Beşinci Tür
Eğer tüylü sarı-atan[1] kendi kaderi hakkında bir gün düşünseydi, düşüncelerin cereyanı onu kendi ayağıyla geçtiği uzak patikalara alıp götürürdü. Eğer sarı-atan kendi kaderi hakkında konuşabilseydi, her halde şu sözleri seçip alırdı: ‘Yüzyıllar, bu kara yolu üzerinden yavaş yavaş geçip gitmişlerdi. Ve ben, acaba bu yolda büyük kervandan geri mi kaldım? Hayır, asla. Bazen ben öyle bir uzaklara ulaşırdim ki, en hızlı atlar bile yetişemezdi’.
Doğrudur... Tesadüf değil, deve kamburlarının üstünde sallana sallana asırları geçiren insanlar, en çabuk ve dayanıklı atlara ‘Bota-tirsek’[2] derlerdi. Genç Kazak kendi tasavvurunu hayrana çeviren bayanı kiminle kıyaslayabilir? O, kızı ateşli bakışlarla uğurlamakta: ‘Bota-köz’[3], hakikaten ‘Bota-köz’ der. Derin, siyah, baygın, uzun kavisli kirpiklerle deveciğin gözlerini görmüş adam bu karşılaştırmanın farkına varır.
Eğer insanın yorulmaz ve sadık yoldaşına teşekkür sözleri yetmezse, o halde eline dombıra[4] alması gerekir.. Boz-ingen, yani ‘beyaz deve’ diye adlandırılan ve eski zamanda yaratılan ağır ve düşünceli bir küy’dür[5]. Orada kervanın sakin yürüyüş sesleri duyuluyor, çıngırakların hafif çınlamaları etrafa yayılıyor..
Kaç kere, bütün bunları aktararak, yetenekli parmaklar altında teller çalınıyordu ve göze görünmeyen kervan jaylau’dan[6] uzaklaşıyordu. Dağ geçidinden saklanıyor ve besteye hayran kalan kişiler, uzaklara ve meçhul olan yolu boyunca duygulanarak giderlerdi.
Eğer önünde uzun bir yol varsa deve olmadan nasıl bitirmeyi becerebilirsin? Hem kim bozkırın görünmez, sınırsız ucunu yenebilir, sahranın kuruyan susuzluğuna kim dayanabilir? Bizim dönemde bile deve red olmadan, yorulmadan ‘TurkSib’[7] demir yolunu yapmaya yardım ediyordu. Karagandı kömürlerini taşıyordu, bakır cevheri çok miktarda olan Balhaş Gölü kıyısına araştırmacılarını götürüyordu. Belki de, kendi kazanan hakları bilinçsiz onuru için, kendi ihtişamı için sarı-atan başını havaya yüksek tutuyordu.
Şimdi o yavaş yavaş köye yaklaşıyordu. Köy zaten ileride görülebiliyordu. Bu kez sarı-atan geniş örgülü kutu ile arabayı çekiyordu. O, çıplak bacaklarını güvenle değiştirerek hep yürüyordu ve yürüyordu. O, sanki yük hissetmiyordu, halbuki ağırlıktan arkadaki aks eğildi, gıcırdadı.
Hasır kutuda erkek domuz rahat yerleşmişti ve o kadar şişmandı ki, onun pembe yağı kalın deri ve gür kıllar üzerinden görünüyordu. Büyük dişi domuz ona nispeten daha zayıf ve önemsiz görünüyordu. Bu zaten belliydi, yedi tane neşeli domuz yavrusu ara sıra hoşnutsuz homurtular çıkarıyorlardı ve ancak sakinleşiyorlardı. Onların telaşlı burunları annelerinin memelerine dokunduğu zaman gıcırtı kesiliyordu. Ve bir süre hareketli şaplak sesleri duyuldu.
Elbette, ne domuz yavruları, ne onların babası, ne de annesi farkına varamıyorlardı, bu yol onları öyle bir yerlere götürüyordu ki, yerli halk domuzları iğrenç ve kirli, hatta lanetli hayvan yerine sayıyordu.
Ağızlarını kirletmemek için millet onların adını bile telaffuz etmiyordu. Sadece aktarma kelimeler kullanıyorlardı. Mesela, ‘talpaktanau’. Yani geniş delikli burun.
Daha önce nasıl oluyordu? Eğer bir Rus ve bir Kazak arasında kavga çıksa, birbirlerini şöyle aşağılamaya çalışıyorlardı:
- Ah, sen bağıran deve!..
