Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

29.08.2014 2441

MUSTAFİN Gabiden, "Şiganak"

Негізгі тіл: Şiganak

Бастапқы авторы: Şiganak

Аударма авторы: not specified

Дата: 29.08.2014

Kazakistan SSC’nin

yirmi beşinci yıldönümüne adanmıştır

Yazar

 

 

Birinci bölüm 1

 

            Güneş  ‘krımızı şafak çadırından’[1] yeni çıktı ve gök çay gibi berraktı. Uzak geçidin yanında siyah nokta görünüyordu – Oljabek’in küçücük kervanı. Kervan pek hızlı hareket etmediği halde sisin perdesinde hızlı ilerliyormuş gibi geliyordu.

            Oljаbek, karıs ve çocuğuyla şafak sökerken yola çıktı, şimdi ise Sarı-Adır’dan geçmekteydiler. Önünde ayna gibi parlayan Kuraylı gölü uzandı. Oljabek, gölün tarafına bakıp:

-                     Buraya uğrayalım mı, yoksa yanından geçelim mi? diye şüpheli şüpheli söyledi.

Kuraylı başka ilçenin alanında bulunduğu ve ‘Iklas’  kolhozundan (kolektif çiftliği) kırk kilometre uazakta oldukları halde Oljabek hala çok ihtiyatlı davranıyordu. Fakat karısı Jamal bunu beğenmedi.

-                     Hep mı saklanacağız insanlardan? diye ittiraz etti.

-                     Biri takılmasa...

-                     Bizi burada kim tanıyor ki?

Sarı-Adıra’dan göle giden büyük yolu bırakıp Oljabek keçiyoluna dönecek oldu, ama Jamal’ı dinledi ve yine yola çıktı.

-                     Ne güzel, diye sevindi kadın, belki de burada uygun bir yer bulup kalırız...

Oljabek, geri bakmadı ve cevap vermedi. Baş sallayarak tasdik mi etti, yoksa ona geldi öyle, ama Jamal onun tımakın[2] ucu oynadığını gördü.

Hemen hemen on sene beraber yaşıyor, ama birbirinin canında saklanan her şey bildiklerini iddia edemezlerdi. Başkasının canı çok derin! Ona istediği kadar dalabilirsin, ama  bütün gizli köşeleri bulamazsın. Aşk şarabıyla sarhoş olan yeni evliler bile canının tenha köşesinde yarı çözülmemiş sırrı bırakırlar. Fakat bu, aşklarının içtenliğini bozmaz.

Jamal’ın can odalarından geçirseniz kalbinin şeref yerinde elmas gibi kocası Oljabek’in hayalıni görürsünüz. Yine de Jamal’ın sevdiği kocasından gözünden saklanan kendi sırlarının sırları var. Gerçi bu eski ve masum kız sırları – onları konuşmakta bir yarar var mı? Oljabek’in de kendi derin saklanmış düşünceleri var, ama bu onların hayatın yolunda iyi geçinerek beraber yürümelerini engellemez...

Oljabek, Jamal’a bir şey cevap vermedi. Tımakın ucunun oynaması, ona bazı tahminleri kurdurdua, ama onları söylemedi ve evliler yola devam etti.

Kuraylı gölün kıyılarında çift sürenler, dünkü yağmurdan sonra toprağın biraz kurumasını bekleyerek tarlaya her zamankinden daha geç çıktılar. Onlar yavaş yavaş yürüyordu. Kimi öküzle, kimi atla, kimi deveyle. Oljabek ve Jamal onları uyanan aul (Kazakistan’da bir soydan gelen akrabaların yaşadığı köy) alargadan seyrediyordu.

-                     Hey, bileği taşı unutma!

-                     Dur! Kolanı daha sıkı çek!

-                     Komşularımız artık çift sürmekte biz ise kolanı çekiyoruz!

-                     Mauleken, hadi, uyan, Mauleken!

Oljabek, bunu göz ayırmadan izleyerek: ‘Ne kadar gün çift sürüyordur artık, ama hala bağırışıp koşuşuyorlar’, diye düşünüyordu.

-                     Hiçbir şey olmuyor, diye homurdanıd, işlerinde ne düzeni, ne uyumu var!

Atla deveyi ve öküzle ineği koşan çift sürenler pulluklarından saban demiri yeni çıkardı ve ilk saban izleri yapmaktaydı. Onların hizasına gelince Oljabek, durdu ve garip koşumlarını incelemeye başladı.

‘Bu inek artık nasıl buzağılacak? Bu ne günah! Hayvanı bozarlar’ diye acıklı acıklı düşünüyordu. İnce sakalı olan bir çift süren:

-                     Hey, yiğit, hayırlı yolculuk! diye bağırdı.

Oljabek, yaşça büyük olanı birinci selamlamadığını hatırladı. Hatasını düzeltmek isteğiyle:

-                     Merhabalar!, diye karşılık verdi.

Deve üstünde oturan Jamal, başını itidalle çevirdi. Çift süren de gülümsedi.

-                     Benden daha küçükmüşsün, aslanım, diye uzun boynunu uzatarak söyledi ve Jamal’a: - Merhaba, kızıkm! Nereden geliyorsunuz? Sizi bir türlü tanıyamıyorum, diye yine Oljabek’e seslendi.

Oljabek, kendisinden bir söz bile etmediği halde ihtiyar hakkında her şey çabucak öğrendi. Muhatabı komşu köyden bileyiciymiş. Yerli işler hakkında bildiği her şey memnuniyetle anlatıyordu. Oljabek ısrarlı ısrarlı soruyordu:

-                     Kolhoz için çift sürüyorsunuz demek baba?

-                     Evet, aslanım, hep beraber işe koyulduk, Tanrı bol şans versin!

-                     Demek sizde herkes kolhoza yazılmış mı?

-                     Artık kolhozsuz olur mu? Yoksa sizde herkes cesaret etmedi mi?

-                     Hayır, öyle denilmez. Her yerde halk kolhoza girmeye razı atmiş, Oljabek sustu, Tamam da baba, hayvanları kendi elleriyle kolhoza vermek zor bir iş. Alnının teriyle kazanmıştı. ‘Kendi inek küçük, ama ortak inekten daha iyi!’, diye eskiden diyorlardı

-                     Bu zaman eski zamanla karşılanabilir mi? Hayattan geri kalmak doğru değil.

Oljabek konuşkan ihtiyarla uzun uzun konuştu. Tam muhataplara iki atlı yaklaşıyordu.

Oljabek, iki atlıyı görünce ihtiyarın bir sorusuna cevap vererek sakin görünmeye çalışarak atı kamçıladı, ama istemeden atlılara dönüp baktı.

Fakat atlılar kendi yolundan gitti. Oljabek içini çekti ve tımakın ucunu yukarıya kaldırıp yola devam etti. Yolcular, gölün kıyısındaki aullara uğramayarak gidiyordu. Uzakta ileride ıssız istep uzandı, burada ise birbirinden küçük mesafede aullar vardı ve etrafında çift süren, atlılar acele ile şuraya buraya gidip geliyor, sayısız hayvanlar koşuşuyordu.

Hayatın gürültüsü giderek yolcuların arkasında kalıyordu

Jamal:

-                     Oljeke[3], artık ileride aullar görünmüyor, diye dayanamadı.

-                     Olsun!, diye kaygısızca karşılık verdi.

-                     Hazır bir yere gibi gidiyorsun! Aullardan gidip nerede nasıl yaşıyorlar diye sormalıydın.

-                     Kendim görüyorum: her yerde bizde gibi kolhozlar.

Buradaki kolhozların onların kolhoz gibi olduğunu Jamal kendisi de görüyordu. Oljabek ne ve nerede arayacak? Oljabek kendisi de kolhozu olmayan yerlerin nerede bulunduğunu bilmiyordu.

‘Dil Mekka’ya ulaştırır’ diye söylüyor yaşlılar. Bir yerde kolhozu bulunmayan alan varsa dil ona da ulaştırır.

‘Kolhozsuz alanın kalmaması olamaz! Halk her yerde aynı değil, bulutlar hiç bir zaman bütün göğü kaplayamıyor’, diye düşünüyordu Oljabek.

Gittikçe daha büyük telaş Oljabek’i alıyordu. Jamal  daha çok telaşlanmaya başlıyordu.

-                     Oljeke, memlketimizden ayrılıp ne arıyoruz? diye yine dayanamadı.

Oljabek ona döndü ve sertçe baktı, ama bir şey cevap vermedi.

‘Bir bak ona, beğenmedi!’, diye düşündü.

Fakat kocasının iyi olmayan bakışı onu kızdırmadı. Sessizce gülümsedi ve onu eğlendirmeye çalıştı.

-                     Bir şey anltsan! Dünden beri ağzına su gibi almışsın. Yoksa kavgadan sonra hala soğumadın mı?

Gerçekten dünkü kavgayı unutmadı hala.

Oljabek ilk bakışta koyundan daha iyi kalpli görünüyorsa da kızdıysa uzun uzun zaman içinde sakinleşemiyordu. Çok inatçı bir yiğitti. Memleketinden, yapılan servetten ayrılması, bilinmeyen yerlere gitmesi, inatçı bir at gibi şaha kalkan ve istep ve ekonomi aklının eline verilmeyen inatçılığından kaynaklanıyordu.

Böyle inatçı ve huylu adamla baş edebilen bir tek Jamal vardı. Oljabek, ona inanıyor ve seviyordu onu. Beraber kaldıkları bütün zaman içinde onu hiç bir defa kamçılamadı ve hatta insanların yanında kötü bir söz söylemedi. Öfkesinin en büyük belirtisi bu iyi olmayan ve korkutucu bir bakıştı.

-                     Huzur arıyorum, diye uzun bir aradan sonra söyledi ve içini çekti.

Jamal güldü.

-                     Nerede bu huzur?

-                     Dünya geniş, bir yerde buluruz.

-                     Bu ıssız istepte huzur bulmasak!

-                     Hiç fark etmez nerede. Üç-dört hayvanın sahibi olmak istiyorum! Hayvanlarım olsun! Başkaları ise kolhozda zenginleşsinler!, diye kızgınca söyledi Oljabek.

Daha dün onun dört komşusunun eşliğinde kuzeni Kemeş geldi ve kolhoza yazmasını razı etmeye çalıştı. Konuşmaların boşunalığına kanaat getirince:

-                     Artık sizinle akraba değiliz! Şunu unutma ama, aza acıyan, büyük olanı kazanamaz! diye öfkeli öfkeli bağırdı.

-                     Git, seninle akrabalığım nedir. Kolhozun başkanı olmana rağmen! Kendi inek, ortak inekten daha iyi! diye cevap verdi ona Oljabek va başını çevirdi.

Öfkeden gözleri bile kızardı. Jamal, bu defa kocasını sakinleştirmeye cesaret etmedi ve Kemeş’a hitap ederek ‘Moldajan[4], ne diyorsun sen, olur mu hiç, moldajan!’ 

Kemeş arkadaşlarıyla öfkeli gitti. Bu konuşmadan sonra her şeyin yatışınca Oljabek eşyalarını çabuk toplayıp ve bilinmeyen yola çıktı.

Oljabek’in son sözlerine göre dünkü öfkesinin soğmadığı anlaşılıyordu, ama Jamal düşüncelerini özenle söylemeyi kesmedi:

-                     Oljeke, sen bana anlatır mısın? Kolhozsuz alanların kaldığını kimden duydun?

-                     Neden olmasın? Bulutlar alacalı, topraklar farklı!

-                     Nerede?

-                     Bildiysem çoktan söylerdim. Kim bilir nerede? Sorarak varırız.

-                     Varırsak da orada herkes için yabancı oluruz. Ellerde ne yaşam!

Oljabek, cevap vermedi. Gözlerin önünde aullarından uzakta ağır ve neşesiz dolaşmalarının manzarası vardı. Arkasında fırlayan tımakın ucu artık sarkıktı, ama Oljabek onu düzeltmiyordu.

Oljabek, eski aullara gelenlerin baylardan nasıl acı çektiğini iıi biliyordu. ‘Bir tek kısraktan kımızı ver. Tek deve ortak malı. Teveccühünü kazanmaya çalışmazsan her şeyini alıp kovarlar seni... Bu ne huzur böyle? Kolhozda ondan daha kötü olabilir. Aman Tanrım! Bir babanın çocukları bile bir ailede geçinemiyor, burada ise bir çiftlikte yaşamaları için dünyanın farklı taraflarından kırk babanın çocuklarını bir yerde toplamak isterler!..’, diye düşünüyordu Oljabek.

-                     Her şey alacaklarını beklemek yerine başka aula gelen olmak daha iyi, diye sonunda karısına söyledi, Gerçi yad ellerde zor, ama oğlumuz için bir gelin bulursak – hemen hem akraba hem de arkadaşları buluruz.

-                     Ne diyorsun? Şimdi küçükler için kim gelin arıyor ki? diye kızdı Jamal.

Oljabek ısrar eymedi. Atı kamçılayınca istep uzaklarına dikkatle bakmaya başladı.

Sarı- Adır çoktan geride kaldı. Kuraylı gölü hiç gmrünmüyordu. Etrafında alacalı bir halı gibi güzel kokulu istep uzandı. Bir şeyin huzurunu bozmuyormuş. Kelebekler bir çiçekten başka çiçeğe uçup yüksekte atmaca uçuşuyor ve tarlakuşunun şarkısı duyuluyordu. Devenin ritmli yürüyüşü Jamal’ı sallayarak uyutuyor, tarlakuşunun şarkısı ise okşuyordu onu ve kendisi de yavaş bir sesle şarkı söylemeye başladı:

Nehrin arkasında, Irtış’ın arkasında, dik sel yarığı var

Orada bir tay otluyor,

Tarla kuşu şafak sökerken

Gökte yeşil otların üzerinde

Ötmeye başladı

Yoruldum, hareket edemiyorum,

O da bütün gün hep ötüyor, ötüyor

Kıpırdamayan ipekli istep, şarkı ve rahatlatıcı huzur Oljabek’i de sakinleştirmiş. Derin nefes aldı. Jamal’ın okşayıcı sesi düşüncelerine karıştı:

-                     Oljeke, hasta mısın?

-                     Hayır. Hep bu kahrolasını düşünüyorum...

-                     Moldajan’a mı kızgınsın hala? O komünist. Başka türlü nasıl düşünebilir ki?

-                     Kudurmuş köpek sahibini nasıl ısırıyor, o da böyle bana saldırdı. Benim yerimde kendisi için soğan eksin.

-                     Eh, Oljeke, onun sözlerin gerçek çıkmasa!..

-                     Ne bilir o! ‘Kolhoz, kolhoz...’ Yapıştı. Şimdiye kadar insanlar kolhozsuz yaşıyordu.

Kızmayarak çekişerek karı ve koca yüksek tepeye vardılar. Öte tarafınde çok çift süren göründü, arkalarında ise istepte aullar görünüyordu.

Gayesiz olarak gitmekten yorulan Jamal: ‘Keşke bu kolhozsuz alan olsa!’, diye düşündü.

Dikkatle etrafına bakıyordu, ama önemli bir şey göremiyordu. Oljabek’in kervanı durmadan ilerliyordu. Karı ve koca, ikisi gözlerini çift sürenlerden ayırmıyordu. Mahsus gibi yollarında sürülen ham torak uzandı.

Karşılarında dolu avuçlarıyla iri buğday taneleri serperen bir adam yavaş yavaş yürüyordu. Altı öküz koşan pulluklar toprağı sanki bıçakla keserek gibi arkasında yağlı kara toprağın parçalarını bırakıyordu. Öküzleri sürerek küçük bir çocuk zıplıyordu. Pulluk arkasında kocaman sakalı olan adam yürüyordu. Oljabek kalın toprak tabakalarından gözlerini ayırmıyordu. Dişlerini sıkıp Jamal’la bakıştı.

-                     Sürülmüş tarlanın o tarafından git, ben ise burada biraz kalayım, dedi

Pulluk arkasında hiç konuşmadan yürüyen kara sakallı çift süren öküzlerün üzerinde uzun kamçı ile oynayarak:

-                     Hadi, hadi! diye bağırıyordu.

Oljabek’in eğilmesine ona kızıyormuş gibi gözlerini kaldırmadanbaşının sallanmasıyla karşılık verdi. Pulluğa bakıyordu. Orta koşumun öküzlerden biri sürçtü. O saniyede üzerinde kamçı ıslık çaldı ve öküz geri çekerek boyunduruğa bastı. Oljabek, itiyar adamın arkasından yürüyerek:

-                     Baba, kolhoz için mi çalışıyorsunuz? diye sordu.

Sakallı adam cevap vermedi. ‘Kulağı sağır olmalı’, diye düşündü Oljabek.

-                     Kendimiz için, diye beklenmedik sırada çınlayan bir sesle cevap verdi adam.

Oljabek, şaşkınlık içinde çift sürene ve  öküzlere baktı.

-                     Öyle mi?.. Bunca toprak... Kolhoza neden gitmediniz?

Oljabek yine cevabı uzun uzun bekledi. İhtiyarı sorularla rahatsız etmekten utandı. Tozdan kızaran gözleriyle bakınca, yaşlı adam Oljabek’in nabzını yoklamış sanki. Avarelerle konuşmak için zamanı olmayan adamın tavrıyla pulluğu çevirip saban demirlerinden toprağı silkti.

Yürüyen öküzler taşlı yere varınca durdu. Sakallı adam:

-                     Deh, deh!, diye bağırdı onlara, yüne kamçıyı kullandı. İhtiyar işlerine bu kadar kapıldı ki dişlerini gıcırdattı bile.

Oljabek, çift sürenin peşinden yürümekten bıktı. Sorusuna cevap almadan:

-                     Baba, şaka yapmış olmalısınız, bu kolhoz tarlalarına çok benziyor!, diye kendisi cevap verdi.

-                     Kolhoz sürülü tarla benim değil mi?! Ben sürüyorum, ben ekmek yiyorum, sen değil! Ne düşünüyorsun?

-                     Sizin ekmeğiniz yemeye niyetim yok ki. Böyle söyledim mi?

Oljabek bozuldu. İhtiyar bunu farkedince yumuşadı:

-                     Anlamıyor musun? Bay ve aylakların kökünü  tamamen kazmış olursak hepimiz ekmek kendi sürülü tarladan yeriz.

Oljabek, her şey anladı gibi yaptı, başını salladı ve vedalaşınca yoluna devam etti.

‘En tutkulu hayrana rasladım’, diye düşündü.

Jamal sürülü tarladan geçti artık. Hemen hemen tam auluna yanında insanlar da çift sürüyordu. Yanlardan geçerken Oljabek kavgayı duydu.

-                     Neden dövüyorsun?

-                     Kendin görüyorsun ki hiç çekmiyor!

Oljabek, tam Jamal’ın hizasına geldi.

-                     Dur, burada ne oluyor, bakalım, diye atını tutarak söyledi. Jamal kızarak:

-                     Başkalarının kavgalarını duymaya gelmedik buraya, dedi, ama Oljabek kavga edenleri dinleyerek durdu.

Kavga için hiç önemli sebep yokmuş. İki farkli sahibe ait olan pulluğa koşan iki öküz – bu kavganın sebebiydi.

-                     Neden başkasının hayvanını dövüyorsun? Hayvanları hayatında görme!

-                     Senin kahrolası öküz bir adım atmak istemiyor. Bir tek benim öküz çekmemeli.

-                     Önce sizindi, şimdi kolhoz onların sahibi, neden boşuna kavga ediyorsunuz?, diye onları başkaları yatıştırıyordu.

Fakat kızan kavgacılar kandırmalarına kapılmadı.

-                     Hayvanımı kolhoza verdiğim halde ona kendim bakacağım.

-                     O zaman neden ortak yaptık?..

-                     Bak şunlara, kolhoz savunucuları! Sizi iyi b iliyorum! Her birinin yaklaşık iki çift kendi hayvanı saklanmıştır. İlk önce senin!

-                     Neden yalan söylüyorsun? Nerede, nerede gördün?, diye keskin bir sesle çığlık attı küçük kızıl saçlı adam. Bu tahmini doğru olmalıymış.

Oljabek, bunu anladı, atını mahmuzladı ve yoluna devam etti... Uzakta ileride yolda tek bir yaya yürüyordu. Oljabek ona yetişmek vu bu yerleri hakkında sormak istedi. Kavgacılarla son buluşması onu sevindirdi. Sürüsünü bulan ayrılan bir at gibi hisediyordu kendini. Yine ‘gerçeğine’ inandı. ‘İşte böyle, diye sevinerek düşünüyordu, kolhozlardan bir şey çıkmaz, boşuna uğraşıyorlar!’.

Fakat gözlerinin önünde sanki yağ emmiş gibi sürülmüş  siyah toprak vardı. Düşüncelerin ağırlıyla uzun uzun susan Oljabek:

-                     Hey, diye seslendi. Deveyle giden Jamal:

-                     Au! diye cevap verdi.

-                     Yaşlı adam tarlayı çok iyi sürmüş. Gördün mü?

-                     Evet öyle geldi. İyi çelışmaktan...

-                     Evet, iyi çalışıyor, diye ona razı oldu Oljabek ve derin nefes alarak:

-                     Herkes bu kara sakallı ihtiyar gibi çalışırsa kolhoz yakında zenginleşirdi. Ne yapalım ama, herkes aynı değil! Bu kavga edenlere bak en azından...

Tek yayanın hizasına vardılar. Oljabek düşüncelerini yarıda bırakıp sustu. Yaya:

-                     Merhaba!, diye geri bakıp ağır ağır nefes alarak söyledi. Zar zor yürüyordu.

-                     İyi günler! diye yaya bakıp cevap verdi Oljabek, Ekim nasıl? Ne zaman bitiyor?

Yaya, yorgun yorgun yürüyerek, hiç konuşmadan ilerliyordu ve sonunda istemeyerek:

-                     Bir gün bitirecekler...

Böyle cevaptan sonra Oljabek ile yaya arasında sessiz anlayış kuruldu. Bakıştılar. Oljabek yayaya yaklaştı ve şimdi onu hemen hemen yoldan çekerek gidiyordu. Ojabek:

-                     Nasıl buradakilerin hesi mi kolhoza yazıldı? diye sordu.

Yaya silkindi ve yorgunluğunu unuttu ve daha canlı konuşmaya başladı:

-                     Nasıl diyeyim... hemen hemen hepsi.

-                     Hayvanları ortak yaptılar mı?

-                     Yaptılar, ama bir şey kendilerine bıraktı.

-                     Siz kolhozsun topraklar hakkında hiç duymadınız mı?

Yaya, önlerinde görünen aulların üzerine bir yere baktı ve sopasını salladı.

-                     Oralarda, dedi, Önce orada burada gibi da kolhozlar vardı, bir şey çıkmadığı zaman dağıtıldı.

-                     Neresi bu? diye soluk soluğa sordu Oljabek.

-                     İşte orası, kşı-juzlarda[5]. Öncüleri kolhozlardan kaçabildi.

-                     Gerçek mi bu?

-                     Rüzgar olmadan ot oynamazmış. Eskiden kolhozları hakkında kim duydu ya? Her yerde plan, plan! Bu kocaman istepi bile ölçmüşler, günlük işi ölçüyorlar bile ve bir dilim ekmek... Ne yapalım bu durumda?... İş de düzgün olmayan bir şey, önce başarıyla, sonra kötü gidiyor. Bunu hesaba almak istemiyorlar çatlasan da. Plan yap!.. İşte ben de hatsa numara yaptım diye yavaş sesle  itiraf etti muhatap.

Önce Oljabek’in buralı kolhozculardan birini sandı ve hasta numara yaptı şimdi yapmacığından vazgeçti.

Hiç konuşmadan devesiyle giden Jamal yapmacık hastanın itirafını duyunca neşe ile güldü.

-                     Apırau! Ne kadar iyi numara yaptınız! Anlamak çok zor: baktım canınız burnun ucunda zor tutuyormuş gibi!

-                     Onsuz inanılır mı? Bu kolhoz koşuşması bitirene kadar kurtulmak lazım nasılsa...

-                     Demek hastalığına inandılar ve evine gitmenize izin verdiler.

-                     Hasta nasıl çalışır ki?

-                     Herkes hasta numara yapmaya başlarsa kim çalışır ki? diye söyledi Jamal.

-                     Her biri yapamaz öyle. Bundan başka birçok insan kolhoz düzenine alışmaya başladı. Damadım var ya, Komsomol üyesi bile değil. Yarası vardı, onu ne kadar çok vazgeçirmeye çalıştım, işe çıktı.

-                     Ne diyelim buna? Sağ bir adam işsiz kalmayı sevmiyor, diye yavaş sesle söyledi Jamal.

Karşılarından gelen atlıyı gördü. Yaya da onu farketti. Yine oflamaya, topallaya topallaya yürümeye başladı. Ojabek: ‘Yolumuza devam mı edelim, yoksa kolhozların dağılmasını burada mı bekleyelim?’, diye ağır ağır düşüncelere kapıldı.

Düşüncelerine yoldaşı karıştı.

-                     Bak kolhozumuzun başkanı geliyor. Bak acele ediyor. Yine bir plan getiriyormuş.

-                     Başkanı mı?! Hoşçakalın o zaman, diye birdenbire acele etmeye başladı Oljabek, O yere nasıl varılır... kşı-juzlara?

-                     O siyah noktaya doğru, diye dağlara başını sallayıp yaya cevap verdi.

Dağlar en az yarı gün mesafedeydi. Yaya ayrılırken:

-                     Büyük yola raslarsınızn, sizi götürür. Güle güle. Hayırlı yolculuklar! diye diledi ve topallaya topallaya geride kaldı.

Oljabek ve Jamal kara dağa doğrulurken suskun suskun gidiyordu, ama ikisi biraz neşelendi. Dağın tepesindeki umut onlara yakın ve kolayca ulaşılır geliyordu. Oljabek’in kuzeni Kemeş’a ve Sovyetler iktidarına darılması acıma duygusuna değişmeye başladı.

-                     Tabi ki düzenleri kötü değil, dedi ve yere tükürdü.

Dişlerinde tükürüğü onun iyi keyfinde olduğu anlamına geliyordu. Bu defa özel memnuniyetle tükürdü ve kocasının bütün alışkanlıklarını iyi bilen Jamal rahatladığını anladı.

-                     Bay ve düzenbaslardan nefret ederler, yoksullara arka çıkıyorlar. Hatta bütün fakir insanların bütün azaplarını kendine üstlenmeye hazırlar...ama kolhozlar olmazdı!.. Öyle görülüyor ki her şeyi iyice düşünmemişler. Bunu değiştirirlerse iyi. Herkes aynı kazandan nasıl yer ki? Her şey değişir... Bu Kemeş’le kavga ettim...

-                     Demek geri mi dönüyoruz, diye umutla sordu Jamal.

-                     Dur, önce bakmalıyız.

-                     Her şey bildiğin gibi konuşuyorsun.

-                     Hayır, gerçekten de bunu kaldırmalı! Ne kadar yaşıyorum bu dünyada, ama kazakların bir kolektif gibi yaşadıklarını duymadım... Herkes kendisi için çalışıyordu.

-                     Bütün bunlar yalansa?

-                     Küçük çiftliğimizle geçinmeye çalışırız.

-                     Herkes kolhozlara girince?

-                     Göğün altında yer buluruz kendimize!..

Jamal, dudaklarını sıktı ve çocuğuna eğildi.

Rahat rahat uyuyan küçücük çocuğun geleceği ona bulanık ve hayalı geldi.

 

2

Öğle vaktiydi. Güneş dinlenmekte olan toprağa ışıkları gönderiyor. Gür yeşillik güneş ışıklarını emerek canlanıyor. İki at ve bir deve, başlarını güzel kokulu ve sulu otlardan kaldırmayarak otluyor.

Tez elden yapılan alacıkta kollarını geniş geniş açıp horlayarak Oljabek uyuyor. Yanında uyuyan sarılan Sagintay’ın burnu ter damlaları içinde, yüzü ise olgun elma gibi kızardı.

Jamal daha uyumaya gitmedi. Küçük nehrin kıyısında beyaz dolgun göğüsünü güneşe göstererek oturuyor ve simsiyah saçını tarıyor. Berrak su, ona ayna gibi. Suda temiz vücudunun hayalini açık görüyor... Yüzü, rüzgar ve güneşten biraz güneilendi. Deve yavrusunun gibi büyük gözleri canını yansıtıyor. Ruh sağlığı ile parlıyor. Sırtına dökülmüş gür kara saçı onu güneşten koruyor.

Ona canhıraş bir çığlık geldiği zaman Jamal saçını örüyordu.

-                     Oybay-ay! Jamal!

Korku içinde alacığa atıldı. Oljabek çıplak ayağını iki eliyle tutarak inliyordu.

-                     Ne oldu? Neyin var?

-                     Yılan!

-                     Yapıray! Bizim burada ölmemizi istemiyorsun değil mi?

Jamal ağlayıp sızlayarak elbisesinden bir şerit kopardı ve kocasının yanına çömelince ısırılan ayağını sıkıca bağladı. Yılan tabanı ısırdı. Jamal çevik bir hareketle zehir emmek için dudaklarını ayağa bastırdı. Oljabek, ayağını elinden almaya çalışarak:

-                     Bırak zehirlnirsin! diye  bağırdı ona.

Bu onun kurtuluşu olmasına rağmen Jamal’a acıdı. Fakat o ayağını daha sıkı tuttu bu sözlere.

-                     Hayatım senin yaşamından daha değerli değil, emdiği zehiri yere tükürüp yine emmeye başladı.

Babasının bağırmaları ile uyandırılan Sagintay hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sarı yüzlü Oljabek oturuyor ve yüzündeki iri ter damlalarını siliyordu. Uzandı ve çocuğu aldı.

-                     Belayı hissetti, bebeğim! diye titreyen kısık bir sesle söyledi. Jamal da oğlunu:

-                     Ağlama, Sagintay, sakinleş, diye avutuyordu, ama kendisi de bür türlü sakinleşemiyordu, gözbebekleri genişledi ve kendini ağlamaktan zar zor tutuyordu.

Jamal, ayak tabanını dudakları ağrıyıncaya kadar emmiyordu. Bitirince Olajbek’in eyerinin altından bellemeyi alıp ateşin üzerindeki kazana attı.

-                     Yılanı kaçırmasak... Belki bulunur, diye söyledi ve istepe doğruldu. Olajbek:

-                     Boşuna gezme! diye bağırdı, Büyülerle gözlerini kapatır, onu göremezsin!

Jamal, biraz neşenlenip Olajbek’e baktı. Bu defa sesi her zaman olduğu gibi heşeliydi.

-                     Nasılsın? Daha iyi misin? Yat, dedi.

-                     Tanrıya şükkür daha iyiyim.

-                     Bu yılanı yakalayıp assak! Zehiri kuvvetini kaybediyormuş... Uyudun mu yoksa? Nasıl oldu bu?

 

-                     Belaya bak ki uyudum. Birdenbire ayağımın yanında soğuk bir şey hissettim, gözlerimi açar açmaz ısırdı.

-                     Onu hemen yakalamalıydın.

-                     Yakalarsın tabi! Az kaldı bayılacaktım.

Jamal kaynayan kazandan bellemeyi çıkardıktan sonra Olajbek’in ısırılmış ayağını bağladı.

-                     İhtiyarlar, at terini emmiş belleme en iyi ilaç olduğunu diyorlar. Yat, üzerine battaniye çekeyim. Terlersen daha iyi olur. Dur, yastığı getireyim.

-                     Önce su ver bana.

Jamal, alacığa girip çalkaladıktan sonra bir fincana köpüklü taze kımız döktü. Olajbek bir dikişte içti. Alnında ter görünce Jamal:

-                     Daha ister misin?

Eliden daha bir fincan alıp yağın yayılan parçalarına baktı ve tören havası içinde:

-                     Ne güzel etli yağ! Kımızdan daha şifa verici ve lezzetli ne olabilir ki? Hani ayrıldığımızdan memnun değildin! Kolhozda kısrağımız durmadan çalışırdı ve süt veremezdi. Şimdi ise istediği kadar iç!

-                     Hayır, evde daha iyi, dedi Jamal.

Astarı pamukla beslenmiş battaniye çıkarıp kocasının üzerine attı. Jamal kısrağı sağarken sakinleşen Oljabek uykuya daldı.

