evinde bize ders veriyordu.
Çok sıcaktı. Tepeleri serap bürümüştü. Hayvanlar serinlemek için boğazlarına kadar gölün içine girmişdiler. Güneş tam tepeye dikilmişti. Çobanlar buruşmuş elbiselerinde güneşin altında yanıyordular. Boğaların kış kılları daha çıkmamışti bu yüzden çok zayıf görünüyordular. Çobanların üzerindeki kupi (deve derisinden dikilmiş elbise) kuruyup vücutlatına yapışmış gibiydi. Tezek toplamaya giden kadınlar sırtlarında çuvallar ayaklarını sürükleyerek yürüyordular. Yüzleri tozlu ve terliydi.
Koltuğumun altına yıpranmış arap alfabesini alıp Aytiles’in dersine gidiyordum. Çocukların geç kaldığı zaman Aytiles ya mollayla ya da sık sık misafiri olan tüccar Ramazan’la konuşuyordu. Aytiles ihtiyar kör bir adamdı. Konuştuğu zaman büyük elleriyle uzun bembeyaz sakalını düzeltiyordu. Beyaz ve gür sakalı göğüslük gibi gömleğinin önünü kapatıyordu.
İhtiyar çok eski hikayeleri ilk kes anlatyor gibi çok hevesli anlatıyordu. Aytiles göz nurunu kaybettikten sonra tüm ışığı kalbine, kulaklarına, dudaklarına saklamış gibiydi.
- Eh nerede bizim gençlik çağımız, atın kulaklarıyla oynadığımız çağlarımız nerede? O zamanlar Janay pehlivan seksen iki yaşlarındaydı, belki de seksen beşti. Kalbi daha güçlüydü, ama kollarındaki gücü onu terkediyordu. Çok berrak sesi vardı Janay’ın. Bir şey anlatmaya başladığında hepimiz çömeliyorduk, anlattığı hikayenin her sözünü ezberliyor gibi dinliyorduk...Bir gün Janay böyle bir hikaye anlattı..
- Bu hikaye çok eski zamanlarda olan hikayedir, biz o zamanlar daha çok gençtik. Jalpak pehlivan Yergeneka auluna barımta (çalınmış mal için savaş) için bizi topluyordu Jalpak pehlivan Balabay’ın damadıydı. Bir gün bay (aulun başkanı) pehlivanı çağırıp böyle söyledi:
- Jalpak! Ergenekliler iki kes bizim aula baskın yaptılar. Bir kesinde beni soydular, ikinci kes – seni. Benden hayvan çaldılar, ama senin kalbini götürdüler. Sence kalbin sayılmaz mı, başlık olarak babanın kırk yedi hayvan verdiği nişanlını kaçırdılar.?.. Gerçi sen hatırlamazsın, çok küçüktün o zamanlar. O kadar küçüktün ki, intikamı bırak da bozkırda düşmanlarla karşılaştığında sürdüğün atın sayesinde kendini zor kurtardın. Ama şimdi seni her kes pehlivan olarak tanıyor. İntikamını nasıl unutursun?
- Bıy (şaşırma)! – diye Jalpak bağırdı. Alnımda leke olduğunu bilmiyordum...Bana o kızın benim nişanlım olmadığını söylemiştiler. Altı yaşımdayken benim atımı elimden almışlar...Eğer gücüm yeterse düşmanlarımı öldüreceğim, onlar beni yenseler öleceğim, ama namusumu koruyarak, ismimi temizleyerek! Elveda! Çarşamba şanslı gün sayılır, çarşamda atıma oturup hesap için yola çıkacağım!
- Bahadır, bekle! – Balabay Jalpak’ı durdurdu. Gideceksin, baskı da yapacaksın. Ama önce tavsiyemi dinle, nişanlını aramaya çalışma, o çoktan başkasının kadını olmuştur. En iyisi at sürülerine dikkat et.
