Бүгінгі туған күн иесі
Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

30.06.2014 3746

ESENBERLİN İliyas, "Aşıklar"

Негізгі тіл: "Aşıklar"

Бастапқы авторы: Esenberlin İliyas,

Аударма авторы: not specified

Дата: 30.06.2014


I

 

Babam savaşa gidip orada da öldü, annemi ise çok geçmeden hastalık götürdü. Hastalığın ismini bilmiyorum çünkü o zaman yaşım çok küçüktü ve tıptan pek birşey anlamıyordum, ama bu hastalık, madem beni öksüz bıraktı, çok alçaktı. Ağlayıp gam çektim ve kendime: “Ziyanı yok, Jantas, yine de yalnız değilsin. Kara Kempir büyükannen ve Bazargül kır kardeşin var.” dedim.

Gerçi, o zaman Bazargül’ü saymasak da olurdu çünkü zayıf bacaklarıyla daha yeni yürümeye başladı ve onu bir oyuncak olarak kavrayıp benimsiyordum. Onunla bir kelime paylaşmak bir yana dursun, ancak uğraş da uğraş. Ama Kara Kempir büyükannem...

İnsanların büyükanneme Kara Kempir yani “kara ihtiyar kadıncağız” dediklerini ilk öğrendiğimde çok şaşırdım ve onlara çok kırıldım. Ona neden böyle didiklerini şimdiye kadar anlayamadım. Yüzünün, her eski bir eser gibi, zamandan dolayı karardığından ve tahta oymacılığı gibi ancak buruşuklarından oluştuğundan dolayı olabilir mi? Kısacası, tahmin etmek boşuna. Bu insanların hakimi onların vicdanı olsun. Ben ise birşey kesin olarak biliyorum: bütün dünyada, Kara Kempir büyükannemin kara ve kuru vücüdünda titreşen aydın ve iyi bir can ışığı gibi hiç kimsenin can ışığı yok. Büyükannem sert ve kuru avucuyla başıma dokunup “Ah, benim özümsün” dediğiyle bana inanılmaz sevinç veriyordu.

Onun alçak, gırtlaksı sesi ve hafif dokunması kalbimden bütün üzüntü ve kaygıları alıyordu.

Sivri dilli insanların taktığı lakabı nenem sadedil tebessümle karşılıyordu. Ona bakarak ben de  Kara Kempir diyen incitenlere kızmayı bıraktım ve benim için bu isim dünyanın en güzel adına döndü, çünkü büyükannemizle ilgiliydi.

Kara Kempir nenemiz ise bizim için durmadan şefaatte bulunuyordu. Yüksek stille söylemek gerekirse, onun bize özenle bakması yolumuza yumuşak bir halı gibi yayılıyordu. Aynı zamanda sağlam bir kalkan gibiydi, kötülerden hiç kimse, katı gagayla dövmek bir yana dursun, bize Bazargülle sert bir kanatla dokunamadı. Sözün kısası, torunlarına normal çocukluğu yaşatmak için ellerinden geleni yaptı ve sonra, onlar büyüdükleri zaman, onları yetiştirip karınlarını doyurup dünyaya bıraktı.

Nene: “İnsanlar için ne yapmak isterdin, öyle ki onlar hoşnut olsun?” diye Jantas’a, yani bana sordu.

Kilden insan figürlerini yapmayı çok severdim, saatlerce kille uğraşabilirdim ve bu yüzden Kara Kempir neneme şöyle bir cevap verdim:

“İnsanlar için heykel yapmak istiyorum. Heykeltraş olacağım!”

Büyükannem: “Bu ne demek?” diye sordu.

Ona kil figürlerimi gösterdim. Onlardan biri Kara Kempir büyükannemize benziyordu, aynı çatlak ağı içindeydi. Büyükannemin kendini tanıyıp küseceğinden korkuyordum.

Nene gizlice kendi tasvirine bakarak: “Güzel bir iş. İnsanlar için...nasıl diyordun...heykelci olacaksın” diye başını salladı.

Jantas, yani ben, Moskova’ya gidip orada heykeltraşları da yetiştiren Yüksek okula girdi.

Kardeşim Bazargül yedinci sınıfı bitirince onun zamanı da geldiğinde büyükanne ona da: “Ya sen insanlar için ne yapmak istersin?”diye sordu.

Bazargül: “İnsanları çizmek” dedi.

“Bunun ne olduğunu biliyorum. Çiz. İnsanlar için çiz” diye kabul etti büyükanne ve o zaman kardeşim güzel sanatlar okuluna girdi.

Böylece kaygısız okumaya başladık. Çünkü bizim iyi kalbi ve temiz ruhu olan Kara Kempir büyükannemiz vardı.

Ama ne yaparsın, o sene yine acının ne olduğunu öğrendim. Okumamın bir ayı bile geçmedi, uzak Kokshetau’dan “Jantas, Kara Kempir büyükannen artık yok” kara haberi geldi.

Bizim, Kazakların, dediğimiz gibi, Allah gücendirebilir, insan ise ağlayabilir, ben de gücenikliğimi göz yaşlarıma bolca ödettim.  Yıne ağlayıp gam çektim ve kendime: “Zararı yok, Jantas, yalnız değilsin. Daha güzel kardeşin Bazargül var.” diye söyledim.

Ama, heyhat, bügün benim Bazargül’ümün düğününde oturup yanakları kırmızı olan mutlu kız kardeşime içimden: “Off, off, Bazargül, ne yapıyorsun? Şimdi gerçekten yalnız kaldım, çünkü artık kendi ailen olacak, Bazargül, ve bütün özenini verip ona bakacaksın. Ağabeyin hiç bir zaman: “Koke*, kalk! Kuymak hazır!”ını sabahtan duymayacak. Bu lezzetli kuymak böreklerini başka biri yiyecek. Keşke layık biri olsa da o kadar üzücü olmazdı. Ama yok, her sabah Abilkas’ın  karanlık karnını doyuracak. Bunun farkına varmadan ne yapıyorsun, Bazargül!” diyorum.

 

*Koke – ağabeye saygılı hitap

 

Ondan sonra bakışımı özellikle şimdi tatsız adam olarak algıladığım kendini beğenmiş Abilkas’ın yüzüne, onun mora çalan koyu kırmızı çıkıntılı kulaklarına çeviriyorum ve ona da içimden soruyorum: “Bazargül kardeşimin kalbine girmek için ne zaman vakit buldun, Abilkas? Onun temiz canını neyle fethedebildin? Off, off, Abilkas, evimizin kapısını sana açtığımda, Allah görüyor, bunu çok da isteksiz yaptığım halde, sen daha o zaman sinsi planlarını yapıyordun.”

İçimde duyguların karışıklığı, şaşkınlık var. Olup bitenlere alışmak için hala gücüm yok. Muhasebe hesapların üzerindeymiş gibi bundan önceki günleri teker teker içimden hatırlıyordum. Beni ilk tehlike tehdit ettiği o kader gününü bulmaya çalışıyorum. Mamafih, herşey yolunda…

Kara Kempir büyükannemizin ölümü bizi Bazargülle birbirimize yaklaştırdı. Birbirimize mektup yazmadan yaşayamıyorduk ve, tabii, ilk olarak okullarımız bittiği zaman birbirimize yardım ederek tek bir aile olarak yaşamaya karar verdik. Böyle de oldu. Yeni şehir olan Mıstau’ya gelip mükemmel bir uyum içinde yaşamaya başladık.

Biz ya doğadan böyle şanslıydık, ya da başka birşey, ama herkesin gökte aradığını yakında yer yüzünde bulduk. Küçük ve misafirsever şehirde iki odalı daireye ve sevdiğimiz işe kavuştuk. Gündüz atölyemde uğraşıyordum ve akşamleyin  Kültür Sarayı’na gidip çalışan gençlere sanatın sırlarını öğretiyordum. Ama en önemlisi, dünyanın en iyi kız kardeşim vardı. Benim Bazargül’ümden daha müşfik ve sadık kız kardeşi bir bulmaya çalışın – bulamazsınız.

Bunun üstüne, o çok güzeldir. Yerli yiğitler birbirine taş çıkarırcasına onun yanında dolanıyorlar. Ama kardeşim ciddi bir insan. Bizim şehrimizde uzun bir zaman bulunmuyor, yaklaşık bir sene, ama Bazargül’ün ciddi bir insan olduğunu hemen hemen herkes biliyor. Sorun ve size cevap verecekler:

- O-o-o, Bazargül? Bazargül tiyatromuzun ressamı.

            Herkesin ona saygı duymasına rağmen, ben hep onun ağabeyiyim ve demek ki baş danışmanıyım. Ben ona herşeyi ve nasıl olduğunu anlatırım.

Gerçi, bazen Bazargül’ün beni dinlemek için sabrı yetmiyor ve o zaman üzüntüyle: “Sen ne kadar çok konuşuyorsun, koke. Olur mu böyle?” diyor.

-                     Ben de bu “günahımı”  biliyorum, - diye Bazargül’e cevap veriyorum. Yalnız senden başka kime öğüt vereyim? Sen kardeşimsin, ben de senin ağabeyiyim. Daha bir kardeşim olsaydı öğütlerimi ikiniz arasında paylaşırdım. Ama beni dinlemek bir tek sana düştü.

-                     Koke, koke! Sen aydınların ilk sırasındasın ve böyle konuşuyorsun, - diye şaşırıyor kardeşim. Kızların da aklının olduğunu sen bilmezsen kim bilsin. Kızlara her bir hiç için tavsiye etmeye gerek yok.

Burada ben susuyorum, kendim ise ona bakarak: “Kardeşim, Bazargül, sen daha çocuksun” diye düşünüyorum. İşte bir gün böyle zararsız tartışma süresinde bu çocuk şaka yapıyormuş gibi bana: “Uçuşmak için zaman geldi, Koke. Ben evleniyorum. Kuş için her gün değerli koke’nin öğütlerini almadan kendi aklını kullanma zamanı geldi.” dedi.

-                     E-e-e, - diyorum. Daha da neler. Daha kreşe gitmedin, ne evlenmesi!

Gerçekten de kreşe hiç birimiz gitmedi. Bildiğiniz gibi, Kara Kempir büyükannemiz bizi yetiştirdi... O zaman Bazargül ciddi oldu ve: “Koke, benim mükemmel ve eşsiz emsalsiz koke, ben gerçekten evleniyorum.” diyor.

Üstüme sanki buz boşaltıldı.

-                     Kiminle? Kim o? Adı ne? – diye korkunç bir sesle bağırdım.

-                     Abilkas!

-                     Abilkas mı?

-                     Evet, Abilkas! Şaşırtıcı ne var? Senin kardeşin Bazargül neden Abilkas’ı sevemez?

Bu insanı ilk bakıştan sevmedim, demek ki boşuna değildi. O, zavallı kalbim birşeyler hissediyordu. İlişkimiz her zaman neşesiz durumlarla kutsandığı için değil. Bir insan öldüğü zaman onun yakınları değerli suratından maske çıkarmak için beni davet ediyorlar, çünkü şehrin tek heykeltraşı benim. Burada da önüme patalojik anatomi bölümünün asistanı olan Abilkas çıkıyor. Kesin uhrevi güçlerin habercisi olan o, bana üzücü çağrıyı iletiyor.

Ama dediğim gibi, sorun burada değil. İnsanların vefat ettiğinde Abilkas’ın sucu yok. İnsanlar kendileri veya belki başkaların yardımıyla bu dünyayı bırakıyorlar. Benim ve Abilkas’ın işi ise insanlar artık yardıma ihtiyaç duymadıkları zaman onlara seni getiriyor. Biz de buna alıştık.

Onun büyük çıkıntılı kulaklarıyla da alakalı değil. Sadece bazen onun huyları nahoştur.

Tanıştığımızın hemen hemen ilk günlerinden beri beni hoşnut etmeye çalışıyordu. Bunu sırnaşıkça yapıyordu ama o zaman bu tilkinin neden bana ihtiyaç duyduğu bana açık değildi. Sadece hoşuma gitmiyordu. O ise planlayıp istediğini yapıp duruyordu. Bir gün işten sonra ta evime kadar peşime düştü. Giriş önünde onunla vedalaştım ama o az kaldı kolumun altından zorla sokulup merdivenden süründü. O zaman merdiven sahanlığında onunla vedalaştım ve ona arkamı dönüp sanki o artık yokmuş gibi dairenin kapısını açtım. Ben ön odaya girip kapıyı kapatacakken kafası artık kapı ve söve arasında dikilip duruyordu.

-                     Jantas ağa, gerçi benim biraz daha zamanım var. Bir fincan çay bulunursa..- diye ifade etti, sanki ben bunu göz yaşıyla istedim de o şimdi gönül indirmeye, lütfetmeye karar verdi.

Önce böyle küstahlıktan şaşkına döndüm, sonra da: “Bak, Abilkas, yeni demlemeliğimiz yok galiba. Eskisi ise kesin bulaşık suyu gibi. Belki başka bir zaman, olur mu?” dedim.

Abilkas aralığa ısrarla sokuşup: “A, birşey değil, ben kaprisli değilim.” diye itiraz etti. “Bana bir bardak ılık su da olur.”

Yetişkin insanı boynundan dışarı itmeye başlamazsın ki. İçimden küfür edip eve girmesine izin verdim.

Bazargül sesleri ve gürültüyü duyunca odasından çıktı ve onları tanıştırdım. Yani kardeşimi kendi ellerimle ona doğru ittim. Gecenin geç saatlerine kadar oturdu, gözlerimiz kapanıyordu, o ise lafazanlık edip duruyordu. Sonra Abilkas’ın bize davetsiz gelmeleri sıklaştı. Ama ben daha o zaman hiçbir şeyin farkında değildim, sadece kepçekulaklı yiğitle alay ediyordum... Ve işte böyle korkunç haber geldi.

-                     Düğün ne zaman? – diye anlayışsız sordum.

Barargül, ağabeyi önünde utanmadan: “Bir hafta kaldı. Evlendirme dairesine dilekçemizi götürdük.” dedi...

            Düğün ise düğün olsun, ben ne yapabilirim ki. Murphy’nin dediği gibi, olmak gerekenler mutlaka olacaktır. Bu Murphy ise budala değildi. Er ya da geç bir kızın hayat dostu gelecek, doğanın kanunu böyle. Ancak keşke Abilkas gelmeseydi. Ama bunları artık kendi kendime söyledim.

            Demek ki Bazargül kardeşimin düğününde oturuyorum.

         Bizim iki odamızda sanki sıkı tıkışan çuvalda patatesler gibi misafirlerimiz var. Kentimizin bütün sakinlerinin sanki bir tek kardeşimin düğününü bekledikleri düşünülebilir. Misafirler zarif ve hareketli. Ama onların aydın yüzleri arasında Abilkas’ın parıldayan suratı özellikle ayrılaşıyordu.

            Damat, eski geleneğe göre sakin ve kaderine karşı biraz kayıtsız görünmek için parçalanıyor. Ama kendini beğenmişlik ondan çıkıyor ve sanki Abilkas bir defada yedi tavşan yakalamış gibi ağzı kulaktan kulağa uzanıyor.

            Kardeşim Bazargül gerektiği gibi mutluluğunu saklayarak aşağıya bakıyor. Ama gizlice attığı her bakışında mutluluk kıvılcımları parlıyor. Gerçekten de, herkes düğününü kutladığı zaman asık suratla oturmak mümkün mü?

            Ancak onun ağabeyi Jantas, yani ben, asık suratla oturuyor. “Bak, Jantas, sen de eğlenirsen iyi olurdu” – diye ona içimden söylüyorum. “Ne de olsa kendi kız kardeşinin düğünü, şöyle böyle bir bayram değil.

            Murphy’nin ne söylediğini hatırlıyor musun? Aptal biri değildi. “Olmak gerekenler mutlaka olacaktır” dediğinde sanki bu olayı kastediyordu. Er veya geç bir kızın hayat dostu geliyor, doğanın kanunu böyle. İşte akıllı Murphy bunu söylemek istiyordu. Başka insanlar kardeşinin mutluluğunu kutladığında asık suratla oturmak sana yakışmıyor.”

            Böylece kendimi kamçılamaya çalıştım ama neşemle bir araya gelemiyordum. İç kapanıklığının dumanı canımı gittikçe kaplıyordu. Ama hatırımda ebediyen iz bırakan olayların asıl bugün başlamasını nereden bilebiliyordum.

            Zengin içerikli sohbetle kendimi alıkoymak istedim ama sofra başında iyi tanıdığım kimseyi bulamadım. Misafirlerle de akıllı sohbet kurmak için uygun bir zaman değil. Herkesin aklında eski Kazak sözü var: “Arkadaşın evinde, düşmanın evinde yemek yediğin gibi ye.” Kaşıkların ve bıçakların çınladığına, şişelerin ve servis tabaklarının kolayca boşaldığına göre burada toplananların en azından bügün için yeni evlenen çifti arkadaş olarak kabul ettikleri eminle söylenebilir.

-                     Nice yıllara size, Abilkas ve Bazargül! – ve şişe “Stolichnaya” yok.

-                     Abilkas ve Bazargül, sağlığınıza! – ve daha bir şişe yok.

Benim de onların gibi iştahım olsa. Ama yumuşak ve sulu kuzu eti bile boğazıma takılıp kalıyor. Sanki bir kimse boynumu parmaklarıyla hafifçe sıktı ve: “E-e, hayır, Jantas, yutmayacaksın. Aha, yakalandın, Jantas!” diyor.

Şarap ve yemeklerle teselli bulamayacağımı anlayınca sevdiğim işe başvurdum ve ilk önce misafirlerin yüzlerini hayalen parçalara böldüm. Bir yığına gözleri topladım. Başka birine burunlar girdi, ayrı olarak da dudakları, çeneleri ve kulakları topladım. Sonra birinin yırtıcı burnunu, birinin alaylı dişleri gösterişini ve sinirli gözlerini alıp atın uzun suratına taktım, tam karkasına. Ne de çirkin bir surat çıktı, sırf phantasmagoria oluyor. Böyle de kendimi neşelendiremeyeceğim. O zaman küçük devenin gözlerine benzeyen en güzel kadın gözlerini seçtim, heykeltraş kaleminden çıkmış gibi burnu, küçük taze dudakları ekledim, onları verevime oturan kadından aldığım zarif bir ovalla çizdim. İşte bu, harika bir baş!..Ruhu duygular ve düşüncelerle yücelmeyen, harika mı? O kadının alnına ve gözlerine başka birinin dudaklarını ve burnunu mekanik olarak ekleyip yeni Nefertiti’nin heykelini yapmak mümkün mü?

“- Jantas” – diye kendi kendime seslendim, “canlı bir insan olduğu gibi daha iyi değil mi? Ona dikkatlice bir bak ve ilginç birşeyi mutlaka bulacaksın.”

Bir soluk alıp harika başı serptim ve burunları, kulakları ve vücüdun başka parçalarını herkese geri bıraktım. Bütün bunlar görünmeden oldu. Misafirlerden hiç kimse onları uğrattığım ameliyatı farketmedi.

Aynı coşkunlukla sofrayı boşaltıp duruyorlardı ve başkasının tanımadığım dünyasını kavramaya çalışıp şimdi onları dikkatlice izliyordum.

Kazaklar: “Yüzü görüp sırtını çevirme” derler. İnsanın dış görünüşüne bakarak iç dünyasını yargılamak doğru değilmiş. Her zaman mı böyle? Belki bu ancak ilk izlenim için mi geçerli? İnsanın iç dünyası dış görünüşüyle bağlı değil mi? E, Jantas’a hayır demeyin. O size inanmayacak. O başka deyişi de biliyor: “Vitrinde olan mağazada olandır!” Doğru bir atasözü. Gerçekten de insanın gözlerinde ve yüzünün mimiğinde onu içinden yakan duyguların akisleri pırıldıyor. Sadece bunu okumayı bilmek gerek. Eğer insanların yüzlerini okuyamıyorsan edna heykeltraşsın demek.

Bazargül’ün solunda baston gibi dik ve ak saçlı bir adam oturuyor. Profesör Şerubay. Geçen sene Almatı’da bölümü bırakıp esrarlı bir nedenle kentimize taşındı. Bunu çok konuşuyorlar ama kimse net birşey bilmiyor. Şimdi Abilkas’ın öğretmeni ve öğütçüsüdür. Onun için de profesör Şerubay düğün sofrasının baya onurlu bir yerinde oturuyor. Abilkas kendisi de tabağını gözetliyor. Ya büyük bir porsiyon beşbarmak koyuyor, ya da kazkarta veya sucuk ilave ediyor. Elini Bazargül’ün tabağının üzerinden uzatmak zorunda kaldığı için bu durumdan rahatsız oluyor ama yine de elinden geldikçe çabalıyor.

Şerubay’a gelince!

Yaklaşık elli yaşında.  Yüzü buruşuklu ve benizinde kan hemen hemen kalmadı. Kara ve sivri gözleri akıllı olduğunu söylüyor. Ama dikkatimi inanılmaz zayıflığı çekti. O kadar zayıf ki, yanakları o kadar çöktü ki, sanki içinden birbirine değiyorlar. Hissettiğim gibi de açlık veya hastalık bunun nedeni değil, huzursuz düşünceler onu yıprattı. Hangi canavar Şerubay’ın içini kemiriyor? Hangi ateş onu oburca yeyip bitiriyor? Jül Sezar’ın ne yaptığını hatırlıyor musunuz? Çok zayıf insanlardan uzak durmayı tercih ediyordu. O daha iyi bilir. Sezar aptal biri değildi, aynı zamanda okuyup yazıp başkalarını da dinlerdi. Onu böyle de hayal ediyorum: bir elinde tüy kalem, başka elinde kitap ve kulakları ise dikkatlice dinlemeye hazır.

Demek ki bu sofra başında bir dilim bile yutamayan bir tek ben değilim. Abilkas kuvvetten kesilip Şerubay’a ikram ediyor. Ama o karanlık düşüncelerle meşgul olup yemeğe hemen hemen dokunmuyor. Kara düşüncelerden de yüzü kapkara. Sucuğun aynı parçasını mekanik olarak çiğniyor ve arada sırada uzun ve düşünceli bakışını birilerine çeviriyor.

“ - Jantas, kim onun merakını o kadar uyandırıyor? – diye soruyorum kendime.  Belki çözüm de burada mı?”

Nihayet bakışını takip edebiliyorum ve kadın yüzüne çarpıp dar odanın karanlığından aydınlık dışarıya düşüyorum. Parlak güneşin ışınları gözümü kamaştırdı!

İşte onun gözleri deve gözleri gibiydi ve latif kuğu boynunu ancak şimdi fark ettim. Bildiğim kadarıyla ismi Ulbosın ve yerel moda atölyesinde manken olarak çalışıyor. İşte Ulbosın hakkında o kadar biliyorum.

Bu zamana kadar onu ancak küçük şehrimizin sokaklarında görüyordum. O sokaktan geçtiği zaman erkeklerin çoğu kafalarını çevirip sanki kazara, edep gereklerine uymaya çalışarak arkasından bakıyorlar. O ilgimi ciddi olarak çekmediği halde ben de onların arasına giriyorum. Ama bu dakika zevkle giyinen heykeltraş kaleminden çıkmış gibi fiziği gözü sevindiriyor.

-                     Bu Ulbosın, - diyor erkekler.

Dediklerine göre de o bir zamanlar evliydi.

Şimdi onu dikkatle gözden geçirebilirim. Yüzü bana çok yakın, sofranın diğer tarafında. Onu göz ucuyla takip ediyorum ve bir güç beni Ulbosın’a çekiyor. Belki neden onun esrarlı tebessümde mi? La Joconde’nin esrarengiz tebessümü...La Joconde’nin esrarengiz tebessümü hakkında çok defa duyduk. Ama karşında oturan genç kadının tebessümü aynıysa ne yaparsın. Ulbosın’ı güzel Kız İpek ve Bayan Suluv ile kıyaslardım, ama ne yazık ki onların tasvirlerini kimse görmedi. 

Bu arada, Ulbosın’ın dudak köşeleri biraz yukarıya çıktı, bilmediğim tatlı düşüncelerin egemenliği altındadır.

“Jantas, - diye kendime soruyorum, - sanat gerçekten ölümsüz mü? Leonardo da Vinci ve bu kadın arasında beş yüz sene var. Ama o sanki oradan, zaman içinden Ulbosın’ın böyle esrarengiz tebessümle bu masaya gelip oturduğunu gördü...”

Ulbosın’dan gözlerimi ayırmıyorum ve uyurgezerlik haline dalıyorum.  Bakışım artık sırnaşık oluyor, bir tarafta da iyi terbiyenin sınırlarını aştım, ama... ama Ulbosın beni farketmiyor. Birine dikkatini ve esrarengiz tebessümünü verdi ve başkalarını umursamıyor, işte bu!

“Jantas, kendine gel, - kendi kendimi dürte dürte uyandırıyorum, - Ulbosın ve kardeşin ancak tanıdık olmalı. Kardeşinin dostları arasında Ulbosın’a rastlamadın.  Ama o zaman Bazargül’ün düğününde niye oturuyor, bu aklına hiç gelmedi mi? Dene, daha bir bilmece çöz.”

Kendi kendime yüklediğim bilmece bolluğundan dolayı başım döndü.

Sohbet etmeyı severim, böyle masum zayıflığım var. Eğer yanımda değer bir muhatap yoksa kendimle de yetinebilirim.

Ben kendimi neşelendirmeye çalıştığım sürece düğün ziyafeti devam ediyordu. Abilkas kadehini alıp ayağa kalktı ve gözlerini Şerubay’a sadakatle dikip sessizliği beklemeye başladı.

“Bazargül’ümün kocası profesör yanında o kadar dönüyordu ki sanki onun değil de Şerubay’ın düğün kutladığı düşünülebilirdi - diye kendime belirttim. – Bu büyük kulaklı biri ne doğuracak bakalım, dinleyelim. Antik Plinius büyük kulaklı insanları ahmak sanıyordu.”

Bu arada sessizlik oldu ve Abilkas çınlayan sesle şöyle konuştu:

“Şerubay ağa, şimdi tıbbımızın büyüklerinden biri için kadehlerimizi kaldırıyoruz, değerli Aysulu Beysenova için!”

Aysulu Baysenova damadın sağında oturuyordu. Bazen annebabaların ne kadar düşüncesizce davrandıklarını anlamak için bu kadına bir bakış atmak yeterliydi. Yorumsuz, annebabalar için kendi çocuğundan daha güzeli yok ve çocuğa isim seçerken ona gerekeni yüklemeye çalışıyorlar. İyi ki eğer bu önemli anda ölçü duygusu onları bırakmıyor. Ama hatayı yaptın mı çocuğun ömür boyu ismini alay olarak taşımak zorunda. Her halde Abilkas’ın sağında oturan şişman, çiçek bozuğu kadının kaderi de böyle. Ne de olsa Aysulu ismi ‘ay güzeli’ anlamına geliyor.

            Ama damadın kadeh kaldırdığına dönelim, ne de olsa zavallı Aysulu Beysenova ismini kendi seçmedi.

Kadehi asa gibi tutarak: “Evet, değerli Aysulu Beysenova’nın sağlığına! Daha uzun yıllardır tıbbımızın gökyüzünü süslesin!” diye seslendi Abilkas.

Demek ki Plinius dede büyük kulaklı insanlarla ilgili yanıldı. Ya da son yüzyıllar içinde baya tecrübe edindi, boşuna zaman kaybetmediler. Halbuki Abilkas’ımızın vuruşu uzak bir nişan aldı: bu Aysulu Beysenova kent hastanesini idare ediyordu, yani onun ve Şerubay’ın müdürüydü.

Ben bile kendimi tutamadım ve istemeyerek hayranlığımdan dolayı elimle masaya vurdum. Bir düşünün, büyük kulaklı ve basık alınlı bu adam üniversite bitireli bir sene bile geçmedi ve sanki kreşten beri böyle meslekle tanıdık olduğu gibi burada hemen işlerini hallediyor.

Bazargülle göz göze geldik ve ben Abilkas’ını kınayarak başımı salladım. Gözlerini indirdi ben ise sonra ne olacağını beklemeye başladım.

Damat kadeh kaldırdıktan sonra şöyle oldu: gülen şişman kadın herkese eğilip bütün dilekleri önceden kabul edip bir kadeh şarap kaldırdı. Kimileri ona kadehle uzanıp: ”Bin sene yaşayın, Aysulu abla!” dedi.

Onu merakla izliyordum çünkü bu zamana kadar bilimin büyüklerinden biri olduğunu bilmiyordum.  Daha önce Baysenova ancak namuslu bir yönetici sanılıyordu.

-                     Ben ise yaz akşamının ve bu törenin parlak yıldızı adına, Ulbosın için içiyorum! – diye keskin bir ses duyuldu.

Baysenova’ya kim meydan okudu? Damadın kadeh kaldırdığını hor gören Şerubay idi. Baysenova, ona su dökülüncesine dondu, sonra kızarıp kadehini indirdi. Demek ki Jüli Sezar ile fazla zayıf insanlardan korkumuz boşuna değildi. Onlardan ancak hileyi bekle.

Baysenova layığını buldu; ilk önce mütevazı ol çünkü dost sofrasında herkes eşittir. Bana başka birşey dokundu: Şerubay Bazargül’üme patavatsızca davrandı. İçinden kim ne düşünürse düğünde en parlak yıldız gibi ancak gelin parlar.

“Dediklerine göre Şerubay yetenekli bir doktor. Ama, Jantas, daha da etrafındakileri küçültmek için hak isteyip doğadan yeteneğe kavuşan insanları kınadığın zaman doğru yapıyorsun. Jantas, seni takdir ediyorum.” diye kendime beyan ettim.

Çok güzel Ulbosın sanki figürünü sıkıca kaplayan sarı elbiseyi göstererek muttarit ayağa kalktı ve önünde bir kadeh konyak kaldırıp biraz alçak sesle: “Saygınız için teşekkür ederim, Şerubay ağa! Ama bence güzel gelinimiz için daha büyük memnuniyetle bir daha içeriz.” dedi.

Gördüğünüz gibi Ulbosın adil biri çıktı. Ama.. ama zerre kadar bile akıllı olan her kadın onun yerinde olsa aynı şekilde davranırdı.

Ulbosın konyağı içip birşeye usulca gülerek sandalyesine zarifçe indi, Şerubay ise surat asıp ağır bakışını tabağa dikti.

-                     Şerubay ağa, bir kaşık salata ister misiniz? Taze salatalıkla, direk seradan, - durmuyordu Abilkas.

Ama Şerubay ancak omuz kaldırdı.

Şerubay’a: “Hak ettiğini aldın, kukumav” diye içimden söyledim. “Şimdi ben kalkıp daha da ekleyeceğim.”

Gerçekten de sanki benden başka biri bunu yapmış gibi kendime votka koyup kadehle ayağa kalktım.

Sofradakiler: “Sessiz olun, – diye homurdandı. Gelinin ağabeyini dinleyelim.”

Ama şanssız çıktım. Ağzımı açar açmaz telefon çaldı ve Şerubay’ı çağırdılar. Şerubay hola çıktı ve döndüğü zaman Aysulu Baysenova’ya bakarak: “Ben hastaneye gidiyorum. Yaralar içinde kalmış kadını getirdiler. Galiba ağır bir durumda.” diye belirtti.

Herkesten özensiz bir baş işaretiyle kurtuldu, Ulbosın üzerinde soru bakışını bir an tutup çıktı. Bana, bu kalabalıkta oda daha boş geldi. Çok zayıf olduğu için Şerubay çok yer kaplamasa da. Sadece bir kötü insan daha eksik oldu.

Abilkas profesörü kapıya kadar geçirip: “Jantas ağa, seni dikkatle dinliyoruz” dedi.

“- Ben birşey söylemek mi istedim? – diye yalandan şaşırdım. Sadece belim tutuldu.”

Bazargül bana yumuşak sitemle baktı. Ama ben artık oturdum ve neden bilmiyorum ama Ulbosın’a zaferle baktım. Ilk defa beni fark etti. İnce kaşlarını kaldırdı ve bakışı şaşkınlıkla: “Bu da kim böyle?” diye sordu.

Gerçi bu işin böyle gidişi beni biraz çarptı. Ben mümtaz bir adamım ve bir zaman birçok kızın huzuru benim yüzümden kaçtı. Bunun için Ulbosın’dan ilgisizlikle intikam almaya karar verdim. Ancak Şerubay gittikten sonra onun nasıl olduğuna bir kere bakacağım. Tuhaf şey ki onun dikkatini alan insan gitti ama La Joconde’nin muammalı tebessüm dudaklarından eskisi gibi ayrılmıyor. Acaba şimdi kime ait? Ama kafamı yormaktan yoruldum ve gerçekten güzel Ulbosın’ı unuttum.

Yemeklerin ve şarabın sonucunun bir zaman gelmesi gerekiyordu ve sofra gittikçe boşaldı. Karınlarını doyuran misafirler masayı duvara çekti ve boş alanda danslar başladı.

Bana gelince, pencere kenarında rahatçe yerleşip ayaklarımı kalorifere koyup fokstrot sesleriyle zıplayan kalabalığı uzun astenililere, kare demevi mizaçlılara ve zayıf koleriklere ayırmaya başladım. Ama Bazargül yanıma gelip beni dansa davet etti. Ben kalabalığa bulaşmak çok da istemedim ama böyle bir günde kardeşime red cevabı vermek bir suçtu.

Gözlem noktamı bırakmadan önce gözlerimle Abilkas’ı aradım. O da şimdi Aysulu Beysenova’yı memnun etmeye çalışarak onun yanında dönüyordu.

Nefes alıp pencere kenarından indim ve dansı taslayıp bir yerde saymaya başladık.

“- Bazargül- rica edercesine dedim. “Bir daha yapmayacağım. Tek bir öğütümü duymayacaksın. Yalnız herşey eskisi gibi kalsın. Onu beğenmiyorum.”

“- Hayır, hayır, o iyi biri, - diye inancı kaybetmekten korkarcasına aceleyle cevap verdi, - birçok iyi özelliği vardır.”

Sadedil numarasını yapıp: “Neyi kastediyorsun?” diye sordum.

Kardeşim: “Sözlerle nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum, ama ben onu çok seviyorum, koke!” dedi.

Müziğin temposuna uyarak adım atıyorduk, kalabalık içinde biri ayağıma bastı, tanımadığım yiğit ve hanımı ise gayretten dillerini çıkarak bu müzikle tvist oynamayı başarıyorlardı. Başka çiftleri iterek kalçalarını kudurmuşçasına kıvırıyorlardı.

Gitgide yaşlı misafirler evlerine gitti ve evin sahiplerinden başka kız arkadaşlarıyla iki yiğit ve Ulbosın kaldı.

Sanki fırtına gelip bizi fırlatmış gibi yorulup köşelerde oturduk.

Tvist seven yiğit nedense bana yöneltip: “İşte hava da karardı, biz ise fark etmedik bile” dedi.

Demek ki sözlerine özel bir mana yüklüyordu.

Sözünün nereye götürdüğünü çözmeye çalışarak: “Tabi ki karanlık. Akşam oldu” diyerek ne olur ne olmaz tasdik ettim.  

Delikanlının büyük kafası ve sert uzun ve gür saçı var. “Seago’ya inanırsak büyük kafa ve geniş alın dahiliğin işaretidir” diye uyuşuk düşündüm.

Birçok kitap okudum ve bilgili sözü söylemeyi severim. Seago – insanları dış belirtilerine göre gruplara bölendir.

Bu delikanlıyı en azından içimden sokmaya çalışıp: “Seago bunu nereden çıkardı, bilmiyorum. Eğer her uzun saçlı biri dahi olsaydı bu dünyaya ne olurdu?”  diye fikrimi bitirdim.

Uzun saçlı: “Demek ki yeni evlenenler için evlerinin yolunu tutma zamanı geldi. Kız kardeşinizle vedalaşın, Jantas” diye alayla devam ediyordu.

İşte böyle! Yalnızlığımı başlatan an geldi. Şimdi kepçekulaklı yabancı bir herif, benimle aynı kanın aktığı damarları olan bir tek insandan beni ayıracak. Adilane mi?

Bazargül’üme, güzel esmer yüzüne bakıyordum. Onunla ne kadar da benziyoruz! İstemeyerek yapılan övüngenliğimi affedin. Üstelik de gözlerimin acı yaşları gelmeye başladı.

Kardeşim: “O, koke” diye kendini tutamadı, az kalsın o da hüngür hüngür ağlayacak.

Kendimi toparlayıp: “Herşey yolunda, Bazargül, eşinle git. Demek ki onu seviyorsun...” dedim. Kalan misafirlere de: “Siz de, lütfen, onları uğurlayıp götürün”  diye rica ettim.

Kendime hakim olamayıp evden fırladım ve sokak köpeklerinin eşliğinde karanlık ve tenha arka sokaklarından dolaşmaya başladım.

Başımı ellerime alıp: “Off, Kara Kempir büyükannem, bu adamı bir görsen. Bizim Bazargül’ümüzü kaçırdı ve artık yapayalnızım” diyordum.

Tabii, kendime biraz yalan söylüyordum. Kardeşim bir yere kaybolmayacak ve yarın da onu görmek mümkün. Bana, lezzetli kuymak hazırlayan eski Bazargül’ün yok olup onun yerini bambaşka, yabancı bir Bazargül’ün aldığı geliyordu.

Sonuçta ayaklarım yorgunluktan ağırlaştı ve ben bunu kabul edip evimin istikametine dönüp anacaddeye çıktım. Burada benden biraz once sulama makineleri geçti ve şimdi ıslak asfalt fenerlerin ışıklarını ve cadde boyunca dikilen akağaçların aydın gövdelerini yansıtıyordu. Hava ise nehir kıyısındaymış gibi rutubetle kokuyordu.

Anacaddeden yürüyordum ve karşıma beş katlı binaların üstünden bakır fabrikasının kızıltısı sessizce yükseliyordu. Sakinleştirici bir sessizlik duruyordu ve kendi adımlarımın sesi çıkmasa sessiz filmin görüntüsünde yürüdüğüm düşünülebilirdi.

Ama ağır ayaklarımın sürüklemesine topukların işlek tıkırtısı eklendi ve köşeden tanıdığım figür çıktı. Böylece gece yarısı Ulbosın ile yüz yüze geldim. Yeni evlenenleri uğurlayıp eve dönüyormuş.

Benim aksime Ulbosın hiç de şarırmadı.

Gülümseyerek: “Ah, işte buradasınız. Ben de tek bekar yiğit nereye kayboldu diye düşünüyorum. Kaçtı, ve ben bu karanlık gecede tek başıma mı döneceğim?” dedi.

Çok uzun zamandır birbirimizi tanıyıp eski arkadaşız gibi davranıyordu.

Kendim için de anlaşılmayan bir kaygıyla: “Herkes nerede?” diye sordum.

-                     U, onlar yeni evlenenlerle kaldı. Daha geziyorlar.

-                     Ya siz niye kalmadınız? Gece tek başına dolaşmak tehlikeli. Ne olur ne olmaz..

Şaka yaparak üzülüp: “Ben cesur biriyim. Zamanlar da değişti. Ne yazık ki kızları artık kaçırmıyorlar. Yiğitler artık başka, - dedi ve kurnazca, - Mamafih...mamafih savunmasız bir kızın kaderi sizi endişelendiriyorsa  beni evime götürün...” diye ekledi.

Biraz daha yalnız kalmayacağıma sevindim. Dağıtılan mobilyalarla, toplanmamış masa ile şimdiki boş evim aklıma gelince huzursuz oluyordum.  Şimdi de geri dönmemin biraz geciktirmesi için imkan çıktı. Ama Ulbosın’ın sunduğu oyunun şartlarına uyarak sevincimi gizleyip kaprisli numarasını yaparak: “Uzak mı oturuyorsunuz?” diye sordum.

Kız da bilmece cevabı vererek: “Canı uzak olana uzak, ya canı daha yakın olan insana..”

“- Uzaklık da mı yakın?” – diye tarza uyarak katıldım.

Gayet güzel oluyordu ve ben fark etmeden Ulbosın yanında el ele verip yürümeye ve önemsiz şeylerden konuşmaya başladım.

Konuşmamızın duraklamasını yakalayıp kendi kendime: “Jantas, dünya gerçekten de iyi düzenlenmiş değil mi? Bunu unutmuşsun, korkak. Yıldızlı gece ve binlerce yıldız güzel kızı eve götürdüğünü izliyor” dedim.

Ulbosın ise cilveli bakışlarını bana atarak: “Demek ki siz ancak heykeltraş değil de üstelik şairsinizdir. Öyle mi?” dedi.

Biraz alçak ama temiz sesi kalbimi okşuyor ve arada sırada elim kendi kendine, istemeyerek, Ulbosın’ın eline dokunduğu zaman ateş beni yakıyor. Sohbetin ipini kaybediyorum ve o zaman bilincime kaygısız monologunun ancak bazı parçaları ulaşıyor.

-                     Kız kardeşin evlenip mutlu olduğunda... - diye bana ulaşıyor.

Birşey anlamadan “Evet, evet!” diye tutkuyla haykırıyorum.

Şehirden uzun bir zaman yüzüyormuşuz gibi bir duygum vardı, yorgunluk ayaklarımı bıraktı ve kendimi yine dinç ve güçlü hissettim.

Ulbosın üç katlı apartmanın önünde durup dar elini uzatıp: “İşte geldik. Mecburi şövalyeme teşekkür ederim.” dedi.

Elimde onun ılık elini daha uzun tutmaya çalışıp: “Sanki çok ta mecburi” diye itiraz ettim.

Ulbosın gülerek: “Sizi uzağa götürdüm” dedi ve bu sefer sesinde tabiilik yoktu, sesi gergin geldi.

Gerçekten de şehrin hemen hemen ucunda duruyorduk. Yakındaki binalardan  sonra bozkır başlıyordu. Oradan gece hışırtısı gibi hararetten daha soğumamış sıcak hava geliyordu. Ya katı solonçağa yapışıp yabani kadife çiçeği sürünüyordu ya da görülmeyen hayvan av peşinden koşuyordu.

Ama Ulbosın’ın sesini değiştiren bu değildi. Gencin şehir kenarına düştüğü için merak etmek komiktir. Onun için küçük fabrika şehrini uçtan ucuna bir daha geçmek  bir hiç değil mi? Demek ki bunun nedeni başkaydı. Belki de basit oyunumuz başka devre giriyordu.

Bana göründüğü gibi sabit bir sesle: “Ne yaparsın, adım adım geri yürüyeceğiz” dedim.

Ellerimiz hala birleşikti, sanki uyuştu.

Ulbosın gözlerini çevirerek: “Eğer siz yorulduysanız, Jantas...eğer siz... boş bir yatağım bulunur” dedi.

Hala şansıma inanmayarak: “Ama zahmet olmaz mı? Sizinkiler...” diye mırıldadım.

Kız: “Ben tek oturuyorum” cevabını verdi ve dönüp apartmanın kapısına girdi.

Ulbosın’a yetişip koluna girdim; sanki kimileri ökçemize basıyormuş gibi merdivenden hızla çıkıyorduk...

 

II

 

Ulbosın’a karşı duygularımı hala anlayamıyorum. Bizim aramızda olana isim koyamıyorum. Birşey net: onun da bana karşı duyguları sade değil. Ama onun bana önemli birşey anlamak için yardım ettiğini kesin biliyorum. Hayatın anlamını ve onun gercek güzelliğini genelde sanat aracılığıyla kavramaya çalısıyorum. Sanat benim baş öğretmenimdir.

Şimdi hayalen Ermitaj salonlarından geçiyorum.

İşte burada Auguste Rodin’in “Ebedi Bahar”ı: Fransız genç kız arkadaşını öpüyor. Kız da güvenle dizlerinde oturuyor. Vücutları çıplak ve soğuk denilen aynı mermerin olduğuna inanamıyorsunuz. Genç adamın ve sevgilisinin deri altında sıcak kan köpürüp dolaşıyor, kalpleri de bazen nöbeti olan metronom gibi atıyor.

Ya Michelangelo’nun “Uzanan Çocuk”u: bu zavallı çocuğun imaji ancak duygusuz insanın canına girmeyecek! Surat ve figür görülmüyor, ama yıkılan vücudun her sinirinde, her kasında o kadar yeis var ki dahi ressamla beraber mutsuz İtalya’sı için istemeden acı çekiyorsun.

Ben niye bunu beceremiyorum? Bitmiş eser önünde dururken şaşkınlığa kapılıyorum. Sanki ifade etmek istediklerim tamamen içimde kaldı ve sanki canımda biriken herşeyi ifade etmek için kelimeleri bilmiyorum. Büyük bir yük olarak içimde duruyor, ben ise birşeyler mırıldanıp duruyorum ama onlar gereken sözler değil ve kimse gerçek duyduklarımı bir şekilde anlayamıyor. Sadece omuz kaldırıyorlar. Belki yeteneğim yok ve benim tarafımdan yapılan herşey verimsiz koşuşma mı?

Yarım sene önce bazı alışverişleri yapmak için Almatı’ya gönderildim. Kültür Bakanlığının koridorlarından koşmayı bitirdiğimde öğleden sonra Abay anıtına gittim. Sevdiğim saz şairinin ayaklarında kalem savaşlarında bozulan sinirlerimi toparlamak istedim. Mutlu olduğumda beni birçok defa çocuk gibi sevindiren ve kalbim ağırdığı zaman onu tedavi eden satırları gözlerinin ifadesinde, dudaklarının kıvrımlarında bulmaya çalışarak Abay’ın yüzüne dikkatle bakıyordum. Heykel Abay’a çok benziyordu, saz şairine gerektiği gibi ellerinde kitap tutuyordu. Ama heykelin geri kalanı heyecansız kaldı. Eser sahibi yapıtı için bir sürü malzeme harcadığı halde aynı şekilde ateşi yanmayan ocak yanında ısınmaya çalışabilirdim.

Benim ocağıma ısınmak için gelenler de acı hayal kırıklığına uğramıyorlar mı?

Mecazi konuşursak, serçe yuvasını koyun yününde yaptığı zamanında yaşıyorum. Etrafımda meraklı insanlar var. Ama işte şehrimizin ünlü bir insanı seansımda oturuyor ve işlerimiz düzelmeye yüz tutmuyor. Poz vererek hindi gibi kabarıyor, kartal gibi görünmeye çalışıyor, ben de kendimi zorlayıp kille girişiyorum. Çalışmak o kadar istemiyorum ki ellerimden düşüyor. “Bu ne? Her halde önümde zor ve çelişkili dünyası olan bir insan. Kendim de kaleme iyice hakimim ama elimden ölü ve gri birşey çıkıyor. Vicdansız zanaatçilerin parklara yağdırdığı alçıdan yapılan kürekle kişiliksiz kızlara veya tennis raketiyle gençlere benziyor.” diye düşünüyorum. Ama ilgisizliğimle birşey yapamıyordum. Poz veren insan da iskencelerimden uzaktı. Her zaman görülmeyen perde bizi ayırıyordu ve birbirimize yabancı kalıyorduk – kahraman ve onun ezgicisi.

Ama o gece Ulbosın bana kendimi bulmaya yardımcı oldu... Mamafih, olaylara dönelim...

Ulbosın’ın kendini toparlaması için iki merdiven kolu yetti. Kapıyı anahtarla açarken eskisi gibi şaka yapıyordu ve biraz önceki heyecanından iz bile kalmadı.

Anahtarı kapıya sokarken Ulbosın: “Şimdi benim yiğitim vefalı hizmet için koyu çay alacak ve şahane katlanır yatağa yerleştirilecek” diyordu.

Bunu dinlerken bile hafif hayal kırıklığına uğradım.

Sanki tahmin edip bana baktı, gözleri gülüyordu.

“Dikkat et, Jantas. – dedim kendi kendime. Bu kişiden ne beklendiği belli değil. Onunla herşey olabilir. O katlanır yatağı da buraya merdiven sahanlığına veya daha kötüsü tozlu çatıya çıkarmasın.”

Bir odalı daireye girdik. Unbosın beni odaya götürüp çay yapmak için mutfağa gitti. Bu dairenin tuhaf sahibinin kapı arkasında çaydanlıkla ve başka bulaşıklarla gürüldediğini dinleyerek ve tesadüfün bazen bize inanılmaz şeyleri yaşattığını düşünerek odada oraya buraya dolaşıyordum. İşte tesadüf birbirine yabancı olan iki insanı gece yarısı bir araya getirdi. Canı benim için bir karanlık olan insanla sofra başında çay içeceğim sonra da bilmediğim bir odada yabancı duvarlar arasında uyuyacağım. Her şey bügün tenhalaşan evime dönmek istemediğim için. Ya Ulbosın’ı bana doğru neyin getirdiğini ancak tahmin etmek kalıyor.

Etrafıma bakınıp burada iyi zevki olan insanın oturduğunu fark ettim. Evin sahibi gerçek bir kadın olduğu halde odada fazla eşya yok. Polonya takımından sedir ve sandalyeler, cilalı masa ve kitap için birkaç dar raf bütün eşyadır. Kadın malzemeleri olan kavanozlar ve şişeler ayna önünde karmaşık olarak değil, belirli bir sırayla koyuldu. En küçük şeyin bile kesinlikle kendi yerinde durması hissediliyordu. Onun için de alçak tavanlı bu küçük odada açıklık hissi oluyordu. Bana uzak olan insanın hayatı geçtiği ve gecenin kalanını burada sürdüreceğim ev böyle görünüyordu.

Mutfaktan ise fincanların şangırtı ve Ulbosın’ın yarım sesle söylediği modern bir şarkı geliyordu. Sonra evin sahibi odaya bakıverdi ve duygusuz kahya numarasını yaparak yemeğin servis edildiğini söyledi.

Mutfakta çay içiyorduk ve burada Ulbosın daha sade görünüyordu. Yüzlerce erkek gözü önünde sokaktan geçip gösterdiği o soğuk erişilmezliği artık yoktu. Tam tersi ev ocağı, bir softa başında toplanan aile hakkında düşünceyi getiren birşey oluşuyordu. Şimdi şirin kadın olarak görünüyordu, sanki onu çoktandır tanıyordum ve birçok defa aynı şekilde burada oturup çay içiyorduk, ve çay bana şerbetten daha tatlı geliyordu. Ulbosın’ı düşündüğümde kalbim bütün daireye hissettirerek hızlı ve gürültülü atmaya başlıyordu.

Çay içtikten sonra Ulbosın duvar dolabından alüminyum ayaklı katlanır yatağı çıkardı ve birkaç dakika içinde çarşafın beyazıyla parlayan yatağımı hazırladı. Gözüm hep sedire dönüyordu, bu da galiba yandan belli oluyordu ama Ulbosın son ustaca hareketle yastığı kabartıp bozuntuya vermeden: “İşte sizin yatağınız, batır. Tatlı rüyalar” dedi ve bornozunu alıp banyoya çekildi.

Raflara gelip kitapları karıştırdım ve Rembrandt’ın reprodüksiyon albümünü buldum. Hoş bir sürpriz idi. Demek ki böylesin, Ulbosın! Demek ki atölyesinin sahnesinde gösterdiği her şey onun için ancak kadın giyim eşyası değil de bir tür sanattır. Ulbosın canın ve vücudun büyük erbaplarından ders alıyor ve burada onun başarısının sırrı.

Albümü rasgele açtım ama hemen korka korka kapatıp yerine koydum. Nedense albümde çıplak Danae’ye rasladığımda beni ahlaksız işi yaparken yakalamışlar gibi bir hiss doğdu. Ulbosın ve benim dışında evde kimsenin olmadığını bildiğim halde gözlerim istemeden etrafa bakındı. Ulbosın da o an duştaydı. Oradan gelen su sesi bunu belli ediyordu.

Heykeltraşın sanat ve geleneksel utangaçlık arasında böyle görüşünün olduğu da komikti.

Kemdime gülerek üstümü çıkardım ve nevresimin soğuk serinliğini zevkle hissederek yorgan altına saklandım.

Bu zamana kadar duş sustu ve biraz sonra Ulbosın göğüsünde bornozunu tutarak odaya girdi, ben ise aceleyle ona sırtımı döndüm.

Ulbosın sadece sedir üstündeki gece lambasını bırakıp ışığı söndürdü ve çarşafla hışırdadı. Yüzüm açık pencereye bakarak oda enine yatıyordum ve karanlık camlar odanın yarı karanlığını ve Ulbosın’ın hemen hemen sessizce yattığı sedir yanında aydınlatılan yeri dürüstçe yansıtıyordu. Diz üstünden beyaz tombul bacaklarını gösterip bornozunun yakaları açıldı. Vücuduma bir düzine şeytan girdiği için kendimi tutarak kıpırdamadan yatıyordum.

Sonra duvar içine montaj edilen dolaba geldi, geceliğiyle dönüp onu sandalyenin arkasına astı. Sonra güzel ev sahibi düğmeleri açıp bornozu çıkardı.

Çoğu kişi “Hele-hele” diyecek. Kadın ve erkek gece bir odada – bu bayağı manzara bize en kötü edebiyat örneklerinden çoktan tanıdık. Anlatmamdan onu düşürüp diyelim ki kahramanın işe gittiği zaman olan sabahtan başlasam daha iyi olmaz mı? Yine de, sonra olanlarla ilgili...

Hiçbir şeyin farkında olmayan kadını gözetleyerek hırsız gibi davrandığımı anlıyordum, burada gözlerimi kapasaydım. Bütün asilliğimi yardıma çağırıp bunu yapmaya karar verdiğim saniyelerde bakışım pencerede Ulbosın’ın gözleriyle karşılaştı ve eğlenceli bir biçimde burnunu karıştırıp bana dilinin ucunu gösterdi.

Tuhaf birşey ama beni yiyen arzu yok oldu. Ulbosın’a gözlerimi iri iri açıp bakıyordum, çünkü bunu görmemek büyük kayıp olurdu. Vücudu muhteşemdi!

Birçok defa çıplak modeli balçıktan yaptım, okulda zaman zaman klasik vücut yapısı olan kadınlar bize poz verirdi. Ama onlar hatırımda ancak ders modeli olarak kalıyordu. Malzeme yanında namusluca harıl harıl çalışıp figürün her çizgisini ona tıpatıp vermeye çalışıyordum. Yaşlı öğretmenim de soluk alıp: “Anatomi dersleri için görsel ders aracını güzel başardınız. İtiraf edin, model sizde..şöyle diyeyim.., bir duygu çağırmadı mı? Ne hoş bir kız” diyordu.

Öğretmenim, modellerden bazılarını, bazen hayli, bağeniyordum. Onları evlerine kadar götürüyordum, apartmanın karanlık girişinde opüsüp aşkımızı yemin ediyorduk. Bunun için de heykellerim daha da çok anatomi gerçekliğiyle hayretler içinde bırakıyordu, çünkü aşık olduğum modelin bedenini daha iyi biliyordum.

Sonra da yapıtlarımı Aristide Maillol’un “Uzanmış genç kızı” ile kıyaslayıp şaşkınlıkla başımı kaşıyordum...

Ama şimdi birdenbire aklıma gelenler vardı. İçime heyecan verici kadın imajı geldi. Hayır, beni topuklarıma kadar etkileyen en mükemmel birşeyle karşılaşmadım. Ulbosın bu ölçüye uymuyor, vücudunun klasiğin çok gayretli hayranının kabul edemeyeceği kusurları var. Ulbosın’ın leğeni ve bacakları biraz ağır ve dar beli biraz fazla uzun. Yine de şaşılacak biçimde güzeldi.

Ulbosın vücuduna soğumak için izin vererek biraz durdu ve sandalyeden geceliğini çıkardı.

Katlanır yataktan yarım kalkıp: “Ulbosın, bekleyin!” diye yalvardım.

Ellerini indirip bana şaşkınlıkla bakarak bekliyordu. Onun ince burun delikleri gerildi. Ben ise gerçekten deli gibi yataktan fırlayıp ceketime koşup cebinden yeni flomasteri çıkardım.

