Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

25.11.2013 3457

MÜSİREPOV  

Негізгі тіл: ''Ulpan''

Бастапқы авторы: MÜSİREPOV Gabit

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Ulpan

Kadın  kalkmadan,

Eri uyanmaz.

 

 

...bunların hepsi gerçekti, ve hepsi de bir gün ve bir gece gibi geçti.

 

 

1

 

 

Eseney at sırtında, Karşıgalı yolunun yüksek tepesiden uzaklardan gelen uçsuz bucaksız at sürüsünün yavaş canlı akışına bakıyordu.  Kazınıp temizlenmiş yaz yaylaları yerine şimdi, sonbaharda, at toynakları altında karla kaplı el değememiş otluydu.  Kışlık için daha uygun yer aramaya gerek kalmadığı gerçektir... Atları buranın vahşi fırtınaları başlamadan önce sığındırmak için uygun oyukları da var. Yakınlarda tüylü uzun yeleler gibi uzanan yeşilliğini daha tam olarak kaybetmemiş ormanlar da hoş olmayan hava durumlarından korur. Atların güçlü dişlerindeki taze otların rahatlatıcı çıkırtıları  ona hatta bu tepeden bile duyuluyor gibi oldu.    Bu kışın at sürüsü kaderi için endişelenmeye gerek yok, galiba. “Bir zengini mahvetmek için tek bir cut (kırgın), bir kahramanı yıkmak için ise - bir kurşun yeterlidir”  sözü boşuna söylenmemiştir. O hem zengin, hem de kahramandır. Sanki bu kendi düşüncelerinin onayı için ve yeni övgüler beklemiş gibi eyerinde arkadaşlarına döndü.  

Tepede onunla beraber daha dört kişi vardı.

Onlardan birisinin adı yakın atalarından birisinin onuruna Türkmen-Musrep idi, o Eseney’in en yakın arkadaşı idi. İkincisinin ismi de Musrep, onun ismine alışkanlıkla – avcı sıfatı eklenirdi,  o alday soylu idi.  Eyerde suskun Bekentay-batır haraketsiz bir şekilde oturuyordu.  Onların dördüncüsü Kencetay – Türkmen Musrep’in küçük kardeşi, Eseney’ın  daimi elebaşı.

İki Musrep birbirlerinden çok farklıydı. Türkmen Musrep hassas işidime sahipti ve o dudaklarına sıbızgıyi getirdiğinde – bozkır kurayından yapılmış borucuk –canlanırdı. O kendisi de birçok köyden dinleyicileri hayran eden birkaç küü1 yapmıştır.  O her zaman seçkin atlara binerdi. Türkmen-Musrep şık elbiseleri severdi ve onun bakımlı bıyık ve sakallarından şimdilik birkaç beyaz kıllar farkedilmiş olmasına rağmen, aile endişesi olmayan rahat bir yiğitlik hayat geçirirdi.

Onun adaşının ilgilerini ona verilen avcı sıfatı tamamen yansıtırdı. Sağ elinde kalpaklı siyah kartal, Fırtına adlı tilkisi peşinde, sırtında uzun namlulu çatal ayak tüfek. Avcılıkta tek olup susmaktan bıkan bu Musrep bahsetmeyi severdi, ancak güzel konuşma yeteneğine de sahip değildi.

Buraları Eseney’e işte o göstermişti, şimdi de onun bakışlarını yakalayarak kendi değerini hatırlatmaya çalışmakta:

- О, sultan ağa! Ben ne demiştim? Şimdi kendin görüyorsun... Bu kışlığı Allah senin atların için yaratmıştır! Şimdilik Karşıgalı kimseye ait değildir. Bir kışı burada geçirirsin bu düzlükleri de sultan ağa kışlığı adını verirler ve senin çocuk ve torunlarına miras kalır!

 

 

1küüezgi metinsiz müzüksel kompozisyon. (burada ve ileri metindetercüman notu).

Eseney sessizce ona bakıyordu. Avcı Musrep sadece güzel konuşma yeteneği ile değil istihbarat ve duyarlılık özelliğine de sahip değildi... Çok söz söylemiş olmasa da Eseney’e iki defa acı verici şeyler söyledi. Şimdilik Ağa Sultan üst ünvanı, üst derecesi  onun çaba harcamakta olduğu bir hayalidir, onun bu ünvanı kazanıp kazanmayacağı da belli değildir. «Senin çocuk ve torunlarına...» Oğullarının ikisi de bir günde vefat eden, karısı ise daha yirmi yıldır doğum yapmayan birisi bunu nasıl kabul etmelidir... Başka herhangi birisinin ağzında bu alay, saygısızlık gibi algılanırdı! Fakat avcı Musrep böyle başarısız bir dalkavukluk yapar her uygun durumda müsaitlik yapmak ister.

Geçen kışta o avcılıkta rastlarken Eseney’e iki kızıl tilki ve  üç dağ gelincikleri hediye etmişti, o andan itibaren çok rahatça davranır.   Son yazdan beri Eseney’den ayrılmaz oldu, onun arap atlarını yetiştirmekte. Çünkü Eseney bazı zamanlarda da diğerlere sağlamayan izinler verir, şimdi de rahatsız eden sineği kovalamış gibi başını salladı.

Herzaman ve herşeyi anlayan Türkmen-Musrep Eseney’i korumayı düşündü

-      Buralarda ot bol, yayla hem yazın hem de sonbaharda dokunulmadan korunmuş olduğu ilk bakıştan bellidir... ancak kimsesiz örgüyü şimdi nerden bulursun? Bunların hepsi birilerine aittir – dedi.

Avcı Musrep hoşnutsuzlukla onun sözünü kesti:

-      Sen çok bilirsin! Bu kimsesiz yerlerin en kimsezidir! Bu bölgede benim ayaklarım basmayan tek bir köşe var mıdır? Ben yüzüne, yününe bakarak hangi tilki veya hangi kurt hangi bozkırdan olduğunu... sayısını... tespit edebilirim... Allah şahidim olsun şu an Karşıgalı’da üç bin kurt, beş bin tilki, on iki bin dağ gelinciği, yedi bin tavşan vardır!

Turkmen-Musrep  alay ederek:

Zavallı kurtlar, zavallı tilkiler eğer tavşanlar bu kadar az ise onlar aç kalırlar ki... Belki Museke1, siz burada kaç tane beyaz ve kaç tane siyah tavuk olduğunu de söylersiniz?

-     Haklısın,- diye destekledi Eseney.- Eğer burada bu kadar aç kurtlar varsa o zaman onlar kışın benim at sürümü tamamıyla yerler ve yayan ve aç kalırım...

Akşam vakti yaklaşıyordu, ilkin ağır kara bulutlarla kaplı gökyüzü küçük kar tanecikleri eliyordu,  sonradan da ağır pamuklar yağmaya başladı.

Kencetay kardeşini kolundan çekerek orman tarafa başını salladı. Turkmen-Musrep de Eseney’e bakarak sordu

-     Bana göre burada yalnız biz değiliz... İşte orada biniciler! Kenardan ateş dumanı geliyor…

Onlara orman taraftan üç kişi geliyordu. Birisi önde geliyor – onun adı yavaş yürümekteydi. Neredeyse çok yakın gelen yiğit atını durdurarak çekinmden yüksek sesle:

-     Assalamualeykum ağalar! Bizi kurleut-perese-lens soylarının üç köyünün arzusunu iletmek için gönderdiler... Karşıgalı’daki yaylaya biz yaz ve sonbahar boyunca kışın burada barınmak umuduyla  dokunmamıştık. Bizim köyler Karşıgalı’yı güçle koruyamazlar... Bizi mağburların arzusu güçlü ama dürüstler tarafından dinlenip de olumlu sonuçlandıracağı umuduyla gönderdiler.

Kendisini neredeyse bu bozkırın sahibi hisseden Avcı Musrep genç yiğidi kaba sesiyle durdurdu:  

-     Saçma sapan konuşma, köpek! Bak ... Sen kendi kurleutlarına de ki Ağa Sultan Enesey’in atlarının ayakları değen topraklar üzerinde tartışma yapılmaz.

Ancak genç adam karşılık vermediği gibi ve suskun da kalmadı.

1 Musake - «oke» isme gelen saygı ifade eden bir önek.


-     Belki siz kendi Eseney’i olmayanları insan saymazsınız... Ama biz gene de ta sürülerinizi geri çekmenizi rica ederiz... Onlar bizim yurdumuzdan ateş gibi geçerler!

Avcı Musrep hiddetlendi:

-     Sen kiminle konuşuyorsun, serseri? Eğer seni büyüklere saygı göstermeye öretememişlerse..; Ben sana şimdi... Çıplak kıçına şaplak atmamı ister misin?!

O hatta kendi atına dokundu, fakat Eseney onu güçlü haraketiyle durdurdu. Genç adam bekliyordu.

Çocuk Eseney’in hoşuna gitti... Herhalde yirminci baharını da yaşamamış yiğidin gözleri cesaret ve kararlıkla yanıyordu. Çiçek hastalığı ikisini de bir gün mahveden onun oğulları da bunun gibi olabilirlerdi. Kendi soyundanki – on auldan oluşan sibanlar soyundaki – genç yiğitlere gizli ama dikkatli gözetim yapar ve gerektiğinde onlara destek vermeye çalışırdı... Eseney hafifce Türkmen-Musrep’e avcı kabalığını azaltmasını belirten işaret yaptı.   

Türkmen-Musrep kendisi de, kendi soyunu göçmen kurleutlar olarak adadığını duydu. Kendi ana topraklarından ayrılan insanlar... Onu gönderen aullar hayatını zor idare edenler olmalı. Belki de etkili bir bu tartışmada kendi kabilesinin haklarını koruyabilecek ihtiyar-biyi bile yoktur.

-     Oğlum dinle beni, sizin bu arzunuz göz ardı edilemez – dedi o yumuşak sesle. – Keni aulundakilere de böyle de... Ancak ben  sana... terbiyesiz diyemem. Kim dış güzelliğine sahip ise onun ruhu da güzeldir. Belki de biraz heyecanlısın, ama bu da ızdırap çekmekten olduğu da bellidir...

Eseney Türkmen-Musrep’i onaylayarak dinliyordu, genç adam ise avcı Musrep’in tehditlerinden korkmadığı gibi ondan yeni duyduğu nezaketli sözlerden de mahcup olmadı.

-Değerli ağalar... Beni buraya gönderen insanlar beni heyacanlı ve gururlu ol demediler. Eğer size böyle gelmişse suçlu olan tek benim. Acılar hedefe isabettir dedikleri doğrudur. Bunu söyleyeni göğüse vuruyorlar değil mi? Benim ayıbım da şudur!1-

O attan hızla indi ve Kencetay’a dizgini ihmal ile  attı.

- Eğer sen atları alacaksan bunu da al...

Her şey çok hızla ortaya çıkolup bitti ki, onlar toparlanmaya da yetişemediler. Genç, refaket edenlerden birinin çok acele ile atına binerek özür dilemeye eğildi:

-     Beni affedin eğer yanlış bir şey dediysem...

Onun arkadaşları bir ata bindiler, ve geri orman tarafa yöneldiler.

Eseney onların ardından olduğu gibi suskun bakıyordu, onu sessizliğinde de anlayan Türkmen-Musrep’e Eseney, biraz olursa genç yiğitlerin peşinden gitmeye de hazırmış gibi geldi.  

-     Siz niçin bana müsade etmediniz?- dargınca seslendi avcı Musrep,- Arsızın çıplak kıçınına dayak atmak gerekti!- O yine şiddetlendi ve genci cezalandırırken kamçısının nasıl oynadığını da hayal etmiş olmalı.  

Türkmen-Musrep bir tebessümle ona, Eseney’e baktı.

-          Acaba, bu kimin kızı olabilir?- diye kendi kendince düşünüyor gibisinden, sordu.

-          Kızı?..- bu süre içinde sadece ikinci defa seslendi Eseney.

-          Elbette! Bizim Musrep avcı buradaki bütün tilkileri bilir ama onlardan en mükemmelini fark etmedi. Ya sen? O: işte benim ayıbım” dediğinde onun bakışları sadece karar ve cesaret dolu değildi... Eseney’e tam bir bayan merakıyla baktı.

-          Ya Türkmen, işte Türkmen...- Eseney gülümsedi.- Ya genç değil ki! Hiç bir kız senin gözetiminden gizlenemez. Belki sana avcı Musrep lakabı veririz ya – avcı Musrep?

Ayıp:- yapılan suç karşılığı*


Gerçek avcı ise hayran kaldı:

-Kız?.. eğer bu dediğin doğruysa Rabbim beni sopa ile kafama vurmuş demektir! Ben rezil oldum... O zaman bu Artıkbay’ın kızıdır, bu Ulpan işte! Ben onların evinde konakladığıma bir ay bile geçmemiştir.  Nasıl da onların kara rahvanını tanıyamadım? Ulpan avda benimle bir gün boyunca olmuştu ben ona iki semiz kaz hediye etmiştim... Ya, canım benim. Şimdi ben senin gözlerine nasıl bakacağım?

-      Kamçılarken tabi mümkün değildir, - Turkmen-Musrep onu daha alayladı.

Avcının verebileceği başka cevabı yoktu, o sadece başını eğdi, Eseney de şüphesini tamamen gidermek için sordu

-           Sen emin misin? O gerçekten Artıkbay-Batır’ın kızı mıdır?

-           Ya be, Sultan Ağa! Burada başka bir kıza rastlamazsın... Bu o, Ulpan idi işte. At da onun... İşte Kencetay’ın elindeki onun kara rahvanıdır. Sen de bak – bayan atlarının arka ayaklarında aynı beyaz halkalar ve alnında da yıldızı var. Bu tür atlar rahvan koşarken onun sırtına konulan kaseden bir damla su bile yere damlamaz.

Şu an herkes nasıl da genç yiğidin bir kız olduğunu fark edemediği ile hayran idiler... Ancak, havalar da kapalıydı, vakit de akşama doğru geliyordu, öncekisi gibi iri beyaz pamuklar iniyordu gökten... Kim bir bayanı bu tür önemli işleri çözmeye gönderir ki! Farketmek de mümkün değildi, ama avcı Musrep gene de iç çekiyordu, Eseney gözlerini kıstı, Kencetay ise ağasına saygı ile bakıyordu.  Bir tek Bekentay-batır, çoğu güçlü insanlar gibi soğukkanlı ve sessizce ileride ne olacağını beklemekteydi.  

 

Ulpan atına hız verdi.

1Soyul hafif sopa.


Onun akrabaları – kurleutlar yaz otluk bozkırlarından Eseney’in at sürüsünün geldiğini görmüşlerdi. Heyecan içindeydiler. Özellikle gözetimciler at üstündükülerinden Eseney’i de tanımışlar.

Onu büyük kara atın üstünde oturan Ulpan da tanımıştır. Onun başı kalın siyah bir bez baş giysiyle örtülü olmasına rağmen onu tanıdı. Tanıdı ve Eseney’i ilk gördüğünde nasıl da ondan korktuğunu hatırldı. O zamanlar o kaç yaşındaydı?  Beş yaşlarından, ondan büyük değildi.

Onun babası kızının beklenmedik yabancılarla konuşmak için gitmesine karar vermişti, ve Ulpan giysilerini değiştirdi ve haraketlerinde onlardan hiç birisi anlaşmaya gelen genç bir yiğit olmadığını aldırtmamaya çalıştı...

Şimdi de Ulpan’a bunu başarabildiğini düşünüyor ve kendinden çok memnundu.

        Bu beklenmedik gidişten sonra arkadaşları hatta Eseney bile ne yapacağını bilmiyorlardı. Bir kızdan ayıp aldılar! Kencetay’ın yanında duran toynakları ile karı kazmakta olan kara at onların dikkatsizliğinin delili idi. Belki de, Eseney şu an “Hayatta kalmak için bir hayvanı kurban et, namus uğruna ise hayatın feda” halk deyişini hatırlamış olmalı. Türkmen-Musrep onun bakışını yakaladı: - Biz, Artıkbay-Batır’ın topraklarına ayak attığımız için utanmalıyız,- dedi o. – Ancak büyük rezilimiz de onun kızının bir hayali suçu için onun atını aldığımızdadır!

O, eski çiçek hastalığından kalan Eseney’in lekeli yüzüne bakmaya devam etti.

1Biy seçilmiş hakim.

hâkim

hâkim


 выборный судья.


Eseney kendi uzun süreli hayatı boyunca bir defa bile ayıp ödememiştir. Biy atandığından beri – biy olalı çok süre geçmiştir –yazılmamış, her zaman adil olmayan ama bozkırlarda tam uygulanan hükümler çiğnendiğinde suçlulara katı ceza verilmesini talep eder... Şimdi de salak bir durumdan dolayı kendisinin suçlu olmasından o biraz tuhaf ve gülünç durumdaydı. Hem de Artıkbay onlar görüşmeyeli birçok zaman geçmesine rağmen Eseney’i rezilden de ölümden de kurtardığı anlar da tek değildi.  

Dolayısıyla nasıl yapacağına karar veremiyordu. Turkmen Musrep seslendi:

-     Bana göre en iyisi  kara yorgayı sahibine geri vermektir... Üzerine de bir at vermeliyiz.

Hayvanı izlemeyi bilen ama onun yüzünden başbaşa geldikleri nahoş durumdan nasıl kurtulmayı bilmeyen Avcı Musrep hepsinden çok sevindi.

-     Ya benim adaşım! Ah canım benim! – diye bağırıverdi O.  Sultan Ağa’nın sen iyi arkadaşı senden iyi danışmanı yoktur! Zavallı kurleutlara benim ak atımı verin...

Ancak ak atı yaşlıydı, Eseney başını salladı ve Kencetay’a bakarak “buz geçidi” anlamına gelen Muzbel lakabını taşıyan kendi adını gösterdi. Onun başından  sırtına kadar açık gri bir çizgisi vardı.  Kencetay evi tarafa fırlamaya çalışan kara yorgayı zorla tutarak haraket ettiğinde onun arkasından Eseney şöyle dedi:

-     Arteke’ye benim selamlarımı söyle... Yarın selamlaşmak için kendim geleceğimi söyle...

Kencetay at dizginleriyle kar örtüsünde kaybolduğunda Eseney kendi kararını söyledi:

- Bu tepeden geçerek... Bu topraklara Sadır’ın at sürüsü dışında bir da atın toynukları değemesin. Diğer iki sürüyü Kusmurun taraflara çekiniz. Dördüncüsünü de bizim Akkusake, Karaemen ve Eleman gölünün  yaylalarına alın. Musrepler siz ikiniz de benimle kalacaksınız, Bekentay sen Kusmurun sürüleriyle gideceksin...

Bekentay başını eğdi ve atıyla harake etti, böylece bu tepede onlarla olup bitenler hakkında o ne düşündüğünü açıklamadı.

Eseney yavaşça yalnız daha buzla örtülmemiş göle doğru gidiyordu. Sabah orada çadırlar dikmeyi emretti.

1Sürü – beraber güdülen birkaç sürü, ama başka sürülerden ayrı otlarlar.


“Yaşlanmış olmalıyım”, - diye düşündü.  – Daha dün düşman elinden atılan yayı ilk ben duyar ve kaçınmaya yetişirdim... Artıkbay-Batır’ı nasıl da incitebilirdim? Eğer bu kurleutların aulu ise, o da orada olduğunu anlamamışım... Ve ya düşünme yeteneğim bozuldu? Önceleri sürüler için kışlıkları kendim seçerdim. Şimdi de onun boş sohdetlerinin değerini bilmiyorum gibi avcının sözlerine güvendim. Bizimle konuşanın kız olduğunu da ben değil Türkmen-Musrep farketi...

Bu ani görüşme Eseney’i eski onbeş yıl önceki zamanlara geri dönmeye zorladı. O zamanlar onlar neredeyse hiç ayrılmazlar idi, ve akınlar çeşitli deyişlerle bu kahramanın cesaretini överlerdi. Artıkbay kendi kuvvetini ve ruhi cesaretini kuzey kazak bozkırlarına devamlı baskı yapmaya çalışan Kenensarı-töre1 ile  olan mücadelede göstermiştir.

Onlar bir birlerine yakın akrabalık bağlarında bulunan kerey ve  uak soylarına gelirlerdi.

İlkin tüm aksakal ve karasakalların2  Kenensarı’nın tüm kazaklara han seçilmesi için belirlenen yere toplanmasını talep eden haberciler gelirlerdi. Onlar gidip gitmeyeceğini, onu kaldıracakların beyaz keçenin köşelerinden tutup tutmayacağını düşünmeye üç gün ve üç gecelik bir süre verilirdi.

Kerey-uaklar neyi düşüneceklerdi ki. Onların Töbölsk, Baglansk, Stap, Kpitanlardaki beş mahallesi – son iki adı kazaklar Rusça’dan gelen Ştab (“merkez” anlamında) ve Kapitan (“kaptan” anlamında) kelimeleri bu şekilde benimsemişlerdir. Buralarda diğer kazak köyleri, mahalleleri ve semtleri da vardı...

Amankaragay ilçesinde pazarlar canlanmıştı. Çay ve şeker, sünger ekmek, havlu, sabun, pamuk, kadife, ipek, işlenmiş ince deri – bunların hepsi sosyal durumuna bağlı olarak çeşitli derecelerde olsa bile aul yurt hayatının bir parçası olmaya başlamıştır.

Bundan yirmi yıl önce (şimdi ise “otuz beş yıl önce - bu Eseney’e – hayatının yarısından çoğu gibi geldi) kuzey kazak bozkırlarında onların hanı düştü, ve iç çatışma, savaş ve mücadeler büyük ölçüde azalmıştır... İnsanlar geceleri huzurla uyumaya ve mutlaka nöbet koymaya gerek kalmadığına alışmaya başladılar.

 

Kenensarı bunların hepsine son vermek istemişti. Halk bellek sahibidir... Cengiz Hanın inatçı torunlarından birisini han ilan eder etmez herkes kendi yurdunda kurallara uymadan, kabile düzenlerini kolaylıkla çiğneyerek istediğini yapmaya başladılar.

Bundan dolayı gündüz ve gece, daha bir gün ve daha bir gece ve daha bir gecegündüz geçmesine rağmen Kenensarı’nın beklediği cevap gelmedi. İşte o zaman onun sarbazları işe müdahele ettiler. Sarbazlar, at sürülerini, kızları ve genç kadınları çalarlardı. Çalmaya ve yükleyip gitmeye mümkün olmayanları yakarlardı. Kenensarı’yı han tanımak istemeyen aulların durumları zordu... Fakat onları ne kırabilir ne de feshedebildi.

1Ureyadık Rusça’dan gelen “Utyadnik” kelimesinin bozulmuş hali.


гTöre – Cengiz soyundan gelen ünlü kazak soyları; genelde onun temsilcileri üst görevleri yaparlardı.

^Aksakallar – ak sakallılar, soy yaşlıları; karasakallar – siyah sakallılar, önemli konular çözülürken oy kullanabilecek yetişkin erkekler.

ьBaglan – Zverinogolovskoye köyü, şu andaki Kurgan bölgesinde; Stap – Kustanayskoye’deki Presnogorkovskaya; Kpitan – Kuzey Kazakistan’daki Presnovka.


O sıralarda Eseney Kenensarı’yı ne kadar çok düşünürse o kadar da anlaması zor olurdu. Görünüşte akılsız birisi de değil:.. Ama onun beklentisi nedir? Kazak topraklarının hem doğu hem de batısında rus şehirleri sağlam  duruyorlar ki... he de Фге... Uralsk, Orenburg, Tobolsk, Tümen, Petropavlovsk, Omsk... onların arasında kazak köyleri yer uzanmıştır. Kenensarı nerede kendi hanlığını oluşturmak istiyor? Betpak-Dal’da mı? Çıplak ve aç çölde mi? Şevhete doyumsuz Kenensarı ona katılan kabilelere nasıl bir kader hazırlamakta? Aktaban-şubırındı – büyük felaket ve rahatsızlıklardan başka bir şey olamaz!: İki yıl önce onun peşinden gidenlerden bazıları da bunu anlayarak konuklarından kaçmaya başlamışlardır... Rus urendık1 aulda istediklerini alır dedikleri doğrudur, ancak rus komşuların yaraları da çoktur. Hanın kazanına koyulandan sana çamurlu köpüğü bile nasip olmaz...

Eseney’e kendi yakın akrabaları - sibanların ruhi hali ve başkaların da ne düşündükleri belliydi ve Kenensarı’ya  karşı sıkı mücadele başlatmıştır. Kerey ve uakların beş cemaati onu umutsuzlukla destekliyorlardı.

 

2

 

 

Kazak iç çekişmelerinde yaralılar çok olur ama öldürülenler çok nadirdir. Okçular genellikle uzaktan vururlar bu nedenle de oklar öldürücü değildir.  Sopa, askeri sopa – şokpar ile donanımlı  Sarbazlar, mızrak vuruşlarına yanıt verme hatta bu vuruşlarıyla mızrak ile süngüyü kırma yeteneklerine de sahiptirler. Eğer bunlar onu başarabilirlersiniz düşmanları çaresiz kalırlar. Kılıçlı çatışmaları neredeyse kullanılmazdı. Böylece Eseney ile Kenensarı arasındaki üç yıllık çatışmada vefat edenlern sayısı üç yüz kişi de yapmaz. Ancak her iki ailenini birisinde sakatlı erkek olurdu, yakınlarını artık ondan koruma ve bakım sağlamayı umut edemezlerdi.

1Caylau – yaz yaylaları, bu tür yayalalar yarı ırk ve soylara net olarak paylaşılıştır.


Eseney’e Kenensarı’nın İşim kenanlarına at askerlerini çekmeye başladığını ve onlara kerey-uaklara yönelmeyi düşündüğünü iletmişler. Eseney de tüm beş mahalleden silah taşıyabilecek erkekleri toplamış ve onları gölün kenarındaki yaylalara odaklandırmış1. Ayrı müfrezelerin başına kendini kanıtlamış batırları ve sadık aksakalları koymuş, kendisi ise kırk atlı yiğitleri refaketinde Amankaragay ilçesinin başkanı Cengiz Valihanov ile görüşmek için yola çıkmıştır.  

 

Rus idareceileri tarafından Sultan Ağa atanan, buraların son hanının oğlu  - Cengiz Kenensarı’nın akrabalarından idi, o da bir töre’dir... O beklendiği gibi çatışmalara katılmadı, hem de onun soygunluğunu durdurmak için bir çare de görmedi. Aullar Kenensarı tarafına geçmişler mi?.. Tamam geçsinler... Kaçaklar geri dönmüşler? Olsun geri gelsinler... Böylece üç yıl devam etmiştir. Sultan Ağa kendi ordusunda oturmaya devam ediyordu eskiden alışmış oldukları gibi ona ücreti söylerlerdi,  baskınlarda varlıklarını mahveden bu bölgede yaşayanlar ona devamlı olarak kışlık sogım için  kırk semiz at, yazın ise kırk sağmal kısrak ve yüz koyun temin etmeleriyle endişelenirdi... Eseney’in amacı onun hem görüşünü hem de kendisinin onunla olan muamelesini açıklamaktı.

Sultan Ağa yazın çadıra geçmişti, Eseney onun örgüsüne kendi sadık arkadaşı Türkmen-Musrrep ve  İki batır Artıkbay ve Sadır ile beraber girdi.

Cengiz kendi kurulundaki en etkili biy ile selamlaşmak için kalktı. Sultan Ağa,  bir şeyi adaletsiz diye düşündüğünde şiddetlenen lekeli esmer yüze - Eseney’e her zaman biraz hayranlıkla, aynı anda da ihtiyatla bakardı.

- Kendi yerinize oturunuz. O her zaman sizin’dir diyerek yanındaki bir yeri gösterdi.

Eseney eve girince ev içinde bulunan herkes ayak üstüne kalktılar. Kenensarı tarafından gönderilen Tileumbet Biy de kalktı.  Onunla beraber gelen Canay Batır da kalktı

Eseney onların saygılı selamlarını doğal bir görüntü olarak kabul etti ve gösterilen saygıdeğer yere Tleumbet Biy’i aşarak Sultan Ağa’nın yanına gelip oturdu.  Otururken Eseney ona dizi ile dokundu, o da acıdan dolayı  irkilerek geri çekildi.

Herkes yerleştiğinde Cengiz sözüne devam etti.  :

Hoş geldiniz, Eseke... Sizdi görüdüğüme memunum, ama siz oturumun belirlendiği günden tam bir ay önce geldiniz. Sadece bu nedenle size – her şey yerinde mi? - diye sormak istiyorum.

Eseney öfkeyle homurdandı:-         Ya Rabbim!.. Her şey yerinde olursa ben yola çıkar mıydım? Senin sinirli akraban senin idaren altındaki hakla huzur sağlar mı ki? Gün varsa o da baskın! Bundan dolayı ben buraya geldim, böyle hayata devam etmek olmaz.

Eseney herkesin bildiği şeyi mahsus keskin söyledi ve onun her kelimesi hesaplanarak atılan bir kamçı vurgusu gibiydi.

Cengiz konuşmayı hafifleştirmeye çalıştı:

-            Biz – ordudakiler – sizin sayenizde rahat yaşıyoruz... Biz Eseney kendi soyunda bulunduğunda kimse kerey-uaklara baskı yapamaz diye umut ediyoruz...

-            İşte üç yıl boyunca, yakında üç yıl olacak kerey-uaklar eyerinde uyur oldular, - diye itiraz etti Eseney Sultan Ağa’nın gözlerine bakarak.

-            Ya bizim Eseke, öfkeli gelmiş, meğer... Eseke öfkelendiğinde ben ağız açamam bile. Cengiz gülümsedi ve bu gülümsemeyi herşeyi şakaya dönüştürme  hem de Eseney’e onun Sultan Ağa’nın hudutlarında bulunduğunu ve bunu bilmesi iyi olacağını hatırlatma girişimi olarak değerlendirmek mümkündü.

                   - Şu an da bir kavga ortaya çıkmaması için onu sabr etmeye çağırmaya da cesaret bulamıyorum.

Onların konuşması bağlantı kuramadığını fark eden Tleumbet Biy seslendi. Her zamankisi, gibi ima dolu tekdüze konuşmalarıyla şiir okuyor gibi:

 

- Kazaklar kazak olduğundan beri,

onların ülkesi de kendilerine aittir,

toprakları da onlar kazanmışlardır...

Eğer şimdi hanlığı yitirirsek,

  Bu her şeyi kaybetmek demektir!

  Aullara bela gelir,

       Ve onlar ulusallığını kaybederler!

Bu bir büyü gibi duyuldu, ileride Tleumbet uyarmaya başladı:

-Kara saba1,

tabakçının serbestçe yüzebileceği,

iki yaşındaki bir koyunun etini sıdırabilecek

Buharadan gelen büyük kazan, - her şey boş kalacak, her şey eğesiz kalır.

Büyük fırınlarda pişirilen ekmeği isteyenler,

Kendi hanını istismar etmeye katılanlar ise -

biy olsun kul olsun cezadan kurtulamaz!

 

Tleumbet öfkesinden artık tıkanmaya başladı ve sözünü de belli belirsiz tehditlerle tamamladı:

-            Böylelerin iflah ettiğini görmedim!

 

Eğer onu ilk kez ve farklı bir durumda dinlemiş olursa etkili olurdu. Fakat Eseney onu bilir, Tleumbete kendisi cevap vermeyi uygun görmedi, Musrep’e göz kıstı.

O da özenle söze başladı:

- Otagası2!.. Belki de genç olduğumdan, bilgisizliğimden veya düşüncesiszliğimden sayın Tleumbet Biy’i anlamadım. Hangi hanlık, hangi han, hangi zaman hakkında söz etti? Bizim aramızda bulunan Sultan Ağamızın babası Valihan yirmi yıl önce bu fani dünyamızı terk ettiği andan itibaren Sibirya genel valiliğinde bulunan altı ilçe kazakların öz hanının olduğunu bilmiyorum! Eğer bir avuç hain ve serserilerden oluşan değersiz  bir topluluk Kenesarı’ya han diyorlar ise – onlar han diyebilirler! Bizim onda ne işimiz var ki?  Hangi akıllı bir adam onu Han tanır? Ne amaçla? Kenesar’yı tanımayı redd edenleri soymak ve öldürmek için mi? Siz Tleuke, bize iki defa gelmiştiniz – ve ikisinde de aynı ezber sözlerinizi tekrarlayıp gitmiştiniz... Beş ilçe oluşturan kerey ve uaklardan o zaman hangi cevabı almıştınız? Aklınızdan çıktı mı yoksa?  

Tleumbet-Biy, gözlerini sıkıca kapatarak, başını aşağı eğdi. O Musrep’e bakmak değil, onun bir sözünü bile dinlemek istemiyordu. Eseney’in, bir ilçe biyinin, büyük fırınlarda pişirilen ekmeği seven Rus yardakçısının Kenesarı elçisine şahsen cevap vermek istemeden bu işi bir herzaman etrafında taşıyan türkmene vermesi önceden hiç duyulmamış bir hakarettir...

Ama Musrep sözünü daha bitirmemişti.

- Bize yapan ilk ziyaretinizi hatırlıyor musunuz?- diye devam etti,- Her şey oldukça rahat geçmişti... Ya ikinci kez?- O biraz bekleyip durdu da Eseney’in beğenmeyerek kaşlarını çatmasına önem vermeden: O gün siz evinize atsız dönmüştünüz! – diye sözünü bitirdi.

Hem de sıradan birisi değil, Biy’in eve atsız dönmesi – ne demek – kazaklarda bundan fazla rezil yoktur. Ve Sultan Ağa’nın evinde toplananların her birisine Musrep’in neyi kastettiği belliydi, bu bir çıplak gerçek olduğunu da bilirdi.  

 1Saba – bir kaç dana derisinden dikilerek yapılmış kımız için tulum.,

2Otagası – saygıdeğer insanlara söylenen bir kelime. Kelime olarak: ocak koruyucusu


O gün Kenesarı kerey-uakları kendisine itaat etmeye inandırmak için Tleumbet Biy’i ikinci defa göndermişti. Kenesarı kimi göndermeyi bilir... Ünlü biyin belagatını överken O’na çatal boğaz, bakır damak demeleri de boşuna değildir... O atasözleri ve deyimlerle dolu uygun yerinde söylenen ahenkli güzel konuşmasıyla toplananları büyülemişti... O beş kerey-uak ilçesinin temsilcilerini heyecana vurmuştu, ve onlar başıyla onaylıyor onun sözlerinin manasına değil “O degen-ay,  böyle demişti!” deyişinden etkilenerek bağırıp çağırıyorlardı... “O degen-ay,... Bir Edige   halk koruyucusu böyle diyebilir!” – diye biyi övmeye başladırlar.  

«Benim övgüye bir ihtiyacım yok, benim dediklerim kardeşlerime kadar ulaşması yeterli”, -  mütevazi bir görüntüde cevaplayarak  kendinden hoşnutluk duyan Tleumbet biy kuş tüyü yastığına yaslandı.:

Her şey onların planına göre gidiyor gibi görünüyordu.

Ama kalabalıktan yaşlı, neredeyse tamamen beyaz saçlı bir adam gelip Eseney’in yanında durdu.

«Eseney,- diye hitap etti ona,- Belki de uygun zaman değildir... ama ben biy olduğundan dolayı sana bir şikayet getirdim...  bu aziz belagata, Tleumbet Biy’e sor ki:  onun bindiği bu sarı-benekli yorganın kime ait olduğunu söylesin.

«Herhalde kendisine aittir...- diye cevap berdi Eseney- Tleumbet Biy’i başka birisinin atıyla gelir diye mi düşünüyorsun?»

Tleumbet Biy’e kuş tüylü yastık keskin köşeli bir taş gibi sezilmiş olmalı ki, O sıçrayarak ayağa kalktı da bağırdı:

«Demek ki, burada benim için bir tuzak ayarlamışsın?!»

Eseney cevap vermedi, aniden gelen talip daha ne diyeceğini bekledi.

«Olacak mı olmayacak mı bilemem ama,- diye sözüne devam etti talip.-Ancak bütün yarışlarda ün kazanan sarı-benekli yorga – benimdir. İki hafta geçti... Kahrolası soyguncular – bu senin misafirin ise onların başındaydı, benim sarı-beneklilerimin sürüsünü çaldılar. Hiç değilse bu at türünü yetiştirmeye devam etmem için bir at bile bıraksaydı! Ben yaşadığım yerden çekilip dün Kpitan’ın eteklerine sürüldüm...»

Biraz önce Tleumbet’i saygıyla dinleyen halk onaysızca mırıldanıverdiler, ancak Eseney onları el haraketiyle durdurdu:

«Sen kimsin?»

«Bazıları kendi atlarıyla ün kazanırlar, bazıları ise köpekleriyle... atıgay-karaulllardan Sautbek sarı benekli köpekleriyle tanınmışsa, ben koylı-atıgayların bir işe yaramayan ihtiyarlarından biri benekli atımla belliydim, şimdi o atım da yoktur».

«O zaman sen - Camanbala’sın

«Olabilir...»

Eseney suskundu. Onun kararını her zaman çok beklemek gerekirdi. Şimdi o Tleumbet’e hitap etmeyi tercih etti:

«Sayın biy... Lütfen, kendiniz karar çıkartınız...»

«Kamçıyla kırk vuruş!»- O telaşla yanıtlayıverdi.

«Kime

«Tabi ki, Biy’e şikayet edene

Birazcık düşündükten sonra – Eseney Camanbala’ya hitap etti: «At senin mi...?»

Kenesarı’nın kerey-uaklara yaptığı ikinci ziyareti böyle geçmişti.

Tleumbet Biy gene de kıpırdamadan, çok eskiden bozkırlara dikilen bir taş kadın gibi bir söz etmeden, gözlerini de açmadan oturuyordu.

Eseney de öncekisi gibi hiç dikkat etmeden Cengiz’e baktı;

- Sultan Ağa sen bana öfkeli gelmiş dedin... Bunun bir bahanesi yok mudur? Biraz once de ne abartıları! Kara saba, onda tabakçı bizim Elaman gölündeymiş gibi kımızda yüzerdi... İki yaşlı koyun pişecek kazan... Bunların hepsi - boş bir laftır. Onlara güvenilmez! Ekmeği küfretmek, demek ki, büyük bir günah işlemektir. Kazaklar için ekmek bir et gibi olmuş artık. Kara saba ve buhar kazana sahip hanlar ne zaman karaları beslemişler ki?.. Ben sana önceden de söylemiştim... Kenesarı’yı beyaz keçide kaldırmışlar. O Han olmuş. Onun Hanlığı nerede? Betpak-Dalda mı? İki-üç yıl önce hepsinden çok bağırarak boğazını yırtan aksakallar, bugün kendi yakınlarını geri çekip ana yurtlarına dönüyorlar. Gizlice... Eğer onları Kenesarı’nın sarbazları tutuklarlarsa ilk o aksakallara kamçı vuruluyor... Ben dün düyaya gelmiş bir çocuk olmazsam bile  daha aklımı da kaçırmış değilim. Benim dediklerimi unutma Kenesarı hiçbir zaman altı bölegeye han olamaz. Daha biraz zaman geçince kendisi de sarı arkın bozkırlarına kaçıp gider, çünkü evine, ana yurduna artık dönüş yolu yok.

Eseney şimdilik ifade etmek istediklerini söyledi de sustu.

Kurulda toplanan biyler, aksakal, batırlar da sessizce Sultan Ağa’nın sözünü bekliyorlardı. Ancak Cengiz de sessizdi.

O Eseney’in haklı olduğunu anlıyordu, ama bunu söylemedi. Kenesarı – kimdir ki... Batı ülkelerinin gururunu ezmiş rus silahkarına Avrupa’da bile kimse karşı çıkmaya cesaret bulamıyor. Kenesarı, halkı felakete doğru çekiyor, onun ayaklamaları hiç bir olumlu sonuç getirmez.

Bir taraftan da - eğer bölge başkanları ve tüm cüzlüğün1 etkili biyleri Kenesarı’yı Hanlığa seçmesi - düşünülürse. Belki çarlık da onu tanır? O durumda bozkır idareciliği ona geçer? Böyle de olabilir. Ama bu şüphelidir. Hanlık idaresi şu anlarda pek uygun bir idare değildir. Halk durmadan devam eden kanlı baskınlarla yıpranmakta, hatta umutsuzluk içindeler... Halk Kenesarı’dan vazgeçmeye hazır, şimdilik ise birilerinin “En çok Kenesarı yüz yaşına kadar yaşar, sonra da İnşallah ölecek” dediği acı sözlerini tekrarlamakta.

1Cüzler – kabileler birleşimi, kazaklaarda üç cüzlük vardı: Büyük, orta ve küçük cüzlük; kerey kabilesinden gelen Sibanlar Orta Cüze aitlerdi.


Lekeli kara dev, bunları iyi anlamakta ve cengiz kökenli Sultan Ağa’yı: ya Sultan Ağa olarak halkı Kenesarı’ya karşı idare et ya da akraban tarafına açıkça geç diyerek yön belirlemesini talep etmekte olduğu sır değildir.  Aynen bu taleplerini ifade etmek için Eseney buraya belirlenen süreden önce gelmişti.

Sultan Ağa halen kararsızdı. Tabi ki, onun görevinde bulunan, bir de binbaşı rütbeli birisi Kenesarı ayaklanmalarına ilk olarak tepki göstermeliydi. Ama nasıl da onu yapacak?.. değerli konumda oturan Tleumbet biy  onun fısıltılı iması kulaklğına siniyor, ısrar ediyor:  “Sen töre’sin, sen Han kökenlisin, senin yerin Kenensarı’nın yanındadır...” Ama oraya nasıl ulaşılmalı?

Eseney şunları da eklemeyi gerekli düşündü: - Senin akraban Kenesarı binlerce sarbazlarını kerey-uakların topraklarına çekmiş. Yakın bir zamanda saldırı yapmayı düşünüyor. Bizim de boş boş oturduğumuz yok demekten korkmam, kim  kazanacak daha görürüz. Bu defa da taraflarda birisi merhamet arz edeceği açıktır. Ben buraya seni bilgilendirmek için geldim.

Sultan Ağa daha cevap vermedi, ve Tleumbet Biy susmak yeter, kendisi de bir şey demelidir diye karar verdi. O kendisinin en büyük rakibine seslendi:

-Bize  de bir haber ulaştı, biz de ne sevinip ne üzüleceğimizi bilemedik... Amankaragay bölgesi baş biyi ünlü Eseney rusların hurcuncusu olmuş... Bizim için bir farkı yoktur, yeter ki sen rahat ol!

Tleumbet’i sakince dinledikten sonra cevap verdi: - Peki olsun... Ben kendi eskimiş hurcunumdan razıyım. O hurcunum Kenesarı’nın iki yüz sarbazını sığdırabilmiş... Bana sizi dinlemek biraz tuhaf geldi... siz atıgay ile karaul soyunun değerli biyi idiniz, şimdi de Kenesarı’nın çevik bir poştabayı oldunuz1, onun ilk işaretiyle onun gösterdiği tarafa telaşla koşuyorsunuz, Sizi de yeni fahri görevinizle kutluyorum.

.


Oturanlara onların sataşmalarını açıklamaya gerek yoktu. Eseney hurcuncu ünvanını – üç yıl içerisinde yaklaşık iki yüz kadar askeri tutuklayıp Stap’a teslim ettiği için almıştır. Tleumbet ise son seçimlerde biy ünvanından ayrıldığından beri Kenesarı’ya katılmış, onun emirlerini yerine getiriyordu.  

Hurcun – taşıma torbası, Tleumbet onu kasdetti. Bu ünvanı Eseney Kenessarı sarbazlarına karşı çıktığı için almıştır.

1Poştabay – haberci, postacı

Cengiz kendince hem Eseney’e hem de Tleumbet’e lanet ediyordu... Ya  işte, bunlar da onun evinde yüzyüze gelmişler! Onun bu döneme kadar uzatabilmesi de iyi bir durumdur. Ama eğer kendisi şimdi bu inatçı deve “evet” demezse o gider Sibirya Genel Valisine şikayet eder, büyük bölgenin yarısı isyancılar saldırısına uğrar.  Omsk’ta da her şey açığa çıkacak; tüm altı kazak bölgesi görevlisi danışman Turlıbek Eseney’in anne tarafından kuzeni’dir. Şikayetinin de: “Ben Sultan Ağa’ya birkaç kez söylemiştim,  tehlikeyi uyarmıştım, ama o benim sözlerime önem vermedi...” tarzında başlayacağı da bellidir.

Cengiz bu dakikalarda her şeyden çok “ne yapsam da iki çatışan tarafa eskisi gibi ne “evet” ne “hayır” deyip açık kavgaya dönecek görüşmelerini kesme haraketini düşünüyordu.

Kazaklarca Bersen olarak bilinen “verilen” anlamına gelen ünvanlı – Bergsen Binbaşı kendisi farkında olmadan  yardıma geldi... Kendisi ya almanlı, ya isveçli kökenli olmalı...  

-    Sultan Ağa bey, at oyunlarına herşey hazır – yüksek sesle bildirdi - oklar da hazır, Başlayalım mı?

Cengiz ona öz kardeşini görmiş gibi sevindi:

-    Tabi, tabi ...- Hemen kendi kuruluna hitap etti: -Sayın Biy’ler... Söz çok dökülürse, gerçek orada batar. Bize her bir tarafın koyduğu ateşlerin dumanı nereye doğru çekildiği bellidir. Son söz daha söylenecek, şimdilik sizi bizim halkın asker sanatı ile keyfinizi çıkarmaya davet ediyorum...

Tleumbet’in güzel konuşmasından etkilenen Sultan Ağa dedi de yerinden kalktı.

Misafirlerde haraketlendiler ve onun peşinden dışarı çıktılar. Bersen – “verilen” ünvanını boşuna kazanmamıştır. Sibirya valisi Cengiz Ağa Sultan’a yirmi silahlı kazakları vermiştir.  Güvenlik hizmeti için.  Elbette ki, uyanık bir gözetim yapmaları için de.

Don Kazaklar oyunlara hile sürme göserisiyle başlayıp kendi ustalıklarını gösterdiler. Atlar tam dörtnala giderken eyere binerler, tam dört nala koşarken bir at karnı altından geçerek ikinci atın üzengisine geçerler. Atlarının hazırlıkları da ne güzeldi! Daha biraz önce dört nala koşarken emir olunca haraketsiz kalırlar, hepsi aynı anda kolayca yan tarafa çekiliyor  kıpırdamadan yatarlar.

Eseney bibiz kazak atlarımız bu tür durumlarda şaşırıp kalacağını, birbirlerinden korkarak binicisini dinlemeden etraflara koşturmaya başlayacağını imrenerek düşünüyordu...

Cengiz danışman misafirlerini oyunları seyretmeye boşuna dışarı çıkarmadı...

Hile sürücülük gösterisinden sonra tam asker donanımlı don kazakları ortaya çıktı. Üzüm koparma oyunu başladı, güneş,  soğuk kılıçta parlamaya zor yetişiyordu – kılıç büyük bir hızla oynatıldığından kılıcı tam gözetebilmek hiç de mümkün değildi.   At üzerinde heykele vuruş oyunu da vardı. Bir de asker gösterisi  yaptılar– don kazakları birbirlerine şiddetli saldırılar yapmasına rağmen  bir çizik bile yoktu onlarda.

Biraz ileride duran Musrep, Cengiz’in çeşitli düğüncelerle Tleumbet’e baktığını fark etti. Onun Kenesarı’ya iletmesi için canlı örnekler gösteriyor. Herhalde Sultan Ağa böyle bir gösteriden sonra Tleumbet’in kendi ısrarından vazgeçeceğini düşünüyor olmalı... Böyle eğitimli ve iyi silahlanmış askerler ile kim karşılaşmak ister ki?

Ancak öğrencisi böyle kolay algılayamazdı. İlkin o sadece başkaları gibi seyrediyormuş şeklinde davranıyordu,  sonra da dayanamayıp Musrep’e kadar ulaşan alaycı sesiyle:

-     Eğer biz onlara başka bir ortamda rastgelecek olursak onların atlarını nasıl yatırıp kaldırdıklarına mı ağzımızı açarak bakacağız?.;

Hayır, hiç bir şey olmaz... Tleumbet’i inandırmak mümkün değil, Kenesarı da inanmaz. Onlar – onların biyi ve aksakalları da karşılığa direnç gösteremezler, yanlış yolundan geri döndürmek mümkün olmaz.

Don Kazakları aniden donup kaldılar, Tleumbet Biy’in onuruna yapılan yarışmanın diğer katılımcılarına sıra vrmek için kılıç gösterisi yapanlar çekilip gittiler.

İki sütun arasındaki direk ipinde kuruşlar asılıydı: iri iki eski bakır kuruş güneşte parlıyordu, iki gümüş ruble; iki tane beşlik altın ruble. Bersen oyun şartlarını ilan etti: bakır kurşunu vurup düşüren tilki kürküsü, rubleyi düşüren kurt, altını düşüren ise samur derisi ile ödüllenecek.  

Yetenek, görü uyanıklığı, beceri yönünden Eseney tarafından bir yay ile Artıkbay Batır, Tleumbet taraftan ise Canay Batır çıkacağı zaten belliydi. Önceden belirlenen elli adım uzakta beraber durdular, ve gelenek olduğu gibi saygıyla selamlaştırlar.   

-         Kerey’lerin üstün atıcısı kimseye yol vermemeli, sen at,- diye teklif etti Canay.

-         Hayır,- diye itiraz etti Artıkbay.- Sizin atanız Argın, bizim atalarımızın birincilerindendi, sizin okunuz ilk olarak fırlasın.

-         Ben sıramı sana veriyorum...

-         Ben bunu kabul edemem...

-         Kereylerin en iyi atıcısı, sen!

-   Siz benden yaş olarak büyüksünüz, siz benim ağamsınız... Üç defa yapılan teklif kabul edilmedikten sonra Canay yaya ok koydu ve hedeflemeye başlarken kirpiklerine gelen sineği kovalamak için sağ gözünü ovaladı.

-        Siz bunu yapmamalıydınız,- dedi Artıkbay şefkatle.

Canay kuvvetle dizlerini çekerek ve keskin şekilde yayı bıraktı. Ok iplikleri koparmadan, kuruşlara dokunmadan uçup kayboldu. Canay’ın altını hedeflediği de belli oldu.

Artıkbay’ın hemen peşinden attığı ok ipliğin tam ortasından geçti ve altın kuruşlar biraz parlayıp yere düştü. Yaycıları gözetecek hakim Eseneyin batırına samar derisini götürüyordu...

Canay rakibine kartal gibi saldırdı.

-          Ben atarken sen neden yanımda konuşup durdun?

-          Ben sana dostça uyarı yapmak istemiştim... Eğer tam vuracakken gözünü ovalarsan ok hedefleleni değil beyaz ışığı vurur. Şimdi de öyle olmadı mı?

-          Benim gözlerinde senin işin ne? Senin babanı öldüren ben mi, onun için benden ayıp mı talep ediyorsun?  

Artıkbay da artık kendini idare edemez oldu:

-     Artıkbay Batır babası değil zayıf bir keçisi için de affetmezdi!

-     Serseri!

-     Yaşlı kısrak, ben senden daha serseri miyim?

Onlar birbirini çoktan tanırlar ve birbirleri hakkında da bildikleri çoktu... Kenesarı’nın kız kardeşi Bopay doyumsuz  bir kadın olarak ünlüydü. Cengizli kökenli o kadın sıradan bir kazak ile evlenemezdi, fakat onun hoşuna giden batır veya ünlü erkekleri  kaçırmak ona özel bir alışkanlık değildi. Auldan uzaklarda kalan onun atının izleri hemen hemen hiç yalnız olmazdı. Onunla beraber Canay da gittiği olmuştu...

Canay toparlanarak yayını kaldırdı, ama yay Artıkbay’ın ellerinde de vardı...

Cengiz bağırdı:  - Ya yeter artık!

Batırlar hiç bir zaman bir gölden su içmeyecek, bu dünyada bir anda yaşamayacak bakışlarıyla ayrıldılar, ve gözleriyle de burada - Sultan Ağa’nın konutunda değil bir savaş alanında, hem de yakınki zamanlarda görüşmeye söz veriyorlardı...

Cengiz yarışmaların barış ve huzur getirmeyeceğini anladığından onları keserek kendi evine döndü.  

İki tarafın da batır, okçu ve mızrakçıları birbirinden ayrılarak kendi yurtların dönmekten başka çareleri yoktu.

Dolu ikramlardan sonra Cengiz Eseney ile yalnız kaldıklarında ona ikna etmeye başladı:

-      Eseke iyi ki siz bize geldiniz... Daha birkaç gün kalsaydınız. Bir defada hiç bir şey görüşülmez, karar vermek de bir günde olmaz. Belki?

Ama Eseney kabul etmedi:

-      Bir gün bile kalamam... Ben orada söylediklerimi güzel konuşma için söylemedim. Kenesarı tam benim yüreğime hedef atıyor… Ben senin kararını bekliyorum Sultan Ağa. Sonra da ben hemen gideceğim.  Ben yolda Stap ve Kpitane de uğramalıyım.

Cengiz oraya niçin gideceğini orada ne diyeceğini biliyor, bir ihtiyacın olmadığını bilse de anlatmaya çalıştı:

-      Benim yerime kendinizi koyabilirsiniz... – diye söze başladı – Ben iki ateş ortasındayım, her ikisi beni yakabilir. Ateşi yakacak ben miyim? Halk istediği gibi kendisi karar versin – bulunmuş burada  bir Cengiz – Eğer ben Sultan Ağa isem, sen de yedi biylerden birisin... Biz hepimiz çarlığa hizmet ediyoruz. Kenesarı sadece seninle benim düşmanımız mıdır? Çarlık askerleri onunla mücadele etmemize izin vermedi. Bana göre Çar bize de pek güvenmiyor... Eğer farkındaysan, ben en gizli sırlarımı seninle paylaşıyorum... Ben ve sen sadece bir ilçeyi idare ediyoruz. Kenesarı tarafındakiler Kenesarı’yı han seçme konusunda tüm üç cüzlükleri ile anlaşma yaptıklarını duyduğum var. Ben karışmam. Kaderde ne yazılı olsa o olsun. Çar konusunda ise..,- evde ikisi yalnız olmalarına rağmen Cengiz sesini fısıltı kadar azalttı. –  Bana göre bizim birbirimizi mahvetmeye son vermemize o karşı değil... Eseney batır kazak tarzında fısıltısız konuştu:

-      Ben anladım... bölge başkanı tarafından biz destek bekleyemeyiz? Öyle değil mi?

-         Sizin kuvvetiniz rakibinizdikinden daha güçlü olduğunu ben biliyorum. Bölge başkanı – bizim Eseke! – Cengi onu teselli etmeye çalıştı – Eğer ben bu işe karışırsam, nasıl algılanacak? Bu bir alay örneğidir!..- o kendi reddini iltifat ve şaka ile yumuşatmaya çaba harcadı.

-         Akşama doğru Eseney kendi binicileri tarafa yön aldı.

Türkmen – Musrep’e Sultan Ağa ile olan detaylı olarak konuşmasını açıklamak istemedi, kerey ve uaklar kendilerince korunacağını  kısaca anlatı.  Güvenecek kimseleri yok.

Eseney ve onunla gelenler gittiler, Tleumbet Biy ise daha birkaç gün Cengiz’e baskı yapmaya devam etti ama bir sonuç çıkmadı. Ancak onun Eseney tarafına geçmeyeceği de belli oldu.

Sultan Ağa kendine sadık kaldı.

 

 

3

 

Amankaragay’dan Eseney kendi yakınlarıyla beraber gece boyunca yol sürdü şafak vaktinde yazı, Ubagan nehrinin ağzı dedikleri Küçük Tengiz’de geçirmekte olan Cazı Biy’in auluna geldi.  

Bu argın kökenli Cazı Biy, bir zamanlar Orenburg ve Sibirya valiliğinin toprak sınırlamalarına katılmıştır1, onun sözü kabul edilirdi, onun sözleri de her zaman Kenensarı’ya karşı idi. Şimdilik kendi yiğitlerini kaldırıp da savaşa çağırarak: “Attan” dememiştir, fakat tüm işlerde Eseney’in destekçisi, taraftarı, dostu idi.  

Cazı’nın rus okulunda biraz eğitim görme imkanı olmuş, kendisi de uyanıktı ve Amankaragay ilçesinde – Eseney’den sonraki –  en etkili biy sayılırdı.

Kendi misafirini o hürmetle kabul etti, ancak karmaşık bir durumdan dolayı, iç içe konuşmak mümkün olmadı. Eseney attan iner inmez ve büyük beyaz eve yönelir yönelmez uzakta aula doğru telaşla koşturan  iki biniciyi gördü.

-Bunlar benim,- dedi o, biniciler yaklaştığında. Onlar hakikaten onu her tarafta arayan Eseney’in izcilerinden gelen habercilerdi. Beklenen şey de olmuş artık – Kenesarı dün İşim nehrinin bu tarafına geçmiş.

Eseney sakince onları dinledi. O bu haberi öğrenmeye hazırdı, ancak saldırı başlamadan geri dönmeye yetişeceğinden umutluydu.

-      Cazı...- o arkadaşına döndü.- Bana kırk tane at ver. Eğer sağ kalırlarsa geri veririm, eğer zarar olursa maliyetini öderim...

At yürüyüş sesi çıktığında misafirler eve girip kımızla susuzluğunu gidermeye ancak yetişmişlerdi. Bu Cazı’nın emriyle at sürüsünden getirilen kırk kısrağın yürüyüş sesi idi.

-      Bizim aramızda hesap olabilir mi – dedi vedalaşırken Cazı – Bunu düçünme bile, tazmin etmene gerek yok Eseke...

Atlarını değiştirerek onlar durmadan yollarına devam ettiler...

Yolda rastlayanlardan kısaca sordular... Ama hiç bir soruşturmasız da belliydi ki: Bu Kenensarı alışkın çıkışlarından biri değildi. Bu kesin darbe ile kerey-uakların karşılığını mahvetmek gayretiydi. Bazı aullar uyanıksızlığından bir tehlike olmadığını düşünerek yaylalarını bırakmak istemeyip kendi yazlık konutlarında kalmışlardı.

Oradan atlarını çalmışlar. Kızları ve genç kadınları kaçırmışlar. Yurttaki keçi ve kilimleri, çiniye kadar tüm ev eşyalarını götürmüşler.  

Ertesi gün güneş doğuncaya kadar Eseney kendi akrabalarına ulaşabildi. Kenesarı sarbazları kerey ve uakların yiğitleriyle çatışmaya geçmiş.  Kendi binicilerini kaybeden atlar horlayarak koşuşuyorlar... Savaşın ön kenarı bir güneye, bir kuzeye kayıyor, bunların da öbürlerinin de hem takipçileri, hem de izlenenleri vardı. Bazen takipçiler arkaya dönüyorlar, ve kendilerini izleyenlerin arkasından geri koşuyorlardı...

Eseney durumu hemen anladı. Kenesarı atlıları aşağı yukarı beş kata az olmalı, ama onlar, savaş bir alışkanlık olan sarbazlardı. Kendi yiğitleri daha dün huzurlu yaşam sürüyorlardı, sayı olarak üstünlük ediyorlarsa bile, boşu boşuna toplanırlar,  ayrı ayrı sıralarla saldırı yapmak gerektiğini anlamıyorlardı, bunlara rağmen bölge korumunu sağlamaktadırlar. Genel olarak bir düzensizlik yaşanıyorsa da şiddetli çatışmalar en cesur, kuvveti ve çevikliğiyle ünlü batır ve mızrakçıların bulunduğu taraflarda ortaya çıkıyordu.

Eseney kendisi de savaşı yönetme işini yüklenemezdi... O cesur, korkusuz bir adamdı ama ona kimse komutan diyemezdi. Yine de ne yapacağını bilirdi. İlkin savaş yerinin bir ucundan öbür ucuna  gök gürültüsü sesi ile savaş narasını haykırarak koşuyordu:

- Oşibay!.. Oşibay! Oşibay! Oşibay! Onun yiğitleri bilmeli ki: Eseney burada, Eseney onlarla beraber, bunu bilmek yiğitlerine kuvvetli ve kararlı olmayı sağlar. O her rastlayan batırını tezahüratla destekleyerek onlarla beraber savaşa girdi, aynı anda kimin oltası olduğunu gözetmeyi, kendi batırlarından kimisi hangi oyukta zayıfladığını farketmeyi de kaçırmadan hemen onlara yardıma koşuyordu böylece sarbazları geri çekilmeye mecbur etti. Kendi peşinden hiç kalmayan beş-altı batırı, kerey ve uakları büyüleyerek düşmanlar geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.

Güneş öğle saatlerinde yükseldi ve hem onların hem de öbürlerinin atları yoruldu. Sadaklardaki oklar da tükenmek üzereydi. Eseney kendisi başkanlık ettiği bir atış sırasında kenesarının elli kadar batırı yoğun bir halka içinde teslim olmak zorunda kalmdılar.

Dağıldıklarında eseneyin milisleri üç kat daha fazla ele geçirildiği belli oldu. Elleri arkasına bağlı batırları götürdüklerini hala da görmek mümkündü... Özellikle sahipsiz kalan atları yakalamaya çalışanlar daha çok tutulmuşlar.

Bu sıralarda Eseney de yaralanmış. Aniden, aptalca bir haraket etti de yaralandı! Savaş yerinden kaçmaya çalışan kendi yiğitlerini durdurmak için kovalamakla beraber tutukluları ele geçirmeye   çalışırken ok atının boyununa sıkışmış ve at yere doğru düzleşti. Yüzü sıyırılarak Eseney de yere düştü. Kanını silerek, başka at getiren Bekentay-batırın ellinden dizgini aldı ve ayaklarını yeni gelen atın üzengilerine soktu, bu sırada düşman oku gelip kürek kemikleri arasına daldı. Eseney yelesini tutarak yerinden haraketsiz kaldı...

Onunla üzengileş savaşan Musrep, Sadır ve Artıkbay ona geldiler ve eski denenmiş yöntemle tedaviye başladılar. İlkönce oku çektiler, sonra da yarasından akan kana oku batırarak acıyı gidermek için “uşık-tau” ritüelin yaptılar

-     Uşık! Uşık! Uşık! Yusuf peygamber tedavi etmeye yardım et. Uşık!.. Uşık! Uşık!.. Bunu tedavi eden biz değil, Alday’lı kara baksı1 tedavi etmekte. Uşık! Uşık! Uşık! – diye büyü sözlerini söylediler.

Musrep emir etti:

1 Baksı – büyücü

 

 

 

нахарь.


-     Şimdi çabuk olun! Doktora Stap’a götürelim! Bekentay! Biy’in atının dizgini al!

Bekentay önde, Musrep ile Sadır Eseney’i her iki taraftan eyerde destekliyorlar. Artıkbay Batır arka tarafından tutuyor.  

-Oybay yavaş olun, adım, adım  - diye inleyiverdi Eseney, onlar yerinde atları dört nala serbest bıraktılar.

Adımla gitmek – kendilerinin de tutuklu olması demekti. Musrep yüksek sesle:

- Koştur Bekentay! Durma! Koştur! Geri çekilmekte olan sarbazlar Eseney’in kendileri için en tehlikeli olan savaş yerini bırakıp gitmekte olduğunu fark ettiler, ve onları coşkuyla halkaya alamya başladılar, bir bölüğü de arkadan saldırdı.  

Böyle devam ederse sonuç kötü olacaktı, iyi ki tam bu anda Stap’tan kazak yüzlüğü yetişti.  Don kazakları zinciri dağıldı, bazıları hazır zirveleri tutuyor, güneş nurları çıplak damaları eritiyordu... Eseney ve onun batırlarını neredeyse yakalayacakken Sarbazlar ihtiyatlı bir şekilde geri çekilmeye başladılar, gene de havada birkaç veda okları düdükledi. Onlardan biri de öncekisi gibi en arkada gelen Artıkbay Batırı bulup tam sakral bölgesine vurdu...

Biraz durmak, uşıktau ritüelini yapmaya zaman yoktu... Artıkbay yoluna devam ederken kendi eliyle oku çekerek yere attı ve acının farkına varmadan atını koşturmaya devam etti. Don kazaklarına rastlayıncaya kadar yaralı olduğu hakkında hiç bildirmedi.

Hatta – sanki hiç bir şey olmamış gibisinden yüzbaşı ile rusça selamlaştı: “Dırasti...” Eseney ve diğerleri güvenli bir yere geldikten sonra Artıkbay eyerinden yere düştü.

Eseney ile Artıkbay’ı deve takımlı eyerde Stap’a götürüp asker hastanesine yatırdılar. Eseney bir aydan sonra evine döndü. Artıkbay’ı ise altı aydır hastanede tuttular ve aula atlı kızak ile getirdiler. O andan itibaren onun iki ayağı daima haraketsiz kaldı  - hatta birilerinin yardımı olmadan kendince adım bile atamazdı. Halk eğer o oku kendisi çekip de yere bırakmadan aynı okla acı giderme – uşıktau ritüelini yaptıklarında o ayaklarını kaybetmezdi diyorlar. Eseney de yaralanmıştı, fakat güvenli bir sonuçla bitti...

Eseney o ayda hastanede haraketsiz yatsa bile zamanını boşa geçirmedi.  Kenesarı’yı uzun zamandır tanımayıp inatla karşı durduktan ve eninde sonunda Kenesarı’yı gitmeye  mecbur ettikten sonra gerçekleşme zamanı yaklaşmış diye düşündüğü gizli planları vardı. Kenesarı don kazaklarının yüzbaşıları kendisine karşı kerey-uakları destekleyeceğini anlamış ve teslim alamadığı aulları daha rahatsız etmedi. Kendisi de Alatau eteklerine doğru yol alarak  güneye göç etti.

Tüm bu durumlar Eseney’i hesaba atmaya mecbur ederek kendi avantajlarını nasıl iyi kullanmayı düşünüyordu. O gün de Cengiz kendi akrabasına karşı çıkmayacağını bilerek Sultan Ağa’ya önceden boşuna gitmemiştir... Han soyundan olanlar hanlığı hayal etmemiş olamaz. Cengiz Valihanov Kenesarı’ya karşı çıkmadı, ona uzun zaman bölgeyi soymasına müsade etti, bunlarla beraber kazak halkının bölünmesine engel olamadı ve rusya hükümetinin ilgilerine ihanet etti... Eğer bu düşünceleri Sibrya valisine inandırabilecek olursa onlar onu erimiş ateşli kurşun gibi yakarlar!..

Cengiz boşuna endişelenmedi – hakikaten Eseney’in onu dinlemek için valinin kulakları her zaman açık olan kişisi vardır. O da yabancı birisi değildir – nagaşi1, kardeşi, Turlıbek Koşen-ulı, önemli bir resmi adam, valinin kazakların tüm altı bölgesi danışmanı.

Eseney zaman kaybetmemek amacıyla Turlı-bek’e birilerini göndermiş ve o Stap’a gelmiş. Eseney’in yarası iyileşemiyordu, hatta iltihaplanmış ve kardeşini acı bir ağrı ile karşıladı:

1 Nagaşi anne taraflı akrabası


- Sen neden Omsk’ta rahat rahat yatıyorsun diye sorulur? Bu salak - töreler ne zamana kadar bizim boynumuza binecekler. Oradakiler hala Cengiz’in kim olduğunu anlamamışlar mı? Ona karşı çıkmayıp bana yardım sağlamayı reddederek Kenesarı’ya büyük katkıda bulunduğunu de mi anlamadılar. Turlıbek saygıyla cevap verdi:

-            Eseke... bu fikir valilik ofisinde gün geçtikçe sağlamlaşıyor... Ancak...

-            Ancak ona dokunmaktan korkuyorlar, sen bunu mu demek istiyorsun? diye sözünü böldü.- Onu sensiz de bilirim! öyleyse hiç değilse benim ellerimi serbest edin ben beş gün içerisinde size Omsk’a elleri bağlı götürürüm, o ellerini bile kıprıdatamaz!

Omsk seminer mezunu, artık sadece giyiniş tarzı olarak değil – sert tavırlı siyah gerdanlık - tamamen bir şehir adamı olan Turlıbek bozkır inatçı ve kibirli insanı Eseney aksine çevik birisiydi... O kendisi de Cengiz’in değerini bilir, kendisi de yardım etmekle borçlu olan kuzenine yardım sağlamak isterdi, ama onun için de gerçekleştirilmesi zor olan hususlar vardı.  

Omsk’taki durumu detaylı bir şekilde iyi bilirdi. Hanlık yıkıldığından ve Sultan Ağa’lar tarafından idare edilen bölgeler oluşturulduğundan beri vali için ilk büyük deneme Kenesarı baskını olduğunu o bilirdi. Turlıbek Kenesarı’ya karşı olduğunu gizlemiyordu, zamanı geldiğinde kararlı adımlar da atmış ancak destek bulamadı. Bazı üst seviye yetkililer sıradan kazakları güvenilmeyecek vahşi hainler olarak algıladıklarından han soyundan olanların ayrıcalıklarını tamamen ortadan kaldırarak eskiyi geri yerine getirme umutlarını yok etme kararını hiç çıkaramıyorlardı.

Turlıbek diğer hususu da anlıyordu: Kenesarı kazak halkının hoşnutsuzluğundan yararlanarak, onlara kendisini han ilan etmelerini mecbur etmek istediğini. Şu an çaresizce yatan Eseney ise Sultan Ağa ünvanına ulaşmak için Cengiz’in muafiyetini Kenesarı’ya karşı kullanmayı umut etmektedir.

O daha fazlasını bilirdi. Kendini düşmandan korumak için, Cengiz ilerideki seçimlerde Eseney’i kaydırarak daha uysal ve yumuşak huylu bir biy seçmeye niyetlidir. Diğerini seçmek, Eseney Kenesarı’yı yenmesine rağmen diğerini. Cengiz’in hilelik ve ihanetliği hakkındaki iddiyaları inkar edilmeyeceğine rağmen... Ne yazık ki bunu önlemek çok zor olacaktır. O gülerek Shakespeare'nin sözlerinden örnek getiriyor, tam Cengiz’i ifade ediyor -  geceyi içkili eğlencelerle geçiriyor, gündüzü de yatakta yaslanıyor... Sanki diğer Sultan Ağa’ya gerek yok gibi!

Cengiz’in yardımcısı Bergsen de şikayette bulunarak Sultan Ağa’nın konutuna karanlık olunca Kenesarı elçilerinin geldiği, onlar auldan uzak bir yerlerde uzun süre konuştukları, birbirlerine olan saygılarını ifade eden değerli hediyeler verdikleri hakkında yazılı rapor da göndermiş. Fakat tüm şüphe, hoşnutsuzluk, hatta düz kanıtlar bile sert bir kayaya vurulup tozlanmış gibi dağılıp yok olmakta. Dolayısıyla Turlıbek’e onu kırmak değil sallamak bile çok zordur. Sonuçta Cengiz üstünlük edeceğini, Eseney ise biy görevinden maruz kalacağını tahmin etmek gerekir. Onun – bir tecrübesiz bir bozkır adamının, başka bir çevrenin adamının – Sultan Ağa olmayacağı hakkında söz edilmez bile...

Ancak Turlıbek bu düşüncelerin hepsiyle Eseney ile paylaşmadı, gereksiz saydı. Öbürü ise önceki halinde eğilerek çenesini güçlü elleri üzerinde tutan şeklinde yoğun güçlü bas sesi ile

- Ben sana niçin eğitim verdim?.. Başka bir yetim bulup onu da gönderebilirdim Omsk’a! Göster bana boşuna olmadığını! Cengiz uçurum eşiğindedir şimdi, onu biraz dürtmek yeterli olur. Ben bilirim, iyi bilirim nasıl yapılmasını – burada yatmak zorundayım, hatta başımı bile kaldıramıyorum!

Oysa benim bir vuruşumdan Cengiz’in1 şanırağı çökecekti!

Sıcağında Eseney bunu da yapardı. Hiç değilse Stap kazakları da yardımda bulunurlardı... Onlar “ordo”yu tanırlar.  «Barı bir»,- derler onlar. Kenesarı olsun, Cengiz olsun... Turlıbek bunu da iyi anlıyor. O çoşkuları sakinleştirmeye – ne Eseney’i ne de Cengiz’i kaybetmeye karar verdi. Eğer onlar açık kavga edecek olurlarsa bölgede huzurluk olmaz; Aslında Kenesarı’nın geri gelme niyeti de yok gibi.

Turlıbek mantıkla söz etti:

-   Eseke, aslında şimdi tam uygun zamanıdır. Omsk’ta sizi takdir ederler, onlar sizin – Amankaragay bölgesini isyana katılmaması Cengiz değil sizin vasıtanızla sağlandığını biliyorlar. Ben yakınkı günlerde valinin yanında oldum, size gelmek için izin aldım. O Eseney Estemesov’a büyük selamlerini söyledi... Bir de sizin başarılarınızı unutmayacağını söyledi ve Eseney’e ne tür hürmet göstereceğini düşünmekte...

Bu haberler Eseney’e  neşe kazandırdığından konuşmasına sakin başladı:

1Şamşırak – çadırın duman şıkmak için yapılmış ağaç halkası, ev, ocak anlamı da vardır.


-    Sınır komisyonuna benim adıma bir rapor ver. Benim Kenesarı ile üç yıl süren mücadelemi detaylı olarak yansıt. Özellikle benim onun için bir halsiz durum ayarladığımı, ve o terk etmek zorunda kaldığını belirt. Ben kovaladım onu. O kışı Betpak-Dal’da geçirmek zorunda, o tekrar buraya dönmek için güç toparlayamaz! O da kendi babası gibi... Kasım Hiva Han’ın uşağı idi ve Ruslarla on sene savaşmıştır. Bu oğlu da babasının yolunda gidiyor ve o yoluna devam edecektir...- Eseney sessizdi ve Turlıbek kendisine çok yükümlü olduğundan kendi isteklerini tam olarak yerine getirmeye çalışacağından emindi, yine sözüne devam etti:- Başka bir şey demem... Sen kendin de iyi bilirsin ne yapacağını, ne dersen iyi olcağını.  Benim için en iyi onur yeter ki bu defasında Cengiz kaysın görevinden!

Turlıbek vedalaşarak gidecekken Eseney’e don kazakları yüzbaşı Kotsuh ve onunla beraber Tlemis girdi – bu yiğit Stap’ta oturuyor gerekli olduğunda tercümanlık görevini yapardı.

-         Aman, Eseney Bey Estemesoviç ... – Kotsuh kazakça selamlaştı ancak Eseney’e baba adı ile hitap etti ve ona da türklerden duyduğu ve çok onurlu olduğunu bilerek “Bey” sıfatını  ekledi.

-         Aman, Efim Töre Kotsuk, aman.,.- diye seslendi Eseney.  Yüzbaşının soyadındaki Rusça “ц” (ts) harfini gerçekten telafüz edemiyor mu yoksa ya bilerek yapar mı her neyse o kendi erkekliğini ölüme dek aşağılayan bu kelime anlamını tahmin etmez olmalı, belki de tahmin etmezlikten geliyor olmalı.

-         İşte Eseney Bey, lanet olsun Kenesarı konusu kapatılmış sayılabilir?

-         Geri dönmeyeceğini mi düşünüyorsun?

-         Hayır! Nereye gelecek ki! Eseney başlayıp da Kotsuh tamamladığında O nasıl dönebilir ki!

Onların birbirlerine benzerlikleri vardı – belki de cesaretlilikleri bundan dolayı birbirlerini beğenirlerdi, kendi sırlarıyla, planlarıyla paylaşırlardı, biri rusça kelime diğeri de kazakça kelime bulamadıklarında onlara yardıma Tlemis gelirdi.

-    Demek ki, geri dönmeyecek?- Eseney Kenesarı yenilgisi hakkında daha fazla konuşmak istiyordu. O daha zafer zefkini tatmaya yetişemedi,- Ne yazık ki, ben yaralandım... Onu ben sana kendim kementle bağlayarak getirirdim!

Yüzbaşı Tlemisi başını sallayarak dinledikten sonra Eseney’ e eğildi:

-    Karışmaya çaba harcarsa her şey öyle olacak... Ancak o bir daha istemez, bizim kazak kılıçlarımızın tadına bakmıştır. Ne yazık ki, biz biraz geç kaldık... Benim kazaklar yalın kılıçları atarak gittiler... ve gittiler. Tilemis onlarla beraber  bütün bölgeyi aradı – dört gün yürüdüler daha geçen gece geri döndüler. İşim’in bu kenarında canlı kimse kalmamış, herkes kaçmış gitmiş.

Öbür gün benimkiler diğer kıyıya geçmişler, otuz kilometre kadar aradılar. Bir canlı yok. Yaşlı-özürlüler, yaşlı kadınlar hepsi bir ağıza Kenesarı’nın güneye doğru gittiğini tasdik ediyorlar...

-         Ama biraz önce sen bir yalı bile yok demedin mi...

-         Ben ellerine silah alabilecek birileri olmadığını kasdettim Eseney Bey...

Konuşma devam ediyordu, ancak Eseney düşünceli cevap veriyordu, o yüzbaşı hakkında değil Tlemis’i düşünüyordu!

Bir zamanlar Tlemis ancak on yaşında idi, babası köyde domuz gütmeyi anlaştığı için ona kırbaç vurma emrini vermişti. Çocuk dikilmiş gibi duruyordu, ne zaman annesi hıçkıra hıçkıra yalvararak affetmesi için Eseney’in ayaklarına yıkıldığında, oğlu onu zorlayarak kaldırıp eve götürmüştü. Eseney ise güzel bir kadın ayaklarına yıkıldığına cezbetti ve onu çocuğun dayanıklılığı da etkiledi – o babasına beç kamçı affetmişti... bu evin sahibi sıradan birisiydi, karısı ise erkeklerin ilgisini çekerdi. «Onun,- diye düşündü Eseney.- Çocuğun babası bu geri zekalı değil. Babası – kanca burunlu kuyumcu Çerkez, o bunların auluna sık sık gelir... Belli ki bu kadın dayanamamış, broşların parıltısına, küpelerin çan sesine caziplenmiş...»

Ondan beri birçok yıl geçti ve Tlemis de yetişmiş bir yiğit olmuş – hakikaten kafkasyalıya benziyor, gizlemek mümkün değil. Stapta yaşıyor Rusça’yı da Kazakça kadar iyi biliyor gibi. Onun yüzünden Eseney – Tlemis’in babasına kullanılan kırbaç cezasını unutmadığını gördü.

-            Babanla annen hayatta mı – sağlığı nasıl?- Eseney nazik sordu.

-            Babam vefat etti, annem ise hayatta – duygusuzca yanıtladı Tlemis. Eseney teklif tarzında:

-            Önümüzde İrbit’te fuar dzenlenecektir... beni ise görüyorsun kalkamıyorum yerimden, belki benim aulumu ziyaret edersin bu fuara gidersin? Benim başka gönderecek kimsem de yok ... – diye iç çekti.

-            Tamam öyle olsun, Eseke,- diye Tlemis heves göstermeden ve şükranlarını da belirtmeden bu teklifi kabul etti. – Ne zaman emir edersiniz?

-         Tamam iyi, en geç iki gün sonra sen bize gel. Satılacak hayvanları kendin seçersin.

-         Tamam, Eseke...

-      Gitmeden önce bana görüşmeye gel. Tlemis başını salladı.

Fakat yüzbaşı sözünü daha tamamlamamıştı:

-     Eseney Bey Estemesoviç... Yarın ben Sultan Ağa’nın köyüne gideceğim. Onun güvenliğinde bulunan kazakları geri almak lazım. Şimdi onu kimden koruyacağız ki? Kazak kadınları bana huzur vermiyorlar, onlarsız kadınlar adeta çıldırıyorlar... Aslında vali tuhaf birisidir! Bir Sultan ile savaşmayı ikincisini de korumaya emir veriyor. Siz bir şey anlıyor musunuz? Sonuçta ikisi de... Birbirlerine her  zaman elçilerini gönderiyorlar memnuniyetlerini belirtiyorlar... İşte bu ziyaretimde Sultan Ağa’nın bir yerine iyi bir biber koyacağım!

Eseney kahkahadan aynı şekilde inleyerek iki yana salladı. Onun kazan büyüklüğü siyah başı titremişken yastık tüyleri dışarıya dağıldı.

-    İkinci biberi de benim için sok – diye rica etti. Bir ay sonra Cengiz kargahından ayrılıp kendi köyüne göç etmiştir. Bu sırada bölgenin idaresiz kaldığı onun için önemli değildi. Bölge halkını da bu pek ilgilendirmezdi, o hiç geri dönmezse bile.

Bunların hepsi on sene önce olmuştur...

 

 

4

 

 

Şu an bu olup geçenlerin hepsi Eseney’e parça parça, uyumlu uyumsuz olsa bile açıkça aklına geldi.  O hatta sanki yine yaralı kaçıyor gibisinden atına hız verdi... Onun kürek kemikleri arasındaki yumrulu yarası sızlanıverdi... Evet, o zamanlar onun şöhreti güçlü ve istikrarlı idi, o kendisi de sıcak, keskin, kendi kararlarına emin, ve kırbaçlarından defalarca kan akmıştır. Şimdi o yaklaşık altmış yaşında... Yansıma, tövbe ve yardım  etme zamanı, o şimdi şiddet ve adaletsizliğe yol vermemeldir... Ne oldu? Kendisini bir zamanlar düşman okundan korumuş en yakın dostunun yerleştiği zengin bir bölgeye rezil oldu. Bu suç için Kencetay’ın batıra götürdüğü iri doru at tazminatı yeterli mi acaba? Neyse yarın belli olacak. Yarın Artıkbay’a o kendisi gidecek. Bu toprakların hiçkimseye ait değil diyen avcı Musrep’in sözüne inandığından kendini aklayarak her olup bitene onu suçlamak hoş olmuyor...

O göl etrafında bir başka örgüye gidiyordu. Göle batı ve güneyden kayın ve çam ağacı ormanı yaslanıyor. Kuzey ve güneyde ise söğüt ve süpürge çalılıkları oyukla bozkırlara yayılmış. Göl kıyıları kalın kamışla kaplı, temiz üst düzeyini ise buz tamamen kaplamamış, rüzgar gölü sanki karıncalar kışın yaklaştığını hissederek koşuşmuş gibi hafif buruşturuyor.

Kışı burada geçirmek iyidir! Orman dolu hayvan. Göl suyu tuzsuz ve talıdır. Yakıt ellerinin altında, kurumuş ağaçalar istediğin kadar yeterlidir. Ev hayvanlarını korumaya uygun yerler de vardır. O kendisi hiç bir şey arz etmeyecek. Artıkbay Batır anlayarak ona dört örgüsünden hiç değilse birisini buraya koymayı teklif ederse iyi olurdu.

Kenara yakın bir yerlerde rüzgardan ağaçlarla korunaklı bir yerde iki beyaz ve üç siyah çadır vardı. Ağaçtan yapılmış, demirle kaplı olmayan kızaklı kayakların şaftları çekili, ayrı bir odada koşum takımı ve eyerler yığılmış. Eseney’in kendisi oturduğu büyük beyaz çadırın yanında her zaman avcı Musrep yanında taşıdığı iki arap köpekleri için köperk kulübesi vardı.

 Geldiğinde köpekler havlamadılar, sahibine nazlanmadılar. Onlar sadece dışarı çıkarak çekildiler ve ileride ne olacağını beklemekteymiş gibi ona bakıyorlardı.

Eseney onlarla ilgilenmedi hemen kendi çadırına geçti. Yastığına yaslanarak Kencetay geldi mi diye dinlemekteydi. Neden gecikti? Atı teslim eder de işini tamamlar gelirdi.

Kencetay şafak sökmeden döndü.

-          Hani, nasıl geçti?- sav,bırsızlığını belli etmeden sordu.

-          Muz Bel’i batır çadırının yanına bağlayıp geldim. Batır çok memnun oldu.

-          Ne dedi?

-          Ben daha bilmiyorum kim suçludur ve suçu nedir... Ulpancan...  Ona kimse karışmadı – istediğini yapardı. Onun ne dediğini kim bilir. Eseney at göndermiş belki suçlu olduğundan değil eski dostuna cömertlik etmiş de olabilir. Bir Allah korusun onu dedi...

-          Onun kendi hali nasılmış? Yatakta olmalı, kalkabiliyor mu?

-          Kalkamıyor - evet... Bazen kapıyı açmalarını emir ediyor ve eski kavak ağacına kalkmadan ok attığını söylediler. Yüz adım uzaklıkta.  Ben bir şey demedim, o kendisi sizi yarın misafirliğe davet etti. Siz yengeniz Nesibeli’nin hazırladığı baursakların tadını unutmuş olmalısınız dedi.

                Eseney sessiz kaldı. Kendi işleriyle, mücadeleriyle, eğlenceleriyle uğraşırken on üç yıldır onun atı Artıkbay Batır’ın eşiğinde izerini bırakmamıştır...

-     Arteke daha ne dedi?..

baursaklar – ekşi hamurdan yapılmış, hayvan yağsında kızartılmış çörekler.


Kendi ihmalini tekrar hatırlatacak başka bir konuşmayı pek iletmek istemiyordu Kencetay ama yarın kendisi de oraya gideceğini bilerek gizli de edemezdi... Artıkbay kızına Eseney ile ne olay olduğunu, niçin ve hangi suç için ona yorgasını bıraktığını? – sordu. Neden Eseney yorgayı geri verdi hem de daha bir at ekledi?

Ulpan anlatmaya başladı: «Ben onlara bizim Karşıgalı yolağımızın on siban hayvanlarının kışı geçirmesi için yeterli olacağını söyledim, Eseney sürüleri için bu azdır. O zaman onlar benim çok kaba konuştuğumu itham ettiler. Ben onlarla tartışmadan dizgini bıraktım da gittim. Eğer Eseney yorgayı geri vermiş üstelik kendi atını da eklemiş ise o suçu kendi üzerine almış demektir!»

Eseney Artıkbay’ın ailesi nasıl yaşıyor fakir değil mi – diye sordu. Hayır fakir değil – dediğini duyunca onların yoksul olmadığına sevindi.  Pek de bir zengin olduğu belli olmuyor ama bütün gerekli şeyler evinde bulunuyor. Çadır yan tahtalarında bir zamanlar Artıkbay Batır’a ün kazandıran hem uzun hem kısa  mızraklar, yay ve sadaklar oklarıyla beraber, kinler ve silahlar asılı...

Eseney öğrenmek istediğini tamamen öğrenemedi fakat ilk defasına yeterli sandı. - Tamam,- dedi o. – Hadi, namaz vakti geldi... Kencetay Eseney’in sadece at bakıcısı değil imamı doğrusu teşvikçisi idi.  O duaları yüksek sesle söyler Eseney ise sadece dudaklarını kıpırdatarak onu tekrarlardı. Bu uzun hayatında o duaları tamamen ezberlemeyi başaramadı. Belki de “a” harfinin dört farklı, “s” harfinin üç türlü “h” harfinin üç ve iki ayrı durumda ayrı ses veren “g” harflerinin telafüzunu ezberlemeye özel bir emek harcamamıştır. Dolayısıyla Kencetay’ın yanında oturuyor her kelimeyi Kencetay’ın arkasından tekrarlarken bu kelimeleri neye dönüştürdüğünü bir Allah bilir...

Eseney dindar müslümana tabi olduğu gibi büyük bir özenle günde beş kez namaz kılmasına vicdanında birçok günahının olduğundan olabilir.

Özellikle bir günahı ona ağır gelmektedir, çünkü bu olaydan sonra onun kuvvetine, tesirliliğine, zenginliğine rağmen onun hayatı aşağı doğru gitmeye başlamıştır... Günlerden bir gün o rus köylerinin yanına sokulmuş yoksul bir Nuralı aulunun topraklarını alarak kendilerini çöllü bozkırlara sürmüş.  Bu aulun Aksakalları ona lanet etmişler ve bir yıl sonra iki oğlu bir günde çiçek hastalığından vefat etmiş.

Onları gömüp evine gelir gelmez kendisinde de kaşıntı ve yara kabuklarının başladığını fark etmiş. Bu yazın son dönemlerinde idi ama güneş çok bunaltıcıydı. Eseney hemen bir saat bile geciktirmeden şifalı özellikleri olan tuzlu kutsal Auliye-Köle gelmiş. Giysilerini kenara bırakıp boynuna kadar suya girmiş. Yanındakilere buraya çadır, kumıs getirmelerini emir etmiş kendisi ise uzun süre gölde yatmış. O düşünülmez bir sabır göstermiş, yara kabuklarına dokunmamış, kaşınmamış, aslında çiçek hastalığındaki kaşıntı insanı çıldırtabilir! Kendine baksıları da karıştırmamış, mollalardan da kendi sağlığı için dua etmalerini rica etmemiş.

Gölün şifalı olup olmadığını söylemek zordur ama Eseney iyileşmiş. Bu büyük denemeden hatıra olarak vücudunda bakır büyüklüğünde iri noktalar kalmış.