Yaklaşık otuz delikanlı batıya doğru barımta için yollandı. Jalpak (geniş omuzlu, yumrukları sopa gibi, arkadan fırına benzer biriydi) her kesden çok önde gidiyordu. Jalpak’ın açık yeleli atı ok gibi eğiliyor, saygak (bozkır keçisi) gibi atlıyordu. Hiç bir at ona yetişemiyordu.
Yedinci gece Jalpak bir mezarın yanında durdu, attan indi “Bu gece burada geceleyelim”dedi...
Hepimiz atlarımızdan indik. Büyük siyah mezarın girişinde bir yazı vardı, ama otuz kişiden biri okuyamadı, çünkü hiç birimizin okuma yazması yoktu...
- Şimdiki çocukların okuma yazmaları olduğunu hatırladığımda kalbim seviniyor – gülümseyerek Aytiles konudan dışarı çıkrı. Sonra yine Janay’ın adından hikayesini anlatmaya devam etti.
...Çakmak taşıyla ateş yaktık. Biraz kuru et yedik, başımızın altına eyeri, altımıza bellemeyi serip uyuduk.
Sabahın köründe Jalpak uyandı. Her kesi uyandırıp böyle buyurdu:
- Delikanlılar! Ön eyer kolanlarınızı gevşetin, arka kolanlarınızı iyice gerdirin, atlarınıza acımayın...Güneş doğduğunda düşmanı karşılayacağız. Beyimin arzusu gerçekleşirse atlar bizim olacak...
- Bu arada bu mezar da Baysarı pehlivanın mezarıymiş – Jalpak devam etti. Gece rüya girdi. “Ben size kendı mezarımda barınacak yer verdim, atlarınız benim mezarımın üstünde otladılar, benim insanlarıma dokunmayın! Dokunsanız sizi pişman ederim”. Bahadırla tüm geceyi tartıştık, ama anlaşamadık. O bahadırsa biz de hanımefendi değiliz! Binin atlarınıza, delikanlılar!
Atlar dayanıklı ve özellikle hazırlanmış.
Güneş doğdu, sürüyü gördük, tepelerde, çökeklerde otluyordular. Sürüye
doğru kaçtık. Düşmandan iki atlı ayrılıp tepeye doğru koştular. Ama biz onların peşinden koşmamaya karar verdik.
Sürüye taraf koştuğumuzda tezek taşıyan siyah gözlü bir kız gördüm.Gözleri deve gözlerine benziyordu. Kuday- kok’u (at ismi) yıldırım hızıyla kız tarafa sürdüm, kızı tutup eyere oturttum. Uzaklardan kızın annesinin feryadı duyuluyordu. Kadın yavrum diye bağırıyordu. Ama annenin feryadı sinek ısırmasından fazla dokunmadı bana.
Az zaman işinde atları kamçılaya kamçılaya büyük bir sürü topladık ve tepelerin arkasına kovduk. Bu sırada Jalpak pehlivan eyerimdeki kızı gördü. Ve galiba bahadır bu kızdan hoşlandı.
- Sauga! (tebrik etme türü, eski kazak adetlerine göre avcılıktan dönenlere ilk selam verene avın yarısı verılıyordu)- bahadır onları selamladı.
- Beğendiysen, al götür, bahadır! – ben dedim.
Bana yaklaşıp kızın saçlarını okşadı, sonra siyah dalgalı saçlarını öptü, çekip gitti. O dakikadan beri ben bu kıza soğudum.
Geri aldığımız atların sayı o kadar çoktu ki, hepsini bir arayda tutmak zordu. Kalabalıkta taylar atların ayakları altına düşüyordu, geri kalıyordular. Yolunu yarısına kadar atları sürüyüp götürmüştük ki, arkamızdan birilerinin geidiğini farkettik. At yıldırım hızıyla bize yaklaştı. Atın üstünde yaşlı bir adam vardı, tecrübeli at çobanıydı, bize bakmadı bile, atını doğru Jalpak pehlivanın yanına sürdü ve şöyle dedi:
- Diyelim ki, baskın yapıp bayın sürülerini kaçırdın. ..Ama, ey bahadır, at çobanının biricik kızını niye kaçırdın, ne yapacaksın? Köle lazımsa beni al. Ama kızı geri ver, zavallı annesi acı içinde. Kadıncığazın tek evladı vardı, gözünün nuru kızı, sen de onu kaçırdın.