- Ya sen, sen pis domuz!
Homurtulu domuz ailesi ‘Jana Jol’ Kolhozu’na girmişti. Bu ‘ayle’ gelişiyle şüphelenmeden ve meydana gelecek karmaşalıkları millet nasıl karşılayabilecek. Zaten, Kolhozun Başkanı, Saden kendisi getirdi onları. Bu hassas işini başka kime emanet edebilirdi ki?
Hiçbir şey olmamış gibi Saden, arabasından indi. Onun akrabaları sessizlik içinde kenarda duruyorlardı ve durum her zaman olduğu gibi değildi, bu kez ona yakınlaşıp olayı öğrenmeye acele etmiyor ve kendisi köyde olmadığı zamanlarda yeni ilçede neler olduğundan bahsetmesini öğrenmek için acele de etmiyorlardı.
Saden samimi bir nezaketle onlara gülümsedi ve:
- Beni karşıladığınız için teşekkür ederim... Hadi, delikanlılar! Bunları boşaltmaya yardım ediniz... Şunları, yani, benim getirdiklerimi... Ben tek başına beceremem, dedi.
Sesi her zamanki gibi değildi, güvensizdi. Ortak sessizlik ona cevap oldu.
- Sizler, yoksa yere mi dikildiniz? diye devam etti. Neden korkuyorsununuz? Hayvan gibi hayvan...
Bu tavrı toplananları kızdırdı ve onların sesleri de yükselmeye başladı:
- Hayvan’ mı diyorsun?
- Belki bazıları için hayvandır, ama...
- Ne, ‘ama’ ne? diye sordu Saden..
- Budur ki!.. Sen kendine iyice bak. Burnu düz, sanki birisi baltayla kesmiş gibi. Burun delikleri geniş..
- Ya ağzı, ağzı!
- Eyvah! Sanki her zaman kurnazca gülümsüyorlar. Sanki bizimle dalga geçiyorlar!
- Acaba, bizim hayvanlarda da böyle alaycı ağız olabilir mi?!
Tüm sabrını toplayarak, Saden itiraz etti:
- Ne, bizim hayvanlarda?.. Yoksa görmüyor musunuz? Tırnak... Çift tırnak, bizim koyunlar gibi.
- Bırak, bırak Saden! Zayıf ihtiyar onun sözünü kesti. – Sakın sen bu kötüleri bizim koyunlarla karşılaştırma. Sen öyle söylüyorsun! Sen hiç bizim koyunların karnının tümünün meme ile kaplı olduğunu gördün mü? Öf, yazıklar olsun!...
- Saden, sen boş yere bizi ikna etmeye çalışma. Biz kendimiz de biliyoruz, her şeyi biliyoruz.
- Ya, size kim dedi onlar hayvan değil diye?..
- Belki başkaları için hayvan olabilir, fakat bizim dedelerimiz, babalarımız ve biz kendimiz asla onlara hayvan gözüyle bakmadık ki.
- Hey, Saden! Ya sen, acaba hiç bunun gibi hayvan besliyor muydun?
Keskin sorular ve acı şakalar, tüm taraflardan zavallı Saden’e yağdırıldı. Kolhozculardan kimse ona yardım etmek için yaklaşmak istemiyordu. Aksine, insanlar ‘pis’ arabadan yavaş yavaş uzaklaşıyorlardı.
- Eveeet.. Allah'a şükür, sevindirdin sen bizi, başkan!... İşte sen, iş için gidip geldin, dedi ihtiyar dönerek ve oradan uzaklaştı.
Saden’e, öfkeli bu çığlıklara yanıt olarak ikna edici cevaplar bulmak o kadar kolay değildi. Kalben onların tarafındaydı. İlçenin emri altında yakındaki bir sovhoz’da arabadaki kutu içine iki domuz ve domuz yavrusu yüklediği andan itibaren iğrençlik duygusu onu terk etmedi. Kesintisiz çığlıklar, alçak, şüpheli homurtular ve sürekli şapır şupur sesleri ona bütün yol boyunca refakat ettiler.
Daha uzatmaya imkanı yoktu. Tam iki ay geçti. Hem ilçede hem sovhozda ona şöyle hatırlatılıyordu: ‘Saden, sen ne zaman götürürsün domuzlarını, be?..’ O ise, kendi köyüne onları almaya uzun süre cesaret edemedi ki, önceden biliyordu nasıl karşılayacaklarını... Her zaman yeni bahaneler buluyordu. Ve domuz yavruları doğana kadar beklemelerini istiyordu, mekan da hazır değildi...