Bana, bu dakika bu anı tutmazsam o geri asla dönmeyip beni bırakacak gibi geliyordu. Uykudan sonra da böyle olur: sabahtan neyin hakkında olduğunu hatırlamaya çabalıyorsun ama hafızan kayıyor, neye takılacağını bilmiyor ve tek birşey biliyorsun – rüya muhteşemdi.

“- Bir dakika, bir dakika”- diye mırıldayıp odada hummalı bir biçimde uzun devamsız liften donumla  koşturuyordum.

Nihayet o da neyin olduğunu anlayıp gülümseyerek: “Jantas, kağıt alt raftadır” dedi. Bütün paket posta kağıdını kaptım ve sandalyeye yerleşip eskiz yapmaya başladım. Sedir kenarına oturup esnek kollarını vücut boyunca uzadı. Beni ise taşkınlık kaptı. Resimlerle kaplanan kağıdı yere atıp temiz kağıda koyuluyordum. Yakında ayaklarımın etrafında döşeme esk’zlerle kaplandı.

Ulbosın ise birşeyi ürkütüp kaçırmaktan korktuğundan donup oturuyordu, korku ve hayranlık içeren tebessümle elimin her hareketini izliyordu.

“- Yorulmadın mı?” – diye Ulbosın’a sordum ve eğer “evet” deseydi yine de işimizi bırakmasına izin vermezdim. 

Aynı şekilde avlu köpeği de değerli kemiğinin ondan alınmayacağından emin olmak istiyor. Ama Ulbosın gözlerini iri iri açıp: “Jantas, sen cennet sağanak altında hiç durdun mu?..biliyorsun, böyle...ılık, ışıltılı, kesin billur gibi?” dedi.

Cennet yağmurunu hayal etmeye çalışarak: “Hiç denk gelmedi” dedim.

“- Bana da...ta bügüne kadar” – diye yakaladı Ulbosın. “- Ama şimdi...şimdi böyle bir hissim var... Sen bana baktığında sanki böyle yağmurun sellerinde keyif alıyorum. Vücuduma baktığın için kendimi iyi hissediyorum.”

“Vay” diye düşünüp yine tamamen işe kapıldım. Kendimi güçlü ve bilgece hissettiğim mutluluk sarhoşluğu gibi bir hal beni aldı. Flomaster ve kağıdı bir yana koyduğumda şehrimizin başka sakinlerinin saatlerinin ne kadar gösterdiğini bilmiyordum.

Tamamen boşalan ben: “İşte bu kadar” dedim.

Ulbosın bacak bacak üstüne atıp oturuyordu ve başını avucuna dayanıp düşünceli düşünceli bana bakıyordu. Kalkıp sedire gelip Ulbosın yanında oturdum. Gözlerini kapayıp omzuma sürtündü...

Sabah oldu. Döşemede pencere çerçevesinin kabının kırdığı güneş ışığının kareleri, dikdörtgenleri, eşkenar dörtgenleri vardı.

Ulbosın ile ben, uzun ve yorucu yoldan gelen yolcular gibi rahat ve memnunuz  ve sessizce uzanıyoruz. Ulbosın’ın kafası kolumun üstünde. Canım sigara içmek istiyor ama bunun için yataktan kalkıp Ulbosın’ı rahatsız etmek gerekiyor. Ben ise ona karşı şefkatla doluyum ve bana onun huzurunu bozmak sanki kursal birşeyi tahkir etmek gibi geliyor.

Ulbosın’ın bana hediye ettiği mutluluk için minnetarım ve şimdi onun için herşey yapmaya hazırım. İtiraf ederim, benim ve kadınlar arasında önceden bazı şeyler vardı ama bügün Ulbosın ile olanların gibisini daha yaşamadım. İnananlar cennetin var olduğunu bana inandırıyorlardı. O gerçekten olsaydı, cennetteki hayatı bile şimdi daldığım pek mutlu halimle karşılaştırmak zor olurdu.

Uzun şiirin satırları gibi “Ulbosın, Ulbosın” diye her şekliyle düşünerek tekrarlıyorum.

Harika bir isim! Annebabası erkeği bekliyorlardı ve o yüzden ona “Erkek olsun!” anlamına gelen “Ulbosın” ismini verdiler. Doğa onların dileğini gerçekleştirmiş olsaydı çok şey kaybederdim. Dünyaya gelişiyle annebabanın umudunu boşa çıkaran onların kızı Ulbosın’ın bügün yaptığı gibi kim beni mutluluk örtüsüne kundaklardı o zaman?

-                     Ulbosın, - diye fısıldadım, - Ulbosın, seni bügün gördüğüm gibi seni mermerden yaratacağım.

-                     Ama beni en sevdiğim kıyafetle daha görmedin. – diye kurnazca itiraz etti.

-                     Anlamadın, Ulbosın. Seni balçıktan çıplak yapacağım. Bütün insanlar ne kadar harika olduğunu görsün, Ulbosın.

-                     Kıyafetsiz mi olacağım? Kıyafetsiz... – diye kendi kendine akıl yürütüyordu.

-                     Evet-evet, tamamen çıplak olacaksın! Karşı çıkmazsın, değil mi? İnsanlara mutluluk vereceksin!

-                     Madem gerçekten mutluluk ise...

-                     Şüphe etme, Ulbosın. İnsanlar anlar, düşünceleri aydınlık. Ancak ben becerebilsem. Son zamanlarda öz güvenimi kaybediyorum. – diye ilk defa bunu sesli söyledim.

-                     Sen yeteneklisin, Jantas. Herşeyi başaracaksın. Ben de en uysal model olacağım. – diye şefkatle söyledi. – Sergine gittim ve seninle tanışmak bile istiyordum. Sözün kısası, sen iyi bir heykeltraşsın.

Ulbosın Kültür evinde bulunan eserlerimin sergisini kastediyordu. Sergi bana iyi referansları getirdi ve yerli gazete geniş eleştiri yazısını yayımlattı, ancak ben içimde memnun kalmadım.

-                     Sergime mi gittin? – diye hayretle haykırdım. – Demek ki beni daha önceden mi tanıyordun?

-                     Kendin açıklama yapıyordun. Her insanın mutlu olma hakkıyla ilgili konuştuğunu çok beğendim. Yanında duruyordum ve hatta birşeyler sormaya çalıştım ama beni fark etmedin. Sonra ben de çekindim. Sonra Şerubay Bazargül’ü beni düğüne davet etmesi için yalvarıp razı etti. Ben de ancak senin için geldim. Senin bana bakman, şarabımı tazelemen ve sıkılmamamı takip etmen için yanında oturmak çok istiyordum. Ama rol yapmak zorunda kaldım... Çünkü Şerubay...

Kelimelerle zor başa çıkıyordu. Birşey Ulbosın’ın samimiyetini engelliyordu.

-                     Bu kurumuş mumya olan Şerubay’ın seninle ne ilgisi var? – diye kabaca sordum, çünkü kıskançlık gene de başıma vurdu.

Ulbosın, tıp üniversitesinde öğrenci olduğu zaman Şerubay profesörün ona kur yapmasını kabul ettiğini anlattı. Ünlü cerrahın ona karşı ilgisi gururunu okşadı ve onlar arasında roman başladı.

-                     Şerubay bana gerçek erkeğin timsali gibi geliyordu. Ak şakaklar da ona ancak asillik tonunu veriyordu. O zaman endamlı görünüyordu, gerçekten, Jantas. Üstelik de kadınlara kur yapmayı biliyordu, - dedi Ulbosın ve ekledi: - Benle evlenmek istediğini iddia ediyordu. Ama eşini ve coçuğunu bırakamadığını söylüyordu. Eşine çok şey borçluydu ve benzeri.

Bu roman Ulbosın’ın hamile kalmasıyla bitti. Bu olay onu hazırlıksız yakaladı. Paniğe kapılan Ulbosın Şerubay ve annebabasından hamileliğini sakladı ve utancından yere geçip Karağandı’ya kuzenin yanına kaçtı.

Yufka yürekli kuzeni eve doktoru getirdi ve o çocuğu aldırdı. Ama yine de geriye yollar kesilmiş oldu. Aynı kuzen dilini tutmaz çıktı ve dedikodu sert annebabasının kulağına girdi. O zaman da Ulbosın bizim Mıstau’ya taşındı.

Ulbosın: “Şerubay beni arayıp buldu, bana mektuplar yağdırdı ve eşi oldükten sonra kendisi de geldi. Ama ben artık küllendim ve eskisi gibi ona karşı aşkım yok” şeklinde açıklamasını bitirdi.

Hikayesi biter bitmez: “Artık yalnız değilsin! Benimle olacaksın! Biz evleneceğiz!” diye attım. Ulbosın gülümsedi ve:

“Teşekkür ederim, Jantas. Ama bu iş ani düşünceye kapılarak olmasın. Acele etme, düsün. O zaman da beni çağıracaksın.” dedi.

-                     Ulbosın! Böyle birşey nasıl söylersin?! Seni seviyorum ve her zaman beraber olacağız!

Bunu deyip kendim de düşündüm: “Gerçekten de, aceleye ne gerek var? Kimse beni kovalamıyor. Daha zaman var. Sonra geç olacak. Sonra geriye adım atmaya bir dene bakalım. Hatırla, Jantas, - dedim kendi kendime, - kaç kere bir kıza çok aşık olduğun ve onsuz hayatın olmadığı gibi geliyordu.  Ama on gün geçince ona zorla selam veriyordun. Tabii, Ulbosın gibi daha kimse kalbini alamadı. Ama kim bilir, kim bilir, Jantas. Beklemekte fayda var.”

-                     Haklısın. Herşeyimiz illeride, Ulbosın. Bütün hayat. - diye diplomatça söyledim.

Yine gülümsedi, bu sefer kendi birşeye. Ulbosın benim düşüncelerimi okumasın mı? O zaman içimde ona cevap verdim: “Bak, Ulbosın, insanlar  erkek ve kadın arasında aşkın bir gün içinde doğabildiğini diyerek yalan söylüyorlar. Ancak efsanevi Enlik ve Kebek* bir gecede birbirlerine aşık olabildiler. Ama biz seninle sıradan ölümlüyüz. Benim de sucum yok, Ulbosın. Aceleyle halt ettim, kimin başına gelmez ki.”

İnandırıcı kanıdı ele geçirince savunmadan saldırıya geçtim hatta Ulbosın’ın yüzünden az kalsın düşüncesizce davranış yapacağım için ona biraz kızdım. Ama Ulbosın’ın kendisiyle alakası yok ve ona küsmek saçma.

...Ulbosın uyuyordu. Belki iş yerine gitmesi gerekiyordu ama tortop kıvrılıp o kadar mışıl mışıl uyuyor ki onu uyandırmaya kıyamıyorum. Fazla gürültü yapmamaya çalışarak giyindim ve eskizlerimi toplayıp merdiven sahanlığına sessizce çıktım. Artık dışarıdayken mahallenin yarısını geçip flomasteri unuttuğumu farkettim ve geriye döndüm. Kendi kendime de: “Belki gerçekten iş yerine gitmesi lazım. Gidip onu uyandırayım” diye ekledim.

Hemen hemen burnumun önünde Şerubay sokağı geçiyordu. Kamburlaşıp ayaklarına bakarak ağır ağır yürüyordu. Tabanları asfalta şıpıtık şıpıtık sürüklüyordu. Birşey kendi burnuna mırıldayıp Ulbosın’ın yaşadığı apartmanın kapısına girdi.

Kan beynime geldi ve kendime emrettim: “Jantas, hemen ona yetiş ve yüzüne: Sizin ayağınız bu apartmana bir daha basmasın, yaşlı hovarda! de.”

Ama ilk atılım geçti ve Şerubay’ın bana rakip olmadığını düşündüm. Köhne öcü kanı kaynayan genç yiğitle kıyaslanır mı? Sonra daha da düşündüm ve böyle sonuca vardım: “Belki de Şerubay’ın Ulbosın’a geldiği iyi.” Ben onun tek biri olsam şöyle düşünmem gerekirdi: “Onun herşeyi sensin, Jantas. Tamamen senin vicdanında.”

*Enlik ve Kebek – yiğit Kebek ve güzel Enlik’in aşkını, katı adetler yüzünden trajik ölümü anlatan Kazak sosyal-günlük yaşam uzun şiiri.

 

Hayır, hayır, Ulbosın’ı çok sevdiğimden daha emindim. Ancak önceden elimi kolumu bağlamak istemiyordum...

Kendime: “Birşey olursa Şerubay’ı kaşla göz arasında yeneceksin.” Dedim ve sevinip evimin istikametine döndüm.

Bir dakika sonra da rakiple ilgili düşünceler kafamı tamamen bıraktı. Yeni işe koyulmak için sabırsızlanıyordum. Geçen gece ortaya çıkan Ulbosın’ın sureti gözümün önündeydi. Kafama giren bu fikir herşeyin yerini o kadar aldı ki evde Bazargül’ü görünce bunu sakin bir şekilde karşıladım, sanki o evleneli seneler geçti.

Kardeşim koridorda bir deste bulaşıkla duruyordu.

-                     İşte benden kalan izleri silmeye karar verdim, - diye şaka yapıp öpücük için yanağını uzattı.

Ben ise yazma masasına gelip dalgın dalgın “Aferin sana” dedim. 

Eskizleri aziz şişeye kavuşan alkoliğin sabırsızlığıyla masanın üstüne dağıttım, çizilmiş kağıtlara bir-iki kere göz attım.

Kardeşim bana mutfaktan birşeyler söylüyordu, ben de cevap veriyordum ama demek ki verdiğim cevaplar yerinde değildi, çünkü merakı davranışlarıma uyandı ve kardeşim odaya geldi.

Omzunda havluyla çıkıp: “Sana ne oluyor?” diye sordu. “Sabahtan bir yere kaçtın. Kim bilir neredeydin.”

Ama çıkardığım pasiyansa omzumdan bakıp Bazargül herşeyi anladı ve ciddi oldu.

-                     Demek ki işler böyle. – diye uzattı. – İlginç olabilir. Biliyor musun, Jantas ağa, Ulbosın’ı ilk gördüğümde aynen böyle düşündüm: bu kadının kocaman dünyası var ve kendi ressamını bekliyor.

-                     Benim en büyük şansım. Ya – ya da. Ya da ben gerçek heykeltraş mıyım, Bazargül. Ya da zanaatçi miyim ve o zaman da tamamen düz akış yöntemini kullanarak alçıdan aşk tanrıcıkların üretimine geçmek daha kolay. Diyelim ki, yeni istirahat evinin toprağı için.

Kardeşim: “Sen biraz abartıyorsun, her heykeltraş ünlü değil ki” diye itiraz etti. “Ama mamafih....mamafih birşeyin içini kararttığını görüyorum. Belki de gerçekten yeniden özgüvenini kazanmak için özel birşey mı yapman gerekiyor?”

Bu sefer bütün bilincimle “Aferin sana” diye tekrarladım. Benim Bazargül’üm gibi akıllı kişinin artık layık olmayan Abilkasla barınak paylaştığını bügün ilk defa üzüntüyle hatırladım.

Sonra atölyelere gidip ilk olarak demirbaş müdürünü buldum.

-                     Arkadaşım – dedim, bana mükemmel kil lazım. Birinci kalite, anlıyor musun? Geçen defa getirdiğin kumdan değil. Yoksa sen öldüğünde senin maskını alıp uzun ve eğri burnu yapıştıracağım. Torunların da gerçek şeytanın ataları olduğunu sanacak.

Çopur yüzlü şişman demirbaş müdürü ince makaralara koyuverdi. Yanaklarıyla birleşen dar gözlerinde yaşlar çıktı, sanki onları zorla çıkarmaya çalışıyordu.  

-                     Senden korkmuyorum, dostum Bekov, - diye yükselip cevap verdi. Kil ise böyle olacak! deyip mor tırnaklı baş parmağını gösterdi.

Atölyemin ortasında şimdi çalıştığım sipariş olan nemli bez altında bitmeyen turist heykeli duruyordu.  Ama bügün iş gitmiyordu. “Birşey değil – diye söyledim kendime, - turistik merkezle olan iş anlaşmasına göre daha yeterince zamanım var. Önce Ulbosın ile uğraşıp turisti sonra bitireyim.”

Bir saat sonra demirbaş müdürünün kafası kapıdaydı.

Demirbaş: “Birinci kalite kil buldum” dedi ama eminim ki atölyelerinden hiç çıkmadı, sadece bu cimri, iyi kili onun da bilmediği bir an için sakladı.

Kili ıslatıp günün kalanı ve sonraki gün iskelet tellerini büktüm. Akşam da mutluluktan ayaklarımı hissetmeyip Ulbosın’a koştum.

Yolumun yarısında biri bana seslendi ve onun sesinin olduğunu hemen anlamadım.

Mahalle bahçesinden Ulbosın çıkıyordu. Son metreleri koşarak geçti. Onu elinden tuttum ve ikimiz mutlu mutlu gülümsedik. O kızardı ve bu dakikalarda özellikle güzeldi. Gözleri parlıyordu; yağmurdan sonraki çiçek gibi serinlendi.

Ulbosın: “Seni göreceğimi sanki biliyordum. İşten yürüyüp böyle düşünüyorum: şimdi bahçe bitecek ve orada sokaktan Jantas yürüyor. Benimle böyle birşey ancak bir defa oldu, Şerubayla görüştüğümüz ilk ayda” dedi.

Dökme demirden duvar yanında duran tanımadığım adam Ulbosın’a baştan ayağa kadar açıkça baktı sonra bakışını bana çevirdi ve gözlerinde aniden öfke doğdu. Galiba bu kadar güzel kadının onunla değil başka erkekle buluştuğuna kızdı.

-                     O yine mi sana uğradı? Şerubay – diye durup dururken sordum.

-                     Evet. Sen gider gitmez, - diye kolayca itiraf etti. Ama ben ne olur ne olmaz sitem ettim: “İşte görüyor musun, ben gider gitmez Şerubay geldi.”

-                     Ona bende gece geçirdiğini söyleyip gelmesini yasakladım.

-                     Bunu kendin mi söyledin? – diye telaşla tekrar sordum.

-                     Tabiki. Yalan söylemek istemiyorum.

Şimdi Şerubayla açıklamadan kaçınamayacağımı düşünüp üzüldüm.

Ulbosın: “Sen gittiğinde ben uyukluyordum” diye devam etti. “Sonra kapı çalındığını duydum. Bornozumu giyip kapı açtım. Bakıyorum, Şerubay burada. Hissetti sanki. Önce ona acıyıp birşey söylememeye karar verdim, nasıl olsa yaşlı biri ve hala beni sevdiği için sucu yok ki. Ama Şerubay herşeyi kendi anladı. Bir eskiz unuttun, o da onu hemen yerden aldı. Kağıdın masa altında durduğunu sanki biliyordu, ona ava atlamış altın kartal gibi atıldı. Bakıp beyazlaştı, elleri titremeye başladı. O zaman da herşeyi açıkladım. Jantas-can, doğru mu yaptım?”

-                     Kötü oldu! Lanet olsun!

-                     Ben pişman değilim, - diye kesti.

“Neyse, su geri yönlendirip de aynı yerden bir daha aktığını zorlayamazsın. Bakalım sonra ne olacak” dedim kendi kendime. 

Ulbosın çocukça: “Jantas-can, sinemaya gitmez miyiz?” diye sordu.

-                     Sana gidelim, Ulbosın.

Ulbosın gözlerime bakarak: “Sinemaya giden ve orada yan yana oturan çiftleri hep kıskanıyorum. Kuş yavrusu gibiler” dedi.

            Ben güldüm ve: “Demek ki daha aptal şeysin, Ulbosın. Sinemaya başka bir gün gideriz. Söz.” dedim.

-                     Peki, bana gidelim, - diye kabul etti, ama gözlerinde birşey söndü.

 

III

 

Bügün hastane ziyaretiyle başladı. Biraz önce önemli bir ihtiyar vefat etti ve akrabaları maskını yaptırmaya karar verdiler. Böyle maskı yapmak zor değil. Bütün bu sanat için en çok yarım saat harcanıyor. Ölenin yüzü alçıya alınıyor ve alçı donduğu zaman maskın şeklinin hazır olduğu kabul edilir, o kadar. Ama benim gibi duygulu insanlara bu prosedür iç karartırıcı etki bırakıyor. Mogra ilk defa getirildiğimde üstüme az kalsın fenalık geldi. Sonra da maskın alması alışılmış meşguliyet haline gelene kadar buna uzun zaman alışıyordum.

Kazaklar: “İnsan üç gün sonra mezara bile alışır” derler.

Ameliyathanenin kapısı açınca Abilkas ve Şerubay’ı gördüm. Mesele şu ki vefat eden ancak anatomopatoloji cerrahının ve asistanının yaptığı otopsiden sonra ellerime geçiyordu.

Abilkas birşeye kıs kıs gülüp: “İşte kayınbiraderim de geldi!” deyip beni omzumdan çırptı.

Bazargül’ümle evlendikten sonra dayanılmayacak kadar laubali oldu, her fırsat bulduğunda akrabalık bağlantılarımızı vurgulamaya çalışıyordu.

Genel selamı vererek: “Günaydın” dedim.

Şerubay birşey homurdanıp ameliyathaneden çıktı. Belki işlerinden dolayı böyle yaptı ama sanki protesto ederek çıktı gibi göründü.

Abilkas: “Artık dede oldu, ama hiç yatışamıyor, değil mi?” deyip bana komplocu göz kırptı.

Bu hinoğlu herşeyi tahmin etti, bu sıkı gözden birşey saklayamazsın.

Şerubay’ı son buluşmamızdan sonra görmedim. Unutulmaz geceden bir gün sonra bana geldi. Dairemin içine yazı masasına doğru girdi ve ellerini ceplerine sokup put gibi durdu.

-                     Ulbosın’ı seviyor musunuz? Ama dürüst olun, Bekov bey, - diye başka birinin sesiyle zoraki söyledi.

Bu konuşmaya kendimi hazırlıyordum ve sanki herşeyi detaylara kadar düşündüm. Ama yine de beni gafil avladı, demek ki karakterim böyle. İlk ve yaklaşık olarak bunu demek istedim: “Bakın, Şerubay, size ne.” Veya daha da sert: “Başka insanların işine burnunuzu sokmayın.”

Yani bu şekilde birşey. Ama sonra sakinleştim ve onun niyetlerini daha bilmediğimi düşündüm. İlk olarak kavga açmaya gerek yok. O yüzden az kalsın kaçamaklı: “Neyi kastediyorsunuz?..” diye soracaktım.

Ama sonra korkak değil gerçek erkek olduğumu düşünüp: “Evet, lanet olsun. Ulbosın’ı seviyorum” diye cevap verdim.

Şerubay müstehzi tebessümle: “Anlaşıldı. Ama o zaman kendinize niye bu kadar izin veriyorsunuz?” dedi.

Cebinden bir kağıt topağı çıkardı ve eğilmeyen parmaklarıyla onu düzeltti ve biraz önce Ulbosın ile eskizlerin durduğu masaya unuttuğum kağıdı koydu. 

Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Şerubay’ın aklı yerinde mi yoksa başarısız aşktan aklını kaybetti mi? Yoksa onu aydın bir insan sandığım yanlış mıydı?

Şerubay: “Biliyorum, İtalyan Rönesans...izlenimciler...demek istiyorsunuz. Ama birşey unuttunuz: bizim Kazak geleneklerimizi” diye önüme geçti. “Bizim için yalın vücut sanattır. Ama Kazakların çoğu bunu ahlaksız sayacak, Ulbosın’ın ününü düşünmeniz gerekiyordu.”

Ona en saygılı şekilde paye vererek: “Beyefendi, bizim, heykeltraş ve doktorun, insanların vücudunun ancak günah bedeni değil düşünce ve can haznesi olduğunu düşünmeleri için mücadele etmemiz gerekmez mi?” diye duyguyla söyledim. “Doğanın muazzam eseri olduğunu sonuçta! Ulbosın bunu anlıyor!”

Şerubay: “Ulbosın’ı kandırdınız! Aklını çeldiniz!” diye sertçe sözümü kesti.

Ben de: “Büyük sanatçı değilim belki ama Ulbosın hakkında söylemek istediğimin yarısını bile taşa verebilirsem insanlar onun ne kadar temiz ve mükemmel olduğunu anlayacaklar” dedim. “Hiç kimsenin dili onunla ilgili kötü birşey söylemek için donmeyecek.”

Odada koşturmaya başlayıp uzun ve tutkuyla konuştum, biraz sustuğum zaman da Şerubay: “Bunu yapmazsanız daha iyi olur. Daha geç olmadan eskizlerinizi yakın” diye soğuk bir şekilde söyledi.

Ben yeniden itiraz etmeye başladım ama o çıkış kapısına gelip döndü ve uzun zayıf parmağını kaldırıp: “Jantas, sakın! Defol!” dedi.

Ulbosın’a ne dediğini bilmiyorum ama o poz vermeye devam ediyordu. Paravana arkasında çamaşırlarını çıkarıp sandalyeye artık alışılmış oturuyordu.

Birkaç gün sonra mesai saat bitene yakın atölyelerime Kültür Evinin müdürü geldi. Ulbosın’a atölyesine gitmeye izin verdim, yeni modellerin gösterisinin başlangıcına kaçtı. Ben de atölyeme düzen veriyordum. Ellerimi yıkarken müdür bezle örtülen yapıt etrafında dolaşıyordu. Bezin kenarını kaldırmamak için kendini zor tutuyordu.

Biz çıktığımızda gülümseyip: “Kadınları mı soyuyorsun? Burada sende çıplak kadınlar mı var?” dedi.

-                     Çıplak değil. Yalın.

-                     Ne fark eder? Bunu bir şekilde gizlice yapsan. Bütün şehir konuşuyor.

Düşünerek: “Tahmin edelim ki bütün şehir değil, ama biri artık sana dedikodu yaptı” diye  itiraz ettim.

Ona: “Hiç müzede bulundun mu?” diye sordum.

-                     Hadi ama! Leonardo da Vinci, Raffaello, Picasso diyeceksin, - diye kesti müdür. Buna gittiyse sen benim en sevdiğim heykeltraşsın. Bu sana niye lazım? Biz Kazaklarız, kendi görüşümüz var. Ona birşeyler giydir ve oylumla ne istersen. İster kürekle. İster fırlatma diskiyle. Ya da bunun gibi dedikodular çıkacak: “Heykeltraşınız ne yapıyor? Sefahat mı? O da gençlere ders veriyor.” İşte müdüre bunu diyecekler. Bu noktaya getirmeye ne gerek var? Kendin anla. 

Şimdi kimin sesiyle söylendiğini anladım.

Kalbimde geleneksel ölçülülüğümü unutup: “Eyvallah. Yarın istifa edeceğim” dedim ve adımı hızlandırarak köşeden döndüm.

Peşimden: “Ne tuhaf adam, küstü. Gayriresmi söyledim” demeye yetişti.

Bu sefer Abilkas’a da: “Şerubay ile olan işimize karışmasaydın” dedim.

Kurnaz ise: “Nasıl ya, canım Bazargül’ümün ağabeyisin, ilgisiz nasıl kalayım?” diye sözlerinde bulundu.

Nemli alçıyı ölenin yüzüne koyup pencereye geçtim. Kafam Ulbosınla ilgili düşüncelerle doluydu. Seanslarda gayretlice poz veriyordu ama bana karşı tavrında birşey değişti.

Sanki kavkı kanatlarıyla benden kapandı, Ulbosın’ın beni karşıladığı o içten mutluluk geçti. Bazen üstümde tamamen ilgisiz bakışını yakalıyordum. Son günlerde kendi düşüncelerine kapılıp ve benim var olduğumu unutup saatlerce susabiliyordu. Bazen anlaştığımız zamanda geliyordum ama ne kadar çalarsan çal dairesi susuyordu.

İlk yakınlığımızdan sonra Ulbosın’a evlenme sözü verdim ve kelimem kelimeme anlayıp sonra bu konuya ne zaman değeceğini kaygı ile bekledim. Ulbosın’dan eskisi gibi hoşlanıyordum ama benim gibi adama eş olarak başka yapısı olan kadın lazım, kendi ayakları üzerinde sağlam duran. Ulbosın ile ömür boyu uğraşmak zorunda kalırdım. O yüzden her buluştuğumuzda tetikte oluyordum. Ama benim sözüm Ulbosın’ın hafızasından kesin çıktı. En azından hiç bir defa evlilikten bahsetmedi. Şimdi de Ulbosın’ın benimle hayal kırıklığına uğradığının duygusu vardı ve bu his beni üzüyordu.

Pencerenin dışında peykeler ve tozlu çalılıklar arasında ağartıcıda sık sık yıkıldığı için rengini atan pazen pijamalarıyla hastalar dolaşıyordu. Abilkas bana canlı canlı birşey anlatıyordu, ama ben gevezeliğini kulak ardı ederek prosedürün bitmesini sabırsızlıkla bekliyordum.

Nihayet mask hazırdı. Basit aletimi valize topladım ve atölyeye gittim.

Küçük şehirde yeni modeller o kadar sıkça da gösterilmiyor ve yerli atölyenin bu kadar seyrek vakalar için kendi mankenlerini tutmak kabul edilemez ihtişamı olurdu. Bü yüzden Ulbosın ikinci iş olarak başka bir kadınla nöbetleşe çalışarak şipariş masasında oturuyordu.

Ben salona girdiğimde orta yaşta olan zayif bir kadına fatura kesiyordu. Üstünde moda dergileri bulunan masanın yanında daha birkaç müşteri sıra bekliyorlardı. Uygun kupon arıyormuş gibi yaparak kumaş vitrininden geçtim.

Ulbosın müşteriyle işini bitirip yanıma geldi. Üstünde atölyenin amblemi olan siyah iş gömleği ve basık ökçeli yumuşak iskarpinler vardı.

-                     Ne oldu?

-                     Seninle konuşmam gerekiyor.

-                     Haklısın, konuşmamız gerekiyor, - diye başını salladı Ulbosın.

-                     Bunu şimdi yapmak istiyorum.

-                     Biri beni değiştirsin rica edeyim de, - dedi ve Ulbosın’ın itiraz etmeden kabul ettiğinde iyi işaret gördüm.

Önümde her dileğimi yerine getiren aynı Ulbosın vardı.

Atölyenin içlerinde kaybolup üstünde kırmızı jerse elbisesiyle döndü.

“- Herşey yolunda. Yarım saat için izin verdiler.” Bildiğim kadarıyla atölyede Ulbosın’ı seviyorlardı ve işte buna kanıt. Ulbosın ile birbirimizi ilk defa tanıdığımız o uzak günde iş yerine geç kaldı ve sadece sözlü azarlamayla kurtuldu.

Biz çıkışa yönelir yönelmez hemen hemen bütün bekleyenler başlarını kaldırıp bizi meraklı bakışlarla uğurladılar. Böyle küçük şehirde sakinler herşeyi bilir.

Dışarıda soğukça çişe başladı. Ulbosın’ı elinden tutup en yakın avlu geçidine koştum.

Ulbosın sanki ancak şimdi bu keşifi yapıp: “Yakında kış da geliyor” dedi.

“- İlk bahar sonunda da tanıştık” deyip bu anı hatırladığımı ve ona büyük önem verdiğimi göstermeye çalıştım.

Ulbosın galiba benim hamlemi anladı ve neşesiz gülümsedi. Bu da beni kamçıladı.

-                     Benden artık hoşlanmıyorsun, Ulbosın. Ne olduğunu bilmem gerekiyor. Beni artık sevmiyor musun, Ulbosın? Direk söyle. Sen hiç sevdin mi, evet-evet, biliyorum, sen böyle tip değilsin ve sevmeden yapamazsın, - diye karışık konuştum. “Belki bunun nedeni yalın poz vermek zorunda kalman mı? Demek ki halkımız şöyle boşuna demiyor: “Yakınlarımın bana saygısı yok, onlar neye değip değmediğimi biliyor; karım da bana saygı duymuyor – beni erkek olarak biliyor.” Ama bizim durumumuzda herşey ters. Ulbosın, bunlar artık eskidi. Ama sen ancak söyle, Ulbosın. Eğer sebep buysa... Bu arada, kilden yapıtı bitirdim. Bu günlerde onu alçıdan dökeceğim, sonra da mermere geçeceğim.

Belirgin hafiflikle: “Bu doğru mu? Heykeli bitirdin mi?” diye sordu.

-                     Sana söylüyorum. Artık poz vermene de gerek yok! Sonraki iş ancak bana kaldı.

-                     Demek ki, artık ayrılabiliriz.

-                     Ne diyorsun, Ulbosın? Senden ayrılmaya niyetim yok.

Herşeyin burada ancak bana bağlı olduğunu sanıp başta sesinin olumlu tonuna dikkat etmedim. Burada da bana: “Sen anlamadın, Jantas. Ben karar verdim” diye beyan etti.

Herşey o kadar beklenmedik bir sırada oldu ki ne dediğimi düşünmeden: “Biz evleneceğiz. Göreceksin” diye attım.

Sanki beni dilimden çekiyorlardı. Kendim bile korktum. Ama demek ki bütün bunlar yüzümden anlaşılıyordu çünkü Ulbosın istemeden güldü.

-                     Çift miyiz? İki zayıf insan. İkimiz de kime dayanabileceğimizi arıyoruz, - diye başını sallayıp itiraz etti ve protesto işaretimi görüp ekledi: “Evet-evet, sen de ömür boyu kendine desteği arıyorsun, ancak daha tahmin etmiyorsun.”

Geri çekilmek için geç oldu. Haritaya haysiyetim koyuldu.

-                     Neden bahsettiğini anlamıyorum. Ama iyi ailemiz olacak! Çok çocuğumuz olacak! – diye kararlı ilan ettim.

-                     Hiçbir zaman anne olamayacağım, Jantas.

-                     Ne oldu, Ulbosın?

-                     Kürtaj olduğumda... O zaman, Karağandı’da... Sözün kısası, sakat oldum.

-                     Şerubay’ın buna cesareti nasıl bulundu?..Bu yaşlı sinik adamı pencereden atacağım.

-                     Yapma, Jantas. Şerubay tahmin etmiyor bile. Onun sucu yok. O zaman beni seviyordu, şimdi de seviyor.

Yüzü ıslaktı. Göz yaşlarının olduğunu sanarak: “Off... Bu ne?” diye düşündüm ve Ulbosın’ı elinden tutup hafifçe arkasından çektim.

-                     Evlendirme dairesine gidelim. Şimdi, ertelemeden. Bir şekilde çocuksuz de yaşarız.

Ama yüzüne düşen yağmur damlalarını göz yaşları olarak sanıp yanıldım.

-                     Sen aslında iyi birisin, Jantas. Ancak biraz komiksin. Seninle nasıl evleneceğim ya? Mutsuz adam olacaksın.

Kendi kendime: Belki o haklı. Oh, altın kadın Ulbosın. Keşke bu “ama”lar olmasa, hayat huzur ve sükün içinde geçse. O zaman Ulbosın’dan daha iyi biri olmazdı” dedim.

-                     Ama görüşürüz, söz ver.

-                     Görüyor musun, ben komik olduğunu demiştim. Seni sevip sevmediğimden ikna olman gerekiyor. Haklısın, çok seviyorum. Yakınlığımız da benim en güzel hatıram. Sana minnetarım, Jantas!

-                     Ulbosın!

-                     Biraz rahatladın mı?

Bugün kaçıncı defa benimle iyi kalpli olarak alay ediyor.

-                     Söz ver: daha ve daha görüşeceğiz.

Çocukla konuşur gibi: “Daha ve daha” dedi, sonra saate bakıp birdenbire hatırladı: “Oh, on dakika geç kaldım. Papara yiyeceğim.”

Islak yağmur altısında sokaktan atölyesine koştu.

-                     Yarın uğrarım! Akşam, duyuyor musun?! – diye arkasından seslendim.

O da dönüp birşey anlaşılmayacak şekilde söyledi. Ben de avlu girişinden çıkıp atölyelere gittim. Ulbosın haklıydı: gerçekten rahatladım. Beni rahatsız eden belirsizlik kayboldu ve herşey sanki en iyi şekilde çözüldü. Sevincimi tutan birşey vardı: Ulbosın’a duyduğum acıma. Anne olma mutluluğunun ona artık erişilmez olduğu durumudur.

“Yaşlı Don Juan. Feodal bey, lanetli bencil, bir dur bakalım” – Şerubay’a böylece içimden hitap ettim. Ama on dakika sonra bu heyecan bir yana çekildi, tamamen yapıtıma daldım. Ulbosın’a yalan söylemedim, onun heykel görüntüsü üzerinde işim bitti. Şimdi o kopyacıya verilebilirdi, o da mermerle uğraşırdı. Ama mermerle de kendim çalışmaya karar verdim.

Ama sonraki olaylardan dolayı herkel ancak alçı şekline girebildi. Ulbosın’ın ruhu mermerin ölümsü cisimine geçip ona hayat vermesini beklemek onun mukadderi oldu...

O akşamı Bazargül ve nefret ettiğim kocasıyla geçirdim. Buz dolabımın neredeyse boş olduğunu makul biçimde düşünerek kendi yemekleriyle geldiler. Bazargül evimi toplayıp mutfakta uğraşıyordu. Abilkas hindi gibi mağrurdu ve hep baya önemli bir olayı ima ediyordu. Sabrımın taşacağına ve ona kendim herşeyi soracağıma umut ederek dereden tepeden konuşuyordu. Ben ise bu işi anlayıp her seferde sanki şöhret düşkünlüğünden parlayan suratıyla tamamen ilgisizliğimin altını çizerek konuyu başka mecraya çeviriyordum. Sonunda Abilkas küstü ve akşamın kalan kısmı bir bardak sek şaraba dalıp oturdu.

Mask yapmak o kadar sıkça da zorunda kalmıyorum, seven insanlar bile kalbi kıran hatırayı saklamak için nadiren cesaret buluyorlar. Ama sabah yine hastaneye çağrıldım.

Kapı önünde kocaman Rus delikanlı dolaşıyordu ve omuzlarına geçirdiği beyaz gömlek altından asker formunun yeşilliği görünüyordu. Delikanlı bana şaşkınlık izleri hala geçmeyen geniş ve kaba yüzünü çevirdi.

Bavuluma bakıp: “Heykeltraş siz misiniz?” diye sordu.

Ben de: “Eşi mi kardeşi misiniz?” diye sordum.

-                     Kocası evde, - dedi bozulup. Votka doya doya içiyor, bahanesi de var çok şükür. Mask mı, mask ona lazım değil. O hayattayken de ona çok lazım değildi, Nataşa.

-                     Ölenin maskına neden ihtiyacınız var? Kadının hayatta ve mutlu olduğu fotoğraf daha iyi değil mi?

Delikanli sertçe: “Bana mask lazım” dedi. Acıdan öldü ve onu böyle hatırlamak istiyorum.

Kapının kolundan tutup: “Burada bekleyin” diye rica ettim.

Kapıyı yavaş açarak: “Ne gerek var?” diye düşündüm. “O artık yok, gelikanlı ise daha yaşayacak. Ne kadar büyük de. Nasıl olsa bizi terkedenleri geri alamazsın. Şimdi de kendini anılarla parça etmeye başlayacak. Unutmaya çalışmak daha iyi değil mi? Oh, insanlar, insanlar.”

Ameliyathanede kadın cesedi duruyordu, çarşaf altından kızıl saç görünüyordu. Şerubay galiba neşesiz görevini bitirdi, ne o ne de Abilkas vardı.

Aletleri kaynatan yaşlı hemşire: “İşiniz bittiği zaman cerrah sizi görmek iştiyor” dedi.

Bir saat sonra koridora çıktım ve asker delikanlı yine kendini bana attı.

Geçerken: “Maskı hemşireden alırsınız” dedim.

Adam anlamadığım birşeye sevinerek: “Teşekkür ederim, heykeltraş yoldaş” diye bağırdı.

Şerubay’ın odası ikinci kattaydı ve merdivenden çıkarken her basamakla sinirle doluyordum. Bu ahlaksız erkeğe hakettiği bütün şeyleri söyleme ihtiyacım ortaya çıkıyordu. Ama masasının önünde koltukta sereserpe kendini beğenmiş Abilkas oturuyordu, sanki dün ona verdiğim ders hiç de yoktu. Acaba ne oldu? Benim zavallı Bazargül’ümün kocası niye o kadar kurumlu? Bu sefer kendim de merak ettim.

Şerubay elini Abilkas yönüne tören havasında uzatarak: “Abilkas Daribasoviç’i tebrik edin. Artık hastanemizi o yönetiyor” dedi.

Temiz iş! Utanıp sıkılmadan Aysulu Beysenova’ya bal döküyordu, şimdi de onun yerine geçti. Ben bile ondan böyle hızı beklemiyordum.

Abilkas kendini el sıkmaya hazırlayarak yarım kalktı. Ama ben kapıda kaldım ve parmağımı bile oynatmadım. O zaman mahcubiyetini saklamak için öksürdü ve sanki konforlu koltuğu illa bunun için bırakmışçasına odada yürüdü.

Kollarını arkasına koyup: “Bak, Jake, bize yeni alçı modelleri gerek” dedi.

Bir ya da başka hastalığa maruz kalan organların modellerini saydı. Kardeşimin kocasının sesinde hüküm notları çınlıyordu. Abilkas artık herşeyi düzene sokacağını belli ediyordu.

O bitirir bitirmez ben meydan okuyup: “Şimdi yapamam. Çok işim var. Almatı’ya şipariş verin” dedim.

Abilkas cerraha: “O zaman... o zaman kendiniz Bekov yoldaşıyla anlaşın” diye bildirdi ve surat asıp odadan fırladı.

Omuzlarımı kaldırıp: “Gerçekten bu aralar şiparişlerle doluyum” dedim. Ne olur ne olmaz red cevabımı çocuk hafifliği olarak algılayacaklar.

Şerubay: “Sizi acele ettirmiyoruz” diye açıkladı. “Zaman olursa yapın. Eski modeller artık hizmek edilemez halinde.”

“Eğer öyleyse...” deyip çıkışa yöneldim.

Şerubay: “Bir dakika, Bekov yoldaş” diye arkamdan seslendi. “Kardeşinizin kocasının adına sevineceğinizi düşündüm. Nasıl olsa büyük yükseliş. Ona o kadar sorumlu yeri emanet ettiler.”

-                     Kariyeristleri sevmiyorum. Kardeşlerimin kocaları olsalar bile, - diye öfkelice kestim.

Şerubay: “Gerçekten böyle birşeyi var” diye yüzünü buruşturdu. “Ama yetenekli doktor ve faal organizatör olduğu tanımamak mümkün değil.”

-                     Eğer öyleyse... Bu cüzi uğraşa ne gerek var? Sakin sakin işini yap. Üstün yetenekli insanı her zaman en faydalı olabileceği yere atacaklar. Er ya da geç.

-                     Belki de kısmen haklısınız. Tatsız tortuyu bırakıyor. Ama gençlik, hararet... Sonra ölçülülük de gelir. Genç yaştan dolayı hangimiz aptallık etmedi? – diye mırıldadı Şerubay.

-                     Tabii, umutsuz insan yok, - deyip yine kapıya yöneldim.

Burada da en önemlisi geçti. Şerubay’ın beni acilen görmek istediğinin asıl nedeni.

-                     Jantas, Ulbosın nerede? Nereye kayboldu? – diye Şerubay’ın sesini duydum.

Onunla ilgili bütün düşündüklerimi söylemek ve Ulbosın yanında sürtme hevesini ebediyen kırmak için iyi bir fırsattı. Ama bana artık sorusunun manası ulaştı. “Ulbosın nerede? Nereye kayboldu?” Bu şekilde soruyorsa demek ki şehirde yok mu?

            Ya da Şerubay birşey karıştırdı.

            Şerubay’a: “Ulbosın’ın kaybolduğunu nereden çıkardınız?’” diye sordum.

            Şerubay gözlerini çevirerek: “Burada, şehirde olmalı. Ona geldim ama evde yoktu. Daha birkaç defa gelip kapıyı çaldım, ama o çıkmadı...” dedi.

            “Cezayı hakettin” diye zevkle düşündüm. Ama son zamanlarda kendim de bu hileleri tattığımı hatırladım.

-                     ... komşu güya Ulbosın’ın bavullarla çıkıp gar yönüne gittiğini kendi gözleriyle görmüş, - diye devam etti Şerubay.

İlk defa gözlerime bakıp kararsız: “Ama sizin izninizle gittiğini düşündüm... Ulbosın ve siz son zamanda...”

Sonuna kadar konuşamadı. Ben de birşey anlamıyordum.

-                     Yoksa aranızda birşey mi oldu? – diye umudunu gizleyemedi.

-                     Ne diyorsunuz: o ve ben? Ya biz tek ruh gibiyiz... – diye yalan söylemekle gecikmedim. – Burada başka birşey var. Diyelim ki...

Derdinin ana suçlusu Şerubay’ın olduğunu ona açıklamamak için kendimi zamanında tuttum. Ayartan! Canavar!..

Şerubay: “O böyle bir insan. Hiçbir şeyi yarıda bırakmıyor. Eğer Ulbosın şerhi terkettiyse bu gerçekten önemli birşeye bağlı” diye mırıldadı.

Acaba Ulbosın gideceğini dün biliyor muydu? Belki de sokağı geçerken söylediği ve benim duymadığım sözler vedalaşma sözleri miydi?

Şerubay’a: “Ulbosın nereye gidebilirdi?” diye sordum.

Anlamaya çalışarak alnını buruşturdu. Kısa bir zaman için müttefik olduk. Kendime ve ona üzülüyordum. Dehşetli görünüyordu. Kendi kendisine akıl yürütüp çaresizlikle kollarını açıyordu.

Şerubay: “Belki Taşkent’e akrabalarının yanına gitti” dedi.

-                     Onlar Almatı’da değil mi?

-                     Önceden oradaydılar. Şimdi Taşkent’e taşındılar.

Ulbosın hakkında hemen hemen herşeyi biliyordu.

Benim mecburi müttefiğim aniden omuzlarını doğrultup ve eski Şerubay’ın kuru ve katı sesiyle: “Onu bulacağım! Ne olursa olsun onu mutlaka bulacağım” dedi.

Her halde içinden de şöyle ekledi: “Sen, Ulbosın, benden ilk defa saklanmıyorsun. Ama seni o zaman buldum, şimdi de bulacağım.” Şerubay’ın bana ciddi bir rakip olarak kaldığını anladım.

 

IV

 

Ulbosın’ın ani kaçması birkaç gün için beni rayımdan çıkardı ama yavaş yavaş iç dengemi kurdum. Bana huzur getiren düşüncemin gidişi şöyleydi: “Demek ki kader böyle. Belki Ulbosın başka şehirde mutluluğunu bulacak. Kendi mutluluğun mimarı insanın kendisi olduğunu boşuna sanmıyoruz.” Bana gelince Ulbosın’ın iyiliğini yeteneğimle karşılayacağım ve ona ne olursa ılığıyla ısıtacağım taşta yaşamaya kalacak. İnsanlar da onun kısa mutluluklarını ve büyük ıstıraplarını öğrenecek.

Bir defa kararlı olup atölyeme hızla girip heykelden örtüyü çıkardım, uzak köşeye gidip oradan ellerimin yaptığı işine baktım. İlk bakıştan anladım: Ulbosın tam istediğim gibi oldu. Şimdi onu mermer bekliyordu.

Köşeden Ulbosına bakıp çocuk gibi seviniyordum. Gür olmasa da sanatta benim sözümdü bu, yabancı sözlerine benzemeyen. Ama bu zafer ellerime kolay geçmedi. Ulbosın’ın tasviri üzerinde çalıştığım ilk günlerinin birinde ksiz geldi ve niyetlerimden korktum.

Arada sırada sesini çıkaran ikinci korkak Jantas: “Buna ne gerek var?” diye sordu. “Büyük ustaların tarafından yollar gide gele açıldığında kafanı o kadar düşündürmeye ne gerek var? Zaten şanslısın: mükemmel modeli buldun. Daha neye ihtiyacın var? Bunrun büyümesin! Onu da diyelim ki “Akreple dekore edilmiş nemf” stilinde yap. Lorenzo Bartolini taklide layık biri değil mi? Hayır, Jantas, Lorenzo Batrolini buna gayet layık biri ve onu taklit etmek o kadar utanç verici de değil.”

İyi ki birinci Jantas kendinde güç bulup bu korkağa gereken direniş gösterebildi.

Jantas: “Bak, Jantas, Lorenzo Bartolini tabiki ünlü heykeltraştı. Ama ilk ve tek Lorenzo Bartolini olduğu, ikinci veya üçüncü Fidias olmadığı için şeref ve övgüye layıktır. Sanata bir tane, birinci olan sanatçı yetiyorsa o zaman on tane Bartolini’ye ne gerek var? O zaman sanat büyük olmasa da gerçek olan Jantas Bekov’u alsın” dedi ve bu şekilde ikinci Jantas’ı kovdu.

Şimdi de birinci Jantas çok mutluydu ve hatta ikizine sitemle: “Jantas, hemen nasıl anlamadın? Nemfin kendi derdi ve kendi kaderi var. Bizim Ulbosın ise başka derde ve başka kadere sahip. Farklı kaderler aynı sözlerle anlatılır mı? Koç başı seni!” dedi ve o ikinci Jantas söyleyecek birşey bulamadı.

Sonra demirbaş müdürüne gittim. Beni görüp telaşlandı ve: “Daha ne oldu?” diye sordu. “Canımı yıpratmak mı istiyorsun? Onu al da sadece beni rahat bırak. Unutma, altı çocuğun babasıyım.”

-                     Canın daha altı çocuğuna lazım olacak. Benim ona hiç ihtiyacım yok. Ama eğer carrara mermerin parçasını bulamazsan “Sovyet sanatının ana düşmanı” adlı heykeli yapacağım ve bu heykel sana çok benzeyecek. Sonra da herkese onu göstereceğim...

Demirbaş müdürü: “Yeter” diye lafımı kesti. “Hemen böyle deseydin. Biliyorum, çıplak kadın için lazım. Sana mermeri bulacağım, canım.”

Gidecekken: “Mermer için önceden teşekkür ederim. Ama bu kadına bir kere daha böyle dersen keski ile burnunu dağıtacağım. Utan! Sanat yanında çalışıyorsun” dedim.

Demirbaş müdürü sözünü tuttu ve Allah bilir nereden mükemmel mermerin büyük parçasını getirdi.

Zamanımın çoğu artık atölyede geçiyordu. Bir gün yeni ilk baharın sonunda canlı Ulbosın’ın sıcaklığını ve hareketlerinin akıcılığını aktarmaya çalıştığım heykelin omuzlarıyla uğraştığımda Şerubay beni ziyaretine değer gördü.

Son bahardan beri görüşmedik ve Şerubay üstündeki insana cüsseli görünüşü veren bol palto güzelliğiyle dikkat çekmesine rağmen, daha da zayıflamaz halinde olduğu halde Şerubay’ın daha çok zayıfladığı göze çarpıyordu.

Ne kadar tuhaf olsa da rakibime karşı mahcup oldum. Giderilemez ihtiras onu içinden yemeye devam ediyordu, ben ise kaybolan Ulbosın yüzünden kahrolmak yerine beş kilo aldım.

Duygularımdan daha üstün olmaya çalışarak: “Paltonuzu çıkarın” dedim.

Şerubay meydan okurcasına: “İzlerini buldum” dedi.

Kendim de şaşırarak gayet sakin olarak: “Nerede o? Ona ne oldu?” diye sordum.

Bu an da anladım: ben artık ancak mermerden çıkan Ulbosın’ı merak ediyordum. Bedenden ve kandan oluşan onun prototipi artık gerçek dışı ve uzak kavram oldu.  Benim mermer Ulbosın’ımdan dışında yüzü ve vücuduyla ona benzeyen başka birinin var olduğunu duymak tuhaftı.

Yeni Sherlock Holmes: “Gerçekten de bir zaman Taşkent’te annebabasıyla kaldı. Sonra Taşkent’i de terk etti” diye belirtti.

-                     Bunu nereden biliyorsunuz?

-                     Taşkent’e gittim, - diye kısaca söyledi Şerubay.

Susuyorduk. Şerubay yan gözle heykele bakıyordu. Sonra cesaret edip boğazını temizleyip başladı: “Taşkent’te Ulbosın’ın hasta olduğunu öğrendim. Anlıyor musunuz, bir dürzü (galiba beni ima ederek bu kelimeyi basarak söyledi) yüzünden kürtaj olmak zorunda kaldı. Kürtaj ona pahalıya mal oldu. Taşkent’te Ulbosın doktorlara gidiyordu ve danıştığı meslektaşlarımla konuştum. Durumu ciddi.”

Şerubay devlet savcısı gibi gözlerimin içine baktı. Benim üzerime yıktığı bu tehditkar silahı onun tarafına kolayca çevirebildiğimi tahmin etmiyordu.

Ama bunu yapamadım. Galiba Ulbosın’ı hiç sönmeyen ihtirasla sevdiği için. Ben ise artık soğudum ve onun yargıcı olma hakkımı kaybettim.

Sanki teslim olup: “Beni anlamanız mümkün değil, Jantas. Çok farklıyız” dedi. “Gece uçan kazların kahkahalarını duydum. Yaz gelmek üzere...” deyip cümlesini kesip sustu.

Yine paltosu üzerinde olup duruyordu. Atölye sıcaktı ve teri sicim gibi akıyordu.  Ama Şerubay düşman olduğumuzu vurgulamaya çalışarak üstünü çıkarmıyordu. Bana ancak Ulbosın’a bir şekilde adi karışan olduğum için ve beni hayatından çıkaramadığı için geldi. Onların zincirinin sıkıca lehimli halkası oldum. İster istemez ona Ulbosın’ı hatırlatıyordum.

Şerubay: “Bu arada dün yoktan bir ameliyat az kalsın hastanın ölümüyle bitecektı. Galiba kendi kendimden yoruldum. Ya da acı beni yenmeye başladı... Kendini tedavi etmeden başkasını nasıl tedavi edeceksin?” dedi.

-                     İlk bakıştan Ulbosın’ı sevdiyseniz niye onunla evlenmediniz? – diye sordum.

Şerubay: “Ondan biraz önce eşim oğlumuzu doğurdu. Önce çocuklarımız yoktu. Onu böyle bir anda bırakmak ihanet olurdu” suçlu suçlu dedi.

-                     Ama sonra yaptınız bunu! Onu bıraktınız!

-                     Eşim ve oğlum arabada parçalandı. Damperli kamyon karşılarına çıktı. Dört sene önce.

Bunu Ulbosın’dan öğrenmiştim. Ama yine de onu tazip ediyordum. Baş sorununun intikamı alma hakkımı kaybedince daha ufak iğnelerle rövanşını almak istiyordum. Galiba da abarttım.

Barıştırıcı bir şekilde: “Onu bulun. Belki herşey daha kayıp değil. Biliyor musunuz, her insan kendi mutluluğunun mimarısıdır” dedim.

Şerubay, ben iğrenç bir böcek gibi onun tiksintisini uyandırmışçasına beni bakışıyla yok ederek: “Siz...! Siz demagogsunuz!” diye patladı. “Onu gerekirse yer altından da bulacağım. Bu işin özü değil” – deyip yanıyordu Şerubay. “Geri kalanlara gelince... Mutluluğumun mimarı nasıl olayım ki? Onu ezmiştiniz. Sizin için Ulbosın kim oluyor? Güzel bir kadın o kadar! Eğlence için bir oyuncak. Benim için Ulbosın güneştir! Siz ise pis ellerinizle onu söndürdünüz. Hayatım karanlığa gömüldü.”

Doğulu renkli deyimlerle daha uzun zaman kendini paralamaya devam ediyordu. Fikrine göre masal devleri benimle kıyaslayınca halim kuzular gibi görünüyordu.

-                     Jantas, o sana ne kadar kızgın, bir düşün – diye kendime belirttim.

Susup çıkışa yöneldi, paltosundan ocaktan çıktığı gibi sıcaklık çıkıyordu.