Ama bahadıra böyle sözler dokunur mu? Dinlemez bu tür lafları! Jalpak alayla güldü, yanındaki savaşcısına Keyki’ye göz etti. Keyki çevik ve güçlüydü. Elindeki mızrağı ihtiyar at çobanının göğüsüne sapladı, havada çevirip yere attı.
Doru at sayga gibi kenara atıldı. Üç atlı yakalamak için ardından gitti, ama yetişemediler, doru atın hedefi sanki ihtiyarı bırakıp geri dönmekti.
Kız durmadan ağlıyordu. Ellerini bağladığım kemerden kurtardı. Kızı önüme geçirdim, dikkatle gözden geçirdim. Gözleri gerçekten deve yavrusunun gözlerine benziyordu. Gözlerinden inci taneleri gibi yaş akıyordu. Kızın güzelliği tatlı yaz çiçeği kadar güzeldi. Ben hatta kızın haline acıdım. Ama taşlaşmış ellerimle kızı kucaklamaya cüret edemedim...
Bozkırdan geçerken kuzu sürüsüne rastladık. At çobanını o zamana kadar unutmuştuk artık. Atlar heyecanlandı. Kuzuların melemelerinden atlar birbirilerini sıkıştırmaya, ezmeye başladılar.
Aniden geri baktığımızda uzaklardan yine birileri görünüyordu. Av kuşu gibi bize taraf uçuyordu. “Ey, dur!” demeye yetişemedik. Eyerimdeki kız “Anneciğim!” diye bağırdı.Aynı doru attı, ama şimdi üstündeki çobanın eşiydi, kızın annesi. Atlı kadın önce bize doğru geliyordu, sonra aniden çok hızlı sağa döndürdü. O döndürdüğünde tüm sürü de onun arkasıyla gitti...
Atları kendi tarafımıza döndürmek istedik, ama kadın doru atı nereye sürüyorsa tüm sürü de o tarafa koşuyordu.
Kadını yakalamak istedik. Ama doru at yaklaştırmıyor. Mızrağı saplamak da olmuyordu. Bir kaç kes atları geri döndürdük, ama her biri bir tarafa kaçıyordu, ne kamçılarla, ne sopalarla bir şey yapamıyorduk. Kadın tüm sürüyü geniş bir adaya kovdu. Ve oradan atları geri kovmamız mümkün değildi...
Adanın ortasında tepecik vardı. Kadın o tepeye kalktı. Şimdi onu rahat öldürebiliriz düşündük..!
- Ben – kadınım, anneyim! Ben o kızın annesiyim! – bize taraf konuştu kadın. Ben – hepinizin annesiyim! Sizleri de benim gibi bir anne doğurdu..Annelerle savaşmıyorlar. Benim kızımın kabahatı ne sizin karşınızda? Suçu ne? ...gel bana, deve gözlü yavrum benim!
Kızın nasıl attan atlayıp, annesine ne zaman kavuştuğunu hatırlamıyorum. Adamlarımın bazıları onlara öfkeyle bakıyordu, bazıları acıyarak, amma anne ve kızını o an hiç kim ilgilendirmiyordu, hiç kimse umurlarında değildi. Annesini kızın severek okşuyor, kızı annesini kucaklıyor, kendi alemlerinde.
Keyki dayanamadı, Jalpak’a dönüp:
- Bahadır, izin verirseniz bunları birbirine bağlayayım, atıma bindirip götüreyim. Kızıyla evlenirsin, annesi de odun taşır!