Sonuçta, onun varsayımları artık yardım görmeyeceğini hissettiği zaman, sarı-atanı koşumladı ve köyüne nereye ve ne için olduğunu söylemeden köyden çıkıp gitti. Domuzları beğeneceğim diye Saden kendini teşvik etmeye çalıştı bile. Onların arkası kalın ve güçlü... Aptal olmadığını söylüyorlar. Şu anda gözüne düz ve gevşek burnu çarptı. Ve düğmeler gibi gevşek meme dolu karın. Ya kulakları, kulaklar! Tek bir teselli var, tırnağı helal hayvandakı gibi, çiftli.
- İşte haram, hakikaten haram! Kendine söylüyordu Saden, lakin şu anda da itiraz etti. Ne demek, haram? Ve ne demek, pislik? Kime pislik? Kazak domuz etini asla ağzına almaz. Rus ise at ya da deve etini yemez. Kim nasıl alışmış. Kârlı değilse Rus ve Ukraynalı domuz yetiştirmezdi. Tek onlar değil de, nice milletler domuz eti yiyorlar. Bu hiç önemli bir şey değil ve tüm bu yasaklar sadece imamların gevezelikleri! Domuzları yetiştiriyorlar, hem de onlara nasıl bakım yapıyorlar! Hayvanlar uzmanı ilçede böyle demiş, onları hamamda yıkıyorlar, domuz yavrularını temiz çarşaflara bile sarıyorlarmış .
Düşünsene, çarşaflara! Başka hiç bir şey ,daha ikna edici kanıtlar Saden’ın aklına gelmedi. Sonra elini salladı ve kararını verdi. Ne olursa olsun, o kendi sorumluluğunda domuzlarını getirecek. ‘Ben bizimkilere, bana malum olduğunu, her şeyi anlatacağım. Onlara bırakacağım ve geri kalanı artık önemli değil’ dedi. Ama insanlar onun nedenlerini duymak bile istemiyorlardı. Onlar kendileri söylemeyi tercih ediyorlar ve başkanın komik ve garip durumuna alay ediyorlardı.
Saden önce şaşırdı sonra kızdı. Ama, ısrar etmek, bağırmak, gönül olmayan şeylere zorlamak da işe yaramadı. Saden’de faydası olmayan ekstra bir yöntem vardı. Çoğunluğun sabit fikrine rağmen bir şey elde etmek ve tüm kelimeler tükendiği zaman yardıma geliyordu.
Bunun gibi durumlarda o inatla susuyordu ve tek başına işe başlıyordu. Tek başına olsun, ama herkesin önünde. Sonra adamlar rahatsız oluyorlardı ki, adam çalışıyor onlar ise tembellik gösteriyorlar. Ve herkes yavaş yavaş, homurdamayla işe katılıyorlardı. Başta isteksizce gibi olur ama işi sonuna kadar getiriyorlardı.
Saden şimdi de aynı düşüncedeydi. Kimseyle artık tartışma yapmayarak, sessizce arabaya döndü ve ilk olarak yetişkin domuzların ayaklarına uzandı. Sonra vargücüyle çığlık atan domuz yavrularını saman ahırına sürüklemeye başladı. O, sakinleştirici bir şekilde sırtını okşayarak ve yavaşça soğuk burnuna dokunarak domuz yavrusunu eline alıyordu. Sanki torsuk gibiydi, uzatan elle tutarak ahıra taşıyordu. Onları birer birer götürüyordu, insanlar onların cırtlaklarına ve görünüşlerine alışsınlar diye. İstiyordu ki, adamlar görsünler. Hayvan gibi hayvana her zamanki gibi davranmak gerektiğini...
Domuz yavrularının çığlığı köy köpeklerinin ilgisini çekti. Onlar hiçbir zaman böyle bir ses duymamışlardı. Köpekler arabanın çevresine toplanmışlar ve yeni bir kokuyu kuşkuyla kokluyorlardı.
Saden araba ile ahır arasında yürüyordu. Kolhozcuların biri ona bağırdığı zaman ona cevap vermeye lüzum görmemişti:
- Saden! Bak, şu ufak talpaktanau senin elinde sakinleşti. Demek, sen ona annesinden daha yakınsın! dedi.