Heykelin yanında durakladı ve yorulmuş gibi can sıkıcı tavırla: “Jantas, o belden aşağıya doğru da mı yalın olacak?” diye sordu.

Susarak başımı salladım. O da şaşkınlıkla başını sallayıp Ulbosın’ın kafasını elinle ihtiyatlı okşadı. Ondan sonra eli yanağından ve boynundan yavaşca süründü. Ulbosın’ın göğüsüne gelip korkuyla elini çekiveri.

Şerubay yalvarırcasına: “Jantas, böyle kalsa olmaz mı? Yalın göğüs ve sonra sadece taş. Heykeltraşlar bazen böyle yapıyor, müzelerde çok gördüm. Sen, Jantas, bunun doğru olduğundan çekilmeyeceksin. Değil mi, Jantas?” dedi.

“Başka türlü yapamıyorum. Başka türlü başaramayacağım. İçimde bu heykel böyle doğdu, Şerubay”, – cevabım bu kadar katıydı.  Gerçekten de huysuz yaşlı adamın istediğinden dolayı amacımdan vazgeçmek için aylarca taş yanında dönmüyorum ki.

Yine başını salladı ve vedalaşmadan atölyemi terk etti. Bir dakika sonra velur şapka altındaki sert profili pencereyi yüzerek geçti.

Küçük çekici kaldırıp yine mermere yapışarak oyma kalemine vurmaya başladım. Ama bulanık bir endişe işime engel oluyordu. Sanki vicdanım birinin önünde temiz değildi.

“Jantas, demek ki Ulbosın’ı artık sevmiyor musun? Böyle nasıl oluyor? Daha bügüne kadar onun Bazargül’den sonra en yakın insanın olduğunu düşünüyordun” diye hayretle kendi kendime söyledim. “Hayatta hemen böyle olmuyor. Demek ki Ulbosın’ı değil, güzel fikrini seviyordun. Ulbosın-kadın ve Ulbosın-fikir... Sen ne biçim bir insansın, Jantas? Ne kadar aşık olursan ol, herşeyin alt üst oluyor. Ya senin sevmediğin belli oluyor, ya da sana karşı kayıtsız oldukları ortaya çıkıyor... Of of, ne kadar bahtsızsın!”

Gençken hep birine aşıktım. Benim normal halimdi. Böyle yıllarda hayat dans gibidir: dönüp duruyorsun, canın duygularla ve coşkuyla dolu, sarhoş gibisin...

Hatırlıyorum, Moskova’da okuduğumda bize çok genç model geldi. Kazaktı ve ismi Umit idi. Saçı gecenin geç saatleri gibi siyahtı, gözleri ise sakin ve dipsiz gölleri beliriyordu.  Umit çok utanıp gözlerini saklıyordu ve delikanlılarla göz göze gelince kızarıp benzi atıyordu ve yerin altına girmeye hazırdı. Eğer bize poz vermeye geldiyse galiba paraya çok ihtiyacı vardı.

Öğretmen ilk seansta Umit’in öğrencilerin çapraz bakışlarından ne kadar büzüldüğünü görünce istisna olarak ancak bir kişiye poz vermesine izin verdi. Umit’in seçimi bana düştü. Onun hemşeriydim ve o yüzden daha küçük kötülük olarak algılanıyordum.

Böylece ilk defa yalın modeli oylumluyordum. O zamandan beri de ressam olan doğanın en mükemmel eseri kadın vücudunun olduğuna katı inancım oluştu. Umit’in vücudu ise yaşına özgü özel güzellikle kendini gösteriyordu. Yeniyetmeyi ve kızı ayıran çizgiyi daha yeni geçtiği için vücudunun şekli biraz daha köşeliydi. Sert memeleri ergin meyve gibi sivri başlarıyla illeriye bakıyordu.

İkimiz de genç idik ve birbirimizden çekinerek önce baya halsiz kalıyorduk. Kız ürküp kamburlaşıp geniş ahşap blokta duruyordu. Ben ise Umit’e bir daha bakmaya cesaret edemeyip iki kat öğrenci özeniyle  kil parçası üzerine çubuğumla çalışıyordum. Göz göze gelip de hemen bakışlarımızı çevirmediğimiz zamana kadar çok gün geçti. Bu zamana kadar ona sanki gizlice bakıyordum ve birşey söylemek gerektiği zaman önceden gözlerimi bir yana çeviriyordum. Seyrek diyalogumuz yaklaşık böyle görünüyordu:

Gözlerimi duvara dikip: “Umit, başınızı biraz kaldırır mısınız” diyordum.

O da pencereye bakıp: “Bu kadar yeter mi?” diye soruyordu.

Duvarın bir noktasından gözlerimi ayırmadan: “Teşekkür ederim, Umit. Böyle yeterli” diye cevap veriyordum.

Bir zaman sonra da gözlerimi kapıya dikilip: “Gerilmeyin, Umit. Kendinizi daha rahat hissedin” deyip düşüncemin saçma olduğunu kendim de anlıyordum.

O da duvara bakıp: “Tamam, yapmaya çalışacağım” diye cevap veriyordu.

Hem ona hem de kendime cesaret vermeye çalışarak: “Harika, Umit. Şimdi herşey yolunda” diye övüyordum ve bununla beraber kapıyı çift görüyordum.

Sonra alıştık ve Umit doğal davranmaya başladı. İktisat okuyordu ve seanslarımızda artık öğrencilerin marifetlerini neşeli neşeli anlatıyordu.

Seanstan sonra iki iyi arkadaş gibi otobüs durağına yürüyorduk. Ama vakit git gide ders zamanı dışında da düşüncelerime girmeye, rüyalarımda çıkmaya başladı ve onu rüyalarımda gördüğümde kalbimin tatlı tatlı durduğunu ve her sonraki seansı sabırsızlıkla beklediğimi fark ettim.

Görüşmemizden önce gece suyla ıslatılmış pantolonumu minder altına sokup onu bedenimle ütülüyordum, sabah temiz gömlek giyiyordum ve botlarımı fırçayla kudurmuşçasına temizleyerek az kalsın deliyordum.

Kendime o kadar fazla güveniyordum ki başarılı olacağımdan bir daha şüphe bile duymuyordum. Ve onun illa benim şahsıma poz vermeyi kabul ettiğini tamamen karşı konulamaz görünüşümden dolayı olduğunu sanıyordum. Açıklamaya hemen gelmiş olsaydım herşey daha erken belli olurdu. Ama Umit’in de bana aşık olduğuna emin olduğum için bu hoş anı son seansa kadar geciktirdim.

İşte zamanı geldi. Okul çalışması bitti, Umit paravana arkasında giyindi ve her zaman yürüdüğümüz yoldan otobüse gidiyorduk.

Kalbim kim bilir ne yapıyordu: ya beni az kalsın klinik ölüme sokarak susuyordu, ya da dörtnala gidiyordu. Umit ise birşeyler cıvıldıyordu.

“Umit” diye tören havasıyla söyledim, ama sesim mezardan çıkmış gibi duyuluyordu. Onu bir an önce ayıltmaya çalışıp: “Umit, banka oturalım. Nasıl olsa son defa görüşüyoruz” diye ima ederek ekledim.

Hesaplarıma göre yüzünde korku çıkmalıydı. Durumun ciddiyetini ancak şimdi intikal edecekti. Dehşetle bana bakıp: “Olamaz, Jantas. Buna dayanamayacağım.” İşte Umit’ten bunu duymaya ummuyordum. Bundan sonra anlamlı tebessümle Umit’i elinden tutacaktım ve parmaklarımız birbirine sıkıca geçip bizi mutlaka bekleyen mutlu hayata doğru yürüyecektik.

Ama bunun yerine Umit neşeyle: “Derslerden sonra domuzun gok dediği bir yere gitmeye artık gerekmediği için çok mutluyum. Yabancı bir erkek önünde tamamen çıplak olarak durmak ne kadar sıkılacak olduğunu tahmin edemezsin, Jantas. Sen iyi bir dostsun, Jantas, ve sana alıştım ama buna rağmen bazen rahatsız oluyordum, nasıl olsa erkeksin, Jantas... Ama buna karşılık olarak Muslim ile düğün yapmak için artık paramız var. Onun damatlığı için... Benim beyaz gelinliğim için...ve bir yığın misafir için!” dedi.

Allah bilir daha neler makara gibi konuşuyordu, ben ise balta tersiyle sersemletilmiş gibi oturuyordum... “Vay vay” diye düşünüyordum.

 

V

 

İnsanın yeteneği başarısızlıkla daha sağlam olur. Birçok kimseler böyle düşünür. Hayal kırmızı tilkiye benzer. Uzakta görünüp meşale gibi kuyruğuyla çağırdığını derler. Ona doğru atılırsın ama bu kurnazın sırra kademi bastı. Ve sen umudunu kesip başka birşeye sarıldığın zaman kırmızı tilki yine burada. Seni uyandırıp çağırır... Yine düzlük, sel yarığı ve derelerden çılgınça koşma. Başka türlü olmaz. Sonra ölüm döşeğinde bu yakalanmamış tilki senin için başarısız hayat sürdürme sembolü olacak. İşte o senin ellerinde, itaatli ve uysal, ama sen artık bitkin ve çok yorgunsun. İnsanın en iyi eserlerinin böyle ortaya çıktığını inandırırlar.

Ben ise, Jantas, ünlü olamayan heykeltraş (bu durum geçerli tabii) buna katılmıyorum. Bence, insan büyük veya küçük olsa da, eserleri kolay ve acısız, ilham dolu bayram ortamında oluşuyor. Ulbosın’ın çehresini yaparken mermeri kesip yonttuğum zaman bunun gibi şeyler bana da oluyordu. Bu heykel bu zamana kadar ellerimden çıktıklarından en iyisi. Heykel bitti ve ancak maharetimi değil, canımın bir parçasını da ona verdiğimi hissediyorum.

Şerubay’ın züht profili yine pencereden yüzüp geçtiği zaman ben mermer Ulbosın’ın önünde otururken işte bu şekilde düşünüyordum. Ama bu sefer profili naylon şapkası altındaydı çünkü sıcak yaz zamanıydı, ve bu sefer ters yönde yüzüp geçti çünkü bana geliyordu.

Atölyede yattığım zaman kendimi örttüğüm eski battaniyeyi heykel üzerine attım ve kapıya baktım.

Sert çalmayı duyunca: “Girin” dedim.

Şerubay atölyeye girerek ürkütücü tonla: “Nasıl? Bitirdiniz mi? İstediğinizi elde ettiniz mi? Ben uyarıyordum, Jantas, iyi hatırlıyorsunuz” dedi.

Hayretle: “Kokuyu aldı, yaşlı köpek. Dün bitirdim, o ise hemen sonraki gün kokuyu aldı. Bu kadar sezgisi var” diye düşündüm.

Abilkas dile verdi, başka türlü olamaz. Sadece o ve Bazargül eseri bitirdiğimi biliyorlardı. İşte kardeşimin eşi en tez zamanında Şerubay’ı üzerime saldırtmak istedi.

Şerubay heyecanla: “Ne yapmayı düşünüyorsunuz... onunla?” diye sordu.

Bakışı heykeli dolaşıverdi. Onu örtünmüş bile görmek tahkir edici sanıyordu.

Kendimi yalandan kaygısız gösterip: “Onu Almatı’da ilk sergide göstereceğim” dedim.

Düşünceye daldı ve ne yapmayı bilmeyip dudaklarını çiğnemeye başladı ve aniden: “Onu bana satın. Ben satınalıyorum” diye şaşkına çevirdi.

Düşünerek kendime: “Jantas, bu herif gerçekten mi para için o kadar ter döktüğünü düşünüyor? Ona ders versene” dedim.

Kısaca: “Yüz bin” dedim.

Şerubay: “Umarım eski parayla mı?” diye sordu.

Sitemle: “Şerubay, siz daha eski hesapla mı yaşıyorsunuz? Reformdan sonra köprülerin altından çok su geçti” dedim.

“Bu kadar para nereden bulacağım?” diye haykırdı Şerubay. “Sadece iki bin rublem var. Yaşlılık için yavaş yavaş biriktiriyorum, paramın diğer kısmını da eşimin annebabasına gönderiyorum. Emekli maaşları çok düşük ve benden yardım almadan iki yakaları bir araya gelmiyor.”

Bana ciddi ciddi anlatıyordu. Onunla alay ettiğimi anlamıyordu.

Şerubay: “Bütün paramı alın” dedi.

“Yüz bin ve bir kapiği bile indirmem” – diye fikrimde duruyordum. “Ulbosın’ın imgesini çok ucuz tutuyorsunuz.”

-                     Eğer bilseydim...- diye çaresizlikle söyledi.

İşle yıpranmış ellerimi göstererek “Bu cehennemi emek” deyip: “Sonuçta Ulbosın benim için de değerli. Bunu unutmuşsunuz” diye ekledim.

O da kendi cevabını verdi:

“Eğer bunu bilseydim...” ve yeisle kendini kalçalarından vuruyordu.

“Yabancıların sevgilisinin vücudunu göreceklerinden o kadar mı korkuyor? Bu kadar çok sevmek mümkün mü?” diye endişeyle düşündüm...

Şerubay’a “Bir insan o kadar sevilemez. Siz numara yapıyorsunuz, işte bu! Ya da bu düşkünlüktür ve demek ki akıl hastası adamsınız” dedim.

Kaşları yukarıya süründü ve gözlerini bana hayretle dikti.

-                     Ne dediniz, pardon?... Numara mı?... Düşkünlük mü?...

-                     Numara yapma derken belki de abarttım ama davranışlarınız normal değil.

-                     Normalin sınırlarını kim net olarak bilir ki, Jantas? Gerçi sizin gözlerinizle bakılırsa... Tabiki: yaşlı, ihtiyar adam duygularıyla koşuşturuyor.

-                     Önemli olan bu değil, Şebuvay Aybasoviç. Aşk ancak edebiyatta sonsuza dek sürüyor. Orada katı karakterler ve inanılmaz güçlü duygular var. Aşk ateşine de mutlaka en kaliteli markadan yakıt giriyor. Hayatta bunlara daha kıskançlık, ufak ihanetler ve sacede huysuz karakter ve ruhsal yorgunluk da ekleniyor. O zaman da insanlar birbirinin asabını bozmaya başlıyorlar. Sözün kısası, edebiyat kahramanı sevgilisini ve sevgilisi onu idealize ediyor. Şaşılacak birşey değil de: yazara inanırsak onlar dünyadaki en iyi insanlardır. Gerçek hayatta herşey farklı. Benim sevgilimin ideal olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bizim Ulbosın da sıradan bir kadın. Onun gibi onlarca yüzlerce bayan var. Sağlam psişik bünyesi olan insan zaman geçince eski kadından daha kötü olmayan başka birini tanıyacağını bilerek uzun zaman açı çekebilir mı? Bu yüzden manyak gibi görünüyorsunuz, Şerubay – diye açık yürekle bitirdim.

Gözlerini kapatıp başını salladı.

-                     Of of of, Jantas. Kendini de sanata veren insan böyle düşünüyor, - dedi Şerubay. Ruhunuzun çürük olduğunu zannetmiyorum. Sadece daha gerçekten sevmediniz. Belki de manyağım.  Yargılama hakkımız yok. Siz gençsiniz. Ben ise aklımı kaybettim. Ama sıradan ölümlü insanlar da birbirlerini çok severler. Bir insanın aşk için hayat verdiğine kendim tanık oldum...

-                     Gencin ismi Kozı Körpeş, kızın ismi de Bayan Suluv idi, - diye alaylı söyledim.

Şerubay törenli şekilde: “Gencin ismi Asıgat ve kızın ismi Karagöz idi” diye düzeltti. Beklenmedik itidali hızımı felce uğrattı ve bir zaman susuyordum. Bana boyun eğme niyeti olmayarak sandalyeye oturdu.

Şerubay duraklamayı kullanarak: “Asıgat sade yol inşaatçısıydı o kadar. Karagöz okulda çocukları öğretiyordu” diye devam ediyordu. “Meslekler gördüğünüz gibi eski destanlar için değil. Ama Karagöz ozan şarkısına layık biridir. Gerçekten de kara gözlüydü. Büyük kara gözler. Ben şair değilim, Jantas, ama onun yuvarlak sarı şafak gibi pembe yüzünü hatırlıyorum... İnsanlar göçmen kuşlar gibi. İlk baharda gelen kazlar ve kuğular kışın yüzdükleri o gölden daha uzak çekilip onu unutmaya başlıyorlar, ama bir zamana kadar. İnsanları da aynı şekilde unutuyorsun, birşey hafızayı uyandırana kadar...”

Benim için bunları hatırlatmıyordu. Sızlayan yüreğine ninni söylemeye önem veriyordu, onu dinlendirmeye ihtiyaç duyuyordu. Onun için de devam etsin diye sözünü kesmedim.

-                     Tıp enstitüsünü bitirdiğimde Kızıl Ordu’ya geçtiğim zaman komşularımdı. Geldiğimden biraz sonra harika oğulları Berik dünyaya geldi. Yabancı göz bile onların, Asıgat ve Karagözün, ne kadar iyi olduklarını fark edebiliyordu. Bana ayna gibi yüzeyden yüzen ve aşık olan kuğuları hatırlatıyorlardı. Ya erkek dişinin teleklerini temizliyor, ya da dişi erkeğe güzel başını koyuyor... Biliyor musun, ben galiba edna şairim, ama bana böyle görünüyorlardı...

-                     Evet, edna şairsiniz, Şerubay ağa, - diye seve seve teyit ettim. Kuğular klişedir.

-                     Ama tam böyle görüyordum, - diye itiraz etti Şerubay. Ama mutluluktan daha kısa birşey yok. Hasır otlarından Kader olan kindar avcı  çıktı ve sevgili çifti ayırdı... Sözün kısası, Karagöz cüzam oldu. Ancak leke vardı ama biz onu yine de Barsa-Kelmes adalarına cüzzamhanesine gönderdik. Çok zor durumdaydık ama yapacak birşey yoktu. Kanun böyle!

-                     Ah ah! Gerçekten üzücü, - diye kabul ettim ve bu Şerubay’ı kamçıladı. Canlanıp devam ediyordu:

-                     Evet, facia idi. Karagöz için iki kat bir de. Anlıyor musun, tedavi olmayan hastalık ve sevgili insandan ayrılık... O zaman da Asıgat atılganca davranışa cesaret etti.

Şerubay kelimeleri seçerek sustu. Neden bahsedeceğini tahmin ediyordum, ama kendi kulaklarımla duymak istedim.

Şerubay gülümseyerek: “Sizin teorinize göre, Jantas, terbiye gereğiyle bir iki gün üzülüp yeni bir Karagöz’de teselli bulmaya çalışması gerekiyordu. Öyle değil mi?” diye sordu.

Bu yaşlı eşek herşeyi kelimesi kelimesine anlıyordu. Ama hikayesini kesmeyip susuyordum.

Yani Asıgat ve Karagöz için tek aşk vardı ve birbiriniz duygularıyla yaşıyorlardı. Hayat verici su üzerine eğilen ağacı hayal edebiliyor musunuz? İşte ikisi için de birbirlerinin duyguları hayat verici su gibiydi. Şimdi de o ağacı hayat kaynağından  alırsanız ona ne olacağını tahmin etmek kolay. Kaçınılmaz kuruyacak ve hiçbir şey onu kurtaramayacak. Tipik edebiyat kahramanı Asıgat’ın yerinde olsa nasıl davranırdı? Kurnazca düşünmeyip hem Karagöz’ü hem de kendini hatta küçük Berik’i keserdi. Ama Şerubay’a inanmış olsak Asıgat aşkın yaşaması için herşeyi yaptı. Oğluyu Sozak’a annebabasına götürüp Barsa-Kelmes adasına cüzzamhanesine gitti.

-                     Asıgat’ı vazgeçirmeye çalışıyorduk. Kazagöz da onu almayı kabul etmiyordu. O da her halde sizin gibi düşünerek, Jantas, sevgili insanın hayatını tehlikeye atmak istemiyordu. Ama Asıgat fikrinde duruyordu. Ve Karagöz, Asıgat için hayatın onların aşkı anlamına geldiğini anladı. Onun inadına hekim komisyonu da dayanamadı. Böylece Asıgat yine Karagöz’üne kavuştu.

Asıgat’ın sıradışı davranışla istemeyerek büyüleyip: “Sonra ne oldu? Kaderleri ne oldu?” diye sordum.

Şerubay susuyordu. Camsı bakışında son günün son görüntüleri sönen ve donuyor olan mamuta benziyordu. Acı ebedi olarak taşlaşan kanatlarını batıya kayan hayatının üzerinde açtı.

Şerubay düşüncelerimi tahmin ederek: “Bazen dünyanın yaratılışından beri yaşıyormuşum gibi geliyor” diye mırıldadı. “Hem yer hem de gökyüzü kullanılmış görünüyor. Yıldızlar silik paraya benziyor. Gök ise çoktan soludu ve delikler oluşana kadar silindi. Dünya da battaniye gibi ısıtmıyor. Böyle dakikalar neden geliyor, Jantas? Siz nasıl düşünüyorsunuz?”

Omuzlarımı kaldırdım.

-                     Yorgunluktan galiba.

-                     İnsan hayattan yorulur mu? Hayır, Jantas, çaresizlikten yoruldum.  Kollarında insan öldüğü zaman hiç bir şekilde yardım edememen en büyük yeistir. O yüzden her defa onunla ölüyorsun.

Şerubay’a karşı ikili duygum oluştu. Her hastanın ölümüyle onun da hayatının bir parçasının çürüdüğüne inanıyordum. Vefat edenlerle giden her yaşını toplarsak gerçekten binlerce yaş toplanacak. Burada ona içtenlikle acıyordum. Öte yandan da asıl bu insan Ulbosın’a çok kötülük yaptı. Bunu hatırlar hatırlamaz içimde Şerubay’a karşı eski antipatim yine canlandı.

-                     O zaman korkunç hastalığa karşı tamamen çaresizdik, hem Asıgat hem de Karagöz uzun işkenceden sonra öldü. Ama son günlere kadar aşkları güzeldi. Bunları cüzzamhanesinde çalışan doktor bana anlattı. Önce Karagöz vefat etti ve ondan sonra Asıgat da uzun yaşamadı. Sevgilisinin ölümü onun da hastalığını hızlandırdı. Sizce kuğular klişe olmuş olsa da Kazakların ne dediğini tekrarlayayım: “Eşi kaybeden kuğu acıdan ölür”, - diye törenli bitirdi Şerubay.

-                     Etkileyici bir hikaye. Eğer onu uydurmadıysanız... Yıne de aramızda Asıgat gibiler bir ikiyi geçmez. Güçlü bir adamdı, o kadar! – çok da pes demeden belirttim. Bana kalsa benim böyle birşeye gücüm yok.

-                     Evet, siz yapamazdınız, - diye kötü niyetle söyleyip sandalyeden kalktı ve zevkle tekrarladı: Siz yapamazdınız, Jantas.

Eski öfkelerimiz uyandı. Kurt köpeği gibi alay ettik. Hem kendinin hem de Ulbosın’ın dertlerinin nedeni olarak beni görüyordu. Ben ise onu kimin mahvettiğini biliyordum.

İlk olarak o kendine geldi.

Kollarını kaldırıvererek: “Evet, evet! Siz yapamazdınız, Jantas, o kadar!” diye üçüncü defa söyleyip oyun sonunda perde arkasına çekilen oyuncu usulünce atölyeyi terketti.

-                     Bravo! – diye alaylı gülümsemeyle söyledim.

 

VI

 

İşte Ulbosın’ın heykeli atölyemin ortasında duruyordu. Değerli birşeye ulaştığımın duygusu kalbimi mutlulukla dolduruyordu. Ben tabii ilk önce alçakgönüllüğün insanı süslediğini hatırlayarak mütevazi olmaya çalışıyordum ama yüzüm bazen beni belli ediyordu ve o zaman tanıdıklarımdan biri: “Jantas, niye bütün gün gülüyorsunuz? Yoksa bayramınız mı var, bizimle de paylaşın” diye soruyordu.

-                     Yok, bügün sıradan bir günüm var. Sadece moralim iyi. Hava güzel, güneş ışığını veriyor, nasıl gülümsemezsin ki? İşte gülümsüyorum.

Ama içimde anlayamıyorum: ovünmek niye ayıplanacak birşey? Böyle alçakgönüllülükle biraz ovünmek.

-                     Biliyor musunuz, arkadaşlar, gerçekten de fena olmayan heykeli oydum! Ulbosın’ıma şöyle bir bakın ve itiraf edin. Özel birşeyi var, değil mi? - niye söylemeyeyim ki.

Ama kendi hakkında böyle konuşmak adetten değil. Neyse, yine de moralim iyiydi. Mükemmel ilk bahar coşkunluğu daha da ekliyordu. Daha yeni doğan çocuğuna sarılan genç anne gibidir. Gerçekten de herşeyde ihya işaretleri vardı. Açan yeşillikle ilgili ne dersin ki, her ilk bahar yenilenmek onun kuşağına yazılmıştır. Milyarlarca yıl susan taşlar bile yeni ışığın kıvılcımları içindedir. Sözün kısası, sokaklarından zıplaya zıplaya yürüdüğüm eski dünya ilk defa şarap içen genç gibi sarhoş ve neşeliydi. 

Bu günlerde herkesi seviyordum: sokaktan tanımadığım geçenleri, evsiz köpekleri ve evleri, sözün kısası bütün şehri.

Ama... Mıstau’muz hakkında birşeyler anlatma zamanı geldi...

Göçebe bir Kazak jeolojiden birşey anlamazdı ama koyunları otlattığı yerlere doğru isimleri koydu. Her toprağın kendi rengi, kendi belirtileri var, Kazağın ise atalarının tecrübesi var o kadar. Bakır kazıldığı yerlere kurnazca düşünmeden isimleri verirdi: Altın damar, Font gölü, Kurşun-Taş, Jezkazgan; sonra da buralarda değerli maden cevherleri işleyen sanayi fabrikalar oluştu. Bozkır Kazağının da ancak uzak atalarının tecrübesi mi vardı?..

...ve derin bilgelik de vardı, - diyorum ve bence en bilgelik ulus bizim, Kazakların, olduğumuzu ekliyorum.

Pek çok kimseler bana katılmayacak, bazıları da bana şöyle diyecek:

“E-e-e Jantas, her insan asıl kendi milletini en bilgelik düşünüyor. Sayısı az veya çok olsa da. İnsanın yapısı böyle. Bunu göz önüne al, Jantas.”

Böyle olsun.  Her halde bu işler böyle. Ulusumun sanatını da ne kadar seviyorum. Yalnız bakışını mavimsi ufuk çizgisine diken bir Kazağın hayal gücü dünyaya Asan Kaygı, Korkut ve Ayaz Bi gibi derin felsefi kişileri getirebilirdi. Yaşlı ve bilge olduğumda taştan veya bronzdan eskiçağ yurdumun imajını yapmak istiyorum. Antika eşyaların bağnazca hayran olduğumu düşünmeyin. Ama tek birşey biliyorum: annesiz doğan çocuk yok. Belki yaş ilerledikçe annesine pek benzemeyebilir ama damarlarında yabancıların gözlerinden saklı olarak eskisi gibi onun öz kanı akıyor...

Yine sadetten ayrıldım. İşte göç eden Kazak bir bozkır yerine bakır ismini verdi. Yanılmadı. Burada bakır dağı anlamına gelen bizim Mıstau kentimiz büyüdü. Ama o Kazak birşey bilmiyordu: koyunlarının koparıp koparıp yedikleri o tozlu otların altında bakır yanında kalay ve kurşun da vardı.

Kent beş yaşında. Doğum günü olan senede dikilmiş ağaçlar artık gölge veriyor. Sokaklardan şehirle aynı yaşta olan çocuklar da koşturuyorlar. Bir zamanlar Mıstau’nun tek olan doğumevinde dünyaya geldiklerini ilan ettiler. Şimdi onlar da şehir gibi büyüyüp beş yaşına girdiler.

Bakır şehrinin ilk ağaçlarının gölgesinde ve şehrin yaşıtları tarafından çıkarılan neşeli gürültü patırtı içinde yürüyorum; bügün Pazar ve hemen hemen herkes temiz havaya çıktı. Gözlerimin ve ayaklarımın beni götürdüğü istikamete amaçsız yürüyorum ve bu parlak ve ılık günde benim canım kardeşim Bazargül uzun boylu ve esmer bir kızın koluna girip yürüyor. Keskin görümüm Bazargül’ün moralinin iyi olduğunu, arkadaşının bele kadar uzanan iki sıkı saç örgüsünün ve topuklu açık renk ayakkabının olduğunu, onun ince ve esnek olduğunu hemen farketti. 

Bazargül: “Merhaba, koke. Acelen nereye?” diye sordu ve arkadaşıyla bakıştı. Komplocu şekilde gülümsediler.

Bir hile bekleyerek özenle: “Sadece yürüyüş yapıp temiz hava alıyorum” dedim.

Bazargül gülümseyerek: “Onu tanıyamadın mı?” diye sordu.

Yabancı kız: “Jantas ağa beni tamamen unuttu” dedi ve onlar yine el çarptılar.

-                     Ohaaa, Ayjan! – diye hayretle haykırdım.

Böyle bir günde birşeyin kesin olacağını hissediyordum. İşte sürpriz: Ayjan kendisi.

Bana: “Jantas, sen zamparasın! İşte daha bir kız çıktı” diyebilirler.

Ama böyle, ben çabuk aşık olduğumu önceden ikrar etmiştim. Ne yaparsın, her kalp kendi ritminde çarpıyor. Her vuruş kendi duyguyu doğuyor. Her guygu kendi şarkısını doğuyor. Ama... Ayjanla başka hikayemiz var.

Ayjan’a erken gençliğimin hatıraları bağlı. O zamanlarda hemen hemen hiç ayrılmadan geziyorduk: ben, Bazargül ve Ayjan. Babası ve üvey anası olmasına rağmen Ayjan için bizden daha yakın insanlar yoktu. Sanki masalda olduğu gibi, üvey anasıyla anlaşamıyordu, iradesiz babası da annesinin tarafını tutuyordu ve Ayjan dostluğumuzda teselli arıyordu. Bazargül ve ben onu kız kardeşimiz gibi görüyorduk. Bayram arifelerinde kulüp ve mahalle büroları için afişler çiziyordum ve bunun için bir miktar para bana düştüğü zaman Ayjan Bazargülle eşit haklar temelinde hediye alıyordu. Bizim güzel büyükannemiz Kara Kempir bile ona “torunum” diyordu.

Bütün bunlar tabii aul gençlerinin gözlerinden kaçmadı. Hayal güçlerini fazla çalıştırmadan bize gelin ve damat demeye başladılar. Şakaydı, çok da yeni değildi, o yüzden ancak görüntü olsun diye küsüyordum ve çok yapışkan bir delikanlıyı patakladığım halde Ayjan’ın damadı düşünüldüğüm için içim hoşnut oluyordu. Ayjan ise gençlerin sözlerini ciddiyete aldı ve dayak yedirdiğim ama yine de yatışmayan şakacı ona: “Ayjan, Jantasla düğününüz ne zaman?” diye bağırdıktan sonra beni gördüğünde kızarmaya başlıyordu. Ya da Bazargülle yaşıt olduğu etkiliyordu, yani o benden daha küçüktü. Ya da yaşı dikkate almadan bu on beş yaşındaki kızın içinde olgun bir insanın duyguları doğuyordu. Ne de olsa ilişkilerimiz belli bir çizgiyi geçmiyordu. Yine de birbirimizi kardeş gibi görüyorduk.

Bir defa ilk baharın son günlerinde sınıfımız final sınavlarına hazırlandığı zaman komşu çocuğu bana gelip Ayjan’ın aulun kenarındaki ambarların arkasında beni beklediğini söyledi. Hava karardı ve ben sabahtan daha erken kalkıp kitapla oturacağım için artık yatacaktım ve gömlekle pantolonumu çok ta giymek istemiyordum. Sonra aul delikanlılarının hilesi olduğunu düşünüp çocukla gitmeye karar verdim ve alay edenlerinden ilk çıkanını iyice pataklayacaktım.

-                     Evet, evet, göster nerede olduğunu, - deyip çocuğun tek maddi delil olarak kaçmaması için onu dirseğinden tutuyordum.

Korkak oğlan karanlıkta beyazlaşan figürü gösterip: “İşte orada” bağırdı ve ben  parmaklarımı açar açmaz en yakın köşeye sokuluverdi.

Ayjan ince elbiseyle çıktı, bozkırdan soğuk geliyordu ve dişleri birbirine vuruyordu. Gerçi, heyecandan da olabilirdi. Yüzü beyaz elbisesinden hemen hemen farklı değildi ve Ayjan’ın gözlerinin o kadar büyük olduğunu önceden hiç görmedim.

Fena birşeyi hissederek: “Ayjan, ne oldu?” diye sordum.

Ama o kendini ellerine alana kadar biraz daha zaman geçti. Demek ki tek kalınca baya heyecanlandı.

Üvey anasının girişimiyle Ayjan’ı evlendirmek istediklerini ortaya çıktı. Ve şimdi evlerinde çöpçatanlar oturup eşinin sözünden çıkmaya korkan zavallı babasıyla içiyorlardı.

Zayıf bedeniyle titreyerek: “Şimdi de belki beni arıyorlar. Beni bugün almak istiyorlar” diye sözünü bitirdi.

-                     Ama daha okulu bile bitirmedin! Üvey annen niye bunu düşünmüyor? – diye öfkeli söyledim.

Ayjan mahkum bir şekilde: “Sen artık yeterince bilgilisin...” işte bunu diyor” diye söyledi.

Bu tür hikayelere memleketimizde daha rastlanır. Tuhaf birşey daha olmadılar. Yüzyıllardır süren geleneklerle mücadele etmek kolay değil. Ama Ayjan kardeşim için mücadele etmeye hazırdım.

-                     Biliyorum. Polise gidelim! İnsanı istemeyerek evlendirme zamanı geçti, - diye kararlı söyledim. Gel, Ayjan!

-                     Ama... Ama işin özü... Jantas... O polis müdürünün kardeşidir... Onunla herşeyde anlaştılar... Ancak çekiniyorum o kadar diye söylediler, - fısıldadı Ayjan.

O zaman yakındaki çamur harçlı evler arasında sesler duyuldu.

Kadın sesi: “Burada bir yerde olmalı” dedi. “Bu kancık ellerime bir geçse! Ay-jaaan! Neredesin, orospu?!”

Sarhoş erkek sesi: “Buluruz şimdi! Bir yere kaybolmayacak!” diye seslendi.

Ayjan: “Çok kişi var, Jantas ağa. Herşey bitti!” diye başını salladı.

-                     Saklanmamız gerekiyor, Ayjan! Yeter ki sabah olsun. O zaman Bölge Komitesi açılır ve sana yardım ederler, - deyip kızı elinden tutup bozkıra doğru koştum.

Bütün gece okul arkasında ingin bir yerde söğüt içinde saklanıyorduk. Burada soğuğa rutubet de eklendi ve bizi iliğimize işledi. Önce yazlık elbisesiyle Ayjan’ın payına çok düştü. Heyecandan ceketimin olduğunu hemen hatırlayamadım.

“Özür dilerim, Ayjan” mahcup mahcup deyip ceketimi ona uzattım.

Ayjan, soğuktan onu dinlemeyen dudaklarlı zorla kımıldatıp: “Ama kendin de üşüyeceksin. Ben tek üşüsem daha iyi. Ben güçlüyüm” diye şakalaştı.

Ceketi Ayjan’ın üşüyen omuzlarına geçirerek: “Ben üşür müyüm? Ne diyorsun? Beni kim olarak sanıyorsun?” dedim.

Beş dakika sonra da titriyordum. Soğuktan. İçimdeki herşey çivi dolu teneke kutu gibi gürlüyordu.

Ayjan galiba gençlerin şakalarını hatırlayıp utanarak: “Jantas ağa, beraber mi örtünsek?” diye teklif etti.

Ama ben akıl yürütmüyordum, bir ceketin altında daha rahat edelim diye Ayjan’a belinden sarıldım. Soğuk içinden bana yavaş yavaş ılık da geldi. Ayjan’ın ılığıydı. Sessiz ve sinmiş oturuyorduk. Sonra içimde acıma ve şefkat doğdu. Başımı çevirip Ayjan’ın soğuk yanağına dudaklarımla hafifçe dokundum...

Bedenlerimizin sıcaklığıyla ısınarak ta gün ağarmasına kadar oturduk. Ancak bu kadar. Sadece arada sırada birbirimizi aynen hafiften öpüyorduk. Ama öpücükler de farklı olabiliyor. Bizimkisi galiba kardeş öpücüğüydü. Ama hayatta ilk defa bir kızı öpüyordum. Bu kız da Ayjan oldu.

Sabah Bölge Komitesine gittik ve suçlular büyük papara yediler. Günün ortasında artık bütün kafamla sınavlara daldım sonra da bunun gibi ikinci, ücüncü, dördüncü gün geldi, zaman topak gibi yuvarlandı, bir olay başka birinin yerini alıyordu ve küçük Ayjan bu şarampolla kayboldu.

Sonra ben okumak için Moskova’ya gittim, Bazargül ve Ayjan ise aulda kaldılar. Kara Kempir’in ölümünden ve Bazargül’ün gidişinden sonra aul ve Ayjan benim için uzak hatıra olarak kaldı.

Şimdi de yarı unutulmuş ülkeden onun gelişi çok ani oldu. Değişti o, çok değişti! Hatıramda küçük biçimsiz kız olarak kaldı, şimdi ise böyle dilber oldu ve ancak yüz ifadesinde o uzak zamanlardan beri kalan birşey aynı Ayjan’ın olduğunu bana fısıldadı. İşte onunla soğuktan titreyerek bütün gece okulun arkasında söğüt içinde oturuyorduk. Öpüşüyorduk da.

Kolay ve sebepsiz bakarak: “Sen nereden düştün, Ayjan?” diye sordum.

Ayjan gülümseyerek gözleriyle gok yüzünü gösterip: “Oradan, yüksek mi yüksek olan bir yerden düştüm” dedi.

Daha birşey anlamadan ben de başımı gök yüzüne kaldırıp orada Ayjan’ın bize gelebildiği uydu veya uçağı aramaya başladım.

-                     İşte burada! Ne kadar da ipsiz sapsızsın, koke, - diye şakalaştı Bazargül.

Şehirden yükselen inşaat vincini ancak şimdi farkettim. Aslında evimin pencerelerinden bile görünüyordu ama Ayjan’ın gök altında süzülen bu makineyle ilgisinin olabildiğini aklıma bile gelmezdi.

Ayjan gururla: “Size Temirtau’dan geldim ve bu vinçte çalışacağım” dedi.

-                     Ya sen nasılsın, bizim Bazargül’ümüz? Bu şehrimizde olduklarımızı nereden biliyorsun? – diye sorularımı ona yığdırdım.

Ama herşey komik olana kadar kolayca anlaşıldı. Eski kız arkadaşları sürekli haberleşiyormuş. Ayjan Temirtau’ya komsomol inşaatı için gittiği zaman Bazargül’e hep yazıyordu.

Ayjan arkadaşına parlayan gözlerle bakarak: “Memlekete dönmeye karar verdiğimde benim en yakın arkadaşlarımın oturduğu şehirden başka daha nereye gideyim ki diye düşündüm. Bazargül de bana iş buldu. Tam gelişime yakın” dedi.

Ayjanla yazışıp bana söylemediği için Bazargül’e tam kızacaktım. Ama sonra onun suçsuz olduğunu düşündüm. Ben kendim ilgilenmedim. Ayjan’ın çok ta güzel bir kız olduğunu nereden bilecektim? Onun için zamanda sustum.

Bazargül: “Koke, biz sana geliyorduk. Misafiri görmekten mutlu musun değil misin? İkrar et” dedi.

-                     Daha da soruyor musun? – diye tuhafça isyan ettim.

En yakın bakkala girip  fondan ve bir şişe sek şarap alıp daireme gittik. Yolumuzun sonraki kısmında Ayjan’a göz atıp: “Ay, Ayjan! Ne kadar da büyüdün!” diye  şaşırıyordum ve daha da kendi kendime: “Jantas, işte ilk aşkın olan kız yanında yürüyor” dedim.

Evet, evet, aynen böyle dedim ve bu dakika böyle olduğuna da kendim inandım. Kendime inandım ve anlarsınız, biraz heyecanlandım. Dilimin ucunda o ilk öpücüğün tadını hissettim. Her halde kardeş şefkatinin fazlalığından dolayı oldu ama şimdi o öpücüğün tutkuyla dolu olduğunu ve Ayjan’ın yumuşak dudaklarının hafiften titrediğini düşünüyordum.

Ben bunları kafama koyarken yeni çıkan arkadaşımız ciddi ciddi kendinden bahsediyordu.

-                     Okuldan sonra daha nasıl okuyabilecektim ki? Üvey anam o zaman beni hiç rahat bırakmazdı. Komsomol örgütünün verdiği bir görevle Temirtau’ya gittim. Orada inşaatta vinççi oldum. Ne olacak ki? Oldukça iyi bir meslek. Okumaya da gelirsek şimdi politeknik enstitüsünün üçüncü sınıfındayım. Açık öğretim olarak tabii. Gidip geliyorum. Akşamleyin de kızlar danslara gidiyor, ben ise kitapla oturuyorum. Ama mühendis diplomasını alacağım. Benim ne kadar inatçı olduğumu daha bilmiyorsunuz – diye güvenle söylüyordu.

Topuklarla düzenli takırdayıp kolay yürüyordu. Ona yandan bakmak çok hoştu. İşte kaderini kendi ellerinde sıkıca tutmayı bilen insan yürüyor.

Onun da bana nasıl yaşadığımı sormasını istedim. Ama Ayjan bazen susuyordu, bazen sudan havadan konuşuyordu ama bana değmiyordu. Benim hayatımın nasıl gittiğini belki Bazargül’den öğrendiğiyle kendimi teselli ediyordum.

Burada da biri sanki beni dilimden çekti. İnanır mısınız, bazen böyle durum olur ki birşeyin söylememek gerektiğini bilirsiniz, çünkü patavatsızca olabilir ve o kadar sene geçince herşey olabilir, ama çatlasan da dilin seni dinlemiyor. Dikkat ettiğiniz gibi bazen böyle oluyorum. İşte dilim kontrolden çıktı ve direk: “Sen evlendin mi, Ayjan?” diye homurdandım.

Arkadaşlar güldü ve Bazargül şaka yaparak: “Sana ne, koke? Çapkına bak” dedi.

Ayjan kurnazca: “Tahmin edin, Jantas ağa” dedi. Bazen bana “siz” olarak hitap ediyordu. Demek ki hatırasında yardım için koştuğu olgun ve bağımsız erkek olarak kaldım.

“O evli mi değil mi, gerçekten de bana ne”, - diye kendimi vazgeçirmeye başladım. “Belki yanına bir terhis askeri de getirdi. Böyle bir kız için dünyanın kenarına gitmek gerekirse de bunu yapmamak mümkün değil.”

Ayjan’ın medeni durumu beni ilgilendirip ilgilendirmediğine karar veremedim çünkü artık kapıma geldik ve şimdi güleryüzlü ev sahibinin rolünü oynayacaktım.

Geleneksel olarak ev işleriyle kardeşim ilgilenmeye başladı, ben ise Ayjan’a sarayımı gösterdim.

Ayağımla sedir altına kirli çoraplarımı gizlice sokmaya çalışarak: “İşte soy sarayım budur” diye heyecanla söyledim.

Ayjan bu tarza göre: “Ama nedense bu eski karoların çatlaklarını görüyorum” dedi.

-                     Büzülme ve fire. İnşaatcı kardeşiniz bu zamana kadar beni böyle inandırmaya çalışıyor.

-                     Demek ki bu saray ailemizin en savsak kardeşi tarafından yapılmış... Bu da ne? – diye seslendi Ayjan.

Yazı masasından Ulbosın’ın heykelinin fotoğrafik reprodüksiyonunu aldı. Birkaç fotoğraf çekip tanıdığım bir heykeltraşa Almatı’ya gönderdim. Onlardan biri kalıp masamda duruyordu.

Nedense Ayjan’ın Ulbosınla ilişkilerim hakkında birşey bilmemesini isteyip ilgisiz olma numarasını yaparak: “Benim son çalışmam” dedim.

Ama odaya arkadaşının haykırışla çeken Bazargül girdi. Kardeşim Ayjan’ın omzundan bakıp soğuk bir tonla: “Koke, tebrik ederim. Ulbosın’ın iç dünyasını gayet iyi öğrenmişsin” deyip mutfağa döndü.

Ben de bir dakika için misafiri unutup: “Ay da! Bazargül’e ne oldu? Ulbosın’ı iyi bir model olarak gören o değil miydi?... Belki bütün bunların ancak lafta kalacağını mı sandı? Şimdi de...  sanat okulu bitiren insan bana böyle birşey söylüyorsa dizi kapatmayan bir elbise yüzünden öfkeleyenlerden ne beklenir o zaman?... Ayjan, mesela, ne der? Hadi dinleyelim...” diye hayretle düşündüm.

Herşeye hazır olup sarakalı gülümseyerek gözlerimi Ayjan’a diktim.

Ayjan gözlerini kaldırıp: “Ben de tebrik ediyorum. Çok güzel bir kadın. Belki de yanılıyorum ama kaderi hüzünlü olmalı. Nedense ona üzülüyorum, Jantas ağa” dedi.

İlgisiz olurcasına: “Belki de haklısın, Ayjan. Bizzat ben onu pek tanımıyorum. Bir zaman şehrimizde oturuyordu, sonra da ortadan kayboldu” dedim.

Ayjan hala fotoğrafı inceleyerek: “Görünüşe göre neşeli ve kaygısız. Biliyor musunuz, Jantas, sanattan pek anlamasam da, o çok bakımlı bir kadın ama nedense hayatı çok zor. Ne saklayayım ki, sanattan hiç anlamıyorum, ama bana böyle geldi, Jantas ağa” diye konuşmaya devam etti.

-                     Olabilir, galiba olabilir... Bırak ya, sanattan o kadar da anlamıyor değilsin, - diye mırıldayıp fotoğrafı zaptetmeye çalışıyordum.

Ayjan nihayet fotoğrafı bırakarak: “Bana heykeli gösterecek misiniz?” diye sordu.

Vaadımı yerine getirmeyeceğimi bilip: “Tabiki göstereceğim, eğer Almatı’ya daha göndermedilerse” diye söz verdim.

Ayjan heykele baktığında ondan saklamaya o kadar çalıştığım herşeyi anlar diye bir hissim oluştu. Sanki onlardan biri benim hakkımda çok fazla bilen iki kadının buluşacağı bir korkum oluştu.

Ayjan üfleyerek: “Demek ki sizin için yabancıymış” dedi. “Bu kadın sizin için... en azından bana böyle geldi. Ama yine de bu kadın size ilham veriyordu, değil mi, Jantas ağa?”

Ayjan’ın fark etmeden beni köşeye sıkıştırdığını hissederek: “Tabii, bir şekilde... İlhamsız olmuyor... Ama ancak bir şekilde işte... Genel olarak fikrim bana ilham verdi” diye mırıldadım.

Ya herşeyi biliyorsa? Bazargül susabilir miydi? Hangi bayan içinde böyle birşey tutabilir ki? Daha Sadi’nin dediği gibi güya bir kadının bildiği sır üçten biri de mutlaka bilir: kocası, sevgilisi veya en yakın kız arkadaşı. Bazargül tipik bir kadın değil mi? Sevgilisi yok ve yakın zamanda da olmayacak, en azından o Abilkas’ını tamamen tanıyana kadar. Kocası herşeyi ondan da daha önce öğreniyor. Ulbosınla romanımı zaten ondan öğrenmedi mi? Öğrenince de en yakın arkadaşı Ayjanla da paylaşamaz mıydı?

Ayjan odada dolaşırken: “Bu iki sene içinde çok mu heykel yaptın?” diye sordu. “Sen enstitüyü bitireli iki sene oldu. Her halde o kadar heykel yapmışsın... Bana herşeyi göstereceksin, tamam mı?”

Ayjan sanki kaderimi takip ediyordu.

-                     Gerçi... ancak Ulbosın’ım var, - diye kaçamaklı cevap verdim. Kendim de utanç duyduğum çalışmalarımı ona nasıl göstereyim ki. Ayjan, sanat hiçbir zaman plan altında kalmaz, bunu hatırla, - diye ibret verici şeklinde söyledim.

-                     Ama ... – diye başladı Ayjan ama o an Bazargül mutfaktan bize seslendi ve biz sofraya geçtik.

Kadehleri doldurup onları Ayjan için kaldırmayı teklif ettim.

Misafirimiz ise: “Hayır, önce bu görüşmemiz için içelim” diye itiraz etti.

Buluşmamız için içtik ve neşemiz devam etti. Hatıralar arka arkaya yağmaya başlayıp duyuldu:

-                     Hatırlıyor musun?...

-                     Ya, hatırlıyor musun?...

Anlatıcının sözünü kesiyorduk, herkesin başkalarına da hatırlatmak istediği hazır hikayesi vardı. Hem çocukken hem gençken zor günlerimiz çok oldu ama şimdi ancak neşeli günleri anıyorduk.

Sohbetimiz tam kıvamını bulduğunda ve bayanlar içtikleri şaraptan kızardıklarında sanki laf olsun diye aniden: “Ayjan, merak ettim, nerede kalıyorsun? Bazargülle mi?” diye sordum.

-                     Bazargül’ü niye rahatsız edeyim? Beni razı etmeye çok çalıştı. Ama bir ay için gelmedim ki. Yalnız insan için yurtta hep yer bulunur. İşte ben de yurda yerleştim, - diye cevap verdi Ayjan ve böylece evli olmadığını öğrendim.

Ama onlar kurnaz olmayan oynumu hemen çaktılar ve neşemiz daha da arttı. Ben de kendimi yandan gördüğüm için herkesten en çok gülüyordum.

Bazargül gülerek: “Ah, Ayjan kardeşim, kokemle dikkatli ol. O kurnaz bir  delikanlı” diyordu.

Ayjan ellerini çırparak: “Merak etme, Bazargül kardeşim. Ben sadece vinççiyim ve üstelik sanattan birşey anlamıyorum. Jantas ağabeyimiz ise her halde ancak bilgili kadınlardan, doktora olanlardan falan hoşlanır” diye cevap veriyordu.

Şakalar edercesine: “Evet! Bana gelin olarak doktora olanı bulun” diye bağırıyordum.

Abilkas geldiği zaman şişemiz hemen hemen dibini gördü.

Abilkas açtığım kapıya girerek: “İşte buradasınız” dedi. “Şehrimiz sadece Jantas’ın eşimle ve daha güzel bir kızla sokaklardan geçtiğini konuşuyor.” Hareketlerindeki telaş yok oldu, görevine uyum sağlayarak kurumlu bir tavırla davranıyordu. Işıkta şişeyi görmeye çalışıp: “Şişede delik var galiba. Şarap bir yere kaçtı. Nereye kaçtığını biliyor musunuz?” diye espri yapmaya çalıştı.

Homeros kahkahalarını duymaya hazırlanarak gözlerini üzerimizde dolaştırdı ama bayanlar suni olarak gülümsediler. Ayjan her terbiyeli insanın yaptığı gibi nezaketle davrandı, Bazargül ise kocasını üzmek istemediği için. Sözün kısası espisi olmadı, onurlu görev duygusu buna mani oldu. Doğru söylüyorlar: rütbe aklı katmaz ama mutlaka akıllı görünmek zorunda bırakır.

Onun burnunu kırmak isteyerek: “Üstün hekim olan Aysulu Beysenova nasıl?” diye sordum.

-                     Ondan “üstün hekim” olur mu? Bunu nereden çıkardın? Bir tek ebelik eğitimini var, sen ise “üstün hekimmiş” diyorsun. Toplantıda böyle de dedim: “Beysenova hanım yaptığı görevine uygun biri değil.” Evet, kalkıp aynen böyle dedim, - diye utanmadan bildirdi Abilkas ve gülümseyerek: “Şimdi yemekhaneyi idare ediyor” diye ekledi.

Ayjan farkına varmadan: “Nedir bu kepazelik?!” diye haykırdı.

Bazargül kızarıp kocasına sanki “Neden böyle yapıyorsun?” deyip yalvarırcasına baktı. Demek ki o da Abilkas’ın Beysenova’ya düğünde hıkmık ettiğini çok iyi hatırlıyordu.

Abilkas cevabi darbe yapmak için zamanın geldiğini düşünüp birkaç yudum çay içti ve en masun tavırla sordu:

-                     Demek ki Ulbosın’ın heykelini bitirdin mi?

-                     Görmek ister misin? – diye alayla sordum.

-                     Ben sanattan birşey anlamam, - diye kaçamaklı cevap verdi Abilkas, - ama bir kişi bu heykeli oldukça merak ediyor. O sana artık niçin lazım? – diye baskıyla söyledi. Ona ver, onun için bu heykelin değeri daha büyük.

Ayjan’a baktım: Abilkas’ın imalarını anladı mı? Bizi canlı merakla izliyordu.

Aynı zamanda da ağzından herşeyi kaptığı pek meraklı Abilkas’ın ve konuşmamızı sır olarak tutamayan Şerubay’ın da intikamını alarak gülüşle: “Eğer daha çok değerliyse... Yüz bin neden esirgedi?” diye sordum.

Ayjan daha herşeyi ciddiyetle algılayıp: “Heykeliniz o kadar pahalı mı?” diye şaşırdı.

Ama o an gizli manasını her halde anlayan Bazargül elinden gelene kadar düellomuzu söndürmeye çalışarak müdahale etti.

-                     Jantas çok emek verdi. Kendinden bir parça verdi, insan kalpten çalıştığı zaman böyle birşey sıkça olur. Bunlar paraya değer mi? – diye Ayjan’a yumuşak bir sesle söyledi. Üstelik te kokem şaka yaptı. Satmaya hiç razı olur mu? Alıcıdan kurtulmak istendiği zaman böyle ağıra satmaya çalışılır.

Ayjan bana saygıyla baktı ve bu destek için kardeşime çok minnetardım. Abilkas da Bazargül’ün beni üzmeye izin vermeyeceğini anlayıp sustu. Üstelik de gözle görülür biçimde yorgundu. Galiba kendine yüklemeye acele ettiği külfetin kolay olmadığını anlaşıldı.

Omzunu duvara dayanıp uykusuzluktan kırmızı gözleriyle oturup duruyordu. Biz ise hava kararıncaya kadar sohbet ettik. Ancak hatıralarımız artık hüzünlü oldu. Kara Kempir nenemizi ve acıdığımız Ayjan’ın iradesiz babasını andık.

Sonra Ayjan’ı yurda götürdük. Abilkas ve Bazargül’ün yolu aynıydı ve buna sevindim. Yoksa kardeşimin şakalarından sonra Ayjan’ı tek başıma götürmeye utanırdım.

Doya doya sohbet edip artık susarak yürüyorduk. Ayjan ve Bazargül’ün ortasındaydım. Abilkas esneyerek arkamızda sürünüyordu.

Koskocaman vincin karanlığı yanında yürüdüğümüz zaman Ayjan’a: “Bu kocaman makine gerçekten sana boyun eğiyor mu?” diye sordum.

Gökyüzünün yarısını kapatıyordu ve esneyen pilotun gece uçuşu sırasında ona çarpmaması için üstünde kırmızı stop fenerini yaktılar.

Ayjan alçakgönüllülükle: “Boyun eğiyor. Burada özel birşey yok” diye itiraf etti. “Eğer bakmak istiyorsan, gel. İstediğin zaman.”

Korka korka kardeşime yandan baktım ama o birşey demedi.

-                     Tamam, mutlaka geleceğim, - dedim özenerek.