Düşman köyün laneti bela getirmeye devam ediyordu. Aynı yıl eşi doğum yapamaz oldu. Eseney kaderine istifa etti, mirasçılarının olmayacağına da boyun eğdi, ve Allah onun dualarını kabul edeceğinden umut ederek namaz halısına başını eğdi. Bu akşam gene onun aklına akılsız avcı Musrep’in sözleri geldi: «Bir kışı burada geçirsen Kargışalı senin oğul ve torunlarına miras olarak kalacaktır».

Eseney dua etmeye hiç yoğunlaşamadı, Arapça melodik kelimeler aklına hiç gelmiyor. Ve namazını bitirmeden kendisinin saf olduğu ve Allah onu affedeceği düşünceleriyle kalktı. Dün geç uyumamış olmasına rağmen bügün tan ağarıncaya kalktı, hiç uyuyamadı. Çadıra muğlak kendisine belli olmayan bir düşünce yılan gibi sürünerek içeri girdi. İlkin o kendisini bu Artıkbay’a verdiği zarardan dolayı oluşan bir pişmanlık diye avutuyordu. Fakat bazen birincisini göz kıpırdamadan izleyen ikinci Eseney - buna Türkmen Musrep bile cesaret edemezdi – onu durdurdu: “Kendini aldatma Eseney... Artıkbay konusu yarın halledilecek...”   

Bu nedir?.. Bir değişim duygusu, mutluluk veya üzgünlük değişimi mi anlaşılmaz. Yeter artık! Bu ön duyguyu birkaç uzun at geçişi kadar sürüklenirse keşke! Hatta o bu işi başarmış zannetti, rahatlayarak diğer tarafına devrildi, gözlerini kapattı, Allah’ı yardıma çağırdı... Ama - hayır. Ya bir yıllık deve yavrusunun güneşten uzun kirpikleriyle korunmuş gözlerinin nasıl olduğunu tahmin ediyor... Ya yeşil çayırdan fırtınalı kar beyaz kısrak kara gözlerini neşeyle kırparak yanına yaklaştırmıyor...

Eseney’e sıcak geldi ve o bıkıcı görüntülerinden kurtulabilmek için meşgul bir tarzda hangi yolağa hangi sürüsünü göndermeyi düşünmeye başladı, av köpeklerini, kışın avcılık için gerekli yarış atlarını  saydı... Ama hiç bir şey onu sakinleştiremedi.

O tek bir defa Artıkbay batırı ziyaret ettiğini hatırladı. Evet on üç sene önce. Eseney yüksek sesle ev sahibi ile selamlaşarak onun çadırına girdi, onun karşısından korkıu içinde beş yaşlarından, ondan büyük olamaz bir kız fırlayıp çıktı...Zavallı dünyada bu kadar büyük adamların olduğundan haberi bile yoktur, onun sesi ise o kıza bir gök gürültüsü zannedilmiş olmalı.  

Üç gündür kız babasının yatağına yaklaşamayı risk edememiş, onu çağırdıklarında  çatlaktan gizli bakar ve hemen kayboluyordu. O kez Eseney İrbit fuarından dönüyordu ve dostuna uğradığında elleri boş değildi. Eseney ona iyi bir at, taylı iki kısrak, nar-deve, çay, şeker, erik, üzüm, kadın elbiseleri ve ev eşyaları ile dolu balyalar getirmişi.

Üzüm ve kuru kayısı, parlak boncuklar kendi işini başardılar. Ulpan Eseney’e alışmaya başlamıştır. O kıza yine de çok büyük gibi görünüyordu ancak artık korkunç değildi.  Onun ceplerinde her zaman tatlı bulunur... Ne kadar istese de o hiç cimrilik etmiyor... Yüzü simsiyah bir de çiçek delikleri var ama ona baktığında yüzü çok merhametli.

Ulpan onunla dost oldu.

Kız onu namaz sırasında bile yalnız bırakmıyordu! Arkasından topukları ile onun omuzlarına tırmanır: “Ben deveye binerek gidiyorum uzaklara... Sen ise evde kalırsın” diye konuşurdu!” Kızın çok hoşuna gidiyor hakikaten adeta bir dev üzerinde gidiyor gibi sallanırdı. Çünkü namaz kılırken ibadet edenler çömeleyerek otururlar, ya yere doğru eğilirler, ya başını arkaya çekerler. “Şimdi düz dur, şimdi otur, şimdi tekrar eğil”. Kıza devenin gönüllü olarak kendi emirlerini yerine getirmesi zevk verirdi ve yüksek sesle çok neşeyle gülürdü.

Eseney çoktandır çocuk sesini duymamıştır. O meğerse bu yaştaki çocuklar tükenmez mucitler olduğunu, kendi komik dillerinde konuştuğunu, önemsiz bir nedenden dolayı kızabileceklerini ve küçük şeylere herhangi bir geçiş olmadan aynı anda sevineceklerini unutmuş bile.

Gün boyunca bol bol haraket eden Ulpan haraketsiz uyur ve geç kalkardı. Uyanır uyanmaz Eseney ile uğraşırdı, onun kulaklarınd tekrar küçük kızın: “Ata1... namaz oku...” sesleri çınlardı.   Ve o aslında sabah namazını çoktan bitirmiş ise bile itaatkârlıkla halıyı yayardı.  “ilk önce otur...” ve Eseney küçük nazik eller boynuna dokunmaya başladığını hissederdi. “Şimdi ise kalk”

Bir defa onun dizlerinde oturan Ulpan nazlanarak:

 


«Ata, yüzünü kim lekeledi - diye sormuş.

 

«Beni ben küçükken kara kurt pençeleriyle ezmişti... Ben kimseyi dinlemezdim, auldan kaçıp giderdim, kurt bani yakaladı. Sen evden uzağa oynamay gitme tamam mı?»

«Tamam, tamam... Sen bizim sürüdeki boğaya benzer büyük ve siyahsın». O aulda yetişmiş ve dünyada aslan ve fillerin de olduğunu bilmezdi, oysa onşara karşılaştırırdı onu.

«Hayır ben boğa değilim. Boynuzlarım yok ki benim. Eğer çocuklar beni rahatsız ederlerse onları da toslamam».

 «А-а!.. Senin kim olduğunu ben biliyorum! Sen – kara burasın1, işte sen kimsin. Ama ben senden korkmuyorum. Sen iyi burasın

*Ata – dedelere olan hitap

 

«Ben iyiyim...»

Bir kez namaz anında Ulpan inleyiverdi: “Oybay-ay, ata! Benim sırtımı birisi ısırıyor! Karınca girmiş olmalı!”

O yer atlayıverdi ve Eseney bir eliyle kızı tutarak, ikinci eli ile de elbisesini çıkarttı, kadife pantalonunu biraz aşağı indirid ve tırnaklarıyla kızın vücuna biraz  belinden aşağı bulunan siyah-kadife benin tam yanına  yapışmış karıncayı düşürdü.  

Eseney’e tepede rastlayan kız da aynı Ulpandı... On üç yıl geçti! Neşeli, nazik benli küçük yaramaz kız büyümüş. Avcı da ona kırbaç vurmak istedi! Eğer... ya eğer... Siyah ben kaybolmamalı...

«Ya yaratan, bana ne oldu böyleе! La hauli elda-belda, galı bin kazım...- Kencetay’ın yardımı olmadan rahatlatıcı dua sözlerini hatırladı, - Uyumak lazım, uyumaya çalışayım...»

Kız ona kara bura derdi ve korkmadığını da söylemişti. Herhalde bugün de akşam da korkmuyor.  Gözlerini almadan dimdik bakıyordu. Kendi gerçeğini yüzüne çıkardı ve yenilmeden gitti. Küçükken annesi iyi beslemiş tombul bir kızdı, uzun boylu zarif bir kız olmuş.

Eseney tekrar huzursuz düşüncelerini durdurmak istedi, yine de başaramadı. Şeytan bura, yaşlı siyah bura!.. Yarın Arteke ile selamlaşmak gerek, at sürüleri diğer kışlıklara gideceğini söyleyip özür dilemek gerek... Herhalde Ulpan bize çay verecek, başka kim var kı. O küçükken annesi semaverin yanında oturmasına izin verdiğinde bu işi nasıl bir hevesle yapardı. Dudakları vahşi çelik gibi kıpkırmızı ve sulu idi, gçzleri parlaktı. İyi ki çiçek hastalığı onun yüzüne dokunmamış. Allah korusun onu ...

Bunun gibi kız farkedilmemiş olamaz.  Birileri ta önceden başüstü parasını ödemiş olması büyük ihtimal. Ya, köpek! Böyle bir köpek – bu kadar büyük şans yıldızı altında doğmuş! Kazakların aptalca bir geleneğidir bu – çocuk daha beşikte iken kiminle evleneceğine karar vermek. Gücünü kaybeden, yoksul batır kızının başüstü parası olarak aldığı kalımı çoktan tüketmiştir.!

Bura iki hörgüçlü, erkek deve.

Onun annesi Nesibeli de gençken böyle güzeldi, ondan daha güzele gerek yoktu. Ulpan görüntü olarak da, mizaç olarak da annesi gibi – cömert, neşeli ve açık. Ona genç kız evlenirken başına giydiği – saukele nasıl yakışır ona! O ne zarafet ve onur ile oyma kaptaki kumısı karıştırır otrurdu! Büyük beyaz çadır hemen aydınlanacaktı.

Yedi senedir ondan ayrı oturan eşini hatırladı: Bir şey denmez... onun Kanıkey’i de güzel bir kadındı, ancak soğuk ve sivri dilli olmalı. Eseney Biy seçildikten sonra aullar arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkmasına ve halk hoşnutsuzluğuna neden olarak karısı Eseney’in haberi olmadan onunla danışmadan kendi başına dış işlere karışmaya başlamış... Böyle olmalı diye zannedermiş, çünkü o sıradan bir köylü kadın değil, ünlü biy ailesi üyesidir... Ve herşeyi Eseney’e karşı yapmaya çalışır, onunla tartışır ve alay edermiş. Oğulları vefat ettikten sonra lanet tesirine ve Tanrı Eseney’e öfkelendiğine  ve bir daha affetmeyeceğine inamış. Kendisi de kocasını lanet etmeye başlamış. Eninde sonunda Eseney çok yorulmuş beraber yaşamaya devam etmek mümkün olmuyordu ve karısının payını ayırt edeerek kendisini Kirkoylek yolağına göndermiş, ve yedi yıldır bu köye hiç yaklaşmıyor bile

O andan beri kendisi de hiçbir kadını yaklaştırmıyor. Kendi işleriyle, hayvanlarıyla, avcılığıyla ilgilenir ve dava işlerine bakardı. Böylece aileden mahrumdu. Kara bura sakinleşmiş gibiydi! Ama şeytan bütün gece işkence yapıyor. Eğer Rahman Allah yardımcı olup da yatıştırmazsa herşey olabilir...

 

5

 

 

Ertesi günü Eseney sürüleri göndermekle meşgul oldu, akşama doğru atını Artıkbay Batır’ın çadırı tarafa yönlendirdi. Onunla beraber Türkmen Musrep, Sadır ve Kencetay da gitti. Avcı Musrepi yanına almadı.

-    Artıkbay Batır’ın kızına ne söz verdiğini hatırlıyor musu? Senin tehditlerin için ayıp atzminatını ben ödedim.  Kar yoğun yağar yağamaz kartalın ile iki-üç tilki yakala ve Artıkbay’a hediye ederek ondan özür dile. Bugünlük onun dastar-hanında  senin bir işin yoktur...

Artıkbay Batır değerli dostlarını, değerli misafirlerini görünce sevinçle yüzü parlayıverdi.

-    Demek ki, kardeşinin evine getiren yolu sonunda bulmuştur! – dedi bağırarak – Aslanım benim... Dostum benim... Hadi gek yanıma yakın! Benim ise seni karşılayacak halim yok, kalkamam  ki! Her neyse hatırlamışsın beni – selamlaşma ile itirazlar birbirine karıştı. O Eseney’in ellerini uzun süre tuttu ve onun elini kendi yanaklarına dokundurduktan sonra bıraktı.

Musrep ile konuşurken yaşlara dolu agözleri parlıyordu. 

 

Dastahan- masa örtüsü, yemekler koyulmuş masa.

-      Krku bilmeyen benim Türkmenim sende buradasın...  O Musrep’in ellerini de serbest ederse kaçacak diye korkuyor gibi bir süre tuttu. – Halk ben Eseney’i ölümden kurtardığımı söylerler. Benim hayatımı sen kurtardın, Sen benim koruyucumsun, meleğimsin...

Onlar hakikaten Kenesarı sarbazları ile hesaplaşma savaşında olduğu gibi hemen hemen hepsi bir araya gelmiş. Eseney, Artıkbay, Musrep ve Sadır... sadece Bekentay yoktu. O uzun yıllar Stap’ta hastanede yattığını hatırladı ihtiyar Batır. Musrep’in aulu Stap’a yakın bir yerdeydi ve Musrep her hafta ona evde hazırlanmış yemekü kumıs gönderirdi. Sonuçta askeri doktor iç çekerek bundan ileri tıp güçsüzdür demiş. Musrep kızrakla gelip şiddetli soğuk günlerde Artıkbay’ı evine götürmüş.

Artıkbay Sadır ile de uzun selamlaştı. Onlar hem ağladılar, hem güldüler birbirlerinin omuzlarını okşadılar. Onu da Artıkbay neşe ile azarladı:

-Ya benim batırım, ünlü mızrakçı! Benim seni tekrar gördüğüm gün de geldi mi! Ah eski köpek! Niçin on beş yıl boyunca atını benim yoksul çadırımın yanına bağlamadın? Seni hayatta mı diye düşünürdüm bazen.

Sadır Artıkbay’ın yatağının yanında diz çökerek o diğer misafirlerle selamlaşıncaya kadar bekledi, sonra da eski dostuna seslendi:  

-      Ne zaman görüşebiliriz ki? Hepsi kahrolsun! Batır ve onların mızraklarının değerlendiği zamanlar geride kalmış. Senin batırın kendi mızrağını çoktan kuruka1değiştirmiştir ve çoban olmuş.

Artıkbay iç çekti. O savaşsız yaşamda askeri cesaret ve servetin her zaman yanında bulunmadığını diğerlerinden daha iyi bilir. Sadır da öbürleri gibi birçok yıldır Eseney’e bağlı kalmış.

Snra misafirler Artıkbay’ın eşiyle el vererek sırayla görüştüler, Ulpan’a ise kısa süre baktılar, o annesinin yanında duruyordu.

 

Kuruk – atları yakalamak için yapılmış ucuna ip bağlı ince uzun kulup.

Bir kısa bakış yeterli, kızı,a eleştirerek devam etmek terbiyesizlikti. O da göz ucuyla herkes ile selamlaşarak ev işlerine karıştı, iyice temizlenmiş bakır semaveri ellerine alarak dışarı çıktı.

Eseney Kargışalı’ya sürülerinin gelmesi nedeniyle ortaya çıkan acemiliği düzeltmek zamanı gelmiştir.

-Arteke - diye sözüne başladı.  - Biz sizin önünüzde suçluyuz, ama emin olabilirsiniz ki sizin buralarda oturduğunuzu biz bilmiyorduk. Sizin kampınız önceden biraz yukarılardaydı.

-     Evet, yaklaşık  yüz mil. Aksuatta... Sonraları buraya geldik.  Biraz sonra anlatırım. Kulan kuyuya düşerse onun kulaklarına karakurbağası girer. Bunun gibi bir atasözü vardır bilir misin? Ben de onun gibi bir olay geçirdim başımdan.

Ama ben sizin burada olduğunuzu, bu topraklar size ait olduğunu öğrenince at sürülerinin büyük bölüğünü Kusmurun tarafa, diğerlerine de başka yaylalara gönderdim. 

Boşuna başka yerlere sürmüşsün.  Halk arasında barış ve huzur olrsa göldeki su hepimize yeter...

- Hayır Arteke hayır! Ben nankör olmak istemem! Halk ne diyecekti – Eseney kendi kurtarıcısının topraklarını almış.  

-     Eseney bir kışı burada geçirmek istemiş ama yaşlı sakat izin vermemiş derlerse daha iyi olur...

-     Ben hiç kimseye size iftira etmeerine izin vermem Arteke.

-     Demek ki böyle... Bu kış sen benim yanımda olacaksın, ağanı kızrağına koyup bozkırlara götürüp, kurtlara avcılık ettiğinizi gösterseydin. On beş yıldır kazığa bağlı köpek gibi oldum, hiç değilse şimdi dışarı çıkayım... benim çadırlarım yanına çadır dikmeye emir et        ~:.

Böylece anlaştılar. Bir sürüsünün Karşıgalıda kış geçireceğinden emin oldu, Artıkbay ise Eseney yanında bulunursa kendisi de pek zorlanmadan kışı geçireceğini anladı.  Eseney sözü avcılığa döndürdü:

-            Tabi ki, bozkırlara gideceğiz! Yay ile mızrağınızı hazırlayın. Bana açık eşikten yüz adım uzaklıktaki kava ağacına yay attığınızı  anlattılar. İnşallah, sizin okunuz bozkırlarda bir kurtu bulacak.

-            Bakacağız... Evet ben bazen kavağa atıyorum… Benim başka eğelencem kalmış mı? böylece vakit geçiriyorum -  mızrakları biliyorum, ok yapıyorum. Eğer kimse yoksa hedefe atıyorum. Bazen olur hedefe doğru gelir, bazen de ok kaybolur gider...

Onlar Artıkbay’ın çadırına geldiklerinde atlarını acele ile bağlamışlardı, Kencetay onları uygun bir yer bulup koymak için dışarı çıktı. Onlar yakız zamanda gitmeyecekler. Komşu çadırdan semaverı ile Ulpan çıktı.

Kencetay ona seslendi:

-     Canım ... Semaveri oraya koy ben... Semaveri yere koyarken.

-     Yiğit, beni dinle... Bana canım deme! Benim ismim vardır –Ulpan. Çaydan sonra dün kendin götüren doru atı eyerlendireceksin. O yakın bir yerlerde – ağaçların yanında otluyor. Hadi... Götür şimdi semaveri.  – onun sözleri öyle  çıktı ki, ona uymamak mümkün değildi ve Kencetay semaveri kollarından tuuttu.

İlk olarak o çadıra gşrdi, Ulpan onun peşinden.

Eseney onların beraber girişini kendince yorumladı. Kencetay ağası gibi yakışıklı giyinmeyi sever, o tanınmış ve genç bir adamdır...  Ya Ulpan... Eseney şüpheyle kıza va oğlana baktı. Aslında bir şey yok gibi. Dastarhana Kencetay gelmedi:

- Atları uygun yere götürmek gerek – diye kapıya doğru gitti.   

Artıkbay şaka ile zengin olmayan ağırlamayı güzelleştirmeye çalıştı:

-        Eseney Mırza1, bizim kısraklar sağlmaz oldular, bizde evde “semaver” diye sarı kısrak güder olduk. Allaha şükür bu kısrağı istediğin zaman sağabilirsin. Kat-ıı-n!- bağırarak ev sahibi niteliğinde eşini çağırdı. Sarı kısrağı iyice sağ!

Az kalsın Eseney: “Biraz sabır et Arteke, bütün kış kısrak sütü içeceksin”  - diye bağıracaktı. Fakat başka bir şey söyledi:

-     Çaya hepimiz alıştık.  Sabah içmezsen bütün gün başın ağrır. Siz semaver getirmezseniz de biz kendimiz çay isteyecektik. Ya baursaklar?.. Çoktandır ben değerli yengemin elleriyle yapılmış baursakları tatmadım...

Çay sırasında Eseney – ne kadar çalışsa bile – kız tarafa bakmamaya gözleri onun emri olmadan gözleri kızın üzerinde duruyordu. Pembe kadife şapka, dağ gelinciği derisinden yapılmış aynı pembe kadife ile kaplı hafif mont, pembe velvet pantalon. Ayaklarında yüksek topuklu krom çizme onun üzerinde deri galoş, bu bölgelerde ona “eğik kavuş” derler. Onun tüm giysileri biraz buruşuk idi – bu giysiler özel günlerde sandıktan çıkartılacağı bellidir.

O çay verirken konuklara düz bakmadı. Sadece elleri ve yüzü görünüyor... O kendi güzelliğini gösteriş yapmayan mütevazi kızlardan gibi görünüyor... Ya da gizlenmiş güzellik yiğitleri daha derin yaraladığını anlıyor? Saçlarının palmiye kalınlıktaki sıkı örgüsü altından beyaz boynu belli oluyor. Onun elleri kendine güvenen, çecik ve emeğe alışık.

Mırza - Bey.

2Katın – konuşma dilinde: kadın, karı.


Eseney iç çekti, geri çevrildi, ama yine ona baktı. Yetişkin... Şimdi o karınca ısırıyor, benden karıncayı al der... Gece boyunca o kendisini tutmaya çalıltı: “Delirme, kar bura, delirme” büyü gibi bu sözleri şimdi de kendince  ısrar ediyordu ama bu sözler pek tesirli olmadı. Ulpan canlı onun önünde – huzursuz gece görüntülerinden daha iyi görüntülü, ve Eseney Artıkbay’ın iki sorusunu kaçırdı, cevap vermedi.  

Onun bu halini ilk olarak kızın annesi – Nesibeli fark etti, ve onun kalbi sızlandı. Bu Musrep de bunu kaçırmadı. Bir şey olacak gibi... Sadece Ulpan’ın yüzünde endişe gçlgesi bile yoktu..

Çay içtikten sonra Ulpan Semaveri duvarın yanına koyup çadırdan dışarı çıktı.

Çadır hemen hiçkimse yok gibi boş kalmış gibi oldu. Eseney üzüldü. Adeta bir bela gibi basit ve kolay kelimeler bile çıkmıyor bu tuhaf sessizliği bozmak için! Onun nasıl da tepeye yiğit kıyafetinde geldiğini Kencetay’a ne gururla yorga dizginini bıraktığını şaka ile anlatmak da mümkündü. Kız diğer ata binip gittiğinde onlar dudaklarını kıpırdatmaya bile yetişmediklerini... Bu herkesi neşeledirirdi. Belki de ulpan gülümserdi, bir şey ilave ederdi: kendisi dün ne düşünmüş Eseney ve arkadaşlarını kendi kıyafetleriyle kandırmayı başarmış mı. Belki de bir şey demezdi, sadece gözleri parlardı... Esen Biy uygun zamanında bnu konuşmayı açmayı neden düşünmedi? Yavaş anlamasının sebebi yaş özelliğidir... Neredeyse altmış yaş...!

Ulpan uzun süre aralarında bulunmadı. Eseney onun geri konukları gelmesi için bir sebep aramakla başını ağrıttı. Allaha şükür Kencetay burada, herkesle beraber, atları durgunluğa koyacağım bahanesiyle dışarıda değil... Eseney ona baktı:

-         Kencetay, belki batıra bir şarkı söylersin ...

-         Ya, barakelde1- bu ricayı ev sahibi de destekledi. Türkmen Musrep soyundakiler şarkı sözyleme ustalığına sahiplerdi, sıbızgıda güzel sesler çıkarmayı, dombrayı  neşelendirmeyi, yansıtmayı ve ağlatmayı bilirlerdi.

Ancak Artıkbay’ın evinde dombra bulunmadı ve Kencetay duyulmayan melodiyi çıkaran ellerine yardımcı olması için  kamçıyı ikiye büktü.  

O “Sluşaş”ı söylemeye başladı:

Samur şapkalı genç kız

Yiğit dumanda da yolunu kaybetmez

kaybetmez-

sevgilisine gidecek yolu bulur.

Karakollar da onu farketmez

Onları Altın Turgay yolağında

at sayısını bilmeyen Kantay yerleştirmiş!

Ama en  kıymetlisi Sluşaş –

Onun kızı Sluşaş güzelliği önünde

Güneş kararır, ay kayolup gider.

 

гBarakelde - acayip, alkışlama.

 

Kencetay’ın sesi çok dokunaklı çıkıyordu, ama burada ses bir şey ifade etmiyordu – o her kelimeye bir heyecan mantığı katıyordu, bir anlık Artıkbay’ın evinde hiç bir teklikeden ve zenginliği ile kibirli Kantay – Biy’den de korkmayan cesur aşık yiğit ve babasının köyü dumanda kaybolmuş genç kız meydana geldi. “Sluşaş hiç bir zaman açlık nedir, eski elbisesi yırtıldığı zaman yenisi yok nedir bilmezdi”  Aynı zamanda mutluluğun ne olduğunu da bilmezdi... daha genç yaşında nişanlandırılmış ve babası onun başüstğ parası olarak çok sayıda hayvanı da almış.  Damat çirkin, zayıf birisi olduğundan Sluşaş ona karşı nefret duygusundan başka bir duygusu yoktu. Altay adlı yiğidin sıcak bakışları onun ilgisini çekmeden kalmadı. Bay oğlu değil, zengin de değil ancak Sluşaş sadece onunla beraber mutluluk bulabilirdi... Sadece o yiğitle...

Belki aşıkların üzüntüsünün Kencetay’ın da üzüntüsüne denk geliyor olaması dinleyicilere çok etkili olmaktadır, onlarla beraber hayal ediyor ve umutlarının gerçekleşmeyeceğinden azap çekiyordu.  

Sonbahara doğru  kuşlar uçup giderler Sende onlarla uçup gitseydin – Sluşaş     

İğrenç güveyini sevmez Sluşaş,

Onun aşkı ise  asla güvey olamaz!

Onun bu büyük acısını kara nar deve bile kaldıramaz....

 

 Kızını satan babası at ve koyun sürülerini arttırdığından memnun.

 

Artıkbay iç çekerek kendi talihsizliğiyle paylaşıyor gibi şunları söyledi:

-     Kalım, kalım o insanlar ile ne yapmaz ki...

ve sustu. Kızın kaderine üzülen öbürleri de seslenmediler. Kencetay şarkıyı öyle seslendirdi ki kimse kayıtsız kalmadı.

Dışarıdan bir at gürültüsü sesi geldi – atlar dört nala koşuştular. At yürüyüşleri yaklaşıyordu. Seslerine göre biniciler az değildi. Köpekler havlalamaya başladı. Erkeklerin kaba sesleri duyuldu.

Kencetay duvara asılı duran mızrağı alıp dışarı atladı. Yaşlı, ağır Sadır Batırdan bu mızrağı aldığı bu çabukluk beklenmezdi, kapının önünde biraz durakladı, birileri çadıra yaklaşıyordu.     

İlk olarak eve koşarak girdi, onun pembe montu kat kat parladı. O soluk soluğa babasının başı tarafına gelip duvara yaslandı. Üç kişi kolarak eve girdi.  İleride gelen tilki takkeli kişinin bıyıkları domuz kılı gibi tıka basa olmuş. Rüzgar ocaktaki ateşi neredeyse şanırağa kadar yükseltti.

Kedi bıyıklı emir etti:

-      “Bu kızı dışarı atın! Bizden kaçıp kurtulacağını zannetmiş olmalı”

Ama Sadır yüksek sesle bağırdı:  - Ya sen, aptal! Sen kimi sürükleyip çıkarmak istiyorsun? Hani  - ve keskin zirveli mızrak çene altına batacaktı. Yiğit suya boğulmuş gibi boğazı tıklandı.

-Hani otur!

O itaatla ozak yanına otururken, Sadır mızrak ucuyla tilki takkesini ateşe attı.  Ulpan’a ellerini uzatan diğer iki yiğit de elleri kıza dokunmadan donup kaldılar. Mızrakla onları da koly kolay birincisinin yanına oturttu.

Türkmen Musrep müdahele etmedi. Müdhele etmek - kimsenin yardımı olmadan kendi gücü ile başaracağına inanan Sadır’ın onurunu kırmak demektir. Onlara daha ikisini ekledi.  Onlar gürültü sesini duyarak kendi arkadaşlarına yardıma gelmiş olabilir.

Kendinden memnunluk duyan –o çoktandır kendi kuvvet ve yeteneğini kullanmaya uygun durum olmamış ki – Sadır mızrağını elinde tutarak tutuklulardan gözlerini almadan kızını sanki küçükmüş gibi ellerinden tutarak Ulpan’ın yanında duran Nesibeliye seslendi:

-      Kögeni1 ver bana...

Pek zengin olmayan insanların eşyaları genelde el alltında bulunur – Nesibeli ipi Sadır’a verdi.

O mızrakla şapkalarını yere attı ve sırayla onların boynuna tüylü ipi giydirdi.  İlk girene bunları özel bir hevesle yaptı ve kendini onların öncüsü gibi davrandı. O karşılık göstermedi, sadece onun domuz tüyü gibi bıyıkları titredi.

-      Sen evinde kahraman gibi davran, küstah çaylak, diye mırıldandı Sadır.- Kırk kamçı vuracağım, yarı yıl ata binemez olursun... Ya sen ne dönüp duruyorsun? Mızrakla gıdıklamamı ister misin? Senin başını ise Allah’ın yardımıyla ateşte yakarım.

 

 

!Kögen – çok sayıda döngülü, kuzuları bağlamak için kullanılan  uzun ip.

Sadır onlara kasıtlı olarak isim taktı, savaşta her zaman düşmanını ve onun soyunu en kötü kelimelerle isimlendirmek, beyaz sıcaklığa kadar getirmek gerekir, o zaman düşman kendi kontrolünü kaybeder ve zafer sen tarafta olur!

Sadır ipi beşine de taktı ve arkanı çadırın iki karşı tarafına bağlayarak biraz ileri çekildi ve mızrağına dayanarak yaptığı işlere hayran oldu.

-       İşte böyle benim kuzularım... Biraz oturun sakin. Ve akıllı Eseney Biy’in kararını dinleyiniz!

Onlar zaten dalgın dalgın oturuyorlardı. Savaş sırasında yakalanarak veya hırsızlık için tutuklanarak ipe bağlı oturmak en utanç kabul edilirdi. Aula atsızdönmek kadar rezil bir durumdur... Bu tür yiğitler komşularının saygısını asla kazanamazdı. Cezanın bu yöntemi şu sıralarda çok nadir kullanıldığı da gerçektir, ama Sadır çok öfkeliydi. Onların karşısında Eseney olduğunu öğrenen tutuklular son derece korktular.

Еseney Artıkbay’ın yatağı tarafına çevrildi:

-     Bunlar kimler, Arteke? Siz bunları tanıyor musunuz? Artıkbay ellerini salladı:

 - Ben bunları bilmez olur muyum? Benim dünürlerimdir. İşte şunlar bizim Sluşaş’ımızı nişanlamışlardır. – O kızına baktı.- Yoksulluk işte... Ben Tulen isimli bir tüccar ile dünür olmayı düşünmüştüm, onun aulu Baglan’ın yanında, pokrovkalıların fuarı toplanan yeri bilir misin...  Ben hiç değilse Ulpan refah içinde yaşasın diye umut etmiştim! Onun oğlu da  Kencetay’ın şarkısındaki gibi zayıf ve çirkinmiş. Onun kemikleri hastalıymış, ayaklarını zor sürüklüyor. Büyük olasılıkla verem.; Ulpancan onunla evlenmeyi kesinlikle reddetti. O sırada onlar – kendim de oturuyordum – onu kaçırmak için geldiler. Benim onu koruyamayacağıma seviniyorlar onlar.

-            Arteke, yeter, sizin bu kadar anlattığınız yeterli, diye onun konuşmasını kesti Eseney. Sonra olup biteni biz kendimiz gördük. Sadır bu dünürleri kendi kampına götür, geceyi orada geçirsinler...

Sadır kendi zaferi ile zefklenmeye devam ediyordu. Kenesarı belasından sonra on beş yıl içinde il kez mızrakları ışılandı. On beş yıldan sonra ilk defa o bu sayıda tutukları yakaladı. Aferin Musrep’e müdahele etmedi ve onun güçünü göstermesiine imkan sağladı! Eseney de akıllıca karar çıkarttı. Gece uzun sürer. Bu geri zekalıları çadırdan teker teker yüz defa çıkartıp tekmeler ile sürükleyip girmeye ve kırbaç vurmaya yetişir. Eller yorulmaz.  Sabah biy istediği kararı çıkartsın.

Sadır onlardan ipleri çıkartarak bir ata ikişer kişi binmeyi emir etti. Çadırda beş kişi vardı, ikisi atlara bakmak için kalmışlar, onlar da karşılık göstermeye cesaret bulamadılar. Altısı üç ata binmiş, dizginleri ise yedincisine vermiş ve onların önünde gidiyordu.

Tulen’in oğlu – Murzaş, Ulpanı güveyi, önceki sene mis kokulu bozkır baharda gelmiştir. Zamanla Ulpan kendi kaderi olduğunu, Allah böyle buyurmuş diye istifa ederek kendince durmadan aşk ve nefretme hakkında bahsetmeyi bırakmıştır. Hatta o nişanlısını görmek bie istemiş.

O mavi perde arkasına geçti. Gözlerini kaldırdı – ve irkilmeye az kaldı. Nişanlısı kötü kokuyordu, gözleri oynuyordu. Eski gekeneğe göre kadınlar ellerini birleştirmeye çalıştıklarında, Ulpan’ın avuçları çürük mantar gibi kaygan ıslak bir şeye dokundu. Annesinin dükkandan getirdiği sabunla da yıkanılmayacak gibi oldu... Ve ondan beri onun dokunduğunu hatırlayınca nefretle ürpermeye başlardı ve hemen kumganı alıp ellerini yıkayası gelirdi.

O günden bu yana dünürler arasındaki ilişkilerinde göl üzerindeki buzu bir rüzgar kırdığı ve buzları birbirlerinden  uzaklaştırdığı gibi bir yarık oluştu. Arsız tüccar oğlu olmayan ihtiyarı gözdağı ediyordu. Bir zamanlar çeyiz olarak aldığğı beş kısrağı tayları ile geri talep ediyormuş. Artıkbay bu doğrudur diye geri tazminat etmiş. O zaman da Tulen siz gizli anlaşma yaptınız diyerek tüm on yıl için döl talep etmiş. O kadar at sayısını Artıkbay rüyasında bile görmemiştir! Hakaret, suçlamalar ve tehditler devam ediyormuş. Eninde sonunda Artıkbay tehlikeden uzak olmak için Aksuat’ını bırakarak buralara göç etmiştir. Fakat kurtulamamış, Tulen tarafından gelini zorla götürmek için gönderilen yiğitler onu bulmuşlar.

Eseney ise bu olaya ve kendisinin Artıkbay’ın yanında bulunduğuna seviniyordu.  Herşey iyi sonuşlandı, Ulpan da serbest!  Yarın sabahtan o  sert ama adil kararını söyleyecek, kimse ona itiraz edemeyecek. Dünürlere büyük vergi belirleyecek ve yaklaşmamaları için auldan çıkartacak! Ayrıca sürülerinden birini de onun gelecekte mutlu edebilecek şansına el koyan Tulen’in topraklarına kışlık için gönderecek.

Sadır esirleri götürmüş, Ulpan ise babasının baş tarafından nasıl duruyorsa öyle durmaya devam ediiyor. Adım bile atamıyor. Montunun üzerinden giymiş deve tüyünden yapılmış çekmenini çıkaramyor. Nesibeli de ondan uzaklaşmaktan korkuyor.

Ulpan şimdi utanmakta, ne kadar da korkmuş, o kendisini kuvvetli, cesur zannederdi, o babası ve annesine oğlu yerini alabildiği için gururlanırdı...

Akşam, Ulpan Kencetay’a doru atı eyerlemesini söylediğinde her zamanki gibi onların çadırına yakın otlat içindeki küçük at sürüsünü   yayladan götürmeliydi.

O atları toplarken aniden ormandan iki binici fırlayıp çıktılar.

-          Kimin atları?- diye sordu onlardan birisi.

-          Kimin?.. Bizim...

O bunları at hırsızı sanmış ve yüksek sesli haykırıklarla atları aula yönlendirmiş.

-     Bu o kızdır! Kızın kendisi!- diye bağırdı ağaç arkasından birisi.  

-Yakala! Tut!..

Haykırıklar onun arkasından geliyordu, Ulpan sürüyü bırakıp doru atı dört nala koşturarak arkasından kovalayanları ok atışı kadar uzaklıkta bırakıp eve yetişmiş. Ama evde konuklar olmasaydı evi de güvelnilir değildi...  O güvenlik açıklığından, yoksunluğundan acı bir duygu hissetti, Ulpan daha kendini tutamaz, babasının yatağının yanındaki keçeye düşerek gözyaşlarını döktü.

Misafirler onu kurtardılar, ancak misafirler onun bu aşağılama durumuna da tanık oldular. O kimse ona karşı çıkmadığına, herkes ona itaat ettiğine alışmıştır, aslında hayvana değiştirilebilecek ve kaçırabilecek  kızlardan biridir... bu sırada elleri bağlı eyere yüklenmiş halde götürebilirlerdi. Ve çürük Murzaş’ın kollarına atarlardı.  O tekrar titredi, ağlamamak istedi ama başaramadı. Bu kadar önemli misafirlerin onun yüzünden garip bir duruma sokulduklarına da utandı.

Eseney onu avutmak, sakinleştirmek, bundan sonra endişelenmesine hiç gerek yok demek isteerdi... Fakat dün gece aklına gelenleri belirtmeyecek sözler bulacak mı bilemiyor, ve Musrep’e baktı.

Musrrep de müdahele etme anı geldiğini anlıyordu, ama bunu Eseney yapacak diye düşünüyordu, onun işaretinden sonra seslendi:

- Ulpancan... Ağlamaya gerek yok, bela bitti. Görüyor musun Allah kendisi bizim atlarımızı sizin evinize göndermiş. Biz bu aileye sadece iyilikler dileriz – tam zamanında yetişmişiz! Bundan sonra kimse seni kovalamayacak, babanın evine girmeye kimse cesaret edemeyecek. Biz seni koruyacağız. Arteke ile yengemizin kızından daha kıymetli birisi var mı bizim için? Ne istersen onu yaparız... Seni ileride sadece mutlu günler bekliyor, ağlama artık.  

Hıçkırığı azaldı ama omuzları eskisi gib ititriyordu, Artıkbay da üzüntü içinde şöyle dedi:

-         Burada kurleutlar yaklaşık kırk aileyiz... Ama aul olarak biz sadece yazın toplulaşıyoruz, kışa yakın her yöne yayılıyoruz... Kışa doğru fırtınalardan barınmak için kalın ormanlar eteğine yerleşiriz.  Eğer siz olmasaydınız Eseney bizim için bir karanlık gün olacaktı... Eseney hepimize Karşıgalı’da yer bulunur. Sen kendin de sürülerin ile beraber bize komşu ol.

-         Artekeü ben on üç senedir sana uğramadığım için suçluyum... Ne talep ederseniz de redd edemem. Sizin dünürünüze ders vermek için ben bir sürümü onun aulunun yanına koyacağım.  

-         Oybay- ya! Sen onu mahvedeceksin.

-         Olsun... Siz kendi sürünüzü Sadır’ın sürüsüne katın ki Ulpan kış soğukluğunda geceleri sürücü gibi  yürümesin...

Akşam yemeğinden sonra misafirler toparlanmaya başladılar, Ulpan vedalaşırken gülümsedi, akşam boyunca ilk kez gülümsemiştir.  

 

6

 

 

Sabah Sadır Eseney’in kampına giderken tutuklulara bir kez daha  - zayıflara kuvvet kullananlara kendilerinden daha güçlü olanlardan hoşgörü beklemeyeceklerini ikna etmeye çalışmış... O esirlerin ellerini arkasına bğlamış, şapkalarını çıkartmış ve herkesin bağrına koymuş. Kemdisi onların peşinde mızrağını hazır tutarak gelmektedir. Yan tarafından ise Kencetay geliyor – Eseney onları götürmeye göndermiş.

-     Kerey-uak kekeu, Suir Batır tekeku! – kerey-uaklarla çekişmemeli, yoksa yenişleri bunca yıllar sonra da unutulmayan ve ismi subanlar soyunda halen savaş narası gibi söylenen ünlü Suir Batır intikamını alacak anlamına gelen uyarı söyleyişini neşeyle bağırıyor.

Uzun kaftanlarının eteğine tökezleyerek ve geceleyin bol bol yağan kara düşecek gibi gidiyorlardı tutuklular. Onlar acıkmışlardı. Suir Batır’dan pek korkmuyorlar o uzun yıllar önce ölmüştür, ancak Eseney’in  hırsız ve soygunlara karşı acımasız cezalar kullandığını duymuşlardır.

Sadır onları gelecekte ne beklediğini sesli olarak tanımlıyordu:  - Ya şeytan... Ben zamanımı harcayarak Stap’a kadar sürüklemeliyim.   Stap’ta sizin üşütük kulaklarınızı tedavi edecekler. İki ay sürecek.  Sonra herbirinizin alnınıza kızartılmış demir ile “hırsız-soygun” mühür basacaklar.  Allah’a dua ediyorum ki damgayı bana versinler! Sonra – hoşçakalın... Rus urendığı sizi köpek kızaklarıyla seyahet eden bölgelere gönderecekler.

Sadır daha yiğitler gece kamçılarına şikayet etmememlerini uyarı maksadıyla söylüyordu bunları.

-     Kerey-uak kekeku, Suir batır tekeku! – diye devam ediyordu. –Köpek kızaklarına kadar sizi iki kış ve iki yaz sürükleyecekler. Canlı olun! Siz ne dağ gelinciği gibi ayaklarınızı sürüklüyorsunuz! Eseney Biy bekliyor!

Eseney’in kampı Sadır’ın kampına yakın bir yerdeydi ve o onların daha ilerideki kaderini açıklamadan onlar artık hedeflediği yere ulaşmışlar. Yiğitler, eşikten girer girmez korkunç biyin önüne teslimiyeti işaretinde alınlarını yere değecek kadar eğildiler. Ve dikkatlice birer dizlerini bükerek eşiğin yanına oturdular.

-     Sen gidebilirsin,- dedi Eseney Sadır’a – Kendi sürünü Karşıgalı’ya götür, biz Artıkbay ile anlaştık.

Sadır dışarı çıktı. O yine bir at sürücüsü – dün akşam veya bugün sabah olduğu gibi batır değil sürücüydü.

Eseney tutuklarına baktı.

-     Hadi...- diye onlara seslendi. O kedi tüyü bıyıklı cevap verdi:

-           Biz sizin akrabalarınız Sultan Ağa, Biz kereyleriz... Biz Baglan’ın yanında oturuyoruz. Biz...  

-           Dün Artıkbay Batır’ın evine ilk sen girdin... Sen emir veriyordun... Sen kimsin?

-            Ben Tulen’in büyük oğluyum, benim ismim Mırzakeldı. Benim küçük kardeşim çocukluğundan beri hasta. Kışa yakın onun hali kötüleşti. Biz belki gelini getirirsek biraz iyileşecek diye düşünmüştük.

Bunu kendisi Eseney’i biraz yumuşatmak için geceleyin buldu - küçük kardeşi hasta ve o da kardeşine acıyor...

-     Kim hastayı evlendirir?- diye sordu Eseney.

-     Biz genç kıza evlenerek ruhu artacağını düşşünmüştük. Kalım ödenmiştir ve gelin artık bize ait sanmıştık...

-         Fakat Artıkbay Batır size herşeyi tazminat etmiş ki.

-         Hayır tamamen değil. On yıllık dölünü vermedi.

-         Е-е!..- Eseney tahminini söyledi.- Eğer Ulpan dul kalacaksa, o senin olacaktı?

-         Evet, taksır2...- Mırzakeldı itiraz etmeye cesaret edemedi.

Genelde Kazakların kurnazlığı tavşan kuyruğu gibi kısadır! Kardeşi ölüm eşiğinde.  Gelini eve götürmek yeterlidir. O yakınn zamanlarda dul olacak ve amangerliğin tüz kurralarına göre büyük kardeşi küçük kardeşinin mirasçısı olacaktır.

-     Bunu sen mi düşündün yoksa baban mı?

-     Ne ben ne kardeşim babama söyledik bunu.... Konuşmaya devam etmeye hiç gerek yoktu ve Eseney şöyle dedi:

-     Şimdi gidin. Ben sizi Stap’a urendıke göndermeyeceğim. Senin baban Artıkbay’dan kalımın kalıntılarını talep ediiyormuş? Kendisi gelsin bana. Ya da hayır...- o tehditlerini tamamen açıklamaya karar verdi.- Kışın ikinci yarısında ben sürülerimden birini sizin ilçeye koyacağım, o zaman görüşeceğim babanla. Babana dediklerimi ilet. Kencetay, onların ellerini çöz ve gönder. Ama onlara bir daha rastlayacak olursan...  

-      Asla, taksır!- diye bağırıverdi Mırzakeldı. Yiğitler Eseney’e eğildiler ve çıktılar.

Taksır - bey.


Dün akşamdan beri hiç kimse bir şey yememişlerdir, üstelik Sadırın kampına dün akşamdan beri bağlı duran atlarına yaya gitmek zorundalar. 

Artıkbay’ın yanına göç edecek olan Sadır onları uzun uzun bakışlarıyla refaket ediyordu. Maalasef... Eseney yaşlandıkça yumuşadı, hatta kamçılamayı bile emir etmedi. İyi ki kendisi yapmış... Biy değil bir sürücü olsa bile yapmış!

Aç yiğitler kendi açlık ve soğuktan titreyen atlarına binerek atlarına binerek orman tarafa gidiyorlardı.  

Her şey bitti, Eseney onlara şiddetli bir ceza kullanmadı, ama Mırzakeldı ciddi bir alarma geçirdi. Eğer biy bir sürüsünü onların örgüsüne gönderecekse bu felaket cut getirecek! Kazanları doldurulur doldurulmaz dibine kadar dışarı sıçrar! Yoksul bir kızın ne gereği vardı, onun değeri de beş kısraktır! Fakat ona benzer başka birisini bulamazsın, eğer Mırzakeldı dün o kızı kaçırmayı başarabilseydi o kız kendine ait olacaktı.

Onlar Karşıgalı’daki uzak akrabasına yöneldiler. O akrabası Ulpanı kaçırmaya gizlice yardım ediyordu. Orman kenarındaki yalnız çadıra yaklaşmadan önce izini karıştırmak için onlar çok örgü yapmışlardır.  

Onlar hakikaten yakın akraba değildi, ama gene de akrabalık bağlantıları bulunuyordu. Rımbek – onun ismi – İgamberdı’nın torunun kocasıydı, kendisi de Karabay’ın oğlu Kairgeldi’nin yeğeniydi,  Karabay Tlepbay’ın annesinin küçük kız kardeşi Akbaypak’tan doğmuştur. Tlepbay ise Ulpan’ı küçük oğlun murzaş’a nişanlandıran Tulen’in dedesidir.

Rımbek evindeydi.

Tulen’e Artıkbay’ın çadırının nereye dikildiğini her zaman Tulen’in ailesine bildiren Rımbek’ti, kurleutlar kışın dağıldıklarında “Ulpan’ı kaçırmak, kazı yakalamaktan daha kolaydır”, - diye iddiya ediyordu dastarhan üzerinde otururken.

Dün de Rımbek Mırzakeldi ve onun yiğitlerine yol u göstermiş, Artıkbay’ın sürüsü otlayan yakın bir yerlere saklanmaya yardım etmiştir. Onlarla beraber Ulpan gelinceye kadar beklemiş ve onlar kızın peşinden gittiklerinde kendi işini tamamlanmış sayarak evine acele etmiş ve gece boyunca dışarı çıkmamıştır.

Dün gece olup biten olay hakkındaki haber şafak sökünceye kadar Kargışalı’daki dağınık yerleşen kerleutların tüm kırk ailesine ulaşmıştır. Ve herkes Ulpan’ın bu tehlikeden kurtulması üzerine Artıkbay’ı ziyaret etmeyi ve sevinçlerini bildirmeyi bir görevleri olarak  billirler...

Rımbek de gelmiş, gelmemeden edemezdi. Ocağın yanında oturmasına rağmen onu üşüten konuşmaları duymuştur.

Eğer bizi asil Eseney ziyaret etmediyse Ulpancan’ımızı kaybedecektik!

-         Yengemiz kara koyunu kurbanlık etmeyi doğru etmiş! Başını da Eseney’in kendisine ağırlamak lazım...

Artıkbay’ı uyardılar:

-Aksakal siz kışın boşuna çadırınızı bizden uzakta diktiniz. Komşularınıza yakın geliniz...

-     Kim bilirdi?- dediler bazıları,- Kim?.. Demek bir hain muhbir var. Onu bulup da cezalandırmadan sükunet bulamayız.

Rımbek hırsızların boynuna rezil ipleri taktıklarıını da duymuştur. Eseney her birine kırk tane kırbaç atmayı emir etmiş bir de her birinin alnına damga vurarak köpek kızaklarla seyahet eden bölgelere süreceğini de duymuş.  Böylece saksağan şakırtılarıyla, kuzgun sesleriyle ayrıntılı bilgiler yayılmaktaydı; birileri bir şey duyar, kendilerinden de bir şeyler katıyorlardı.

Sonuçta Rımbek dayanamadı, Artıkbay’ın evinde karısını bırakarak kendisi gitmiş. Zaten sorun yeterliyken Mırzakeldı yiğitleriyle gelmiş.

Rımbek aceleyle çadırdan dışarı atıldı.

-     Yemek getir!

-     Oy-bay! Yemek?- Rımbek feryat etti .- İşte size koyun, işte kazan alınız... Ancak çabuk kaybolunuz buralardan? Rahman Allah adına gidin. Yoksa ben mahvolacağım! Onlar zaten sizin kimden öğrendiğinizi bilmek ve o kişiyi bulmak istiyorlar...

-     Köpek kuyruğu gibi titremeyi bırak!- Mırzakeldı sözünü kesti..

Ancak hem Mırzakeldı hem de onun yiğitleri Eseney’in “eğer sizi buralarda bir daha görürlerse” diyen uyarısını hatırlayarak buralarda fazla durma niyetinde değildi. Ayrılırken o Rımbek’i öfkeyle azarladı:

-     Senin domuz gözlerin patlasın! Artıkbay’ın evinde misafirlerinin, Eseney’in olduğunu nasıl bilmezdin?!

Rımbek yalvarıverdi:

-     Kulun olayım... Gidin artık!

Rımbek onlara kamçılar, kendilerini kögene bağladıklarını, sonsuza dek rezil oldukları ve bunlardan herkesin haberinin olduğunu söylemedi.  Ama: Artıkbay ihtiyarın aile huzurunu koruması için onların yanında Sadır’ı bırakmaya karar verdiğini iletmeyi gerekli sandı.  

Mırzakeldı Sadır’ın adına tükürdü ve gitti. Rımbek ise çadırına döndü. O karısını bekliyordu ve onun dönüşünden korkuyordu. O oradayken daha neler öğrendi? Allah korusun, muhbirin adı belli olmadı mı?..

Sadır Artıkbay’ın kışlık örgüsünde kalmış. Onun kampı dört kara çadırdan oluşuyordu. O çadırlarda at sürücüleri, kısrağı sağan kadınlar, kartala bakan yiğitleri olarak yaklaşık on kişi yaşıyorlardı.  

Eseney ise oturduğu yerde kaldı. Onun örgüsü neredeyse orada kalmış.

O Ulpanı sık sık görmek istemiyordu. Ona acıyarak azaplanırdı. «Ben yetmiş yaşlarında olaccağım,- diye düşündü o,- Ulpan ise – otuz yaşına bile ulaşmaz. O zaman ne olacak?..» “Ulpan Allah’ın ve ebeveynlerin kararına mutabık kalacak ve hayat boyunca kader sıkıntılarını çekecek kızlardan değildir. Hayır, öyle birilerinden değil...”

O hep böyle düşünür ve  çok samimi düşünürdü - ama onun ezilmiş, zorunlu hakikati bir gün sabah namaza hazırlanırken hayal bile edilemez mesafeye uzadı. O aniden küçük Ulpan’ın onun sırtına tırmandığını hissetti... O hem ateş içinde, hem de buz gibiydi,  ve düşünceleri dua edeceği Allah’tan çok uzakta kaldı.

İki türkmen kardeş de kızla ilgilendikleri hakkında kötü hissli düşünceleri vardı. Onlardan birisi yakışıklı cesur yiğit, ancak daha genç ve Musrep’te bulunan kendine güvenlilik yoktur... Musrep hiç evlenmemiş, yaşlı bekar, ama şeytan, başkası olamaz, ona bizr özel güç vermiş, ve kızlar genç kadınlar onu anlıyorlardı. Belki Musrep – o tüm hayatını yalnız geçirmek niyetinde değildir ve “Eseney, beni bu kızla nişanlandır” diye rica edecek.

Namaz iyi olmadı. Son kelimelerini zar-zor söyleyerek Eseney kalktı ve halıyı çekti. Çadırda kendi düşünceleriyle başbaşa kalamazdı...

Avcı Musrep daha Artıkbay Batır’a giderken onu davet etmedikleri iiçin dargın olduğu yüzünden daha gitmemişti, fakat Eseney tilkilere avcılığa gitmeyi teklif edince o çok sevindi:

- Meğer Musrep avcının da Allah’ı varmış!-dedi Sadır’.- Meğer Musrep avcı daha hayattayumış, ölmemiş...

İki kartal ve dört kurt köpeği Eseney’e aitti, iki sarı beneklinin sahibi ise Musrep Türkmen’di.

Eseney’e köpekleri ayrı ayrı kişiler hediye etmişti, dolayısıyla onlar birbirlerine alışkın değillerdi. İki sarı benekli ise aynı anneden doğmuşlar ve Türkmen Musrep keder bilmezdi. Birisinin ismi Bars, diperi ise – Sadak’tı, o yolda yarışırken hakikaten adeta bir gergin kirişli yay gibi bükülür ve uzanırdı. Köpeklerin ikisi de tanınmış soylu köpeklerdi, onlara değil onlar sahibine öğretirlerdi avcılığı. Kurtu veya tilkiyi ilk fark eden köpek kovalamaya koyulurdu, ikincisi ise ta uzaktan gelip atlardı.  

Dah yeni yola çıktıklarında Eseney’n köpekleri kendi hesaplaşmalarına başladılar. Bir yıllık dana büyüklüğünde dört erkek köpek – onların dişleri hançer gibi parlıyordu – vahşiçe birbirlerini kemirmeye başladırlar, biraz sonra  köpek alışkalıklarına göre kavgada ilk yere yıkılan kçpeğe atıldırla. Kalkacak hali yoktu, kanını yalamaya bile gücü yetmeiyordu.

İki Musrep’in köpekleri de birbirleriyle kötü geçiniyorlardı ondan dolayı Türkmen Musrep Sadır’la beraber ayrıldılar.

Bars ile Sadak’ın ev hayvanları ayakları tarafından ezilen aul yakınlarında yapacak işleri yoktu. Sadece uzaklaşştıktan sonra solunum alıp, etrafına bakınarak rastlayan izleri incelemek için başlarını aşağı eğdiler. Avcı bu sırada köpekleri acele etmemeli, oysa onlar endişelenmeye başlarlar, sabırsız olurlar ve o zaman bir yarar beklemeyin.

Türkmen Musrep ve Sadır onların peşinden adım atıyorlar. Onlar artık umutlarını yitirmişlerdi, ama öğleden sonra bir kurta rastladılar.

İlk Bars farketti onu – Bars doğrudan onun arkasından koştu. Kurt öfkeyle arkasına baktı, köpekleri, atları, atlı insanları hissetti ve kaçmak gerektiğini anladı. O bir mil ilerideydi.

- Bak!..- Sadır heyecanla bağırdı.- Kocaman,.. Bu arlan - erkeği!

Sadır barsın peşinden koştu, Musrep ise biraz bekledi. O Sadakı gözetiyordu, o yol boyunun yan tarafına yön aldı ve pek acele etmedi. Musrep adını çevirdi.

Belli bir süre sonra kurt, Bars ve Sadır gözden uzak kaldılar. Sadak ise gittiği yolu değiştirmeyi düşünmedi bile. Bazen kurtun gizlendiği tarafa başını çekerek atlıyordu.

Musrep şimdi neler olup bittiğini biliyordu... Sadak üst içgüdüsü ile, kurt kokusunun bir uzaklaşıp, bir yaklaştığı köpeğin bazen endişelenerek, bazen sakinleşmasinden fark ediliyordu... O kurtun yorulmaya başladığını de ayırt edebilir – ter kokusu karışmış. Zor.. Biraz önce yemek yemiş doymuştu, ya da yaz boyunca kolay hayat geçirerek yağlanmış olabilir. Bu sıralarda yalnız gezen dişi kurta rastlamak mümkün değildir, o yetişkin yavrularını avcılığa öğretir. Ya erkeği? Biraz önce koyunu kurban etmiş koyun kanı kokusu de geliyor.

Sadak şaşkın dondu... Koku... Kurt kokusu nereye jkayboldu? Sadak tekrar öne çekildi, ama tekrar durakladı, ve Kurtun öbür tarafa geçtiğini anladı.  Ama rüzgar aynen oradan geliyor. Şimdi bekle biraz... O sahibine sanki özür diliyor gibi baktı, ve çabuk çevrilerek eski güvenli haraketiyle çapraz koştu.

Onun endişesi Musrep’i de etkiledi, o da her zamanki gibi hızlı, en iyi atına kırbaç vurdu – Sadak çok uzaklaşıyordu, ona yetişemiyordu. Biraz sonra musrep eyeri üzerinden kurtu gördü. Sadak gergin yay gibi gelip onu yan tarafından vurdu, kurt yere düştü ve iki veya üç defa devrildi, arkasından Bars yetişti, diğer köpekler ve kurt iç içe bir top gibi yuvarlandılar.

- Afferin sana, Sadak’ım! Afferin Bars!- tam dörtnala giderken kamçısını sallayarak herkese bağırıyordu.

Ama o katliam yanında bulunduğunda onun yapacak bir işi omadığını anladı – kurt kanına boğulmuştu, bağırsakları dışarı kara dökülmüş.  Bunu Bars yapmıştır.

Onların köpekleri bir daha kendilerine denk gelecekler olmadığını tasdik etmişler. Hatta Musrep avcı dediklerinin de yoktur. Bu defasında Sadak ile Bars bir hile gösterdler herhalde durum onu talep etmiş olmalı. Son elli adımı Sadak kurta görünmemek için sürünerek yaptı, uygun saniyede ona atladı ve yere serdi ve boğazını yakaladı... Aynı anda kovalamakla öfkelenen Bars yetişegeldi, kurt karnına dişlerine batırdı, iki defe başıyla vurdu...

Musrep kurtu Sadır’a attı, onun at büyüklüğüne.  Köpekler galip niteliğinde yan yana koşuyorlar ve ara sıra hırıltı ediyorlar, kurt başı gücsüz asılı, ve Sadır’ın atı da kurtun ölü olduğunu ve herhangi bir tehlike olmadığı hissetdiyor olmasına rağmen tedbirle homurdanıyor.

Yarı yolda Artıkbay’ın evine rastgeldiler. Bu ihtiyara uğramamak, hem de kazandıkları kurtu hediye etmemek mümkün değildi. Arka bacaklarından tutarak, Musrep onu eve sürükledi.

-      Аrteke,- diye seslendi o – bu kurt sizin...

Evet, yaşlı batır samimi dostluk ilişkileri değil basit insan ilgisinden mahrumdu. O yatağında oturarak iki elini birden Musrep’e uzattı:

-      oybay, benim kardeşim! Karım, kazanı getir toy yapacağız. On beş yıl sonra ilk defa benim evime kurt derisi geldi!

Belki o biraz abartıyor olabilir, akrabaları ona av payından paylaşır olmalı. Ama onun samimi sevinçinden kimse kuşkulanamaz.

Akşama doğru Eseney Artıkbay’ı ziyaret etti.

Kurtun derisini soyarak keregeye asmışlar. Başı keregeyi şanırakla birleştiren uıklara kadar uzanmış, kuyruğu ise yere sokulmuş.

-            Türkmen bu kurtu sen mi hediye ettin Arteke’ye? - diye kıskançla sordu Eeney.

-            Evet, ben...- kayıtsızca cevap verdi Musrep, - sadece bunu tutabildik...

-            İyi... Kır saçlı!- Eseney belirlemeden kalmazdı – Sizin servetleriniz dokuzer defa üçe çoğalsın! Ancak bizim de elimiz boş değil...

Çadır kapısı açıldı ve Musrep avcı iki kırmızı tilkiyi önünde tutarak girdi.

-           Benim Ulpan’ım nerede?..- diye seslendi O- Nerede benim kar beyazım? Gel buraya... Benim ayıbımı kabul et... Assalamualeykum Arteke! Aileniz, mal-canınız nasıl – iyi mi? Ulpancan, senin agayın1 sana haksızlık etti. Al bunu, affet beni.. Merhaba Nesibeli sen herhalde bana gülmekten yorulmuyorsun? Tamam, gül insanlar yaşlılara gülmeyi beğenirler…

 

Agay  - büyük erkek kardeş, amca, ağa,  yaş olarak büyük olan erkeklere söylenir.

-     Siz veriyorsınız ben alıyorum:..- dedi ona gülümseyerek.-Şimdi de kendinize geri veriyorum. Bana ayıp ücreti gerek değil, ve o tilkileri tekrar avcının ellerine koydu.

Mevki yere otururken Eseney de konuşmaya katıldı:

-     Ayıplar iadeli ve iadesiz olabilir ben bunu sana Biy olarak söylüyorum...- hem doru at, sarı bel, hem de Muzbel de Ulpan’da kalacağını açıkça imay etti. Avda sabahtan beri Eseney nasıl kız ile konuşmak için konuyu nasıl açmayı düşünüyordu...

Ulpan da yine de suskun kalmak uygun olmadığını hissederek şaka ile yanıtladı:

-     Kendi sürüsüne tekrar dönen atı iade edilmiş saymak mümkün müdür?  

Kızın Muzbel-doru Artıkbay’ın atlarıyla beraber Sadır’ın sürüsüne katıldığını kast etmiş olduğunu Eseney anladı. O kızın şakasını kabul etti ve kendisi de şakayla imay etti:

-     Kendi sürüsüne dönmüş?.. Bu bütün sürüyü götürmek mi demektir?

Ulpan büzüldü, ama sır vermedi. Bu ihtiyar ne demek istiyor? Kalım ücretini ödemeye hazır olduğunu mu kast ediyor yoksa? Onun bu düşüncelerini kovmak gerek!

-        Süresiyle getirilen atlar bizim evimize hiç iyilik getirmemiştir -  dedi kız.  

Türkmen Musrep dinliyordu. Ne olacak... Musrep avcı ise hiç bir şey anlamadı, tilkiler hala elindeydi ve kendi konuşmasını başlattı:

-Ulpancan! Olsun, ben senin kurbanın olayım, kahrolsun şu ayıp karşılığı! Ben senin babana hediye ediyorum diye bil. Lütfen tilkileri al. Kabul etmezsen atacağım...

Başka çaresi mi vardı? Ulpan tilkileri alarak komşu çadıra götürüp çay vermek için hemen geri döndü.

Dastarhan üzerinde gene avcılık hakkında söze başladılar. Musrep avcı Eseney nasıl güzel geyiği kaçırdığı hakkında söz etti:

-     Eseke ne yazık ki! Kar beyası bir maraldı, boyuzları sanki altın kaplı gibiydi! Ya sizin köpekleriniz... Kendi aralarında kavga etmeselerdi geyik gitmeyecekti! İyi köpekler kimi yan taraftan, kimi arkasından, kimi de önünden gider... Ya sizinkiler? Hepsi beraber arkasından koştular, yoruldular, kavga ettiler onları zar-zor dağıttık. Ayrı ayrı yerlerden alınan köpekler avcılığa yaramaz, işte maralı kaçırdık.

Artıkbay merakla onu dinliyordu.

-           Maral mı dedin? Kar gibi beyaz? Oybay! O maralı bir kez bizim Ulpan kurtarmıştı. Yiğitler onu bir gün boyunca kovalamışlar, nihayet yakalayacakken, kendini göle atmış. O maral değil mi?..

-           Herhalde O,- dedi Ulpan.

Artıkbay’ın Ulpan kurtarmış maral dediği doğrudur. Maral göle girince onu ordan nasıl çıkartacağını bilemeyen avcılar Artıkbay’a yay ve ok götürmek için birisini göndermiştir. Ulpan onlara yayı vermedi, ve kendi yorgasına binerek göle yönelmiş.

Bu Maralı Ulpan önceden tanıyormuş. Bazen ormanda görürdü onu, o da kıza alışkın idi. Kız onu kovalamaz, acımasız köpeklerini ona karşı kışkırtmazdı. Maral kızı yanına yaklaştırmaz ama ondan kaçmazdı da. Otlamasına devam ederken çok tedbirli bile olsa – Ulpan’a göre – kendisine dostça bakardı.

Ulpan göl kenarında toplanan yiğitleri gördü – on beş kişi. Yakınlarda ama ulaşılmaz bir yerde av olduğunu hisseden köpekler öfkeli havlamalarıyla koşuşuyorlardı. bu anda göl suyu artık soğumuştur, dolayısıyla ne avcı köpekleri ne de onların sahiplari suya girmek istiyorlardı.

Ulpan uzun sğre onlarla konuşmadı:

- Herkes kaybolun burdan!- diye cesaretle bağırdı.- Bu ne rezillik? Kerleutların kırk örgüsü zavallı geyiği kırk parçaya bölmek istiyorlar. Ona dokunmayın! O benim geyiğimdir!

Yiğitler onun müdahelelesinden sevinç duymazsalar bile kovalamakla zor geçen günden sonra kızla tartışmadan köpeklerini alıp geri çekildiler. Geyik onlar gözden uzaklaşıncaya onların kokusu – tehlike kokusu havaya karışıp kayboluncaya kadar bekledi. Bütün gün onu izlemişlerdir, ama Ulpan’dan o paldır küldür kaçmadı, yorulmuş onu ormana götürdü.

Geyik hakkındaki konuşma beklenmeyen biraz başka manaya döndü, Türkmen Musrep onun her dönüşünü dikatliice izliyordu.

Hepsi Musrep avcının haykırısından başladı:

-      Siz bir görseydiniz o geyiğin gözlerini! Sim – siyah... Sana bakıyor... Adeta kalbini izliyor...

O geyiği kast etmişti ve sadece geyiği ama Eseney kendi de farkında olmadan aniden şöyle dedi:

-      Sen onun gözleri siyah mı dedin. Ya alnı? Kar beyazı saf alın!- Bu doğrudan Ulpan ile ilgili olduğunundan utanarak Eseney Türkmen Musrep’e bakarak tesadüfen olduğu gibi şunları ekledi: - Eğer sen sarı beneklilerinle ayrılıp gitmeseydin beyaz geyiği hiç bir şey koruyamazdı.

Fakat Musrep bu konuşmada Eseney tarafta olmak istemedi, ve  o da kendine göre çevirdi:

-      Ya-a... Neden hiç bir şey kurtaramazdı diyorsun? Ben bugün de gördüm onu.  Çok yakışıklı! Elli adımlık mesafede süpürgeden  dışarı fırladı.  Ama ben onu takip etmedim köpekleri de çektim- O Ulpan’ın minettar bakışını farketti:- Bu tür huzurlu hayvanlara kibirli köpeklerimi ayarlamam. Kurt ve tilkiler benim. Geyiğe dokunmaya gerek yok.

Ulpan sessizce, sadece gözleriyle Türkmen Musrep’e: “Dediğiniz doğru mu? Buna inanabilir miyiz?” diye soruyordu. Artıkbay da sevindi:

-      Ya, Ulpancan!  İyi ki Musrep var – o da tam senin gibi düşünüyormuş.  Bizim auldaki herkes o geyiğe – Ulpancan’ın geyiği derler. Ona dokunmak değil korurlar.

Musrep avcı resmi bir şekilde:  - Ben de dokunmayacağım... Eğer bundan sonra senin geyiğine bir av gözüyle bakarsam evde beşikte uyuyan çocuğumu bir daha göremez olayım, - diye söz verdi! Ulpan ona uyarı yaptı:

-     Agay, birde dişi geyiği vardır, iki yavrusuyla Tuzdı-Köl’ün yanında yaşıyor1... Onlara da dokunulmamalı... Bak...

1 Tuzdı-Köl – tuzlu göl


Eseney ilkin dastarhan üzerindeki bu konuşmanın böyle devrildiğinden memnundu. Özel manalarla dolu... Sonra? Hepsine Türkmen Musrep suçludur! Geyik güzelliğini kız güzelliği ile karşılaştırarak, kız güzelliğini ise geyik güzelliği ve asilliği ile karşılaştırarak övse olmaz mıydı. O ise?.. «Köpekleri ayarlamam... azap vermek... ezmek...» Hepsini anlıyor, sanki söz avcılık ile ilgili olduğu gibi kasten diğer tarafa çeviriyor...  Ulpan kendisi de konuşmayı desteklemeye karşı değildi... İki Musrep birisi hile yaparak, diğeri de aptallık ederek konuşmayı aşılmaz orman tarafa çevirdiler. O da karışmadı...! Ne gibi uygun dönüşler vardı... Ulpan, sürüleriyle alınan atlar onların ailesine iyilik getirmemiş dediğinde şu cevabı vermek gerekti: eğer herhangi bir belayı çekecek güçlü bir el varsa aynı bela tekrarlanmaz. Tamam... onlar Artıkbay Batır’ın evine son kez gelmiyorlar ki. Ulpan çay koyuyor. O kımız getirmeyi emir ettiğinde Ulpan oyma kasenin yanında ellerine kaşığı tutarak oturacaktır. Kendisi on gün düşünecek, konuşmaya Ulpan’dan başka hiç kimse karışmayacak bir konuşma çıkartacak, kızı bir  gülümsemeye, bir düşünmeye mecbur edecek, ya ok gibi vuracak, ya sıcağa, ya hayranlığa sokacak...

7

On gün artık geçmiştir. Eseney Ulpan’ı bir sıcağa bir hayranlığa sokacak bir konuşma bulamadı. O Artıkba’a zaman zaman gelirdi, ihtiyarı kızakla iki defa ava götürdü. Artıkbay yayını linden çıkarmadı ama hiç bir kurt onlara rastlamadı. Hiç bir şey bulmadan eve döndüler.  

Eseney onlara uğramış, dastarhan üzerinde sessizce oturuyordu. Ulpan yeni komşularına alışmış gibiydi. O Musrep avcının  gevezeliğine açıkça gülüyordu, üstelik onun sözlerine ve oldukça garip şakalarına değil onun kendisine güler oldu. O Türkmen Musrep’i başka bir tarzda dinler, o gitmeye hazırlanıyordu, o gidince Eseney’in örgüsü sessiz kalacak.

“Niçin, ama niçin o olduğu gibi değil biraz başka görünmeli?” - diye düşünüyor Eseney. Hayır Eseney sadece Eseney olarak kalabilir! Eğer o konuşkan, üstün dikkatli ve nazik olursa nasıl görünürdü... Bu bir alaydan başka bir şey getiremezdi.

Eseney yanına sabahtan beri yola hazırlanmakla uğraşan Türkmen Musrep’i çağırdı.

-    Ben bu kışı seninle beraber yaşayacağğız diye düşünüyordum.  Sen nedense uymuyorsun yaşlı bekar. Senin aklında bir şey var ama ben aöıklamanı zorlamam. Lütfen gitmeden önce bir ricamı yerine getir. Onun için bir gün daha burada kalman lazım.

-        Tamam, Eseke kalırım.

-        Neden – diye sormuyor musun?

-        Sen kendin söylersin...

-    Sen kabul ettiğin için söylerim sana. Artıkbay’a ben taraftan görümcü olarak git. Ya sen neden korktun? Her şeyi olduğu gibi anlatırsın... Ulpan Eseney’in hoşuna gitmiş dersin. Benden yaşlılar bile genç kızları tokal1 olarak alıyorlar ki.

 

tokal – genç karısı

Ben de senin gibi yaşlı bekarım. Ancak sen hiç evlenmemişsin, ben eşim olsa bile, yaklaşık on senedir yalnızım. Ben daha altmış yaşına gelmediğimi sen bilirsin. Sen ilk sevgiilin hakkında “Algaşkım” diye küü düzenlemiştin. İlk sevgililer de olur, Ulpan ise benim kuğ şarkım olacak. Eğer gerekecekse kızın kendisiyle de konuş. Sen kız, gelinlerle konuşurken onlar dayanamazlar. Onları tekrar benim için kanıtla.

Musrep için onun arzusu beklenmedik bir durum değildi, ancak Eseney kendi işleriyle kendisi uğraşacak diye düşünüyordu, redd ederler diye korktuğu belli.  

 – Tamam rica ediyorsan giderim,- dedi Musrep. – Sen öylesine gitme. Onları kabul ettirmek niyetiyle git. Sadece beni düşünme: beyaz çadırın – sibanların baş çadırının - her zaman boş kalmasını ister misin?

Bütün söylenenlerden bu sözler Musrep’e en güçlü tesir verdi. Eseney olmadan sibanlar kimdir?.. orman eteklerinde dağılan on küçük aul. Eseney onların kabilesinin tesirli olmasını sağladı, bozkır işlerini çözerken onun görüşünü hesaba atmamak olmaz.  Kendisi mirasçıdan mahrum kaldı. Kabilede onun yerini kim değiştirebilecek? Hiç kimse... onların bir aulunda bile onun benzeri bulunmaz. Eseney de onu anlıyor. Yazık oldu ona... Ve ona yardım etmek lazım... Ama Musrep Ulpan’a da acıdı. Eseney kendine başka bir kızı seçerse daha iyi olurdu. Aslında... Öbürü nasıl olacaktı? Ona da acıyacaktı... Ya, şeyten! Niçin siban aullarında Eseney’e uygun bir dul kadın yok, on aulun birinde bile yok!

Bunların hepsini Musrep Artıkbay’ın evine gelirken at üzerinde eyerde otururken düşündü. Eseney’e, Ulpan’a kendine acıdı. O atından inerek çadıra girdi.

Ulpan evde yoktu, bundan dolayı Musrep içten rahatladı. Demek konuyu onun geyik gözleri gibi mükemmel gözlerine bakmadan açabilir. Zaman kaybetmemek için Eseney’in dediklerini süslemeden değiştirmeden hemen iletti.  Artikbay, kaşlarını çatarak, sessizce onu dinledi, annesi Nesibeli ise kendini tutamayıp ağlayarak çadırdan dıiarı fırladı.  

-     İşte ben buğün size bunun için uğramıştım, Arteke – diye sözünü tamamladı Musrep. – Ben size her şeyi söyledim, sizin cevabınızı Eseney’e bugün götürmeliyim.

Artıkbay kıpırdamadan, Stap’taki hastanede geçirdiği en zor günlerdeki gibi yatıyordu.

Musrep, nasıl cevap olabilir ki nihayet o seslendi.- Eseney istediğinden vazgeçer mi? Sen onu benden daha iyi bilirsin. Eğer ben hayır dersem o bizi rahat bırakacak mı? İyi ki o seni bizi uyarmak için göndermiş.

-          Ben sizin kabul ettiğinizi söyleyebilir miyim?

-          Kartal yukarıdan tilkiye atılırken ondan izin ister mi?

    - Eseney’e vereceğiniz cevap ne? Artıkbay gene sustu.

-     Şöyle yapalım...- bu karar ona kolay olmadığı belli Ulpan kendisi karar versin... Sen Eseney’e söyle, o kendisi Ulpan ile konuşsun. Еğer o bizden izin isterse başka engel olmaz. İzin vermek zor değildir...

Gidebilirdi ama Musrep ihtiyar daha bir şey diyecek mi diye bekledi. Annasi ağlıyor. Babası da karşı. Eğer Eseney’e bunları söylerse o bundan vazgeçer mi? Hayır vazgeçmez. Eğer kız olumsuz cevap verirse: hayır, hiçbir zaman. O istediğine mutlaka ulaşır, ve onun kaderi daha acı olacak...

O bekliyordu, boşuna değilmiş. Artıkbay şunları ilave etti:

-     Musrep biz seninle yirmi yıldan fazla yıl önce tanışmıştık. Savaşlarda eğer Musrep yanımdaysa o tarafım güvenli olduğunu bilirdim... Ben senin de kızımla görüşmeni rica ederim. Ona yardımcı ol... Sen samimi öğütler vereceksin ben biliyorum. Bugün konuş. Senin gevezeli adaşın şafaktan gelip Ulpan’ı tilki avına götürmüştür.  Onlar Tuzdı-Köl gideveklerdi. Çadırdan çıkınca doğru onlara git.

O acele etmiyordu. Adım adım gidiyordu. Etrafında hep gözyaşları, üstelik de bu gözyaşları mutluluk gözyaşları olmadığında görücü olmak iyi bir işlem değildir. Eseney ile nasıl konuşacağım? O iki şeye çok dayanıklıdır bu iki şey onu etkilemez: oka karşı büyü yapılmış, onun niyetlerine aykırı gelen sözler onun kulağına ulaşmaz. Bugün sabah: “Senin “Algaşkım” küüyün birinci aşkın hakkında ise, Ulpan benim son aşkım olacaktı” - dedi.

Ulpan sabahtan neşeliydi. Kendi az sayılı sürüsü Sadır’ın sürüsüne katılmıştı, ve şimdi sıkça bozkıra gitmeye neden yok. Başarısız sonuçlanan kaçırma olayından sonra da babası ile annesi onun pek uzaklaşmasını istemezlerdi. Musrep avcı onu tilki avlamaya davet ettiği iyi olmuş.

Gökyüzü açık ve güneşliydi.  Mavi gökyüzü kocaman çadır gibi yeri kaplamıştır, yeri karla kaplatan bulutlar dağılmış. Karla kaplı kayınlar beyaz elbiseli gelinler gibi duruyorlardı. Sarısalkım ağacının altından o da beyazdı, güneşte parlayan tozu  kaldırarak kartavuğu çırpınınca kar düştü ve çıplak ince dallar göründü.

Ulpan bu bozkırların kızı idi, ve o sadece dört mevsim değişimini değil erken ve son bahar renklerini, çamur yumuşak beyaz karla dğiştiğini hisseder. Alaydan başka bir şey getirmeyen Musrep avcı arkadaşı olmasına rağmen bu yolculuğa çok sevinmiştir.

Başlangıçta onu avcılık tutkusu heyecanlandırdı, kartal rastlayan tilkilerin – çok sayıda tilki rastlamıştır -  sırtını kolay kolay kırıyordu, Ama sonra avcılık Ulpan’ı sıktı. Kartal ile tilkiye avcılık etmek o kadar da eğelenceli değilmiş. Yabani koşturmak, kovalamak yok... sadece oturuyor ve bekliyorsun.

Ulpan sabırsızlığını ve yeni atı Muzbel-torı’yı tutmak zorunda kalıyordu.  Kız atın bu halini iyi anlıyordu. Hakiki sahibi Eseney’in çeyrek ağırlığındaki bir kızın eyerde oturması onun onurunu aşağılıyordu. Eğer bu demir gem olmazsa o kıza gösterecekti koşmayı kızın elleri de kuvvetlidir... Yoksa giysieri paramparça yırtılıncaya kadar acele acele dörtnala koşacaktı!

Ulpan Musrep avcıya da şaşkın şaşkın bakıyordu. Tuhaf birisi olduğunu bilirdi ama bu kadar da değil!

O kartal çekerek ölü tilkiiye eğildi:

-    Sen ne, sarı köpek, siyah çoraplı - sürtük, benden kaçmayı mı düşündün.?  Bak, uygun yaşına yetişmeden bocalama yapmaya başlamış! Vicdansız... Senin annen daha çok utanmazdı.

Kazaklarda köpekler dokuz aya ulaştıklarında yetişkin sayılır.  Avcı genç tilkiyi yukarıdan atlayan kartalın pençelerinden iki defa kaçtığı için utandırmaktadır.

Sonra da kartalı küfretmeye başladı: -

-    Sen tilkiyi ilk defa görüyor musun? Kaç defa öğretmek lazım sana: eğer kuyruğu boru şeklindeyse – dişi tilkidir. Onu baş tarafından yakalamak gerek. Kuyruğundan tutarsan senin kafanı tamamıyla pisler gider. Bir ay evde oturacaksın sanki babanı kaybetmiş gib burnunu aşağı asarak... Ulpan kızım bunu benden hediye olarak al...

Diğer yaşlı tilkiyi – onun bazı yerlerinde gri tüyleri parlıyordu – Musrep avcı kendi karısını azarlıyor gibi küfürledi:   

-    Kirli sarı pantalonlu yaşlı haydut! Sana ne oldu? İhtiyar Musrep’in dikatini çektin mi kıpırdama, sallama...

Ulpan onun sözlerini dinlemekten, yan tarafında sabırsız doru atı hızını tutarak yorucu yürüyüş yapmaktan bıkmış ve avcıya hitap etti:

-         Ben kendi geyiğime de uğramak isterdim.

-         Gidebilirsin kızım, hadi git, - o bunu kabul etti.

Biraz uzaklarda Ulpan geyiğin izlerini gördü, onu izleyerek giderken Türkmen Musrep’i gördü. O üzengilerinde birisine arayarak yukarı çıkıyordu. O yavaşça tırıs gidiyordu, yanında da iki tazı koşuyor. Evet bu gelen Musrep, astragan şapka, tay derisinden dikilmiş kürk ve tırıs giderken biraz yorga yürüyüşlü sarı at - onun.

Ulpan bu görüşmeye çok sevindi. Musrep  kendisine bir ilgisinin olduğunu gizlemiyorsa bile Ulpan tek onun yanında kendini rahat hisseder. Fakat Ulpan ondan bir tehlike beklemez. Ona her nasılsa belli ki  Türkmen Musrep duygularını asla bildirmeyecek açılmayacak. Burada onun yaşı sebep değil başka bir engel de her halde yok. Eğer onun büyük erkek kardeşi olsa o da ona aynı tarzda davranacaktı. Kendisi de ağabeyine aynı davranışta bulunacaktı.

O doru atı serbest bıraktı, ve at Türkmen Musrep gelen yüzeysel çayırlığa kızı çabuk ulaştırdı.

-     Agay,- diye sordu kız, önüne  Muzbel Torı’yı duraklatarak- siz kurt avcılığı için mi geliyorsunuz? Öyleyse niçin bu kadar geç çıktınız? Uyuya mı kaldınız, yoksa?

Kıza hayranlıkla cevap verdi:

-Ben kurtla değil seninle görüşmek için geldim, Ulpancan... Seninle vedalaşmak için geldim. Ben yarın eve gidiyorum.

Sizin eviniz burada değil mi? Siz bizi terk ediyorsunuz?

-          Kim sana dedi – terk ediyor? Seni terk edebilecek kimse var mı? Yakında döneceğim.

-          Eğer lazımsa gidin, - kabul etti.- Ama bugün siz bizim misafirimiz olacaksınız. Ben ezgili sıbızgı yapmanız için kucak dolu kuray topladım...

-          Musrep, konuşma amacı olan konuyu hemen açmaya cesaret bulamadı. Ondan dolayı kolayca kabul etti:

-          Sıbızgı? Tabi ki, yaparım, ona ezgi çıkartırım.

-          Ama onu akşam yapacağız... Şimdi... Belki kurt ararız?

Musrep buğün avcılık yapmayacaktı, tazıları onun atınına bindiğini görünce peşine takılmışlardı. Ama o Ulpan’ın tüm isteklerini yapmaya hazırdır.

-          Tamam arayalım,- dedi Musrep.- Sen kurtlardan korkmaz mısın?

-          Siz yanımda olacaksınız ki...

-          Çok da yakın olmayacağım... Ama bak benim her dediğimi yapacaksın!

-          Sizin emriniz olmadan adım bile atmayacağım. Ben sizin damganınz vurulmuş kulunuzum!

Musrep atından atlayarak doru atın kolanlarını çekti, üzengisini uzatırken elleri kızın ayağına dokundu. Ayağı sıcakmış,  Musrep sanki elleri yanmış gibi titreyip hemen ellerini çakti.

Onların yanında kar üzerinde geyik izleri uzanmış, Ulpan kendisini avcılığa almayı kabul ettiği için  şükran ederek  Musrep’e cömertçe teklif etti:

-          Agay... Benim geyiğe bakmak ister misiniz?

-          Eğer gösterirsen...

Şu ana kadar onlar yan yana üzengileş geliyorlardı, şimdi Ulpan yol arkadaşınının önüne geçerek auldakilerin kuzu çağırısıyla:

-     Şoge!.. Şoge!

Geyik tanıdığı sesi duydu,  sarısalkım çalılarından dışarı fırladı, bir kaç büyük attıktan sonra, donup kaladı. Noktalı sarışın boynuzu altın hançer gibi güneşte parlıyordu, bundan dolayı Musrep avcı bu geyiğe altın boynuzku geyik derdi. Kışa yakın koyu tüyleri büyümüş, gri gümüş elbise takınmış,  ancak alnı daha beyazlanmış, o gün Artıkbay’ın evinde Eseney beyaz alnını boşuna söylememiştir.

Geyik Ulpan’ın çağrısına korkmadan gelmiş ama şimdi heyecanlıydı. O da mı şimdi köpeklerle gezer olmuş?.. Onun yanında erkek de var, erkekler her zaman tehlikelidir... Erkekler - düşmanlar! Köpekler de-düşmandır.

Ama kız yalnız değilse, geyik üç adımla çayırlığı atlayarak cesaret gösterişiyle Ulpan’a nazlanmayacak... eğer görüşmek istiyorsa yanına kimseyi alması. O hafif atladı, arkasına döndü ve ayaklarıyla toprağa dokunmadan çalıların arkasında kayboldu.

Bars ile Sadak ona dikat etmediler. Onlar küçük yaşından kurtlara alışmışlar. Bu ise? Aulda da sık rastlayan bir – keçi...

Bu yakışıklı geyik Musrep’in hoşuna gitti, Ulpan’a yaptığı güvenli davranışları da çok hoşuna gitti ve biraz sonra konuşacağı konuyu hatırlayarak kendi hayranını biraz abartıyla anlatmaya başladı:

-     Hiç kusursuz! – dedi yüksek sesle.- Biz onun güzelliğine hayran olmak yerine ona köpeklerimizi ayarlıyoruz, sanki semiz koyun ve kesim atları yetmez gibi kazanlarımızı onun etiyle doldurmak isteriz!

Onlar yollarına devam ettiler, ve bir süre sarı benekli tazıları kayıtsızca ileri yürüdüler, burunlarını yere eğerek, başlarını yukarı çekerek, uzaktan gelen kokuyu kokladılar... Aniden köpekler ikisi birden donmuş gibi haraketsiz kaldılar, sahibine bir bakış yaptıktan sonra ve beraber rüzgara karşı koştular.

Musrep kıza son öğütlerini veriyordu:

-     Ulpancan, köpekler şimdi neredeyse bir yerlerden kurtu dışarı sürecekler. Sen kurtun peşinden gidenin izini kaçırma. Yarım milden fazla yakın yanlarına gitme. Eğer kurt ormman ya da göl tarafa kaçacaksa yolunu kesme. Köpekler kendi işlerini bilirler. Sıçrama on mil kadar sürecektir, sonra da kurt ormana sığınmaya çalışacak. Bu arada öbür taraftan ben geleceğim... Sen her şeyi anladın mı?

-     Anlaşılmayan ne var ki?..

Onlar yanyana köpeklerin izini kaçırmadan koyu ormandan uzaklaşarak karşı taraftaki söğüt ile sarısalkım çalılı ovaya doğru koşturdular.

-Agay!- kız heyecanla bağırdı,- Köpeklerden biri durdu!

- Ulpan, sen peşinden koş, biraz uzakta koşan birisinden arkada kalma... Birisi – Bars idi.

Ulpan doruyu çırptı, Musrep arkada kaldı. Onun için hayatında sık tekrarlanan şeyler Ulpan için yenilikti – hem de kurta avcılık etmek kızlara has bir faaliyet değildi. Şimdi de sanki bir yarışmada eyer üzerinde hayata gelmiş şeklinde at yelesine yapışarak, Barsın peşinden koşturuyor

Her şey planlı sırayla gidiyor.

Sadak kokuya göre kurt tarafa gidiyor, Musrep – Sadakın peşinde, Onun haraketlerinden ulpan anlamazdı, ama Musrep fark etti: Sadak geçen gün ergin kurtu kovalama sırasındaki kadar gergin değildi, o rahat rahat, biraz ihmalkârlıkla koşuyor gibi. Herhalde köpekler dişi kurtu kaldırdılar. Dişi işi– dişidir... Amaçsızca gözleri nereye yönelirse oraya kaçacak... Bars çok çaba harcayacak ama kaçırmaz! Sadak tabi Ulpan’ı onun atını, ve Bars’ı hissediyor... Ya dişi kurt! Kış ortalarında dişi kurtun kokusunu bir günlik mesafede hissedecekti. Bu sırada rastgelirse onu yırtmayı düşünmeyecekti, onun aklında başka şeyler olacaktı...

Ulpan ise çoktan Bars’ın arkasından gidiyor, onlar ile dişi kurt arasındaki mesafe geçtikçe azalıyor ancak onu elde etmek için hala ırak idi. Bu düzlükler bu tür yarışmalar için yaratılmış gibi, ilk yağan kar at toynuklarını bile kapatmıyor, ne köpeklerin, ne de kurtun koşmasını engelliyor. Ne yapmak gerek?.. Musrep demişti: - köpekler kendileri bilirler, o kurtu yolundan çevirmeye çalılşmamalı. Gerçekten eğer o kurta ulaşırsa o da keskin dişleriyle kendisine atılırsa? O zaman ne olacak? Hem de kurtlar genç kızlara saldırı yapmaya her zaman hazırdır inançları da vardır...

Takip sırasında köpeğin göze çarpan sarı beneklerinden gözünü almadı. Ulpan nerelere kadar gelidiğinin farında değil. O kurtun kaçarak kurtulamayacağını anlayarak ormana çevirdiğini de fark etmemiş. Ulpan uyandı, atını biraz duraklattı ve etrafında neler yaşadığına bakındı. Köpek ile kurt arasındaki mesafe çok kısaydı, yine ormana ilk kurt girecek gibi. Ve kaybolacak. Bir millik mesafe kaldı, ondan fazla değil. Bğırsem mı? Keşke Musrep agay gelseydi, o ne yapacağını bilirdi. Am o buralarda görünmüyor. Orman ise bir ok uçuş mesafesinde. Avcılık olmadı! Orada ne var – kar tasarlanıyor.... Kurt çayırlığa fırladı? Sarı benkli tazılar... orada ne oluyor? Onlar kurtu kaçırdıkları için birbirleriyle kavga mı ettiler?

Ulpan az kalsın onların üzerinden koşacaktı, kar üzerinde halsiz serilmiş kurtu görünce, yarışma yorgunluğundan, başarı duygusundan, ona acıdığından ağlayıverdi ve o gözyaşları dökülüyordu; Musrep yaklaştığında kız hala hıçkırıyordu, kendini tutamıyordu.

-          Ya Allah’ım! Sana ne oldu? Neden ağlıyorsun?

-          Bilemem... Ben ağlamıyorum, Musrep agay, ama gözyaşlarımı durduramıyorum, - dedi hıçkırmaya devam ederek.  

-          Tamam, Ulpancan olabilir... Yarışmada atın birinciliği kazandığında ya da tazıların kurtu yakaladığında gözyaşlarını irade edemezsin. Sen biraz yavaşça yürü, atın biraz serinlesin.

                        O etrafta yürürken Musrep köpeklerden kurtu aldı ve onun derisi kanından temizleninceye kadar karda sürükledi. Sonra Ulpan’ı çağırdı:

1Aylanayın canım, yavrum.1


-          Gel buraya... Bunu kabul et, aylanayın1...

-          Hayır, agay...

-          “hayırı” bırak, ben konuştuğumda! Eski geleneklere göre avcılıkta alınan ilk av, ava ilk çıkanın eyerine takılır. Onlar giderken Musrep daha başlangıç taraffını çekiyordu...

-         Nasılsın, memnun musun?- diye sordu.

-         Ya, Musrep agay! Ben böyle olabileceğini de bilmezdim... başını eğerek korkutorsun, ama koşturmaya devam ediyorsun. Hatta sesini de kaybedebilirmişsin...

-         Ben dönünce tekrar geleceğiz...

-         Ben öfkeden neredeyse ölecektim bana kurt ormana çok yaklaşınca, kaçacak gibi geldi. Haykırmak istedim ama sesim çıkmadı!

-         İyi ki haykırmadın diye anlattı Musrep, - köpek sahibinin sesine dikatini çeker ve hızını kaybeder. Kurt ise kaçar gider. Kurt ile köpek baş başa gelince kurt dikkatini dağıtmak için kişi kurtun arkasına durması lazım.  

Ulpan dinliyordu ve biraz sonra etrafına bakındı:

-         Agay biz nereye gidiyoruz? Biz aulumuza çıkabilecek miyiz? Yoksa yarıştan sonra benim başım dönüyor.  Biz çok uzaklara gittik. Bu hangi orman? Ben buralara hiç gelmemişim.

-         Nasıl hiç gelmedin! Her gün geliyorsun. Dişi kurt dönüp dönüp aynı ormana girdi, ancak karşı taraftan.

-         Bana göre o her zaman düz koşuyordu.

İşte av konusu de kapatıldı, Musrep hiç kendi görevine giremiyordu. O kaşlarını çatarak, Ulpan’a kesik ve kısa cevaplar vererek  uzun süre sustu, bazen Ulpan ne sorduğunu dinlemiyordu. Ulpan hiç bir şey anlamıyor, ona şaşkın şaşkın bakarak susuyordu.

Nihayet dayanamayıp:

-    Musrep agay siz neyi düşünüyorsunuz?

-     Ben?..- sanki çok uzak bir mesafeden dönmüşçesine sordu.- Ben?..- ve tekrar sustu. O Ulpan’a baktı ve kız da bir kusuru hissederek heyecanlandı.

-     Neyi?..

Şu an arkaya çekinmek için bir boşluk kalmamıştı.

-     Ulpan...- diye başladı o Ulpan benim dediği dinle, ben ne söylersem de sözümü kesme, ben dinlemek istesen de istemezsen de sonuna dek dinle...

Bu girişi yaptıktan sonra Eseney tarafından kendine yüklenen görevi gerçekleştirmeye soğuk ve ciddi tarzda geçti, onun baba ve annesiyle olan görüşmeyi iletti. “Evet” ya da “hayır” deme hakkı kendine aittir. Onun sesi bir fuara gitmek hakkında veya bu sene ne kadar da hoş – at ve koyun sürüleri için çok verimli ve uygun sonbahar olduğunu anlatıyor gib içıktı.  

Belki de onun kayıtsızca anlatmış olması  Ulpan’ı her şeyden çok etkilemiş olmalı. Evet,  Eseney’in dikkatli bakışlarını farketmemek mümkün değildi... Ama ona sadece kıza takdir ediyor gibi gelirdi, aşağı yukarı kendi babası yaşlarındaki yaşlı kızın gençliğine hayran olur mu!? Ama o gene de utanırdı, demek ki onun ön duygulları yanılmamış! Esen Biyi o erken çocukluğundan beri bilirdi. Sonra uzun süre görmemişti, ama onun ismi bozkırda tanınmış isimlerden Ulpan için birinci sırada bulunurdu. O kendisinden kırk yaşa büyüktür. Ve onu Eseney’den koruyacak kimse yoktur, onun kararı vazgeçilmez. Kız kendisi - kim?.. Herhalde Musrep agay da onun gu görevini ister istemez yüklenmiş olmalı... Fakat başın varsa - yere eğ, ayakların varsa – diz çök!.. Ulpan kahkaha attı.

İlkin yavaş, ama devam edince şiddetli ve umutsuzdu, ve gülüşü de daha çok ağlayışa benziyordu, o güçsüzlendi,  eyerden düşmeye başladı, Musrep onu zar zor dizgin tutan ellerinden tutmaya yetişti ve acelen kendine çekti

- Yeter atrık!. – kabaca bağırdı.

Ulpan eyer üzerinde düzeldi ve sustu.

- Şimdi ormanı yanıdın mı?- diye ihtiyatla sordu.

-          Evet. Oradan bizim aulun tütünü görünüyor...

-          Senin annen bizi bekliyor olmalı, baursak yapıyordur... Burnu gıdıklıor bu koku...

O kızla sakin adeta bir küçük kız gibi nazik konuşuyor. Kız Musrep ile konuşmaya başladığında da onun sesi yavaş çıktı:  

-     Agay... Siz darılmayın ban sizinle alay ederek gülmedim... Siz benim cevabımı bekliyorsunuz? Eseney ağanıza söyleyin... eğer Eseney kendisi boyuna kuruk ipi atmışsa, az sayılı kurleutların çadırında bu ipten kurtulma gücü olan kimse bulunmayacak... O benimle nişanlanmak istiyor? Biz onun kararına karşı çıkamayız. Ama o bilmeli ki – Ulpan ucuza gidecek bir kız değil!

Musrep destekledi:

-     Tabi, tabi... Aylanayın, her şey senin istediğin gibi olacak! Kalanı ise kendin ona söylersin.

Ulpan onun “tabi, tabi” dediğini dinliyormu yaksa dinlemiyor mu, herhalde dinliyor... Belki de seviniyor, diye düşündü o. Kız ise Musrep’e kızıyordu, niçin o bu işi yaptı, nasıl kabul etti bu görevi? Ulpan öfkeliydi, ama yine de Musrep’e karşı bir güvenlik duygusu vardı, dolayısıyla anlatmak gerektiğini düşündü.:

-     Musrep agay... ilk geldiğiniz... Siz ve sizin arkadaşlarınız beni kurtardığı akşam! Ben gene de bir tehlike hissediyordum. Tulen ve onun oğlundan değil. Ben Eseney’in bakışlarını gördüm!.. O sonra bir kez daha geldi baktı... Hatta bir defasında kendisi de sakallarından çay aktığını fark etmedi. Ben – Eseney çıldırdımı diye düşünmüştüm?

Musrep, bir Ulpan ile bu konuşma yapmak yerine Kenesarı’nın on sarbazı ile başbaşa gelmek daha kolay olacaktı.

-     Eseney?.. nasıl da aklını kaybedebilir? Aklını kaybetmek ve senin gibi bir kıza kuruk bırakmak!

-          O çok yıl yaşamış,- diye itiraz etti ulpan.- ve uzun zamandır yalnız. Benden daha güzele rastlamamış mıdır?

-          Bilmiyorum,- dedi Musrep Belki de rastgelmemiş. Fakat ben de bu dünyada üç gün yaşamış değilim, ben de gördüm. Güzeller olur – ağzını açtı mı dinlememek daha iyi. Olur akıllı – ama onu dinlerken gözlerini kapatmak daha iyi. Ulpan, Allah sana her şeyi vermiş – sana bakmak da hoş, seni dinlemek de. Eseney uzun süre yalnız kaldı, sanırım o uzun süre aradı...

Eğer kız ona daha bir şey soracak olursa Musrep çok zorlanacaktı, çünkü kızın acısı onun acısı oldu. Kıza başka bir cevap veremedi.

İyi ki Ulpan da başka bir şey sormadı. Musrep kıza yan bakış yaptı, hatta kızın ne düşünmekte olduğunu da anlıyordu.... O Eseney’i öfkeyle nefrediyordu, babasının baş tarafında asılı olan yayı alarak çocukken “kara bura” dediği insanın yanına gidip ona bilenmiş okları atmak istiyordu...

Ama yine de kız... başkaların kendisi hakkında ne düşünüp ne dediklerinenden duyarsız olamaz! Ona gözlerini kırpmadan bakılabilir.? Onu kulakları kapatmadan dinlemek mümkün? Hangi kızın kalbi övgüden titremez? Olsun pek sevilmez birisi, huzursuz rüyalarında tahmin ettiği birisi....

Kız sessizdi. Musrep de suskun.

Böylece onlar Artıkbay’ın çadırına kadar geldiler, daha uzaktan Nesibeli’yi tanıdılar. Nesibeli sanki geciktirilmeyecak öz işleri var gibi davranarak kendi işleriyle uğraşıyordu. Aslında gözleri Ulpan’ın geleceği yoldaydı.

Musrep tüm bu olup bitenlerden sonra Ulpan’ın bu sükunetle annesine hitap ettiğini görerek çok meraklandı:

- Anne... Musrep agay bana avcılığı gösterdi. Musrep agay bana kurt derisi hediye etti. Yarın o evine dönmek istiyor. Tayı kessinler. Musrep agay bugün bizim misafirimiz olmadan göndermeyeceğim.  

Musrep ne kadar Nesibeli’nin gözlerine bakmak istemiyorsa bile - annesi kızın Ulpan’dan bunu değil misafirlik hakkında değil başka bir şey söyleyeceğini beklemekte olduğunu – anlıyor. Ama ona soruşturma yapmaya çalışmadan, diper anneler gibi şefkatle:

-     Tamam kızım... tayı Türkmen musrep’e değilde başka kime keseceğiz? Eskiden – ileride de ağabeyin olmadı, ve ondan samimi hiçkimsen olmayacak.

Annesi de kızından açıklama beklediğini belirtti. O Ulpan yaşlı güçsüz Artıkbay ve kendisini yükümlü etmeden  öz kaderini kendisi seçeceğinden umut ediyordu. Kızına mutluluklar diler ama, ona nasıl ulaşmak gerektiğini bilmiyordu. Nesibeli beklemekteydi ama Ulpan şimdi  hiç bir şeyle paylaşmak istemedi. İlk olarak Musrep seslendi:

-     Hayır...- o itiraz etti.- Gerek yok... Benim uğruma tayı kesmeye gerek yok. Sizin baursaklarınızla çay içsem yeterli olur.

Ulpan onun itirazını reddetti.

-     Apa onu dinlemeyin... Doyuncaya kadar yiyeceğiz. Musrep ağanın köpeklerinin de karnını doyursunlar. Onlar yarın uzak yola çıkacaklar, belki de yüz millik. Yolda bir de aul yok dediler.

Çadırda da Nesibeli’de olduğu gibi Artıkbay’ın cevap bekleyen gözleri... Ama Ulpan Musrep’e imkan vermeden konuşmaya başladı:

-     Baba ben önceleri köpeklerin insanlardan daha akıllı olacağını bilmiyordum. Sadak, Bars. Onlar bana kurta avcılık etmeyi öğrettile! Dişi kurtu hissederek onun arkasından koştular...

O avcılığı detaylı olarak anlatıyordu, Musrep kendince – Ulpan babası ile annesi Musrep sana Eseney ile olacak nişan hakkındaki üzüntülü haberi iletince ona  hangi cevabı verdiğini soracağından bir dakika bile susmaktan korkuyor, - diye düşünüyor.  ...

Çay sırasında da böyle devam etti, çaydan sonra  Ulpan kucak dolusu kurayları götürüp Musrep'in önüne koydu – onların arasında kuru dtaze de saplar vardı... Hepsi seçilmiş gibi eşit, yumrulu genişlikleri olmadan, hepsi suyema -  büyük parmaktan işaret parmağına kadar gerilmiş el büyüklüğünde.

Musrep – o da Ulpanın baba ve annesi ile bu zor konuşmayı açmak istemiyordu – kamışları karıştırarak seçiyordu, en uygun olana ikisini seçti, ve sıbızgı hazırlamaya başladı. Her delik belli bir yerde yapılmalı, biraz yanılırsan ezgi iyi çıkmaz. Ve denemek için her deliği yaptıktan sonra sıbızgının kalın ucunu ağzına koyarak dinliyordu... Doğru ses çıkıyor gibi...

O yedi deliği keserken hangi ezgiyi oynasam diye düşünüyordu. «Suir Batır»? Ama bu kereylerin değil sibanların savaş narası. Bu küü savaşa çağırmaya uygundur, ama kızı ile onun anna babasını teselli etmek değil. «Bozingen»?.. Yavrusunu kaybeden beyaz dişi devenin gözyaşları. Bu da olmaz, uygun değil, bu küü’yü Nesibeli ile Artıkbay nasıl dinleyecek?

Ulpan beklemekten bıkrı, onun yanına geldi.

-     Sıbızgıyı ayarladınız mı?

-     Ayarlamış gibiyim... Hangi ezgiyi oynasam?- seçimi ona bıraktı.

Ulpan çok düşünmeden:

-           «Algaşkım» küüsü- sizin?

-           Sanki benim.

-           Onu oynayın,..

Musrep sıbızgıyı ağzına aldığında Artıkbay ile Nesibeli birbirlerine baktılar, ve çadır içinde şarkının ilk ezgileri – ilk aşk hakkındaki sözsüz şarkı melodisi duyuldu.  Söze gerek yoktu. İnce nazik melodiyi dinleyerek , hem yaşlı hem genç içten kendince: “Ya, birinci aşk...” diye tekrarlıyordu. Ve herkes kendi eski ya da gelecek aşkını düşünüyordu... Herkes kendine göre... Eski sevgilisini düşünenler için, küü: “Beyaz çadırın yanında benimle vedalaşırken “aşkım sen her zaman benim olacaksın” dediğini - Ben hayattayken hiç unutmam” - diyordu. Gelecekte de aşkı olmayacak birisi için ise “Ben hayattayken, biz beyaz çadırın yanında vedalaşacakken bana .... diyebilirdin” dediğini duyuyor...”

Musrep’in bu küüsünün en iyi tarafı da herkesin kendini bulabilmesindedir. Musrep kendisi de sıbızgıyı dudaklarından çekmeyerek bir üzüntü, bir sevinç içindeydi, küüsünü de genelde olduğu gibi değil, ondan daha uzun oynuyordu – Eseney ile yapılan konuşma, Ulpan’ı bozkırlarda arayışı, onun: “ben ucuza gidecek kızlardan değilim” sözü – bunların hepsini basit bir kuraydan yapılmış sıbızgı çıkarıyordu, eğer insan elleri ve Musrepin dudakları olmazsa kuray sadece rüzgarda  fısıltı yapabilirdi...

Ulpan bu “Algaşkım” küüsünü önceleri de dinlemiştir, ama buğün onu tanıyamıyordu. Birden Musrep – genç değil, neredeyse kırk yaşlarında... -  sanki bu sesleri ilk defa bulmuş gibi oynuyordu. Onun için mi? Onun hakkında mı? Kız da üzgündü, ama çaresizlik fark edilmiyordu. O Eseney tarafından gönderilen Musrep’in kendisiyle vedalaşmakta olduğunu anladı. Vedalaşıyor... Kız da onunla vedalaşmalı.

Son ses kaybolunca, Ulpan sakin bir sesle:

-     Algaşkım.. Birinci aşk. Birincisi olur – son aşkı da...

Musrep kızın yanında ne Artıkbay’a ne de Nesibeli’ye bir şey diyebildi. Ulpan çay veriyordu, ve Musrep’in yapabildiği tek bir haraket – yaşlı batır ile umut bakışlarıyla paylaşmaktı.  Ondan gözlerini almayan Nesibeli de bu bakışı yakaladı.  Ve Ulpan ile beraber onunla vedalaşırken:

-     Sen Ulpan’ın ağabeyi olacağını görüyorum. Sibanlar kabilesinde onun senden samimi kimsesi olmayacak..., - dedi.

Ulpan ise annesinin sözlerini duymamış gibi davrandı. Bu tüm olup bitenlerden sonra, kardeşi olarak o Musrep’e “sen” diye  hitap etme hakkına sahip olduğunu zannederek şöyle dedi:

-     Musrep agay... Eğer sen uzun zaman gelmezsen, ben sana küserim... Beni özletme...

Ve Musrep’in atının sert parlak yelesini okşuyordu.

Musrep çabuk gitmek istedi - ve önceleri zaman zaman hissedilen duygudan başka bir duygu ile – Ulpan’ın başını okşadı... Omuzuna nazik dokundu...

-      İlk olarak kim özleyeceğini bir Allah bilir: sen mi, ben mi. Hoşçakal aylanayın... Hoşçakalın yenge, Baursalkarınızı pişirin yakın zamanlarda ben tekrar sizin evinizde olacağım.  

Akşam bu kadar geç vakitte yola çıkmak onun atının pek hoşuna gitmedi. At yavaş gidiyor, isteksizdi, onu birkaç defa kamçıyla darbelemek gerekir ki, sahibinin kalma niyetinin olmadığı ve acele ettiğinden emin olsun.

Musrep Eseney’in çadırına girdiği sırada, o Musrep bir az önce içinden geldiği gece gibi kasvetli oturuyordu.

-     Sen nerelerdeydin? Hangi bela oldu da, sen bu kadar uzun süreye kayboldun?- diye öfkelendi.

Musrep ilkönce gelip oturduktan sonra cevap verdi:

-     Uzun süre mi yokrum?.. Ben sana olumsuz cevapla hemen dönmem mi iyi olurdu? Başarılı görücüyü kim ikram ağırlamadan gönderir?

“Başarılı görücü” kelimelerini duyunca Eseney’in yüzü canlanıverdi.

Musrep devam ediyordu:

-     Evet, evet, evet, evet... Herkesle görüştüm. En önemlisi de Ulpan ile de görüştüm!  Ama bir şeyi uyarmak istiyorum ki – Ulpan sıradan bir kız değildir… O ucuza verecek bir kız değildir. Onun kendisiyle kendin de görüş. Anne-babası – onlar itiraz etmezler.

Eseney kızarak:

-           Ucuza? Benim hayvanlarım yok mu ki? Veya ben cimri birisi miyim?.. Yoksa ben ulpan ile konuşamaz mıyım, eğer o kabul etmişse?

-           Burada her halde at hesabı yapılmıyor...- diye kıssa yanıtladı Musrep.

                 Ve bu haberle sarhoşlanan Eseney’e bu iş, onun kerleutların aullarına göndermeyi emir edeceği kısrak sayına bağlı olmadığını, başka bir şey gizlendiğini açıklamadı... Her şeyin yorumlamasını  Ulpan kendi açıklayacak.

Musrep biraz önce Artıkbay’ın evinden çabuk gitmek istediği gibi – Eseney’in evinden de - onun umutlarından, sevinçlerinden acil ayrılıp gitmek istiyor .

Musrep köpeklerini alıp, evine, kendi auluna yol aldığında güneş doğacak, gökyüzü daha karanlık içindeydi.

 

8

 

 

Eseney Karşıgalı’ya geleli iki hafta geçmiş.

Türkmen musrep de, Musrep avcı da gitmiş. Eseney onlara kızıyordu... kendisini bırakıp gittiler... Türkmen Musrep işi başarmış bile olsa kendine hiç benzemiyordu. Onun kabulünü başardı ondan ilerisini Eseney’in kendine bıraktı. Musrep avcı: “Bu kartal zayıfladı, bir işe yaramaz, ölü tilkiyi bile alamaz. – dedi. Başkasını getireceğim». Ve kayboldu.

Eseney’in yanında – akrabaları, ama bu yiğitleri kımız ile etten başka bir şey asla ilgilndirmezdi. İç içe konuşmak mümkün değil.... Avcılıkta da pek yararlı olmazlar – aşağı-yukarı koşuşurlar,  gürültü ve haykırıklarıyla avı kaçırırlar.

Artıkbay’ın evindekileri ırksız, kabilesiz tolengitler1, Eseney’e ve onun tüm akrabalarına seslenmeden hizmet etmeliler gibisinden davranıyorlardı. Onlar Nesibeli’ye bağırıyorlardı. Genç yiğitler Eseney’in niyetinde haberleri olmadan, Ulpan’a taciz ediyorlardı. Dün Ulpan Muzbel Torı’nın yanına geldiğinde küçük kardeşi, ahmak İmanalı:

 - He-ey ikinci defa bunu yanına yaklaşma! Bu at senin gibi kzlardan on tanesinden daha değerlidir!... Bırak onu! – diye azarlamış.

Ulpan dizgini bırakmış ve Eseney’in rica ve isteklerine rağmen bir daha Muzbelin dizginini almamış. Eseney’in İmanalı’yı: “Git benim gözlerim seni görmesin” – diye  kovalaması da kızı yumuşatamamış. İmanalı yerinden çekilmiş ama sırtında gri çizgisi olan dorı ata Ulpan hiç binmemiş.

 

 

1Tolengitler farklı yerlerden toplanan insanlar, onlar farklı ıra ve kabileden olabilirler.  

Başka bir durumda Eseney İmanalı’ya daha yumuşak davranabilirdi. Ama şu an... Ulpan  kabulünü bildirmiş olsa bile asıl cevabı vermek için yüzleşmekten kaçınıyordu.... Eğer o Eseney ile aynı seviyede bulunan bir ailenin kızı olsaydı, kardeşinin bu davranışı ipleri koparacaktı, ve Eseney’in kendisini gelinin köyünden kovalayabilirlerdi! Ama ne olursa olsun Ulpan kendi sözüne sadık kalmış, Eseney’in bundan haberi yok işkence çekiyordu. 

O kendisinden memnun değildi: ünlü biy, o karmaşık durumdaki işler çözebilir de – bir kızın davranış düğümünü çözemiyor! O gene Türkmen Musrep’e kızıyor. Yardım etmedi bana, gitti... Ulpan’ın “ucuza alabileceğiniz kızlardan değildir” sözünün arkasında ne gizlidir... Söz değerli eşyaları töböl fuarında yoksa, irbit fuarında satın almak hakkında değildir. Kurnazlık! “Kırk eşeğe yüklenecek kız kurnazlığı” dedikleri kurnazlık! 

Eğer kız direniş gösterseydi, o bu direnişiı yok ederdi. Ama direniş bile yoktur. Esrarlı gülümsüyor ve evet ben kabul ediyorum diye tekrarlıyor. Ulpan şaka yapmış gibi: “Nereye acele ediyoruz kı?.. Önümüzde daha bir kış vardır. Yetişiriz konuşmaya, oysa birbirimizden bıkarız” diyerek gittiğinde Eseney ciddi bir şekilde suskun kalırdı.  

Eseney: “yeter artık ipi kısaltmak lazım yoksa sonu görünmüyor bu işin” - diye karar verdi.  O gece özel bir sabırsızlıkla kendi çadırında kızı bekliyordu. Ocakta ateş yanıyor, misafirler ocağın etrafına oturmuşlar. Ulpan buraya yalnız gelmemiş – iki geç kadınla gelmiş. O kıyafetini  değiştirmiş – genelde gündüz gydiği yiğit kıyafetini çıkarmış, elbise giymiş. Eseney ona nazik seslendi:

- Yukarı geç, Ulpancan. En hürmetli yere geç!

Yaşlı, bile değil ihtiyar  Eseney’in Ulpan’ın gelişine çocuk gibi sevinmesi neşeli genç kadınlara çok eğelenceli geldi.  

Ulpan ailede tek oçocuk olarak yetişmiştir. Ve bağımsız bir erkek çocuk gibi davranmaya alışmış. O uzun zaman kendini kız olarak hissetmemiş. Aniden alevleştiği kadar çabuk sönen aul çocukları arasındaki çatışmalarda kimseye iniş vermezdi. At sürüsünde de birinciliği vermezdi.  Büyüyünce bu erkeklik alışkanlıkarını da korumakla beraber kendi bayanlık gücünü de kazanmış.

Eseney çağırınca Ulpan hiç çekinmeden gidip ev sahinden daha yukarı en hürmetli yere oturdu.

-     Yakın gel,- dedi o.- Ocağa yakın otur... Bir anlık bir bakış Ulpan’ın hiç bir açıklama olmadan bugün akşam bakışlardan kaçınamayacağını anlaması için yeterli olmuş. Gelecek için hayali vaatlardan kaçınamayağı belli oldu. Kız şöyle dedi:

-     Ben, kim ateşe yakın oturmayı severse o hayatı boyunca üşüyecek dediklerini duymuştum.

-          Ama kışa doğru soğuk olmaya başladı.

-          Ben alışmışım...- diye cevap verdi Ulpan.

Eseney ya anlamadı, ya anlamak istemedi ya da başka söz bulamadı...

-     Arteke’nin sağlığı nasıl?

-     Siz onu dün görmüştünüz ve bugün sabah. O her zaman olduğu gibi...

Eğer Eseney kendini idare edebiliyor düşünüyorsa, Ulpan ise hakikaten kendini kontrol edebiliyordur. O hürmet konumunda öğrenmek istediğini bekliyor.

-     O beni azarlıyor mu?

-     Neden? Eğer istese bile sizi kim azarlabilir?- Ulpan masumca sordu.

Eseney bu uzun hayatında hiç bir zaman bu kadar iç çekmemiş ve kendini bu kadar çaresiz hissetmemiş.

Onların bu ima dolu konuşmaları aşılmaz bir çalılığa dokundu ve Eseney öfkesini çıkarmak için yanında kimse bulunmadığı için kendine kızdı! Erkek misin yoksa ertkek değil mi? Torunun kadar küçük kızın önünde bu kadar da kendini kaybeder olur musun! Kızın ne kastettiğini tahmin etmekle başını ağırtmaktan sıkılmış ve  onun kasvetli bakışlarına karşı kibarca sordu:

-      Ulpancan... Türkmen Musrep bana... senin sözlerini iletti... Sen ucuza alınacak kızlardan değilsin. Ama ben bilemiyorum... Sen ne istiyorsun? Hayvan mı? Bizim bozkırlarda ne kadar varsa hepsi de senin olacak, sadece bunu bildirmen yeterli,..

Kendisi de uygun konuşmadığının farkındaydı, herhalde uygun sözler bulamadı, ama kendini tutamadı, Ulpan’ın yüzünden de bu sözlerinin uygun olmadığı belliydi, ama beklemekte, kızın cevabını beklemekte...

O çocukluğunda, aulun tüm erkek çocukları korkan küçük kız günlerinde olduğu gibi keskin bir şekilde:

-      Beni satmak da, satın almak da mümkün değildir! Benim karşılığıma gelecek hayvanlar kime kalacak?.. Sadır gelmeden önce benim babam veya annem bizim küçük sürümüzü sürebilirdi. Evde onları ben idare ediyordum.!

-     Ben seni dinliyorum, ama anlayamıyorum... Sen ne istiyorsun?

 «Sen ne istiyorsun?..» Ulpan düşünüyor. Düşünmekte. Ulpan kendi yaşındaki başka kızlardan farklı olarak düşünebildiği için Eseney tarafından seçilmiş olduğu açıkça bellidir. Ulpan hiçbir zaman sıradan bir tokal olamaz, kocası seven ama onun büyük karısının dastarhanında kalan artıklarla yetinecek bir köle konumunda olmayı kabul edemez.1

Birçok gündür düşündüğünü söyemeye karar verdi, ama doğrudan söz etmedi:

- Beni evlerinizin hangisiine getirmeyi düşünüyorsunuz?

Eseney karma karışık içinde. O hiç bir zaman hemen cevap vermezdi, bu kıza karşı çok düşünmemek gerektiğini hissetti. Zaten çok uzun sürdü...

 

 

хTokal genelde kocası tarafından sevilir ama tesirli olamazdı.

 

İstediğin olsun, - dedi o, - Otau1 seni bekler. İstersen benim bu büyük beyaz çadırımda kalırsın. Her şey sana bağlıdır.

-         Hayır,- diye gururla cevap verdi ulpan – Beni almak istiyorsan büyük çadıra getir, ben şimdiki gibi bu hürmetli konumda oturacağım. Ama buna senin küçük kardeşinin gözleri alışabilecek mi, İmanalı bunu kabul eder mi?

-         Alışırlar...- söz verdi Eseney,- Bir gün alıacaklar. Sen baybişe olacaksın.

Ulpan için bu akşam, son kararlar alınacak akşam kendisi ile ilgili her şeyi belirlemek önemliydi.

-    Ama Eseney’in baybişesi vardır...

-    Baybişe?.. Hayır. Ben Orel’de, o Sorel’de yaşıyor... Eğer sen benim hiç bir zaman Allah’ı aldatmayacağıma inanıyorsan, ikimiz arasındaki yol da yedi yıllık mesafe olduğuna inan. 

Ulpan tedirgin bir şekilde dinliyordu.

Orele – atı bir ön ve bir arka ayaklarından bağlandığına derler. Tam olarak serbest olmadığı gibi tam olarak da bağlı olmadığı için at pek uzağa gidemez. Bu kelimeyi aulda sık sık duyabilirsin  ama şimdi Eseney söylediğinde tamamıyla başka bir anlamda duyuldu.

Sorele – ise rastgele alelacele kazılan sığınak, oraya belirsiz muğlak savaş zamanında ana vatanına götürüp babalarının mezarları arasına koyuncaya kadar cesetler koyulur.  Birçok savaş olmuş, birçok Sorele ismi vardır. Ulpan bu kelimeyi babasından öğrenmiştir, Artıkbay – eğer Kotsuh don kazaklarıyla yardıma yetişemezse kendisi de Sorele’de kalacağını anlatmıştır...

Demek ki... Eseney kendi Orele’de... Sorele’ye ise birinci işini göndermiş, ve o orada hayatının sonuna kadar olacak. Bunu böyle mi anlamak gerekir. Yedi yıllık yol demekle... yedi yıldır ayrı yaşadıklarını kastetmiştir. Yedi yıldır onlar ayrı yaşıyorlar.  Bu Ulpan’ı teselli ediyor, bir köle olmayacak. 

 

 

Yutau- boyut olarak daha küçük olna ve yeni evliler için dikilen çadır.

Olmayacak – mümkün değildi de!

-     Eseney...- dedi kız.

Bu ana kadar Ulpan “siz”, “aksakal”... diye hitap ederdi... İşte kendi adını o kızdan ilk olarak duyan Eseney, bu kız beni mi çağırdı demiş gibi donup kalmış.  Eseney donmuş şekilde etrafına baktı – ama çoktan Ulpan ikisi yalnız kalmışlardı. Diğerleri onlara engel olacağıının farkına vararak dışarı çıkmışlardı.

-     Eseney,- diye devam etti kız – Oraya - senin yolun yedi yıl. İkimizin  aramızdaki yol kırk yıllıktır. Sen bunu düşündün mü?

Aynı soruyu kendisi de kendine birkaç defa sormuştur, o bu soruya hazırdı.

-     Ben düşündüm,- yanıt verdi o – Bu kadar yaş farkı olan kız ile ilk ben evleniyor değilim. Benim yaşımdaki erkeğin ilgisini çeken sen ilk değilsin. Kırk yaş? Ben - Eseney...

Ulpan dinlemekte, Eseney ise devam etmekte:

-     Ben niçin sizden gitmediğimi bilmiyorum... Yani Karşıgalı’dan... Güzellik, gençlik. En önemlisi benden sonra kırk yaşlarında Eseney olacak birisini gördüm. Daha ben hayattayken – ikinci Eseney. Bu ise… bugünki gecede başlayacak!

Ulpan – o kadar kaderine direnç gösteriyordu ki, kendisi de inanamıyordu: Eseney’in sözleri heyecanlandırdı. Kız ona ne cevap vereceğini bilmiyordu, şu an yiğitler onu kurtardı. Çadıra – kim kumgan ile, kim ellerini yıkatmak için leğen ile girdiler, üçüncüsü ise dağ gibi yüksek şekilde koyulan kaynatılmış et parçalarını getirdi. Ulpan ancak Eseney’in çiçek bozuğu esmer yüzüne kendisi için de beklenmedik olan minnettar ve sevgi dolu bakışlarını dökmeye yetişti.

Ama onların tek başına kaldıkları an sona erdi. Çadıra omuzlarında Artıkbay’ı taşıyan Sadır girdi. Onların peşinden de Nesibeli geldi ve çekingen bir tavırda eşik önünde durdu.  

Eseney onları karşılamak için kalktı.

- Oturun,- dedi o.- Şu andan itibaren bu evde sizin için başka bir yok... Sadece - tör1.

Ve çadırın içinde bulunan herkes bu sadece bir konukseverlik değil, kısa süreden sonra akrabaları olacak insanlara karşı nezaket olduğunu anlamışlardır.

Artıkbay ile Nesibeli töre yerleştiler. Bu akşam işler çözümlenecek gibi, bu vakitten itibaren onlar hayattayken hep burada oturacaklar, ve Eseney’in akrabasına ait olan Karşıgalı yolağına da kimse tecavüz edemeyecektir... Artıkbay’ın isminin sonunda gelen “bay” eki onun konumunu da belirleyecektir ve kereylere yabncı olan kıpçaklardan gelen göçmen – kurleutler de bu topraklarda yetkili saygıdeğer insanlardan olacaklardır.

Ama bunların hepsi ileride gerçekleşecek, Eseney’in akrabaları sanılan kıskananlarda böyle olacağı ilk tahminleri ortaya çıkıyordu.

Eseney’in onları düşünecek hali yoktu şimdi. Gelecek eşinin babasına saygı haracını daha tam olrak vermemişti.

-Arteke... Bugün biz gelenek olduğu gibi, kışlık için hayvan kesmeye başladık. Siz bizim datarhana dua etmeniz için size başı vermek benim görevimdir.  

Artıkbay dikkatlice – uzun zamandır bozkırın tanınmış insanları ona yemek sofrasında dua etmeyi rica etmemişlerdir – Eseney’in elinden başı aldı, herkese dağıtmak için bıçağı da aldı. O hala bu onur bana mı gösterildi demişçesine daha şüpheli gibiydi, bu sırada onun eski asker arkadaşı onu desteklemek gerektiğini düüşündü:

-Arteke... Sizin nimetiniz olmadan idare edemezler düşünüyorum.

Artıkbay avuçlarını yüzüne karşı getirdi, yemek sofrası duasını sessizce söylerken   onun sadece dudakları kıpırdıyordu.  Sofraya başka bir yemek de getirdiler, caya – altın gibi sarı yağlı at füme eti. Kımız verdiler, bu dönemlerde kımızı sadece çok sayılı at sürüsü olanlar içebilirler.

 

 

хТör Ocağın yanında kapı karşısındaki çadırdaki hürmetli yer.

^                                                                                    лл еще одно свое  етттспис

O cömert olmak istiyor o kendini hiç olmadığı gibi etrafındakilere neşe verebilecek kadar kuvvetli hissediyordu.

-      Arteke,- dedi o.- Ulpancan size hayvanlara bakmak zor geldiğini söylemişti. Ben kendim de bunu görüyorum. Eğer şçyle yaparsak nasıl olur... Bundan ileri sadırın tüm sürüsü Ulpan ait olsun. Ben bu sürüden kendime bir tay bile almayacağım. Eğer o kendi sürüsünü Karşıgalıda bıracaksa sizin atlarınız da onlarla beraber otlatılabilirdi.  

Sofradakiler biraz şüphelendiler. Bu ne – cömertlik mi?.. Yoksa bu adam kendi yaşını bilerek gelecekte olabilecek aile davalarından kaçınmak şimdiden Ulpan’ın payını mı bölüyor? Eseney hem kurnaz, hem acımasız, hem de adaletli olabilirdi, ancak onun cömertliğini pek çoğu bilmezdi. Belki de yaşlanınca onun ruhu da yumuşamaya başlamıştır? O zaman diğerleri  - Ulpan bin yıl yaşa derlerdi. Diğerleri ise Eseney’yin aklına Karşıgalı’da kış geçirmek düşünces geldiği ve onun yoluna Artıkbay’ın çadırı rastgeldiği anı lanet ederlerdi.  

-     Eseney, dostum...- Artıkbay’ın sesi titredi.- Senin davranışın kendine layık. Sen benim ve Ulpan’ın annesinin kalbini rahatlattın. Uzun yıllar ben onların savunmasız olduklarından korkardım. Şimdi ben rahatım.  

Eseney yerinden kalkıp Kenesarı zaferleri anısına Sibirya genel valisi tarafından verilen hediyeyi – sol yakasında altın madalya takılmış altın işlemeli zümrüt yeşili ceketi getirip Artıkbay’ın omuzlarına koydu.

Sadır Artıkbay’a omuzlarıyla dayanak oldu, Eseney ihtiyara yardım etti. Nesibeli gitti, geri kalan herkes gitti.

-     Ulpancan... Sen düşünme ki ben senin payını ayırt ettim. Bu benim hediyemdir. Bende kalan diğer malların tümünü de ikimiz beraber idare edeceğiz. İki Eseney, iki sahip. Sadır’ın sürüleri ise senin.  Onlaral istediğini yapabilirsin. Bana göre yeter ki senin babanla annen bir şeye muhtac olmasınlar. Sen biliyorsun benim çoçuklarım yok, miras olarak bırakacak kimsem yok. Sen benim hem oğlum, hem kızım, hem eşim hem de sevgilim olacaksın. Eğer sen benim evime güneş gibi doğarsan Allah’tan başka isteğim olmayacak. Yakın otur. Başını koy buraya...

O kendisini dinliyor ve hayran oluyordu. O nazikliğin ne olduğunu, kız ile tek başına kaldığında söylenecek sözleri de çoktan unutmuş zannediiyordu. Meğer unutmamış!

Ulpan onu dinlerken kalbi hızla atıyordu. Ondan başka kim onun yolunda Eseney olabilirdi? Erkek kararlarında sert olmalı. O kuvvet ve büyük kalp sahibi olmalı, bir süre önce tepede karşılaştığı insanı o böyle tahmin ediyordu. Ya Allah’ım, o kırk yıl önce nasıl birisiydi, tahmin edemem! Eğer o değilse ona kim rastgelecekti? Murzaş gibi birisi mi, Tulen’in oğlu mu.... Başka bir genç yiğit de Eseney ile karşılaştırılabilir mi? Kim blir?.. Ama kendisi onun gibilerle hiç karşılaşmamıştır.

Ulpan daha yakın geçmişte – Türkmen Musrep ile olan nişanlanma konusundaki konuşmadadan sonra – Eseney’i ok ile yıkmaya, babasının yayından ona ok atmaya hazırdı. Gerçekten, kendi istemediği her şey olup bittikten sonra o kendini aklamak için  bahanaler mi aramakta?

Ulpan onun rica ettiği gibi başını onun dizlerine koyarak yaslandı.

- Çok söz söylemeye gerek yok,- dedi kız Yarın kendi sibanların ile benim kurleutlarımı topla, toy yap ve halkın önünde bana dediklerini, bana verdiğin sözleri tekrarla...

Eseney yanıt vermedi. Onun büyük, kara, acımasız çiçek hastalığından beneklenen yüzü kızın beyaz yüzüne yaklaşıyordu.

Ardından o geceden itibaren çok zaman geçmiştir o tobıktı kabilesinden olan akın Abay’ın rus akınının kazakçaya çevirdiği şarkısını dinledi. Zulum Tengiz1 ihtiyar hakkında – onun kaçınılmaz fırtınayla genç kazak kızına haraket ettiği hakkında   ve onun koyu mavi gözleri nem tuttu.

 

хTengiz Hazar denizinin kazakça adı.

O anda kızın önündeki gözler koyu kahverengindeydi.

Şafak olunca Eseney su alıp havzaya gitti ve uzun süre zevkle yüzünü yıkadı.  

- İster misin?- diye Ulpan’a da teklif etti. – Sen de yıkan istersen.

Kız kalktı, ve aniden çok basit ama ayrıntılı düşünce geldi aklına: Şu andan itibaren bu adam onun kocasıdır, hem gece,  hem gündüz, hem sevinç, hem de üzüntü anında onun yanında olacaktır.

Kuvvet ve ebediliğini hisseden  gençliğindeki gibi sıcak eski bedeni suyla tekrar soğudu. Eseney namaz için halısını yaydı.

Genç beden ise yıkandıktan sonra biraz soğudu ama yeniden heyecanlandı...

Ulpan tekrar yorganın altına girdi. 

 

9

 

 

İlkbaharda Eseney, Ulpan, Nesibeli ve onlarla beraber dört yiğit Artıkbay’ın aulundan gittiler. Rus yerleşim sınırlarına kadar at ile ulaştılar, orada ise önceden belirlenen yerde her zamanki gibi onları Tlemis bekliyordu. O üstü kapalı, yan taraflarında küçük merdivenleri var harmonika gibi haraket eden vagon getirdi. Vagon üç ata çekiliydi. Tlemis bu vagona – araba derdi... .

Ulpan kendini tanıdığından beri bir arabaya bile binmemiştir. Ama şimdi küçük ayaklığı aşağı çekerek fas koltuğa sanki hayatı boyunca tekerlekler üzerinde yolculuk etmiş gibi hafifçe yerleşti.  

Neden çekinecek? Hayal etmediği statüye sahip olalı çekinmez ki. Eseney onun ciddi bir tavırla sahip niteliğinde idare ettiğine bakarak sadece gülümserdi... Kocasının armağan ettiği sürüde beş yüz kadar at vardı. Artıkbay’ın aulu hiç bir zaman bu kadar bolluğu görmemiş, aul kısrak etiyle ve kımızla gömülmüş. Onlar gitmeye hazırlanırken iki yüz kısrak yavrulu olmuş.

Zengin insanlar Ulpan’ı Eseney’in evine çıplak gelmiş diyebilirler. Nesibeli’ye göre şık sayılan annesi ve babasının eski giysilerinden dikilen bir kaç kıyafeti vardı. Annesi kendi biçer dikerdi. Kızının alışkanlığını bildiğinden Nesibeli kızının güysilerini at sürmeye uygunlaştırırdı.

İlkbahara yakın Eseney Ulpan’ı kendi auluna götürmeyi düşünüyordu:

-     Eğer senin akrabaların beni kendi eski kıyafetimde görseler “onun pantalonsuz gelmediğine de Allaha şükür” diye alay ederler....

Eseney biraz şaşırdı. O kadınlar için gerekli olan eşyaları düşünmeye alışkın değilmiş. Şöyle karar verdi:

-          Mayıs ortalarında Tobolsk’te fuar olacak. Oraya kırk seçilmiş atları götürmesini söyle.

-          Ulpan aynen haraket etti. Eğer lezzetli yemekler yiyip, güzel içecekler içemezsen, iyi giyinemezsen, istediğini yapamazsan zengin olmaya ne gerek var! Bu yazın zenginsin, bir kış sonra sen en fakir bir adama da dönüşebilirsin! O fuara da gitmek istemiş – onun görmediği bilmediği şeylere gözleri alışsın artık...

Bu Tlemis - Eseney yaralı Stap’ta hastanede yatarken İrbit’e gönderülen Tlemis’tir ve on beş yıldır onun ticari işlerini idare etmektedir. Eseney kendilerini karşılaması için onu göndermiştir. Ulpan şaşırtısını belirtmedi. Eğer o her şeye şaşkın gözleriyle bakacak olursa sadece kendini değil onu - Eseney’i de tuhaf bir duruma atmış olurdu.

Aslında o çok şeye hayran oluyordu. Onların gittiği sıradan bir yol... Sıradan ve sıra dışı bir yol. Yolun ortasında yay şeklindeki baş parçasını gururla taşıyan  için ayrı bir yol parçası. Ve yan taraflarında iki ayrı tarafa başlarını eğerek giden atlar için ayrı iki yol parçası.  Ve geniş arabanın tekerlekleri aynen onların peşini izliyordu. Ulpan – hayatı bu tür yollardan uzaklarda geçen göçebe kızı – bu tür yolu ilk defa görmekteydi, herhalde Ruslar bu yolu döşemiş olmalı.

Bu üçü hız düşürmeden, adım kaybetmeden tırıs tırıs gidiyor ve araba toprak ile temas etmeden yüzüyor gibiydi. Eyere alışkın Ulpan bu yolculuğu da değerlendirdi. Rahat ve hızlı... Onları refakat eden yiğitler uzaklarda kalmışlar.

Sen eyer üzerindeyken at da hoşuna gittiği an onun baş tutumunu, şık yelesini ve boyun eğiş güzelliğini hayranlıkla izleyebilirsin... Ama onların bu güzelliğini uzaktan gördüğün gibi izleyemezsin. Burada ise üçü de göz önünde! Ve onun artan hızını aralıksız çan zili eşitlik etmekte.  

Demek... Ulpan kendince hesap çekiyor. İlkönce yolculuk...  Yorulmak bilmez üç at ile araba. Bekle biraz Eseney canım! Fuara ulaşalım bakarız......

Önceden rastlamadığı Rus kulübesini de farketti ulpan. Tlemis ınlara çay ve yemek ağırlayacak bir ev ayarlamıştı. Temiz iki oda. Boyalı ahşap zemin, camlı pencereler, içerisi de adydınlık. Onların öğle yemeğini ise ön odadının üçte birini kaplayan fırında pişirdikleri belli.  

Orta yaşlarda sarışın saçlı mavi gözlü kadın maşa ile çaydanlık ve tencereleri çekerek, tava ve tepsilerin yerini değiştirerek onlara hürmetle servis yapıyordu. Ulpan biraz acıkmıştır ondan dolayı ekşi hamurdan yapılmış beyaz ekmeği rahatla yiyordu.  Yuvarlak peynirli kekler de onun hoşuna gitti. Et, süt ve undan ne kadar  çeşitli yemekler yapmak mümkünmüş...

-        Bu ailenin kaç kaç hayvanı var?- o Tlemise sakince sordu.

-        Ne hayvanı!.. Onların hiç bir şeyi yoktur. İki atı, bir ineği  bir de tavukları – bir düzine kadar olmalı. Kendileri için biraz ekmek ekerler.

                Ulpan öğle yemeğinden çıktıktan sonra yyola çıkacakken bu ve başka kulübelere olan hayranlığı devam ediyordu. İleride don kazaklarının küçük, bakımlı ve rahat köyü görünüyor. Küçük Rus köyü daha göz önündeyken Ulpan daha yeni bir basamağa adım attı: daha bir Rus kulübesi. İşte böyle Eseney!

O gün ve ondan sonraki günlerin birçok olayları onun aklınatakılıp kaldı. Bozkırlar da kendisinin bildiği, alıştığı ve sevdiği gibiydi... Yeşil yele bahçeleri. Rüzgarlarda kuş tüyü.  Öğleden sonra güneş yükselince bu alanı örten ısı sis. Ya onun hayatı? Kışın ve yazın çadırda. İmanlı peygamber Muhammed tarafından yetiştirilmesine izin verilen dört hayvan türü. Sogım – kışlık için hayvan kesmek, her aile kendi hayvan sayısına göre et hazırlamak. Uzun bir gece gibi herhangi bir değişiklik olmayan monoton hayat. Ulpan Kazak kadının kaderi, kendi ebedi sefiliğine ve konuşmaya yararsızlığına  alışmıştı... Belki o kendi bildiği hayata belirgin bir şekilde benzemeyen yaşama rastlayarak biraz abartmakta. Ama şimdilik kendisine de belli olmayan, yeni düşünceler ve niyetler onu huzursuzlukla “bekleyelim bakacağız” diye düşünmeyi zorluyordu.

Tlemis onların kalacaüı yeri de ayarlamıştır. Tobol’lerin kögön yaptığı Nehrin kenarında iki beyaz ve iki koyu renkli çadır dikiliydi

Arabadan inerek Ulpan sanki her zaman idare etmeye alışmış gibi  emretti:

- Biz annemle beraber benim otauda kalacağız, sen – büyük çadırda, üçüncüsünde ise misafirleri karşılayacağız. Orada öğle yemeğini yiyeceğiz, çayı ise otauda içeriz. Hani arabadan in benim kaplanım....

Ulpan şaşırmamaya çalışıyor ve bunu da başarabiliyor, Eseney ise Ulpan’ın kolay ve serbest davrandığını görerek şaşırmadan kalamamıyor ve şaşkınlığını da gizlemiyordu ve bunların hepsini onu Ulpan’ı yapıyor, geçen sonbaharda sürülerini Karşıgalı’da kış geçireceği kararını aldığı için Allah’a tekrar tekrar teşekürlerini bildiriyor.   

O kendisini karşılamaya gelenler ile selamlaşmak için biraz arkada kaldı, Ulpan annesi ve onlarla beraber Tlemis de ileriye doğru, kar gibi beyaz otau tarafa yöneldiler.  

Bir kazak kadını çadırın tepesindeki duman borusunu kaplayan tündüğü açıyor

Ulpan:

-           Öyle kalsın uğraşmasınlar, annem kendi açacak. - dedi

-           Hey, kadın! Dokunma, git!- diye bağırdı Tlemis. Herhelde bu onun karısı olmalı. Herhangi bir nedeni olmadan  hizmetçi kadın ile bu kadar kaba konuşmazlar. Kadın orada hiç bulunmamış gibi kayboldu.

 Tündüğü açmak kolay bir iş değildir. Nesibeli ilkönce güneşe baktı, rüzgar hangi taraftan geldiğini tespit ettikten sonra ancak keçeyi çekti.

Çadıra o kızından sonra girer girmez hayretle durup kaldı. Yukarıdaki beyaz keçeden yapılmış peçe siyah kadife desen ile süslü,  özenle dokunmuş halı şeritler çadır duvarını gizliyor,  zemin ise peluş halı ile kaplıydı. Eşiğin tam karşısında ise saten, kadife yorganlar yığılı... Sandıklar beyaz keçeli örtüler ile kaplı.   Tertemiz uzun eğik burunlu bakır kumgan, yıkanmak için bakır leğen, mavi kalın ipek perdeler.

Burada herşey parlıyordu, parlaktı ama Ulpan kendine verdiği sözüne sadık kalarak şaşkınlığını belirtmedi. O Tlemis’e teşekkür etti – Tlemis, ev hanımı ve onun annesinin peşinden girdi:

- Eğer bir şey yerinde değilse sadece sizin bakışlarınızdan fark edilebilir... Tlemis ağa, ben hiç bir kusur görmedim. Ben size isminiz ile hitap ettiğime darılmayın. Ben Eseney başta gelmek üzere herkese ismi ile hitap ediyorum.

Uzun yıllardır kendisine Rus kadınlarının Tulameş veya Tilameş dediklerine alışmıştır ondan dolayı Ulpan’ın  - köylerde erkeğe hitap ederken ismini söylemek hoş olmadığı - kendisini ismini söyleyerek çağırdığına dikkat etmemiş bile. Şu an kendisi de yaşlı kocasının ilgisi ile  şımarık olan bu tokala nasıl hitap edeceğini düşünmekteydi. Ne diyeceğine karar veremeyip, ona doğrudan hitap etmekten kaçındı:

-    yeterli olmayan tarafları vardır... Nasıl olmasın! Ama gitgide düzenleyeceğiz. Tobolsk’teki fuarda istediğin herşeyi bulabilirsin. Bir de enim bir sürü tüccar tanıdıklarım vardır. Onun için merak etmeyin.

O dışarı çıktı.

-Ala... otur. Evde de oturduğun gibi en hürmetli yere. Bu benim – otaumdur. Eseney’in auluna beni bu çadır ile götüreceksin.

 - Güneşim benim, sen ne zaman yetiştin bunlara? Sen ne zaman bu çadıra sipariş verdin?

 - Ala, ya ben - Eseney? Eseney için zor bir şey var mı ki! Yarın fuara gideceğiz. Kendin, babam, ev için gerekli olan herşeyi al... Her şeyi satın alacağız... Fuara Eseney ile ben gelmedim, tersine Eseney benimle geldi.

Nesibe nasıl da hayran olmasın ki? Bir kışta Eseney gibi insanı Ulpan elde etmiş. Onun öz aulunda evlenme baş töreni daha apılmadı.  

İçeriye onlar gelirken tündüğü açmaya çalışan kadın girdi.

-Yıkanacak mısınız?- diye sordu o.

-     Evet, evet... Siz Tlemis Ağa’nın eşi misiniz? Evet, zkena... Да, зкена...

Ulpan ile Nesibeli yıkanıp, giysilerini değiştirdikten sonra yiğitler dastarhana kaynamakta  olan semaveri götürdüler. Ulpan onlara seslendi:

-     Biriniz Eseney’i çağırın. Semaveri ise buraya koyunuz ben kendim çay vereceğim.

Eseney yalnız gelmedi. Tlemis’ten başka daha iki tatar tüccar ve bir rus vardı. İkisine Galiaskar ve Galiulla derlerdi, rus adamın ismi ise – Gleb idi.

Ulpan ilk defa aul dışında ev hanımı sıfatındaydı, misafirlerin bakışlarını üstün dikkatle yakalıyor, onların düşüncelerini tahmin ediyordu... İlkin onlar Ulpan’ı Eseney’in kızı zannetikleri görünüyor. Nesibeli’yi ise eşi sandılar. Ama sonradan şüphelenmeye başladılar – Eseney onunla konuşmaya başlayıncaya kadar  kuşku içindelerdi:

-     Ulpancan... Bize ticaretle uğraşan insanlar geldiler, ticaret adamları ise her zaman acele ederler, onların işleri çok zamanı ise kısadır. Bu rus kişi senin atlarını toptan satın almak istiyor. Tabi ki eğer siz anlaşırsanız.

Tlemis fuardaki fiyatları hatırlatmayı doğru buldu:

-     Dört at, her biri kırk rubleye satıldı. Ama bu atlar tüm atların en iyileri idi.

 - O kişi - Тalib ne kadara veriyor?

-          Otuz beşe...

Ulpan çok düşünmedi – pazarlık da etmedi:

-     Ya sizde nasıl yapılır?- dedi o Tlemis’e – Tokalaşmak mı gerekir. Ben kabul ediyorum.

Gleb gitmeden önce şöyle dedi:

-     Madam, benden size bulabileceğim en iyi tilki ve Paris parfümü olacak...  

Tlemis tercümesini yaptı ve “madam” asil bir kadına hitap ederken söylendiğini anlattı.

O Gleb ile vedalaşmak için dışarı çıktı, Galiaskar ve Galiulla hanımı başarılı pazarlığı ile tebrik ettiler ve fuarda da başarılar dilediler. Galiaskar onu yarına kendi evine davet etti. Eşi ve kızı sevinecekler... Eğer hanım onlarla beraber alışverişe çıkacaksa hiçbir satıcı ve tüccar onu aldatmayı düşünemez bile... Fuardan başka Galiaskar’ın kendine ait bir dükkanı vardır. Oradaki tüm mallar hanım içindir – yeterki o ne gerek olduğunu söylesin.

Galiasgar Ulpan'ı  kendisinden önce davet ettiği için;Galiulla pek sevinmedi. Gleb’in demiği gibi bu “madam” - işbirliği yapabilecek birisidir. Onlar kırk atın satışından Allah’ın yardımıyla Rus tüccarı kendilerinde bulunan ne kadar kazanç elde edeceklerini tahmin etmekte ve buna alışmışlar...

Onlar gittiler, Tlemis kaydanda Ulpan'a kağıt para ve gümüşle dolu çuval getirdi.

-“Senden “magarıç” (iyi bir iş birliği yaptığı için sevinme payı)” diye tatlı bir dille, her zaman danıştığı gibi, Eseney söyledi.

-“Onun gönderdiği tilki derisinden, kışın başın üşümesin diye ben sana iyi bir “tımak”(şapka) tiktireceğım. Anlaştık mi benim yğitim”.

- Tamam, xanım, iyi....

-Cebin boş olmasın diye bu parayı da al.

- Ay-ay. Sen ne kadar çok veriyorsun?

-Boş ver, ben umursamam.

 

-Hayır! Ben kadın kraliçeli  bu gümüş parayı alayım! Ben onu hiç kimseye vermem! Çok güzelmiş. Bende kalsın.

Nesibeli onları dinleyerek usanmadan sevinirdi ve Allah'a onların mutluluğu uzatsın diye yalvarırdı. Eseney Turkmen–Musrep ile elçilik gönderdiğinde o, neden üzülüp çadırdan çıktığını hala anlayamadı. Nesibeli yaşlı damada ve cavan kızına bakarak  “Ya Eseney daha kolay hale geldi, kalbi yumuşadı, ya da Ulpan ilk günden onunla konuşmak için düzgün bir yol buldu” diye çözmeye çalışırdı. Ulpan hem tatlı dilli, hem güçlü, hem yaramaz, hem de verimsizdi. “Benim yiğitim”, “benim aslancığım” .... diye hitapları onun hoşuna giderdi.

Eseney özü nasıl? Nesibeli böyle bir adamı görmemiş. Zenginliğinden zevk alan, gücünü seven, kibir adam hareketleri eden, ava sevgisi –bunların hepsi belki içinde kalmış, ama Ulpan onları kapatmış. O, arada onun dünyevi tavsiyelerini dinleyir, arada ise özü tavsiye eder.

İri yapılı,kasvetli Eseney her zaman Ulpan'a bakanda onun anlayışlı bakışlarını görür. “Benim Eseney” diye ona hitap eder. Arada çocuklar gibi;bir yere gidende Eseney onu yanına çağırıp mutlaka bir düzeliş yapacak- ya jilet düzeltecek ya da malahayın ipleri bağlayacak. “Korkarım ki, yetişende düzensiz ve çapaçul olursun” deyip cocuğa gibi tokat atıp “şimdi gidebilirsen” diye söyler. Eseney –Eseneydir. O, toplumun fikirlerine fikir vermeden hareket edir. Şimdi de kraliçe haqında söylediği sözler Ulana aiddir.

O, son günlerinde bazarda kenara çekilmiş. Eğer onun yerinde başkası olsaydı şaşkınlık ve gizli ironiler yaratardı. Ama Eseney...Bazı insanlar Eseney'in şiddetiden, içe kapanıklığından kortuğu için ona daha yakın olmaya çalışarak onu yeniden tanığırdılar.

Bazara gidişi Ulpan için çok önemlidir. Onun hakkında ve onun iş başarılığı hakkında herkes konuşurdu. Hem de Ulpan kendini sadece ata binen ve Turkmen-Musrep yardımıyla kurdlar avına giden kasaba kızı olarak artık tanımırdı.

Daima sıkıntılar içinde yaşayan insan şimdiki mutluluğun geçici olduğundan şüphelenir. Böyle de olur, bnun için Nesibeli kızının mutluluğun korumasını Allah'tan durmadan isteyirdi.

Eseney, Ulpan ve Nesibeli oturmuştular. Çadırın kapısı açıldı ve Turkmen-Musrep içeri girdi.

-Assalamü aleyküm...

O, eyerden şimdi düşdü ....Elinde kırbaç, elbise torpak içindedir....

-Musrep ağa! Deyip atladı Ulpan. Nesibeli de ayağa durdu.

Eseney ise beklenmedik konağa şiddetle göz dikdi:

-Turkmen sen misin? Sen? Ben senin yüzünü unuttum bile. Bütün kış nerelerdeydin? Niye bizi özletirsin? Otur, bir yere gidemezsin.

Eğer böyle gelenek olsaydı Ulpan Musrep'i kucaklayıp öpecekdi. O, onun bakışından her şey anladı. Evlendikten sonra Musrep onun için doğrudan da ağabeyi oldu. O da onu göz kardeşi gibi kucaklamak isteyirdi.

Eseney onu yanına oturttu.

-Sen, Turkmen, çoktan haber vermedin. Duydum ki, seni de bağlamışlar. Niçin bizi düğüne davet etmedin?

- “Düğün siz gelende” Musrep diye hemen cevap verdi. “Zamanımız yoktur. Bizim çocuğumuz oldu. Bunun için Şınar gece gündüz onun yanında, hiç bir yere çıkabilmir.” diye devam etti.

-Çocuk mu?!

Eğer onlar ikisi olsaydılar, Eseney mutlaka dostuyla alay edecekdi. “Eşi kasabasından “dolu” gelmiş?” diye soracaktı. Ama Ulpan'dan utanıp ancak tebrik etti.

-Kız mı, oğlan mı ?diye Ulpan sordu.

- Bilmiyorum. Hala ayağa kalkmış değil. Şınar ise nazarın değer diye göstermiyor.

- Nasıl yani...diye Ayağa kalkmış diye Ulpan şaştı. “Ne zaman......”

- Çoktan. Dün on iki günlük olmuş.

- On iki gün içinde çocuk ayağa kalkmaz...

- Sen ne diyorsun? diye Eseney açıklama istedi.

Nesibeli gülerek kızına dedi:

-          E-e, Ulpan .... Sen anlamadın mı? Onların deve dişi doğum yaptı...

-          Gerçekten mı?

-          Ulpan Musrep'in gözüne bakarak anasının hakklı olduğunu anlayıp gülmeye başladı. O, da Eseney gibi Musrep'in hamile kadınla evlendiğini düşünürdü.

-          Musrep tayın güçsüz uzun ayaklarını hareket ettirmediğini, başını kaldırabilmediğini, daima yattığını söyledi....Şınar ak deveyi evinden getirmiş.

-          Tayın rengi de beyazdır?diye sordu Ulpan.

-          Evet, Şınar böyle söyledi. Biz onu düğünde gerçekleşen güreşin esas ödülü yapmak istiyoruz.

-          Eseney karıştı:

-          -Ulpan'ın gözüne bakarak açgözlüğünü görürüm. Benim düğün güreşine katılmanı istiyor musun?

-          -Ne olur, katıl. Ya da yaşlandın mı?Ne kadar güreşip kazandın?

-          O, güreşecek, güreşecek! Diye sevindi. Ulpan elinle Eseney'in dizine vurdu. “O, galib gelecek ve ak tayı benim olacak dedi”.

-          -Tamam!diye kabul etti Eseney. “Sen de, Turkmen güreşe katılacaksın” diye bir şart koydu.

-          -Güreşeceğim!...

Ödülün kimin kazanacağı çoktan bellidir.

Ulpan Musrep'in çoktan görmedi. Onun hayatında çok şeyler değişmiş..

-Musrep ağa, benim gelecek dostumun, kız gardeşimin adı Şınardır? diye sordu.

-Onu başka ismi olsaydı evlenmezdi mi?

-Övünme! diye söyledi Eseney.- Subay olanda övünürdün, evlendikten sonra da değişmemişsin.

 

Kazan dilinde: pehlivan, gürüşçi-paluan

                         Şınar, çınar-güzellik, dayanaklık, vafalık

 

-Övünüp övünmediğini özün göreceksin dedi.

-Yani o, Ulpan'dan da güzel mi? diye sordu.

Böyle bir soruya cavap vermek çetindir. Ama :

-Her kadın öz güzelliğine sahiptir diye Musrep cavap verdi. Atların gücünü rengiyle değerlendirmirler. Hayır. Biz güzel, iyi, zarif, ince diye sölerik –diye devam etti.

Eseney, sanki, öz özüne:

-Erin güzülliği-aklındadır, kadının aklı-güzeliğinndedir diye söyledi.

-Benim de senin de şansın varmış...Ama Şınar'ın güzelliği sadece aklı değil...

-Ulpancan..., onun özüne geldiğini sanıram.

-Sen de insana bezemeye başladın.... Türkmen artık ciddi konuştu.

Eseney:

-Düz dedin, Turkmen.... kendi kendimi zorla tanıyorum diye tam açıklama yapmadan konuya döndü. Kovduğu yere giderim. Ulpan benden ne istediğini yapar! Senin ki, de böyle....

-Şimdi daha rahattır. Taya baktığı için onun zamanı yoktur. Ben gözünü baka baka ne lazım olduğunu çözmeye çalışıram. Bakıram ki, yanacak yok.Yanacağın dalınca gidirem. Su olmadığında nehre kaçıram...

-Öyle de kaçırsan?

-Sivri sinek boğayı kovar.

Ulpan onları dinleyirdi.

-Musrep ağa, sabah sen benimle pazara gidebilecek misin? Ya da işlerin çoktur? diye Ulpan sordu.

-Bir girişle işlerimi haledeceğim .

 

 

11

 

Eseney memnuniyetle sordu:

- Ben yalnız mı oturacağım?

-          Gündüz Musrep agay benim yanımda olacak, akşam ise seninle. Gündüz sen zaten meşgul olacaksın. Senin kerey ve uakların Eseneyi sabırsızlıkla bekliyorlar, kış boyunca toplanan sorunlarını çözmesini bekliyorlar. İster misin beraber gidelim...

-          Hayır,- diye sözünü kesti.- Ben seninle pazarlık yapmam kalmış ancak. Hayatım hiç bunu yapmadım!

-     Ben çabuk dönmeye çalışacağım,- diye söz verdi Ulpan.

Ertesi sabah Tobol kıyılarında araba şehir tarafa yönlenirken Ulpan yine Şınar’dan bahsetti:

-     Onun boyu nasıldır?

O Türkmen Musrep’ten biraz uzaklaşmış ve şimödi de ne “sen” ne “siz” diye hitap edeceğini biliyor.

-     Eğer ikiniz yan yana durursanız birbirinize gözlerinize bakabilirsiniz. Ama o senden biraz ince gibi. Bu kız hiç bir zaman bozkırlarda kurt kovalamamıştır, o deve güdermiş.

-     Ya onun huyu?..

-     Huyu?- Musrep ne cevap vereceğini bilemediğinden tekrar sordu. - Sakin. Utangaç değil. Belki de samimi... Bizim aulun yaşlı kadınları onu şımartıyorlar, onun huyunu bozacaklarından korkarım: «Aynalayın-ay... Aynalayın - ay...» Çocuklar ise ayay-apa1 demekten başka bir şey demezler...

-          Ya sen ona ne diyorsun?- diye sordu Ulpan.

-          Ben?.. Akmaral...

Ulpan bir anlık sorularını durdurdu  - Karşıgalı’da yeşil göl yakınlarındaki iki yavrusu ile kendi beyaz maralını hatırlamış olmalı...   Ve Musrep niçin eşine bu adı vermiş? Başka şefkat isimleri yok mu ki?

En iyisi hatırlamak konuyu değiştirmek idi:

 

 

Ayay apa güzel yenge;

_ Musrep agay eğer zengin birisi olursanız ne yapacaktınız?

-     Daha iyisi hiç gereği yok,- diye yanıtladı o,- Zengin olmanın kendi acıları vardır... Geceler uyumaz: Hayvanlarını sağa tutma yolunu düşünür... Ya cut... ya birisi çalar...

O ısrarla devam etti:

-     Tamam ama yine de öyle olursa?..

-     aynalayın, doğrusu- bilmiyorum. Lazım olan her şey var bende. Binmek için iki atım, iki kısrağım, iki köpeğim. Şimdi de deve katıldı. Yavrusu da var...

 - Hayır! Yavrusu - benim!

-          A-a evet doğru senin senin...

Onlar şehre girdiler... bozkır insanlarının gözleri bu kadar kalabalığa alışkın değildir. En iri toyda bile bu kadar insan görmezsin! Evler – taştan yapılmış- kapı ve pencere ahşapları karmaşık oyma ile süslenmiş... bunlar ne – koşumlardaki atlar korkulu homurdanıyorlar, yan taraflarına eğiliyorlar, her anda geri tepmeye hazırlar. Sürücü konumunda oturan Tlemis onları zorla tutuyordu.

Tlemis açıklmaya başladı... İki kat beyaz ev – burada önce vali oturuyordu. Ya bu? Toprakta sağlam duran, kule ve haçları gökyüzüne bakan ağır bina – kilisedir. Ruslar burada kendi tanrısına tapınırlar, onlar doğduğunda burada vaftiz ederler, bu dünyayı terk ettiklerinde de burada cenaze törenini yaparlar. Büyük pencereli, yanlarıunda kalabalık bulunan taştan uzun saraylar -  dükkan, mağazalar. Ne gerekse, ne istersen her şeyi burada her zaman satın alabilirsin, yeter ki paran olsun.

Ulpan bir defasında hiç bir şeyi aklında tutmak mümkün olmadığını anladı ve şöyle dedi:

-Dün gelen tatar tüccar - Galiaskar’ın evine gidelim?... Evet onun adı Galiaskar’dır. 

Tlemis yan caddeye döndü ve koşumu iki katlı bir tuğla eve doğru yönlendirdi.

 

-          Sen bana eğer zengin olursam ne yapacağımı sordun mu?- diye sordu Musrep Ulpan’a... Baksana – dışarıda ne kadar temiz – bir yeşil halı gibi. Kuyu. Eğer dışarısı bu kadar ise, içeride ne olduğunu tahmin edebilir mişin?

Evet iç dekorasyonunu ve düzenini Ulpan en üstün lüks olarak zannetti. O belli etmeden ama çok dikkatlice Galiaskar’ın karısını ve kızını gözetiyordu. Tatar kadınları hafif ve rahat giyimleri giyiyorlar, serbest haraket ediyorlar. Onların dili Kazakça’ya hem benzer hem benzemez ama anlaşılır. Galiaskar ise Kazakça’yı ana dili gibi konuşuyor.

Büyük yıvarlak masa doluydı, sadece çaydanlık ve fincanarı koymak için boş yer vardı. Buraya ekleyecek başka hiç bir şey yok gibiydi.

Ama galiaskar’ın karısı – Raziya gene de heyacanlanıyordu: -Buyrun alın... Masada ne varsa her şey sizin içindir... Bu Galiaskar her zaman beni tuhaf duruma bırakır. Akşam çok geç eve döndü de yarın sabah misafirlerimiz olacak diyor. Ben ise ona – sen beni öldürmek mi istiyorsun? Ben hiç bir şey yapmaya yetişemem ki ve rezillikten ölürüm. Kendisi ise Rusça – niçau Raziya Hanum niçau... Ben onunla tartışmamam için Rusça konuşuyor. Ama diyor güzel bir kazak kadınını göreceksin. Yalan da söylememiş. Buyrun alın...

Ulpan onlar kendisini aç zannetmemeleri için çok yemedi. Biraz çay içti, sonra Raziya hanum onları Galiaskar’ın dükkanına götürdü.  Tüccar sadece Kazakça serbest konuşuyor değil her bozkır kadınına ne lazım olabileceğini bilir, her zevk her konumdaki kadınlar için eşyaları vardı. O boşuna: «Benim dükkanımda olanları başka hiç bir yerde bulamazsun...» dememiş.

Farklı renklerde fas çizmeler...  boncuklar ile süslenmiş kavuş-içikler, kadife ve polar ceketler... Onlara bir göz atınca gökkuşağı dükkandaki rafın altından çıkmış gibi gelir. Ve aynı gökkuşağı ipek elbiseler asılı diğer köşede de duruyor. Onları nerede diktirmişler? Kazan’da mı... Orası kuzey Kazakistan’dan uzaktır, ama birileri bozkır aularının ilk ait görünüşü koruyan ve elbisenin hafif ve rahat  olmasını sağlayan bir dikiş bulmuşlar. ,

İlk olarak Ulpan üç çift çizme istedi. Yardımsever tatar da kazakça onu çağırdı:

-     Oturun, denemek gerek...

Ulpan oturdu ama sabak çoraplarını değiştirmemişti. Onu giyip denemeyi itiraz etti, sadece yeni çizmeleri ayaklarında bulunan eskisi ile karşılaştırdı. Tam uygun gibi..:

-     Alıyorum...                                                                                                                              

Sonra annesie kavuşları giymesini zorladı ve uzun süre tüm gerekli eşyaları seçti doğru daha ne zaman böyle bir fuara ne zaman gelecek ki.... Dükkanda sadece ki fırfırlı elbise ve kollu ceketler bulamadılar.

-          Bunları dikebilecek birileri bulunur mu?

-          Tabi ki, - diye seslendi memur.

O terzi Şakir’i götürdü, Şakir de biraz zorluk içinde kaldı. Genelde kazak kadınları ölçülerini almaları için kendilerine dokundurmaz, bu bir ölümden haber veriyor demektir. İnce keteni örtü için bulmak zordur, ve o çok pahalıdır, hassasiyetle canlıların değil ölülerin ölçüsünü alırlar.

Ulpan terzinin önünde kıpırdamadan onurlu duruyordu, terzi geçnç kadına dokunmadan onun ölçüsünü alır ve kağıda sayıları yazarken hiç haraket etmedi. Nesibeli ise köşede Allah!a yalvararak onu Ulpan’ı alametten korumasına dua ediyordu. 

Bu işlerin hepsi tamamlandıktan sonra Ulpan Ulpan Musrep’in Şınar’ın kendisi ile aynı boyda olduğunu hatırladı ve Şakire:

-          Bu elbise ve ceketten üçer tane, - dedi.

-          Üçer tane?..

-          Evet. Ne karad sürer, ne zaman hazır olascak? – Yaklaşık beş gün sonra...

Hesaplaşma günü de geldi ve Galiaskar’ın elleri hesap taşlarını çevikle çekiyordu – bu kadar büyük alış-verişi memura güvenmedi.

O hesaplamakla beraber konuşuyordu:

- Lacivert kadife kırk beş metre... kırmızı kadife elli beş...- kırmız – otuz üç...

O mırıldanmaya devam ediyordu, ve sonunda onun masasının üzerindeki kutuda birkaç büyük kağıt para kaldı. Ama ulpan cimrilik etmiyor, eğer paran varsa onları tutmaya gerek var mı? Parayı harcamak gerek.

Raziya hanum vedalaşırken bu yeni kıyafetlerini banyo yaptıktan sonra giymeyi teklif etti – aul yolu uzaktır – o yaşlı kadını da bulmuş, buralı kadın, o onları banyoya götürdü.

Banyo hakkında Ulpan anlatmıştı, o Rus köylerine giderdi, Stap’ta yarı yıl hastanede yatmış. Ama onları sadece duymak, ve bozkırların en sıcak gününde bile olmayan sıcak buhar odasına girmek çok farklıdır... Hoş rehavet bütün vücüdunu sardı, yaşlı kadının yumuşak avuçları onu ovalıyor, vücudu ise gıdıklayan sabun köpükleri ile kaplandı... Suyla iyice yıkanan ve ekşi sirke kokan saçları omuzuna düşüyor... «Yarın tekrar geleceğim,- diye hayranlıkla düçündü Ulpan.- Onun ertesi - tekrar. Aula dönünceye kadar her gün geleceğim!» Ulğan’ın aklına daha bir düğme takıldı – Rus hamamı...

Eve dönerken Ulpan Galiaskar ile Musrep’i fark etti – onlar omuzlarına ellerin ulaşamayacak kadar büyük kırmızı ata çekilmiş arabada gidiyorlardı... Araba sessizce gidiyordu. Onun kenarları parlak maden ile çevrili, eyer için kutuları dallar ile işlenmiş ve açık kahverengi boya ile boyanmıştır.

İlk önce o bu Galiaskar’ın arabası olduğunu zannederek:

- Musrep agay... tüccarın arabasında gezmeye alışır eyere oturmayı unutursun, - dedi.

- Bu araba değil. Bu şezlong Satın mı aldın?

-     Atı da tüm ziynetleri ile beraber...

Akmaral beni bunun için fuara göndermiştir. Beğenecek mi, ne düşünüyorsun?- endişeyle sordu o.

-     Tabi ki!

Evine – Töböl’lerin çadırlarına – Ulpan Musrep’in şezlongunda dönüyordu. O acele etmeden şehire bakmak istiyordu.  O etrafına bakıyor aynı anda da dikkatini çekemiyordu – kalabalığa, gürültüye alışmış koyu kırmızı at herkes onun güzelliğine hayran olması için çok rahat ve hafif yürüyordu.  Viraj alırkan güneşte onun dört nalı parlıyordu.

-     Yarın bana buna benzer bir şezlong satın alır mısın bana. Satın alır mısın, Musrep aga? Ama atları çift olacak. Ben öyleleri sokaklarda görmüştüm.

-     İstiyorsan alırım. Hangi renkteki atlar olsun?

-     Sizin hoşunuza giden benim de hoşuma gider... Eseney onları büyük çadırın yanında karşıladı.

-     Нya Türkmen... Kurt derilerinin satışından alınan tüm paranı bu arabaya verdin. Karını nasıl besleyeceksin ki?

-     İyi karı kocasını kendisi besler.

Ulpan Eseney’e sabırsızlıkla kendi isteğini iletmek istiyordu:

-     Eseney’im, ya Eseney bu alış verişi için Musrep’i haşlama. Yarın ben de şezlong ve atlar satın alacağım. Bizim atlar koşum yapmak için çok korkaktırlar.

-     Beni mahvetmek mi istiyorsun!

-     Mahvedeceğim, mahvedeceğim!.. Sen artık mahvoldun, bende senin paraların hemen hemen hiç kalmadı. Beş gün sonra eve gideceğiz. Şimdilik her sabak yıkanmak için hamama giderim. Sen de git, nasıl da zevkli olduğunu öğreneceksin!

Yola çıkmadan önce küçük beyaz çadırı – otau çıkardılar ve deveye yüklediler, develer alış verişten gelen balyaları da götürdüler,  Ulpan annesi ile sakin ve çevik bir şekilde koşan koyu gri atlar götürmekte olan yeni şezlongda yola çıktılar. 

Vedalaşırken Ulpan hatırlattı:

-     Murep agay Şınar’a de ki, o benim yavrucuk devemi korusun, kimseye göstermesin...

 

 

12

 

 

Onlar aula günün ilk yarısında geldiler, Eseney şefkatle ve biraz gülerek ona şöyle dedi:

-           Hadi geç,nç gelin, bundan sonra sen yaya gideceksin... Ben ise eski geleneklere göre tüm etrafına eğildiğine bakacağım

-           Ben bunu başarabilecek miyim bilemiyorum... Ama sen bana bakma. Tamam?

-     Tamam,- diye söz verdi o.

Onları karşılamak için toplanan kızlar ve genç kadınlar kalabalığı onlara yaklaşıyorlardı, eseney Ulapan’ı annesi ile beraber indirdi. Onun öz aulundan onları refaket etmek için gelen kadınlar da indiler. Yirmi kadar atlı yiğitler Eseney’in peşinden gittiler.

Ulpan’ı karşılamak için kadınlara yan bakış yaparak Eseney gülümsedi: «Benim akrabalarım akıl yönünden uzun kulak eşeğe denk... Eseney’in baybişesi öz evine onların perde ile girecek zannediyorlar...»

Onlar gerçekten de iki bakanda – ince direklerde – yeni gelini yabancı bakışlardan koruyacak koyu yeşil ipek perde getiriyorlardı. 

İleride Aytolkın – İmanalı’nın karısı geliyordu. İki kadife ceketin üzerine kürk çekti, başına ince beyaz patiskadan caulık kondu.

Aytolkın’ın iki yan tarafındaki genç kadınlar hafif hava durumuna uygun şekilde giyinmişler: başlarında altın örgülü saukele, kolsuz ceket, çift fırfırlı beyaz elbiseler. Eseney oturan kapalı araba yanlarından geçerken üçü de birden eğildiler.  

 

Koyu yeşil perde Ulpan’a karşı haraket ediyor. Aytolkın başına gökyüzüne yönelen caulık giyersen boyun da uzun olacak düşünür! Bu sıcak günlerde iki ceket ve üzerinden de bir kürkü giymesi şişman bedenini gizlemek içindir. Yüzünden aşağı doğru akan teri caulukun çene altındaki aşağı kısmını ıslantığından, beyaz patiska ise  tozlandığından Aytolkın’ın sakalları olmuş gibi görünüyor...

Onun sağ tarafındaki bayan ise?.. Kırmızı yanaklı, esmer. Ayaklarında işlemeli çizmeler.. Tebessümü hemen kendine çekiyor... Gözlerinin köşeleri biraz yukarı bakıyor... Sol yanaklarında beni var. Bu işte – Şınar’dır, Ulpan’ın sorularını cevaplarken onu Musrep aynı bu şekilde tanımlamıştı. Tabi ki Şınar! Allah’a şükür nihayet Musrep kendine bir eş buldu.

Eseney’in aulunda - onun birinci karısı gittikten sonra – Aytolkın kendini konum olarak en üst ve en önemli sayardı. Ulpan ile nesibeli ile kibirli selamlaştı:

-    Merhaba tatlım! Sağlığın nasıl? Evde herkes iyi mi?- Kelimeler onun dişleri arasında tıkanıp kalıyordu, “siz” kelimesini ise hiç kullanmıyor gibiydi.

Hatta tatlıları avuçları ile dağıtırken bile Aytolkun öylesine değil geleceği önererek kendince ipucu vererek konuşuyordu:

-    Evdeki iyilik – gelinin ilk adımlarından... sürülerin çoğalması ise – çobanın sobasındandır. İyiylik de kötülük de eve gelen gelinin kaşlarına bağlıdır, kaşlarının ya aşağı ya yukarı çekilmesine...

Çocuklar şaşaya çırpıldılar. Birbirlerinden tatlıları alıyorlar, tartışıyorlardı. Ulpan onlardan gözünü alamıyordu. Çoğunun karınları şişmiş – bu bir yetersiz beslenme işaretidir. Ayakları ince. Gözleri kızarmış, iltihaplı. Eseney’in aulunda bu kadar zayıf, sağlıksız çocukların olması Ukpan’a biraz tuhaf geldi! Kışın onlarda cut mu oldu, onlar aç mı kaldılar?

Aytolkın hala kendini çok önemli sandığından kendi düz burnunu yukarı çekiyor... Şınar Ulpan’ın yanına geldi.

-          Bu sen misin, aynalayın?- diye sordu Ulpan.

-          Bu ben,- diye cevap verdi Ulpan.

Nesibeli hemen anladı – Musrep’in karısı. O Şınar’ı öptü:

-     Nice mutlu yıllar sana!

Eğer bUlpan Aytolkın’a bakıyorsa, Aytolkın Ulpan’ı gözlüyor, kadınlar nasıl da biri ikincisini gözetmeyi bilirler. Ne garip... Başında beyaz ipek örtü, saukele ise örtü üzerinde. Boynu açık!.. Övünmek istiyor tüm erkekler görsün – ne güzel bir boynu var. Ne ayıp! Elbisesi açık sarı renkte, ipekten yapılmış, kırmızı yakalı.  Kumaş yetmediği belli. Ve tek bir ceket giymiş, koyu lacivert, kadifeden. Bu zavallının başka ne iyi bir şeyi olabilir? Vay be bir at sürüsü verdikleri güzel kız bu mu?  Ona değer mi... Ya yüzü... Yüzü Aytolkın’ın yüzünden pek de beyaz değil!  Bu kız üç oğul ve iki kız doğurduktan sonra nasıl görünüşte olacağına bakarız... Gözleri - zararlı. Musrep onu övüyordu. Çizmeleri... açık dikişli kırmızı örtü değil lekeli mavi çekerse olmaz mıydı, düşünmez mi? Bu evsiz Şınar, dilencinin karısı aynı tarzda giyinmiş. Dedikleri doğrudur: «Kedeyden kötü bir şey yoktur1 süslenmeyi düşünmüş...»

 

Aytolkın ellerini yukarı kaldırınca iki genç bayan o kocasının evine giderken onu yabancı gözlerden kapatmak için Ulpan’a doğru yürüdüler.

Ulpan da onları durdurarak ellerini yukarı çekti:  - Gelin sen dinle... – aynı anda Aytolkın’ın gözlerine depil başka bir yerlere bakıyordu. – Onlara de ki, kaldırsın bunu... ben kendi auluma giderken ben gizlenmeyeceğim.

«Gelin?..» Eseney’in aulundaki birinci kadına böyle hitap etmek kocası - İmanalı sık sık ağırlayan  kırbaçla vurmaktan daha tesirli oldu

 

 

Kedey yoksul, fakir, alt sınıflar.

-        Ne daha yeni seslenmeye çalışırken.

-        Perdeyi kaldırmalarını emret diyorum. Kendi auluma giderken toprakları ve suyu, kadınları ve çocukları görmek istiyorum. Kaldır...

-        İstediğin olsun...

Aytolkın kırgın şekilde kaşlarını çattı ve düşünüyordu: «Halk beni değil, seni kınayacaklar». O kendisini mağlup olarak tanımak istemiyor – bu şenli yürüyüş töreninde ön tarafa geçmeye yol vermedi. Ulpan ile şınar yanyana gidiyorlar ve kısık sesle konuşuyorlardı.

-        Ben Musrep agay benim düğünüme gelecek düşünüyordum...

-        O şimdilik büyük kardeşini gönderdi. Kendisi ise ekim işlerini tamamlıyor.

-        Ekim?..

-        Evet. Ben de bilmiyordum, onlar önceleri de ekermiş. Yulaf ve buğday çoktur. Ben onlara da yardım ettim.

-        Ya doğru ben senin avuçlarının pürüzlü olduğunu hissetmiştim...

-        Senin avuçların da ipekten değil.

-        Ben hiç bir zaman ekim işleriyle uğraşmazsam da işlerim yeterli idi... Benim beyaz yavrum nasıl? Canlı mı?

-        O kadar haraketli ki onu izlemek mümkün değildir!

-        Sizin aulunuza kadar uzak mı?

-        Biş şimdilik kış yaylasındayız, daha göç etmedik. Senin yavrun ise – bela oldu. Gizli tutmak zorunda kalıyoruz, sen istemiştin ki kendin gelinceye kadar kimseye göstermemeyi...

Ulpan minnetle onun dirseklerini itti.

Aytolkın öncekisi gibi en ileride yürüyordu ve birbirlerine güven duyan genç bayanlar onun hakkında konuşmadan duramadılar.

-    Aytolkın – önde... – dedi Şınar, önemli olan bu iki kelime değil onun telafüz tarzındadır.

Ulpan onu destekledi:

-        Ya Allah, ne kadar züppe birisi...

-        Nasıl yani? O haklıdır – Şınar muzipçe gülümsedi. Asi gelini ilk baştan tutmak lazım, sonra geç kalırsın.

-     Benim baş eğemez olduğumu kim söyledi?

-          Kimse söylemedi, ama ben seni sanki bir aulda doğmuş, seninle beraber büyümüşçesine  iyi bilirim.

-          Ben görüyorum... Musrep agay benim hakkında yeterli kadar anlatmış...

-          Senin Musrep agayın senin namusunu benim namusum kadar lekelemeye bile izin vermez...

-          He-ey!.. Sen ne kendi efendinin her zaman kolayca ismini söylüyorsun?

-     O kendisi izin vermişti ben de alıştım.

Olabilir, ne söylersen az, örenince de çok. Ulpan Şınar’ın bacaklarını belli etmeden çimdikledi. Onlar konuşmalarına devam etmek istiyorlardı ama ansızın öne tıpış tıpış yürüyen Aytolkın’a baktılar.  Çizmelerinin yüksek topukları geriye eğilmiş ve her yürüyüşle arka tarafa eğiliyordu.

Şınar hatırlattı:

-          Böyle bir şarkı olmalı... “Yüksek topuklu çizmeler, ama her adımda izler... Yanılırsan atlarsın ve sırtına düşersin”

-          Ben duymuştum... Ama bazen - «atlarsın» değil, а «atlarsın ve ayak üstü düşersin» diye de söylerler.

Az kalsın onlar yüksek sesle kahkaha atacaklardı. İlk görüşte ikisinin de Aytolkın’ı aynı şekilde algılamaları, ona aynı davranışta bulunmaları da onlara hoş geldi.

Bunu sona erdirmek için Ulpan bunu da sordu:

-     o bir üst soylu aileden midir?

-      Ne demek! Hanlık soyundan olduğunu söylerler... Ulpan kibirli kaşlarını çattı.

Eseney’in köyü kıyılarını saz kaplayan iki göl arasında bir vadide idi. Önde altı veya yedi çadır vardı. Ulpan ta uzaktan kendi otausunu tanıdı.

-    Ben ayaklarımı ağırttım...- diye şikayet eeti Şınar – Senin çadırını dikerken, senin yatağını ayarlarken.

-     Bekle...- diye durdurdu onu Ulpan.

Gölün uzağında yan tarafta bozkır yeşilliklerinde düzensiz yerleştirilen koyu renkli çadırlar vardı.

-     Orada kim yaşıyor?

Şınar mahsus saymaya başladı:

-     Orada senin çobanların, at sürücülerin, ssağımcıların, su taşıyıcıların, ızgaraların yaşıyorlar...

-         Benim mi - diyorsun?

-         Senin.

Ulpan suskun kaldı.

Öz aulu bolluk değil basit bir refah ne olduğunu bilmezmiş.  Kerleutların her ailesi kendi hayvanlarına ve beyaz olmasa bile koyu renkli ama kendi çadırlarına sahipti... Kimse kimseye bağlı değildi, Artıkbay’a da kendi babasına da geçmişteki  kahramanlık ve başarıları için saygı gösteriyorlardı. Zenginliği için değil sakin ve düşünür akılları için. Tamamen yamalı bu çadırlar ise – dilencilerin son sığınağıdır. Eseney’in aulu – ünlü biyin, kahramanın... servetli inasanın. Sibanların Eseney’inin olmaması daha iyi midir?.. Astagfurulla! Akla ne kötü düşünceler gelir, hem de kendisi onun eşiğinin önüne geldiği an... Ulpanalışkın olmayan kendi konumundan dolayı heyecan içinde olmamasına rağmen – bunu önceden bilmesine rağmen – ileride onu sadece sevinçler bekliyor değil, denemeler de vardı. Aullar arasındaki, beyaz ile siyah arasındaki fark Eseney’in topraklarındaki ilk adımlarda onun gözüne çarptı.

Eseney’in büyük çadırının yanında sibanlar soyunun aullarından erkek ve kadınlar beklemekteydi.

Aytolkın eskisi gibi önde, bırakılan arkandan uzak değil bir yerde beyaz çadırın önünde şağı eğildi.

-     Herşeyi benim yaptığım gibi yap...- diye fısıltıyla söyledi Ulpan Şınar’a.

Büyükler tarafa dönerek bir dize aşağı oturdu ve kendi ilk eğilimini kocası bekleyen beyaz çadıra değil onlara yaptı. Şınar aynı haraketi yaptı, ama utandığından baş örtüsünün bir köşesi yüzünü kapattı.

Aytolkın her şey sadece onun emrine göre yapılması  için emir ettiğinde yiğitlerden birisi büyük çadırın gölgeliğini çekmeye koyulmuştu:

-          ...

-          Ben de düşünüyordum açmayı...

-          Dedeim ki çabuk aç! Yiğit onu dirseği ile itti:

-     Ben açarım, sen biraz çekil... Çadıra baybişeden önce mi girmek istiyorsun? Çekil dedim ben sana...

Büyük çadırda Ulpan üst köşede suskun aksakalları farkederek onlara eğildi ve Eseney’den aşağı bir yere oturdu.  Bu defasında Şınar onu örnek etmeye cesaret bulamadı ama Ulpan sabırsız seslenerek onu çağırdı:

-     Buraya gel...

Şınar da aksakallar ile selamlaştı ama utançtan kızardı ve yan tarafına bakarak yer aldı... onun yanına Nesibeli oturdu ve Ulpan’ın yanında gelen diğer kerleutlar.

Eseney gülümseyerek onları gözetiyordu ve Şınar’a hitap etti:

-     Е-gey!.. Senin Musrep’in hiç de  siban değil Türkmen’dir... Şınar senin için tüm onur yerleri hazırdır, sibanların tüm onurlu yerleri. Hatta sen bu ihtiyarlara onurla eğilmeye yükümlü değilsin!

Herkesten en yaşlı olan kar gibi beyaz sakallı, ev sahibinin sözünü kesti:

-     Şaka bile olsa öyle deme Eseney. Benim göz önümde olmuştu – bizim Bespay aksakal büyük gelinini gelmiş türkmen yiğidine boşuna vermemiştir. Onun kahramanlığı için vermiştir.... Musrep’in öz babası – daha genç yaşlarında sibanları kalmuklardan koruyarak başını yere verdi. Bizim topraklara kim gelmediki! Eleman kahraman idi...   sibanlardan başka kimisine böyle dağ gibi yüksek höyük kurmuşlar?  En yüksek Eleman’ın cesedi üzerinde, bu dünyada huzur bulsun! Eseney ellerini kaldırdı:

_ Oy-bay Bake vazgeçtim.

Başka kimse hiç bir şey demeye yetişmedi – çadıra konuşma konusu olan kendisi girdi – yani Musrep. O daha eşikten herkese eğilerek selam verdi, Ulpan ile Nesibeli o girince kalktılar. Nesibeli iki eliyle tokalaştı, Ulpan’ı ise çenesinden öptü. 

-    Bu Türkmen nasıl buna cesaret eder! – Eseney kıskançla bağırıverdi.

Musrep ona dikkat etmeden şöyle dedi:

-    Senin gelişin hepimize mutluluk getirir Ulpancan... – Sonra da Eseney’e dçnerek:— Seni hiç ilgilendirmez... Sen oturduğun gibi otur... Sessizce otur!..

Yaşlı erkekler onları onayla dinliyorlardı. Evde huzur ve barış. Dostlar arasında huzur ve uyum. Bu dünyada böyle yaşamak insanlar için kolay ve güzeldir.

-        Yukarıya otur,- Eseney Musrep’i çağırdı.

-        Hayır benim yerim Nesibelinin, dünür yanındadır.

-        Dinlesene!- Eseney itiraz etti.- Sen bizden uzak kalınca delirdin mi yoksa? Ulpan’a kızım diyor annesine ise dünür diyorsun. Bunu nasıl anlayabiliriz?

-        Nasıl anlamak istiyorssan öyle anla dedi de Musrep Nesibeli’nin yanına oturdu.

O Arteke’nin halini sordu, ihtiarın yalnız kızının düğününe gelemediğine iç çekti... Nesibeli onun isteğini iletti Musrep sağlıklıdır onu görmeye kendisi gelsin. Musrep söz verdi – Kayran-Köl yayalısına göç edince onların aulı karşı kıyıda olacak, o zaman...

-    Şınar’ı da yanına alacaksın. Biz de gideceğiz, - dedi Ulpan.  

Musrep onun kararlılığına gülümsedi:

-    Eseney altın dizginle bağlandı... – o ilk satırı çıkardı, herhalde şarkıyı tamamen iletemeyeceğini zannettiğinden ikinci satırın keskinliğini kendine yönelterek orada tamamladı:- Ya sen Musrep, biti ısırma, yuva kur artık!

O melodik bir duyuya sahipti duyduğu ezgiyi tekrar oynayabilirdi, kendisi küü yapabilirdi ama Allah ona güzel ses vermemiş. Dolayısıyla Musrep ünlü şarkıdaki isimleri değiştirerek sadece iki satır söyledi

En beyaz sakal Bakberdi’nin sakalı idi, ama o canlı konuşma, insanlara olan zevkini hiç yitirmiş değildi...

-     Ben bakıyorum...- dedi o,- bakıyorum altın dizginler ikinize de çok yakışıyor... Biriniz Artıkbay Baatır’ın kızı ile, diğeriniz Şakşak Biy’in kızı ile evlendiniz. Sibanlar soyunu Allah rahmet eyliyor. Uyum içinde yaşayın, altın dizgin kopmasın... - О ellerini yayarak evlenenlere duasını verdi.  

Sert Eseney’in keyfi bugün merhametli ve sevinçliydi

Ya, aksakal!- dedi o.- Ben şimdi ne yapacağım? Siz sözlerinizi Musrep’e söyleseydiniz. Siz onunla beraber beni de bağladınız.

Öyle yapmak gerek, Eseney ilk seni bağlamak gerek. Musrep’in bir çocuğu bile alnına ittiğini duymadım.

-     O zaman ona dizgine ne gerek var?

-     Ya Allah’ım! Onun aulumuza getirdiği gelin çok hoşuma gitti. Onun hakkında dediğimin sebebi o beni hiç bir zaman kaş çatışıyla karşılamadı beni.

Yaşlı yukarı kalktı. O bol sofra değil güzel sohbet üzerinde uzun süre oturacak yaştadır.

Ulpan da onu uğurlamaya kalktı. Duvarda asılı deri kaftan ve ceketlerden altın dikişlisini seçti ve yaşlı erkeğin omuzlarına koydu.

-     Dualarınız kabul olsun, ata... Onun peşinden diğer yaşlı erkekler de kalktılar.  

Onlar gittikten sonra Ulpan yerine geri döndü ve fısıltıyla:

-         Şınar... Sen Şakşak Biy’in kızı mısın?..

-         Yapma ya... Sonra anlatırım.

Musrep Nesibeli’ye seslendi onlar ilk baştan böyle yanyana oturuyorlardı:

-           Dünür dinlesene... Toy bitince sen kimseye girme. Bize – birincilere. Musrep Şınar’a kısa bakış yaptı.  – O böyle davet etmemi sadece bu şartla davet etmemi emretmişti. Ulpan’ı ise o kendisi davet edecek.

-           O beni çoktan davet etti, ancak ben Eseney’e iletmeye yetişemedim.

-           Onun seni davet etmesi yeterli değil midir. Ben senden geri kalmam – dedi Eseney.

Onlar kımız içtiler ve çok doydular. Semaver vakti geldi – Tobol kıyısındaki Ulpan’ın çadırında hizmet eden yiğitlerden birisi tertemiz ve parlak, uzun yolculuktan gelen at gibi üfleyen semaveri büyük çadıra getirdi. Dastarhana altın kaplı çay seti getirildi – Ulpan onu fuarda satın almıştı, - çay kaşıkları, şeker şekerlikteydi, kaselerde – kehribar rengi kayısı ve siyah kuru yüzüm.

-Ben hiç değilse bir saat rahat oturayım, çayı sen ağırla,-diye rica ederek ve Şınar’a yerini vererek ileri çekildi.

Yaşlı erkekler gidince musrep emr etmeye başladı:

-           Dünür sen gel buraya onur yerine geç. Ve kim gelse de kalkma yerinden! – O Nesibeli gösterdiği yere geçinceye kadar sakinleşmedi ve Eseney’i de uyardı: Ya sen, burada kendi evinde de ünlü biy, Eseney olarak mı kalmak istiyorsun? Sen damatsın, saygı göstermen gerek...

-           Ya Allah kahretsin seni, sen beni bırakmaz oldun!- diye itiraz etti Eseney.- Onlar geldiklerinde onur yerinde bizim akakallar oturuyorlardı, ben onları kovalayamam ki. Ulpan baksana, ben kötü şeyler düşünmeye başladım. Sizin aranızda ne var? Sen niçin ona benim kafamda oynamana izin veriyorsun? Ulpan  mahsus yavaş ve esrarlı konuşuyordu. 

- Var... Ben Musrep’in kız kardeşiyim – Musrep ise benim hayatım boyunca olmayan büyük erkek kardeşimdir.

O konuşurken musrep eseney ile Nesibelinin ortasına gelip oturdu:

-     Anladın mı? Eğer anladıysan hiç bir zaman unutma. Ben senin Arteke kadar saygı göstereceğin bir adamım.

-     Peki benim kaynağam...- Eseney gülümsedi.

-     Nasıl varsa öyle, başkası olmayacak...- Musrep hemen yanıtladı. – Ya sen Ulpan?.. Kiminle evlendiğini gördün mü? Naif bir biçimde kabul etmişsin?

Ulpan gülümsedi, Eseney ise ellerini yukarı kaldırdı:

-           Görüyor musun ellerim çekili... Susuyorum! Ben bundan sonra Eseney değilim, Eseney de olmak istemiyprum!

-           Hayır Eseney,- Ulpan itiraz etti.- Ellerini kaldırma. Kendi adından vazgeçmeye daha erkendir. Bekle! Bizim toy tamamlayıncaya kadar sen Eseney olacaksın. Sonra?.. Ben?.. O zaman dikkatli ol! Eğer sen biy olarak bir şeye yanlış karar verirsen, ben – ben senin kararlarını tekrar inceleyeceğim... Eseney hiç bir zaman kendine karşı bu kadar saldırı duymamıştır. Belki bundan dolayı ona itiraz etmek değil şaka yapmak çok hoş geliyordu:

-     Sen dinliyor musun, Şınar? Dinliyor musun bunları? Senin çadırın ile benim çadırdan çıkan tütün bir tütün olarak birleşiyor... Eğer bir akşam ben sana gelip: - aynalayın, benim sakallarım gözyaşlarımla ıslanmış; Ulpan bana kırbaç vurdu – diye söylersem sen beni evine alır mısın? Bir de ben sana: Benim kendi laderime şikayet edecek senden başka kimsem kalmadı, - diyeceğim.

Şınar – evet eve alırım... diye yanıtlamak istiyordu. Eseney bunların hepsini ona değil Ulpan’a da, Ulpan onun arkadaşının – bu eve bir kardeş niteliğinde girdiğini onun fısıltılarına bakmadan Eseney kendisi de onunla öz kardeşi gibi konuşabileceğini anlaması için söylüyordu.

Ulpan bunları anladı vehoşnutlukla gülüverdi.

Şınar ise hala şüphe içindeydi. Eseney kendisi?.. Eseney Biy? Kendi aulunda – buradan uzaklarda – bu ismi taşıyan kişinin sinirli, bazen acımasız, yüzü lekeli ve gülümseme bilmez diye çok duymuştu. O başka şeyler de duymuştu... Hırsızlar, geceleri at sürülerini kaçıran soyguncular dua ederken: “Ya Allah’ım bizi  koru! Eseney’in eline düşürme bizi...”

Şimdi ona başka Eseney hakkında anlatmışlar gibi geldi... ve hala ona dik bakamayan Şınar, ona baktı ama bir şey diyemedi,  sadece gülümsedi.

Eseney ısrar etti:

-     Şınarcan... Susuyor musun... Niçin? Bu Türkmen sürüdeki en itatsiz atı sakinleştirdiği gibi seni de mi sakinleştirdi? Sen ban cevap vermedin – beni eve alacak mısın ya yok mu?

Şınar cevap verdi:

-     Eve alacak mıyım ya almayacak mıyım? Eve alacağım herhalde... Ben sizin davanızı dikatsiz bırakmam. Belki de sizin ricanızı tatmin edebiliriz, - kararı bildirirken konuşan biyin sesini taklit ederek konuştu o. 

Eseney memnuniyetle başını eğdi ve Musrep’e seslendi:

-     Bak Türkmen onlar boşuna ilk bakışta birbirini tanımamışlar!

Ulpan da bir an konuşmaya dikkat ederek sessiz kaldı.

Kazaklarda sadece çay esnasında birbirleri ile acele etmeden rahat konuşabilirler. Dastarhanda et doğramak – ama konuşmaya fırsat yok! Önce gözleri ile iyi bir et parçasını seçmek lazım, sonra sanki rastgelmiş gibi onu almak gerek... Gözler, eller, ağız hep meşgul. Kulaklar da herhangi bir zeki sohbetler için de kapalı.

Gürültülü semaver ve çay demli çaydanlık dastarhanda oturan insanları dikkatli eder, o sırada   gayri resmi konuşma yapmak, muhatabına en gizli sırlarını güvenmek, muameleri açıklamak mümkündür.

Ulpan Şınar’ı, Eseney’i, Musrep’i dinlerken, saygıdeğer yaşlı Bakberdı’nın nimetlerini kabul ederken, Eseney’in auluna girerken onu akrabaca, konukseverlikle karşılarken gözüne çarpanları da aklından çıkaramadı. Baybişe niteliğinde.

Onun göz önünde yırtık pırtık ve zayıf sadece çocuklar görünmüyordu. Hayır... Onlar dastarhan üzerinde çok zaman geçirdiler, Eseney kendi yanındayken alıştığı keyfindeydi. Ama neden, yeni evlileri kutsayarak giden dört yaşlı erkek, kendi bağımsızlığı ile belli olan Musrep dışında yiğitler Eseney’in çadırına sadece eğilerek giriyorlar?..

O bu kırk yiğidi – sadece sibanlarddan değil, kerey kabilesine giren her spoydan toplanan kırk yiğidi kendisi tayin etmişti. Onlar birer birer çadıra giriyorlar ve toyun Eseney’in emrine uygun gerçekleşmesi için neler yapıldığını ilettikten sonra arkalarına dönmeden çabuk dışarıya yöneliyorlardı. Bazılarına birer kase kımız veriyorlardı, bazılarına vermiyorlar. Ve durmadan söylenen şarkı gibi oturumları  İmanalı’nın kıvrımlı anlamsız konuşmaları refaket ediyordu. O dışarıda yaygara koparıyordu. Ulpan bir de bunu düşündü: belki de İmanalı kendi bağırışlarıyla ve Aytolkın kibirliğiyle Eseney’i insanlardan uzaklaştırıyor, bundan dolayı onlar yakın gelmeye cesaret bulamıyorlar. Kendisi onlara baybişe olarak gelen sibanlara bundan bir yarar olmayacak. Hatta onlarla beraber gelen Tlemis, Eseneyin güvendiği kişisi bile uzun süre kalmdı. Bir defa  geldi, durumu anlattı: 

- Kocobay gölünün yanında kerey ve uakların beş ilçesinden üç yüz çadır toplandı... Kesmek için hayvan getiriyorlar. Kısrakları sağıyorlar. Kımıran1 da yeterli derecede olacak.

Bunları söyledi ve oturmadan çıktı gitti.

 

 

Kımırandeve sütünden alınan kaymak.

                                                           

Yanında Şınar vardı – onun yeni samimisi. Bundan sonra Musrep onun ebedi büyük kardeşi. Annesi Ulpan’dan sevinç dolu ve heyecanlı gözlerini alamıyordu.

Eseney vardı...

Ama Ulpan kendi mutluluğu ile tam olarak zevk alamıyordu. Eseney’e olan saygı? Evet... Onun önünde olan bir korku hissi? Evet. Onun akrabaları – siban kabilesinden olanlar onu seviyorlar mı? Hayır... Ünü her tarafa yayılan, kendi yakınlarını yardımda tutan, şöherti ise kendisi taşıyanlar sonunda yalnız kalırlar. Eseney’in büyüklüğü tartışılmaz, ama büyük insan büyük baskı yapar, bunu Ulpan anlıyordu, Ulpan yoksul ama bağımsız kerleutlar soyundandır. Ve –istediğini yapmak, istediğini konuşmak fırsatını düşününce Eseney ne kadar onu severse de Ulpan’ın içi endişeyle doluyordu.

O belki de ben yanılıyorum diye umut ediyordu... O zaman neden et ve kımız bol olan aulda gülüşmeler ve neşeli sesler duyulmuyor? Ve onlar bu bol dastarhanda oturalı hiçkimse şarkı söylemedi.

Onun kocasının ilk gelişindeki bu hiç gereksiz düşüncelerinden Musrep kopardı:

-    Toy bitince biz üç gün hiç bir yere gitmeyeceğiz, die ısrarla söyledi o. – Bugün biz eve gitmemiz lazım eğer sen müsade edersen Ulpancan...

O bu ricasını ikinci kez tekrarlıyor gibi.

-    Tamam, Musrep agay...- diye kabul etti Ulpan, o aniden kendini çok yorulmuş hissetti.  Siz Şınar ikinize nasıl uygunsa öyle davranın. Ben geri dönünceye kadar, toy başlayııncaya kadar annemin otausunda kalacağım.

Şınar sessizdi, ama ricayı desteklediği belliydi.

Eseney ve Ulpan... Ulpan ve Eseney... Bu hayattan başka onların ikisinin kendi yaşamı da vardı. Musrep ile Şınar akşama doğru kendi auluna gittiler.

-     Şakşak Biyin kızı uyandı mı?..

Dışarıdan Asrep’in sesi geldi – onun kocasının büyük kardeşinin.

-     Ben kalktım ageke1, ben çoktan kaltım!

Şınar çadırdan ona karşı koşarak çıktı, kolları dirseğine kadar haddeli, parmakları un ve hamur içindeydi. Asrep yayladan iki aileye ait olan kısrakları getirmişti.

-     Bağla bunları...

Ama Şınar yeniden tayları çağırmaya başlamışken, Asrep onu tekrar çağırdı:

-         Е-е... Nerede senin serserin?

-         O serseri değil, o oduna gitti, o ve apa.

-         Yalnız idare edemez midir?

-         Apa kuru kabuk toplamaya gitti...

-         Sen sabah erkenden hamur yapmaya koyulmuşsun? Misafirler bugün gelecek mi?

-        Bugün agake...

-     Tamam git. Tayları kendim baplayacağım.

Ailede büyük olarak mırıldansa bile onun mırıldanmaları Şınar’ı aldatmaz. Asrep kardeşini seviyor, şimdi onu da sever öfkeliyken tehditleri de korkutucu değil daha çok şakaya benzer. O da her zaman şaka ile cevap vermeyi bilir, kendisi nişanlandıran kardeşinin karısının böyle açık, düz, neşeli – kaş çattığını fark etmemiş – olmasına çok memnundu. O Asrep kocasına: “He-ey, o boş oturmayı bilmezmiş. Kendine de çok iyi bakarmış ceketinde bir toz bulamazsın...”

1 Ageke – “agaybüyük kardeş, amcanın saygılı şekli


Doğru, Asrep geçen sene sonbaharda bu gerçekleştiğinden çok memnundu... Gökyüzünden sibir soğuk yağmuru yağıyor, artık üç gün boyunca gece gündüz durmadan yağıyor, bulutlar bir toplanıp gidecek gibi değil.

Asrep akşama doğru hayvanları ovaya getirdi beyaz deveyi görünce onu yedekleyene yukarıddan öfkeli bakıyordu.... Kız mı, erkek   mi? Kıza benziyor ama onun üzerinde erkeklerin pantalonu ve erkeklerin şapkası. Kız... Onun üç örülü saçlarından su akıyor. Ham deriden yapılmış çizmeleri de ıslanmış onun yüzünden çizmelerinin burnu da şişmiş.

Dişi devenin sırtında oturan kumaşlarla sarılı yaşlı kadın o kadın Musrep’e hitap etti:

-    Otagası-ay... Biz ıslandık, biz üşüdük... Bizi evine alacak mısın – eğer senin evine girmek mümkün değilse hiç olmazsa ovada gecelemeye müüsade et?

Son iki hafta içerisinde kış gelirken halleri zayıflayan bozkırlılar ekmek bulma umuduyla don kazaklarının köylerine gidiyorlar. Ve Asrep’in “Rus kulibesi” – o onlar için öyle görünüyor – bir gecelik bile olsa  yağmurda bir sığınak olabilir.

O kadına:

-         Evde otursaydın, bu havalarda hangi dünürüne gidiyorsun!

-         Ya ne dünürü? Gözlerimizin gördüğü, ayaklarımızın yürüdüğü tarafa gidiyoruz. Belki Ruslar arasında açlık ölümünden kurtuluruz. Nasıl kurtulursun? Onların köylerinde sadece erkekler için iş bulunur. Siz kızınız ikiniz kendinizi besleyemezsiniz...

-         Terzilikle biraz para kazanırım düşünüyorum. Uzun uzun öğüt vermek yerine geceyi evinde geçirmeye müsade eder misin ya olmaz mı söylesene.

-              Sizi nerede bırakabilirim ki? İn deveden, hadi gir... Kız onların konuşmasına karışmadan dizgini iki defa aşağı çekerek: “Şok! Şok!” dedi, ama deve ıslak yere bataklığa yatmak istemiyordu.

-     Bekle...- Asrep dizgini alıp deveyi bir gölgelik altına getirdi, ama orada da saman döşenmiş yere hemen çökmedi: ya geri çekiliyor, ya ileri gidiyor nihayet dizlerine çökerek karnına yattı. Kızın annesi deveden indi ve Asrep onlara emr etti:

-     Eve girin. Orada karım var. Giysilerinizi kurutun, ısının...

Asrep ahırı kapattı o anda Musrep geldi – o Eseney’e gitmişti. İki köpek, onun sarışın köpekleri ev sahibine geldiler, omuzlarına kirli bacaklarını koyuyorlar, ondan okşamasını talep ediyorlar. Her birini kulibesine kapatıncaya kadar onlar sakinleşmediler.

-     O seni niye çağırmış?- diye sordu Asrep.

Sürülerini kışlığa hazırlamak için onunla gitmemi istiyor. Kar yağınca avcılığa çıkacağız. Sen beni tamamen unuttun hiç değilse biraz yanımda kal diyor.

-     Gidecek misin?

- O hep yalnız ve yalnız... Çok süre geçmesine rağmen oğullarını kaybettiğine uyum sağlayamıyor. Ben kabul ettim. Kardeşi gelen atı inceledi Asrep:

-     Senin Kulan-tuyak1 çok zayıflamış, sen onu çok yormuşsun. Sarışına bin. Bu at biraz dinlensin.

Bunların hepsi Karşıgalı’ya giderken, onlar kerleutların auluna, Artıkbay Batırın evine rastlamışken.

1 Kulan-tuyak Asya’daki yabani at toynakları, bu takma isit yüksek toynaklı ata verilir.


Musrrep atının eyerini çıkartıp kendi kulübesine girdi. Bu kulübeyi rahat demek uygun olmaz. Soğuktu – mutfak fırının yanındaki köşenin duvarı düşmüş. Fırın yapılan ham tuğla eskimiş kapıyı kapatıp düşecek gibiydi. İkinci odada da aynen soğuk. Yatak sabah buruşuk, dağınık kalmıştı. Yassı damı tutan dirençte lamba asılıydı o onu yandırdı. Camları çoktan kimse temizlememiş. Köşelerdeki ağları fark etmek için yeterli derecede aydınlıktı. Onun bugün değiştirdiği ıslak giysileri o dönünceye kadar aynı yerde duracaktır. O ayakkabılarını değiştirirken kemdince düşündü, her neyse eve kadın lazımmış, kadın olmadan olmaz... Kışa doğru o fırını da değiştirirdi – fırın yok kışın ne yapacağız? Kulübenin de dış tarafını sarırdı. Asrep’in onu yapmaya zamanı olmuyor... O Eseney ile  gezerken kardeşi bu işleri yapacağı da gerek...

Musrep ev işleri ile yılda iki defa uğraşır – o zamanlar şafaktan güneş batıncaya kadar çalışır, bu bölgelerde ise yazın güneş çok geç batar. İlkbaharda on gün ve yazın son yirmi gününde geceleri de evine gelmez. Ekim yapıldığı gülerde Asrep’i sabana yaklaştırmaz, ve biçim aletini de eline vermez. Tek başına iki ailenin işini idarre eder. Kardeşinin ailesi için onluk buğday, kendisi için onluk yulaf eker. Saman biçer. Zamanı gelince buğday toplar, buğday kulakları tohuma dolar. Kendine ait yulafı o daha yeşil iken topladı, atların sevdiği ot yığını oldu.

Bununla onun işleri biter. Asrep sarmakla uğraşır, saraya balyaları götürür. Musrep ise hemen atına biner, ve sadece atlar ve av köpekleri onun nerede olduğunu görebilirlerdi.

Evde bir damla su bulunmadı, bulunursa bile çay kaynatacak hiç bir şey yok, büyük kardeşinin evine yöneldi. Onun karısını överek o ne kadar da cömerttir diyince Canişa baursakla çay ve yemek ağırlayacağını o iyi bilir. O elbette ki çoktan onun bu beceriksiz iltifatını anlamıştır; ne kerey-uakların, ne argın-kıpçakların aullarında onun yaptığı kadar lezzetli çayı içmiştir... Ama Canişa her zaman ev işlerini ne güzelidare edebildiğini övünerek yemek verir.

Asrep’in mutfağında ateş yanan ocağın yanında oturup ıslanmış giysilerini kurulatan ve kendisi de ısınmaya çalışan kızı gördü. Ilık odada uykusu geldiğinden birisinin girdiğini hemen farkletmedi ve Musrep onun bacaklarına bakmaya yetişebildi.  Bir şey diyemezsin! Yuvarlak pembe topuklar, elastik baldır... Hayatının yarısını at üzerinde geçiren kazak kızlarında bu tip bacaklar çok nadir bulunur.

Ama uzun süre hayret etmeye fırsatı olmadı – kız kapı gıcırtısından uyanıverdi ve hemen ayakalrını toparlayarak arkaya döndü. Musrep için bu gördükleri de yeterliydi, - sevimli, düz burunlu, hafif kalkık, sıcaklıktan esmer yanakları  kızarmış.

Canişa kalkarak:

-    Otur Mırza-yiğit1...

Onlar içmeye yetişmişlerdi. Kapıya yakın yerde dastarhan üzerinde onun tanımadığı bir yaşlı kadın oturuyor. Musrep bu kadın o kızın annesi olduğunu emen anladı.

-    Sizin misafirleriniz mi var...- dedi o.

-         Biz sen değiliz ki,- dedi Canişa.- Kırk yaşında bile olsa hala evlenmemiş! Biz evli insanın bizim misafirlerimiz olur.

-         Tamam,- diye reddetti.- Her şey ileride. Benim büyük kardeşim vardır, birisiyle nişanlandırır, kaybolmam.

-         Kimin kızlarını o sana nişanlandırmadı! Seni anlamak zor! Öünkü o kıza değil onun babasının kim olduğuna göre yapıyor,- diye şaka yaptı Musrep.- Ben babasını eve götürmeyeceğim ki.

-         Bak ne kadar da önemsiyorsun kendini...- Asrep ona yumruğunu salladı.- Bundan sonra ben seinin işlerinle uğraşmayacağım, sen kendin hallet...

Canişa onların konuşmasını kesti:

-    Yeter artık...- dedi kocasına Yoksa bizim konuklarımız sizi kavga edecek diye düşünürler. Mırza-yiğit sana çay ayarlar? Akşam yemeği de hemen hemen hazır. Belki akşam yemeğine kalırsın?

-    Çay yemekten sonra da içilebiilir.

1 Mırza cigit: burada cömert kayın birader; kocasının kardeşinin ismi söylenmezdi, takma ad  veriyorlardı


Canişa ocağın yanında kendi işleriyle uğraşırken kardeşler kendi işleri hakkında konuşuyorlardı. Asrrep önceden hesapladığı gibi on arb değil on beş arb yeşil yulaf yığdı, samanı da otuz arb, iki yıla yetmeli. Musrep o ne arbdan söz ettiğinden şüpheliydi, arb dediği akbaba kuşunun yuvası kadar olmalı... Gerçi o bu sene iyi çalıştı, çok saman biçti...

-     Ya sen köpek!- Asrep itiraz etti.- Ben emek yaptım diyorsun çayır içinde takılıp kaldın biçmiş gibi yaptın! Saman taşıyıp onu yığmayı deneseydin... Gelecek yaz her şeyi benim omuzuma bırakmak nasıl olur  göstereceğim!

Bu tür sohbetler her sonbaharda ortaya çıkar, Canişa buna dikkat etmeden akşam yemeğini getirdi. Derin tabakta sarışın darı lapası, üst tarafında birazet. Canişa halen mutfakta ocağın yanında oturan kızı da davet etti. Ama o cevap vermedi ve gelmedi de. Evlenmek üzere yaşlardaki kızı yalın ayak dastarhana gelmesini zorlayabilir misin. Canişa tabakta yemek götürdü ona.

Kızın annesi ise lapadan kaşığa biraz alarak yavaşça yiyior, ete  hiç dokunmadı. O namusunu koruyarak hiç acıkmamış gibi dastarhana gelmeye ev sahiplerinin ricası üzerine ancak kabul etmiş gibi davranıyor.

Asrep ona bakım sağlıyor:

-     Ya ceneşe... Buyur yemeğe. Buğday bizde istediğin kadar vardır. Sen çekinme. Şimdi çekinecek zaman değil. Bu benim küçük kardeşim.  Benim karım ise onu şımarttı, o evinde ocağı da yakmıyor, yemeği  de yok evinde...

O konuşmaya da, yemek yemeye de yetişebilliyor ve misafire de et parçalarını veriyor.

-         Senin adı ne?- diye sordu o.

-         Nauşa...

-         Kocanın adı ne?

-         Kocamın adı Şakşak idi.

Asrep bozkırdaki aynı isimli insan hakkındaki eski bir olayı hatırladı – kader ona merhamet göstermemiştir.  

Şakşak Biy vefat ettikten sonra onun zavallı karıları düyayı gezip gitmişler. Belki sen onlardan birisisin?

-            Ne Biyi,Ya Rabbim!.. O argın soyundan, asıl kolundan idi. Benim kocam ise karaullardan. Ayakkabıcı... Ben ise aul kadınlarına dikiş yapar, onunla hayat geçirirdik. Ama bizi terk edeli üç sene oldu. 

-            Anlatmaya devam etmene gerek yok... Kimin akrabası varsa kendisi anlar! Ye... çekinmeden yemek ye, hiç değilse bir parça et al!

Kadın içten samimiyetle Asrep’e şöyle dedi:

-            Bu iyiliğin için Allah senden razı olsun. Ben kızım ikimiz bugün akşam bir evde rahat oturacağımızı hayal bile etmiyordum. Devemizin yan tarafında ormanda bir yerde geceleyeceğimizi düşünmüştüm. Allah ondan korusun ama eğer bir aç dilenciye rastgelirsek bizden kaçırırdı!..

-            Tamam... Allah merhametlidir! Yarın Kpitana ulaşırsınız, sonra Bolotnaya’ya kadar uzak değildir. Yiyin çekinmeden... Kızın da çekinmesin. Lapasa etten daha doyumludur. Boşuna: “Bay hayvanlarını, fakir ise sağlığını korur” demezler.  Buyrun yemekten alın...

Ertesi gün sabah Musrep erken kalktı, atları suya götürdü. O gölden geri gelirken kız deve dizginini elinde tutarak Asrep’in penceresinin yanından geçiyor, annesi deve üzerindeydi... daha karanlık olmadan Kpitan’a ulaşmak için erkenden yola çıktıkları belli. Yağmur durmuyor. Musrep’i fark ederek anne sütüyle alışkanlık olan erkeğin önünden geçmemek alışkanlığı ile ona yol verdi. Gece uykusu kandı, dinlendi. Güzel... Musrep onun bakmasını istedi, onun giderken de bakmasını...

-     İyi yolculuklar...- diye ona seslendi.- Hiç değilse bu yağmur bitseydi, sizi yol boyunca ıslandırmasaydı!

Gece boyunca ocağın yanında  duran sağ çizmesi ağzını açmış. Musrep Eseney ile gitmeye söz verdiğine pişman oldu, yoksa burada kalır bu evsizlere yardım ederdi.

O atları sarayda bıraktı – Kulan tuyak ve sarı atı, onları yulaf yığınına bıraktı ve hemen çıktı.

Beyaz deve gitikçe uzaklaşıyordu. Yağmurun berrak perdesi onun görüntüsünü yitiriyor. Herhalde kızın çizmeleri suyla dolmuş olmalı ve ayakları da ıslanmıştır. Üreinden de yağmur döküyor. Sığınacak yerin olmamaktan daha kötü bir şey yoktur... Eğer ona dikkatlice bakacak olursan uzun boylu ve sağlamdır. Güzel süslü bir kıyafette çok güzel gözükür. Bu kız biraz dinlenseydi, belki bu erkeklerin şapkası onun hoşuna gider, herhalde babasının olmalı... Ve erkeklerin pantolonunu giymiş o pantolonlara buna benzer daha iki kızı sığdırmak mümkündür... Zavallı kız... Çınar ağacı gibi ince güzel olabilirdi. Onu Kpitan’de ne bekler? Bolotnay ile onlar nereye yol aldılar?

Asrep ansızın pencereden Musrep’in niçindir yağmur altında bu gece onların konağı olanlara arkasından bakarak durduğunu gördü.

-    Kadın, kadın... Baksana ona,- o pencereye Canişayı çağırdı. – Bana göre senin Mırza yiğidin artık hazır! Onların gittiklerine acıdığından onun çenesi asık kalmış. Hadi çağır onu

Canişa kapıyı biraz açarak:

-    Mırza yiğit! Sen ne yağmur altında ıslanıyorsun? Nereye bakıyorsun? Gel bize çay içeceğiz.

Musrep son bakışını yaptı – yağmur perdesi deveyi tamamen kapattı. Evde tek oturdu, ağası onunla alay etmeye başladı:

-    Dinlesene... Sen sadece çeşitli aulları gezmeyi biliyorsun. Sana benim Canişam değil başka bir kız çay ayarlaması için bir kız bulamadın mı?..

-    Ben kız aramaya mı gidiyorum?

-     Sana göre o seni kendisi mi bulacak? Yoksa Allah’ın sana kendisi göndereceğini mi bekliyorsun?

Musrep şimdi kendisinin ağasıyla şaka yapma isteğinini olmadıığını anladı...

-     Eğer Allah kendisi endişelenirse ona kiç karşı durabilir ki?

-Öyle mi? O zaman bana söyle ki bugün akşam devesiyle giden kızı beğendin mi? Ya sana?

-     Bir ayağı topal.., bir gözü eğikmiş... Yoksa fena değilmiş.

-     Haklısın.

Semaverin yanında oturan Canişa kendince düşündü: Musrep pek kendine benzemiyor, kısa cevap veriyor, kardeşler arasından alışkanlık olduğu gibi uzun çekişmeler yapmıyor.

Asrep ise kararlıydı:

-     Bırak boşu boşuna konuşmayı!- dedi o, aslında Musrep boşuna konuşmuyordu.- Kızların arasında bu ilk hanumdur! Ve Sen onunla evleneceksin!

-         Nasıl evleneceğim?

-         Onu bana bırak, ben ayarlarım! Kendim!

-         İstediğin olsun...

-     Ya sen köpek yavrusu!- Asrep sinirlendi,- Baksana o fiyaka koyuyor. Ona çenelerim göğüslerime kadar düşmüş halde peşinden bakan ben miyim? Ben mi?.. Böyle gezmeye devam edersen sana bir kimse almayan acı dilli birisi rastgelir, ve sen kaybolursun. Ama ben ona yol vermem!

-     Ne bağırıyorsun? Ben istediğini yap dedim ya... Canişa karışma anı geldiğine karar verdi:

-           Olmaz, olmaz! Kızı kaçırmamak gerek. O hemen benim hoşuma gitti. Benim gönlümü okşadı: «Apa, apa...» - diyordu.

-           İşte bak...- Asrep konuşmak yeterli olduğuna karar verdi.- Sen git. Eseney’e söz vermişsen git – onu incitme.

Ne olursa olsun... Musrep sarı atınının eyerini uzun süre ayarladı, Kulan-tuyak gerçekten finlenmesi lazım. O gitti.

Asrep yağmur perdesi kardeşini gizlemesini bekledi, sonra atını eyerledi.

Yaya giden kızın yedeğinde bulunan deve uzağa mı gider? Çay içmek değil koyun etini pişirip yedikten sonra çıksan bile onlara ulaşırsın. Asrep onlara üç millik bir mesafede yetişe geldi.

-     Ceneşe!- oyakın gelerek, kadını çağırdı. – Sen kızına söyle deveyi geri çeksin. Yağmur... Bizde daha bir-iki gün kalınız...

Nauşa herşeyden önce çok korktu. Akşam dediği kendi sözleri aklına geldi: «Birisi bizim deveye saldırırsa biz ne yapabilirdik ki». Dilime bu kötü sözler gelmiş, kendim belayı çağırdım!

Onun sesinde umutsuzluk vardı:

-     Еğer sen bu deveyi almak istiyorsan, benş yere düşür, öldür... Sonra al!

Ama kız annesinin korkuncunu paylaşmıyordu, kız biraz gülüverdi.

-         Nauşa! Sen ne korkuyorsun?- o çok şaşırdı.

-         Bu yağmurda bizi niçin yakaladığını ben nereden bileyim. İyi ev sahibi köpeğini dışarıya bırakmaz..,

Kız tekrar güldü, kız annesine göre sadece cesur değil akıllı da görünüyor. Asrep doğrusunu söylemeye karar verdi:

-     Evet yakaladım... Ve şimdi kimse, Allah bile ayıramaz bizi! Ayırmaz Nauşa. Geri dön diyorum, yoksa yolda ölürsün.  Dön ve bana dünür ol.

-     Bu kişi ne diyor? Ne diyor bu? Şınar sen dinliyor musun?..- Onun sesinde şaşkınlık vardı, korkunç duygusu da geçmiyordu.

Şınar sustu.

-     Musrep isimli o geveze – siz onu dün akşam görmüştünüz, o benim kardeşimdir. Küçük kardeşim.

-     Ben onu anladım.                                                                                                                        а

-     O artık kırk yaşında, hala yalnız, kendine layık bir kız bulamadı! Senin kızını onunla nişanlındırmak için sizin peşinizden geldim.

Asrep atından bataklığa inerek kızı omuzlarından kucakladı – kız ise devenin yan tarafında rüzgardan sığındı.

- Aynalayın... Yavrum benim,- annen sana Şınar diyordu değil mi? Müsade et.., Sen bizim evden hoşlanacaksın. Ben senin baban gibi olurum. Musrep hakiki bir yiğit! Sen onunla acı çekmeyeceksin, bu tür havalı günlerde sokakta olmayacaksın... Deveyi geri götürelim im? Sen ise benim atıma bin.

O dizgini alarak hertürlü itirazlara önceden hazır olanAsrep onun cevabını beklemeden deveyi eve doğru yedeklemeye başladı. Şınar herhalde itiraz etmeyecekti bile. Ata da binmedi – Asrep’in arkasından yaya gitti. Rüzgarda alevlenen kuru odun gibi onun kaderinde değişim oluştu. O bu değişimleri istiyordu, ama korkuyordu onlardan... Herşeyden çok içine su dolup onun sesi duyulan  kocaman çizmeleri için utanıyordu.

Asrep bir kızına, bir annesine bakarak Şınar’ı gelecekte nasıl bir hayat beklediğini  düşünüyordu. Onun için beyaz çadır – otau yapmaya sçz vermişti. Koyun ve semiz çeşitli cinsten at sürüsü getirecek...

Kızından daha fazla şaşkın kalan Nauşa soruyordu:

-     Şınar sen bunların hepsine inanıyor musun? Gerçekten mi inanıyorsun? Ama Şınar gülümsüyor ve sessizdi. Duydun mu...

O onları hemen Musrep’in kulübesine getirdi.

-      İşte bu sizin eviniz... Tüm ıslanmış giysilerinizi çıkartın, giysilerinizi değiştirin, umarım kuru giysileriniz vardır... Baksana! Bu batır her şeyini dağınık bırakmış... Bir şey olmaz... yatağı da toplarız. Fırını da düşmemesi için tamir etmek mümkün. Her şey mümkündür, yeter ki el olsun.

Mutfağın ve ikinci odanın düzeni hiç birbirine uygun değildi, Asrepin o renkli yansıtmaları şimdi anlaşıldı.

-      Siz merak etmeyiniz...- bunları sakinleştirmeye çalıştı.- Akşama doğru ben kendim her şeyi dzenlerim. Siz şimdilik bize gelin. Benim kadun artık semaver kaynatıyor. Gelin, geç kalmayın...

Şınar annesi ikisi yalnız kaldılar.

Kızım... Ne oluyor? O dalga mı geçiyor? Onun dedikleri gerçek mi?

-             Neden dalga geçsin ki, niye yalan söyler ki? Seden korktuğu veya utandığı için yalan söylüyor değil ki.

-             Hayır, ben hala uyuyorum herhalde? Be rüyamda görüyorum... Düğün? Biz dün düğünü düşünüyor muyduk?

-             Apa kim önceden bir şey bilir ki? Bana göre bunlar kötü insanlar değil.

-             Gerçekten mi... Ben onlara dünür mü olacağım?^ Şaşkın kalan zavallı Nauşa kızının razı olup olmadığını sormaya da cesaret bulamıyor...

Şınar annesini anladı:

-       Bana  göre bu iş artık bitti... Hadi yerleşelim...

Nauşa devenin yüklerini çıkartmak için çıktı. Şınar derin iç çekti ve nefesini tuttu.

O ağır çizmelerini çıkartıp  koridora bıraktı. Şapkası da oraya fırladı. Onlarla beraber ıslak kirli ikinci hiç giymeyeceği pantolonu da oraya gitti! Ayakları sudan dolayı bembeyaz olmuş. Şınar çırıl çıplak saçlarını dağıtarak  odanın tam ortasında duruyordu. Kimden çekinececek ki? Belinde kırmızı leke oluşmuş, o da geçer... Kalçasında pıhtılaşmış gri lekeler; geceleyin tırnadığı belli. Şınar onları havlu ile sürdü. O vücudunu kendisine belli olmayan yeni bir duyguyla bakıyor hayran oluyordu. Ellerini başının arkasına çekerek gerildi. Bir köşeden ikinci bir kçşeye bir kaç adım attı. Kapı gıcırdayınca çıplak Şınar hemen battaniye ile bedenini kapattı.

Ama bu giren annesiydi.

Şınar kalkmam istemedi. Nemli soğuk sabahtan sonra biraz ısındı ve hiç de yola çıkmaya makul değildi... Yastık karanfil kokouyordu. Kulübe olsun... Eğer ocağı onarım ederse ılık olacak. Kirli giysilereini rastgele bırakmadan düzenli olmaya öğretmek gerek onu. Musrep onun adıт? Evet... Ya Allah’ım

Benim Musrep’im ne zaman dönecek?!  Utanmıyort musun! Yukarı taraftaki siyah sandıkta dha bir battanye ve dört yastık varmış. Ev hanımı olmayan bu evde de misafirleri mi olur? Apa bu yastıklardan birisini ve battaniyeyi alıp biraz uyusun.

Nauşa girip çıkıyordu, nihayet horcunu ile küçük torbayı, sandığı ve düğmeleri getirdi. O kızına itiraz etti:

-     Sen niye başka birisinin yatağına yattın? Şınar şımarıklık etmek nazlanmak istiyordu:

-          Yatak yabancı değil,- diye yanıtladı.- Bizim eşyalar ise nemlendi?

-          Hayır, kuru olmalı. Ben geceleyin eve götürmüştüm onları... İşte senin içik ve kavuşların. Elbise ve ceketin buruşmuş, ama düzelecek. Şapkan ise sandıktaydı, bir şey olmamış sadece tüylerini düğzeltmek gerek...

Fakirlik tutumlu olmaya öğretir . Annesi kızının çekinmeden giyebileceği kıyafetini saklamış. Onları kendisi dikmişti, şapkasının sadece üst tarafı kadifeden olsa da, ve ceketinin peluşları da pek ince değil biraz kaba olsa bile – Şınar etrafındaki kadınların hiç birisinden aşağı derecede değildi – onlar kendisinden  daha zengin kıyafetli olsalar bile...

Kızlar için kıyafet nedir! Şınar yavaş yavaş giyindi, giyindikten sonra ince görünmeye başladı, yürüyüşü de değişti, gözleri de sakin gölde yansıtılan iki yıldız gibi parlıyor.

Canişa Şınar’a bakacak anı beklemiş gibi kız giyinir giyinmez içeri girdi.

Onlar ilkönce ellerinin parmaklarından tuttular ve birleşmiş ellerini öne çektiler ve üç defa böyle haraket ettikten sonra kucaklaştılar.

-     Ben tamamen başka bir kızı görüyorum...- Canişa Çınar’ı gözlerinden öptü.- Ben sizi davet etmeye gelmiştim. Çay içeceğiz... Yatağı şimdi kaldıracağız. Ocağınızı ise Agake tamir etmeye söz verdi. .

|Kadınları içeri girdiklerindeAsrep toparlanıyordu.

-          Siz kaynanlar sohbet edin ki sadece benim değil Musrep’in bile yolda giderken kulakları çınlasın...

Canişa dastarhona geçti.

-          Nadi Şınarcan... Sen çay koyacaksın. Kaynanalar ev işleriyle uğraşıp da gelin hanşa gibi oturduğunu nerede gördün! Hayır bize koşarak hizmet et, bizi memnun etmeye çalış!

Sonuçta tam başka bir yöne dönüşen ansız bir tanışmadan sonra onlar birbirleri hakkında birçok şey öğrenmeliydiler. Canişa ile Nauşa çabuk anlaşabildiler.

Şakşak iyi bir ayakkabı tamirci olmuş, kendi işini iyi bilen bir ustaymış. Şınar’ın ayakklarında bulunan içik ile kavuşları yaklaşık dört sene önce dikmiş...  Sonra tifüs hastalığı olmuş. Zavallı o da vefat etmiş. Herkesin akrabaları var, ve akrabalar kurttan daha kötü olabilirler... Vefatından sonra yedi günlük, kırk günlük ve bir yıllığını belirlediler böylece hayvanları da kalmamış..! Geçen yaz ise kuraklık olmuş. Bir damla bile yağmur düşmedi. Onların aulundakiler bir aile sonra ikincisi rus köylerine ve şehirlere yakın göç etmeye başlamışlar. Tek başına kalmayacaklar ki... Belirsiz bir mucize sonucunda sağ kalan devesini almışlar ve yola çıkmışlar. Aradıkları ne?.. Onun ceketinin cebinde üç ruble ve yetmiş iki kuruş. O Şakşakın diktiği çizmelerden kalmış. Başka hiç bir şey yok, eğer o yalan söylüyorsa başka hiç bir şey de olmasın gelecekte...

Şınar annesinin sözlerine dikkat etmiyordu, kendi yaşamı ona zaten belliydi. Onun için Canişa’nın kendi ailesi hakkında anlattıkları daha önemliydi.  Kardeşler babasını erken yaşta kaybetmişler, babası sibanların her zaman yaptıkları bir saldırıda vefay etmiş. Asrep ile Musrep ev hayvanları, inek güderlermiş. Onlar ikisi Asrep yirmi yaşlarında iken Tümen şehrine gitmişler, beş yıldır limanda yük taşımakla uğraşmışlar.  Mavna ve gemilere buğday, kömür, tuğla, deri taşırlarmış... Biraz para biriktirdikten sonra evlerine dönmüşler. Asrep evlenmiş, Musrep ise hala yalnız... Eseney ile dost, onunla çok aul gezer. Asrep her zaman evde, ondan dinlenme fırsatı da olmuyor.

-     Biz zengin değiliz.- dedi Canişa.- Ama hiç bir zaman kimseden bağımlı olmadık.

Şınar onun Musrep hakkında daha çok anlatmasını istiyordu, ama onu rica etmekten utanıyordu. Canişa kendisi anlatmaya başladı:

-      Bizim gelin nedendir b

Raz üzgün gibi – Asrep hakkında dinlemekten... İşte bizim mırza-yiğit! Başka nerede onun gibisini bulabilirsin! Ben onun bir kavgaya katıldığını hiç görmedim... Siz bilirsinin akrabalar arasında ne tür kavgalar olur... Ağası onu azarlamaya başlayınca, Musrep bir kelime bile konuşmaz. O şaka ile cevap verir ve Asrep itiraz edecek bir şey bulamaz. Buğday ekerken, ot biçerken benin onun gibi çalışanı görmedim. Sabahtan geceye kadar durmak bilmez. Sonra – onu ara! Evde hiç bir şey tutamaz onu, o tüm toylardı çok beklenen misafir. Mırza-yiğide halk huzur vermez. Onun iki atı ve iki köpeği vardır. Kısraklarını biz sağrız, Bu yaz ondan birileri almıştı, daha yakın zamanlarda geri aldık.  Yavruları çok zayıf, geçen seneki tayları ise sağlam. Kendiniz göreceksiniz... Bugün siz gittiğiniz an o da atını hazırlıyordu. Onu Eseney davet etmiş...

Şınar belli etmeden iç çektim sandı ama Canişa onsuz da  dikkat etti:

-      Orada uzun süre kalmaz...- diye açıkladı.- On, on beş gün içerisinde geri dönecek. Şınar senin arkandan ise Arep’i kendisi gönderdi: o kızı geri getirmeden dönme, - dedi – o olayı biraz süslendirdi. – Kaçırma dedi o kızı, hatta onun başlık parası için kırk beş atı yedi defa isteseler bile. Şınar sanki ateş içindeymiş gibi alevlendi. Annesi ise hiç kçtü düşünmeden itiraza başladı:

-     Biz o kadar hayvanı nereye götüreceğiz ki? Onlara kim bakacak?

Şınar gülmemek için kendini zorla tuttu.

Asrep akşam doğru geldi, çok memnundu.

-    Sanki her şeyi tamamlamış gibi,.. Ocak sizin ateş olduğu gibi yanıyor. Şimdilik biraz kurusun, iki-üç gün yakmayın, bizde kalın. Yarın iş bekliyor... Eğer yağmur biterse Şınar evi sürmesi lazım parlayacak kadar. Ve badan sürmek. Bizim çadırda1bir yığın kil vardır. Bir de bu serserinin eşyalarını da toparlayın. Ne gibi eşyaları paslandı.

Şınar evde oturmadan sandıktaki eşyaları düzenlemeye başladı. Evet... Yeni yıkanmayan çarşaf, hiç giyilmeyen giysiler –iyi işlenmeyen tilki derisi astragan ile süslenen fitilli kadife ve saten parçası ile karışıktı. Sandığın dibinde cep ve palaskalı eski kemer, içik yapmak için hazırlanan keçinin ince dilinmiş derisi vardı.

Orada Şınar kendisi için lazım olacak hiç bir şey bulamadı ve biraz üzüldü: “O gerçekten mi hayatı boyunca evlenmeyeceğini düşünüyordu?” – dedi o kendince.

Odaya mutfaktaki ağaçtan yapılmış kebece – sandıktaki yiyecekleri inceleyen annesi girdi.

-        Çay ve şeker var... Yağ ve un da varmış...

-        Demek ki açlıktan ölmeyeceğiz, Şınar durmadan güldü ve sandığın kapağını kapattı.

-        Bilmiyorum... Belki burada senin için bir şey bulunabilir ama bana hiç bir şey bulunmadı. O dönünce ben ona göstereceğim!..

               Böcek avuçlarına girse bile ona dokunmayan insanlar böyle öfkelenirler.

Musrep on gün değil on beş gün sonra da dönmedi – O yirmi günden fazla gezi yaptı.

Akşamleyin geç saatlerde hem kendi kulübesi hem de kardeşinin evinin penceleri ışıksızdı. Sarı köpeği havlayarak ona karşı koştu ama atları tanıyarak sustu.

 

Musrep ağasının yapmak istediğini başarıp başarmadığını merak ediyor... O atını dirence bağlarken bunu merak etti, ve ona olmamış gibi geldi ama musrep öyle birisi değildir. O kendi fikrini vermez. İyice bağlanan kurt derilerini çadıra bırakırken de bunları düşündü ve şüphelendi – ama kızı ile annesi niçin bunu kabul etmeli ki? Hayır eskisi gibi ev buz gibi soğuk, çay kaynatmak için su da yok...

Ama kapıyı iterek girince başka birisinin yabancı birisinin yabancı evine girmiş gibi oldu! Evin içi ılıktı. Lambanın ışığı biraz azaltılmış, ama kız fitili hemen çıkardı ve oda gene yabancı gibi göründü. Satenden sarışın kahverengi perde biraz dalgalandı, yataklardaki yastıklar bembeyazdı.

Bu biz... Şınar ve ben,- dedi Nauşa...

-           Ben görüyorum,- diye cevap verdi Musrep.

-           Böyle olması herhalde Allah’ın kısmeti... Musrep ona iki elini birden uzattı.

-           Assalamualeykum...

O duvarın yanında gülümseyerek duran ve gözleri parlayan Şınar’a ne diyeceğini bilmiyordu.  O umut ettiğini, acele ettiğinden iki günlük mesafeyi bir günde tamamladığını söyleyebilirdi... O yalnızlıktan yorulduğunu, ama birazdan... söyleyebilirdi...  Ama diyecek kelime bulamıyor, ve Musrep sessizce ona bakıyor.

Şınar için ise bu yirmi gün dayanılmaz kadar uzun sürmüştür, o kaç defa kendince hayal etmiştir:  işte Musrep dönmüş... O Janiş’in mutfağındaki sobanın yanında  ısındığı akşam geldi, o arkaya  dönse bile giren yiğidi bakmaya yetişti...  Bugün ise pencereden atın ayak altındaki kar çıtırtısını duyunca: “Apa!.. Bu Musrep... O! Işığı yak...” diye bağırıverdi ve nasıl onu beklediğini, bugün gündüz geleceğini umut ettiğini söylemeye hazırdı... Eğer gündüz olmazsa, o zaman akşam geleceğini... Diyecek çok söz hazırlamıştı, ama ellerini aşağı çekerek duvarın yanında duruyor, ve sadece yanaklarının yandığını hissediyordu.

Ne ev sahibi ne de kızı yakında bir şey diyeceğini anlayan Nauşa: -Sensiz biz senin evine yerleştik - diye devam etti. Allah’a şükür şimdi evsiz değiliz. Çıkar montunu... İleri geç...

Musrep Malahayını, eyer için uygun yapılan kısa montunu üzerinden çıkardı.

-    Allah bana niçin bu kadar cömertlik ettiğinmi bilmiyorum...  - dedi o.

Şınar eninde sonunda onun yanına geldi ve o kızı ellerinden tutarak onun ellerini kendi omuzları üzerine koydu.

-    Sen yolda üşümüşsün... – dedi kız.- ve acıkmışsın... Apa... Semaveri koy. Ve diğer eve de geldiğini söyle...

Kız sıradan sözler kullanıyor  - Nauşa dışarı çıktı ve Musrep Şınarı kucağına aldı, kız ise onun boynuna sarıldı.  Ve aniden o Şınar isimli bir kızı bir akşam kollarına almak için doğduğunu ve yaşadığını anladı... O hakikaten ince, narin! Taze süt kokuyor. Sesi ise bozkırlarda koşan üçlüğün boynundaki çan sesi gibi.

-    Niçin bu kadar uzun sürdü?

Musrep sevinç ve beklenmedik mutluluktan boğulmaya hazırdı, boğulmamak için alışkın şakacı tona geçti

-    Sen evi donatmayı tamamlamadan niye döneyim ki?

-    Sen benim burada olduğumu biliyor muydun? Sana birileri iletti mi?

-        Hayır. Ben rüyamda senin ellerini sıvayarak kulübeyi boyamakta  olduğunu gördüm. Benim her yerde dağınık kirli giysilerimi toparladığını, ve bana düzenli olmayı öğreteceğini tehdit ettiğini...

-        Mümkün değil! Eğer o sabah bizim deve yolda ileri giderse? Rüyaya inanıyorum – işte gördün mü banim rüyalarım gerçekleşiyor. Tertemiz ev. Taze saman kokuyor, sen onları zemine döşemişsin. Bembeyaz yastıklar. İşte bunlar senin elinle yapılmadı mı?

Şınar onun bunların hepsini fark ettiğine sevindi, övmelerine sevindi ama gene de şöyle dedi:

-    Sadece benim ellerimle değil. Annev çaba harcadı bir de senin ceneşen.

Dışarıdan birisin adım attığı sesleri geldi – Asrep kendinin yaklaştığını belirterek mahsus ses çıkarttı.  

-    Şınarcan, döndü mü senin serserin? Şimdi onu evden kaçmaması için köpek kulübesi yanına bağla.

Şınar zemin tarafa kaydı.

Aseke, yukarı geçin, oturun - dedi kız, yüzleri kızararak, - Aseke ceneşe niçin gelmedi?

-    O bu yaşlarında süsleniyor... Ne güzel kıyafetim varsa onu giyeceğim diyor. Toydan dolayı. Bizde toy – aynalayın. Sen bize mutluluk getirdin. Halk bize – iki avlu türkmenleri derdi, ama biz bir aile olup yaşadık. Bir de sen burada – bir aul meydana geldi – bizm ev ve senin ev. Bugün yabancılar olmadan kendimizce oturalım. Ya, Musrep? Her şey iyi mi, başarılı mı? Ben sabahtan Kulan-tayağı hazır tutuyordum, yarın seni aramaya çıkacaktım.

Küçük kardeşi ile görüşmede yeterli kadar söz söyledğini sanarak, Asrep yastığa yaslandı...

-         Gelin... Semaveri hazırla...

-         Apa çoktan hazırlıyor...- diye seslendi Şınar.

-    Gelin... Et kaynat. Kandi sevgiline bakmaya yetişirsin sonra!

Canişa geldi - gerçekten süslüydü - ve yardım etmeye başladı.

İki aile tan ağarıncaya kadar oturdular. Çay, et ve kımız, yeniden çay – artık kimse içmek de yamak de istemiyor hem de ayrılmak da istemiyor.

İlk olarak Nauşa mutfağa gitti, yatağını hazırladı ve başını battaniye içine çekti.

Şınar perdeyi çekti. Musrep giysilerini çıkartırken kendince, iyi ki siyan sandığı ayaklarımız tarafa almışlar diye düşündü...

 

 

13

 

 

İlkbaharda Eseney’in aulundaki muhteşem düğün toyundan sonra çoğu ayrılmış gitmişti, düğün işi düğün ama yine de kerey ve uaklar kendi biyine tebrikleri yanısıra kendi davalarını da getirmişler. Bu davaların başlangıcı uzak geçmişte olsa bile bu davalar yeni ayrıntılar ve yeni dargınlıklar kazanmaya yetişmitir, kendi savunmaları ve mazaretlerini söylüyorlar ve her taraf adaletliği talep ediyordu. Ve doğru ile yalan o kadar iç içe geçmiş ki birisini ikincisinden ayırt etmek yulafı yabani yulaftan ayırt etmek kadar imkansızdı. Ve siban aullarında soruşturma yapılan davalı ve davacılar sayısı yeterliydi, çünkü kendi davasını biye hergün iletemezler ki, bundan dolayı yaylaya göç etme biraz gecikiyordu.

Biy evinin yanında da yargılayabilecekse de Eseney gün boyunca tepe konseyinde, halk arasındaydı... Davaları çabuk çözümlüyor. Her taraftan ikişer kişi soruşturuyor ve yargı veriyordu, yoksa bu iş kışa kadar sürecekti...  Kimseye karışmaya yol vermiyordu, eğer sorgulanmakta olan şahsa birileri yardım etmeye çalışırssa ona suçludan alınacak ücretin çeyreği miktarında cezalandırıyordu. Tanıklara şüpheyle davranıyordu. “Kim çok tanık getirmeye çalışır?” – diye soruyor ve kendisi yanıtlıyordu: - ‘Sadecce bir hırsız, sanık veya tecavüzcü”.

Bu günlerde Ulpan’ın da bir dakika kadar boş zamanı yoktu. Koyun kirkim ve atlarin kuyruk ve yelelerini kısaltma zamanı idi. Ev işlerinden başka işleri de vardı çünkü sadece Eseney’e değil Ulpan’a da insanlar geliyordu.

Bir yaşlı kadın geldi:

- Aynalayın... benim yaşlı güçsüz ellerimde dört yetim torunum var. Dışarı çıkamıyorlar – çıplak... Allah adına, bana biraz yün ver, hiç değilse hepsine bir dış giyim yapayım...

O herkese – dördüne de yetecek kadar yün verdi.

Ondan sonra daha iki yaşlı kadın geldi. Daha başka iki yaşlı kadın ve onlarla beraber onlardan daha genç bir kadın. Üç yaşlı ve üç genç kadın... Birinin arkasından biri geliyordu, ihtiyacı olanlar da, Ulpan “yok” demeyi bilmez diyeni duyanlar da geliyorlardı. Onlar da yün, süt, un, kurut, çay, şapka yapmak için malzeme, gömlek için düğme, yaylaya göç etmek için arkan arz ediyorlardı...

Ulpan kimseye reddetmiyordu. Ne cömert adını kazanmak için ne de mal değerini bilmediği için bu yapırordu. O sadece uzun süren toydan, kimi zaman saçma sapan şeyler belirten insanlardan, davalılardan, şefkat yüzlü dilencilerden bıktı... Kimsenin gelmesine bir bahane bulunmaması için Eseney’in tüm servetini dağıtması geldi! Şu kavgacı kerey ile uakları buradan göndermek için onların  işlerini çabuk bitirmiş olsa!

«Yarın geleceğiz»,- bu haberi iletmek için Şınara üç defa haberci gönderdi. Ama yarın hiç bir zaman olmayacak! Belki Ulpan Nesibeli evine gittiği için böyle üzgündür. Nesibeli daha fazla kalamazdı çünkü Artıkbay yalnız kalmıştı. Herkesten daha çok o bakıma muhtacdı. Eseney eşiği aşar aşmaz yorgunluktan yere yaslandı, Ulpan kendisine kadınlar aracılığıyla ulaşılan sibanların homurdanan hoşnutsuz deyişlerini iletemiyordu: Onlar Eseney olmadan yaylaya gitmeye cesaret bulamıyorlar, Eseney ise kereylerin genel işleriyle uğraşıyor ve bu işler son bulmayacak gibi...

Toydan sonra dokuz gün geçmiş. Eseney genelde olduğu gibi halk arasında tepede oturuyordu. Ulpan ona acelesiz geliyor, onun altın baş giysisi - saukelesinde şafak güneşinin ışınları parlıyordu, yeşil kadife montundaki altın dikişleri de. Davalılar          kalabalığı önemli ölçüde azalmış ama bunların sorunlarını çözmek için de bir hafta geçecekti.

Ulpan yaklaştığı zaman Eseney onu karşılamaya kalktı.  

-     Ben sizin hepiniz için Eseney’im,- dedi o. – İşte benim - Eseney geliyor. Eğer siz  ondan bana bir şey olmasını istemiyorsanız iş burada tamamlayalım. Yaylaya gitme zamanı çoktan gelmiştir. Sizde gidin. Kendi işlerinizi anlaşma yoluyla çözmeye çalışın.

Onlar da kalkıp ellerini göğüslerine basarak onunla vedalaşmak için eğildiler, ancak Eseney onlara dikkat etmedi. O bir tek Ulpan’ı görüyordu.

Bu kadar kasvetli ve ciddi insanı tebessüm etmeye alıştırmak zor bir iş olmalı. Ulpan bunu başarabildi..

-     Sen beklemekten bıktın mı? Sen bana kızıyor musun?

-     Ama sen yoruldun benim kaplanım... Mahkeme işlerine son vermek lazım. – Artık… Onlar giderler. Şimdi tekrar tüm idare işlerini kendi eline alabilirsin.

O sağ koluyla Ulpan’ı omuzlarından kucakladı ve eve kadar böyle geldiler.

-     Musrep agay’a yarın gidecek miyiz?- diye sordu o,

     - Gideceğiz, söz vermiştik.

-     Şimdilik biraz dinlen. Çayı küçük çadırda içeceğiz, büyük çadır çok tozlandı, bu günlerde benim de zamanım olmadı.  Hani yürü...

Onu bakışlarıyla okşayarak, Ulpan dışarıda kaldı ve Kencetay’ı çağırdı. Yaylaya sabırsızlıkla acele eden Sibanları sakinleştirmek için daha sabah aulun dışında birkaç deveyi yüklemeyi emretmişti. Herkes baybişenin yola çıkmaya hazırlandığını  görsün.

Kencetay’a:

1Atan – çalışmak için iğdiş edilmiş deve.


-     Kenardaki atanı1 gördün değil mi?  Onun dizgini kırmızı bantlıdır. Onu bugün şınar’a götür.

Tobolsk’tan bir hediye olduğunu anlat. Bir de yarın geleceğimizi söyle. Başka bir şey deme. Anladın mı? Kencetey başını salladı ve gitti.

Daha Karşıgalıda iken bu yiğidin bakışlarını farketmişti, o andan beri ona soğuk ve kısa ifadelerle konuşuyordur. Ama buğün tüm işler tamamlandı dolayısıyla onun sesi biraz nazik çıktı.

Eseney’den onların gideceğini tasdik etmesini talep etti... O düçüncesinden vazgeçmez değil mi...

Bana kalırsa bugün de gitmeye hazırım,- diye seslendi o.

-          Bugün artık olmaz. Ben yarın geleceğimizi söyleyip haberci gönderdim. Sen şimdi göle git de yıkanıp gel.  

-          Hanşa emri han kararını yok eder!

-          Göle gitmezsen yatağa almayacaüım ...

-          Öyle mi?.. Eğer buldırşın gözünü süzmezse buırşin dizginini koparmaz1... Böyle derler değil mi?

-          Tamam, tamam... Git hani!

Ulpan tam bir buldırşin gibi kirpiklerini kırptı. Eseney onun ne zaman gözleri ne şekilde olduğunu öğreneli ilk ay değildir ve o göle yöneldi.

Şınar uzaktan yüklü deve dizginini tutan Kencetay’ı fark ederek günler ısınınca geçtikleri çadırın yanında bekledi.

-     Ne, Taykence? Aula kardeşlerine mi dönüyorsun. Veya başka bir yere mi göç ediyorsun?- O ona henüz lakap bulmamıştır,  onlar sık görüşmezler dolayısıyla onun adını yorumladı: Kensetay – Taykence... Kocasının kardeşine bu şekilde de hitap edilebilir. 

Kencetay kızgın gibi davrandı:

-          Benim adımı çarpıtmak yerine öylesine Kencetay dersen daha iyi olmaz mı! Şimdi senin yüzünden getirdiğim herşeyi alır da geri giderim. 

хBuldırışingenç dişi deve; buırşin – genç erkek deve.


-          Eğer ben sana – Baurım, kardeşim dersem ne olur?

-     Baurım? Eğer dediğin gerçekse beni öp!

Kencetay eyerde ona eğilerek yanaklarını tuttu.

Şınar onu yanaklarından öptü.

- İşte böyle... Kendin anlamıyorsun bir de sana ikna etmek gere. Tut dizgini, atanı çöktür ve al balyalarını.  

 - Benim hangi balyalarım?

-         He-e-y! Ne anlayışsızsın. Lçyle dediler: «Bu Tobolsk’tan hediye. Kendimiz yarın geleceğiz».

-         O daha başka ne dedi?

-     Başka, dedi hiç bir şey... Şınar deve dizginini kabul etti.

Ulan’ın bu davranışı da ona belliydi. Yarın geleceğiz – ev sahibini misafirler gafil yakalamasınlar diyor. Şükran ifadelerini önlemek için hediyeleri de önceden göndermiş. Şınar başka hiç kimseden hiç bir şey almazdı, Kencetay atanı olduğu gibi tekrar götürecekti. Ama – bu Ulpan...

Canişa yardıma koşa geldi.

-     Bunu Ulpan göndermiş,- Şınar onun kulağına fısıltıyla söyledi. Kencetay deveyi alıp gitti, kadınlar ise ipleri kopardılar, desenli iki keçe ile tüylü iki halıyı çıkardılar – bunlarda sandıklar sarılıydı.  Anahtar, anahtar deliğinde asılıydı. Kilitler uzun çınlamayla açılıyorlar.

 - Sandık kapağını kapatır kapatmaz – Şınar seslendi – Bana göre buradaki her şey gelin çeyizi.  Bakın ceneşe perdeler de varmış! Bir çok gelin için deseydi! Bizim aulumuzdaki bütün kızları evlendirmek mümkün! Çizmeler... İşlemeli...

Şınar çizmeleri ellerine aldı. Canışa bakmaya devam ediyordu:

-    Ya bu sandıkta ne var? Şınat kapağını açtı:

-    Çay ve şeker... Erik ve üzüm de çok. Tam bir çay takımı.  Kımız ayarlamak için de takım. Masa  için de masa örtüsü, havlu.

Onlara Nauşa gelip katıldı, ve bu üç kadın önceden görmedikleri malları bir elden ikinci ele geçiriyorlardı. Beyaz ipekten yapılmış çift fırfırlı elbiseye baktıklarını unutup tekrar onu övmeye başladılar.   

Onlar hangisini daha çok beğenip hangisini pek beğenmediklerini söyleyemezlerdi onlar bilirler – bu eşyaların çoktur ama hepsi de Şınar’a armağan edilmiştir.  Birinci sandığın en dibinde birkaç kesim kumaş vardı. Kadınlar hayranlıklarını belirtmeye söz bulamayıp sadece tangırtlamaktadırlar...  Ama buna cimrilik demek ve suçlamak doğru olmazdı. Bu - güzel olmayanı güzel eden ve güzeli ise eşsiz değersiz yapan ve onlara güvenlik kazandıran eşyalardan mahrum kalan kadınların hayranlık duygusu idi.

İlk Şınar kendine geldi.

-      Yarın misafirlerimiz olacak... Apa, ceneşe... Hani sandıkları toparlayalım. Hazırlanmak gerek.

Onlar eşyalara sadece baktılar ve şimdi ebediyen onlardan ayrılıyorlar gibi bir pişmanlıkla toparlamaya başladılar.

Onlar ertesi gün öğle vaktinde geldiler. Ya Ulpan eseney ile, ya Eseney Ulpan ile...

İki konuttan oluşan türkmenlerin kışlığı yarı ay şeklinde ormanı kapsıyor. Erime suyu ile doyurulmuş ve gübrelenen topraklarda iyi filizlenen ve çabuk yetişen buğday otu başakçıkları hafif  esinti üzerinde tıka basa oldu. İleride göle kadar yeşil çayırlar renkli çiçek yamaları ile kaplı.  At ve koyun küçük sürüleri bahar çiçeklerinin açmasına engel olmaya yetişemedi.

Ulpan üzengiden çabuk indi ve ormanda gelirken ağaçların yeşil yapraklarının gürültü yapması için  onlara mahsus dokunduğu baharatlı bozkır rüzgarınından bol bol nefes almak için gözlerini kapattı.

-      Еeğer bu dünyada bir cennet varsa, - diye seslendi o yüksek sesle, - başka hiç bir yerde yoktur! O bizim auldadır – toz, bataklık... O Eseney tarafa bakmadı bile, ama Eseney suçlu suçlu içini çekti.

-    Kıskanıyor musun?- diye sordu Şınar- O zaman  gel benim yanıma göç et.

-    Onlarında evinde biraz yaşayalım mı?- diye taklif etti Eseney.- Birkaç gün?

Ulpan sevinçliydi...

-         Ya benim yavrucuk devem?..

-         Gezmeye gitti, birazdan gelecek.

-    Ben sana dedim ya hiç bir canlıya  gösterme!

-     Ben ona söyledim - gitmemesini. Ama o bir yaramaz. Musrep onların bu konuşması daha çok süreceğini anladı, görüştüklerine sevinerek bunu teklif etti:

-          Nereye oturmak istiyorsunuz? Kışlık evinde olabilir. Çadırda da olabilir. Ya da burada çim üzerinde?- O paspas üzerine döşenen keçe ve halı onların üzerindeki renkli yastıkları gösterdi. 

-          Baksana, Ulpan - dedi .- Şakşak Biy’in kızı ile evlenir evlenmez nasıl da fıyaka yapar olmıuş!

-          Musrep Agay ne teklif ederse hepsi doğru olur! – diye seslendi Ulpan. – Hadi,  Eseney dışarıda oturalım?  Burası çok hoş, sanki tekrar Karşıgalı’ya gelmişim gibi geliyor bana.

O hüzünlü iç çakti.... Bitmez toy oldu. Davalılar oldu. Dilenciler ve ilticalar vardı. Kalabalığa alışkın olmadığından onun kafasında halen uğultular h’ssed’l’yor.  Bozkırlara hemen hemen hiç gidemedi. Gölde bir defa bile olmadı, onun kıyı ve dibi saf kumludur. Ulpan kendini ancak bugün serbest ve kaygısız hissedebildi.

-     Baylar! Ayakta durmayın, bize dünyayı kapatıp! Oturun!- Ve ilk kendisi halıya oturdu. He-ey kadın! Çay ayarla!- bir erkek baırışıyla Ulpan Şınar’a döndü. – Hangi sevincinden ağızlarını kulağına kadar geriyorsun?

Çay hazırdı. Kulübeden ellerine havlu alarak Nauşa çıktı, onun arkasından kumgan ve bakır havza ile Canişa çıkıp halının yanına geldi.  Canişa havza ile kumganı yere koydu ve misafirlere eğilerek selam verdikten sonra ellerine su koymaya başladı, ilk – Eseney’e. Nauşa sessizce masa örtüsünü yaydı.

-         Bu kim?- diye sordu Eseney Musrep’e.

-         Şu andan itibaren senin dünürün, Şınar’ın annesi.

-         Demek ki, o seni mutlu etmiş değil mi?

-         O işte...

-         Olacak, onlar da mutlu olacaklar,- diye Ulpan da söze müdahele etti. Onların otausını getirsinler ve diksinler olacak...

Şınar utançla gülümsüyordu. Onun yüzünde: “Ne otausını kast ediyor o?...” dediği belli idi. Ulpan ona yaklaşarak, hafifçe yan  itti. “Bir şey deme... Sonra anlatacağım”, diye fısıldadı.

Semaveri getirdiler. Sofraya baursakları saçtı, tabaklarda börekler koydular. Nauşa daha bir pek derin olmayan tabak getirdi.

-    Buna bana Şınar zorla yaptırdı... Pişir anne pişir diyor... Bu bir değerli misafirler için uygun yemek değildir aslında, - dedi o özür dilercesine.

Bu parçalanmış ve tuzlu tere yağsı ile karıştırılmış ekmekti – ocakta pişirilmiş daha sıcaktı. Eski çağlardan bu ekmek lezzetli bir ekmek sayılırdı. Ulpan, Nauşa’nın sofraya koyup koymayacığını düşünerek elinde tutan tabağın içinde ne olduğunu kokusundan anladı.

-    Bu bana! Bu bana! Umut etmeyin ki hatta tadına bakmak için de vermem kimseye!

O kapağını açıp tabağı kendi tarafına aldı.

-    Bir kırıntı bile bırakmam!..

Asrep beyaz deve yavrusunu getirdiklerinde onlar çay içiyorlardı. Hala oldukça küçük, tüyle değil kılla kaplı. O direnç gösteriyor. Hep ellerinden çıkmaya çalışıyor ve incecik bacaklarını isteksizce kıpırdatoyor.

Ulpan çayını unutup yerinde atladı.

-    Sen ona bakma - büyülersin! – onun gözleri Eseney’e bakarak yandı.

Onların evlenme töreninde Asrep, Eseney taraftan ilk gelen misafirler arasındaydı onun için Ulpan onun yanında serbest davranabilirdi.

-     Kayın ağa size geniş mera, bol bol sürü...

-     Dualarınız kabul olsun ceneşe... Hem Ulpan, hem de Asrep gülüverdi.

Tabi ki, gülünç – bu kadar genç bir bayan – yaşlı bir erkeğe kayın ağa diyor, sakallarının yarısı ağarmış yaşlı bir adam genç bir bayana yeneşe diyor. Ama bu Allah’tan bir kısmettir– bundan yana tüm sibanlılar kabilesi alışmalı: Ulpan onların kadınları arasında en büyüğüdür, onların kabilesinin baybişesidir!

Asrep deve yavrusunu rüzgara ters şekilde yatırdı ve kendisi de çay içmeye katıldı.

Şimdi annesi ile oynamak gerçekten mümkün olduğu için deve yavrusu oldukça memnundu. Çünkü annesi ayak üzerindeyken onun yamru yumru bacaklarına dürtüklüyorsun, bunda hiç bir şefkat, hiç bir sıcaklık yok. Burada ise istediğini yaparsın... Onun yumuşak yan tarafına dokunabilirsin, başını onun hörgücüne sürebilirsin... Kulaklarını çimdik yapabilir, gözlerini yalayabilirsin... Dişi deve iç çekiyor ve onun şımarıklıklarına dayanıyordu.

Şınar dastarhanda kendi yerine Canişa’yı bırakıp Ulpan’ın yanına geldi.

-     Bu nereden güç buluyor bilmiyorum,- dedi Şınar,-Bütün gün boyu aynı... Süte doyar ve yaramazlık eder, aynen senin gibi. Azır beni görünce ne olacak seyret.

Deve yavrusu donup kalıp sesi dinledi. Kimin sesi olduğunu anladı. Şınar’ın sesini tanıyarak ona doğru koştu ama onun yanında durduramayıp yanından geçti. O halen kendi dört ayaklarının tahrikinden emin değildi. Eğer Şınar’a çarparsa Şınar da kendisi de yere düşecekti...

Şınar cebinden bitr yumru tuz çıkarttı.

-     Gel buraya, gel aynalayın, - kazaklar çocuklarınınasıl çağırıyorsa o da deve yavrusunu tam o tavırla çağırd


Deve yavrusu kulaklarını düzleştirip kaşlarını çatsa da koşarak gelip yumaşacık dudaklarıyla avuçlarındaki tuzu aldı. O zevk içinde başını sallayarak, emmeye başladı.

Ulpan kıskançla onları seyrediyordu.

-      Şınar, bana da tuz versena!

Beyaz yumrulu avuçlarını ileri çekerek Ulpan Şınar’ın sesini taklit ederek çağırmaya başladı:

-      Gel buraya, gel aylanayın!

Deve yavrusu ilkin şüpheyle kulaklarını dik yaptı, ama tuzu çok istiyordu. Yakın gelip aldı tuzu...

-      Aferin! Aferin!- Ulpan onu sevinerek övüyordu ve zafer duygusuyla Şınar’a döndü, - Sen git, benim yavrucuğumu aldatma!

Onlar böyle tanıştılar, tanışır tanışmaz dost oldular. O  onu yıkıp da ısıracakmış gibisine Ulpan’a çılgınca atılıyor ama yaklaşınca kıvrıcıklar düzeliyor o ağzını açarak dudaklarını kıpırdatıyor – gülüyordu, daha tuz bekliyordu. Ulpan onun bu ruhi durumunu yakaladı o ya deve onu kovalaması için kaçıyor, ya onun peşinden koşuyoru... Ona bu davranışlar kime zevk verdiği daha belli değildi.

Nihayet o dastarhana dönüp oturdu.

-      Şınar bana bir çay ver... Sen bundan daha güzel bir hediye yapamazsın! Ne güzel bir bebek! Ne komik! Ve her şeyi anlıyor!

O saukelesini .ıkartıp yan tarafa koyup başına hafif ipek eşrapı çekerek – bir kelime bile komuşmadan oturan - Eseney’in dizlerine yaslandı. Ama onun Ulpan’ın deve ile oyununa nasıl baktığını anlamaya söz gerekmezdi...

Çay içip bittikten sonra Şınar Ulpan’a kendi yaşamını göztermek için gezi yaptılar. Yatak odasını, Musrep’in ağılını gösterdi. Eve götürdü, Ulpan, Eseney ikisi Tobolsk’a giderken kaldıkları rus kulübesi benzerini kazak aulunda ilk olarak gördü çok sevindi. Hiç değilse kışın çokçuklar ve yaşlılar çadırdaki gibi üşümezler.

-    Ne zamandan beri onlar ev ve sığınak kurur olmuşlar?.. Şınar birilerinden duyduklarını anlattı:

-     Çoktan... Onların dedesi türkmen buraya daha gençken gelmiş. Sibanlar kendilerine ait topraklardan arsa vermişler.  O zamanlar çadır kurmak zormuş. İlk olarak o kendisi için bir sığınak yapmış ve sonraları da kulübe kurmuş. O andan itibaren böyle devam ediyormuş.

Asrep ile Musrep’in evleri karşı karşıya yerleştirilmiştir, birbirlerine pencereden bakabilirlerdi. Yaz mutfağı – şoşalı, hayvan çiftlikleri de aynı şekilde bulunuyordu. Onların hayvanları kış boyunca ahırda tutmak için otluk biçme geleneği vardı. Ve suyu gölden taşımamak için ev bahçelerinde kudukları da vardı.  

Misafirler gelmeden önce içerisini beyaz kireçle boyamışlar, zemine yeni kesilmiş güzel kokan samanla döşemişler. Ulpan fırını uzun süre izledi, kapılarını açıp kapattı, pencereye baktı. Hakikaten tam bir “rus kulübesi”...

-          Geceleyin biz burada kalalım tamam mı?- dedi Ulpan.

-          Bu kulübede mi?..

-     Seni övmemi istiyorsun! Sonra onlar koyu renkli keçeden yapılmış çadıra geçtiler. Burada dün Kencetay götüren hediyeler topluydu.

-     Dinlesene, bu kadar çok...  Ulpan onun sözünü tamamlamasına yol vermedi, avuçlarıyla ağzını kapattı.

-      Sus! Dişlerinden arasından bir kelime bile çıkmasın! Aklında olsun senin daha bir beyaz otaun da vardır. Sen bu aulda serseri başıboş birisi misin?! Murep agay seni görmüş, sen onu gördün, siz birbirinizi sevdiniz. O sana acıdığından mı evlenmiş? Hayır! Tobolsk’te o ancak seni söz etmeyi bilirdi. Bana – eğer sen kaşlarını çatmaz, gözlerini küçültmeseydin ve bellerin biraz daha ince, yanağında benin varsa seni Şınar’a benzetebilmek mümkündü. Anladın mı? Senin kocanın ağası ise bizim toyumuzda seni daha çok övmüştü! Seni seviyorlar. Başka ne gerek?..

Şınar seslenmeden onu dinliyordu. Burada bile – Musrep’in ailesinde de kendisinin evsiz bir dul kadının kızı olduğunu sık sık kendine hatırlatırdı ve aklında tutmalıydı...  Ulpan istediği ama kendince düşünmeye de yol vermediği hususu açıkladı.

-      Allah bana senin aklındı bana verseydi, hiç değilse bir küçük parçasını!-diyerek Ulpan’ı kucakladı ve gözyaşlarını tutamadı.

-               Sen aülıyor musun? Allah’a daha ne şikayetlerin var?

Heyecandan, şefkat ve sevgiden Ulpan kendisi de ağlayacaktı. Ama o duygularını açıkça bildirmemeye alışmış olduğundan ancak Şınar’ın sırtını okşadı:

-     Yeter, aynalayın, ağlama yavrum... – Şınar’ı bebek gibi salladı. – İster misin, masal anlatırım sana?

Şınar gözyaşlarıyla gülüverdi.

Öğleden sonra onalar ikisi göle gittiler.

Dişi deveyi ipe bağlayıp bıraktılar. Deve yavrusu ise yol boyunca zaman zaman yanlarına gelip boynunu ileri çekerek “buh-buh” diye tuz ister, kargaları kovalıyordu.

Sıcak güneş göl kıyısında genç kadınların– süt gibi beyaz Ulpan ve biraz esmer Şınar’ın çıplak bedenlerini ışınlarıyla sardı.  Onlar hiç kaygısızca koşarak göle giriyorlar, ve aynı güneş saçrayan su damlalarında parlıyordu.

-          Ata yurdundan ayrılalı hiç göle girmedim!

-          Ya evde?-  diye sordu Şınar.

-     Ya, evde mi? Her zaman bir yasaklama bahanesi bulunur!

Onlar sakin, berrak ve bu yazda henüz daha ısınmamış olan suda biraz yüzdüler ve soğuktan bendenleri esnek ve seçkin olmuştur. Ulpan ayaklarıyla toprak bulup orada ayakta durdu. Su onun göğüsünün altından geliyordu. Şınar da onun yanında ayaklandı.

-         Sen aynen kocasi daha evine getirmemiş genç kız gibiymişsin – diye hitap etti ona Ulpan.

- Baksana, Şınar, sen gerçektenşanslı yıldız altında doğmuşsun.   

-         Ben hatta korkuyorum,- diye kabul etti o.- Ben bu mutluluğumu tutamazsam ne olacak. Bir şey olacak gibi...

-         Sana caydırmaz olan baht kahrolsun!

-         Ben senin gibi kardeşim olsun isterdim.

-         Biz zaten ikiz gibiyiz. Bir tek fark senin ipekten, benim ketenden yapılmış olmamdır... – O omuzları ile Şınar’ın omuzlarına dokundu. – Bak işte...  

-         Oh, olamaz.

Burada derinden buzlu kaynaklar geliyordu ve ayakları soğudu. Ulpan ellerini geniş yayarak yeniden yüzmeye gitti. Şınar hayranlıkla seyrediyor – ne kadar hızlı, onun vücudu ise suda – beyaz mermer gibi. Şınar – onun hayatında olduğu gibi aynı cesuriyetle yüzüyor. Ta göl ortasına yöneliyor, korkmuyor.

Şınar, suda avuçları ve ayakları ile suyu sıçratarak kıyıya yakın yerde yüzüyordu, su damlalarında parlayan güneş gene yakın görünüyordu.

Ulpan yeterli kadar yüzdü ve ona döndü:

-         Eğer ben suda boğulurssam beni çıkartır mıydın?

-         Bak sen ne diyorsun! Sözlerine dikkat et!

-         Eğer sen boğulursan ben ellerinden çekip çıkarırdım.

-         En iyisi boğulamamak, Ulpan. Ne sen ne ben. Kıyıda onlar altın kum üzerinde sazlık gölgesinde oturuyorlardı. Kum güneşte ısınmıştır ve donmuş ayaklarını çekmek için çok uygundu. Onlar ıslak saçlarını sıktılar ve onlardan düğüm yaptılar.

-    Ya, bu saçlar!- Ulpan şikayet etti.- Benim saçlarım iyi beslenmiş bir kısrağın kuyruğu gibi kalın ve serttir. Sadece başımı yıkadıktan sonra tarayabilirim. Yoksa hiç mümkün değil.  

-     Ben ise herhangi bir zamanda. Benim saçlarım ne kalın ne de serttir.  

Allah sana her şeyi vermiş, hiç cimrilik yapmamış. Tobolsk’te ben hergün banyo yapıyordum ve başım bir başa benziyordu. Aula dönünce burada bonyoyu nerede bulurum. Bana yaşlı tatar kadın başı soğuk su ile yıkamamak gerektiğini yoksa bitler oluşabileceğini  söylemişti. Şimdilik Allah korusun.

-           Dinlesene, banyo – gerçekten güzel mi? Asrep ağa banyo yapmak istiyor. Ama Musrep ona kulak vermiyor.

-Asrep şehirde uzun süre yükleyici olarak çalışmıştır, Musrep de. Tabi ki yapmalılar. Asrep Musrep’i ikna etmin de yaptırsın!  Ne güzel olurdu. Kışın ben de size gelecektim yıkanmak için. Ya senin Musrep’in sadece bahane bulmayı çok iyi bilir... tuğlayı, taşı, su koymak için büyük variyi nereden bulacağım diyor. Sonbahara kadar ertelendi.

 - Sen bunu böyle bırakma. İstediğine nasıl ulaşmayı bilmez misin?.. Ne lazım bana söylesinler, ben iki gün içerisinde buldururum!

-           Gerek yok. Zaten hep sen ve sen... Ben senin  Musrep’ini koşum yapmak istiyorum.

-     Ya zavallı! Demek o koşum yaptırıyor! Onlar ikisi birden Musrep’i gerçekten boynuna tam bir koşum takımı ile arabaya boyunduruk yapılmış halde görmüş gibi gülüverdiler. Gülüşleri bittikten sonra Ulpan başka bir konu üzerinde endişe etmeye başladı:

-         Ben devemi nasıl götüreceğim? At arabasına sığmaz dizginle yürütürsek yorulur. Sonbahara kadar bırakmak da istemiyorum.

-         Annesiyle beraber götürür müsün.

-         Annesiyle?

-         Onu nasıl, yani kendin mi emzireceksin?

-         Yapma ya...

-         Yaparım. Biz buna çoktan karar vermiştik - dişi deveyi de alacaksın.

-Öyle mi? Desinler ki – Ulpan misafirliğe gidip deveyi yavrusuyla beraber götürdü!

Aniden Ulpan Şınar’ı göğüsüne itti, ikincisi ise suya sırtıyla düştü, elleri ve ayaklarını salladı, Ulpan ona yaklaşırken Şınar suyun altında Ulpan’ı arkasından tutarak birkaç defa suya çarptı.  

Onlar birbirlerini kovalıyor, su saçıyor, bedenlerine bataklık sürüyorlar, tuz isteyen deve yavrusu gibi homurdanıncaya kadar kahkaha atıyorlardı. Ne birisi ne de diğeri neden bu kadar neşeli olduklarını sorarsa cevap verebilirdi.  Bunlar çocukken sonuna kadar oynanmayan oyunlar, daha harcanmayan gülüşler idi, bunlar da aynen kaygı, kıskançlık, intikam gibi yığılıyor ve dışarı çıkmak ister.

Ulpan’a da ancak erkek çocuklarına ait eğelence ve oyunlarları ile büyümüştür, kız arkadaşı olmamıştır demek mümkündür,  paçavra giysili  Ulpan ise çocukluğundan ister istemez kendine kapalı, üzüntülü olmak zorunda kaldı ve kendisi ile aynı yaştaki çocuklardan utanıyordu.  Onlar tanıştılar ve birisi ikincisini tanımaya başladılar ve onlar bu tanışmadan zevk alıyorlardı.

Durmak çok bzordu... Daha fazla! Su saçmaya, koşuşmaya, bataklık sıvıya yaslanmaya, kopardıkları sazlıkla bedenlerinin yumuşak parçalarına aniden hafifçe haşlamaya devam etmek daha neşeliydi. Onlar o kadar sürünmüşler ki şimdi kimi mermer gibi beyaz, kimisi ipek gibi esmer olduğunu ayırt etmek mümkün değildi.

-          Yeter?- ilk olarak Şınar seslendi.

-          Yeter...

Onlar yıkanmak için suya girdiler, sonra kıyıda kimseden gizlenmeden kendi çıplak gençikleriyle, kendi kusursuz vücutları ile, güzellikleriyle, ve çoktan bekledikleri belki de ebedi olmayan serbestlikleri ile gurur duyuyorlardı.

Onlar gölden ayrılmalarına üzgündü dolayısıyla onlar yavaş yavaş giyiniyorlardı.

Aulun yakınlarında Ulpan hemen hemen hazır “altı-bakan” – altı direk ve kementten oluşan salıncağı farketti. Yiğitler iki direği kurmuşlar şimdi de kementleri bağlıyorlardı.

-            Bu kim?- diye sordu Ulpan Sizin evinizde yiğitler var mı ki?

-            Onlar “dörtten fazla” adlı köyden yardım etmeye gelmişler. Akşam gelip ikimiz bu salıncakta oynayacağız.

-    Ne köyü - «Dörtten fazla»? Hiç duymamışım!

-            Duymadın mı? Anlamıyor musun?

-            Anlarsam - sormazdım!

 

-           Dört ne demek - bilirsin? Ona daha biri ekle... -Tamam...

-           Ne kadar etti?

-           Kaç olabilir, beş!

 

-          Ya anlamaz mısın!- dedi onun anlamadığından rahatsız olan- Şınar. Beş, beş! Sana göre ihtiyar Bespay’ın1 auluna başka ne ismi takabilirim «Dörten fazla». Dur, sende böyle diyeceksin.

-          Hiç! Sen Eseney – ben olduğumu bilmiyor musun? Ben her aulu insanca kendi adıyla söyleyeceğim.  Bespay’ın aulu diyeceğim. Ben senin aulunun “iki aileli Turkmen” adını unutturacağım. Sizin atanızın ismi neydi.

Şınar duraksadı.

-     Söylesene...- bulunmuş burada bir,- yurda, yaşadığıun topraklara başka ne diyebilirsin?

-     «El» demek mümkündür.

-          İşte! “El” kelimesine de kocanın uzun süren yolculuğundan sonra karşıladığın kelimeyi ekle.

-          “Atın iyi ulaştı mı, araban yolda kırılmadı mı?” sözleri mi diyorsun? At-kolik aman ba?

- Evet öyle derler. Şimdi ise oradan “at-kolik” kelimesini kaldır da “aman” kelimesini “yurt” kelimesinin eş anlamlısına ekle...

1Bes - beş; bu konuşma kadınlar büyük erkeklerin, özellikle vefat eden erkeklerin ismini söyleyememesi gerektiğini – bu yasak olduğunu anlatmaktadır.  


-          El... Еl - aman... Elaman idi onun adı, öyle mi?

-          Aynen öyle!

-          Ya Allah! Ulpan mahsus olarak sahtekarlıkla dehşete düşmüş gibi yaptı.

-          Sen ne yaptın! Sen sesli olarak hem yaşlı Bespay’ın, hem de Elaman’ın ismini söyledin!

-   Ama sen kimseye, Ulpan...

-     Nasıl yani! Tüm dünyaya yayacağım! Şınar dedi? -Bespay... Şınar Elaman dedi. Ben kendim duydum. Ama sen şimdi herkesi kendi adıyla çağıracaksın.

 - Hiç!

-          Her zaman! Ve ilk olarak – Eseney diyeceksin.

-          Asla!

 

-          Onun kendisine diyeceksin, evet.

-          Ölürüm ama söylemem.

-          Ölmezsin.

Dışarısı daha aydındı, semaveri yine gökyüzü altına ayarladılar. Çayı Şınar veriyordu, Ulpan onun yanına oturdu.

-     Biz o kadar içmek istiyoruz ki...- dedi o, Eseney’e muzipça bakarak.- Biz o kadar yorulduk ki...

-         Görüyorum,- dedi o.

-         Şınarcan çabuk bana çay versene...

Fincanlar elden ele geçiyordu, ilk fincan Eseney’e verildi. Ulpan’ın sırası geldiğinde Ulpan ona da verdi.

-     Ulpan senin çayın, al...

Ulpan sanki ona hitap etmemiş şekilde çayı almak değil Şınar’a bakmadı bile.

-     Ulpan alsana...

-     Kim burada – Ulpan, Ulpan... Sen bilmiyor musun, benim gerçek adımı bilmiyor musun? - kaşlarını çarptı.

Şınar solgun solgun. Demek, Ulpan şaka yapmıyormuş? Ama nasıl? Fincan aynen uzanan elde kalacak mı? Ulpan hiç almayacak mı? Hep bu delici bakışlarıyla kalacak mı? Musrep ise yardıma gelmek yerine gülüp bekliyor.

Nihayet Şınar cesaretlendi. İlk önce o fincanı semaverin yanına koydu, ayağa kalktı ve Eseney’in önünde ondan özür dilemişçesine dizlerini eğdi.

П^^)тсзм   кзва п^^от.янула пиалу *^^лпан*

-      Eseney... Çayını alacak mısın yoksa almayacak mısın? –Yanakları yanıyordu, ama sesi sert çıktı.

Ulpan fincanı aldı ve gülüverdi. Eseney de kahkaha attı:

-      Şınarcan! Aynalayın! Sen bir erkek kadar cesaretliymişsin... Ben şu ana kadar kimseye Ulpan’ı benim ismimle çağırtamamıştım. Sen birincisin, sen kerey ve uak halkına yol açtın. Benden sana oramal1, dokuz katlı!

Kendisi de şimdi önceleri yasak olarak bildiği şeylere başka bakışla davranmaya başlamıştı.

-      Ya kadın!- Ulpan kendi sözünü söyledi.- Eseney’e ne gibi masraf getirdin! Baksana, sen benimle paylaşacak mısın...

Bu akşam Musrep’in evinde dastarhan üzerinde ev sahibi ile beraber huzur, sevinç yaşanmıştı.

Erkekler oturumuna devam ediyorlardı, Ulpan ile şınar ise altı bakana gittiler. Bu gün ancak - salıncaklarda havada hızla yükselerek sonuçlanabilirdi...

Onlar altı-bakana geldiklerinde onları şarkı karşıladı. İki kız – Biken ile Gauhar şarkı söylüyorlardı. Kızların şarkısı onlarla beraber sallanıyordu – bir yukarı çıkıyor, bir asağı iniyor, bazen kayboluyor, bazen de rüzgarlı bir gündeki göl gibi dalgalanıyordu.  

1 Oramal – dokuz ayrı unsurdan oluşan hediye toplamı, bu hem hayvan, hem giysi hem de başka bir eşya da olabilir.


İlkin kızlar tatlı bir melodi ile selamlaşma şarkısını söylediler.  Bizim kabileden iki genç gelin pek yukarıya yükseldiler, ve hep o yükseklerde bulunsunlar... Onlar – sahurdan geceye kadar kısrak ve koyun sürülerini sağan kirli etek kadınları korusunlar. Onun gibilerleri Ulpan ile Şınar korumazsa kim koruyacak ki? Bize şefaatçı olsunlar. Onlara karşı yönlendirilen dikenler bizim alnımıza dikilsin... Şimdilik ise sevinmek ve neşelenmek gerek...

Sonra başka bir şarkı söylendi:

Sürü bozkırlarda kayboldu...

İnce kaftan yağmurda su oldu.

Donuyorum, Kalkacan1,

Gece;..

Kaynata, kaynana...

Nişanlım herkes evde uyuyor, Kalkacan. Seni ileride ne bekliyor? Aynı şey... benim gördüklerimin aynısı! Kalkacan...

Sen de bir gün aynen benim gibi olacaksın.

Hiç değilse sen bana acısaydın Kalkacan!..

 

Şınar dinliyor, dinliyordu ve birden ağalayıverdi. Yorgun, donmuş genç kadını tahmin etmek için ona özel bir çaba harcamaya gerek yoktu.  Ona ağlayacak, sızıntı yapacak kadar acıdı.  

Gauhar ile Biken şarkısını bitirdiler ve onlardan birisi:

-         Size kader sıkıntı mı verdi?.., dedi

-         Şu an hayır...- dedi ona.

-         Bu aslında sadece bir şarkıdır, - ikincisi avutmaya çalıştı.

Biken ile Gauhar düşünceli kaldılar: hangi şarkıyı söylersek, Şınar hüzünlüymüş. Onlar bu bölgede tanınan şair ve şarkıcı Bircan’ın -  arkadaşları Kölbay ile Canbay’dan kendi tunç ile işlenmiş değerli şiderini Laylim’den başka kim alabileceğini soran – düğün şarkısını söylediler. Şider kırk kısrak değerindedir böyle kalım vermeye hazır, onun için iadesini isteyemiyor... Laylim - şırak... Şider değeri kırk kısraktır!

Kalkacan – burada  küçük kız kardeşine hitap.


Ulpan ile Şınar şarkıları dinlediler – altı bakan yanında şarkı söylenmeyen ne zaman olmuştu! Onlar salıncakta sallandılar. Belki onlar da beraber bir şarkı söylemek isterler.

-           Kırk yıldır bu kırk aile senin hizmetin anında senden hiç bir şey alamamamışlar. Onlara acıyorum...

-           Ulpan, aynalayın... Sen kendin bunların hepsini çözseydin de bana onları hatırlatmasaydın! Bize iki sürü at bırakırsan sen ikimize yeter. Beniz servetim ise – sensin.

-           Bu erkeklik sözün mü Eseneycan...

O yaklaşarak onun dizlerine başını koydu, Eseney saukelesini düzeltmek için eğildi ve aşağıdan onun gözlerine bakarak Ulpan bu konuşmayı sonuçlandırmak için şunları da ekledi:

Bir sürü, o Karşıgalidaki – benim. Sen bana hediye ettin ben hediyeni kabul ettim. Şimdi tekrar iade ediyorum. Ancak babam ile annem hayattayken orada güdülsün. Onlara çok hayvana gerek yok. Onların sürüsünün senin sürünle beraber olması yeterlidir. Ben ise kimsenin önünde borçlu olmak istemiyorum! Ben bizim borçlarımızı geri ödeyeceğim!

-           Nasıl yapmayı gerekli sanıyorsan onu yap... Benim işim gereksinimlerimizi gidermek için hayvan yetiştirmektir. Onları ise kendin irade et.

Aulda Ulpan’ın otausının yanında yirmiden eksik olmayan kadın toplanmış.  O uzaktan onları farketti, ve onun dün yaşamış olduğu kaygısız neşeli duyguları eriyip yok oldu. Arabadan inerek Ulpan onlara yaşlı kadın gibi ağır ve  yavaş gidiyordu, onların sesleri onu karşıladı: «Baybişe geldi!» «Biz sabahtan beri seni bekliyoruz... çok bekledik...» Anlaşıldı, bir şey ricanız mı var...

Ulpan onlarla selamlaştı, ve eve girmeden çadırın duvarına omuzlarıyla yaslandı. Bu defasında kadınlar onun ihtiyaçlarını sormasını beklemediler. Onlar birbirinin sözlerini keserek aynı anda konuşmaya başladılar:

-          Biz kocamla beraber on iki kısrağı sağıyoruz...

-          Benim oğullarım - ikisi altı seneden fazla süre bıyunca koyun güdüyorlar!

-          On iki sobıl, günde beş defa, otuz yıldır...

-          Oğullarım hiç değilse bir defa emeği için bir koyun kozusuyla alsaydı!  

-          Bizim ailemiz ise? Kocamın babası, zavallı ölmeden önce kaç senedir bütün ailesi le kaç yıldır hizmet ettiğini söylemişti, ancak ben akılsız unuttum...

Ulpan onların sözünü kesmeden dinliyordu. Hayır onlar dilenmek için gelmediler, onlar sonsuzluğa kadar beklemek ve beklemekten yoruldular, onlar dilenmek için değil talep etmek için geldiler – emeği için bir şey alma zamanı gelmedi mi, kaç senedir ücretsiz çalışıyorlar?

Onların aileleri – farklı zamanlardda farklı sebeplerden dolayı Eseney-Bay’ın, Eseney-Biy’in yardımı için gelenler uzun yıllardır onun çobanları, sütçü, hayvan ve at bakıcıları olarak kalmışlar. Hemen hemen hiç sessiz, her şeyi kabul etmiş karaşlar – onun hizmetöileri. Kulları da değil ama kul gibiler... Eseney’in aullarından bir ün, bir onur! Kırk aile. Daha üç-dört gün önce Ulpan’ı onların bu dilencilik haraketleri rahatsız ediyordu. Bugün kendisi onları tanıyamıyor ve onları tanıyamadığına da seviniyor.

Bir ana bu kalabalık sesler kesildi ve Ulpan ondan yararlandı:

-     Böyle kalabalık etmeyin... Eseney’de çalıştığı için kime ne kadar borcu olduğunu hemen hesaplamak zordur. Benim bildiğim tek şey eseney hepinize borçludur. Şimdi beni dinleyin... Eseney bana sizlere olan borçlarını iade etmesini emretii...

Kadınlar bağırıverdiler:

 - Allah ona bin yıllık hayat versin.

-     Onun çoluk çocuğu çok olsun!

Ulpan yine ellerini yukarı kaldırdıу:

-     eseney her aileye kısrağı bir yavrusu ile vermemizi söyledi. İki koyun kuzusu ile vermeyi. Gelecekte ise çobanlar yazın koyun güttükleri için yüz başa bir koyun, kışın ise iki koyun alacak. At bakıcılar iki yüz at için bir at alacak. Bugün akşam koyunlarınızı alabilirsiniz, atları isе yarın. Yaylaya göç etmek için develer olacak.

Ulpan kalkarak çadıra doğru gitii, onun peşinden bağırmalar duyuluyordu:

-         Mutluluk olsun sende!

-         Oğlun olsun!..

-         Koyun gibi her sene doğum yap!

Ertesi gün sabah Eseney düğün töreninden sonra aulda kalan ve ona hediye edilen iki kısrağı taylarıyla beraber alıp gitmeye hazırlanmakta olan Tlemis ile görüşme yaptı.

-     Tlemis biz hayattayken senin işlerin azalmaz- dedi o. Bu kadın beni yakamdan tuttu ve bırakmıyor. Şimdi ona ev gerek, kurmak istiyor. Sen bu işlerden bir şey anlıyor musun?

-Rus marangozları niçin var? Buluruz...

-         Bul... Sonbahara kadar bitirmek gerek, sonbaharda eve girebilmek için.

-         Nasıl bir ev istiyorsunuz? Kesilmiş ağaçlardan?

Ulpan belirlemek isterdi ama kendisi de iyi bilmiyor:

-         Yani... Nasıl yani? Ağaçtan tabi! Tobolsk’a gittiğimizde görmüştük.

-         Nereye kuracağız?

-         Biz bunu daha düşünmedik.

-         O zaman şöyle yapalım... Bir veya iki marangoz gelip bakacak. Onlar evinizin nerede olacağını, ne tür ev, kaç odalı istediğinizi görmeli... Siz ise şimdilik yer ayarlayınız.

               Aul yavaş yavaş yaylaya göç etmeye hazırlanıyordu, Eseney ile Ulpan ise çiftliğini kuracakları arıza aramaya gittiler. Onlarla beraber şişman ve tıknaz, boğa boyunlu Şondıgul da gitti – onun ellerinde herzaman hiç değişmeden ağır soba – şokpar sallardı.  O eseney’in ormancısı, otluk bakıcısı idi. Kencetay arabaya koşlanmış iki atıyla aulda onun gelmesini bekleyip kaldı.

Güneş daha yükselmemişti ve otları da kurulamaya yetişmemiş, damlalar boncuk gibi süslüyordu otlar. Arı ve yaban arıları artık çalışmalarına başlamışlar. Nemli otlarda üç atın izi uzanıyordu.

Yaz rüzgarı yeşil, çeşitli renkli yıkanmış bozkırlar üzerinde ormanların uzun yeleleri sallanıyordu. Cal - yele...Ne zaman ve kim buraların ormanlara bu adı vermiş belli değil ama çok uygun bir ad vermişler ve bu isim de korunmuş.  

Göller vardı, göçmen kuşları artık yoğundu. Kuğlar, kazlar açıksudayüzüyorlar ve ayna önündeki güzeller gibi kendi görüntüleri ile yarışıyorlardı. Sessizliği zaman zaman kanatların gürültüsü ve düdükler bozuyordu – bu delirmiş gibi ördek sürüleri suya giriyor. Onlar yüzmeye, birbirleriyle konuşmaya, suda oynamaya acele ediyorlar ve tekrar bataklık ortalarındaki sazlıklarda yapılan yuvalarına uçuyorlar. Çünkü bu pis kargalar geliyorlar, onlar için ördek yumurtalarından daha lezzetli yemek yoktur...

Onlar çok gezdiler. Güneş öğle vaktine yaklaşıyordu, Şondıgul o ağır siyah atıyla arkada geliyordu.

Ulpan atını durdurdu, Eseney de durdurdu.

-     Anltsana bana Eseney, buralarda bu kadar geniş topraklar varken sibanlar neden ormanın yanındaki dar bir yerde kalıyorlar?

-     Neden öyle düşünüyorsun?

-Sen kendin... Sen demiştin. Bu bozkırlar – Karıkıye tau eski kışlıklar. Ve sen bana dört aul kışlayan aulları da göstermiştin. Orada, at burnunun yukarılarında ağaçlarda bir yaprak bile yok, her şey yenmiş. Etrafında bir tane bile otluk yok.  Çadırların dikildiği yerlerde sadece siyah lekeler...

-     Kazaklar ne zaman toprağı korurlardı?- diye sorduv Eseney.

-     Nasıl koruyabilirdiler ki!- kesin seslendi Ulpan. Topraklar sana aittir ki! Onları her taraftan kapatmışsın, kışın hiç bir yere haraket edemezler! İşte onlar kendi kışlıklarında son otluklara kadar ayakları altında kalıyordu!

Eseney ona cevap vermedi. Ulpan da sustu. Burada Sondıgul onlara yetişe geldi.

-     Baksana Eseke...- O kırbaçı ile arka ve biraz sağ tarafını gösterdi. Eğer ev kuracaksan en iyisi orada – gölün o kıyısında kurmaktır.

-         Bakalalım mı?- Eseney teklif etti.

-         İstediğin olsun...

Bir an sonra Ulpan Eseney’e yaklaşarak ellerini onun dizlerine koydu. Ulpan onu çimdiklemek istemişti, ama onun kurumuş peynir gibi bedeni parmaklarına gelmedi. Ellerinin sıcaklığını hissetti o.

-     Darıldın mı sen?

-     Darıldım evet ve akşama,  karanlık oluncaya kadar darılmayı düşünüyordum... Ama senin yanında üzüntüler hemen unutuluyor.

Onlar ormana girdiler. Bu toprakların ismi uzundu: gölün inişli çıkışlı sulu kıyısı...

-    Şimdi seç, bak... Sonra pişman olma. Ulpan atını ön tarafa -  gölün derin eğildiği tarafa çekti ve orada durdu.

-    Ben burada istiyorum...

Kayınlar titrek kavaklar ile karmakarışık yetişen yoğun orman – otluklarla kaplı ve şu an güneşle dolu bir ada, tarla gibiydi. Senin karaşı-aulun ise biraz ileride yer alacak. Bize, sen ikimize bu köşe yeterlidir.

-           Ben buralara gelmiştim,- diye seslendi Eseney.- Burası benim hoşuma gitti. Ama ben senin seçmeni istemiştim.

-     Mührünü vuruyorsunyani?

_ ^]т-1ит0*14 что по став ил XXI о х I л туг ту. гг запо1мни ]\1есто

Buraları aklında tut, marongozları buraya getireceksin.

Şimdi hemen diğer aulları nereye yerleştireceğimize karar verelim.

-         Sen yolda gelirken gördün mü?.. orada daha üç orman yelesi var, hepsi birbirinin arkasından gerilmiş, onların arasındaki mesafe bir mili aşmaz. Üç aul için niçin bir kışlık olamaz?

Yelelerin ilki – göle yakın olanı da Ulpan’ın hoşuna gitmişti, ve o kendi teklifini sundu:

-         Sen Sadır’sız kolsuz gibisin... Burada o kışlasın akrabalarıyla?

-         Mühür bastım!

Bir sonraki orman biraz daha uzun ve yoğun, onun doğu kenarında derin olmayan bir göl vardı.

-         Burada ise Elaman’ın aulu otursun.

-         Sen Türkmen’i mi kastediyorsun?

-         Eseney sen niçin hep Türkmen Türkmen diyorsun. Bırak artık! Senin akrabaların arasından Asrep ve Musrep’ten başka iyi bir sibana rastlamadım!

-         Bıraktım... Bu ovaya Eltin-cal denir, burada iki aul birbirine karışmadan yerleşebilirler.

-         Kimi istiyorsan onu getir buraya. Musrrep agay öyle birisi ki herkesle anlaşabilir. Ulpan daha ileri gitmedi. Son orman hatını bakmadan İmanalı’ya ayırt etti. Ondan, onun evinden biraz uzakta olsun.

Eseney gülümsedi:

-         Siz İmanalı ikiniz  - birsi ikincisinin tutulmasını isteyen gökyüzündeki iki yıldız gibnisiniz.

-         Neden?- Ulpan omuzlarını kıpırdattı. – Benim yıldızım her zaman senin yanında, ondan ışık da ılıklık da geliyor. Fark ettin mi muzbel-torı da tasdikliyor... – At sinekleri kovalamaşçasına başını sallıyordu. Ulpan kabul etti: - Ben onu mahsus çadırın ipinde bağlı tutuyorum. İmanalı atı görünce senin aipini kızgınlığından sıçrayacak gibi oluyor!

-         Tamam, tamam...- o başını salladı Eski kışlığı?..

-         Bespay2ın auluna?- diye teklif etti o.- Tamamıyla?..

-     Seninle ne yapabilirim ki? Evet, tamamen.

Geçen aylarda Ulpan sadece süslenme eşyalarıyla uğraşmayı öğrenmemiş... O bir şeyi kazanmak istediği zaman sözleri Eseney’in sözleri ile söylüyordu, kendisi bir şey dediğinde ona şartlar koymaya yetişebiliyordu. Eseney onu destekliyordu: “İşte kadın diyor...” O kendi Ulpan’ından memnundu, Ulpan kendi Eseney’inden memnun. O anlar tam memnunluk anı olarak aklında kaldı onların.

Onların ayrıldığı yerde Kencetay bekliyordu. Atlar arabaya koşuluydu, Kencetay ise ağaç gölgesinde kımızı gayretle karıştıyordu.                                                                                                                                              

Uzun süren yolculuktan sonra bu sıcaklarda kımız çok uygundu, ve herkesin doyacak kadar içmesini bekleyerek Eseney şondıgul’a verecek görevleri hakkındaki sözüne başlamadı. 

-     Biz yaylaya iki –üç gün sonra geleceğiz. Ondan erken olamaz, - dedi o. – Sen ise gecikmeden git, aulları yerleştir. Onları herzamanki gibi yerleştireyim mi? –Sen ne duymadın mı?

-         Sen baybişe hakkında ne konuştuğunu dinlemem.

-         Ya-a... Eğer lüzüm yoksa ben sana söylerdim dinleme diye. Tekrarlamak zorundda kaldı. Onların aulu her zaman oturdukları eski yerinde kalacak. Önceden İmanalı’nın oturduğu yerde Ulpan’ın büyük erkek kardeşinin aulu yaz geçirecek.

-    Eseke Musrep agayın aulunu kastediyor, - diye açıkladı Ulpan.

İmanalı demek Bespay’ın aulunun kenarında eskiden Musrep’in oturduğu yerde kalacak.

Yolda Şondıgul göçe yetişebilmek için kendi atını byenisi ile dğiştirmeliydi. Atlar bağlı olan ağaca ulaşmadan geri döndü:

             Karaşı aul nerede olacak?

             - Öncekisinden daha göle yakın yerlere diksinler çadırını. Bizim aul biraz ileride yer alacak.

Şondıgul yaylaya göç edenlerin arkasından gitti. Acele ediyordu, gene biraz olsa geç kalacaktı, İmanalaı’nın aulunu o eski yerine yerleşecekken onu oradan kovaladı. Kımızla  sarhoş  İmanalı sibanlara belli kavgacıları ile beraber ileride gidiyordu. Şondıgul atını biraz tutarak adımla gitti.

-     Göç mübarek olsun...- o Eseney’in kardeşi ile selamlaştı, ve öbürü de bu eski dua sözlerine teşekkür etmeliydi.

Ama İmanalı hiç bir zaman hiç kimseyle hiç bir şeyle ilgilenmezdi.

-     O iyiliği sana mı sorayım? - dedi.

Şondıgul İmanalı’nın bu karakterini iyi bilirdi ve onun deyişlerini dikatsiz bırakmaya alışkın değildi.

Benim sana verebileceğim neyim var? Ben seninle selamlaşmak için acele etmedim. Ben senin büyük kardeşinin emrini iletmeye geldim – bu yazda sen Bespay’ın aulunun gerisinde oturacaksın.

 - Belki ben Türkmen olmuşum o banliyörelerinde yerlecek?

-     Kim olduğunu bana değil, kendi kardeşine sor. Ultan-kul, Ultan-kuldur – öfkelendi.

İmanalı – ultan – kul olmadı hiç. Doğru söylesene bu emir benim kardeşimin değil, bunu o küstah tokal çıkarttı. Bize pantalonsuz gelmişti! Şimdi kendi yoksul aulundaki gibi yönetiyor!

Ultan-kul  - kul, haksız, herkes tabanlarını sürebilecek altlık.  İmanalı Şondıgul’u aşağılamak istemişti, onun dedesi buralara sonraları gelen soysuz, kabilesizlerden biriydi.

-    Kul?- Şondıgul haykırıverdi.  – Sen kendin gerçek kulsun!.. Yağ götlü maymunun önünde kim emekliyor? O, baksana sen hanlık soyundansun! O başıboş, haram doğmuş. Ya sen...

 - Yeter artık! – İmanalı ağır kamçısını salladı.

 - Vursana!- Şondıgul şokparını düşürdü, şokparın sonu yere değdi.  – Sana diyorum, göcünü geri çek!

Ultan-kul, küstah tokal diye bağırdı... Başka ne yapabilirdi İmanalı? sGüvenir insanını değil onun Eseney’in bir çobanına bile dokunursan atını vereceksin, atı vermek de yeterli olmaz ona pahalı bir mont da ekleyeceksin.

İmanalı kendini avutmak için Şondıgulun tüm atalarını hatırlatarak çok küfür etti. Ama göçü belirlenen yere çekti. Şondıgul ondan eksik olmamak için imanalı’yı küfürledi. Ancak sinirli olduğunddan hemen söz bulamıyordu. 

-    Sen biliyor musun... senin de... seninle biliyorsan... Hanşa!.. Biliyor musun... Senin karın... Ekşi sütlü çürümüş tuluma benziyor!.. Onunla yatmaktansa, biliyor musun ben...

Ama Şondıgul orman üzerinde “bilir misin... bilirmisin” derken İmanalı gitti Şondıgul ve en büyük çiviyi vurmaya yetişmedi. O Eseney’in kardeşi hakkındaki düşüncelerini sesli olarak anlatarak yoluna devam etti.

İmanalı dışında kimse itiraz etmedi. Diğer aullar hiç itiraz etmeden Şondıgul’un belirttiği yerlere yerleşerek çadırlarını koymaya başladılar. Karaşı aul şimdi en yoksul aullardan değildi artık, şimdi onlarının çadırlarının arasında da koyu çadırlar arasında duman gibi gri çadırlar bulunur. Kazıklar arasına haraketli tayları bağlamak için ip bağlanmıştı. Develer hoşkuruyordu. Kendine güvenen kısraklar toynakları ile yeri kazıyorlar, ve onların uzun hıçkırtıları kendi haklarını kimseye çiğnetmeyecekleri hakkındaki önerileriydi... Haraketsiz koyunlar çaresizce memeliyorlardı. Ansızın bir anlık sakinlik oluşunca sızan beyaz sütlerin demir kovalara değdiği sesleri duyuluyordu – kısrakları sağıyorlardı.

Kayran-köl gölü, boşuna “berrak” adını almamıştır. Derinde temiz kumlu dibi görünüyor. Kıyıları rüzgar olunca hışırtı seslerini veren sazlıklarla kaplı. Göl büyüktü – şafaktan güneş batıncaya kadar güneşi yansıtıyordu, onun etrafında ise bayga oluşturmak mümkündü...

Onun başka bir adı da vardı – Eseney’in ayna gölü... Batı ve kuzey kıyılarında onun sürüleri yerleşmişti. Güney ve doğuda sibanların diğer aulları yazı geçiriyorlardı. Yerleştiği yerler kirlendiğinde zaman zaman çadırlarını biraz gerilere çekiyorlardı. Ve geç sonbahara kadar – Kayran-kölün suyunu kaz sürüleri tamamen kaplayıncaya kadar şöyle devam edecek. Onlar ılık taraflara göç etmeden önce buralarda güç toplarlar.

Yayla... kaygısız oyun zamanı. Neşelen seni bıktırıncaya kadar. Uyu uyuyabildiğin kadar. Uyanırsan yine altı bakan veya bayga... At bakıcı ve çobanlardan başka kimseye hiç bir iş yok, tabi ücreti de yok. Kımızla sarhoş yaylada ne kaygısı olabilir? Her şey Allah’tan... Sabah yiyeceğin yemeğide Yaratan indirir. Kısmet – gelecek hakkında düşünmek günahtır. Yazın yaz hakkında düşünmek lazım, kışın ise kışı düşün...

Yaylada çeşitli aullar komşu olurlar. Onların şarkıları da karışırlar, yeni şarkılar getirirler. Çeşitli yerlerden toplanan biniciler Kayran-köl etrafındaki baygede kendi hızını gösteriyorlar. Altı bakanda kız ve yiğitler tanışıyorlar, birbirlerne bakıyorlar. Nişanlanma burada kavga ile tamamlanabilir, kavga ise nişanlanma işlerine dönüşebilir. Dostlar ebedilik olarak ayrılabilirler, düşmanlar ise dost olabilirler...

Şondıgul herkese ulaşmaya yetişti, herkese Eseney’in emrini iletti. O şimdi ta uzaktan tobolskinin koyu sarı renkli atını fark etti – o içinde üç adam oturan tobolsk arabasının ağırlığını fark etmeden hafif koşarak geliyordu. Bu bozkırlar şehir atına atalarını hatırlatmış gibi, koyu sarı at toynukları yere değmeden koşuyordu.

Musrep geliyor? Evet, Musrep. Şondıgul onu karşılamaya yola çıktı.

-        Göç mübarek olsun...

-        Teşekkür ederim, Şondı aga...

-    Eseney otaunuzu yeni yerde – Eltn-calda kurmanızı emr etti.

-        Akşam bize gel... Göç işini kutlarız.

-        Gelemem beni İmanalı davet etti.

-    О-о!..- Musrep onur gösterdi.- Eğer o çağırmışsa biz onunla çekişemeyz!

Onlar ikisi de birbirini çok iyi anlayarak gülüverdiler. Şınar da gülümsedi – Eseney’in küçük kardeşi hakkında çok şey duymuştur. Nauşa da tam anlamasa bile gülümsedi.

Şınar hemen çadıra koştı, Nauşa onun peşinden geldi.

Musrep acele etmedi – ileride yaz bekliyor – atı yükünden boşalttı, siyah gümüşle süslü kelepçesini çıkarttı, koyu sarı atı çadırın ipina bağladı. O çadıra acele etmedi daha bir defa ata ve boyalı arabaya hayran olarak baktı - kahverengi boya güneşte altın gibi parlıyordu.  Şimdi aullarda kim herhangi bir imkan bulunca mutlaka bundan alacaklar.

Uzaktan arabanın ağır hışırtı sesi geldi. Ama ona kulak vermedi çünkü uzun yıllardır uzun yollarda bu sese alışmıştır.

Çadırdan Şınar baktı:

-    Musrep bir iş var... Ata binerek – göle git ve bana su getir. Bundan sonra başka hiç bir şeye göndermeyeceğim.

Musrep kovaları alarak gitti. Şınar arabadan semaveri alıp kapağını açtı.

-    Ala!- çağırdı o.- Senin semaverini koyalım, o çabuk kaynar.

Araba sesi yaklaşıyordu. Şınar küçüklüğünden sözlerini bilir ve söylerdi:

Onun ayakları yoktur,

Ama izi kalır...

Atı elleriyle tutar...

Uzaktan eski şarkısını tüm sesiyle söyldediğini duyarsun.

Asrep onlardan önce çıkmıştı, yolda bunlar onu aşmışlar, şimdi nihayet o ulaştı, Şondıgul onu da nereye gideceğini önermişti.

İki ailenin yazlık eşyaları iki tekerlekli dört öküz arabasına sığmıştır. Başta gelen arabanın atına Asrep binmiştir onun peşinde birbirine bağlı daha ikisi çekiliydi.   En son arabada Nauşa oturuyordu.

Arabanın hafifleşme sesi uzun iç çekişle kesildi. O zamanlar tekerlerkere yağ sürtmeyi kimse bilmezmiş, tekerlek oku ile ağzı birbirini kan çıkıncaya kadar sürmüşler. Asrep de memnuniyetle iç çekti. Daha doğurmamış kısrakların yükünü çıkarttı.

Şınar ile Nauşa Canişe’ye eşyaları indirmeye yardım etmeye çıktılar. Daha evdeyken Şınar Nauşa’nın kendileri ile beraber gelmesini iddia etmişti ama Asrep’e kabul ettiremedi. «Yaylaya giderken yolda ben kiminle kavga edeceğim?  Bana mutlaka böyle birisi lazımdır, buna senin yeneşenden başka kimse dayanamaz».

-      Gelin çay hazır mı?- o her şeyden önce bunu sordu,-Otaunla kutluyorum seni!

-      Biraz bekleyin agake hazır olacak,- diye seslendi Şınar. O çayla uğraşmaya zamanı olmadı – Canişa eyerden yeni inmişti.

Şınar ona otauyu gösteriyordu.

Altı kanatlı - büyük değilmiş iyice işlenmiş güzel keçeden. Orta sınıf kazak kadınları böyle bir oyauyu hayal ederler. Keçe üzerindeki renkli tesemler gözü neşelendiriyor.

-     Senin otunda mutluluk olsun aynalayın...

               İçeride Canişa ile aynı yaştaki dul kadın Dameli vardı.O, duvardaki halılar yerine kullanılan çeşitli renkli desen ile süslü örülmüş çiyleri yazıyordu. Ona 12-13 yaşlarındaki kız yardım ediyordu. Onun annesine çektiği belli onun da elleri çok yetenekliydi. Dameli’nin kocası Asrep ile aynı yaşta idi, iki sene önce vefat etmiş.

-     Daha uzaktan gördüğümde çadırı Dameli işlediğini düşünmüştüm. Sağ-sağlam mısın?.. Baksana Zeynet’in de bu kadar büyümüş. Gel buraya aynalayın...

Dameli de yakın geldi.

-     Sen kendin nasılsın?- O da Canişe’nin yanına geldi.-Senin kocan?.. Bak bu yaylada o benim ellerimden kaçamaz!

Canişa vevap vermeye yetişemedei – aynı yaştaki erkekler gibi aynı yaştaki kadınlar da birbirleriyle şaka yapmak gelenektir... Çadıra Asrep ile Musrep girdi.

Asrep de dileklerini söyledi:

-         Şınarcan sana iyilikler. Çadır ne büyü, ne küçük, çok uygun.

-         Siz arabanızla bize ulaşıncaya kadar biz çadırı diktik,- Musrep kendince memnunolarak söyledi.

-         Şanrağı kendin kaldırdın herhalde? – diye sordu Asrep.  

-         Benden başka kim olabilir?

-     Şakşak Biyin kızı! Bu palavracı kocanı bir gün frenleyeceksin?

-         Ageke o daha çok sizlerle yaşamıştır...

-         Hiç değilse atları kendi boşalttı mı?

-     Kendisi ne yapmışsa onu yapmış... Hatta göle de gitti su getirdi.

-         Atı ile?

-         Evet at üzerinde, ellerinde kova...

-     Demek ki artık frenledin,- dedi Asrep.- Aferin sana Şakşak Biyin kızı...- İlk tanıştığı günden beri Şakşak’ın ama biyle hiç alakası olmayan Şakşak’ın kızı olduğunu bilse de bu alaylı takma adı bırakmayı düşünmüyordu.

Şınar’ın annesi kaynayan semaveri eve getirmek istemişti, ama onun yolunu Dameli kesti:

- Ya olmaz! Daha eşyalar toparlanmadan nasıl çadıra dastarhana geçilebilir? Genç gelini neye öğretiyorsun, o hayatının sonuna kadar böyle davranacak. Tamlanmayan iş ve pişirilmeyen ekmekten daha fena hiç bir şey yoktur. Bu geleneği dağınık – yarı türkmen, yarı kazak kardeşler nereden bilsinler! – O Asrep ile Musrep’i mahsus kastetti – onlar kendisi ile selamlaşmadıkları için de.- Ya sen?.. Sen ne zaman karından korkmayı bırakacaksın? – Bu soruyu o Asrep’e verdi.

Çayı dışarıya dastarhan hazırlayarak içtiler.

Ama her kazakın evinde gelenek olduğu gibi semaverin yanında acele etmeden oturmak mümkün olmadı. Komşu auldan kızlar, yiğitler, çocuklar geldiler.

Bu bölgelerde bu kuralları kim stespit ettiği kimse hatırlamıyor ama gelenekleri kesin koruyorlardı: yaylada gençler ilk önce saygı gösterilecek yaşlardaki adamların çadırlarını dikerler, sonra dul kadın ve yetimlerin çadırlarını. Yeni evlenenlerin çadırları en sona kalır, onların evine toplanarak eğlenmek de mümkündü.

Ova neşeli, heyecanlı bağırmayla gülüşlerle doldu. Ama bu kalabalıkta da herkes kendisinin ne iş yapacağını bilirdi. Arbadaki eşyalar bir anda dağıttılar – bu kadar çok sayılı çalışanlar Asrep’in çadırını keçe ile sarmaya başladılar... İki yiğit gölden dört kova su getirmekten üşenmediler. Dört kız ise gidip iki torba dolu gübre toplayıp getirdiler.

Kadınlar iç tarafını toparlamaya başlayınca yiğitler Musrep’in evinin önüne kazan için çukur kazdılar. Su, gübre, çukur... Bundan daha açıkça imay olabilir mi – semaveri, kazana et koyunuz. Gençler değil de kim eğelenecek yaylada?

-          Senin koyunun var mı?- Asrep kısık sesle sordu kardeşine.

-          Buluruz...

-          Sen bulursun...

Şınar üç veya dört arkadaşı ile otausunu düzenledi. Dameli ile Nauşa hangi sandığı nereye, yatak eşyalarını nereye koymayı emir ediyorlardı.

-     Herhalde her şey yerinde...- dedi Dameli.- Her şey uygun şekilde! Eklemeye de bırakmaya da gerek yok!

İşler bitince gençler gölde yüzmeye gittiler. Geri gelirken engel olmamaları için bıkkın gürültülü çovukları kovaladılar. Ovaya gelirken – tahmin ettiler: eğer ev sahibi cömert ise ev hanımı onları kapısı açık, kaynayan semaver ile karşılayacak.

Otauda geleneklere göre yeni evlenenelerin genç hanımı serbest haraket edebilirler. Onlar için en iyi yerler – yoksa kendi evlerinde kim töre geçmeye cesaret bulabilir. Çay, ve yemeği de erkeklere eşit olarak onlara götürüyorlar, hiç farkı yok. Şaka yapma, gülmekte bir rezillik yok. Dombra sesi, şarkılar dökülüyor.

Bu tür evlenme  törenlerinde ve akşam altı bakanda kızların yetenekleri çok parlak bir şekilde alevlenir ama evlenince de sönür, ve ancak bazı zamanlarda tekrar parlar ama kıvılcım gibi çabuk sönüyorlar tekrar...

Şınar ile Canişa giriş kapısını açıyorlardı. Semaver kaynıyor. Alt taraftaki ateş kazanı kaplıyor, ve kazan da  semaverden eksik olmayarak susmak bilmiyordu.

Yaşlıları taklit ederek gençler sırayla selamlaşıyorlar:

-  Selam gelin... Merhaba aynalayın... İki çadıra yerleştiler, birisine sığmayacaklardı.

Otauda kızlar yastıkları alıp onur yerlerine geçerek önemle ev hanımına soruyorlardı:

-     Herkes sağ sağlam mı?- Ev hiç bir zaman misafirsiz kalmasın bir geleneğe dönüşmüş dilekti..

Sonra gülerek yastıkları yerlerine koyarak çeşitli konularda sohbete başladılar:

-Çadıra ne olmuş?.. Siyah, delikleri de var! Güve mi yemiş?

-         Haraket edemezsin! Törden kapıya kadar ayaklarını uzatabilirsin!

-         Sandıklar! Sıçramış, eskimiş birazdan kırılacak!

 

-         Bu evin hanımının çok dağınık olduğu belli!

-         Kocası! Ondan iyi değil!

Otauyu kötü gçzlerden korumak için öyle denir. Dualar bittikten sonra çay getirdiler.

 

 

14

 

 

-     Duydun mu?.. Eseney’in evinde bir misafiri varmış adı – Bedretçik diyorlar. Onunla beraber katipler de varmış bir şeyler yazıyorlarmış... 

-     Bizim tüm kışlıklarımızın adlarını kaydetmişler...

-         Vergi borçları varlar şimdilik aullardan uzak dursunlar!

-         Onları buraya sinsi Tlemis getirmiş!

Bu haber telaş ortaya çıkarttı, kimileri gerçekten bir süreye Bedret-çik ve onun katiplerinin gözünden ırak olmaya çalıştılar. Ama sonraları Bedretçik gitti ve gerçek haber yayıldı. Sibanların tüm borçlarını Eseney kendi ödemiş.

Belli olmayan bu Bedretçik – don kazakları soylu müteahitti. İvan Mekaylo Puşkar – takma adı Çernıy idi.  O Eseney ile çiftlik inşatı için sözleşme imzalamaya, dört odalı büyük ev ve misafirler için iki odalı büyük bir evi kuracak yere bakmak için gelmişti. Onların dışında daha yiyecekler için iki saray, beyaz hamam kurmayı sözleştiler.

Vergi ve başka ödemeler hakkında hiç söz olmamıştı. Ve o kaçanlar yavaş yavaş dönmeye başlamışlar. Tlemis’i de boşuna sinsilik ve kurnazlıkla suçlamışlar.

Eseney yaylaya tüm işlerini tamladıktan sonra gö. Edeceğini belirtti.

Kayran-kölün yanında yaz geçirmekte olan küçüğünden büyüğüne kadar herkesi çağırdı. Hatta kendini hala aşağılanmış hisseden İmanalı bile kandi yakınları ile geldi.

Misafirleri onurla karşılıyorlardı. Aksakallara parlak gözlü kısrakların başlarını, genç yaştaki erkeklere dik kulaklı koyun başlarını verdiler. Kımız kayran-kölün suyu kadar içilmiştir.

Ağırlama bittikten sonra Eseney aksakal ve karasakalları aulun arka tarafında bulunan ovaya götürdü. Bu ovada – danışma ovası, karar ovasında o çoktandır akrabalarını toplamamıştı.  Danışmaya ihtiyaç duymazdı, kararları kendince alırdı. Eseney’in kendisi ve sibanlar için iyi bulduğu kararları. Onun ünü, ınun gücü onları güvenli bir kalkan olarak korurdu. O hiç bir zaman bağımsız, haksız durumu  insanlara engel olduğunu ve onlar hayatı boyunca yolunu şaşırmış at gibi gezdiklerini hiç düşünmemişti. 

Bir olay sonucu ve geç gelen sevgi yoluyla onun evine giren Ulpan Eseney’i bu durum üzerinde düşünmesini zorlamış, ve kendisi konuşurken  o da şimdi kimseye gözükmeden bu ovada bulunuyordu:

- Benim kardeşlerim!.. Uzun yıllardır ben sizin bu acı durumda bulunduğunuzu fark etmemişim, ama benim gözümdeki perde şimdi çekildi. Ben eski kışlıkları gördüm... Kayran-köle gelirken yolda göçleri gözettim. Siz yaylalara zar zur ulaştınız – kiminiz eski arabalarında, kiminin yaya. Sonra ne olacak?.. Ben olmazsam kimse sonbaharın geç dönemlerine kadar yerinden haraket etmeye cesaret bulamaz, orada tekrar eski kışlaklara gidiyorsunuz, ve yıllardır böyle devam etmekte. Çocuklar, kadınlar tekrar soğuktan titreyecekler. Kışa zorla ulaşan çocukların tam yarısı gelecek baharı görebiliyorlar... eğer bu hayat böyle devam edecek olursa biz güçlü ve tesirli kabile olabilir miyiz? Ben bugün sizi bunu konuşmaya, sizinle danışmaya çağırdım...

Beyaz saçlı Bekberdı yaşlılar arasında ilk olarak eseney’e baktı ve şöyle dedi:

-          Ben Allah’ın senin ağızlarına merhametli, akıllı sözleri koyduğunu duyuyorum. Onları sonuna kadar söyle Eseney.

-          Söyleyeceğim... Hadi şimdilik ilk olarak çadırlarda sadece yazı değil kışı geçirmeyi de durduralım. Diğer insanlar – ruslar gibi yaşamayı denemekte bir utanacak bir şey yoktur. Bizim çocuklarımıza ve kadınlarımıza sıcak olsdun. Siz kendinize kulübeeler kurmanızı için kendi arızalarımdan size yer ayırt ederim. Ben kendim ise... Benim evim Suat-kölün kıyısında olacak. Yakın zamanlarda onun inşatını rus ustaları gelip başlayacaklar. Bir de: “Kış hazırlığını sağlamayan yoksul hiç bir zaman zengin olamaz” atasözünü hatırlayalım. Otluk biçip, buğday ekmek gerek. Asrep ile Musrep bunu yapıyor, sorun şimdi onlar bundan acı çekiyorlar mı?

                O hangi aula hangi parça verileceğini anlattı. Sükunet bağırrmalarla bozuldu:

-     Arıza olsa ev kurarız!

-     Ot biçmek ise? Zor bir iş değildir, biçme aletini sallamayı bilmez miyiz!

-     Evet!.. Ama biçecek otluğun arsa!

                 Çoğu bağırıyorlardı, bazıları susuyorlar, bir tek İmanalı öz kardeşi kendi özelliğine göre itiraza başladı:

-      İsteyen varsa lanetli duman evlerini kursunlar! Kışlık evlerini! Herkes kendi karar versin! Onlar bana bir kuruşluk bile gereği yok! Bizim dedeelerimiz, atalarımız keçeden yapılmış çadırlarda doğmuş, büyümüş ve ölmüşlerdir! Ve bir şey de olmamış – ölmemişler...

-      Kuracaksın...- Eseney kısa konuştu. -Asla!

 - Bak sana zor olacak, o zaman üzülme.

-        Eğer kuracaksam ancak Eltin-cal’da.  Benim topraklarım! Bana ait yerdir!

-        Ben dedim sana Eltin-cal’ı Elaman’ın ve Andarbay-Otarbay’ın aullarına veriyorum...

-        Ben Eltin-calı Türkmen’e vermektense yakarım!

-        Hadi kaybol!- Eseney ökelendi - Git! Senin yüzünden sibanların yarısı dağılıp kayoldu! Git! Seni benim gözlerim görmesin... Benim dediğim olacak! Git!

              Eseney kızgınlığından titriyordu, bu tür patlamalar onda çok nadir olurdu, çünkü ona çok nadiren karşı söylerlerdi... Hatta İmanalı bile onu bu şekilde görmemişti. O korktu ve ovadan aşağı gitti.

Eseney kendi akrabalarına sakin hitap edebilmek için uzun süre sessiz oturdu:

-     Ben herkese bunu anlatmak istemiştim... o yerinden kalkıp kendi çadırına gitti.

Hem aksakallar hem karasakallar dağılmaya başladılar. Onlar kend aralarında İmanalı’nın davranışını tartışıyorlardı ve ve kudretli Allah’tan Eseney ile onun baybişesi Ulpan’ın hayatını uzun eylemesini dua ediyorlardı.

Erkekler ovadayken Ulpan yaşlı kadınlara çay ağırlamaya çalışıyordu.

Dameli desenli büyük dastarhanı yayarken İmanalı’nın tutulamaz on iki on üç yaşlarındaki oğulları hızla girdiler.  Onlar durmadan düz girdiler ve dastarhan onların omuzlarında kaldı. Onlar her zaman Eseney’in oturduğu halıya yaslandılar.dastarhana sarılarak oturan kadınlara değerek emeklemeye başladılar, yüzlerini buruşturuyorlardı. O kadınlar bir şey diyemiyorlardı, çadırda sessizlik yaşanıyordu.

Dameli korkmadan.

-     Aytolkın...- çocukların annesine hitap etti. – Sen niçin onlara izin veriyorsun?... Niçin onları durdurmuyorsun?

Ama İmanalı’nın ailesi tamamen kendisine benziyordu.

-          Ya dalkavuk! Hizmet ediyorsun!- Aytolıkn yüksek sesle bağırdı..- Benim çocukların ne yapsalar da onlar kendi evindeler! Onlar ev sahipleri! Baıboş rastgele bir kadınlar bizim aulu idare edeceklerini düşünmesinler!

-          Ne yazık ki benim evim değil...- dedi Dameli. O da çeşitli sözler bilirdi. Benim evim olsa ben onları köpek gibi tekmeleyerek kovalayacaktım! O onların ellerinden dastarhanı alıp sallayarak  - Hadi çıkın dışarı!

Onlar daha Dameli’yi sinirlendirerek nasıl hızla girmişşlerse aynı hızla çadırdan çıktılar.

Sessizliği ilk olarak Ulpan bozdu.

-     Gelin, aklında tut...- O Aytolkın’a bakıyor ve sakin konuşuyordu. – Bu eve ikinci defa geldiğinde sesini yükseltme. Yedi yıldır bu evin hanımı olmamış. Sana göre – sana her şey müsait midir? Zamanı geldi evin sahibi sana da: git kaybol diyebilir...

Yeni çay içecekken dışarıdan deve yavrusunun acı sesi, sonra Kencetay’ın bağırışları duyuldu: “Hey köpek yavruları siz ne yapıyorsunuz?” onun ardından da çocuklar sanki onları kesiyormuşçasına haykırıverdiler...  

Ulpan kendi sevimlisinin sesini duyunca dışarı fırladı... Birkaç gün önce tarlanın bir parçasını beyaz deve için arabalarla bölmelerini söylemişti. O artık ayaklarında sağlam durabiliyordu ve annesi yavrusuyla vatanına gitmeye telaşlanıyordu. Güneyden, ıraklardan rüzgar esince o başını çekerek onu yakalayıp geri çekinceye  kadar inatla o tarafa giderdi. 

Çocuklar omuzların alt tarafını elleriyle tutarak otlukta sürüklüyor ve bağırmaya devam ediyorlerdı.

Ulpan önce gülüverdi, yakalanmışlar... Sonra iç çekerek koştu. Deve yavrusu imkansızca başını eğiyor ve gözlerinden yaş çıkıyordu, o küçük çocuk gibi hıçkırıyordu. Otluktan uzun ayaklarını ileri çekerek ona deve de koşageldi. O hızla koştuğundan arabaya vuruldu ve yiğitler onun yolunu açıncaya kadar orada kaldılar.

Deve yavrusu hışkırtısını kesti annesine sığınarak süt emmeye başladı. Başını yukarı çekti, onun bir gözü kapalıydı dayak veya taş darbesinden dolayı olmalı. Ulpan ona tuz verdi, boynunu gıdıkladı, kulaklarının arka tarafını taradı.

Çocukların bağırışına Aytolkun koşa geldi.

-    Öldrdüler! Öldürdüler benim çocuklarımı! Onlara kim el kaldırdı! Küstah yabancılar  bizim sahiplerimiz eğelerimiz oldular şimdi! Bu aulu Kalmıklar alsdınlar!

O yeni başlarken onun kelime hazinesi Rusya ve Avrupa’da bilinmeyen kadın küfürleri ile zengindi... Ama o ovadan çadıra doğru gelen Eseney’i tam zamanında fark etti. 

-    Hadi gidin eve!

Çocuklar da Eseney’i gördüler ve bağırışlarını hemen kestiler. Onların gözleri kuruydu, annesinin peşinden gittiler, ancak vedalaşırken ellerinde bir odunu tutarak duran Kencetay’a dillerini gösterdiler.

Ulpan ve Eseney çadıra girişte görüştüler.

-    Burada ne oluyor Ulpan?.. Sen çok koşmuş gibi kızarmışsın.

-    Ya bir şey yok... burada çocuklar var... Hadi gel çay hazır. Sana ne oldu?

-    Bende de bir şey yok. Toplandık, her şeyi konuştuk...

O gelirken çadırdaki kadınlar Aytolkın’ı küfrettiler.

Aytlkın:

-     Allah lanet etsin onu! Biz ne tür beddualar söyledi! Bizim aullarımıza kalmıkların saldırmaasını nasıl dua edebiilir!

-Ya çocukları?.. Bunu dilemek günahtır ama onlar nemli yere yatsınla,  onlardan kimseyi sükünet olmayacak!

- Ulpan çok yaşasın... Ulpan ona öğretecek...

Eseney eğilerek çadıra girer girmez sesler  kesildi. Genç kadınları kalkara ona eğildiler, yaşlılar ise birinden biri aşarak kendilerinin haklı olduklarını açıklamaya başladılar:

-          Biz suçlu değiliz... Ulpan bizi buraya oturttu...

-          Biy aga bizim aramızdan – bu çadırın kapısından giren sadece iki veya üç kadın vardır! Törde ise kimse oturmazdı...

-          Ulpan bizi zorladı...

Eseney hemen hemen onların yanına oturdu.

-     Olsun, - dedi o. Eğer Ulpan bir şey demişse Eseney ne diyecek diye sormayın...  Ulpan bana tekrar akrabalarıma sibanlara götürecek yolu gösterdi. Meğer bizde böyle gelinler varmış – onlar sadece Eseney’in törüne layik değil, beyaz çarın evinde de onlar fark edilecektir!

Genç kadınlar gülümsediler, ve herkesin yüzünden: «Bu benim hakkındadır...» dedikleri okunuyordu. Eseney devam etti:

-     Şınar adlı,  o geline bakın... O bu eve girer girmez töre geçmişti. Şınar gizlenme, gel benim yanıma otur.

O Ulpan’ın yanında oturuyordu, onunla semaverini paylaşıyordu. Şimdi de Ulpan onu itti:

-     Seni çağırıyorlar git... Sena bu evde bana göstermeyen onuru gösteriyorlar! 

Şınar kızardı ve ondan dolayı yanakları daha esmer gibi göründü.

-     Git, git.. – Ulpan darılmış gibi numara yaptı.

-     Yakın otur,- Eseney biraz yukarı geçti ve yanında oturan kadınların arasındaki en yaşlı kadına anlattı: - Bu gelin bana sadece ismimle hitap ediyor...

Yaşlı kadın çok şaşırdı:

-          Öyle mi? Bu geröek mi, şıragım?1

-          Kendiniz zorladınız, ben istememiştim...

-          Herhalde, Ulpan yaptı bunu?..

1Şıragım ışığım benim benim gözlerimin ışığı anlamında.


Toydan sonra yaylaya göç etme konusunda, ovada yapılan toplantıdan sonra, Ulpan’ın evindeki hanımların çayından sonra siban soylu insanlar – hem bağımsız, ama bağlı insanlar bol bol umut duygusu yaşıyorlardı. Onların kaderinde bir şeyler değişiyordu. Çoğu Eseney’i övüyorlardı – bu yaşlarında Allah’ı düşünmeye başladı, akrabalarını hatırladı... Kadınlar ise Aytolkın’ı değil, Ulpan’ı  övüyorlardı: «Bizimа! Zavallı kızımız! Yoksul sibanların talihine yaratılmış».

O gün kadınlar giderken Ulpan Şınar’ın kalmasını rica etti. Ulpan Eseney’i Şınar’dan kıskanmış gibi numara yapıyordu. Eseney ise Şınar’ı görünce kendi gençliğini hatırladığını anlatarak ikna ediyordu...

Eseney’e de Ulpan’a da öfke duygusu geçinceye kadar üçüncü bir şahsın olması gerekti. Ulpan, Eseney Aytolkın’ın dediği: “Bu aulı kalmuklar yensin” bedduasını duyarsa ne çekeceğini anlıyordu. Eseney de ona öz kardeşinin “Eltin-cal’ı Türkmen’e vermektense yakacağım!” sözlerini iletemiyordu. Ulpan aullar arasında düzen sağlamak istiyor, onun yolunu her zaman İmanalı kesiyor...

Onlar bu konuda yalnız kaldıklarında da söz etmediler.

-         Eseney, bizim büyük çadırımızın etrafındaki torbalar ne torbaları? Onlarda ne var? Zorla kapatılan sandıklarda ne var?

-         Eğer ben hatırlayabilsem...- iç çekti.- Çeşitli eşyalar: Çoktandır oraya bakmadım. Herhalde onları böcekler güve yemiş, paslanmıştır. Küf kokusu geliyor oradan ve seni o mu rahatsız ediyor? Onları yay, kurulat, gereksizlerinden kurtulursan ben sevinirdim.

Ertesi gün Ulpan Dameli ve onun kızı Zeynet’in yardımıyla büyük çadırdaki eşyaları misafirler için ayarlanan çadıra taşıyorlar, taşıyorlardı. Pahalı battaniye, halı, keçe, mont, ceketleri yaymak için düzlük zarzur yetti! Bazı şeyler bozulmuş, gene de Sibirin sert soğukları onların güvenini sağlamış.

Eseney kendi servetine zorla baktı. Ulpana istediğini bırakmasını tekrar etti ve çadırının yanında gezen Musrep’e ellerini sallayarak göle acele etti.

Ulpan işine girişti. Kurt derisinden yapılmış on iki mont ve on iki ceketi on iki aksakala Eseney’in bu sözlerini ekleyerek: “Benim Ulpan ile düğünümde saygıdeğer aksakallarımıza layık hediye verememiştik, şimdi gönderiyorum, saygı niteliğinde kabul edin” gönderdi. Aynı sözlerle tilki derisinden yapılmış yirmiye yakın montu sibanlar arasında ünlü olan karasakallara gönderdi.

Kadınlara hediyeleri kendisi dağıttı – halılar - hiç açılmayan, battaniyeler – daha kimse sarılmayan, yastıklar – daha kimse başını koymayan. Keçeleri dağıttı. Ve birer kilo çay. 

Hediyeleri dağıtan Şondıgul ve Dameli’ye Ulpan şöyle dedi:

- Neyi beğendiyseniz onu alın...

Onlar uzun süre kabul etmiyorlardı, ve nihayet Şondıgul onun iknalar üzerine:

-     Biraz keçe olursa... Çadırı sarmak gerek.  Ulpan ona çadırı sarmak değil yeni çadır kurabilecek kadar keçe parçalarını verdi..

Dameli hatırlattı – Zeynet, onun yalnız kızı, yakın zamanlardda onu evlendirmek lazım. Ulpan onun için kız çeyizi için gerekli her şeyi ayırt etti. Eseney’in sandıklarında her şey yeterliydi.

-     eğer biz bir şeyi unutmuşsak, Dameli apay sen hatırlatırsın...

O Şınar’ı da zorladı:

-     Sen ellerin boş geziyorsun etrafımızda? Kendin için, evine bir şeyler alsaydın!

- Biz zaten eşyalarımız yüzünden zarzur geldik yaylaya.-diye reddetti şınar. Hatta nasıl kurtulacağımızı da düşünmüştük. Belki sana bir şey vereiriz...

Akşama doğru kalanları çıkarttıklarında, daha on sandık kalmış ve on balya yok olmuş.

Eseney gün boyunca gmzükmüyordu, geri döndüğünde ise öz çadırını tanıyamadı.

-    Е-е, Ulpan! Meğer bizim çadırda rahat araket etmek de  mümkünmüş. Sen hakiki büyücüymüşsün, meğer bizim evde de  yaşamak mümkünmüş...

Gün içinde Ulpan yatağı değiştirmişti. Küf kokusu kaybolmuş. Keçenin alt kısmı yukarı çekili olduğundan rüzgar bozkır otlarının ekşi kokusunu getiriyordu.

-        Yapabildiği yaptım, - Ulpan çekinerek cevap verdi, ama gözleri parlıyordu.

-        Ne yapabildin?.. Sen birçok şey yaptın! Bundan sonra ben sana benim Aknar’ım diyeceğim...

-        Bizim artık beyaz devemiz var, güneyden rüzgar esince onu kaçırmamak için takip etmek lazım...

-        Ben seni de takip ederim... Kazaklarda Aknar’dan daha kutsal ne var, söyleyebilir misin?.. Ondan daha güçlü?.. Daha değerli? Daha muhteşem?

-        İyi. Eğer öyleyse, - bana da öyle de. – O kendine yardım etmek için kalan Şınar’a döndü.  – Duydun mu? Söylesene, iyi bir isim değil mi?

-        İyi bir isimdir ama beyaz senin için oldukça onurludur. Ama biy aga öyle diyorsa biz de  onu kabul etmek zorundayız. Bak Ulpan aknar için zor gelecek bir zorluk yoktur... Demek sana da denk gelecek... 

-        Diyeceksin, diyeceksin bana  - Aknar! Dinlesene Eseney, ne oluyor? Sizin aranızda bir şey var. Bu kadın her zaman benimle alay ediyor, banimle gururla konuşuyor!

Eseney gülerek:

-    Sibanların arasında hiç değilse bir insan olsun  - Ulpan hakkında ne düşündüğünü söyleyebilecek birisi olsun...

-    İşte bak! Sen gene ona çekiyorsun! Zafer şınar taraffta olsun istiyorsun!

-     Olduğunuz gibi kalın, ve zafer her zaman siz ikiniz tarafta olacak, - dedi o, - Aknar – Şınar, bu adlar birbirine çok yakışıyormuş. Şimdi siz yoruldunuz, göle gidip biraz yüzün.

Ulpan’ın yaptığı iyilikleri bir auldan ikinci aula göç ediyor, tüm yaylaya yayılıyordu, iki bölge halkı toplanan yerde onlar birbirlerine bildirerek törenler düzenliyor, eskileri dağıtıp yenilerini kazanıyorlardı. Ulpan’ın iyilikleri, onun yapmaya yetiştikleri çeşitli anlatıcılar aynı destanı anlatıyor gibi detayla yayılıyordu...

-     O çadırı olmayanlara çadır verdi. Atı olmayanlara at verdi. Sibanlarda şimdi yoksul aileler yoktur, hiç değilse gösteri yapmak için bıraksaydılar! Ulpan’ın yardımıyla rus kulübesi gibi evler kuruyorlar.

Diğer iyi bileni düzeltiyor:

-     Onun gerçek aadı Ulpan değil. Aknar onun adı, Aknar. Çok ünlü bir ailedendir.

 - Uzaklarda bir bölgeden Artıkbay isimli bir Biy’in kızı olduğunu söylüyorlar. Hayır! Biy’in kızı değil, Artıkbay adlı Han’ın torunu!

-         Neyse doğru... Eğer han soyundan olmasaydı nasıl onu diyebilirdi ki?.. duyduklarımıza göre Eseney’e: “Senin akrabaların yoksul, fakirler... Dilennciliği bekliyorlar” diye çok kesin şeyler söylemiş. Şimdi sibanların sadece Eseny’i değil Aknar’ı da vardır...

Bu deyişlerde abartılar çoktu, ama gerçekler de mevcuttu. Artıkbay Batır, herkesin genel atası olan Adam-ata isimli dedesinden başlayarak onun soyunun ne hanlıkla ne biylikle alakası vardı... Şaşırtıcı olan öbür husustu – eğer yoksul ailenin kızı ise aulların yoksulluğuna utanmak dışında fakirlere acımazdır.  Yoksul ailelerin kızları zengin aileden bir yiğitle evlenince onların da yeni akrabaları gibi cimri, kıskançlı oldukları durumlar da vardı tabi. Ama ancak Ulpan-Aknar değil.

O kendisi ile neler olup bittiğini anlayamıyordu, ama yaptığın haraketlerin sonucunu görünce hayatını değiştirmeye katılım sağlamak ne gibi neşe getirebileceğini hissediyordu... Allah öyle yaratmış mı, ya hayat öğretti mi belli değil ama Ulpan gevşek, kararsız, iddiasız, çaresizliğini kabul etmiş erkeklerden nefret ederdi. Eseney’in ailesi tek başına kalacaksa bile sibanlar kabilesi ruhu uyansın...

İlkbaşta çoğunda kesin “benim” duygusu uyandı. İki-üç hayvanlı olur olmaz tay ve kuzularının kulaklarına işaretler yapmaya başladılar. Sabah erkenden ve akşam onları sayıyorlard, sayacak ne vardı ki... Şimdi herkes kendi komşusundan aşağı olmamak için kışlık evlerini kurmak istiyorlardı, Eseney’in yayladan inmesini sabbırsızlıkla bekliyorlardı.

Ulpan insanları çok bekletmedi. Önce aullar yaylalarda en az beş ay, sonbaharın şiddetli yağmurlarına kadar kalırlardı. Ulpan onları iki ay sonra onları kışlıklarına dönmeye zorladı. Çoban sopası ve at bakıcısı kuruğu çalışkan balta ve eğik biçme aleti ile kolay değiştirilebiliyormuş. Halk zorunlu olarak boş gezdikleri yarı yıldan meşgullenecekleri daha üç ayı – tamız-ağustos, kuyek-eylül, kazan-ekim aylarını kazandılar. Biraz önceki göçebelerin kışlık evleri tüm mevsimlerde yaşanabilir olacaktı, kendilerine ayırt edilen arızalarda ilk dirençlerini kurarken onlar bunu tahmin etmiyorlardı...

Yayladan sadece bir aul ayrılmadı. O tabi ki İmanalı’nın aulu idi. Onun himayesinde kalmık soylu beş veya altı aile bulunuyordu. Onlar çoktan kazak olmuşlardı. İmanalı hiç bir yere gitmeyeceği belli olduktan sonra, onlardan ikisi – Sagindık ve Kaykı Eseney’e gelmişlerdi.

-         Biz şikayet etmeye geldik... Eseke arzumuzu bildirebilir miyiz?

-         Söyleyin...

-      Biz de aynı soyun oğullarıyız değil mi Eseke? – diye sordu Sagındık.

-      Doğru...

-      Sizin atanız ünlü Koşkarbay batır bir kazak ile kalmığı şurşutların1 kalesine göndermişti... Vedalaşırken onlara: “Eğer benim kazak oğlum kaleyi alırsa, benim kalmık oğlum onun kurbanı olsun... Eğer kalmık oğlum yenecek olursa onun kurbanı da benim kazak oğlum olacak” – demiş.

-      Senin dediğinde hiç bir yalan yok.

-      Şurşutların kalesini bizim atamız Sagal biy mağlup etmişti. O Koşkorbay Batırın savaşta vefat eden akrabasının karısını tutkundan kurtarmıştır, o şurşutların cariyesi olmuş.

-      Bu da doğru. Onun adı Aybarşa sulu idi.

-      Koşeke sözüne durmuş, Aybarşayı Sagal’a vermiştir.

- Evet...

-      Onlardan biz geliyoruz... Ama bizim altı aile hala kalmık sayılırlar! Biz de sizin karaşı aul gibi bağıımsızlık kazanmak isterdik. Ot biçecektik... kışlık evler inşaat edecektik...

Eseney düşünüyor. Ulpan’ın haraketi sibanların alışkın yaşamına birçok değişiklik getiriyordu. Kurtulmak?.. Neden? Kulluktan herhalde. Onlar kimin kulları idiler? Onun kendi kulları? O Ulpana baktı, o da cevap niteliğinde ona gülümsedi. 

Eseney kararını söyledi:

-      İmanalı istediğini yapsın. Göç edip etmeyeceğine kendisi karar versin! Siz ise göç edin! Ben kardeşime ayırt ettiğim yere kışlık evlerinizi kurun. Orada yaşayacaksınız.

1urşutlar- çinliler.


Yayladan döndükten sonra Ulpan durmak bilmiyordu ve bundan da çok memnundu. İnsanlar kendilerine ev kuruyorlardı, ot biçiyorlardı – sabah erkenden onlara orman yakınlarında, otlu düzlüklerde rastlamak mümkündü.  Sadece İmanalı inatçılığıyla kalbi altında bir bıçak gibi duruyordu.

Onun öiftliği de inşaat ediliyordu. Şimdiki duruma esas evi, ağaçtan – dört odalı kışa kadar kuracaklar. Üç sütun kaymak ve çadırı kapatmak işleri kalmı. Ustalar “fundament” dedikleri temeli misafir evi için de yapmışlar. Sancak hamama daha başlamamışlar, Ulpan çok endişeleniyor.

Çernıy İvan Mekaylo Puşkar onu avutuyordu:

 - Orada ne var ki! En kolayı o... Hamamı başlayınca iki haftada bitiririz!

Gelecek çiftliği etrafı hendek ile kaplanmış. Ormana büyük ağaçkakanlar sürüsü girmişesine sabahtan akşama kadar balta sesleri dyuluyordu. Tiz sesli testere tüm dişleri ile altın renkli kabuğundan soyulmuş sütunlara giryor, kayın ve kavak ağacı yetişen ormanlarda reçineli çam ağacı kokuyordu.

Uzaklardan bozkırlarda kocaman çekirge ortaya çıkmış gibi çekirge sesli biçme aletleri sesleri geliyordu. Çiftliğin etrafındaki bölgelerde samanlar biçilmiş, yığılmış ve saman biçme aletleri geride kalmışlardı. Bu ulpan’ın ilk duyduğu sert demir sesleri ona artık tuhaf gelmiyordu.

O iki ginde bir inşaat ve döner biçer yerlerine gidiyordu. Onunla beraber arabada Dameli oturuyordu, o et ve kımız dağıtmakla meşguldu, çay ve şeker de veridi. Ulpan bu arada birçok rus kelimesi öğrendi. Kımıza rus ustaları – şampan, ete – mahan, kazaklara – kırgız diyorlardı. Ulpan onlarda – kocayka, kız - depka,  kadın – baba, çıcak – noj. İlk zamanlar o senin – moya, benim – tuaya diye düşünürdü. Ama tam tersiymiş: meniki – moya, seniki – tuaya... 

O sadece kendine ait değil komşu aulların smancılarına da uğrardı. Yaz boyunca tadını unutabileceklerdi – ama o onlara et götürür, çay verirdi. Donışkada kalan çayı onlar ertesi günü de demliyorlardı. Ulpan onlarla oturup konuşur, evine ne iletmek gerektiğini sorardı... Onlarla onların yemeklerini – etsiz, etin kokusu bile olmayan çorbalarını yerdi. Onların ev kurma niyetlerinin boşuna bir laf olmadığına seviniyordu. Çok sayılı olmayan hayvanları için  samanları biçince hemen kışlık evlerini kurmaya başlayacaklar.

O geç saatlerde dönerdi Eseney ise günleri yalnız geçirirdi. Ansızın ona çağrı geldi – Sibirya ve Orenburg kazakları arasında otluklar yüzünden her zaman ortaya çıkan sınır çatışmalarını çözmeye katılacaktı. Bu onun için beklenmez olduğunun sebebi o çoktan bu tür bu tür işlerden uzaklaşmaya başlamıştır. Onun ün kazanmak isteyen Aga Sultan ünvanın alma umutları gerçekleşmemiş, Omski’li akrabası Turlıbek yardım edememiştir. Özellikle son yedi içerisinde Eseney sürüleri, avcılık ile meşguldu, nasıl yaşanırsa öyle hayat geçiriyor ve onun adaletli Biy ünü yavaşça sönüyordu. 

Şimdi kendisini tekrar hayata sokan Ulpan’ın yardımıyla hatırlamışlar zannetti.  Ulpan’ın bundan haberi yokru ama Eseney öyle düşünüryordu.

-           Benim tatlı Ankar’ım,- yola çıkarken o Ulpana öyle dedi. –Görüyor musun, senin yardımınla ben tekrar adam olmaya başladım.

-           Hayır, hayır Eseney!- o kabul etmedi Sen - gölgesi bir günlük yol mesafesine düşen bir yüksek ağaçsın! Ben ise? Ben – senin dalındaki bir tarlakuşuyum. Ben Allah’tan sana iyilik vermesini dua ediyorum. Sen olmadan benim durumum ne olacaktı?

Eseney kendini yeniden güçlü ve genç hissederek yola çıktı.

Ulpan evde kaldı, öz evinde yalnız kalmaktan daha bir fena bir şey yoktur, kendini koyacak bir yer bulamazsın... O Dameli’nin kızı Zeynet’i Şınar’a gönderdi, onlarda da Nauşa’dan başka kimse yokmuş, herkeç ot biçmeye gitmiş.

Ulpan ona kıskandı. Şınar şimdi öz adamlarının yanında. Sabahtan beri iki defa göle girmiş olmalı, ve otlara yaslanarak ısınıyordur ya da Musrep agayın peşinden tırmıkla samanları topluyor ve birbirlerine yan bakışlar yapıyor gülümsüyordur.

Ustalara su ve odun taşıyan Salbır akşam aula geldi. Bu çekingen bir adamdı, şimdi de çadırın eşiğinden girmeye cesaret edemeden ve ulpan’ın yüzüne bakmadan konuştu:

-     Ruslar gittiler, herkes gitti... Onların bir bayram töreni varmış «praznek». “Hanım yarın gelecekti, gelmesin yarın kimse olmayacak” - diye sizi önermem için gönderdiler... 

 - Bekçi?..

-          Çadırında oturuyor...

Salbır bu haberleri ile yarının planlarını bozdu. Ona şimdiden bir şey eksik gibi geliyordu, ev duvarlarına kaç tane sütun eklendiğini görmeliydi. Gene Şınar’a kazançlı çıktı – ustalara için hazırlanan kımızların tamamı ona kalacak. Tamam... Ulpan gece onların evinde kalacak onu ağırlasınlar... Ama bugün... Bugün Eseney’siz boş uzun bir gece var ileride.

Ulpan Zeynet’i çağırdı:

-     Aynalyın... Kızları çağır altı-bakan yapsınlar.

Ulpan altı-bakandan şafakta geldi ve öğle vaktinde uyandı. Göle gitti. Gölden döndüğünde eşikte Salbır bekliyordu.

-    Baktım tütün çıkıyor, bizim evimiz tarafında değil mi?   O çiftlik tarafa baş eğemekten başka hiç bir şey eklemedi.

Ulpan telaşlandı:

-    Dameli apay! Atlara koşum yapsınlar! Çabuk olun! Dameli çadırda Ulpanı bekliyordu, semaver kaynıyordu, ama o fırlayarak girip feryat etti:

-     Oybay-ay!.. Felaket!.. Sen ne duruyorsun şeytan alsın seni! Kultay çabuk atları getir!

Onlar çiftliğe yetişegeldiklerinde büyük evin üzerinde mor, aşağıda ise siyah ateşler çıkıyordu. Kuru çam ağacı yazın göl üzerindeki buz kırılıyor gibi çatlıyor, çatlamalar durduğunda ağaçlar yanıyor değil eriyor gibiydi. Ulpan elli adım uzaklıktaki mesafede dursa bile sıcak genede yüzünü yakıyordu. İyi ki rüzgar yokru. Ateş ile tütün doğru gökyüzüne yükseliyordu.

Tarlalardan erkekler çıktıar, ama ne bir şey yapabilecek, ne eve yaklaşabileceklerdi. Çam ağacı yığınlarını korumak için genç taze huç ağaçlarını kesip onlarla yığını kapatıyorlardı... Asrep ateş bozkırlara bulaşmaması için rüzgar gelen taraftaki otları yakmayı emir etti. Murep ve onunla birkaç yiğit ketmenler ile çimleri keserek yıldırım hızıyla toprakları birbirine uzatarak saçıyorlardı. Biraz rüzgar ile ateş çitlere ulaşırsa hendekleri aşacak ve o zaman çare bulunamaz.

Damına kadar ulaşılan büyük ev tamamen kül oldu. Onun yanında bulunan misafir evinin ağaçları da parlak yangınla alevleniyordu. O da sonuna kadar yandı ve duvarları kıvılcımlar saçarak düştü.

Salbır’ın varil koşumlanan devesi alevlenen fesatlar için su taşımaya yararlı oldu.

Esen rüzgar üfleyecek kül yığını – işte kalanı bu kadardı. Bu yangında bulunan tek kadın Ulpan’dır – arabadan iner inmez: hiç bir şey yapmak mümkün olmadığını, yangını smdürmek imkansız olduğunu anlamıştı.

Her şey tamamlandıktan sonra – inşaat malzemelerini gene de ateşten koruyabildiler, bozkırlara da bulaşmasını engellediler – yiğitler onun yanına gelip teselli ettiler. Ukpan çok sakindi, bu çoğunu şaşırttı. O acılarını belirtmedi, sadece yardımları için teşekkür etti – onlar çiftlik üzerinde koyu siyah tütünü görünce yangını söndürmeye koşuşmuşlardı.

Yaşlılar Ulpan’ın sakinliğini kendilerine göre desteklediler:

-    Her şey Allah’tandır...

-    Şıragım, senin homurdanmaman güzeldir. Allah’ın iradesine homurdanmak günahtır...

Ulpan lçyle dedi:

-    Ben Allah birisine Eseney’in evini yakmasını emir ettiğini düşünmüyorum.  

O tevazuyla gülümsedi, ama insanlar onun ne demek isteiğini anladılar – Allah’ın bir alakası yok burada, yangını Allah yapmadı, doğrusu – şeytanın işi olmalı bu.

-        Şeytan kimin aracılığı ile haraket etmeyi bilir... Ama o adam gökyüzüne uçup kaybolmaz ki, geziyor bu dünyada...

-        Ninelerimizin kulakları sağ olsun, - dedi Asrep. Bugün olmazsa yarın, birisi olması öbürü mutlaka bu olay hakkında duyacaklar.

Musrep ekledi:

-    Allah korusun onların dilleri kurumasın...

Ulpan onlara menuniyetle tebessüm etti, bacı günlerde bile şaka ile teselli etmeye çalışıyorlar. Onun ama buna da bir ihtiyacı yoktu, o çok yorulmuşsa bile onun kararlılığı eksimemiştir.

Ertesi gün Tlemis müteahit – Çernıy Mekaylo ile geldi. Müteahhit de teselli sözlerini bildirdi, durakladı, masrafları düşününce başını tuttu.

Ulpan bekledikten sonra Tlemis’e hitap etti:

-    Benim dediklerimi kelime kelime aynen ilet. Bedretçik yarından geç kalmadan ustalarını göndersin. Tuğla yanmaz... Yeni duvarlar tuğladan kurulacak... Eğer olumsuz örnekten korktuğumu, yangından sonra aynı yerde yeni inşaat başlatmaktan korkacağımı düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Ben o kötü işaret ve alametleri iyi bilirim! Ev burada olacak...

Müteahit heyacanla dinliyordu, ama Tlöis tercüme edince Puşkar ona onayla başını salladı:

-           Doğru söylemiş... İki evin temelleri hazırdır... Bırakılmayacak ki onlar.

-           Fundamınt...- diye tasdikledi Ulpan, bildiği kelimeyi duyunca.

-      Eskisinden daha güzelini kuracağız!

Ulpan bunları da eklemeyi doğru buldu:

-     Ben seni anladım, Tlemisin tercüme ettiklerinden Çernıy Mekaylo merak ediyor. Masraflar, harcamalar... Üçte birini ben üstleneceğim. Ama kış gelmeden büyük ev hamam ve bir çiftlik hazır olacak.

Puşkar bildirmemek istemişse bile çok sevindi... Eğer mahkeme edecek olurlarsa yangın masraflarını tamamen kendisi üstlenecekti. Sözleşmeye göre müteahit gecegündüz güvenliği sağlamalıydı. Vedalaşırken o Ulpan’ın cömertliğine sonsuza dek memnuniyetlerini bildirdi. Onunla beraber gitti.

 

 

15

 

 

Kızaklarlarda gidiyorduk.

Akşam karşı yakın aralarda kullanılan küçük kızaklar ile gelen Ulpan, kendisinin evi önünde indi. Küçük çan sesleri duyuldu. Ya eyalet komutanı, ya uzakta bulunan Omsk’taki birisi, ya kendisi hakkında sık sık haber vermeyen Turlıbek’ten... Böyle kızaklara Ruslar binerler, ağır üçlüsü yürüyüşünü durdurmadı ve donakaldı. İki telli müzik enstrümanın eşliği ile dinerek küçük çanlar çalıyordu.

Arabacı yerinden ilk olarak asker kaputunu giyen bir asker atladı, dik yakalı ve kurt kürkülü, siyah astragan kalpaklı uzun boylu bir adam geniş ve oturaksız bir kızaktan inerek, kara bastı. Kendi omzularındaki kürkünü tek bir hareketi ile askerin ellerine attı. Genç ve askeri resmi ceketi ile Ulpan’a doğru yöneldi, o da peronda duruyordu.

Eseney evde değildi. Bir ay önce kış için sürüyü yerleştirmek için gitmişti ve hala geri dönmedi.

O yokken ancak dört gün önce yeni ve büyük eve taşındı. Köşkü ise misafirler için inşa etmeye devam ediyorlardı.

Yoldan geçen subay onunla Kazakça selamlaştı: Ulpan yenge, selam aleykum! İzin verirseniz eğer, bu gece sizde geceleyelim. Hava karardı.

Şimdi Ulpan onu tanıdı. Üç sene önce onunla Tobolsk’ta görüşmüştü. Kazi Valihanov, Eseney’e kendisini tanıtmaya, saygısını göstermeye gelmişti. Eseney’e gelmişti, çay içerken ise Ulpan’dan gözünü alamıyordu. Çocukluk döneminde gibi, Ulpan ona dilini çıkarmak istedi, ama gözlerini kaldırdığı an, aynen büyük bir dikkatle, sanki onun ne istediğini anlamadan ona baktı. Kazi yüzünü çevirdi ve bundan bir daha ona bakmadı...

-          Buyrun, - davet etti. – Bu evde misafirin atına kimse değmez... Maalesef, civar ev daha hazır durumda değil. Siz bu evde gecelemek zorunda kalıyorsunuz...

-          Daha hazır olmadığı çok iyimiş, - Kazi seslendi. – Nasıl olsa da, sizin yaşadığınız evi tercih ederdim.

Ulpan onun söylediği sözlerinin anlamını anlamamamış gibi yaptı.

-          Buyrun, - sözlerini tekrar etti.

Abılkasım, yaşlı bir adam, Ulpan’ın hizmetine giren seyiş ve arabacıdır. O, misafiri uzak odaya kadar uğurladı.

Kazi, büyük eşinden dünyaya gelen Valihan’ın büyük oğulundan olan Gubaydulla’nın torunudur. 1818’te, babasının vefatından sonra Gubaydulla, hanlığın ona miras olarak kalacağına ve Sibirya’nın genel valisi ona han unvanını önereceğine inancı tamdı. Ancak bozkırlarda değişme vakti geldi. Hanlık iktidarını yenilemeyi kimse aklından bile geçirmiyordu. Vali tarafından gönderilen memurlar Gubaydulla’ya Valihan’ın vefatı ile ilgili başsağlını diledi, bir de büyük hediyeleri ve güzel ve kalın bir kağıdı gönderdi, o da, binbaşı olarak terfi edildiğine dair ruhsatiyedir. Şahsi gönderisinde ise Gubaydulla’nın gelecek görevinden dolayı ona Ağa-Sultan olarak hitap etti. Bunun dışında, yeni Kökşetav şehrini kurmak için lüzumlu olan arazilerin verilmesini istedi.

Keşke onun umutları gerçekleşse, Gubaydulla on şehrin bile kurulabileceği arazileri hiç üzülmeden verirdi. Gubaydulla sinirlendiğinden dolayı dokuz doğurdu. Akrabalık kıdeme göre onun hanlığa geçmesini Rus hükümdarlar kabul etmediler mi? Demek ki, Ruslar’la aynı yolda değil! O, onların düşmanıdır. Onlar ise, onun düşmanlarıdır. Gubaydulla köy genelindeki bütün silahlı yiğitleri topladı ve askeri ordusunun yarısını Ulıtau taraflarına gönderdi, diğer yarısını ise, Kenesarı, Sarjan ve Esengeldi’yi ordunun başına geçirerek Kişitau tarafına gönderdi. Çar sarayındaki müşavirler asker kuvvetlerinde bölünmenin meydana gelmesini ve ordunun yarısı Ulutau tarafa gittiğini düşünüyorlardı. Ulutau’da ise savaş gönüllü takımı kuruluyordu. Böylece, Kenesarı’nın başkaldırmasının başında Gubaydulla vardı.

Kendisi ise, askerlerin, kırk kuşaklı bilgin adamların, kahramanların, iki bin yiğidin eşliğinde Bayanaul’da mola verdi. Buradan onun kırk ortaelçisi Şurşutların imparatoruna yöneldiler. Gubaydulla kendisinin Orta ve Büyük kabilenin hanı olarak kabul etmesini rica etti. Çin iktidarı kazak bozkırlarında anlaşmazlıkların ve çekişmelerin ortaya çıkmasına her zaman sevinirdi. Ve bu kez de Gubaydulla’nın ortaelçilerini karşıladılar, onun hediyelerini kabul ederek ricalarını dinlediler. Reddetmediler, Gubaydulla’yı tüm Kazakların, bütün üç kuşağının hanı olarak tanıdılar. Bunun dışında, Van Gun denilen Çin İmparatorluğunun grandük unvanını verdiler. Onun sabit yoldaşları, eşkıyalık ve soygunculuktaki güvenilir ortak adamları Gubaydulla’yı keçe halıya koyarak han olarak tanıdılar!

Ancak onun töreni uzun sürmedi. Kenesarı’ya yardım etmek için kendi yiğitlerini üç kere yollamıştı, kararlı olarak hareket etmesini emretmişti. Fakat sonra Rus sınır asker kuvvetleri Bayanaul’u üç taraftan çevrelediler ve han ordusunu tahrip ettiler. Gubaydulla ve onun doksan hempası Beryozov’a sürgün edildiler. Gubaydulla oradan bundan sonra hiç geri gelmedi ve onun atalar toprağında gömmülmesine izin verilmedi.

Gubaydulla’nın Bulat adlı oğlu vardı. On altı yaşına geldi ve babasına ait olan tüm armağanlara sahip çıktı, binbaşı unvanına sahip oldu.

Onun Kazi oğlusu ise, o zamandaki Gasfort genel valinin kayırması ile Omsk’taki askeri liseyi kazanmıştı. Küçük karısından dünyaya gelen Valihan’ın torunu ve Cengizhan’ın oğlu Çokan tam o yılda bu liseyi bitirmişti. Sonradan Kazi genel valinin emri üzerine geçmişti. Kendi görevini doğru olarak yerine getiriyordu. Onun, Kara İrtış ırmağından geçerek Semiz-Nayman kuşağının topraklarını birleştirdiğini hizmette gösteren yararlıkları olarak görüldü.

Sırf bir bozkırda değil, bütün dünya genelinde han kuşağından gelen iki mirasçı varsa eğer, nasıl olsa da ikisi de kendilerini rahat hissetmezdi. Onların savaşı için ne Orta ne Küçük kuşak gerekiyordu. İkisi olduğu yeterliydi. Altı köyün sakinlerin oturduğu toprakta ne birincisi ne ikincisi sığıyordu. Birbirlerine olan şikayetlerden ve ihbarlarından dolayı genel vali (o zaman genel vali görevinde Dyugamel bulunuyordu) birbiriyle anlaşamayan akrabaları ayırt etmeye karar verdi. Kazi Valihanov’u Tobolsk’taki asker ordusuna gönderdi.

Tobolsk’tayken genç subay sadece Eseney’e kendi saygınlığını göstermek için değil, Kenesarı’nın düşmanını görmek için gelmişti. Eseney onun üç yıldır devam eden sinsi kandırmalarına kapılmadı ve yıkıcı baskınlarına gögüs verdi. Ve sonunda Kerey-uak’ların topraklarından Kenesarı’yı kovalamıştı.

Misafiri saygı ile karşıladılar. Kazi’nin genç olmasına rağmen Eseney onunla eşit olarak konuşuyordu, onun ricası ile geçmişi hatırlayarak sofra üzerinde kendi düşüncelerini anlatan genç subayın Kenesarı hakkındaki görüşleri kendi görüşleri ile çakıştığına seviniyordu. Ulpan da onu dinlemeyi istedi, ama Kazi kıza çok açık bakıyordu.

Bundan sonra onlar görüşmediler. Kazi öz topraklarında bulunmadı, Tobolsk’tan sonra Peterburg’a gitmişti, ve oralarda Milyutin adlı asker bakanının yardımı ile Muhafız birliklerin Kazak alayına gönderilmesini elde etti. Ve şimdi görev işleri ile gidiyordu.

 

Evde şeref misafirin bulunduğu zaman onunla birlikte gece geçirmek için köy genelindeki saygıdeğer adamlar davet edilir.

Ulpan de öyle yaptı. Üstelik, Kazi de insanlarla görüşmeyi kabul etti, ve kendisi söylediği gibi onların şarkılarını dinlemeyi ve onlar ile hayat hakkında konuşmayı istedi... Ancak konuşma çıkmadı. Kazi doğuştan gelen kendisinin övüngenliğinden kurtulamıyordu, o da subaylık mağrururundan geldi. Ve şarkılar – Ulpan’a en iyi şarkıcılar gelmişti, biraz alçak sesle çıkıyordu. Ellerinde dombrayı tutan adam her zaman hisseder ki, onu herkes yürekle ve hoşgörü ile dinler.

Hayır, Kazi onu dinledi galiba, ancak vernikli çizmelerin cayırtısı duyuluyordu, bunların hepsi ne zaman bitecek ve ne zaman herkes evlerine gidecek şeklindeki sahibin sabırsızlığı gösterilmiş gibiydi...

Dama oyununda uzman olanlar ile güç ölçüşmeyi istemedi. Oyuncular birbirleriyle oynuyorlardı ve Kazi’nin ev hanımı ile baş başa kalmak istediğini anladılar ve kendi aralarında gülüşüyorlardı.

Oyuncular böylece şaka ediyorlardı:

-          Ağabey, şimdi benim kölem sizin biyinizi yer!

-          Hey! Nasıl yapacak?..Hayır...

-          Yapmasın. Nasıl olsa da biy kendi yerinde sanki dolaşık atlar gibi dikilip duruyor, gidecek yeri yok. Bu biyin günü bitmişti!

Şakalar yeterli ölçüde çatal sözleri gibiydi, ama genç subay köy esprilerini hiç aldırmıyordu.

Belki de, onları duymamıştır, kendisinin düşünceleri ile müsaitti.

Çizmeler yine de sıkılarak gıcırtı yaptı... Kazi aniden yoldan dolayı yorulduğunu söyledi. Her yerde kürtün, dalga üzerinde gibi dalan küçük kızaklar bir de. Üstelik sekiz saat gidiyorlardı... Kökşetav’a kadar ise daha beş veya altı saat vardı...

-          Yemek hazır, - Ulpan seslendi.

Kazi yine de kendisinin terbiyesizliğini gösterdi. Soruyu uzattı: ‘Sonraki yolun kolay olması için evinizde daha bir gün kalmama müsaade etseniz!’

-          Tabi ki, dinlenin... – Ulpan saygılı konuştu. – Yarın misafirler köşküne taşınabilirsiniz, orada sizi kimse rahatsız etmeyecek.

Akşam yemeğinden sonra Ulpan misafiri odasına kadar uğurlamak için Abılkasım’ı gönderdi, sonra kendi odasına geçerek rahat ile nefes aldı. Boy aynası olarak adlandırılan ve İrbit’te satın aldığı üç parçalı aynanın önüne gelerek oturdu, ve soyunmaya başladı.

Ulpan’ın evine döneli uzun zaman geçmedi, evine döndüğü zaman Kazi Valihanov gelmişti. Musrep ağanın evinde üç gün kalmıştı. Doğum sancısı başladığı zaman Şınar haber verdi ve Ulpan Stap’tan Rus ebeyi çağırarak beraber koşa koşa gittiler. Beraber orada üç gün kaldılar. ‘Ay, öleceğim!’ – diye Şınar inliyordu. ‘Ölmeyeceksin! O zaman kadınların hepsi bundan dolayı ölecekti ve dünyada bir kadın bile kalmazdı!’

Şınar oğlu dünyaya getirdi... Ulpan eve yorgun argın döndü. Şınar’ın yanında bir gün kaldı, Musrep ağa iki gün onun eve gitmesine izin vermiyordu, soy sürdürmesi dolayısıyla bayram oluşturuldu. Nasıl olsa da, uyumak istemedi...Şınar için çok seviniyordu, ancak ağır bir hasret yüreğini sokuyordu. Eseney ile üç yıldır evlidir. Önceki nikahından Eseney’in bir kaç çocuğu vardı. Onlarda ne olacak acaba? Kendi rüyalarında memesi ile bebeği emzirmesini ne kadar çok görmüştü. Yüreğinin çok hızlı vurduğundan dolayı uyanır ve Eseney’i uyandırmamak için yastık üzerine hıngır hıngır ağlardı. Eseney kendisi de üzülürdü: ‘Hangi günahlarım için Allah beni çocuğu olmamaya mahkum etti? Ama ben homurdanmam, ben merhametini rica ediyorum. Benim dualarımı işitmese bile, sen benimle olduğuna şükrediyorum, benim eşim, benim oğlum, benim kızım, benim Aknar’ım, benim Eseney’im’.

Soyunarak, Ulpan ayna önünde daha biraz oturdu. Bu ne bir vücut! Kilo alsa keşke. İnsanlardan duyuyosun: ‘Aknar Hanım, Aknar Hanım. Ne Hanımı? Kızdır. Göbeği bile yok.’ Şişmanlamak için ne yapmak gerekir? Dameli bir günde üç veya iki kere et yemek ve on bardak kımız içmek gerektiğini söylüyor. Tamamen patlayabilirsin ki!

Bu kadar cılız olduğuna üzülüyorsa bile, hayatta olduğuna seviniyordu. Eğri ve şişman ayaklar üzerindeki büyük bir göbek denilen Aytolkun gibi olmak gerekirdi. Doğru, bütün yaz boyunca gölde yüzmek, kışın ise hamamda olmak gerekir. Hınzır kız Şınar onun gibi mevzun ve esnek bir kızdır. Oğlu dünyaya getirdi! Sahi mi? Tanrı Eseney’ye ve ona merhametle davranır mı acaba?

Elbette merhametle davranacağını düşünerek kendisini teselli etti, gece gömleğini giyerek yattı. Tobolsk, İrbit, Troitsk, Baglan gibi şehirlerdeyken Ulpan kadınların evde nasıl davranacağını ve nasıl giyindiklerini gözlüyordu ve sadece kazak giyisilerin satıldığı dükkanlara değil başka dükkanlara da girdi. Bozkır Kazak hanımlardan birisi olarak kendi evine de öyle düzen vermeye çalıştı.

Şınar’ın oğlu hakkında düşünerek Ulpan uyuyamayacağını düşündü, ancak uyudu.

 

Kazi uyumadı. Son istansyondan eve gece vaktinde gelmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesi Tlemis adlı tobolsk’taki arkadaşı ile Stap’ta görüştükten sonra ortaya çıktı. Tlemis Eseney’in işlerini uzun yıllardır yerine getiriyordu, ama pantolonunu aşağıya düşürerek babasının kırbaçlamasını ve annesinin sert bir biyin ayağında yalvardığını hiç unutamıyordu...Ancak Çerkez kanı ile karışık olan Kazak kanın istediği gibi intikam almaya onun gücü yetmediğini biliyordu!

Bir gerçek vardı, onun tek bir umudu vardı, o da, Ulpandır. Ulpan’dan dayanılmaz bir şekilde nefret ediyordu. Kim o? Kara kemik, kendisi gibi. Eseney üzerine nasıl bir iktidara sahip oldu! Siban’lar onu kendilerinin hanımı olarak düşünüyorlar, her bir kelimesine itaat ediyor, yaranmaya çalışırlar. Başkalara iyi davranıyor, Tlemis’i ise sevmiyor. Kadın işte... Eseney’e olan gerçek muamelesini hissediyor, ona güvenmiyor. Keşke...Birisine soksak onu, sonra tüm soylar ve kabile arasında onunla igili dedikoduları yaysak. Ancak böyle bir fırsatı yakalanmadı, Stap’ta Kazi Valihanov arkadaşı ile görüştü.

Oturdular, konuştular. Ulpan’ı hatırladılar ve genç subay Tobolsk çarşıda daha üç yıl önce Ulpan’ın nasıl bir izlenim bıraktığını gizlemeden anlattı. Tlemis o an anladı – düşündüğünü gerçekleştirecek! ‘Tobolsk? - diye tekrar sordu. – Bu üç sene önce idi, şimdi ise o daha güzeldir. Kocası ihtiyarladı. Çocukları bile yok. Senin gibi yakışıklı birisiyle görüştüğünde hemen sana sarılır...’

Böyle olacağına Kazi hiç şüphe duymadı. Üç at koşulu arabasının durduğu zaman o Ulpan’a bir çatı altında onunla beraber gecelemek istediğini işaret etti.

-          Ulpancığım!..

Ne kadar uyuduğunu Ulpan bilmedi ve hemen Kazi olduğunu anladı, Kazi fıslıyor... Eğer misafir, yani herkes uyuduktan sonra, evin bir kızına veya gelinine kendi ‘ellerini uzatıyorsa’, bununla hiç biri Kazak’ı şaşırtamazsın, bu da ‘uyandırmakmış’. Ve Ulan hiç şaşırmadı. Tobolsk’ta Kazi’ye bakması ve kendi avlusunda akşam vaktinde onun sözlerini dinlemesi yeterliydi.

-          A...a...Siz gidiyor musunuz? – seslendi. – Dameli apay! Lambayı yak, samoveri hazırla. Misafiri uğurlamak lazım.

Dameli apay yatağından kalktı, çıplak ayaklarına kebis koydu, uzun gömleğini giydi.

-          Şimdi, kızım, şimdi – Dameli apay yüksek sesle konuştu ve kibriti çaktı.

Kazi odanın kapısını kapatmadan içeriye girdi. Öfkesi topuklarına çıkmıştı! Nasıl? Gecelemeye izin verdi. Öbür gün de dinlenin dedi. Gece saatine kadar herkes ile birlikte sofrada oturuyordu. Ve şimdi: ‘A...a...Siz gidiyor musunuz?’ Bir de kadını uyandırmak için yüksek sesle söyledi. Böyle bir alçalmaya Kazi dayanamadı. Askeri acele ettirdi, atların koşturmasını emretti. ‘İntikam alacak bir gün de gelecek.’ – diye düşündü. Çayı beklemedi, Ulpan ile de vedalaşmadı.

Gece sükutunu bozarak avluya üç kurt köpeği girdiği zaman o kızaklarda oturuyordu. Dolunay vaktinde onlar gri olarak görünüyordu, cıdavlarında kırağı parlıyordu. Ayak patırtıları duyuldu, atlar ve at üstündekiler köşke eve bitişik toprak parçasına yaklaşıyorlardı. Eseney galiba...

-          Çekil! – Kazi adamı itti ve üç koşulu arabasını dörtnala koşturdu.

Kurt köpekleri Eseney’in geldiğini işaret ettiler, ve Ulpan acele ederek giyindi, onu karşılamaya dışarıya çıktı. At üstünden yorgun indi ve at dizginleri Kencetay’a attı.

-          Eve gelemeyeceğimi düşünüyordum, bir yerde donacağımı sanıyordum, - Eseney dedi. – Ancak hızlı yürüyen at ve güzel eşim bana güç kazandırırlar. Böylece denilir, değil mi?..İşte, Aknar, sırf bu beni ölümden kurtardı.

-          Ne saçmalıyorsun! Eğer bozkırlarda gezmediğinde Eseney yiğit olabilecek miydi? Bir de böyle denilir – soğuğu hissetmeyince, sıcaklığı de değerlendiremezsin. Haydi, içeriye girelim... – Ve onun sol eline sarıldı.

Odada Eseney’den kemerini, gömleğini ve kısa gocuğunu çıkardı ve Damile’ye verdi.

-          Otur, çizmelerini çikarayayım.

İçigi (milli ayakkabı) buz durumundaydı, ayakları biraz titriyordu. Eve girdiği zaman, onun sol eline sarıldığında Esene’yin kollarının titrediğini hissetmişti.

-          Şimdi hamama gireceksin, ve her şey gider, - Ulpan seslendi. – Dameli apay, Salbır’a söyle de , hamamı yaksın.

 

Eseney at sürüsünü Işım, Ubagan ve Tobol ırmaklarının su basan yerlerinde yerleştirdi ve sonradan bir kaç gün kurt ve tilki avına gitmek istedi.

Dün...

Akşama doğru hava soğudu, onlar geri dönmeye hazırlanıyordu, fakat köpekler kurtu buldular. Sonbahardan beri hava değişmeye başladı, kar yağdığında kar örtüssü üzerinde buz kabuğu meydana geldi. Tüm üç köpek kendi ayaklarını kestiler ve topallıyordu. Eseney, Kencetay ve Şondıgul peşinde koşmaya başladılar. Köpekler kurdun peşinde yetişmiyorlardı, ama korkmaz ve hızlı koşan Bayşubar adlı Eseney’in atı kurdu yakaladı. Eseney vurmak için silahını çıkardı, o an kurt göle doğru atladı, Bayşubar kurdun peşinde, yine de onun peşindeler... Eseney ne olduğunu anlamadı...Sonradan o at ile beraber gölün girdabına düştüğünü anladı. Soğuk su onu deldi, ve kımıldayamıyordu. Atı ise buzu kırarak bir yandan ikinci yana dört döndü ama sudan bir türlü çıkamadı.

Bu arada Şondıgul ve Kencetay geldi. Eseney göğüsüne kadar sudaydı. Onlar Eseney’ye yardım etmek için koştular. ‘Önce atı alın!’ – söylemeye yetişti. Şondıgul uzun ve sepilenmemiş halat ile atı kendisine doğru çekti, at kıyıya çıktı. Şondıgul’a ‘tue-paluan’ boşuna söylenmiyor, yani ‘paluan’ yarışmalarda her zaman birinciliği elde eden anlamına gelir. Sonradan halatı Eseney’e attılar. Onun bir çizmesi ayağında, diğeri ise üzengideydi.

Güneş batmak üzere. Böyle bir ayaz zamanında, üstelik evinden uzak olduğu zaman, Eseney’in pantolonunu ve çamaşırlarını çabucak değiştirmek gerekiyordu. Ve beklemeden yola çıktılar. Onlara ava katılmayanlar insanlar da dahil oldular. Yolda gelirken hiç bir köyü ve hiç bir çoban durağını görmediler. Ancak gece vaktinde at çobanının alacığına geldiler. Eseney tüm giyisilerini değiştirdi, onlar sıcak çayı içmeye oturdukları zaman dışarıdan hoşnutsuz haykırıklar duyuldu:

‘Hey! Sahibin izni olmadan alacağa nasıl bir köpekler girdi?!’

Şondıgul kalktı ve dışarıya çıktı, bir şey söyledi ve at üstündeki adam hemen yüz çevirerek uzaklaştı, at nallarının tıkırtısı duyuldu.

Şondıgul döndü.

‘Kimin alacağıymış?’ – Eseney sordu.

‘Kocık’ın’.

‘Kocık’ın?!’

‘Onun...’

‘Kim geldi? Kendisi mi?’

‘Hayır, onun bir adamı’.

‘Biz burada kalmayacağız. Yiğitler, gidiyoruz. Kocık’ın alacağında bir damla su içmek, günahtır. Kendinizle ne varsa onu yiyin şimdilik.’

İşte uzun yıllardır Kenesarı’nın en güvenilir adamı olan Kocık’ı yakalayamıyor, Kırgızlar ile savaşırken onun ölümünden sonra bu topraklarda, kuzeyde, yerleşmişti. Kocık ve onunla birlikte onun haydutları tüm bozkırlarda acele acele koşuşuyorlardı. Soygunculuk yapıyordu. Gündüz başka sürüdeki atları sürüp götürerek kendi at sürüsüne ekliyordu. Sonradan atların sahipleri her şeyi öürendikten sonra atları geri vermesini talep ettiler. Kocık ise gülerek böylece cevap verdi: ‘Bunlar, Eseney’in sürüsü. Kahramansanız eğer, gelin, almaya çalışın’.

Eseney bunları çok duymuştu. ‘Benim can düşmanım vardır, - derdi o. – Kocık benim ellerime bir düşse...’ Sonra Kocık’ın İmanalı’nın evinde kaldığını ve gecelediğini duyunca, öz kardeşini evinden kovdu, bundan sonra onu kendisine hiç yaklaştırmadı. ‘Bu İmanalı, gücü olursa eğer, hiç bir şey üzerine durmazdı’ – tanımadık birisi hakkında söz edildiği gibi Eseney başını sallıyordu.

Peline düştükten sonra Eseney yoldayken bir geceyi geçirmişti, bir gün ve bir gece daha. Onun vücudu titrer olmuştur, ve ısınmak için Bayşubar’ı dörtnala koşturdu, ama titremesini hiç geçmedi.

Eseney’in ‘Rus izbesinde’ yaşamaya alıştığı gibi ‘Rus hamamına’ da alışkındı. Hatta böylecce şaka ediyordu: ‘Keşke her namazı okuyana kadar abdest almak yerine, Kazaklar hamama gitseydi. Doksan dokuz hastalıklardan kurtulurdu!’

Gitmeden önce Ulpan’a şööylece dedi:

-          Aknar, sen yat... Güneşin yüksek kalkmayınca ben geri dönmem. Yeterli ölçüde ısınmayı istiyorum.

Eseney hamamda ta öğlene kadar oturdu. Ona kımız ve yemekleri götürüyorlardı. Donan kemikleri ısındığında kollarının ve ayaklarının titremesinin geçeceğini ümit ediyordu. Bundan dolayı Şondıgul huş süpürge ile kamçıladı, Eseney’i terletti. Titremesi ise hiç geçmedi.

Evde yattığında başını kurt kürkü ile örtündü.

-          Aknar, kendim kalkmayınca beni uyandırma.

Ertesi gün öğlene yakın uyandı. Sanki cansız adam gibi saçları ve sakalı karışık durumundaydı. Yüzü, seksen yaşındaki ihtiyarın yüzü gibiydi, buruşuklu terisi çenesine kadar düşmüştü. O yirmi yaşa ihtiyarlanmış. Önceden onun yüzü sert görünüyordu, ama dikkatlice bakıldığında gerçek bir yiğidin yüzü gibi kararlı ve cesur olarak görünüyordu. Ulpan’a baktığında yüzü yumuşak oluverirdi.

Ulpan tüm gece boyunca onun yanındaydı, fakat Eseney başını örterek uyuyordu, şimdi ise Ulpan çok korktu – acı ile gülerek ona tanımadık bir ihtiyar baktı. Başka birisi olursa ağlardı. Ulpan güleryüzüyle sesini çıkardı:

-          Aslanım benim, rahat uyudun...Tam bir gün uyudun, ama sıkılsam bile seni uyandırmadım. Çok yorulmuşsun, sen ya! Kalk, giyin. Saçalrın, sakalın büyümüş! Kencetay’ı çağırayayım mı?

-          Çağır...Sen ise git, giyinmem lazım. – Önceden Ulpan’ın yanında olamsından utanmıyordu. – Bak, nasıl bir adamı elde ettin. – söylerdi ona. – başı, işte kazandır, burada her hangi bir şeyleri pişiriverirsin. Vücut ise, kara ve güçsüz üstelik, beyaz lekeli. Parmaklar, değnektir...’ Ama Ulpan itiraz ederek: ‘Ne saçmalıyorsun! Aslanım benim, Tanrı’ya küsmemim hiç gerek yok!’ O gerçekten Eseney’i övüyordu, ve gerçekten onunla övünüyordu.

Kencetay onu tıraş etti, sakalını ve bıyığını düzgün hale getirdi, ama onun yüzündeki buruşuklar ve kırışıkları daha da iyi göründü. Sofradayken Ulpan onu canlandırmaya çalıştı:

-          Ha, bak! Yine genç olmuşsun!

Eseney hiçbir şey söylemedi, hatta gülmedi bile. Ulpan konuşmayı başka konuya çevirdi:

-          Aslanım benim, sen uyudun de uyudun, ben de senden müjdeli haber için hiçbir şey isteyemedim. Şınarımız oğul doğurdu.

-          He, Musrep daha gençtir, çocuktur...

-          Senden kaç yaş küçük! Müjdeli haber için hiçbir şey vermeyecek misin?

-          Neyi beğendiysen onu al, Aknar...

-          Sen çabucak iyileşirsen, işte bunu beğeneceğim! Başka hiçbir şey istemiyorum! Senin gibi erkek için bunu yapmak bu kadar zor mu? Ayaz zamanı ile ilk kez mi karşılaşıyorsun?

-          Ben gitmeyeceğim, sen ise Şınar’a oğluna çok yaşamasını ve mutluluğu dilediğimi söyle. Ve kendisine de aynısını temenni ediyorum. Neden Musrep gelmedi? Benim döndüğümü bilmiyor mu?

-          Dün akşam gelmişti. Ama sen uyuyordun.

-          Çağır onu, Aknar. Şınar’ın doğumundan dolayı benimle beraber gitmeyi istemedi. Ben ise onu çok aradım! Evet, bunu sormadım – biz geldiğimizde üç koşuklu at arabasında olan kimdi?

-          Genç bir adam, adı Kazi. Hatırladın mı? Tobolsk’ta seninle görüşmeye gelmişti. Şimdi ise senin evde olmadığını biliyormuş ve bir iki gün evimizde konuk olmayı istedi.

-          O zaman neden gece vaktinde gitti? Sen onu güzelce ağırlamadın mı?

-          Bilmiyorum... Misafirler köşkü hazır durumda değildi ve onu kendi evimizde yerleştirdim. Misafirleri davet ettim. İkram ettim. Kendim de onlar ile beraber oturdum. Meğer, genç adama böyle bir şeref gerekli değilmiş.

Eseney başka hiçbir şey sormadı. Ve Ulpan tüm ayrıntıları anlatmadı.

Şınar’ın doğumu ile ilgili haber ağır bir topuk gibi boğan düşünce yumağını meydana getirdi. Eseney erkek olmayı kesmedi, Ulpan ise, daha çiçek gibiydi. Neden? Neden göçebe çadırı içinde sanki kendisinin dünyaya gelmesi ile ilgili haber verdiği gibi, yeni doğan bebeğinin ağlayışı duyulmuyor? Tanrı’yı ne ile üzdüler? Eseney üzülüyordu. Nuralı köyün bilgin adamlarının bedduaları hayatının son gününne kadar onu takip edecek mi? Ulpan ise, göçebe çadırları arasında koşan kulunlara, deve köçepilerine, kuzulara ve keçilere bakarak ağlamasını artık hiç gizleyemiyordu... Eseney ihtiyarlamışsa ne oldu ki, Ulpan ise gençtir.

Ulpan Şınar’ın mutluluğuna yürekten sevindi, yanından hiçbir yere çekilmedi, Stap’tan deneyimli ebeyi çağırmıştı. Ulpan kendisi bebeğinin göbek bağını kesmişti ve böylece bebek için göbek bağı annesi olmuştur. ‘Kuzucuğum benim...’ – Şınar’dan önce kundak ile örtülen bebeği kucakladı. Yorgun, mutlu ve kuşku dolu bakış ile bakan Şınar’a döndü. ‘Sen ise yat! Bize oğul doğurdun! Senden yeterli! Övünme! Kıskanma onu!’ – Ulpan bu arada dayanamadı ve hüngür hüngür ağladı. Şınar’ın gözleri de gözyaşları ile doluydu. Keşke böylece söyleseydi: ‘Ben ne yapabilirim, zavallım benim... Senin benden önce çocuk doğurmanı hayal ediyordum, oğul doğurmanı. Biliyorsun, benden başka sana yürğinden mutluluğu kimse dilemez! Hatta ben Musrep’i de sana kıskanmazdım! Ama ümidini yitirme, yitirme, yitirme...’ Ancak, birbirlerini anlamak için sözler gerekmezdi. Ve Şınar Ulpan’ın gitmesinden önce şöylece dedi: ‘Kendine iyi bak! Sen de oğul doğuracaksın, o zaman gelecek, ve ben de senin ellerinden alacağım ve senden önce kendim emzireceğim!’

Eseney iyileşmedi. Bütün hayatı boyunca çiçek hastalığı hariç hiç hastalanmamıştı. Şimdi ise onunla ne oldu? Titremesi hiç geçmedi. Ağzında tükürüğü bol bol, ve ağzından köpükler geliyordu. Gerçi, o defalarca yaralandı, Artıkbay gibi her şey bırakıverse... Daha beter olsaydı eğer? Aknar ile ne olacak? Şariyat’a uygun olarak ve bozkırların geleneklerine göre, bu geleneklere lanet olsun, çocuk doğurmayan kadın kendi evinin hanımı değildir. Üstelik, çocuğu olmayan dul, eğer büyüğü öldüyse küçük kardeşinin eşi olur, küçük kardeşi öldüyse eğer, büyük kardeşinin eşi olurdu. Bunları düşününce İmanalı’nın yüzünü göz önüne getirdi, ve sanki buzlu sunun girdabına yeniden girmiş gibi onu bir titremedir aldı.

Geçen gece vaktinde uyanınca kendisinin yanında hareketsiz ve sessiz Ulpan’ı gördü. Ona ellerini uzatmayı istedi, ama eli titriyordu ve uzatamadı. Böylece kendisinin çaresiz ve çözümlenemez düşünceleri ile gözlerini kapatarak yatmaya devam etti. Şimdi ise sofradayken, Ulpan onu canlandırmaya gayret ediyor, neşeli olarak görünmeye çalışıyor. Kendisi ise, Ulpan’ı ne ile canlandırabilir?

Çaydan sonra Eseney ona sordu:

-          Aknar...Bana başka odada yatağı sersinler, söyle. O odaya senden başka kimse girmesin. Tek Salbır gün ve gece için kalsın... Fakat üstünü değiştirsin, adama benzer olsun.

-          Eseke, doktoru çağıralım mı?

-          Gerekli mi? O zaman çağır. Fakat hekimleri ve her hangi büyücüleri çağırma, yaklaşmasınlar bile!

O geceyi onlar ayrı odalarda geçirdiler. Sanki onun kulağına durmadan birisi şöylece fısıldıyordu: ‘Eseney, sen artık ihtiyarladın, Ulpan’a ise bebek gereklidir... Eseney sen artık ihtiyarladın... Eseney...sen...’

Ayrı odalardaydı, ama aynı şeyleri düşünüyorlardı. Hayır, sırf Şınar ile Musrep’in çocuğunun dünyaya gelmesi onu düşüncelere kaplamadı. Bundan önce de Ulpan’ı bir şey rahatsız ediyordu. Önce buna hiç aldırmıyordu – böyle olabilir... Belki...O inanmak istedi, ama korktu. Sanki üç yıldır eyerden düşmemiş gibi kuşkularından çok yorulmuştu. Ulpan uyudu.

Ve sıcak köle üzerinde pişen ekmeğin tadını kendi ağzında hissetmişti. Dişlerinin arasında kıtırdayan ekmeğin sıcak parçasını tatmıştı... Şınar’ın evine geldiği zaman yien ekmekti.

Yatağından fırladı, gece gömleği ile, yalınayak Eseney’in odasına koştu, Salbır’ın eve gitmesini söyledi, ve onun gitmesini sabırla bekleyerek gece için bırakılan lambayı söndürdü. Eseney’e söylemek için ona karanlık gerekiyordu.

-          Kalk, Eseney, kalk... – onun yatağı üzerinde dizlerini çökerek oturdu, onu çekip durdu, öptü. – Numara yapma! İki gündür numara yaptın! Yeter!

-          Ne oluyor?

-          Canım çekiyor, Eseney, canım çekiyor!

Böyle bir kelime ortaya çıktığında, kadının canı bir şeye canı çok istediğinde, ölecek kadar gibi durumundaysa eğer, büyük arzusu gerçekleşmediğinde, yeni bir can, yeni hayatın belirtileri ortaya çıktı demektir.

-          Evet, evet...

-          Tekrarla... – Karanlıkta onun sesi az duyuldu.

-          Uyandım...Ağzımdan tüpürükler bile aktı...

-          Benim tek hayalim gerçekleşti! – Artık kararlı ve yüksek sesle söyledi. – Eseney rahatla vefat edebilir.

Ulpan başını onun göğüsüne koydu, Eseney ise artık titremeyen elleri ile Ulpan’ın başınınkaldırdı.

-          Bu ne demek? Bu ne demek? Yüz yaşına gelmezsen sen nasıl bie Eseneysin?

-          Bekle...Aknar, neyi istiyorsun, söyle? Deve dikenlerini istemiyorsun, değil mi? Pelini mi yoksa?

-          Tabi ki, hayır...Ben beyaz deve değilim, kara keçi de değilim. Ben ekmeği istiyorum! Şınar’ın annesi onu köle üzerinde pişirir. Hatırladın mı? Ben oralarda yemiştim. Ve yine de yiyeceğim, yiyeceğim, yiyeceğim!

Eseney kalktı. Ulpan’ın yanında olmasından hiç utanmadan giyindi. Derin kış şafak sökmesinden önce Kecetay’ı uyandırdı ve Musrep’e yolladı.

-          Köle üzerine hemen ekmeğin pişirilmesini söyle...Ulpan gidecek onlara.

Ulpan onun emirlerini duydu.

-          Şunu da söyle, ekmeğin üzerindeki köleyi temizlemsinler, - şahsından ekledi. – geçen yılkı gibi tuzlu yağı eklesinler. Bir de sıcak olsun!

Kencetay beklenmedik görevi yerine getirmek için yola çıktı. Eseney:

-          Eğer kız olursa, onun senin gibi olacağını istiyorum...Eğer oğul olursa, belki de bana benzeyecek...

-          Hayır, hayır! Oğul! Şınar’a gidebilir miyim? İzin veriyor musun?

Abılkasım avluda atları hazırlıyordu.

 

Şınar onu soru ile karşıladı:

-          Geldin mi?

-          Geldim.

-          A-a...Canın çektiğini anladın mı? Kölemizdeki ekmeği istiyormuşsun. Senin de sıran gelecek diye söyledim ya sana! Sen ise inanmadın, ağladın!

-          Ben ondan daha çok gözyaşlarımı fökeceğim! Ne istediğini bana söyleyebilirsin. Ama evinde öleceğimi istemiyorsan, çabucak bana ekmeği getir!

Misafirler odasına gitmedi, sahiplarin yaşadığı odada kaldı, Şınar tek başına yatıyordu.

Nauşa ekmeği getirdi, daha sıcak olanı, ve sanki uzaklarda aç kalan insanlar gibi Ulpan ekmeği onu acele ederek ekmeği tuzlu tereyağa batırarak yemeye başladı. Ekmek akmaya başladı ve onun yuvarlak çenesi parlıyordu. Ulpan’a ekmek değil, köle ve tuza ihtiyaç duyuyordu. Sofraya dökülen köle parçalarını eline toplayarak hemen ağzına atıyordu: ‘Mmmmm....’

-          Sen ekmeği öyle bir cimrilikle yiyiyorsun ki...Sadece bir çocuğu doğurmazsın...iki çocuğu dünyaya getireceksin! – Şınar güldü.

-          Ben korktum! Beyaz devenin yavrusu benden önce doğuracak diye korktum. O şimdi üç yaşında, kuyruğunu sallamay başlıyor! Şınar, canın çektiğinde neyi istedin?

-          Hiçbir şeyi, saçma bir şey!

-          Hayır, hadi söyle!

-          Ben durmadan devenin cıdavındaki yelesini çiğnemeyi istedim.

-          Oğlunun neden bu kadar büyük başı oladuğu artık bellidir! Burguya gitmiş, meğer. Havlunu ver! Sıcak...

-          Arkanda temiz havlu var. Kendin al.

-          Hayır, ben ellerim ile hareket etmek bile istemiyorum. At bana...Şınar yataktan daha kalkmadı, ebe kadın izin vermedi, bir hafta beklemesini söyledi. Başına saten ve sarı başörtüsünü takmış. Ulpan ona bakarak, tanıdık ve yakın bir yüzde yeni bir şeyleri gözledi. Rahatlık...Dünyada bütün hayalleri gerçekleşen başka hiçbir kadının olmadığı hakkındaki bilinci, ümitleri gerçekleşti. Şınar daha da güzel olmuş! Ama hiçbir şey değil, Ulpan’ı da aynı şey bekliyor, o gün de uzak değildir.

Bebek uyuyordu, sanki kendisinin isteği ile kapıları açarak bu rahatsız dünyaya gelmişti, ancak bu dünya süt ile bol olan anne memeği ve yumuşak yatağı ile sınırlıydı. Şınar oğlunu övüyordu – oğlunu uyandırmaya gerek yoktu, hatta rüyasında bile emiyordu.

-          Göbek bağı annesi, zavallı, oburmuş, - ekledi, - sana benzeyecek diye düşünüyorum.

Göbek bağı annesi ise, pişen ekmeği bitirerek itiraz etti:

-          Rahat rahat yatsaydın! Ekmek lokmasını mı esirgiyorsun?

-          Esirgemiyorum, ama korkuyorum, bol mahsus yılında bütün köyün mahsusunu bitireceksin.

Gauhar ve Biken adlı iki kız, şınar’ın doğurmasından sonra Musrep’in evinde yaşıyorlardı, çok iyi şarkı söylüyorlardı. Onların yardımı olmadan bunca misafirleri ağırlamak zor gelecekti. Şimdi de onlar çay hazırdılar ve Ulpan’ı çağırmaya geldiler, ama kapıda Eseney’in sesi duyuldu:

-          Bu Musrep’in evi, değil mi? Övüngen! Her hanın böyle bir sarayı olmaz derdin!

-          Elbette, hanın sarayı böyle değil! – Ulpan seslendi. – Haydi, buraya gel! Buraya!

Ulpan gittikten sonra Eseney onun sanki bütün mutluluğunu ona bir payını bile bırakmadan kendisi ile alıp gittiğini düşündü. Kendisini çok iyi hissediyordu, Şınar üç gün önce doğum yapmıştı ve bundan sonra kutlamaları geciktirmemek lazımdı. Eseney evde oturamadı, ve boyun eğerek, Musrep’in evine ayak bastı.

Böyle bir evler horcun olarak adlandırılıyordu, ve gerçekten de iki taraflıydı. Mutfak odası içerisinde olan hol birbirine karşı kurulan iki odayı ayırt ederdi ve Eseney o odaya girince yarı karanlığa gözlerinin alışması için biraz beklemesi gerekiyordu.

-          Buraya... – diye Ulpan onu yine çağırdı.

Daha da eğilerek dar bir girişten girdi. İlk önce Şınar’ın örtündüğü battaniyeye pahalı bir gömleği attı. Düzelenmedi, yoksa başını tavana vururdu.

-          Senin gömleğin, Şınarcığım... Sen bana bebeği göster... Aknar biraz cimri olmaya başladı. Bu güne kadar geleneğimize uygun olarak kumaş parçasını bile sana vermemiştir...

-          Eseney, ben bu evden bütün külleri çıkarıyorum, odunlatı da üzerimde taşıyorum. Ama bügüne kadar bana hiçbir şey ödemediler! Senin sevdiğin insanın yatakta yatıoyr, eliyle hareket etmeye üşeniyor!

Eseney gelince şınar başını kaldırmaya ve oturmaya gayret etti, ama Eseney izin vermedi:

-          Yat, yat, canım... Doktorun söylediği gibi...

-          İşte! – Ulpan sözünü devam etti. – Benim emeklerim için bana zarzor geçindiriyorlar. Kendileri ise böyle bir ekmeği ağzına bile almazlar!

-          Biy ağa! - Şınar aklanmaya başladı. – Kendisi gelip, kül ile olan ekmeği istedi. Yiyip bitirdi ve şimdi kavgayı çıkarmak istiyor. Bir de nasıl bir tembel ya! Havulu almak için bile elini uzatmadı.

-          Ben çocuğunun göbek bağını kesmiştim ve bunun için bana hiçbir şey varmediler!

Eseney itiraz etti:

-          Musrep’in ne kadar cömert insan olduğunu anlatan sen değil miydin? Kendi malını esirgemez diye söyleyen sen değil miydin?

-          O öyledir, karısı ise çok cimrii evde elebaşılık yapıyor.

-          Hey! Ben daha öyle bir kadını tanıyorum, o da elebaşılık yapıyor. Ona da ben başarılar dilemek istiyorum. Ben ise zenginlikten, cömertlikten ve cimrilikten kurtulduğuma sırf seviniyorum. Boşuna şöyle hiç söylenmiyor: iyi bir kadın kötü kocasını bile insan yapar.

-          Yine mi Şınar’ı övüyorsun? O kesinlikle kötüleşir, zaten evde azametli bir tavır takınıyor...

Eseney oturdu ve nihayet düzelendi.

-          Ya evin sahibi nerede? – diye sordu.

-          İşte onun karısı, bu kadın, onun şeker ve çay almak için köye gittiğini söyledi. Çoktan gittiğini söyledi ve şimdi gelecek.

-          Nasıl yani? Üç günlük yedek yemeği yetmedi mi?

-          Belki de fazla kalmıştır? Çay içmeye çağırdılar galiba – gidelim mi?

Gauhar’dan çayı uzatmasını rica eden Biken samoverin yanında oturup çayları dolduruyordu ve Eseney ile Ulpan bardaklardan çaylarını tam içecekti kapıdan ozanlar, şarkıcılar, dombracılar Musrep’i çocuğun dünyaya gelmesi dolayısıyla kutlamaya girdiler.

-          Musrep!

Dün bize haber verdiler, ve şimdi seni övmek için biz buradayız. Bu bayram on gece ve on gün sürecektir! Mutluluğun ile bizimle paylaş!

Sibanlar’da iki kız var, onların adları Gauhar ve Biken’dir.

Eğer onlar yanındaysa, bülbülün hiç gerek yok! Kendi şarkıları ile onlar erkekleri esir düşürüyorlar. Bayram on gün ve on gece sürücek, şarkının neşeli havası durmayacak...

 

Mustafa bu kızları şarkı yarışmasına çağırmak istedi ve kızların cevap vermek istemediğini görünce hatta ısrar etmeye başladı. Ama Eseney’e yaşlı bir adam hitap etti:

-          Selam aleykum, Eseney ağa, - şeref misafire dikkatlerini çekmek için ve şarkıcıların kendilerini o kadar serbest hissetmemeleri amacıyla yüksek sesle söyledi.

-          Buyrun, geçin, - Eseney yerini vererek söyledi. – Hanın evinde olsun, fakirin evinde olsun, sizler her zaman hoş karşılanan misafirlersinizdir.

Elbette... Çünkü Musrep’in evine milli destanları ve hikayeleri söyleyen ünlü ozanlar, şarkıcılar gelmişti. Onların arasında şarke adlı bir ozan vardı. Togcan adlı kör ozan, Niyazseri ve Sapargalı adlı ozanlar vardı. Onlarla beraber daha meşhur olmayan üç genç ozan vardı. Hem gençler, hem de yaşlılar ünlülerin ünlüsüne ve muhterem adama, Segizseriye derin saygıyı duyuyorlardı. Onun tanıdıkları, çocukluüundan beri ta yaşlayıncaya kadar tüm hayatı boyunca başından geçirdiği mutluluğu ve acıları tanıyabildiği ‘Kozı-Korpeş ve Bayan-Sulu’, ‘Kız-Cibek’, ondan sonra ‘Er-Tagın’ gibi destanları hep onun söylediğini anlatıyorlardı. Segizseri’nin bu destanları kendisi mi uyduruyor, belli değildir, ama ‘Kargaş’, ‘Gauhar-Tas’, ‘Aıken-ay’ gibi şarkılar ona ait olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu şarkılar da tüm hayatı boyunca insana eşlik ediyor.

Orenburg’dan Omsk’a kadar bütün bozkırlarda ‘Bircan-sala’, ‘Paluan-Şolaka’, ‘Ahana-Seri’ gibi yeni şarkılar ortaya çıksa bile eski şarkılar hiç unutulmadı.

Eseney ozanlarla köy hayatı hakkında rahat konuşuyordu, şakalaşıyorlardı, ondan sonra kendi evinde onları ağırlamak istediğini söyledi ve davet etti.

Ulpan çok sevindi – Eseney iyileşti, Musrep’in evine kendisi geldi, mutlu ve canlandı. Tanrı onlara öyle bir kabiliyet vermiş ki, kendi gerçek düşüncelerini ve duygularını güzel bir melodilerle eşlik edebilen ozanlar onların evinde de şeref misafirler olarak ağırlanacak.

Şınar kalkmadı, Biken ve Gauhar daha gençti ve bu yüzden Ulpan ev hanımı görevi üstlendi.

Erkekler birbirleriyle konuştuğu zaman Şınar’a geldi:

-          Dinle, tembelim, mutfakta neyi bulacağım, kazana koymamız lazım.

-          Git de, adamlarımıza söyle... Kendin her şeyi kontrol et. Eğer işe yaramaz olursan, eğer ozanlardan bir espriyi bile duyarsam, canını alacağım!

-          Misafirleri senden başka kimse ağırlamaz mı yani?

Mutfakta Canişa kaynayan yağnın içinde boorsoklaru pişiriyordu, şınar’ın annesi ise buğdayı değirmen taşı ile kırıyordu.

-          Vay, anne! Ver, ben kırayayım, sen ise pişirmeye başla. Ozanlar ve şarkıcılar geldi.

-          Hey, Aknarcığım, biliyor musun... Ben... Misafirler için hiçbir şeyi esirgemeyiz. Ağabeyin de markete, köye gitmişti, boş boş gelmeyecek ki...

-          Öyleyse, ben kendim için de bir ekmek yapayayım, - diye Ulpan kararsız söyledi ve değirmen taşını çevirmeye başladı.

Böylece akşam yemeği hazır olana kadar onlarla beraber mutfakta kaldı.

Çaydan sonra misafirler odasında teller seslenmeye başladı – ozanlar dombralarını ayarladılar.

Şarke-sal önceden tanıyan Eseney’i bugün ilk kez görmüştü, onun sertliği, somurtluğu ve şarkılara, dombraya olan nefreti nereye gitti?.. Herkele eşit olarak oturuyor, ve Şarke-sal içinde ne varsa onu söylemeye başladı:

-          Ozan sana selam söylüyor, onun selamı ise cömert bir adımı! O, Eseney!.. ilkbahar buzları eritir, ilkbaharın adı ise, Aknar’dır. Pulat kılıcı bükübildi, büktü ama kırmadı... Şarke öyle söyledi ve sözlerini geri almaz!

Cevap vermek gerekiyordu:

-          Sizin yengeniz sağlık ve iyilikte! – Eseney güldü. – Kendiniz gördünüz. Şimdi ise o sobayı yakıyor, bu evin külesini çıkarıyor. – Ulpan’a ilkbahar dediği için Şarke’ye hiç sinirlenmedi. Onun çindeki buz gerçekten eridi, Ulpan’ın güzel ve güçlü elleri pulat kılıcı bükebildiler...

Ama Şarke-sal sözünü daha bitirmedi:

-          Yengemiz hakkında kim duymamış ki?..Onun güzelliği ve merhametli iç dünyasını kim duymamış ki? Allah kendisi onu bize verdi...

Eseney yine de seslendi:

-          Senin sözlerinden gerçekten de hiçbirisini geri aldıramazsın. Sözlerin hepsi, gerçektir. Çok sayıdaki Sibanlar’ın ölümü için suçluyum. Şimdi ise onların her birisinin kendi barınağı, malı vardır ve emekleri için para alıyorlar...Ulpan’ı hoş ve iyi sözlerle ansınlar!

Ozanlar Şınar’ı kutlamak için Eseney’in izin vermesini rica ettiler. Ozanların hepsi Musrep’in arkadaşlarıydı ve evinde defalarca geliyorlardı ve Şınar onlar için yabancı kişi değildi. Şınar’ın odasında kör adam Togcan’ın elleri tellere dokundu:

-          Sibanlar’ın iki hanımı güneş ve ay gibi, Aknar ve Şınar... Nasıl bir renkli çiçekler! Şınar, senin güzelliğini duymuştum, kaderin isteğine göre Musrep’in mutluluğu olmuşsun. Ve sizin oğlunuz kervanların yolu ile rahtla ve acı duymadan geçsin.

Şınar utanarak:

-          Togcan ağa...Dilekleriniz gerçek olsun! – dedi. – Battaniyenin üzerinde bir gömler var. O gmleği ben kendim üzerinize koyardım ama ben kalkamam. Kendiniz alın...

Şınar Eseney tarafından hediye edilen gömleği ona doğru çekti ve Togcan Şınar’ın sesini duyarak yaklaştı, elle yoklayarak gömleği aldı ve üzerine attı.

-          Şimdi ben Siban soyundan değil, Atıgay soyundan geldiğime çok pişman duyuyorum... Akrabalarınız misafirlere her zaman bir bardak kımız içtitirirler diye söyleniyor ya!

Yaşlı ve kör ozan belki de başından zor günleri geçirmişti, sesinde her hangi bir acı vardı, sesi çok kederliydi, ama kendisi hakkında anlatmaya devam etmedi ve Şınar’a hitap etti:

-          Şınarcığım, eski ve cılız bir ata kimse ipek çulu takmaz demek istiyorum. Bana büyük bir saygı gösterdin, gömlek verdin. Sana saygı duyduğum için hediyeni kabul ettim. Ama sen kendin giy. – Ve gömleği battaniyenin üzerine koydu.

Musrep eve dondüğü zaman Togcan ağa ‘Kız-Cibek’i, onun sevgisi, acıları, dayanması ve bağlılığı hakkında söylüyordu... Musrep herkese selam söyledi ve:

-          Devam et, Togcan, devam et, bana bakma. – dedi ve Şınar’a gitmek için acele etti.

Şınar merak ederek ona sordu:

-          Sen bir şey getirdin mi? Ozanlar toplandı...

-          Sen merak etme, ailemin muhterem annesi! Onların evimizin önünden geçmeyeceklerini biliyordum. Her şey var... Ve ozanlar, şanslı adamlardır, biliyorsun.

Misafirlere Musrep büyük iki bıcak ile döndü.

-          Açlıktan dolayı ölmek iitemiyorsunuzdur?

-          İstemiyoruz...

-          Aranızdan iki adam çıksın, Asrep avluda bekliiyor. Bıcakları da alın.

Cibek adlı kız hakkındaki destanı Kereev topraklarında herkes Segizseri’nin söylediği gibi söylüyor; Mustafa Segizseri’nin oğluydu, o her zaman babasının yanındaydı, ona eşlik ederdi, ve şimdi de Togcan’ın ricası ile net olmayan noktalar üzerinde duruyordu. Bıcağı aldı ve dışarıya çıktı. Toogcan ise onun gelene kadar sustu.

Eseney iaka yapmaya başladı:

-          Musrep... Gelen misafirler sofraya tam oturacaktı sen ise onları avluya götürüyorsun. Hatta çocuğuna bile iyi dileklerini söylemedin.

-          Ben bu çocuktan çok hoşlanmadım...

-          Neden?

-          Başı, kazandır! Sana benzemeyecek mi? Şınar ile boşuna arkadaş değilsin, ha! Ulpan galiba haklıdır.

-          İşte atıyorsun!

-          Hayır, doğru söylüyorum. Başka işlerim yok! Ne işleri! Sürüm yok, kış geçtikten sonra ben hiçbir şeyle ilgilenmem.

-          Siz böyle insan ie nasıl arkadaş oldunuz? Bana bunu söyleyin! – ozanların desteklenmesini isteyerek onlara soru sordu.

Ama ozanlar birbirine yakın olan kardeşlerin şakalarını duymak istemediler ve konuşmalarına müdahele etmediler.

-          Sen beni kutluyor musun? – Musrep sordu.

-          Neyse, oğlunun başı ise, akıllı olsun. Yakınlarının saygısı ile uzaktaki insanların hürmeti ile yararlansın. Küçük bir kavgaları ve çatışmaları aramasın, tersine güzel şarkıları dinlesin, Segizseri gibi şarkı yazsın. Allahuekber! – Eseney başını eğerek elini yüzünde gezdirdi.

-          Dileklerin gerçekleşsin! – Musrep duygulanarak söyledi. – İnşallah, Aknar’ın sekiz ay sonra sana benzeyen oğlu dünyaya getirecek.

Ulpan’ın hamile olduğunu duyunca ozanlar yüksek sesle kendi dileklerini temenni ettiler, Eseney’in bayramına geleceklerini söylediler.

Aerep’e yardım eden Mustafa misafirler odasına döndü ve Togcan eline dombrayı alarak ‘Kız-Cibek’i söylemeye devam etti. Sonuna kadar. Şarkılar kesildikten ve teller dindekten sonra dinleyicilerin söyleyecek sözlerini büyük bir sabırsızlıkla bekledi.

İlk olarak Musrep seslendi:

-          Togcan, sen çok güzel şarkı söyledin, kötü söyleyen günün var mıydı hiç?.. ama geçen yıla kıyasla, seni son kez duyduğum zaman sen pek çok düzeltmeleri yapmışsın.

-          Beni övmeyin, - Togcan itiraf etti, - Mustafa baba yardım etti, o babasının şarkısını ezberlemiş.

Övgülerden dolayı Mustafa’nın yüzü kızardı ve hatta aklanmaya başladı.

-          Togcan ağa hizmetimi abartıyor... Ben... Daha zor olmayan şarkıları söylüyorum, aşk hakkında. Gerçi, aklımda bir şeyler kalabilir, babamın söylediği gibi. Başka hiçbir zenginliğim yok.

Eseney’in ozanların sanatı hakkında düşüncelerini onlar daha duymamıştı, ama bu kez o kendi fikirlerini anlatmak istedi:

-          Togcan, neden şarkı söylüyorsun? Cibek hanın kızı mıdır? Sırf büyüklüğü ile mi ibarettir? Onun babası sıradan bir adam olmaz mıydı? Orta köy, Küçük köy, eski zamanlardan beri birbirleri ile komşudur. Ancak Cuçi soyundan Sırlıbay adlı han hiç yoktu. Bak... Han kanı akmayan bir insana han kendi kızını hiç verir miydi? Demek ki, Cibek’in sevgilisi, Tolegen, hanın oğlu olması lazım. işte, Musrep’e bak, bu kara sakallı olana bak! Tolegen’in ne güzelliği ne de büyüklüğü ile benzer. Ya komşu odada oğlu ile beraber yatakta yatan Şınar’ı ise, Cibek’ten iyi değil mi?

Musrep destandaki hoşlandığı bir parçayı hatırladı:

-          Hanın kızı olsun, hanın kızı olmasın... Bu ne bir cesaret, Tolegen’in ölümünden sonra soy geleneklerine boyun eğmedi. Cibek, ilk Kazak kızıdır diye düşünüyorum...

Kızın sözlerini tekrarladı:

Zavallım benim!

Büyük ağabeyin saklandığı yorgan içine girmek için seni ne zorladı ki?

-          Tolegen’in ardından ağlamaya bile yetişmedi ki, - Musrep sözlerine devam etti. – Sansızbay ise yanında, onu sırnaşıkça istedi! Onda bir damla vicdanı olsa! Yahudi kadınlardan yengeye geçerdi!

Şarke-sal konuşmayı dikkatlice dinledi.

-          Eseke, doğru söylediniz. – sözlerini başladı, - ozanın duydukalrını ve öğrendiklerini tekrarlarsa eğer, bundan başka kötülük yok demektir. aramızda kahraman ya da bilge adam kimdir? İlla onun kanında han kanı akar! Böyle duyduk ve böylece tekrarlıyoruz! Sıradan bir Kazak adam han soyundan gelen kadına ait olursa eğer, gurur duyarız. Biz ne ki?! Cibek’in memleketinde, yani Caik, Uil ve Turgay ırmakların kıyısında bulunana Priedel’de, kızın kaderini başka bir şekilde anlatıyorlar. Onların söylediğinde göre Cibek sonunda Sansızbay ile evlenir ve onun yanında kendi mutluluğunu bulur. Ancak biz onların söylediklerine katılamayız, biz öyle söylemiyoruz.

 

Bir ailenin bayramı bütün bir köyün bayramı oldu. Çocuğun dünyaya gelmesi, evlilik, anma töreni – ozanları, dombracıları dinlemek ve haberleri duymak için hem genç hem yaşlı insanlar toplanıyordu. Akşama doğru Asrep ve Musrep’in evinde daha dün gelen yiğitler ve kızlar toplandı.

Herhangi bir insan Tanrı’nın verdiği şiirleri yazma kabiliyetine ait olduğunda ve parmakları dombradan canlı melodileri besteleyebildiğinde, böyle bir insan yerinde duramaz, onun gibi uzmanlar ile beraber bir köyden ikinci bir köye hep göçebe eder. Onların hafızaları duygulandırıcı, gülünçlü ve kederli olayları gibi hayatın pek çok hadiselerini saklar, ve ozanlar teselliye, tavsiyeye, akıllı ve kesin bir söze ihtiyaç duyan insanlar ile paylaşmak isterlerdi.

Ozanlar davetiyeleri her zaman kabul ederlerdi. İnsanlar arasında her zaman hoş görülürdü, ve özellikle, hareketli ve iyi kalpli, gerçekleri duyan gençlerin dinlemesini isterlerdi. Cimri bir adam kendi zenginlikleri arasında ölür, cömert bir insan ise zenginliği ile paylaşır ve bundan dolayı daha da zengin olur! Öylesini sanat Tanrı’sı ister, buna Şarke-sal, Togcan ve Segizseri’nin oğlu Mustafa da inanıyorlar. Bu yüzden hiçbir şeye değiştirmediği rahatsız hayatı zorluk içinde geçti.

Onları ısrar etmeye hiç gerek yoktu – ısrar etmeden onlar şiirleri okurlardı, şarkıları söylüyorlardı, onları sözleri soğukluğu ve sıcaklığı katabilirlersi, dinleyicilerin gözlerini gözyaşları ile doldurabilirlerdi ve gülüşü ortaya çıkarabilirlerdi. Togcan’dan sonra Şarke-sal, Şarke-sal’dan sonra Niyaz seri, ondan sonra babasının şöhreti ile Mustafa da şarkı söyledi.

Onlardan birisi, kaderin getirdiği zor günlere göğüs veren halkın dayanıklılığını, cesaretliğini övdü. İkincisi ise, kınamalardan başka hiçbir şeyi getirmeyen nitelikleri söyledi. Hafifliğini, tembelliğini, yakınlara olan ilgisizliğini söyledi – ve dinleyicilerin her biri kendisi üzerine gülebilirdi, pişman olabilirdi, hiç de olsa düşünebilirdi... Kınamalrdan dolayı bazıların yüzü kızardı, bazıları ise gerçek ve hakiki sözleri duyabilecekleri için sevindiler.

Biken ve Gauhar kendi görevlerini sofradayken yerine getirdiler, kımızı çalkaladı ve koyuyorlardı. Sonradan şeref misafirlerin geldiği dolayısıyla şarkı söyleme sırası artık onlara geldi. Gauhar’ın Mustafa’ya hızlı bir bakış ile baktığını farketti, ama Mustafa farketmedi... Biken dayanamadı, Kencetay’a bakmamaya dayanamadı. Kencetay da misafirlerin arasındaydı ama bunca ünlü ozanların bulunduğu halde dombrayı eline alamadı.

Şarkılarını usulca ve sessizce başlayacağını gençler biliyordu ve zamanla şarkılarının temposunu hızlandırarak yüksek sesle söyleyeceklerini de biliyorlardı... Gençler sabırsızlıkla bekliyordu...

-          Bir söz atıcı ok gibi uçar, ve boşuna uçmaz... Kötü insanı sırf ok vurur! Sözler ile onu vurmak mümkün değil...

  Kızlar birbirlerine bakarak seslerini yüksek çıkarmaya başlayacaktı bu arada pencerenin camı parça parça olarak yere düştü. Ve ağır bir şokpar Eseney’in kürekkemiğine değdi.

-          Sen...aman! Tukmen! – avludan İmanalı’nın sinirli sesi duyuldu. – Ağaçları baltalamayı yasaklamak için Sibanlar’ın neyi oluyorsun ki? Yakalayacağım seni!

Sopa tehdit edecek bir şekilde çeviriliyordu.

-          Öldürdün... – Eseney bu sözleri fıslayarak söyledi. Eseney’n yanında oturan Ulpan oturduğu yerinden fırladı, Ulpan bütün gücü ile şokparı kendidine doğru çekti ve İmanalı beklenmedikten dolayı onu bıraktı.

-          Defol! Nemussuz, defol! – diye bağırdı.

Lambaların atesi yanarak sanki dışarıya çıkmak için kapıya doğru alevleri uzadı.

Evdeki neşe hemen durdu. Herkes ayağa kalktılar ve gürültü yapmaya başladılar. Dışarıda at nallarının tıkırtısı duyuldu – at üstündekiler atlarını koşturmaya acele ettilr.

Ulpan şokparı alarak kırılan pencereden attı ve elini Eseney’in omzusuna koydu.

-          Hızlı mı çarptı?..

Eltin-Okal adlı ormanın Türkmenler’in, yani Andarbay-Otorbay’ın köyüne eline geçtiğini, İmanalı hiç kabul edemiyordu ve bunu düşününce sinirleniyordu. Andarbay kış evini kurmak konusunda daha kararsızdı ve onun göçebe çadırlarını ormanın her bir köşesinde görmek mümkündü. Asrep ile Musrep ise ormanın tam ortasında yerleşmişlerdir.

Güney orman kenarında .ok sayıdaki vişneler yetişiyordu, ve at üstünde bu ormandan geçtiğinizde at nalları orman çileğinden kırmızı oluyordu. Ormanda yabani sarımsak yetişiyor, renkli renkli çiçeklerden haraçları alarak arılar vızıldıyordu.

Beyaz gövdeli, açık yeşil yapraklara sahip olan, unuz ve fırdan boylu beyz huşun yetişdiği mekanda Asrep ve Musrep yerleştiler.

Hiçbir zaman kış evine sahip olmayacağını söyleyen ve göçebe çadırda doğduğunu, büyüdüğünü ve bu çadırda öleceğini her zaman diline getiren İmanalı şimdi gıpta ediyordu ve herkese inat olsun diye kendisine bir ev kurmaya karar verdi. Bunun için iki kardeşin oturduğu araziyi çevreleyen beyaz huşlara ihtiyaç duyuyordu.

İmanalı çoktan beri Musrep’ten nefret ediyordu ve bu nefreti artık herhangi bir çareyi arıyordu. O kendisinin İmanalı olduğunu herkese ispatlaması lazımdı... Musrep ise?.. Kölenin soyundan gelen birisi, Türkmen işte, kendisini yüksek tutuyor! Bunun için evindeki şöleyi durdurmak lazımdı ve onların mutluluğunu köle ile yakmak bir de Musrep’i aşağılamak, küfretmek lazımdı.

İmanalı on silahlı yiğit ile beraber beyaz huş ormanına daha öğleyin gelmişti ve ağaçların birisini baltaladı:

-          Bugün hepsini keseceksiniz, hepsini.

Kendisi ise ormanı terk etti.

Çok sayıdaki baltalrın sesini duyduğu zaman Musrep köyden alışveriş yaparak evine dönüyordu. Daha boy vermeyen beayz huş ağaçları daha genç huşları ile beraber sallanarak yere düştü.

‘Yiğitler, siz ne yapıyorsunuz? Tanrı’dan korkun’ böyle bir ağaçları odun için kim kesecek ki?’

Yiğitlerin birisi suratını ekşiterek cevap verdi:

‘Biz mi Tanrı’dan korkmuyoruz?.. İmanalı... O kendisine ev kurmak isityor’.

‘Yiğitler, - Musrep sözlerine devam etti – Şimdi köyde misafirler var... Yaptığını doğru değil... İmanalı’ya ise bu ağaçları kesmesine izin vermeyeceğimi söyleyin. Terk edin...’

Fakat on tane ağaç sonuna kadar kesilmedi ve ilk önce onları rüzgar yere düşürecek. Yiğitler Musrep ile tartışmak istemediler. Baltalarını alarak gittiler. ‘Birisi kesin diyor, ikincisi ise kesmeyin diyor...’

İmanalı’nın akşam vaktinde Musrep’in evine gelmesine işte bu olay sebep olmuştur.

Dayanılmaz bir acıdan dolayı Eseney gözlerini kapatarak dişlerini kenetledi. Kenesarı’nın damlarının birisinin okun değidiği yeri acıyordu.

Ama kendi kardeşinden yaralamaya göre savaşta kendi düşmanının elinden yaralanmak daha iyildir... Herhangi bir kavga ya da çatışma olmadan İmanalı yaşayamaz. ‘Ben itiraz edecek miyim? – Eseney kendi kendine düşündü – onun Eseney olacağına itiraz edecek miyim? Her insan kendi huyuna göre kılık takar. İnatçı,asabi... Kavga ederken öfkesinden dolayı kafası deliriyor. Kahraman olarak kendisin göstermek istiyor, ama bütün akrabalar için  maskara oldu...’

Ulpan’ın sesini duydu:

-          Eseney, kalkamana yardım edeceğim. Hadi, eve gidelim.

Ozanların eşliği ile Musrep ile Ulpan Eseney’i kızaklara doğru götürdüler. Evde Ulpan Eseney’i yatağa yatırdı ve onu hiç terk etmedi.

Bu günden sonra Eseney hiç kalkmadı.

Günler mutsuz bir geceler ile geçti, karlar yağdı ve eridi, yerdeki yaprakları savurarak sonbaharda rüzgar esti.

Ulpan oğul değil, kız doğurdu. Kızına Bibicihan adını verdiler. Ve Ulpan’ın yaptığı gibi İınar da onun evinde birkaç gün kalmıştı. Biciken gün geçtikçe büyüyordu, artık koşabilirdi, çocuk olaylarını uydurarak herkese anlatıyordu.

Eseney ise kalkmadı.

 

 

17

 

 

Turlubek Koşen oğlu Kazak köyleri yönetme konusunda hala danışman olarak çalışıyordu. Savrasov adlı toprak kullanım sistemi alanında müffetiş ile beraber Omsk’tan gelmişti. Savrasov ile beraber daha Leozner adlı bir denetleyici ve Kızıl-Car’ın başkanı Demidov vardı. Köy Kazaklar’ı onların kimisinin başkan olduğunu bir türlü anlayamadılar ve bu yüzden şöyle derlerdi: ‘Turlubek-töre geldi’ – bununla birlikte onlar köken soyluluğunu değil, Turlubek’in görevini kastederlerdi.

Ulpan onları misafirler köşkünde ağırladı, kçşkte iki oda ve her bir odanın çıkışı vardı. Büyük ve geniş bir hol, kapalı ve camlı veranda.

 

-          Nasılsınız, yenge? – Turlubek soruları sormaya başladı. – Eseney nasıl? İyileşiyor mu? Umut var mı?

-          Hiçbir şey, tore. Son beş yıl içerisinde ne iyileşti, ne de kötüleşti.

Savrasov Ulpan’a yaklaştı:

-          Merhaba, Aknar Artıkbayevna.

-          Merhaba, - Demidov selamlaştı.

-          Merhaba, - Leozner seslendi.

-          Merhaba, merhaba, merhaba, - diye Ulpan her birisiyle selamlaştı. – Evimize hoş geldiniz!

Bir Kazak ikinci bir Kazak’ın evine geldiğinde gördüğü şeyleri görmezden gelir ve anladığıklarını da belli etmez. Turlubek ile gelenler ise temtersine yaptılar. Daha oturmadan odalara göz attılar, evin onlara nasıl bir izlenim bıraktığını da gizlemeden söylediler.

-          Çok güzel! Bütün şartlar var!

-          Bir de katran kokusu, - Savrasov’un sözlerine Demidov devam etti, - Sizin Omsk’tan, benim ise Petropavlovsk’tan terk etmeyeceğimizi düşünebiliriz...

-          Evet, - diye Leozner konuşmaya katıldı, - Bu eşyaların nasıl bir yolculuk ettiğini bir düşünsek... Varşava yatakları, Hollanda fırınları, Venedik aynaları...

-          Sandaliyeleri ise Vena’dan getirilmiş, Acem halısı, - Savrasov söyledi, - Güzel bir zevk hissediliyor. Hanımın han soyundan geldiği boşuna söylenmiyor.

Turlubek doğru bir şekilde söylediklerini Ulpan’a çeviri yaptı ve Ulpan utanarak gülümsedi:

-          Şöhretli benim misafirlerim, sizin hiçbir övgünüzü kabul edemem, - dedi. – Evi Rus uzmanları kurdular, ben ise sırf onların kurmalarını rica ettim... İşte Kızıl-Car başkanı evimize ik geldiğinde gecelemek için büyük evimizde kalmadı, çünkü misafirler çoktu. Kuru otların arasında geceledi... Bugüne kadar bile utandığımdan dolayı ölecek halimi hatırlıyorum.

-          Nasıl olsa da...- Demidov ısrar etti. – Nasıl bir evi istediğinizi anlatmışsınızdır?

-          Hayır! Ne demem lazımdı ki? Sadece bir şey söyledim – çok iyi bir ev olsun.

-          Tamam, - Savrasov konuşmaya devam etti, - inandık diye düşünelim, tartışmayalım. Eşyalar ise? Sizin zevkinizi ispatlayan eşyalar ise?.. Onların kendiliğinden eve geldmez ki?

-          Hanımlar övgülere karşı kayıtsızca bir tepkiyi gösteremezler, - Ulpan cevap verdi, - Ben ise, kadınım... Ama sizin söylediğiniz ülkelerin olduğunu bilmiyordum, gerçekten. Satın aldığım eşyaların Tobolsk’tan olduğunu düşünüyordum.  Eşyaların arasından sadece birisini yabancı olduğunu söylüyoruz, o da Fransız aynasıdır.

-          Fransız aynasıdır, - diye Turlubek tecüme etti. – ama camları Venedik...

-          Kalanları ise Tobolsk’tan getirildi, Tobolsk kızağı...

-          Tobolsk yatağı... Tobosk sandaliye...

-          Fırına da Tobolsk fırını deriz... Evi kuran adamlar onu yerleştirdiler. Başka odadaki fırını ise Pyotr adlı bir Kazak yerleştirdi, o fırına ise Pyotr fırını deriz.

Misafirler gülüyorlardı, onlar Ulpan’ın yanında kendilerini rahat hissediyorlardı. Ve Ulpan’ın bozkırlarda büyüdüğüne, eğitim görmediğine acıdılar.

Misafirler ile birlikte vakit geçirdikten sonra, yemeğin hazır olana kadar onları ikram etti ve kalktı:

-          Eğer Rusça konuşmayı bilseydim sizi terk etmezdim... Ve toreyi bu kadar yormak da doğru değil... Üstelik büyük evimizde Kerey ve Auk köylerin başkanları ve biyleri de var. Onlara da gitmem lazım...

Ulpan odayı terk etti.

Leozner bu buluşmadan daha kendine gelemiyordu.

-          Doğuştan gelen takt duygusu... – diye fark etti. – İncelik... Yabani ve bozkır hayvanı nasıl öğürledi?.. Çok ilginç!

-          İşte takt yoluyla... İncelik yoluyla...Fark ettiğiniz gibi, - Savrasov cevap verdi. – Ama sertlik ve sabitlilik ile de...

-          Ne farkı var ki? – Leozner devam etti, - Kimi kastettiğimi biliyorsunuz. Kendi saçmalığı ve delişmenliği ile ünlü olan o han karısı ile kıyaslayın. Aklına ne gelirse onu yapar! Elimi göğüsüme koyarak – bekliyordum, beklemiyordum diye söyleyeceğim...Ve kendi güzellğine de önem vermez diye düşünüyorum! Aklıma hiç gelmedi!

-          Belki bu yüzden, Karl Karloviç, üç hatayı yapmışsınızdır, - Savrasov anlatmaya başladı, - ilk olarak, Ulpan da aklına geldiğini yapar, o önemli değil, nasıl bir akıl ve kimin aklı olduğu önemlidir... İkinci olarak, bu kadın sadece Eseney’i öğürlemedi. Kerey ve Auk soylarının kuşaklarının oturduğu tüm beş köyde bu kadının olumlu bir etkisi yayıldı. Bu sözlere yarın onlarla buluştuğunuzda inanacaksınız.

-          Üçüncü olarak? – Leozner soru sordu.

-          Üçüncü olarak, kendi güzelliğine önem vermez diye yanlış düşünüyorsunuz. Böyle bir kadın başka hiçbir soyda olmaz! Şehirli birisi olarak düşünün: Kazak kızlarında gizzli bir nazlılık mevcuttur, ve açık ya da gizli olması gerektiğini ben de bilmiyorum...Galiba, bu korkudur.

-          Bunu söyleyin, görüştüğünüzde ona Aknar Artıkbayevna diye hitap ettiniz... Sonradan Ulpan dediniz. Evet, belgelerde öyle yazılıyor.

-          Doğru yazıldı. Daha başka adı da ekleyebilirsiniz, ona eşlik olarak, Eseney.

-          Üç ismi mi?

-          Nasıl söyleyeyim... Doğduğunda Ulpan adını vermişler, Aknar ise, biraz değiştirildi, ak anuar, yani beyaz deve...Beyaz anne... Eseney ise, Ulpan’ın kendi adını söylemesini rica etti.ve bütün kabilenin işleri ile Ulpan’ın ilgileneceğini söyledi.

-          O!.. Mariya adlı kadının Aleksandr adlı erkeğe dönüşecek günleri mi geçireceğiz?

-          Burada Karl Karloviç, ‘Eseney’, o kadının unvanı, o kadının görevidir. Eseney’in böyle bir sözlerini ‘önce soyun başkanı ben idim, şimdi ise sensin’ olarak düşünebilirsiniz.

-          Evi kurmadan başka kadın ne yaptı ki?

-          Şaka yapmayın... Kadın misafirler odasını güzelleştirir diye söylemiştiniz. Köylüleri kurtaran hükümdarın reformu işte burada kendi ispatını buldu. Sibanlar’ın toprakları Eseney’e aitti... Ulpan onları bir kısmı burada, öbürü ise orada diye bir şekilde bölmedi! Her köyün ekilebilir, otlar biçilebilir ve hayvancılığa layik olan arazileri, bir de kışlamak için sabit yerleri vardır. Sanki bu kadın hayatı boyunca toprak kullanım sistemi alanında iş yapmış gibi! Bu kadın ekmek ekmeye ve kış için kuru otlar ile tedarik etmeye zorladı. Kış barınakları kurdurdu. Bu toprakları biz yarı yerel topraklar diye kabul ediyoruz.

-          Siz bana hayran edicilik konuşma yaptınız. Güzel bir masal gibi kabul edilyor. Ama, ben hukukçuyum ve doğuştan şüphecilik bir huyum vardır, biliyorsunuz.

-          Yazık. Ben size daha .ok şeyleri söyleyeceğim. İç Rus köylerindeki köylüleri yerleştirme ile ilgilendiğimizde yarım oturak soyundan gelen Sibanlar’ın topraklarına değmedik.

-          Şüphecilik duygum daha da pekiştiriliyor...

-          Tasdik edebilirim... – Demidov Omsk’taki başkanın konuşmasına müdahele etti. – Bütün köylerin hayatını her zaman ve yakından gözleyen birisi olarak söylediğiniz her bir kelimede gerçek vardır, Karl Karloviç.

Savrasov ise devam etti.

-          Bunu da göz önününze alın... Evleri kurmak ve Sibanlar’a yardım etmek için ne kadar güç harcadığını sırf kendisi biliyor. Köydeki ilk hamamı o da kurmuştu.

-          Bu hamama kırkmadan önce koyunları götürmüyorlar mı?

-          Gülün, gülün! Eğer bunları yaşasaydınız, başka bir şekilde söylerdiniz... Ha, görüyor musunuz? Okul için kaplanan temelin önünden geçiyoruz... Kendileri dediği gibi Medrese içindir. Ev ise? Omsk’ın herhangi bir sokağında bulununabilmez mi? Alman sömürgülerin evleri ile karşılaştırma yapın, ve sizin şüpheciliğiniz ile beraber o kadar çok şeylerin yapıldığını kabul edeceksiniz.

-          Çok doğru, - Turlubek kendi fikrini söyledi.

Odaya eşi ile kocası girdi, Ulpan onları köşkteki misafirleri ağırlamak için gönderdi. Omsk’taki memur adamların ve köydeki etkili başkanların toplantı için geldiler, toplantı ertesi gün başladı.

Büyük salondaki uzun masanın baş kösesinde Savrasov, Leozner, Demidov ve Turlubek-tore oturdular, Ulpan ise masanın kenarındak sandaliyeye oturdu. Köyün genç başkanları masanın tam ortasındaki sandaliyelere oturdular, yumuşak döşekler üzerine sıra sıra olarak ve ayaklarını altına alarak köyün yaşlı başkanları yerleştiler. Onlar rahat oturdular, ve her insanın yanınsa daha bir insanı oturtulabilirdi. Genç başkanları ise, iki başkan vardı, onları bir insan olarak düşünülebilirdi. Zaman zaman genç başkanları bu adamlar ne zaman ölecekler de onların yerine biz geçelim diye kayıtsız bir bakışları ile bakıyorlardı.

İlk olarak Turlubek kalktı.

O Rusça konuşmaya mecbur kalırdı ve Omsk temsilcilere şöhretli insanların ne için toplanması gerektiğini anlatmak için hemen tercüme etmeye zorunda kalırdı. Bundan dolayı bazı noktalarda gerekli olan kelimeleri söylemek için duraksıyordu ve bozkır başkanları kınayacak gibi birbirlerine bakıyorlardı.

-          Kıymetli genel valimiz, - Turlubek anlatmaya başladı. – Kazaklar’ın oturak hayata geömesi için neler yapmak gerektiği noktasında sizlerle beraber konuşmak ve anlaşmak için gönderdi. Rus köylülerin yanında yerleşmek için arazi topraklarına gönüllü olarak ait olmak isteyenleri dinlemek isteriz, rus köylüleri içki Rus köylerden Rus hükümdarın emri ile geldiler.

Böyle bir görüşmelerde Kazaklar’da konuşmak için birisinden izin alma diye bir anlayış yoktu, bu yüzden konuşan insanın sözlerini keserek istediklerini yüksek sesle söylüyorlardı.

Baydalı biy sonuna kadar dinlemeden hitap etti:

-          Turlubek, oğlum... Demek ki, ayrı değil, Rus köylülerin yanında yerleşmemiz mi lazım?

Turlubek yanlış söylediğini anladı.  Gelenler ile beraber haraç almak demesi lazımdı, ama yanında olarak çeviri yaptı.

Tokay biy ise böyle bir görüşmelerde Baydalı biyin sözünden geri kalmak ölüme eşitti. Ve kendi sorusu sordu:

-          Sen gönüllü olarak dedin... Yani, birisi istiyorsa oturak hayata geçecek, ikincisi istemeyecekse, geçmeyecek. Değil mi?

Turlubek ona ‘evet, isteyenler, geçerler, istemeyenler toprak kullanım sisteminden yararlanmayacak’ diye cevap verdi. Sonra Baydalı biye hitap etti:

-          Baeke, ben net olarak ifade etmedim, siz ise beni net bir şekilde anlamadınız. Siz Kaaklar’ın toprakları Rus toprakları ile karmaşık bir şekilde olacağını düşündünüz. Öyle değil. Rus köylüler ile beraber yerleştirildiğinde Kazak halkı da ilgisiz kalmayacak demek istedim. Yarı yerel hayata geçmek isteyen aileler, ailede mevcut olan her insana on beş hektarlık ekilebilir arazi verilecek.

-          Bize... – Baydalı seslendi.

-          On beser... – bu az değil. bizim topraklarımızda yengemiz Ulpan herkesten daha çok ekmek eker. Ekilen araçları ise on beşten aşağı değil. üstelik sizde yaylarınız kalacak...

Baydalı her şeye çabuk sinirlenen bir insandı. Net anlamamış, onun net anlamadığını söylemek için Turlubek kimmiş ya?! Neden böyle bir tavır ile Tokay’ya da cevap vermedi? Mesela şöyle deseydi: ‘Nasıl anlamadınız? Bu çok kolaydır...’ Şimdi ise Tokay hiçbir şey olmamış gibi oturuyor ve Baydalı’ya gülerek bakıp duruyor.

On beş hektarlık arazinin ne kadar olduğunu belki de Baydalı hiç göz önüne getirmemiştir, o arazileri miras olarak almıştı ve gördüğü tüm toprakları kendisine ait olarak görüyordu. Toprakları ölçmeye başlarlar! Nasıl bir zamanı yaşıyoruz!

Tokay eski ve daimi düşmanını biliyordu ve onu daha da sinirlendirmek istedi:

-          On beş, az değil... Geçen sene, yazın, Stap’a gittim. Eseney’in ekmeği sınırsız bir göl gibi duruyordu. On beş hektarlık yeri iyi bir at ile geçemezsin! – dedi ve Ulpan’a döndü.

-          Geçen sene biz on beş hektara ekmedik, - diye Ulpan cevap verdi. – iki kat az. Misafirleri hesaba almadığımızda ekmekler bize iki yıl için yeterli olacaktı!

Turlubek sözünü daha bitirmedi ama iki önemli başkanın birbirlerine zıt oduğunu anladı. Ve hiçbir memur ve ya başkan kendi fikirlerini dile getirmeyecek, herkes iki kampa bölünecek. Ama önemli bir tartışma da meydana gelmeyecek? Herhangi bir toprak için dövüşmeye ve ya kavga çıkarmaya hiç gerek yoktu. Ekinler için kavga çıkarmak gerekli miydi? Allaha şükür, topraklar zaten çoktur! Herhangi bir dulun hangi başkanın ya da biyin eline geçeceğini tartışıyorlarsa eğer, o zaman bu başka bir konu olacakttı!.. O halde duygular daha da güçlü olacaktı!

Baydalı biy ise söylediğini sözlerini geri almayacak, Tokay biy – tersine... Turlubek her şeyi anladı ve Kereyler’i ve Auklar’ı avantajlar ve kolaylıklar ile dikkatini çekmeye gayret etmeye devam etti.

-          Bunu aklınızda tutun ve akrabalarınıza söyleyin... On beş hektara ekmek ekecek olan aile, herhangi bir faiz olmadan borç paraya, yani elli rubleye sahip olacak. Bu borç parayı üç yıl sonra ödemesi lazım. elli rubleye ise bu aile iki atı satın alabilir. Karasaban beş ruble, demir yaba, kırk ruble, koyun iki ruble, tay ise dört rubledir. Önemli şeyleri edinmek için elli ruble iyi paradır.

Ama biyler böyle bir hesaba önme vermediler. Turlubek bütün avantajları anlatmaya devam etti.

-          Siabn köylerinin sakinleri on yıldır ekmek ekiyorlar ve ot biçiyorlar. Onlar için, hediye olsun diye biz üç otbiçer, üç karasaban, beş tırmık ve üç at yaba getirdik.

Biyler, yani köy başkanları, Ulpan’a şüpheyle baktılar. Rus biylerini o ne ile satın almış? Koşenoğlu’nun Eseney’in akrabası olduğu bellidir. Kendi sürülerine onun iyi bir atlarını eklemediğini herkes bilir. Onların omzularına hiçbir kürk atmadı, onu da herkes bilir. Demek ki, Tanrı iyiliklerini Sibanlar’a verecek! Ulpan seslendi:

-          Tore! Üç yıllık borç parasını alacak aileler ortaya çıkacak. Topraklarla ilgileniyoruz, ama her avlu için bir karasaban yetersiz. Otbiçerleri ise... İki köy için sadece bir otbiçer aleti vardır. Sizin hediyeleriniz ile biz gelecek yılda daha kırk hektarlık araziye ekmek ekeceğiz. İyi değil mi yoksa? Daha kırk aile yemek konusunda sıkıntı geçmeyecekse iyi deil mi?

Baydalı diliyle soludu:

-          O zaman Sibanlar büyük bir bayram yapması lazım...

-          Bayramı oluşturulmaz mı? – Ulpan usulca söyledi. – İlk yılda otuz hektarlık araziye sırf beş karasaban ile ekmek ektiğimizde beş hektarlık araziyi bizim ailemiz halletmişti.

Savrasov  Ulpan’ın ne hakkında konuştuğunu öğrenmek için Turlubek’e döndü. Ulpan konuşmasını bitirdikten sonra ona yaklaştı, elinde sıcak mühürle olan paket vardı, paketten ise kalın bir kağıdı çıkardı, kağıttaki harfler altın boya ile yazılmıştı.

-          Bu belgeler... – yüksek sesle konuştu, - Kazaklar’ın oturduğu topraklarda tarımcılık alanına sağladığınız katkınızı tasdik etmektedir... Burada tarımcılık aletleri ile ödüllendirilmesi hakkınsa söz ediliyor. Bu takdir belgeyi genel valimiz imzalamıştı.

Ulpan hediyeyi kalkarak kabul etti.

-          Teşekkürler, sayın tore... Genel valimize şükranlarımı sunduğumu söyleyim... Biz tam bir oturak hayat ile ilgili haberlere sahip değilsek, otları biçmek ve ekmek ekmek gerektiğini net biliyoruz. Ve bununla ilgilenmeyi durdurmayacağız.

 

Ulpan takdir belgesini oturan insanların eline verdi. Böylece bu belgeye hem biyler hem de başkanlar baktılar. Belgede ne yazıldığını kimse okuyamadı, ama belgede altın mühürün, iki başlı kartalın, valinin imzası olduğunu herkes gördü. Belge ise atlastan yapıldı galiba...

Turlubek için oturanların ne düşündüğünü anlamak zor değildi. Hayatta olan biylerin ve saygıdeğer insanların karşısında hediyeler bir bayana verildi. Ama bu atlas belgenin karşısında herkes güçsüdür. Şimdilik güçsüz. Tanrı merhametli olarak davranacak mı? Bu kadını onların eline geçirecek mi? Belki de, böyle bir gün uzak değil...

Savrasov saate bakarak, genel valilikten gelen belgeye toplantıdaki insanların dikkatini çektiğini fark etti. Ve ilk günün toplantısını bitirerek oturanlara hitap etti:

-          Sayın köy başkanları! Sayın biyler! Bugün görüş birliği sağladınız diye düşünüyorum. Sizlerle uzun yıldır çalışıyorum ve bu beni şaşırmadı. Sizin kabileleriniz, soylarınız, çok soylu boylarınız Djungar savaşından beri elli yıldır Ruslar’ın yanında yaşamaktadır. Bunu biliyorum ki, köy sakinleriniz toprağı ekmeye karar verdiğinde Kazaklar ile beraber on Rus köylüler gitmişti. Topraklarda otbiçer aletlerin ortaya çıktığı zaman Rus altı köylü size bu aletlerin kullanma şeklini göstermişti. Oturduğumuz evi Ruslar da kurmuş, Aknar Artıkbayevna öyle söyledi. Dün ise bizi buraya getiren Kabanovka köyünden olan arabacıydı. Buradaki arkadaşının evinde kalacağını da söyledi.

Savrasov Turlubek’in tercüme etmesi için konuşmasını durdurdu. Turlubek ise Rus torenin söylediği sözlerine kendi fikirlerini eklemeden tam çevirdi. Eğer o övecek kadar görüş birliği hakkında konuşuyorsa, demek ki bir düşüncesi var. Ateş yanıyor zaten, rüzgarı kaldırmak lazım mı?

-          Genel valinin gözüne giren, onun güvenilir insanı olan ve sizin ihtiyaçlarınızı net bilen Köşenoğlu’nu nasıl dinlediğinizi gözledim. Soru sordunuz, kendi düşüncelerinizi aktardınız, ve çok doğru. Önemli bir iş. İlk olarak Kazaklar arasında toprakları bölme konusu hakkında konuştuk, yarın da görüşeceğiz... Biylerin olağanüstü kongresinde desteğimizle konuşmanızı yapacaksınız diye ümit ediyoruz – orada tüm Omsk vilayetinin sakinleri toplanacak.

Turlubek tercüme etti. Ve Baydalı biy ile Tokay biy birbirlerine zıt çıkmadılar.

-          Olağanüstü kongre... Bu iyi, - düşmanına bakmadan Baydalı seslendi.

Tokay da ekledi:

-          Kazak köylerindeki insanlar toplanınca konuşulabilir. Orada, burada değil.

Toprakları bölüştürme ile ilgili fikir yormak ve net bir cevabı direk olarak vermemek için yeni bir geciktirme olduğuna sevindiler. Onların aptallığı, inatçılığı, insanların hayatlarına olan kayıtsızlığı Ulpan’ı sinir ediyordu. Dayanmaya gayret etse bile istediği sözlerini ifade etti.

-          Kişi başına on beş hektarlık arazi şimdilik siz için az görünüyor... Zaman geçtikten sonra bütün aile için on beş hektarlık arazinin verilmesini dizlerinizi çökerek yalvaracağınız gün de gelecek!

Onun her kelimesi ok gibi atılıyordu, ve zaten öfkeli olan Baydalı’nın yüreğine saplanıyordu. Eseney ebedi değil, Eseney ebedi değil, Eseney ebedi değil, diye kendisini teselli ediyordu.

 

Beş kıştır ve beş yazdır yataktan kalkamayan Eseney Ulpan’ın eve dönmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Çünkü dış dünya ile olan ilişkisini ancak Ulpan’ın yardımı ile  sağlıyordu.

-          Ne ile sona erdi? – Ulpan’ın odaya adım attığı an soru sordu.

-          Hiçbir şey ile... Ne destek var, ne de tepki var...

-          Genç biyle ise? Onlardan birisi konuşma yaptı mı?

-          Hiçbirisi yapmadı... Bazıları Baydalı için kulaklarını dik tutuyorlardı, bazıları ise Tokay’ın ağzıa göre konuşuyorlardı.

-          Sen ne konuştun?

-          Aman Allah’ım! Beni dinlemeleri için ben ne konuştum? Sibanlar’ın gelecekte karasabanları düşürmeyeceklerini ve otbiçerlerden inmeyeceklerini söyledim...

-          İyi, Aknar’ım... Sen yarın söyleyecek sözlerin üzerinde düşünün. Yarın kadınların işi hakkında konuşun, bu senin için en kutsal iştir.

-          Beraber düşüneceğiz... Bugün ise erkeklere kızdım! Oturdulari bir kelime bir söyleyemediler! Ancak bakıştılar, imaları vardı! Aptallar! Gelen memurlar Kazaklar’ın biyleri böyleyse, kalanları ise tamamen yabani diye düşünürler.

-          İşte bu yüzden konuşmak lazım, - Eseney söyledi. – her şeyi iyice ölçüp biçmek lazım. açık ve cesurca konuşmanı yap! Katı sözden korkma! Böyle bir kadınları varsa eğer, erkekleri de o zaman daha cesur, daha akıllı diye düşünsünler!

Ulpan güldü. Eseney’in odasında gevşedi.

-          Kadını kim dinleyecek ki?!

-          Sus... Dinle... Bak, şimdi ben yattığımda, düşünmek için ben de çok zaman var...

Herhangi bir gayret Eseney için çok zordu, tanımadıkları dahil Ulpan’ın bile odasına girmesini istemezdi. Ama bir şey yapamıyorsa bile bilinci tamdı.

-          İşte...

Ertesi gün aynı salonda toplandılar, dün oturanlar bugün aynı yerlerine oturdular. Dünkü gibi Ulpan kendisini rahat hissetmezse bile bugün yine sandaliyeye oturdu. Dünkü gibi herkesten ilk önce Turlubek konuşmaya başladı, ancak bugün biylerin susmayacağını anladı ve bu yüzden konuşmasını uzaktan başladı.

Herkes tarafından alışılan sunmalar bırakılırsa Kazak kadının hayatındaki her şey anlaşılmaz ve imkansız olurdu. Kazak kadınlar kapalı giyinmezlerdi. Evliliğin ilk saatlerinde gelinin yüzünü sırf bir perde kapalı olarak tutuyor. Ama ‘Betaşar’ şarkısı söylendiği zaman ve damat geldiği zaman gelin yüzünü açıyor ve bundan sonra yüzünü gizleyemeyecek. Kazaklar kendi soyluluk mensubuna göre göçebe eder ve toprakları bölüştürür, ve kimse kızları incitemez. Eğer birisi hata yaparsa, aslında nadiren, o kişi suçlu olarak hiçbir işe karışamaz. Sürgüne gidermezler ve kovalamzlar ama kovulan insan olarak kabul edilir. Bir kzın evlendiğini düşünelim, evlendiğinde gelin için verilen birkaç yüz baş hayvan verilir, ve artık ‘birisinin eşi’ oluyor. Onun hakkı yok, oysa erkeklerden daha da çok çalışıyor. Kadın soyluluğu devam ettiren bir insan, ama başından alayları geçirir. Ancak ihtiyarlandığında, hayatındaki her şeyi teslim ettikten sonra saygıya layık oluyor. Birisi küfrettiği zaman hemen aşağılanır. Gerçekten de, - Turlubek ortamda hissettiği gerginliği şaka ile gidermek istedi. – Ama Kazak erkekler kayınvalidesine doğru küfür sözleri esirgemezler...

Ama şakası olmadı, yaşlı adamların hiçbirisi gülmedi, gençler de sert yüzlülüğünü tuttular. Turlubek demin yaptığı konuşmasının ‘gelinin artık birisinin eşi oluyor’ diye bir noktaya geri geldi.

-          Kocası ölecek ve kocası olmadan kendi işteği ile hiçbir yere gidemeyecek. Büyük kardeşi vefat ederse küçüğünün eşi olacak, küçüğü öldüğünde büyüğünün eşi olacak. Aileler ise büyüktür, birinicisi olmazsa ikincisi de vardır. Nasıl derler? ‘Kadın kocasız kalabilir, ama kabileden uzak gidemez’.

Oturdukların zaten bildiklerini söyledikten sonra Turlubek soru sordu:

-          Bu adaletli mi? Çocukluğunda onunla ilgileniyoruz, onlara özenle bakıyoruz, ama kadın bizim çocuklarımızın annesi olduğunda alçalmasına izin veririz! Kadının kocası ölmüştü, gözyaşları daha kurumadı, biz ise, akrabaları, onu hızlı bir şekilde kendimizin elimize geçermeyi ve üstelik onun mallarına sahip olmayı düşünüyoruz... Böyle bir olaylar hakkında siz ne düşünüyoruz? Olağanüstü kurulda başlık parası, kocasından kalan dul kadının mala olan hakkı hakkında söz edilecek...

Baydalı biy Turlubek’i tam dövecekti... Ama kendini tuttu. Rus başkanları hiçbir şey anlamıyorlarsa bile oturuyorlar, ama Koşen’in oğlu ne hakkında söyleyeceğini toplantıdan önce konuşmuşlardı. Kendi eşinin sahibi olmamaak gerektiği hakkında kanunu imzalatmak istiyorlar! Hükümdar Kazak evlerinde kavga çıkarmayı düşünüyor galiba... Kazaklar’ın gücü onların sabitliliğinde ve gelenek-göreneklerinde. Ekmeği ekme, otları biçme işleri başlarsa ve dul kadına her dört köşeye gitmesine izin verilirse, bu olaylar ne ile bitecek? Hükümdar herkesi öldürecek, atalarımızdan kalan mirastan bize, bozkırlarda, hiçbir şey klamayacak.

Bu gelen Rus başkanlar kendi işleri ile ilgilnsin! Onların kanunu daha iyi ve adaletli mi? Rus damatı gelinin annebabasına geldiğinde ne kadar getirdiğini ve annebabasının ne kadar verdiğini kağıda yazıyor, Ulpan’a verilen takdir belgesi gibi, kağıda mühür koyuluyor... Rus hanları ise, biyler mi? Onlar hala, evlenecek olan kızlara sakinleri ile beraber köyleri verirler. Ama evlenemeyen kızları manastır adlı kiliseye verirler, ve bu kiliseleri kurmak adaletli mi? Böyle bir manastır Kabanovka ve Jeti-Kole arasında bulunuyor, Ruslar ona Semiozernıy derler. Orada on iki bin on dokuz kız ve artık hiç evlenmeyen dul kadınlar yaşıyorlar. İşte anlaşılıyor, Baydalı bunları Omsk’tan gelen başkanlara hiç söylemeyecekti. Bu güvenli ve sadedil ülkede herkes ‘aklında ne varsa ağzında da aynıdır’ diye düşünsünler. Eğer kadınlar hakkında herkes karşısında konuşmak onlar için ayıp değilse dinlesinler. Gevezeli ve atalar kanunlara saygı duymayan Turlubek’e nasıl bir cevap vereceksin ki?

Baydalı kalkarak:

-          Kızı bir mal gibi satın alırlar diye kim söyledi? Hem damat, hem de gelin tarafından verilmesi gerekli olan kalım, bütün masrafların yerini zorla doldurur. Damatın babası ne kadar yüz baş hayvanı verirse, para ile hesaplandığında, gelinin babası da o kadar verir. Onlar bunlara, bunlar ise onlara!

Turlubek kahkaha attı. Bunları o bilmez mi?

-          Tamam... Dememk ki, köyümüzde kimse kızları satın almaz – diye konuştu, - Buna itiraz etmemek çok zor, ama kendimizi tutalım. Baydalı biy, bunu söyleyin, dul kadını onun işteği olmadan kocasının akrabasına verirler mi?

-          Hey, sen bizim hayatımızı unuttun... Dul kadını koyuverirsek bu soyun erkek oğlanını kendisi ile beraber götürecekse, ve dışarıda yetiştirecekse? Çirkin bir kadın dul kalırsa ve asla evlenemezse, çocuğu doğuramazsa ya da kendisini geçinrimezse?

Tokay bu arada, bugün çok sakin olduğunu fark ederek Baydalı biyi desteklemek için konuşmaya müdahele etti.

-          Evet... Baeke’nin söylediği kadın kocasının kardeşi ile yaşarsa, kardeşi onunla tiksinmeden yaşayabilecek. Alıştı artık... Ama dışarıdaki başka bir insan ile evnirse eğer, böyle bir kadınların hayatı başkalar ile her zaman güzel olmaz.

Böylece onlar kalım ve dul kadınların hayatı hakkında konuştular. Dünkü gibi biylerden hariç kimse konuşma yapmadı.

Ne hakkında tartışmak lazım? Eski zamandan beri bir ailede erkek kalmazsa o aile artık ölü aile gibi sayılır, ailede on tane kız çocuğu olsa bile. Erkekler olmadan bütün bir köy de ölüdür... eğer böyle durum oluşuyorsa, bütün bir kabile de ölüdür. Kabile diye bir şey artık yok. Kadın evin sahibi olarak sayılamaz. Ama bebek daha beşikteyse ve erkek oğlan olursa, o zaman bütün ailenin, babsından kalan tüm mirasın sahibi olarak sayılır. Dul kadının hamile olduğu durumlar da var, o halde kadını her şey ile geöindirirler, ama bunların hepsi akrabaları tarafından yapılması lazım. yalnız o kadın yapabilir ki? Kadınların bazıları evi terk etmek istemezler, değil mi?

Rus başkanları Ulpan’ın bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek istediler.

Leozner Ulpan’a baktı:

-          Aknar Artıkbayevna, belki de siz konuşma yapacaksınız?..

Eseney Ulpan’ı kendi tavsiyeleri ile desteklemek istedi, ve kendisi de bu konuda çok düşünmüştü... Belki de duygulanıyordu, ama nihayet şöyle dedi:

-          Kadın sesi böyle bir toplantılarda hiçbir zaman duyulmazdı...Sizlere ne söyleyeceksem bile bunu aklınıza tutun, - bunlar sadece Sibanlar değil, Kereyler ve Auklar için her şey yapan Eseney’in sözleridir. Eseney her zaman bizim geleceği düşünmemiz gerektiğini söylüyordu. İyi bir aile olmadan halkın geleceği olur mu? Bazı durumlarda Kazaklar at yarışmasında daima birinci gelen adamdan hoşlandıüında başka bir aile ile akraba olur. Zengin aileden gelen insanlar biyleri ve köy başkanlarını seçtiğimizde evlilik hakkında konuşurlar. Bazen birbirlerine daha dünyaya gelmeyen çocukları teslim ederler ve böylece çocukları korumak için yeni akrabalar oluşuyor. Örnek getirmek için uzak gitmemiz gerekmez... Geçen gece köyümüzdeki iki biy ve iki başkan kızı ve oğlanı evlendirmişler. Kadının hayatı bu geceden başlamadı mı? Ve onu ileride ne bekleyecek, aranızdan kimse söyleyemeyecek. Çocuklar büyünceye kadar, birbirlerini tanıyarak birbirlerine aşık oluncaya kadar kimse evlilik ile ilgilenmesin diye Eseney kendi sözlerini ifade etmek istedi. Her köyler birbirleriyle yaylada buluşuyorlar. Çocukların geleceğini düşünen iyi bir ailelerde isteme günü oluşturulur. Böyle bir şey geleneğimiz olmaz mı? İsteme geleneği atalarımızdan miras olarak kalmıştı? Doğru mu?

Sessizlikten başka hiçbir şey kalmamaış gibi, ama Ulpan onunla ilgilenmedi:

-          Kocasının kardeşinin evinde kendi mutluluğunu bulan bir kadının adını bana söyleyin! Susuyorsunuz?.. Çünkü bilmiyorsunuz! Ben ise başkaları söyleyeceğim: bu kadınlar onların evinde köleye olmuşlar, sırf bir anlayışı biliyorlar – eve yakıt ile girerler, evden ise kül ile çıkarlar. Eseney’in kendi köyünde bile böyle bir olaylar çoktur ve ‘koruma akrabalılık’ hiçbir fayda getirmedi. Dul bir kadın kocasının mallarına sahip olamaz, bu eskiden beri böyley idi ve bundan sonra da böyle olacak diye konuşuyorsunuz, ve bütün bir hayatın erkekten erkeğe geçtiğini ısrar ediyorsunuz... Belki de Rus başkanları size güvenecekler, onlar bilmiyorlar çünkü... Biz ise biliyoruz! Kereevler’in nasıl bir dalların olduğunu biliyoruz! Abak-kerey – on iki köy! Bir zamanlar – Abak bütün bir kabilenin kadın başkanıydı!

 

Ulpan köy başkanlarına ve biylere baktı ve sözlerine kimse itiraz etmeyeceğini anladı:

-          Savaş, erkeklerin işi derler... Kara-Kesekler’in savaş parolası nasıl, onlarda ise yirmi köy toplanmış? Karkabat...Bircansal Sara ile şiir yarışmasını yaptığında ise? Hatırladınız mı? ‘Sal Bircan, güç almak için Karakabat’ın ruhunu çağırmıştı’. İsmi de bu arada kadın ismidir. Kadın isminden gelen ne kadar soylar var? Aybike, Nurbiyke, Syuumbike, Kızbiyke, sadece Bike, Sibanlar’da ise Kungene. Daha söyleyeyim mi? Kuandık, Syuynduk ve Karjas oğlanların babalarını, üç oğulunun ailelerini bölen kadın değil miydi?..

Ulpan daha devam edebilirdi, sebepler daha çoktu. Ama yoruldu. Üstelik boşuna çaba harcıyor. Kış için toplanan kuru ot ile kurtları yediremezsin.

-          Sayın biyler ve köy başkanları... Görüşüme katılmak ister misiniz? Herhangi bir hata yaparsınız ve gelecek kuşaklarımız sizi affetmez. Olağanüstü kurula çağıracaklarsa bizim ailemiz dul kadının kendi evinde sahip olarak sayılacağını ısrar edecek, ve başka birisi ile onu evlendirmeye hakkı olmayacak.

Tokay ve Baydalı bakıştılar. ‘Ulpan kendi yaşamı için korktuğundan dolayı bunları söylüyor. Rus başkanları Ulpan ile tüm Kazak kadınların aynı görüşte olduğunu düşünürler. İyi, tamam... Tanrı var ne de olsa! Eseney, elbette, daha çok yaşasın! Ama nasıl olsa da o gün uzak değil!’

Konuşmalar daha iki gün sürdü. Baydalı biy ve Tokay biy kendi aralarında küçük bir kavgayı çıkarıyorlardı, ama önemli konularında düşünceleri aynıdır. Sanki Eseney’in durumu ile ilgilenmek için onu ziyaret etmeye geldiler. Ulpan’ın boyun eğdirmesini istiyorlardı.

Ama Eseney kandırmalara baş eğmedi:

-          Ulpan, ben ilk ve son kez güvendim, ve hiçbir zaman pişman duymadım. Onun sözü sadece benim değil, tüm Sibanlar’ın sözüdür. Kulaklarınız artık buna alışsın.

Perde içerisine onların girmesine izin vermedi, sözlerini söyledikten sonra sustu. Turlubek’in ve Leozner’in sözleri altında Ulpan’ın teklifi kabul edildi. İlk olarak: dul kadın istediği erkek ile evlenebilir. İkinci olarak: kocasına ait olan malın üçte ikisi dul kadına ait olacak, kalan bölüğü ise kocasının akrabalarının eline geçecek.

Omsk vilayeti genelindeki temsilcilerin köy kurulu hemen gerçekleşmedi, gerçekleştiğinde ise kurulda aynı kanunlar kabul edildi. Kanuna her yerde itaat edilmezdi, ama onların kabul edildiği daha da çok önemliydi.

 

 

18

 

 

Evinizde her zaman mutluluk olsun!..

...Gauhar, Biken, Mustafa – Segizseri’nin oğlu...

Kencetay, Musrep’in kardeşi...

Mustafa, kencetay, Gauhar, Biken... Mustafa – Gauhar, Kencetay – Biken...Mutluluğunuz iki kata büyüsün... – diye Ulpan düşünüyordu.

 

 

19

 

 

O gün onun uzak ve geri dönmez bir gün olarak sayılıyordu. Musrep’in evinde çok mutlu, genç, hiç kaygısız olan Şınar ile görüşmüşlerdi, ve o gün sanki güneş gölüne, çiçekler ile yetiştirilen yeşil çayıra benziyordu... Gözleri uzun uzun kirpiklerle çevirili olan beyaz deve yavrusu ona bakıp duruyordu ve şüphesiz dudaklarını gösteriyordu.

Sonra Ulpan’ın başına sadece bir kadının değil, bir erkeğin dayanamadığı sınamalar geldi.

Eseney tam olarak on dokuz yıl yatakta yattı. Ona her zaman bakmak lazımdı, bu titreme bazen şiddetli bazen ise hafif geçiyor, ama elleri artık hiçbir şeyi tutamıyordu, bir kase kımızı tuttuğunda kase hemen yatağa dökülüyordu.

Uzun yıllardır kendisini güçlü olarak düşünen insan ne hissedebilir?  O bunun hakkında hiçbir şey söylemiyordu. Yardımı da istemedi. ‘Tıp yardım edemez’, - böylece Artıkbay hakkında da doktorlar öyle demişlerdi.

Ne kadar seferler vardı... ne kadar yara, ağır ve hafif, bunları hepsini vücudunda mevcuttu... O günde de buz suda yüzme... Eseney Ulpan’a defalarca söylüyordu: ‘Galiba, Tanrı bana artık hiçbir şey borçlu değilim diye düşünüyor, oysa ben de ona tüm borçlarımı ödedim... Bütün işgence ile...’

Geçen yıl, Eseney ile birlikte Artıkbay da vefat etmişti. Karşıgalı ve Suat-Kolya topraklarındaki ulaklar yarı yolda birbirleriyle karşılaştılar ve yine atlarını evlerine doğru koşturdular.

Ulpan babasının cenazesine gelemedi, Nesibeli ise, onun annesi Eseney’in cenazesine gelemedi.

Yaşamak lazımdı.

Daha genç olan Ulpan’ın omzularındaki yük, onu yaşlı gösteriyordu.

Biciken için yaşamak lazımdı, o on yaşındaydı. Karakter ve dış görünüşü ile tam olarak annesine benziyordu. Ulpan için o mutluluktur, onun yanında kaygıları unuturdu. Oysa bir zamanlar oğul değil, kız doğurduğu için kaygılanıyordu.

Üç yıl önce, Eseney’in daha hayatta olduğu zaman elli çocukların eğitim alabilmeleri için köyde medrese kurmuştu. Erkek çocuklar eğitim alabilmek için mollaya giderlerdi, onların arasında sadece bir kız vardı, o da Biciken. Biciken kendi başarısı ile annesini sevindiriyordu. İki yılda ilk okul eğitimini çok iyi bitirince Koran’ı öürenmeye geçmişti... Akşam saatlerinde annesinin evinde kadınların oturduğu zaman Biciken onlara mutsuz Kız-Cibek’i anlatıyordu.

Kadınlar ise ‘Yazık ya!’ diye başkaların kederli olaylarını duyunca hıçkırıyorlardı. Evlerine gözyaşları ile dönerlerdi, ertesi gün ise Biciken’in tekrar anlatmasını isterlerdi...

Eseney’in ölümü için kederlenme artık bitti.

Ulpan gelenek-görenkelre göre günde beş kere namaz okumaya başladı. Geçmişi ile tek başına kaldı. Eseney’in hayatta olduğu günlerde onun ismi Ulpan’a güç verirdi.

Ulpan kendi Siban akrabaları arasında toprakları bölüştürdü ve artık her bir aile Eseney’den bağımsız olarak kendisini geçindirme hakkına sahipti. Bu hareketinden dolayı Kazaklar’ın başka köylerindeki aileler de öyle yapmışlar. Ve kimse zarar görmedi! Ulpan böyle bir hareket ondan başlandığını bilmedi... O sadece köy insanlarına acıdı. Onlara acıdı ve elinden gelen her şeyi yaptı.

Eseney’e saygı duyarlardı, ve ondan korkuyorlardı. Ulpan’ı ise seviyorlardı. Bir zamanlar bir fakir olarak evine başvurudu, şimdi ise bir öneri için evlerine geliyorlar. Ama Eseney yataktan kalkamadığı günlerde, Eseney’in durumunu öğrenmek için Ulpan’dan Sibanlar’ın düşüncesini öğrenmek isterlerdi.

Kışın mollaya, yaylaya kırka yakın çocuk eğitim almak için gelirlerdi. Ama ilkbahar ve sonbahar aylarında çocukların sayısı azalıyordu. Çocuklar ev işleri ile ilgileniyorlardı. Eğitim almak isteyenler tatilsiz okuyabiliyorlardı, çünkü molla her zaman eğitim verirdi. Kaldığı yerden eğitimini başlardı.

Bazıları ise okulu bıraktılar. Zor oldu, bu eğitimin alışılmış dile hiç alakası yoktu, ezberlemek lazımdı, ezberlemekten ise kafa şişiyordu... İlk olarak Musrep’in büyük oğlu okulu bıraktı... Bütün yaz ve kış boyunca sırf bir şeyi dile getiriyordu: ‘Hi-sın-ha...hi-sın-hi...hi-tur-ho...’ ondan sonra ileri gitmedi. Şimdi o çocuk zevkle koyunları güdülüyor.

Musrep’in ikinci oğlu ise, Botpan, çok akıllı birisi çıkmış, her hangi bir sayıları hemen tutup, Biciken’den kötü değildi. Ama her şeyden daha çok onun dikkatini atlar, oyunlar, babasından miras kalan dombra ve şarkılar alıyordu. Galiba medresede uzak vakit kalmayacak. Ulpan namazı okuduğu zaman dışarıdan Biciken eve koşarak gelerek annesine sarıldı. Annesini bir taraftan ikinici bir tarafa sallıyordu ama susarak, duasına engel olmayayım diye. Ulpan bitirdiğinde ise, annesini bırakmadan ona sarılıp duruyordu.

-          Ne oldu?..

Sükutluk...

Ulpan onun yüzüne baktığında asık suratı görmüştü:

-          Benim, yavrum, ne oldu?

-          Molla bizim de namaz okuyacağımızı söylüyor... Yarın Ramazan ayı başlıyormuş ve oruç tutmamız gerektiğimizi söyledi, ve namaz... Molla çocukları göle doğru götürdü – anlatmaya devam etti, - abdest almayı öğretti. Bana ise annen öğretsin dedi. Botpay ise...

Biciken Botpay’ın ne yaptığını göz önüne canlandırarak çok gülmeye başladı:

-          Ee, Botpay? – Ulpan sordu.

Meğer, Botpay mollanın abdest ve oruç hakkındaki konuşmasından sonra Botpay oturduğu yerinden kalkarak iki elini gögüsüne koymuş, ve sormuş: ‘Molla hoca, çıkabilir miyim?’ Bu soru dışarıya çıkmak istediğinde sorulur. Molla izin verdi. Botpay ise çıktıktan sonra sevinmeye başladı...

-          Sen ise ezberledin?

-          Ezberledim, ezberledim!

Biciken gerçekten de yaramaz bir erker çocuğa benziyordu.

-          Molla, molla! Oruç tutmak ve abdest almak istemiyorum! – diye bağırdı.

Sonradan Botpay bir şiir olmasını sağlayamadı ve sadece yüksek sesle söyledi: ‘Kime söyleyeceksen, söyleyebilirsin!’ ve köye doğru koştu. Elbette, onun peşinde sözleştikleri gibi onun Recep adlı arkadaşı koştu.

-          İyi değil ama, - Ulpan seslendi.

-          Ben de oruç tutmak istemiyorum! – Biciken meydan okurcasına söyledi. – Namaz da okuyamayacağım!

Ulpan yaklaştı:

-          Tamam, orada konuşuruz... Büyük molla gelecek, onunla konuşacağım...Hadi, oynayabilirsin!

Biciken koşarak uzaklaştı, Ulpan ise kızının peşinden bakarak, düşündü: ‘Hey, Biciken, ben senin gibi kimseye boyun eğmezdim, çok gururluydum. Yataktan kalkadıysa bile babanın sayesinde, köyde o kahraman sayılırdı. Seni kim destekleyecek?’

Biciken’e bakarak Ulpan sık sık geçmiş günleri hatırlıyordu. Öz kızıdır. İstemediği bir şeyi yaptıramazsın, halsiz insana arka olur, güçsüz olana ise bir yumruk vermekten çekinmez...

Biciken yedi yaşındayken medresede okumaya başladı. Okula hep mutlu ve gururlu geliyordu. Meğer, yirmi ve daha dokuz harf varmış, ve onlarla her hangi bir kelimeyi yazabiliyorsun... Başkası ise, harfleri biliyorsa eğer, söyleyeceklerini okuyacak! Kendi fetihlerini annesine anlatıyordu, Eseney’e de anlatmıştı, ama o hayatta olduğu zaman...

Şimdi Ulpan sadece Biciken’in değil, tüm çocukların okuldan asık suratları ile döndüğünü farketmişti. Gerçekten, büyük molla şehirden döndükten sonra onunla konuşmak lazım... Belki de, ona kınamak kolay gelir... Ama onlar hep beraber eğitim alıyorlar.

Biciken istediği gibi ve gördüğü her şeyi resim yapmayı seviyordu ve bu yüzden mollaya olan küsü vardı.

Bu Perşembe molla her günkü gibi çocukları bir saraya yatırarak çubuk ile arka taraflarına vurmaya başladı. Erkekleri haftada bir gün vurmak, mutlaka yapılacak olan bir terbiye anlayışıdır. Ama çubuk o kadar çok şiddetli değmezdi. Bazı durumlarda öyle değildi. Anlaşmaya gör, her peşembe günü her çocuk mollaya iki kuruş getirecek. Ama fakir ailelerden gelen çocuklar parayı her zaman getiremezlerdi. O zaman o çocuklar çubuktan işgence görüyorlardı. Tek Biciken böyle bir cezadan kurtuldu, ve başkaların nasıl bir ceza gördüğünü görmek zorunda kalırdı...

Medresede iki molla vardı. Büyüğü, Huseyin-Gazi Eseney’in mezarına anıt getirmek için Tobolsk’a gitmişti, Ulpan öyle istemişti. İki hafta sonra Eseney’in ölümüne bir yıl olacak ve Sibanlar yaylaya çıkmadan bekliyorlar, kendi göçebe çadırlarını Karataylı Köl gölün kıyısında bir süre için kurdular.

Kerey ve Uaklar’ın beş köyünde kim ne kadar kımız getirmesi gerektiğini bölüştürdüler. Ulpan her aileye kurye gönderdi. Tek bir Kocuk’a göndermedi, çünkü Eseney’in ona karşı nasıl davrandığını biliyordu. Ulpan Eseney’in buz suya düştüğünü ve Kocık’ın çadırına geldiğinde ısınmayı istemediğini anlatmasını hatırladı... Ogünden beri bütün işgenceler başlamıştı... Anma gecesine davet edilenlerin arasında Kocık gelmeyecek.

Hosain molla döndü.

Eseney’in türbesi çam ağacından yapılmış,  kubbesi ise gökyüzü rengi gibi tenekeden oluşuyormuş. Bu türbeye mavi kubbe diyecekler galiba, çünkü herhangi bir sebepten dolayı her zaman Eseney’in adını söyleyemezler.

-          Uğraşmalarınız için teşekkür ederim, molla ake - Ulpan ona hitap etti. – Bunu nereden aldınız?

-          Para, canım, para, - molla bunu söylediğinde paran olursa her şeyi satın alabilirsin diye bir işaret verdi.

Ulpan medresedeki işler hakkında molla ile konuşmak gerektiğini unutmadı.

-          Anlamıyorum... Ramazan? Günahsız çocukları oruç tutturmaya ve namaz okutmaya zorlamanın nedeni ne? Üç günde on iki çocuk artık okula gitmiyor... Çocukları bunun için azarlamak yerine küçük molla ile alay ediyorlar. Biciken’im de ona istemeyerek gidiyor. – Ulpan büyük mollaya söyledi.

On iki çocuk okula gitmiyor mu?.. Büyük molla için böyle bir anlatım bir kurdun on iki keçeyi yemiş gibiydi!

-          Ceddine lanet! Fakirlerin fakirsi! Yarın onu kovalayacağım!

Çocukların kendilerini bir süre için rahat hissedebilirler. Öğretmenler onlarla ilgilenmeye vakti yok. Mollalar dillerine Allah’ı ve peygamberi getirerek kendi aralarında tartışıyorlardı. Özellikle bu ay her birisi için çok önemliydi. Ramazan – ve kimse mollaya bir şey getirmeden gelmez. Kimileri mal, postu getirecek... Para verirler. İleride daha Eseney’i anma gecesi de var! Böyle bir durumlar büyük molla küçüğünün başını şişirtir!

Nihayet mezar taşı mavi kubbenin üzerine takıldı. Mezarın atrafındaki arazi temizlenmişti ve Hosain molla Ulpan’ı mezara çağırdı. Ulpan Dameli ve Şınar ile birlikte geldi. Biciken’i de yanına aldı.

Ural’dan getirilen ağır taş kah açık gri kah mavi rengine dönüşüyordu... Hosain molla duayı okumaya başladı. Dualar yüksek sesle söyleniyordu. Biciken taşın yanındaydı, ayaklarını altına alarak bekliyordu. Molla onu önceden hazırlamıştı – Eseney’in kızının temiz ve günahsız sesinin çıkmasını istedi.

Biciken dua okumaya başladı. Ses, titredid, ama okumaya devam ettiğinde bütün teleşlerı gideriliyordu, ve sanki şarkı söylemiş gibi oluyordu... Dameli ağladı, Şınar da ağladı. Ulpan’ın gözlerinde gözyaşlar göründü. Bu Arapça kelimeleri sanki Biciken ondan yardım isityormuş gibi duyuluyordu: ‘Anne...Babamız neden bizi terk etti?.. Ben ona bu kadar ihtiyaç duyduğumu bilmiyor muydu? Sana ise köyde Aknar anne derler... Bütün çocuklar seni kendi annesi gibi sayıyorlar...Ve benim için de sen başkalardan daha da önemlisin...Çok değerlisin...Senden başka iyi olan yok bu dünyada! Ama babam neden bu kadar erken terk etti? Ben asla yetim olmaz, yanımda sen varsın. Ama başka .ocukları kendi babaları yanında gördüğümde yüreğim cok acıdı. Onların babasına sarıldığını görünce canım yanıyor! Benim babam ise beni koluna alarak bana sarılamadı, başımdan okşayamadı...’

Her zaman perdenin arkasında yatan Eseney’i Biciken ilk kez dört yaşına geldğinde görmüştü. Kızın korktuğunu düşündü ve Eseney de onun girmesini istemezdi. Ama kim mukayyet olabilir ki! Biciken’e kimse bakmadığı zaman Biciken Eseney’in yattığı odanın kapısını açtı, perdeyi çekerek başını soktu. Ve korktuğundan donakaldı. Önceden annesi gibi Biciken bu kadar çok büyük başın olduğunu bilmiyordu! Yüzü ise büyük kase gibiydi, ama bu kase çok sayıdaki buruuklarla doluydu! Elleri titriyordu, ve onu tutan iki insanın elleri de onlarla birlikte titriyordu! Biciken hemen bağırdı, ve annesinin kucağında oturarak sakinleşti. ‘Anne...anne...anne...’ diye durup söyleyemiyordu. Ulpan Biciken’i sakinleştirmek için zor olduğunu hatırladı. ‘Korkam, canım, - fısıldayarak söyledi, - sana kötü bir şey yapmayacak, o senin baban. O çok hasta, ama iyileşecek...’ – ‘O zaman neden o iki insan ellerini bırakmak istemiyorlar?’ – ‘O titrmemsir. Böyle bir hastalık var... Ellerinden tutmazsa uyuuamaz. Bir insan ellerini tutamaz. Senin baban, kahramandır.’

İlk korku giderildi ve dört yaındaki Biciken babasının haline artık alıştı. Biciken onun gözlerine baktı, gözleri çok iyi niyetliydi. Çocuklarla önceki gibi oynamaya başladı, çünkü başka çocuklarda olduğu gibi onun da babsı vardı. Yedi yaşına geldiğinde medreseye gitmeden önce her gün babasına bir kase kımız götürüyordu, bu onun göreviydi. Ellerini tutuyorlardı ve ayaklarında ise her zaman ağır bir yük vardı. Biciken bazen o yükün üzerine oturak Eseney ile oynamaya gayret etti ama yük canlı bir şey gibi titriyordu. Yükün üzerinde uzun süre oturamadı ve yere düşüyordu. ‘Baba, ben mollaya eğitim almak için gideyeyim...Sen ise uyu. Tamam mı?..’ – diye konuşuyordu. ‘Tamam, küçüğüm benim, sen git, ben de uyuyayım’. Kızı yanındayken kendisini rahat hisediyordu ama kapı kapatıldıktan sonra yüreği çok acıyordu: ‘O, Allah’ım! Ne için?’ Eseney defalarca kızını kollarına alarak omzularına oturttuğunu göz önüne canlandırıyordu...

Geçmiş günler böyleydi, Ulpan babası yataktan kalkamıyorsa bile ona Biciken ihtiyaç duyuyordu! Ama ne yapacaksın?

‘Anne...Neden ben yalnızım? Babamda? Benim erkek kardeşlerim nerede? Kız kardeşlerim?’ Benden başka senin yanında kimse yok... Sen yalnızsın, ben de...Gece vaktinde kalktığımda senin soluklarını duyuyorum. Affet beni, anne, ama çok neşeli oyunlar bile beni sevindirmezler, Seytek adlı küçük çocuk yere düştüğünde Ayşe adlı kız kardeşi gelerek onu omzularına oturttğunda, hiçbir şeye sevinemem. Bagila ise düşmüştü, onun büyük erkek kardeşi Sansızbay arkasına oturtarak eve götürmüştü. Ben de birisini arkama oturtmak istiyorum. Beni... Birisi omzularına oturttu mu?’

Hayır, bunları Biciken annesine söylemedi.

Biciken gözlerini yarı kapatarak, şarkı söylüyormuş gibi konuştu:

-          O canlandırır ve öldürür, ve ona dönecekler...Ona güvenenler, inananlar ve iyi kalple davrananlar dönecekler... Onlar için gelecekteki iyi bir haber...

Biciken kelimelerin anlamını anlamadan okuyordu. Hiç durmadan Biciken için üzülüyorlardı. Bu sözlere Ulpan kendi üzüntüsü ve kederini kattı. ‘Benim Biciken’im ise gün geçtükçe büyüyor’ – diye kendi kendine düşündü.

 

 

20

 

 

Aulun yanında bölge valiliği Baydalı biy ve Kuzembaev başında otuz kadar kişi topanmış. Onlar oturup yakınlarda yapılacak anma töreni hakkında konuşuyorlardı, onların yanında üç atlı gelip durdu ve selamlaştılar.

-      Hoş geldiniz...- diye seslendi Musrep.

Ona sakalı olmayan atı önde duran teşekkür etti:

-           Teşekkür ederim... Biz bir iş ile gerldik. Kocık batır’dan. Onunadına biz ulpan baybişe ile görüşmeliyiz. Şimdi kendisi evde mi?

                 Bu atlıları ve saklsızın konuşmasını beğenmeyen Musrep:  - Siz atınızdan inseydiniz...- diye devam etti niçin geldiğinizi söyleseydiniz bize. Sonra Ulpan baybişenin evde olup olmadığı belli olacak.

-           Hayır,- diye inatla itiraz etti o sakalsız. – Niye geliğimizi ulpan’ın kendisine söyleyeceğiz ve hemen  atlarımızı geri çekeriz.

-           O zaman hemen dönebilirsin. O kabul etmez, özellikle Kocık’ın gönderiği insanları.

-           Ya sibanlar!.. Alçaklar! Eseney’i toprağa gömmeye yetişemedeniz de onun karısını siyah çadırda tutuyor, ona kimseye göstermiyorsunuz.  Onun ordusunu yağmalamak istiyorsunuz?

Musrep Şondıgul’a baktı ve Şondıgul kalkıp sakalsızı kolayca atından indirerek dizgini onun eline verip omuzlarından tutarak Baydalı biyin önüne getirdi. 

-      Söyle...- biy emir etti.

O hiç çekinmeden başladı söze:

-    Tamam olsun, söyleleyim! Belki size Kocık’ın aulunu, onun utüm yirmi dört auluna çiçek hastalığı  vurduğu haberi ulaşmıştır? Batır’ı niçin Eseney’i anma tçrenine davet etmediniz?

Biy birisini dinlerken onunla tartışmaya girmez, o sadece son kararı çıkartır Baydalı’nın cevabı hazır olmasına rağmen o Musrep’e başını salladı.

-        Eseney daha hayattayken hiç bir zaman Kocık’ı çağırmazdı, - dedi Musrep.  – Vefat etmeden önce kara yol soyguncuları onun cesedi ile alay etmemelerini vasiyet etmişti. Kocık davet edilmeyecek.

-        Daha ne diyeceksin?- Baydalı biy elçiye seslendi.

-        Söyleyeceğim – Kocık yirmi dört saba kımızı ile, kesmek için yüz koyun, elli semiz kısrak getirecek. Ki nara Ulpan baybişeye hediyelerini yükleyecek. Yirmi dört binici Eseney onuruna yapılacak baygeye hazır.

Baydalı’nın dinlemeye devam etme niyeti vardı.

-        Kerey-uaklar hepsi bilir...- Musrep devam etti. O sonbaharda buz gibi sudan zorla çıkmıştı, yolda üşümüştü. Ama o Kocık’ın çadırına rastladıığında onun ocağının ateşine ısınmamış, yiyeceğine dokunmamıştır. Eğer Kocık haram ayakları ile anma töreni yapılacak topraklara ayak basacağına izin vereceğimizi düşünüyorsa o insan değil – domuzdur...

-        Başka ne diyeceksin?- diye sordı Baydalı.

-        Söyleyeceğim sibanlar siz boşuna böyle davranıyorsunuz. Eseney öldü, diri fare ölü aslandan korkmaz! Eseney öldü sizden kim korkacak? Kocık – bu Kocık’tır... Bugünün Kenesarı’sı o’dur. İki yüz atı her zaman hazır, iki yüz yiğidi geceleyin kıyafetlerini çıkartmadan, eyerlerini başlarına yaslanarak uyurlar. Boşuna bunu yapıyorsunuz Kocık sibanları basacak! O zaman görüşürüz... Benim diyeceğim başka bir şey kalmadı. Musrep’in Baydalı biye bakma sırası geldi. Biy kararını çıkarttı: - Anma törenine hazırlanan kederli aula gösterdiği küstahı yüzünden bu sakalsıza kırk kırbaç vurulsun... Onun tehditleri için atı alınıp kendisi yaya gönderilsin.

             Eğer karar aşırı sert ise onun yanından bulunanlardan birisi gelenek olduğu gibi. “Biraz acıyın, biyeke...” – diye rica edebilir.  Biy bu durumlarda, cezasını yarısına kadar azaltabilir ama yine de suçlu cezayı tamamen almış sayılır. Bu defa kimse onlara acımadı, Şondıgul birkeç yiğidi ile sakalsızı götürdüler.

Akşam Ulpan’ın evinde Baydalı, Kuzem-bay, Musrep ve çok genç ama cesaretini yansıtabilmiş Kuniyaz isimli yiğit toplandılar.

Ulpan onları dinledikten sonra sordu:

-     Kocık’ı nasıl anlamak mümkün? Onun bize elçi göndermesi onun son derece namusuzluğunu mu, yoksa yeni bir şey ayarlamakta olduğunu mu bildirir?

Onun sorusuna kereyler kabilesinden köşebe soyundan gelen vali  Kuzembay cevap verdi:

-     Eseney’imiz varsa, zülümlere son verelim diyebilirdim. Ama Eseke yok.. Sakalsız söylemiştir – Kocık’ın iki yüz yiğidi varmış onlar her zaman İşim nehri tarafındaki aullara  soygunculuk ediyorlar. Şimdi eski alışkanlıklarına göre kerey topraklarına da göz atıyor.

Baydalı kendi görüşünü bildirdi:

-     Bu kana susamış köpek Eseney hayattayken saldırmaktan korkardı... Kocık ölü Eseney ile hesaplaşmak istiyor!

Onlar kendi tahminlerini belirttiler, ama hiç birisi ne yapılması gerektiğini söylemedi. Karar almayı Ulpan’a bırakıyorlardı herhalde.

Bir zamanlar Kenesarı Kocık’a küçük kız kardeşini vermişti. Kocık Cengiz Valihanov’un da dünürü sayılırdı. Genç yaşlarından – on yedi yaşına ulaşır ulaşmaz Kocık kötü işleri zülumlüğü ile ün kazanmış. İlk başta bozkır halkı Kenesarı tarafa geçmişlerdi iki-üç yıldan sonra onların yolunun iyiliğe götürmeyeceğini anlayarak dönmeye başlamışlardı... Kocık haydutları ile – o sıralarda onların sayısı üç yüzdü – Kenesarı’nın emri üzerine kaçaklara saldırırlar, hayvanlarını, kızlarını, genç kadınlarını kaçırırlar ve ondan pay alırdı. Kenesarı Turgay’ın kalesini mağlup ettiğinde Kocık halkı soykırım yapmada ilk sıradaydı. Eğer Kenesarı kırgızlara yapan saldırısında vefat etmeseydi Kocık onunla en sonuna kadar gidecekti... Kocık ise dört bin atı çalarak kuzeye – Betpak-Dalı’ya kaçmıştı. Sonra o işim’in iniş kısımlarındaki Menzey yolaklarında yerleşmiş. Onun idaresi nehrin çift tarafında yüz elli millik mesafeye yayılıyordu. O topraklarda yaşayan Atıgay ve karaullar onunla komşu olmaktan kaçıyorlardı. Kocık uak soylu olmasına rağmen uaklar da kaçıyorlardı. Dokuz karısından onun yirmi dört oğlu vardı, ve her oğlu bir aul a sahipti. Aullarda Kenesarı ile saldırıya katılanlar toplanırdı. Kocık kendisi için uygun dönemin geldiğini sanıyor ve Eseney’i anma töreninde kereyleri ürkütüp diz çöktürmek istiyordu.

Uşpan Baydalı biy ile kazambay’ın kararsız olduğunu fark etti o ilk defa bu tür sorumlulukları üstlenmiyor, omuzlarına ağır horcunu ilk defa asmıyordu...

- Anma törenini Alah’ın yardımıyla yapacağız kardeşler – dedi o – Bakarız: Belki olabilir, eğer Kocık sakinleşmezse Staptan don kazaklarının yüzlük çağırırız. Ama ileride ne yapacağız? Eseney öldü de Kocık’ı durduracak kimse yok mu? Ama Eseney düşmanına karşı tek mi giderdi? Hayır o kereylerin genel savaş sloganı – “Oşibay”, uakları onların uranı olan “Caubasar” ile çağırırdı...  Onlar hepsi birlikte bizim topraklardan sersere bir Kocık’ı değil Kenesarı’yı kovalamış değil miydi?!  Kocık... O uak soylı ama öz soyu onu tanımak istemiyor. O Eseney’den kaçıp kurtulabilmiş ama Eseney ölüm üzerindeyken size dememiş miydi: “Kerey eğer sen Kocık’tan kurtulmazsan sükunet bilmezsin”. O kendi güvenini düşünmüyordu – Eseney’in özel bir düşmanlığı  yoktu kocık ile. Bu hırsız, katil tüm atıgay, tüm kerey, tüm karaul, tüm uaklar tarafından lanet edilmiştir! Onun yeri pencereleri kafesli karanlık evdedir. Diğerleri ormanlara gizlenirse bile sibanlar tek başına Kocık ile savaşacaktır – onların artık Eseney’i yoktur, ama erkekeleri, Allah’a şükür vardır!

Genç Kuniyaz kadının sibanların erkekleri vardır sözlerinden çok etkilenmiş, hatta şimdi atına binip savaşa gitmeye hazırdı.

-      Ulpan’ın dediği doğru...- Musrep söze başladı. – Erkekler çoktan söylemeliydi. Kocık’ın elçisini kırbaçladılar... Onun küstahlığı için atını aldılar. Demek sibanlar her şeye hazır. Ama kocık sadece onların düşmanı değil. Bize atalarımızdan beri onun gibi genel düşmanları - düzelmez zülumü taşlama geleneği  her bir soydan bir taş ile vurma geleneğimiz vardır... Sibanlar yalnız değildir düşünüyorum. Kocık’ın yeri ise hapishanede. Baydeke sizden başka kim bu işi başlatıp tamamlayabilir...

Baydalı biy kendi isminin ilk olarak anılmasını severdi. O şöyle dedi:

-           En doğru yol soyguncuya son vermek, bu kerey ve uaklara Allah birlik nasip etsin demektir.

-           Halk sizi takip etmez de kimi takip edecek. Musrep saygıyla söyledi.  – Baydalı biy sadece kazaklara değil ruslara da bellidir. Sizden yukarı kim oturabilir?

Baydalı gururlu başını kaldırdı.

-      Kuzembay!- o bölge valisine seslendi – bizim beş bölgenin piriguarını hazırla... Bu köpekler hiç dönmeyecek taraflara gönderilsin. Ebediyen...

-     Bizi bekliyorlar,- Kuzembay hatırlattı,- diğer biy, bölge valileri... Onları buraya çapıralım mı?

Kuniyaz üzgün seslendi:

-Ne yazık ki! Ben eyere binip tuğyu kaldırıp, savaş sloganını bağıracak zaman anı gelmiş düşünüyordum! İş bir kağıt daha lekelenmekle sınırlanacağı belli, bir kağıtla!

Kenesarı döneminden sonra küçük çatışmalar olmasına rağmen bu zamana barış dönemi denebilir. Sibanlar hayvan yetiştiriyorlar, geçenlere karşılaştırmalı çocuk ölümü azaldı, aullarda yiğitlerin sayısı arttı. Eğer önceleri bu bölgelerde yaşayanlar Eseney’e bakarak iş yaparlarsa şimdi onlar kendince de bir şeyler öyapabiliyorlardı.

Herkes toplanmış ve herkes onun sözünü beklemekteydi. O ellerini gökyüzü tarafa kaldırarak:

-          Atınızı eyerleyin, sibanlar!- çok resmi bir şekilde söyledi,- Atlarını hazırla, savaş uranını çağır! Kağıda da yazacağız ama bir kağıtla Kocık’ı yıkamayız. Aklınızdda olsun – onun hepsi beraber üç yüzden fazla yiğidi vardır! Aklınızda olsun bizim bu savaş sibanları savaşı olacaktır.

-          Demek ki savaş olacak?- Kuniyaz sevinerek sordu-

-          Evet... Büyük savaş...

 

Savaşa hızlı ve kararlı hazırlandılar.

Kocık ile hesabı olmayan bir aul bulmak zordu, ve tüm altı bölgeden kendi yiğitlerini gönderiyorlardı. Ama iyi atlar da lazımdı, yemek... Baydalı boşuna sibanlar savaşı olacağını imay etmemiştir.

-     Allah size yardımcı olsun, erkekler!- dedi Ulpan. – Onun hayvanlarını bu tür iyilik işlere bağışlarsam Eseney’in ruhu bana üzülmez...

Halk Kocık’a hırsız derdi – bu doğruydu. Soyguncu olduğu da gerçek. Katil... Bozkırlarda çoğu kazaklar onunla veya onun kişileriyle  yapılan görüşmeden sonra ebedi olarak yatmışlar. Kenesarı döneminde Kocık, Turgay ve Mokrasıbay’da1  ruslar arasında nasıl katliam oluşturduğunu tekrar ve tekrar hatırlıyorlar.  Yanan evlerin içindeki çocukların sesinden hiç etkilenmediğini anlattılar. Gençliğinde böyleydi, hayatı boyunca değişmemiş bu karakteri. Onun yaşadığı bölgelerden geçenler şimdi de soygunluğa uğramadan geçemez.  Onun adını duymaktan korkanlardan o çok zevk alırdı. Onun hanlık soyundakiler ile akrabalık ilişkileri vardı. Hanlık tahtını yerine geri getirme umutlarının ipi tamamen koparılmış değildi ve bu iplerin çoğu Kocık’ın ellerindeydi.

Onun sarbazlar çoktan yaşlanmışlar, bazılarının ata binecek halleri de yoktu.  Ama oğulları büyümüştü, onların çoğu anne sütünün tadı ağzından daha gitmeden kan kokusunu tatmışlar. İşte böyle, yeni hanı kaldırmak için beyaz keçe yayacak olurlarsa Kocık’ın savaş ordusu her zaman hazırdır!

1Makrısıbay Mokrıye svai; bir kçy ismi.


O nasıl bu kadar uzun süre kalabildi?.. Rus yetkilileri Kocık’ı soygunculukla suçlayan şikayetlere pek güvenmiyorlardı ve ona biy ve valilerin çıkarttığı kararları da dikkate almıyorlardı.  Şikayetlere Kocık da şikayetlerini gönderirdi... Onların kararlarına kendi kararlarını çıkartırdı. Bu tür dava yanıtları kazaklarda sık sık rastlanır ve işler çözülmeyecek kadar çatışırdı. Bunların dışında bir dönemler Kocık onun aullarını ayrı bir valilik yapmalarını da iddia etmiştir. Onun beş yüz çadırının olduğunu yazmış. Kontrol edince bu bir yalan olduğu belli olmuş. Yiğitlerin sayısının üç yüzü aştığı doğru, ama aullarının sayısı yirmi dört, beş yüz çadır olmaz. Ve o gerçekten hırsızdır, bir çok iş onun elindedir... Ama kazak biylerinin kimisinin elinin temiz olduğu sorulabilir? Sgünde hiç değilse bir şikayet gelmeyen bir kazak valisi var mıdır? Onların hepsi birbirlerini suçlamada ustadırlar ve çok tecrübeli iftiracılar, kimisinin suçlu, kimisinin haklı olduğu anlaşılmaz. Rus yetkilileri kendileri çözsünler diye düşünürlerdi bundan dolayı Kocık takip edilmemiştir.

Ama bu defasından sabırlık fincanı dolmuş kenarından aşmış, kerey-uak biyleri ve valilik idarecileri kendi taleplerinde sağlamdılar.  Bildiri kağıtlarını ancak Kızıl-Car değil Omsk’a genel valiye de gönderdiler. Kağıdı orada incalayinceye, nasıl davranacaklarını düşününceye kadar her gölgeden yüz elli yiğit savaşa hazırlanıyorlardı. Onları şagalaklardan Bokan Batır, tauzar-kölebelerden Mustafa getirdiler, Segiz seri babasından şiir yazmayı öğrenen o da adaletsizliğe dayanamayan cesur batır sayılırdı. Şibanlardan – Kuniyaz, balta soyundan Kuşikbay batır, Balta soyundakiler sayı olarak çok değildir ama tüm kereyler arasında büyük saygıya sahiptirler. Onlarla beraber valilik idarecileri, Biyler – Kuzembay, Baydalı’lar geldi... Musrep ve onunla Kencetay gibi tesirli insanlar da evinde kalmadılar.

Ulpan siban yiğitleri için türüne rengine bakmadan altmış at vermiş. En iyilerini Şondıgul seçmiş. Onları geri istemeyeceğini de söylemiş. Kırk çeki düzenli semiz kısrakları yiğitler hiç bir şeyden eksik olmamaları için at bakıcıları kesecekler. 

İşim’in kuzey kıyısında ormanlar yoğunlaşmış, sazlıklardda ördekler ve kazlar yuvalayan göller çoktu. Onlar ve diğer göçmen kuşlar – vinçler, kızkuşu, çulluklar o sıralarda Sibirya’nın kusey-doğusuna gitmiyorlar, yazı batıda geçirir yavrularını yetiştirir ve onlarla kışlık için başka yerlere uçup gidiyorlardı. Sadece boyunlarında siyah üzüklü ördekler daha ıraklara kuzeye uçarlar.

Askerler hssasiyetli kuşları ürkütmeden, kimsenin dikkatini çekmeden gölün etrafından sakin geçiyorlar, ormanlara sinip gidiyorlardı. İzciler önceden bilinmeden giderek Kocık’ın yirmi dört aulunun hangisi nerede yerleştiğiini belirlemişler. Onlar pek korunmazlarmış, herkes onlardan korktuklarına alışmışlar. Şafağa kadar her aul ayrıca çevrilmiştir, öylece onlar birleşemediler, karşılık da gösteremediler. Kocık yiğitleri bozkırlarda onlara hiç alışkın olmayan halde ellerini göğislerine alarak suçlarına ne karar verileceğini bekliyorlardı.

Mustafa Kocık’ı yakalamayı kendi üstlendi.

O kırk yiğidiyle Kocık ve onun hanlık soylu züppe akrabaları beyaz ordu dedikleri kırk kanatlı çadırı yıkmış.

Halka kapatılınca Mustafa yüksek sesle:

-    Kocık!.. Çık dışarı!

Açık kapıdan bir silah vuruş sesi çoktı atlardan birisi yıkıldı.

 - Sen köpek oğlu!yaşamak istiyorsan çık evinden! Ona yanıt olarak daha bir silah vuruşu inleyerek yiğitlerden biri eyerden düşmeye başladı. 

 - onun  şanrakını bozalım...- Mustafa emir etti. Yiğitler büyük hızla koşturarak çadırı çevirip üzengilerine kalkarak ağır şakparlarla çadıra darbe vurunca uıklar çatırdayarak kırılır – bu atalarından miras kalmış yöntemdir. Üst tarafında sarılı keçeyle beraber şanırak da yere düştü. Kadının acı haykırış sesi çıktı:

-          Öldürdün bizi, öldürdün Kocık!

Çocuk bağırdı.

-          Ateş!- diye talep etti Mustafa.

Her zamanki gibi kapının tam karşı tarafında sandıklar koyulmuş onların üzerinde konuklar için yatak eşyaları ve her gün kullanılmayan diğer ev eşyaları vardı. Yiğitler daha tamamen yanıp bitmemiş kayın kömürlerini getirdiler – kömürler mutfak çadırının yanındaki külde gömülüydü ve eksenlere üç tarafdan ateş koydular.

Karısı durmadan ağlıyordu. Tütünde boğularak çocuğu ağır öksürüyor.

-     Çık!..

Kapıdan silah çıkarıldı görünmeyen el onu güçle attı. Sonra eğilerek Kocık çıktı. Ketenle çıktı. Bu saatlerde artık etraf aydınlaşmıştı – o seslenmeden kazaklar için alışkın olmayan sarı sakallarıyla onların önünde duruyordu. Onun arkasından hala öksürmekte olan çocuğunu elinde tutan genç karısı çıktı.

Mustafa ile beraber olan yiğitler Kocık’ın oğullarından biri Bekecan’ı getiriyorlardı – onu otau-yurtun yanında yakalamışlar, karısı ile beraberdi – onun ismi Rahiya ve Cengiz’in kızıydı.

-     Alçak... Alçak...- dişlenerek söylendi.- Ben seni gece gözetmeye göndermiştim, sen ise kadının yatağına girmişsin, bekleyemedin...

Bekecan sessizce başı eğik duruyordu.

Konuk çadırında Mustafa yiğitleri Cengizin büyük oğlu Yakup’u ve onunla beraber üç yiğidi kaldırdılar. 

Hafif rüzgar ateşi arttırdı ve Kocık’ın beyaz çadırı sıcak çıkararak tamamen yanıyordu. Biraz uzağa çekilmek zorunda kaldılar.

Tüm tutkunları Mustafa biy ve valilik yöneticileri beklemekte olan Uyenkili ovasına götürmeyi emir etti. Kendisi ise sadece  beyaz çadırlar değil siyah çadırların da yangını bitmesini beklemek için orada kaldı. Eğer yakmazsa yiğitlerden birisi soygunluk yapmak için gizlenerek gelebilir, soygunluk başlarsa askerler çapulculara dönüşürler...  Ateş sönünceye kadar onu bekleyen komutanlarına gitmek için atına binmiyor.

Bela ile ilişkisi olan, çekilen acı kederleri hatırlatan yerleri tamamen yakmak kerey ve uaklarda eski gelenektir... çiçek hastalığı, kolera vuran veya hayvanlar ölen yerleri de yakarlar ve birkaç yıl oraya yaklaşmazlar.

Az-Tauke öğretmiştir: «Kara bela vuran yerden büldürga bile almak olmaz...» Kocık’ın aulunda büldürgiden başka – kamçı ve başka güzel eşyalar da vardı ama yiğitlerden hiç birisi onlara dokunup ellerini kirletmediler. Yazlık konutu yandı, kışlıkları da yandı.

Kocık’ın adamlarının arasında döneklerin, belirsiz bozkır yırtıcılarının durumları usandıran kişiler de az değildi. Gençlerden bazıları bozkırlarda bir sonraki kurbanını fırsat kollamak yerine altı bakana eğlenceye nereye gitmek daha güzel olduğunu düşünüyorlardı! Daha Kenesarı’ya hizmet gösteren tembel ve obur batır ve palaunlardan onların eski çatışmalardaki övgü dolu eğitici hatıralarından bıkmışlardı.  Aullarda çeşitli zamanlarda çeşitli çeşitli saldırılarrda tutkunluğa alınan çok sayıda kadınlar da bulunmuştur, bazıları daha yakın zamanlarda tutkun olmuşlar. Onlar özgürlüğe seviniyorlardı, kendilerini evlerine göndereceklerini düşünüyorlardı, ve yol boyunca kocık soyguncularını lanet ediyorlardı.

O çok cesurlar direnç bile gösteremediler bir sabah dalga silip yok etti!  Bu kalabalığı – Kocık ve onun yirmi dört oğlu ile beraber iki yüz kişiyi bekçiler refaketinde Kızıl-Car’a gönderdiler. Yakup başta olan misafirleri, cariye kadınları – kendi mekanlarına gönderdiler, at bakıcı ve çobanlar arasındaki yaşlı erkekleri serbest ettiler.  Kocık’ın ailesinde kocaları Berezova’ya gidip sonra dönmeyen yetmiş iki kadın kocaları daha hayattayken dul kalmışlardı, onları sürgüne göndermediler. 

O sabah İşim kıyısında kavak ormanında yiğitler zaferi kutluyorlardı. Onlar kalan yirmi kısrağı kesip ramazan ayı daha bitmediğinden güneş batınca ateş ışığında yemek yiyiyorlardı.  Sabahleyin yiğitler aullarına dönmeye başlamışlar. Biy ve valilik yöneticileri belirlediğine göre her yiğide Kocık’ın sürüsünden birer at verdiler.

Sadece siban yiğitleri bir tanesini bile almadılar.

-     Niçin redd ediyorsunuz?- Baydalı biy Musrep’e sordı.

O cevap verdi:

-     Baydake sibanlar siz sibanlar savaşı dediğiniz çatışmada kazanç almaktan utanırlar. Sibanlar diğer aullardan gelenlere hediye vermeliler. Biz bu çatışmanın ağırlıklarını kendimiz üstleneceğimize söz vermiştik – ve kazanç almayı düşünmedik.

-     Eğer öyleyse tamam...- dedi biy.

Ne o ne Musrep sözüünü tamamladı.

«Siban savaşına gidiyoruz...»- demişlerdi evlerinden çıkarken kerey yiğitleri. «Ulpan savaşından biz zafer ve atlarla dönüyoruz!» - dönerken onlar baybişeyi övüyorlardı. Onlar: son sözler – Kocık ve onun çetelerine son vermek gerek sözleri Ulpan’a ait olduğunu öğrenmişler.

Yolda biy ve valilik yöneticileri genel valiye yazı hazırlamak için Kuzembay’ın auluna gittiler. Yazıda herşey ile beraber: Kocık’a ait olan yedi bin baş at,  iki bin deveyi devlet hazinesine iade edeceklerini yazacaklar...

Herkes keyifliydi. Aullarda Kocık serbest iken yaşanan korkunçlar yok...

Bir tek Baydalı biy üzgündü. Kendini yanlışlığı için suçluyordu. Kocık yenerse veya kaçabilirse ona saldıranları cezasız bırakmayacağını düşünüyordu. Sorumlu olanlar – sibanlardı! Ama ne oldu? Kocak uzaklarda ve geriye getirmek mümkün değil. Savaş hemen hemen kurbansız bitti. Savaş siban adını taşıyor ve ünlü olanlar da  sibanlardı! Hatta siban da değil sıradan bir kadın... Herkes Ulpan! Ulpan! diyor... Demek ki Baydalı biyi de savaşa gönderen o kadındır!

Yiğitlerini karşılamak için Ulpan kız-gelinlerin refaketinde aulddan dışarı çıkmıştı.

Yiğitler bir sırayla geliyorlardı ve onlara bakarak daha birkaç gün önce onların bozkırlarda at sürülerini güttüklerine, pulluğa gittiklerine, hep beraber yaylaya göç etmeye hazırlandıklarına kim inanabilir... En ileride mızrağını dik tutarak asker öncüsü niteliğinde Kuniyaz geliyor. Onun sağ tarafında Musrep, sol tarafında Taganas paluan. Mızrakları olan yiğitler kadınlarına selam vererek mızrakalrını dik tutuyorlar. Onların arka taraflarında şokpar, yay, ve başka aletlerle donanımlı yiğitler geliyorlardı, diğerleri – ay balta, sekirlerini kaldırmışlar. Bıçak kutularında selebe-pışaklar, jambiya gibi uzun bıçaklar.

Kadınlar gözleriyle kendi erkeklerini arıyorlardı, ilk sıralarda sağ ve sağlam Kencetay’ı görünce Biken’in sevinçten yüzü parladı ve aulunda arkadaşı Gauhar’ın da aynen Mustafa’yı karşıladığını düşündü...

Yiğitler yaklaşınca ilk olarak Ulpan bir dize çöktü, ve tüm kadınlar hatta onlar atından inip Kuniyaz, Musrep, Toganas paluan ve diğer yiğitler kemdilerine yakın gelinceye kadar kalkmadılar. Onlara atından inmeye saygılı aksakallar yardım ediyorlardı.

Üç baş yetkili savaşın nasıl tamamlandığını anlatmak için Ulpan’a geldi ancak ondan sonra diz çöken kız-gelinler düzlendiler.

- Kırk yaşlı kadın...- dedi Ulpan,- Ve ben – kırk birincisi olarak – beş gün ve beş gece sizin için dua ettik, başımız yastığa değmedi... Evde erkek yoksa aullar boş kalmış gibiymiş. Siban oğulları için bu savaş son savaş olsun, bizi birbirimizden ayıranlara lanet olsun! Şimdi bize geliniz, sizin zaferiniz uğuruna yapılan kurbanlığın etini yiyiniz. 

Daha atından inmeyen yiğitlere kızlar koşarak gelip onların üzengilerinden tutarak desteklediler ve atlarını alıp Eseney’in beyaz çadırına bağladılar. Mızraklar, yaylar, sekirler aula savaş cesaretini katarak girişte güzelce dikiliydi.

Biraz önce kendilerini gururlu özgür erkekler hisseden yiğitler tekrar çoban, at bakıcı, çiftçilere dönüştüler... Kız-gelinler onlara mı atından inmelerine yardım ettiler? Atların eseney çadırlarının kemerlerine bağlı olması bu başarılı savaştan sonra Ulpan onları tekrar alacak demek değil midir?..

Tüm dört çadırın giriş örtüleri açıoktı. Mütevazi olanları kenardaki çadıra girmek istemiş ama oraya almadılar. Hala Eseney’in ruhu yaşayan en büyük çadıra gitmek zorunda kaldılar. Yiğitler çizmelerini çıkartmadan tüylü halıların üzerine serilen ipek örtülere çekinmeyerek gelip oturdular. Ulpan tobolsk tüccarının dükanında çizmelerini çıkartmaktan utandığını unutamaz ondan dolayı kimse yoksulluğundan utanmaması için böyle davranıyordu...

O kımızı karıştırıyor kızlar ve onlarla beraber Biciken yiğitlere kımız dolu fincanları taşıyorlar.  Ağaçtan yapılmış derin tabakların etrafında sekizer yiğit oturdular. Her tabakta baş, baçak kemikleri kazılar vardı. Değerli konuklar için ağırlanacak tüm yiyecekler... Çay için hazırlanan dastarhan da çok zengizndi: çerez ve baharatlar. Savaştan dçnenleri karşılayan her çadırda aynı dastarhan. Ulpan kazakların “Öz kişilerine öyle  saygı göster ki yabancılar kıskançtan huzurunu kaybetsinler” deyişinin doğruluğunu tasdik ediyor gibiydi.

Uzun süren ağırlamadan sonra yiğitler dağılmaya başladılar, kendi aullarına  dönme zamanı gelmişti. Çadırlarının yanında onları karıları, anneleri, kız kardeşleri bekliyorlar ve her kadın elerinde at dizginini tutuyorlardı. Kadınlar tebessüm ediyorlardı ve onların yüzlerinde bir sır vardı, onlar fısıltılı sesleriyle:

- Atı Ulpan apa bıraktı, şimdi bu at bizim....

Fakir kulübesinin damı kadar yükselse bile gururlanır... Onlar ise savaştan zaferle döndüler! Eseney’in evinmde misafir oldular! Birer iyi at hediye aldılar! Bu gurur her aulda birçok yıla kadar unutulmayacak... 

Yiğitlerde başka birilerini, yakınlarını koruyabilecek duygusu uyandı... Ulpan onlarla beraber seviniyordu. Eseney’in vefatınddan sonra o kendisi de heyecanlıydı ve aynı heyecanı sibanlardan da farkediyordu. Onlara düşman olan soyların eski davaları uyanırsa ne olacak? Eseney de günahsız değildi ki. Bir zamanlar onun yüzünden çok acı duyan aullar, ayrıca etkili insanlar vardı, Eseney’in sorgusuz sualsiz gücü hala onların akılındaydı.  Her kabilenin askeri düşmanın askerinden eksik olmamalıdır. Eseney onları terk etti... Ama Kereyler savaşını sibanlar başlık ettiler, kereyler ise beş valilikten oluşmaktadır! Bu durum Ulpan’a gelecekten umut veriyordu demek ki düşmanlarddan korkmayabiliriz. Düşmanlar onların huzuruna dokunamazlar. O at ve hayvan sürülerini saymadı... Kimse “Bu kadın savaşa kadar birçok şeye söz vermişti... Dönünce de cimrilik etti...” dememeleri için atları da geri almadı

Kocık artık onlara teheddüt edemez.

Ulpan anma törenine olan hazırlıklarını başlattı.

 

 

21

 

 

Bayga yapıldı ve sadece bir at birinci olabilecekti. İkincisi de - tek olacaktı. Üçüncüsü de... Böylece dokuza kadar saydılar, sonra kim kimden sonra geldiğine bakmadılar... Dokuz ödül vardı. Başarısız at sahiplerin – onlar iki yüz doksan bir taneydi – her birisi can sıkıcı biçimde atının nasıl onuncu geldiğini anlamadığını onaylıyordu... On yedi at devam etmeye gücü yetmeyerek yolun yarısında kaldığı tespit edilse bile onların sahiplerinin tasdiklerine göre onların da atları onuncu gelmişti.

Ama  güreşçi – pehlivanların oyunları seyyircilerin göz önünde yapılıyor: kimisi mücadele ediyor, kimisi yere sıkılmış. Anma töreni huzurla sonuçlandı – töreni bozacak, merhumu gücendirecek kimse yoktu. Ulpan’ın aulu sakin haline döndü, misafirler sibanaların diğer aullarındaki akrabaları, dostları ile görüşmek için gittiler. Siban savaşına katılan biyler, valilik yöneticileri gittiler.

Kocobay gölünün kıyısı bomboş oldu. Uçurtma ve kargalar, akbaba kuşları, mezarcı kartallar, baykuşlar ve leşle beslenen diğer kuşlar ele geçirdiler. Onları kan kokusuydu buralara çekiyordu. Onlar  uzaktan uçuşup geliyorlar ve gökyüzünde çember yapmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Onlara insanlar engel oluyorlardı. Ancak insanlar dağılınca burada kuş töreni oluyordu, sıcak güneşte bozulan et parçası herkese yetecekti.

Güneş battı kuşlar gecelemek için öz ağaçlarına, dallarına ve yuvalarına uçuşmaya başladılar. Karanlık kaplıyordu etrafı ve biy ile valilerin meşgulleneceği zaman yaklaşıyordu...

Onlar auldan uzak olmayan bir yerde toplandılar – halleri o kadar düşünceli ve üzgündü ki – birisini anmaya değil  gömmeye gelmiş gibilerdi. Görevlileri sibanların temsilcilerine gönderdiler.

Doğru diye konuştu Tokay biy:

- En iri... hayır – kerey kabilesinin en büyük ordası dul kadın ve yetimin elinde kalıyor. Kız hakkında bir şey diyeeeyiz, o başka birilerine aittir, o başka aileler için doğmuştur... Dul kalan genç kadın hakında sibanlar ne düşünüyorlar? Bu dul kadın Eseney’in servetini dağıtmadan elinde tutabileccek mi? Ve sibanların malını? Biz sonradan şikayetler olmaması için kendi düşüncelerimizi belirtmek istiyoruz... Valiler – biyler zaten eti yiyip, kımızı içip arkalarına bakmadan bile gittiler... Bizim geleceğimizi düşünmediler... Ben şimdilik bunları söyleyebilirim...

Tokay sustu da Baydalı’ya baktı ve Musrep onların önceden kim ne diyeceğini belirlediklerini kendince düşündü... Dinleyelim...

-     Sen başladın ben devam edeyim... Sibanlar bizim kardeşlerimiz dolayısıyla biz de telaşlanıyoruz. Biz şimdilik sadece dumanı fark ettik, bu alevlenebilecek büyük bir yangının dumanıdır. Bu yangın tüm kerey ve uakları kaplayacak! Eseney’in bir tek kardeşi, onun küçük kardeşi İmanalı miras hakkını talep ediyor. Amen-gerlik kanunlarına göre kardeşinin eşinin haklarını da istiyor.  Benim diyeceklerim bunlardır. Sibanlar bize ne  diyecek?

Kolay sinirlenir Kuniyaz her dakikada savaşa girmeye hazır gibi oturuyoru.  

-     Sibanlar bir şey demezler,- ilk olarak o seslendi.- Ne diyecekler?! Bizim  başımıza bela vermek kimin aklına geldi! Kimin?.. Başkaların evine ateş koyanın kendi evi yansın! Önce onların kendilerine bela olsun...

Kuniyaz sesini yükseltti ve yükseltti, Baydalı-biy onun sözünü kesti:

-     Kuniyaz-mırza burada sağırlar yok... Biz kardeşçe geldik, uaklardan kimseyi davet etmedik, yabancı soylular bizim konuşmamıza karışmamasın diye. Bu bizim sizin geleceğiniz için merak ettiğimizi göstermiyor mu? Eğer İmanalı’nın iddialarını tüm soylar öğrenirse ne olacak? Onlar merhumun kardeşine sadece birilerinin karşı çıktığını dikkate alacaklar mı  acaba?.. onun haklarını kim redd edebilir? Bu eskiden beri böyle olmuş! Sen sibansın aklına geleni birinci olarak söyleme! Kocası olmayan kadın yüksüksüz parmak gibi. Dul kadına sen kefil olabilir misin?.. Belki o - Eseney’in tek mirasçısı  - onun hayvanlarını tamamen götürüp öz kerleutlarına gidecek? Onsuz da Eseney’in bir sürüsü onlardadır.  Kerleutlar şu an Kustanayskiy ili idaresine geçtiler, Kustanayskiy ili bundan sonra Orendurg’a bağlı olacak... Mirasın kısmeti olmaz, dul kadının kaderini biz seçmeliyiz!

Musrep susuyordu. Biy ve valiler uzun süre hazırlanmışlardı, bir yıl.  Onların Ulpan ile hesapları çoktur. Omsk töreleri geldiği yıl Ulpan rezille redd edenler bunlar değil miydi? Kocık ve onun çeteleri ile olan mücadele ününü Ulpan haraç olarak algılıyordu. Kadının bu davranışı aff edilir mi? Onlar Ulpan’a karşı çıkmak için bir süreye ihtilaflarını unutmaya ve kendi işlerini erteletmeye hazır. Burada onlar beraberdir! Herşeyden önce İmanalı’yı mirasçı tanıyacaklar ve onun Ulpan’a olan haklarını da tanıyacaklar. Yani sibanları bırakıp akrabalarına dönebileceğine imay ediyorlardı... Onların Ulpan ile onun rahmetli eşinin akrabaları arasına sokacakları kamalardan  sadece birisidir.

Musrep hala susuyordu, o ancak biylerin daha ne düşündüklerini açıklamak istedi:

-    Bizim sizden duyacaklarımız bu kadar mı?

-    Hayır!- dedi Baydalı.- Hayır... Sen sibanların oğlu bunu duymadın mı?İmanalı da  ramazan ayı bittikten sonra Eseney’i anma töreni düzenlemek istiyor. Eseke bizim fani dünyayı geçen sene terk edip gitti. Sorele gölünün yanından yaylaya geçen yolda İmanalı halkı toplamak niyetinde. Biz nasıl itiraz edebilir ki?.. ve bununla ilgili sibanların öncüleri ne düşünüyorlar?

Baydalı gözleriyle direk Musrep’e dikildi, ona çok şey bağlı olduğunu biliyordu...

Uçurumlara itiyorlar, tuzak hazırlıyorla... Birinden kurtulursan ikincisine denk geleceksin... Musrep biylere itiraz edersen tüm sibanlar ile Ulpan suçlu olacağını anlıyordu. Eğer iş onlara kadar ulaşırsa beş ilçenin temsilcileri de aynı kararı  çıkartacaklar. Tüm bunları onlar hiç karışamayacakları tarafa döndürmek gerek.  

Gene bir şey söylemeye çabalayan Kuniyaz’ı Musrep sert  bakışları ile durdurdu.

- Değerli biyler...- diye başladı o.- Sizin üşenmeden geri dönerek bize gelecek tehlikeyi önermek istediğiniz için teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Ama başka bir hususu da göz önünde tutmalısınız... Tokay-biy ile Baydalı-biy’in anlattıkları birçok tehlikeyi içermektedir... Ancak, bu sibanlar kendilerince çözebileceği ailevi işler değil midir? Kim mirasçı, dul kadının geleceği ne olacak... En kötüsü sizin Ulpan’ı siban baybişesi tanımak istememenizdir. Onun aulunu bırakıp gideceğinden korkuyor musunuz? Ama emin olabilirsiniz ki eğer bu soyda siban ismini taşımaya değer iki adam varsa onlardan biri – Ulpan’dır! Eğer bir adam varsa o da – Ulpan! On beş yıldır bizde ona Eseney diyprlar! O kendisi bunu emir etmişti, ona onun dediklerine kim uymazdı? Siz Ulpan dul... Ulpan dul oldu diyorsunuz. Sibanlar onu kutsal Ulpan sanıyorlar. Kime sormayın herkes bunu tasdik edecek, hatta sizinle kavga etmek korkusu olsa bile. Bizim sizden sadece iki ricamız var... Allah uğuruna Ulpan’a bunları söylemeyin ve gidin. Onun kederine sen bize yabancısın diye daha bir keder katmanın ne gereği var... İkincisi ise – bize gelecek tehlikeyi söylemeniz, yolunuzdan dönme nedeni bize yeterli. Bize biraz zaman verin kendi işlerimizi çözme kuvvetimiz var mı yok mu sonraları şahit olacaksınız.

Kışkırtıcılar Baydalı ile Tokay ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sibanlar kendi işlerine karıştırmayacakları hjerşeyden belli. Eğer onları basmazlarsa rus kanunları ile korunmaya da gidebilirler. Sonra başka biy ve valilerin hangi tarafta olacağı da belli değil. İşte bakın Kurumsı biye onlarla beraber dönmüş ama sessizce oturuyor. Onun ne düşündüğünü öğrenemezsin... Onun sözüne tüm  kerey ve uaklar kulak verirler. Eğer o: “Sibanlar iyice düşünün, biz size dostça geldik ataların antlaşmasını bozmayınız” – deseydi. Gurur duymak için bu da  yeterli olacaktı.

Onlar o biye umutla bakıyorlardı, ama yaşlı biy ancak uzun süre düşündükten sonra konuşru:

-          Belki benim yaşlı kulaklarım duyulacak şeyleri duymamış, benim yaşlı gözlerim görülmesi gerekleri görmemiştir! Benim suçum sizin zamanınıza yetişememdedir, bu zamanınız tilki kuyruğu gibi yetkiliyor. Eskiden, “kavga etmeye sebep arayan kabile çok düşman kazanır, herkesle barış içinde yaşayan kabile güç kazanır” derlerdi. Bu söz de benim eskiden aklımda kalmış. Ben bu uzun hayatımda bunu tutundum. Siz bana: Biy hadi gidip Eseney’in akrabalarının bize şikayet veya arzları var mı öğrenelim demiştiniz... Onun mal-mülkü gerçek sahibinden ayrıldı... Ben onun için sizinle gelmiştim. Oturup dinledim ve sibanların herhangi bir beladan uzak olduklarını anladım. Onlar barış ve huzur içinde yaşıyorlarmış. Ne denebilir? Tek diyeceğim – karışmaya gerek yok, onların yaşamını kesmeye gerek yok. Musrep onları davet etmeye acele etti:

-     Artık geç oldu. Size ağırlamalarımız da çoktan hazır. O yaşlı biyin sözlerinin etkisini birilerinin zayıflatacağından korktu.

Ağırlamalardan sonra geri gelenlerden hiç birisi göz kırpmadı, baydalı biy ile Tokay biy çok rahatsız oldular. Şafakfa akşam aullara sibanların baybişeye olan görüşlerini sorgulamak için gönderilen görevliler dönmüşler. Görevlilerin haberleri de  teselli edici değildi. Büyükler Allah’tan onun sağlık ve iyiliği için dua ediyorlar. Молодежь:считает щенрилияньш звать ее по имени^ только -и; слышно

 

***

 

 

Ulısen - büyük; apay yaş veya statü olarak büyük olan kadına hitap ederken kullanılır.

İlk olarak Baydalı kalktı:

-          Bu ihtiyar kendisi bize yolu gösterdi! Biz de Ulpan ile  vedalaşmalıyız... Kurımsı biyin dediği gibi eskiden – kim uzun süre dönerse o sonunda düşmanını yener. Biz ne kadarız?.. Onu yenemez miyiz?

-          Doğru Baydeke...- Tokay da kaltı.- O daha yalnız danışmanları yokken dönmeye çalışalım.

Gençler itiraz etmeden onları takip ettiler.

Çadırda Ulpan ile yaşlı biye rastladılar, belli ki o demek istediğini demiş şimdi ise onunla vedalaşıyordu:

-     Aynalayın, aulunun halkı senin namusuna toz bile dokundurmuyorlar. Seni kabile annesi dediklerini duydum... Kutsal... Ben onların sözlerine katılıyorum. Allah benim dualarımı kabul edeceğinden daha umutluyum. Ben sana dua edeceğim.

Kurımsı biy yerinden kalktı. Ulpan da onu uğurlamaya kalktı, onun omuzlarına ceketi çekti. O başka hiç kimseyle vedalaşmadan gitti. Ulpan’ın yanında iki kadın vardı, ama Baydalı ve Tokay onlara hesaba atmıyorlardı.

Onlar belagatını döktüler. Gece her zaman aydın güne dönüşür... Yazdan sonra kış gelir. Akrabalar iyiliklerin çok olursa kıskanırlar. Ama aynı akrabaların yoksul olursan sana bakım sağlamaz. Yaşam böyle düzenlenmiş, halkı birleştirici kaynaklar olan kesin gelenekleri, belirlenen kuralları biz başlatmadık ve bizimle tamamlanmayacak. Ulpan gibi akıla sahip insanlar onları bozmamalı, bu öz evinin şanıragını bozmaya değerdir. Kim bilir?.. Bugün sende herşey hayırlı, yarın bela, acı, keder olabilir. Daha dün kendin üzen akrabanın yardımına bugün muhtaç olabilirsin! Hatta en küçük yangın tüm etrafı dumana doldurabilir...

Herkesin kabilemizin birliğini düşenecek zaman gelmiş, ve kimse berrak gölün dibini kışkırtmamalı...

Biyler kışkırtmayı yapıp, dumanı yayıp işe geçtiler. Miras... İmanalı’nın büyük kardeşinin dulu üzerindeki tartışılmaz haklar...

Ulpan sözlerini kesmeden, gözünü almadan dinliyordu. Onun bakışları o kadar dik ve güçlüydü ki Baydalı ile Tokay, diğer biyler, valilik yöneticileri o bakışlara dayanamayıp gözlerini kaçırıyorlardı. Onların davranışları kurtlar gibiydi – tuzaklarındaki kurbanlara saldırıyorlar, çembere alıyorlar, birisi yorulduğunda yenileri yardıma geliyorlardı...

Ulpan önünde duran büyük kara kasedeki kımızı karıştırıyor ve karıştırıyordu. O bu kımızı onun evine gelen değerli misafirleri ağırlamak gerektiğini unutmuş gibiydi. Önünde duran kasedeki kımızı ev hanımı ojau-kaşıkla karıştırıyor ama ne sana vermeye ne başka yere alma niyetlenmesi çok fena bir şeydir... Bu lanetli kadın neyi düşünüyor? Mahsus?.. Eseney de uzun zaman suskun otururdu ve onun ne yapıp ne diyeceğini anlamak zordu. Ulpan’ın da ondan bir şeyler öğrendiği belli!

Belagatlar kendi imay ve düşüncelerini karıştırarak tekrarlamaya başladırlar, ve o anda da Ulpan kımızı hatırladı herhalde. Durmadan yapılan karıştırma sonucu kımız mayhoş olup özel burun delici bir kokuya sahip oldu ve misafirler kımızla dolu kaseler ellerine geçinceye uzun konuşmadan kuruyan gırdaklarını sulayıncaya kadar çıldıracak gibiydiler.

Ulpan onlara teşekürlerini bildirmekle sözüne başladı. Eseney’i anma töreni genelde halk çok toplanan törenlerde sık sık olan  kavga, çatışmalarsız gerçekleşti... Biyler ve valilik yöneticileri Kocık ile olan mücadeleye kendileri de katılım sağladılar ve soyguncular mekanını yaktılar, zafer ünü ise bize kaldı...

-     Sibanlar bunu unutmayacak,- dedi o,

-     Ehey! Çok uygun düşünce – savaşı siban savaşı olarak sıfatlandırmak – Baydeke’ye gelmiştir. Tokay biy daha bitmemiş yaraya yeni ok vurdu. Baydalı bu fikrini affedemediğini biliyordu. Baydalı ile Tokay bilikte Ulpan’a tuzak ayarlayabilirlerdi, onun kendi aralarındaki muameleri değişmemişti. Baydalı susmaya güç bulabildi.

Ulpan konuşmasına devam ediyordu:

-     Sizin tekrar dönüp tehlikeyi açıkça bildirmeye gelmenize de ayrıca teşekkür ediyorum... Siz genç sibanalrı düşünmüşsünüz, Eseney’siz atını idare edemez ve kendine zarar verebilir diye düşünmüşsünüz... Çocuğu ilk defa ayare bindirdiklerinde yaşlılar böyle bakım sağlamazlar mı? Siz bizim rahatlığımıza merak ettiğiniz için geri geldiğinize inanıyorum.... Sibanlar bunu unutmayacaklar!

Onun bu sözlerinden sonra onların ilk baştaki tarzda devam etmeleri zordu. Bazı insanlar var ki kendileri yokken kötülersin ama onları görünce onlar yokken söylenenleri tekrar etmeye hiç imkan kalmaz. Ve dostları da düşmanları da iyi bilirler o sibanları tüm haklarıyla temsil eder ve sibanlar her zaman baybişesini destekleyecekler. Ulpan bu sıralarda gerçekten baybişe görüntüsünü almıştı.

  Onlar bugünlük işi tamamlanmış sanıyorlarsa Ulpan onlara son olarak daha şunları söylemek istiyordu:

-          Dul kadın ve yetimlerden oluşan aile sizin yardımınıza daha muhtac olacaktır... Benim şu anlık bir ricam vardır... Üç yıl sonra benim yalnız kızım bir otaunın hanımı olacak. Biciken’im yalnızdır... Biciken Eseney’in son izi... Onun yabancı bölgelere gitmesine nasıl izin verebilirim? Öz babasının soyuna yabancı olacak mı? Eğer kerey-uaklar benim kızımla eşit olan bir oğlunu Eseney’in şanırağına vermeye razı olurlarsa ben onu damadım olarak kendi evimin sağ tarafına alacaktım. Onlar Eseney’in mirasçıları olacak ben ise kenara çekilecektim. Siz bilirsiniz sibanlar birbirleri ile dünür olmazlar. Bu bütün kerey-uakların genel sorunudur benim bu ricamı unutmayınız. Arzusunu kime bildirdiğini biliyorsa da sır olan isteğini açıkladı. Zaten onlarsız, kızına anne olma mutluluğunu sağlayacak yiğidi tek başına kabul edemezdi. Ulpan kendince hayal etti: çocuklar, çok sayıda çocuklar... Her zamanki gibi birileri ağlıyor onları avutmak lazım, diğerleri “Aje... Aje diyerek şımarıklık yapıyorlar” – oların kendisini nine diyerek çağıran seslerini duydu. O torunlarını at üzerindeyken görüyordu. Onlardan birisi çadıra koşarak girip: “Aje kımız ver!” O kendisinin en sevimlisiydi, o hatta onun şişman ellerinin boynuna sarıldığını da hissediyordu, gözleri deve yavrusu gözleri gibi... o uzun zamana kaybolduğunda onun gelişine hem seviniyor, hem ağlıyordu. Ulpan baybişe sizin arzunuzu yerine getirecek – Bu sizin Allah önündeki direk borcunuz, - diye gururlu konuştu Baydalı biy. Bana göre bu işi kereyler kimseyi karıştırmadan kendileri çözmeli. Uakları çağırırsanız şıgaylar, ш-ыгаи'и ^ара[у^ш8>К(Шу Же> kenarda kalacaklarmı, oğlunu sizin evinize vermek istemezler mi?

Onlardan başka kimse hiç bir şey demedi. Vedalaşırken Ulpan hem Baydalı’nın hem Tokay’ın omuzlarına ceket serdi. Onlar bundan sonra da İmanalı’nın haklarını iddia edcek olurlarsa halk onları suçlayacaklar ve destek de göstermezler.

Sibanlar zaten yaylaya göç etmeyi erteletmişlerdi, ertesi gün aullar haraket etmeye başladılar. Onlar baybişenin göcüne eşlik ettiler, bu Ulpan’a olan saygı işaretiydi.

Her zaman olduğu gibi aullar kim kışı nasıl geçirdiğini komşusunun hayva sayısının artıp artmadığını kıskançla gözetiyorlardı... Gençler iyi giyinmişler mi... Yetişkinlerin atları var mı yok mu... Kışın çocuklar çoğalmış mı... Bunların hepsini dmrt-beş gün içerisinde yaylaya gelirken incelemeye yetişirlerdi.

Asırlardan beri kullanılan kazak arabada buğday ve saman taşımaya alışan sibanlar şimdi gövdeli şezlongu tercih ediyorlardı. Gösteriş yapmak için yol kenarı ile at sürülerini sürüyorlardı. Bir aul kervanından ikinci kervana yetişkin erkek çocuklar atlarını yarıştırıyorlardı, kimisi ilk olarak birilerine ulaşırsa onlar bayge – hediye talep ederlerdi. Şezlongdaki kadınlar onlara baursak ve kurut bırakıyorlardı... yaylaya gelinceye kadar bu böyle devam ederdi. Kendi kısrak veya atları olan çocuklara bunddan ötürü eğelnce yoktu. Ama anne ve babaları at veremeyen çocuklar ne yaşlarını döküyorlardı!

Çocuklar kimin – zenginin mi yoksa fakirin mi şezlonguna ulaştıklarının farkına varmazlardı. Herkesten ağırlama isterlerdi. Birkaç defa, Ulpan tatlılar dağıtırdı. Biciken elde edebildikleri baursakları birkaç defa getirmişti.

Önde gelen biniciler akşama doğru gecelemeden geçilmeyen göle yaklaştılar. Ama aksakallar kendilerince önceden sözleşmiş olmalı kırbaçlarıyla sallayarak durmayın yolunuza devam edin işaretlerini yapıyorlardı. Geçen ilkbahardan itibaren göl “biy ölen göl” adını almıştır. Şmdi burada İmanalı yerleşmiş çadırlarını koymuş ve Eseney’i anma törenini burada düzenlemeyi düşünüyordu.

Eğer o bu töreni yaparsa mirasçılık hakkını onaylamış olur ve Ulpan’ın hakkı ise önemli ölçüde zayıflayacaktır.

İmanalı kendisi bunu tahmin edemezdi ama onun danışman eksikliği yoktu.