Saden kendine söylüyordu: ‘Hiç, bir şey değil, hiç bir şey... Alışırsınız. Ben de alışmaya çalışıyorum, sizzler de alışırsınız. Hatta benden de aşırı bir şekilde.
Yüksek sesle:
- Eğer siz böyle korkak olmasaydınız, yaklaşıp, bu hayvanın gerçekten temiz olduğunu görebilirdiniz.
- Hayvan olduğu herkese malüm. Fakat temiz olduğu şüpheli...
- Ya, sen nereden biliyorsun? diye gülümseyerek sordu Saden.
- Yaklaş, bacakları korkudan titriyor. Ve kendin söylüyorsun, biz bunları hiçbir zaman beslemiyorduk ve babalarımız da beslemiyorlardı. Yani onlar hakkında sen ne biliyorsun?
Sağlam yöntemdi, fakat hala etkilemiyordu Saden'i. Lakin, Saden kendini emin hissetmeye başlamıştı. Ve sözlü tartışmaya girmeye korkmuyordu, tek başına herkese karşıydı.
- Ya, onların peşinde kim yürüyecek?
- Buluruz, buluruz! diye yanıtladı o.
- A-a,! Allah'a hamd olsun! O bize bir Rus kelin’i gönderdi. Maryam’a bu görevi emanet ederiz, başka kime olabilir ki...
Saden, onları bilmiyormuş gibi davranıyordu. O kendi işini biliyor, domuz yavrularını ahıra götürüyordu. Yedi tane yavruyu taşıdıktan sonra yetişkin domuzlara geri dönmüştü. Erkek domuz, çocuklarına ne olduğu hakkında herhangi bir endişe ifade etmiyordu. Ancak annesi çocukların şiddetli çığlığını duyduğu an telaştan başını çevirmişti. Anne domuz, yüksek sesle, endişeyle inlemeye başladı. Saden kelimelerine herhangi bir dikkat etmeden, o domuza sessizce dedi ki:
- Ahırda onlara birşey olmayacak... En azından sen, çığlık atmamaya çalışabilirdin.
Onun inlemesi neşelik dolu yeni yorumlar ve yeni uyarımlara neden oldu.
- Bu iğrenç yaratığın ne güzel sesi var!
- Sesi böyle, çünkü boynu kısa olduğu için.
- Sen boynunu nereden gördün? Onların boyunları yoktur ki.
- Ya, burnu! Burun delikleri! Onlar burun delikleri ile bağırıyorlar.
- Duyduğuma göre, onlar tepeye bakmak için başını kaldıramıyorlarmı
- Ne diyorsun?.. Domuzların gökyüzünde yıldızları saymasını beklemiyorsun herhalde!
Saden, domuzun sert sırtını kaşıyarak şunları söyledi.
- Yıldızları saymak için bilim adamları var. Siz gülmeye devam edin ... Sonra benim gülme zamanım gelecek! Hadi, önümüzdeki sonbaharda onların sayısı otuz baş olsa, her biri beşer pud sala verse...
Yani, gençler takılıyorlar – dombıra lazım, kırmızı çadıra satranç ver diye. Kadınlar diyorlar, ‘hey, Saden, bizim çocuklara kreş gerekir. Ben ise yağı satacağım, bende para olacak.’ Ama ben size söyleyeyim, ‘yok size dombıra, yok size herhangi bir kreş. Bu para - pis paradır!
- Saden, sen bizi ikna etmeye çalışma... Koyun, koyundur; inek, inektir. Domuz ise olduğu gibi bir domuz olarak kalacaktır.
- Başkan, onun temiz olduğuna, sana kim inanacak?
- Eğer sahibi iyi ise, o da temiz olacaktır.
- Yoksa inekler ahırda kendilerimi temizlik yapıyorlar?
Saden gene çeşitli kanıtlar getirmeye devam etmişti. O kendini ve akrabalarını ikna etmeye çalıştı. Onlar onun sözünü kesmeden dinlediler. Hepside, ahıra yakınlaşmamaya çalışıyorlardı. Eski alışkanlıktan vazgeçmek en zordur her zaman. Bir kez ve sonsuza dek peygamber söylediklerini belirtmişti. Kazaklar ve tüm müslümanlar için evcil hayvanlarda sadece şu dört türlü hayvana izin vardır: koyun, boğa veya inek, at ve deve. Başka yok.
Yakın mesafede Mariya göründü...