O gece uzun zaman uyuyamadım. Derler ki yılan depremi, kırlangıç yangını, toygar ise kasırgayı hisseder. Benim kalbim ise gece kalp fırtınalarını hissetti. Ne kadar yandan yana dönüp yüze kadar saysam da gözlerim önünde Ayjan vardı. “Beni rahat bırak, git, yarın erken kalkmam lazım. Aşık olduğum senden daha kötü olmayan kızlar vardı” diye Ayjan’ın hayalini razı etmeye çalışıyordum. Ama o ancak sabaha karşı beni terk etti ve yataktan uğuldayan başımla kalkmak zorunda kaldım.

Soğuk duş altında homurdanıp kendime: “Jantas, maskaralık etme ve hemen bugün şantiyeye git. Bir iki dakika ve Ayjan’ın özel olmadığını anlarsın. Sıradan şirin bir kız ve üstelik te onunla konuşacak birşeyin yok, çünkü olgunluk açısından da senin altında. Dün sadece bir anlık etkisiyle Allah bilir neler tasavvur ettin. Sen duygusal bir insansın, Jantas, bu işin özü da burada” dedim.

Ama öğleden Ulbosın’ın heykelini görmek için Almatı’dan sergi komitesinin üyesi geldi ve birkaç gün ona ayırmak zorunda kaldım. Kolhozları ziyaret edip beşbarmak yiyip kımız içtik. Nihayet misafirim bitip evine döndü. Onun için ancak haftanın sonunda şehir okulu ve yeni inşaa edilen bina arasında Ayjan’ın vincinin raylardan gittiği şantiyeye geldim.

Şanslıydım. Beton levhalarıyla doldurulan şantiyeye baştan aşağıya kadar çimento tozları altında kalan uzun boylu adam branda bezi eldiveninde olan elini kaldırıp çatlak sesle: “Ara veriyoruz, arkadaşlar! Mola!” bağırdığı anında geldim. Yapımını tamamlanmayan katta gri figürler hemen rahatladı, girişin karanlık deliğinden saçı taranmamış delikanlı iki kefir şişesiyle mantar gibi fırlayıp bir yere alelacele koştu. Onun arkasından da daha birkaç kişi çıktı ve birşey konuşarak kapıdan çıktı.

Yeni takım elbisemi giyip burada beyaz karga gibi görünüyordum. Bunun için de beton levhaları ve inşaat çöpü arasında dengeyi muhafaza etmek zorundaydım. İkircimli hareketlerim işçilerin gözlerinde neşeli kıvılcımlara neden oluyordu.

Kapıdan tulumlu ve kızıl saçlı bir kız dans yürüyüşüyle çıktı. Bu da bana değer biçen gözle bakıp kedi gibi homurdandı. “Daha sen de buraya! Kendi kalçana bak!” dilimin ucundaydı. Tulum onun gür kabaetlerinde az kalsın patlayacaktı. Normal bir kapıdan nasıl geçebildiği belli değildi.

Kız başını geriye atıp ve gökyüzüne avuç siperi altından bakarak: “Ayjan, yemek zamanı geldi!” diye ince sesle çağırdı.

Kırmızı başörtülü vinççi yuvadan kuş gibi kabinden baktı.

Ayjan: “Geliyorum, Altınay!” diye bağırdı sonra da beni fark edip bana el salladı.

Altınay şaşkın şaşkın bana baktı, ben ise şaşkınlığının tadını çıkararak  meydan okurcasına beyan ettim!

-                     Düşünün, Ayjan’a geldim!

Ayjan’ın yaklaştığını izliyorduk. Geçirmiş bir erin ustalığıyla iniyordu. İnce ve esnek bedeni bol ve soluk tolumundan bile kendini belli ediyordu. Ayjan’ın genç akağacın de olduğu gibi fazla bir şeyi yoktu. Hareketlerinin zarifliğine elimde olmadan heykeltraş gözüyle baktım.

Ayjan yere atlayıp: “İşte ben geldim” dedi. “Altınay, sen yemeğe kendin git, bana gördüğün gibi misafir geldi. Çocukluğumuzun arkadaşı.”

Altınay’a gizlice göz kırptım, o da surat asıp kapıya yöneldi.

Ayjan alnını kırıştırarak: “Sizi neyle meşgul edeyim? Vincin nasıl çalıştığını göstermemi ister misiniz?” diye sordu.

-                     Ama sen oraya buraya koşturup yorulursun, - dedim şüpheyle.

-                     Ne kadar güçlü olduğumu bilmiyorsun. – Ayjan kabulümü beklemeden kıvraklıkla yukarıya tırmandı. Bana onu takip etmekten başka birşey kalmıyordu ama doğruyu söylemek gerekirse çok ta coşkunku değildim. Makina gibi makina. Nesini görmedim? Yükseklik mi diyeceksiniz? Çok pardon, “Tu-104” ile uçtum ben.

Ayjan ağacın gövdesinde sincap gibi önümde çok hızlı gidiyordu. Gücüm yetene kadar ona yetişmeye çalışıyordum ama hızım sanki beni bıraktı. Her basamağı baskıyla geçiyordum. Hantal idim ve azılı eşeğin üstünde oturan hızlı süvariyi yakalamaya çalışan büyük kürkü giyen yolcuya benziyordum.

Üstelik yolumuzun ortasında aşağıya baktım ve başım döndü. Küpeştelerden tutarak biraz durmaya zorunda kaldım. Sahibem ise sabırsızlıkla acele ettiriyordu:

-                     Hadi, Jantas ağa!

Sözün kısası kabine ne ölü ne diri girdim. Terimi siler silmez sahibe artık beni kolumdan çekip duruyordu.

-                     Etrafa bakar mısın!

Altımda şehri gördüm. Yolların asfaltından böcek gibi arabalar çok hızlı geçiyordu. Solumda fabrika ağırbaşlı ve kuvvetli tütüyordu. Ve evlerin damları, damları, damları. Orada burada inşaat vinçleri vardı, bazıları bizim vincimiz gibiydi, bazıları ise daha küçüktü. Uzakta mavi hayalet gibi tepeler yükseliyordu, solumda da Mıstau dağlarının kayalık yığınları vardı. Harika birşeydi: artık başım dönmeden aşağıya dipsiz uçuruma bakabiliyordum.

Ayjan, gözleri parlayarak ve sanki bu dünya onunmuş gibi ve şimdi onu bana hediye ediyormuş gibi gurur duyarak: “Harika değil mi?” dedi. “Sizin gibi de bu dünyayı ilk defa gördüğümde kendimde değildim. Gerçekten, gerçekten! Allahım dünya demek ki bu kadar güzel diye düşündüm! Bütün gailelerimle kendimi çok küçük gördüm, küçük böcek gibi. Koşturuyorum, yüpürüyorum... Ama bunlar burada değildi, Temirtau’daydı” ve tepelerin yönüne elini uzattı.

Kendi kendime: “O romantik biri. Şimdi de ona aniden öylesine sarılamazsın. Hemen gaf yapmak istemiyorsan dikkat et, yiğit” dedim.

Ayjan bu arada susmuyordu:

-                     Bu yükseklik mi?... German Titov on bir bin metreye yükselip ne dedi. Aynen bunu dedi: “Bu yükseklik mi?” Sonra iki yüz kilometreye uzaya yükseldi ve ona büyük ihtimalle yine az geldi. İnsana hep az  gelir, ona herşey lazım!

Gülümseyerek ama onu kırmadan: “Ayjan, sen sıradışı bir kızsın. Bence, özel ideallerin olmalı” dedim.

-                     Neden sıradışıyım? – diye bozuldu. Gayet sıradan biriyim. İdealler ise... herkesin idealleri böyle olmalı... böyle... bu dünya gibi. Büyük, ferah...

Ayjan galiba kendini tumturaklı buldu özellikle de beni düşündüğü gibi böyle bilgili insan yanında. Sustu ve sohbeti daha güvenli bir mecraya sokmaya çalışarak: “Şimdi vincin nasıl çalıştığını gösteririm” dedi.

Levyeleri geçirdi ve inşaat üzerinden yüzüp geçtik.

-                     Ey, vinçle kim oynuyor? – diye sıtma görmemiş bir ses aniden duyuldu.

Kaplamadan yapılmış şantiye şefi odasının kapısında bir elinde sucuk başka elinde de ekmek tutan yaşlıca adam duruyordu.

-                     Ey, kime diyorum!

-                     Benim, Petr amca. Misafirim var, çocukluğumuzun arkadaşı.

Petr amca artık iyi kalpli şeklinde: “Hee, yeni kızımız! Ama bak, şımartma onu!” diye bağırıp sucuktan ısırarak şantiye şefi odasına döndü. 

-                     Ayjan, papaya yiyeceksin.

-                     Yok ya, o iyi biri. Homurdanmayı sever ama iyi biri.

-                     Ayjan, dediğine göre ideal, dünya kadar büyük olmalı. Ama gerçek hayatta nasıl oluyor. Her halde uzay yapısında hemen hemen kimsenin merak etmediği iş çizelgesini daha çok düşünmeye zorunda kalıyorsun. Öyle değil mi, Ayjan? – diye yüzüne bakıverip sordum.

-                     Tabiki... Zoya Kosmodemyanskaya’nın veya Manshuk Mametova’nın kahramanca davranışı ile kıyaslayınca komik oluyor: levyeleri çalıştırıp oturuyorsun... ama... ama. – Uygun kanıtları ikircimli seçmeye çalışıyordu ve nihayet buldu: “İnsanların yeni eve geldiğini hiç gördün mü?” – diye törenli sordu. “Düzenle gelip mutluluktan nasıl ağladıklarını gördün mü? İşte bu!”

Bu konuda bana ışık göstermeye gerek yoktu. Ben kendim de en önemsiz mesleğin insanlara  lazım olduğunu biliyorum. Ama bunu her düşündüğümde başka birşeyi merak ediyordum...

-                     Ayjan, “bütün gailelerimle kendimi küçük gördüm” diyorsun. Doğru, önce insanoğlunun kaderini düşünmek lazım. Ama insanın kendisi için de uğraşması kınanacak birşey mi? Herkesin kendi uğraşmaları vardır, Ayjan. Onlar da başka insanlar için cüzi görülebilir. Mesela, aşk.

-                     Aşk cüzi olamaz. O ancak gerçek ve büyük olabilir, - diye itiraz etti Ayjan. Küçük ve sunni bir aşk için koşturmaya değmez. Benim ancak büyük aşkım olacak. Ve bu “Ah, ah, kızlar, bu delikanlıya bir bakın” ve yarın başka biriyle bana göre değil, - dedi Ayjan.

Bulanık ve titreyen uzaklara bakıp susuyorduk. Sonra sahibem birşey hatırladı birdenbire. 

Ayjan: “Eyvah, molamız bitti. Simdi “mayna vira” başlayacak” dedi. “Sizi kovmak zorundayım.”

Onu ürkütmekten korkup özenle: “Ayjan, seni aşağıda bekleyeceğim” dedim.

Ama nazlanmadan kolayca cevap verdi:

-                     Tamam. Ama biz dörtte bitiriyoruz.

Mutluluktan az kalsın bütün basamakları geçip aşağıya yuvarlanacaktım ve dörde kadar civar sokaklarından geziyordum. Bu zamanda tek başıma gezdiğimi kim diyecek? Hayalim benim yoldaşımdı. Sonra atölyeme ve komşu ressamlara uğradım ama bu saatlerde de gelecek randevuyu düşünüp en cesur planları kuruyordum. Ben yine aşık oldum ve Ayjan’ın da beni sevdiğinden emindim. “Nasıl oluyor, Jantas? Ayjan yeni bir insan oldu ve bu başka Ayjan’ı iki defa gördün. Ve alsana, aşık olmuşsun! Şerubayla tartışma sırasında ilk bakıştan aşkın yazarların uydurması olduğunu söyleyen sen değil miydin, Jantas?” diye söyleyerek bana itiraf edilebilirdi.

“Evet, uydurma, - diye cevap verirdim, - ama Ayjan’ın nasıl biri olduğuna bir bakın: hem güzel, hem akıllı, hem de iyi kalpli olduğu düşünülür. Ya karakter? Böyle insanla taş duvarın arkasında gibi olacağım. Bana katılıyor musunuz?...”

“O senin dengin değildir. Sen heykeltraşsın, o da güzel biri” derdiniz.

Ne olacak. Ben de: “Kazak kızların arasında cesur vinççi çok mu?” diye sorardım. “Gerçek yiğit böyle mert kız arkadaşıyla ancak gurur duyabilir. Üstelik, Ayjan nasıl olsa üniversiteyi de bitirecek. İradesi bu kadar güçlü olan bir kız herşeyi başaracak.”

Kendi kendime birşeyler düşünerek saat dörtte şantiyeye döndüm. Ayjan giriş kapısında duruyordu, biraz uzakta ise bana kıskanç bakışları atan güçlü Altınay vardı.

Ayjan: “Görüşürüz, Altınay!” diye bağırdı ve biz sokaktan neşeyle yürüdük.

Dostum: “Üstümü değiştirmemi beklemen gerekecek” diye uyardı.

Belçika’da dikilmiş takım elbisemi ve iş tulumunu göz önüne alırsak şimdi gerçekten resmedilmeye değer bir çift olarak görünüyorduk. O yüzden sokaktan geçenler maskeli balomuzun ne anlamına geldiğini anlamaya çalışarak kaşlarını kaldırıyorlardı.

Yurda geldiğimiz zaman Ayjanla çıkacaktım ama o durup ciddi bir sesle: “Burada beklersen daha iyi olur. Üstümü değiştirebildiğim ikinci odamız yok. Kızlar da utanacak. Onlar da işten geldi” dedi.

Sözün kısası, o odasına geçti, ben de bütün yurda görülen banka oturdum.

            İkinci katta bundan önce pencereden tembelce bakan yuvarlak yüzlü bir kız aniden canlanıp odanın içine: “Kızlar, yiğide bakın!” diye seslendi.

            Emir verilmiş gibi hemen hemen bütün pencerelerden kızların kafaları görüldü ve kuş şamatası çıktı.

-                     A-a-a, gerçekten, kızlar!

-                     Ha-ha, ne yakışıklı yiğit!

-                     Kızlar, kimi bekliyor acaba, çok merak ediyorum!

İşte bu kadarını anlayabiliyordum. Ben tabii güya görmezlikten geliyordum ama gerçekte yüzümü kaybetmemek için omuzlarımı ve göğüsümü doğrultup düz oturmaya çalışıyordum. Ayjan gelene kadar sırtım bu konforsuz pozdan dolayı artık ağırmaya başladı.

Ayjan: “E-e-e, haşladılar mı seni? Kızlarımız sivri dilli, özellikle de Altınay” dedi.

Ayjan’ın üstünde elbise ve iskarpin vardı. Şimdi gerçekten de güzel çift olduk. Geçenler sürekli bize bakıyorlardı. Ona bakarak: “Ayjanla gerçekten evlensem mi? Tam gelin biri, değil mi? İyi bir eş olacak. Onunla herşey neşeli ve kolay olacak. Ulbosın ile olduğu gibi değil. İşte fırsatı bulup: “Benimle evlenir misin, Ayjan, eşim olur musun ve herkesi kıskandırarak tasasız bir hayat sürdüreceğiz” diyeceğim” diye düşündüm.

Aşkın olgunlaşma sırasında hasat vakti bekleyen ürün olmadığını dedikleri doğru, o ebedi ve hiçbir zaman sararmaz. O yüzden acele etme, yoksa onu ürküteceksin, o da uçup dönmeyecek. Ama Ayjan’ın duygularından emindim.

Zevklerimizi konuşup ikimizin de sinemaya gitmek istediğimizi belirtip gecikmeksizin “Şarkı söyleyen aul” adlı yeni filmi gösteren şehrin en iyi sinemasına gittik.

Sinemaya yüz metre kalınca Ulbosın’a rastladık. Evet, evet, oydu, çok güzel Ulbosın. Kaşların aynı genişlemesi ve aynı esrarengiz tebessüm. Ancak yüzünde hasta solukluk ve biraz çökük avurtlar benim bildiğim önceki Ulbosın’dan onu ayırıyordu.

Karşılaşma her üçümüz için de beklenmedik oldu.

Tabiki, Ayjan bedeni mermerden yaptığım kadını hemen tanıdı ve tanıyınca da dirseğimin altından elini hemen çekti.

Ben de, gerçeği söylemek gerekirse, ne diyeceğimi bilmiyordum ve açık ağzımla donakaldım. İçimde çelişkili duygular mücadele ediyordu. Ulbosın’ın hayatta ve sağlıklı olduğuna seviniyordum ama aynı zamanda bu saçma karşılaşmanın Ayjanla ilişkimi bozabileceğinden korkuyordum.

İkimizden önce Ulbosın kendine geldi.

Hem bana hem de Ayjan’a gülümseyerek: “Merhaba” dedi. Işıl ışıl parlayıp: “Seni görmeyeli çok oldu, Jantas” diye ekledi.

En sade bir şekilde: “Evet, sinemaya karar verdik te” diye bildirdim.

Arkadaşıma: “O zaman ben sizi biraz uyurlayayım. Olur mu?’ diye sordu.

-                     Tabiki. Ne demek, - dedi Ayjan.

Ulbosın kıza: “Jantasla eski arkadaşız ve beni görmekten sevindiğini düşünüyorum” diye açıkladı.

-                     Tabi, tabi. Seni görmekten çok sevindim, Ulbosın. O kadar aniden yok olup gittin ki, senden bir mektup bile almadım, - aceleyle dedim.

Ayjan nezaketle: “Ben daha çabuk gidip gişede sıra tutayım” dedi.

O illeriye kaçıp uzaklaştı, biz Ulbosın ile omuz omuza yürümeye devam ettik.

Ulbosın Ayjan’ın arkasından bakıp düşünceli düşünceli: “Hoş bir kız... Belki de onun sayesinde mektuplarımı almadığın için çok ta üzülmüyordun” dedi.

-                     Böyle deme, seni çok düşünüyordum, - hareketle deyip kendim de sesimde riyakarlık hissettim.

Ulbosın yumuşak bir tonla: “Yalan söylemeyelim, Jantas. En azından birbirimize saygı duyduğumuz için” diye rica etti.

-                     Özür dilerim, Ulbosın. Gerçekten de seni unuttum. Benim için çok uzak biri oldun, - dürüstçe söyleyip pişmanlık atılımıyla: “Ben tabiki alçak biriyim” diye ekledim.

Ulbosın: “... ve kendimi küçük düşürmüyorum” diye aynı yumuşak tonla sözümü kesti. “Sen dürüst birisin ve elinden geleni yaptın. Bütün beklediklerimi veremediğin için suçlu musun?”

-                     Gerçekten de istediklerini karşılamaya gücüm yoktu, - diye çaresizlikle itiraf ettim.

Ulbosın: “Geçmişi konuşmayalım” dedi ve ben canlandım.

-                     Artık temeli olarak mı döndün?

-                     Büyük ihtimalle transit olarak...bunu böyle adlandırabilirsek, - diye tuhaf tuhaf cevap verdi. – Canım değer verdiğim yerleri çekti.

Şimdiki muammaları beni rahatsız etti. Sesinde bir yabancılaşma hissediliyordu, sanki o kapalı bir pencereden konuşuyordu. Onun için benden daha değerli olan birşeyle vedalaşmaya geldiğini hissediyordum ve Ulbosın’ı avunmaya çalıştım.

-                     Ulbosın, eserimi görmen lazım, onu bitirdim. Bana poz verdiğin o heykel, - diye aceleyle söyledim.

-                     Tamam, - diye başını salladı. Yarın sana uğrarım. Hatta öbür gün daha iyi. Sen de Şerubay’ı incitmemeye söz ver. Ne rakipsiniz ya? Senin için ancak güçlü hoşlanmaydı, o ise cidden beni sevdi. Heykeli veremeyeceğini biliyorum, orada artık ruhunun bir parçası vardır. Şerubay da bunu anlıyor ama kendinle birşey yapamıyor. Ama sana güvenebilirim ve arkadaş olacaksınız, değil mi? Söz ver, Jantas!

Ben de korka korka: “Söz veriyorum, Ulbosın. Herşey istediğin gibi olacak” diye temin ettim. Bizimle film izler misin?

Ulbosın bir an düşünceye kapılıp: “Teşekkür ederim, Jantas. Ama bugün daha çok işim var” diye başını salladı.

Çok şükür sinemanın gişelerine vardık. Ayjan sıradan bize işaret veriyordu.

Ulbosın kızgın numarasını yaparak: “Bir hayran ol da kendin sırada dur, ben de o zaman kız arkadaşını oyalayacağım. Hadi git, gitsene. Sonra ona karşı mahcup olacaksın” dedi.

Sırada dururken endişeyle Ulbosın ve Ayjan’a bakıp duruyordum. Usuldan birşey konuşuyorlardı. Daha doğrusu Ulbosın daha çok konuşuyordu, Ayjan ancak dinleyip başını sallıyordu.

Birçok defa kendime: “Onlar neyin dedikodusunu yapıyorlar?” diye soruyordum.

İşte biletler satınalındı ve ben sanki bir sıçrayışta kendimi hanımların yanında buldum.

Ulbosın: “Hoşça kal, Jantas. Size de, Ayjan, en iyi şeyleri diliyorum” diye vedalaşmaya başladı.

Bir seste: “Hoşça kal, Ulbosın” dedik.

Ulbosın duygulu: “Teşekkür ederim. Sen de, Jantas, endişelenme. Ayjan seni bana kıskanmayacak” dedi.

Ayjan sitemle: “Estagfurullah, Ulbosın” diye haykırdı.

Ama Ulbosın aniden döndü ve çabuk adımlarla uzaklaşmaya başladı. Ancak şimdi krampla sıkışan sırtına baktığımda bu zamanlarda gücü yeterinceye kadar mücadele ettiğini anladım ve kendimi şimdiye kadar azarladığım kendimi beğenmişliği eksik etmeden Ulbosın’ın beni hala sevdiğini düşündüm.

-                     Her neyse. Hem birbirimizin hem de müziğin temposuna uyum sağlayamayan dansçıydık, işte İsadora Duncan buna biçimsiz aşk diyordu.

Ayjan Ulbosın’ın sözlerini tekrarladığını bilmeden: “Ne kadar hoş bir bayan. Şimdi heykel için onu neden seçtiğini anlıyorum” dedi.

-                     Jantas, sen de bu zaman Ulbosın’ın nereye gideceğini sormadın bile, - diye hatırlattım kendime. Ama daha zamanın var, o geldiğinde öğrenirsin. Gerçi, şimdi bu önemli değil. Çünkü senin yanındaki kız gökyüzündeki yıldızdan bile daha iyi...

Filmden sonra daha uzun zaman akşam sokaklarından dolaşıyorduk. Duygularımız kobyzın telleri gibi makama girdi ve bir tele dokunulursa hemen ikinci biri de şarkı söylemeye başlıyordu.

Belki falza güzel bir şekilde söyleyeceğim ama bu teller en duygusuz bir kalbi duygulandırabilecek şarkıyı yaratıyordu.

Sonra sokaklar tenhalaştı, biz ise birbirimize sarılıp ay altında dolaşıp yuruyorduk. Ayjan’a omuzlarından sarıldım, her köşede öpüşüyorduk.

Bundan sarhoş oldukça: “Ayjan, bizim ilk öpüşmemizi hatırlıyor musun?” diye soruyordum.

Ayjan: “Ama o zaman daha çocuktuk” diye itiraz ediyordu.

-                     Bu senin düşüncen. Ben ise seni bir erkeğin öptüğü gibi öpüyordum. Demek ki bana borçlusun, - diye yarı deli saçmalıyordum ve Ayjan borcu ödüyormuş gibi dudaklarını yanağıma yaklaştırıyordu.

Ağırlaşmış ayaklarımızla zor adımlar atarak şehir bahçesini geçiyorduk.

Bir öpücükten sonra:

-                     Ulbosın olmasa kendimi öptürmezdim. Ama o ne kadar iyi biri olduğunu anlattı, Jantas. İkimiz için de çok mutluyum. O zamandan, o geceden beri, hep seni hayal ediyordum, anlıyor musun. Sonra farklı yerlere taşındık ve senin aynı biri kalman ve hayatın seni kırmaması için dua ediyordum. Ulbosın’a ne kadar minnetar olduğumu tahmin edemezsin. Sanki Jantas’ımı koruyan oydu.

Kafamda: “Ulbosın, teşekkür ederim” diye mırıldadım.

Kararımı değiştireceğimden korkarak: “Ayjan, evlenelim mi?” aceleyle dedim.

-                     Nasıl yani? Böyle aniden mi? – diye şaşırdı Ayjan.

-                     Böyle aniden! Hemen şimdi evlenelim! Evleneceğiz! Evlendirme dairesine gidip bekçiyi uyandıracağız. “Yaşlı adam, kalk, hemen bu dakika personeli çağır” diyeceğiz.

Ayjan gülümseyerek: “Ya o kadar hızlı olmasa?” dedi. Ya sen başka bir gün gelirsen ve törenli bir görünüşle ve endişeden soluk olup ta aynı zamanda dışa sakin olduğunu koruyarak: “Ben sizi seviyorum, Ayjan, benim eşim olun” dersen. Ben de susarak elimi uzatacağım ve sen herşeyi anlayıp kitaplarda olduğu gibi ondan öpeceksin ve etraf aydınlık ve bayram havasına girer.

Hayal kırıklığı ile: “Tabii, eğer böyle daha iyi olacağını düşünüyorsan” dedim...

Ulbosın ne anlaştığımız günde ne de başka günlerde geldi. Ama ben Ayjanla görüşmelerimizden dolayı hevesli olup bunu düşünmüyordum.

Hemen hemen her akşam görüşüyorduk.

Bir defa şehir bahçesinde banklarda oturanların kendi işleriyle ilgilendikleri anı yakalayıp hırsız gibi Ayjan’ın yanağına dudaklarımla dokundum, ama o başını çevirdi.

Küserek: “Ne oldu, Ayjan?” diye sordum.

-                     Olmaz, ben böyle istemiyorum, - diye kesti.

-                     Tamam, düğüne kadar beklerim, - diye mırıldadım.

İşin ilginç tarafı şu ki ona gerçekten kızmıyordum. Bir kere Ayjan surat astığımı görüp gülümsedi ve beni elimden tuttu.

Gözlerinde iyi bir işaret görüp: “Düğün ne zaman, Ayjan?” diye sordum.

-                     Eğer çok ısrar ediyorsan... – diye duraksadı Ayjan, gözleri ise sinsiydi.

Ağzımın gücü yetene kadar şehrin bütün parkını canlandırıp “Ayjan!” diye bağırdım.

Sonraki gün zaman kaybetmeden evlendirme dairesine dilekçemizi götürdük.

Ciddiyet hissi veren gözlüklü ve yaşlı bayan düz sesle: “Tören iki hafta sonra, saat dörtte” dedi.

Bu tür prosedürlerin gerektiğini önceden de duyduğum halde: “Niye iki hafta sonra? Niye şimdi değil?” diye itiraz etmeye başladım.

-                     Bu zaman içinde duygularınızı bir daha düşünün, delikanlı.

Ayjanla bakıştık ve gözlerinde neşeli kıvılcımlar zıplamaya başladı.

Alay edercesine: “Ama niye illa iki hafta? Ya herşey ancak on altıncı günde belli olur? O zaman nasıl olacak?” diye sordum.

Evlendirme dairesinin müdürü tarafsızca: “İki hafta içinde yetişmeye çalışın. Bilimsel olarak test edilmiş vade” dedi.

Onunla fena tartışıyordum ama demek ki ruhumun gizli mahzenlerinde belirsiz önsezi doğdu ve fikrimde pek te ısrar etmiyordum. Gerçekten de bundan sonraki olaylar bu tören anımızı uzun vadeye bıraktı.

O günün arifesinde Ayjanla dairemi düğün kutlamasına hazırlamak için evde uğraşıyorduk. Bazargül ve kahrı çekilmez kocası bize yardım ediyordu. Daha doğrusu bir tek Bazargül yardım ediyordu çünkü Abilkas sedire oturup yönetici öğütlerle sınırlı kaldı.

Abilkas: “Görüyor musun, Jantas, dairen sanki düğünler için kuruldu. Geçen sene bizim düğünümüz vardı, şimdi de senin. Kent konseyi yerinde olsam seni başka bir eve çıkarırdım ve bu daireyi sadece düğünler için ayarlardım” diye şaka yapıyordu, her zamanki gibi başarısız. Ama bügün ona herşeyi affediyordum, mutluluk beni yüce gönüllü yaptı.

Ben bulaşık yığınları dağıtmaya yardım ederken zil çaldı. Kapıya Bazargül gitti ve haykırışı bize de duyuldu:

-                     Şere-eke, ne oldu?

Odaya Şerubay girdi, onda bet beniz kalmadı.

Bir soluk vererek: “Bügün Ulbosın yok oldu” dedi.

Hiçbir şeyin farkına varmadan: “Nasıl yani yok oldu?” diye sordum.

Hepimiz onun etrafında toplandık, şaşkınlık Abilkas’ı bile kaldırdı.

-                     O... o vefat etti. Luminalin öldürücü bir dozu aldı, - dedi Şerubay.

Derdin onu o kadar uzağa götürebileceğini hiç düşünmezdim. Pürsıhhat görülen Ulbosın’ı müntehir olarak zor hayal edebiliyordum.

Şerubay büyük ihtimalle bunu yüzümden okudu çünkü sonraki sözleri böyleydi:

-                     Jantas, o habis ameliyattan dolayı kanseri vardı ve durumu zaten umutsuzdu. O yüzden aşırı ıstıraplardan kurtulmaya karar verdi. Doktor olarak böyle atılımları kınamam gerek. İnsan olarak ise... Belki de haklıydı. Bizim için, Jantas, mektup bıraktı. Onu sonra okuyun.

Ceketin iç cebinden mektubu özenle çıkarıp bana uzattı.

Bazargül sanki söylediklerini ancak şimdi anlayıp: “Ah-ah! Ne felakettir” dedi.

Şerubay birbirine yaklaştırılan masalara bakarak: “Duyduğuma göre yarın evleniyormuşsunuz, Jantas. Tebrik ederim” dedi.

-                     Evet, - diye suçlu suçlu cevap verdim.

-                     Hayır, hayır. Başka bir güne erteleyeceğiz, - tutkuyla dedi Ayjan.

Şerubay: “Yapmayın” diye başını salladı. “Ulbosın, ölümü Jantas’ın mutluluğunu engellediğini bilmiş olsa çok üzülürdü.”

Abilkas filozofça: “Şerubay ağa haklı. Hiçbir şey artık iade edilemez, hayat ise devam ediyor” dedi.

Ayjan sitemle: “Jantas, sen neden susuyorsun? Yoksa Ulbosın sana yabancı mıydı?” diye sordu.

-                     Ayjan, öyle deme! – diye yeisle rica ettim.

Ayjan önceden söylediklerine: “Yani senin vefat etmiş arkadaşın daha toprağa verilmeden rahat rahat yiyip içebilecek misin?” diye ekledi.

Kararlı görünmeye çalışarak: “Düğünü erteliyoruz, o kadar. Evlendirme dairesine başka bir zaman gideriz” diye belirttim.

Şerubay: “Size Ulbosın’ın adından teşekkür ederim” dedi.

Ezgindik ve sohbetimiz yürümüyordu, o yüzden Şerubay biraz daha kalıp gitti.

Abilkas ve Bazargül, kafasını ağır düşüncelerden biraz da alıkoymak için onunla gittiler.

Ayjan ellerini omuzlarıma koyarak: “Bana kızmıyorsun, değil mi? İnsanların önünde layık bir biçimde görülmeni istedim” dedi.

-                     Sana minnetarım, Ayjan, - samimiyetle dedim.

Ayjan karışmasaydı insanların gözlerinde iyi görünmezdim. Zaten bana da sevinç neşe gibi gelmezdi. Ulbosın’ın kendimi aradığıma yardımcı olduğunu ve benim için hep küçük bir güneş olduğunu hiç unutmayacağım.

Güneşimizin ancak hiçbir hayır vermeyen küçük ve zayıf noktalar olan birçok yıldızdan biri olduğuna inanmak zor. Ama ancak bize böyle geliyor. Gerçekte ise bu yıldızlar başka dünyaları ısıtıyor. İnsanlar arasında da böyle olmuyor mu: her kişinin özel bir insanı var, başkaları için sıradan ama sizin yolunuzu güneş gibi aydınlatan biri. Ulbosın benim için böyle bir güneş oldu. Şimdi de bu güneş battığında kendim için havanın kasvetli olduğunu fark ettim.

Ulbosın’a karşı domuz gibi davrandığım için aklımda kendimi azarlamaya başladım. Ulbosınla ilişkilerimiz onun daha buradan gitmeden önce bittiği halde, bana bizim son görüşmemizin ölümünü hızlandırdığını geldi. Ulbosın’ın bende teselli bulmak için dönüp te sevdiği yiğidi başka bir kızla görüp buna dayanamadığını işitir gibi oldum.

Hayatının hikmetinde tecrübeli olmayan Ayjan altıncı hissiyle durumunu anlayıp gitmeden önce bunu deyip beni bıraktı:

-                     Ulbosın’ı düşün. Acı olsun. Acı hissedersen iyi.

Tek başıma kalıp Ulbosın’ın mektubunu açtım.

 

 

Sevgili Şerubay ve Jantas!

İnsan hayata gelip bir süre sonra onu bırakıyor. Yaşanmış hayat senelerle değil insanın hisettiği mutlulukla değerli olur. Sizi bırakırken, mutlu bir hayat yaşadığımı belirtmek isterim.

Onuru hayal eden insanlar var. Hareketlerini büyük ölçeklerle ölçerler. Biri bilimde birşey bırakmaya çalışır, biri ise edebiyatta veya sanatta. İkiniz de bu insan kategorisindensiniz. Ya ben kimim? Doğa beni büyük hevesimden ıskat etti. Bütün neşeleri içeren dünyam küçük kalbimin etrafında dönüyordu,  bu dünyada iyiydim. Şimdi de onu bırakıyorum. Tabii, yirmi beş yaşında dünya ile vedalaşmak kolay değil. Ama ne yapalım, son günler ancak ıstırap verirdi. Bana hediye edilen hayatın yirmi beş senesi için de teşekkür ediyorum. Onun için ağlayarak değil, sevinerek ayrılıyorum.

Gördüğünüz gibi ölümümle kimseyi suçlamıyorum. Bütün suçları da affediyorum. Öbür dünyaya geçerken birinin kalbini kırmanın ne anlamı var? O zaman: “Amacı için yaşadığımız şehri niye seçti?” diye sorarsınız. “İntikama benziyor.” İşte iki anlamlı durum olmasın diye mektup bırakmaya karar verdim.

Evet, Mıstau’yu bilerek seçtim. Burada hayatımın en güzel günleri geçti. Şimdi bile burada benim için değerli olan iki kişi yaşıyor, onlardan biri beni seviyordu, diğerini ise ben seviyordum. Onlarla da kalmalıyım. Güneşli bir günde sanki aydın ve mutlu ben sokaklardan geçiyormuşum gibi gelsin onlara. Benim üstüme Jantas tarafından dikilen akağaç altında yatıp kuşları dinleyerek ikinizin de ne yaptığınızı tahmin edeceğim. Belki de kadınca kurnazlık ettim, o zaman beni affedin. Şimdi ise hoşça kalın!

Sizin Ulbosın.”

 

Önce bunu içli bir roman olarak algılayabilirsiniz. Buna karşılık olarak: “Evet, Ulbosın içli bir kadın. Sanki başka içli insanlar yok mu? İnsan içli olarak dünyaya geldiyse ne yapmalı? İçli olan herşey mi komik?” diyeceğim. 

Hayatı bırakmak niyetinde olan insanın itidali beni en çok hayretler içinde bıraktı. Ulbosın daha çok uzun yola çıkmak için acele eden ve arkadaşlarına daha döneceğinden çok emin olan yolcuyu hatırlatıyordu. O yüzden de bu yolcu onları vedalaşma dakikalarıyla rahatsız etmemeye çalışıyordu.

Burada da Ulbosın’ın büyük iradeye sahip olduğunu ilk defa anladım. Durumun çözümü olarak ölümü seçti ve buna rağmen sakin kaldı. Galiba fizyolojik hayatından daha değerli birşeye sahip olan bu tür insanlar arasından Jeanne d’Arc ve Aliya Moldagulova gibi kadınlar çıkıyor. Belki de gerektiği an hayatını bitiren, bir tek bunu yapan küçük, belli belirsiz Ulbosın’ı aşırı derecede övdüm. Ne diyelim, toplumsal anlamı yok olan olgudur ve genelde ancak akrabalarına ve yakınlarına dokunuyordur. Ama eminim ki kaderine büyük bir imtihan çıkmış olsaydı Ulbosın’ın kırılgan omuzları bunu kaldırırdı. Böyle bir kız bana aşıktı, düşünün ancak!

 

VII

 

-                     Çok yazık... Zamanı gelmeden önce vefat eden insana kıyamam, - dedi ve biraz düşünüp ekledi: - Özellikle kadın olsa üzülüyorum.

-                     Neden kadınlara daha çok üzülüyorsun? – diye sordum biraz küserek. Ne fark eder, kadın mı erkek mi? İşin özü bir insanın ölmesidir. İşte dert budur.

-                     Ama bir kadının ölümü özellikle trajik, - diye kendi fikrini savunuyordu. Çünkü kadın tek başına ölmüyor, kendinle başka, daha dünyaya gelmeyen hayatları da götürüyor. Sadece hayal et, ne kadar çok yeni Puşkin ve Newton doğmadı çünkü bazı kadınlar kendi vaktinden önce öldü.

Buna kendi kendime yaklaşık böyle dedim: “Yani erkekler iş dışında mı?” Ama galiba o haklı. Toprak olmasa ekmek çıkar mıydı?...

Bu yarı unutulan tartışma sınıf arkadaşım Mariyka ile bir ödev için anatomi müzesine gittiğimizde dört sene önce geçti. Oradan gördüklerimizin etkisi altında kalip çıktık ve geri yolumuzun boyunca sadece ölümü konuşuyorduk...

Mariyka’nın sözleri Ulbosın’ın cenaze töreninde aklıma geldı. Toprağa annelik mutluluğunu tatmayan onun kardeşi giriyordu. Onun için de ölümü, insanı isyan ettiren adaletsizlik olarak algılanıyordu. Ama ölüme karşı hala çaresiziz. Sokrates’in: “Çocuğun hayata ilk adımı onun ölüme ilk adımıdır” dediği boşuna değildi. Bizi son adımdan ayıran kaç tane adım vardır? Galiba Ulbosın’ın tabutunun yanında toplanan herkes bunu düşünüyordu. Bir yerden duyduğum kadarıyla, Makedonyalı İskender ölümün yaklaştığını hissedince annesine verdiği emre göre cenaze töreninde ancak yakınlarını kaybetmiş olanlari davet ettirmiş. İskender’in düşündüğü gibi anne bu ortamda kayba daha kolay dayanır.

Buradakilere bakıp bizden her birinin yakınlarını bir kere de olsa kaybettiğini düşünüyordum. Kara Kempir büyükannem gibi yavaşça teker teker gidiyorlar, biz ise böyle gerektiği düşüncesini hala kabul edemiyoruz.

Ama hayatta kalan bizleri sanki teselli edercesine Ulbosın’ın soluk yüzü sakindi:

“Birşey değil, arkadaşlar, herşey iyi bitti. Görüyor musunuz, ben telaşlanmıyorum.”

Nedense Ulbosın bana hep çok yalnız biri olarak geliyordu, ama bugün onu son yoluna uğurlamak için çok insan toplandı. Artık Ulbosın’ın dairesine merdivenden çıkarken merdiven sahanlığında en beklenmedik insanları gördüm. Yani onları farklı toplantılarda daha önce de görüyordum ama daha bir saat önce, mesela, emektar öğretmen İvanova ve sade manken olan Ulbosın arasında ortak birşey olduğunu aklıma bile getiremezdim. Ama demek ki vefat etmiş olanın bu zamana kadar bilmediğim daha bir hayatı vardı. Kız öğrenci heyetine bakarak Ulbosın’ın Piyonerler sarayında sanatsal nakış dersleri verdiğini düşünebilir miydim?

Şerubayla tanımadığımız insanların alayında eriyip gittik. Bazen onun taş kesilen yüzünü görüyordum. Odada masa yanında Ayjan’ım duruyordu. Ulbosın’a son haraç verip bütün tören sırasında herkesten kenara çekiliyordu. Yanında sadık müttefiki korkuya kapılmış yüzlü Altınay vardı.

Ulbosın ise kumaşla kaplanan ahşap tabutta yatıyordu ve bu soluk dudakların biz zaman beni düşkünlükle öptüğüne, bu kapanmış büyük ve kahve renkli gözlerin beni okşayıp ayrı kaldığımız saatlerinde beni aradığına inanamıyordum. 

            Ulbosın ardından da bizim karşılıklı okşamalarımızın hatırası da mı beni terk eder?

            Ulbosın’dan Ayjan’a gözlerimi çevirip duruyordum ve istemeden onları karşılaştırıyordum. Onlar arasında bir bağıntı oluştu. Demek ki hayat ve ölüm kendi aralarında böyle bağlıdır.

            Bu tertipte Ayjan hayat sembolüydü, Ulbosın ise ölümü istemeyerek temsil ediyordu. Ayjan’a bakarken de kendimden bile gizli olarak hayata seviniyordum.

            Burada bana sitem edilebilirdi:

            “Jantas, utanmıyor musun, Ayjan’ı, sizin gelecek mutluluğunuzu Ulbosın’ın tabutu yanında düşünüyorsun. Daha geç olmadan Ayjan’ı örnek olarak al. Bak, ne kadar takt sahibi biridir.”

            Ama buna şöyle itiraz ederdim:

            “Hem benim hem de kız arkadaşımın hayatta olması çok iyi. Birbirimize sahip çıkmamız iyi. Bunu diyorum, çünkü hayatın getirdiği mutluluğun ölümden daha üstte olmak gerektiğini düşünüyorum. Ulbosın da böyle düşünürdü. “Ölümün hayattan üstün gelmesine izin vermeyin.” Ulbosın bunu söylerdi. Değil mi, Ulbosın? Bir dakika için olsa bile gözlerini açıp haklı olduğumu doğrulayamadığından üzgünüm...”

            Bir zaman Belediye meclisi seçiminde aynı komisyonda beraber oturduğumuz şişman adam: “Dışarı çıkarma zamanı geldi” dedi.

            Bu şişko herkesten daha çok emir veriyordu. O da ilk olarak tabuta koyuldu, ona ben, Şerubay ve insanlardan daha biri katıldı ve dördümüz Ulbosın’ın bedenini özel ayırtılan otobüse çıkardık.

            Dışarıda kurak yazı vadeden hava amansız sıcaktı. Yas nedeniyle siyah elbise giyenleri özellikle kavuruyordu.

Ama güneş ışığı bir şekilde anlaşılmıyordu ve gökyüzü kapalı görünüyordu. Sanki doğa aynı yas nedeniyle şehrimizin üstüne sık dokunuşlu kumaşı attı.

Uğurlayanların yarısı, Şerubay da tabut yanında otobüse oturdular. Başkaları yayan gittiler. Mezara yürüyerek yaklaşık yedi dakika ve ben de başkalarıyla yürüdüm. Benim sağlam ve canlı vücudum yüzünden Ulbosın’ın karşısında hala mahcup idim. O yüzden Ulbosın yanında herşeyi sonuna kadar iyice düşünemezdim ve gerçiyi söylemek gerekirse onun karşısında vicdanımın temiz olduğuna inanmaya çok ihtiyacım vardı.

Sözün kısası, düşüncelerime kapılıp yürüyordum ve bir yerde Altınayla benim Ayjan’ım da yürüyordu.

Mezar şehrin güney kenarında bulunuyordu. Ben yaklaştığımda tabut yeni kazarak açılan çukur yanında duruyordu ve moda atölyesinin müdürü olan Tatar bayan veda konuşmasını yapıyordu. Ulbosın’ın iyi kalpli ve dürüst bir insan olduğundan dolayı onu herkesin ne kadar sevdiğini söylüyordu.

Sonra kalabalıktan mezar çalışanı çıktı ve tabutun kapağını çevilemeye başladı. Çivileri güm diye çakıyordu ve her vuruşun yankısı kafalarımıza düşüyordu. Bütün orada bulunanlar vuruşların yağmuru altında istemeyerek sırtlarını hafifçe kamburlaştırdılar.

Bu zamana kadar güçlü olan Şerubay son denemeye dayanamadı.

Hüngür hüngür ağlayarak: “Hoşça kal, Ulbosın’ım” dedi ve diz çökmek istiyordu ama yanında duranlar onu koltukaltlarından tuttu ve Şerubay onların ellerinde gevşedi.

Yaşlı bir adamın ağladığını ilk defa gördüm. Şerubay’ın kuru yanaklarından bezelye tanesi kadar büyük göz yaşları birer birer yuvarlanarak iniyordu. Daha birşey söylemek istediğinde dudakları titriyordu. Biz de onun acısını paylaşarak ona bakıyorduk, onun rahatladığını, derdini gözyaşına boğduğunu bekliyorduk. Bazen ona bilerek fazla azap çektirdiğim için ona karşı kendimi mahcup hissediyordum.

Nihayet, Şerubay kendine geldiğinde tabutu mezara indirip toprakla doldurdular. Halk yavaş yavaş dağıldı ve biz Şerubayla ikimiz kaldık. Sadece yakındaki mezar anıtlarının arkasında şövalyenin silah taşıyan  sadık öğrencisi olan Altınay ile Ayjan görünüyordu.

Şerubay yanında neden kaldığımı bilmiyorum. Birşey mıknatıs gibi beni ona çekiyordu, Ulbosın’ın ölümü bizi bozulmayan bağlarla bağladığını sanıyordum.

Uzun zaman susarak duruyorduk, sonra Şerubay bana bakmayıp: “Gidelim mi?” diye tavsiyede bulundu.

Mezarı terk ettik.

Sessizliği bozup: “Her şey çok aniden oldu. Kanser ve Ulbosın’ımız yok, bir düşünün. Biz ise birşey bilmiyorduk” dedim.

Şerubay: “Ben biliyordum” dedi. “Ben ona Taşkent’e gittiğim zamanı hatırlıyor musunuz, meslektaşlarım kanser olduğunu ve bu durumda kurtulamayacağını söylediler. Ama size herşeyi anlatmadım. Size kıyamadım ve herşeyin suçlusu sizin olduğunuzu düşündüm. Ama her zamanki gibi ilginiz yoktu, düşüncesizce uçarak geçen şanslı! Benden sorulmalı. Bütün dertlerinin nedeni benim. Sanki az acım vardı. Şimdi daha onun gayriihtiyari cellat olarak acı çekeceğim” dedi Şerubay, sanki burada olmayıp.

“Şereke” diye başladım. Ama o beni sanki duymuyordu.

-                     Önceden sizi sadece sevmiyordum, Jantas, - diye üzülerek lafımı kesti Şerubay. Rakip sevilmediği gibi ve gerçi herşeye kolayca sahip olabilen başarılıları gibi  sevmiyordum. Şimdi ise bütün olup bitenlerden dolayı sizden nefret ediyorum. Evet, evet, yıne de sizin değil de benim acı çektiğimden dolayı.

Döndü ve sokağın karşısına geçti. Böyle durumlarda söylenen tek sözleri bilmiyordum, her zamanki kelimeler bu işe yaramıyordu, çünkü haklı olmama rağmen pozisyonumda sağlam olmayan birşey vardı. Sadece arkasından bakıp yoluma devam ettim.

Ayjan beni köşede bekliyordu. Şövalyenin silah taşıyan  sadık öğrencisi Altınay ben gelene kadar sanki yerin dibine girdi.

Ayjan herşeyi anladı ve desteğini bana bildirerek beni elimden tuttu.

Akşama doğru da hayat normale döndü. Ayjan’ı yurda uğurladım ve bir bahaneyle ayrılmayı uzatacakken o birden bire odasına çıkmayı teklif etti.

İşte ilk defa Ayjan’ın odasındayım. Odada bir tek köşesi var, Ayjan dışında burada daha üç kız kalıyor. Şimdi onlar evde yok ama onların yerine odada iki yiğit bulduk.

Onlardan biri masanın yanında oturup bir dergi karıştırıyordu, ikincisi ise omzuna eğilip ayakta duruyordu.

Biz girdiğimizde oturan: “Merhaba, Ayjan” dedi.

İkincisi de güleryüzle başını sallayıp selam vererek dudaklarını oynattı.

-                     Jantas, tanıştırayım. Bizim delikanlılarımız: Asılhan ve Karipjan.

Sertçe el sıkıştık ve ondan sonra yiğitler yine “Polonya” olan dergiye gözlerini diktiler, ben ise Ayjan’ın köşesine gidip gençlere oradan merakla bakıyordum. Ayjan’ı tanıyorlardı, onun odasında bulunuyorlardı ve bu durum, anlaşılan, merakımı uyandırıyordu.

Masanın yanında oturan ve Karipjan ismini taşıyanın uzun boy, geniş omuzlar ve gür kaşlarının altından iliklere işleyen bakış ayırt edici özelliği oluyordu. Sert ve gür saçları fırça gibi duruyordu. Onun herşeyi büyük irade güçüne sahip olduğunu belirtiyordu. En azından Abul Faraday yaylanan ve sağlam saçları itidal ve sebat simgesi olarak görürdü. Ona güveniyorum çünkü mesela aslanın veya erkek domuzunun da tüyleri katı, kuzunun veya tavşanın tüyleri gibi değil.

Asılhan’ın saçları yumuşak ve kıvırcık, karakteri de her halde yumuşak. Biz tanışırken yuvarlak ve aydınlık yüzü mahcubiyetten kızardı. İbn-i Sina’nın dediği gibi bu tür insanların arasında iyi ve temiz kalpli kişiler sıkça bulunurmuş. 

Ayjan el çantasını karıştırırken: “Gençler, nasılsınız?” diye sordu.

Karipjan dergiyi bırakmayarak: “Bilmiyorum” dedi.

Ayjan: “İşlerinin nasıl gittiğini neden bilmiyorsun?” diye şaşırdı.

Daha çok konuşkan Asılhan: “Şimdi buna zaman yok, Ayjan. Ayın sonundayız. Ne zaman yemek yiyip uyuduğunu bile fark edemiyorsun” diye belirtti.

Ayjan: “Gerçekten durum böyle” diye nefes verdi ve bana açıklama yaptı: “İnşaat malzemeleri zamanında getirmiyorlar ve biz ay sonunda oflayıp pufluyoruz. Planı telafi ediyoruz.”

-                     Otur biraz, sandalye burada. Ben de mutfağa Altınay’a gideyim. Akşam yemeği için birşey uyduracağız, - dedi.

Sessizce bir yanda oturuyordum, gençler dergiye o kadar meraklandılar ki beni unuttular.

Karipjan mayo giyen bir bayanın fotoğrafına bakarak gülüşle: “Altınay gibi. Her bacak kaya gibidir” dedi.

Asılhan iyi niyetli gülümseyerek: “Edilbay cinsi koyun bile onunla karşılaşamaz” dedi. “Batı Avrupa’dan bunu öğrendiler, böyle halde gezmeyi.”

Karipjan ya kıskanarak ya da kınarak: “Özel yarışmaları da varmış. Kız bu halde çıkıyor ve genel ve gizli oylama ile onlardan en güzeli seçiyorlarmış” dedi.

O an odaya Altınay girdi. Etek ve bluz ile daha hoş görünüyordu. İnce belinin ve yüksek göğüsünün olduğu ortaya çıktı. Kazaklar, galiba Altınay’ın göğüsünü kastederek dağların tepelerine “kız göğüsü” derler. O da doğanın ona hediye ettiği ihtişamı tahmin edip önünde değerli ve kırılgan birşey taşıyormuş gibi yürüyordu. Bluzu da kabarık olarak göğüsüne yapışıyordu. Sohbetin konusunu sanki hissederek masaya geldi ve fotoya bakıp:

“Şimdiki erkekler işte böyle oldu. Toplanınca başka konu bulamıyorlar. Sadece bir kızın vücudu iyi veya kötü olduğunu konuşuyorlar” diye kınayarak ofladı.

-                     Seni ise, Altınay, doğa dolandırmadı. Kendin için korkmana gerek yok. – Karipjan gülümsedi ve Asılhan mahcubiyetten kızardı.

Altınay geri çekilenlerinden değildi.

-                     Ne yapmam lazım? – diye öfkelendi. – Ancak geceleyin mi yürüyeyim? Bir kız Allah’ın ona verdiklerini insafsız gözlerinizden nasıl saklayabilir?

-                     Haklısın. Deveyi köprü altına saklayamazsın, - diye kabul etti Karipjan.

Altınay çabuk çekilip: “Neyse, can çıkmayınca huy çıkmaz” dedi. “Parti komitesi teklifimizi nasıl karşıladı bir onu söyle.”

Asılhan hafiflikle nefes verip: “Ancak Karipjan’a kızma. Dili böyledir. Parti komitesine gelince sana herşey anlatacağım” diye çabuk söyledi.

Söz konusunu Ayjan’dan biliyordum. Genel toplantıda beraber çalıştığı gençlik tugayı inşaat üstünde yıldız dikmeyi teklif etti.

“Akşam gelince inşaat üstünde yıldızın yanacağını hayal eder misin. İnsanlar da herşey iyi olduğunu ve bizim onlar için yeni bir apartman yaptığımızı bilecekler. Bu sanki her akşamki raporumuz, anlıyor musun” – dedi Ayjan o zaman.

-                     Ya planı uygulamak için engel varsa?

-                     O zaman yıldızı yakmaya kimsenin cesareti olmayacak, - diye kesti Ayjan. O zaman alkolikler ve tembeller insanların önünde utansın. Oysa her gün gelip umut ile: “Evimize ne zaman geçeceğiz?” diye soruyorlar. İnşaatı bitirmek daha çabuk istiyorum o zaman. Biliyorsun, bizimki gibi bir şehirde herkes birbirini gayet iyi tanıyor. Birşey olursa bir anne çoçuğuna: “Bak, teyze yürüyor ya, onun yüzünden daha darlıkta yaşıyoruz, çünkü veresiye iş görüyor. Ona iyice bak” der. Şefler de işçi onların yüzünden daha az maaş alırsa utanırlar, - diye bitirdi Ayjan...

Şimdi bunu konuşmaya başladılar.

-                     Parti komitesi izin verdi, - diye belirtti Asılhan. Sonra herşey bize bağlı. Biz planı yetiştiremezsek ve yıldız yanmama halinde olursa büyük rezalet olur. Bütün şehir bize gülecek. Parmakla bize gösterecekler: “Budalalara bakın, kendileri çattılar.”

Karipjan pek sert: “İnanmıyorsan toplantıda niye oy verdin?” diye sordu.

-                     Kim inanmıyor?, - diye isyan etti Asılhan. Söylemek istediğim şuydu ki artık hırpalamayı kesip ciddi olarak işe koyulmalıyız!

Karipjan: “E-e-e, elinde yüzük varsa herşeye kadir peygamber Süleymansın, yüzük yoksa çaresiz cücesin” diye kovmaya çalıştı onu.

Altınay erkek çatışmasına karışmıyordu. Kendi birşeyi sıkı düşünüyordu ve aniden patladı:

-                     Gençler, ya gençler! Ya biz yüzde iki yüz yaparsak, o zaman nasıl olacak? Bir yıldız yetmez!

Karipjan gülüşle: “O zaman ikincisini de dikeriz” dedi.

Altınay: “Ya-a-a” dedi ve aniden birşey hatırlayıp: “A, çaydanlık kaynadı” diye haykırıp kapıya atıldı.

Sonra Ayjan girdi. Omletin iştah açıcı cızıldadığı tavayı taşıyordu.

-                     Karipjan! Asılhan! Gerçekten de ikinci yıldızı düşünsek mi? – diye teklif etti.

-                     Önce birincisini haket, - diye ters cevap verdi Karipjan.