Sibanlar İmanalı’nın auluna girmediler, yanından geçtiler, ve bundan sonra onların İmanalı’nın bu işine olan muamelesini açıklamaya gerek yoktu.  

Biraz mallı ailelerin kadınları iki ata koşumlanmış arabalarda Ulpan’ın arabasını takip ettiler.

-    Sizyolunuza devam edin,- o döndü,- Ben size yetişip geleceğim...

Onun koşumu göl kıyısındaki İmanalı’nın çadırlara yöneldi.Ulpan Dameli ile beraber kesin kararlı tavırla girdi...

Onun büyümüş oğulları yerlerinden kalktılar...

İmanalı kalkmadan onlara emir etti:

-    Gidin...

Ulpan davet olmadan töre geçip oturdu.

-    Onları dışarı şıkarıp doğru ettin...- dedi o.- Biz büyükler tek konuşmalıyız. Ben yeni konutunuzla tebrik etmeye gelmedim. Ben herkesle beraber gitmenizi söylemek için geldim. Eseney’in yalnız kardşinin cüzamlı gibi yalnız kalması rezilliktir! Hiç değilse bir siban sana uğradı mı geçerken söylesene? Sibanlar seni kardeşinin, onun anı önünde suçlu sanıyorlar. Sen yüzünü buruşturmak yerine dinle! Seni, evet seni Eseney’in ölümüne ilgili sanıyorlar! Ona darbe vuran sopayı senin ellerin tutmuş... Eseney ondan sonra yataktan kalkmadı. Senin yaşın artık altmışı aştı... Sen akıllı olsaydın kimse onun yatağına dokunmaması için rahmetli kardeşinin namusunu korurdur. Ya sen? Kendin o yatağa girip onun karısına amenger olmak istiyorsun! Sen biylerin mahkemesinde Eseney’in mirasçısı olarak dava açmak istiyorsun. Sana hayvan mı gerek? Ne kadar?.. Yarından kalmadan oğullarını gönder herşeyi götürsün! Bana hayvanın gereği yok. Sen herkese anma törenini düzenlemek istediğini söylemişsin... Bir dene ki göreceksin sibanlardan bir adam bile gelecek mi? Kendi adına ne rezillik takacağını anlıyor musunBiraz önce Eseney’in ailesi anma töreni yaptı. Seneye sen yap. Sen ağzını açma bile ebn seni dinlemem. Çadırını çıkartmayı söyle. Herkesle beraber yaylaya göç et.

Öfkeden titreyerek Aytolkın haykırdı:

-         Sen bizi sibanların hangi banli yörelerinde oturtacaksın?

-         Sen sus!- diye onun sözünü kesti İmanalı.

-     İstediğin yerde yaşa,- diye cevap verdi Ulpan.- Çağır oğullarını. Toparlanın. Sabah haraket edecek olun.

İmanalı yanıt vermeden sesini yükselterek:

-    He-y! Söyleyin onlara çadırları çıkartsınlar! Göçeceğiz! Onun oğulları babasının hilelerinden ölüme dek bıktılar.

Ulpan dışarı çıktığında onlar sevinçle komşu yurtlara koşuyorlardı...

 

 

22

 

... her şeyin nasıl olup bittiğini anlatacak kimse kalmamış.

 

 

23

 

 

Deyimlere göre: bazı insanlar var ki ölümüne göndermek iyi onları – onlar çok yavaş haraket ederler.

Üç yıldır kereylerin biy ve valileri Allah’ın önündeki ilk farzına eşit tutarak Ulpan’a verdikleri sözü yerine getiremediler.  Kerey kabilesinin beş valiliğinde yaklaşık beş bin ev vardı: bu demek – beş bin kadar Biciken ile aynı yaştaki erkeler. Ama bu gençlerin birisi de özgür değildi, onlar baba ve annelerine verdikleri sözlerine bağlıydı. Bu aile kalım ödemeyecekti ki. Gel ve servetle yıkanacaksın... Ne güzel bir kız yetişti!.. Annesi gençlere her zaman bakım sağlar! Ama tüm bu güzel koşullara rağmen  Biciken’e damat bulanamıyordu.

Biy ve valiler denkliği bozmak istemiyorlardı. İlkin onların herbiri kendi oğullarını Ulpan’ın evine vermek istedi... Ama bunu gerçekleştirmemek için herkes birbirini titizlikle takip ettiler. O zaman denklik bozulacak ki! Ulpan ile akraba olan iki kat fazla zengin, demek ki iki kat fazla etkili olacaktır! Bugün aynı fikirde olanı yarın düşmana dönüştürmeye ne gerek var?

Rakip olasılının benimseyeceği imkanları önceden hesaplayarak biy ve valiler sallanmadan duramazlardı. En kolayı İmanalı’yı mirasçı tanıyarak, eseney’in mülkünü yağmalamaktı, ama bu gayreetler destek bulmadan çoktan söznmüştü... Biciken’i etkisiz bir ailenin oğluyla nişanlandırmayı düşünüyorlar, ama onun da tehlikeleri vardır. Bugün etkisis ama iki-üç yıl sonra Ulpan’ın destekleri ile yeni, genç Eseney’e dönüşür... Kimin biy, kimin vali olacağı onların evinde kararlanacak!

Onlar aynen tuzak içinde oturuyorlardı, ne niyetlerini ne korkularını belirterek... vali yönetici ve biylerin yeni seçimleri yaklaşıyordu. Bu sıralarda karla kaplı buz gibi kaypak ve külle basılı kızgın kömür gibi sıcak konuları açmaya gerek yok... 

Seçimler mart ayının ortalarında Nevruz1 bayramından önce yapılacaktı ve bu vakitten iki yarım ay öncesinde soğuk kış akşamında Ulpan’ın evine beklenmeyen konuklar – uaklardan yirmi kişi, biyler, aul büyükleri, aksakallar geldiler. Onlar konuk evinde gecelemişler, sabah Ulpan’a geldiler ve uzun selamlaşma ve dualardan sonra nihayet buraya nçin geldikleri konusuna geçtiler.

Nların adına yaşlı biy Utemis konuştu:

- Ulpan baybişe, sibanlar anası bizim sizden gizleyeceğimiz yok – biz kuvvetli kerey kenarda tutan insanlardanız... Kocık uak soyundan diye bizi o zaman savaşa çağırmadılar. Eğer siz olmasaydını Baydalı ile Tokay bizi şaykoz-uakları Eseney’i anma törenine de davet etmezlerdi. Ne yapabiiliriz ki?.. Az sayılı bizim gibi kabileler bu tür aşağılamalara alışmışlardır. Şaykoz-uaklar küçük bir toprak üzerinde oturuyoruz – bir tarafımızda sizin akrabalarınız olan kurleutların ailesi yaşayan Karşıgalı yöresi komşumuz. Öbür tarafımızda - Stan. Sibanlar da sayı olarak çok değildir, halkı bir aul muhtarlığı etmez. Ama Eseney ve sizin sayenizde namusunu kimseye aldırmayan halk oldu! Şaykoz-uaklardan hiç Baydalı ve Tokay gibi belagatlar çıkmamış: Ben hatta fikrimizi doğru iletebildiğimden de şüpheliyim. Biz sıradan insanlarız hayvan bakıcılarıyız.. Ruslara yakın yaşıyoruz – çiftçiler gibi buğday ekiyoruz. Sizin kerey-uakların bir oğlunu Eseney’in şanırağına verme ricanızı kulağımız çaldı. Keryler – nazlı karakteriyle iç aralarında anlaşamıyorlar! Eseny’in kızına layık oğlu biz getirdik...

1Nauruz kelime olarak; Yeni gün. Zerdüştlük anlayışlarına göre, 22 Mart ilkbahardaki  gündönümüne denk gelen yılbaşı.


Ulpan ilk baştan misafirler arasında genç Torsonu, Tlemisin oğlunu, onun ninesinden kalmış biraz kafkaslılara benzer yuvarlak gözlerini fark etmişti.

Torsan’ı bilmez olur mu... Babası Tlemis’in vefatından sonra Ulpan onu İrbit, Tobol, Kzıl-Car’a fuarlara gönderirdi... Torsan Stap’ta rus okulunu bitirmişti, ona güvenle gmrev vermek mümkündü. Kendisi de niçin Torsan’ı hatırlamadı... Utemis sözünü tamamladı:

-         Otuz yıldır bu evde bulunan Tlemis’in oğlu Torsan’ı siz biliyorsunuz.

-         Doğru, Torsan bizim gözlerimiz alışmış yiğit...- Ulpan biraz gülümseyiverdi.

Ama yaşlı Utemis sözünü bitirmemişti:

-Ben biliyorum.. Ben umut ediyorum ki siz: “hayır o benim kızıma layık değil...” demeyeceksiniz. Şaykoz-uakların sizden gizlediği sırrı yoktur. Torsan yakın zamanlarda Kzıl-Car’a başkanına gitti... Kağıt götürmüştü. Kzıl-Car’da biza ayrı valilik oluşturmaya izin verdiler. Yakın zamanlarda seçimler olacak. Biz vali olarak bu yiğidi seçmek istiyoruz.

Upan onun daha başka diyeceği bir varmı diye biraz bekledikten sonra söze başladı:

-    Ben evinde mutlaka vali veya biy isteyen birilerinden değilim... Sibanlar bir kabilenin ikincisine hükmetmek ne kadar kötü olduğunu çok iyi biliyorlar. Ben sizden gizlemem, üzgünlüğümü de beliritirim... Kereyler arasında Eseney’in şanırağı için bir yiğit bulunmadı... Eğer az sayılı aykoz-auklarda layık yiğit bulunmuşsa bizim evde iki-üç gün misafir olun. Gitmeden önce cevabını alacaksınız.

Torsan... kendi yaşındaki yiğitlerden belirgindi. Ulpan kendi ilerini onun babasından daha çok ona güvenirdi. Tlemis’in kötü bir alışkanlığı vardı – ya kendisini aldattıklarını anlatarak başını tutar, ya kendisi birilerini aldattığını söyleyip övünürdü! Torsan’ın bu tür alışkanlıkları yoktu, işbilirlği Tlemis’ten eksik değildi. Bu yiğitten kendiside birisini aldatmayan ve kendini de aldatmayan bir adam çıkacak gibi, onun niyetleri Ulpan’ı biraz sarsılttı – onun gözlerinden – nasıl olsa ben valilik yöneticisi görevini alacağım niyetini okudu... Ama kendisi de sersildi: Eseney yıllardır aga-sultanlığı almaya gayret etmemiş miydi? Erkeler – erkeklerdir... Uaklar da haklıdır – kereylere bağlı olmamak için ayrı valilik olacaklar. Torsan?.. Uak mı Kerey mi ne farkı var? Eğer birisi kendi başına yükselmişse onun soyunu sorma. Biciken kabul edecek mi...

Biciken artık on dört yaşındaydı. Fırfırlı uzun elbiseli, baykuşu kanatları ile süslü su samuru şapkasıyla annesinden daha uzun boylu görünürdü. Ve iskele-cama sıksık bakınırdı. Biciken çocukluk açıklığını yitirmiş, Ulpan onun gözlerinden annesine zaten belli olan ama annesiyle paylaşacağı soruları okuyordu. Bu saatler olması gerek olan saatten geç de erken de gelmez.

Ama kızı hakkında herşeyi bildiğini zanneden Ulpan bile Bicikenin annesine acıdığını sadece tahmin edebiliyordu. O annesi ile aynı yaştaki kadınların – otuz beş, kırk yaşlarındaki kadınların her birinin beş-altı çocuğunun olduğunu görüyordu. Ve onların daha çocukları olabilir. Biciken ise yalnız. Kızını birileri nişanlandırıp götürecek! O kiminle kalacak?

Onlar aynı odada uyurlar.

Lpan uak aksakalları ile olan konuşmadan sonra Ulpan artık yatağındaydı, Biciken ışığı söndürüp kendi köşesine yerleştikten sonra şikayetli seslendi:

- Apa... Apa ben üşüyorum.

Evet... O ya üşür, ya bir şeyden korkuyorum der... Her gün aynısı annesinin yatağına geçmek nazlanmak için bir sebep bulur...  

-     Üşüdün mü? Gel yanıma yavrum benim... Biciken hemen onun yorganı altında bulundu, kucakladı, mırıldandı.

.— Biciken..., dedi Ulpan.

-          O-oo-u...- o annesinin sıcak omuzlarına sarılarak seslendi.

-          Biciken, sen küçük kız gibisin... Beni dikkatle dinle, çok önemli bir iş.

-         Eh-ee.

-         Bem senden başka kime bakım sağlayacağım?

-         Uh-uu-uu...

-                  Sen Torsan’ı bilirsin?

-         Eh-ee-ee...

 

-         Sana göre o nasıl birisi- iyi yiğit mi?

-         Eh-ee-ee...

-         Ya da kötü yiğit mi?

-     Oh-oo-oo.-

Ulpan Biciken’in omuzlarının inip çıktığını hissediyor. O bizim yüvey oğlumuz olmak istiyor.

Oh-oo-oo...

-Sen onun nasıl bize oğul olabileceğini anlıyor musun?

  - Eh-ee-ee...

-         Bana oğlum ve damatım. Sana ise... Sen razı mısın? Biciken annesini çok sıkı kucakladı ve onun yüzünde ve boynunda öplmeyen yer bırakmadı.

-          

-         Beklesene Biciken... O işini iyi bilen yiğittir ben biliyorum. O her şeyi bizim evde kendine göre yapmaz mı?

-Apa!- Biciken’e konuşma yetenepi geri verilmiş gibi Ya sen? Ya ben? Ben senden doğmuş değil miyim? Eğer o her şeyi kendine göre dönüştürmeyi düşünürse, o akılsızdır!

Ulpan artık kendi fikriyle Biciken ile paylaşmadan dalmıştı.  Şaykozlar ergenektı-uaklardan gelyorlar. Onlar soy ismini bir zamanlar ergenektınaymanlardan gelen kadından almışlardır. İn şa Allah her şey iyi olacak!

Onlar sımsıkı kucaklaşarak sessiz yatıyorlardı. Sabah Ulpan uak elçilerine tekliflerini kabul ettiğini beyan etti.

Düğün törenleri siban ve uak aullarında yapıldı, onlar bittikten sonra Torsan Eseney’in evinde kaldı. Kuş-kuyeu – eve kabul edilen damat,  “kuş” o olmadan aile kurulmayacak kuvvet kelimesinden geliyor.

Kerey biy ve yöneticileri uakların ayrı valilik olmasına direnç gösterdiler ama artık yapacak bir şey yoktu. Vali olarak Torsan seçilmişti.

O daha otuz yaşlarına girmemişti, ama onu çabuk tanıdılar. Ona her zaman polis memurları gelirdi, her birini ağırlardı. Ulpan bir zamanlar konuk evi olarak kurduran bina valilik hizmet evi olmuştu. Torsan ne yapacağını bilir – aul işlerini biylere verip kendisi sadece il ve Omsk işleriyle uğraşıyordu. O sbiylere kerey idarecilerine pençelerini gösterme simkanlarını kaçırmazdı, kereylerin ayrı valilik kurmaya kendisinin vali seçilmesine nasıl direndikleri aklındaydı. İl destekleri ile Rusya’dan gelen göçebe çiftçileri  kendi iline değil kereylerin topraklarına yerleştirme kuvvetine sahipti.

Evde o bambaşkaydı. Çayı genelde üç adam işerler – Biciken semaverin yanında, Ulpana fincanı Torsan uzatırdı. Akşam yemeğinde o Ulpan’a eti iyice parçalayıp verirdi. Sadece:

- Apa yiyin... apa için... dediği duyulurdu.

Ulpan için çok değerli insenlar Musrep ve Kuniyaz geldiğinde onları nereye otrutacağını bilmezdi. Onlara kumgan ile kendisi su koyar, et ufalar, çay fincanlarını uzatırdı.

“Kuniyaz ağa sizin uak olarak doğmadığınıza çok acıyorum!.. Sizden başka kim vali olabilrdi? Ve sizin yardımınızla bizim küçük kabilemiz çok başarılı olacaktı. Yaşlı Murep’in emeklerini belirtmek için de değerli sözleri bulurdu: “Onların çok bilge adaçayı Musake varken sibanların bir şikayeti olmayacak...”

Ulpan Biciken ile Torsan’ın hayatını yakından izleyerek damatına hiç itirazı yoktu. O kerey biy ve idarecilerinden ne türlü keder ve ihanetler  çektiğini unutmuyordu, ama Torsan onların evine gireli Ulpan eski ruh huzurluğunu bulmuş gibi. Nasıl olsa evde erkek olmak farklıdır... onun sibanlarla olan işine damadı karışmıyor.

Dört aydan fazla vakit geçti ördeklerin ilk sürüleri güneyden geri çekilmeye başladılar. Torsan çok üzgün, kızgın, öfkeli döndü, ne Biciken, ne Ulpan onu böyle görmemişerdi. O evine kardeşlerine gitmişti, onun anlattıklarına göre yolda gelirken Ulpan’ın at sürülerine bakmak için Karşıgalı’ya uğramıştır. Bu yaylalar şaykoz-uaklar ile sınırlıydı. Orada İmanalı’nın üç oğluna rastlamış, onlar üç atı yedekte götürüyorlarmış. Koyu renkli atlar kışlıktan çok iyi halde çıkmışlardır. Torsan onları hemen fark etti onlar koşumda çok iyi görüneceklerdi. Bu akılsızlar ise izinsiz olarak onları arkana bağlamışlar ve avcılıkta taşıyorlar! Elerinde kartalı, peşinde köpek koşuyor ve onları on atlı takip ediyor. Atları yoracaklar, birisi tokatlayacak..., birisinin sırtını yara yapacak... üçüncüsüne de...

Kısa keyfsiz selamlaşmalardan sonra Torsan itirazlarını saklamadı:

-         Siz buradaki sürülerin sahibi yok, ve atları hesapsız olarak almak mümkün düşünüyorsunuz?.. İstediğiniz zaman?..

-         Baksana!- büyük oğlu – Esencol seslendi. Kuş-kuyeu sen unutma ben sanin amcan olurum, saygı ile hitap et.

-         Evet o kuş kuyeu!..- ikinci kardeşi Resey Esencol’a döndü. – Ama onun evdeki durumu onun tüm mülk ve hayvana sahip olduğunu bildirmez!

Üçüncü oğlu Torsan’a hitap etti:

-     Kuş-kuyeu mırza! Anlasana... Eseney’in mirasçıları serseri kuş-kuyeu değildir! Biz üçümüz!.. Sabr et  biraz... Biz hala miras payımızı almadık ki.

Torsan onların “kuş-kuyeu” kelimesini mahsus yutarak telafüz etiklerine çünkü bu kelime birleşik telafuz edildiğinde “kuşuk” – köpek yavrusu anlamına geldiğine dikkat edemez olur mu.  Torsan onlarla çekişmedi atını çekip gitti. Ama hızlı yürüyüş de öfkesini zayıflatmadı kulağunda: “kuşuk-kuyeu... kuşuk-kuyeu...” diye çınlıyordu. Demek ki İmanalı’nın oğulları mirastan ayrılmak istemiyorlar... Onların düğününde ulpan herkesin önünde Eseney’in mal-mülkünün sahibi onun kızı ve damadı olduğunu söylemişti. İmanalı öz kulaklarıyla duymuştu, oğulları da orada bulunuyorlardı, onlardan hiç birisi bir şey dememişti. Halk önünde açığa çıkarmamışlar ama kötü niyetlerini içlerinde gizlemişler.

Ulpan bunlar hakkında direk konuştu:

-         Apa, ben sizin hayvanınız, malınızın sahibi olmadığımı anladım. Ben bu evde sadece  kuşuk-kuyeu imişim!

-         Şıragım sana ne oldu?- Ulpan onun sözünü kesti Sen benimle konuşurken  hiç bir zaman sesini yükseltmezdin.

                Ben İmanalı’nın çocuklarını yerinde yakaladım. Onlar Karşıgalı’da güdülen sürüden üç atı alıp gittiler. Ben bu atların sahibi olduğunu söyleyemedim onlara... Onlar kendilerinin sahip olduklarını ben ise bir kuşuk-kuyeu olduğumu söylediler!

-         Şıragım,oğlum... o üç at yüzünden üzülmek olur mu? Bizim daha bin baş atımız var. Biciken ikinize yeter. Birkaç sene önce kerey-uakların biy ve valileri oğlu olmayan dul kadın malının ve hayvanlarının üçte birini kocasının kardeşlerine vermeli diye karar almışlardır. Ben onu kabul ettim. İmanalı’ya birkaç defa paylaşalım dedim. Onun hakkında çok kötü şeyler söylenebilir. Ama bu işte o erkekliğini belirterek hiç bir şey almak istemedi. Onun talihsiz oğulları... Sen onları aff et... Ben onlara söyleyeceğim onlar ikinci defa bunu yapamazlar.

Ama Torsan kendi fikrini iddia ediyor:

-         Hayır, apa... Bu işe son vermek lazım. Onlara ait olan miras payını vermek lazım. Eğer onlar hayatı boyunca borçlu olduğumuzu düşünerek gözüne çarpanları tutacak olursa biz geleleri uyuyamaz olacağız. Ben ev sahibi miyim yoksa kuşuk-kuyeu mıyım?

-         Şıragım sen usanmışsın, onun için bu dargın sözlerine önem vermiyorum. Biraz dinlen... Kalanı yarın konuşacağız.

Torsan gitti.

Ulpan o gittikten sonra da bu olayı düşünüyordu. Nasıl anlamak mümkün?.. Valilik görevi Torsan’ı değiştirdi mi? O önceleri iç bayıltıcı bir biçimde saygılıydı – hep apa apa dediği duyulurdu. Belki bu bugün o gerçek yüzünü biraz açmıştır? Ama Ulpan kendini tuttu bu kadar sert olmak olmaz. Daha genç... Sürüden üç güzel atı götürdüğünü görürse hangi yiğit dayanabilir? Suçlamak daha erkendir. İmanalı’nın oğulları babasına çekmişler onun gibi kabadırlar. Herhalde onlar gururlanmayı başlamışlardır. Eğer Torsan’ı oğlu kabul etmişse onu başkaların  alaylarından korumak lazım...

O gün İmanalı’nın evine çağırdı.

Eşinin kardeşi son yıllarda çok sakinleşmişti. Belki yıllar onu değiştirdi veya kendini suçlu hissettiği Eseney’in hastalığı etkilemiştir belki de Allah’ı anmaya başladı. En iyi kötü insanın her tarafı kötü değil iyi tarafları da vardır.

-     Bak bacanak,- dedi Ulpan ona Uzun yıllar sen benimle barış içinde bulunmak istemedin. Şimdi Allah’a şükür sen Eseney’in evine gelince – tör senin. Fikirlerimi öopu zaman uyumlu. Onun için dinle benim diyeceğimi. Senin oğulların Karşıgalı’daki sürüden üç atı götürmüşler. Benim damadım acı sözlerden çok üzgün geldi. Eğer onlara bir şey lazımsa ben onlara üç değil otuz üçü vereceğim! Ancak – benim iznimle... belki ben geçende anlatamamışımdır ama hayvanların üçte biri sana aittir. İstediğin zaman alabilirsin. Sen benim sözlerime güveniyor musun?

 - İnanıyorum, Ulpan! Seni iyice tanıdığımdan beri senin her sözüne inanıyorum. Ama ben başkalarının Eseney’in ailesini soymak istiyor demesini istemiyorum. Kuzu bile almam! Benim nasıl bir kişi olduğumu sen de biliyorsun. Oğullarımın bu davranışlarına şaşırmaya da gerek yok. Eve gelsinler köpek yavrularına ben göstereceğim... Yapma İmanalı! Darbeleme onları! Yoksa bir gün onlar sana el kaldıracaklar. Atları da iade etmene gerek yok, oğulların öfkelenmesinler. Benim damadımda ilk sözünde kendini galip hissetmesin... Bize yenelerin de  yenilenlerin de  gereği yok. Birbirlerine düşman olmasınlar...

-           Ben iade edceğim dedim mi,- iade edeceğim...

-           Ben gerek yok dedim, demek iade etmeyeceksin. Sürülerin iki yüz başı aşmaz. Al kendi payını!

İmanalı başını salladı:

-           Hayır... Senin ayınbiraderin daha dün adam oldu. Tekrar benim hakkımdda kötü sözler söylemelerini istemiuorum. Oğullarım isterse sen merhametliliğinden hediye edebilirsin ben bu konuda daha ne konuşmak ne dinlemek istiyorum. Benim kafam başka sorularla meşgul, onu yapmadan ben huzur bulmayacağım...

-           Ne yapabilirim?

-           Senin demiştin ben çok günahlıyım, günahlarım çok. Kardeşimin hastalanmasında ve ölümünde benim suçum vardır.

-           Eseney’in yerine Mekke’ye haca gitmem hakkında ne düşünüyorsun?

-           Omsk, tobolsk, stümen, çelyzbinsk doktorlaru yardımcı olamayan yatakta yatan Eseney bir an Allah’a yalvarırdı: “Ya Allah’ım bütün dünya işlerimi unutup seni öveceğim – yeter ki bana kuvvet ver...”  Ama Allah onun yalvarmalarını dinlemedi.

-           Sen hatırlıyor musun, - dedi Ulpan – Eseney’in vefatından önce söyledikleri sözleri? Nunla vedalaşmaya geldiğinizde? “Eğer Allah bana hiç bir şey  lazım değil düşünüyorsa ben de ona borçlu değilim” O niçin böyle dedi? Kime dedi? Hatırlıyor musun?

-           Tabi hatırlıyorum... Onunla vedalaşmak için gelen insanlar Mekke’ye onun yerine başka birisini göndermeyi teklif etmişlerdi

-           Ben sana bakıyorum İmanalı ve düşünüyorum... Ne yapsan sınır bilmiyorsun. Sınırsız kaba birisiydin... Şimdi sınır bilmeden Allah’a sığınıyorsun ellerinden tesbih düşmüyor... Eğer sen günahlı olduğunu bilip kendini suçlu hissediyorsan günahlarını bağışlamak budur işte. Ya Mekke’ye... Sen onun hangi ülkede bulunduğunu hayal bile edemezsin. Sen Kzıl-Car’a hiç gitmedin. Mekke nerede... Evde otursan daha iyi olur!   

-           Onun Şondıgul ile de bir görüşmesi vardı.

-           Karanar... yakın sürülerden akşama kadar üç koyu sarı at getirmeye yetişir misin?

Eğer Ulpan ona Karanar diyorsa Şondıgul’un yapamadığı bir iş bulunmaz bu dünyada. Ama bu defasında o başını sallayarak hayır işaretini yaptı:

-     Hayır, yetişemem... Bugün salı başarısızlık günü olduğunu unuttun mu, evden sadece öğleden sonra çıkılabilir. Eğer öğleden sonra çıkarsam ancak sabah dönerim.

 

 

Bedel-hacı – başka birisinin yerine Mekke’ye haca giden kişi. Peygamberin mezarına.

-          Tamam Karanar... Sabaha dönsen de geç olmaz. Renk olarak birbirinden farkı olmayan üç at seç. Bir koşum yapmak için gerek.

-          Anladım, anladım... Başka bir şey anlatmana gerek yok,- diye yanıtladı Şondıgul ve öğleden hemen sonra  yola çıkmak için hazırlanmaya başladı.

Torsan akşam yemeğine gelmedi, iş yerinde kalmış. Kahvaltıda Ulpan’a fincanı uzatsa bile keyifsizliği yazılmadığı belliydi.

-          Torsan sen daha görmedin mi?- bir şey fark etmemişçesine Ulpan ona hitap etti. – Ben sürüden üç at getirmelerini söyledim. Kzıl-Car’a giderken onlara koşum yapın.

-          Ben gördüm apa! Ben çok at görmüşümdür hayatımda ama onlar kadar güzelleri... Ben hatta dünyada bunlar gibi güzel atların olduğunu bile bilmezdim.!- Biciken Torsan’a su uzattı.

Torsan gülümsedi:

-          Bana niçin söylemedin?

-          Sen niçin gece boyunca arkaya dönüp uyudun? Bir de senden korımdık1 almak istedim senden!

Ulpan için Biciken’in mutluluğu, onun evindeki huzur kadar  değerli hiç bir şey yoktu bu dünyada....

-     Gitmeden önce bunları koşuma alıştırmak lazım, bir da dikkatli olun, bozkır atları şehirde ürkek olurlar. Baban bu sürüyü başkalara karıştırmadan ayrı gütmelerini sağlardı. Son defasında o kurtun peşinden koştururken buz üzerine düşmüştü. Şondıgul’a önce Bayşubara’yı sonra kendisini kurtarmasını söylemiştir. Bir de baban: bu atların özel karaktere sahip olduklarını, tayını kurta vermeyeceklerini, hepsi birden koruyacaklarını söylemişti...

Torsan yerinde çok oturamadı çaydan hemen sonra atlara bakmaya gitti.

Sanki yeniden doğmuş gibi keyifle döndü:

1Korımdık yanilik için verilen hediye.


-     Apa!.. Apa sibanlar size boşuna “kutsal” demiyorlar! Kaçırılan atlar bu üçlüğün iyiliği için kurbanlık yapmaya bile değmez! Apa... Ben dünki davranışlarım için özür dilerim... Sizin oğlunuz çocuk gibi davranmış...

-         E-ey aynalayın.... Ailede çeşitli olaylar olabilir ama ben kötülüğü içimde tutmam. Senin anlayışlı olduğun bana yeterli... kendi gaffesini tanıyan adamdan güçlü kimse yoktur.

-         Siz bana acıyorsunuz apa, ama ben Allah adına ant veriyorum, siz benden bundan sonra hiç aşırı bir söz duymayacaksınız!

-Tamam şıragıms... Ama sen dün doğru söyledin bu işi tamamen çözmek lazım... Benim kızım ile damadımdan başka mirasçılarım yok... Ben halkı toplayıp bunları tekrar söyleyebilirm. Akşam ne düşündüğünüzü söylersiniz...

Torsan Biciken ile akşama kadar konuşmadılar. Biciken annesine miras konusunda  söz başlatmak Ulpan’a öldürücü şekilde ağır olduğunu söylüyor.

Torsan itiraz etti:

-    Ama apa kendisi söze başladı...

-         O kendisi? Hayır canım, sen başlattın yolculuktan gelince...

-         Eğer senin kardeşlerin benimle dalga geçerek kendilerini mirasçılar diyorsa ben ne yapabilirim ki.

-    Herhalde ilk olarak sen onların namusuna dokundun.

- Ben dokunmadım. Ben sadece atlar sahipsiz olmadığını söyledim... İsteyen alamayacağını.

-         Ama bu yeterli değil miydi?

-         Kime?

-Onlar için sen sürü sahibi olduğunu bildirmişsin!

-    Ben sahip değilim mi diyecektim?

-         Hakiki mal sahibi bir şey dememeli! Senin gözlerinden ne tür yıldırımlar çıktığını ben tahmin ediyorum...

-         Bikicen, ben artık onu hatırlamak istemiyorum. Lütfen kapatalım bu konuyu...

-Gel mirasçılık konusunu da kapatalım.

-    Apa kendisi karar versin. O ne derse onun dediklerine baş eğeceğim...

-    İyi... diye kabul etti Biciken.

Akşam çay içerken Ulpan: onlarda konuşup karar vermeye yeterli zamanı vardı. Ne karar verdiler onlar Biciken ile...

-    Bizim iki kafamız sizin bir kafanız kadar çalışmaz,- diye cevap verdi Torsan.- Biz sizin kararlarınıza uyacağımıza söz verdik...

Ulpan Biciken’e baktı, Biciken gururla başını eğerek kocasının sözlerini onayladı.

-    O zaman şöyle yapacağız...- diye sözüne başladı Ulpan, o da bütün gün ne yapmak gerektiğini düşünüyordu. Valiliğe gidini... Katip daha iş yerinde olmalı, başka birileriyle de danışıp benim adıma yazı düzenleyiniz. Bundan sonra sahipler oğlum Torsan ve kızım Bibicihan’dır... Tüm hayvan, tüm malları – bana hiç bir şey bırakmayın... İmanalı miras payını tamamen reddetti, bunu da belirtmek gerektir. Bu sözlerini o yazıyla tasdik etsin... Eğer torelerden birisi veya dışarıdan gelenler varsa onlar da şahit niteliğinde imzalasınlar. Hadi haraket edin... Ben sizi bekleyeceğim.

Miraslık belgelerini gece yarısında ancak bitirdiler.

Torsan çok yükseklerde. Malın ve hayvanların yarısı Ulpan’da kalmış, yarısını ise Biciken ile kendi adına kaydedilmiş. Belge altında iki aul muhtarının imzası da vardı. Orada gecelemeye kalan rus icra memuru ister istemez imza attı. büyük, kalın deve izi gibi İmanalı’nın imzası.

Niçin böyle?- diye sordu Ulpan Ben hepinize demedim mi – hepsi size?.. Biciken  sen mi iddia  ettin?

-         Ben üçte birisini bırakmayı söylemiştim, o yarısını yazdırmış. Biciken kocasına baktı.

-         Apa...- dedi Torsan gururla.- Siz hayatınız boyunca hediye almayı bilmez sadece vermeyi bilirsiniz. Eğer birisi gelip kısrak veya sağacak inek isterse ne yapacaksınız? Benden istemeyin benim çocuklarımdan isteyin mi diyeceksiniz? Hayır... Belge belgeyle ama, bütün bu servetin sahibi sizsiniz.

                Ulpan ona itiraz etmeden dinledi. O Torsan’ın güvenini sağladığını hissediyordu. Eline dökülen bu iyilikten vazgeçmeye herkes güç bulamaz... Allah’ım Biciken ikisine mutluluk ver! O aynen genel valinin onur belgesi gibi   kalın ve kaypak kağıda büyük parmağını koyup büyük harflerle “Eseney Estemoviç” mührünü bastı. Bu kendisinde saklı mühürile her belgedeki kendi yazısını onaylardı.

-    Sende olsun..., - dedi o Torsan’a.

Yaylada aullar her zamanki gibi burada bulunan kuş sürüleri ile birlikte gölünün etrafındda yerleştiler. Daha dün kardan ilk fidanlar görünüyorsa, bugün sanki bozkırlar otlarının köklerini ılık karla kaplayarak baharda güneş onları çıkartması için kendi güzelliklerini kendileri korumuş gibi otlar çeşitli renkteydi.  Daha güneş doğmadan tarlakuşunun bozkırları öven şarkıları duyulur ve bu şarkılar çadırda otursan da, göle yaya giderken de, atla koştururken de refaket eder.

Ulpan’ın evinde de bahar hanlık ediyordu.

Genler birbirleriyle meşguldu. Nazlanmalar, şakalar... bazen şakalar keskinliğe dönecek gibi olur ama her şey barışla sonuçlanırdı. Bazen Torsan ile Biciken güçlerini yarıştırmak gibiler. “Bak ben...” der, orada da diğeri: “Hayır, sen değil, ben... ben...”                                                                                                                                     

-    Sen?..- bir sabah Torsan ona tekrar sordu.- Sen söyle apaya – biz...

Biciken annesine koşarak geldi, Torsan onun peşinden geliyordu – Apa biz yarın Kzıl-Car’a gidersek bize darılmazsın değil mi?

-          Ben neden darılayım ki?

-          Ama Torsan üç gün sonra gitmeyi teklif ediyor, ben ondan daha erken gitmek istiyorum. Şehiri gezmek... Ben oralara hiç gitmedim ki...

-          Tabi ki! Şehri gezeceksiniz... Pazara gidin... Evet... Yolculuk için arabamı alınız.

Ama Torsan kabul etmedi.

-     Hayır apa! Sizin arabanızzla gitmeyeceğim, - dedi o – Benimle alay etmelerini mi istiyorsunuz.

Ertesi gün sabah daha güneş yükselmeden üç koyu renkli atı koşum yaprılar. Torsan Biciken ile valiler toplantısına gideceklerdi.

Atları çok uygun seçilmiş. Bu koşumda gitmekten beyaz çar da utanmaz – diye düşündü Ulpan kızı ile damadını uğurlarken. Seçilmiş gibi... Şondıgul at seçmeyi biliyor.

 

 

24

 

 

O yaz siban aulları kışlıklarına geçen senelere karşılaştırmalı geç dönüyorlardı, onlar sonbaharda oturdukları otluklarda geçiktiler ve onların bu gecikmelerinin sebebi çok üzüntülüydü.

Yaz ortalarında Ulpan Torsan ile Biciken’i Karşıgalı’ya  çağırdı. Nesibeli seksen yaşlarında olmasına rağmen daha haraketliydi, kızını, torununu ve onun kocasını iyi ağırlamak için çok uğraşmıştı. Onun bir bakışı yeterliydi – o sadece büyük anne değil nine olacaktı yakınlarda... O genliğindeki güzel tebessümleriyle gülümseyerek konuştu: «Bana başka hiç bir şey lazım değil... Yeter ki tornumun çocuğu doğuncaya kadar yaşayayım. Erkek çocuk olsa iyi olacaktı... Çocuğu öpeyim de sonra beni Allah alabilir».

Ama Nesibeli yetişemedi. Onun son sözlerinin: «Artıkbay çağırıyor... Onun ben olmadan hali kötü...» olmuş. Torsan ile Biciken de cenaze törenine katıldılar. İmanalı ile Aytolkın da gitti, şimdi gençliğinde şokpar tutan onun ellerinden tesbih düşmüyordu.

Toprak altında merhumlar yatıyorlar, canlılar ise hayatta... Karşıgalı’dan Torsan genç karısıyla akrabalarına gitti. Şaykoz-uakların toprakları kurleut konutları ile aynı sınırı paylaşıyorlardı. Biciken hamile olmasına rağmen Ulpan onun da gitmesi gerekliğini anlıyordu, düğünden sonra o kocasının akrabalaraına hiç gitmemişti.  

Kzıl-Car gezisinden sonra Biciken annesine şehirde ne kadar başarılı olduğunu anlatıryordu. «Bunu ben söylemedim sbaşkaların benim hakkında dediklerini iletiyorum... Ulpan’ı bilenler şaşırtmadılar, kızı annesine çekmiş...” Biciken abartı yapmadığını, ona verdikleri hediyeler tasdik ediyordu. Başkanın hanımı – toy olacaktı, şehirde ona “bal” derler – Biciken’e bir kıyafet vermiş ki aynaya bakınca kendini tanıyamamış – sadece başındaki saukelesini çıkartmamış... Herkes onunla dans etmek istemiş ama o dansetmesini bilmiyordu...

Biciken’in keyifli morali yaylada da devam ediyordu, Ulpan Eseney ile geçiren ilk günlerini hatırladı. Kız-gelinler, özellikle yiğitler otau yurda çekiliyorlardı... güneş batınca altı bakanın yanında toplanıyorlar, salıncağı koyduklarından beri  hiç kaldırmadılar... Ulpan dinliyordu... Sesler Ulpan’a da duyuluyordu. Yeni yetişen Gauhar, Biken’ler şarkı söylüyorlar... Kendileri gibi hem arkadaş hem kardeş yeni Ulpan ile yeni Şınar da akşamdaki mavi gökyüzüne yükseliyorlardır. Ulpan üzüldü, onun zamanı artık geçti, ama bu kadar huzur ve mutluluğu o hç bir zaman hissetmemiştir... O hayalinde her zaman kımız verdiği tornunun çabuk hayata gelmesini istedi. Hesaplara göre daha üç ay bekleyeceklerdi.

Yaylada genel eğelencelere katılmayan tek insan - Torsan. Vali. Atından inmez aulları geziyor. Koyu renkliği koşumu sık sık ayarlıyorlar, zıl-Car’a gider... Katipler ne gündüz ne geceleyin rahat olmadıklarındadn şikayet ederler. Aul muhtarlarıaulun, ilin bir kurşun kadar borcunun olmaması için son atını da sattırmaya hazır olduklarını fısıltı ederler.

Ulpan Biciken’de kendi özelliklerini bulunca rahat edemezdi. O herkeste iyilik olmasını istiyor. İyi değil...? Bunları yalnız yaşamaya çaba harcıyor. Sonbaharda Torsan’ın aulundan Biciken yalnız döndü ve sevinçli de değildi. Orada neler olmuş? O ne öğrendi? Ulpan yaralı olmayacağını bildiğinden sormadı. Belki yolda yorulmuştur? O öyle olmasını istiyor, ve o kızına nazlı bakım göstererek,  kızını şaka yapmak istiyor...

Şakalara kızı cevap veriyprdu:

-          Apa... Söylesene... Ben senin içindeyken ben seni hangi tarafına tekmelerdim? Annesinin peşini bırakmıyordu.

-          E-e, sende hatırlamış olmalısın, ayaklarına sor onlar hatırlarlar...

 

-          Geceleri ben sakin miydim?

-          Gece ya da gündüz olduğunu nereden anlaya bilirdin ki?

-          Çok mu acı olurdu?

-     Ya Allah’ın yok tabi! Sen haraket ettiğinde ben sevinirdim. Sen benimle oynamak istiyor diye düşünürdüm.

 - Sen beni erkek çocuk mu sanırdın?

 -Evet...

-         Ben de öyle apa.

Ama annesini aldatmak olur mu? Biciken bir şey gizliyordu. Bir yerlere gidip geri döndiğinde Ulpan onun gözlerinden gizli  yaşları fark ediyordu.  

Torsan iki gün sonra geldi, kısa süre evde olup tekrar Kzıl-Car’a gitti valileri toplayıp sık rastlayan barımtı hırsızlık ve soygunluğa karşı1 ne tür öneri alacaklarını danışacaklardı... Kocık kaldırılmış olsa bile geceleri yola çıkmayı Kocık’tan  başkalar da biilirlerdi.

Torsan çok acele ediyordu. Akşam Ulpan’a Eseney bu tür insanlarala nasıl mücadele ettiğini sormaya yetişti. Torsan’ın yanında uakların iki biyi vardı, iki katibi çok geç saatlere kadar yazı hazırladılar. Sabah o gitmiş, Ulpan’a onun akşam Biciken’e girip girmediği belli değildi, eğer girmişse de onlar ne hakkında konuştular...

O gittiği akşam Biciken annesine halinin iyi olmadığını anlattı. sTorsan’ın aulundan dönerken o kendini iyi hissetmemiş.

- Benim karnım ağrıyor...

-     Аynalayın olabilir arabada sarsılmışsın... Br şey olmaz geçecek. Belki doktır çağırırız?

-     Çağır apa...

O kelimeler arasında uzun nefes alarak zor konuştu.

Ulpan Stap’tan, Kpitan’dan bir değil üç doktor çağırdı.- O nedenkorktuğunu belli etmedi – düşük yapacakmı? Ama ona benzemiyor... Biciken’in karnı şişmiş ama ağır nefes alıyor. Bir doktordan ikinci doktora zarzur gözünü değiştiriyor. Onlar ne konuştuklarını anlamıyor ama onların yüzlerinden ne beklediğini anlamak istiyor.  

Ulpan da dinliyordu: onların ülser, akut karın... o tek anlayanı “pozdno” geç...

Onlar yatağın yanından uzaklaşmadılar. Biciken’in odasından çıkmayan Ulpan’a onlar sadece işkence ekliyor gibiydi...

Sabah hali çok fena olduğunda o başını kaldırmadan:

 

 

1Barımta hayvan çalma.

-     Ap-pa... Torsan haindir... Ben önceden bilmiyordum şimdi biliyorum. Ba-a-ak... Onun elleri ikinci bana dokunmasın...

Ulpan daha birşeyler diyecek mi diye  dinledi. Ulpan dikkatle baktıktan sonra haykırıverdi...

Yaşlı değil ama ihtiyar bir kadına dönüştü.

Gözyaşları da kalmamış gibiydi. Ama gece boyunca göz kırpmayıp sabah kalkıp  Biciken’in daha taze mezarına gidince gözyaşları yüzüne dökülüyor. Orada bütün gününü geçirdi ancak akşam onu Dameli evine götürüyordu. Eğer o eve götürmezse o geceyi de orada geçirirdi.

Biciken annesini tamamen yalnız bıraktı. Hiç kimse... Ama o  sadece Biciken’in annesi değil, o bir kabilenin annesi sayılırdı. Akşamları onun çadırlarında kadınlar toplanır onun dikkatini dağıtmaya çalışır haberleri söylüyorlardı. Aulda verimli bir hasat bekleniyor, hektarına otuz kilo bekliorlar, toluklar dad zengin...  Ulpan’a  bir zamanlar Şınar armağan eden deveden sotuz başlık bir sürü yetişmiştir! Beyaz bura ise kaya gibi kocaman olmuş! Kendine Capek’ten başka kimseyi yaklaştırmıyor!

Onlar samiyetle onu neşelendirmek istemişler ama kendileri farkında olmadan yeni yaralar açtılar:

-     Е-е... Deve yerine koyu gri at sürüleri hakkında anlatsaydınız. Eseke Bayşubarası ile gururlanırdı, o yirmi dişi kısrak vermiştir. Bayşubara’nın yerini kış avcılığında kimse alamazdı, kurtlardan korkmazdı!

Diğeri katıldı:

-     Bu koyu gri üçlük bizim Biciken’i de son defa evine taşımışlardır, uakların auluna gittiğinde üçlüğe koşum yapmasını söylemiş Torsan’a ise sen kendin gelirsin diyerek gitmiştir...

Değerli Biciken’inin Torsan’ın adını duyunca Ulpan tekrar ağlamaya başladı... Biciken’in ölüm öncesi dediği Torsan hainmiş sözleri Ulpan’ı rahat etmiyordu... O ne öğrendi? Biciken küçük şeylere rahatsız olacak aptal kızlardan değildi. Torsan’ın hangi suçunu affedemedi?

Cenaze töreninden sonra Torsan hiç bir şeyden haberi yok aula geldi. Haberciler Kzıl-Car’a onun kendi auluna göndermişler ama hiç bir yerde bulamamışlardır. Beklemek mümkün değildi. Biciken’in vefat ettiği haberi Torsan’ı yerinde vurdu. O bitkin ve solgundu. O üç gün mezarinden gitmedi. Ulpan’a dikkatle hizmet ediyordu, onun her dilediğini yerine getirmeye hazırdı, ancak onun dilekleri yokru.

Torsan ile ilgili ne düşünecek bundan başka düşüneceği bir şey de yoktu: Biciken yok, Biciken yok, böylece kimse hiç bir zaman öğrenemedi onun kız torunu mu olacaktı, yoksa erkek mi... 

Torsan kırk günlük törenini yapıncaya kadar evde kalmaktan başka çaresi yoktu. Sonra işleriyle bir yerlere gidiyordu. Muhtarlık kışlık evinin yanında olmasına rağmen ile ait aullar uzaklarda yerleşmiştir, zamanının çoğunu o orada geçirirdi.

Kış ortalarında Torsan yoldan geçerken Kzıl-Car’a uğradı. O Ulpan’ın hoşuna gitmiyordu artık. Çok önemli hal kazanmış, her kelimeye güç ve yetki kazandırmak için önemli konuşuyordu... Biciken’in mezarına yalnız gitmişti, o dönünce Ulpan’a göre onun yüzü sevgili eşini yeni kaybeden insanın yüzüne benzemiyordu.

Geç kalamazdı, kızrakları verandada hazır beliyordu, yola çıkarken o Ulpana bitkin üzüntülü haliyle:

-Apa,.. apa ne yapmak gerek? Size de çay verecek kimse kalmadı...

Ulpan onun neyi kastettiğini anladı ama Torsan’a cevap vermeye ne kuvveti ne niyeti vardı. Biciken yok yanında, eğer Biiciken yoksa kiminle ne olacağının ne farkı var?

Bir buçuk aydan sonra Torsan aulundan Utemis biyi Ulpan’a göndermiş.

Biy onun sözlerini iletti: onun aklında tek bir şey var, o sadece Ulpan’a merak ediyor. Eğer apası izin verirse kendisine çay hazırlayıp, yemek pişirip, yatağını ayarlaması için gelin getirecek...

Ulpan şöyle dedi:

- Bana bunların hiç gereği yok, eğer evlenmek istiyorsa o onun hakkı. Genç adamın hayatı boyunca yalnız kalmasını kim talep edebilir ki?

Sonraları Torsan Utemis biyin dönmesini beklemediğini öğrenmişler. O Ulpan ile konuştuğu an kurleutlarda dünürler eğeleniyorlarmış.

Torsan evlendi.

O İgamberdı’nın yeğeni Rımbek’in kızıyla evlenmiş, İgamberdı annesi Akbaypak babası Karabay’ın olan Kairgeldı’nın yeğeniydi, Akbaypak ise Tlepbay’ın öz annesinin küçük kız kardeşiydi, Tlepbay’ın torunu Tulen zamanında Ulpan’ı küçük oğlu Murzaş ile nişanlandırmıştı.

Aula kuleutlar Tulen’in oğlunu getiren Rımbek’in hainliği yakalanmamıştır. O Ulpan Eseney’den hediye olarak alıp Karşıgalı’da bırakan sürüyü güderdi. Onun hali belli bir biçimde iyileştiğinden ona bayşikeş diiyorlardı, bayşikeş – daha bay değil ama malı bayın malına çok yakın sayıdadır...

Şaykoz uakların yerleri eskiden Karşıgalı ile komşuydu. Torsan evlenmeden önce kurleutlara sık sık giderdi. Onların aulunda Cauke’yi fark etmiş ve evlenmeye söz vermiştir, genç kız ile yiğidin hangi çalılarda buluştuklarını sadece orman şahit söyleyebilirdi... Ama orman sessiz kalmıştı. Torsan Biciken ile evlendi. Cauke kederlenmiş, Allah’tan bu hilekarı cezalandırmasını dilemiş, ama nihayet onu daha Biciken’in ölümünden önce affetmiştir.

Torsan Cauke’yi beğenirdi. Gerçi boyun uzun değil ama bedeni mükemmeldi, büyük kara gözlü, açık alınlı...  Huyu dayanılmazdı ama Torsan’ı o ilgilendirmezdi. O onun bokunu dışarı atacak!

Ulpan’ın evine onu mart ayında getirdi.

-    İşte size gelin apa...- diye Cauke’yi tanıştırdı. Size şimdi bakacak birisi var. O kurleutların kızı yabancı da değil sizin küçük kız kardeşiniz...

Ulpan gelini karşılamaya kalktı alnından öperek:

-    Şıragım senin gelişin bu eve mutluluk getirsin.

Cauke çabuk alıştı. O evi temizledi, Biciken’in ölümünden sonra ev cansız bakımsızdı. Cauke hep Ulpan’a soruyordu, ne yapmak gerek, nasıl yapmak lazım... Onun tek eksikliği Ulpan’a yardım eden aul kadınlarını köle çiftçi olarak algılar, onlarla kibirli konuşur, eğer onlar bir şeyi yanlış yaptıklarını düşüünürse onlara bağırırdı.

İlk olarak göze çarpan Dameli’den başlanmış.

-    Е-ей, yaşlı kadın! Sen bu eve misafirliğe mi geldin? Yoksa sen sadece alının yanında oturmayı bilirsin. En azından yediğin yemeği aklaman gereks!

Dameli gözleri yaşla dolu Ulpan’a gitti o Cauke’yi çağırdı:

-         Şıragım... Bu kadına dokunma, o benim için yabancı değildir. O benim yakın adamım.

-         O zaman otursun boşu boşuna!- diye yanıtladı da etğini silkerek öfkeli dışarı çıktı Cauke.

Yardıma gelen kadınlar akşam Ulpan ile çay içmeye kalmak çoktan artık gelenek olmuştu. Ama Cauke bunu da istemedi.

-         Yeter artık... şimdi gidebilirsini...- diye emir etti o.

            Cauke ilk günlerden ev yönetimini kendi eline almak istemişti. Ev sahibi hanımı olmak. Evin sahibi o değil bu kadın Aknar... Odalardan birine Biciken’in el değemez yatağı durduğu için oraya girmek olmaz. Diğerinde kendisi uyuyor. Büyük odada her zaman bütün gün boyu saçma sapan soru ve dilekleriyle ziyaretçiler oturuyorlar. Cauke ile Torsan küçük yan odada tıkışmak zorundalar ve Cauke izin olmadan hiç bir eşyaya dokunamaz!

Geceleri Torsan’ın canını sıkar:

-    Sen bu eve nasıl oğul olabilirsin? Nasıl sahibisin? Sen aldatmışsın! Bir defa da kandırmıştın beni – Allah’a yemin etmiştin benimle evleneceğini. Şimdi ise ikinci defa... Tüm mal hayvanlar bize ait olacak demişitin. Sen ise bu kadına hizmet ediyorsun, bu kadın seni alış verişe pazara gönderiyor. Oğlu... nasıl bir oğulsun?! Sen bu evde kuşuk kuyeusın... Yakın zamanlarda o bizi hizmetçileri yaşayan aula gönderecek!

Ne kadar acı bir dil... İşi barışla çözmek için Torsan ona ikna etti:

-        Onun kızının ölümünden hiç değilse bir yıl geçmesi lazım... Sen biraz sabr et... Sabır edemeyeceğim! Götür beni geri evime. Sen bana hainlik ettiğin sevgilinin ölümünün yıldönümü geçtikten sonra tekrar geleceğim!

-        Başkaların önünde mahçup olacaktır. Anlasana bekle biraz...

-        Daha ne kadar bekleyeceğim ki? Sevgiline mezar dikinceye kadar mı?

-        Onu yapmadan da olmaz... Kurmazsam sibanlar darılacaklar...

-        Eğer senin kadınına, sahibine kaba davranırsam sen bana üzülme. Başka bekleyecek güçüm yok!

Torsan kendinden geçti. Gezilerini azaltmak lazım herhale. Eğer o her zaman evde olursa Cauke’yi gözetebili yoksa o bir bela edecek o.

-         Cauke aynalayın... Ben sana diyeceğimi anlamaya çalış... Çok hassas bir iştir...

-         Ben hiç bir şey anlamak istemiyorum! Sen... en iyisi sen arkana dön...

Torsan arkasına döndü.

O gerçekten hiç bir yere gitmez oldu. Cauke’den de gözlerini almıyor. Ulpan çok soğuk davranıyor duygularını belirtmiyordu. Daha doğrusu – Cauke’nin kaba davranışlarının sonucu ne olacağından haber veriyordu. Alış verişten gelen bir kaç torba kış boyun açılmadan duruyordu; Ulpan onları açıp yeni halı, battaniye ve yastıkları Cauke’ye verdi. Üç taraflı aynayı onun odasına götürmeyi emir etti. Cauke hamile olduğunu öğreneli Ulpan ona kadın nasıl davranması gerektiği ile ilgili öğütler veriyordu. Ama Cauke’yi bu da etkilemedi – gün geçtikçe o çok sabırsız, mızmız olmaya başladı.

Eğer her zaman aynı yeri ovalarsan – delik bulacaksın. Eğer sonsuza dek gerirsen koparacaksın. Ulpan için kendisinin farkında olmadan böyle sınır aşıldı.

Biciken’in anıtı dikilmiş. Gelenek olduğu gibi babasının anıtından biraz küçüktü. Ulpan her şey gerektiği gibi yapılmasını izledi, sonra yola hazırlandı. Onun hayatında sevinç günler geçmiştir, keder anı gelmiş ve onun sonu belirsizdi.

O Karşıgalı’ya anma törenine gidiyordu – annesi Nesibeli  vefat edeli bir yıl geçmiştir. Şandıgul arabanın yan tarafına geçip üçlüğü, koyu gri üçlüğünü getirmiş. Bu koyu gri üçlüğü ile Ulpan Biciken’in ölümünden beri gezmemiştir. Arabanın yanında Şınar vardı, Ulpan ebediyen yalnızlığını ondan başka kiminle paylaşabilirdi? Çift koşumlu arabada İmanalı geldi.

Her şey yalculuğa hazırdı, ve bu zaman  otau-yurttan Cauke çıkıp Şondıgul’a bağırdı:

Е-ей!.. Gezginciyi yerine koy! Arabayı koşum yapın... O nişanlanmaya gitmiyor ki!

Şondıgul üzgün sordı:

-     Baybişe kendisi söylemişti?

-     Baybişe?.. Ben öyle diyorum! Sana bu az mı? Yoksa sen duymuyor musun?

Bu gürültü sesinden dolayı otaudan Torsan çıkarak Cauke tarafa sert bakarak havalar ısınınca Ulpan yerleşen büyük çadır tarafa geçti. O bir zamanlar başkaları kendisiyle alay etmemeleri için Ulpan’ın gezgincisine hiç oturmamaya söz verdiğini hatırlamak istemedi her halde...

-     Apao yumuşak seslendi.- Biz yarın Kzıl-Car’a gidecektik. Gelininizin bacakları şişmiş gezginci ona daha uygun oluacaktır. Bir sakıncası yok mu sizin için?

Ulpan herşeyi duymuştur ama mutlaka Aytolkın, Cauke gibi kavgaya geçmek mi lazım?..

-     Benim için bir farkı yoktur,- dedi o.- Arabada yıkılmaz yolda, Karşıgalı’ya arabayla da ulaşabilirim.

Kurleutların aulunda Ulpan’ı bekliyorlardı. Artıkbay’ın çadırlarını dikmişler, eşyaları Nesibeli ile Artıkbay hayattayken olduğu gibi yazmışlar. Anma törenine tüm kırk aile katılıyordu. Rımbek de gelmiş Ulpan ile çok kibirli konuşuyordu.

Kendisi burada manevi olarak biraz rahatladı. Yanında uzun yıllar babası ile annesine yardım eden onları koruyan, huzurunu sağlayan insanlar vardı. Onları ödüllendirmeyi kendi borcu olarak biliyordu. Nasıl?... Yirmi sene önce o Eseney ile evlendiğinde babasında düzine atlar, onun yüzünden Murzaşın kardeşleri kaçırmadan az kalan at sürüsü kalmıştı... Şimdi o atlar altı düzine olmuş. Bu atları getirsinler Nesibeli ile Artıkbay’ın dostlarına dğıtacak.

Akşam bunu söylemişti, sabah bu ricasını tekrarladı ve kimse itiraz etmedi. Ama at sürüsünü de getirmiyorlardı. Öğle vaktinde ona çadıra Ulpan’ı daha  küçükken Eseney namaz kılırken onun boynuna sarılan kız olarak hatırlayan aksakallardan dört kişi girdi. 

-    Ulpancan...- dedi onlardan en büyüğü.- Senin bir tek dileğin hariç her ricanı yerine getirmek mümkündür. Seninsürünü getiremeyiz...

-    Niçin?

-    Тorsan senin sürülerin dahil tüm sürüleri Karşıgalı’dan alıp şaykoz-uakların yerine götürmeyi emir etti. İki hafta önce gelip böyle dedi.

Diğer aksakallar da konuşmaya katıldılar:

-    Evet tüm sürülerle beraber Arteke’nin de sürülerini götürdü...

-        Şaykozlardan on yiğit geldi, onlar at bakıcıları kovalayıp kendileri sürüleri alıp gittiler...

-        At bakıcıların atlarını da almışlra. Herhalde bu haber aula geç ulaşmasını istediler. Biz sana söyleyemedik, senin ne acılar çektiğini biliyoruz.

-    Bazıları senin emir ettiğini düşündüler. Ama bu aksakalın sözünü en büyüğü kesti:

-    Ne saçma sapan konuşuyorsun? Bazıları dediğin kim? Kimsenin aklına bile gelmezdi! Biz hemen hainlik olduğunu anlamıştık, bunun arkasında bir hainlik vardı!

Ulpan onlarla acısıyla paylaşamadı.

-    Bilmiyorum... Torsan Kzıl-cara gitmişti...- dedi o. Ben onunla görüşemedim. Belki o Karşıgalı otluklarını kışlık için korumak istemiştir...

Aksakallar başka hiç bir şey  sormadılar. Bu konuşmaları tamamıyla dinleyen İmanalı susuyordu. Şınar sessizdi.

Ulpan’ın burada yapacağı başka bir işi yoktu. Vakit öğleden geçiyo olmasına rağmen Şondıgul koyu gri renklileri koşum yapmaya başladı.

Tesbihlerini çekerek onların arkasından imanalı geliyordu.

Karşıgalı’dan gelen yolda göller çoktu. Ördek ve kazlar yetişkin yavrularıyla uzun uçuşlara hazırlanıyorlardı. Yazın onlar yavrularına yüzmeyi öğretmişler, şimdi ise gökyüzünde kaz sürüleri üçgen şekklinde uçuşuyorlar, Üveyleri havada da önde uçuyorlar, yavruları onlardan titizle onları takip ediyorlar. Onlara kimse engel olmuyordu. Aullar yaylalardan sonbahar otluklarına göç etmişler kuşlar uçunca göllerde gelecek bahara kadar derin sukünet yaşayacak.

Etrafı sazlıklarla kaplı büyük gölün yanına geldiklerinde ulpan şöyle dei:

-          Şınar hatırlıyor musun biz bunun gibi göllere girmeden geçmezdik. Yaşlanmaya mı başladık? -

-          Niçin yaşlanıyoruz?- dedi Şınar. Ben de düşünüyordum her zaman otlara yaslanma imkanını bulurduk... Açık gökyüzü altında geceleyede bilirdik.

-          Belki burada gölün yanında kalırız? Şafak olunca yolumuza devam edeceğiz? Hem de geç çıktık, güneş birazdan batacak...

-          Hadi Ulpancan... Kim bize engel olabilir? Arabayı koyacak yer bulup Ulpan ile Şınar ilerilere gittiler. Gölün suyu biraz soğuktu dolayısıyla onlar ırak yüzmediler birbirlerine su saçarak, omuzlarını sürdükten sonra kurulanmaya ve giyinmeye kıyıya çıktılar.  Gelecek yaza kadar hiç uya girmeyeceksin...

                 Şondığın yaktığı gübre ateşin mor renkli dilleri gece çok belli oluyordu. Et kımız vardı. Sadece neşe ve şarkı yetmiyordu... Ama kim şarkı söyleyecek? İmanalı sadece tesbih çekmeyi ve bir günde kehribar taşları kaç defa öektiğini saymayı bilir... Şondıgul ise namaz kılmazdı, o nun ne günahı var ki bağışlamaya dua etsin?

Ateş etrafındaki samimi konuşmalar da eksikti, ama Ulpan arkadaşlarının da bu son zamanlardaki olaylardan dolayı boğulmuş olduklarını ve kendisi söz başlatmazsa akşam boyun hiç himse kelime de atmayacağını biliyordu. Konuşmaya konu açmak ona da çok zor geliyordu... Karşıgalıdaki olayları aksakallardan duyunca onun kalbi titredi... O sır vermiyordu ama – eğer Torsan cesaret bulup sürüleri at bakıcıların atları ile beraber götürmüşse demek ki o çekinmeden haraket etmeye başlamış... Bu düşünceleriyle paylaşmak istiyordu ama sözü ıraktan başlattı:

-         Bacanak beni dinle...- İmanalı’ya hitap etti.- Önceleri ben sana zorba bacanak, kabadayı bacanak derdim.... şimdi ne diyeceğimi bilmiyorum! Senden bir kelime bile duyamaz olduk, ancak dualarını fısıldıyorsun. Ellerin ise her zaman tesbihle meşgul.

-         Yaşlanınca başka yapabileceğim ne var ki, Ulpancan? Çoktur benim günahlarım, çoktur...

Ulpan ateşin alevlerinden gözlerini almadan konuşşuyor:

-Bana ne emir edeceksin? Kendin günahkar, benimde  günahları içde tutmamı mı istiyorsun? Ne insansın!.. Miras payını alcak ama istemiyor, hiç kabul ettiremezsin! Demek hala vermeyen günhlı benimdir!

Şınar aşırı iyi bilirdi onu ve Uşan sözüne başlayınca onun çok önemli bir şey demek istediği ni hemen anladı...

Şınar yanılmamış.

-     Biciken daha hayattayken,- dedi Ulpan,- ben miras belgelerini düzenletmişti... Mirasın yarısı kızım ile Torsan’a ait olduğu hakkında. Şimdi herneyse... Mirasın bu yarısı Torsan’ın avı oldu. Yarısı bende kalıyor. Ama ben bugün değilse yarın önceki kavgacı İmanalı’nın alavağına inanıyorum...

Sibanların serveti sayılan zenginliğin yarısının şay-kozlara gittiğinden işkence çekiyor ve buna kendini suçlayarak, perişan oluyrodu...

Ertesi gün akşama doğru Ulpan ve onun yanındakiler siban aulları sonbaharı geçirmekte olan göle ulaştılar. Ama onun aulu orada kalmamış. Onun arabasının yanında çevirilerek hediye bekleyen çoluk-çocuk sevinçle bildirdiler:

-         Apa sizin aulunuz dün gitti!

-         Onlar erkenden kışlık evlerine gitmek istiyoruz dediler!

-         Siz de gidecek misiniz apa?..

Ulpan tatlılar, baursakları elinde olan herşeyi dğıtıp Şınar’ın evine gitti ve geceye orada kaldı. Havalar ısınmış. Çayırlarda, orman kenarlarında biçme makinalrının cıvıl cıvıl sesleri, sarı buğday tarlarında oraklar fırlıyorlar. Bu kadar erken vakitlerde Torsan’ın Suat-Köle dönmesine ne sebep olmuş buralarda da kalmöak mümkündü.

Onun arabası çiflik çitinden çıkarak verandanın yanında durdu. Avluda şaykozların tanınmayan bir sürü yiğitlerinin bulunması onu çok şalışırtı, yiğitler kendi evindeymiş gibi davranıyorlar Ulpan’ hiç önem vermeden konuşuyorlardı.  Misafir evinin yanında beyaz yakalı ve tertemiz bakır düğmeli üniforma ve gıcırtılı yeni çizmeler giyen insanlar geziyordu. Herhalde onlarının ilinin bir toplantısıdır diye düşündü Ulpan. Verandada karnı şişik Cauke duruyordu, o Ulpan ile selamlaştı ama yerinde haraketsiz kaldı – o sanki kaıpadki bekçi gibiydi. Arabaya Dameli geldi.

-     Ulpancan...- herkes duyabilmesi için yüksek sesle söyledi  - Ulpancan sen şimdi kendi evinde değil, misafir evinde yaşayacaksın  ..,

Ulpan’ın tanımadığı bir yetkili eşliğinde Torsan da yaklaşıyordu.

-     Apay...- diye söze başladı o.- Büyük evde insan  tolu çok tıkışık, siz üzüleceksiniz biliyorum ama misavir evinde kalın...

Bu defasında o Ulpan’a apa derken anne niteliğinde değil  abla anlamında hitap etti. O tanımadığı kadınlara hitap edilen apay kelimesini kullandı.

Ulpan susuyordu o sırada Cauke patladı, o eski halinde giriş kapısını kapatıyordu.

-    Sen ne?..- diye bağırdı o.- Onun önünde küçümsüyorsun?! Biz ikimiz bir küçük odada tıkışırdık! Sen ise bir oda ona küçük olacak diyorsun bir kişi için yeterlidir!

Uşan bir defa  söylemeliydi ve söyledi:

-    Sen çok iğrenç bir yaratıksın... Sen amacaına ulaştığını mı düşünüyorsun? Bekle! Bana çektirdiğin tüm aşağılamaları kendin çok ağır bir şekilde de hissedeceksin! Bunların hepsine cevap vermeden o dünyaya gitmezsin... Lanet olsun sizlere! Sibanlar benim için, Ulpan için, Eseney’in eşi için öcünü sizden alacak!

Cauke ile kavga edecek değil ki Ulpan, misafir evine geçti.  Iki oda arasındaki koridorda başları üzengi ile sürülmüş bir çok çizme yatıyordu.

Büyük odada on beş gibi kişi oyun kağıdı oynuyorlardı.

-        Onlar on yedi puan toplayınca, ruslar kağıt almazlar... Hazine diyorlar...

-        Ben rus muyum ki?

-        Sen rus değilsin kazak da değil, sen - köpeksin!

-        Ama ben senin gibi hırsız değilim, hapishaneden kaçmadım!

-        Sen?.. Sen pis domuz, senin gibi domuz hapishanede çürümeli!

Bu ev bunlar gibi konukları daha görmemişti. Ulpan’I farkedenler bakışmaya, konuşmaya başladılar…

-        Baksana!..Bizim canımız  sıkılmayacak...

-        Tanrı korusun, Tanrı korusun...

-        Kaybolmayacağız...

Dameli Ulpan’ın yan küçük odaya götürdü, orada kendi yatağı ve Biciken’in yatak eşiyaları yığılıydı.  Fransız aynası duruyordu – orta ölçülü, en büyüğü kırıktı, taş ile vurmulmuş olmalı, oysa böyle kırılmazdı. Yaklaşık bir yıl önce aynayı ulpan Cauke’ye hediye etmişti, aynaya bakınacak kimse yoktu, kendisi de bakınmayacak... Şimdi ayna kendisine dönmüş...

O ağır bir haraketle gelip yattı dirseklerine yastık koymasını istedi.

-          Çayın var mı Dameli?

-          Tabi va aynalayın olmaz olur mu... Onlar beraber oturup çay içtiler.

 

-         Zeynetin nasıl iyi mi?- diye sordu Ulpan Damadından memnun musun?

-         Çok memnunum, Ulpancan,- diye cevap verdi Dameli-Çok çalışkan bakımlı birisi oldu. O biçim yapmatı da orak kullanmayı da bilir... O sadece sürmesini değil tamir etmesini de bilir... Birisinin bir şeyi bozulursa hemen bizim Tastambek’e koşarlar!

-         Seninle muamelesi nasıl?

~ Gülümsüyor...«Apa ben sana çekmişim bir dakika bile işsiz oturamam» diyor. Torunların... Birisine eline alsam ikincisi ağlar, onu avuturum diğeri kıskanır...

-                 Her zaman öyle olsun Dameli... Çaydan sonra Ulpan Biciken’in mezarına gitti, ^mezarda biraz yalnız oturdu. Şimdi anlaşıldı, o Torsan’ın aulunda gittiğinde kızına birisi Cauke hakkında anlatmış – kocasının onunla evlenmese bile  hala buluştuğunu açıklamıştır... Ama niçin annesinden sakladı? Ulpan onu teselli edemez miydi?.. Eseney’in odasına bir yaşındaki Biciken’i getirdiğinde o kızını elinde tutamadı bile. “Aknar, al kızı...” diye rica etmişti. O tek hesabını yapardı, bir yıl geçti... bir ay... bir gün, ikiyıl, iki ay ve iki gün... O hep dinlerdi – bugün Biciken iki defa ağlayıp, iki kez güldü...

Erken saatlere rağmen Ulpan artık yatmıştı yatağına. Onu titrek basmıştı... Evine gitmeye hazırlanmakta olan Dameli’ye rica etti:

-           Dameli apa birilerini Şınar’a gönder. Bana erkenden gelsin – güneş batmadan gelsin...

-           Tamam aynalayın gönderirim...

Torsan’ın alçaklık uzun zinciri burada, öz evinden çıkartıp getirdikleri bu odada son buldu. Küçük önemsiz gibi sezilen gezginciden başladı, Kzıl-Cara gitmek için gezginci... Herhalde  önceleri Torsan gerçek yüzünü gizliyordu. Şmdi ise gizleyecek bir şey yok zannetti. Onun babasının sürüleri ile beraber  sürülerin tamamını Karşıgalı’dan şaykozların topraklarına çıkartıp gitti. At bakıcıların da atlarını götürmüş birini de bırakmamış! Sonbahar otluklarından Cauke ikisinin Suat-Köle acale ettikleri sebebi de belli. Erken gelip eve sahip olmak, Ulpan’ı ise buraya çıkartıp konuşma hakkı da olmayan bir zavallıya dönüştürmektir!

Hayır, hayır, hayır, hayır... Ben - Ulpan! Ben onları çağırır çağırmaz siban yiğitleri atlarına binerler! Torsan hayatı boyunca Eseney’in çiftliğine giden yolu unuturdu! Ama o bu alçaklığını hiç bir şey durduramaz... Onu kovalamak gerek – o da bir günde sibanların en iyi insanlarını köpek mekanına gönderir. Yetkililer arasında dostları az mı – bak bugün de ev dolu insan yiyip, içip, değerli hediyeleri alıp gittilar...

Ulpan’ın acı düşünceleri devam etti, bem aulun kenarında en siyah yamalı çadırda yaşamayı da kabul ederdim... Ben bu evimin yanından kapalı gözlerle mi geçeceğim? Bana acıyan bakışlara dayanamamıyorum... her geçtiğinde çınlayan koşum altındaki çanlarınsesine kalbim dayanabiilir mi?

Onu bırakmayan düşünceler ürkütüyor, ince  ak kayını kahkaha gibi sarıyor. Sadece acı günler geçmedi – onun önünden Eseney’in akrabaları biza yaptığı iyilikler için Aknar ödüllensin dediği güzel günler de geçiyordu. Ödüllendi...

Onu denk gelen işkence hangi ölçü ile ölçülür? O şimdi Eseney’i öncekisenden daha anlıyordu. İkinci defa kalkamayacağından emin olan ve hastalığından yatağına bağlı kalan Eseney bir kere şöyle demişti: «Aknar... Sana ne büyük keder kalıyor... Hepsi benim yüzümden! Ben ne bekleyebilirm? Böyle bir köpek hayatı çekmek? Sandığı aç. Orada altın kaplı casket var, küçük bir şişe var  kapalı. Bana ver... Bana işkence yapan boşluğu hemen doldurmak daha iyi».

Ulpan küçük kabak gibi şişeyi çıkarttı, ellerine alıp bakmaya başladı. «Zehir?» - diye sordu. «Evet bir zamanlar Cüngarya tüccarından satın almıştım, atımı verdim karşılığına. Savaşta düşmanların eline tutulursam yardımcı olacak düşünmüştüm».- «Ama böyle bir tehlike yok ki»,- diye yanıtlayarak Ulpan  kabağı götürmüştü.

Başka bir defasında o gözleri ile duvarda asılı püsküllü kemerine işaret ederek: “Aknar, sen bana acımıyor musun? Altın kaplı kollu hançeri al da bana ver. Benim kendime güçüm yeter...”

Bıçağı da almıştı, hem hançeri hem zehri odasında saklardı. Ben şimdi onu anlıyorum, kendimin de çok acımasız olduğumu da anlıyorum. Yaşamaya mümkün olmayan an gelirmiş.

O klakıp casketten kabağı, hançeri kılıfından alıp tekrar yattı. O braktıklarından neye acıyabilir? Ben hiç bir şey bırakmıyorum. Hançer kılıfı ağuçlarını Eseney’in mezarındaki taşa dokunmuş gibi soğuttu. Mavi kristalden yapılmış berrak kabak bir anlar Biciken’in ellerini ısıttığı gibi ellerini ısıttı.

Ulpan zehri geriye aldı, tekrar hançeri ellerine aldı. Elleribde tuttu. Tekrar yastığın altına soktu. Şınarı bekleyeyim? Ama onlar son defa gölde yüzdükleri ve açık gökyüzü altında  geceledikleri akşam  vedalaşmışlardı. Şınar da kendisi Eseney’e söylemişti diyecek...

 

Birkaç söz vedadan önce

1928 yılının sonbaharında beni Kazakistan’ın o zamanlardaki başkenti olan Kzıl-Orda bekliyordu. Beni oraya yeni işe atamışlardı. Yeni yerde yeşleşmeden önce ben evdeydim. Bizimkiler benim çocukluğumdan beri hatırımda kalan Kocabay gölün kıyılarında yaz geçiriyorlardı. Güzel anlardı -  tembellik etmek, yüzmek, yazın son günlerinde ekşi olan kımız içmek. Ama bu dünyada her şey sonu bulur ve ayrılma zamanı gelmişti. Benim ağabeyim, aul öğretmeni Hamit beni Lybyajyo istasiyonuna götürdü. Yol sibanların tüm on aulundan akrabalarını gömen mezarın yanından geçiyordu. - Baksana...- dedi bana Hamit.

Bizcuma günü gidiyorduk, ve bugün merhumları anmak onlara dua etmek için yaşlı insanlar gelmişler. Kör İsahmet, o “kari” ünvanını taşırdı, kari  - bu  Kuran’ı tamamen satır satır, sure sure ezbere bilen kişidir. Onun yanında çok merhametli ve bizim çocukluk belalarımızda her zaman yardımcı olduğu için çoluk çocuğun en sevgili insanı demirci Taycan vardı.  Mezarın yanında aksakallar – Nargoca ve İmanalı’nın en  küçük oğlu Suleyman da oturuyordu.

Biz yaklaştığımızda İsahmet kari dua ediyordu. Onlar bir mezarın yanında oturuyorlardı, mezar taşı – çok sayıda kapanumları var beyaz taştan yapılmış, kuars olmalıydı. Biz Hamit ile aceleele yaklaştık ben yaşlılarla selamlaşıp sonra da vedalaşacaktım.

Kari İsahmet Kuran bilgesi’ydi. O kazakların soyağacını iyi bilir veçok eski olayları sanki dün veya öbür gün olup bitmiş gibi anlatırdı... Ama o bugün geçenlere de önem verirdi, görüşleri keskin ve tavsiyeleri de mantıklıydı. Ona kari demelerine rağmen İmanalı son günlerde yaptığı gibi o dine çok tutkulu da değildi.

Duasını bitirdikten sonra İsahmet bana hitap etti:

-         Gabit... Sen bu kimin mezarı olduğunu biliyor musun?

-         Biliyorun,- dedim ben Bilmezsem de taştaki yazıyı okurdun. Ulpan... Bizim ortak annemiz Ulpan.

-         ... O çok sevindi, o gençlerin de çoktan bizi terk eden kadına saygı gösteriyor ve hala onun ismi akıllarında diye sevinmiş olmalı, ben o zamanlar o insanlara şüphesiz saygı gösteriyordum.  – Ulpan hatırımızda kaldı, ve bu dünyada bir siban bile bulununca kalacak. Atı olmayanlara o at verirmiş, aç olanları besler, o bizim bölgelerde birincilerden olarak ekmek ekmeye başlamış ve çoğunu açlık ölümünden kurtarmış. Herhengi bir yoksul her zaman ondan bir destek ve yardım bulacağını bilirmiş. O kadar iyilik etmiş de kendisi acı ve talihsizlik içinde ölmüş...

Onun sözünü diğer ihtiyarlar da onayladılar.

-         Onun gibi başka birisi daha olmadi...- diye iç çekti Nargoca.- Onuncesuriyeti herhangi bir erkeği aşardı. Bunu Eseney de bilirdi.

-         Eseney Ulpan’ın kötü bir şey düşünmeyeceğini, söylemeyeceğini ve yapmayacağını bilirdi,- demirci Taycan söze katıldı.- Ondan tüm kerey biyleri, valileri korkarmdı. Onların hiç birinin kurnazlığı, hainliği Ulpan’ın gözlerinden korunamayacağını, onun sözleri ise ok gibi kendilerini deleceğini bilirlerdi...

-         Korkorlardı evet...- dedi Suleyman.- Ama Eseney öldükten sonra her şeyin hesabını bir almaya karar verdiler! Kıskançlık... Gizli nefret... Eninde sonunda onlar cehennem anlayışlı Torsan ile buluşturmuşlar..

-         Bu biraz iddialı duyuluyordu, ama gerçekti. Ulpan’ın son yıllarda özellikle son aylarda yaşadıkları cehennem işkencesinden daha kötü olmalı. Ben o zamanlar onun hakında, onun dönemi hakkında birçok şey bilirdim. Ama sustum. Benim bilenlerim hiç Bir yere kaybolmayacaktır. Yaşlıları dinlemem daha yararlıydı.

Taycan avuçlarını beyaz taşın üzerine koyarak:

-         Şimdi kutsallar yok diyorlar... Ya bizim Ulpan?.. Onun mezar taşı hiç bir zaman çökmemiştir. Taze. Sanki daha gün gömülmüş gibi... Ve zirveler her zaman keskin ve açık!

-         Bunun nedeni belli, Tayceke...- dedi İsahmet.-Siban kadınları ilk beş yıl boyunca Ulpan’ın mezarına bakım  sağlıyorlardı. Yağmur olup bitince, kar eridikten sonra beyaz baş örtülü kadınlar toprak getirirlerdi... Onun için mezarlığı böylee bakımlı.

-         Ben sordum:

-     Beyaz taşı koymu? Torsan değil mi?

-     Torsan?..- sanki tam duyamamış gibi tekrar sordu, İsahmet.- Nasıl yani! Torsan cömertlik gösterir mi!.. Bu- bizim sibanlar. Torsan ise küçük koyu taştan bir anıt yapmış, bir yerlerden ucuza bulmuş olmalı. İki yıl yatmış sonra onu bırakmışlar. Aullar Aknar iyi bir anıta değer olduğuna karar vermişler.  Ben bunu nerede bulup nereden getirdiklerini bilmiyorum...

Benim mineraloji alanındaki bilgilerim hangi taşı nerede ürüttüklerini öğrenmeye yetmedi. Bu herhalde mermer ama ben böyle bir taşı hiç görmemiştim. Çizgi ve hatları parlak yıldız gibi parlıyordu, ve bı ışıklar bu aulların hatırında çok önem sağlayan  kadının mezarından çıkıyor gibi görünüyordu.

Belki bu parlaklık demir demirci Taycan’ın Ulpan’ın kutsallığı hakkında düşüncelerine tekrar getimiş:

-     Eğer başka bir şekilde olsaydı onun sözleri gerçeleşecekti? Vefat etmeden önce ihanetine şaşıran Ulpan Torsan’ı ve onun ailesini lanet etmişti: «Bütün aşağılama ve işkencelerine cevap vermeden öbür dünyaya gitmeyeceksin!» O öyle demişti.

- Bizim babamız uzun yıllar Ulpan ile anlaşamamış anu tanımak istememiş,- dedi Suleyman.- Sonra tamamen değişti ve biz ondan sadece memnun olduğunu duyardık. Namazlarında da her zaman onu anırdı.

Torsan’ın kaderi “kötü işler hiç bir zaman cezasız kalmaz” eski ata sözünün onayı olabilirdi. Maalasef her zaman öyle olmaz ama, Torsan buna uğradı. O yaşlandığında iş idaresi onun büyük oğlu Şokan’ın ellerini geçmişti. Ama Torsan her zaman onun işlerine karışır ve her zaman yaptyığı adaletsizliği yapardı.  Buna dayanamayan Şokan hayatına son vermiş – kendi yüreğine keskin bıçağı vurmıştur.

Torsan ise daha sonraları 1920 yılında çok yaşlanarak ölmüştür. Ailesi dağılmış. Büyük bir kavgadan sonra onun oğulları dağılıp gitmişler. İki oğlu karısının auluna mutluluk arayıp gitmişler, bir oğlu ise çok uzaklara. Ulpan’ın kurdurduğu evler boş kalmış. Torsan’ın şanrağı böylece yıkılmış. Torsan’ın oğulları – kendi ilinde özel evi gibi davranan idareiler yoksullukta ölmüşler. Sonraları beni bunları  kendi gözlerimle görme imkanım olmuştu.

Torsan vefat edeli sekiz yıl geçmiş ama onun öezarına gelip dua eden kimse yoktu. Toprakları çökmüş çukurdan tahta makaları görünüyor. Kız başka birisine aittir diyorlar, oğul babasının mezarı yansa bakmaz... Ama Torsan’ın oğulları buralara hiç dönmediler. Torsan kendisi de anlar ama farketmezlikten gelirdi. Sibanların hepsi bu Ulpan’ın laneti olarak bilirlerdi.

-         Bizim Aknar’ın ölümüne ne sebep oldu? –diye sordum ben.- O yaşlı da değildi...

-         Ne olduğunu Gabit, bir Şınar bilirdi, senin ninen,- dedi Taycan.- Ama o bu sırrı kimseye açmadı, kendisi ile beraber alıp gitti.

-         O sabah erkenden eve geldi,- Suleymen bildikleri ile paylaştı.- İlk olarak gördü... Senin ninen Ulpan’ı yıkantmış, beyaz keçeye sararak üç yerinden bağlamış... Biz cenazesine gittik ama bizi yaklaştırmadılar – küçüktük. Yüzünü göremedik. İsahmet karı çizgi çizerek:

-    Kalanı bu...- dedi o Halk hiç bir zaman yanılmaz. Halk yanlış duyabilir, ve bu yanlışlığı düzeltmek için bir şey şeklini değiştirir. Demek ki Ulpan hakkında konuşulanların hepsi gerçek. Ancak  birşey abartılıp, birşey unutulup, bir şeyin küçültülmesi de mümkün. Ama bunlar olmuştur...

Hamit ikimizi önümüzde uzun yol bekliyorsa bile oturup dinliyrduk... Nargoca hatırladıklarını anlattı:

-    Senin deden Musrep samimi dostu, Aknar baybişenin samimi dostuydu... Onu aulumuzdakiler herkes severdi. Musrep’in atını gölde su içirmeye götürmek için çocuklar çok defa tartıştık. Onun atları iyilerin en iyisiydi, o at konusunu iyi bilirdi. Şınar da aul çocuklarına her şeyi verirdi. Şınar’a gelen çocuk hiç bir zaman boş gitmezdi. O genç yaşlarında ölmüş ve Musrep de acısını çekmiş. Onun küçük oğlu Botpay daha çok toylarda gezer. A büyük oğlu...

Büyüğü hakkında ben bilirim çünkü o benim dedemdi. Ona kimse bir kuvvetli erkek diyemezdi.

Hamit ikimiz MusrepWin mezarına gittik. Baş tarafında dallarıyla güneşten koruyarak iki yaşlı kayın duruyordu. Kimse onları dikmemiş, onlar kediliğinden yetişmişlerdir. Bu iyi bir işaret sayılır.

Bununla tamamlanabilirdi. Ama başka bir olay gene beni Ulpan ile buluşturdu.

1941 yılında kendi auluma gitmeliydim ve bana Petropavlovski’den bir otomobil verdiler.

Yağmur yağıyordu. Yollar yıkanmış çünkü o zamanlar asfaltın görüntüsü bile yoktu. Eski “pikap” yırtılmış lastiklerini  döndürmeye başladı, şehirden zarzur çıktık. Pikap bir sağa bir sola çekiyor, bazen yerinde kayıyor bir çok umutsuz denemelerden sonra tekrar yoluna devam ediyordu. Biz böyle sürünüyorduk. Savaşın ilk günlerinde yararlanan ve şimdi evine dönen şöför arabasını tamir etmeye güçü yetmiyordu, onun  karşılığını da küfürlerle veriyordu. O tüm fikirlerini ortaya koyuyordu, yollar hakkında, dazlak lastikleri ve Hitler faşistleri yüzünden yenisini alamıdığı hakkında...  

Gece yarısında zarzur bir aula sürerek ulaştık. Evler karanlıktı, şöför gene onun yüzünden lambalar için kerosen olmayan Hitleri küfürledi. Ama bir pencerede ışık vardı.  Meydandaki büyük evde. Şöför arabadan çıkıp suyu geçerek gitti de geceleneye izin istedi.

Kapıdan kadının sesi çıktı:

-    Ben bekçi kadınım, yaşlı kadın ... Kolhoz bürosunda... Siz kimsiniz bilemem... İçeri almam... Korkarım.

Şöförü utandırdım:

-    Ya sen... Bizde biraz ekmek, şeker ve çay var deseydin- Sucuk. Bir şişe vodka.

Bu ağırlama etkileyebilirdi onu. Bu yaşlı kadın yan odada yalnız yaşıyordu, ev karanlıkta da belliydi – yüksek, güzel, çam sütünlarından yapılmış. Ev önceleri zengin birisine aitti. Kadn çay kaynattı. Biz birer bardak votka içtik kadın daha kibirlendi.

-            Belki banya yapmak istersini? Daha soğumamıştır...

Ulpan döneminden beri bizim kabile banyoya alışmış... şöför bir kova suyu banyonun fırınına döktü ve bizi buhar sardı.  İlk olarak şöför üst tahtaya çıktı ve oradan onun sesi çıktı:

-    Daha su saçmak gerek... Yoksa biz doğu dürüst ısınamayız... uzun saplı teneke kova ile ben varilden su alıp ocaktaki kızımış taşlara döktüm.

Onların birinde – ben öz gözlerime inanmıyordum – yazı göründü. Tam değil... U  l  p... ben bir kez daha döktüm. Tekrar o yazı U l  p... Hamit ikimiz Lebyajye’ye gelirken bu ad tamamen okunurdu...

Ertesi gün ben bunları anlatan İsahmet için bu bir beklenmedik olay değildi.

-     Е-е, Gabit...- kederli söyledi,- Bazı insanlar var ki onlar  için işkence ölümden sonra da bitmez. Kayboldu o beyaz taş. Çoktan. Belirsiz bir yiğitlerin ucuza benzer fiyata sattıklarını konuşuyorlardı...

Ben başka bir şey sormadım.

Ben uzun yıllar bu kadını unutamadı, o zamnından önce doğmuş ve bu dünyayı gerçekleşmeyen dilekler ve umutlar yükü ile terk etmiş. Bunların hepsi yaşanmıştır ve bir günde bir gecede son bulmuş. Ama Ulpan sonu olmayan eski zamanların vizyonu gibi benimle yaşıyordu. Ben onu geri getirmeliydim ama her zamanki gibi büyük gecikme ile bunu gerçekleştirdim...  

 

Көп оқылғандар