 

3

            Yüksek dağ yakından kırmızı granitin büyük parçalarından yapılmış görünüyordu. Üstünde bitki hemen hemen yoktu. Orasında burasında yarı yıkılmış bodrum mezarları, mezar taşaları görünüyordu. Ayakların altında rüzgardan aşınmış, yağmurlara yıkanmış kurumuş insan kemikleri bulunuyordu. Fakat ıssız dağda bile burada insanların bulunmasını gösteren taze izler vardı. Yamaçta ahşap kule vardı. Yamacın bir kısmı kazılmış ve mağaranın girişine benziyordu. Büyük olmayan kurgan ve tepelerin olduğu istepte doğdu ve büyüdü.

-                     Ey!, birdenbire dönüp seslendi.

Sesi her zamankinden daha yüksekti ve Jamal ona karşılık vermeden önce ona yankı cevap verdi. Jamal:

-                     Ne? diye yabancı bir sesle söyledi.

Onlar dağların içine girdikçe kalbi daha endişeli atmaya başlıyordu. Bilmediği neden korkuyordu ve endişe içinde etrafına bakınıyordu.

-                     O kuleyi orada kim dikti ve bu yamacı kim kazdı?

-                     Ruslar olmalı.

-                     Yapıray, bizden daha uzağa ulaştılar! O kahrolası adamın anlattığı toprak nerede?

Oljabek karısının karşısında kendini mazur göstermeğe çalışmaya ve binininci defa eynı sözlerle onu avutmaya sıkılıyordu. O sustu. Aulundan aryıldığından ve yolları dolaştığından beri bir ay ve on yedi gün geçti. Çok nehir, çok geçit geçti, ama gizli toprağı bulamadılar. Hem doğa hem de hava değişti, dağlara girdiler. Oljabek: ‘Kolhozlar için bu yamaçlara ulaşmak zor olmalı. Belki de bu kolhozsuz alan mı?’, diye düşünüyordu.

Bilmediği yere rasgele kendi mutluluğunu izleyerek ilerliyordu Oljabek. Jamal bu kovalamaktan bıktı.

-                     Bir hayvan inine gelmişiz!, diye Oljabek’i korkutmaya çalışarak söyledi, Burada haydutların kaldığı yer olmalı.

-                     Ne haydutlar? Onlar çoktan yok edilmişti. Kolhozsuz toprak bir yerde kalsa da burada olmalı.

-                     Yeter! Ne kadar bıktım usandım bundan! Yine aullara çabuk varsak, bu tenha yerlerde kaybolmadan, diye seslendi Jamal.

Oljabek susuyordu. Dağlar giderek daha dik ve yüksek oluyordu. Başlarının üzerinde göğün bir parçası görünüyordu. Gökle tartışan yüksek dağlar arkalarında bilinmezlik saklıyordu.

Derin sel yarıklarında ve dar boğazlarda Oljabek’in küçücük kervan geçiyordu. Jamal için bir gün bir yıl gibi geliyordu. Ya çocuk? Ona ne oldu? Ne kadar yoruldu! Oljabek kendisi de son derece yoruldu, ama aramalar gerekli sonuçları vermiyordu.

-                     Dönemeç arkasında bizi ne bekliyor bakalım?, diye boğaza dönerek söyledi.

Fakat Oljabek bir ses bile çıkaramadı veya sopasına sarılamadı, karşısından gelen beş atlı: ‘Bas kozindi’[6] bağırarak ona saldırıp eyerinden düşürüldü...

 

4

Oljabek gece uyandı. Tek başınaydı. Etrafında dağların siyah silüetleri görünüyordu. Vücudu taş gibi ağır, başında kan kuruyup kalmıştı.

Oljabek güçsüz şafağa kadar yatıyordu. Nihayet gün ağardı ve zorlayarak başını kaldırdı. Gözlerin önünde sis vardı. Oljabek ayaklarına kalkmaya çalıştı, ama düştü. Haydutlar onun diz kapağını ve baldırını kırmışlar. Oturdu. Çok susadı, ama su yoktu.

‘Kara yazı bizi burada bekliyordu! Artık hayvan ve kuşların avı olacağım’, diye düşündü.

İleride sadece ölümü görüyordu.

Birdenbire dar boğazın derinliğinden atın ayaklarının sesi duyuldu. Oljabek baktı ve tüfekli kara sakallı adamı gördü. Oljabek elinin altındaki rasgele taşı alıp onu korkutucu bir tavırla kaldırdı. Atlı tüfeği hazrıladı. İkisi birbirine düşmanca bakarak bekliyordu. Oljabek:

-                     Ateş et! Dedi.

-                     At şunu! diye sarkık bulutlar gibi kaşlarını çatıp söyledi atlı.

Fakat hiçbirini başlamaya cesaret etmiyordu. Yabancı adam:

-                     Kimsin? Burada ne yapıyorsun? diye sordu.

-                     Sen daha iyi bilirsin.

-                     Ne saçmalık? Arkadaşım sen kan içindesin!

-                     Evet, kan içindeyim! Karımı ve çocuğumu kaçırdın ve şimdi – ‘sen kan içindesin’!.. Atlı acıyarak:

-                     Zavallı! diye attan inerek bağırdı.

Oljabek elinde taşla yarı kalktı .

-                     Bırak! Ölümünü istersem, çoktan ateş ederdim.

Oljabek attı taşı ve ağlamaya başladı.

-                     Beni kurtarmaya gelen aziz Hızır mısın yoksa?

-                     Hayır, Hızır değilim, ama sana yardım ederim.

Onlar kucaklaştı ve dostça konuşmaya başladı. Oljabek yenş arkadaşına her şey anlattıktan sonra:

-                     Senin adın ne babam? diye sordu.

-                     Şıganak. Ben de mutluluğu arırken çok dolaştım. Fakat sen onu kolhozsuz toprakta arıyorsun, ben ise kolhozda.

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

1

İnsanların dikkati büyük olmayan oba kadar çukurda odaklanmıştı.

            Uzun boyunlu al aruana[7] erken sabahtan beri geç geceya kadar çalışıyor. Toprağa saplanan iki tegerşik[8] her harekette toprağa daha derin giriyordu. Onlara tutturulan kalın odunun bir ucu aruanayı ileri çekiyor, diğer ucu ise onu geri çekiyor ve güçlü hayvan germeden bit tel gibi uzanıyor. Kıvırcık yünü ter içindeydi. Sarı kum yaş gibi yavaş akan suyu hemen yalıyor. Hiç bir şey olmamış gibi istep daha büyük açgözlülükle kurumuş ağzını açıyor. Toprak suya doymadığı için ıstırap çekiyor, onu doyuramayan hayvan da ıstırap çekiyor.

            Oljabek, uzun kamçıyı tutarak mıhlanmış gibi duruyor. Güneş başı yakıyor. Kızgın toprak ayakları yakıyor, ama hiç kıpırdamadan ve konuşmadan gözlerini tegerşıklara dikti. Birbirine sarılan tahta dişler hüzünlü sonsuz şarkıyı sürdüyor. Gözleri bağlamış al aurana terleyerek dönmeye devam ediyordu.

-                     Su, su!

-                     Kuruyor! Su! diye bütün yanlardan geliyor.

Oljabej kamçıyı kaldırıp indiriyor. Aurana kendini zorluyordu. Tegerşık de dağılmaya hazır.

-                     Kuruyor! Su! diye durmadan yukarıdan insanlar bağırıyor.

Oljabek odunun ucunu tutup aurana yardım etmek için basıyor ona. O anda çukura Amantay ve Janbota atlıyor, Oljabek’e yardım ediyor.

-                     Genç bir kız, ama hareketlerinin çevikliği yok! Yaşlanınca ne olur? diye şaka etti Amantay.

-                     Sen yiğit de kaplumbağadan daha hızlı değilsin. Ne yarar var sende?

-                     İşte benim yararım! Ve Amantay Janbota’yı itip yukarı çıktı ve kayboldu.

Janbota, onu kovalamaya koştu. Oljabek kevvetten düşüp durdu. Yukarıdan

-                     Su! Su! diye duyuldu. Bağıranların sesleri geniş istep dolduruyordu.

Birdenbire kızan Oljabek kamçıyı kaldırdı. Aurana bağırdı ve yattı.

-                     Hayvanı dövme! diye amirane bir ses duyuldu.

Yine kaldırılan kamçı bu defa deveye dokunmadan indirildi. Çukurun kenarı üzerinden yanık kara sakallı adamın başı göründü. Büyük burnu, dar sakalı, boşanmaya hazır bulutlar gibi sarkık kaşları vardı. Gözünün ucuyla deve ve Oljabek’e baktı ve çömeldi.

-                     Hayvanın koşumunu çıkar! dedi.

Bunu yavaş sesle ve istemeden söyledi, ama sözleri taş gibi düştü. Kara sakalı yorulmuş deveye bir daha acıyarak baktı ve sararmış aç istepi süzdü.

Masa örtüsü gibi düz dağları ve tepeleri olmayan pelinle kaplanmış istepte yılan gibi kıvrılarak Uil nehri akıyor. İstep tepededir. Uil sel yarığında. Nehir yatağından çıkamaz.

Güneşle kurutulan istep hırslandı.

Uil: ‘Senin geçindirenin olacağım, hayatının kaynağı!’ diye fısıldıyordu, ama istep sularını yüksek göğüsüne dokundurmadı. Uil istepte yerini bulamayarak çalılığa döndü. Oradan çok sene geçti. Yatağı çok defa değişiyordu, halklar gelip gidiyordu, ama hiçbir kimse iki inatçıyı birleştiremiyordu.

Bu yanık kara sakallı ihtiyar Şıganak onları birleştirmek için çok çaba harcadı. Uzun yıllar Uil’i döndürüyordu, istepte tahta karasabanla devesi ile iz açıyordu. Bütün bunlar yardım etmedi. Bugün çigir[9]e kuvvetli auranı koştu, ama onu çukurdan çıkarken yaşlı gözlerle ve yorgunluktan titreyen ayaklarla ter içinde görünce Şıganak üzüntü ile:

-                     İpek kuyruklu aruana! Ayakların yorulmak nedir bilmedi, çabukluğun rüzgar gibiydi. Seni koşarken susamış toprağın suya doyacağını, dişlilerin hareket edilmesini gözlerin takip edemeyeceğini düşünğyordum. Fakat sen onları zor çekebildi. Akan kumlarda yorulmak bilmeyen benim aruana! Hiç bir zaman şikayet etmedin, artık kuvvetten düştün... Yine de seninle gurur duyuyorum. Canlı aruana güçsüz çıktıysa, Şıganak diğer demir aruanı koşmaya çalışacak: arabayı koşacağız!..

Sevgi dolu bakışla yorgun deveyi uğurlayınca Şıganak düşünerek uzun uzun oturdu. Hayvanı götüren ve yanında duran Oljabek’i farketmedi. Oljabek dayanamayıp hafiften öksürdü. Şıganak başını çevirdi:

-                     Neden hayvanı dövüyorsun, o kamçısız bile bütün gücünü veriyor.

-                     Kuvvetten düştü.

-                     Çukurdan çıkmak mı istediğini söyled?

-                     Bilmiyorum! Onunla konuşmadım.

-                     Onu anlamadın desene daha iyi. Senin tegerşik canını çekardığını ve kaybolacağını söyledi.

-                     Koşumunu çıkardım ve kayboldum.

-                     Ekimler nasıl? Koşumunu çıkardığına sevindi mi?

-                     Nereden bileyim?

-                     Bir şey öğrenmek zamanın geldi! diye homurdandı Şıganak. Oljabek buna:

-                     Orada ne söyle biliyor musun? diye yanında çömelerek ittiraz etti.

-                     Uil’in ‘Beni makine ile alamazsan ardından gelmem’ dediğini ve İstepin ‘Sen kırlangıç gibi kanatlarından tegerşıkların kovalarıyla serpiyorsun beni, ama bu çok az. Kuruyorum!’dediğini söyle.

Bunu söylerken Şıganak çok sert bakıyordu. Oljabek bakışından kaçınarak başını çevirdi, ama Şıganak araştıran bakışını ondan ayırmıyordu.

-                     Halk bu zamana kadar nasılsa yaşıyordu ve çigir bütün istepi suluyordu, dedi Oljabek.

O her zaman odluğu gibi: ‘Ben nereden bileyim’ diye cevap verseydi ve kalkınca gitseydi, Şıganak sadece gülerdi. Fakat şimdi gülümsemedi bile. Yüzü karardı. Bütün iyi niyetlerinin yararını bilmek istemeyen böyle Oljabekler tarafından ayaklar altına alındığını düşündü. Bşraz sustuktan sonra:

-                     Eh, Oljabek! dedi, Atalaraımız istepi zavallı devenin döndürdüğü çigirleri ile suluyordu. O zaman da bir çigir üç-dört çiftlik için çalışıyordu, ama şimdi herkes toprak sürüyor, hiç kimse göçebelik etmiyor. Bunu düşündün mü? Çigirler kolhozların ihtiyaçlarını karşılır mı?

-                     Sadece çigirler değil... Tanrı yağmur verir...

-                     Tanrı yağmur verir! Göğe bakarak dört gözle bekledik yağmuru. Oradan bir damla bile, burada ise Uil’de bunca su var!

Oljabek kendisi de gökten lütufu beklemiyordu. Beyaz şapkasının kenarlarının altından hüzünlü istepe baktı ve gözlerini yere indirince parmağıyla kızgın kuma çizmeye başladı.

-                     Sizin bu makineniz nasıl bir demir canavar nereden bileyim – önce onusz yaşadık nasılsa!..

-                     Canavar değil, diye ittiraz etti, makine, makine! Onun dilini biliyorsan, onunla konuşma baldan daha tatlı. Gücü herhangi büyüleri bozar, bu istep ise büyülenmişe benziyor, yatıp susuyor, ve kendi iradesiyle bize yemek vermez. Onun gönlünü alırsan taze suyla  - o zaman merhamete gelir... Bak nasıl kurumuş, nasıl da susamış!

-                     Tanrı vermezse insanlar onu nasıl sular?!

-                     Ona su vermezsen, sana yemek vermez.

-                     Boş laf! Kendimize acıyor muyuz?

-                     Acımıyorsan neden makineden kaçmak istiyorsun?

-                     Neden hep boşuna kusur bulmaya çalışıyorsun? diye homurdandı Oljabek.

Şıganak ona yan gözle baktı ve güldü.

-                      Yine mi kolhozdan kaçmak istiyorsun? Hani sözleşmemiz ve arkadaşlığımız, kaçan?

Oljabek başını çevirdi. Arkadaşı şimdi gönlünü kırıcı sözü söyledi – ‘kaçan’. Şıganak’ın ona neden takıldığını anlamıyordu bir türlü. Biraz dargın tavrıyla oturduktan sonra sonunda:

-                     Makine benim elimde mi?

-                     Tabi senin elinde.

Oljabek, ani olmadan az kaldı zıplayacaktı.

-                     Makine hakkında toplantıda neden konuşmayacaksın? diye sordu.

-                     Sen de kolhozlusun. Seni yani arkadaşımı inandıramıyorsam, beni başka kim dinleyecek?

-                     Kendin biliyorsun  bmyle işlerden anlamam. Ne yapmam lazım söyle, yerine getiririm. Senin candan dostum.

-                     Sözden korkan can bana neye lazım?! Diye başını çevirerek söyledi Şıganak.

Oljabek erski arkadaşını neyle kırdığını anlayamıyordu ve şaşkına çevirilmiş oturuyordu. Düşüncülerinde Şıganak’ın girişimini tutuyordu, ama herkesin önünde onu desteklemek için cesareti yetmiyordu. ‘Sözler başkalar için, benim işim – çalışma. Evli evine, köylü köyüne!’ diye düşünüyordu.

Çoktan Jamal’ın nişanlısı olduğu zaman meraklı baldızlar, gelinler ve diğer kadınlar az kaldı onu dövecekti – daha konuşkan olması için.

Şıganak, arkadaşını eziyet ettiğini anlıyordu, ama bunu yapmadan olamazdı. Şıganak, teklifini diğerleri desteklerse sözler daha inandırıcı olacağını anlıyordu. Bu yüzden tek tek her birini inandırıyordu ve bir başarı kazandı artık. Fakat taraflılarının hepsi çekingen ve açık konuşmalardan kaçınıyordu. Oljabek:

-                     Konuşmayı bilmem, dedi, Soyumuzda herkes suskun. Şıganak:

-                     Kararlı dakikada: ‘Bize makine lazım’ de. Bu kadar... Anlıyor musun? diye ısrarla öğretiyordu, Bundan başka senden hiç bir şey istemiyorum.

-                     Yabancı insanların yanında bunu da unutabilirib. O zaman nasıl? Bir söden başka söz geliyor, beni konuşmaya çekerlerse?! O zaman ne yapayım?

-                     Sana yardım edeyim. Her şey kendim anlatacağım, yeter ki başını salla.

-                     Bunu yapabilirim! Ben başımı sallarım, sen ise konuş, diye sevindi Oljabek.

-                     Yok ya, başlangıçta ‘Bize makine lazım’ de, bu olmadan yapamayız.

-                     Ben konuşkan değilim biliyorsun! Neden takıldın bana? diye birdenbire kızdı Oljabek.

Onlar ‘Bana darılmadı mı?..’ gizli sessiz sorusu ile birbirine yan gözle bakarak oturuyordu.

Öğle vaktiydi. Kolhozlular yemeye gitti. Sadece Janbota ve Amantay ateşli tartışmayı bitiremeyerek arıkın yanında duruyordu. Şıganak bütün bunları süzdü ve yine arkadaşına döndü.

-                     Hey, diye yavaş sesle çağırdı, bana gerçek söyle, kolhoza inanıyor musun?

-                     Kendi gözlerimle görmeyinceye kadar, kendi ellerimle yoklamayıncaya kadar hiç bir şeye inanmam, dedi Oljabek.

Şıganak kalktı ve arkadaşına bakmadan gitti.

-                     Nereye gittin? Dur!

Tek başına kalınca Oljabek uzun uzun düşündü.

-                     Yapıray! Onu hiç bir zaman kırmayacağımı düşündüm! Al bak! ‘Sözden korkan can neme lazım?’ Gerçekten doğru söyledi. O akıllı!, diye yüksek sesle akıl yürütüyordu.

Sine sine yaklaşan ve yanında durup onu dineleyn Amantay’ı farketmedi.

Oljabek düşüncelerinde büyük toplantı ve herkesin gözlerinin önünde duran kendisini görüyordu...

İnsanların karşısında hiç bir zaman söz almadı, şimdi ise arkadaşını incitmemek için bu tek cümleyi söylemeye kesinlikle karar verdi. Nişanlısı Jamal’a ilk defa gittiğine ve gerekli szöleri bulmayınca mahcup mahcup durduğuna, o da susup ona yardım etmediğine benziyordu...

Oljabek oturup mırıldanıyordu. Zaman zaman dudaklarından  ‘Bize makine lazım’ kaçıyordu. Oldukça uzun zaman oturduktan sonra şapkasını çıkardı, yakasını düzeltti, sakalını okşadı, kalktı, konuşmadan önce bazen olduğu gibi öksürmeye bile çalıştı.

-                     Makine lazım! dedi. Fakat çok yavaş bir sesle söyledi, halk duymayabilir. Dha yüksek sesle lazım. İşte böyle: - Makine lazım bize! İşte oldu! Çok iyi oldu! Kendimi nasıl davranacağım? Toplantı bir şaka değil. Örneğin etrafımıda insanlar oturuyor, orada ise bruzum[10] oturuyor. Belki de amirle de gelir. İşte böyle dururum... Herkes bana bakıyor ve bekliyor. Of, şimdi de yüreğim titriyor! Ama onlara hemen: ‘Bize makine lazım!’, diye söyleyeceğim. Uf! Terledim bile!

Onu farkedilmeden izleyen Amantay kendini tutamayıp yiksek sesle güldü. Oljabek yedi kat yerin dibine geçmeye hazırdı ve mahcup mahcup:

-                     Bu sen misin Amantay? Ben burada e-e-e işte..! Öylesine oturuyorum, bu kadar.., diye mırıldandı.

-                     İstediğin kadar oturabilirsin, ama bunu herkese anlatacağım!

-                     Delirdin mi sen?

-                     Nasıl istersen düşün, ama insanlar bunu öğrenir.

-                     Bak, sana bu ne için lazım? Kimseyi ilgilendirmiyor! Bırak şunu, bırak!

Amantay neşeli neşeli kıs kıs gülerek:

-                     Bir parça altın bulsam belki bırakırdım, ama bu işi bırakmam! diye takılıp kızdırıyordu.

-                     Senin için ne yarar var?

-                     İlk olarak ölüme kadar gülmem için yeter, ikinci olarak insanlar da gülsün?! Daha ne isteyim ki?!

-                     Salakça şakalar! Al, nasıbayımın tadına bak.

Amantay, hiç bir zaman yanına şakşı[11] almadı, her zaman başkalarının nasıbayını kullanıyordu. Oljabek’in her zaman kendi nasıbayı vardı, ama ikram etmeyi sevmiyordu. Bir ay önce Amantay, ondan bir fiske çaldı ve o zamandan beri onunla dargınmış. Şimdi ise kendisi teklif etti. Amantay memnun olduğunu saklayarak Oljabek’in ellerinden derhal şakşıyı aldı. Biraz elinde evirip çevirdikten sonra ve sanki ‘Bir tek nununla beni satın alamazasın!’ diyerek dudaklarını sıktı. Oljabek bunu hemen anladı.

-                     Al kendine biraz, diye hazırlılıkla söyledi.

Amantay, gazeteyi açtı ve şakşıyı boşaltmaya başladı. Buna rağmen yüzü memnuniyetsizliği gösteriyordu, sanki kum boşaltıyormuş gibiydi. Boşalttıkça Oljabek daha çok ıhlamaya başlıyordu, ama ‘yeter’ söylemek için cesareti yetmiyordu. Amantay, bunu hissediyordu, ama farketmezden geliyordu. Gitmeye davranan Amantay:

-                     İşte sizin şakşanız. Evde dolduracaksınız, dedi.

-                     Dur, nereye acele ediyorsun?!

-                     Nasıl nereye? Bu olayı herkese anlatmak için acele ediyorum...

-                     Tuh! Bir bak ona, nasıl bir adamsın sen?  Bütün nasıbayımı aldı ve alay ediyorsun! Evet, geleni kırmak kolaydır, diye kızmaya başladı Oljabek.

Amantay, ona döndü.

-                     Gelenleri kırmıyoruz. Sana hürmeten benden büyük olana birine olarak, seni üzmeyeceğim. Ne yazık!

-                     Tamam. Bu günden başlayarak senin nasıbay her zaman şakşımda olur, dedi Oljabek.

Nehrin tam kıyısında bulunan büyük aulun merkezinde sanki kolhoz bürosu gibi kapısı rahat yüzü görmeyen külrengi çadır duruyor. İnsanlar acele ile şuraya buraya gidip geliyor. Fakat burası bir büro değil, bu yakında islenmiş soba ve bağlanmış deve yavrusundan anlaşılıyor. Başında baş örtüsü olan esmer baybişe[12] her zaman ya semaverin üflenmesiyle, ya şubatın[13] çalkalanmasıyla meşgul. Çadıra girenlerden hiçbiri çaysız veya bir fincan şubatı olmadan çıkmıyor. Kapının yanında özel zanginlik olmamasına rağmen ziyaretçilerin bol bol olmasına sahiplerin bu misafirperverliğinden kaynaklanıyor. Eşiğin yanındaki obanın duvarlarından biri, koşmanın eksikliği dolayısından  çiyden[14] örme ile kaplanmıştır bile.

Baybişe, bügün artık misafirin iki partisini ikram edebildi şimdiye kadar ve dinlenmeye yattı, amaa o anda yaklaşan sesleri duyunca yine yastıktan kalktı. Bu işten Eleusin ve arkadaşalrı dönüyordur. Baybişe kalktı ve yine semavere sarılacaktı, ama Eleusin onu durdurdu:

-                     Yapma, yat, sen yoruldun, dedi.

-                     Yok bir şey, ben evedeyim, diye ceavp verdi baybişe, ama Eleusin utanarak yine onu tuttu.

Eleusin, Şıganak’ın küçük erkek kardeşinin dulu. O ve Zaru aynı çatı altında yaşıyor ve öz kardeşler gibi iyi geçiniyor. Baybişe’nin doğurduğu altı çocuk Eleusin’le öz annesiyle gibi arkadaşlaık ediyor, Eleusin’in tek çocuğu ise baybişenin favorisi. Bu büyük ailede hiç kavga çıkmıyor.

-                     Hayatın sevinci, birbirine saygılı olmakta. Hepiniz birbiri için misafirlersiniz. Misafirler sevilip, saygı gösterilmeli! diyor evin sahibi Şıganak. Buradaki herkes sözlerine inanıyor. Birbirine saygı göstererk yabancılarla saygılı davranmaya alıştı.

Eleusin, kız arkadaşlarına baktı ve Janbota’nın kuru dudaklarını yaladığını farketti ve gülümsedi.

-                     İçmek mi istiyorsun, Bota?

-                     Susamış dudaklar her zaman rahatsız, doymuş olanlar ise şişirildiğini bilmiyor musun?

Bütün kızlar dudaklarını şapırdatmaya başladı. Eleusin büyük olmayan varile yaklaştı ve silkti onu. Jabota yardımına koştu.

-                     Ver bana, dağıtacağım.

-                     Verirdim, ama burada kalmadı bir şey.

-                     Burada Amantay vardı, o bitirmiş herhalde, diye başını kaldırıp söyledi baybişe. Janbota:

-                     Amantay’ın ayağı nereye bassa orada ot büyümüyor! dedi.

Herkes güldü. Şıganak’ın yaşıtı ve eski arkadaşı yaşlı Kabış:

-                     Canım benim, hiç bir akıllı adam senin Amantay’la işlerine karışmayacak! dedi.

Janbota kızarıverdi. Amantay’ila ilişkileri, ikisi birbirine çok kötü ve alaylı sözler söyediğinden ibaretti. Herkes onu görüyordu, ama birbiri olmadan yapamadıklarını da görüyordu. Amantay hakkında konuşulurken Janbota mahcubiyetini şaka veya şarkı ile saklamaya çelışıyordu.

İki Uil arasında aulum serildi

Kıg gülmesi için biri başıma kaksa!

Üzerimde atmaca gibi uçmaya hazırlanan çok!

İpeklerden ağ kurdum,

Ağlarıma takıl arkadaşım!

Sevgilime raslasam

Yürek azaplarıyla dolu bekliyorum ben.

Bu güzel şarkıyı Janbota kendisi yazdı, ama başkaları onu söylediği zaman bozuluyordu.

Son zamanlarda Janbota değişti, erkeklerden nefret etmeye başladığı geliyordu ve kerkese cüretleri söylüyorordu. Şimdi de dilinden ihtiyara karşılık olarak kötü ve kırıcı bir söz az kaldı kaçıyordu, ama o zamanda obanın sahibi ile beraber çadıra birkeç erkek gürültü ile girdi. Bunlar: rayispolkom (ilçe yürütme komitesi) başkanı Erjan, kolhoz başkanı Şangırey, su teknisyeni Token, Amantay ve Oljabek.

Rayispolkom başkanı Erjan sözü kıt bir adamdı. Kısaca selam verdi herkese ve surat astı. Kesik kesik konuşarak ona teklif edilen yere oturmadı.

-                     Rezalet! Hala keçe obalarda yaşıyor, göç ediyor ve besparmak[15] yiyorlar... Kaşık, tabak yok ve - makine! Makine! Diyorlar...

Hala genç ve güçlenmemiş kolhozun sadece eksiklerini görüyor ve kızıyordu. Temiz çalışmaları olan zarif büro ve iki tarafında düzgün sıralar şeklinde duran evlerle düz sokak – işte onun idealiydi. Burada ise hiç bir şey yoktu. Fakat Erjan kendisi kimseyi hayatı zengin ve kültürlü nasıl yapılacağını öğretemiyordu. Herkesi azarlıyor, vır vır edip duruyor, yalnzı insanlara değil kendisine bile inanmıyordu ve sadece devlet mühürü olan kağıda inanıyordu. Her şey yazıyordu, kendi atının özel belirtileri bile. Alaycılar, bir defa seyisin atını parlayana kadar temizlediğini ve ve eyerini tarayıp kestiğini anlatıyordu. Erjan korktu ve not defterini çıkarıp atın özel belirtilerini yazısına göre deneştirmeye başladı...

Erjan’ı gazetelerin yazdığı kultür ve zenginliğin onun isteğine göre memleketşerine gelmemesi ve kolhozların onun hayal ettiği dünya cennetine dönüşmemesi kızdırıyordu... Erjan öfkeliydi.

Her zaman güler yüzlü gelen su teknisyeni Token de bu defa asık suratlıydı ve konuşmuyordu. Onların keyifleri ile ezgin olanlar herkes de susuyordu.

Sıkıntılı sessizliği baybişe bozdu. Herkesle güleryüzle selamlaştı, semaveri kapıp kapıya doğruldu.

-                     Çayı beklemeyeceğiz, diye sertçe söyledi ona Erjan. Şıganak:

-                     İşte bizim kolhozlularımız, sorabilirsiniz, diye ‘amirlere’ hitap edip kesilen konuşmaya devam ederek söyledi. Token sabırsızlıkla sözünü kesti:

-                     Ne soralım?! Makine bir şaka değil! Önce toprağı bilmeliyiz.

-                     Toprağı biliyoruz. Toprağımız su istiyor, su ise: ‘Makine ver’ diyor.

-                     Halk ise: ‘Ekmek ver!’ diyor. Senin toprağın ekmek verebilir mi?

-                     Sen almayı bil, o çok verebilir.

-                     Şimdilik bir şey vermedi. Cazibesine kapılmayalım boşuna!, diye yavaş sesle söyledi Token ve ellini salladı, Makine koyabilsek bile, makine mühendisi, petrol, tamirevi lazım. Sizde var mı bir şey? Makine açık istepte ne yapabilir? Etrafta sadece otlaklar içi uygun kumlar var.

Token, Şıganak’ın ümidinin kıvılcımlarını söndürdü. Geri kalan herkes su teknisyeninin kanıtlarına katılmış görünüyordu.

Gerçekten de Uil istepine bakarak buna ittiraz etmek zordu. Fakat Şıganak kolayca teslim olmak istemiyordu. Israrla ve sertçe konuşmaya başladı:

-                     İstesek kar yakacağız, nasıl bilsek kumlara ekmek verdirebiliriz. Bizim Kazaklar sadece toprağın tüyünü bilir, derinliğini bilmez. İçine bakmamız zaman geldi. Sen Token bilgili olmanla övünme, bizi de dinle. Aruana devenin sadece altıncı kuşaında doğar. İhtiyarlar emekleyen çocuğa bakara ona gelecek erkeği görüyorlar. Makine öğrenmek için çok mu zaman lazım? Mutluluğumuz çok uzakta değil geliyor bana. Bütün bu insanlar istediğin makineyi kullanmayı öğrenebilir. Önemli olan kararlı olmak! Senin kararlılığın yetmiyorsa, benim ve Oljabek’in yeter. Böyle değil mi arkadaşım Oljabek?!

Oljabek vaadine sadık kalarak başını enerji ile sallamaya başladı. Asık suratla oturan kolhozluların yüzleri aydınlandı. Omuzlarını çekip daha rahat oturdu. Token alnını buruşturdu:

-                     Asılı olmayan kararlılıktan ne çıkabilir ki? diye mırıldandı. Amantay:

-                     Sana göre kararlılık de mı sulamayı gerektiriyor? diye şaka ederek sordu.

Herkes güldü.

-                     Bu ne gülme? Erkeklerden alaycı sadece boş insanlar olur, kadınlardan ise ahlakı bozuk...

Gülme kesildi.

Token Amantay’a dokunmak isteyerek herkesi hakaret etti. Janbota yılan sokmuş gibi yerinden fırladı.

-                     Aksakal kustu, dedi ve elbisesini silkmeye başladı, sanki onda gerçekten de iğrenç bir şey varmış gibiydi.

-                     Yok bir şey, yine kusarsa leğen koyarız, diye sakinleştirdi onu Amantay.