Çaydanlıkla giren Altınay: “Hak edeceğiz!” diye kesti. Her halde çatışmaya hazırlandı ve görünüşü şimdi mücadeleciydi.

Akşam yemeğimizi yemeye oturduk ama onların arasında tartışma sönmüyordu, tam tersi bütün gücüyle alevlendi. Hepsi heyecanlandı, soğuk kanlı Karipjan bile kaynıyordu ve ancak Ayjan inandırıcı sözünü bazen söylediği halde sakin sakin oturuyordu ve kasemdeki çayı tazelemeyi beceriyordu. Bazen bana sanki: “Arkadaşlarım ne kadar coşkun görüyor musun, ama onları çok sert yargılama. Onlar iyi ve sadık dostlar” diyerek gülümsüyordu.

Sofra başındayken tanımadığım isimler, bilmediğim terimler geçiyordu, o yüzden sohbetleri bazen benim için anlaşılmazdı ve giderek kendi düşüncelerime daldım.

Kendime: “Kadir gecesi doğanların başarılılarından biri miyim?” diye soruyordum.

Önceden mükemmel Ulbosın’ım vardı ama o hayatımdan gider gitmez yerini hoş ve güzel kız Ayjan aldı.

-                     Neden olmasın ki? Her insan talihli olmalı ve başarının illa bana geldiği kötü mü? Başkaların başarısızlığında hiç bir sucum yok, - diye kendime cevap veriyordum.

Hayır, çiçeklerden haraç toplayan toprak yabanarısı değilim. Ama o zaman Ulbosın’a karşı duyduklarıma ne denir?  

Doğu eskiçağ yazarlarının birinde aşkın insalara birkaç mutluluk getirdiğini okudum. Onlardan biri anlık mutluluğu. Onu zevkin gözünü kamaştıran an hediye eder, bu duygu flaşa benzer: hayatı parlak parlak aydınlayıp çabuk söner. İkincisi gerçek ve ebedi sevginin insana hediye ettiği en büyük mutluluktur. O zaman şairin dediği gibi:

Katılmayla karşılarlar aşkı

Her an olurlar güzelliğin peşinde

Duygular da, mutluluğun değerli mücevheri,

Yolda bırakmaz yeni evlenenleri. 

Ne yazık ki bu satırlar benim tarafımdan yazılmadı...

Eğer yukarıda söz ettiğimiz yazarın düşüncelerini teorik temel olarak alırsak, Ulbosın’a hissettiğim duygu nasıl yorumlanabilir? Büyük ihtimalle göz kamaştıran flaşa benzer. Sonra duygudan ancak kıvılcım kaldı ama yakında o da söndü.

Burada bana iğneli iğneli böyle birşey söylenebilir:

“Jantas, ya senin Ayjan’a karşı duygularına ne diyelim? Belki bu da ancak parlak bir yıldırım, değil mi? Şöyle ışıldayan cızırtı mı?”

Yine Ayjan’ın yüzüne baktım. Hayır, hayır, derin bir duygu beni tutuyordu. Onunla herşeyin kolay ve sade olması buna delil, ben ise ilhama benzeyen bir durumdayım. Yapıcının böyle kendi şarkısının sarhoşluğu içinde olur. Ayjan da bana aynı ölçüyle cevap veriyor. Yaralanan Sibirya geyiğin gözlerini bana kaldırıyor ve bakışı manalı, orada uzun ve şefkatli çağrış var.  Onun sevgisi derinliğini hiç kimsenin ölçemediği kendine çeken uçurum, yüksekliğine kimsenin ulaşamadığı tepe.

Şimdi Ayjan’a bakarak bunları düşündüm. Ya Ulbosın... İtiraf etmek gerekirse onun da eksikliğini hissediyorum. Onun bizi tamamen terk ettiğinde bunu anladım. Onu düşünüyordum, düşencelerimi kovmaya gücüm yoktu. Ayjan’ım vardı ama Ulbosın yine de eksikti. Gerçekten de, dünyada neler neler oluyor!

O arada softa başında herkes sakinleşti, bunu fark etmedim ve Karipjan ismimi söyleyince sarsıldım.

-                     Jantas ağa, Ayjan hakkında son hikayeyi duymak ister misiniz? O kendisi asla anlatmaz. Ya Jantas ağa?

-                     Evet, evet, tabii. Memnuniyetle, - deyip o kadar şaşırdım ki herkesin gülmesine neden oldum. Ayjan başını salladı:

-                     Karipjan, ne gereği var? Oldu bitti. Ne olacak daha?

-                     Benim anlatmama izin verin, - diye yalvardı Altınay. Ben kendi gözlerimle gördüm.

Karipjan kurumlu bir tavırla: “Peki, böyle olsun, Altınay’a söz vereceğim” diye izin verdi.

-                     Kulübe toplantı için geldik işte. Törenli toplantımız vardı, bayraklar ötüyordu, - diye benim için nezaketle açıklama yaptı. Geliyoruz oraya. Tabiki geç kaldık. Üstümüzü değiştirmemiz gerekiyordu falan. Pantolunda rahatsız oluyoruz, anlıyorsunuz. İşte biz giriyoruz ve fuayede artık kimse yok. Ancak kapı arkasında birinin alkış aldığını duyuyoruz. Ayak uçlarına basarak gidiyoruz ve burada Ayjan yabani at gibi bir yerde donuyor. Büyük bir fotoğrafı göstererek: “Kim bu?” diye soruyor. “Sanki sensin. Çok ta benziyorsun” diyorum. “Elmanın yarısı o, yarısı ben olan bir kızın olduğunu hiç bilmiyordum” diye şaşırıyor Ayjan. “Bence, bu kız sensin” diyorum. Bu kadar benzerlik olamaz. İnanılmayacak kadar. Burada altyazı da var, diyorum, “İnşaatımızın gururu genç vinççi Ayjan Donentayeva.” Bak siyahla beyaz üzerinde yazılı, - diyorum. Burada Ayjan’ımız haşhaş gibi kızardı. Gösterge standına gelip pünezlerle tutturulan portreyi söktü. “Onunla ne yapayım?” diye soruyor. “Onu yırtsam mı, Altınay, sence?” E-e-e, diyorum, bunu yapma. Biri standtan sorumlu ve sonra boş bir yere azarlanacak. “Evet, haklısın, yırtmakla olmaz, yoksa dostlarıma sorun çıkaracağım” diye kabul ediyor Ayjan. Ve Ayjan’ın ne yaptığını biliyor musunuz? Portresini kulübün müdürüne götürüp masasına koydu. Gerçi o zaman odada kimse yoktu. Ama bu onların şansı! Ayjan sinirli olduğu zaman yüzünü bir görseniz, Jantas.

Kinci Altınay bana ima ederek hikayesini bitirdi. Ama Karipjan bayrak sopasını hemen eline geçirdi.

-                     Herşey aynen böyleydi, - diye doğruladı Karipjan. Sonra onu sorumluluğa çekmeye karar veren pek çetin asayiş ekibi üyeleri yanına geldi. Yeni kırmızı pazubenti olan asayiş ekibinin komutanının kendisi: “Kötü, yolcu Donentayeva, kötü davranmışsınız. Size şeref gösterdiler, siz de buna kamu düzenini ihlal etmekle karşıladınız” dedi. Şimdi Ayjan’ın onlara nasıl bir cevap verdiğini bir dinleyin:

-                     Sana kızarım, Karipjan, - diye belirtti kırazmış Ayjan. – Kızacağım valla.

Bana bütün bu anlattıklar onu mahcup ediyordu, gözlerini yere dikip oturuyordu ve benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu.

-                     Kızmayacaksın, Ayjan. Çünkü sen adaletli birisin. Bizimle daha çok uzun olmamana rağmen biz aynen böyle bir insan olduğunu düşünüyoruz, - dedi Karipjan.

-                     Doğru. Adaletli bir insansın, - diye doğruladı Asılhan.

-                     Nerede kaldık? – diye sordu Karipjan. Hatırladım... Ayjan asayiş ekibinin görmüş geçirmiş komutanına böyle bir cevap verdi: “Şimdi tören kısmı bitecek ve kapıdan bizim eski arkadaşlarımız çıkacak, onların gözlerine nasıl bakacağım, yolcu müdürüm, - dedi Ayjan. Onlar burada çoktandır çalışıyor, şehir kurulduğundan beri, ve iyi çalışıyorlar. Ben de sadece yeni olup herşeyi özel gayretle yapmaya çalıştığım için onları faizin kesri kadar geride bıraktım.” “Bakın, bu son olsun” diye uyardı komutan. Daha ne diyebilirdi ki?

-                     Ayjan tuhaf biri ama. Kimse ona kötü birşey demezdi, - diye bildirdi Altınay. Ama o diyor ki: “Sizin benden neyiniz daha kötü? Hepiniz insanlar için iyi apartman inşaa etmeye çalışıyorsunuz. Hem sen, hem de Karipjan, ve Asılhan bile.”

-                     Bana bühtan atma, - diye alevlendi Ayjan. “Ve Asılhan bile” demedim.

Altınay: “Tabiki söylemedin. Bunu ben uydurdum” diye itiraf etti. “Asılhan bana aşık ta, ancak herkesten, kendinden bile, bunu saklıyor. İsmini ağzımdan duyunca mutlu olacağını düşündüm.”

Bu basit şaka dost gülüşleriyle karşılandı. Ben de düşüncelerimde Ulbosın’a böyle dedim:

“Bunu istiyordun, Ulbosın, ölümünden sonra bile her evin sağlam hayatının olmasıdır. O yüzden seni bir aydınlıkla özlüyorum. Ayjan’ı da hep seveceğime söz veriyorum.”

Gerçekten de şimdi Ayjan’ı dünyadaki herkesten daha çok seviyordum ve bu dakikalarda onun için ateşe atılıp suda boğulabilirdim.

Daha öğrenciyken var olan çok güzel Kız Jibek’in taş heykelini yapma hayalimi hatırlayarak Ayjan’ı gizlice hayran hayran seyrediyordum. İlk zamanlarda bile güzel Kazak kızlarının arasında uygun bir canlı model arıyordum. Onlardan her biri farklı bir şekilde güzeldi, ama hayal gücümün kurduğu Kız Jibek’in o görüntüsüyle kimsenin de ortak birşeyi yoktu.

Kız Jibek’i benim Ulbosın’ımda gördüğüm dakika vardı. Bu, tanıştığımız ilk günlerde oldu. Ama göz kamaştırması çabuk geçti ve taşkın, duygulu Ulbosın’ın onun yüzünde açıkça yazılan tutkularıyla yumuşak ve dıştan sakin Kız Jibek’in tamamen zıtlık olduğunu anladım. Konu buraya çekildiyse, Ulbosın’ın tabiatını yaz yağmurunu dolduran sıcak rüzgarla karşılaştırırdım. Kız Jibek’in ruhu ise o zaman bize akşamın sakinleştirici serinliğini hatırlatırdı.

O zaman Ulbosın’ın fazla duyarlığının hastalıkla açıklanabildiğini bilmiyordum. Bu kadın hayatının son günlerini sayıyordu. Yarar görmeden susamışlığını gidermenin kudurmuşçasına peşinde olup hem kendini hem de başkalarını mahvedici işaretle yakmaya hazırdı. Onun için Ulbosın ve Kız Jibek’i tek imaja bağlamaktan vazgeçip ruhsal paniğini ateşli mizaç olarak algılıyordum...

Şimdi ise birşey fark etmeyen Ayjan’a bakıyordum ve hayal gücümde Kız Jibek’in imajı net olarak görünmeye başladı. Önceden belli belirsizdi, güneş ışığı gibi yayınıktı, ama kutsal zaman geldi ve Kız Jibek’in Ulbosın’ın hemen hemen ikizi olduğu ortaya çıktı. Dış itidali arkasında saklanan aynı güçlü ve şefkatli ihtiras ve kendi şerefini korumak için canını feda etme hazır oluşu.

-                     Evet, Ulbosın, - diye düşüncelerimde söyledim. – Nihayet Kız Jibek’imi buldum...

 

VIII

 

Cenaze töreninden bir gün sonra evlendirme dairesine gittim. Görevi aynı yaşlı bayan memuru yapıyordu. Hayret ettim ama beni hatırladı ve törenli notla:

 “Ben demedim mi? Kararını mı değiştirdiniz, delikanlı? Pratiğimizde böyle olur. Kanunlar boşuna yazılmadı, biliyorsunuz” diye sordu.

- Belki de başkaları için boşuna değil. Bizim istisna durumumuz var. Hal ve şartlar engel oldu. O yüzden günümüzü yeniden belirtmenizi rica ediyoruz, - diye onurla belirttim.

Görevli “Hmmm” deyip şaşırdı. “O zaman daha iki hafta beklersiniz. Eğer bu defa yeni hal ve şartlar engel olmazsa gelin. Kaydınızı alacağız.”

-                     Nedir bu kepazelik! Kendimizi denedik artık! - diye öfkeli bağırdım.

Görevli bayan sıcak kanlı bir tonla: “Biliyor musnuz, genç, oğlum sizin yaşınızda. Düğünden sonra onuncu günde boşandı. Böylece hem kendi hayatımı hem de yarım düzine iyi insanların hayatlarını mahvetti. Bence, bunlar yeterli” diye çürüttü.

Ulbosın’ın ölümüne atıf yapabilirdim ama nedense birkaç fazla mutlu günüm için onun sakinleşen gölgesini rahatsız etmeyi pahavatsız buluyordum. Hizmet kalesi karşısında çekildim.

Hayatımda ilk defa takvim aldım sabahleyin kalan günleri sayıp akşam Ayjan’a hesap veriyordum:

-                     Bu kadar gün kaldı! Dayan, Ayjan! – diye şakalaşıp söylüyordum.

-                     Ah, olamaz! – diye yalandan ürküyordu Ayjan. Bugün de böyleydi. Kitap mağazası yanında buluştuk. Korkunç çehreyi yapıp kükrettim:

-                     Aha, Ayjan! Sadece beş günün kaldı. Zavallı!

Ayjan gelenekten çekilip: “Zaman ne kadar yavaş geçiyor” diye soluk verdi.

Koluma girdi ve anacaddeden yavaş yavaş yürüdük.

Bu akşam özellikle boğucuydu.

Ayakkabı mağazasının vitrini önünde duran yaşlı adam, biz oradan geçerken: “Nihayet yağmur olacak. Hem de nasıl! Sağanak!” dedi.

Muhatabı: “Onu bekle ancak. İki haftadır boğucu sıcak var. Kuraklık kuraktır işte” diye cevap verdi.

Yakıcı sıcaktan yorulmuş şehir çoktandır yağmuru bekliyordu, ama bu bizi ilgilendirmiyordu. Sesler sanki yabancı bir dünyadan geliyormuş gibi bize geliyordu. Bizden her biri önceki hayatıyla vedalaşıyordu ve illeride cazip ve çok güzel bilinmezlik bizi bekliyordu. Bizi endişelendiriyordu ve biz telaşa düşüp sokakları fark etmeden yürüyorduk ve sağlam yağmurdan önceki uvertürü kaçırdık.

Rüzgarın esip ufuktan kara ve yoğun bulutu sürdüğünü ve onu güçlü bir hareketle şehrin üstüne attığını fark etmedik ve ancak ilk iri taneli damlalar ayaklarımıza ve gri asfalta düştüğünde ayıldık.

Sanki sıcaktan sesi kısılan dünyaya yeni ve güçlü bir ses yerleştirmeye isteyerek yankılayan bir gök gürültüsü duyuldu. Daha ve daha vurdu ve sarsan dünya titredi. Güçlü ve bize görülmeyen biri hem gökyüzünü hem de yeryüzünü altüst etmeye hazırlayarak ilk gücünü deniyordu.

Ayjan: “Hazreti Ali! Hatırlıyor musun, Jantas?” diye hayran hayran sordu.

Hatırlamaz olur muyum! Biz küçükken auldaki en ihtiyar yaşlıların bize inandırdıklarına göre gökyüzü gürleyip sarsılıyor çünkü efsanevi Hazreti Ali kanatlı atı olan Duldul’un üzerine binip kötü şeytanları kovalıyor.

Şimdi de gökyüzü mit Ahal Teke atının toynaklarının altında koskocaman teneke çatı gibi gürlüyordu. Sonra da kafalarımıza su selleri dökülmeye başladı. Ve şair sözleriyle bağırdım:

Kaşlarını çatarak gökyüzü ve yeryüzü titresin!

Fırtına yüksek akağacı devirsin!

Ama fırtınanın anırması sesimi bastırıyordu ve ne bağırdığımı kendim de duyamıyordum. Ayjan yoğun ve sıkı su duvarından bana birşey soruyordu. Ağızlarımızı su basıyordu. Biz de yüzüyormuş gibi homurdanıyorduk.

Sokak boşaldı, insanlar apartmanın avlularına ve girişlerine saklandı. Biz tek başına kalıp çocukluğa dönerek sağanak altında oynayıp eğleniyorduk.

Bir sonraki gürültüden yağmur duvarları yerden kalkıp sokaktan geçmeye başladılar, önce yavaş, sonra rüzgarın yardımıyla daha ve daha hızlı. Su duvarı bağıra itiyordu, genç ve daha güçlenmeyen akağaçları eğiyordu. Esnek akağaçlar ıslak yapraklarıyla asfaltı süpürerek mücadele ediyordu. 

Soğuk sağanağın yeni selleri tutkumuzu soğuttu. Yukarıdan da batıcı dolu serpince neşemiz ikinci plana geçti. El ele tutuşup sokaktan koşmaya başladık ve rüzgar bizi yere yıkmaya çalışıyordu.

Gerçek kasırga başlıyordu. Kudurmuş şaman gibi kurt ulumasıyla uluyordu, kızgın okları atıp korkunç kıvılcımları döküyordu. Herşeyi silip süpüren nefesi sanki en kuytu köşelere giriyordu ve ondan kurtuluş yoktu. Onun için apartmanların tetikte olan girişlerini geçip sokaktan daha ve daha uzak koşuyorduk. Evler, şatolar gibi, kalabalık ve vahşi düşmana kapalıydı.

Kasırgayla boğularak: “Dayan, dayan. Yakında bu bitecek ve herşey iyi olacak” diyordum.

Ayjan benim gözlerimin görmediği engele dalıp aniden durdu.

Korkup: “Ayjan! Ne oldu” diye bağırdım. O birşey söyleyip cevap verdi, sadece “Vinç!... Vinç!...” duydum.

Tavşan gibi derin su birikintisi arasında kıvrıla kıvrıla giderek geri atıldı. Ben göz açıp kapamadan o böğüren kaosta kayboldu.

Arkasından atılıp: “Off, vinçle ne alakası var? Kafasından ne geçti?” diye düşünüyordum.

Ayaklarım çervişte iki yana kaydı ve düşüp hemen sinirlendim. Pis ve yapışkan çamuru kıyafetim üstüne bulaştırırken düşüncelerimde: “Bu hokkabazlık numarası nedir, Ayjan?” dedim.

O kadar enerji ile koşuyordum ki yanıma kolik girdi. Ama atılımlarım aynı yerde koşmayı hatırlatıyordu çünkü kudurmuş sağanak beni geri atıyordu.

Sessizce “Ayjan!” diye bağırıp sırsıklam olup sokaklardan koşturuyordum.

Nihayet sis içinde Ayjan’ın açık rengi elbisesi görüldü. Gerçekten de şantiyenin yönüne acele ediyordu.

Ayjan’a kızmaya devam ederken: “Bu havada vince ne ihtiyacı var?” diye düşünüp yine de adımlarımı açtım.

Ama onu durduramadım. Ben kapıya koşarak girdiğim zaman Ayjan demir merdivenden yukarıya doğru tırmanıyordu. Rüzgar onu her türlü merdivenden düşürmeye çalışıyordu ve o zaman Ayjan vincin çelik iskeletine yapışıyordu. Merdivenin ıslak çubukların el altında nasıl kaydığını hemen hemen bedence hissediyordum.

Of-of-of, Ayjan’ın o kadar kavgacı bir kız olduğunu kim bilebilirdi.

Ayaklarımı yere vurarak: “Ayjan! Hemen dön buraya!” diye bağırdım.

Kulağıma “Onu durduramazsın. Demek ki savaşçı bir kız ve vincini yana çekmek istiyor” diye söylendi.

Çok ilginç; daha şimdiye kadar sanki Ayjanla bu şehirde bir tek biz var idik ama o bu numarayı yapar yapmaz sanki yerin altından ilk izleyiciler çıktı.

-                     Vinç düşebilir de. Okul üstüne, - diye söylendi daha.

Bilincim manzaranın bütünlüğünü sadece şimdi kavradı ve vinci yukarıdan temeline kadar gördüm. Rüzgarın vuruşları altında hassasiyetle sarsılıyordu, kasırganın baskısı altında çekilmeye ve çok tonlu ağırlığıyla okulun binasına yıkılmaya hazırdı. Savunmasız bina ise birşey fark etmeden elektrik ışıklarıyla yanıyordu. Derslerden sonra dershanelerde kalan çocukların yuvarlak kafaları camın arkasından görünüyordu.

İzleyenler arasından: “Okul biliyor mu?” diye sordular.

-                     Oraya gittiler. Ama yetişecekler mi. Bütün çocuklar toplanana kadar vinç düşecek.

-                     Oha, ne kadar cesur! Onun için bu durum kötü bitmesin de, - diye yine söylediler yakınımda.

“Ayjan, bekle! Ben de geliyorum!” bağırıp merdivene koştum ama beni kolumdan tuttular.

Sanki tanımadığım yaşlı adam: “Jantas, siz de nereye? Vinççi değilsiniz ki, sadece engel olacaksınız. Maalesef, hiç kimsemiz yardım edecek güçünde değil şimdi. Ancak gidip ambulansı çağırayım. Ne olur ne olmaz” deyip su sellerinin arasında eridi.

“Ayjan... Ayjan...” diye rabıtasız mırıldayıp parmaklarımın endişeden titrediğini hissediyordum.

Ayjan son basamağı sağ salim geçip kabine girdi. İç karartıcı duraklamadan sonra tekerlikler şangırdadı ve vinç okuldan uzaklaşarak raylardan yavaşça gitti.

-                     Herşey yolunda, Ayjan, herşey yolunda. Çabuk aşağıya gel, - diye hummalı bir biçimde fısıldıyordum.

Ama Ayjan’a bunlar az geldi. Vinç durdu ve dikmesi koskocaman pergelin ayağı gibi dönmeye başladı.

Biri hayretle ve aynı zamanda hayranlıkla: “Aferin!” diye haykırdı. “Dikmeyi rüzgara karşı çevirecek ve o zaman hiçbir kasırga korkutucu olmaz. Şimdi tam yelkene vuruyor da buna nasıl dayanacak.”

Bir yerden yaşlı adam da koşarak geldi. Onun seyrek saçları başında dört yana dağıldı. Şantiye şefi olan Petya amcayı zor tanıdım.

-                     Kızım, çabuk buraya gel! Bırak o lanetli vinci! – diye bağırdı, gözleri de taş gibi vahşice açıldı.

Ama dikme akıcı yayı yaparak özentili hareketine devam ediyordu. Bir metre, daha bir metre ve en tehlikeli bölgeyi geçti sanki. Rüzgar da yenilgisini idrak edip sakinleşti.

Şantiye şefi bir yerden çıkan ve aralarında Asılhan ve Karipjan’ın olduğu işçilere: “Halatlar! Halatları çek!” diye bağırdı.

Ama durgunluk aldatıcı çıktı. Kasırga dinlenip üç kat daha güçlü saldırıverdi. Damlardan bir yere uçan saç yapraklarının hazin gıcırtısı kulaklara zorla girdi, yere yıkıldım. Ben düşerken vincin hantal gövdesinin istemeyerek düştüğünü de görüp gözlerimi kapadım.

“Herşey böyle saçma mı bitti? Ancak beş gün kalıyordu” diye dehşetle düşünüp kendi kendime: “Yoksa dört gün müydü?” diye itiraz ettim.

Vincin düştüğünden dolayı çıkan gürültü nedense algımdan çıktı. Kalkıp önceden vincin yükseldiği yere bir daha gizli umutla baktım ve bu kuleyi eski halinde, tepesindeki paha biçilmez şoförüyle görmeye umut ediyordum. Ama raylar alışılmışın dışında çok yalın görünüyordu. Yakında sadece tuhafça devrilen tekerlikler vardı. Bir yanda da vinççinin kabinini önce yer üstünden yükselten mesafede insanlar toplandı.

İte kalka kendime yol açarak: “Bana yol verin, yol verin” diyordum.

Demek ki yüzümde herşey yazılıydı çünkü insanlar dönüp yolu koşulsuz açıyorlardı. Beyaz gömlekli figürlerin uğraştığı halkanın merkezine girdim. Onların önünde Ayjan’ım çok ta fazla sakince yatıyordu. Ancak yüzü acayip beyazdı ve kirpikleri inip çöktü... sanki o yorulup uyuyordu.

Kendi kendime: “Ah, ne kadar saçma, herşey nasıl da saçma” diye bir daha tekrarladım.

Birinin sesi: “Yaşıyor o yaşıyor, ve İnşallah tamamen yaşayacak” dedi.

“Bir düşünün, ne kadar da saçma” diye üçüncü kere tekrarladım.

Sırtımın arkasında: “Daha iyi, son anda atladı” diyorlardı.

-                     Yaşıyor da yaşıyor, ya yaşayıp ta ömür boyu sakat kalırsa.

-                     Çok saçma, - diye dördümcü defa söyledim. – Nasıl da saçma oldu.

Doktor iğne yaptı ve işaretiyle teskereciler Ayjanla sedyeyi kaldırıp arabalarına götürdüler. Onların arkasından sürünüp teskerecilerle arabaya binmeye çalıştım.

Onlardan biri: “Olmaz, delikanlı, size olmaz diyorum” diye uyardı ve kapıyı kapatmaya çalıştı. Ama ben birşey anlamayarak arabaya girmeye çabalıyordum.

Kalabalıktan biri: “Alın onu” diye beni savundu.

Teskereci: “Tamam, girin arabaya, ama işimize karışıp yüpürmeyeceksiniz” dedi.

Sözün kısası, şehir hastanesine nasıl geldiğimizi hatırlayamıyorum. Bütün bu olanların sadece birinin yersiz şakası olmasının umuduyla hep Ayjan’ın yüzüne bakıyordum. Şimdi de Ayjan gözlerini açıp hoş gülümseyecek:

“Seninle iyi oynadık, değil mi, Jantas?”

Umut ameliyathanenin kapısına kadar beni bırakmıyordu. Sedyenin arkasından yürüyüp teskereciye tekrar edip duruyordum:

-                     Bunların hepsi bir hiç, değil mi? Ciddi birşeyin olmadığını söyleyin bana.

Teskereci: “Tabii, herşey yolunda olacak” diye sahte dinçlikle cevap veriyordu, ama o an bana bunlar da yeterliydi.

Ama ameliyathanenin kapısı beni Ayjan’dan ayırdığı zaman bunlarun dehşetli gerçek olduğunu anladım ve canımın dibine kadar erişen üzüntü beni sardı. Sanki beni en yüzsüz tarzla aldattılar.

Ayjan’ın tabii bununla alakası yoktu. Yaptığı şey kaçınılmazdı. Her namuslu insan onun yerinde olsa aynı şekilde davranırdı. Onun için her şeyde suçlu olan üçüncü şahsı arıyordum.

Yaşlı hastabakıcı bana sandalye verip: “Oturun, oturun” diye yufka yürekli şekilde söyledi.

-                     Ama biri bu lanet olası vinci halatlarla bağlamalıydı değil mi? Çünkü bir dakika sonra ne olacağını bilemezsin. Biri bunu düşünmeli mi? Birinin doğuştan aptal kafasına bunlar gelmeliydi, değil mi? – diye hastabakıcıya söyleyip kendimi tepemden kudurmuşçasına vurdum.

Hastabakıcı beni sakinleştirmek için: “Tabii, tabii haklısınız” diye kabul etti.

Benim durumumu anlayan insana sevinerek: “Ayjanla bizim üzerimizde bunlar niye yansımalı? Bu birinin cinai ihmalciliği, biz Ayjanla ise çekiyoruz” dedim.

Hastabakıcı: “Otur burada, otur. Herşey iyi olacak” dedi ve koğuşa çağrıldı.

Boş koridora yumruk göstererek: “Bu insanı bir bulursam, gösteririm ona” diye tehdit ediyordum ve rahatladım biraz. “Acaba, Ayjan’ım nasıl?”

Ayjan’ı çaresiz ve mutsuz olarak düşünemiyordum. O uzak zamanlarda bile, üvey anadan sıkça dayak yediğinde bağımsızlığını koruyarak itaatsiz kalıyordu.

Düşüncelerim aceleli adımlarla kesildi. Kör lambalarla aydınlatılan koridordan söz dinlemez gömleğini üstüne yürürken geçirmeye çalışan Şerubay koşarcasına acele ediyordu.  Bana tuhaf merakla bakıp ameliyathanenin kapısı arkasında yok oldu.

Sonra ameliyathaneden nöbetçi bayan doktor çıktı ve: “Jantas ağa, mağdura ilk tıbbi yardım verildi. Şimdi onu ameliyata hazırlıyoruz. Ama bu iş uzun ve zor. Maalesef, sizin elinizden birşey gelmiyor. Onun için eve gidip dinlenin. Sizde bet beniz kalmadı” dedi.

Gerçi, o haklıydı ve başımı eğip koridordan yürüdüm. Bence, cehennemin ne olduğunu tatmayan insan cennete alınmamalı. Çünkü cennetten cehenneme yol kimse için sipariş edilmedi. Ancak mutlulukları yaşayan acemiye bela, şimdi benimle olduğu gibi. Koridordan sürüklenip: “Ayjan, Ayjan, bana ne yaptın?” diye tekrar edip duruyordum.

Müdürün odasına yaklaştığımda kapı açıldı ve koridora Abilkas ve boyu için kısa olan gömleğe sarılmış bölge komitesinin sekreteri Muhamedjanov çıktılar.

Bölge komitesi sekreterinin sözleri: “... kız, çocuklarımız için kendi hayatını ortaya attı. Şimdi onun için mümkün olan herşeyi yapmak için bizim sıramız geldi” diye bana geliyordu.

Abilkas tumturak bir şekilde: “Yolcu Muhamedjanov, bizim takımımız ellinden geleni yapacak, size bunu temin ediyorum” dedi.

Yolu kapatıyorlardı ve istemeyerek adımlarımı küçülttüm.

Bölge müdürü sekreteri vedalaşmak için Abilkas’a elini uzatarak: “Size güveniyoruz” dedi.

Abilkas da ona iki eliyle yapışmaya hazırdı ve ancak sağ duyu onu onurunu korumaya zorladı ve Abilkas her zamanki el sıkışla ile cevap verdi.

Muhamedjanov: “Beni uğurlamaya gerek yok. Donentayeva’ya gidin” deyip yolu açarak çıkışa yöneldi.

Abilkas’a görülmeden geçmeye çalıştım. Ama başaramadım.

-                     Of of of, ne felakettir, - dedi Abilkas ve beni kolumdan tutup yanımda yürümeye başladı. Çok kahramanca davranış, ama bedeli de ne kadar büyük!

Onu gafil avlayıp yalanını ortaya çıkarma umuduyla gözlerine baktım ama Abilkas’ın yüzünde en samimi üzüntünün gölgesi vardı.

Çıkışa giden merdivene kadar beni uğurladı ve son olarak omzumu sıvazladı.

-                     Elimizden geleni yapıp Ayjan’ını kurtaracağız, Jantas. Şerubay’in elleri altın gibi, ve nihayet bizi düğüne çağıracaksın.

Aşağıda vestibülde kalabalık çevremi sardı ve sorular nohut gibi yağdı:

-                     Ne oldu?

-                     Ayjan nasıl?

-                     Yaşıyor mu?

Altınay, Karipjan ve şantiye şefi Petya amcanın yüzleri göründü. Asılhan cevabımı susarak ama anlamlı anlamlı bekliyordu. Kağıt oynunda olduğu gibi aşkta şanslı olunursa kaybın değerinin farkına da varmak çok zor olur. Belki Ulbosın ile böyle oldu. Ama artık Ayjan’ın benim için ne kadar değerli olduğunun farkındaydım.

Başımı sallayıp: “Bitti, bitti! Ayjan’ımı kaybettim” dedim

Altınay yılan gibi: “Neden böyle diyorsun? Sen kaybetmiş olabilirsin ama biz kaybetmedik” diye kızgırdı. Gözleri kırmızıydı ve iri yüzünde göz yaşlarının akışlarından izler vardı.

            Karipjan: “Diline sağlam ol, Altınay. O kendinde değildir, görmüyor musun” diye lafını ağzına tıkadı.

-                     Gençler biz burada şakalaşıyoruz da buradaki insanlar ya hasta ya da çalışanlar. Saat ta geç oldu, ona geliyor. Siz eve gidin, ben de burada kalıp herşeyi öğreneceğim, - dedi şantiye şefi Petya amca.

Hastalıklı ve kötü kalple: “Kediler kalbini kazıyordur, herşeyin suçlusu o, Jantas. Halatları o düşünmeli. Ama herşey umrunda değilmiş. Nişanlım Ayjan’ın yukarıda kabinde oturduğu umrunda değilmiş” diye düşündüm.

Dışarı çıktık ve ancak şimdi vaktin geceye yaklaştığını anladım. Kasırga daha uzağa gitti ama şiddetli sağanaklar sokaktan dolaşıyordu ve soğuk su tozu yüzüme vuruyordu. Bundan faydalanarak herkesten kopup sokağın karşısına geçip öbür taraftaki apartmanın bir kapısına girdim.

-                     Jantas nerede? – diye kulağıma geldi.

-                     Asılhan’ın sesi: “Jantas ağa! Jantas ağa!” diye çağırdı.

Sonra Altınay öfkeli homurdanıp benim hakkımda birşey dedi. Sanki fırtına olayı göze almayıp vinci halatlarla bağlanmayan ben olmuşum.

Karipjan lafını ağzına tıkadı:

-                     Yine mi başlatıyorsun? Onu nihayet rahat bıraksana. Şimdi bizimle mi uğraşacak. Hadi gidelim, arkadaşlar.

Sokağın karşısındaki o karanlık kitle yerden kalkıp birikintilerden yürüyerek karanlığa girdi. Bir, iki dakika ve sesler kesildi. Ayjanla bizim kaderimizin karara bağlandığı şehir hastanesi önünde tek başıma kaldım.

Karşıdaki pencerelerde ayrı hayat sürüyordu. Sessiz ekranda olduğu gibi hastabakıcılar veya nöbetçi hemşireler görünüyordu, arada sırada yürüyebilen hastalar da onların yerini alıyordu. Sonra pencereler birer birer sönmeye başladı. Hastane koğuşları uykuya dalıyordu ve apartmanın ıslak köpek kokan ve havasız kalan girişinde ne kadar uzun zaman durduğumu anladım.

Ama beklediğim şey oldu. Önce hastane kapısından tanıdığım bir çift doktor çıkıp canlı canlı birşey konuşarak şehir merkezine doğruldular. Ancak birşey anlayabildim:

-                     ... Şerubay’ı zor bulduk... “Hastayım, - diyor, kendimi kötü hissediyorum, biri beni değiştirsin...”

Onlardan sonra Abilkas ve şantiye şefi Petya amca çıktılar. Abilkas soğuk ve rutubetli havayı çekerek durdu, şantiye şefi onun önünde aşağı basamakta olup yerinde duramıyordu ve ya elini kolunu oynatıyordu ya da ellerini göğüsüne sıkıştırıyordu. Abilkas kurumlu bir tavırla başını salladı ve hastane duvarı uzunlamasına yürümeye başladı. Petya amca elini kolunu oynatmaya devam ederken onu takip etti.

Sonra hastanenin kapısı uzun zaman için kazığa çekildi. Pencereler çoktan teker teker söndü, ışık ancak görevli hemşirelerin odalarında yanıyordu, beklediğim kişi ise hastaneden daha çıkmıyordu. Durumumun oldukça büyük eksikliği vardı. Binanın bütün ameliyathanelerin bulunduğu karşı parçası hiç görülmüyordu. Gözletme noktamı bir dakika olsa bile bırakıp ameliyathanenin pencerelerine bir defa bile bakmak için hastanenin avlusuna gidemiyordum, çünkü bana lazım olan insan o anda çıkıp gidebilirdi.

Bir koğuşta aniden ışık yandı ve tahmin ettiğim kadarıyla Ayjan’ı oraya götürdüler. Yarım saat sonra da hastanenin kapısı açılıp cerrah hemşiresini dışarıya bıraktı. Biraz sonra da dışarıya Şerubay çıktı. Soğuktan ürperdi ve trençkotun yakasını kaldırıp sokaktan yavaş yavaş süründü.

Sığınağımı bırakıp aynı yöne yürüdüm. Bu şekilde karanlık içinde yürüyorduk. O sokağın bir tarafında ben de öbür tarafındaydım. Matematiğe inanırsak ancak sonsuzluğun bir yerinde birleşme ihtimali olan iki paralel çizgi gibiydik. Yabancı biri bu sahneyi polis hikayesi filminden bir oluntu olarak algılardı. Ama Şerubay’ın bir yerde sokağın benim yürüdüğüm karşına geçeceğini biliyordum.

Şerubay’in kararsız silueti az aydınlanan binalar uzunlamasına yavaş yavaş yüzüyordu. Arada sırada hem o hem de binalar karanlık içinde yok oluyordu ve o zaman ancak pabuçların şıpıtık şıpıtık sürüklemesini duyuyordum. Nihayet Şerubay kaldırımdan dönüp bana doğru yürüdü. Bekleyip durdum.

Bugünkü akşama büyük gerginlikle bile iyi denmezdi ama buna rağmen: “İyi akşamlar” dedim.

Ama birşey söylemem gerekiyordu ve akşamleyin karşılaşıldığı zaman adetten söylendiği söyledim.

Şerubay kaldırıma basarken: “A, sizsiniz” dedi. Susarak beraber yürümeye başladık. Uygun kelimeleri seçmeye çalışıyordum.

Şerubay durup: “Neyiniz var?” diye sordu.

-                     Anlıyor musunuz, başıma felaket geldi... – diye başladım ama Şerubay sözümü kabaca kesti:

-                     Onun başına felaket geldi... Size ne?... Yoksa bu kızı da mı seviyorsunuz?

-                     Bu günlerde düğünümüz olacaktı.

-                     Benden ne istiyorsunuz o zaman?

-                     Sizden rica etmek istedim... Anlıyorum, bazı noktalarda ilişkilerimiz böyle... doğru düzgün olmadı...

-                     Geçmişten neden bahsediyorsunuz?.. Doktor görevinin ne olduğunu biliyorsunuz. Kişisel antipatiyi çıkarıyor ortadan.

-                     Teşekkür ederim, doktor, - diye hafiflikle söyledim.

Şerubay acıyla gülümseyerek: “Korkağın düşmandan saklama becerisine kahramanlık denir mi? Ya da sizin bana söylediklerinize insanlık denir mi?” diye sordu.

Ama herşeyi kulak ardı ettim. Şimdi ancak başlıca şeyler dikkatimi alıyordu.

-                     Doktor bey, söyleyin... o yaşayacak mı?

Sanki kelime gibi kelime. Ama dolaysız anlam edindiği zaman dil için ne kadar ağır oluyor.

            Şerubay birşey saklanarak: “Hayatını kurtarmışız” dedi.

            Ama merak ettiğim baş konusu Ayjan’ımın hayatıydı. Yine bana dönecek, bu da en önemliydi. Bu haber için de Şerubay’i şimdi seviyordum.

-                     Şereke... – diyebildim ancak.

-                     Uyumak, uyumak. Bir hafta sonra Donentayeva’yı ziyaret edebilirsiniz. Size izin vereceğim, - diye mırıldadı Şerubay ve vedalaşmadan ayrıldı.

Ulbosın’ın cenaze gününde bana söylediklerinden sonra onun yanına ilk olarak gideceğimi hiç düşünmezdim. Ama demek ki dünya böyle düzenlendi ki insan insana lazım. Bana da Şerubay lazım.

Eskisi gibi benden nefret ediyordu ama şimdi bu bana önemli gelmiyordu. “Birşey olmaz, - diyordum kendime, - Ayjan hayatta ve yakında herşey yine iyi olacak.”

Daha kapıya yaklaştığımda evimdeki telefonun endişeyle yırtındığını duydum. O susmadan önce telefon alıcısını kaldırabildim. Arayıp duran Bazargül idi. Sürekli hıçkırarak Abilkas’ın onu aradığını bildirdi. Hemen hastaneye gidecekti ama Abilkas’ın dediğine göre hastanenin vestibülünde şimdi oturmak anlamsız ve Ayjan’ın kendini nasıl hissettiğini göz önüne alarak ziyaretçiler ancak yarın kabul edilecek ve o yüzden geç saate kadar evde oturup azap çekiyor.

Elimden gelene kadar kardeşimi sakinleştirmeye çalışıp kendim de uyumaya gittim ama kabuslar bütün gece beni takip ediyordu. Rüyamda düşen vinci ve kabinde Ayjanla ikimizi görüyordum. Ben kabinden düşüp tahmin edildiği gibi yere değil de bilmediğim, uzay olması gerek, bir yere uçtum. Yerde uzayan Ayjan ellerini bana uzatarak beni çağrıyordu... Kendimi uyanmaya zorladım ve yataktan fırlayıp sanki kafese girmişçesine odamda koşturmaya başladım. Sanki içimde aslan dört dönüp kalbimi tırnaklarıyla tırmalıyordu. Onu sakinleştirmek için her türlü ikna etmeye çalışıyordum. Ama şüpheler beni yiyordu. Kendime ne desem diyeyim sadece Ayjan’ın kendi gözlerimle hayatta olduğunu görünce sakinleşebilecektim. Galiba ruhun bedenden aynı kaldığı durum da budur. Bununla da birşey yapamıyorsun.

Az sonra sararmaya başlayan son bahar yaprağı gibi gün ağarmaya başladı. Penceremin karşısındaki ağaca konan siyah toygar sürüsü ilk şarkıları söyledi. Uyanan güneş onları mutlu ediyordu, perişan duygularım umurlarında değildi. Güneş ısıtıyorsa bu kadar yeterli.

Yüzümü yıkadım ve dünkü köftelerle acele ecele kahvaltı yapıp uyanma saatine kadar sokaktan koşturuyordum.

Hastanede benim galiba görev işleri için geldiğimi zannederek beni içeriye engelsiz aldılar. Avcı gibi sabah ilaçları dağıtan hemşirenin peşine takılıp koridordan sine sine yürüyordum. Hemşire bir koğuşu bırakıp başka birine girerken ben de Ayjan’ı görmeye çalışarak her kapıdan bakıyordum.

Yaşlı bayanın sesi: “Jantas Bekoviç! Tam çocuk gibisiniz” diye sitem etti beni. “Olmaz, daha çok erken, doktor izin vermiyor” dedi.

Onu kalbin dibine kadar etkilemeye çalışarak: “Bir gözle baksam. O zamandan beri onu görmedim, anlıyor musunuz” diye yalvardım.

-                     Oh, sizin yüzünüzden azarlanacağım. Peki, gidelim de size kapıdan göstereceğim. Ama ondan sonra hemen gidersiniz. – Köşedeki koğuşun kapısını yarı açtı.

-                     O orada, bembeyaz. Pencere yanında.

Ayjan uzay uçuşları için uzaycı elbisesi gibi olan alçı içinde yatıyordu. Sadece sargı beziyle çerçevelenmiş ve hala acının izlerini yansıtan yüzü açık kalıyordu. Hayatta olan bir insanın uyuyabildiği gibi uyuyordu! Kalan şeyler, hem alçı hem de sargı bezi, şimdi ikincil idi. Onun için de burası hastanedir. Demek ki insan hastanede olduğu zaman ateşinin olması veya alçıyla, sargı beziyle yatması gayet doğal geliyor.

-                     Ayjan! – diye fısıldayarak çağırdım.

-                     Deli misin? – diye kızdı yaşlı bayan ve kapıyı kapattı. – Hadi git buradan! Git!

Büyük sevinç duyarak hastaneden fırladım. Bütün şehire bağırıp bunu duyurasım vardı: “Duyuyor musunuz?! Ayjan yaşıyor! Kendi gözlerimle gördüm!”

Ama samimi konuşursak Ayjan’ın hayatta kaldığını kuşkusuz anlaşılan birşey gibi karşıladım. Demek ki canımın derinliğinde nişanlımın ölmeyeceğine umut yaşıyordu. Bu umut ta Ayjan’ı kaybetme korkusu önünde ancak bir an için beni bıraktı.

Ayjan nişanlım olduğu için hayatta kaldı. Jantasla ilginin olması onu kurtardı. En yakın gazete bayiindan bir paket yeni gazete alıp atölyeme gittim. Yolum uğursuz inşaat şantiyesinden geçiyordu. İlk isteğim dünkü faciayı hatırlatan bu yerin yanından geçmek idi ama oradan gelen motor gürültüsü dikkatimi aldı. Dayanamayıp kapıya yöneldim.

Alanda dev böcekler gibi traktörler dolaşıyordu. Gerginlikle kükreyerek vince bağlanan halatları geriyorlardı. Makaraların tekerlikleri dönüyordu. Vinç ve arabalar aralarında çalışanların grubu bağırarak motorların böğürtüsünü bastırmaya çalışıp koşuşuyordu. Şantiye şefi Petya amca herşeye elebaşılık yapıyordu. Gerilimden kıpkırmızı olup: “Sen nereye? Nereye?... Hadi!... Daha!.. Daha!” diye bağrıyordu. Vinç, çarpıp bir yerini inciten ve ayağa zorla kalkan bir insan gibi kalkıyordu ve nihayet raylarına girdi. Yine tepesinde kırmız bayrak titremeye başladı.

Şantiye şefi beni ancak şimdi fark etti ve terini silip yanıma geldi.

Petya amca: “Bu günlerde arabalarla mucize yapmak mümkün. Keşke Ayjan’ı da ayağa o kadar kolay kaldırabilseydik” dedi.

-                     Ayjan’ı da iyileştireceğiz, - dedim emin olarak. – Onemli olan o hayatta, o kadar.

Şantiye şefi: “Evet, bu en önemli” diye kabul etti ve kusurunu yani zamanda fırtınayı düşünmediğini ona affettim.

Atölyeme gelip ilk olarak şehir gazetesini açtım. İlk sayfadan bana Ayjan bakıyordu. Büyük ihtimalle Ayjan’ın bir zaman kulüp standından çıkardığı portre idi. Ayrıntılı haberler arasında portre altında Ayjan’ın kahramanca davranışından söz ediliyordu. Gazete çalışanı sanki herşeyi kendi gözleriyle görmüş gibi anlatıyordu. Vincin tepesine çıkarken Ayjan’ı saran duyguları marifetle tasvir ediyordu. Ben ise Ayjan’ımın o zaman ne düşündüğünü biliyordum. Sadece çocuklar için korkuyordu ve kabine ulaşamayacağından. Ve belki de gerçek bir kadın olarak yeni beyaz elbisesi için endişeleniyordu. Önce gayretli muhabire güldüm sonra da aynen böyle yazdığını iyi olduğunu düşündüm. İnsanlar Ayjan’ıma daha da çok hayran kalsınlar. Gerçekten de sıradışı bir kız o. Ben de şu an Ayjanla ne kadar gurur duyduğumu anlatamayıp kendime böyle diyordum: “Jantas, bu da senin nişanlın ve yakında o senin eşin olacak.” Şehrimde böyle güzel kız arkadaşı olan yiğidi bulmak zor.

Kafamda: “Daha beş adet almak lazım” diye geçti ve o an beni telefona çağırdılar. Koridora çıkıp telefonu açtım.

Abilkas son zamanlarda sıkça başkalarının başarısını kendine çekip: “Alo, Jantas? Sana müjde! Ameliyat başarılı geçti!” diye bağırdı. “Ama durumu baya ağırdı. Şimdi gerçeği söyleyebilirim, bizim de başarıya umudumuz pek yoktu. Şerubayla Moskova’daki arkadaşını bile aradık. Akademisyen Petrov’u, anlıyor musun?”

Sözün kısası, herşey felaketin geçtiğini gösteriyordu ve şimdi benim için en zor olan Ayjanla ilk görüşmemizi beklemek idi. Bekleme günleri neyle dolduracağımı bilmiyordum. Günde iki defa ona bir şeyler götürüyordum sonra da zamanı öldürmek için tanıdıklarımı aylak aylak dolaşıyordum.

Ama o günlerde Sergi Komisyonundan davetiye geldi ve Bazargül’e ben yokken hastamıza iyi bakmasını rica edip Ulbosın’ın heykelini Almatı’ya götürdüm.

Nişanlımın kahramanca davranışı haberi bir şekilde Ressamlar Birliğine de ulaştı. Ayjan’dan hayranlıkla bahsedilip sağlığı soruluyordu ve Ayjan’ımın adına mutlu oluyordum. Şanı bütün cumhuriyete duyulduğu için mutluydum. Bir Kurulu sekreteri bana aynen böyle dedi:

-                     Eğer birşey olursa, bize mektup gönderin, size yardımcı oluruz.

Mıstau’ya dönünce eşyalarımı eve atıp artık ünlü heykeltraş olan eski sınıf arkadaşımın başkentte bulup bana getirdiği çok güzel olan bir kutu şeker ile hastaneye koştum. Şöhreti ona mağazanın servis kapısını açtı. Böylece birkaç kutu dulabildi. Biri sevgili hanımına gitti, diğeri ise özellikle Ayjan için idi.

Ünlü sınıf arkadaşım kesinlikle para istemeyip: “Bunu benden ona ver. Tatlı yiyip tez zamanda iyileşsin. Böyle mert bir kızı tanımadığım için üzgünüm. Ona da aynen bunu söyle” diye belirtti.

Hastanede güzel sürpriz beni bekliyordu. Öğle saati geçti ve ben mücadeleye hazırlanarak direk nöbetçi doktora gittim, çünkü bugün ne olursa olsun Ayjan’ı görmem gerekiyordu. Ama nönetçi doktor benim kararlı görünüşümün nedenini anlayıp kurnazca gülümseyip: “Nasıl oluyor, Jantas Bekoviç? Ayjan sizi dört gözle beklıyor. Her gün sizi soruyor. Hemen ona gidin, nöbetçi doktorun emri bu” dedi.

Açıklama gerekmiyordu, ayaklarım yere değmeyerek köşedeki koğuşa doğru acele ettim.

Koğuşta herşey bembeyazdı. Ayjan kar ile kaplanmış gibi yatıyordu. Ancak üzgün gözleri iki nokta gibi kararıyordu... Eşikte durup böyle bağırmak istedim: “Ayjan, gümüş gülüşlerin nerede?... Hadi, Ayjan, karakterini göster!... Fırtınayla koparılmış beyaz bir çiçeğe benziyorsun, o kadar hareketsiz ve sakinsin!...” Ama kapıda durup Ayjan’a bakıyordum. Gözleri parlayıp beni çağırdı.

Bedenimdeki biri bükülmeyen bir sesle: “Merhaba, Ayjan’ım” dedi ve uyuşan ayaklarımı çekerek Ayjan’ın yatağına yaklaştım. Moralini biraz yükseltmek için: “Yine randevuda buluştuk. Yalnız bize uymayan bir yer seçtik. Ama neyse, bir iki gün ve bir sinemaya gideriz” diye şaka yaptım.

Biraz da olsa başardım. Ayjan gülüşle cevap verip şöyle dedi:

-                     Neden duruyorsun? Otur yanıma. Kendini evdeymiş gibi hisset.

Alçı ve hastane koğuşunun geçici olduğuna bakmasak ip kaçkınıların şakalarına benzeyebiliyordu. Ayjan’a aynen böyle açıkladım:

-                     Yakında hastaneden çıkacaksın. Bu olaylar da uzak geçmişte kalacak. Kendini alçıda hatırlayıp güleceksin bile. “Matruşka gibiydim” diyeceksin.

-                     Eğer vince zamanında çıkamasaydım... – diye aniden aklanmaya başladı.

-                     Sen doğru davrandın. Aferin, Ayjan. Herkes te onu söylüyor. Ben de sana söylüyorum. Senin davranışından bütün gazeteler bahsediyor. Okulda kızlar ise aynen bunu diyorlar: “Ayjan Donentayeva gibi olmak istiyorum”, - diye temiz vicdanla biraz yalan söyledim sonunda.

İlk olarak, Kazakistan’da şimdi birçok kızın Ayjan’a benzemek istediğinden emindim. Tam da emin olmak için herhangi bir yakın okulu ziyater etmek yeterliydi. İkinci olarak ta, ona moral vermek istiyordum. Mutlaka ve en tez zamanda eski Ayjan gibi olması lazımdı. Bu bana çok eksik geliyordu.

Kendimi şaka yapmaya verdim, fıkralar serpiyordum.

Koğuştaki diğer hastalar galiba hep bunu duyuyorlardı:

-                     Daha da eşek hakkında bir fıkra var... Bilmiyor musun? Şimdi sana anlatacağım...

Gülüş Ayjan’ın dudaklarından eksik olmuyordu, gülmemek için kendini zor tutuyordu çünkü gülerken daha acı çekiyordu.

Sonra nöbetçi hemşire gelip: “Yokladınız ve yeter. Yarın daha bir gününüz olacak. Şimdi ise hastayla başka bir ziyaretçi görüşmek istiyor” dedi.

-                     Bir dakika, doktor. Sacede komik bir olayı sonuna kadar anlatayım da, - diye doktordan rica ettim.

Ama beni koğuştan kovuncaya kadar daha birkaç defa yanımıza gelmek zorunda kaldı.

Zayıf elini sıkarak: “Yarın görüşürüz, Ayjan” dedim.

O da hafifçe elimi sıkıp fısıldayarak: “Görüşüzür, Jantas” diye cevap verdi.

Koridorda Bazargülle karşılaştım. Üstünde beyaz gömlek vardı ve bir paket erken elma getiriyordu.

Yavuz numarasını yaparak: “İşte bizi ayıran burada” dedim.

Bazargül: “Zavallı Ayjan” diye nefes verip avuçla gözlerini sildi.

Şimdi: “Ne diyorsun sen! Aynı eskisi olduğu gibi Ayjan’ımız kaldı. Onun nasıl gülümsediğine bir bak! Sanki birşey olmamış gibi. Yakında o yine bizimle olacak, göreceksin!” diye gerçekten isyan ettim.

İnatçı Bazargül: “Ah, keşke böyle olsa” diye nefes verip koğuşa girdi.

Ne yaparsın, kadınlar gerçekten de tabiyat açısından zayıf mahluklardır. Benim Ayjan’ım olduğu gibi değiller.

Şimdiden durum böyleydi. Sabahtan atölyemde siparişlere çalışıyordum, öğleden sonra da Ayjanla randevuya gidiyordum ve akşama doğru ben kovuluncaya kadar geleceğimizle ilgili plan yaparak boşboğazlık yapıyorduk. Tabii elimden gelene kadar da Ayjan’ı neşelendirmeye çalışıyordum. Bedeni gittikçe alçıdan kurtuluyordu, bu da güzel hayallerimizin gerçekleşmesine yakın olduğunu bir daha doğruluyordu.

Bazen bu mütevazı eğlencemize Bazargül veya Ayjan’ın ekip arkadaşları katılıyordu. Onlarla ben de arkadaş oldum ve ancak Altınay ve benim arasında hala gözle görülmez duvar duruyordu. İnatçı insan olup beni ilk dakikalardan beri sevmemeya başladı ve antipatini yenemiyordum. Ayjanla ilişkisini göz önüne alarak her türlü yol denedim,  ona tatlı ve parfüm hediye ettim. Ama birşey yapamadım.

Bu şekilde hemen hemen bütün yaz geçti.

Bir gün her zamanki gibi Ayjan’ın yatak kenarına oturarak şaka yapıyordum ama bu sefer beceremiyordum. Elimden geleni yapıp sağa sola espri yapmama rağmen nişanlımın gözleri üzgündü.

Ayjan’ın iç kapaklığına pek önem vermeden: “Ne oldu, Ayjan? Üşüttün mü yoksa?” diye sordum.

Ayjan çabayla: ‘Jantas, daha görüşmememiz gerekiyor. Bana gelme artık, unut’ dedi.

Ayjan’ın tiyatro efektleri sevenlerin arasından olmadığını biliyordum ve o yüzden telaşlandım.

-                     Bu konuşma da ne böyle? – diye hayretle sordum. Acı çekerek bana baktı.

-                     İlk baharı sevdiğini söylüyordun, hatırlıyor musun? – diye fısıldadı Ayjan.

Biraz kendime gelip: “Tabii. Daha da ilk baharın aşkı doğurduğunu söylüyordum. Bu tabii hiç özgün birşey değil. Ama yapacak birşey yok, durum böyle” dedim.

-                     Ama insana her yıl yeni bir ilk bahar gelir.

-                     Yeter, Ayjan. Benim bir tane ve uzun süren ilk baharım var. Bu da sensiz – diye tutkuyla itiraz ettim.

-                     Teşekkür ederim, Jantas, - dedi endişeyle. – Sana inanıyorum. Ama bu ilk baharın çiçeklenme zamanı geçtiyse ne yapacaksın? O zaman ilk baharın son bahar gibi soğuk ve yağışlı olur. Seni mutsuz görmek istemiyorum, Jantas. O zaman da ben tamamen mutsuz olacağım...

Sabrımı kaybederek: “Bunların hepsi ne demek ya? Adam gibi anlatır mısın?” diye kızdım ve bu davranışım Ayjan’ın gülümsemesine neden oldu.

Utangaç utangaç kızarıp: “Omurgamla birşey var. Daha... yürüyemeyeceğim” dedi aniden.

Sandalyeden fırlayıp tamamen kendimi kaybederek: “Bu saçmalığı sana kim söyledi?” diye bağırdım.

Ayjan suçlu suçlu: “Profesör Şerubay. Yani tamamen olduğunu söylemedi...” dedi.

-                     Şimdi gidip hemen çözeceğim bunu” diye tehditkarca söyleyip yürürken yıldırımları atarak koğuştan fırladım.

Odasının kapısını çaldım ve cevabı beklemeden girdim.

Şerubay masasında birşey yazıyordu. Beni görüp diş ağrısı varmış gibi yüzünü buruştu.

Konuya hemen geçerek: “O daha ne kadar yatacak? Cevap verin!” diye sordum.

Şerubay hırçın hırçın: “Kimden bahsediyorsunuz?” diye sordu.

-                     Ayjan Donentayeva tabii, daha kim olabilir. Siz de bunu iyi biliyorsunuz zaten.

-                     Evet, - diye mırıldadı Şerubay. – Onunla ilgili neyiniz var?

-                     Ayjan benim nişanlım!

Şerubay tarafsızca: “Öyle mi, eğer damatsanız... Donentayeva’nın omurgası zarar gördü. Yatması da uzun zaman gerekiyor. Belki de ömür boyu. İtiraf edeyim ki hasar ciddi.

-                     Daha göreceğiz. Yalnız bunu niye ona söylediniz? Keşke söylemeseydiniz. Şimdi ümidini kesmesin mi?

-                     Sanmıyorum. O güçlü bir insan. Bir de böyle şeyleri hastalardan uzun zaman saklayamıyoruz. Onu uzun zamandır tedavi ediyoruz ve başarısızız. O da çocuk değil ve bu tür facia olaylarda ciddi sonuçların eksik olmadığını de anlıyor.

-                     Dinleyin, doktor bey. Onun bende kalmasına izin verin. O bende daha iyi olacak.

-                     Haklısınız, - diye kabul etti Şerubay. – Hastane ortamı içini karartıyor, doktorun her günkü kontrolüne de ihtiyacı yok... Yalnız yaptığınız bu adımınızın sorumluluğunu sonuna kadar anlamıyorsunuz.

Karşı çıkarak: “Neden bahsediyorsunuz?” dedim. Şerubay masasından kalkıp kollarını arkasına koyup odada yürüdü.

-                     Ne diyorsunuz? Onu ne zaman alabilirim? Bugün olur mu? – diye sordum Şerubay’a.

Sarkaç monotonluğuyla odada yürüyordu. Abul Faraday’ın iddia ettiği gibi bu tür insanların içinde bir zamana kadar gaddar arslan saklanıyor. Abul Faraday haklı mı acaba? Eski alışkanlığıma uyarak istemeyerek felsefeye daldım ve Şerubay’ın içinde hançer gibi keskin tırnaklı aslan olsa ne olacağını hayal ettim... Önce tembel tembel gözlerini açıyor.

Ama Şerubay önümde durdu. Sanki uzun süren sabrına kendisi de şaşırıyordu. Nefret ettiği adamı kovmaktansa böyle davranıyordu.

Araştırmacının merakıyla: “Sizin olduğunuz yerde mutlaka mutluluğun da mı olduğunu düşünüyorsunuz? Bunu nereden çıkardınız? Kendine çok fazla değer vermeyesiniz?”diye sordu.

-                     O beni seviyor, Ayjan, - diye şaşkın şaşkın cevap verdim.

-                     Bu doğru, bana söylediler... hem müdavi hekim, hem de Bazargül, - diye mırıldadı Şerubay. – Siz de onu seviyor musunuz? – diye güvensizlikle sordu.

-                     Allahım! – diye haykırdım. – Sizin önünüzde duracak mıydım ki? Onsuz hayatım da yok!

Sadedil cevabım Şerubay’ın boynunu eğdirdi ve bunu kullanmaya karar verip üçünçü defa sordum:

-                     Ne diyorsunuz? Ayjan’ı alabilir miyim?

-                     Hayat düşündüğümüzden daha değerli, - diye mırıldadı Şerubay. – Fazla kırmızı olan meyve çabuk ta geçer. Başka bir insanın hayatından sorumluluğu üstlendiğinizin farkında mısınız? Başka birinin yatağı yanında hayatınızı geçirebilecek misiniz? Ya gücünüz yetmezse o zaman bu kızı neyin beklediğini anlıyor musunuz? Bunu şimdi bıraksanız daha iyi olmaz mı?

-                     Hayır! Hayır! Asla olmaz! – diye bağırdım. – Ayjan olmazsa ölürüm ben!

Ben kendim de Ayjan’sız kaldığım an kalbimin artık atmayacağına inanıyordum. Üstelik te içimde Şerubay’ın beni korkuttuğunu, nişanlımın durumunun dediği kadar ciddi olmadığını sanıyordum.

Şerubay: “Nereden bileyim? Sizin, sanat insanlarının, duyguları sıkça aklından üstün çıkar. O an da herşeyi gördüğünüz gibi algılıyorsunuz. Sonra da duygular gidiyor, sizi bırakıyor...” diye nefes verdi.

Eskiye ima ettiğini anlayıp: “Beni iyi tanımıyorsunuz” diye kırılarak itiraz ettim.

Şerubay: “İnşallah öyledir” diye müstehzi tebessüm etti. “Donentayeva daha iki hafta burada yatsın, sonra alırsınız onu. Ama hesaba katın, onun durumunda olanların yüzde doksan dokuzu yatakta kalıyor.”

-                     Göreceğiz, göreceğiz.Bu yüzde biri de benim Ayjan’ım olacak. Ancak böyle olmalı, başka türlü olmaz, - dedim kendi kendime.

Mutlulukla: “Teşekkür ederim, doktor bey” dedim.

Cevap vermeyip masaya yöneldi. Ama bu davranışı beni hiç bir şekilde çarpmadı. Kendimle memnun kalıp koridora çıktım. Ayjan’ın davranışını da şimdi başka bir ışık içinde görüyordum.

-                     Jantas, herşey apaçık. Ayjan gibi bir kız başka türlü davranamazdı. Çünkü o asil bir insandır. Çünkü benim nişanlımdır, - dedim kendime.

 

IX

 

Yaz süresini bitirdi ve onun yerini erken ve parlak son bahar aldı. Yaz sıcaklığıyla ütülen ağaçlar ve gökyüzü canlandı, yeşillik sanki tozları temizledi. Renkler yine parlak tonlara döndü. Ama kalan iki hafta şehirde koşturup bunları yarım gözle fark ediyordum. Ayjan gelmeden önce bir ton gereken şey almam gerekiyordu ve ne ellerim ne de ayaklarım buna yeterli oluyordu.

Arkadaşlarımız bütün hazırlıklara faal olarak katılıyorlardı. İşlerin büyük bir kısmını Bazargül üstlendi. Pratik hayatından birşey anlamayan Karipjan ve Asılhan bile tavsiye vermeye çalışıyorlardı. Sadece Altınay eskisi gibi vır vır edip duruyordu. Ayjan’ın benimle yaşayacağı haberi özel bir öfkesini doğurdu.

Bir kere Ayjan’ın bazı şeyleri almak için yurda geldiğimde Altınay’ın beni çekiştirdiğini kazaen duydum. Nişanlımın bavulunu yatak altından çıkarmak için çömelmek zorunda kaldım ve odaya giren Altınay önce beni fark etmedi.

-                     Bu Jantas zavallı arkadaşımın aklını tamamen karıştırdı. Bizim talihsiz Ayjan’ımız onun için ancak oyuncaktır, - diye belirtti kızlara.

Kızlardan biri bana mahcup mahcup bakarak: “Ama sakat bir kızla evlenme kararını her yiğit almaz. Sen de bunu kabul etmelisin, Altınay” diye itiraz etti.

Yatak önünde çömelerek oturup: “Doğrudur” diye düşündüm. “Yalan alçakgönüllülük olmadan söyleyeyim, her delikanlı böyle bir şeye cesaret etmez.”

Ama Altınay’ın ağzına sanki sinirli toprak yabanarısı girdi. Homurdanıp duruyordu.

Ellerini kudretli yanlarına koyarak: “Kime anlatıyorsunuz. Sanki büyük kahramanmış, Jantas’ınız. Uğraşmaktan bıkıp bırakacak, göreceksiniz” diye belirtti. Kulak misafiri olmak yakışık almaz bir biçimdi ve tam boyumla doğruldum. Altınay kıpkırmızı olup ve burnuna birşey mırıldayıp kapıdan fırladı.

Biraz önce beni savunan kız: “Altınay’a darılmayın. O iyi bir kız ve Ayjan’ınızı çok sever. Sadece herşeyi herkesten daha iyi bildiğini sandı” diye onu da savundu.

Ben de Altınay’ın iyi bir kız olduğunu düşünüyordum. Onun için de onunla temas kurmak istedim.

-                     Neyse, Jantas. Yakında nasıl biri olduğunu kendisi de görecek ve herşey değişecek, - diye sakinleştirdim kendimi.

İşte uzun zamandır beklediğim gün geldi. Hastaneye taksi ile gelip hastanenin kapısında ayrılmayan dostlar Karipjan ve Asılhan’ı gördüm.

Arabanın penceresinden: “Altınay nerede” diye sordum.

-                     Senden korkuyor. Artık senden bucak bucak kaçacak. Bir olaydan sonra, - burada Karipjan komplocu bir şekilde göz kırptı. – Rahat yaşa, Jantas.

-                     Delirdiniz mi? Ayjan’ın ne kadar üzüleceğini biliyor musunuz? – diye cidden korktum. – Ne söyleyeyim ya. Şef, inşaat yurduna hızla sür! – diye bağırdım şoföre.

Şoför omuz kaldırıp: “Başüstünüze” dedi. Kalın kaşlarını cımbızla başarısızlıkla yolduğunda Altınay’ın odasına uçarak girdim.

-                     Ah! – diye cıvıldadı Altınay ve cıbızı elinden düşürdü.

-                     Böyle de güzelsin!.. Kendine ne bir iş buldun, söyleyecek birşey yok. Orada en iyi arkadaşın hastaneden taburcu oluyor, sen ise burada bilmem neyle uğraşıyorsun. Hadi gidelim, hem de hemen! – diye bağırdım ona ve şaşıran Altınay’ı elinden tutup odadan alıp koridordan ve merdivenden arabaya doğru sürükleyerek götürdüm.

Sözün kısası Ayjan’ı bütün takımla karşılıyorduk. Bazargül yoktu, ama o bu zamanda bayram sofrasını kurup dairemde ev işlerine bakıyordu.

Ayjan’ı prenses gibi bize sedyede getirdiler. Çok görkemli refakat grubu da onu uğurluyordu. Abilkas başta olmak üzere hastanenin hemen hemen bütün personali toplandı. Abilkas sanki tören nedeniyle yüzüne yağ sürmüşler gibi parlıyordu. Doktorlar ve hemşireler ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı hastabakıcı bayanlar da sonunda duygulanıp gözlerini gömleğin kollarıyla siliyordu. Koşuşmayi merak eden taksici bile kabuğundan çıkıp hastanenin dalanına girdi. Mekanik olarak gözlerimle Şerubay’i aradım ama onu bulamadım. Mamafih, bugün ona ilgim yok, çünkü bugün bu dünyadaki en mutlu kişi benim, Jantas.

-                     Hadi Ayjan, çabuk arabaya bin, - deyip sedyeyi alacaktım.

Taksi şoförünün sakin sesi: “Onu taksiye nasıl bindireceğiz?” diye duyuldu.

Abilkas, taksici ondan yaklaşık beş yaş büyük olmasına rağmen, kibirli bir tavırla: “Delikanlı!” dedi. “Beyefendi, kurumumuzun hastaya düşüncesinin yeterince olmadığını mı sanıyorsunuz?” Burada nöbetçi doktora azametle dönüp: “Arabayı getirttiniz mi?” diye sordu.

-                     Abilkas Daribayeviç, - dedi doktor sitemle.

Dışarıda gerçekten de güzel kırmızı haçlı minibüs vardı, onun arka kapısında ilk işaretle Ayjan’ımla sedyeyi kaldırıp dünyanın öbür ucuna gitmeye hazır olan beyaz gömlekli iki yiğit duruyordu. Yani hastane Ayjan’ı sanki kızını evlendiriyormuş gibi uğurluyordu.

Abilkas kendini tutamayıp kısa ve moral verici konuşma yaptı. Hastabakıcılar mutluluktan endişeli olan Ayjan’ımı arabaya ustaca yatırdılar, ben yanındaki banka oturdum, grubumuzun başka üyeleri ise taksiye sığdı. Abilkas gömleğini çıkarıp “Volga” servis arabasına bindi ve bizim törenli kortej şehirden yüzüp gitti.

Önce yolu göstererek Abilkas’ın arabası gidiyordu, sonra bizim küçük araba alayına gönülden şarkı söyleyen Ayjan’ın arkadaşlarıyla taksi girdi ve bu bayramın suçlusu olan biz katarı kapatıyorduk. Yoldan geçenler adımlarını yavaşlatıp ağızları açık kalıp rengarenk ve tuhafça seçilen süvari alayımıza bakıyorlardı.

Ayjan’ın elini kendi elimde tutuyordum ve ağzım istemeden gülümsüyordu. Her hangi bir güç de onu düz bir çizgiye getiremiyordu. Bu zamana kadar ağzımın ne kadar büyük olduğunu tahmin etmiyordum, kulaklarıma kadar bile yetişiyor. Bana bakarak Ayjan’ım da gülümsüyordu.

Teskerecilerden biri: “İkinizi de bir yere gördüm mü? Sizi bir defa bir yere götürüyor muydum? Hastaneye mi acaba?” diye düşündü.

Ama o olaylar artık uzaktaydı, uzak geçmişte kaldı ve bu gezi öncekinden o kadar farklıydı ki teskereciye cevap vermek bile canım istemiyordu. O ise yolumuzun sonuna kadar kafasına birşeyler takıyordu.

Ayjan’ı evin içine getirdikleri zaman yine inat etmeye başladı:

-                     Yurda götürülsem daha iyi olmaz mı, Jantas? Daha geç olmadan? – diye fısıldadı Ayjan.

Salak, sanki ona nefese gibi ihtiyaç duyduğumu anlayamıyordu, üstelik kararımı değiştirmiş olsam da o kadar insanların göz önünde ilk kararımdan vazgeçemezdim.

Altınay: “Saçmalama” diye lafını kesip teskerecileri: “Neden duruyorsunuz? Hadi daha neşeli!” diye sesiyle teşvik etti.

Teskereciler dizgileri kısılan aygırlar gibi yukarıya itaatli çıkmaya başladılar.

Ayjan’ı daireye getirdiler ve neşeli uğraş başladı. Ayjan yatağı için yer seöiyordu, biz ise, erkekler, onun gelecekteki yatağını bütün dairede gürültüyle taşıyorduk.

-                     Ayjan, pencereden bakar mısın. Vincini görüyor musun? – diye cıvıldadı Altınay.

-                     Aaa, evet, Altınay! Beyler, yatağımı buraya getirin... Yok, oraya! Orası daha iyi! – diye bağırıyordu Ayjan sedyeden ve yine yatakla yüpürme başlıyordu.

Ayjan, nihayet yatağa yatırıldığı zaman: “Vincim herşeyden daha yüksek” diye çocuk gibi seviniyordu. Pencereden gözlerini ayırmıyordu.

-                     Benim yerime kim çalışıyor? – diye sordu kıskançlıkla.

Altınay büyük parmağını gösterip: “Merak etme, böyle bir kız” dedi. “İsmi Bubeş... Ama iş hakkında sonra konuşuruz, olur mu?”

Abilkas resmi olarak: “Aferin, Ayjan. Görev gereği herşeyden önce” dedi.

Ayjan: “Öylesine sordum” diye bozuldu.

-                     Acaba, normal insan diliyle ne zaman konuşuyor bu? – diye düşündüm.

-                     Dikkat! – diye Bazargül’ün sesi duyuldu. Mutfaktan bir şişe şampanya ile çıktı. Karipjan ve Asılhan pajlar gibi arkasından kadehleri ve mezeleri getiriyorlardı.

-                     Beyler, şampanyayı kim açacak? – diye sordu Bazargül.

-                     Tabiki ben, - diye şaşırdı Abilkas.

Beklenmedik kıvraklığı gösterdi ve mantar bayanların keskin çığlık eşliğiyle tavana uçtu. Sonra Abilkas eczane hassaslığıyla kadehleri doldurdu.

Abilkas kadehini kaldırırken: “Ayjan Donentayeva ve Jantas Bekov’un mutluluğu için içme teklifim var” diye belirtti.

Karipjan ve Asılhan: “Yaşa!” diye feryat bastılar ve kadehin dibine kadar içtik, Ayjan bile bir yudum yaptı.

Kadehler yeniden dolduğu zaman Bazargül: “Sevgiliyle birlik cennet kapısının açılmasına eşittir. Bize ve Ayjan’ına ne diyeceksin, koke?” dedi.

İtiraf edersem, şimdi kafamda herşey karıştı. Dilimin uçunda hazır tek bir kelime yoktu. Ama demek ki “Kör gözler de ağlar” boşuna demiyorlar ve içimde olan herşeyi döktüm.

-                     Arkadaşlar! Değerli dostlarımız, - diye başladım kadehi kaldırarak. – Bence, hayatı renkli günlük defterine benzetebiliriz. Herkes onu yaşadıklarıyla dolduruyor. Şair şiirlerle, besteci ise şarkılarla. Ressam ise onu telaşlandıran mutlulukları ve acıları renklerle anlatıyor. Bugünden itibaren Ayjanla günlüğümüzün yeni sayfalarını açıyoruz...

Güzel soyledin, - diye kabul etti Abilkas.

Yine ağzımı açacaktım ama kapının uzun zili duyuldu ve kapıyı açan Asılhan gençlerin ve kızların gürültülü sürüsepetle döndü. İnşaat yurdunda karşılaştığım bazı yüzlere göre Ayjan’ın arkadaşlarının olduklarını anladım.

Kızlar bağırışarak Ayjan’a yönlendiler ve keşmekeş başladı. Bazargül fazla kap almak için mutfağa gitti.

Abilkas hırçın hırçın yüzünü buruşturup: “Ne kadar düzensiz bir halk” dedi.

Nihayet Karipjan ve Asılhan eski haklarını ortaya koyarak düzen verebildiler.

Karipjan: “Ses yok! Tıs, gençler!” diye bağırdı. “Söz damatta! Konuşsun sonuna kadar!”

Yeni misafirler mahcup bir şekilde sustular.

-                     İşte, arkadaşlar, - dedim yükselerek, ama daha bir zil bana engel oldu. Kapıya giden Asılhan bu sefer komşum olan Zulfiya ile döndü. Onun yedi yaşındaki oğlu Erkejan Zulfiye’yi elinden sıkı tutup yan bakıyordu, onun arkasından da birbirinden daha küçük iki çocuk sürükleniyordu.

Zulfiya şarkı söylüyormuş gibi: “Merhaba, merhaba” deyip “Bu çocuklar beni rahat bırakmıyorlar. Yeni teyzeyi göster de göster diyorlar. Bu inatçı çocuklarla ne yapacaksın ki.”

Abilkas: “Çocuklar çocuklardır işte” diye vurguladı çünkü uzun zamandır gölgede kalamıyordu.

Zulfiya: “Evet, evet. Doğru işte!” diye devam etti ve çocuklara eğildi: “Çocuklar, vinçten düşen teyze bu işte. Ona yardım edecek misiniz?”

Çocuklar: “Edeceğiz” diye uyumsuz olarak cevap verdiler.

Duygulanmış Ayjan: “Teşekkür ederim size, çocuklar. Size neyle karşılık verebilirim?... Ancak şekerle.

Zulfiya ürken çocuklarını: “Hadi gidin, teyzeye gidin. Size tatlı verecek” diye hafiften itti. “Hadi gidin, kayın olmayın.” Kandisi de masaya geldi ve ona hemen bir bardak şampanya verildi.

Karipjan: “Söyleyin, Jantas. Sözünüzü daha bitirmediniz” diye hatırlattı.

-                     Arkadaşlar! – diye şaşkınlıkla söyledim. – En yakın zamanda... Ayjan ayağa kalkacak ve biz muazzam toy yapacağız. Bütün şehrimiz için ziyafet.

Ayjan elini Erkejan’ın kıvırcık saçlı kafasına koyup: “Oh, çabuk olsa da, beklemek istemiyorum” diye nefes aldı.

Kız arkadaşları da: “Ayjan, ayıp değil mi?” diye hişt ettiler.

Erkejan: “Birşey değil, teyze, yakında sizinle saklambaç oynayacağız” diye çekingence söz verdi.

Ayjan: “Saklambaç şimdi de oynayabiliriz. Battaniyeyi üstüme geçireyim de sen sonra bulmaya çalış” diye gülümsedi.

Zulfiya bardağını bitirip: “Zavallı, zavallı” diye başını salladı. “Eğer böyle de kalırsa, zavallı. Vinçten düştüğünü söylemek kolay mı... Vinç ne ki... Bizim aulumuzda bir kız rahvan attan düştü, o kadar da. Ama ömür boyu için kıvrandı. Böyle biri kime lazım?

Bana baktı ve yine başını sallayıp sanki: “Sende zavallısın, zavallısın” dedi.

Odada rahatsız sessizlik oluştu.

Üzüntü ile: “Abla, ne kadar da aptal bir kadınsın! Bizim neşeli ortamımıza hangi dert seni getirdi?” diye düşündüm.

-                     Abla, sütünüz kaynadı, - diye karıştı olaya Altınay.

Zulfiya: “Süt mü?” diye şaşırdı. “Ocağa süt koydum mu ki? O zaman ben kaçtım. Çocuklar, çocuklar benimle gelin!” Çocuklarını topladı ve onları önünden iterek dairemizi bıraktı.

Bu konuşkan bir kişinin önünde ne kadar büyük bir zevkle kapıyı açtığımı tahmin edersiniz.

Artık merdiven sahanlığından Zulfıya anlamlı anlamlı: “Başka bir zaman uğrarım” diye söz verdi.

Gidişi herkesin hafiflik soluğuna neden oldu. Misafirlerin sırtlarından sanki yük düştü, herkes hareketlendi ve bağırıp çağrışıp konuşmaya başladı. Şampanya yine köpürdü.

Zulfiya gitti, beni ise günün kalan kısmı boyunca garip bir duygu bırakmıyordu. Sanki kulağımın yanında sivri sinek dolanıp vızıldaya vızıldaya konuşturmuyor ve düşündürmüyordu. Ben onu kovup duruyorum, o ise ısrarla vızıldıyordu. Uçup yeniden dönüyordu.

“Jantas, burada güzel Jengey’in ne gakladığını unut” diye kendimi inandırıyordum. “Zeki olmayan bir kadından ne alacaksın... En azından bu zamana kadar herşeyin en iyi bir şekilde oluyordu.”

Zulfiya’nın hüzünlü kehaneti ufuğumun altında kara bulut gibi toplandı. Gökyüzü temiz ve aydınlık, o ise çöp gibi göz kenarında dikilip duruyordu.

 

X

 

Sonraki gün geç kalktım. Gözlerimi açar açmaz “Uykucu, sen uyuyorsun, ama Ayjan bu zaman senin yardımını bekliyor!” düşüncesi beni batırdı.

Sedirin zemberekleri büzülüp beni yataktan attılar. Hemen giyinip Ayjan’ın yatağının durduğu odaya baktım. Ayjan gözleri açık yatıyordu ve burnunun altına birşey fısıldıyordu. Uyandığımı duyunca başını bana çevirip parlak parlak gülümsedi.

Girerken: “Özür dilerim, Ayjan” diye yalvarmaya başladım. “Ben uyuyakaldım, sana belki birşey lazımdı. Sen beni çağırıp duruyorsun, Jantas ise son domuz gibi derin derin uyuyor.”

Ayjan: “Günaydın, Jantas. Şimdilik bana birşey lazım değil. Uzanıp yavaştan şarkı söylüyorum” dedi.

Ayjan’a bakarak uğraşıyordum. O çekinip bunu diyordu:

-                     Of, sana karşı mahcup oldum, Jantas. Gerçekten utanıyorum.

-                     Birşey değil, Sen iyileştiğin zaman seni çok çalıştıracağım, - diye canlı canlı cevap verdim.

Ayjan’a bakmak çok hoşuma gidiyordu. Bu zamana kadar kimseye bakmıyordum ve bu özenle bakmanın yeniliğine kendimi verdim. Üstelik te bunların hepsi uzun zaman süremeyecekti. Sadece Ayjan iyileşene kadar. Onun yakın bir zamanda iyileşmesine de emindim.

Kahvaltıdan sonra Ayjan’a kitapları verip evlendirme dairesine koştum.

Evlendirme dairesinin aynı memuru: “Bu sefer de yalnız geldiniz. Demek ki kararınızı değiştirmişsiniz,” diye zehirli gülümsedi.

Onun yumruğunu savuşturarak: “Eğer Muhammed, hiç bir şekilde, dağa gitmezse, dağ, bunu kabul edip, Muhammed’e gelir. Siz de dağı örneğe almak zorunda kalacaksınız,” diye bildirdim ve cevabi vuruş olarak bizimle olan herşeyi ona anlattım.

Görevli bayan bana hayretle bakarak: “Demek ki, bu siz misiniz? Bütün şehir sizi konuşuyor,” dedi. “İtiraf edersem, sizi gayet hafif bir insan zannediyordum. Biliyorsunuz, bence, sanat insanları genel olarak hafif insanlardır. Ama demek ki siz istisnasınız.”

Onunla herşeyin nasıl olacağını konuşup evlendirme dairesinin memurlarının evimize ne zaman geleceklerini planladık ve ben Kültür Evine gittim.

Atölyedeki dersler çok hoşuma gidiyordu, yeni başlayan yeteneklerle uğraşmak çok ilginçti. Bir insanın senin göz önünde gelişmesi çok sevinç verici. Ama şimdilik dersleri ertelemek lazımdı, en azından ilk zamanlar için. Ne de olsa derslerin de zamana ihtiyacı vardır.

Müdürle de herşeyi hızlıca hallettik ve ben başka bir yere koşturacağımda müdür beni düğmemden tutup:

-                     Jantas, burada yabancı yok, - deyip elinle içinde projeksiyoncu ve bizzat o olan daireyi çizdi. – Buna ne gerek vardı?, - diye acılacak halde sordu.

Projeksiyoncu sitemle: “Bu Ayjan Donentayeva ama!” diye haykırdı.

Müdür: “Öyle mi? O kız mı?” diye sordu. “O zaman doğru yapıyorsun.O bir kahraman falan filan. Ama sakat biriyle evlenmek...”

Moralim çok iyi olduğu için kızmayıp: “Tavsiyelerinle geç kaldın” diye bağırıp istikametime doğru koşturuverdim...

Bu günlerde de “Kaplanın pençelerinde kız” kompozisyonuna çalışmaya başladım. Bu fikri bana İsa Bayzakov’un uzun şiiri verdi. Hatırlıyor musunuz, gölün aynalı ve pürüzsüz yüzeyindeki kuğu gibi zavallı ve güzel kız Kuralay... Acımasız kader gibi aman zaman bilmez Jolbars... Korunmasızlık ve gaddar kudret!.. İyilik ve nefret!.. Hayat ve ölüm çatışması!.. Ezeli mücadelenin felsefi sembolünü yaratmak istiyordum. Musibet Ayjan’ımın başına gelince bu hevesim daha da katılaştı.

Ama eğer düşüncelerim hep Ayjan’ın yanındaydı, bu ne bir çalışmaydı. Anlayışsız ıstıraptan bir saat sonra kilin küçük bir parçasını tezgahın üstündeki genel topağa atıyordum ve nefes verip genç canlı modelime bunun gibi birşey söylüyordum:

-                     Gayni, sen bügün bir markette kaymağa rastladın mı?

-                     Kaymağı sanki Auezov caddesinde görmüştüm. Oradaki küçük yiyecek mağazasını biliyor musunuz? İyi kuzu eti ise Yürütme Kurulu yanındaki markette, - diye ekliyordu sezişli Gayni.

Ben de halka şehlinde çok hızlı gidiyordum: Auezov caddesi, Cambul sokağı, pazar, Yürütme Kurulu...

Almatı’da sergi bitti ve Ulbosın’ıma teşvik ödülü verdiler. Böylece jüri bana özel mektubu gönderip beni kapanış törenine davet etti.

Mektubu okudum ve Ayjan’ın karar vermesini düşündüm. Sonuçta benim kısa yokluğum sırasında eşime Bazargül bakarsa birşey olmaz. Kardeşimden emindim, sevdiği ağabeyine red yanıtı vermez, karakteri böyleydi. Ayjan’ın kararı da şüphe götürmüyordu. Ama formalite formalitedir ve eşimin odasına mektupla girdim.

Ayjan üzüntüyle: “Bu Bubeş’in yükü nasıl taşıdığına bakar mısın. Bu keskin hareketler ne? Çocuk beşiği gibi muttarit olarak yapmak lazım,” dedi. “Kimse de ona doğru dürüst bunu söylemez. Bügün onların yıldızı sönecek, görürsün. Bir bekleyin, onlardan biri gözüme ilişsin de. O zaman göstereceğim onlara.”

Bubeş’i çağırıp Ayjanla beraber onu azarlamaya söz verdim ve sonra mektubu uzattım. Eşim yazıyı gözden geçirdi ve mektubu bana geri vererek inançlı olarak: “Hemen git! Ne şüpheler olabilir ki? Senin için o kadar mutluyum ki tahmin edemezsin!” dedi.

Vicdanımın temizlenmesi için: “Sen bensiz ne yapacaksın?” diye inat ettim.

-                     Birşey olursa Bazargül yardım eder. Hemen hemen her akşam Altınay da geliyor, kendin biliyorsun. Git, git, kafana takma.

-                     Peki, gideceğim, - dedim. Ama ok gibi uçup geri döneceğim.

Ayjan anne gibi gülümseyerek: “Uçakla veya trenle de gelebilirsin” dedi. Her halde saf oyunumu çözdü.

Bazargül de memnuniyetle kabul etti, son zamanda Ayjan’a daha da çok bağlandı. Abilkas direnip birşey mırıldadığı halde gereken eşyalarını topladı ve onu dairemize getirdim.

Kız kardeşim şaka olarak: “Eşinle erkeklerden dinleneceğiz” dedi.

Sonraki gün bir zaman için kafamdan ev tasalarını atıp Almatı’nın anacaddesinden serbestçe ve hafifçe yürüyordum. Bakışım yoldan geçenleri özenmeden süzüyordu ve önümde giden bir kadının üstünde aniden durdu. Ne diyeyim, gözüm aptal değil, kadının omuzları, kolları ve kalçasının muttarit çizgileriyle mükemmel vücudu vardı. Renkli elbisesiyle bana akvaryumda kayan parlak ve dekoratif balığa benziyordu.

Ama dikkatimi çeken bu değildi. Dünyada çok güzel kadın var ve hepsini gözle yemek gereksiz. Önümde yürüyen kadın ise bilinçaltımda uzak ve tanıdık biriyle görüşme hissini uyandırdı. Sanki bir zaman bu mükemmel vücudun her çizgisini biliyordum. Onu bütün ayrıntılarıyla ve titizlikle öğrenen doktor veya heykeltraşın bilebildiği kadar biliyordum. Aynı şekilde şarkıcının bilinçaltında da uzun zaman önce, kalubeladan beri, söylediği ayrı sözler ve melodinin parçaları kalır.

Bu duyguyla merakımı uyandırılan ben adımlarımı arttırdım. Yakında hemen hemen burnumun önünde boyatılmış koyu kızıl saçlarının ağır düğümü tembelce zıplıyordu, sonra da çehresinin yumuşak beyzisi ortaya çıktı. Yüzü evrelerini değiştiren ay gibi gitgide açılıyordu. Bayan bana bakıp aniden yürüyüşünü yavaşlattı.

-                     A-a-a Umit!, - diye hayretle haykırdım.

-                     Jantas?, - diye en az benim kadar şaşırdı.

Evet, evet, benim ilk canlı modelim Umit idi. Köşeli yarı yeniyetmeden yarı kızdan olgun ve pürsıhhat kadına dönüştü. Ama vücudu o mahrem ve özel, ancak ona ait olan birşeyi korudu ve demek ki eğer Umit’te ancak ona ait olan bu şeyi okuyabildiysem o zaman çok ta kötü öğrenci değildim.

-                     Seni buraya hangi rüzgar attı? – diye sordum sevinerek.

-                     Ya seni? – diye sırayla sorup gülüşüyle aydınlandı. – Seni hemen tanıdım. O zamandan beri çok erkekleşmişsin, düşünülür gibi değil!

Cesurca ve açıkça beni dikkatle gözden geçiriyordu ve Umit’in nasıl değiştiğini fark ettim. Sanatçının önünde elbisesini ağlayana kadar çıkarmaktan çekinen o kız geçmişte kaldı. Şimdi insan bedeninin ağır bir armağan olduğunun farkındaydı. Olgunluk ona zevke sevinip değer vermeyi öğretti. Kendi kendime: “Burada şaşıracak ne var ki? Bir zaman büyüyecekti, ben de başka biri oldum, değil mi?” dedim.

-                     Şimdi neredesin, Umit?

-                     Buradayım. Almatı’da oturuyorum. Proje bürosunda çalışıyorum. O zamandan bu yana köprülerin altından çok su geçti! Maalesef, acelem var... Mamafih, misafirle gel. O zaman sohbet ederiz. Sana anlatacaklarım var, bir de çok.

Adresini kaydettim ve akşama kadar ayrıldık. Akşam ise serginin kapanışıyla ilgili törenden sonra meslektaşlarımdan kaçıp Umit’in evini buldum.

Kapıyı Umit kendisi açtı.

Kuşku dolu bakışımı fark edince: “Rahat, rahat. Ben tekim” diye gülümsedi.

Odaya geçerken basmakalıp espriyle: “Demek ki kıskanç kocan çıkıp zavallı Jantas’ı vuracak” diye cevap verdim.

Umit sedire otururken: “Kocam Moskova’da kaldı. Daha doğrusu eski kocam. Ben ise anneme taşındım” diye belirtti.

            Koltuğa çökerken: “Ne oldu? Bence, nikahınızdan sonra o kadar çok ta zaman geçmemiş. O kadar büyük aşk ve işte alsana” dedim.

            Umit: “Ben de öyle düşündüm. Ama beraber bir sene bile yaşamadık. Ayrıldık. Nedeni de biliyor musun?” diye üzüntüyle gülümsedi.

            Ben nedeni nereden bilecektim ki, o yüzden de sadece kollarımı iki yana açtım.

-                     Bir zaman canlı model olduğumu öğrendi.

-                     Öyle mi? Ondan bunu sakladın mı?

-                     Bunu söylemeye sıkılıyordum. Kızlarımıza dikiş yaptığımı ve onların bana yavaş yavaş ödediklerini söyledim... Jantas, ama yaptığımda kötülük yok, değil mi? Söyle, doğru mu? – diye sordu Umit heyecanla.

-                     Tabiki, hayır. Rahat ol, Umit. Bence iyi birşey yaptın. Senin sayende ben heykeltraş oldum, Umit... Belki, ona yalan söylemeyecektin... Ama eğer seni anlamamışsa, çok ta sevmemiş! – diye kararlı bir şekilde söyledim.

Umit: “Kim bilir. Bazen ben de böyle düşünüyorum... Ama kim bilir” diye nefes verdi.

Anıların yükünü üstünden attı.

-                     Allahım, misafirim var, ikram edecek birşeyim yok, - diye telaşa düştü Umit. – İtiraf ederim, geleceğine inanmıyordum. Tanışıklığımız geçmiş oldu... Annem kız kardeşine gitti ve ev tamtakır. Kendime yemek yapmıyorum... Ancak, çay mı?

Beni beklemediği halde geldiğim için kendimi rahatsız hissedip: “Çay da olur” dedim.

Umit düşüncelerimi okuyup: “Hayır, sana sevindim. Geldiğine ne kadar sevindiğimi bilemezsin bile. Ancak geleçeğine gerçekten de inanmıyordum. Senin için kimim ki?” diye korktu.

Yaklaşık beş dakika sonra aynı odada güzel kokulu çay içiyorduk. Sehpayı ve sandalyemi sedire yaklaştırdım, Umit ise masaya kurabiye ve fincanları koydu.

Sohbeti devam ettirircesine: “Benim için önemin var ama. Nasıl olsa senin yüzünden eşimle birbirimizden ayrıldık. Dolaylı olarak olsa da bu işte payın var” dedi.

Sesinde oynak notalar duyuluyordu. Bacaklarını çok açık bırakan kısa eteği giyiyordu. Umit’in dizleri iki magnet gibi beni istemeyerek çekiyordu. Bakışımı hissediyordu ama bana hiç çaktırmıyordu. Sadece beni uyandırırmışçasına bacak bacak üstüne attı.

Sakinleşen yüzüne baktım ve bir zaman bu kadına aşık olduğumu hatırladım. O zaman yakın ve değerli olarak görünüyordu. Şimdi ise muhteşem hediyesini kullanmayı bilen tamamen yabancı biri oturuyor. Bunu nasıl algılamam gerekiyor: kadınların erkekleri bilinçsiz fethetme hevesi mi, büyük annelerden miras olarak geçen içgüdü mü yoksa bir sürtüğün hesaplaması mı?

Umit: “Nasıl olsa er veya geç ayrılacaktık. O bir şekilde kanatsız idi. Yemek yemek ve uyumak onun için herşeyin başındaydı. Ben ise hayatımızdan başka birşey bekliyordum. Gerçi, bunu evlenmeden önce de gördüm...” diye belirtti.

-                     O zaman kim seni buna itti?

-                     Tecrübesizlik. Aşk dediğimiz şey, - dedi Umit küçümsemeyle. – Gençken hayatın tuzunun nerede olduğunu bilmeden az mı hata yapıyoruz. Sonra bakıyorsun, başka bir yerdeymiş. En azından senin gibi bir erkeği bulmaktadır...

Ne diyeyim, gururum okşandı. Ama nedense tonu hoşuma gitmedi.

-                     ... ve genelde, neşeli hayatta. Dert ve kaygı olmadan, - diye düşüncesizce lafını bitirdi Umit.

Örtülmeyen sinizminden dolayı üşüdüm. Ama kulaklarıma inanmak istiyordum. Allahım, dediğimiz gizemli yollar nereye götürür! Bunları daha önce temiz ve açık gözlü Umit’ten duyuyorum. Ya da beni deniyor, Jantas’ın kim olduğuna merak ediyordu. Umit adlı mücevherin kötü ince tabaka ile kaplandığına inanmak istemiyordum.

Bir an üzülüp: “Umit değişti mi?” diye sordu. “Ben tabii espri yapıyorum. Öylesine. Bir süre şey söyledim burada. Gerçek aşk oluyor ama kime nasıl kısmet ise. Ben kendim suçluyum. Muslim’i çok ta sevmiyordum, sadece kafama: “seviyorum, seviyorum” diye koydum. Bu arada, senden de hoşlanıyordum. Ve sen benimle kur yapsaydın, kim bilir, herşey nasıl olurdu.”

Benim için bu açık bir söz idi. Ama artık anlamı yoktu. Daha önce Ulbosın’ım vardı, şimdi ise Ayjan var.

“Ayjan’a gitmek için zaman geldi, zaman geldi, belki daha bugünkü trene yetişebileceğim” diye geçti kafamda.

Tatlılıkla biraz daha sohbet ettik ve ben vedalaşmaya başladım. Artık kapıda Umit’in ılık elini kendi ellerimde, Allah görür, mekanik olarak tuttum. Eli ise özgürlüğe kavuşmak için acele etmiyordu, demek ki benim ellerimde olmayı beğenmiş. Hatta beğenme işeretini vererek bir kere parmağını oynattı. Hata yaptığımı anladım ama suçsuz elini hemen alıp ta reddetmek uygun düşmüyordu.

Umit elini çıkarmayıp: “Jantas, Almatı’da olursan uğra, tamam mı? Veya sadece gel” diye fısıldadı.

Nezaketli yalan olduğunu anlayarak: “Mutlaka gelirim” diye söz verip parmaklarımı açtım.

Merdivenden iniyordum, Umit ise hala kapıda durup bana el sallıyordu. “Sakın, sakın” dedim kendime. “Ayjan’ın var! Dünyanın en iyi karısı, Jantas Bekov’un karısı.”

 

XI

 

Bir gün ben Ayjan’a ilaç verirken o bana bakmayıp: “Jantas, başaramayacağım. Hayatımı sonuna kadar yatakta geçireceğim. Sen de benim yüzümden ıstırap çekiyorsun” dedi.

İstemeyerek hapı içip ekledi:

-                     Pencereden bakıyorum, inşaattaki yıldız bir yanıyor bir sönüyor. Sanki burada da o söndüğü zaman sucum var.

-                     E-e-e, yese düşme. Bu konuşmalar ne böyle! – diye metin olmaya çalışarak eşime sesimi yükselttim.

Ama hayırlı sonuca önceki güvenim beni bıraktı. Haftalar, aylar geçiyordu, hastaneden doktorlar geliyordu, bir kere Şerubay bile uğradı. Hemşireler eşimin çok cefa çekmiş vücudunda tek sağ parça bırakmayıp şırınga ile ona iğne yapıyorlardı. Ayjan kilolarca ve litrelerce ilaç alıyordu ama iş yürümüyordu.

“Ya aşk başka tarafını gösterirse? Mutluluk değil, acı olursa?” diye kaygıyla düşündüm.

Daha klasik edebiyattan biliyordum, aşk, genelde, öyle birşey ki mutluluk ve acı birbirleriyle yarışıyorlar, mutluluğu kendi ağına kim yakalar. Biri aşkı halsiz düşürmek ister, biri ise onun çiçeklenip muhteşem çiçek gibi açılmasını ister. Herşey kimin kimi yeneceğine bağlı. Ama trajedisiz olamayan edebiyatın ve hayatın farklı şeyler olduğunu sanıp buna pek anlam vermiyordum. Bir de böyle birşeyin başima gelebileceğine inanmıyordum. Başka biri olsa tamam da bana böyle şeyler yapıldığı inanılmayacak birşeydir.

Bir an önce böyle görünüyordu. Ama şimdi de yıldızıma güveniyordum. Ama hadiseler acele etmeyip aynı yerde duruyordu ve elimden gelene kadar kendime gayret vermeye çalışmama rağmen itidalimin yeteceğine inanmıyordum.

-                     Başını dik tut, canım! – diye haykırdım ve eşimi yanağından öpüp yatağından uzaklaştım.

Hem Ayjan’a hem de kendime üzülüyordum.

Son zamanlarda hiçbir işim yürümüyordu. Kendimi işe verip kafamı dağıtmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Kil ellerimi dinlemiyordu. Bir defa da canlı modelim Gayni’ye bakıp şaşırdım ve böyle düşündüm:

“Jantas, sen tembel, budala Gayni ve artistik, ince duygulara sahip olan Kuralay arasında bağlantının olduğunu sanarak delirmişsin herhalde. Ona bir bak: yerine geçmektense köşede sandalyede uyukluyor, özel söz bekliyor.”

Çok inandırıcı olmayan bahaneyle Gayni’ye istifa edilmesini açıklamak zorunda kaldım.

-                     Anlıyor musun, dün Kurulay’ı daha aydın kilden yapma talimatı aldım. Aydın kil için uymuyorsun, çünkü sen daha esmersin, Gayni, - diye bu budalaya yalan söyledim.

-                     O kadar da esmer değilim, her neyse, - diye homurdandı Gayni ve omuzlarını kaldırıp gitti.

Herşeye yeniden başlamam gerekiyordu ama aklımda başka model yoktu. Tezgahtan bütün balçığı toplayıp onu esas rezervesi suda durduğu çinko banyoya götürdüm.

-                     Sahibin makul birşeyi yaratana kadar ıslan, ıslan, - dedim kile.

Eve giderken: “Hm, bir insan kendi kaderinin sahibidir derler. Ben de başkalarına bunu sıkça diyordum. Ama o zaman dert nededen ortaya çıkıyor?” diye düşünüyordum. Demek ki insanın kendisi kendine karşı kumpas kuruyor. Kendi için kötülük düşünüyor, derdi o kadar istiyor. Geleçekte insanoğlu kendi kaderinin sabibi olacak, orası besbelli, ama şimdilik bazı şeylere karşı o daha zayıf. Ayjan’ı alalım, herşey ancak ona bağlı olsa illetlerini çoktan yenecekti. Ama şimdi hal ve şartlar ondan daha güçlü... hal ve şartlar, kötü güçler... İşte bu. Ben ise Ayjan’ıma çok üzülüyorum.”

Eşim de bana üzülüyordu. Son zamanlarda bunu gözlerinden fark ediyordum. Mutluluğumuza inancımın beni terk ettiğini tahmin ediyordu ve bana acıyordu. O kadar ki artık mümkün olduğu kadarıyla yardımımı az kullanıyordu. Susarsa da su getirmemi rica etmiyordu, çünkü kendini suçlu hissediyordu.

Aşkımız artık birbirimize acımaya benziyordu.

Tereyağı almak için markete uğradım ve tezgah yanında sırada duran bayanların hepsi gözlerini bana diktiler. Ben kasaya yönelip onlara sırtımı döner dönmez sırada sesler hışırdadı:

-                     Aynı mı?

-                     O, o, komşular. Cefakeş!..

-                     Sakat biriyle evlendi...

-                     Parmağını bile oynatmıyormuş diyorlar. Aynı şekilde yatıyormuş.

-                     Hayatını mahvetti...

-                     O kadar da genç, düşün...

Sıraya girmeden alışveriş yapmamda ısrar ettiler.

-                     Teşekkür ederim, - diye ekşi ekşi gülümsedim ve acıyı paylaşan bakışlarıyla karşılaşmamak için marketten fırladım.

“Ya onlar haklıysa? Ya ömür boyu yıkılmaya mahkumuz?” diye korkuyla düşündüm.

Evimizin yanında kaldırımın genişliğini ölçüyormuş gibi Altınay yürüyordu.

Demir sesiyle: “Seninle konuşmak istiyorum” diye bildirdi.

Kötü birşey hissederek: “Burada niye dolanıyorsun? Gidelim, bize gidelim” diye teklif ettim.

“Sizde olmaz. Baş başa kalarak konuşmak istiyorum... Biliyor musun, Ayjan’ı bize getirelim” diye birdenbire pot kırdı.

Ben de tamamen şaşırıp: “O benim karım...” diye telaffuz ettim.

İzlenimi hafifleştirmeye çalışarak: “Sana zor geliyor. Hep özenle bakma. Biz ise odada dört kişiyiz” diye açıkladı.

İtiraf edersem, bu durumun iyi bir çözümü öneriyordu. Hem bana hem de Ayjan’a bir şekilde hafiflik getirirdi. Hayır, hayır, eşimden ayrılma düşüncem bile yoktu. Orada da onu her gün ziyaret ederdim. Sonra da o iyileştiği zaman beraber mutlu yaşayacağız.

Ama Altınay’ın düşüncesinde daha da düşmanca birşey vardı. Soğuk ve ters bakışları onu ele veriyordu.

-                     Asla hayır! Bu konuşmayı unutalım ve böyle birşey daha duymayayım, - diye katı bir şekilde söyledim.

Ayaklarına bakarak: “Daha iyi olmasını istedim. Hem senin hem de onun için” diye mırıldadı.

-                     Biz ikimiz de mutluyuz! Hem ben, hem de Ayjan! Özellikle de ben.

Güvensizlikle gözlerini bana dikti. – Saçmalama, Altınay.Eve gidelim. Ayjan biz bekliyor.

Altınay sözlerimden hala şüphe duyarak: “Çamaşır sabunu alıp geleceğim. Size biraz çamaşır yıkayayım” dedi.

Daireye girince komşunun çocuğu Erkejan’ın acı çığlığını duydum:

-                     Ayjan teyze, şimdi bulmaya çalışın!

Erkejan tamamen açık olup masa altında oturuyordu ve kendinden çok memnun olup gevrek gevrek gülüyordu.

            Ayjan sırtında yatarak: “Dolap içinde oturuyorsun” dedi yalandan.

            Oğlan: “Tahmin edemediniz!” diye sevindi.

-                     O zaman aynanın arkasındasın.

Erkejan kahkahalar attı.

-                     Bulamadın! Bulamadın! Aha, bulamadın! – diye bağırdı el çırparak.

Ayjan çok hayrette kalmış gibi yaparak: “Of, bu kurnaz çocuk nerede acaba?” dedi.

Moralim Altınayla konuştuklarımızdan dolayı bozuk olduğu halde istemeyerek gülmeye başladım. Ayjan gülmemi duyup başını çevirdi. Gözlerinde kıvılcımlar parlayıp hemen söndü. Erkejan ise bügün için oyunun bittiğini anlayıp masanın altından çıktı.

-                     İyi uykular, Ayjan-apay, - dedi ve kapıya yöneldi.

-                     Sana da, Erkejan...

Oğlanı kapıya uğurlayıp odaya döndüm.

Ayjan: “İyi uykular... İyi ve sanki gerçekleşemeyen dilek” diye nefes verdi.

-                     Tabii, eğer yese düşersen... Canım, kendine, bize ve tıba güvenmek lazım, - dedim duygulandıran içtenlikli.

-                     Sanki ben mücadele etmiyorum, - diye mırıldadı Ayjan ve kaşlarını çatıp ekledi: - Benimle otur. Konuşalım.

“Onlar bugün ne? Sözleştiler mi?” diye hırçın hırçın düşündüm, ama yatağın kenarına oturdum.

-                     Ne hakkında? Dikkatlice dinliyorum.

-                     Afrika’daki olaylar hakkında... Kar adamı hakkında... Ya çiçekleri, aşkı konuşmak istersem... – deyip lafını bitirmedi, sanki göz yaşları boğazında tıkanıp durdu.

-                     Özür dilerim... Seni incitmek istemedim, - dedim kabahatımı kabul ederek. Ayjan kendini zorlayıp gülümsedi.

-                     Ama seninle gerçekten de konuşmak istedim... Bu tür durumlarda denildiği gibi: “aşk hakkında”, - dedi aklanarak.

Şaşkınlığımı saklamak için elimden geleni yaptım. Ama demek ki bunu tamamen başaramadım.

-                     Belki, gerçekten de komik. Benim durumumdayken ve aniden aşk sohbetleri, - diye sakin sakin gülümsedi Ayjan. – Ama ne yapalım, aşk hem yaşlıları hem de sakatları rahatsız eder. Ben de her zaman seni düşünüyorum.

-                     Ben de seni, Ayjan! Ve ölene kadar seni seveceğim!

Yalan söylemiyordum, ama birşeyim tonumu değiştirdi ve kendi sesim bana yabancı geldi.

Karım düşünceli düşünceli: “Bir yerde okuduğuma göre samimi duygu tumtaraklı sözlerden kaçınırmış” dedi.

Bütün gücümü kullanarak en yüksek duygular hissettiğimi ona inandırmaya başladım.

-                     Senden bahsetmedim. Sadece aklıma geldi, - diye gülümsedi Ayjan. – Sana ise güveniyorum... Öbür türlü seninle evlenmezdim. Ama o kadar şanssızız işte.

-                     Bekle, yakında iyileşeceksin. Doktorlar yeni ilaç bulacaklar. Gelişmeler hep oluyor, - diye onu ve kendimi temin ettim.

-                     İnandığın için teşekkür ederim, canım. Ya bu durum ömür boyu sürerse? Gücümüz bize yetecek mi?

Belki istediğim kadar inandırıcı değil ama: “Güç mü? Yetecek” dedim.

-                     Teşekkür ederim, canım, - diye tekrarladı. – Biliyorum, iyi ve büyük kalpli bir insansın. Ama zaman gelince yanar dağ da söner. İnsan ise ancak et ve kemikten yapıldı ve kalbi yanar dağ ile kıyaslayınca sadece mum ışığı gibi. Biraz daha güçlü üfle ve o sönecek... Şimdi ise beni yurda götür, - diye katı bir şekilde sözünü bitirdi.

-                     İlacı alıp uyu biraz, - dedim kabaca.

-                     Ama sen mutsuzsun! Mutsuzsun! – diye itiraz etti.

-                     Hayır, ben mutluyum, - dedim inatla.

-                     Götür beni, - diye ısrar ediyordu. – Mutsuzsun. Ben görüyorum.

-                     Düşünmem bile. Birşey görmüyorsun.

“Jantas, eğer o kadar ısrar ediyorsa... Vicdanın temiz olacak. Zorunda kaldığını söylersin...” Bu da ikinci Jantas müdahale etti. Ama birinci Jantas daha hiçbir zaman namussuz olmadı.

-                     Kendini toparlamaya çalış ve biraz uyu, - dedim noktayı koyarak.

Ayjan yüzünü duvara döndü. Etrafımızda tam sessizlik oluştu. Ama bir an sonra duvar arkasında kapı çarptı ve Zulfiya komşu şarkı söylemeye başladı:

 

Can, kuş gibi, yola çıkıyor

Gönül de yorulmuş bağra vuruyor.

 

Sesi zengin ve sağlam idi. Ama doğa Zulfiya’nın müzik kulağını eksik etti. Komşumuz ise buna pek önem vermiyordu demek. İlk kıtayı bitirdiğinde nakarata başladı:

A-a-a, yine döndü,

A-a-a, aşk bana!

 

Zulfiya sanki bizim görmediğimiz erkeği ayartmaya çalışıyormuş gibi şarkı söylüyordu. Hemen hemen her satırda “aşk” kelimesini anıp onu özel bir tat ile söylüyordu. Ve normal zamanda bu kelime canımı temiz ve aydın alana bırakan anahtar gibi beni etkilemiş olduysa, şimdi ise sağır ve dayanılmaz tahriş yaratıyordu. Ben burada üzüldüğümden ve başka biri sevindiğinden. Tabiki eğer içimizde birşey fenaysa genel yası talep etme hakkımız yok. Onun için kendi yerime geçmek zorunda kaldım.