Aynı rus gelini, kolhoz’a gelen domuzlara kimin bakacağı konusu tartışılırken onun adı geçmişti.
Saden’in öz kardeşi Apen, ilçeden rus kadını Yefim’in kızını getirdiği zaman, Apen üzerine şaka ediyorlardı:
- Sen kendi mutluluğu buldun, Apenjan... Artık şunun etini yiyeceksin, biliyor musun domuz homurdadığında gökyüzüne bakamıyor... Bak, senin kulakların da aynı onunki gibi büyümesin.
Diğerleri de onayladılar:
- Apen, dostum! Maryam kendi sevimli hayvanları olmadan, hayatını nasıl geçirecek? Özleyecektir yani… Sen ona o hayvanların bir çiftini satın al. Duymuşsundur, onlara ‘talpaktanau’ derler!
Şimdi Apen, herkesin arkasında duruyordu, ne ölü ne diri gibi. Şaka şakadır, ama öyle görünüyor ki, şakacıların sözleri gerçeğe dönmeye başlamıştı.
Maryam okuldan geri dönmüştü. Öğretmene Kazakça öğrenmek için geliyordu. Alfabeyi hızla kavradı ve oldukça serbestçe konuşabiliyordu,zaten bu memlekette büyümüştü. Ona sadece işin zor kısmı olan cümleleri çekmesi ve buna alışması kalıyordu.
Maryam’ın elinde, kapak sayfasında ‘Kazak Tili’ diye yazılan bir kazakça ders kitabı vardı. Yüksek sesle tekrarlıyordu:
- Men bardım... Sen bardın...; Olar-onı...; Siz-di-niz; Ol, on; onımen-onunla.
Gürültüyü duydukça, Maryam kitabından gözlerini kaldırdı ve ahırın yanındaki kalabalığı gördü. Saden’e yakınlaştı ve arabanın önüne geldi.
- Agay! Nihayet domuzları getirdiniz mi? Bu arkadaşlar domuzlardan korkuyorlar, değil mi? Ama bir şey değil... Maryam birkaç şey daha söylemek istedi ama şu anda ahırda annesinden ayrılmış domuz yavruları viyaklamaya başladılar. Ve Maryam oraya koştu.
Onlardan birisini, elleriyle çıkardı.
- İşte, bakınız... Mesela, onun kuzudan neresi kötü? Yoksa onun ısırma veya tekmeleme imkanı mı var? Sen, Apen, neredesin? Ha, görüyorum. Neden saklanıyor ve gözlerini kaldırmaya korkuyorsun? Bu korkunç canavar seni de mi korkutuyor?
Apen, ayaktan ayağa sallanırken cevap vermeye yetişemedi bile. Alaylar yine yağmur gibi yağmaya başlamıştı:
- Maryam, senin için bu kuzu, buzağı, domuz hepsi aynı... Ya, perişan Apen’e göre nasıl acaba?
- Apen! Apen, hadi! Sen artık çocuk değilsin, diye bağırdılar onun arkadaşları. Eğer gelmezsen gece tek başına uyacaksın. İyice düşün, ne kötü ne iyi!
Apen’in ne düşündüğü belli değildi ama o, haram olan arabaya yakınlaşmaya cesaret etti ve şimdi ise eşinin yanına gelmişti. O anda Saden tepeye tırmandı ve seslendi:
- Gelin! Gelin, hadi beraber bunları aşağı indirmeye çalışalım... Maryam hiçbir şey demeden domuz yavrusunu Apen’in eline koydu ve hızla kutuya koştu.
Apen yerinde durmuş kalmış düşünüyordu, ‘ya bu ufak vücudu yere atayım, ya ahıra götüreyim, ya da olduğum yerde kalayım’. Apen, uzattığı elleriyle domuz yavrusunu tutuyordu ve şu an bütün duyguları yüzüne yansıyordu. Yüzü buruştu, sanki hemen kusacakmış veya aniden kontrolsüz kahkahalar patlatacakmış, ya da ağlayacakmış gibiydi.
İnsanların çokluğu, onların kahkahası, gürültüsü, havlayan köpekleri; bütün bunlar yetişkin domuzlar için can sıkıcı olmuştu. Domuzlar şiddetli inlemelerle uğultular çıkardılar, kutunun hasır duvarına burunlarını vurdular.