-                     Hayır, ağzını kapatsak daha iyi, diye ittiraz etti.

Şıganak, Amantay ile Janbota’nın diline düşen Token’in haline yazık olduğunu gördü ve konuşmalarına karıştı.

-                     Yeter artık! Bakın zavallı az kaldı çatlayacak!

Şakalar kesildi. Token’in desteğine ümit ettiği Erjan daha ağzını açmadı. Onu tarafına çekmek için Token:

-                     Çalışma yok, hep gevezelik ve alaylar! Öyle değil mi, yoldaş Erjan?

-                     Şaka şakadır!, diye yansızlığını göstermek isteyerek söyledi Erjan.

Önemli tavrıyla kolhoz başkanı Şangirey’e baktı:

-                     Şangirey ne diyeceksin buna? İhtiyarların ne kadar telaşa düştüğüne bak! Sonunda ama sen sorumlu olacaksın!

-                     Token’den daha çok mu biliyorum? Her şeyden iyice anlamayı öğrenmeden kolhoz paralarını harcarsak ilk olarak ben sorumlu kalacağım. Siz Token’le nasıl karar verirsiniz öyle olsun, dedi Şangirey.

-                     Sen kendin ne düşünüyorsun?

-                     Elindeki baştankara, gökteki turnadan daha iyi.

Erjan, önceden kolhozun tarafını tutmaya karar verdi, ama Şangirey Şıganak’a ‘gökteki turnayı’ verince, kendisine baştankarayı bıraktı.

Genel sessizlikte Kabış’ın ıhlaması duyuldu. Diğerleri ‘Ne söyleyebilir?’ diye şaşkınlıkla ona dönerek düşündü. Kabış:

-                     Şangirey iyi sözleri söyledi, diye başladı, Devlet parasını düşüncesizce kullanabilir miyiz? Fakat Şıganak da haklı, halkın aleynine istiyor. Token presbit, sonuçlarını düşünüyor. İleri bakmayan her zaman duraksar...

Amantay güldü:

-                     Kabeke[16] kediden daha kurnaz. Yakasını kurtardı, herkesi övdü!

-                     Sen ise deveden daha akıllı değilsin! diye bağırdı Janbota, O da sanki haydi dövüşün kimin yeneceğine bakayım diye söylemiş gibi.

Şıganak kendisi Kabış’a cevap verdi.

-                     Janbota doğru söyledi. ‘O da diğeri de haklı. Kim yenecek onu tutarım’ diye söylüyor Kabış. Sözleri yuvarlak kendisi eğri ama, hemen yakalandı. Yakalanmaya alıştı. Kolhozun ayağının altına karpuz kabuğu ciddi larak mı koyuyor yoksa şaka olsun diye açıkça söylesin bakalım.

Kabış darıldı. Yavaş yavaş başını kaldırdı.

-                     Kendin haklı değilsin. Duana[17] gibi halkı ham hayallerle mahcup ettiriyorsun.

-                     Kolhoz isterse senin emri olmadan geri çekilirim. Artık bir insanı ata veya bir parça yağlı koyun etine değiştirildiği zaman değil, halk karar versin, diye sonuçladı Şıganak.

Kabış eskiden aul başkanı olurdu, bu yüzden sustu. Erjan geri kalan kolhozlulara:

-                     Siz ne diyeceksiniz? diye seslendi.

Kolhozlular bakışarak birbirini birinci söylemesini için itiyordu. Amantay, gözlerini Oljabek’e dikti ve:

-                     Söz Oljabek’e veriliyor, diye ilan etti.

Oljabek bu oyunu çoktan hissefiyordu, bu yüzden kalbi titriyordu. Artık yüreği boğazına gelmiş ve soluğunu sıkmış gibiydi, ama kaçacak yeri yoktu. Bütün taraflardan Oljabek’e çevirilen gözler onu yerine zincirledi ve o kızardı. Erjan ona baktı.

-                     Konuşun!

Amantay, Oljabek’i götürdü, ama kendisi de yardımına geldi:

-                     Çok çekingen bizim Oljabek, toparlansın.

Oldukça uzun zaman geçti, ama Oljabek hala susuyordu. Erjan onu acele ettirdi:

-                     İnsanları bekletme hadi!

Oljabek, şapkasını çıkardı. Bir defa toplantılardan birinde bölgeden gelen görevli şapkası olan konuşma yapana çıkışma yaptı. Oljabek bunu aklında tuttu. İçine havayı alıp uçmaya hazırlanan kuş gibi büzülüp yüksek ve net sesle:

-                     İyi konuşmayı bilmem. Fakat makine lazım! diye cevabı dikti ve daha çok kızarıp obadan fırladı...

Oljabek kapının arkasından kayboldu, Erjan önünde ise onu traş olan başı hala duruyor ve yiksek sesi duyuluyordu.

-                     Oljabek doğru söyledi: çok konuşmak lazım değil ve makinesiz yapamayız! diye birdenbire bağırdı Amantay.

-                     Tabi ki makine çalışacak, siz ise boş gezeceksiniz, diye sertçe kesti sözünü Şangirey.

-                     Ey, Şangirey, ekmek istiyorsak, ekelim, diye bağırdı Şangırak, Altmış çiftlik bütün yaz altı hektar karıştırıyor! Bol ürün verse bile, çok mu kişiye yemek veririz?!

Erjan:

-                     Senin ve Oljabek’in Şangirak’a emriyle fişler imzalanmıştı, değil mi? diye alayla sordu Erjan.

-                     Halk talep ederse? diye sordu Şıganak.

-                     Talep ederse o zaman bakalım.

-                     Ne olursa o olsun. Genel toplantıyı yap. İlçeden yoldaşlar da katılsın! diye sonladı Şıganak.

Token alayla omuzlarını çekti.

-                     Yine bu sizin ‘kararlılığınız’ mı?

Şiganak kızdı.

-                     Evet, kararlılığımız! diye sesini yükseltip söyledi, ‘Cesaret nehrine kayığımı yönelttim...’  Token her zaman yavaş korunan yeri ısırmaya çalışıyor, diye sinirlenerek devam ediyordu Şıganak, Kokjak kalesinde onunla buluşmamız bir defa değildi. Şimdi o kale değil adı bile unutuluyor, o günleri unutmamış galiba.

Erjan Şıganak’ın sözüne anlamlı anlamlı karıştı.

-                     Derinliğe dalma, su yüzüne çıkamazsın.

Şıganak sustu, ama anılardan kurtulamadı, ‘derinliğe daldı’.

O zamanlarda Uil isteplerinde çok Kazak soyları göç ediyordu. Çoğu Bay-ulı’nın on iki soyundan geliyordu, adaylılar dahilinde. Her sene buraya göç ederek birçok kuşakların geçindiren Uil’in berrak maviliğinde yüzüyordu. Çar hükümetibu nehri dikkatsiz bırakmadı. Yüksek kıyısında Uil şehri kuruldu. Önceden bu kazak istepinde sömürge politikasını gütmek için hizmet eden bir kaleydi (istihkam), son zamanlarda ise devrimden önce ticari bir şehir oldu.

Açgözlü tüccarlar sülükler gibi fuara gelen esmer istep adaylılara yapışıyordu, bundan da sermayeleri ve göbekleri çabuk şişiyordu. Token bu ticari şehrin doğumlusuydu, yoksul Şıganak ise kasabanın kenarında yaşıyordu. Token, silik adamlardan birini Şıganak’ı tanıyamayabiliyordu, ama Şıganak Token’i çok iyi tanıyordu. Onu ya baba yemeklerine şişmanlamış işret düşkünü olarak, ya yerli Rus ve Kazak yoksulları sömüren kulağı olarak görüyordu. Şimdi ise Token su teknisyeninin maskesini taşıyordu ve yine buyurmak istiyordu. Bu yüzden Şıganak dayanamadı. Rahmetli arkadaşının komiser Samgali’nin sözlerini hatırladı:

-                     Durjıgullar ve jusupalilere karşı savaşırken tokenlerle de savaşmalısın. Onlardan bazılar dağ kurtları, diğerleri ise orman kurtları, aralarında hiç fark yok: savaşır savaşır koklaşırlar!’

Durjıgul ve Jusupali Şıganak’ın zengin akrabalarıydı. Nahiye başkanlarının seçimleri yani ‘Kadro seçimleri’ sırasındaonlar jataka[18] geliyor ve kamçı ile yoksulları onlara oy vermelerini zorluyordu. Sadece Şıganak’ın babası Berse ve onun üç çocuğu onlara karşı çıkıyordu. Büyük olan Şıganak çok defa yumruklaşmalara çok defa katıldı. Eli ağırdı. Babası savaşmadan önce:

-                     Bak, vur, ama öldürme, diye nasihat veriyordu.

İşte de aynı davranıyordu. Oğlunun hemen hemen tam dokurcunları attığı kuru otun bulunduğu at arabasında duran Berse:

-                     Hey, uzun burunlu! Başımı göğe mi diktirmemi istiyorsun? diye bağırıyordu.

Daha on yaşındaki çocukken Şıganak ilk defa ata bindi ve tahta karasabanla hayatında ilk saban izi açtı. Saban izi ok gibi doğruydu. Babası:

-                     Adam olacaksın, oğlum, diyordu.

İyi çocuk her şeyden önce annesi ve babasını sevindiriyormuş, sonra ailesinin diğer üyelerini ve sonunda komşularını ve başka insanları – öyle diyorlar. Fakat hemen hemen elli yaşına kadar Şıganak, çevresinde ancak altı kilometre çapında ünlüydü. Slamgali, kararlılığını ve sebatlılığını gördü ve onu ilçede işe aday yapmak istedi, ama hastalandı ve öldü. Şıganak da önce olduğu gibi kaldı. Şıganak’ın çalıştığı kolhozun adı ‘Kurman’, Slamgali Kurmanov’un adına. Burada da Slamgali’nin – ulusçuluğun kalesi olan alaşordınlı[19] olan Dosmuhamedovları kovalayan ateşli komiserin mezarı var. Slamgali kendisi devrim komitesi kurdu ve yönetti onu, ama uzun yaşamadı. 1927 yılında veremden öldü.

Şimdi Şıganak, Slamgali hakkında hatırladı, ama Erjan’ın korkutucu uyarısından korkmadı: ‘Derniliğe dalma’, ama sözleri onu susturdu... Erjan hakkında: ‘O dağ kurdu olmasın’ diye düşündü, ama bu düşünceyi kovalayıp yine konuşmaya döndü.

-                     Tamam, Şangirey, toplantıyı yapalım mı?

-                     Yapalım. Böyle işler aceleyle yapılmaz.

Şıganak, Erjan’a baktı:

-                     Boşonuşmalarda zaman kaçıyor! diye ittiraz etti, Siz bizi yargılayın bu işte yoksa sakinleşemeyiz.

Erjan:

-                     Önce kendiniz anlaşın, dedi.

Amaçsız yerinde saymadan Erjan’ın ayakları yoruldu. Battaniyeye otrudu ve arada bir çizmesini kamçılıyordu. Ayaklarında köpek uzandı. Kamçının her vuruşunda köpek gözlerini yarı açıp kısıyordu.

Baybişe uyuşkan olmayan misafirden hoşlanmadığı halde o dayandığı zaman, baybişe adetlere göre yastığı çıkarıp altına koydu. Fakat o kıpırdamadı.

Şıganak kaşlarını çattı ve içini çekti.

-                     Hiç bir şey anlamıyorum, dedi.

Yüzünün ifadesi değişti. Büyük arkadaşının durumunu anlayan Amantay ve Janbota bakıştılar. Erjan:

-                     Anlamıyorsan, ne yapalım! diye kabaca ve meydan okurcasına seslendi, Sen anlamamanda yarar yok. Şimdiye kadar hiç bir defa sulanmayan alanlar var. Belirlenen sulama süreleri çoktan geçti, siz ise büyücülük yapıyorsunuz.

-                     Sürelere değil, darıya bakıyorum, diye cevap verdi Şıganak.

-                     Darı ise su ister! dedi Erjan. Token:

-                     Sizce tarım uzmanı hiç bir şey bilmiyor ve sulama süreleri yanlış mı belirdi, diye zehirli zehirli söyledi.

-                     Tarım uzmanının daha çok öğrenmesi gerek, dedi Şıganak, Süreleri söylemekten yerine su verin. Erjan kalkarak:

-                      İsyan mı ediyorsun?! diye bağırdı.

Kamçısıyla istemeden köpeği vurdu. Köpek fırladı havlayarak Erjan’a saldırdı, kolundan kaptı ve bekleyerek donup kaldı. Amantay, köpeğe:

-                     Bırak! Bırak, Sukiik! diye bağırdı, Bırak yoksa darılacak, ne kadar nezaketsiz köpeksin!

Köpek avını bıraktı ve homurdanarak obadan koşarak çıktı. Öfkeli  Erjan Amantay’la Janbotay’a parmak salladı.

-                     Bekleyin, ikisini öğretirim! dedi ve Şıganak’a döndü. İstismar etme. Sonra uztalığını göreceğiz. Şimdilik ise emirleri yerine getir.

Erjan çıkışa doğruldu.  Amantay ve Janbota, önünü kesti.

-                     Siz ne isityorsunuz?

-                     Siz bize bir şey göstermek istiyordunuz. Bakmak istiyoruz...

-                     Tuh! Ne yerinde durmaz haylazlar! diye elinde olmayarak gülümsedi Erjan.

-                     Şimdi istemiyorsanız, daha sonra bakabiliriz, diye hiç bir şey olmamış bile söylediler ve misafirlerini uğurlamaya gittiler.

Şıganak asık suratla susuyordu. Esme yüzü bu konuşmadan sonra tamamen karardı.

 

Üçüncü Bölüm

1

-                     Ben veya Oljabek hastalanırsak veya ölürsek, yerimize kimi geçirirsin, Şangirey? diye sordu Şıganak.

-                     Amantay ve Janbota’yı tabi, başka kimi?!

İşte uzun zaman oturduktan sonra birbirine söylenen buydu işte.

Şangirey gittikten sonra Şıganak çatmış kaşlarını hala düzeltmedi. Demin Erjan, Şangirey ve diğerleriyle çatışmasından sonra suskun oldu. Şangirey’in gitmesini farketmedi. Alnını eline dayanıp kamburlaşmış yere bakıp sakalının ucuyla oynayraka oturuyordu. Sonunda başını kaldırıp tek başına kaldığınoı farketti, elini uzattı, dombrayı (müzik aleti) aldı ve çalmaya başladı.

İşten dönen köydeş ve komşular her zamanki gibi tek tek giriyordu. Birbirini alay ile itip çekerek Janbota ile Amantay çıktı, Oljabek ve Karibay geldi. Şıganak dombrayı bir yana koydu ve misafirlere sevinçli sevinçli gülümsedi. Oljabek çocuğa benziyordu. Şıganak onun babası gibi oldu. Fakat Oljabek artık kolhozsun hayatı inatçı arayan değildi. Jamal hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Kolhozdan kaçarken kolhoza geldi, yaralarını tamir etti ve kolhoz üyesi oldu. Dayakla haydutlardan mı, yksa Jamal ve oğlunu özlemekten mi belli değil, ama daha kapanık ve suskun oldu. Şıganak:

-                     Oljabek, seninle zor koşullarda karşılaşmıştık. Yine zorlukların karşısındayız, dedi.

-                     Tamam, bırak şunu. Yeter bana! diye ellerini sallamaya başlayarak sözünü kesti Oljabek.

-                     Bu defa daha kolay olur – kağıdına imzasını atarsın ve bu kadar! diye gülerek onu avuttu Şıganak. Oljabek:

-                     Yapıray! Hiç kağıtlarla bulaşmak istemem! diye korka korka bağırdı.

Herkes gülmeye başladı.

Zor işlerde akıl hocası olan Karıbay’a başvurdu. Şıganak, ona yalnız çocukların öğretmeni olarak bakmıyordu, kendisi de yeni düzenleri, yeni koşullarda yaşamayı öğreniyordu. Erjan’ın inatçılığından emin olunca Şıganak kendisinin haklı olduğuna şüphelenmeye başladı ve şuphlerini dağıtmak için öğretmene danıştı.

-                     İşlerime ne zaman başladığımı biliyorsun, diye Karibay’a söyledi, ama şimdiye kadar girişimim boş bir iş kaldı. Kimse beni desteklemiyor, belki de kendim suçluyum. Sen okumuş ve dürüst bir adamsın, bana gerçek söyle.

-                     Neden şupheleniyorsunuz, kolhozu kültürlü ve zengin yapmak isteği kötü olabilir mi?

-                     Öyleyse Şıganak omuzlarından altmış yaşını atar! Artık dayanmam! Beş oğlum ve iki kızım var. Ben öldüysem, ailem kalır. Vücudun ölmesi – Tanrının işi, düşüncemi gömdüremem. İlçede istemiyorlarsa, bölgeye giderim. Ne dersin?

-                     Kolhoz izin verirse, neden olmaz ki?

-                     Fakat benim için bütün kolhozluların imza attığı kağıdı yap.

Şıganak’ın yaşıtı olan Kabış mutat olarak ıhlamaya başladı. Şıganak’ın arkadaşı olmasına rağmen büyük işlerde kararlı değildi ve ‘amirlerine’ sormayı severdi.

Şıganak’ın fikrine karşı Token’le Şangirey’in olumsuz tepkisine bakarak Şıganak’ın talebinin altına imzasını koymaktan korkuyordu. Böyle durumlarda karşı çıkmaya cesaret edemeyerek ya farkedilmeden bozuluyordu, ya da daha güçlü tarafını tutuyordu.

-                     Kağıdı imzalamak zor değil. Şangire’yle  görüş, onaylasın – o zaman...

-                     Hiçten bir şey, korkma, diye sözüne karıştı Amantay.

Şıganak sözünü kesti.

-                     Karibay, sen belgeyi yaz, dedi, Herkes köpekleri kamçıyla tilki peşinden sürdürmediğini bilir. Korkan biri varsa, Kabış’la otursun. Cesur bizimle gidecek.

Herkes Karıbay’ın etrafını aldı, yalnız Kabış ve Oljabek kenarda kaldı. Oljabek dayanamayıp masaya birinci olarak yaklaştı. O zaman Kabış’ın de yapacak şeyi kalmadı.

-                     Daha sert yaz, daha! İlçe amirleri hakkında yaz, korksunlar! diye masanın etrafındakiler gürültü ediyordu.

Arabanın arka koltuklarında oturan Şıganak’la Oljabek Uil’in kıyısında yukarı gidiyordu.  Nehrin boyuna uzanan kumlu yol ikiye eyrıldı – sol Kokjara ilçeye, sağ olan barkanlara gitti.

Şıganak sağ döndü. Uyuklayan Oljabek ani dönemeçte az kaldı düşüyordu.

-                     Yanlış döndün! Hani ilçeye gitmek istiyordun.

-                     İstemiyorum. Erjan kendisi her şey bilir. Yolumuza devam edelim.

Barkanlar üzerinden bakan ağaran sabah kalan gece karanlığı batıya daha uzağa itti. Soğuk rüzgarın ani esimi yolcuların yüzlerini serinetince yatıştı. Etrafı sessizdi. Her şey uyukluyor, ancak görünüşte sakin olan Şıganak’ın kaygılı düşünceleri tekerleklerin kum üzerinde gıcırtısına karşılık veriyor. Güneş kalktığı zaman Şıganak yüksek sesle şarkı söylemeye başladı. Oljabek uyandı ve silkti, sonra yine gözlerini kapattı. Bir zaman içinde rüyasının detaylarını hatırlamaya çalışarak suskun oturuyordu.

-                     Biliyor musun, şimdi gerçekte gibi Jamal’î gördüm, onunla konuştum ve kucağımda Sagintay’ı tutuyordum.

-                     Demek onları sağ ve salim göreceksin. Sabah rüyaları gerçekleşir, dedi Şıganak, Ben ise Uil’in kıyısında makine yerleştirip su pompalamaya başladığımı ve toprak bir bahçe gibi açtığını gördüm.

-                     Mu makine hakkında nereden öğrenmişsin?

-                     Dünyada çok gezdim, dedi Şıganak, doru atı koşturarak, Seninle karşılaştığım dağlarda dağ keşifçileri gördüm, onların böyle makinesi vardı. Büyük değil, korkunç değil, çok çabuk çalışıyor!.. İşte o zaman bu düşünceye kapıldım – toprağımızı içirtmek.

-                     O zaman da bütün yol onun hakkında konuşuyordu.

-                     Onu sizde yerleştirebilirsek, tımağı bir yana itmiş takabilrsin!, diye sonuçladı Şıganak.

-                     Keşke ailem ynımda olsa! Geri kala hiçten şeyler, diye eskisi gibi neşesiz düşünceleriyle meşguldü Oljabek.

İçini çekti ve Şıganak’a baktı.

-                     Anlat bir şey bana, diye istedi.

-                     Ne anlatayım? Serserilikten ve dertlerden mi?

-                     Fark etmez, istediği şey hakkında, belki rahatlarsın.

Şıganak hikayesine uzaktan başladı:

-                     Kendim hatırlamaya başladım bşalayalı ailemizde yedi kişiydik. Babam, annem, büyük annemle dedem, ben ve erkek kerdeşlerim. Çok fakirdik. Babamın erkek kardeşleri yoktu. Biz hala çok küçüktük ve babam para kazanmaya gidemiyordu. Bir defa babamın anneme yola gerekn her şey hazırlatmasını söylediği zaman on yaşındaydım. Annem darıyı kızarttı. Babam atın östünde, ben ise yüklü deve üstünde yola çıktık. Yolculuktan çok heyecanlıydım. Onu beklerken sabaha kadar uyuyamadım. Yolculuğumuz çok zor çıktı. Devenin giderken sallanması uyutuyordu beni, ama soğuk karşı rüzgar iliklere işleyordu. Yürümek çok zordu. Babama:

-                     Dondum, diye söyledim.

Kendisinden gömleği çıkardı bana sardı. Yrtık beşmetin deliklerinden çıplak omuzları görünüyordu. Oljabek içini çekerek:

-                     Zavallı ne yapabilirdi ki? Oğluydu! dedi.

Şıganak devam etti.

-                     Akşama kadar sürülmüş tarlaya vardık. Tarla işlerine çıkanların her birinin kendi evi vardı. Kimin obası, kimin çadırı. Yalnız başımızın üzerinde bir şey yoktu. Komşumuzun evine girmek için izin istedik. Sürmenin tam kıvamıydı, herkes kendi işleriyle meşguldü. Babam da küçük balta ile bir şey yapmaya başladı.

‘Bu nedir’, diye sordum ona.

Sopanın ucuna mızrak gibi bir şey takınca, onu çiviledi.

‘Bu karasaban, oğlum’, dedi.

Bu karasabanla toprak sürmeye gittik. Ne sürmeden, ne karasaban, ne de babamın niyetlerinden anlıyordum. Fakat ne kadar zor olursa olsun, yeni bir şey öğrenmek çok enteresan. Babam bana gerek kabaca, gerekse müşfik davranıyordu. Karasabana bizim kül rengi atımızı koştuğumuz zaman babam beni kaldırdıktan sonra atımızın sırtına oturdu ve ‘O tepeye kadar koş’ dedi.

Tek dişli karasaban ve külrengi at bütün dünyayı şah kadırıyormuş gibi geliyordu bana. Bu manzaraya bakmak için, geri baktım, ama babam:

‘Önüne bak!’ diye bağırdı.

Önüme bakmak ve atı sürmek zorunda kaldım, oysa bütün enteresan şeyler geride kalmış geliyordu bana. Babam:

‘Şimdi geri dön!’ diye bağırdı.

Geriye dönünce babamın okşayıcı bakışını farkettim. Gülümsemesi ve ilk geçtiğim çizi beni sevindirdi.

‘Karasabanı tutacak mıyım?’ diye cesaret ederek sordum.

‘Tutacaksın, oğlum, tutacaksın!’ diye övdü beni baba ve öptü.

Sesi çok neşeliydi, ama yüzünde acıma yazıyordu ve dudakları sanki ağlamak istiyormuş gibi çarpılıyordu.

İşte böyle ekinci oldum. Fakat sürülü tarla ne kadar iyi sürersen sür, yağmaur yoksa, bütün emeğin boşuna gider. O zaman suluma hakkında bilmezler. Memlketimizde gök topraktan daha kuruydu, bu yüzden ekmek ararken  dünyayı gezmek zorunda kaldım...

At arabası çukurdayken silkindi ve at durdu. Şıganak ve Oljabek yere indikten sonra, arabayı incelemeye başladı. Hiç bir bozuğu yoktu, yalnız arabanın gövdesi bir yana çekilip tekerleğe dokunuyordu. Oljabek:

-                     Bu memlekette yol ne kadar kötü! dedi.

Kaygı dolu yüzüne bakınca Şıganak gülmeye başladı.

-                     Senin için Arka’dan[20] başka bütün topraklar ve Jamal’dan başka bütün kadınlar kötü.

-                     Bu bir gerçek. Burada kadınlar bile çok güleryüzlü değil, dedi Oljabek.

-                     Janbota hakkında ne dersin? Kız değil, ateş!

-                     Doğru, diye mahcup mahcup kabul etti Oljabek.

-                     Seninle evlenmek istese, alır mıydın onu?

-                     Olur mu? At gibi harın.

Arabanın gövdesi yerine yerleştirip ve onu kemerle daha sıkı bağlayınca yolcular yoluna devam etti.

 

3

            Şıganak ve Oljabek birkaç gün sonra bölge şehrine geldiği zaman atı ayrılma zamanında gibi canlıydı. İkisi atları seviyordu ve şehre geldiklerinde öğleden sonra Şıganak daireleri dolaşırken Oljabek doru atını İlek kıyısında otlatacağını anlaştılar.

İlek’in kıyısı bahçeleriyle yeşileniyordu. Bahçelerde ve tarlarda sabahtan akşama kadar çok insan koşuşuyordu.

Kıyıda insanlardan uzaktaki Oljabek yeşil otta uzanarak kendi kendisiyle konuşuyordu:

‘Bu memlkette Uil toprağıyla kıyasla toprağın rangi bile farklı. Burada çalılık daha az...’

Hayatında ilk defa pullukları çeken traktör gördü. Oljabek şaşırarak:

‘Bir... iki... üç... beş.., diye pulluk demirlerini sayıyordu, burada yattığım günde bu kadar sürdü ki bütün aulu sürebilirdi!’

Oljabek, alışılmışın dışında olan kararlılığıyla kalktı ve traktöre doğruldu. Ona hayran hayran bakıp  inceliyordu damağını şaklatarak inceliyordu onu. Traktörcü acele etmeden sigarayı sarıyordu ve gülümseyerek ona bakıyordu.

-                     Tamır[21], neden titriyor o?

-                     Motor çalışıyor.

-                     Motor nedir?

Traktörcü iyice anlatmaya çalışarak:

-                     Kalbi, dedi.

-                     Kalbi mi? Şey.., diye e'sini uzatarak söyledi Oljabek, mümkünse gösterir misin, diye cesaret edince sordu.

Traktörcü motoru açıp ve mümkün olduğu kadarıyla kolay anlaşılır dille çalışması hakkında anlattı. Oljabek, dikkatle dinliyordu ve her şey anlıyormuş gibi başını sallıyordu.

-                     Böyle şeyler pazarda satılır mu?

-                     Hayır, fabrikada, dedi traktörcü.

Sigara izmariti attı ve ayağıyla ezdi. Fakat Oljebek onu bu kadar çabuk serbest bırakmak istemedi.

-                     Ey, tamır! Onu bize satar mısınız?

Traktörcü:

-                     Kaç verirdin? diye sordu.

-                     Mal senin, sen iste.

Traktörcü:

-                     On bine al! diye traktörü hareket ettirince bağırdı.

Traktörcü şaka mı ediyor, ciddi mi konuşuyordu, Oljabek anlamadı. Traktörün arkasından koşacaktı, ama fikrini değiştirdi ve doru atına döndü. Oljabek: ‘Haydutların aldığı hayvanlarımı kolhozdan kurtarmaya çalışırken ne buldum, ne kazandım?’ diye düşünüyordu.

Yakın geçmişi aklına geldi. Anılardan kalbi parça parça oluyordu. Gevşedi, gözlerinde davetsiz konuk olarak yaşlar göründü, yüzünü ota bastırdı.

‘Canım benim Jamal, sesini duyacak mıyım bir daha? Kalpsiz haydutlar sana ne yapmış?! Sagintay, ışığım benim, seni görecek miyim? Tanrım! Ailesiyle yaşayan ve namusluca çalışanlar böyle dert bilir mi? Kolhozdan korkuyordum, şimdi bak ne kadar iyi kolhozda kabul edilmiştim... Erjan ve Token gibi kuvvetli insanlarla tartışabiliyorum bile. Fakir bunun gibi nerede yüksebilirdi böyle?’

Kolhoz ve gücü hakkında düşünceleri onu zor anılardan çekti. Ona sevimsiz ve karanlık görünen bütün şeyler gülümsemeye başladı. Önce bir türlü kabul edemediği kolektif emek ona mutluluğa giden bir tek yol diye geliyordu artık. Artık adil ve doğru hayatın bundan başladığından hemen hemen şuphelenmiyordu.

Jamal sağ ise bir gün göreceğim onu... Zamanlar iyileşmeye başlıyor. Böyle devam ederse, çabuk kalkarız ve mutluluk içinde yaşarız. Artık emekgünüm üç yüze çıktı ve herkesten saygı görüyorum!.. Misafirleri kabul etmekten artık utanmayız!..’

Yine Jamal hakkında düşünceye dönünce, Oljabek artık yese düşmüyordu, saki aile yaşamı hayal ederken gülümsüyordu.

 

4

            Şıganak’ın kaldığı Sagındak’ın evinde ışığı yaktılar. Şıganak konuşmadan gözlerini bir noktaya dikerek sofada yatıyordu. Zaman zaman sakalını okşuyordu. Sokaktan yanından geçen arabaların gürültüsü geliyordu, mutfakta yemek nasıl pişirildiği duyuluyordu. Pencereden içeri giren böcek uğuldayıp bazen pencere camına çarparak odada uçuşuyordu. Fakat bütün bunlar Şıganak’ın düşüncelerinin akımını bozmuyordu. Birdenbire başını kaldırdı.

-                     Benim Oljabek nerede acaba? diye düşündü.

Buna karşılırık olarak kapı açıldı ve Oljabek girdi. Şıganak’ın neredeydi diye sorusuna Oljabek gülümseyerek:

-                     Hiç bir yerde, şehirde geziyordum.

Şıganak başka bir şey sormadı.

-                     Başını elleriyle sararak düşünceli düşünceli yere bakıyordu. Oljabek, Şıganak’ın her gün bu saatte biriyle alay ettiğine, hekesi güldürdüğüne alıştı, ama bugün asık suratlı oturuyordu. Oljabek endişelendi:

-                     Hastalanmadın mı?

-                     Hayır, sağım, diye bekledikten sonra söyledi Şıganak.

-                     Başarılar var mı?

-                     Şimdilik değişim yok. Erjan ve Token de buradaymış.

Oljabek yarı kalktı.

-                     Önemli değil. Kim bilir belki kendi işleriyle geldiler. Tabi ki gelişilerinde bizim için yarar yok, dedi Şıganak.

İkisi düşüncelere kapıldı. O zamanda Sagındık’ın oğlu küçük Erik çıktı ve ağlayarak Şıganak’a annesini şikayet etti:

-                     Dedem, annem dövüyor beni!..

Şıganak hiç bir şey cevap vermeden giyinmeye başladı. Hem ağlayan çocuk hem de kötü haberden üzülen Oljabek hiç bir şey anlamayarak ona bakıyordu. Mutfaktan Zibagul, Erik’in annesi çıktı.

-                     Nereye gidiyorsunuz baba! Şimdi çay içeceğiz.

-                     İçmem.

-                     Bir fincan hiç değilse. Nereye gidiyorsunuz siz?

-                     Başka ev aramaya.

Zibagul mahcup oldu ve  gözlerini ona dikti. İihtiyarı baba gibi seviyordu, Aktübinsk’e gelen ve her zaman onlarda kalan bütün köydeşlerden daha çok sayıyordu. Birdn bu yavaş ve alçakgönüllü ihtiyar ayaklandı. Zibagul, ona öz kızıymış gibi bakıyordu, şimdi ise suçunu bilmeden sadece:

-                     Ne yapalım! Şehirdeki yaşam sahip olduğumuzdan daha çok vermiyor.., diye fısıldadı.