“Jantas, - diye düşünerek kendime hitap ettim. Herkesin kendi hayatı vardır. Komşunun iyi morali öfkeni yaratana kadar kötü insan mısın?”

Bunu birinci Jantas ikinci Jantas’a söyledi.

Ayjan elime dokunarak: “Sağlık olsun, şarkısını söylesin. İnsanın morali mükemmel ise bu çok iyi. Onun için sevinmek lazım” dedi.

Zulfiya ise tamamen koptu:

Göz yaşım, çiy tanesi gibi, yan!

Şafağın lalelerini yansıtarak yan!

Uzak yazdan gelip kendine çekip yan,

Onu ve beni saran o geceyi!

Ondan sonra tutkulu uluma başladı:

A-a-a, yine döndü,

A-a-a, aşk bana!

Güçlü sesi aniden kesildi ve ilk zamanda harika sessizliğinden sanki sığır olduk. Ama dinlenme uzun sürmedi. Kapımız çalındı, ben çıkıp kapıyı açtığımda biraz önceki şarkıcıyı gördüm.

-                     Sizce, yeni elbisem nasıl? – diye sordu.

Rengarenk elbisesine bakarak: “O, çok güzel, Jengey” dedim.

Zulfiya kararlı kararlı dairemize girerken: “Bana erkek lazım” diye kabaca ilan etti. “O, beni yanlış anladınız” diye gülümseyip parmağını salladı. “Büfenin yerini değiştirmek istiyorum ama tek başıma yapamıyorum, biz, kadınlar, zayıfız, ne yapalım” diye Ayjan’ın odasının eşiğinde durup ona açıklama yaptı.

Bir bahaneyle kaçınıp: “Ya biraz sonra yapsak?” diye rica ettim.

Zulfiya ısrarla: “Mobilyayı artık çektim” diye beyan etti.

Eşim yumuşak bir sitemle: “Jantas, git, yardım et” dedi.

Zulfiya paha biçilmez ganimetle bir komutan gibi benimle dairesine geçti. Değişiklik yapmak istediği odada pahalı ama zevksiz mobilya sıkışık durumdaydı.  Sanki evin sahibi dairede boş bir santim birakmamak için önüne amaç koydu.

Zulfiya: “Yenilik istiyorum. İşte değiştirmeye başladım. Büfeyi buraya, dolabı da oraya koymaya karar verdim” diye açıkladı.

Avuçlarıma tükürüp hantal büfeye yüklendim ve çay takımlarını paramparça edermişçesine sarsarak onu yeni yerine çektim. Sonra aynısını dolapla yaptım.

Ellerimi silkeleyerek: “İşte bu kadar” dedim. “Yerini değiştirilen mobilyalar arasında mutluluk diliyorum.”

Evin sahibi: “Nereye? Bir iş için erkeğin hep alacağı oluyor” diye itiraz etti ve onun elinde bir yerden düşmüş gibi dörde votka çıktı.

Ellerimi kendime siper edip: “Teşekkür ederim, ama bugün içecek durumda değilim, daha çalışmam lazım” diye belirttim.

Zulfiya: “Kötü” dedi. “Yakında oturup birbirimizi tanımıyoruz. Hayır, bu hiç te iyi değil. Anlıyorum, bekar erkeğin zamanı hep az olur... Ya iş, ya da kızlar.

-                     Bu arada, karım var.

-                     Ancak manevi eş ve kağıt üzerinde. Sakat kaldı, zavallı, ve ona sadece iyilik diliyorum. Ama aynı zamanda sizi de anlıyorum, siz sağlıklı bir insansınız, kendine ne yaparsın?

Zulfiya bu konuşmanın hoşuma gitmediğini fark edip ondan uzaklaşmaya ecade edip şöyle dedi:

-                     Votkaya meze de var... Ringa, salatalık.

Kendim de nedeni bilmiyorum ama: “Tamam, bir tane içerim” diye kabul ettim. Oyalanıp dinlenmek istedim galiba.

Evin sahibi: “İşte böyle” diye onay verdi. “Salatalık turşusu acı, çıtırdıyor.”

Bir anda sofrayı kurup mezeleri koyup karşıma oturdu.

“Sağlığınıza” deyip kadehi devirdim.

Zulfiya ilk kadehimi böyle bir ifadeyle eşlik etti: “Eğer yaşıyorsan, hayattan alabildiğin kadar almaya çalış.” Evin sahibi: “Genç yiğit kolay ve neşeli yaşamalı” diye devam ediyordu.

-                     Nerede kolay ve neşeli, eğer karım hastaysa, - diye tutamadım kendimi.

Zulfiya “Hasta olan hastalığını geçirsin. Bunun sizinle ilgisi yoktur” diye başını salladı.

-                     O zaman bu aşk değil. Gerçek aşk böyle değil.

Zulfiya gülümseyerek: “Gerçek aşkın nasıl olduğunu kim bilir ki?” diye sordu. “Bu şarkıyı boşuna söylemiyorlar: Madem ki gezmek istiyorsan yaşıtınla gez, o sevgilinden daha kötü değil” diye bir neşeli şarkıdan söyledi.

Gözleri bulutlandı, kartaldan kurtuluşu bekleyen tavşana benziyordu.

Yerimde sanki bambaşka insan oturuyormuş gibi geldi bana. Dünya kurulduğu günden beri Jantas Bekov sanki hiç te yoktu. Bunların hepsi sanki hayaldi: Moskova’da kaygısız öğrencilik, Ulbosın’ın şefkati ve ölümü, Şerubayla çatışmalar da. Acaba şimdi ne yapıyor, eski rakibim? Bu dakika buraya girip te iyi ve eski günlerde olduğu gibi zehrinin sırası gelen porsiyonunu dökmesin mi? Hayır, paramparça olan canımı toplayabilen bit tek insan vardı. Kara Kempir büyükannem idi. Kamburlaşıp hasta gözlerini kısıp buraya girerdi ve katı avucunu tepeme koyup: “Özüm...” derdi.

Ama Kara Kempir büyükannemiz çoktan gitmişti.

“Ne felsefeye girdim? Çıkmadan önce daha bir tane mi içsem?” diye kendime sorup içmeye karar verdim. “Bir, iki, ne fark eder.”

İkinci kadehten sonra üçüncü de geldi. Votkanın kendisi böyle boşuna demiyor: “Bir kadehle bana yol göster, sonra ben kendim giderim.”

Zulfiya: “Limon kabuğuyla likör ister misiniz? Bende yedek olarak herzaman var” diye övündü.

Zayıf itirazlarımı dikkate almayıp bütün odayı geçerek büfeye yöneldi. Zulfiya kendini göstererek görkemli kalçasıyla oynuyordu. Ve bilmiyorum, ya içtiğim kadehlerden dolayı ya da gerçekten mi böyleydi, ama fiziğini dikkate layık olarak gördüm. Çok ta zayıf değildi, daha çok tıknaz ve adaleliydi, kendine çeken kadın gücünü hissettiriyordu ve galiba bununla da Zulfiya erkekleri kendine çekiyordu. 

Kadehi ve içinde enfüzyonlu votka olan sürahiyi itip: “Bana yeter” dedim.

-                     İç, iç. Ne yiğitsin... Sen ancak hayattan neşe alsan... – diye “sen” ile hitap etmeye başlayıp söyledi.

Fikirlerimi sanki tekrarlıyordu ama sözlerinde kabul edemediğim birşey vardı.

Meydan okurcasına: “Seni konuşalım. Kocan nerede?... Ne iş yapıyorsun? – dedim.

Cilve yapıp: “Seninle kıyaslayınca bende ilginç birşey var mı ki? Sıradan bir satıcıyım, o kadar” diye itiraz etti ve bana biraz daha likör koymaya çalıştı.

“Onda beğenmediğim bu şey ne acaba?” diye sordum kendi kendime. “Bence, çapaçul birşey. Hissediyorum, ama tam ifade edemiyorum. Ne de olsa, unutma, Jantas: iyi bir at pis kaynaktan su içmez” diye düşünüp kadehi kararlı kararlı yana çektim.

Zulfiya aniden: “Siz iyi mi heykeltraşsınız?” diye sordu.

-                     Kendi kendine hüküm vermek zor, - diye bozuldum böyle doğrulu olmasına.

-                     Ya başkaları ne diyor?

-                     Farkı farklı konuşuyorlar... Sanki kötü değilim.

-                     O zaman soyunmamı ister misin?

-                     Zulfiya, ben ahlaksız erkek değilim, heykeltraşım, - dedim didaktikle.

-                     Ama duyduğuma göre çıplak kadına bakıp heykel yapıyormuşsun, sonra da onu müzeye koyuyorlarmış. Ben de müzede durmak istiyorum, - diye sadedilce açıkladı.

-                     Zulfiya, bu başka birşey. Bu, sana nasıl desem, huzuru kaçıran birşey. Ve bunu içinde taşımaktan zorluk çektiğinde kile koyuluyorsun.

Ama o hiçbir şey anlamadı.

-                     Ama benim nasıl olduğumu hiç bilmiyorsun. Şimdi göreceksin, - ve elbisenin düğmelerine uzandı.

Utanmaz kadınları hiç çekemem ve onun için sandalyemi sağır edici gürültüyle düşürüp fırladım ve aceleyle bağırdım:

-                     Gerek yok, Zulfiya, yapma. Üstelik çocukların var!

-                     Git. Ayjan’ına git. Müzeye onu koy. O da nasıl olacak, - diye öfkeli öfkeli homurdandı.

O zamandan beri Zulfiya ufak ufak intikam almaya başladı. İlk önce Erkejan’a eşimle oynamayı yasakladı. Akşamleyin ise Ayjan’ı kızdırarak aşk şarkılarını söylüyordu.

Ama Zulfiya umutsuz birşeyimi rahatsız etti. İdealleri sadece istihkar uyandırıyordu, ama bazen yaşıtlarla ilgili düşüncelerkazara aklıma geliyordu. O zaman ilk olarak ta güzel Umit’in daveti kendini hatırlatıyordu.

Umit’e karşı yeniden doğan ilgimi aklamak için sanki de uygun nedenleri buldum.

İkinci Jantas ikizine şöyle seslendi: “Jantas, herşeyin açıklaması kolay. Umit, bir şekilde, uzak ve gerçekleşmemiş hayalindir. Ona çektiğinde kınanması gereken birşey yok. Gençliğin çağrısı diyelim. Ve onunla özel ilişkiniz var. Senden hoşlandığını kendisi itiraf etti. Herşey kolay, görüyorsun. Eğer vicdanın için bunlar az ise, ona de ki Kurulay’a benzeyip benzemediğini öğrenmek için Umit’i bir daha görmek istiyorsun. O gerçekten de Kurulay’ın kendisi, onu böyle bulmuyor musun?”

Birinci Jantas ta Umit’in Kurulay ile ortak birşeyin olduğu fikrine eğilmeye başladı.

Nihayet vicdanımla anlaşıp Ayjan’a:

“Ayjan, Ulbosın’ım daha Almatı’da. Gidip onu eve getirme zamanım gelmedi mi? Ona birşey olmaz da, yine de heykelin atölyende durursa daha huzurlu olursun” dedim.

Gerçekten de heykelimin kaderini merak ediyorum, o yüzden çok ta haklı bahaneyi kullandım. Ama eşime yalvarmak zorunda kalmadım.

-                     Bunu çoktan yapman gerekiyordu. O kadar hafif olunmaz, Jantas. Çok şükür, şimdi hatırladın. Yola çık, erteleme, - diye devam ediyordu. Bana Altınay bakar. O dünden beri izinde ve yeterince zamanı var. Merak etme, Altınay gereken herşeyi yapar.

Kendiniz anlıyorsunuz, hızım yetene kadar gara doğru koştum. İki gün için olsa da şişelerden, ilaçlardan ve diğer kaygılardan dinlenebilme fikri, beni sanki kanatlarda taşıyordu.

Ama vagondayken vicdanım inat etti, gönlümü tırnaklarıyla kazmaya başladı. Ellerimden gelene kadar onu sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Bu ihanettir” diye homurdandı. “Hasta insanı ihanet etmekten daha sinsi birşey yok. O sadece uzanıp yatıyor ve sana güveniyor, üstelik te senin gibi canavarı merak ediyor. Karızı cüzam olan Asıgat seni bir görse. Ya da bu hikayeyi unuttun mu?”

“Hatırlıyorum, bunu anlatan Şerubay idi. Ama benimle ne alakası var? Konu buraya geldiyse, daha kimseye ihanet etmedim. Hiçbir zaman, - diye katı bir şekilde itiraz ettim. – Ben de eşimi seviyorum, biliyorsun. Belki, Asıgat gibi değil, ama seviyorum.”

“Demek ki karıyı sevip aynı zamanda da çekici şeylere çok ta direnmemek mi mümkün? Bunu böyle mi anlamak lazım? Yani Zulfiya’ya mı katılıyorsun?”

“Beni Zulfiya ile nasıl karşılaştırabilirsin? Aptal kadın.”

Vicdanım: “Doğrudur” diye onay verdi. “Ciddi bir insan sabitlikle farklı olur. Fikirleri de tepedeki kar beyazı bulutlar gibi.”

“Ama bazen olur ya... Gönül, kötü terbiye edilen Ahal Teke’ye benzer, kolay korkup yolu ayırtmadan, dizgini dinlemeden seni götürür. O zaman onu neyle durduracaksın? O dizgini, o kementi nereden bulacaksın?”

“Kazaklar der” diye sözümü kesti, “Kazaklar der ki: “Balıksız gölün, otsuz toprağın, namusu olmayan kızın ve irade gücü olmayan yiğidin onuru yoktur...” Mesela, Asıgat...”

“Asıgat’ınla ne tutturdun? Ayjan’ı aldatacağımı mı düşünüyorsun?”

“Ama o zaman seni Almatı’ya götüren ne? Yoksa orada birşey mi unuttun?”

“Heykelimi alıp onu eve getirme niyetim var.”

“Dürüst olursak, bunun acelesi yok ki. Bir de bitmiş esere karşı ilgin de hep biterdi.”

“Ama buna karşı değil. Ulbosın’ın imajına değil.”

“Evet, bu eser senin için özellikle değerli. Ama yıne de bir-iki ayın birşeyi değiştiremeyeceği ve ona birşeyin olmayacağını biliyorsun... Seni Almatı’ya götüren asıl şey ne?”

“Ay, ne kadar da sırnaşıksın. Tamam, tekrarlayacağım. Karımı aldatma niyetim yok... Umit te... Umit benim için sadece Kurulay. Anlıyor musun? Yine kaplanın pençesinde olan kızımla ilgileneceğim ve Ayjanla ikimiz rahatlarız.”

Umit’i evde bulamayınca Sanatçılar Birliğine gittim. Geçen zamanda Ulbosın’ım gezici serginin mallarıyla birçok aul dolaştı ve şimdi Sanat Vakfı onu almak niyetindeydi. Teklif gurur okşayıcıydı ama karışık duygularımdan yola çıkarak onu reddettim. Ulbosın’ı yabancı ellere verirsem, sanki ona, kendime ve daha bir kimseye ihanet edeceğim gibi bir duygu vardı. Teklifi kesinlikle reddedip sonraki sabah için araba rica ettim ve şoförle anlaşıp tekrar Umit’e hızlı hızlı gittim.

Bu sefer şanslıydım.

Kapıyı açıp bir tek: “Jantas” diyebildi. Ne söyleyeyim, Umit her buluşmamızla daha da güzelleşiyordu ve ben bir nefes alıp çok ta emin olmadan kendime: “Kendini sıkı tut” dedim.

Umit elbisesini çekerek: “Ah, evimde temizlik yapılmadı!” diye telaşa düştü.

Önceden istihza ile kapanmaya çalışarak: “Annen yine mi kardeşime gitti?” dedim.

Umit mermimi özel zarar almadan yutarak: “Evet. Sen nereden biliyorsun?” diye şaşırdı.

“Hava raporunda dediler” diye halt ettim.

Birşeyden başka birşeye girişerek odayı çabucak temizledi. Ben karışmamaya çalışıyordum ama Umit sürekli bena ya omzuyla ya da dirseğiyle sürünüyordu. O zaman da kaderi günaha sokmak istemeyip belirttim:

-                     Umit, bana canlı model lazım.

Elinde bir bezle donup kaldı.

-                     Ancak bunun için mi geldin?

-                     Hayır ya!.. Ama gerçi... Umit, benim için bu çok önemli...

Umit: “Sen boşuna geldin, Jantas” dedi ve dudaklarını büzdü.

Benim için beklenmedik birşeydi. Ya da Umit gizli youn mu oynuyordu?

-                     Neden, Umit? Önceden bana poz veriyordun. Evet, o çok geçmişte kaldı. Ama o zamandan beri ne değişti? Eski Umit ve Jantas’ız.

-                     Herşey değişti. İlk olarak ta biz. Bunu fark etmiyor musun? Nasıl farklı olduğumuzu? – diye şaşırdı Umit. – O zaman çocuktuk. Çocuklar çıplaklıklarından daha çekinmiyorlar. Şimdi ise kadınım. Kadın için yabancı bir erkeğin önüne çırılçıplak çıkmak kolay mı? Cennette Havva gibi mi? Mamafih, o kıyafetin ne olduğunu daha bilmiyordu, o yüzden de affedilir. İlkel bir kadın, ondan ne alırsın ki? – diye bitirdi Umit gülüşle. Bunun gibi gülüş genelde kalabalıkta nazik fıkrayı anlatmaya cesaret eden edepli kadınlarda olur.

-                     Umit! Bu sen misin? – diye hayretle haykırdım. – Artık eski kocan gibi akıl yürütüyorsun!

-                     O zaman vakit başkaydı, başka Umit, başka Jantas, - diye inatla tekrar edip durdu.

-                     Umit, ben hykeltraşım! Genç olan o Umit’in gerçeklerini mi tekrarlayayım?

Umit sustu. Yüzünün çizgileri mantığa eğilmemek için sarsılmaz kararlılığını yansıtarak daha da sert oldu.

Ama denemek için cesaret buldum ve benden belagat fıskıyesi patladı. Israrlı Umit Kurulay ile ilgili fikirlerimi o kadar açıkça bilen ilk insandı. Ayjan bile ancak bazı şeyleri ve genel olarak biliyordu. Ama Umit’i fikrimle yakmaya başaramadım. Sakin ve nazik gözleri önünde çizdiğim o şiirsel görüntülere karşı Umit’in kalbi ilgisiz kalıyordu.

O zaman kadın utancının gerçekten ne olduğu ve herkesçe bilinen başka gerçeklerle ilgili tutarsızca konuşmaya başladım.

-                     Sence, Rembrandt’ın karısının utancı yok muydu? Oho, ne kadar da kızarıyordu o. Ama eşi Danae’yi çizdiği zaman ona tereddütsüz poz veriyordu. Böylece büyük sanata katılanı oluyordu. O Rembrandt’ın ortak yazarı, anlıyor musun? – diye şiddetli elkol işaretleri yaparak heyecanlanıyordum.

Umit: “Onun için daha kolaydı, o Batıdan bir kadındı” diye cevap verip sonra kendi şeyleri tekrarlıyordu: “Başka birinin önünce utancını koruyamayan kadın kendi kendine de saygı yitirir.”

Bunları bana başka bir Kazak kızı derse tutkumu çoktan yatıştırırdım. Yabancı bir göze kendini açmadan önce Kazak kadınının eski doğulu geleneklerle çizilen büyüleyici halkayı geçmesi lazım. Ama Umit!.. Onun dışına çoktan çıkıp kurtulan Umit!..

Bir zaman mavi olan şimdi ise solmuş satenden eski elbise Umit’in endamına sıkıca yapışıyordu. Sahibinin vücuduna o kadar alıştı ki artık onun yüzeyini tam tekrarlıyordu.

Galiba, Umit’e onu sanki Picasso’nun eserleri olan “İnsanlığın komik halleri” önünde duran güçsüz yaşlı adamın gözleriyle inceliyormuşum  gibi geldi. Kısa eteğini elinde olmayarak dizlerine çekti.

Kısacası, bu sefer karşımda seansa başlarken birbirimizden gözleri sakladığımız o eski zamanlardan Umit oturuyordu.

-                     Galiba, bunun hepsi aptalca, - dedi, gözleri yerdeydi. Nedense sana karşı mahcup oldum şimdi. Öbür türlü kendim de söylerdim: “Benimle ne istersen yap. Çiz, yak. Sen benim hakimimsin ve utancımın sahibisin.” Ama dilim dönmeyecek.

Herşey saçma oluyordu. Yüzyılın ortasında Jacopo della Kvarchia tarafından San Petronio kilisesinin portayına dikilen Adem ve Havva hakkında ve yirminci yüzyılında ressamdan çekinmesinin saçma olduğu hakkında birşey mırıldadım.

Umit ayaklarına bakarak: “Peki, böyle olsun... Eğer bensiz olmuyorsa” diye birdenbire kabul etti. “Ne zaman başlamak istiyorsun? Hemen bugün mü?”

Başarıma hala inanmayıp: “Acelesi yok” diye kızdım. “İzin için zaman seçip bana Mıstau’ya gelirsin. Bizde veya otelde kalırsın. Yani, nerede istersen. Anlaştık mı?”

Umit uysalca: “Anlaştık” dedi.

-                     Umit!

-                     Evet?

Gittikçe cimri olmaya başlayarak: “Gerçi, uzatmayalım” dedim. “Değerli zamanı neden kaybedelim? Anlıyor musun, bu heykelle şimdi ilgilenmem lazım. Böyle bir dönemdeyim, Umit. Bütün kafamla işe kapılsam. Ne dersin, Umit? Bügün birkaç eskiz yapabilir miyiz?”

Umit: “Neden olmasın” deyip sandalyenin arkalığından gömlek alıp odadan çıktı.

Allah bilir ne kadar büyük bir zafer almışım gibi şarkı söyleyip sevinip çantaya elimi soktum ve kurşun kalemlerle albümü çıkardım. Burada da hareketlerim nedense yavaşladı, ikircimli oldu ve kendime sordum:

“Jantas, sen aslında net olarak onun nasıl olduğunu hayal ediyor musun, Kurulay’ın? Gayni seni hayal kırıklığına uğrattı ama Umit’in senin için tam gerektiği gibi olduğuna emin misin? Acele etmiyor musun, arkadaş? Belki sen kendin bu çalışmaya daha hazır değil misin?”

Albüm ve kurşun kalemi önüme masaya koydum ve Umit döndüğü zaman teklif ettim:

-                     Gezmeye gitsek daha iyi olmaz mı, Umit? Böyle bir günde, o iş lanet olsun! Sinemaya gideriz veya parkta dolaşırız. Parkınız çok iyi. Ne dersin, Umit? Bence, böyle yapmamız lazım.

Umit, gömleği göğüslerinde tutarak: “Ya senin fikrin?” diye sordu.

-                     Dürüst olmak gerekiyorsa, aklım karıştı. Ne yapacağımı kendim bilemiyorum.

Umit sevinerek: “Sen daha iyi bilirsin” dedi.

Dolabı açıp uygun elbiseyi seçti ve tekrar odayı terk etti. Ben de rahatladım, sanki elle yoklayarak önemli bir seçim yaptım. Galiba böyle birşeyi dörtyol ağzında hissediyorsun. Önünde yollar yelpaze gibi açık ve nereye gittiklerini bilmiyorsun. Geri yol ise sipariş edildi, çünkü hayat geri dönmüyor. İşte onlardan birini seçip ilk adımını attın, sonra ikincisini ve en iyi seçim yaptığına inanç doğuyor. Nereye gittiği daha belli değil, ama bu yol en doğru.

Umit kelebek gibi renkli renkli girdi. Ben kalkıp çantamı topladım.

Umit: “Bırak. Böyle ağırlığı mı taşıyacaksın?” dedi.

-                     Teşekkürler, o hafif, hemen hemen boş.

Sokağa çıkıp parka doğrulduk. Başkalaşan Umit durmadan cıvıldıyordu. İşi ertelediğimiz için o kadar açıkça sevindiğine biraz kırıldım.

Kafeteryanın verandasına çıkıp dondurma siparişini verdik ve burada dayanamayıp şakalaşarak Umit’i sitem ettim:

-                     Sanata hizmet etmek çok zor, Umit. Sanki kötü büyücü Jantas seni taşa çevirme niyetindedir.

-                     Ne diyorsun, Jantas! Ne diyeceğimi dinle. Ben galiba herşeyden sarhoş oldum, - ve eli yılan gibi esnekçe kıvrılarak verandanın etrafını alan ağaçların uzunlamasına yay çizdi.

Biçimsel olarak, takvime göre, sonbaharın sonu yaklaştı, par geröekten de sarı yapraklardan kalın halı ile kaplandı ama günler aydınlık ve güneşliydi. Hava ılık ve tatlıydı.

Umit dondurmayı kaşıktan yavaşça yalayarak: “Muslim ile hemen hemen bir sene beraber yaşadım ve o zamandan sonra hiçbir erkekle beraber olmadım. Evet, evet, inanır mısın, hiç” diyordu. “Butun bu randevular, romanlar bana göre değil. Eski kocam çok ilkel bir insandı. Onun için bütün aşk fiziksel yakınlığa bağlıydı ve bence bütün erkeklerin yüzü aynı. Herkes değil, tabii, ama çoğu. Bunun modasının geçtiğini söylüyorlar, ama bizzat ben dünyada herşeyim olacak birine ait olmak isterdim. Öyle ki, o olmadan atrafta herşey soluk kalsın... Ama nerede o? Kim o? Sen iyi birisin, Jantas, ama yine de bana gereken biri değilsin...

İstemeden saate baktım. Şimdi Ayjan’ın ilaç almak için tam zamanı. Bu benim alışkanlığım da oldu. Hapları ve bir bardak maden suyu getirmem lazımdı. Ama bugün benim yerime bunu Altınay yapıyor. Altınay herşeyi zamanında yapmayı unutup unutmadığını düşünüyordum. İki bayan ağızlarını açtıkları zaman herşeyi unutuyorlar. Ya da Altınay, ne olur ne olmaz, yoldayken bir tanıdığına rastlanır ve eşim yardımı beklerken tek başına yatacak. Sanki bana acı verilmiş gibi Ayjan’a üzüldüm.

“Merak etme, Jantas, o ciddi bir insan, Altınay. Ağzını tutmayı pek bilmese de ciddi biri. Daha da Bazargül var. O ise arkadaşını sıkıntıda kesin bırakmayacak” diye düşünerek kendime söyledim.

-                     ...senden hoşlanıyordum o zaman. Ama bügün anladım ki bu yüzeysel bir duygu. İyi bir genç, ilginç bir meslekle, - diye devam ediyordu Umit. Öbür türlü poz vermeyi hayatta kabul etmezdim. Sonra ise düüşünüp anladım ki sen benim beklediğim kişi değilsin ve o zaman da Moskova’da yaptığım gibi bir kere daha sana yardım edersem birşey olmaz. Hatta bu arkadaşça...

Tamamen başka birşey düşünürken: “Tam tersi olması gerekiyordu aslında: yakın insan önünde hiç te mahcup olmamak lazım” dedim.

Umit acısını paylaşarak: “Siz, erkekler, kadın ruhundan birşey anlamazsınız. Sadece anladığınızı düşünüyorsunuz. Sevdiğin kişi karşısında herkesin karşısında olmaktan daha çok utanırsın. Benim fikrim bu...” dedi.

Kendimi ikna etmeye çalışarak: “Altınay bir şekilde idare edecek. Yarın dönüp mutlaka kontrol edeceğim. İlk olarak, döndüğümde” dedim.

-                     ...Neden bu zamana kadar bana gelmiyor, Jantas, bana bir bak. Beni bulduğuna layık biri değil miyim? Saçlarım geceden bile daha siyah...

-                     Şimdi onlar kızıl, kına ile boyatmışsın. Sormak gereken, neden? Belirtiler birbirini tutmuyorsa seni nasıl tanıyacak? – dedim, galiba patavatsızca, ama o bunları kulak erdı etti.

-                     Jantas, sen de bir zaman görmüştün: vücudum kuğunun kanadı gibi ışık saçıyor. Bunun hepsini de ona çoşkuyla verirdim... İşte görüyorsun, gerçekten de içkiliyim, - ve Umit sarhoş sarhoş güldü. 

“Direk yoldan eve koşarak gidip Ayjan’a nasıl baktıklarını kontrol edeceğim” dedim kendi kendime. “Direk trenden indiğimde. Ancak Ulbosın’ı atölyeye götüreceğim... Ya ben girdiğimde o olmayacak, Ayjan?.. Kafana takma. Senden nereye gidebilir ki? Hiçbir yere kaybolmaz... E-e-e, bu Altınay’dan herşey beklenir. O da bir cadı, kafasına birşey gelirse... Ayjan da böyle konuşmayı başlatıyordu...”

Böyle bir devire biraz şaşırdım, sonra ise düşünerek el salladım: ne olursa olsun. Benim için daha kolay olur. Ama içimde artık küçük patırtı çıktı. Ayjan’ın yatağını onsuz düşündüğümde midem yukarı kalkıyordu. Böyle birşey ben Moskova’dan uçtuğumda ve uçak hava boşluğuna düştüğünde benimle bir kere oldu. Sözün kısası, hayatım bana şimdi boş geldi. Sanki ondan herşeyi çıkardılar.

-                     Umit, sen nasıl düşünüyorsun?..

Umit’e Ayjanla ilişkimizin hikayesini heyecanla anlattım. Hikayenin, unutulmaz kortejimiz Ayjan’ı evime taşıdığı  parçasında Umit haykırıp sözümü kesti:

-                     Sen, demek ki, mükemmel bir insansın! Tahmin bile edemezdim. Şanslı Ayjan! Böyle bir insana sahipse sağlık ne ki!

-                     Dur, Umit. Daha bitmedi, - diye üzüntü ile itiraz ettim ve şimdiki şüphelerimi anlattım.

Umit bütün zihinsel yeteneklerini yardıma çağırarak alnını buruşturtu.

Umit akla gelen yoğun düşüncelerden sonra: “Seni nasıl teselli edeceğimi bilmiyorum. Bir kadına herşey olabilir. Ayjan’ın kalbinde güvensizliği yaratmışsın. Senin yanında olmak ona, büyük ihtimalle, daha da zor oluyor” diye beyan etti.

Daha birkaç porsiyon dondurma söyledik. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp havadan sudan konuşmaya denedim, Umit te namusluca yardım ediyordu ama sohbetimiz yapmacık oluyordu. Park yollarından ve şehir sokaklarından susarak yürüdük ve hava kararıp şehir gittikçe tenhalaşınca ikimiz de sevindik.

Biz Umit’in evine yaklaştığımız zaman: “Seni bende kalmaya davet etmiyorum, çünkü benim gibi senin için de utanç önemlidir” diye açıkladı. “Bizim aramızda kötü birşey olmayacağını anlıyorum. Ama böylece Ayjan karşısında daha temiziz.”

Ben de tamamen samimi olarak: “Evet, Umit, iyi ki böyle ayrılıyoruz. Çok güzel ayrılıyoruz” diye cevap verdim.

Umit: “Ama bir zaman için ayrılıyoruz. Kurulay’ı unuttun mu?” diye şaşırdı.

-                     Ebediyen ayrılıyoruz, Umit. Kurulay’a gelince de... Kurulay’ı daha sonuna kadar anlamadım galiba. İşte böyle!

Umit gerçek bir doğu kadını olarak: “Eğer böyleyse... Ayjanla aşkınız şafal yıldızı Venüs gibi ebediyen parlasın” diye diledi.

Nefes verip: “Keşke böyle olsa...” dedim.

Umit: “İşte size, erkeklere, ders... Tamam, senin taraftarın olacağım” diye elinde olmadan gülümsedi.

-                     Ben de senin. Ve beklediğin kişi seni bulsun! En tez zamanında!

Kalabalık otellerin arasındaki mesafeyi ayaklarımla ölçtükten sonra Çiftçi evinde kalıp uyudum, eğer sabırsızlıkla geceyi acele ettirerek yatakta yandan yana dönme haline uyku diyebilirsek. O ise uzayıp uzuyor ve sanki sabah hiç olmayacak ve sen çabuk yorulan yanlarını değiştirip dönüyorsun ve elinde olmadan uyumsuz horlamayı dinliyorsun. Tanımadığın insanlar bu rasgele orkestrada kendi partisini namusluca söyleyerek mışıl mışıl horluyorlar.

Uykusuzlukla güçsüz düşürülen kafamda yalnız Ayjan’ın başına gelen musibetlerin manzaraları oluşmaya başladı. Sabahı kurtuluş gibi bekliyordum ama uzayan gece sadist titizliğiyle bana işkence çektiriyordu. Şafaktan önce kısa uykuya dalmayı başardım. Ama yarı uykuda da bana sert bıyıklı postacı geldi. İçinde: “Ben artık Vladivostok’tayım. Ayjan.” yazılı bir telgraf getirdi.

Sonuçta kudurmuş hayal gücümle çok yorulup yerli büfeden dünkü sandviçlerle alelacele atıştırtım ve Birlik yönetim kuruluna koşarak gittim. Avluda eski “Volga” kedi gibi sessizce mırlıyordu ve uykulu şoför sabah soğuğundan ürperip ayaklarıyla lastiklere vuruyordu. Büyük ihtimalle dün uyuşkan olup bana kıyamadığı için ve bu kadar erken seferi kabul ettiği için artık kendi kendine lanet ediyordu.

-                     Günaydın – diye en kibar sesle söyledim.

Buna cevap olarak birşey homurdandı ve bütün görünüşüyle sessiz protestosunu göstererek mermer Ulbosın’ımı arka koltuğa yatırmaya yardım etti. Bundan sonra şehir dışına yuvarlana yuvarlana cıkıp tenha otoyolu toz içinde bırakıyorduk.

Düşüncelerimde: “Daha çabuk ol, yaşlı kaplumbağa... Hadi, hadi” diye arabayı acele ettiriyordum ve aynı zamanda soğukkanlı şoförü düşünerek azarlıyordum.

Ama arada sırada öyle birşeyim geliyordu ki dönüşümü geciktirmek istiyordum. Ayjan’ın boş yatağını görmekten çekilen korkak içime sığınıyordu.

Öğleden sonra bizim gemimiz tuz buz olup Mıstau’ya uçarak girdi ve yaradana sığınıp evimin önünde durdu.

“Şimdi geliyorum... Bir saniye” deyip dişlerime yapışan tozla gıcırdarak merdivenden yukarıya çıktım.

İşte anahtar... Böyle durumlarda her zaman olduğu gibi kapıya girmiyor, lanet olası...dönüyor...bir daha dönüyor...kapı geniş açık...

-                     Jantas, sen misin? – diye Ayjan’ın sesi duyuldu ve gözlerimden az kalsın yaş boşandı.

Ayjan’ın sesini duyduğum o anda daha hiçbir zaman o kadar mutlu değildim.


XII

 

Bu öpücüğü ömür boyu hatırlayacağım. O gün bu öpücük ancak hayatımla beraber sönecek olan ateşi yaktı. Eşimin sıcak ve kuru dudaklarına yapışınca onun acılarını ve umutlarını öğrendim.

“Ben ise...ben ise...” diye korkuyla düşündüm, sanki kutsal birşeye ihanet edecekken bunun farkına vardım.

Ayjan da az kalsın ağlayıp: “ Allahım, ne kadar da kirlisin, sanki Almatı’dan Mıstau’ya gelene kadar yolda bütün tozları toplamışsın” diye güldü. “Altınay, ona bir baksana. Avrupalı gibi beyaz oldu.”

Altınay: “Evet” diye mırıldandı.

Onun benim hakkımda belli bir fikir oluşmuştu ve şimdi davranışlarımdaki yenilikler onun düzenini bozdu.

Pencereden şövalye boynuzu gibi araba sireni öttü. “Volga”nın ağırkanlı şoförü müşterisini çağrıyordu. Sinyalin bir porsiyonla memnun kalmayıp otuz saniye sonra yine sireni öttürdü.

Daireden koşa koşa çıkarak: “Ayjan, ben biraz sonra dönerim!” diye bağırdım.

Şoför seksek oynayan çocukları huzurlu huzurlu izliyordu ve benim gelişim bile onu bu işten alıkoymadı.

-                     Anlıyorsunuz, karım... - diye sevinçle söyledim; karım hakkında biriyle konuşmak için sabırsızlanıyordum.

Şoför: “Anlaşıldı” diye eveleyip geveledi.

Daha edna muhatabı bulamayacağımı anlayıp: “Bu sokaktan... Düz, lütfen” diye rica ettim.

Şoför başını sallayıp arabayı çalıştırdı.

Koltuğun arkalığına pek mutlu yaslanınca: “İşte hayatımda yeni birşey başladı, büyük birşey” diye düşündüm.

Geçen gün Ayjan’ın benim için gerçekten ne kadar değerli olduğunu gösterdi. Demek ki her acıya katlanmaya razıydım, yeter ki Ayjan yanımda olsun. Düşünülecek çok şey buldum.

Demek ki acı çekmeyen can gerçek mutluluğu tamamen değerlendiremiyor. Sadece bizim karşılıklı ıstırabımız Ayjan’ın hayatımda ne anlama geldiğini anlamama yardımcı oldu. Galiba daha önce de söylemiştim: eğer kart oynunda olduğu gibi aşkta şanslıysan bu başarıya alışıyorsun ve doyup bıkan tadımın en ince duyguları ayırma yeteneğini gittikçe kaybediyor. Bir zaman Ulbosın’ın sırrını okuyamadığım olmasın mı?

Jantas-birinci Jantas-ikinciye nasihat olarak: “Jantas, aşk inci gibidir ve onun için de girdaba atılıyorlar” dedi.

“E – dedi ikincisi. – Bunu herkes biliyor.” “Doğru, - dedi birincisi, - bunu herkes biliyor, ama kendini kuraldan çıkarıyor. Ona göre, kural başkalara ait.”

Şoför: “Bir dinler misin” dedi. “Biz dediğin gibi düz gidiyorduk ama illerisi artık bozkır. Şimdi ne yapacağız?”

Yüce düşüncelerimin tapınağından bir an için çıkıp: “Sağa dön” ricasında bulundum.

Biraz sonra şoför: “Bak” dedi. “Bütün şehri artık karış karış gezdik. Enine boyuna. Böyle iş olmaz, arkadaş Bekov. Daha iyisi nereye gitmek gerektiğini söyle ve ben kendim yolu bulurum.”

Etrafa bakındım ve Şerubay’ın oturduğu evden iki mahalle uzaklığında olduğumuzu anladım.

-                     Lütfen, sola. Şimdi de o binanın girişine. Evet. Teşekkür ederim.

Arabadan inip çuval bezine sarılan mermer Ulbosın’ımı çıkarıp onu apartmanın içine götürdüm. Birşeyi merak eden şoför beni takip edip alt merdiven sahanlığında durdu.

Şoförden: “Zile basın. Ellerim dolu” diye istedim.

Yanıma çıkıp yağdan kara olan parmakla düğmeye bastı ve sorar gibi bana baktı.

            “Yeter” dedim ve şoför parmağını çekti. Önlük takan başörtülü bayan bize kapı açtı. Şerubay’ın hizmetçisiydi.

-                     Şereke evde mi?

Bayan asker gibi: “Değil” deyip net rapor verdi.

“O zaman ona hediyemi eletin”  dedim ve heykeli eve sokacaktım. Ama olmadı. Hizmetçi kadın yolumu kapattı.

Bayan: “Olmaz. Ev sahibi bir gelsin... Kim bilir orada ne var” diye beyan etti.

Hizmetçi bizi karşılaştırıyormuş gibi gözlerini şoförüme çevirip sonra yine bana baktı. Şoförüm denetlemeyi geçmedi, onu benden daha şüpheli buldu.

Şoföre meydan okurcasına bakıp: “Tamam, ön odaya bırakın” dedi. Ulbosın ile sessizce vedalaştığımda ve ön odaya getirilen eski koltuğa onu özenle yerleştirmeye çalıştığımda “Ev sahibine ne ileteyim?” diye sordu.

-                     Hediye olarak getirdiler söyleyin... sonrasını o kendisi anlar.

Dışarı çıktığımızda şoföre elimi uzattım.

-                     Size herşey için teşekkür ederim. Şimdi evinize gidin, ben de yürüyerek giderim. Buradan çok yakın zaten.

Şoför elimi yana çekerek: “Hayır” diye itiraz etti. “Yoksa benim sonuna kadar izlememem için mi? Hayır, buyurun arabaya.

Apartmanımın girişinde arabadan inerken: “Gördüğünüz gibi birşey yok. Sadece bir insan evine döndü.”

Hoşnutsuz şoför: “Ama kendim ikna oldum” diye homurdandı.

Uykulu yüzünde ani olarak iyi kalpli tebessüm yayıldı. Bana el salladı ve kendi ailesine acele ederek arabayı ileri sürdü.

Ayjan’ı en tez zamanda görme arzum beni tüy gibi merdivenden yukarı çıkardı. Azap bittiği için ben de kendimi tüy gibi hissediyordum. Seçim yapıldı ve ben rahatladım. Bundan önceki bütün düşkünlüklerim oyuncak gibi görüldü. Birbirlerinin yerlerini alıyorlardı. Sıcak can bir gölgeden bıkıp daha soğuk görülen başka bir zahiri gölgeye geçiyordu. Sonra da üçüncüsü kendisine çekiyordu... Ve Jantas sirkteki at gibi hep tur atmaya  mahkum olurdu.

Dönünce Altınay’a evine gitmesi için izin verdim. Hala toparlanamadı ve eve sersem gibi gitti. Ayjanla başbaşa kaldık ve ben yine karım için şefaatte bulunuyordum. Her halde hareketlerim değişti, yeni anlam kazandı ve Ayjan’ın bakıcısından onun koruyucusuna döndüm.

Ayjan, kendini dağ arkasında saklanıyormuş gibi hissedebildiğini  anlayınca kendini küçük ve çaresiz olarak kabul etti ve ben ona birşey uzattığımda veya sadece yastığını kabarttığımda bana minnettar bakışlarını hediye ediyordu. Bana da kollarım ve gövdem daha güçlü olmuş gibi geliyordu. Göğüsümde de bitmez tükenmez bir enerji deposu vardı. Sevdiğim kadın için haraket etmek, faaliyette bulunmak istiyordum.

            Eşime: “Seni kurtaracağım!” diye turkuyla inandırmaya çalışıyordum ve o an güçlerime inanıp bana umutla gülümsüyordu...

            Ama o zamandan beri günlerimizin huzur ve sükün içinde geçtiğini düşünmeyin. Ayjan bazen yese düşüyordu, bazen benim sinirlerim de dayanamıyordu ve gönlüm çöküyordu. Ama havaya kaldırılan eller benim için yer verilemez ihtişamdı, omuzlarımda Ayjan’ın beklentileri yatıyordu ve pes etme hakkım yoktu. O yüzden bütün yiğitliğimi zerre zerre toplayıp parlak iyimserliği göstererek Ayjan için sırası gelen savaşa bulaşmak zorunda kalıyordum.

            İkinci akşamda gururumu aşıp Abilkas’a gittim. Bazargül’ün kocası nasıl olsa şehir hastanesinin en büyük asıydı ve içimde doktorların geçmiş sürede yeni ve mücizevi ilacı almalarına ve onun uygulamasına rasgele birşeyin engel olmasına umidimin ışığı daha sönmedi.

            Zil sesine Abilkas kendisi çıktı. Daha doğrusu yeni nitelikli Abilkas çıktı. O kadar giyinip kuşanmış onu daha görmedim. Üstünde muhteşem siyah takım elbise ve beyaz naylon gömleği vardı. Burnuna nedense siyah gözlük takmıştı. Ve evde bile takım elbise giyip siyah gözlük taktığından Bazargül’ün eşinin geleneksel olarak kariyer denilen o merdivenin daha yüksek basamağına bastığını anladım.

            Bu sefer gelişim kendine güveni fazla olan Abilkas’ı mahcup etti. Büyük ihtimalle ziyaretim uygunsuz oldu.

Şaşkınlık içinde olup beni içeriye almayı veya önümde kapı çat diye kapatmayı bilmeyerek: “Yoldaş Bekov?” dedi.

Ama ben kararlıydım ve ayna ile kapı arasından sokuşup koridora geçtim.

-                     Gelin, gelin. Sizin hakkınızda okudum, yoldaş Bekov. Okudum, gazetede okudum. Tebrik ederim, ödülle tebrik ederim. Aferin, - dedi şaşkınlığını saklamaya çalışarak.

Bana komik geldi. Kazak yiğidinin eşinin ağabeyisine bu şekilde hitap ettiğini nerede gördük? Ama Abilkas özel birşey olmamış gibi yaptı ve çalışma odasına baş işaretiyle gösterdi.

-                     Gir.

Biz odaya girer girmez bilardo masası kadar geniş çalışma masasında duran telefon üst üste çalmaya başladı. Abilkas azametle elini uzattı, telefonu kaldırdı ve uzun acele etmeden onu muf gibi geniş kulağa yaklaştırıyordu. Saygın aksakal ne alınır ne de verilir. Ve bu tavırlar onun yaşındayken. Onu sanki kendi parmaklarını gibi tanıyorsun ama yine de seni şaşırtmaya devam ediyor.

Telaffuz edilen her kelimeyle mest olup: “Sağlık İl Bölümü Başkanı Daribasov dinliyor” diye şarkı gibi söyledi.

Suya bakmış gibiydim: Abilkas gerçekten terfi etti. Ama telefonla konuşurken ne saçmalıyor!

Abilkas hayal kırıklığıyla: “A, siz misiniz” diye uzattı.

Bu konuda gerçekten de yeteneği var. Gözlerim önünde her basamakta üstün ustalıkla yapılan dönüşüm göstererek becerikli yaltaktan kibirli memura baş döndürücü yoldan geçti.

Trajik zamanlar gelecek te sırası gelen ceviz onun dişlerine göre uygun olmayacak ve o zaman benim hesapsız akrabam sert ense ile basamakları hesaplayarak aşağıya gümbür gümbür düşecek. Bu zamanın da er veya geç geleceğinden tamamen emindim. Bilge insanlar boşuna böyle demiyor: genç bir teke boynuzlarsız kalacağını önceden bilseydi boynuzlaşmaya girmezdi. Sadece kardeşim Bazargül’e üzülüyorum. O da haksız bir yere Abilkas’ın imrenilecek gibi olmayan nasibini paylaşmak zorunda kalacak.

Abilkas minderlerle ilgili bir emir verip telefonu kapattı.

-                     Bensiz bir hiçe bile karar veremiyorlar. Hem bunu, hem şunu anlat, - diye belirtti.

Terine pişman olmayıp görevi için çalışıyordu. Meslektaşlarının iddia ettikleri gibi çalışkanlığı ve kabiliyeti reddedilemezdi. Sadece bunu insanlara yürüpme olmadan yapsaydı, yakınlarını dirseklerle itmeden, insanlar kendileri de Abilkas’a gerekeni verirdi. İşte bunları ona açıklamak istiyordum ve bunu yapacağım zamanı elim kadar yakın.

En önemli konuya nasıl geçeceğimi düşünerek: “Bazargül nasıl?” diye sordum.

-                     Bazargül... Bazargül’ün herşeyi iyi.

Abilkas’ın suratından yine şüphe bulutu geçti. Bana kuşku ile yan baktı. Hemen anladım ki onun ve kardeşim arasında birşey oldu ve benden bunu saklamak istiyordu. Başka bir zaman dayanamayıp burnumu aile sırlarına sokardım ama ama şimdi bunlar beni ilgilendirmiyordu.

Doğu nezaketine uyarak: “Yeni görevle tebrik ederim” dedim.

Abilkas gözlerini başarısızlıkla yere dikmeye çalışarak: “Halk tarafından nereye atanırsak...” dedi.

Halk onu sokakları süpürmeye göndermiş olsa bu alçakgönüllü kişinin nasıl davranacağını görmek için herşeyi verirdim. Ama defol olsun! En azından şimdilik.

Ziyaretimi bozma tehlikesini yaşayarak: “Bu yüzden mi o kadar  giyinip kuşandın?” diye dayanamadım.

Abilkas iğnemi sancısız yutarak: “Benim için bugün büyük bir gün” diye bildirdi ve özenle, ceketi buruşturmamaya çalışarak, sağlam koltuğa oturdu.

Abilkas’ı affetme niyetinde olup: “Başarılı ameliyat mı? İstisnai durum mu?” diye sordum.

Akıl öğretircesine: “İnsanları kurtarmak her günkü görevimizdir” dedi. “Benim şahıs mutluluğum var. Erkek kardeşim evlendi!”

Diyecek birşey yok, bu gerçekten bayramdır ve belki de Abilkas kardeşinin evlendiğine seviniyorsa canı o kadar da duygusuz değil.

“Senin ve özellikle kardeşinin adına çok mutluyum” diye kalpten soyledim.

-                     Teşekkür ederim... Ya sen neden ayakta duruyorsun? Kendini evindeymiş gibi hisset. Otur... en azından buraya... – dedi ve baş işaretiyle yazı masası önünde hizmet usulünce duran sandalyeyi gösterdi.

Sandalyeye oturdum ve sanki onun emrindeki veya yabancı dilenci rölüne girdim.

Masaya parmaklarıyla heyacanlı heyecanlı trampet çalarak: “Anlıyor musun, kardeşim uzun zamandır şanssızdı. Uzun zaman önce enstitüyü bitirdi. Anlıyorsun, yükseköğretimi, şu da bu vardı ama uygun gelin yoktu. Böyle bekar yaşıyordu. Arayıp duruyordu ama gelin yoktu, anlıyor musun?” diye sordu.

-                     Anlıyorum. Ama şimdi herşey haloldu, değil mi? Eğer o kadar zor beğenerek seçiyordu demek ki eşi de münasip. Sanırım, güzelin güzeli mi?

-                     Bunu bilmiyorum. Daha görmedim. Ama ne fark eder? Güzel mi eğik mi. Önemli olan münasip karı. En gereken karı. İnsana gereken, - diye açıkladı Abilkas ve işaret parmağını kaldırdı. – Onun eşi kız, anlıyor musun?

Elbette ipsiz sapsız: “Kız mı?” diye sordum.

Abilkas: “Bakanın kızı!” diye ilan etti. “Güzelleri ise şairlere bırak” diye bitirdi, esprisiyle memnun kalıp.

Birdenbirelikten dolayı kızmak için vakit bulamayıp: “Demek ki deveyi tavlamış mısınız? Artık kardeşinin kayın pederinden bir pay sana da mı düşer?” diye mırıldadım.

-                     Pay mı değil mi, ama itiraf ederim ki Mıstau benim için dar. Yeni işlerle biraz ilgileneyim de sonra Almatı’ya giderim. Konuşurum... – diye kolaylıkla bildirdi.

-                     Sen kendi evliliğinle nasıl böyle gaf yaptın? Bence, kerdeşimle, direk söylersem, çok ucuz ettin. Gaf yaptın, - diye meydan okurcasına acı acı alay ettim.

Ama o ancak nefes verip böyle dedi:

-                     Her bakanın kızı yok. Her bakanın kızı da bekar değil. Herkese böyle gelinleri yetiştiremezsin. Bazargül’e gelince de bu başka bir konu, duyguların alanı... Mamafih, Bazargül için de Halk Sanatçısı ünvanını sağlayacağım. Eşim Halk Sanatçısı. İtiraf edersem, kulağa kötü gelmiyor, değil mi?

Onu kızdırmaya çalışarak: “Bazargül’ü seviyorum. İyi bir bayan ve herşeyin yanında iyi bir tiyatro sanatçısı. Ama halk sanatçısına daha çıkamaz. Böyle yeteneği yok, Abilkas. Sen de bunu çok iyi biliyorsun. Burada yapacak birşey yok, Abilkas!” diye beyan ettim.

“Başarırsan, kar bile yanar” diye serinkanlı itiraz etti. “Yeter ki Bazargül kendisi direnmesin. Anlat ona, seni dinler.”

Demek ki işin aslı bu! Bazargül, aferin sana. Demek ki o hem şöyle hem de böyle ama kardeşim hiç bir türlü kabul etmiyormuş! Bravo, kardeşim! İyi ve dürüst kalpli sen anlıyorsun ki pazarlık yapılan saygı sahte madeni paradan daha ucuzdur. Ve bu alçak, kardeşimi kendi suretine ve benzerliğine değiştirmeye çalışıyor! Ne kadar da hayvandır!

Abilkas aptal değildi ve düşüncelerimi çözdü.

Alaylı alaylı gülümseyerek: “Sen galiba hayatın gerçek mutluluklarına değer biçemeyen pis biri ve hayvan olduğumu düşünüyorsun. Rasyonel makine, kariyerist ve benzer?” dedi. “İstediğini düşünmek için özgürsün. Sağlıkla git! Maalesef, sana birşey yasaklamaya gücüm yok. Ama benim o kadar ilkel olmadığımı söylememe kimse de engel olamaz. Herkesin kendi hayat felsefesi var. Ve kendi felsefemle o kadar da yalnız değilim... Siz “Aşk!” diyorsunuz. Benim için ise o karşılıktı destekten ibarettir. Karı ve koca birbirine omuz veriyor... Sonunda Bazargül istediğim amaca ulaşmak için bana yardımcı olacak. İşte böyle, sevgili Jantas!

Ona inandım: Abilkas her çareyi mubah görüp uzağa gidecek ve kardeşim kendisi sevgili Abilkas’ını çözemezse ben ona yardım edemem.

Kendi kendime kararlı bir şekilde: “Herşey bitti ve artık hiçbir şeyde suçlu olmayan kulaklarıma sinik saçmalıklarla azap çektirmeye gerek yok. Yeter bana. Mutluluğumuzu da Abilkas’ın temiz olmayan elleriyle kurmak istemiyorum” diye beyan ettim.

-                     Her neyse, Abilkas. İnsan bir amaca gittiğinde ona başarılar diliyorlar. Galiba, insanlığın adeti böyle. Maalesef, ben bunu yapamam. Vicdanım izin vermeyecek.

Abilkas delik gibi derin koltuğundan müstehzi tebessüm ederek: “Böyle doğrulu olmaya ne gerek var? Biz yapancı değiliz, yakın insanız” dedi.

-                     Ben böyleyim. İyi mi kötü mü, herşeyim ortada. Bu arada, Bazargül evde mi?

Sustu, sonra gönülsüz homurdandı:

-                     Odasında oturuyor.

Demek ki böyle, kardeşim odasında! Ben de evde olmadığını düşünüyordum, öbür türlü sevdiği ağabeyinin sesini duyunca neden çıkmasın ki? Ağabeyinin sesi gök gürültüsü gibi dairesinden yuvarlanarak geçtiği halde gene de duvar arkasında kalmayı tercih etti. Benim gelişim de burnunu bile göstermeden odada oturmasının sebebı değildi. Beni eskisi gibi seviyordu, bundan hiç şüphem yoktu ve böyle olduğuna kafamı keserim. Demek ki... Gerçi kontrol etmek zor değil...

Bazargül’ün odasına girdim.

-                     Girebilir miyim? Rahatsız etmedim umarım.

-                     Koke! – diye haykırdı ve yüzü şefkatle aydınlandı.

Yanılmadım, kardeşimin samimi sevinci de bunun en sağlam ispatıydı. Bir tek ağabeyine duyguları neden değişsin ki, ama tahmin ettiğim kadarıyla ağabeyi artık en iyi hediye değildi.

Bazargül: “Ne zaman geldiğini duymadım, koke” diye yalan söyledi ve hemen kızarıp gözlerini yere dikti.

Bu temiz ve masup cana yalan söylemek mi kaldı? Elimde olmadan güldüm ve saf hilesinin teşhir edildiğini anladı.

Gözlerini kaldırmaktan korkarak: “Ben ise çalışmaktan bitap düşüyorum.Yakında ilk oynanış var” dedi ve daha çok kızardı.

Sedir ve döşemede kendini saydıran ama yine de yeterince inandırıcı olmayan kanıtları olan eskizler özenle dizildi. Tabiki insanın gözlerini ve aklını tamamen alabilirdi, ama kulaklarını değil.