Jalpak büyük gözleriyle Keyki’ye bakıp gözlerini gezdirdi, sonra kadına dönüp :
- Sen nasıl bir insansın? Senin cesaretliliğin beni şaşırtıyor. Söyle, kimsin sen?
Kadın cevap verdi:
- Bahadır, in atından! Seni hiç kimse kovalamayacak: siz bizim atları kaöırıyorsanız, bizim delikanlılar da komşu aulun atlarını kaçırmaya gittiler. Bu atları acele etmeden kaçırabilirsin.
Biz atlarımızdan indik. Tepenin dört etrafına dolandık. “Bu ne saçmalık? Siyah kadını mı dinleyecek şimdi?” – hepimiz Jalpak’ın bu davranışından memnun değildik.
Kadın kızını kucağından bırakıp konuşmaya başladı:
- ben – anneyim, bu kızın annesi. Kızım on beş yaşında daha. Ben de aynı yaştayken aynı olayı yaşadım…o belalı günlerin siyah dağı hala üzerimde…kimleri anlatayım ki size? Eskiden ırmakların sahillerinde sefil bir hayat süren İt-Kula isimli biri vardı. Ben Sınım’ın kızıydım, o adamın yaşadığı auldandı babam. Balabay bey oğlunun sünneti şerefine düğün düzenlemişti. Farklı farklı yarışmalar vardı. Güreşi kazananın ödülü dokuz hayvan (genelde at oluyordu) ve bir kadın köle. Ama tabii ki hiç kim kendi kızını ödül olarak vermek istemedi. Bey de kendi adamlarını kız bulmak için bozkıra gönderdi...
Babam kağnısını tamir ediyordu, annem lapa pişiriyordu, o arada dokuz atlı yaklaştılar, ben onları alacıktan seyrediyordum. Babam selamlaşıp, hayırlı yolculuklar diledi. Adamlar da cevabına “Yolumuz hayırlı olmasa da olur, önemlisi kızı bulduk!” dediler ve beni tutup atlarına bindirip götürdüler...
Ertesi gün, şenlikten, yarışmalardan sonra, beni tek hörgüçlü halılı deveye bindirdiler, beni ödül olarak verdiler.Yarışmada kazanan mezarı bu bozkırda bulunan Baysarı pehlivandı. Kendi auluna vardığında beni Kuletke beye verdi. Kuletke bey de beni köleleriden biriyle nişanladı. İki sene orada sağıcı olarak çalıştım.
İki sene sonra Kuletke kızını evlendiriyordu. Büyük düğün düzenledi. Düğün yarışmalarında beni ikinciyi kazanana, evlendiğim köleyi ise birinciliyi kazanana ödül verdiler. O bir ellere gitti, ben ise bugün atlarını kaçırdığınız Sarıbay’[1]ın auluna gittim. Sarıbay’ın Kayrak isimli bir at çobanı vardı. Sarıbay’dan benimle evlenmesi için izin aldı. Kapında kölen olurum yeter ki, beni o kızla evlendir diyordu. Sarıbay da onun çoban olmasını, benim de sağıcı olmamı emretti. “Eğer iyi çalışırsanız, özgür burakacağım ikinizi de” – diye Sarıbay söz verdi.
O günlerden on beş sene geçti. Kocamı ölüm kurtardı, ben ise karşınızdayım işte. Aynı şeyi, köleliği kızımın da yaşamasını istemiyorum, verin kızımı alayım gideyim, bu yüzden arkanızca geldim...
Kadını ilk gördüklerinde öldürmeye hazır olan delikanlılar şimdi gözlerini yere dikmiştiler. Ne bir şey soruyorlar, ne cevap veriyorlar, susup yere bakıyorlar.
Belli ki, kadının bakışı kalbimize girmişti. O, bize siyah avuçlarını uzattı.
- On beş sene eşimle omuz omuza yaşadım. Gördüm vücudunu, biliyorum siz yaptınız. Ama siz bu kadar güçlü ellerinizi, keskin mızraklarınız doğru insana taraf yönlendirmediniz. O sizin gibi geniş omuzlu, güçlü kuvvetli bahadır değildi. Korkulacak düşman mıydı o yoksa yalvaran sakat mı? Hakkını nasıl vereceksiniz? Kızını eyere bindirip götürerek mi? Bu kadar mı sizin cesaretliliğiniz? Bu mu adaletiniz? Kızımı götürürseniz elinizde köle olacak yavrum. Benimle kalırsa özgür olacak. Kızımı kendimle geri götürüyorum.
Hayatında ilk kez böyle sözleri duyan aptal Keyki dedi:
- Kadınlar erkeklerin karısı olmaları için yaratılmıştır, başka bozkırda kadınlar ne yapabilirler ki? Kızı alıyorsun, eşin oluyor, seferde kaçırıyorsun yine de eşin oluyor. Delikanlılar! Şu kadını susturalım, onu da kendimizle alalım! Bizim de kezeklerimiz var, onları toplar!
Jalpak pehlivan düşüncelere dalmıştı. Sonra yerinden atlayıp, atını kadının yanına sürdü.
- Kefaretimi ödemek için bana ait olanı sana veriyorum – dedi. Hepsini al ve az olacağını düşünme! Kölelikten kurtulmak istiyorsan bu sürüden istediğin kadar at alıp dünyanın öbür ucuna kadar gidebilirsin. Ama ben kölesi olmayan millet olduğunu hiç duymadım. Bu yüzden benimle gel, sizi üzmelerine hiç kimseye izin vermem, korurum.
- Bu sürüden kaç at sizin kendinizin olacak? diye sordu kadın.
- Belki hiç biri ... Bunu ancak bey biliyor, - Jalpak cevap verdi.
- O zaman sürüyü teklif etme, kendi atını da . Seninle gidemem, sen – özgür bahadırsın, ama bir yere kadar, kendi auluna varıncaya kadar. Auluna vardığında sen de özgürlüğünü kaybedeceksin, beyinin elinde bir copa döneceksin. Senin gibi bahadırları, pehlivanları az görmedim ben. Seni bahadır olarak parmaklarında oynatıyorlar, beni - kadın olarak. Aramızdaki fark budur. Sen benden özgür değilsin! Öyle değil mi, bahadırım benim?
Jalpak pehlivan yine başını önüne eğdi.
- Biz kör bozkır baykuşlarıyız, delikanlılar! Gözlerimize yalnız bir şey sokarlarsa gerçeği görürüz yoksa kör gibi hiç bir şeyin farkına varmadan yaşıyoruz. Sen benim gözlerimi açtın, kadın! Senin kızın çaldığımda oyuncak gibi biraz oynarım düşünmüştüm, ama şimdi vazgeçtim...şimdilik özgürsem başka bir insana da özgürlük vermek istiyorum. Senin kızın artık sana aittir. Yaşayın, rüzgardan bile özgür yaşayın!
Zavallı kadıncığazın elbisesi yırtılmış, parmakları simsiyah, dudakları kırk yerinden çatlamıştı. Kalbi titriyor, kaşları çatık, gözlerinde ateş! Gözlerinde ne yalvarışlar, ne korku vardı. – kadın tek başına kırk delikanlıyı yendi. Kızı ve kendisi sanki pehlivanın son sözlerini bekliyordular: kadın doru ata, kızı ise başka bir ata binip yıldırım hızıyla gittiler. Ancak o zaman biz kendimize geldik.
- “Şirkin! (hayranlığı anlatan bir kelime). Kadınlardan en cesaretlisi!” - bu hikayesini Janay pehlivan hep böyle bitirirdi – kör Aytiles dedi. Biz ise, çocuklar, yerlerimize oturalım, okumaya başlayalım: “ Aguze...bismillah...irasiri...irasiri...”.
[1] Sarıbay – erkek ismidir. Bay – zengin anlamına gelmektedir.