Şıganak, sözünü kesti.

-                     Bunu konuşma canım. Her şeyden candan memnunum... Niçin ama çocuğunu ağlatıyorsun?! Seni çok rica ettim, Tanrı adına yalvardım...

Zibagul, sevinerek güldü ve Şıganak’a koşarak yaklaşınca onu soymaya başladı.

-                     Kalın baba. Onu bir daha döversem, bana ceza verin!

Şıganak kendini soymasına engel olmadı ve kucağına tırmanan Erik’i sararak çocukların yetiştirilmesi hakkında konuşmaya başladı.

-                     Küçük olana el nasıl kaldırılabiliyor!, diye yavaş sesle söyledi, Suçu ne olabilir ki? Ne gösterirsen onu yapar. Kendin kötü eğitiyorsun, sonra da dövüyorsun. Dövülen çocul ağladığı zaman ona acıyorsun ve ikiniz mutsuzsunuz.

Erik, konuşmanın onun hakkında olduğunu anlıyordu ve yüzünü asarak suskun suskun dinliyordu. Zibagul, onu kendine çekti, göğüsüne bastırdı ve öptü. Şıganak:

-                     Çocuğu aşırı şefkatle şımartmak da doğru değil, diye devam ediyordu, hayata uyarlanmamış hanım evladı olacak. Çocuk çok ince bir canlık ve onun yetiştirilmesi de çok zor bir iş.

Zibagul’un bir eğitiminin olduğu halde okuma yazma bilmeyen Şıganak’tan çok öğrenebileceğini anlıyordu ve öğütlerini hatırında tutuyordu.

‘Bu adam okuma yazma bilseydi, ve daha genç olsaydı’, diye düşünüyordu.

Suskun olduğunu farkeden Şıganak, sözlerine darılmamış mı diye düşündü ve dikkatinin çekmek için:

-                     Zibagul, şarkı söylesene, canımızı sevindir, diye rica etti.

-                     Ne söyleyeyim?

-                     İlk önce tabi ‘Zaureş’i söylersin. Hüzün bir ihtiyarın yakın arkadaşı.

Zibagul, çocuğunu kucağına alıp ünlü ‘Zayreş’ şarkısını yavaş ve dokunaklı bir sesle söyledi. Şıganak onu çok seviyordu.

-                     Bu şarkıdan canım daha çok sıkıldı, dedi, Şimdi ise ‘Aset’i söyler misin?

‘Aset’ söylenirken Şıganak müziğin temposuna uyarak sallanıyor ve diyordu:

-                     Pah-pah!.. Ya yükseklere fışkırır, ya taş gibi düşüyor... Zpıray! Ah, ne güzel!.. Oy, ne güzel!

-                     Babam ‘Aset’ gençlerin şarkısı, ama siz de onu beğeniyorsunuz, diye şarkısını bitirince söyledi.

Şıganak gülümsedi.

-                     Benim hiç bir zaman genç olmadığımı mı düşünüyorsun? Gençliğin neşesini insan zamanında yaşıyor, ama bunu daha sonra değerlendirmeye başlıyor. İşte ben de değerini öğrendim.

Sagındık girdi. Şıganak ona bakınca yine makine hakkında düşüncelerine döndü. Bu kadar istediği makine hakkında... Zibagul, çay verdi, ama çay içerken Şıganak hep düşüncelere kapılıyordu. Makinenin ondan kurnaz tilki gibi kaçtığı geliyordu ona. Şıganak, içini çekerek:

-                     Ben anlamıyor muyum? diye söyledi.

Oljabek, Şıganak’ın ne konuştuğunu anlamadı, ama bakışını izleyince, odaya uçan böceği gördü.

-                     O hiç bir şey, diye bağırdı Oljabek ve çevik bir hareketiyle böceği onu eliyle kapladı.

-                     Makine ile bu kadar kolay olsa! diye gülümsedi Şıganak.

-                     Sen yine mi makine hakkında? diye seslendi Oljabek.

-                     Gördüğün gibi ilçe dairelerinin dilekçesi gerekiyormuş, ama  Erjan’la Token bize belge verir mi?

Oljabek düşündü.

-                     Para yeter mi? diye sordu.

-                     Para da az.

-                     Sen parayı bul, makine ise ben bulurum, diye söz verdi Oljabek. Yaşlı adam ise:

-                     Nereden? diye şaşırdı ve herkes şaşkınlık içinde Oljabek’e baktı.

-                     Burada kıyıda bulabiliriz.

-                     Öyle mi? Ne kadar?

-                     Bir traktöre on bin istediler. Makinen bundan daha pahalı değil mi? diye sordu Oljabek.

Şıganak şüphelenerek Sagındık’a baktı. O gülümsedi.

-                     Biri Oljeke’yle  şaka atmiş olmalı. Böyle makineler özel mülkiyet olabilir mi?

-                     Ne yapalım o zaman? Belge olmdan makineyi alamazsın. Erjan’la Token ise tabi ki onu vermez bize. Zibagul:

-                     Ne gibi adamlar? Bu işi desteklemek yerine ona engel oluyorlar! diye çayı karıştırarak konuşmaya karıştı.

Sagındık vurgulu vurgulu:

-                     Ne demek ‘engel oluyorlar’? diye ittiraz etti, Endüstrimiz çok makine çıkaramıyor şimdilik. Her bir makineye yüzlerce el uzatılıyor. Yabancılar ise her şey için altın alıyor. Bekleyin, kendimiz de herkese yetecek kadar çıkarmayı öğreniriz, şimdilik ise makineler ihtiyacı en çok olanlara ve onları bütün kapasitesiyle kullanabilenlere verilir. Bu ekimleri büyük olan kocaman kolhozlar. Doğrusu makinenin Uil’de masrafını karşılar mı şupheleniyorum.

Şıganak hala evdeyken kolhozdan çıkmadan bölge kurumlarında Sagındık’ın desteğini bekliyordu. Sagındık böyle bölge kurumlarından birinin başkanıydı. Fakat burada Aktübinsk’te herkesçe saygı duyulan, önceden öz oğlu gibi yakın olan Sagındık şüphelenmiş gibiydi. Makinelerin yetersizliğine gelince belki haklı olabilir, ama kolhoz aleynine makineyi kullanmak çok isteyen insanları nasıl göremiyordu? Ve Şıganak açıkça sordu:

-                     Bana mı, yoksa toprağıma mı inanmıyorsun? Bize payımızı verseniz ne olur -  en azından bir makine?

-                     Darılmayın, ame açıkça söylesek toprağınız pek uygun ve iyi değil, diye gülümseyerek söyledi Sagındık.

Şıganak parladı:

-                     Kendim kötü olduğumu söyleseydin dayanırdım, ama toprağıma gülmek kimseye izin vermem. Kötü toprak üzerinde sadece rüzgarlar esiyor, iyi olanda ise insanlar göç ediyor. Topraklarımızda dedelerimizin dedeleri yürüyordu, bu güne kadar orada tam soylar yaşıyor. Bu da yetmiyorsa, okumuşların toprağımızda en iyi ve en dayanıklı buğday tanesi bulmuşlar. Amerike beyaz buğdayın taneleri duyduğuma göre de bizden götürülmüştür. Onu küçük düşürmeye nasıl cesaret ettin?

Sagandık alaylı alaylı:

-                     Toprağınızın meşhur kalitesi şimdi nerede? diye sordu.

-                     Uil’de! Burada!, diye cebine vurunca hararetle bağırdı yaşlı inatçı.

-                     Haydi gösteriniz.

-                     Önce gösterme için öde – makine ver, sonra bakarsın. Kolhozuma makine ile döneceğim veya hepinizle kavga edeceğim ve sizinden inkar edeceğim...

-                     Oyboy! Şıka şantaj yapıyor! dedi Sagındık.

Sagındık, belli etmediği halde, Şıganak’ın sözleri damarına bastı. Yaşlı adamı seviyor ve sayıyordu, ama başkalarını bir şeye inandırmak için kendisi bundan emin olmalı. Düşüncelerinde Şıganak’ın girişimini takdir ediyordu, ama Uil’e inanmak zordu. Pahalı seyrek makine ilk istep kum fırtınasından kırılmaz mı? Mavi Uil’i çağırmak, kurumuş toprağı sulatabilecek mi? Şıganak, başarılı olacağını güvenle ilan ediyor. Fakat yaşlı adamın el yatkınlığı ve becerisi kararlığına eşit mi?

Sagındak: ‘Kurbansız devrim olmaz’ diye düşündü, ‘Aulda ise devrim var. Tamam bir makine onun kurbanı olsun!’

Sagındık iyi girişimi desteklemek gerektiğine karar verdi. Şıganak’a bir şey söylmeden komşu odaya çıktı ve kısa telefon konuşmasından sonra geri döndü.

-                     Yarın seninle obkoma (bölge komitesi) gideceğiz ve orada her şeyi konuşacağız, dedi.

 

 

5

İlek’in kıyısında ufukta Aktübe[22] adını taşıyan bir düğüm gibi küçük tepe çıktı. Etrafında kurulan şehrin adı Aktübinsk’ti. Şehrin doğu kenarında İlek nehri akıyor, batıdan Orenburg-Taşkent demir yolu geçer. Şehrin bir tarafından bakışı okşayan yeşil çayırlar uzandı. Burası sessiz. Diğer tarafında geçen trenlerin gürültüsü ve sarı kuru kumlar var. Otla kaplanan isteplerin üzerinde, sınırsıza uzanan tepesi çok olan isteplerin üzerinde geniş ve açık gökte atmacalar uçuyor.

Onlarca sene tüccar ve spekülatörlerin yuvası olan Aktübinsk artık barınakları değildi. Yeni insanlar eski sahipleri kovaladılar. Şehir çabuk büyümeye başladı. Şimdilik dış görünüşü pek çekici değildi. Yukarıdan güneş yakar, aşağıdan sıcak kum tabanları yakar. Boğucu sıcaktan boğarken, yorulmuş serinliği ararsın, canın rüzgarı ister, ama rüzgar eserse yine gökten merhameti istersin, çünkü ince tanel kumla karıştırılan toz bir anda gözlere girer, boğazına tıkar.

Fakat insanlar bu derterle savaşır, kum fırtınasına engel olan çok katlı bina inşa edilir, su boru hattı geçirilmiştir, arıklardan su akar. Şehir koşuşuyor,  gürültü ile yeni yere yerleştirilen insanların geldiği göçebelik alanına benzer.

Taşların üstünde eğilmiş eski ev duruyor – şehrin ilk binası. Odalardan birinde ilçe su teknisyeni Token merkezden yeni gelen genç tarım uzmanıyla konuşuyor. Token, yeni birçok bakımlardan anlamadığı düzenleri şikayet ediyor. Homurdanıyor ve vır vır edip duruyor, ama tarım uzmanı ne korkmuş, ne ezgin görünüyor. Her şeye kendi bakışı var.

-                     Çağımız – büyük değişimlerin çağıdır. Şimdilik zor, ama zamanla her şey yoluna girer. Yalnız şimdi sözümü söyleyebilirim. Herkesin kolhozlara gideceği ile biter. Fakat her ilçenin koşullarına özel olarak bakmalıyız.

-                     Bu ‘koşulları’ konuşmaya başlarsan sana öyle şeyler mal edilir ki! diye söyledi Token.

-                     Siz korkmayın, diye ittiraz etti tarım uzmanı, Bilim adamlarıyız, bilim ise her zaman gerçek söylemeli.

Token cevap vermedi

‘Derdi bilmeyem ağzı süt kokanın biri, diye düşünüyordu, başına vurdukları zaman her şey öğrenirsin!’ Tarım uzmanı onu incelereyerek Token’e bakıyordu: ‘Yaşlandı, ihtiyar hayatı hissetmiyor, onun için sıcak yaz da kış gibi soğuk’.

Gerçekten farklı dillerle konuşuyordu: biri yüzyıllar süren geleneklerin sınırından adım atmaktan korkuyordu, diğeri ise yeni hükümet ve yeni zaman ile yetiştirilen öncü düşünceye yetişmek istiyordu. Token:

-                     Kolhoz kağıtta, fiilen o yok, diye arkaya dayanark ve sönük gözleri fırlatarak söylüyordu, Bir ev başka evden bir kilomtreden fazla uzaklıkta duruyor. Toprak ateş gibi yanıyor. Pelinden başka her şey yandı. Gerek insan, gerek hayvan yalnız Uil’la yaşıyor. Sularını bütün istepe serpsek bir serçe için su kalmaz. Bu kaybolan yere yalnız yol yapmak söz konusu değil havada bile ulaşılamaz. Makineden ne yarar olacak orada?

-                     Evet, bu bölgenin koşulları gerçekten özelmiş, diye düşünceli düşünceli söyledi tarım uzmanı.

Token onu ödününde yakaladı ve daha çok üstüne varmaya başladı.

-                     Çocukluğumdan beri bu topraklardayım. Jatakların[23] büyük olmayan grubundan başka bütün Kazaklar hala istepte göç ediyor. Onlara özenerek yaklamayacaksanız korkutacaksın! diye gülümseme ile söyledi ihtiyar.

Tarım uzmanı:

-                     Bunun dozunu kaçırmışsınız bence! diye sertçe sözünü kesti.

-                     Öyle konuşmayın! Jataklar kendisi göçmek alışkısından vazgeçmedi hala. Tarlaya bir kase darı dağıtır, serçeleri korumak için bırakıp istepe giderle...

-                     Ya çigirlerde?

-                     Gerçi çigirlerde bazıları kaldı, diye istemeden söyledi su teknisyeni.

-                     İşte orada makine yerleştiririz.

-                     Tamam istediğiniz gibi olsun: makineyi orada develerle götüreceksiniz, kumlara yerleştirireceksiniz, ama ne verebilir ki?

-                     İşte sorun budur. Buna yerinde bakmalıyım. Şimdi oraya gitmek istiyorum. Sizce makine ne verir?

Token:

-                     Makineye karşı şöyle ittirazlarım var; dedi,   bir makine yetmez, ama çok makine için Uil’in suyu yetmez.Uil toprağı solonçak ve kumlar, sütle sularsan sula, ama yapabildiğinden fazla veremez. Kolhozda hiç bir makine mühendisi yok. Orada kim makineyi kontrol eder? En ufak bir vida kaybolursa, buradan develerle getirilecekti. Ya petrol? Petrol nerede? Ve sonuncu itirazım; Uil istepi yeterince incelenmemiştir. Önce onu incilenmemiz gerekmiyor mu? Sonra da burada nasıl bir ekonominin yapılmak gerektiğine karar vermemiz gerek.

Token, zaferle tarım uzmanına baktı. Tarım uzmanı düşüncelere kapılarak oturup şaşkına çevrilmiş saçlarını karıştırıyordu.

Okuma yazma bilmeyen Şıganak ve ‘okumuş’ Token farklı yanlara çekiyor: ‘Toprağımız cimri, ama doğru yaklaşımda çok verimli’, diyordu Şıganak. Kanıtları çok yıllık tecrübesine dayalı. Token, uzaktan bir memur gibi yargılıyordu.

Genç tarım uzmanı hiç bir şey cevap vermedi ve yerinden kalktı. Token:

-                     Ben su teknisyeni, siz ise tarım uzmanısınız, buna rağmen anlaştık gibi görünüyor, diye memnuniyetle gülümseyerek söyledi. Tarım uzmanı birdenbire:

-                     Buraya o yerlerden bir ihtiyar geldi. Onu tanıyor musunuz? diye soru sordu, Onun adı Şıganak.

-                     Tanıyorum, diye istemeyerek cevap verdi Token. Endişeye kapıldı, Burada ne yapıyor acaba?

-                     Su pompası konusunda konuşmaya geldi ve toprağı hakkında bambaşka konuşuyor.

Token, biraz sustuktan sonra:

-                     Dik başlı ve inatçı bir adam, dedi. Bunu buz gibi sesle söyledi. Daha çok öğrenmek için sabırsızlanıyordu, ama belli etmedi. Tarım uzmanı:

-                     Çok tecrübeliymiş, değil mi? diye sordu. Bu Token’i duygularını göstertti. Token:

-                     Neden o zaman tecrübesini Uil’de göstermedi, buraya getirdi?! diye altın dişlerini göstererek gülümsedi. Bugüne kadar ciddi işlerini görmemiştim. Benim yaşıtım. Belki hala büyüyor mu? Ona makine verin, kendiniz görürsünüz.

-                     Makine kumla kaplanmasa, diye şüphesini söyledi tarım uzmanı. Token kahkahalarla gülmeye başladı.

-                     Makinenin, diye başını kaldırarak söyledi, her şey yapacağını düşünüyorlar, kendisi ise minder çürütmek istiyorlar! İstersen ağla, istersen gül...

-                     Tamam yerine bakalım, diye saatine bakınca sonuçladı tarım uzmanı.

 

 

6

Şıganak, şehrin kızgın sokaklarından yavaş yavaş yürüyor. Gözleri yere bakıyor, düşünceleri ise Uil’in isteplerinde uçuyor. Endişeleniyor ve yoldaşları sagındık ve Oljabek’le konuşmuyor. Bu uzun savaşmanın sonu olacak kararlı zaman geldi. Şıganak, hayatınıda ilk defa obkomun kapısına giriyordu. Kapıda bir asker duruyor. Arkadaşlar geri bakınca içine giren Erjan’la Token’i gördüler. Bu onları olumsuzca etkiledi. Fakat nöbetçinin herhalde ziyaretçilerden önceden haberi varmış. Sagındık’a bir şey sorunca, onları içine soktu. Şıganak’ın kalbi endişeli endişeli atıyordu; elinde aziz emellerin geleceği olan obkom ne der? Sert ve adli yargıcın karşısında nasıl davranmalı ve ihtiyaçlarını nasıl anlatmalı? Her şey başlangıcından anlatmaya başlanırsa, dinlenir mi, onun geveze olduğu düşünülmez mi, her şey hakkında kısaca olarak anlatılırsa söylenmesi gereken her şey söylenir mi?

Olar, korıdordan geçiyordu ve Şıganak’a her kapalı kapının arkasında bir sırın olduğu geliyordu ve onu çözmek isteyerek kapıya dikkatle ve ciddi ciddi bakıyordu. Holda oturan birkaç ziyaretçiler fısıldayarak konuşuyordu. Şıganak için aulda fillere benzeyen Erjan ve Token burada serçeler gibi görünüyordu. Çünkü burada, bu kapının arkasında ziyaretçileri birer birer çağıran ‘büyük adam’ oturuyor.

Sekreter ziyaretçileri sırasıyla içeri alıyordu.

Her şeyi izleyen Şıganak: ‘Sıkı düzenler, ne iyi düzenleri var!’ diye sonuç çıkardı. Fakat düzenler burada bu kadar sıkıysa, ‘büyük adamın’ çalışma odasında nasıl o zaman? Bu düşünce onu biraz endişelendirdi. Uzun beklemelere alışmayan Oljabek kıpırdamaya denediği her zaman belli etmeden çimdikliyordu onu ve sabırlı sabırlı dakika sayıyordu.

-                     Uil’den kim? Buyurun, diye çağırdı sekreter.

Şıganak’la Oljabek herkes yerlerine oturduktan sonra sonuncu olarak girdi. Oturacak yerlerini bulamayarak ayakta kaldılar. Büyük masanın başında oturan adama obkom sekreteri olan Vasiliy Anatonoviç Şubin’a bakıyordu. Fakat o güleryüzle kalktı ve Şıganak ile Oljabek’i yanına oturttu. Onları başkaları arasından ayırdı ve eski tanıdıklarıymış gibi konuşmaya başladı.

-                     Buyurun, oturunuz. Bir türlü Uil sorusunu unatamıyorum! Yoldaş Oljabek, yanında jent[24] varsa, çıkarın, tadına bakalım, diye şaka etti.

Şaşkınlıktan Oljabek’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu ‘büyük adam’ sormadan isimlerini bilmiyodu! Kendisine sürahiden su dökerken:

-                     Şıganak’ın kou çayı sevdiğini biliyorum, diye yine şaka atti.

Şıganak gerçekten çay istedi, ama suskun kaldı. Vasiliy Antonoviç sekreteri çağırdı.

-                     Yoldaşlara koyu çay versinler.

Çay ve çörekler getirildiği zaman, yine şaka etti.

-                     Özür dilerim, darımız yok.

Güzel kokulu koyu çay, arkadaşça davranması Şıganak’ı sakinleştirdi ve keyfi daha iyi oldu. Artık ne ve nasıl konuşacağını biliyordu.

‘Ona çoktan gelmeliydim!’ diye düşünüyordu.

Vasiliy Antonoviç bunu bekliyormuş gibiydi.

-                     Ne anlaşmazlıklarınız var? dedi ve Erjan’a baktı.

Erjan yerinden fırladı.

İlçesinde birinci konuşmacı, yargıç ve eleştirici olan Erjan burada ise endişelenerek ve ağır ağır nefes alarak duyuyordu.

Bütüm konuşmasından ‘büyük adam’ sadece bir cümlesini yazdı kağıdına; ‘İyi bir fikir, ama toprak uygun değil’.

-                     Bu toprak için koşullar yapsak, diye sordu Vasiliy Antonoviç.

Erjan:

-                     Su teknisyeni bunu benden daha iyi biliyor, diye kaçındı cevaptan Erjan.

-                     Token yoldaş söz alsın.

Token gözlüğü taktı, çantasını açtı ve yazılarına arada bir bakara konuşmaya başladı. Konuşmasından genel anlamı için zararszız olarak bir söz bile çıkarılamazdı. Her kanıdı taş gibi katıy ve kesindi. Uzun uzun konuşuyordu ve adah çok devam edebilirdi, ama sekreter sözünü kesti.

-                     Anladık.

Token, burnun ucuna kayan gözlüğünü çıkardı. Token kendisini ne kadar zayıf yanı olmayan olarak sayarsa saysın, Vasiliy Antonoviç onu da yakaladı.

-                     Uil’in ortalama akım hızı nedir? diye  sordu.

-                     Bunu inceleyebiliriz.

-                     Demek hala incelemediniz mi? O zaman suyun yetmeyeceğini nereden bilebilirsiniz?

Token mahcup mahcup susuyordu.

-                     Tamam. Öğrenin, sonra bildireceksiniz. Kazakların psikolojisi ve özellikleri hakkında çok konuştunuz. Onu nasıl değiştirebiliriz? Yoksa onlar hiç değiştirilemez mi?

-                     Yok, sosyalizm her şey değiştirir, dedi Token.

-                     Sizce sösyalizm nedir?

Token yine mahcup oldu.

-                     Sizce bu cimri toprağı cömertleştirmek ve iyi ürün elde etmek için bir araç var mı?

Token çaresiszlikle kollarını iki yana açtı.

-                     Demek yok mu?

Şıganak yerinden fırlayıp:

-                     Yoldaş, var bir araç! diye sabırsızlıkla olmadan söyledi .

-                     Tamam, tamam, siz söyleyin.

-                     Böyle usullerin sayısı büyük... Toprağı onu süren bilir. Token tarımcı değil, nereden bilebilir?! Babamın babası toprağı ketmen[25] ile işliyordu. Babam Berse ahşap karasabanla sürüyordu, ben ise demir pulluğa çigir ekledim. Bütün bunla daha çok darı elde etmek için yapılıyordu. Toprağın ahşap karasabanla işlenmesi, ketmenle işlenmesinden çok verdi,  demir pullukla çift sürülmesi ise ondan daha çok verdi. Makine ile sulama çigirle sulamadan daha çok vereceğinden şüphelenmek doğru mu?, dedi ve etrafına baktı Şıganak. Buradakilerden çoğu onayla gülümsüyordu. Başarısını görerek Şıganak:

-                     Uil nehri ne zaman çıktığını ve ne zaman yok olacağını belki Tokei bilir. Ben bilmiyorum. Yatağını kazan ben değilim. Buna rağmen Uil yüzlerce sene insanlara su veriyor ve daha verecek. Fakat ne Uil be makine bir şey yapamaz. Uil toprağına özel bakmak ve özel buğday taneleri kullanmak lazım. Bu topraklara yaklaşımı bulabilecek insan, darı yığınlarını yapardı ve istepleri tarlalara dönüştürürdü.., diye devam etti.

-                     Yaklaşımı kim bulur? Bu yığınları kim yapar? diye sözünü kesti Vasiliy Antonoviç.

-                     Övünmeden söylerim: Tanrının yardımıyla ben yapacağım! diye söyledi Şıganak, Bu bütün hayatım boyunca  beni rahat bırakmıyor. Altmış yaşındayım ve eğlenceleri aramıyorum. Kendi karnımı düşünsem payımı sulardım ve bütün ailemle geçinirdik. Fakat halk adına daha çok bekleyemiyorum artık. İşte size buraya ‘büyük adam’ geldim! Sizin aydınlık yüzünüzü görünce isteğimin yarısını almış sayılırım. Dede ocağında gibi burada yemin ediyorum. Dedem Maham-bet sözünü tutmayı biliyordu, bana da inanabilirsiniz! diye sonuca vardı Şıganak ve yerine oturdu.

Şıganak’ın sözleri Erjan’la Token’i bile düşündürdü. Hepsi suskun suskun oturup sanki bir şey bekliyormuş gibi birbirine bakıyordu. Vasiliy Antonoviç:

-                     Başka kim konuşmak istiyor? diye bir formalite olarak sordu.

Fakat beklenmedik bir sırada Sagındık:

-                     Belki Oljabek yoldaş bir şey söyler.., diye seslendi.

-                     Evet, evet, söylesin.

-                     Hayır, hayır, hayır! Şıganak her şey söyledi, yeter, yeter!.. diye acele etti Oljabek. Şıganak:

-                     Kendim için konuşuyordum, diye cevap verdi.

Oljabek ona yalvarıyorcasına baktı. Sekreter önceden Oljabek’in harakterini bildiği için önemli bir tavırla ciddi bir sesle destekledi:

-                     Madem ki çoğunluk Oljabek yoldaşının fikrini dinlemek istiyorsa, sözü ona veriyorum.

Oljabek apışıp kaldı. Önce kızarıyor, sonra beyazlaşıyordu. Şıganak, onu acele ederek çimdikledi. Heyecandan tıkanarak:

-                     Ne söyleyeyim ama? diye Şıganak’a fısıldadı.

-                     Unuttun mu? Makine lazım söyle.

Oljabek daha çok kızardı.

-                     Yoldaş, bize makine lazım. Onu almak için geldik işte... İşte bizim isteğimiz. Onsuz yapamıyoruz. Verseniz iyi olur. Bu kadar.., diye yerine oturarak söyledi ve ter içindeki alnını eliyle sildi.

Herkes güldü, kimi neşeli neşeli, kimi saklanan öfke ile. Vasiliy Antonoviç de gülümsedi. ‘Şıganak’ın sözleri altın keseği, Oljabek’in konuşması – maden cevheri. Birincinin olgun konuşması var, diğeri ise demin yürümeyi öğrenen çocuk gibi’. İşte böyle hayatında ilk defa insanların karşısında konuşmaya cesaret eden  Oljabek’e bakarak düşünüyordu. Yine de karara varılmalıydı. Vasiliy Antonoviç:

-                     Yüzyıllar boyunca kökleşen eski şeyler yeni olanlara isteksizce yol verir, diye konuşmaya başladı, Yeni olan eski olanla şiddetli savaşlarda birinciliği kazanıyor ve yeniyor onu. Karşımızda iki düşüncüler çarpıştı – yeni olan, ski olanla. Bütün eski olan kötü değil, aynen bütün yeni olan iyi değil. Onları birbirinden ayırmayı, bunlardan anlamayı öğrenmeliyiz. Fakat bunu sadece akılla değil, yürekle yapmalıyız. Yüreğimiz daha çok atsın, insanlık hayalinin tepelerine doğrulsun. Hayal ettiğin yüksekliğe varamsan bile ilerlemeye devam et. Bu hevesin değişmezliği, yenecek olan yeni olandır! Böyle hevesi Şıganak ve Oljabek’te görüyorum.

Vasiliy Antonoviç, kolhoz işlerinde kaldı ve buradakilerin hepsi sekreterin ‘Kurman’ kolhozunun işlerinin durumunu ne kadar iyi bildiğine şaşırdı.

-                     Çok tartışmamıza ihtiyaç yok, diye sonuçladı, makineyi verelim!

Şıganak yerinden fırladı, elini tuttu.

-                     Buraya tembel atla geldim, siz ise bana arap atını verdiniz! Amacıma varamazsam, rezil olurum!

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1

Al deve-atan sallanarak tırıs gidiyordu. Kamçı onu ayaklarından şiddetle vuruluyordu. Kıl ip acımasızca burun deliklerini kesiyordu. Kovalanıyordu. Geri bakmadan koşuyordu. Uzun ayakları yoldaki taştan tökezledi ve hantal hörgüçlü vücut ağır ağır düştü. Jamal’la Sagintay farklı taraflara yuvarlandı. Küçücük Sagintay, dik yamaca başıyla vurdu, haykırdı ve sustu. Acındırıcı haykırışa sadece dar boğaz cevap verdi. Jamal kıpırdamayarak yatıyordu. Sıkmış dudaklarından inilti duyuluyordu. Atrafında çadırın kırıntıları, eşyaları dağıtıldı...

Beş haydut, bütün bunları görünce durdu. Onlardan biri:

-                     Ne yapalım? dedi.

Kimse cevap vermedi. O zaman yaklaşık elli yaşındaki adam hırs ve öfkeyle konuşmaya başladı:

-                     Uzun düşünmeyelim! Bu insanlar! İnsanlarla geçinebilsek dağlarda yapacak şeyimiz olmazdı. Hayvan, hayvan gibi davranmalı. Bebeği bir taş altına atın, dünya onsuz idare eder. Eşyaları toplayın. Kadını deveye bağlayın ve gidelim.

Reislerinin amirlerini yerine getirince haydutlar yoluna devam etti. Onlar boğaz ve derelerden, yamaçlar arasında yılan gibi kıvrılan ıssız keçiyollarından gidiyordu.

Jamal, gözlerini açtığı zaman sadece kartalların uçtuğu yamacın tepesinde bulunduğunu gördü. Yamacın altında dipsiz uçurum. Jamal derenin çağıltısını duyduve geri baktı. Orada bir mağara vardı. Mağaranın yanında oturan beş haydut bir şey canlı canlı konuşuyordu. Jamal yavaş yavaş içini çekti. Çetebaşı:

-                     O kim? Git, sor, kendine geldiyse, diye emretti çetebaşı.

Haydutlar birer birer yaklaşıp yüzüne bakıyor ve dinliyordu. Jamal susuyordu. Onlar uzaklaşınca göz kapakları yarı açılıyordu. Böyle Jamal bir gün kaldı. Sonraki gün kendine geldi. İlk sözler Sagintay hakkındaydı.

-                     Çocuğum nerede?

Bir cevabı bulamayarak haydutlar bakıştı. Çetebaşı düşündü ve bir çıkış buldu.

-                     Babasıyla kaldı.

-                     Bu doğru mu?

-                     İşte Aybas ona küçüğünü verdi.

Jamal, onlara inanıp inanmayacağını bilmeyerek Aybas’ın yüzüne bakıyordu.

-                     Tanrıya şükür sağdır. Sakatlandığından korkuyordum.

-                     Keçi yavrusu gibi canlı. Sen kendin daha çabuk kalk. Bütün düğünleri hep beraber yapalım, dedi ona Aybas.

Jamal, ne düğünler hakkında konuştuğunu anladı, ama dymamazlıktan geldi ve sordu:

-                     Babasına ne oldu?

-                     Sağ ve salim. Benim için en değerli çocuk, dedi, geri kalanı alın.

-                     Evet, onu canını gibi seviyor, dedi Jamal ve gözyşaları boşandı.

Jamal ‘Nereye gidecekler ama?’ diye düşünüyordu. ‘Hayvanların dişlerine düşmesinler. Tanrı onlarla beraber ölmemi verse...’

Kadın gözyaşları katilleri biraz yumuşatmış olmalı. Asık suratlarıyla yere bakıyordu. Yalnız çetebaşının çökmüş gözlerinde yılan iğnesine benzeyen kıvılcımlar parlayıp söndü. Çetebaşı, başını kaldırıp sordu.