Bazargül: “Koke, geldiğin çok iyi oldu! İstidatsız kız kardeşine öğütle yardım etsene. Nasıl olsa şimdi bit tür ödül sahibisin. Benim işim ise kesinlikle yürümüyor. Ah, bu Kıpçakları başaramıyorum!”

Resim kartonlarında “Koblandı Batır” adlı gelecek oyun için dekor ve elbise versiyonlarının taslakları çiziliydi. Eser sahibi ise en doğru kararı almak için hala panik içinde ıstırap çekiyordu. 

Eskizleri gözden çabuk geçirip: “Kıpçak yaşayışıyla sahneyi doldurmak istiyorsun. Oyuna bütün bölge etnografyası müzesini çıkarmaya hazırsın. Eski eserler mağazan değil, sahnen var. İster istemez bu kaosta takılıp kalırsın, kahramanlarının bir yığın eşyalarda boğulduğu gayet tabiidir” dedim.

Bazargül: “Demek ki buna gücüm yetmez, sorun da burada” diye hafifçe gülümsedi.

-                     Sakın, sakın yese düşme! Yoksa arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratacaksın. Onlar büyük ihtimalle çoktan prova yapıyorlar ve ne kadar umut ve zaman boşa gidecek! İşten sonra prova yapmak kolay mı?

Bazargül: “Haklısın, koke” diye bir soluk aldı. “Onları hayal kırıklarına uğratma hakkım yok.”

-                     Mükemmel. Nihayet gerçek bir sanatçının konuşması belli oldu.

Espri olarak “halk” ekleyecektim ama hafif dilimi zamanında tuttum.

-                     Biz de Abilkasla sohbet ettik. Bu arada, seni de konuştuk, - diye sanki geçerken söyledim, kendim ise kardeşime dikkatli dikkatli baktım.

Bu benim deneme topumdu. Ama Bazargül ansızın ona özgü olmayan itidali gösterdi.

-                     Abilkasla daha karı kocayız, - diye kaçamaklı cevap verdi.

Bunun arkasında aile işlerine karışmama önerisi vardı. Bazargül bu yumağı kendi gücüyle çözme niyetindeydi.

-                     Sen dün mü geldin? Ben sabah sendeydim ve akşam da uğramak istedim, ama... Ayjan kendini nasıl hissediyor? – diye sordu.

-                     Kendini tutup dayanıyor. Ama bazen onun da elleri de iniyor. Bazargül, ona yardım etmeliyim! Muhakkak! Ayjan’a yardım edebilmek için dünyada bir ilaç olmalı! Bazargül, nasıl düşünüyorsun? Bir çare olmasa olmaz! Olmaz!

Bazargül: “Olmalı” diye doğruladı.

-                     Daha burada mısın? – diye Abilkas’ın sesi duyuldu.

Kapıya sırtlarımız dönük duruyorduk ve şimdi Abilkas’ın ne zaman geldiğini, bu dakika mı yoksa burada çoktan durup her kelimemizi duyduğunu bilmiyorduk.

-                     Çok şükür daha gitmedin, - diye devam ediyordu Abilkas. – Sen galiba bir iş için gelmişsin, belki birşey rica etmek için. Biz de burada sohbete daldık ve unutmuşsun. Ben ancak şimdi bunu düşündüm ve gördüğün gibi birdenbire hatırladım.

-                     Teşekkür ederim, Abilkas, öylesine uğradım. Sevgili arkabalarımın nasıl yaşadıklarına bir bakayım düşündüm, - dedim katı bir şekilde.

Abilkas: “Ya bizim mükemmel Ayjan’ımız nasıl?” diye sakinleşmiyordu.

-                     Teşekkür ederim, iyi. Gülüyor, şarkı söylüyor.

Bazargül: “Jantas gerçekten de sadece ziyaretimize geldi” dedi soğuk bir şekilde.

Abilkas dudaklarını çiğnedi ve benim tarafıma baş sallayıp böyle dedi:

-                     Jake şimdi masklarla ilgilenemiyor. Hastane heykeltraşsız kaldı. Bazargül bu işi alırsa. Hem onurlu hem de paralı birşey, değil mi?

Büyük ihtimalle sıkıntılı ortamı yumuşatmak isteyip espri yaptı, ve her zamanki gibi çok başarısız espri yaptı. Hatırladığım kadarıyla bu onun en aptal şakası oldu. Bazargül bile gönül indirip cevap vermedi.

İşte demek ki Bazargül böyle biri mi?! – diye şaşkınlıkla düşündüm. Bana başka biri söylerse, kardeşimin sağlam karakteri olduğuna hiç inanmazdım. Ay, Bazargül!

Demek ki kolayca bağlanabilen bir kadın değil. Karakteri kime çekti? Kara Kempir nenemize mi, annemize mi, babamıza mı?

Annebabamızı hayal meyal hatırlıyordum, o yüzden kardeşimin ortaya çıkan yeni özelliklerini Kara Kempir büyükannemizin hesabına kattım. Bir de yirminci yüzyılın hasabına. Birçok saçma geleneği kırdı. Kazaklar bunu boşuna demiyor: “Sana gereken herşeyi görene kadar mezara girmezsin” diye hükmettim ve vedalaşmaya başladım.

Abilkas gözüme girmeye çalışarak: “Birer kase çay içelim mi?” diye teklifte bulundu. “Yeni dastarkhan açarız. Saygı değer biri bana Almatı’dan yeni dastarkhan getirdi. Ey, karı, sevgili ağabeyimize yeni dastarkhan göstersene.”

-                     Teşekkür ederim, acelem var.

-                     Kokenin zamanı yok, - dedi Bazargül. – Eve gitmek için acele ediyor.

Ama Abilkas btni kapıya uğurlarken ince ince koşuşmaya devam ediyordu. Bağımsızlığım, birşey rica etmediğim ve şu halde kayırmasına önem vermediğim onu korkutuyordu.

Başarısız ziyeret azmimi soğutmadı. Eğer eşimin sağlığı için Mıstau’yu olduğu gibi ufuk çizgisinden geçirme teklifi alsaydım hiç düşünmeden kollarımı sıvardım. Yabancı bir seyirci için daha büyük eğlence olamazdı. Ben yine de cehennemi haysiyetimi yenip avuçlarıma tükürüp sokağın ucundaki evin köşesine yapışırdım ve hayatımın sonuna kadar gergin gergin ıhlardım. Ama bu tür teklifler gelmediği için sokaktan ağır ağır yürüyüp yeni varyantları arayarak beynimi kudurmuşçasına çalıştırıyordum.  Olayların enkazlarını, kopuk heceleri ve sadece ayrı sayıları içeren ve var olan bilgileri karıştırıp bilincim tabloya bir tek kelime yansıdı: “Şe-ru-bay.”

“Anlaşılan, sadece o, büyük Şerubay” diye düşündüm tutuşup ve burada da üstüme sanki soğuk su boşaldı. “Beni affetti mi?.. İşin en kötüsü de: eğer ikinci günde ricayla gelirsem heykeli rüşvet olarak verdiğimi düşünmez mi? Hadi anlatmaya çalış, inanır mı? Birşey yapamazsın, yolum Şerubay’a ayırtıldı.”

Bu kısa monologu bitirir bitirmez, iti an taşı eline al, Şerubay görüldü, şeytan gibi köşeden çıktı.

Yolumu kapatarak: “A, Jantas!” diye haykırdı. “Hediyeniz beni sarstı, ama onu size geri vermek zorundayım. Maalesef, onu evimde tutamıyorum. Ben galiba huysuz biriyim ve o zaman duyduklarınızı unutun. Acıdan yaptıklarımın farkında değildim.

“Olmaz!” diye telaşlandım. “Ulbosın’ı gerçekten seviyordunuz ve onun hatırasına sahip olma hakkınız benimkinden daha üstün. Keşke bunu daha erken anlasaydım. Geçmişten dolayı size ne kadar mahcubum bir bilseniz.”

Endişe ile: “Teşekkür ederim size, Jantas. Teşekkür ederim! Ama benim gerçekten de sizi eserinizden ayırma hakkım yok. Benim için bu Ulbosın’ın sureti, sizin için ise arayışın ve uzun emeğin meyvesi. Sanatın insanısınız ve bu sizin işiniz. Hayır, hayır, tartışmaya kalkmayın. Zaten iyi duygularınız için size minnettarım ve tavrınızı kötüye kullanmak istemiyorum, Jantas” dedi.

-                     Şereke, alçıdan kopya bende kalacak. Benim için bu yeterli. Mermere gelince, Ulbosın sizde daha çok güvende olacak. Sizde kendini canlıymış gibi iyi hissedecek. Madem de öyleyse, tunçtan dökmeyi veya taştan kesmeyi kendiniz için yapmıyoruz, yemin ederim!

Şerubay hala umit için cesaret edemeyerek: “Eğer gerçekten de alçı kopyanız varsa” dedi.

-                     Bu çalışmanın bir etabıdır, Şereke. Şereke, bunu nasıl bilmezsiniz? Her heykeltraş eserini kilden bitirdikten sonra, önce onu alçıdan yapıyor ve ancak ondan sonra metale veya taşa aktarıyor.

-                     Bunu gerçekten bilmiyordum. Böyle ince şeyleri merak etmek için zamanım yok, sevgili Jantas, çalışıp duruyorum, - dedi Şerubay ve mutlu mutlu gülümsedi.

Koluma girdi ve acele etmeden, eski dostlar gibi, yürüdük. Onun için de herşeyi açıkça anlattım. Hayır, ilk defa ona gitmek istediğim yardım ricası değildi bu. Eski dostuma Ayjan’ın kaderini paylaşma kararımı anlattım.

Şerubay başını sallayarak: “Yiğitlik insanı çıktınız, Jantas. Onun için sizinle açık yürekli olacağım: karınızın yataktan kalkma şansı hemen hemen yok. Bizim tedavilerimiz daha çok hastaya umut verme çabasına benziyordu” dedi.

Onu sözünde yakalamış gibi elini sıkıp: “Hemen hemen dediniz!” diye bağırdım. “Demek ki bazı ihtimaller var mı? Demek ki çabalamak mı gerekiyor? Gerekiyor mu?!”

Takt fazlasından rahatsızlık duymayan geçenlerin dikkatini çekerek durduk.

Şerubay: “Doğru, Jantas, başarıya inanç olmasa da çaba göstermek gerekiyor... Ben huysuz bir insanım ve galiba kindarım. Özel mesleğim var, anlıyor musunuz, Jantas? İnsanları kurtarmak. Doktor olarak ta elimden geleni yaptım” diye yumuşak söyledi.

Utanarak: “Özür dilerim” diye eveleyip geveledim. “Sizi kırmak istemedim. İçimin bir yerinde her zaman size güveniyordum.”

Şerubay: “Böyle düşüncem yoktu” diye elinde olmadan gülümsedi. “Sadece hangi kaderin sizi beklediğini bilmenizi istedim. Sözün kısası kendinizi neye mahkum ettiğinizin bilincinde olmanız için.”

İtiraf ederim, bundan sonra sırtımda tüylerim dağılıp dağılıp diken oldu. Ama biri irademe aykırı, daha doğrusu Jantas-birinci Jantas-ikincinin iradesine aykırı içtenlikli konuştu:

-                     Perspektif, ne dersen, neşeli! Ama açık yüreklilik için açık yüreklilik olur, Şerubay ağa... eğer herşeye rağmen mutlu olduğumu söylersem bu, büyük ihtimalle, fazla gelir ve bana inanmayacaksınız, ben kendim de inanmayacağım. Tavır ve  o kadar! Daha doğrusu böyle olacak: Ayjan’ı sevdiğim için pişman değilim. Bunu ne isim koysam fikrim yok. Ama herşey baştan tekrarlanmış olsa aynı nasibi seçerdim. Gerçekten, Şerubay ağa.

Şerubay: “Size inanıyorum” dedi ve işaretle yolumuza devam etmemizi önerdi.

Bizi merak edenlerin memnunsuzluğuna rağmen yolumuza devam ettik.

Şerubay düşünceli düşünceli: “İşin özü şu ki, Jantas, kimse mutluluğun net olarak ne olduğunu bilmiyor. Asıgat ve Karagöz hikayesini hatırlıyor musunuz?” dedi.

-                     Hafızam doğru hatırlıyorsa, Asıgat cüzamlı Karagöz’ü için cüzzamhaneye giden kişi. Değil mi?

Şerubay memnun memnun: “Evet, böyle davranan Asıgat’tı” diye başını salladı. “Hatırlıyorum, bu hikayeyi güvensizlikle karşıladınız... Yani bana inandınız. Ama hikayeyi istisnai gördünüz. Ancak kahramanlara layık mı ne. Ama gördüğünüz gibi durumunuz Asıgat’ın fedakarca davranışına bir şekilde benziyor. Galiba Asıgat’ın davranışını böyle adlandırmışsınız.

-                     Onun fedakarca davranışı vardı. Tevekkeli ölmedi.

-                     Ama bu her zaman trajedi ile mi bitiyor?

-                     Fark etmez! Düşünün, benden ne kahramanı olur ki? Asıgat devdir. Ya ben neyim? Sıradan biriyim, - diye mahcup mahcup itiraz ettim.

Şerubay: “Doğru, sıradan birisin” diye çok kolay kabul etti. “Asıgat ta, düşünün, kahraman değil. O da sıradan. Sadece mutluydu ve üzücü sonuca rağmen mutlu kaldı... İşin özü da budur. Kimse asıl mutluluğun ne olduğunu bilmiyor” diye tekrarladı Şerubay.

Şerubay’ı evine kadar uğurladım ve ilk defa arkadaşların yaptığı gibi dostça vedalaştık.

Şerubay: “Beni sizin sadık taraftarınız olarak sayın” diye rica etti. “Size ve özellikle Ayjan’a büyük mutluluklar dilerim. Nedense bana onu kendim gibi anlıyorum gibi geliyor.”

Sertçe el sıkıştık.

O zamandan beri Şerubay arkadaşımız oldu. Artık ziyaretimize sıkça gelir oldu ve bir - iki saatini dürüst ortamımızda geçiriyordu. Arada sırada gürültülü ortamımız toplanıyordu, bazen Karipjan ve Asılhan başta olmak üzere neşeli yiğitler ve kızlar hüryası gürültü yapa yapa içeri giriyordu ve inanılmaz patırdı çıkarıyorlardı. İlk zamanda Şerubay için endişeleniyordum: hayattan yorgun bir insan olan o deli gençler arasında nasıl hissediliyor? Ama şaşkınlığıma Şerubay hemen ortama girdi ve onun coşkun eğlencelere en aktif bir şekilde katıldı. Eski rakibimin bir kol çengi olduğunu hayatta düşünmezdim. O kadar serbestçe ve bulaşıcı gülüyordu ki sadece Ayjan onunla rekabet edebiliyordu. Hemen uyumlu bir çift düzenliyorlardı ve sivri dillerini keşkinleştirmek için seçilen kişi sıkıya geliyordu.

Ancak arada sırada Şerubay’ın yüzünden gri bulut geçiyordu. Anlaşılan, gürültümüz içinde canlı ve güler yüzlü Ulbosın’ın gülüşü aniden gözünün önüne geliyor.

İlk akşam o gittikten sonra herkes ancak Şerubay’ı konuşuyordu. Şehrimiz küçük ve Şerubay’ın hikayesi hemen hemen bütün sakinleri dolaştı.

Altınay: “Ne kadar büyük bir aşk! Ne kadar da olağanüstü sadakat! Ne gibi bir erkek” diye nefes aldı.

Ayjan’a sadık kaldığı için Altınay’a minnettar idim. Eşimi çok seviyordu ve gerçi hiçbir doktor bile Altınay’ın hissettiği kadar kalbinin atışını o kadar ince anlamıyordu.

Daha eşikte durup Ayjan’a soruyordu:

-                     Arkadaşım, bugün yüzün neden ekşi? Kafana birşey takma. Dahi iyi senin izleyicin Bubeş’in ne yaptığını dinle. Bu dağınık biri...

Beş dakika sonra da Ayjan’ım uzun ve makaralı kahkahalar atıyordu.

Altınay’ın avantajı galiba doktorların stetoskop yardımıyla dinlediklerinde saklıydı. O ise basit insan canı olan sade aletle işini hallediyordu.

Hep suskun Asılhan: “Şerubay ağa saygın bir adamdır. En büyük saygıya layık. Ama bu, başka erkeklerin de Şerubay gibi sevemediğinin anlamına gelmiyor” diye sesini verdi.

Altınay: “Kendini mi ima ediyorsun, Asılhan?” diye güldü.

Karipjan: “Bence, o sana aşık, Altınay” diye espri yaptı. “Bütün gece sabaha kadar hasretini çekiyor. Ne zaman uyanırsam hasretini çekiyor” deyip Karipjan Asılhan’ın nasıl nefes aldığını canlandırdı.

Komik oldu. Çok ta benziyordu. Eğer Asılhan gerçekten bir kızın hasretini çekiyor olsa mutlaka Karipjan’ın şimdi gösterdiği gibi olurdu.

Altınay: “Ah, demek ki böyle” diye ellerini çırptı. “Ben de düşünüyorum, Asılhan neden her gün işten sonra bana bunu soruyor: “Şimdi nereye gidiyorsun, Altınay?” Ben de: “Tabiki öğle yemeğine” diyorum. Ve o, bir düşünün, peşimden geliyor. Bir dönüyorum, o da arkamda ve sanki beni görmüyormuş ve benimle hiç alakası yokmuş gibi yapıyor.”

Asılhan bozuldu, hafifçe allandı...kulakları da yakut rengine döndü...ve şunu dedi:

-                     Hadi sizi. Altınay da zevkime göre değil.

-                     İyi. Yoksa acı çekmek zorunda kalırdın çünkü hiç te zevkime göre değilsin, - diye açıkladı Altınay. – Asılhan iyi bir delikanlı, dost gibi dost. Ama ben yaşı daha büyük, akıllı, sağduyulu, ciddi ve mutlaka kır şakaklı adamlardan daha çok hoşlanıyorum. “Maskeli balo” filmindeki Arbenin gibi. Veya Şerubay-ağa gibi, mesela.

Böyle de sabaha kadar konuşurdu, Asılhan da konuşmalarından rahatsız oluyordu. Büyük ihtimalle bunu ancak iki kişi fark etti: ben ve Ayjan. En iyi arkadaşı Karipjan bile birşey fark etmeyip espri yapmaya devam ediyordu. Biz anlamlı anlamlı bakıştık ve Ayjan böyle dedi:

-                     Delikanlıyı rahat bırakın. Ama birşeyi göz önüne alın: altın yüreği var. Onun seveceği kız da gerçekten dünyanın en mutlusu olacak.

Asılhan: “En mutluymuş” diye mırıldandı ama Ayjan’a gönderdiği bakışı şükranla doluydu.

-                     Bu arada, Karipjan, Altınay, gençler, yıldızınıza ne oldu?

Ayjan’a yardım ederek: “Yoksa görülmüyor mu?” diye sordum.

Karipjan, sanki boğazında takılıp kalan birşey konuşmasına engel oluyormuş gibi önceden öksürüp gırtlağını temizleyerek: “Ya anlıyor musun...” diye başladı.

Ayjan müstehzi olarak: “A, evet, önce de sormuştum. Şimdi ampuller yandı diyecek. Herkes sanki anlaştı” dedi.

Karipjan: “Ne oldu? Böyle birşey olamaz mı? Hepsi alıp ta yandı. Şantiye şefinde de sağlam ampul yok. Şantiye şefimiz mağaza falan mı, değil mi?” diye heyecanlandı ama bununla beraber gözlerini de saklamaya çalışıyordu.

Altınay: “Ya söylesene artık, planı gerçekleştiremedik” diye içini çekti.

-                     Birileri belki de sabırsızlıkla bekliyordur. Bir odada ailece barınıyor, vadedilen daire ise yok ta yok.

Karipjanla gelen bir genç meydan okurcasına: “Birşey olmaz, ölmezler. İşimiz de az kaldı, binanın bazı tamamlanmaları o kadar” diye beyan etti.

Bu delikanlının küstah ve biraz patlak gözleri vardı, suratı ise kendini beğenmişlikten parlıyordu ama Ayjan ona uzun ve üzüntülü baktı, sanki oğlandan bütün parlaklığını avucuyla sildi.

Saat geç oldu ve misafirler sırayla vedalaşmaya başladılar. Ancak Altınay bütün görünüşüyle saatin onun üzerinde etkisi bırakmadığını gösteriyordu. Anlaşılmayan birşeyi bahane edip komplocu tavırla Ayjan’ın yatağına galiba oldukça sağlam oturdu. Ben ise Asılhan ve Karipjanla yürümeye karar verdim.

Ama biz apartmandan çıkar çıkmaz Asılhan bizden koptu. Gözlerini saklayarak bizim için muammalı ve güya acil bir işten yakındı ve köşeden döndü.

Karipjan: “Hiç sakinleşmiyor” diye belirtti. Temiz nefesten zevk alarak biraz durup sokaktan yürümeye başladık.

Karipjan sanki çoktandır kendi kendiyle sürdürdüğü içindeki monologu yüksek sesle devam edermiş gibi: “Bu tür insanları seviyorum” dedi.

-                     Nasıl bu tür? Kimi yani?

-                     Senin Ayjan’ın olduğu gibi. Anlıyor musun, birşey yapıp duran işkoliklere bayılıyorum. Bunu şunu yapmaya ihtiyaç duyuyorlar. Herşeyin daha iyi olmasını istiyorlar. Sanki farkedilmiyor da. Tahtayı çeviledin, sanki büyük birşeymiş! Ama insanlar karıncalar gibi, sonra bakarsın hep beraber dünyayı değiştirmişler. Senin eşin de böyle kişilerdendir. Yazık ki mıhlanmış kaldı. Kim olursa olsun, o ise bunu haketmedi. Bana bakarsan ben hala dağınığım. Çalışmak ta sanki hoşuma gidiyor, ama dağınığım. Uzun zamandır akşam okuluna gitme niyetindeyim, küçük değilim ve eğitimsiz hiçbir yere varılmayacağını biliyorum ama kendimi toparlayamıyorum. Herşey zor, zor.

Ben de onu gamsız bir delikanlı olarak algılıyordum, onun bir kol çengi olduğunu düşünüyordum ama demek ki kendisine ıstırap çektiriyor.

Birşeye sinirlenip: “Yaratmak lazım, yaratmak” dedi. “Az konuşup yaratmak... Gerçek bir karın var. Hasta olduğunu boş ver. Gerçek bir eş. Böyle biriyle ben de evlenirdim, ciddiyim. İnanmıyor musun? Evlenirdim ve onu hiç bırakmazdım. Ama bu durumda bırakacağım. Evi bitirip insanları yerleştireceğiz, olmak gerektiği gibi su tesisatları ve kanalizasyonları ayarlayacağız ve başka birşey yaratmaya gideceğim. Aynı zamanda dünyayı da göreyim.”

Nihayet onu yeterince uğurladım Karipjan’ın taş gibi sert elini sıkıp eve döndüm. Apartmanımın kapısına yaklaşınca sokağın karşısında Asılhan’a şaşılacak kadar benzeyen kara figürü gördüm. Bu insan beni fark edince akağacın ince gövdesi arkasına saklandı. Tuhaf adam yine de görülüyordu ama farkına varılmamış olarak kalmak o kadar istediği için onu rahatsız etmedim.

Ben odaya döndüğümde kadın heyeti biraz başka düzene geçti. Altınay pencereye göç etti.

Altınay: “Asılhan gidene kadar biraz daha oturayım. Hala ağaç arkasında dikilip duruyor” diye belirtti. “Bıktım artık. Peşimi birakmıyor ve gözleri suçlu köpeğinki gibi. Şimdi de büyük ihtimalle dışarıda duruyor. Bekliyor!”

Ayjan: “Onu anlayabilirsin. Şimdi onun için en önemli şey seni beklemek” diye gülümsedi.

Altınay: “Ne yapmam gerekiyor şimdi? Acıdığım için ona aşık mı olmak? Sanki onu seviyormuşum onu aldatmak mı? Hiç te dürüst değil!” diye kızdı ve öfkesini döküp ekledi: “Masum olduğunu anlıyorum. Bir zaman kendim de bu postu giyiyordum. Bunu biliyorsun, Ayjan.”

-                     Altınay! Sen aşık mıydın? – diye haykırdım ve az kalsın: “Hiçbir zaman inanmazdım” diyecektim.

Altınay: “Hayır, buna kabiliyetim yok!” diye ters cevap verdi.

Ayjan: “Jantas, diline sağlam ol” diye rica etti.

İki kız arkadaşı erkeklerin onları ancak rahatsız ettiklerini göstererek fıs fıs konuşmaya, birbirinin kulaklarına fısıldamaya başladılar. Sonra biz başbaşa kalınca Ayjan bana anlattı:

-                     Böyle olduğu için özür dilerim, sevgilim. Altınay’ın gerçekten de zor hikayesi vardı. Birini çok seviyordu, adam ise gizlenmeyen alçaktı ama Altınay kendine birşey yapamıyordu. Kendisini kırana kadar çok kan döktü.

Altınay hakkında beklenmedik anlattıklarının altında kalınca: “Hayatta herşey çok abes oluyor.  O onu seviyor, kız ise başka birine meraklı, bu başka biri ise mahsus gibi dördüncü kişi yüzünden bunalıyor” dedim.

Ayjan: “Demek ki böyle oluyor: canların yarıları dünyada yürüyüp dolaşıyorlar, hepsi eşini arıyor. Bazen de buluyorlar ve burada bu insanın sana değil de başka birine ihtiyaç duyduğu ortaya çıkıyor. Ama yarılar birbirlerini bulduğu zaman onlar hiç ayıramazsın, hiç bir türlü. Değil mi, Jantas?” dedi.

-                     Doğru, Ayjan! Ama onların zamanında birbirlerini bulması lazım. Geç kalırsan hiçbir şey yardım edemez...

Jakıp adlı sınıf arkadaşlarımdan birinin başına geldiklerini hatırladım. Biz bir arkadaşımızın doğum gününden geç saatte yurda dönerken bunları anlattı:

“Herkesin bildiği gibi genç yiğit namaz kılan imam değildir. O gençtir ve önünden çok güzel anlar geçtiği zaman yiğit, kulakları tepede, bıyıkları rüzgarda ve kelebek gibi bunların peşine düşüyor. – Jakıp ayaklarında hafifçe sallanarak böyle başladı galiba. – Diplomayı hazırlatmak için Karağandı’ya gittim... Geldim işte, etrafa bakındım, ne kadar boş vaktim olduğuna, nerede kim ve nasıl olduğuna  baktım. Başımı çevirdim ve az kalsın kör olacaktım: çizim atölyemizde öyle bir kız gördüm... Adı Torı. Bu ismi ebediyen hatırladım, o zamandan beri onu benden kamçıyla bile ayıramazsın, ister ben ölene kadar kırbaçla. İstediğin gecede beni uyandır, sarhoş olsam da olmasam da hemen söylerim: “İsmi Torı.”

... Evet, nerede kaldık? Ona bakıp görüyorum, hayır hayır, ben de onun gözüne çarpacağım. Sen beni tanıyorsun: böyle bir delikanlıyım ki ben bir yerde çıkar çıkmaz herşey etrafımda dönüyor. O da dayanamayıp merak etti ve galiba bunu düşündü: “Bu ne bir yiğit böyle? O gelir gelmez etrafta herşey dönmeye başladı.” İyi, onun da beni fark ettiğini düşünüyorum, demek ki temas kurarız. Hemen Kamu Bilgi Bürosuna onu sordum ve hiç te kız olmadığını ortaya çıktı. Anlıyor musun, evli ve ikizler çocukları vardı. “Daha da iyi” diye düşündüm. “Romanı kabul ederse uğraş daha az olur!”

Pantolonumu ütüledim, ayakkabılarımı tertemiz yaptım ve sonraki gün yandan yandan ona yaklaşmaya çalıştım. O da sohbeti kabul ediyor, mahcup mahcup gözlerime bakıyor ve tatlı tatlı gülümsüyordu. Randevuyu ima etmeye çalışıyorum, şehir tiyatrosu falan ve burada redetti. Gözüm iğne gibi sivri. “E, yanlış kişiye geldin” diyorum kendime. Kaşları şaşkınlıkla kaldırıp “Ne diyorsunuz, ağa?” soran o ahlaklı bayanlardandır ve o an  utançtan yerin dibine girmeye hazırsın. Böyle durumlarda görmüş geçirmiş erkekler tedbirli davranarak yana çekip bu kadınlardan burcu burcu kaçıyorlar. Ama ben geç kaldım, demek ki bir yerde geciktim ve güçlü çekim alanına yakalandım. Birşey beni Torı’ya zaptolunmaz çekiyordu.

Mahcup mahcup gözlerime baktığını ve tatlı tatlı gülümsediğini izleyip durabileceğim ortaya çıktı. Buradan herşey başladı. İki gün sonra o işe gelmediğinde kalbimden hasret geçti, sanki Torı benim için hem güneş hem de nefesti. Bu kasvetli hava bir hafta sürüyordu. Sonra yine güneş çıktı.

Torı hemen kapıdan yönüme baktı, Jalıp’ın burada olup olmadığını kontrol etti. Ben ise yerimdeydim ve jerseden bayram elbisesine bakıp kimin için o kadar süslendiğini merak ediyordum. Sonra da aklıma geldi: senin için, Jakıp.

Beni sanki yıldırım vurdu. Allahım, herkeste olamayan ve insanın hayatında bir defa olabildiği gibi aramızda herşey ciddi!

Torı artık benim için süsleniyordu. Torı başka birine hitap etmiş olsa bile benim için konuşuyordu. Torı benim için gülüyordu, başka biri bile güldürürse. Başının her dönüşü, ellerinin her hareketi ve hafif yürüyüşü benim içindi. Onun yüzüne sessiz üzüntü yatsa bile bu da bana dahildi, kesin biliyordum.

Tanımadığım başka insanlara ait olduğundan dolayı hayatının bir parçasının benden saklı olduğunu unutarak ona can atıyordum. Torı bilindiği gibi onda dokuzu su altında saklı olan buzdağı gibi günlük denizde önümde yüzüyordu. Her neyse, Jantas, Torı’nın onda biri bana aitti, bu da o kadar çok bir ölümlü insan için. Bununla beraber, Jantas, benden kaçınıyordu. Kendime yorulmadan: “Biz kalp kalbe kalır kalmaz herşey yoluna girer” diye tekrar edip durmama rağmen başkaları olmadan onunla ciddi ciddi konuşamıyordum. Büfe masalarında veya koridorda bütün raslantılarımızı öyle döşemeyi başarıyordu ki her zaman meslektaşlarımızdan birinin yersiz figürü yanımızda oluyordu.

Bir gün Torı’nın “Anna Karenina” filmini daha görmediğini ağzından kapınca hücuma geçmeye karar verip iki bilet satınaldım.

Akıl almaz birşey olup ta yanımızda beş metre yarıçapında kimse olmadığında onun önüne bilet koyup: “Şimdi geri çekilebileceğiniz bir yer yok, Torı. Ya da tüylü tavuk gibi borç içinde olan bir insanın parası boşuna gider. Bu sefer yüce ülkü için  bütün rubleyi harcadı ve onu üzmeye hakkınız yok” dedim.

“Yine de onu üzmek zorundayım” dedi. “Bu filim bana yasak. Evli bir kadının bekar yiğit için aklı başından gidiyor, düşünebiliyor musunuz?” Espri yapmaya çalışıyordu ama tebessümü soluk ve zoraki oluyordu. Bağırmak istiyordum:

“Torı, herşeyi bırakın! Birbirimizi seviyoruz en önemlisi bu ve herşey bizim için işten değil! Sizi buradan götüreceğim, Torı, son hızla götüreceğim, neyle isterseniz. At üzerinde! Uçakla! Şehir arası taksiyle!”

Ama bayan sekreter gelip Torı’yı müdüre çağırdı.

İki gün sonra sıradan halk eve gittiği zaman atölyede fazla kaldım, yerel komitesi başkanı böyle sözlerle yanıma geldi:

-                     Anlıyor musun, Jakıp, böyle bir şeytanlık. Şehir Komite Birliğinden aradılar. Son toplantının tutanağını getir diyorlar ve yarından daha geç olmasın, duyuyor musun? Tutanak ise Torı’da, işte Torı’ya bir uğrayabilir misin? Sabah işe gelince yanında getirsin. Sen daha genç bir delikanlısın. Bacakların güçlü.

Torı’yı onun yuvasında görme fırsatı bana geldiği için  ayaklarım oynamaya başladı. Tavır için biraz direndim çünkü bir defa kabul edersen git gel işlerini gören oğlan olursun ve sonra Torı’ya uğrayacağım diye söz verdim.

Ama Torı evde değildi.

Kapıyı açan adam açık ve dostça gülümseyerek: “İşten daha dönmedi. Belki alışverişe gitmiştir. Biraz oturun, bekleyin onu” dedi.

Odaya geçtik ve endişeden kendimi geçip sandalyeye oturdum. Bilincim gittikçe bu duruma alıştı, herşeyi ayrı ve net olarak algılama kabiliyetini geri kazandı. Mutlu mutlu kahkaha atan ve kanepede debelenen adamı gördüm. Üstünde de eğlenceli ve yuvarlak yüzlü ikizler sıkı sıkı tutarak emekliyorlardı.

Adam mutluluğunu onunla paylaşmak için beni davet edip: “Oh, edepsiz külhanbeyler” diyordu.

Başımı sallayıp aptalca gülümsüyordum.

Şimdi herşey aydınlığa kavuştu, yerine geçti. Acele ettiğimi bahane ederek kalktım, Torı’nın kocasına sendikacının ricasını ilettim ve mantar gibi dışarı fırladım. O zamandan beri ben at, taksi veya posta trenini bile teklif edersem Torı’nın bana ne diyeceği belliydi.

Uçan halı bile vadedersem Torı: “Geç kaldık, Jakıp. Çok geç tanıştık” diyecek.

Sabah oradan ayrıldım ve tabii diploma savunmasını da battırdım.

Biz gecenin yarısında uyumuş yurdun kapısı önünde sallanarak durduğumuzda Jakıp: “Jakıp’ı tanıyorsun. İstidat yoksulu veya tembel değil. Ama bu sefer yolunda sanata çekme gücünden daha büyük birşey durdu” diye hikayesini bitirdi...

Yatağının ucuna oturarak Ayjan’a: “Ben şanslı biriymişim. Şerubay haklı. Her zamanki gibi şanslı çıkıp seni buldum” dedim.

Eşim elimi kuru ve sıcak avucuyla kaplayarak: “Ben ise sadece en mutluyum” diye cevap verdi. “Hasta hasta yatıp azap çekiyorum ve buna rağmen mutluyum. Benden mutlusu galiba yok.”

 

XIII

 

Ayjan üzüntüyle: “Son zamanlarda az çalışıyorsun, Jantas. Belki ben çok mu zaman alıyorum?” diye sordu.

-                     Ne diyorsun! Böyle birşey kafana getirme. Bende herşey yolunda. Büyük siparişler olmadığı için atölyede daha az zaman geçiriyorum” diye korkup onu teselli etmeye başladım.

Şiparişler eskisi gibi  sel gibi geliyordu, bunu onlara yap, şunu da bunlara ve burada biraz yalan söyledim. Ama bu işler için o kadar ilham değil de zanaat görgüler gerekiyordu. Elim alıştı ve bu siparişleri kaşla göz arasında yapıyordum. İşe karşı böyle davranışlara genelde kavaf işi denir ve bazen müşterilerin önünde utanıyordum. Ama müşteriler hem kısa süreyi hem de elimden çıkan kürekçilerin ve diskçilerin bitişik parkları ve kür evlerini şenelen kürekçilerden ve diskçilerden  hiç te farklı olmadığını beğeniyorlardı. Onların bakış açısından bu yeteneğimin ve gayretimin en büyük ispatıydı.

Ayjan: “Ama senin için “Kaplan tırnaklarındakı kız” en önemliydi. Ancak onu konuşuyordun” dedi.

“Beceremiyorum. Ve seninle alakası yok” diye kalpten itiraf ettim.

-                     Sana yardım etmek çok isterdim, - diye çıktı eşimden.

Her sanatçı önünde sanatın güneşle dolan tepesi var. Kendi elim kadar yakın görünüyor. Kolay başarıya güvenip yoldan ona atılıyorsun. Ama bu ne: sen yürüyüp duruyorsun ve ayakların artık yoruldu ama tepe bir adım bile daha yakın olmadı. Ve ne kadar parlak parıldarsa ona ulaşmak için hevesin de artıyor. Demek ki gerçekten böyle olmalı. Çünkü yetenek her zaman erişilmez irtifaları seçiyor ve geçerken kazanılan zafer ona gerçek mutluluğu getirmiyor. Demek ki Ulbosın heykelinin başarısı aynı şekilde önce şöhret düşkünlüğümü giderip sonra ruhuma tatsız bir çökelti gibi yattı. Bu Ulbosın’ın başarısıydı, yaratıcı atılımımı o yarattı, beni elden tutup yolumu gösterdi ve ben aslında her yetenekli sanatçının yapabildiğini yaptım. Ulbosın’ın ölümsüz ruhu ve vücudü birşeyi fark etmeyen sanat erbaplarının kalplerini fethetti ve duygulanan erbaplar icracının kafasına şöhret koydular.

Zaferin eylemsizliği beni ileri sürükledi ve ben farkına varmadan yine canlı model sayesinde öne çıkmaya çalıştım. Ama hal ve şartlar farklıydı. O zaman Ulbosın’ın hissleri ve bedeni bana heykel fikrini hediye etti. Şimdi ise fikir tamamen olarak aklımda doğdu ve onu gerçekleştirmek için canlı modelleri bulmaya  çalışıyordum. Ama hem Gayni’nin hem de Umit’in kendi kaderleri vardı ve onlardan hiç birinin Kurulay’ımla ortak birşeyi yoktu. Bu da başarısızlığımın sebebi oldu.

Zorlukların sanatçıya güç verdiğini derler. Buna inanırsak başarı burnumun dibinde olmalı çünkü başıma gelen zorluklar haddinden fazla. Ama burada öbür tarafın fikri beni bozuyor. Öbür tarafa göre zorluklar ağırlık gibi sanatçının ayaklarında uçmasını engelleyerek asılı duruyor. Kimin haklı olduğunu ancak zaman bilir. Birşeyden eminim: acı mutluluğun kaynağı olamaz...

Bunun hepsini tabii Ayjan’a söylemedim.

Eşim sert biçimde: “Yine de onu bitirmelisin. Yarın gene işe koyulacaksın” dedi.

Saf Ayjan’ımın aklına ilhamın çalışma çizelgesine bağlı olmadığını gelmıyordu. Ama bir yerde haklıydı.

-                     Merak etme, Ayjan. Herşey gerektiği gibi gidiyor. Uzun zamandır şanslıydım ve şımartılan biri için sanatın sadece zevk değil de ıstırap verici emek olduğuna alışmak zor. İlk adımdan bunu biliyordum, ama herşey kolay olduğu zaman buna pek te inanmıyorsun... ve şimdi...ve şimdi bu düşünceye alışmaya çalışıyorum... Yani herşeyin o kadar kolay olmadığına. Yabancı birinin kaderini anlatmak o kadar basit değil... Ayjan, yavaş yavaş olsa da alışıyorum.

Daha da ekledim:

-                     Umudunu kesme, Ayjan! Benim için ne kadar çok şey yaptığının farkında değilsin. Benim güzel yardımcımsın.

Ayjan: “Beni çocuk gibi teselli etmek için bunları söylüyorsun” diye gülümsedi.

-                     Ciddiyim, canım.

Gerçekten de böyleydi. Bir gün eve geldiğimde yatağının yanında Altınay’ı buldum. Birşey hakkında fısıldaşıyorlardı, hep “fıs” ve “fısss”. Kadınların böyle konuşma biçimi var diyebiliriz. Ben de önce eşimin odasına bakıp öyle düşündüm ve yolda satınaldığım yemeklikle mutfağa gidecekken Ayjan’ın gözlerine dikkat ettim. Orada korku ve sevinç gördüm. Duyguların bu tertibi canlı kuş verilen bir çocuğa özgü. Küçük kalbinde hem korku hem de iyi birşeyin habercisi olan yenilikle karşılaşma coşkusu barınıyor.

İki kız arkadaşları önünde gazete vardı ve komutanlar savaş meydanı haritasına bakarmış gibi onun üstüne eğildiler.

Ayjan gazeteye parmakla vurup: “Jantas! Burada ne yazıyor bakar mısın! Altınay, bir daha anlatsana” diye haykırdı.

Altınay başını sallayıp ezbere gibi konuştu:

-                     Büyük mağazada sırada duruyorum, desenli çorap veriyorlar. Durup duruyorum, dinliyorum, etrafta herkes konuşuyor. Sıradaki bir kadın böyle diyor: “Bugün gazete sabah jimnastiğinin çok faydalı olduğunu yazıyordu... sözün kısası, felç olan biri sabah jimnastiğine başlayıp sonra kendi ayaklarla yürüdü.” Komşu ona böyle dedi. Ben de ne olsun kalsın bu çorap diye düşündüm, güzel çoraplarım olmadan da gezerim, zaten bana yetmeyecek. Bunu düşünüp gazete bayiina koştum. Gezete yok, hepsi satıldı, ben de basım evine gidip böyle böyle dedim, onlar da bana: “Perakende satışımız yok.” Anlıyor musunuz, ne diyorlar? Bir ömür hatırlayacakları kavgayı çıkardım ve işte gazeteyi getirdim.

Bizim iyi niyetli ve kavgacı olan Altınay’ımızın muzaffer görünüşü vardı.

Endişeli Ayjan: “Burada gerçekten böyle yazıyor. Sadece dinle” dedi ve bir makaleden paragrafını okumaya başladı:

“Fiziksel egzersizlerin faydasını Penza ketinde olan bir olay da doğruluyor. Vatandaş İvanov A.P. on sene boyunca bacak felci çekiyordu. “Emek” adlı gönüllü spor toplumunun kadro dışı eğitmenin tavsiyesiyle sabah jimnastiğine başladı ve özenli çalışmalar şaşırtıcı sonuçlara yol açtı. Belirli bir süre sonra İvanov A.P. yataktan kalktı.”

Ayjan kararlı bir şekilde: “O şimdi yürüyebiliyor. Ben de egzersiz yapacağım. Hemen bugün!” diye beyan etti.

Ben de tutuşup: “Bu İvanov’a yazmak lazım, ne ve nasıl yapılır” diye önerdim.

Ayjan gazeteyi bırakmayarak: “Adresi bir öğrenebilsek!” dedi.

Altınay: “Fi-i-i” diye uzattı. “Yazan biliyor. Kim yazdı? Gazeteye bir bak bakalım.”

Ayjan: “İşte burada. Beimbetov S.B., iki numaralı lisenin kültürfüzük öğretmeni” diye okudu ve yazıya özel bir umutla bakarak bir daha tekrarladı, sanki siyah tipografik harfler arkasında kurtarıcısının bilge çehresini görmeye çalışıyordu.

Özverili Altınay burada da hizmetlerini önerdi. Ama bu, gerçi, büyük olmayan yükü adaletten dolayı kendi omuzlarıma koydurup hemen yarın Beimbetov ile görüşeceğimi ilan ettim.

Üstümü değiştirmeye gittim, kız arkadaşları ise mükemmel haberin etkisi altında kalıp daha bir süre sohbet ediyorlardı. Benim de bütün düşüncelerim İvanov A.P. ile ilgili hikayenin etrafında dönüyordü. Altınay arkasından kapı çarptı ve eşimin odasına birşeye ihtiyaç duyup duymadığını öğrenmek için girecekken kapıda donup kaldım.

Ayjan sırtında yatarak sağ bacağını kaldırmaya çalışıyordu. Başını biraz kaldırıp çabalarını umutla izliyordu. İnsanüstü gayretlerden dolayı yüzü beyazlaştı, alnında ufak ter bol bol çıktı ama bacağı ağır taştan güzel heykel gibi çarşafta yatıyordu.

Ayjan tükenip yastığa yaslandı ve: “Hayır, yapamıyorum” diye inledi.

Yatağına atılıp zayıflaşmış sıcak elini tuttum.

-                     Canım, acele etme. Acele etme. Herşey yavaş yavaş yapılıyor galiba. Ayjan, acıdı mı?

-                     Acıdı, – diye içini çekti. Gözlerimiz buluştu ve acıyı gördüm.

Ama bu akşam Ayjan daha iki kere yeni uğraşını tekrarladı. O kadar gerilmek yasak olduğunu ve mutlaka özel bir sistemin var olduğunu ona boşuna inandırmaya çalışıyordum. Ama eylemsizlikten artık yoruldu illetiyle mücadeleye başlamak için sabırsızlanıyordu. Onu anlayıp geri çekildim.

Beimbetov’u ders başlamadan beş dakika önce buldum.

Sabah egzersizlerine tutkuncasına bağlı olan o: “Zamanım yok, sevgili arkadaşım, geç kalıyorum, canım” diye telaşlandı ve deri at üstünden zıplayarak benden ayrılmaya çalıştı, ben de at üstünden bir sıçrayışla geçtim ve bu onu satınaldı.

-                     Ancak bel verip sırtını tutacaksın. Anladın mı, canım? - dedi takdirle.

-                     Anladım! Diğer zamanda sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım... Şimdi ise bana İvanov A.P.’nin adresi lazım.

Beimbetov bana temiz gözleriyle bakıp: “İvanov A.P. mi? Böyle birini tanımıyorum. Sorgulama ofisine başvurun” dedi.

-                     Kaçamazsınız, yoldaş Beimbetov! Onu çok iyi tanıyorsunuz. İvanov A.P. Penza’da yaşıyor! Bunu kesin olarak biliyoruz, - diye ısrarla bildirdim.

Beimbetov kendine alnından çarpıp: “Ah, A.P.!” dedi. “Tabi ki, İvanov A.P. Ancak bilginiz yanlış. İvanov A.P. Penza’da yok!”

-                     Nerede o peki?

O kadar hiçten bir işin karmaşık polis hikayesine dönmesi eksikti.

Beimbetov: “O hiç bir yerde yok! O zaten yok” diye lafını kesti.

-                     Ama onun hakkında yazı yazmadınız mı? Gazetede siyah harflerle beyaz kağıtta yazıyor: İvanov A.P... Felçle hasta...ve benzer!

Beimbetov sanki ona kırmızı çini mürekkebi dökülürcesine feci olarak kızarmaya başladı ve düzey topuklarından tepesine kadar gittikçe artıyordu.

Beimbetov gözlerini yere dikip: “Onu uydurdum...bariz bir misal gibi...propaganda için” diye mırıldadı.

-                     Demek ki böyle birşey yok muydu?! Bunların hepsi sorumsuz hayal gücünüzün meyvesi mi? – diye şok ile bağırdım.

Ezgin Beimbetov: “Tam böyle değil. Böyle birşey biryerde olmuş gibi bana geliyor. Bir yerde kulağıma çalındı” diye fısıldadı.

Nereye gideceğimi bilmeyerek dışarı çıktım. Eve dönmek söz konusu olamazdı. Ben Ayjan’a inanç veren haberin sadece genç ve daha budala olan bir insanın hayal ürünü olduğunu söylemeden önce dilim gırtlağıma yapışırdı.

Dolambaçlı eğri beni şehir hastanesine getirdi. Abilkasla karşılaşmaktan kaçınarak baş sağlık memurunun odasına geldim. Çok şükür, Şerubay oradaydı ve ona zavallı eşimin yeni umutlarının doğması ve yakın zamanda onların tamamen kırılacağı ile ilgili hikayeyi anlattım.

Ben kısa, ama umarım, oldukça anlamlı konuşmamı bitirdiğimde Şerubay şakaklarını elleriyle sıkıp uzun bir süre için düşündü.

Eziyetli duraklamadan sonra: “Talihsiz beden eğitimi öğretmenin yazısında gerçeğin payı vardır” dedi. “Tıp felcin basmakalıp uçukla yenilme hadiselerini biliyor. Hasta havalı çekiç gibi titremeye başlıyordu ve belki de olumlu sonuç çıkıyordu. Öyle de oluyordu. Ama, maalesef, bu yasallık değil ve daha hafif durumlara göre uygun.

-                     Eşinizin... – ve sabunun kalıntısı gibi aklımdan iki saniye sonra çıktığından dolayı metinde aktaramadığım özel terim söyledi. – Eşinizin daha ciddi emsali var ve bu tür illetler basit jimnastikle tevadi ediliyor olsa herşey çok kolay olurdu, - dedi Şerubay, kafasında düşüncelerinin yerlerini değiştirerek. – Ama zararı da olmayacak. Ayjan egzersiz yapmaya devam etsin.

“Şereke!” diye sitemle haykırdım. “Er veya geç yalan belli olacak, o zaman ne yapacağız? Dehşet hayal kırıklığı olacak. Hayır, hayır, başka birşey uydurun!”

Şerubay sert biçimde: “Karınız mert bir insan. Öyleyse, ona tıbbi jimnastik yapmasını şiddetle emrediyorum... Ya sonra... sonra bakarız. Daha birkaç düşüncem var” dedi.

İşte her sabah Ayjan’ım tıbbi jimnastik yapıyordu. Karım çok geriliyordu ama dişlerini sıkıp egzersiz yapıyordu. Onun çabalarına bakarak belki de Kurulay’ın karakterinde yanıldığımı düşündüm. Narin ve zarif Kurulay merhametimizi uyandırmakla beraber yavuz ve acımasız kaplanla gücü yetene kadar mücadele ediyor. Her Kazak kızının içinde Kurulay yaşıyor ancak birinde o bozkır kuşu gibi özgür, başka birinde ise zindanda, canın arkalarında hayatın sonuna kadar, oturuyor. Sıradan ve mütevazı Gayni’nin Kurulay’ını fark edemedim.

Evine gidip özür dileyip seanslarımızı yenilemek istediğimde Gayni çok şaşırdı. Ama demek ki kadının doğası böyle ki onu çok fazla da şaşırtamıyorsun çunkü bir kadın dünyanın bütün harikaları onun için var düzenlendiğine derinden inanıyordur. Gayniyle de böyle oldu. Beş dakika küsüp onsuz birşey olamayacağından çok memnun olup kırgınlığını lütfe değiştirdi.

Yakın zamanda atölyeme geldi ve ben ellerime kil alıp yeni Kurulay’ı oylumlamaya başladım.

Dün ise son ve en önemli olay oldu. Onun prologu Şerubay’ın ziyareti oldu. Bize sıkça uğruyordu ve biz buna alışıp onu ailemizden biri olarak görüyorduk. Bizde kendi evindeymiş gibi oturuyordu, ya gazete okuyordu ya da mesela mutfakta çay içiyordu. Ama bu sefer gelişi garip birşey gibi göze çarptı. Şerubay dövüşe hazır olan horoz gibi karışıktı.

Ön odaya geçerek: “Sevgili arkadaşlarım, buyur askeri konseye gelin” dedi.

Eşimin odasına pek hızlı geçip yoldayken sandalyeyi kapıp yatağının yanına yerleşti. Ayjan’ın ayakları yanında oturdum ve biz şaşkın şaşkın bakıştık. Ayjan’ın ince kaşları yükseldi ve küçük siyah kargalar gibi asılı kaldı.

Şerubay: “Neyle geldiğimi mi merak ediyorsunuz?” diye sordu. “Hiç te tahmin edemezsiniz... Hadi ya... Ne yapacağız? Pestil gibi serilmiş mi kalacağız? Hayır, canlarım, olmaz” diye açıkladı ve kendini enerji ile dizinden çarptı.

-                     Şereke! – dedik bir seste.

Şerubay: “Şereke bir karar verdi: yeni ameliyat yapacağız” dedi. “Önceden uyarayım ameliyat riskli. Yüzde yüz başarılı olacağına söz veremem. Başarısız olursa yatağınıza dönersiniz ve bu sefer, maalesef, ebediyen...” Yine özel bir terim söyledi. “Çok kaprisli bir organ. Risk risktir, canım. Ama birşey yapmak lazım, yatıp beklemekte olmaz.”

Ayjan: “Şereke, ameliyata gerek yok. Her sabah jimnastik yapıyorum” diye gülümsedi. “Güzdüz bile bir kere daha yapıyorum. Artık faydasını bile görüyorum, Şereke. Ayağımın parmağı kıpırdıyor. Ya da bana mı öyle geliyor ve o kıpırdamıyor mu? Ama yakında o sağlıklı olacak, çok yakında, Şereke. Sonra da Penza’dan mektup gelecek. O insan hakkında okudunuz mu, Şereke?

Yüzlerimize baktı ve sesi kesildi. Sezgi ona amansız gerçeği açtı ve bunu hemen hemen aniden yaptı. Odada iç karartıcı sessizlik oluştu. Tavan ve duvarlar bizi sıkacak gibiydi.

Şerubay kalkıp: “Ne yapacağız, canım?” diye sordu.

Odada dolaşarak bize ayrıntılı konuşma yaptı. Antik tıbbının tarihine daldı ve Hipokrat, Heraklitos ve Empedokles gibi isimler bezelye gibi bize döküldü. Şerubay gitgide çağların merdiveninden çıkıp bizim zamanımıza kadar geldi. Kafama kenki kuşkularını yenmek için kendi kendine konuştuğu şüphesi girdi.

Ayjan: “Haklısınız, doktor. Beklemenin bir anlamı yok. Ameliyatı kabul ediyorum” dedi.

Korkunun soğukluğunu hissedip: “Ayjan, bir daha düşün. Herşeyi tartmak lazım” diye yalvardım.

Ayjan: “Ben hazırım. Ne zaman?..” diye tekrar etti.

Şerubay sanki özür dilercesine: “Yarın sizi alırız” dedi.

Akşam karımın yatağında uzun bir süre oturdum. Daha çok susuyorduk. İfadeler değişimi yapsak ta üçüncü sınıf şeyleri konuşuyorduk. Zulfiya yine işini yapmaya başladığında bizim için artık önemi yoktu.

Zulfiya: “A-a can, a-a aşk!” diye şarkı söylüyordu, biz Ayjanla ise o kadar yüksek sevgiyi düşünüyorduk ki kindar ve acınacak komşumuz var olduğunu tahmin bile edemezdi.  

Sonra hava karardı ve şantiye üstünde yıldız yandı. Bu da hem Karipjan, hem Asılhan, hem Altınay, hem de Petya amcanın işi yaptıklarının ve yarın işe giderken insanların gözlerine bakınca mahcup olmayacaklarının anlamına geliyordu.

Bu sabah eşimi almaya geldiler. Ayjanla sedyeyi dışarıya çıkardık ve tanıdık teskereci şöyle dedi:

-                     Sonuçta size de şans gelmeli. İnsan sonuna kadar şanssız olamaz. Belki üçüncü sefer sizin için mutlu mu olacak? Dedikleri gibi, Allah üç rakamını sever.

Sedyeyi arabanın içine koydular ve Ayjan, ben üstünde eğdiğimde ancak benim için: “Yine de en mutluyum” dedi.

-                     Ben de en... en... – dedim ve onu alnından öpüp arabadan indim.

Ayjan götürüldü. Ben ise daha evdeyim. Kahvaltı yapıyormuş gibi yapıyorum. Sonra atölyeye gideceğim, orada Kurulay bekliyor - komik ve tembel bir kız olan Gayni.

Soğuk et parçasını çiğneyerek gerçekten de en mutlu bir insan olup olmadığımı düşünüyordum. Fıkrada olduğu gibi olmasın mı: karım hastanede, ellerimden herşey düşüyor ve yemek boğazımda mı kalıyor? Ve gerçekten de mutlu bir kişiyim çünkü Ayjan’ım var. Ameliyat nasıl geçerse geçsin birşeyi net olarak biliyorum: Ayjan’ım var. Her zaman da benim olacak.

 

Көп оқылғандар