Saden farkına vardı ki, eğer bir önlem almazsa, iş geceye kadar sürecekti. O, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yavaşça, yüksek sesle şöyle söyledi:
- Hey, yiğitler! Siz erkek misiniz yoksa hiç erkek değil misiniz! Gelin ile birlikte ikimiz başaramayacağız. Hadi, şunları kaldırmaya ve yere koymaya yardım edin. Sonra onlar kendi çatal toynaklarıyla kaçarlar, zaten.
Onun sözleri etkili oldu: şöyle ki, başkana yardım etmekte direnmek iyi değildi. Delikanlılar yavaşça, isteksizce, şapanları çıkarmaya, gömleğin kollarını katlamaya ve birer birer arabaya yaklaşmaya başlamışlardı.
İlk başta başarılı olamadılar. Herkes sadece görünüş için domuza şöyle bir dokunmaya, diğerlerini gayrete getirip desteklemeye çalışmıştı. Böylesine hafif bir dokunuştan kocaman iri domuz kıpırdamadı bile.
- Aldık, aldık! diye bağırdı Saden.
Güçlenmek zorunda kaldılar ve büyük, ağır gövde havada kısa ve hızlı bir yolculuk yaparak yan tarafıyla yere düştü. Erkek domuz hemen ayağa kalktı.
Aynı şekilde dişi domuzu da aşağı doğru çevirdiler. Dişi domuz, yavruların sesine doğru, ahıra acele etti. Yavrular annelerinin gelişini hissederek çığlıklarını daha da yükselttiler ve ancak anne yere yattığı zaman sakinleştiler.
Yedi burnun tamamı memelere doğru uzanmıştı.
Erkek domuz etrafa baktı. Yüksek sesle nefes alarak toprakta lezzetli köklerin olup olmadığını denemeye karar vermişti. O, toprağı burnuyla kazıyordu ve şüpheli, düşmanca davranan insanlara önem vermiyordu.
İşte böyle, 2 Mayıs 1933 tarihinde ‘Jana Jol’ Kolhozu’nda peygamber Hz.Muhammed tarafından onaylandığı karara düzeltme olmuştu. Müsait olan dört tür hayvanlara daha beşinci olarak kahrolan talpaktanau’u eklemişti!
‘Onlarla ne yapılmalı’ diye tartışmalar ertesi gün Kolhoz İdare Binası’nda devam etmişti. Yine alay ve şakalaşmalar oldu.
- Eger, Saden’in dediği gibi onlar bu kadar temiz iselerdi, onlara çadırlarımızı verelim, kendimiz ise ahırda yaşayalım...
- Peki, onlara nasıl seslenmek lazım? Mesela, keçiyi ‘Şöge, şöge’ diye çağırıyoruz. Domuz keçi dilini anlar mı, peki?
- Kimin tecrübesi varsa, onların peşinde yürüsün.
- Böyle bir tecrübeyi nereden alacaksın ki? Onlar ne keçi dilini anlarlar ne de Kazakça’yı.
Maryam onları dinledi, sabırsızca yerinden hızlıca kalktı.
- Madem ki, hiçbiriniz cesaret edemiyorsunuz, ben çözeceğim bu işi! Aynen böyle yaz, agay! diyerek Saden’e döndü. Saden ise masada oturuyordu ve sohbete henüz katılmıyordu.
Saden, Kazaklardan birisinin kendi isteğiyle; zorla değil ‘beşinci türe’ özen göstermek konusundaki arzusunu ifade etmesini çok istiyordu. Saden’le kardeşinin gözleri bir araya gelmişti: Apen şaşkın gülümsüyordu, seçim ona kalacak diye korkuyordu... Zorlasak çalışır, mecbur kalır. Lakin Apen’in inek çiftliğine ihtiyacı vardı ve nasıl olsa öz kardeşim ki...
- ‘Kim talpaktanau’u otlatmaya razı olursa, ona günde birbuçuk günlük ücret ödeyeceğiz’ dedi Saden.
Maryam? Ama Maryam’ın tarla ekibinden gitmesi mümkün değil. O, orada ustabaşı, hem ziraat uzmanı hem de hesapçıydı. O, çocukluktan beri köy işine alışıktır. O yüzden, tarım faaliyetine az önce başlayan genç Kazak kolhozu’na sadece onun yorulmayı bilmeyen elleri değil, hem tecrübeli gözler hem de tarlada iyi tavsiyeleri olan biri gerekir. Maryam, kendi vakit ve enerjisini domuz beslemek için harcarsa çok yazık olacaktı.
- ‘Ben hata yapmışım’ dedi Saden. Birbuçuk gün değil, iki günlük ücret ödeyeceğiz o adama... Beni duyabiliyor musun, Esen(Yeseke).
- Hayır, ben seni duyamıyorum, diye yanıtladı Esen. O, kolhozda geçici işlerle uğraşan kimsesiz yaşlı bir adamdı. Oynak atlık sürüleri otlatmak, koyun sürüleri kurttan korumak için artık gücü kalmamıştı...
- İki, iki mislini ödeyeceğim, diyerek tekrarladı Saden. İki misli ödeme, Yesen cazip görmedi.
O, bu vazifeyi gücü yettiğince reddetmeye çalışıyordu, az kaldı ağlayacaktı ama Saden gerektiğinde ikna edebiliyordu. Yaşlı adam aniden, Allah’ın ona günahları için ceza göndermiş olduğunu fark etti. Ama günahlar görünüşe göre, o kadar ağır değildi. Bir teselli olarak Yesen bir iş günü için iki iş gününün ücretini alacaktı...
Neyse, o günden itibaren Yesen’in yaşamı işkenceye dönüşmüştü. Kendi sürüsü ile insanların göz önüne çıkmaya utanıyordu. Bu nedenle sabah erken, şafak ve gece karanlık tartışması başladığı an, iki yetişkin domuzu ve yedi domuz yavrusunu saz ve sazlık ile yoğun yetişmiş göl kıyısına kovuyordu. Kendisi onlardan biraz uzak bir mesafeye yerleşiyordu. Sanki, kendi işiyle meşgul olan bir adam ve Allah korusun, yoldan geçen herhangi bir yabancı sakın düşünmesin ki, Yesen’in talpaktanau ile herhangi bir ilişkisi var.
Yesen, köye karanlıkta dönüyordu, domuzları kilitleyip eve gidiyordu. Eşik üzerine adım atmadan önce şapanını çıkarıyordu. Şapanı, hem ayakkabı hem de sopayı dışarıda bırakmıştı. Uzun süre yıkamıştı, ancak sonra ocağa ateş yakmıştı. Ve içinden Allah’tan af dileyerek yatağa uzanmıştı. Birde Allah’tan kendi suçunun affedilip edilmediğini ve daha ne kadar bu pis işle uğraşacağım? diye kendine sormuştu.
Kendi çoban endişelerini Saden hariç kimseyle paylaşmazdı. Utanıyordu. Hatta eski çobanlardan bile titizlikle kaçınıyordu.
Yavaş yavaş ‘Jana Jol’ talpaktanau’a alışmaya başlamıştı. Yönetim kurulu toplantısında, örneğin, herhangi bir şaka ve kahkaha olmadan onların küçük domuz sürüsüne yem tahsis etme meselesine bakılıyordu. Yesen, artık eve erken dönebilirdi. Onu alay değil, başka sözleriyle karşılıyorlardı:
- O, Yeseke! Bak, ne kadar şişman domuzlar! Ayakları bu kadar, eti ve yağı nasıl tutabiliyorlar!
- Galiba, Saden kırmızı çadır için birkaç dombıra satın alabilecek..
- Yan tarafıyla takılmış olan ufak domuz nerede?
Bir gün sabah, Yesen göl kıyısına domuzları otlattığı zaman arkasından bir ses gelmişti.
- Sürünüz çoğalsın!...
O, her hangi bir çoban olduğu gibi tereddüt etmeden cevap verdi:
- Cümlemizle…
İyi dilekleriyle selamlayan adamı görmek için dönüp baktığında ne görsün… Arkasında, at üstünde, rahmetli Kasen-mollanın oğlu Muhamedjan duruyordu. Dudakları ve yüzünde oynayan alaycı tebessümü Muhamedjan’ın sözlerinin açık yüreklilikle söylenmediğini gösteriyordu. Muhamedjan ihtiyar Yesen’in artık değersiz işlerle meşgul olduğunu kastediyordu.
- Yeseke, diyerek öfkeli bir şekilde sözlerini sürdürdü. İhtiyar ve saygın bir adamın bu düzburunluları otlatmasını benim gözlerim görmeseydi bari! Nasıl bir günah işliyorsunuz!
Artık, Yesen bu tür alaylara başkaca davranmaya başlamıştı ve kendini acındıracak sözlere ihtiyaç duymuyordu. Yaşlı adam utanarak susmuyordu ve aniden alaycıların sözlerini kesiyordu.
Şimdi o da, öfkeli şekilde şunları söyledi:
- Muhamedjan! Baban, ihtiyar adamlara alay etmeyi mi öğretiyordu sana? Talpaktanau’ları otlatmamı beğenmiyor musun?.. Herkese belli ki, bizim işlerimiz senin hoşuna gitmiyor, zaten. Def ol buradan! Ve gözüme görünmemeye çalış. Anladın mı?
Bunu söyleyerek, Yesen oldukça etkileyici olan kalın çoban sopasıyla oynuyordu. Sopasının ucunu birkaç defa yere ovuşturmuştu. Sanki onun kaşıntısı sakinleşiyordu.
Muhamedjan açıklamalar için tartışmaya geçmedi. O, hızla dörtnal koştu ve uzun bir mesafeye uzaklaşarak eski alaycı şarkısını söylemeye başladı:
O domuzu otladı ve kendisi homurtu yapmaya başladı...
Yesen sopayla onu tehdit etmişti. Şu an, o saygısız mollanın oğluna bir şey yapması imkansızdı. Fakat, akşam ihtiyar okula gitmişti. Orada öğretmenler kolhoz duvar gazetesini çıkarmaya yardım ediyorlardı. Onlardan Muhamedjan’a yanıt olarak alaylarına karşı şarkı uydurmalarını rica etmişti.
İşin aslı, öğretmenler o kadar şair değillerdi. Ama gerekirse hiç olmazsa ev hayatında kullanmak için hemen hemen her Kazak birkaç satır uydurabilirdi. Şarkı Yesen içindi. O, sözleri sesinden ezberlemişti ve sık sık şarkı söylüyordu.
Özellikle, ona zevk veriyordu. Şarkının layık olmayan kısmı, mollanın oğlu hakkında sözler geçiyordu. O adam kendini dünyada herkesten daha akıllı, daha temiz sanıyordu. Ve her zaman babasının masasında yemek kalıntılarını yiyordu. Şimdi ise bir şey yapmayı bilmiyor. Hatta domuz beslemeye bile yetenekli değil! Eee, domuzlar... Domuzlar ise, kendi işini bilirler. Yavaş yavaş yağ topluyorlar. Ve bu hem aptal hem vicdansız insanın, kendileri hakkında söylediklerine önem vermiyorlar.
Hakikaten, bozkırda talpaktanaular koyun, at, öküz ve deve gibi çiftlik hayvanlarıyla eşit olabiliyorlardı. Ve ‘Jana Jol’ Kolhozu ilk olarak bu şarkıyla dünyaya yol açmıştı.
Bir yıl sonra ‘Jana Jol’da artık yirmi sekiz tane domuz olmuştu. Yani Saden’in tahminine göre, iki tane azdı. Bu nedenle, küçümsenen bu yaratıklar sayesinde et teslim planının büyük kısmını oluşturarak, koyun sürüsünü bayağı biriktirmişti. Sonbaharda, yaşlanmış olan erkek domuzu kesmek zorunda kaldı. Yağ ve etini satmışlar ve kazanılan parayla sovhoz’a iki adet cins gebe inek satın almışlardı.
Yesen'in gözlemi altında dolaşan domuzlar göl kıyısında yavaşça şişmanlıyorlardı. Uzaktan onlara bakınca, kımız saklamak için kullanılan ve deriden yapılan tulumlara benziyorlardı.
Bazen onların yanında sarı-atan da otlanıyordu. O, sakız çiğniyormuş gibi onlara yüksekten kibirle bakıyordu. Ama bu küstahlığı için onun da bir nedeni vardı. Yüzyıllarca katlanmak zorunda kaldığı büyük ve ağır işlerle beraber şimdi üstüne bir iş daha eklenmişti... Görkemli, açık bir bahar gününde, bizzat kendisi ‘Jana Jol’a araba getirmişti. Hasır kutu içinde olan ufak kör talpaktanau viyaklıyordu.
[1] sarı-atan – sarı bakımlı deve
[2] Bota - deve yavrusu, tirsek - dirsek (tiz)
[3] Bota-köz – güzel gözlü olan (sadece kadın için)
[4] dombıra - Kazakların Milli Müzik Enstrümanı
[5] Küy - dombıra enstrümanı ile çalınan sözsüz manalı müzik, beste
[6] Jaylau - yayla
[7] TurkSib – Türkistan ve Sibirya arasını bağlayan demir yolu hattı