-                     Kaç yaşındasın?

-                     Otuzuncu.

-                     Öyleyse, çocuk göbeğinde, kocan ise yolda. Ağlama! Her şeyimi aldılar ve bak hala yaşıyorum, gebermedim.

Jamal, başını çevirip:

-                     Otagası[26], sizin de mi derdiniz var? dedi. İçi biraz ısındı.

Kendisini derdi başkasının derdi ile hafifletiyormuş, ama ‘otagasının’ belası biraz faklıydı. O anlattıkça Jamal korkudan buz kesiliyordu.

-                     Önce toprağımı, sonra hayvanlarımı, evimi aldılar. Bundan sonra karım, çocuklarım, akrabalarım gitti. İşte kendimi dağlarda buldum. Kurda dönüşüp koyunları kesiyorum...

Jamal:

-                     Demek önce çok zengindiniz, değil mi? diye yavaş bir sesle sordu.

-                     Bütün nahiyede kimse bana Ahmet demiyordu herkes için ‘aga[27]’ydım.

-                     Bu insanlar kim? Hepiniz aynı yerden mi? diye cesaret edip sordu Jamal.

Ahmet:

-                     Hayır, diye cevap verdi, Aybas, herkesçe tanınan hırsız. Ben daha ‘aga’yken o yanımdan geçerken ondan başımı çeviriyordum. Şimdi ise arkadaşımdır! Bu da insan kanından irkmeyen kaçan Jakıp. Kendim kaçan oldum. Artık kaderimiz aynı. O kedi bıyıklı Elemes. Kolhozu soyuyordu. Teşhir edildikten sonra bize kaçtı. O kırmızı gözlünün kim olduğunu kendim bile bilmiyorum. Fakat onunla gittiğimiz her zaman başarılı oluruz, bu yüzden ona ‘Şanslı’ adını taktık.

‘Onlardan biri bir adam olsa! Hepsi haydut!’ diye düşündü Jamal ve kendilerini böyle hayata mahkum eden insanlara acıdı.

Kendisi insanlardan yabancılık ağırlığını hissetti ve onun için böyle kaderinden daha zor bir şey yoktu. ‘Auluma ulaşabilirsem herkesi gezip bu dertlerimizi anlatırdım!’ diye düşünüyordu. Kendisi farketmeden bu söz ağzından kaçtı:

-                     Evlerinizden ayrılmanız boşuna. Baba evi – insanın altın beşiği!

-                     Sus! İnsanlar ve beşik lanet olsun, diye öfkeli öfkeli bağırdı Ahmet, Yakın ve başkalarını terkettim. Bir defa kopunca can huzura bir daha kavuşmaz. Yıkılan ağaç yine büyümez. Bu kolhozları olmayan yerler var mı hiç? Onlar beni soydu, ben ise onları soyuyorum!

-                     Oyboy, biz kolhozlu muyduk?! Bize neden saldırdınız? diye başını kaldırıp bağırdı Jamal.

-                     Sen kurnazsın! Yakalandın ve şimdi kulak olduğunu mu söylemek istiyorsun?

-                     Biz ne kulak ne kolhozluyduk. Yapıray! Demek yanlışlıkla belaya düştük!

-                     Orta zengin köylülerseniz daha kötü. Onlardam daha çok çektim.

Jamal:

-                     Biz de kolhozsuz toprakları arıyorduk, işte yakalandık! diye içini çekti.

Haydutlardan biri:

-                     Diğer aptallara anlat!, diye güldü. Haydutlar kahkahalarla boğuldu.

-                     Kocan tamamen mi salak? diye sordu çetebaşı, Hayır, bunun için gelmediniz. Bugün çocuklar bile kolhozsuz toprağın kalmadığını bilir... İtiraf et!

Jamal yemin ediyordu, ama haydutlar ona inanmadı. İnanmak zordu. Tek tek insanları göz önüne alınmayarak hemen hemen herkes kolhozlara girdi. Bunu dağlardaki haydutlar biliyorsa, kolhoz alanında böyle uzun yolculuk yapan Jamal ve kocası bunu nasıl bilmeyebilirdi?

Jamal bu belayı getiren yola başlarken kocasının haklı olduğuna inanmıyordu. Geçirdiği zorluk ve belaları hatırlayınca haydutların alayları ile hakaret edilen Oljabek’e kızacaktı, ama onu yaralanmış sırtında Sagintay’la dağlarda gezen tasavvur etti ve dakikalık zayıflığından utandı.

-                     İstemiyorsanız, inanmayabilirsiniz, ne yapayım! Ama kadınım. Neden aga bu kadar acımasızsınız? Talihsiz ve mutsuzum, daha ne kötü olabilir?

Ahmet güldü.

-                     Bir kadın güldüğü zaman demek yalan söylüyor, ağladığı zaman ise kurnazlık yapıyor. Sen de öylesin. İnsanlardan tarafından üç defa incitilmiştim, onlardan ikisi de kadın tarafından. Beni acındıramazsın. Bir kartal kızıl tilkiye saldırıyor gibi ben de sana sadırırım, soğuk gagamı senin sıcak göğüsüne saplarım ve ancak o zaman rahatlarım.

Jamal:

-                     Bakalım, yaşlı köpek! diye dayanamadı, Buradakilerin hepsi erkekler değilse kadınlarsa, o zaman sen yendin yoksa beni alamazdın.

-                     Defolun buradan! diye yılan sokmuş gibi fırladı ayağa ve bağırdı çetebaşı. Gözleri kan çanağı gibi oldu.

Herkes yerlerinden forladı, bir tek Aybas kıpırdamadı ve eskisi gibi yerinde durdu.

-                     Deli kadınla bulaşmak akıllı değil, dedi. Ahmet, Aybas’a atıldı, ama ya korkudan yada başka sebepten durdu ve yerine oturdu.

Mağaranın üzerine bir dağ sarkıktı. Kara taş susuyordu, haydutlar da susuyordu. Yalnız islenmiş kovada bir şey kaynıyordu. Kurumuş et uzun lentolarda asılmıştı. Eski küflü torsuk[28] büyük sopaya bağlanmıştı.

Bu mağaranın en değerli olan şeyleri – çatlamış dipçiği olan tüfek ve kılıksız toplu tabanca – Ahmet’in başının üzerine sarkıyordu. Oljabek’in bazı eşyaları da çetebaşının altından serpilmiş çıktı.

Eşikte yatarken Jamal her şey görüyordu. Saginatay’ın yastığı gözlerine ilişti. Duygulandı. Gözyaşını silip, mağaradan dışarıya baktı. Girişti eyeri vurulmuş Oljabek’in atı duruyordu. O Jamal’a en yakın geldi ve kadın içinden ona seslendi: ‘Arkadaşımın arkadaşıydın. Ağızsız olmasaydın sana hasretimi dökerdim. Sana bunca defa yulaflı yem torbası asıyordum, belleme dikiyordum ve sen beni sanki tanımıyorsun gibi. Neden böyle acıklı acıklı bakıyorsun? Ben de senin gibi bağlıyım. Oljabek’le Sagintay bir yerde silahsız dolaşıyordur. Nasıl yaşarlar? Canım yanıyor, yüreğim parçalanıyor. Tanrım bana ölüm gönder!’

Ağır dert bastı Jamal’a. Sessiz kıpırdamayarak yatıyordu. Birdenbire gözlerin önünde bir ümit göründü. Oljabek’in doru atından biraz uzakta duran beygir örtüsü il kaplanan bir at gördü. Jamal’ın gözleri alnındaki yıldıza ilişti. Bu yıldızdan başlayınca Jamal yavaş yavaş bütün atı süzdü. Babası iyi atlardan anlıyordu bu yüzden o da iyi anlıyordu: ‘Cins ve hafif ayaklı!’ diye düşündü.

Jamal, bu ata binebilirse kuş gibi uçacağını düşündü.

‘ Ya tüfek? Onların bu attan daha iyi atının omadığını nereden biliyorsun?’ diye korku ile soruyordu kendisine.

Fakat bu attan ümit edecek başka şeyi yoktu. Biraz daha bakmaya ve kaçışa hazırlanıp kaçmaya karar verdi. Kendini yokladı. Kemikleri sağydı.Bereyle yetindi. Başı düşüncelerden dönmeye başladı. Nereye kaçacaktı?

‘Kuzeye doğru giderim, belki insanlara raslarım!’ diye düşünüyordu.

Haydutlar sabahtan beri farklı taraflara ‘çalışmaya’ gitti ve şimdi dönünce ganimetlerini çıkarıyordu.

Aybas, taşa inek boynuzdan yapılan şakşa ile vurup ağzıa nasıbay koydu ve tütün kutusunu Ahmet’e attı. Ahmet’in içi karardı. Kavgalarından önce Jamal’ın bir şey Aybas’a verdi. Meğer öyleymiş! Tahmini doğruymuş. Oljabek her zaman iki tütün kutusu vardı, onalrdan biri rastlatı sonucu Jamal’ın cebindeydi. Jamal, onu köpeğe bir kemik gibi attı ona, ama Aybas, onun kadın dikkatinin işareti gibi anladı. Ahmet kıskançlık hissetti, ama ikramiyeti aldı ve ağzına nasıbayı koydu. Aybas:

-                     Kışın ne yapacağız, diye düşünceli düşünceli sordu.

Herkes sustu. Ahmet biraz sustuktan sonra istemeyerek:

-                     Ne yapalım? Burada yaşayacağız.

Bunu söyleyince bir yana döndü. Yine Aybas konuşmaya başladı:

-                     Burada zor olacak.

-                     Bu mağarada üşümezsin. Ancak girişi iyice kapatılmalıdır, dedi Elemes.

-                     Ya hayvan, at, su ve odunları nerede saklarız?

-                     Hayvan kendisi otluyor, odun hazırlanacağız.

Şanslı karıştı:

-                     Bir daha odunları almaya gitmem. Yoruldum bundan.

-                     Önceden farlı yerlere dağılmazsak, kışın zor olur, dedi Jakıp.

Ahmet, başını çevirdi. Sesinde hüzünden daha çok öfke duyuldu:

-                     Aynı yerde bulunan kum taneleri bir taş olamaz, bir yerde toplanan köleler hiç bir zaman baylar olamaz!

Ahmet’in civa gibi çabuk gözleri haydutların yüzlerini süzdü. ‘Aha, düşünmeye başladılar!’ diye sevinerek düşündü. Fakat otoritesinden emin değildi artık. Yüzlerin ifadelerinde eski kararlılığı ve öfke kalmadı,yalnız şaşkınlık vardı. Ahmet nunu kabul etmek istemedi.

-                     Nasıl istersiniz, arkadaşlarım. Bu mağara evim ve mezarım. Uzaktan korkutucu bulutların geldiğini görüyorum. Zamanım gelecek!., dedi ve yine bir yana döndü.

Herkes suskun suskun kıpırdamayarak oturuyordu, asık suratlı ve dokunulmaz.

Koskocaman yamaçlar onalara basıyormuş gibiydi.

Güneş batışı ve doğuşu. Doğuşu ve batışı. Issız dağlarda bütün değişimler budur işte.

Jamal, eskisi gibi yatıyordu, eskisi gibi doğuyor ve batıyordu güneş.

Haydutlar, gündüz ihtiyatlı, geceleri ise kaygısız. Gündüz ganimet ararken kendileri bir ganimet olmaktan sakınıyor, gece ise dinleniyor.

Jamal’ın iniltisi ve oflaması haydutların rahatını bozuyordu. Onlardan kurtulmaya isteyerek hasta kadının yatağını mağaranın girişine götürdüler. Geceleri atı sırasıyla koruyordu. Onlardan her biri için ata yaklaşıp bakmak ve geri dönerken hasta Jamal’ın yatağına yaklaşıp ‘halini sormak’ için bir bahaneydi. Jamal inleyerek:

-                     Yalnız vücüdüm değil, kemiklerim bile ağrıyor, diye cevap veriyordu.

O gece ya yorgunluktan ya da başka sebepten kimse ona yaklaşmadı. Mağaranın dibinden horlaması duyuluyordu. Atı korumak için mağaranın çıkışına en yakın yatmakta olan Aybas da horluyordu. O herkesten daha sık atı koruyor ve hastanın halini soruyordu. Jamal, başından baş örtüsünü çıkardı ve dikkatle kulak kabarttı.

‘Evet, bu odur, diye sonuca vardı, ama yataktan kalkmaya cesaret etmedi, Numara yaparlar olmasın!’, diye endişe içinde düşünüyordu.

Herkes uyuyor gibisine geldi, ama yine de kalkamıyordu. Canı özgürlüğe kavuşmak istiyordu, ama yüreği titriyordu: ‘Ya uyanırlarsa?’. Korku one yerine zincirledi. Korkuyla savaşarak uzun uzun yatıyordu, ama kısa gece beklemek istemedi. Sabah yıldızı parladı.

Jamal atın sırtında kendini nasıl bulduğunu hatırlamaıyordu. Toynakların sesinden Aybas uyandı. Tüfeğinden kurşun Jamal’ın kulağının yanından geçti.

Dağlar inliyor ve taşlar yanıyormuş gibiydi. Arkadan takibin gürültüsü geliyordu. Ok gibi uçan atın hızı Jamal’a uymuyordu ve onu hep kamçılıyordu.

Takipçilerden biri, diğerlerinden daha ileri gitti. Tüfeğini hazır tutuyordu, zaman zaman onu kaldırıyor ve ilk fırsatta ateş etmeye hazırdı.

Jamal, atın yelesine eğilip çok hızlı gidiyordu. At, tavşan gibi taşlardan, derelerden atlıyordu. Düşmalar ona yetişemez, ama kurşundan kurtulmak zordu. Başını saklarsan, yanları kurşun altında olur, yanlarını saklarsan, başı kurşunların altında...

Şafak söküyordu. Jamal, onu karanlıkta korkutan takipçiye bakmak istedi. Arkasına baktı. Kimse yoktu ama. Dağlar açıldı ve ortalık daha geniş oldu. ‘Of!’ diye solukla dışarı attı. Atı tuttu. Sakin ve dikkatli bakışla atrafını süzdü. Jamal, yolundan biraz doğuya doğru saptığını farketti. Atını kuzeye döndürdü ve tırıs gitti. At gemi azıya alınca ara sıra ileri fırlıyordu, ama onu tutuyordu, terleyen boynunu okşuyordu. İleride bir tepede iki kişi farketti: biri büyük, diğeri küçük... Oljabek ve Sagintay!

Eli kuşağı buldu. Ne olur ne olmaz diye içinde kavrulmuş birkaç parça et sakladı. Oljabek’le Sagintay’ı görünce açlık hissetti. Bu etle birkaç gün açlık çeken kocasını ve oğlunu yedireceğini düşündü...

Fakat tepedeki insanlar kıpırdamıyordu.

‘Yorulmuş ve kuvvetten düşmüş olmalılar! Beni farkettiler mi? Tanrı kurtar bizi!’ diye düşündü ve sabırsızlanarak atı kamçıladı.

Bir anda o yere ulaştı. Yakından ama bu insanlar değil taşlar olduğu çıktı. Şaşkınlık içinde, üzülen kadın durdu. İçini çekti ve etrafına bakınarak ıssız tepeli istepte yola çıktı.

 

3

Toynakların sesiyle uyandırılan Aybas ilk önce kaçanın arkasına ateş etti. Bir defa ateş etti, son kurşunu harcamaya cesaret etmedi. Ondan sonra hemen kaçanın peşinden koştu. Mağaradan çıkan haydutlar arkasından koştu. Yorgunluktan boğarak atları bir ingin yerde otlatan çobana zar zor vardılar. Atları çözüp eyer vururken Jamal için kurtarıcı zaman geçiyordu ve gözlerden kaybolmaya yetişti...

Ahmet, atlara binmeye hazır olan yiğitlere:

-                     Bırakın! Dedi, O ata sadece kurşun yetişir. O kaçtı.

Sözlerden sonra herkes takip etmekten vazgeçti, ama Jamal, peşinden koştuklarını düşünerek atını kamçılayarak dört nala gitmeye devam ediyordu. Uzaktan gelen at ayaklarının sesi kendi yüreğinin atılmasıydı.

Haydutlar kollarını sallayarak ve tahminleri yapark gürültülü tartışıyordu. Ahmet Jamal hakkında birinci olarak hatırladı.

-                     Hasta karı nerede? diye sordu.

-                     Yatıyor olmalı, diye sakin sakine cevap verdi Aybas.

-                     Onu gördün mü?

Onlardan kimi onu görebilirdi? Kuşkulara kapılarak mağara döndüler ve ancak o zaman gerçeği öğrendiler.

Ahmet, bir kelime bile söylemedi. Kızdığı yüzünden belliydi. Küçük, sivri, derine kaçmış gözler parlıyordu. Başkalarından uzakta oturuyor, burun kanatları titriyordu, yüzü sarıydı. Avını büyüleyen yılan gibi kıpırdamıyordu. Kulağına arkadaşlarının tartışmaları ve tahmninleri gelemiyordu.

-                     Kendisine daha iyi atı bulur. Bu önemli değil, ama sonuçlardan korkuyorum.., dedi Aybas.

Uzun uzun tartışmalardan sonra herkes onu suçladı. En güvenli silah elindeydi. En iyi atın korunması ona emanet edilmiştir. O da böyle kısa gece uyudu ve eli bundan önce isabet ettirmemeyi bilmeyen tutturamadı. Atılgan yiğitin gözlerine bun söylemeye kimse cesaret etmedi, ama herkes kuşkulanıyordu. Burada Jamal’ın ona verdiği şakşa hatırlandı ve Ahmet’le kavgalarına karışması ve ‘hastayı ziyaret etmek’ amacıyla gece ziyaretleri...

            Aybas bu şüpheleri hissediyordu. Konuşmayı başkasına yönlendirmek isteyince mümkün tehlikeden konuşmaya başladı.

-                     Arkadaşlar, gitmemiz lazım. Bizim hakkında herkese anlatacak.

-                     Nereye gidelim? Anlatırsa her yerde arayacaklar!

Bu dağ onlar için dünyada tek emin bir yer gibi geliyordu. Artık o da barınakları olamazdı. Şiddetli kışa karşı korku kalplerinde kuşku ekti ve birliğini bozdu.

            Sonunda haydutlar gür ormanda gibi insanlar arkasında kaybolmaya karar verdi. Aybas:

-                     Dağılmadan yapamayız, diye bir daha söyledi, Kış geliyor. Bizi yakalamaya insanlar gelecek. Karşılarına neyle çıkalım? İnsanların ortasında saklansak ve kaybolsak en iyi olur.

Bakışınca herkes çetebaşının tarafına baktılar. Ahmet asık suratla susuyordu.

Tam başlarının üzerinde ava atılmaya hazır olan kartal uçuyordu. Arkalarından ise düşmeyi tehdit eden sarkık yamaç vardı. Ayakların altında bir uçurum vardı. Ahmet, taş gibi oturmaya devam ediyordu.

-                     Tamam, dedi sonunda ve hiç bir şey ekleyemeyip kalktı. Aybas:

-                     Demek hazırlanmalı mıyız? Diye soru sordu.

-                     Evet, dedi Ahmet ve gitti.

Kollarını arkasına saklayarak ve gözlerini yere dikerek yamacın tepesine çıktı ve yakında mağaranın üzerinde göründü.

Geri kalanlar gecikmiyordu. Herkes eşyalarını ve atını alıp kaçmaya hazırlandı. Zavallı Oljabek’in al devesi ve atı Ahmet’e düştü. Aybas’ın alaca don atı da çetebaşı için eyerlenmiştir, ama Ahmet sanki hiç inmeyecekmiş gibi.

Bir daha görüşmeleri için en ufak bile ümitleri yoktu. Her birinin kaderi belli değildi. Fakat vedalaşmadan dağılmak istemediler. Hepsi Ahmet’e yamaca çıktı, nasihatlerini duymaya ümit ederek. Fakat çetebaşı yumuşamadı. Hatta dudklarını oynatmadı bile, vedalaşırken herkese parmaklarının ucunu vermesiyle yetindi.

Herkes atlarına binip dağılmaya farklı taraflara derelerden aşladığı zaman. Aybda Ahmet’in yanında kaldı. Kocaman yamaçların arasında kalan onlar bir söz bile söylemediler. Aybas sonunda:

-                     Aga! Dedi ve başını kaldırdı.

Ahmet bir söz çıkarmadı.

-                     Bana kızıyor musunuz? Konuşalım. Jamal yüzünden kavga ettik. Kaçmasına yardım etmediğime inanmayacaksınız. Eyeriniz etımda. İşte sizin tüfeğiniz. Gidelim çabuk...

Ahmet kıpırdamadı. Aybas:

-                     Çetenin dağılmasının sebebi benim mi olduğunu düşünüyorsunuz? Diye yine konuşmaya başladı. Bensiz de dağılmaya hazırdı. Bana ihtiyacınız varsa sizinle kalmaya hazırım. Ne dersiniz?

-                     Konuşmalar bitti. Her şey anlaşıldı. Gidebilirsin, diye kesik kesik söyledi Ahmet.

-                     Bana inanmıyor musunuz?

-                     İnancım da bitti.

Aybas kıpkırmızı kesildi. Biraz daha oturduktan sonra yerinden fırladı, aşağıya indi. Yamacın altında dönemeçte olduğu zaman Ahmet yanındaki tüfeği kaptı. Sürgüsünü açınca tüfekte tek kalan kurşunu inceledi.

-                     Sen teksin, ben de tekim. Tek kalmaktan daha ne kötü olabilir ki? Şimdilik yerleş.., dedi ve nişan aldı.

Ateş edildi. Aybas sallandı ve uçuruma düştü.

Ahmet, yamaçta kıpırdamayan elinde tüfekle duruyordu.

 

4 


-                     Ah, hayvanlar, kurtlar!..

-                     Deli köpeği hiç bir şey durduramaz!

-                     Al kısrak da mı onlardaymış?

-                     Hepsini yakalamadan rahatlamayacağız.

Bazıları mucizevi kurtulan Jamal’ı görmek için koşarak geliyordu. Diğerleri ona acıyarak ağlayıp sızlanıyordu. Aynı zamanda hem beladan, hem de mutluluktan ezgin olan Jamal’ın gözleri yaşlardan şişti. Jamal:

-                      Tanrıya şükür her şey iyi, diye içini çekip söylüyordu, ama hepinizden ricamı unutmamızı istiyorum, her yerde sorun. Sağysa bu yerlerde olmalı.

-                     Bulunacak. Belan unutulacak!, diye diye insanları onu avutuyordu.

-                     Her şeyin sizin söylediğiniz gibi olsun, diye hüzünlü sevinciyle insanlara ona gösterilen ilgileri için teşekkür ederek cevap ediyordu.

Şainbay, Jamal’a ilk raslayan konuşkan olmayan uzun sakallı ihtiyar, onu evine götürdü. Atını sukıca bağladı ve onu dikkatle inciledi.

-                     Kendine iyi bir atı buldmuşsun, kızım!, dedi.

İhtiyar, büyük damarlı elinin hareketiyle onu evine davet etti.

Elleri, Jamal’a kocaman geldi. Eğri ayakalarıyla ileride yürüdü. İhtiyar bir ayıyı andırıyordu – ayı gibi kocaman ve hantal. Yürüyüşü da ayınınki gibiydi – badi badi yürüyordu. Sofaya daha varmadan Jamal derinin keski kokusunu duydu. Tam kapıların karşısında torda[29] koşma serpilmişti. Köşede pencerenin yanında büyük sandığın üstünde iki yadtık vardı. Eşyaların büyük kısmı evin bir bölümüne sığdı. Bir duvar baştan aşağı hamut, hamut kayışı ve şeritlere kesilmiş gönlerle kaplıydı. Ahşap tezgahta inek postu yayılmıştı.

İhtiyar keçi yavrusunun siyah pöstekisini silkti ve koşmaya üstüne atıp yastıklardan birine uzandı.

-                     Yat, kızım, dinlen, dedi ve hemen çıktı. Jamal:

‘Tek başına yaşıyormuş’ diye odayı incileyerek düşündü. Dışarıdan esmer bir kız geldi, yaklaşık on iki yaşındaydı. Misafire dikkatle baktı. Jamal:

-                     Bu evde mi yaşıyorsun? Diye sordu.

Kız mahcup mahcup başını salladı.

-                     Annen nerede?

-                     Öldü.

-                     Ev işleriyle kim uğarşıyor?

-                     Kendim her şey yapmayı biliyorum.

Ancak olgun kadının başarabileceği yük küçük kızın sırtına yüklendi. Jamal gözlerin önüne neşesiz günleri getirdi, öksüzlerin her zamanki nasibi. Bu onu yine Sagintay hakkında anılara getirdi. Jamal, ona ellerini uzattı ve:

-                     Gel bana canım, diye çağırdı.

Kız yanına oturmak istedi, ama Jamal onu kendine çekti ve göğüsüne bastırıp öptü.

-                     Benim Sagintay senden önce öksüz kaldı, diye gözü yaşlı olarak söyledi.

Yaşlı adam elinde bir not tutarak girdi.

-                     Mayrajan, oku bakalım, dedi ve kağıdı kızına verdi.

-                     ‘Şainbay Jalumbskov depoya beş ...’

-                     Bu gem dizgin takımları, diye açıkladı ihtiyar, Sonra ne?

-                     ‘Dokuz...’

-                     Dokuzsa hamut kayışları.

-                     Ve iki hamut.

-                     Doğrudur, iki hamuttu. Haydi ver bana onu.

Yaşlı adam kağıdı katlayıp cebine koyunca bitirilmemiş kamçıyı örmeye başladı. Mayra’ya:

-                     Kızım misafirimize içecek bir şey ver, dedi, ve çabuk semaver yerleştir.

Mayra, Jamal’a kımızı verip yine çıktı. Jamal Şainbay’ın nasıl çalıştığına bakıyordu. Yaşlı adamın hantal görünen büyük parmakları gerçekte çok çevikti. Gönün ince şeritleri arasında görünüp kayboluyordu. Jamal:

-                     Siz saraçmışsınız, diye sevinerek söyledi. Oljabek de bu işle uğraşıyordu, ama ihtiyar biraz daha usataca çalışıyordu.

-                     Önce bunun bir meslek gibi olduğunu düşünmüyordum. Yaşlı olunca geçiniyoruz, diye şeritleri suyla serperek cevap verdi ihtiyar, Başka işle beraber ortalama olarak bir gün için bir buçuk-iki emekgünü kazanıyorum.

-                     Bir emek günü için ne kadar alıyorsunuz?

-                     Bu değişir. Geçen sene komşularımız yapamadı, bize gelince yeterince kazandık. Kısrak ve tayı aldık. Tanrıya şükür tokuz. Her şey mahsula bağlı. Hayvan yavru yapar – kazanç! Tahıl ürünü bolsa – kazanç!

-                     Siz başlangıçtan mı kolhozdasınız?

-                     Hayır, ilk önce korkuyordum, anlamıyordum. Daha geçen sene girdim.

Bir delikanlı elinde yırtılmış hamutu tutarak eve girip konuşmalarını kesti. Bir gözü şaşı olan delikanlı:

-                     Bunu tamir edebilir misiniz? diye aceleyle söyledi.

İhtiyar acele etmiyordu. Delikanlının elinden hamutu almayarak inciledi.

-                     Yine mi yırtmışsın?

-                     Mahsus yapmadım ki!

-                     Daha idareli ol.

-                     İdareli nasıl olursun ki! Kendi boynuna takmıyorsun onu.

-                     Bir şeye yaramazsın oğlum. Ver bana.

-                     Sizin için ne farkı var? Emekgünleri yazacakalar.

-                     Sadece zarar varsa, onlarda ne yarar var?

-                     Sizin cebiniz için hiç zarar yok ki, diye gülerek cevap verdi yiğit.

-                     Tamamen deli, diye umutsuzca ellini salladı ve Jamal’a döndü. Sonra kalın iğne alıp:

-                     Çoğu mal bozulursa mahsul kötü ve hayvan az olursa – emekgünlerini ödemek için para olmaz. Siz bunu düşün bir gün, diye devam etti.

-                     Önemli değil! Kolhoz ölmemize izin vermez.

-                     Başkanı seçilirsen, nereden alacaksın?

-                     İlçeye gidip hazineden getireceğim.

-                     Hazine nereden alacak?

-                     Bir yerde bulur. Başka kolhozdan alır.

İhtiyar başını salladı:

-                     Bu iyi değildir işte. Senden alınırsa bana cabadan verilirse çalışmam. Al hamutunu, dedi ve hamutu bir yana koydu.

-                     Oyboy, haklısınız, çabuk tamir ediniz lütfen.

-                     Anladın mı şimdi?, dedi ihtiyar ve tamir etmeye başladı.

Jamal, ihtiyarın yiğitle konuşmasını dikkatle dinliyordu. Kolhozu az biliyordu. Oljbek kolhozlar hakkında: ‘Kimi çalışıyor, kimi değil – ve her şey yarı yarıya bölünür!’ diye anlatıyordu. Bu yüzden de kolhozdan kaçtılar. Meğer her şey öyle değilmiş. Burada insan emeğine değer verilir ve gelir hakçasına paylaşılır... Gene de yüreğinin derinliklerinde şüphe saklanıyodu.

-                     Kişisel mülkiyeti altında kaç hayvan var? diye sordu.

-                     Otagası tayla kısrağı var, benim ise ne odum ne ocağım var! diye memnuniyetle cevap verdi yiğit.

Jamal: ‘Nasıl bir adamsın bellidir işte!’, diye düşündü.

-                     Neden sizin hiç bir şeyiniz yok? diye sordu. Yiğit alayla:

-                     Kooperatifli adamım, insanların gözlerinin önünde yaşıyorum, kendi mülkiyetim neme lazım? dedi. Dün o evde gece için kaldım. Bugün burada gecelebilirim, diye göz kırptı.

-                     Senin gibi çok mu?

-                     Çok olsa herkese ev yetmezdi...

-                     Yine de var böyleleri, diye karıştı yaşlı adam, Taybek, Borakul, Seycan ve o ve dördü kara tahtadan çıkarılmaz. Sonra onlara ne olacağını bilmiyorum!

-                     Olmaz bir şey. Bütün bunlar bekar olduğumuz için! dedi ve gülümseme ile yine Jamal’a göz kırptı.

Jamal, utanmayarak:

-                     Gözünün şaşı oldoğunu düşündüm, meğer beyinleri de şaşıymış! Dedi.

Yiğit kıpkırmızı kesildi. Hamutla meşgul olan ihtiyar  ne söylediğini duymadı ve dönüp baktı.

-                     Bir şey söyledin mi?

-                     Hayır, öylesine. O tezgahın dişleri hakkında söyledim eğri diye.

İhtiyar adam:

-                     Aceleyle gömedim, acele ediyordum, diye cevap verdi, Tezgah çok eski.

-                     Tezgah ev sahibini yaşıtı, diye alaylı alaylı söyledi yiğit. Yaşlı adam, yiğite:

-                     ‘Gençken alaylı olan, yaşlıyken gülünecek olur!’, diye eskiden bir söz vardı. Bunu duydun mu? diye tamir edilen hamutu vererek seslendi.

Yiğit teşekkür sözleri mırıldayıp mahcup mahcup dışerı fırladı. Jamal o gittikten sonra:

-                     Kim o? diye sordu.

-                     Bu bizim Bekbau. Ben yapıyorum, o kaybediyor. Ben tamir ediyorum, o kırıyor. Hiç utanmıyor ama. Yanına bırakmıyorum ama. Her şey gösterip anlatıyorum. O da bana ‘yok bir şey’ bu kadar.

Jamal güldü.

Mayra girip masa örtüsü serdi. Jamal genç ev sahibesinin her hareketini izliyordu. Kız her işi başarıyordu. Fincanların hepsi temiz, semaver parlıyor, tabakta sıcak filtre keki var ve altın yağ parlıyordu. Her şeyi hazırlayıp saksı ve tası alıp babasına yaklaştı ve eğildi. Yaşlı adam ellerini yıkıp kuruladıktan sonra masaya oturdu.

-                     Kısrağı sağmak zamanı değil mi? diye sordu.

-                     Oturunuz, Bekbau’yu rica ettim, o sağdı, diye cevap verdi kız.

 

5

Jamal, tepede duruyordu. Güneş sarı istepin üzerine eğildi. Her taraftan havaya kaldırılan gür toz yavaş havada dağılıp gidiyordu. Uzak bir yerden şarkı duyuluyordu. Auldaki hayat kaynıyordu. İstepten hayvanlar geldi. İnsanlar işten dönüyordu. Sokaklar oynayan çocuklar ve evcil kuşlarla doluydu. Jamal, etrafında olan biteni izliyordu. Gözleri, pencereleri güneş ışıklarında parlayan evde kaldı. Yeni, temiz temiz badanalı ev neşeli ve rahat görünüyordu. Tam kapısında genç kadın ineği sağıyordu. Burada da erkek çocuk uçurtmayı yapıyordu. Yolda bahçe ağaçlarını izleyerek işten ev sahibi geliyordu. Erkek çocuk yerinden fırladı ve alacalı köpekle yarışedercesine babasının karşısına koştu. İkisi de onun göğüsüne atladı. Baba çocuğunu öptü, köpeği okşadı ve üçü eve gitti. Kısrağı sağan kadın da kalktı.

Oturdular. Alacalı köpek başını ön ayaklarına koyup sahiplerin seslerine dikkatle kulak kabarttı. Yüksek sesli net konuşmaları Jamal’a geliyordu. Ev sahibi:

-                     Yoldayken, dedi, bisiklet almayı karar verdim. Ne düşünüyorsun?

Karısı cevap vermeden çocuk zıplamaya başladı ve hayranlıktan havada takla attı.

-                     Hura! Bisiklet süreceğim! diye bağırdı.

-                     Siz Serikjan’la karar verdiyseniz, ne yapayım... Neye alacaksın ama? diye sordu kadın.

-                     Tanrıya şükür ürün bol.

-                     Yaşamamız lazım ama.

-                     Sayalım. Beş yüz emek günüm var, senin de...

-                     Şimdilik iki yüz elli.

-                     Bir yüz daha yaparsın nasılsa. Say! Sekiz yüz elli emekgünü, minimum sekizer kilo... Yaklaşık iki yüz pud artık.

-                     Önce bana palto al, sonra bisiklet, dedi kadın.

Kadın aritmetikle zayıf olmalıydı ve kocası uzun uzun çekişip alay ediyordu.

Jamal konuşmalarını dinleyerek gülümsüyordu. Bu ailenin geliri içinden saydı ve bisiklete palto ve ipek atkı ve ayakkabı ekledi. ‘Bunca ekmeği ne yapacaklar?’ diye kıskançla düşünüyordu. Kendisi de kolhozda çalışıyor gibisine geldi. Oljabek’le aynı tuğla evi var ve onlar da böyle Sagintay’la beraber evi yanında oturarak sohbet ediyorlar... Kendine geldiği zaman kendisinin tek başına olduğunu anladı. Yaşlar gözlerinden döktü, ama ağlamasını kimse duymadı. Bahçede yeni evin yanında mutlu aile konuşuyordu.

Kollarını sırtın arkasında saklamış Şainbay yavaş yavaş ona yaklaştı. Çabuk göz yaşlarını sildi. Güneş battı, auldaki gürültü kesilmeye başladı. Yaşlı adam yaklaştı ve yanına oturup kumalaklarını[30] çıkardı.

-                     Ortalık karardı. Bir şey görülemez.

-                     Şimdilik görülür

Jamal çapanın eteğini serdi. İhtiyar Jamal’ı hüzünlü düşüncelerinden çekmek için  taşları attı.

-                     Senin için ne kadar fala bakıyorum hep isteklerin gerçekleşmesi olur. Şimdi de bak ‘halka beş’ – sevinç ve gülünç demektir, ‘yürek’ yine sevinç, ‘taç’ – işlerde başarı ve huzur. Demek görüşeceksiniz. Tekrar fala bakmayalım, diye taşları toplarken söyledi yaşlı adam.

Jamal’ın gözleri mutluluktan parladı.

-                     Sözleriniz gerçek olursa – size atımı vereceğim!

-                     Atın neme gerek? Tanrı mutluluk verse.

Jamal, düşüncelerini meşgul eden yeni tuğla evi göstererek:

-                     O ev kimin? diye sordu.

-                     Kerim’in. Her zaman başta. Çok çevik bir yiğit. Hem evi inşa etti, hem de çok emekgünü kazandı. Karısı ondan daha çevik hem evde hanım hem de tarlada emekçi. Onu ekip başı yapacaklarmış.

-                     Çok kötü sayıyor ama.

-                     Saymasına muhasebeci yardım edecek. Her şey yapmayı bilmek zor. Her iş kendi dilde konuşur. Birçoğu bunu anlamıyor. İşte diğer ev duruyor, Kucan’ın. Bir defa tarladayken geldim ona ve baktım ki durup pulluğunu çırpıyor. Toprak kurumuş diyor. Toprağı yokladım, hala kurumamış, çift sürmek mümkün. Pulluk demirinin ağzı ise bir parmak kalınlığında, öküzlerin boyunları boyundurukla vurulmuştur. Çalışmaları nasıl başarıyla gider? Kendisi ise başkalarını suçluyor: ‘Ürün verilmez, kolhoz kötü...’

Her zaman sakin, acelesiz ve makul Şainbay Jamal için yeni hayatın öğretmeni oldu. Eski obadan yeni olana göç etmiş ve yeni yerde her şey daha temiz ve sevinçliydi gibisine geliyordu. Fakat zavallı Oljabek’le Sagintay hakkında düşünceler hiç bir dakika için onu bırakmıyordu. Kocası ve oğlunu aç ve üstü başı dökülen olarak görür gibi geliyordu. Bu görüntülerden onda can kalmamıştı ve atına binip istepe koşar, komşu aulları gezer, sorar, ama hiç bir iz bulamazdı. Şimdi ise ihtiyar adamla otururken rese düştü. Ona kurtarıcısına gibi başvurdu.

-                     Baba, bana tavsiye edin, diye yalvararak söyledi, ereye gideyim? Nerede kalayım? Ne yapayım? Etrafta mutluluk ve sevinç içinde insanlar yaşıyor, benim içim ise karanlıktır. Bana söyler misin... Sözün benim için tılsım, nasihat ise ilaçtır.

Ortalık karardı. Aul sakinleşti. Ancak zaman zaman köpeğin havlaması duyuluyordu. İhtiyar kıpırdadı.

-                     Bu kararsız hayat kızım – sevinç ve belanın pazarı. Payına çok bela düştü. Sabır lazım. Dayaacak mısın? O zaman bir şey söyleyebilirim.

-                     Her şeye dayanacağım baba, konuşun.

-                     Öyleyse dinleyin. Bir yerden hareket etme. Buradan nereye gideceksin?! Kocanyla oğlunu mu aramak? Fakat onlar yine de bu memlekette olmalıdır. Yakınlarından uzaktasın. Yine haydutlar saldırılabilir sana. Benim için bir yük değilsin, burada yaşa. Mayra’nın kız kardeşi ol. Tanrı verirse kocanla oğlunla görüşeceksin ve ben de sevincine katılacağım. Her gün çalıştıktak sonra atına bin ve git, ara. İnsanlarla tanış, iyi ve kötüyü bul. İnsanlar yeni hayatına yeni başladı, her şey her yerde iyi değil. Alışırsın ve yerini bulursun. Serçe de yuvasını yapar.

Yaşlı adam kalktı ve ikisi yavaş yavaş eve yürüdü.

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Berrak gökte güneş parlıyor, yaşayan her canlı hayatı seviyor, uzak ufukta ise fırtına bulutları toplandı, şimşekler çakıyor, aman zaman bilmez tehdit gelmekte. Dünya üzerinde faşistlerin saldırma tehditi vardı.

Bu zamanda sosyalizm ölkesinin baş kurmayının SSCB’nin Halk Komiserleri Kurulunun ve Parti Merkez komitesinin kararnamesi çıktı; SSCB’nin doğu-kezey kuru bölgelerinde sabit mahsulün elde edilmesini sağlanmak. Bu sözler yıldırım gibi ülkeyi dolandı. Bu sözler dilden dile dolaşarak en çok kuzey doğu bögelerinde tartışılıyordu...

Şıganak tek başına harman yerinde oturuyordu. Buğday dövülmüş ve çuvallara doldurulmuştur. Etrafınde dövmenin çöp kalıntılarının ve buğday tozunun yığınları yükselmekte. Fakat Şıganak’ın işleri hala bitmedi. Yanında dövülmemiş iki demet darı bırakıldı. Başakları koparıyor, avuçlarında eziyor ve tanelere bakarak gülümsüyor. Artık küçük çuval buğday taneleri temizledi ve taneleri dökülen çekiştiriyor. O kadar çok zaman geçti ki oyuna kapılan çocuk bile bu oyunu bırakıp eve giderdi, ama Şıganak hala ayrı taneleri alarak darı ayıklıyordu.

Arkasından yavaş yavaş Oljabek geldi. Her elinde birer kase tutarak gülümseyerek birini Şıganak’a uzattı.

-                     Nedir bu? diye sordu Şıganak.

-                     Hiç bir fark yok. Al tadına bak.

Şıganak iki kase sütte kavrulmuş buğday alıp neşeli neşeli güldü.

-                     İnsanar bana duana diyor, ama gerçek duana sen.

-                     Hayır, sen duanasın. Tadına bak önce, iç.

Önce bir fincandan, sonra diğer fincandan içerek Şıganak ikisini boşalttı.

-                     Daha çok versene, anlayamadım.

-                     Bir bak ona! Anlayamamış! Haklı değildin itiraf etsen daha iyi!..

Bu tartışma çoktan oldu. Darı erirken Şıganak arsaları gezerken başakları koparıp çuvala koyuyordu. Böyle bir veya iki gün değil, daha uzun sürüyordu. Onu her yerde izleyen Oljabek işi çakmadan dayanamadı ve sordu:

-                     Niçin başakları koparıyorsun?

-                     Nasıl niçin? Yemek için!

-                     Darı sana yetmiyor mu?

-                     Anlamıyorsun. Koparılan ve ellerinle temizleyen taneler baldan daha tatlı olur, diye sanki büyük sır açıklıyormuş gibi anlattı Şıganak. Oljabek:

-                     A-a-a! diye sadedilce şaşırdı.

O da baldan daha tatlı darının tadına bakmak istedi ve işten dönerken o da onu koparıyo, temizliyordu ve bugün sütle pişirmeye çalıştı. Fakat basit tanıldan hiç bir farkı bulamadı. Şimdi ise Şıganak’a hatasını göstermek için basit ve ellerle temizleyen buğday tanelerden pişirilen koje[31]yi iki fincan olarak getirdi. Şıganak:

-                     Otur, ciddi konuşalım, dedi, Darının mahsulu artmak sadece ekim alanını artmak dememektir. İyi taneleri seçmeliyiz. Uil beyaz darısı homojen değil. Bak burada hem beyaz, hem kırmızı, hem de kulrengi taneler var. Darı erdiği zaman bazı başaklar yoğun duruyor, diğerleriise dökülüyor. En iyi taneler yoğun başaklardan. Erdiği zaman böyle dökülmüyor ve sıcakta dayanıklı. İşte ben en iyi, en sağlam başakları topluyorum. Oljabek:

-                     Of, Şıganak! Dedi, Yine mi kendine kaygı buldun?

-                     Bunda pek çok kaygı yok. Artık beş senedir tane seçiyorum ve yeterince aldım, ama bu taneleri yeni topraklara ekeceğim. Makine yeni yere taşımak zorunda kalacağız. Bunda daha çok kaygı var!

Oljabek:

-                     E-e-e! Dedi ve kendine yeni zor çalışmaların başlanmasını tasavvur etti, Huzursuz adamsın! Makine nereye götürülecek? Yine mi arıklar kazacağız?! Bence çalıştığın yerden dönme!

-                     Aynı yerde durulamazsın, katılaşırsın kırılırsın, diye ittiraz etti Şıganak.

-                     Kırıl. Eğrilmene ne gerek var?

Şıganak:

-                     Eh, Oljabek, Oljabek! dedi, Lazım olursa kırılırsın, lazım olursa eğrilirsin. Yarar olsun diye eğriliyorum.

-                     Eski yer neden kötü? Tek makine üç çigirin verdiği gibi veriyor.

-                     On çigirin verdiği gibi neden olmuyor o zaman?

-                     Nereden bilebilirim?

-                     Sen bilmiyorsun, ben biliyorum. Hem toprak düz olmayan, hem de zemin kötü.

Oljabek düşünceye daldı. Şıganak taneleri cins cins ayırmaya devam ediyordu. Harman yerinde oturan Şıganak’la Oljabek’e dikkat etmeden serçelerin sürüsü geldi ve darı yığınına kondu. Şıganak işini bırakıp yerinden sessizce kalktı ve onları merkeze doğru korkutmaya başladı. Harman yerinde taneler serpilmiş ve ağlar konulmuştu. Oljabek önce bunu farketmedi. Oljabek: ‘Nereye gidiyor?’, diye düşündü. Onu kuşları yakalarken görünce ciddiden endişelendi: ‘Delirmesin!’. Sreçeler sessizce havalanıp kayboldu. Yerde ağlara takılan birkaç kuş çırpınıyordu. Şıganak onları ağ ile beraber Oljabek’in önüne koydu.

-                     Küçük müsün, zavallılara eziyet ediyorsun?

-                     Bu bizim baş düşmanlarımız, diye ittiraz etti Şıganak.

Oljabek, makinenin taşınması ve yeni arıklar hakkında düşünüyordu.

-                     Ya Token bu icatla ilgili ne der?

-                     Tabi ki Token tartışacak. Şimdiki yerine onu koyan oydu.

-                     Yine mi kavgaya başlarsın?

-                     Hayır, şimdi daha tavizkar olmuşlar. Belki kavgasız razı olurlar.

Oljabek:

-                     Yaparsak daha çabuk yapmalıyız, havalar soğumadan, diye inatçı arkadaşına teslim olunca sonuçladı.

-                     Soğuklar önemli değil. İlk bahar tarla çalışmalarının zamanında çalışmak zorunda kalırsak daha kötü. Bugün belki her şeyi anlaşırız. Token’le Şangiray yeni yeri incelemeye gitti.

-                     Bak üçü geliyor, anlar değil mi acaba?

-                     Onlar, diye doğruladı Şıganak, Sen çok sert davranmalısın. Aramızda en ufak bir anlaşmazlık olursa her şey bozulabilir. Token bunu bekliyor.

Şıganak darısını yine çuvala döktü. Token, Şangirey ve Sergey Aleksandroviç, yeni tarım uzmanı yaklaştığı zaman o çuvalı bağlıyordu. Token:

-                     Altın kartal ihtiyarlıkta fare yakalıyor. Şıganak serçeleri yakalıyormuş!, diye şaka etti.

Aktübinsk’ten döndükten sonra Token ve Şangirey Şıganak’a daha çok güleryüz göstermeye başladı. Bugünkü konuşmaları eskiden olduğu gibi şiddetli savaşa dönüşmeyecekti, bunun yerine daha sakin olmalıydı. Oysa ki her taraf rakibin saklı düşmanca davranışını biliyordu. Şıganak gülümseme ile:

-                     Büyük ve küçük asalaklar arasında fark görmüyorum.

Token:

-                     Baktık toprağına, dedi, Onu zaten her gün görüyoruz. Zemini söylemem, tarım uzmanı konuşsun, ama nehirle tarla arasında bir tepe var.

-                     Biz de bambaşka yeri istiyoruz.

-                     Sizin istediğinizi ‘Karakol’a verdik.

-                     Siz acele ettiniz. Demek sizce makine eski yerinden hareket ettirilmemeli, değil mi?

Token:

-                     Siz bilirsiniz, fikrimi söyledim, diye cevap verdi. Şıganak düşüncelere daldı.

-                     Dilekçe yazdığımız arsayı ‘Karakol’a verdiler, dedi Şangirey, Onların bizden daha iyi bu toprağı kullanacaklarını neden düşünüyorsunuz?, diye Token’e sordu.

Token:

-                     Dün makineyi bir yerde yerleştirdik – bugün taşınacak mıyız? diye ittiraz etti

Şıganak:

-                     Kendileriniz düşünün, orada nasıl kalabiliriz?! diye inandırıyordu. Şangirey:

-                     Suyun gidilmesi için böyle daha iyi olacağını söylediniz ve makineyi açık solonçak istepte yerleştirdiniz. Orada ne mahsul var? diye sözüne karıştı.

-                     Size onu oraya yerleştirmenizi emretmedim. Kendiniz razı oldunuz. Makine kötü toprağı iyileştirebilir mi?

Şangirey ne cevap vereceğini bulmadı. Şıganak:

-                     Onayımızı aldınız, du doğru, dedi, Toprağın kötü olduğu da doğru. Tanrı bilir kim suçlu. Fakat daha çok darı vermeliyiz. Yeni makineyle, yeni toprakta yeni buğday taneleri ekersek bol bol ürün olabilir.

-                     Onun artık verildiğini söyledim.

-                     Öyleyse, yapacak şeyimiz kalmadı. Tepemizi düz yapmalıyız, dedi Şıganak.

Şangirey ellerini sallamaya başladı.

-                     Ne diyorsun? Bunca güç nereden alırız? Tepeyi düz yapmak az, arıkları kazmak, ham toprakları tarıma açmak zorunda kalacağız. Bu şaka değil ki!..

Şıganak:

-                     Darı her şeyden daha değer, değerli şey ise kolayca kazanılmaz, diye ittiraz etti, Bu işi bana ver. Yarı yolda durmam ben.

Şangirey biraz tereddüt ettikten sonra:

-                     Tamam, sizce olsun! diye razı oldu. Şıganak, Token’e baktı.

-                     Demek makinemizle beraber göç ederiz. İttiraz edenler var mı?

Token:

-                     Sonra sizi göç ettirdiğimi söylemeyin, dedi, Sergey Aleksandroviç, şunu yazın, ben karşıyım, ama istedikleri gibi yapmalarına izin veriyorum. Fakat mümkün olan bütün zararlardan şahse Şıganak ve Şangirey sorumlu olur. Bunun karşılıpında makbuz versinler. Her şeyin iyilikle bitmeyeceğini hissediyorum.

Bundan öce hep susan tarım uzmanı:

-                     Evet, burada düşünmek lazım. Bu işe koyulursak onu bitirmek zorundayız, diye cevap verdi.

Makbuz hakkındaki söz Şangirey’i endişelendirdi.

-                     Ne makbuz, Token? Sen onsuz izin veriyosun.

-                     Burada başka bir iş, özel. Bize makbuzu vermek istemiyorsanız, rayispolkomdan izni getirin.

Şıganak:

-                     Olamaz, diye ittiraz ett, İlçe yerimize sorumlu olur mu? İanıyorsan öylesine ver, inamıyorsan makbuzu al.

Token:

-                     Sonra Şangirey, bana sitem etme, diye tehditle söyledi, onun tereddütünü farkedince, kolhoz başkanısın senden soracaklar.

İş çok ciddi, önemliydi. İyice düşünülmeliydi. Şıganak, savaşıyordu ve sonunda makineyi elde edebildi. Fakat bekledikleri yarar hala vermedi. Şimdi ise makinenin yeni yere taşınmasıyla ilgili daha çok iş olacaktı. Kışa kadar yetişemezerse kolhoz çok zor durumda olacak. Token işini arap saçına döndürmek istiyormuş gibi istedikleri arsayı vermeye razı olmadı ve nehirle tarla arasındaki oldukçe yüksek tepeyi düzlemeyi zorluyordu onları. Şıganak:

-                     Şangirey, dedi, beline kadar daldıysan, boğazına kadar dal, boğazına kadar daldıysan, kulaklarına kadar dal! Bu işi bana ciddiden verdiysen ve işi başaramazsam halimize vay. Ver elini. Korkacak şeyimiz yok. Kadın ve çocuklarla beraber yaklaşık iki yüz kişiyiz. Hepimiz çalışacağız.

Şangirey, elini sallayıp:

-                     Tamam, diye kabul ett.

Token hiç ses çıkarmadan bir kağıt çıkardı ve yazmaya başladı. Tarım uzmanı yarı yatıryordu ötede ve konuşmalarına karışmıyordu. Kolhoza gelen başka tarım uzmanlar gerek eleştiriyor, gerek övüyor, gerekse nasihat veriyordu, bu da yabancı bir izleyici gibi oturuyordu. Kendisi hiç bir şey söylemiyor, bunun yerine başkalarını konuşturuyordu. Zaman zaman not defterini çıkarıp bir şey yazıyordu. O gün bu ikinci buluşmalarıydı. Şıganak ona hep arada bir bakıyordu, sonra dayanamayarak:

-                     Tarım uzamnı yoldaş siz ne düşünüyorsunuz? Gidip baktınız.

-                     Şimdilik bir şey söyleyemem, diye ittiraz etti tarım uzmanı, Mümkünse bir avuç yeni tohumunuzu verir misiniz?

Şıganak bir avuç darı döktü. Karibay hiç bir zaman böyle zor durumda omadı. Şıganak ve Şangirey zarara uğrama tehlikesini göze alarak büyük işe başladılar. Bütün kolhoz çalışmasının başarısı veya fiyaskosu bu işe bağlıydı. İki durumda yenme veya yenilmenin suçlusu kolhozun komünistleri çıkar. Onlardan birincisi ise partorg (parti organizatörü) Karibay.

Dersten sonra okuldan dönünce Karibay komünistlerin toplantısı yaptı, çalışma planını hazırladı, aralarında ödevlerinin taksimi yaptılar. Yarın sabah bütün kolhozlular işe kaldırılmalıydı. Karibay bugün Şıganak ve Şangirey’le konuşmaya karar verdi ve onları evine davet etti. Pırıl pırıl parlayan semaver çoktan hazır ve Karibay misafirleri bekliyor. Düşüncelere dalgın dalgın oturuyor. Dışarıda atların ayak sesi hala yatışmadı. Kolhoz bir türlü sakinleşemiyor. Kolhozluların çoğu otlakta, otla biçile çayırda. Şangirey ve daha on kadar kişi çayırda yurtalar yerleşti ve içinde yaşıyorlar. Birbirinden uzak duran ev ve yurtaları münadi geziyor ve kolhozluları yarınki işe çıkma hakkında bildiriyor.

-                     İyi akşamlar, diye içine giren Şıganak’ın sesi duyuldu. Bu defa da kendisiyle Oljabek’i getirdi.

Karibay, misafirlerini karşılamak için kalktı ve evine davet ediyordu. Şıganak ve Oljabek’in ardından Şangirey girdi. Üstünde kremalı koyu çay ve filtre keklerinin olduğu sofranın başına oturdular. Giderek konuşma başladı. Karibay:

-                     Yeni çalışmalara iyi mi hazırladınız? Her şey mi düşündünüz? diye sordu. Şangirey:

-                     Şıka’ya sor, diye cevap verdi, bütün işi ona emanet ettim.

Şıganak:

-                     Bir tek şey biliyorum ne korku, ne tembellik olmalı! Hep beraber çalışın ve başarı gelir!, dedi ve boş fincanı uzaklaştırdı.

Şangirey yine çayı döktü. Karibay:

-                     Bence, dedi, bütün insanları sürü sepet çalışmaya gönderilmemeli, bunu yerine ekiplere ayırılmalı ve her ekibe birer arsa verilmeli. Kolhozun idaresi öncü ekibin arsasında olacak gelip geçici kırmızı bayrak yerleştirir. Böyle bir deyim var: ‘Binlerce övgü gerekmiyor, ellerde ödül olsun’. En iyi ekipleri ödüllendirmek için iki inek ayırmayı teklif ediyorum.

Şangirey ayağa fırladı.

-                     Bunu düşünme bile!

Şıganak da bu tekliften hoşlanmadı. Sakalını okşayarak:

-                     Ekiplere ayırmak iyi bir fikirdir, dedi, ama ödül?! Anlamıyorum, herkes kendisi için çalışıyor. Budan daha değerli ödül olur mu?

-                     İnsanların hepsi ödev duygusuna inanmıyor, Şıka. İşte bir çıkarı olsa daha iyi.

Şıganak’ın gözlerinde bir ışıltı geçti.

-                     İnanmayanı zorlamayacaksın. Toplumsal hayvanlar dağıtılırsa ne kalır ki? diye sinirlenerek söyledi.

Konuşma kesildi. Herkes çaya döndü. Ter büyük damla halinde alınlardan dökmeye başladığı zaman Karim yine konuşmaya döndü:

-                     Bunu uyduran ben değilim, bunun hakkında kooperatif tüzüğünde yazılmıştır. Gerek parti, gerekse hükümet buna dikkat göstermekte. Bu insanları teşvik etmek için yapılır. Ödül çalışmak isteği artar ve her şey daha iyi gider.

Bundan önce susan Oljabek:

-                     Doğru diyorsunuz. İsteyeyerk bir dağ yerinden kıpırdatılabilir, diye karıştı.

Yumuşayan Şıganak:

-                     Çoktan öyle söyleseydin. İki taraftan sıktınız ya! diye gülümsedi, Şangirey bana yetki verdiyse, bu işte ise onu Oljabek’e veriyorum.

Çok konuşmayan Oljabek bu defa cevabı gecikmedi:

-                     Ödül bağlarsanız, yarışmaya birinci olarak çıkayım!

Karibay, Şangirey’e:

-                     Sen ne susuyorsun? Beğenmiyor musun? Doğru söyle, diye seslendi.

Şangirey zor durumdaydı. Bütün yetkileri Şıganak’a sundu ve şimdi sözünü geri alamıyordu. Geri almaz yapamıyordu – kolhoz sürüsünden iki hayvan gidebilir. O zaman nasıl telafi edilecek? Şangirey ne yapacağını şaşırdı.

-                     Yapıray, Şıka, diye sustuktan sonra söyledi, düşünmemişsiniz. Hayvan yetiştirme planına ne olur?!

Şıganak:

-                     Hayır, düşündüm, diye ittiraz etti, Hayvan yetiştirme planın yerine getirilemezse, benim iki danamı al. İş zarar görmesin.

-                     Tamam, oldu! diye aydınlandı Şangirey.


 

3

 

Çok ketmen toz bulutları kadırarak hırsla toprağın göğüsünü kesiyordu. İnsanlar grup olarak çalışıyor. En çok iki grup çalışıyor: başında Janbota ile kadın grubu, ve başında Amantay ile erkek grubu. İkisi tepeyi kazarak birbirine doğru gidiyor. Yarışan ekiplerin varış yerinde tepede Kızıl bayrak dikilmiştir.

Janbota ile Amantay arasındaki şaka, tartışma ve rekabet artık çalışma yarışmasına dönüştü. Onlarda herbiri rakibin ekibinin yenmesi kendi yenilgisi olarak alırdı. Janbota ile Amantay arasındaki rekabet artık erkeklerle kadınlar arasındaki rekabete dönüştü. Tepede Kızıl Bayrak’ın yanında duran Şıganak, Şangirey ve Karibay yarışmacıları coşturuyordu.

-                     Kadınlar öne geçiyor!

-                     Erkekler hadi daha çok çalışın!

Bunun üzerine ketmenler daha şiddetli çalışmaya başlıyordu. Darbelerinin altında tepe sarsılıyordu. Ayslu eteğini beline sokunca tepeye çıktı ve kazılan derin hendeğin dibinde koşuşan erkeklere hitap ederek yüksek sesle şarkı söylemeye başladı:

Burada dağda canlı bir inek böğürüyor...

Seni herkes almak istiyor.

Başta Oljabek,

İneği kapardı,

Ama unutmui herhalde ki

Ne gücü ne çevikliği var!

Amantay durup bağırıyor.

Tepenin başı kesilmemi ama,

Bunun suçu kimde?

Amantay’la Oljabek çaba harcamayın!

Emeğiniz boşuna;

Biri eğri, diğeri kel...

İkisi...Oy-oy-oy

Amantay, kil topağı alıp ona atıldı.

-                     Defol buradan!

Ayslu kaçtı. Tepede duranlar gülmeye başladı. Amantay’ın gözünün altı çıban iziydi, Oljabek’in başında ise haydutların bıraktığı iz kaldı. Onlardan hiç biri ne eğri, ne keldi, ama bu kahrolası Ayslu onları rezil etti. Amantay’ın ekibinin namusuna dokunulmuştu. Alaycı kızın ardından:

-                     Eğri ve kel olsa da senin için değil! Diye bağırdılar.

Amantay:

-                     Gürültü çıkarmayın arkadaşlar, dedi, Onu Janbota öğretti. Ne kız ya! Ne kadar çok yenmeye çalışıyor! Fakat bu kadın işi değil.

Ayslu’nun şarkısı Oljabek’i de darılttı. Takkesini çıkarıp herkese başını gösteriyordu:

-                     Nerem kel? Bu yara izi – sopanın izi. Neden yalan söylüyor?

Amantay, onları:

-                     Onlar biraz önümüze geçtiler, bu yüzden kudrudular, diye sakinleştirdi.

Oljabek hiç ses çıkarmadan ketmeni kaptı ve toprağa vurmaya başladı. Her çalışanın kendi normu vardı. Oljabek onu bitiriyordu artık. Ayslu, onun başta gittiğini söylerken haklıydı. Oljabek, Amantay’a:

-                     Daha bir norm versene, dedi.

Amantay ona iki norm ölçtü ve Oljabek tartışmadı.

Şıganak gülümseyerek erkeklere yaklaştı, Şangirey ve Karibay ise kadınlara gitti. Şıganak:

-                     Arkadaşlar, olur mu hiç? Kadınlar Kızıl Bayrak’ı mı istiyor? dedi.

Kimse duymamış gibi cevap da vermediler. Eğilerek ağır ketmenlerini çabuk kaldırıp indiriyordu. Şıganak her birine yaklaşıp dikkatle işini izliyordu. Kolhozluların birine yaklaşıp:

-                     Acele etme, dedi, Koşan daha çabuk yorulur, yavaş giden bir günde bile terlemez. Ketmeni çok uzağa atıyorsun. Bana versene.

Şıganak’ın elinde ketmen yavaş ve düzgün çalışıyordu. Heyecanlanmayıp her adımda varışa kalan mesafeyi azaltarak sakin sakin ilerliyordu. Yabancı izleyici Şıganak’a bakarak ketmenle toprağı kazmaktan daha kolay işin olmadığını düşünebilirdi. Onlara Amantay geldi ve kolhozluyu azarlamaya başladı.

-                     Kadın veya ihtiyardan daha kötü çalışıyorsun! Senin gibilerin yüzünden Kızıl Bayrak’ı kaybediyoruz. Ekibin namusunu iki paralık ediyorsun!

Şıganak, kolunu kaldırıp:

-                     Sap, sap, diye durdurdu onu, Atı atlı sürüyor. İyi atlı böyle sürmüyor. Emretmek en kolay şey. Çalışmak nasıl gerektiğini göster. Bak delikanlının gücü yeter de artar, ama el yatkınlığı eksik. Beş parmağına bak. Hepsi mi aynı?, Şıganak parmaklarını açıp Amantay’a gösterdi ve gitti.

Fakat sözleri Amantay’i inandırmadı. Böyle civcicli zamanda Şıganak’ın sakin akıl yürütmelerini beğenmedi.

Amantay, yaşlı adamın peşinden yürüdü. Oljabek’in yanında durdular.

-                     Bütün insanları çocuklar olarak görüyorsanız, onlar okula gönderilmeli. Aksi halde sizin okşayıcı nasihatleriniz kesilmeli.

Şıganak, ona dikkatle baktı.

-                     Nasihatlarım sana ne zarar verdi?

-                     Onlardan insanlar sakinleşmeye ve ele avuca sığmaz olmaya başlıyor.

-                     Sence ne yapmak gerek?

-                     Daha sert olmalıyız, insanları elimizde tutmalıyız. Karar verildi, norm ölçülmüştür, istediği gibi yapsın.

-                     Karar herkes için aynı, ama insanlar farklı. Her birine ayrı yaklaşım lazım

-                     Bence zor anda bir insan kendi baş edebilmelidir.

Şıganak düşüncelere dalarak cevap vermedi. Kaşlarını çattı. Yavaş içini çekti ve sakin bir bakışla Amantay’a bakarak oturdu.

-                     Eh, aslanım!, dedi, Kazak’ın geçmişini bilmiyorsundur. Dayanmadığı kalmadı zavallının! Elleri ve ayakları bağlıydı, soyulmuştur. Hayat yolu taşlarla kaplıydı. Sadece dertleri gördü! Ancak şimdi belini doğrultmaya başladı. İşte sen de ona yardım et ve öğret. Ne gösterirsen her şey alır. Nasıl çalıştıklarına bak! Kendine acımıyor. Yalnız akıl ve el yatkınlığı lazım. Halkın karakterine uygun davran. Akılla binlerce insanı yenersin, kamçıyla ise birden fazla değil.

Oljabek, başını kaldırıp:

-                     Eh, Şıganak! Senin karakterin.., dedi. Düşüncesini sonuna kadar söylemeyip ağzına nasıbay (tütün) koydu, Her şey düşünüyorsun. Bütün insanlar senin gibi olsa, hayat farklı olurdu.., diye sevinçli heyecanlamadan sözü bulmayarak duraksadı.

Amantay:

-                     Ne olurdu? diye alaylı sordu.

-                     O zaman koyunun sırtında tarlakuşları yuva yapardı.

-                     Nene tarlakuşlar lazım? diye devam etti Amantay. Oljabek, ketmenle onu tehdit ederek:

-                     Bırak alay etmeyı! diye bağırdı.

Amantay:

-                     Tamam dövüşelim, diye kızdırıyordu onu ve ketmenin sapına sarıldı, ama o anda keskin bir çığlık kopardı.

Herkes onların gerçekten dövüşmeye başladıklarını düşünerek dönüp baktı. Oljabek hiç bir zaman hiç bir kimseyle şaka olsun diye uğraşmıyordu. Amantay’ı yere bastırdı. İıganak:

-                     Bırak onu, bırak! diye bağırdı, çığlıkları herhangi alayarından daha kötü.

-                     Bırakma, bırakma, boğ, diye kadın sesi duyuldu.

Herkes kadın ekibinin tarafından gelen Janbota, Şangirey ve Karibay’ı gördü.

-                     Bir sıçanın haykırdığını düşündüm, bakıyorum o değil – sen! dedi Janbota ve kille kirletilmiş elbisesini silkmeden Şıganak’ın yanına oturdu.

-                     Tamam, benim, sana ondan ne? diye meydan okurcasına söyledi Amantay.

-                     Seni ihtiyar ve kadınlar yenir!   diye alaylı alaylı söyledi.

-                     Kadınlar herkesi yenebilir, ihtiyarlara gelince sus, o bir bahadır!

-                     Bir fare için kediden daha güçlü hayvan yok, senin içinse Oljabek’ten daha güçlü biri yok, dedi Sen burada uğraştığın ve haykırdığın zaman Kızıl Bayrak’ı alıyorum.

Amantay, herkese işkilli işkilli bakarak:

-                     Olur mu hiç?! diye bağırdı.

Janbota:

-                     Gerçekten, diye cevap verdi.

Karibay:

-                     Kadın ekibini ziyaret ettik, Kabış’ın erkek ekibine de gittik. Şimdilik Janbota başta gidiyor, dedi.

Oljabek, onun önüne bir kadının geçebildiğine inanmayarak:

-                     Onlardan en iyisi kaç norm yapıyor? diye sordu.

-                     Bir buçuk.

-                     Ben ise iki buçuk!..

-                     Evet, ama ekibin geride kaldı. Sana mı bayrağı vereyim? diye ittiraz etti Karibay.

Oljabek, anlamayarak duruyordu.

-                     Demek Kızıl Bayrak’la  ineklerin ikisini mi alacakalar?

-                     Hayır, inekler bütün çalışmalar bittikten sonra verilecek, Kızıl Batrak ise her zaman öncü ekipte kalacak.

-                     Bu hileyi anlamıyorum, diye başını salladı Oljabek, Şıganak bana açıklasana.

-                     Dostum hak onların tarafında, diye doğruladı Şıganak, Onların önüne geçmezseniz size boyun eğerler mi?! Karibay, hangi ekibin ileride olduğunu söyledin, şimdi bunu nasıl yapabildiğini söyle.

-                     Kadınlar sayıda değil, hileyle yener. Ekiplerinde örgütlülük çok iyi. Onların kendi küçük Kızıl Bayrakları var ve Janbota onu her zaman ileride giden kadının yanına koyuyor. Bu çalışan kadınları teşvik ediyor.

Şıganak:

-                     Amantay, çaktın mı? diye sordu.

Şangirey, Karibay ve Şıganak, Janbota ile beraber tepenin ortasına doğruldu. Onlar gittikten hemen sonra Amantay, Aytjan’a koşarak yaklaşıp başından kızıl çatkıyı çıkardı. Aytjan:

-                     Yaramazlık etme, güneş başıma vuracak, diye isyan etti.

-                     Yaramazlık etmiyorum, senin atkı bayrak yerine kullanırız.

Atkıyı sopanın ucuna bağlayıp Oljabek’in yanına dikti onu. Fakay zaferi kazananın kutlamak zamanı yoktu. Oljabek’in düşüncelerinde büyük Kızıl Bayrak ve iki inek vardı. Küçük Kızıl Bayrağa bakmadan bile büyük olana koştu. Diğerlerinin önüne geçti ve birinci olaraka tepeye çıktı.

Amantay:

-                     Hadi arkadaşlar, o orada gezerken onun önüne geçelim! Hasedinden çatlasın! Diye bağırdı.

Oljabek çatlayıp çatlamayacağı belli değildi, ama gitmesinde yarar vardı. O gitmeseydi kimse onun önüne geçmeye cesaret etmezdi, ama şimdi birbiriyle rekabet ederek herkes ketmenlerine sarıldı.

Oljabek Kızıl Bayrak’a yaklaştı, inekleri çözüp bir tarafa sürdü. Oljabek: ‘Tabi ki hem Kızıl Bayrak’ı hem de iki ineği Janbota kazanır. Kızıl Bayrak belki de geri gelri, ama hayvanlar dönmesi şüphelidir’ diye düşünüyordu. Şangirey, kahkahalarını tutmak için boğula boğula yutkunarak:

-                     Onları nereye sürdün? diye bağırdı ona. Oljabek geri bakmadan:

-                     Onlardan biri benim olacak! diye seslendi.

Tepede Kızıl Bayrak altıda durup onu Janbota’ya vermeye hazırlanarak Şıganak’ın gözlerinden mutluluktan yaş geldi ve biraz duraksayarak:

-                     Çocuğum, bayrağı aldığın için seviniyorsun, ben ise sana verdiğim için seviniyorum. İnsan hr zaman mutluluğa aç, ama doyamıyor onunla. Mutlulukla tokum, ama yine de daha büyüğü ümit ediyorum. İşte Oljabek, senden korktu, inekleri kaçırdı. İşte Amantay kendi ekibinde ekip bayrağını kondu. Siz gördükleirinize seviniyorsunuz, ben ise sonucuna. Her işi onun amacını önceden bilerek yapmalıyız. Geleceğe inanıyorsan, hiç bir işten yorulamayacaksın. Bu hem güç hem de cesaret verir. İstepin üzerinde kaldırılan bu ketmenler toz değil, kolhoz darısını döküyor. Fakat bu tozda darı görmeyi bilmek lazım. Önemli onal budur!

Janbota, Şıganak’ı dinleyerek kıpırdamadan gözlerine bakıyordu. Konuşmasını bitirdiği zaman ona saygıyla eğildi.

-                     Anladım, baba, dedi ve Kızıl Bayrak’ı alıp ekibine doğruldu. Düşüncelere dalan Amantay tepede duruyordu, ama elinde Kızıl Bayrak olan Janbota’yı görünce silkindi ve:

-                     Bu Bayrak sende bırakırsam, her zaman altında olacağım!, diye yemin etti.


 

4

 

Kabış’ın ekibinin insanları birbirinden uzunlamasına dağıldı. Onlardan her biri kendi normunu kazdığı zaman – aygırjap verst uzunlupundaki baş arık oldu. Su pompalama makinesi Uil’den su çıkarıp aygırjap’a verir, ondan da çok küçük arıkların sayesinde tarlaya, ekimlere ulaşır. Sulama tarlaları olan ilçelerde kolhozlular erken ilk bahardan ürün kaldırmaya kadar elinden ketmenleri bırakmaz.

Kabış düşmeye başlamış gibiydi. Arıktan çıkarılan toprak yığınına dayandı ve serinliği ile hararetli göğüsünü soğutuyordu. Ne kulak, ne bay olduğu halde ağır emeğe alışmamıştır. Kolhoza girince bile özellikle ağır iş yüklenmiyordu ona. Bugün de alışık olmadığından ekip başkanı olarak ekibe kötü örnek gösterdi – ekibin geri kalan üyeleri de kazılan arığın boyuna uzandı. Dinlenerek havadan sudan konuşyorlardı.

Vakitsiz yatan kolhozluların kaygısızlığıyla endişeleyen Eleusin Kabış’a yaklaştı.

-                     Kabış, insanlar vakitsiz yatıyor, anlaman lazım! dedi.

Kabış:

-                     Hava sıcak, dinlensinler biraz! diye başını kaldırıp cevap verdi Kabış, Şıganak bütün halkı mahvetmeye karar verdiğinden korkuyorum...

-                     İnsanlar onun için mi çalışıyor?

Kabış:

-                     Şaka, şaka! Dedi, Tabi ki herkes kendisi için çalışıyorsa bile Şıganak buna başladı. Burada yabancılar yok. Aramızda diyebilirim ki halkın başaramadığından korkuyorum.

Eleusin, şaşkınlıkla:

-                     Ne diyorsun? Orada bütün tepe kazarak açacaklar, biz ise burada aygırjapı kazmayı mı bitirmeyeceğiz? diye sordu.

Kabış asık suratla gülümsedi.

-                     Bir yılın boyunca ikinci aygırjap kazıyoruz. Önceden bir taneyle iki sene baş edebiliyordu. Arsaları değiştiriyoruz. Makine ile göç ediyoruz... Önce beş sulama hektarı vardı, onları sulayıncaya kadar az kaldı ölüyorduk. Şimdi ise elli hektarı sulamaya koyulduk.

-                     Başaramamızı mı düşünüyorsun?

Kabış, ağlamaklı sesle:

-                     Başarabilmek daha kötü! dedi.

-                     Neden?!

-                     Başaramazsak, zararı yok. İşimiz nerede yanmadı ki! Başarabilirsek boyunduruk altına gireceğiz. Daha çok ekecek, daha çok kaldıracağız, ama bunda ne yarar var ki?

Eleusin:

-                     Delirdin mi? diye korkarak bağırdı.

-                     Şimdilik sağım, ama Şıganak gerçekten delirdi, diye cevap verdi Kabış, Bütün ülkeyi ‘Kurman’ darısı ile beslemek istiyor.

Ayaklarına kalktı:

-                     Tamam, dinlendik, kalkın daha kazalım.

Güneşte gevşeyen insanlar istemeyerek kalktı ve ketmenleri aldı. Güneş yakıyordu. Kumlu istepte her şey çoktan yandı. Her hareket terlemeye sebep oluyor ve insan eryormuş gibiydi. Fakat isteği ve geleceğe ateşli inanma güçleri on katına çıkardı. Önce yavaş yavaş kaldırılan ketmenler daha çabul görünüp kayboluyordu.

Şıganak etrafına bakarak ve her şeye dikkat ederek badi badi yürüyordu. Kara gözler asılmış kaşlarının altından gelecek tarlayı dikkatle inciliyordu. Kabış’ın yanında durdu. Şıganak:

-                     Ateş darbesi mi ne? diye sordu, gözlerin çökük.

Kabış:

-                     Senden gölge istemiyorum, değil mi? diye bozulan sesle cevap verdi.

-                     İstep geniş, bendne neden istersin ki? Otur!

-                     Bir tek ben oturursam, bir şey olmazdı, herkes oturursa ne olur?

Şıganak:

-                     Şakadan, ama söyledin, dedi ve Eleusin’i çağırdı, İçecek bir şey var mı? diye sordu.

Eleusin, daha sabahtan toprağa gümdüğü siyah torsuku getirdi. Fincanı köpüklü yailı şubatla doldurunca Şıganak’a verdi. Şıganak, Kabış’ı göstererek:

-                     Önce ona ver, karnı boş olduğu zaman domuz bağğrmaya başlıyor.

Eleusin:

-                     Bu defa bir maksat güderek bağırıyor, diye Şıganak’a Kabış’la konuşmasını iletip iletmeyeceğiniden şüphelenerek söyledi.

Kabış, hiç ses çıkarmadan şubat yutuyordu. Şıganak:

-                     Burada yabancı göz olmadan yakınlaşmışsınız, diye Eleusin’le alay etti.

-                     Hemen hemen anlaştık, zamanında geldin! Diye şaka etti, İyisi halk için bu işkencelerde ne yarar var söyle.

-                     Ne diyorsun? Başını mı yaktı güneş?

-                     Bu emeğin karşılığı olarak ne alacağız öğrenmek istiyorum.

-                     Çok darı alırsın, sonra istediklerini al.

-                     Darı çok olabilir, ama neme yarar?

Şıganak kızarak fincanı attı. Eleusin başka bir şey demeden çabuk gitti. Şıganak biraz sustuktan sonra Kabış’a:

-                     Seni rahatsız eden ne? Açıkça söyle.

-                     Sanki hayatında ilk defa duyuyormuş gibisin! Sana önceden de söyledim.

Şıganak:

-                     Gerçekten çoktan söyledin, diye ittiraz etti, Fakat o zamandan beri değişmişsin diye düşündün. Yoksa değil mi? Tamam konuşalım biraz. Önce kolhozdan kaçınıyordun. Sonta ağlayarak girmene izin istiyordun. Çoğu seni almaya karşı çıktığı halde seni aldılar. Sonra makine için savaş başladı. Token’e evet diyerek tasdik ediyordun. Token paldır küldür çaktı. Söz konusu yeni arsaya gelince kuyruğunu salladın ve ötede kaldın. Belki de şüpheleniyordun, başaramayacağımızı mı sanıyordun? Şimdi ne dersin? Şimdi bol ürün kaldırmak için çok çaba harcamamız lazım diyorsun. Bu doğru. Eskiden Durjıgul ve Jusupali kış için bir kabilenin bile kesmediği kadar hayvan kesiyordu, ama bundan daha fakir olmuyordu. Onlar giderleri halktan vergi ile karşılıyordu, biz ise topraktan alırız. Neden hep korkuyorsun?

Kabış:

-                     İşten, diye cevap verdi, İş çok zor, sen de onu artırıyorsun. Halka biraz huzur verilmeli. Durjıgul gibi daha çok kazanmak yerine fakir kalmak daha iyi.

Şıganak, Kabış’ın sözlerini düşünerek uzun uzun sustuktan sonra:

-                     Sözlerin kökü bir, ama sürgün çok – hemen anlayamazsın! Doğru diyorsun, Durjıgul gibi bay olmaktan  fakir Kabış olmak daha iyi. Durjugul zenginleşebildi, ama servetinden zevk alara yaşayamadı, Kabış yaşayabilrdi, ama zenginleşemedi. Kolhoz Dudrjıgul veya Kabış değil, o hem zenginleşebilecek hem de yaşayabilecek. Sen cimrilikte Durjıgul’un bile önüne geçmek istiyorsun. Kolhozun hiç bir kimseye bir şey vermemesini diyorsun, bence ise hayatın en büyük mutluluğu elmak değil, vermektir. Vermeyi bilen, geri alır, ama sadece almaya alışan, verenin mutluluğundan zevk alamaz. Kendimiz için çalışıyoruz ve sadece küçük bir kısım devlte veriyoruz. Fakat sen gençlikten  emeğe alıştırılmamışsın. Babalarımızın bizi ot biçilen çayıra getirdiğini hatırlıyor musun? Ben işe daha öğleye kadar alıştım, sen de sonraki sene bile sopanın tehditi altında çalışyordun. Ben de o zaman sana boş verdim ve hala seninle uğraşıyorum... Yakında altmış yaşına gireceğiz. Senden bir daha konuşmamak üzere vazgeçmem için çok fırsat vardı, ama kendimi tutuyordum. Yapabildiğini yap. Hiç çalışamıyorsan, söyle. Seni ava gönderebilir, mağaza da çalıştırabilir, yün, kıl tolamakla görevlendirebilir, kürk hayvanı derilerini hazırlatabiliriz. Çok şey var! İstediğini seç! Pisliklere ama artık dayanmam! Düşün! Dedi ve uzun adımlarla su pompalama makinesine doğruldu.

Kabış hiç kıpırdamadan vurulmuş gibi oturmaya devam ediyordu. Beraber uzun hayat geçirdikleri halde Kabış, Şıganak’tan kaçınıyordu. ‘hayatında ne gördü?! Tarla işleri bilir ve bu kadar. Zavallı, kendini beğenmiş. Ne anlar ki? Kınamaları dinlemek hiç hoşuma gitmiyor! Çok gören geçiren va saygı duyulan adam onlara daynmalı mı?’. Yakın tepeden Token göründü. Token yaklaşınca:

-                     İşim nasıl gidiyor? diye sordu.

-                     Şöyle böyle çalışıyoruz. Nasıl gittiğini belki sen bilirsin!, diye açık yürekliliğe çağırarak cevap verdi Kabış.

-                     Sen çelışıyorsun, sen biliyorsun. Nereden bilebilirim, demin geldim!

-                     Ben sadece şimdi olup bitenin hakkında diyebilirim, siz ise okumuş adamlar sonra da ne olacağını söyleyebilirsiniz.

Token:

-                     Geleceği öngörmek için Şıganak değilim! diye yapmacık güldü Token.

Birbirini anlayarak bakıştılar. Kabış:

-                     Token, hayatında çok görmüşün. Sana akıl danışmak istiyorum, dedi. Token:

-                     İste, diye hazırlıkla cevap verdi, Fakat her öğüt şimdi uygun değil. Yaramazsa atacaksın.

-                     Makine ne yapabilir? Şıganak ne yapıyor? Anlamıyorum.

-                     Şıganak topraktan onun veremeyeceğini alacağını ve makinenin ona yardım edeceğini diyor.

-                     Bunun içi de mi bu kadar çalışmalıyız?!

-                     Onu neden bana diyorsun! Sözümü söyledim: ‘Kazaklar şimdilik ekincilikten az anlar. Olanaksız olana uzanma!’ diye uyarıyordum. Sözümü dinlediler mi? Bir sene geçmeden makine ikinci defa taşınır. Ekin arsaları değiştirilir. On defa göç etseler bile aynı toprak, aynı istep.

Kabış, başını eğerek dinliyordu. Token:

-                     Makine bir ay içinde hepiniz bir senede aldığınız kadar alır, diye ekledi. Kabış:

-                     Oy, ne kadar çok uğraşma var, ne kadar uğraşma! diye inlemeye başladı.

-                     Uğraşmalar bu hiç bir şey! Ya kumlu istep size bir şey vermezse? Sonra ne?!

-                     Hayır! Su olursa emek boşuna gitmez, diye başını sallayarak cevap verdi Kabış.

Token güldü ve kızardı.

-                     İnsanlara şaşırıyorum, diye başını kaldırıp söyledi, Kum kara toprağın verdiğini ne zaman veriyordu? Emek için bir karşılık olmazsa, neden harcanmalı?

Kabış şaşkınlık içinde kaldı – bir saat önce bol bol ürünler başkalarıyla paylaşacağından korkuyordu, şimdi ise hiç mahsul olmayacağınden emindi.

‘Eh, kahrolası hayat’ diye düşünüyordu.

-                     Ey, Token! diye biraz sustuktan sonra söyledi, Ürün bol mu olur, kıt mı olur, yine de bela atlatılamaz. Darısız ölmem. Yaşamı daha kolaylaştırmak için ne  yapmam lazım.

Token:

-                     İşte gerçek Kazak! Diye güldü, Kazaklar hayvan yetiştiricisidir. İstep genişliğine ve kaygısız hayata alıştık. Hayvanlar kendiliğinden enikliyor, otluyor. Biz ise bedava et yemek ve kımız içmek biliyoruz. Bu kadar. Yerleşik hayattan nefret ederiz, ekinciliğe yeteneğimiz yok. Bu işe çekilmemiz lazım. Hayır çift sürmek Kazak işi değil.

Hayvancılık Kabış’ı da çekmiyordu.

-                     Hayvan sürmek da kolay bir iş değil. Başka bir şey söyle. Çobanlık yapmak, toprağı ekmekten daha zor. Yağmur, ayaz ve kar fırtınalarında çoban rahat bilmez. Yaşlıyken üşümek istemiyorum.

-                     O zaman ambarcı olara çalış, seni alırlarsa tabi.

-                     Hayır bu da rahatsız bir iş.

-                     Buldum! Dedi Token, Avcılıkla uğraş.

-                     Ateş etmeyi bilmiyorum.

Kabış hiç bir işten hoşlanmıyordu. Düşüncelere daldı.

Bu zamanda raykom sekreteri Ermagambet, Şangirey ve Karyabay göründü. Yavaş yavaş atlarla geliyor, yapılan işi kontrol ediyordu. Oonlar yaklaşınca ketmenler daha hızlı çalışmaya başladı. Çalışanların burunlarının kanatları yukarı kalkmaya başladı, yüzlerinde ilk ter damlaları göründü. Token’le Kabış yerinden kalktı. Şangirey:

-                     İşte Kabış, ekip başımız, diye tanıştırdı Ermagambet’i.

Ermagambet:

-                     İş nasıl gidiyor, diye dostça sordu.

-                     Fena değil.

-                     Ekibinizde kim birinci?

Kabış sustu, ama o durmadı.

-                     Sonuncu kim?

Kabış:

-                     Hepsi aynı, diye birinci ve sonuncu hakkındaki sorunun anlamını anlamayarak mırıldadı.

Sorular birbiri ardından yağmaya başladı.

-                     Neye göre aynı? Başarılara göre mi, geri kalmaya göre mi?

-                     Bit toynak diğer toynaktan geri kalabilir mi?

Ermagambet:

-                     İnsanlar ikişer mi çalışıyor? diye gülümsedi, İç yarışma var? Diğerlerde olduğu gibi neden ekip bayrağı yok?

Kabış hiç ses çıkarmadan gözlerini yere döktü. Karşısında başka bir adam olsaydı söylerdi, ama bundan korkuyordu. Ermagambet, onu rahat bırakmadı.

-                     İşimizde hangi zorluklar yaşıyorsunuz? Onlarla nasıl savaşıyorsunuz?

Kabış bu soruları da cevapsız bıraktı. Ermagambet, atını sürerek: ‘Ekip başı kendisi en büyük zorluk olmasın’ diye düşündü.

Token ve Kabış, aralarında yavaş sesle konuşurken atlıların ardından gitti. Token:

-                     Raykom sekreteri seni beğenmedi, dedi.

-                     Ya seni beğendi mi?

Token başını kaşıdı.

Atlılar biraz ileride işi izleyerek yavaş yavaş gidiyordu. Ermagambet artık Kabış’a hitap etmiyordu. Birdenbire atlılar atlarda yarı kalktı ve ileri dört nala koştu:

-                     Yangın! Yangın! diye bağırdılar.

Su pomapalama makinenin tarafından yükselen gür duman kara bulut gibi yavaş yavaş gökte yayılıyordu. Fakat alev bir yerde görünmüyordu.

Şıganak, herkesin genellikle atla gittiği yere yaya vardı ve uçurumda makinist Semba ile oturuyordu. Aralarında ateşte kazan vardı. Şıganak, kazanın kapağı altına bakarak:

-                     Hayırlı saatte! dedi.

Nemli kuraydan kara duman borudan gibi yükseliyordu... Aniden gürültü, bağırtı, atların ayak sesleri duyuldu ve su pompalama makinesinin arkasından az kaldı kazanı ve Şıganak kendisini düşürerek köpük içinde kalmış atlarla atlılar çıktı. Atlarını tutunca ona döndüler. Şıganak endişe içinde:

-                     Ne oldu? diye sordu.

-                     İşte! Diye ateşin dumanını göstererek açıkladı Ermagambet, Bizi ne kadar korkuttunuz! Ne var burada?

Şıganak:

-                     Biraz balık tutabildik. Balık çorbası pişiriyoruz, diye cevap verdi.

Genç Sembı gülmesini zor tutuyordu. Başını çevirip sabırsızlıkla yerinde dönüyordu. Ona bir parmakla dokunulsa gülmekten çatlayacakmış gibi görünüyordu. Şıganak genç arkadaşına göz kırptı ve kazanın altına büyük tezek parçaları koymaya başladı. Ermagambet:

-                     Gelmemiz boşuna değil. Balık çorbasından yiyince aryılacağız! Diye attan indi Ermagambet.

Sembi birdenbire mahcup oldu, ama Şıganak bir şey olmamış gibi doğruladı:

-                     İnşallah! Aç gitmeyeceksiniz.

Balık çorbası pişirilirken herkes makineyi incelemeye gitti. Çalışmıyordu. Makinist Födor, veya Kazakların ona dediği gibi ‘Şodır’ bu gün çalışmıyordu. Onun yanında ağzı açmayan Sembı şimdi kendini duruma hakim olarak hissediyordu ve durmadan konuşuyordu:

-                     Bu başı ateşte kıpkızıla kızdırıyoruz, ondan sonra bu küçük borudan petrol damlıyor, baş ise gazla doduruluyor, gaz burada silindirden geçiyor ve pistonu itiyor. Bu tekerlek ise onu geri itiyor...

Sembı makinenin her deliğine, her vidasına dokunuyordu, petrolle kirlendi, ama buna dikkat etmiyordu. Bu onun zafer günüydü, burada ondan daha çok bilen kimse yoktu. Delikanlının mutluluğu Şıganak’a da  geçti. Herkes makineye bakıyordu. Şıganak ise Sembı’ya bakıyordu. Şıganak:

-                     Artık tek başına makineyi çalıştırabilir. Şodır mı bu kadar iyi öğretiyor, yoksa kendisi mi böyle yetenekli bilmiyorum! dedi. Token:

-                     Bunda ne önemli var? Makine bayağıdır, diye cevap verdi.

-                     Önce zor, sonra basit diyorsun! Tamamen delirmeyinceye kadar Tanrı seni çabuk yerinden kaldırsa! Diye sinirlenerek söyledi Şıganak.

-                     Tanrı beni kaldırmayı düşünmüyor bile.

Ermagambet:

-                     Yine yaşlılar kapıştı, diye karıştı, Sizden kim yenecek sonunda?

-                     Token’in aklı olsa çoktan bırakırdı bu işi. Bunca defa yakalnırdı, ama teslim olmuyor kahrolası adam!

Su teknisyeni:

-                     Neyle yakalndım? diye kızdı.

-                     Kimse makineyi görmediği zaman onun hakkında bir ejderahymış gibi anlatıyordu.

-                     Tamam, onu bilmeyenler için korkunçtur.

-                     Bizim Sembı onu öğrendi ama!

-                     Tamam! Onda ne yarar var?

-                     Bekle göreceksiniz.

-                     Daha önce açlıktan ölmezse.

-                     Öyle mi? Bakalım.

-                     Bir yığın darı kumda yetiştirmek istiyorsun! diye güldü Token.

Bir yere ayrılan Sembı döndü ve Şıganak’a bir şey fısıldadı. Yüzü ışıldıyordu. Heyecandan boğuyordu. Şıganak kalktı:

-                     Gidelim, diye Token’i çağırdı, Şimdi şüphelerini gideririm.

Token ve geri kalanlar arkasından gitti. Ateşteki kazan kaynıyordu. Üzerinde gür buhar yükseliyordu. Herkes ateşin etrafında oturdu ve yemeyi bekliyordu. Şıganak kazanın kapağını çıkardı. Şıganak:

-                     Balığımız yağa kadar erimiş, bakınız, dedi. Biri:

-                     Yaşlı balığa böyle olur, dedi.

Herkes kazanın etrafına-da sıkıştı ve gerileyiverip Şıganak’a şaşkınlık içinde baktılar.

-                     Ne yağ böyle?!

-                     Petrol niçin burada?

-                     Oyboy, kazanın dibinde kil var.

Ermagambet, başını salladı:

-                     Eh, otagası, bizde iştah uyandırdınız! Niçin petrol kaynatıyorsunuz?

Şıganak:

-                     İşte orada şu evin arkasında çıplak solonçaklar başlıyor, diye koluyla gösterdi, Tanrının onları hiç yararı olmadan yaratmazdı. Kil ağdalı, ele yapışıyor. Çukurlarda biriken tuzlu suyun üzerinde yağ var. ‘Boşuna değil! Burada bir şey olmalı!’ diye düşündüm. Şimdi bana ‘duana’ deyin. Kazanda o yerlerden kil kaynıyor. Bir kazsan hemen petrol fışkırıyor... Şimdi ise bana gidelim. Petrol bulundu. Bu önemli bir iş! Ergambet’in balık çorbasını izlememesi için koyunu kesip kutlanırız.

Herkes atlara bindi. Ermagambet ise Şıganak’a yaklaştı.

-                     Şıka, sizi destekleyeceğime söz veriyorum! Bana güvenebilirsiniz.


 

5

Güneş altında kuruyan geniş istep huzura kapıldı. Yerde mavi sis yayıldı. Ay ışık veriyordu. Uil’de şıpırtılarıyla kız pandantiflerinin şıngırtısı ve öpücük sesini andıran balık oynuyordu. Uyumayarak kurbağalar vakvak ediyordu. Geri kalan her şey sustu. Kuru toprakla bütün gün savaşan insanlar dinleniyordu. Kızıl Bayrak Janbota’nın ekibinde Uil’in kıyısında yükseliyordu. Janbota kendisi uyumuyordu. Soyunmamış, perde ardından yarı yatıyordu. Gözleri gece karanlığında parlıyordu. Amantay da uyumuyordu. Çıplak toprakta kendi perdesinin altında yatıyor ve gözlerini ayırmadan Janbota’nın ekibinin tarafına bakıyordu. Ona Kızıl Bayrak’ı vermedi! Bir kadından geri kalmak bir rezaletti, Janbota’dan geri kalmak daha büyük rezaletti. İkisi gururlu, ikisi dişlek, çocukluğundan beri birbiriyle rakip ediyordu. İnsanlar söylediği gibi başları bir kazana sığımıyordu. Bu eski rekabet bir laydan sonra ciddileşti. Amantay’ın uzun zaman içinde kur yaptığı ve herkes onu Amantay’ın gelini olarak gördüğü kız, Janbota’nın yardımıyla başkasına gitti. Bu erkeklerle bir şarkıyla alay eden Ayslu’ydu. Janbota, Kızıl Bayrak’ı almasıyla yetinmedi, kendisini ve ekibini alaya çıkardı. Sevgilisinin ayrılması artık Amantay için Janbota’ya bayrağı verilmesinden daha küçük bir dert olarak görülüyordu. Ondan bayrak almak hayatın tek bir amacıydı...

Janbota kalktı ve nehre doğruldu. Her gece aynı zamanda yüzmeye gidiyordu. Bu onun geleneğiydi. Ta nehre yaklaştı. Sakin gece ve parlak ay kıza unutulmaya başlayanı hatırlattı... Yaklaşık iki sene önce ilk defa öptüğü ve aynı mehtaplı gece göğüsüne bastırdığı yiğiti hatırladı. Bir tek bu an dünyanın bütün sevinçlerden daha değerliydi. Onun bir kelimesi mücehver gibi değerliydi. Yiğit:

-                     Sensiz gözüm dünyayı görmüyor! diyordu.

-                     Sensiz ışık yok, diye cevap veriyordu kız.

Yiğit onu uzun sevmedi ve bir gün vedalaşmadan kayboldu. O günden sonra Janbota, bütün erkeklerden nefret etmeye başladı. İçinden hiç bir zaman evlenmeyeceğine ve erkeklerden hiç bir şeyde aşağı kalmayacağına karar verdi. Nehrin kıyısı geçmişi andırdı ve et bağlayan yarayı kurcaladı... Amantay herhangi kabul edilemez düşüncelerden uzaktı. Sadece bayrağı saklamayı düşünüyordu. Janbota’nın nehre gittiğini farkedince yerinde durararak dönmesini bekliyordu. Her zaman rahatsız Amantay bu defa sabırlıydı. Janbota’nın arkasından sine sine sokulacaktı, ama onunla çok defa reddedilen sonra bu fikirden vazgeçti.

‘Beni sevmiyor. Bir sevgilisi varmış. Kim ama? Nerede o? Neden onu kimse tanımıyor? Yoksa öyle karakteri var ki ancak dövüşmekten mi sonra sevebilir?’ diye düşünüyordu.

Amantay çok aşk hileleri biliyor ve kullanıyordu. Fakat böyle karakter için gerekn hileleri daha kullanmadı. Bayrağı saklamak niyetini unutunca özenerek yavaş yacaş nehre yürümeye başladı. Ta nehrin kıyısının kenarına süründü.

İşte o! Çok yakın duruyordu. Onu net olarak görüyordu. Biraz durduktan sonra soyunmaya başladı. Ayın ışığında vücudu parladı. Suya yaklaştı. Amantay: ‘Daha çok dursa’ diye düşündü ve isteğini yerine getiriyormuş gibi Janbota suya eğilerek bir zaman içinde hayaline hayran hayran seyrediyordu. Amantay izliyordu. ‘ne güzel kız!’ diye içinden hayranlık duydu. Gerçekten de Janbota çok güzeldi. Fidan boylu, ince belli, ayakları esnek. Orta boylu olduğuna rağmen kavak gibiydi. Yüzü özellikle güzeldi. Yüzünün en önemli süsü gözleriydi. Gece gibi kara değildi, gök gibi mavi de değildi. Bir deve yavrusunun gözleri gibi koyu ve parlak değildi. Sıradan koyu kahverengiydi, ama özel belirtilerle ayrıydı; ateş gibi öfkeli bakış yakıyor bve kalbe saplıyordu, şefkatle baktığı zaman – canı sevinç ışıklarıyla aydınlatıyordu. Amantay hem birinci hem de diğeri bakışı hissetmiş olurdu. Onun kötü veya iyi olduğunu hala söyleyemiyordu. Karakterini sonuna kadar öğrenmek istiyordu. Sabaha kadar peşinden koşar ve istediğini elde edecek, gözünü çıkarırsa bile.

Janbota suya atıldı. Amantay hemen elbiseyi kaptı. Janbota, onu görünce:

-                     Hey, namussuz! diye bağırdı. Amantay elbisesinin üstüne oturarak:

-                     Kendin namussuz, diye cevap verdi.

-                     Neden ben namussuzum?

-                     Neden karşımda soyunuyorsun?

-                     Daha demin deli gibi geldin.

-                     Hayır, çoktan burada yatıyorum.

-                     Yeterince baktıysan elbisemi versene.

-                     Doya doya seyretmedim. Çık buraya.

-                     Balıklar beni yese daha iyi.

Amantay:

-                     Öyleyse, orada kal! diye elbisesini alıp uzaklaşmaya başladı. Kız dayanamayıp:

-                     Dur, dur! diye bağırdı.

Amantay döndü.

-                     Ne dersin?

-                     Eski adete göre davranıyorsun. Sana layık mı bu?

-                     Diğer eski adetlere şimdi dokunmuyorum, buna gelince onu beğeniyorum.

-                     Kültürü mü inkar ediyorsun?

-                     Etrafta fazla kültür var, onu balta ile kesiyorum.

-                     Aşkı da mı balta ile keseceksiniz? Aşk ince bir şey.

-                     Aşk sağlam bir şey, balta ile yıkamazsın. Bazıları ona güzlel formu vermek için  bu kadar yontuyorlar ki çatırdıyor ve kırılıyor, o zaman sızlayıp ağlıyorlar. Aşkım biraz kaba olsa bile sağlamdır. Kırılmaz, dünya durdukça yeter.

Janbota:

-                     Huzuru bilmeyen! Doğru mu söylüyorsun? diye sordu.

Ayın ışığında gözleri parladı. O anda bütün hayatı için arkadaşı olabilen adamı bulduğunu düşündü. Amantay:

-                     Aynı şey hakkında farklı sözlerim yok. Bu ay tanık olsun, vicdanıma inan, dedi.

Fakat bu sözlerden Janbota’nın parlamaya başlayan gözleri söndü.

-                     Ne aya ne vicdanına inanıyorum, diye asık suratla söyledi.

Aynı gece ay ve vicdanı ile yemin eden ve sonra onu aldatan yiğit aklına geldi. Amantay bunu  bilmedi. Yemininin kızın yüreğine varamadığını farkedince:

-                     Yeminime inamıyorsan, seni neyle inandırayım?

-                     Kendim gördüğüm zaman inanacağım.

-                     Nasıl göreceksin?

-                     Göğüsümü açmazsam ve eline kalbimi vermezsem inanmayacaksın. Ne yapayım? Diye sordu.

-                     O zaman da inanmazdım. Çok kişi kendini hummada öldürüyor.

Amantay, cevap vermedi ve elinde kıyafetini tutarak yerinden kalktı. Janbota kızarak:

-                     Nereye gidiyorsun? Diye sordu. Amantay gitmeye davranarak:

-                     Senin gibi taş kıza sözlerle ulaşılamaz.

Ancak Janbota’nın üçüncü seslenişinden sonra durdu.

-                     Sana ne?

-                     Yalan söylerken yakalndın işte! Sonsuz arkadaş olmak istiyor, beni sevdiğine yemin ediyorsun, kendisi ise zorluyorsun. Bana elbisemi verdikten sonra inanacağım sana. Sonra konuşacağız.

Amantay cevap vermedi, ama bir dakika kadar durunca elbisesini yere attı.

-                     Yüzünü çevir.

Amantay yüzünü çevirdi. Janbota sudan çıkınca giyinmeye başladı. Giyindikten sonra bir ses çıkarmadan duruyor ve şefkatle gülümseyerek ona bakıyordu. Dönük durmaktan bıkan Amantay:

-                     Giyindin mi? diye sordu.

-                     Hayır, bekle biraz, dedi ve koşarak bir yana çekilince yıkılan kayanın ardında saklandı.

-                     Daha çok mu? diye sordu ve cevabı almadan kaçamak bir bakış geri attı, Ne cadaloz, aldattı! Diye bağırdı ve aula doğruldu, ama Janbota yolunu kesti.

-                     Dur. Erkeğin gücü, kadının kurnazlığı var! Şimdi ciddiden konuşalım, dedi

-                     Bana şunu söyle, bu konuşmada bir yarar olacak mı?

-                     Üç şartım var.

-                     Neden on üç veya otuz olmasın?

-                     Kendine yapmayı izin verdiklerini bana da yapmak yasaklamayacaksın. Bu birinci şart.

-                     Başka kadınlarla gezmememi mi stiyorsun?

-                     Evet.

-                     Kıskanç kızsın! Tamam oldu.

-                     İkinci, geçmişle yüzümüze vurmayalım.

-                     Kabul!

-                     Üçüncü – sadece beni kendine eşit görenle evlenebilirim.

Amantay:

-                     Vay, yalnız eşit değil seni başımdan daha yükseğe koyarım! Diye bağırdı ve onu kucağına aldı.

Böylece onu istepe götürdü ve kıyıdan uzaklaşınca yere indirdi.

Janbota fırladı.

-                     Hayır, olmaz yoldaş! Eşitlik çok derin bir şey, ona dalmak lazım, sen ise yüzeyine yüzüyorsun.

-                     Ona sevgilim, güneşim dedim... Bütün isteklerini kabul ettim, şerefimle yemin ettim ve hala ‘eşitliğine’ varmadıysam galıba yalnız derin değil, dipsizdir!, dedi Amantay.

Ağır ağır nefes alıyordu ve üzülmüş uysalca yere oturdu. Janbota konuşmadan ona bakıyordu.

Ay yolunun dörtte üçünü geçti.

Gecenin yarısından çok geçti, ama onlardan hiçbiri ne uyku, ne dinlenme, ne de yarınki işi düşünüyordu. Aşk ateşi aşktan başka her şeyi unutturuyordu onlara. Amantay artık Janbota’nın karakterini düşünümüyordu. Kendisi ona yaklaşıp yanına oturdu. Yüzü ve davranışı bambaşkaydı. Konuşması da değişti.

-                     Amantay, dedi, çocukluktan beri beraber büyüyorduk, ama düşünceleremiz ayrı olarak büyüyordu. Biz uyuşursak, düşünceleremiz değilse – bundan ne olur?! Bunu telaşsız düşünelim. Seni alevlendiren gençlik ateşi, beni de ateşlendirdi. Fakat nedir bu – ateş söner sönmez hemen soğacak kömür veya kuru ottan sıcak mı? Çok şeyde senden daha kötüyüm ve içimden beni kndine eşit saydığına inanamıyorum. Fakat gerçek arkadaşlık ve yakınlık eşitlikte ve eşitliğe emekle varılır. Daha istediğime ulaşamadım. Emekgünlerimiz bakımından sana yetiştiğim zaman kendimi sana eşit olarak sayacağım. O zaman hiç yemin olmadan inanacağım.

Ancak şimdi Amantay onu anladı. ‘Janbota gibi arkadaşa herkes layık değil. Benden daha aşağı veya eşit olması arasında bir fark var mı?.. Ya beni geçerse?’ diye endişeli endişeli düşünüyordu. Her şeye razı olabilirdi, bunun dışında.

-                     Seni dünyada her şeyden daha çok seviyorum, ama bir kadından aşağı olmaktan – hapiste yatmak daha iyi?, diye sonunda söyledi.

Janbota güldü.

-                     Bana da öyle geliyor. Kim daha kötü olmak ister?

-                     Öyleyse kabul! Bana emekgünlerinle yetiş.

Birbirini elinden tutup vaat ve yemin sözlerini hararetle mırıldadı ve arkalarından gelen atlıyı farkaetmediler. Atlı da saklanan aşıkları farketmedi. Atı korkunca bir yana çakildi. İşte o zaman üçü kendine geldi...

-                     Oyboy, Şıka! Diye kaçarak bağırdı Janbota. Onu tanıyınca mahcup oldu.

Çalışma yerine bir daha bakmak için gelen Şıganak Janbota’ya çabuk yetişti.

-                     Kim var burada?

-                     Ben...

Şıganak daha çok sormadı ve yoluna devam etti. Giden erkeğin Amantay olduğunu anladı ve gitti.

‘İlk baharım geçti ve yazım bitti! Diye içini çekti, Artı yüreğimde son bahar...’

 

6

Sıcak düştü ve geceler daha serin oldu. Kızıl Bayrak bir ekipten diğer ekibe geçiyordu ve Amantay’ın ekibinin kamoında dikildiği zaman çalışmalar bitti. Fakat tartışmalar bitmedi. Janbota’nın ve Amantay’ın ekipleri iki defa Kızıl Bayrak’ı alıyordu. Kime kesin olarak geçer? ‘Kurman’ kolhozunun üyeleri bunu ateşli ateşli tartışıyordu.

Üç yerde kocaman kazan yerleştirildi. İslenmiş alacıktan ağır ağır yükselen gür duman çıkıyordu. Burada buhar içinde Oljabek demin kesilen öküzünün içlerini çıkarıyordu. Tartışmalara katılmadı. Üç kişi gibi çalıştı, bütün normları aştı ve birinci ödülün onun olacağından şüphelenmiyordu. İki al inekten işte biraz ötede duran inek ona göre daha uygundu. Hemen hemen büyük bir inekti ve beş-altı ay sonra buzağılabilir! ‘Fakat onu kim sağar?, diye düşünüyordu, Kimi sütle içireceğim?’

-                     Finişe beraber vardık, ödül da yarı yarıya! Diye Janbota’nın sözlerini duydu.

-                     Delilik ediyorsun! diye eveleyip gevelemekdi.

Fakat Janbota bu fikrini bırakmadı ve onu daha ısrarlı tekrarlamaya başladı.

Oljabek tartışmadı. Gövdeyle bütün işleri çabuk bitirdi ve ellerinden kanı yıkayıp çıkarmadan doğru komisyona doğruldu. Şıganak:

-                     Ne oldu? diye sordu.

Oljabek cevap vermeden onu kolundan tuttu ve bir yana çekti.

-                     Bu deli kız yine kavgayı başlatıyor. Ödül ekibe verildiğini ve yarısını alacaklarını söylüyor. Öyleyse sizin ödülünüzde kendime hiç bir kıl bile almam. Her şeyi bu kıza verin!..

-                     Kime darıldın, kıza mı, bize mi?

-                     Başımı vereceğim, ama yalana dayanmayacağım. Aralarında gelen olduğum için darıltıyorsunuz beni! Haydi gerçek yüzünüzü gösterin!

Şıganak:

-                     Herkes için yüzüm aynı ve sen onu görüyorsun, diye kaşlarını çatarak söyledi, Kız seni çimdikledi, sen de kudurdun. Rahat rahat gidebilirsin. Söz aramızda birinci ödül senin.

Oljabek rahatlayıp çalışmaya gitti. Şıganak ise yine komisyona katıldı.

Şangirey başını baş örtüsü ile bağlayıp asık suratla ötede duruyordu. Önceden çok konuşkan değilken şimdi de ağzını bile açmadı. Karibay ona yaklaştığı zaman yüzünü çevirdi.

-                     Başın nasıl?

-                     Hiç bir şey değişmedi.

-                     Koyu çayı iç.

Şangirey:

-                     Bu yarar vermez.., diye cevap verdi ve susutu.

-                     Eve git ve yat. Yönetim kuurulunun bütün üyeleri burada, sensiz başedebiliriz.

-                     Hayır, yatmam. Böyle de bensiz baş adebilirsiniz.

Şangirey çekildi. Karibay gülümseyerek yine ona yaklaştı.

-                     Neden kızıyorsun? Doğru söyle.

-                     Kızmıyorum. İstediğiniz kadar çok öküz kesebilirsiniz.

-                     Neden önce susuyordun?

-                     Bir şey söylememe izin verdiniz mi? Söz birliği ettiniz. Herkes etten yemek ister, ama plan yapılmazsa – Şangirey suçlu olacak.

Karibay:

-                     Saçmalama, diye sakin sakin söyledi, Kolhozun çok planı var. Biribirine bağlıdır. Her zaman böyle işi üç inekle başarılırsa su bile süte dönüşür.

-                     Birinci iki inek söz konusu değil. Fakat yemek için kesilen öküz... Önceden bunun hakkında kimse söylemedi. Her şey uydurdun!

Karibay:

-                     İnsanlara saygı gösterme, öküzden daha değerli, diye gitmeye davranırken söyledi.

‘Saygı, saygı! Bana saygı hakkında anlatmıyor bu!’ diye su pompalama makinesine yürürken düşünüyordu.

Toprak çalışmaları başladığı zaman Födor ve Sembı makineyle uğraşmaya başladı ve yeni yere yerleşetirebildi bu zaman kadar. Şimdi şüphelerin en büyük olanı çözülmeliydi. Kolhozluların elleriyle kazılan ve şimdi suyla doldurulan derin kanal, kendine Uil’in akıntısını döndürdü. Fakat suyun yukarıya çıkan istepte gidip gitmeyeceği şimdilik belli değildi. İşi mühendis değil, Şıganak’ın varışlılığı yönetiyordu. Su teknisyeni Token baştan buna karşı çıkıyordu. Su yukarı gitmezse yalnız bütün emek yararsız harcamış olur değil, Şıganak ve yine de Şangirey’in başlarına belayı çekilecek! Makine kanalın suyunu çıkarıp aygırjanın yatağına yönlendirebilirse, su istepe yayıldıkça kalplere sevinç ve sakinleşme yayılır.

Şıganak bütün bunları düşünüyordu. Cesaret etti ve herkese zıt giderek tepeye giden daha zor ve büyük sevince götürülebilen yolu seçti.

Kayığı suya indirdi,

Kayıksız çaba harcamayı düşünme bile..,

diye kendisini bu kayığın içinde tasavvur ederek bazen şarkı söylüyordu.

Bazıları Şıganak’ın delirdiğini, duana olduğunu söylüyordu. Huzursuz düşüncelerini durmak bilmeyen emekle dağıtmadıysa, belki de gerçekten delirirdi.

Makinistler makineyi çalıştırmaya hazırlanarak onunla uğraşırken üç defa Karibay’a yaklaşıyor ve aynı şey diyordu: Şıganak’ın planı bu defa suya düşerese, hemen ayaklarına kalkamaz’.

Karibay, onu sakinleştirmeye çalııyordu, ama Şıganak ne ümidi ne de ümitsizliğini gösteriyordu.

‘Ne olursa olsun, iş ypıldı!’ diye düşünüyordu.

İşte makine gürültüyle çalışmaya başladı. Kıyıda yayılan insanlar ona atıldı. Herkes gözlerini aygırjapa geçirilen kalın borunun ucuna ilişti. İnsanlar sabırsızlıkla bekliyordu. Boru titredi ve çigirin kırk kovada olabildiği kadar su boşaltıverdi. Yürek aygırjap suyla doldurulmadan önce sevinçle dolduruldu. Akan suyun gürültüsüne bayram eden ve birbirini kanala iten insanların sesi eklendi. Heyecanlı kolhozlular eski geleneğe göre birbirini suya itiyordu. Herke yüksek sesle şaka ediyor ve gülüyordu. Yalnız Token’le Şıganak heyecanı göstermeden sakin sakin duruyordu. Herkes raykom sekreteri olan Ermagambet dahilinde arığın bulanık suyunda ıslandı. Kolhozlular:

-                     Suyun sahibi ise kuru! Diye bağırmaya başladı ve Token’e atıldı.

Token suda debelenerken Oljabek Şıganak’a yaklaşıp arkasından tuttu onu.

-                     Seni atayım mı?

-                     At! Diye cevap verdi Şıganak ve silkinip kendisi Oljabek’i omuzlarından  tuttu ve kanala attı.

Oljabek yalnız bir ses çıkarabildi. Çok güçlü olan, üç kişi yerine çalışabilen kendini suda nasıl bulduğunu bir türlü anlayamıyordu. Sudan çıkınca şaşkın gözlerini Şıganak’tan almıyordu.

-                     El çabukluğun iyiymiş! Dedi ve başını salladı.

Şıganak’ın yalnız iyi ‘el çabukluğu’ değil büyük gücü vardı. Eski zamanlarda Durjıgul ve Jusupali bütün aulu baş edebiliyordu, ama dede Berse’nin üç oğlunu yenemiyordu. O zamandan beri Şıganak yaşlandıysa bile, gücü varmış... Şıganak:

-                     Arka’dan batırım, nehirden su içtin mi? diye Oljabek’i kızdırıyordu.

Herkes serilen masa östüsünün etrafında otururken gülme ve şakalar hala devam ediyordu. Gürültü biraz dinince komisyonun yarışmanın sonuçları bildireceğini söylediler. Komisyon başkanı Şangirey:

-                     Çalışamalar bitti, dedi. Bu zaman da her zaman olduğu gibi kısa konuşuyordu, Doğrudan söyleyim, bir ineği Oljabek alıyor, diğeri ise Janbota.

Ağır Oljabek birdenbire çocukmuş gibi kolayca ayaklarına fırladı ineklere koşarak yaklaştı ve Janbota gelmeden önce en iyi ineği seçmeye acele ederek onlardan birininin boyuna sarıldı. Gözleri parlayan Oljabek:

-                     Kolhoza teşekkürler! Diye bağırdı, Böyle yarışma her zaman olsun!

Oljabek’in kısa konuşmasına karşılık olarak gürültü ve tebrikler koptu. Janbota yavaş yavaş yerinden kalktı. Birdenbire ancak şimdi kararı anlayan Amantay’ın sesi duyuldu:

-                     Bekle, bekle! Janbota’yla ne alakası var şimdi? Nasıl yani Janbota? Diye bağırdı.

-                     E-e-e bırak şunu, aynı zamanda geldiler. Üstelik o kadın.

-                     Janbota kendisini işte kadın saymıyor! Buna razı değilim.

Erkekler, Amantay’ı destekleyerek gürültü kopardılar:

-                     Amantay doğru söylüyor. Bu kız herhangi bir erkekten geri kalmaz.

-                     Önce yensin, sonra ödül alsın!

Bundan önce sabırlıkla susan Janbota birdenbire Ayslu’yla beraber yüksek sesle şarkı söylemeye başladı:

Aulum iki nehir arasında,

Altımızda mavi Uil...

Kız tarafından yenilen sen –

Bu ün kazandın

Bizi yenmek Amantay istiyordun,

Çabuk özür dile,

Sadaka olarak ekmeğimiz var.

- Amantay! Neredesin? Sağ mısın?!

İnsanlar yine heyecana ve neşeye kapıldı.

Amantay, şarkının daha başlangıcında cevabi konuşma için el işaretiyle bir yiğit hazırladı. O ileri adım attı ve bağırmaya başladı:

E-e-e-e-ey!

Janbota bir şey mırıldanıyorsun orada.

Kızıl Bayrak kampınızdaysa,

Belki onu bize vermeye hazırsın, hazırsan ver.

İşte al sana, al sana, al sana; Amantay onu almaya gitmez!

U-u-a-ay!

İntizamsız şarkı herkesi güldürdü. Gülme biraz yatıştıktan sonra Janbota yine ateşle şarkı söyledi:

Zavallı aklın kıt,

Yakışıklıysan bile.

Birine desteksen,

O yükseğe varamaz.

-                     Dur seni! Bütün emekgünümü vereceğim, ama sana cevap verecek şarkıcıyı bulacağım! Dedi Amantay.

Ermagambet sözüne karıştı:

-                     Amantay yoldaş Janbota’ya bir halat (orta Asya’da hem kadın hem erkek üst kıyafeti) için borçlu[32]. Ona bu borcunu ödemesi için son bahara kadar zaman veriyoruz.

-                     Süre ne kadar uzun o kadar borç unutmak kolay, diye güldü Janbota.

-                     Önemli olan bu değil, diye ittiraz etti Ermagambet, Zaman azdı, siz gerektiği gibi çalışmaları açamadınız, önümüzdeki son bahara hepimizin ve özellikle ‘Kurman’ kolhozunun büyük ödevi var.

Ermagambet, cebinden mektubu çıkardı ve Şıganak’a verdi.

-                     Kimden?

-                     ‘Büyük adamdan’!

Şıganak sevinçten kızardı ve mahcup oldu. Birçoğu allerinin hafifçe titrediğini farketti. Herkes bir ses çıkarmadan gözlerini mektuba dikti.

-                     Oku.

‘Şıganak-aga!

Sizinle az konuştuğum halde çok şey aklıma girdi. Bir daha sizinle görüşmek istedim, ama siz makineyi alınca geri bakmadan Uil’e koştunuz. Makine ile tebrik ederim! Fakat tebrik etmeye hazırlandığım zaman onunla beraber göç etmişsiniz. Bunu göçmek alıkanlığıyla mı yaptınız, yoksa başka sebeple mi şimdilik bilmiyorum. Nasıl olursa olsun, bu seneyi hazırlamalarda geçirdiniz. Başkaları sizin toprağınız hakkında ‘verimsiz’ diye söylerken, siz ‘verimli olduğuna inandırmaya çalıştınız’. Önümüzdeki son bahar krediye inanmaz. Sizin verimli toprak gelecek sene için ne kadar verebilir? Ermagambet’e danışın ve bana bildiriniz. Kardeşçe selamla. Vasiliy Şubin’.

Amantay, Ermagambet mektubu okumayı bitirince:

-                     O Vasiliy Şubin kim?, diye sordu.

Şıganak:

-                     Obkom (bölge komitesi) sekreteri, diye cevap verdi.

O önce suratını asıyor, sonra aydınlanıyor ve sonunda büyük derinlikten yğzeye çıkmış gibi. Gözleri genç oldu ve dilinden:

-                     En iyi arsalardan bir hektardan yüzer kental darı vereceğim, geri kalanlardan kırkar... İşte vaadim. Daha çok alacaksak kimseyi azarlamayız.

Ortalık sustu. Tabaklara dağıtılan, ama daha sofralara dağıtılmayan et yığınları kazanların yanında kaldı. Sessizlikte birkaç an geçti. Sonra farklı yerlerden homurdanma duyuldu. Kulağa sözler gelmiyordu, ama Şıganak genel şaşkınlığı hissediyordu. Ermagambet:

-                     Bunu iyi düşündükten sonra mı söylediniz? Diye sordu.

Şıganak:

-                     Evet düşündüm, diye cevap verdi, Uralsk’tan Abdullin altmış sekiz kental aldı.

-                     Sizin vadettiğiniz mahsul dünyada görülmedi. Rezil olmayacak mıyız?

-                     Dünyayı az biliyorum, Uil’i iyi biliyorum. Şimdi gördüklerim büyü değilse, halkın sözüne inan, inanmazsan da her yerde Uil’in darı taşkını olduğunu bağıracağım...

Ermagambet:

-                     Öyleyse, kabulum. Tamam, eti getirin! Dedi.

Konuşmaları hiç ses çıkarmadan dinleyen kolhozlular aydınlandı ve tabaklara uzandı. Yalnız Şangirey eskisi gibi asık suratlı ve kızgın oturuyordu.

-                     Bu vaat da hayvanın kesilmesi ve etin yenmesiyle bitecek! Diye homurdandı.

Şangirey yemek yiyen kolhozlulara onlardan herbiri tam öküz yiyormuş gibi bakıyordu... Şıganak, durumunu farkedince yüksek sesle:

-                     Ye, Şangirey, ye! Dedi, Yalnız kulrengi öküzü değil, dünyanı tutan öküzü de kıyamet gününde kesilecek!

Herkes güldü ve Şangirey elini tabağına uzattı.

 

ALTINCI BÖLÜM

1

Eskiden beri aullarda ilk bahar hemen hemen her zaman çok zor bir zamandı. Çok idareli sahiplerin bile rezervden sadece at kemikleri ve bir torba darı kalıyordu. Toprak önce donuyor, sonra eriyordu. Ot hala çıkmıyor, hayvan zayıflıyordu. Evlerde çocuklar üşüyordu, ne odun, ne yemek vardı. Büyükler de kendini daha iyi hissetmiyordu.

‘Kurman’ kolhozunda ata tasasızlığı – ilk baharda rezervsiz kalmak –unutulmaya başladı, ama bu ilk baharda aulun kolhozluların çok öngürülmeyen zorluk vardı ve kolhoz devletten buğday taneleri borç almak zorunda kaldı.

Şıganak bütün kışı kendi işe dalarak geçirdi. Kuş gübresi topluyordu ve artık birkaç gündür sadece tek onun bildiği işle meşguldü.

İki gün önce herkes uyuyunca gizlice evden çıktı. Gökte bulutlar sürünüyordu. Zifri karanlıktı. Toprağa gömülen küçük fıçı çıkardı ve köy kenarına yuvarladı. Orada onu yine toprağa gömdü ve yeri gizledi.

Sabah sanki rasgeleymiş gibi oraya uğradı ve yerin güvenli olmadığını düşünüp fıçısını tınazın altına yuvarladı. Bugün o da ona yanlış geldi. Şafak sönmeden önce kalkınca yine fıçısını doğru istepe yuvarladı. Çıtırdayan buz ve kendi öksürmesi bile Şıganak’ı onu kimsenin göreceğinden korkara sürekli geri baktırıyordu. Ancak eski mezarlığın yanında auldan üç yüz adımda dinlenmek için durdu. Yorgun ve soluk soluğa olan yaşlı adam aulun tarafından gelen bir yabancının öksürmesini duyamadı. Fıçısını bir hendeğe gömdükten sonra orada uzun zaman için kalmadan gitti. Fakat yabancının gözü her şey gördü. Şıganak’ın gitmesinden hemen önce bir adam geldi, fıçıyı çıkarıp başka yere yuvarladı.

Şıganak ancak akşama kadar fıçının kaçırıldığını anladı. Parmağını acıyana kadar ısırıp hiç ses çıkarmadan eve gidiyordu. Dönünce Şıganak bayramlarda olduğu gibi bütün avluları gezmeye başladı. İki günde ekime hazırlanma bahanesiyle bütün kolhozu gezdi. Görünüşte sakindi, ama içinden dayanılmaz şekilde acı çekiyordu. Karardı, şaşkınlık içinde kendini oradan oraya atıyordu, başka aullara gitmeye karar verdi. Fakat bir şey düşünmeyen yürerken de bir avuç darıyı yiyen erkek çocuğa rasladı. Şıganak:

-                     Oğlum, bana ikram eder misin? diye seslendi ona.

Erkek çocuk ona birkaç tane döktü ve koşarak gitti.

Şıgank avucunda taneleri serdi.

‘Benim darım!’ diye içinden bağırdı.

Erkek çocuk tanıdığı evdendi. Şıganak’ın ilk düşüncesi koşmak, gürültü koparmak ve bütün köyü telaşa düşürmekti, ama kendini tuttu. Evinin damına çıktı ve akşama kadar çocuğun evini gözlemliyordu, ama şüpheli bir şey farkedemedi.

Güneş battıktan sonra Şıganak, nehrin kıyısında avcı gibi sine sine yürümeye başladı. Şüpheli evin arka duvarına kamışlarda saklanarak varıktan sonra saklandı oradı. Evde akşam yemeği yemeye başlandığını bekleyip pencereye baktı. İki kişi durup yavaş sesle konuşuyordu. Fakat sesleri duyulmuyordu. Konuşanlardan biri lambaya eğilip sigarayı yaktı. Şıganak yüzünü gördü. Kalbi endişeyle atmaya başladı.

‘Bu Token! Bu köpek buraya nereden geldi? diye düşündü, ekilmek için seçtiğim darının olduğunu akıl ederse onu yok edecek’.

Şıganak onları izlerken biraz daha durdu.

Token çabuk evden çıktı. O gittikten sonra kalanlara yemeğe başladı. Üzerinde yoğun buhar yükselenen kaseden yiyordu. Yemek yiyenlerden biri eğri yuttu.

-                     Sizi köpekler! Diye mırıldadı.

Uzun yıllar boyunca Şıganak yorulmadan tane tane bu darıyı topluyordu ve kararlı senede bütün bunları ekmek istiyordu, bu insanlar ise zor çabalarının meyvalarını yiyordu. Masada oturanlar ona en kötü canavarlardan daha kötü geliyordu.

‘Sizinle sonra konuşacağız. Önce varili bulmam lazım!’ diye düşündü.

O sırada buharlanan odadan kırık pencereden bir ses duyuldu. Adam lambanın zayıf yanıp sönen ışığında yüzü görülemeyecek şeklinde oturuyordu.

-                     Gitmek zamanı değil mi? dedi.

-                     Komşular yatsın, diye cevap verdi karısı.

-                     Baba, nereye gidiyorsun?

-                     Bir yere, oğlum. Uyu canım. Doydun mu?

Çocuk sakinleşti. Anne ve babasının sesleri daha net oldu. Erkek:

-                     Bir hırsız diğer hırsızı soyduysa, bunda kötü bir şey yok, ama yoksul adamı soyduysa?.. Zavallı ağlıyor olmalı! Dedi.

-                     Fakir çoktan aramaya başlardı. Tamam, ne olduysa o olsun, dedi kadın, Böyle vicdan azabı çekiyorsan al onu ve sahibine götür.

-                     Götürürdüm, ama sahibi kim olduğunu söylesene! Bu kahrolası darıdan dolayı neredeyse hapishane düşeceğiz! Diye yerinden kalkarak söyledi.

Küreği alıp evden çıktı. Şıganak onu gizlice izlemeye başladı.

Avlunun köşesinde sahip kül yığınları kazmaya başladı. Varilin evden çukura yuvarlandığını görünce Şıganak pususundan çıkmamak için kendini zor tuttu. Sahip varili gömdükten sonra sakinleşti eve döndü.

Şıganak işe hemen koyulmadı. İnsanları çağırmak, protokol yapmak, bölgeye bildirip hırsızı yok etmek istiyordu...

Şıganak: ‘Tane tane topluyorum, elimi ekmek için salladığım zaman kesmek istedi. Darı değil inci çaldı! Bütün mahsulü, bütün kolhozun ekmeğini çaldı. Onu kurşuna dizmek yeterince olmaz!’ diye öfkeyle kuduruyordu.

‘Sakinleş, sakinleş Şıganak, diye kendi kendisini sakinleştiriyordu, Bu zavallı önceden böyle işlerle uğraşmıyormuş. