Etnografik Hikaye
Raykom1 sekreteri ikinci kez hatırlatmıştı:
- Sana neler oluyor?.. Sen, o köye gitmeye acele etseydin, bari.
Anlamıyorum, niye uzatıyorsun ki!
Sesi endişeliydi ve ben bahane üretemedim. O, zaten biliyordu, Burabay Ormancılık Koleji’nde ders veriyor ve çıkamıyordum. Biliyordu ve ısrar ediyordu.
Yaklaşık dört ay once, ilçenin kenarında altı ya da yedi köy birleşecek ve kolhoz2 kuracaklardı. Kolhoz, yeni bir kelime, yeni bir iştir. Ve bizim sekreter anlayamıyordu. Neden diğer tüm komşu köyleri ‘Janbırşı’ Köyü’ne karşı çıkıyorlar. İşte bu köy, en iyi verimli topraklara sahip oluyordu.
Söylediklerine göre, onlar ilçede kollektifleştirme payını artırmak için acele etmek istemiyor ve sabırsızlık göstermedikleri de ortaya çıkıyordu. Belki onlara kolhoz hakkında dedikodular ulaşmıştır. Yani, kolhoz’da tüm insanların aynı kıyafetleri giymek zorunda kaldığını, genel bir battaniye altında uyumak gerektiğini ve emirlerle yaşaması gerektiği konusunda.. Veya en azından zengin yaşasaydılar, o zaman herşey anlaşılır olurdu! Ama oraya gidip gelen eğitmen vardı. Orada bariz yoksulluğu bulmuş ve yine de başarılı olamamıştı. Ve onun tüm çabalarına rağmen, tek bir yanıtı ‘Allah Kerimdir’ olmuştur.
Allah’ın emrine ilçenin sekreteri pek güvenmiyor ve bu yüzden dersi kesmek zorunda kalmıştım.
Yol, Burabay’dan Janbırşı’ya kadar kısa değildi. Yola, at üstünde değil, arabayla yani yumuşak saman üstünde çıkmaya karar verdım. Fakat burada bir pürüz vardı. Ben kendimi tutamadım ve dört yıllık orak gibi baş, kanca burunlu sıyah bir ata kondum. Eyer altında kolayca ve hızlı bir şekilde gidiyordu. Ve yandan bakarsan, kelime olmadan iyi bir atı sefil sıradanlıktan ayıran bir zariflik vardı. Uyuz olmasına rağmen beni durduramadı. Onu tedavi edeceğini düsünüyordum.
Gerçek bozkır atı; eyere alışkın, ama bir koşum takımı içine koyduğu zaman hemen geri yürümeye başlar ve sanki bir hastaymış gibi inanılmaz bir şekilde yerde dönmeye başarır. Gezisi süresince onu bu kötü alışkanlığından vazgeçirmeyi düşünüyordum. Tek başıma bu işi yapmak zor olabilir diye yanıma iki kolej öğrencisini davet ettim.
Biz, üçümüz genç adam olarak bir huysuz merinden3 daha akıllı ve güçlü çıktık. Çok uğraşmıştık. Çüneş batımına doğru ‘Janbırşı’ Köyü’nün arazileri görünmeye başladı. Bu köyün, en iyi topraklara sahip olma iddiasının boş laf olmadığına emin oldum.
Az yürünmüş yol hasır otuyla kaplıydı. Sıcak günün ardından yüze hoş nemli nefes geliyordu. Uzakta, ovayı kuru rüzgardan kuruyan yarım daire şeklinde koru mavileşıyordu. Yol boyu göllere rastlanıyordu. Arkaya esen rüzgar sazlık kamışlı duvarına karışıyor ve sakinleşiyordu. Öyle görünüyordu ki, bu yer bizim bozkırın benzersiz güzelliği ve genişliğine mahsus yaratılmış.
İlerde ben bayağı tükenmiş bir huş koru ağacını gördüm. Uzaktan sanki orayı sayısız
yaprak biti orduları basmış gibi görünüyordu. Ancak, yakınına geldiğin zaman gerçekten ne olduğu görünmüştü. Yani, yağmurdan dökülmüş ve rüzgardan kabarmış çamur kulübeleriymiş.
‘Janbırşı’ Köy’ün kışlama yeri bizi tam bir sessizlikle karşıladı ve biz yolumuza devam ettik. Sonradan geniş bir vadi açıldı. Gür yeşillik içerisinde yaklaşık on beş tane çadır şıyahlaşıyorlardı. Yol boyu taşımasız yürüyen atlara rastlanmaya başlandı ve ikişer üçer inek otlatıyordu. Küçük sürü halinde koyun ve keçiler de vardı. Gözüme ilk çarpan şey, onlar ne kadar zayıftılar! Sanki deriyle kaplı iskeletler gibi.. Halbuki geçen kış çobanlar için iyi gelmişti. Onların at, inek ve koyun sürüleri bahar mevsimine iyi çıkmışlardı.
Küçücük bir köye geldik ve şaşmaya başladık. Çeşitli varsayımlar aklımıza geldi ki, neden yerel hayvanlara acımasız jut4 gelmiş görünüyor sanki.
Çadır duvarına yaslanmış olan kızlar, gelişimizi tembelce izliyorlardı. Onlardan büyük olanı, uzun esnedi ve çıplak ayağıyla diğer ayağının bileğini ovuşturdu. Arabamızın arka tarafına asılmaya isteyen ve onu kırbaçla tehdit edecek herhangi bir oğlan çocuğu da bulunmuyordu.
Köyün ortasındaki tepede sekiz ya da on hareketsiz erkek oturuyordu. Onlardan uzak olmayan bir yerde dizginleri çektim ve sabahtan beri başlayan yoğun mücadeleden yorulmuş olan merin uysal durdu. Gün gerçekten sıcaktı, ama tüm erkekler şapkalıydılar. Şapkalardan yün döküntüleri görünüyordu.
Erkekler kafalarını bize doğru birazcık çevirmişler ve çoktan başka araba olduğunu farketmişlerdi. Ama yine de gurur ve bağımsız sessizliği saklıyorlardı.
Onların kibrine rağmen, temasa geçmek zorunda kaldım. Ben yakınlaşarak kenardaki birine elimi uzattım.
- ‘Hayır, hayır, aynalayın5!’ diye itiraz etti o. Ve ellerini yırtık kaftanın koluna derin soktu.
-‘Benimle değil..’ İlk önce bizim aksakala6 selam vermeliydiniz. -Ve o, sessizce batık ağızla hareket eden yaşlı adama başıyla işaret etti. Öyle görünüyordu ki, ihtiyarın sözleri sanki onun yarı beyaz yarı sarışın sakalına sıkışmış kalıyorldu.
Yaşlı adam onurla bana doğru başını kaldırdı:
- Uagaleykum aşşalam!..
Ve bir kez daha sustu. Görünüyordu ki, ihtiyar farkına varamıyordu ve onun kibirli duruşu uygun olmuyordu. Onun güçsüz ‘uagaleykum aşşalam’ ile delikli çadırlar ve biz köye girdiği zaman rastlanan zayıf sığır ile.
Selam vermeye devam etmeliydim ve sola döndüm. Fakat uzatmış elim havada kaldı.
- Hayır, sayın Ateke’nin sağından başlayarak selam ver, dedi. Sarı sakallı adamın Ateke olduğunu anladım. Ve ben elimi bıyıksız adama değil sakallı adama uzattım. O adam, bana duaları okumaya alışkın mollalar gibi gür sesiyle yüksek sesle cevap verdi:
- ‘Ua-ga-ley-kum as-sa-lam! Ben aynı yönde devam etmek istedim ama yine yanlış oldu.
- ‘Orası değil, orası’, dedi yönetici düzelterek. Şimdi yaşına göre, Ateke’nin solundakinden el uzatmalıydı.
Selam verme sırasına uyarak, ben daire şeklinde selamlaşmaya başlıyorum ve bunu yaparken o kadar zaman geçti ki, tüm köyün başka uzak bir yere taşınması kadar bayağı zaman almıştı.
Nihayet, tüm eller sıkıştıktan sonra Ateke mırıldanarak:
- Koraş, biraz sıkış şuraya.. Genç misafir için bu yer en uygundur, dedi.
Koraş, hoşnutsuz alnını buruşturdu ama itaatsızlık yapmaya cesaret edemedi. Biraz ilerledi ve onun sunuşu yanındaki yere ancak sığabildim.
O, Yüce Allah! Buradaki, açık bahar gökyüzü altında ne kendilerine ne de başkalarına serbestçe oturmaya yer vermeyen, kibirlice davranan adamlarını görmek komik ve üzücüydü. Eski geleneklerin gerçekleşmesini sadece hikayelerden biliyordum, ama hayatımda böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım.
- Oğlum, arkadaşlarına ve sana iyi yolculuklar dilerim! dedi aksakal.
- Cümlenizden dedim. Ve elimi kalbime koyup başımı eğdim ve çekinerek başladım.
- Bizim ziyaretimizin sebebi.. Ama Ateke bitirmeme izin vermedi:
- Hoş geldiniz!, diye kısa kesti. Geri kalanını zamanı geldiğinde söylersin, dedi aksakal.
Tekrar başımı eğmeye ve yine de elimi kalbime koymak zorunda kaldım.
Ateke iyice yerleşti ve genellikle bozkırda yer alan tanışma sorgulamasına başlamıştı.
- Söyle bakalım, hangi ru7, memleketin neresi?
- Kerey’im dedim.
- Hangi Kerey’lerden?
- Kızıljar Kerey’inden, Ateke.
- Sizde her şey yolunda mı?
- Biz giderken her şey iyiydi.
- Allah’a hamd olsun, dedi bana.
- Peki, bugün nereden geliyorsun?
- Burabay’dan.
- Ha, Burabay’dan. Nereye gidiyorsun?
- Buraya, sizin köyünüze Ateke dedi.
İhtiyar, gelenleri yavaşça herbirini kaçırmadan bir gözden geçirdi. İhtiyar, onların karşılıklı bakışlarından onaylarını görmüş gibi onlara nasıl yapacağını danışıyordu.
- Esengeldi! dedi o, ben bilmeyerek el uzatan ilk başvuran adama.
- Bu gençleri, şerefli konuklar için hazırlanan büyük çadıra götür. Onların yeri orası.. Sağ tarafında oturan bıyıksız sakallı adam onu destekleyerek:
- Ateke doğru diyor.. Eğer onlar bize geldiyse, onların yeri büyük çadırdır. Ama dedikleri bu sözlere, Esengeldi ayağa kalkmadı. Anlaşıldı ki, daha birisi de bir şey söylemeliydi. Ben yanlış düşünmiyorum, bizim Ateke haklı. Gelen delikanlıları büyük çadıra götür. Onların yeri orası, diyerek ihtiyarın emrini kasvetli kalın kaşlı adam tekrarladı. Onun gözleri çok geniş yerleşmişti. Öyle görünüyordu ki, sanki insan şakaklarından bakıyor. Ve o bu sözleri söyledi ve heykel gibi dikilip kaldı.
Büyük ihtimaline onun sesi çok önemliydi. Çünkü Esengeldi hemen ayağa kalktı ve ciddiye aldı.
- Genç arkadaşlar! Hadi gidelim, ben sizleri onurlu misafirlerimiz ağırlayacak büyük çadıra götüreyim.
Üçümüz onu takip ettik. Eğlenceyi seven genç arkadaşlarım gülmekten ölmemek için kendilerini zorla tutuyorlardı. Bana onlardan da zor geliyordu kendimi tutmak. Eğer ben birazcık gülerek dudaklarımın köşelerini kıpırdatsaydım, onlar yüksek sesle gülmeye başlar ve işimiz mahvolurdu.
Bunu önlemek için rehberiyle ciddi bir konuşma başladım.
- Eseke! Daha vakit erken. Janbırşı'ya gelen işimiz konusunda bugün görüşecektik. Size göre, ne zaman konuşabiliriz?
- Bizde bir düzen var, diye yanıtladı o. Bu konuda Ateke işinizle kendisi ilgilenir. O sorar, anlatırsınız.
Şimdi anladım ki, bu köyde eskiden gelen değişmez kurallara uyulur. Büyüklerin söyledikleri ve yaptıkları düsturu kimse bozmaz ve değiştiremez.
Bu tekrarlamalardan sonra Esengeldi’nin görünüşü ciddiydi. Sanki o herhangi bir sultanın elçisi gibi! Onun eski şapkasından rüzgarla eğlenen deve tüyü parçaları görünüyordu ve siyah çadır ise yıpranmış keçe kumaşla kaplıydı.
Önümüzdeki geniş kapıyı açmaya çalıştı. Ama kapı tek bir üst menteşe ile asılıp duruyordu ve Esengeldi gözün almadan tuttuğu kapıyı açarak:
- Hoş geldiniz! dedi Esengeldi. Biz eve girdik.
Samimiyeti görülmeyen yabancı bir memleketin iltifatı budur herhalde. İçten güldük ve itaat ettik. Çadır yırtık ve yamalarla doluydu. En fakir çobanda bu kadar yama olmazdı. Ve çobanın karısı bu yırtık ve yamaları çoktan hallederdi.
Beş-altı uık,8 avuç kadar zamanında boyandığı belli oluyordu. Diğer uıkları ise, bazısı ince dallar gibi, bazısı kalın, birkaç tanesi düz ve bükme olmadan mızrak gibi şanırağa9 konulmuşlardı.
Girift bükülmüş sırtla ahşap yatağın üzerinde parçalardan dikilmiş yorgan bulunuyordu ve onun üstünde ise herhangi bir sefil paçavra bulunuyordu.
Esengeldi, bize yerleşmek için fahri yeri jestle işaret etti. Ortada kötü işlenmiş bir keçi, iki inek derileri bulunuyordu. Ve bir at derisi de mevcuttu, muhtemelen küçük tay derisi olacak.
- Dinlenin, diyerek rehberimiz dışarı çıktı.
Üçümüz dayanamayıp şaşkın gözlerle zemine bakarak elle ağzımızı kapattık. Gözlerimizden yaş geldi artık, gülmekten karnımız ağırmaya başlıyor ve kendimizi bir türlü durduramıyorduk.
Bu olanlar biraz geçince arkadaşlarım sakinleşmişler ve atları çözmeye çıkmışlardı. Ben ise kendime başka yapılacak iş bulamadığım için çadırı gözlemlemeye devam ettim.
İlk izlenimim aldatıcı değildi; eski, sefil ve yoksulluğu hatırlatıyordu. Girişin sağ tarafında yüksek olmayan ahşabın üstünde demirle kaplı çok eski sandık duruyordu. Onun yanında bulaşık ve başka mutfak eşyalarını saklamak için büyük kutu, ‘kebeje’ bulunuyordu. Kebeje de çok eskiydi ve bazen kemik süslü de izleri görünüyordu.
Dayanamadım ve içine baktım. Kutu boştu. Örgülü duvarda eyer asılıydı. Onun siyah cilayla kaplı ön tarafı, gümüş oymalı ördek kafasına benziyordu. Eskiden bu eyerin fiyatı çok yüksekti. Şimdi ise.. Eğer Allah korusun, birisi kemerini sıkıp ya da ayaklarını üzengiye sokmaya kalkışsa, çürümüş kemerler ufak dokunuştan bile sökülürdü.
Öğrenciler geri döndüler ve eşyalarımızı getirdiler. Kolej yurdundan alınan siyah battaniye altımıza döşendi.
- İyi.. Burada yalnız mı kalacağız? Bu evin sahipleri nerede? diye seslendi öğrencilerden birisi.
Diğer ona cevap verdi.
- İşte geliyor.. Görüyor musun?
Tüylü ala köpek, yeni uyanmış gibi arsızca burnu sıkışmış şekilde buraya gelmeye çalışıyor. Ket!10 diyerek onu kovdum.
Gözlerimiz daha neler görebilecek?! Çocuklarla kendi aramızda az konuşmamızı ve tepki göstermemek gerektiğin konusunda anlaşmıştık. Böylece, ‘Janbırşı’ Köyü’nü güzelce tanımış olacağız.
Dışarıdan Esengeldi’nin sesi geldi. O birine:
- ‘Karaşaş! Ou, Kapaşaş!’ diye bağırıyordu. Bugün büyük çadırda misafirlerimiz var. Beni duyuyor musun? Ateke sizin onlara hizmet etmenizi istiyor, dedi.
- Hangi misafirler? Nereden geldiler? diye kabaca kadın sesi ona yanıt verdi.
Biz korkuyla birbirimize baktık. Acaba, nasıl bir kişiyle karşılaşacağız?.. Tek beklememiz,
başka bir şey kalmadı.
Çadıra yaklaşırken kapı gıcırdayarak açıldı. Ama bu yine Esengeldiydi.
- Yolunuz köyümüze nasıl düşmüş? dedi ciddiyetle. Örf adete göre, misafirlerin atları ile uğraşmazlar. Bu işi sahipleri halleder.
- Teşekkür ederim, merak etmeyin! diyerek onların adetlerine uyum sağladım. Gördüğünüz gibi, biz genciz, kendimiz ilgilenebiliriz atlarımızla.
Esengeldi itirazları kabul edilmeyecek gibi ses tonu ile tekrarladı.
- Bu ‘Janbırşı’ Köyü adetine göre, misafirler atları ile kendileri ilgilenirler, diye yine çıkıp gitti.
Ve biz gülüverdik, ama yaşlı bir kadın bizi kesivermişti.
Çadıra girdiği an Esengeldi çadırdan ayrılmıştı. Karaşaş, ziyarette bulunan genç insanları kendi çocukları gibi sıcak karşıladı.
- Allah’a şükür, ben hayattan şikayetçi değilim, dedi o. Alışmışım herhalde, diyerek devam etti. Şikayet etsem de, etmesem de benim için herhangi bir değişiklik olmaz ki. Ya, sizi bu
‘mezarlığa’ hangi rüzgar attı?
Karaşaş’ın bizden farkı, ‘Janbırşı’ Köyü sakinlerinin yaşam tarzı ve davranışlarını gizlemediği görünüyordu. Anladım ki, köyün tüm ayrıntılı bilgilerini verecek olan tek, bu kadındır. Ona, ima etmeye bile gerek kalmadı. O uzun süre sinirini topluyor ve konuşmak istiyordu.
- Belki de duymuşsunuzdur, bilmiyorum? diyerek başladı o. Uzun zamandır Janbırşı’da Töre11 yaşıyorlardı.. Bu onların toprağıdır. Fakat, kılını bile kıpırdatmazlarmış. İnanıyorlardı ki, mutluluk, refah ve şans tümü onlara aittir. Eskiden burada onlarla beraber tölengitler12 yaşamışlar. Otuz aile kadarmışlar. Onlar her şeyi yaparlarmış. İktidar değişince kısa bir süre sonra, hepsi gitmişler. Ayrı yaşamaya başlamışlar. Kolhoz kurmuşlar.. Dün gittim ve gördüm ki, onların alanları sürülmüş ekinleri biçilmişti. Onlara kötü mü oldu? Ya bizimkilere!.. O umutsuzca elini salladı. On erkekten hiçbiri de kendi atına eyer koyup da eğitemez! Kış için saman biçmeyi ve odun getirmeyi de bilmiyorlar. Tümü toplanıp da bir keçi bile kesemezler.
Her şeyi ben yapıyorum. Ben, Tölengit kızıyım. Şimdi ben bunlarla kaldım, yani bu yaşayan ölülerle beraber. Bunu anlatırken Karaşaş birkaç kez dışarı çıkıyor, semaveri hazırlıyor ve tekrar dönüyordu. Janbırşı Töre’leri hakkında daha önce duymuştum ve şimdi onlar hakkında neler olduğunu hayal bile edemiyordum.
Çevresinde bulunan arazilerin çoğu onlara aitti. Eğer onlardan birisi dünyaya gelmiş veya vefat etmiş olsa, bu mekanda Töre’ler bağrına basmış gelen-geçenleri. Böylece yasa idi. Ama topraklara kendi elleriyle bir tane kazık bile kakamadılar. Kibirliydi. Sanki soylular için çalışmak yakışmıyor da, tüm çabaları Tölengit’ler yapsın.. Tölengit’ler onların sığırlarını otlatıyor, samanlarını biçiyorlardı. Buğday ve yulafları ekiyor ve atlarını daeğitiyorlardı. İşleri halletmek, avcılık yapmak ve konuklara ziyafet etmek için de Tölengit’leri kullanıyorlardı. Eskiden kalan bu
‘özellikten’ şimdi sadece keçe kalıntıları kaldı. Ama gururu, asil kanlarında kalmış.
Karaşaş ateş püskürten semaveri getirdi. Bizim gözümüze bakmamaya çalışarak ‘İşte kaynadı’, dedi oturanlara. Yalnız, sizlere sadece kaynamış suyla ikram etmek zorunda kaldım. Sütü bulabilirim. İnanıyor musunuz, tüm köyde hiç demlik çay kalmamış.
Demlik çay bizde vardı. Onu duyan Karaşaş sevinerek çaydanlık aramaya gitti.
Çaydanlık altında yırtık keçe bulunuyordu. Porselen üzerinde siyah çatlaklar vardı ve eskiydi. Farklı renk ve boyutta on tane kase getirdi. Belli ki, tüm çadırlardan toplamıştı.
Karaşaş yamalı masa örtüsünü serdi. Biz ise üzerine kendi örtümüzü serdik. İyi ki, yanımıza ekmek, tereyağı ve şeker almışız. Onları koyduk.
Ne öğle yemeği ne de akşam yemeği yemeye çalıştığımız an, çadır kapısı açıldı. Yaşına göre sırayla erkekler girmeye başladılar. Birinci, Ateke idi. Ateke denilen ihtiyarın her zamanki sofra başı yerine oturmuşum. O, gururla yüksek tutulan başı ile önüme durdu ve onun yüzündeki ifadeden anladım ki, ona yerini verdim.
O an, yeri değiştirmek için kalkmıştım ama seyrek gri sakallı ihtiyar hareketleriyle beni durdurdu.
- O kadar uzak gitmene gerek yok.. Benim yanımda onurlu misafirlerin yeri olmalı. Yerimde kaldım. Ama tüm arkadaşlarım aktarmalar sonucunda benden uzak bir mesafede kalmışlardı. Ve en önemlisi, sofrada ekmek ve tereyağından da uzak kalmışlardı.
Ateke’nin dişleri eksik olmasına rağmen yağ ve ekmeği hızlı bir şeklide çiğnemeden yutuyordu. Diğer tüm ihtiyarlar birbirini geçmek için önündekilerden hızlıca atıştırıyordu.
Üçümüz birer kase çay içtik. Sofrada ise zerre birşey kalmadı. Sanki inek diliyle yalamış ve kaybolmuş gibi. Biraz sonra, Ateke sessizliği bozarak:
- Söylemek istiyorum, yağ taze ve lezzetliymiş.. Onu yemek güzelmiş.
Hemen ardından yine kelimesi kelimesine aynı, sanki bunların hiçbirinde özel bir fikir yokmuş gibi herkes ihtiyarı ‘Ne söyleyecek?’ diye bekliyordu. Onaylama sözleri ile ‘Ateke doğru söylüyordur; yağ tazeymiş, yiyebilirsiniz’ diyerek karşı tarafımdaki bıyıksız ihtiyar tekrarladı.
Düşünüyorum ki, ben ve öğrencilerim bundan emin olamıyordur. Tekrar düşündüm ki, sonraki adım nasıl olacaktır, acaba? Ama bir türlü fark edemedim, parlamış şeker parçaları masa sofra üzerinde çaresiz dagılıyordu.
Karnını doyururken evlat ve torunlarını unutanın üzerinde gunahı var, dedi Ateke.
‘Ufaklığımı şımartayım..’ diyerek Ateke siyah parmaklarıyla sofradan üç ya da dört adet şekeri aldı da cebine koydu.
- ‘Ateke her zamanki gibi haklı’, diye bıyıksız adam da elini şekere uzattı.
Onların dediklerine hem Esengeldi, hem de Koraş katılarak uyum saglamışlardı.
Sofra boşalmıştı. Kaseleri parmakların uçları ile tutarak, Töre kasedeki çayı yudumlamaya başladılar. Misafirlerinin aç kaldığından rahatsız olan Karaşaş, kapının yanında oturuyordu.
Birkaç kez ata bakmak için kalkmak istedim, ama gelenekler uzmanı Esengeldi’nin dedikleri beni durduruyordu. Ve onların köyünde her zaman misafirlerin atlarına bakımın, köy sahiplerine ait olmadığını tekrarlıyordu. Yerimde geri oturmak zorunda kaldım. Halbuki, siyah atım hala bağlı ve biz gibi aç duruyordu. Köye gelen sebebimizi öğrenecek olan Ateke de sessizce oturuyor ve midesinden çıkan gürültüyü dinliyordu.
Karaşaş lambayı yaktı. Camı yoktu ve yanıyordu. Çadırın sayısız deliklerden giren meltem alevi yavaşlatıyor ve o an karanlık oluyordu. Alev tekrardan görülüyor ve kişilerin yüzlerine telaşlı yansımalar düşüyordu. Sanki, onlar bana cansız görünüyorlardı.
Hakikaten, onları ölüler yerine sayabilirsin. Çünkü çadırda ciddi bir sessizlik vardı. Kendimi rahatsız hissettim, sanki korkunç bir masaldaki gibi.
Şu anda Ateke başını kaldırdı ve öksürdü.
- Zaman geçiyor, dedi o. Bugün büyük çadırda, gelen misafirlerimiz için koyun kesmemiz lazım, diyerek devam etti.
- Her zamanki gibi, Ateke zekidir ve her zaman bize atalarımızdan miras olarak kalan misafirperver yasalarının en sadık koruyucusudur, diyerek bıyıksız ihtiyar devam etti. Bugün büyük çadırda gelen misafirlerimiz için koyun kesmemiz gerekir, dedi.
Aynı bu fikri, gözleri alnında olan tekrarladı. Onun sözleri eylem çağrısı gibi geliyordu. Fazla masraf etmeyin, diye itiraz etmeye çalıştım.. Ama kimse benim ürkek protestoma
dikkat etmeye lüzum görmedi. Ben ise, et yemenin fena olmadığını düşünerek sustum. Sabah, yola çıkarken kahvaltıyı apar topar yaptık.
Ama akşam yemeğine kadar Burabay uzaklığındaki uzun bir zaman vardı. Onların hepsi gurur duygusu içinde donmuşlardı. Onlarda gurur duygusu o kadar doludur ki, sanki iyice kuruyamamış, korjındaki13 et gibi kokmuştur.
Biz, misafirlere tahammülden başka seçeneğimiz yoktu. Karaşaş o kadar kızmıştı ki, son olarak patladı.
- Şayet kesmeye karar aldınız, o zaman niye bekliyorsunuz ki? diyerek kimseye hitap etmeden söyledi. Kendileri söylediler, fakat yere dikilmiş gibi oturuyorlar. Ya Allah'ım! Ya Rahim! Görüyor musunuz?.. Onları bu lanetli alışkanlıklardan kurtarır mısın? Nasıl olsa da sağ insanlar, ölü değil!
O ayağa kalktı ve çadırdan dışarıya çıktı. Çadır içinde birşeyler kapayım diye umutsuzca bulunan ala köpek, Karaşaş’ın peşinden dışarıya fırladı.
Ama kadının cüreti erkeklerin onurlu huzurunu bozamadı. Ateke, bir kararı vermeden önce bir müddet bekledi.
- Karaşaş’ın kelimelerinden öfkeli anlamı görüyorum. Zaman geçiyor.. Eğer kesmek kararını aldıysak, demek kesmemiz lazım.
Dağlardaki yankı sesi gibi iki en saygın ihtiyar da onu tekrarladılar. Ama kimse planlanan şeyi yapmak için yerinden kalkmayı düşünmedi.
Karaşaş ne yapacağını biliyordu. O, ocağın yanına bir kucak dolusu kadar odun getirip bıraktı. İkinci kez kara kazan ortaya çıktı ve üçüncü ise üç ayaklı ocaktı. Bu işler arasında sahiplerini rahatsız etmeye devam ederek:
- Peki, ne zaman?... Kimin koyununu keseceksiniz? Onu daha getirmek gerekiyor, diyerek dışarı çıktı ve oradan sızlamayla küfür sözleri duyuluyordu.
Ama kimin koyun keseceğini çözmek kolay değildi.
- Esengeldi, dedi Ateke. Niye susuyorsun? Büyükannende bir gri koyun olması gerek..
Bence o gri koyunu kesmemiz gerekir.
Sol ve sağdakileri iki kez onun sözleri tekrarlıyordu ve Esengeldi sessizce oturduğu yerden kalktı ve acele etmeden çıktı. Çadırda tekrar sessizlik ve beklentiler sessizliği yer aldı. Dışarıdan zavallı siyah atımın çığlık sesi geliyordu. O, herhalde bir torba yulaf değil de bir avuç saman bile almaya umudunu kesmiştir.
Esengeldi geri döndü. O kendi yerine oturdu ve ancak sonra Ateke’ye:
- Ayşa gelin diyor ki; gri koyun kuzu doğurmak üzereymiş.. Kim olursa olsun, eğer şu an bu koyunu kesersek günah olacaktır, diyor.
- Ayşa gelin bilir, gerçekten de günahtır dedi Ateke. Bugün değil de, o zaman yarın gri koyun doğabilir.
Taze et yemek için güzel fırsatı olacağını ve eski örf adetlerini koruyabilmek için tekrar canlandırdı. Tabi ki, bu nedenle Ateke sessiz kalmayı istemeyerek:
- Şöyle yapalım. Kanşı yenge evinden siyah kuzu getir. Bu kuzu ilk kuzulardandı, onu kesmek mümkündür.
Sabırsızlık, mühtemelen Esengeldi’ye etkilemişti. O, bıyıksızın ve alın gözlünün konuşmasını beklemeden kalktı. Ancak onların sözleri Esengeldi’ye çadır eşiğini geçtiği zaman duyuldu. Ve birazdan döndü.
Ama bu sefer de başarısızdı. Esengeldi devam ederek: Ayjan gelin beni karşıladı.. Diyor ki, cuma günü Kanşı Yenge’nin vefat olduğuna bir yıl dolacakmış. Hatır günü için Ayjan kuzunu koruyormuş.
- Evet, evet, Ayjan gelin doğru söylüyor, haklıdır, dedi telaşlı bir şekilde Ateke.. Yine düşündü, ama aç karın daha hızlı ve net şekilde fikir üretmeye çalıştı. Ateke derhal farkına vardı ki, kim misafirlerine kurban edilebilir.
- ‘Boş laf salatası yeter artık!’ diyerek Ateke kesti. Böyle konuşmalarımızdan kazan dolu olmayacak ki?! Esengeldi, hemen Kareke’ye ait olan gri keçiyi getir, dedi.
Zaman gece yarısını geçti ve dışarıdan kötü bir inatçı keçi sesi geldi. Ama Esengeldi kararlıydı ve öyle görünüyor ki, akşam yemeğimiz rüyadan gerçeğe dönüşüyordu.
Göremediğim keçi, ağır bir kokuyla rahatsız ediyordu bizleri. Demek, iğdiş değilmiş. Sıradan birisi boğabilirdi, neredeyse kendimi zor tuttum. Hanların torunları ise başka bir şeydi, sanırım onların burun delikleri farklı bir şekilde yaratılmıştır. Kokuya dikkat etmiyorlardı bile. Gözleri parlıyor ve tükürüklerini yutuyorlardı. Onların herbirine şimdi birer keçi versen, sanki onu canlı olarak yutar ve kemikleri bile kalmazdı.
Yine bir engel ortaya çıktı. Kimsede oldukça keskin, güvenilir bıçak bulunmuyordu. Ateke iyi hatırlıyordu, falan evde falan bıçak var diye. Fakat, gitmiş olan Esengeldi hiçbir şeysiz geri döndü.
Yoldaşlarımdan birisi dayanamayıp uzun bir sıkıcı oturuştan, açlıktan ve keçiden kaynaklanan pis koku tarafından bıkarak hızla ayağa kalktı. Ve bıçağı çıkardı ve Esengeldi’ye doğru uzattı.
- İşte.. Alın, dedi kibarca. Fakat onun gözlerinden gördüğüm; o kadar büyük bir zevkle tüm Töre’den kurtulacak kadar, kendisi de ‘Janbırşı’ Köyü’nden hızla kaybolacak gibiydi.
Ancak sabaha doğru gri keçi büyük tabak içinde haşlanmış şekilde önümüze geldi. Biraz sonra kadınlar içeriye girdi ve yaklaşık on kişiydiler.
Onların herbiri kız çocuklarıyla gelmişlerdi. Evet, hemen hemen tüm çocuklar kızdı. Sadece iki oğlanı görebildim. Gece yarısında uyanmış çocuklar esniyorlar ve gözlerini ovuşturuyor ve zayıf görünüyorlardı. ‘Janbırşı’ Köyü’nde uyulması gereken eski adet, kendi akrabalık boy saflığını korumak öneriyordu. Bu nedenle, her zaman burada hemen hemen yakın akrabalar arasında nikahlar kıyılıyordu. Çocukların acınaklı bir görünüşü vardı.
Kadınlar et kokuyorlardı. Bellidir ki, büyüklülük açısından keçi boğadan önemli ölçüde küçüktür. Böyle bir kalabalık toplumu tek bir keçiyle beslemek şüphelidir.
Kurala göre, Ateke başı aldı, kulağını kesti ve bana uzattı. Bütün olarak keçi kafasını kendi önüne koydu. Benim için bıyıksız sakallı ihtiyar kalça kemiğinden küçük bir parça et kesti ve tüm kemiği kendine bıraktı. Diğerleri ise, kendilerine hak ettiği konuma göre et parçalarını alıyorlardı. Et kalıntıları tabak üzerinde ufalanıyorlardı, ama tabak dibine düşmeye yetişmiyordı. Tabağa düşüş anında birisi tarafından yakalanıyor ve dönüşsüz kayboluyordu.
Böylece bu ‘atıştırmaşlar’ çok hızlı gerçekleşiyordu ve fazla zamanı da almadı. Millet, keçi eti ardından sorpa14 içtiler. Kemik kalıntılarını çocuklara verdiler ve bize iyi geceler dileyip evlerine dağıldılar.
Çadırın içi boşaldı.
Karaşaş ile bir konuşma daha yaptık. Kadıncağız, biz yatağa aç giriyoruz diye, endişeleniyordu.
Ama biz yatağa girmeyi hiç düşünmüyorduk. Ateke’nin bizimle konuşabileceği meseleyi artık beklemeyerek ve ‘Janbırşı misafirleri kendi atlarıyla uğraşmazlar’ geleneğini bozarak, siyah ata koşum yapmaya gittik.
Sadece oradan çıkıp gitmedik, oradan kaçıp çıktık. ‘Yaşayan mezarlığa’ dönüşen bu insanların kibir ve aptallıkla dolu köy bozkırından genişliğine kaçtık.
- Oybay! diye haykırdı öğrencilerden birisi. Ne kadar zaman gerekli, bu köyde mantıklı bir kelime çıkarmak?
- Bundan da ötesi.., dedi ikincisi. Ciddiyetle söylenen kelimenin gerçek bir işe dönüşmesi için ne kadar zaman alacak?
Ben sessizce onları dinledim. Tarihe adaletsizce öfkeleniyordum. Yüzyıllardır yaşayan Töre’ler, asırlarca hayatını böyle mi geçirmiş, düşüncesi aklıma geliyordu.
Ertesi gün, Raykom Sekreteri’ne gelip sunduğum raporum sadece şuydu.
Dedim ki, ‘Janbırşı’ Köyü topraklarına kolay kolay yaklaşık on kolhoz sığabilir. Fakat ‘Janbırşı’ Köyü’nde kolektif çiftliğinde çalışabilecek sadece tek bir kişi vardır. Bu da Tölengit kızı, Karaşaş isimli bir kadın.
- Gerçekten mi? Ya, diğer insanları ne yapacağız?
Ben, o zaman gençtim ve dedim ki;
- Bilmiyorum. Ama diğerlerinin yeri orası değil.
İlçe Komitesi Sekreteri ağır bir düşünceye daldı.
3Merin - iğdiş edilmiş at
4Jut - hayvanların açlıktan kütlevi ölümü
5Aynalayın - şımartarak ‘yavrum’, ‘canım’ anlamında
6Aksakal - beyaz sakallı. Saygın, hürmetli ihtiyar
7Ru - Kazak halkını oluşturan soylar, ‘boy’ olarak da adlanır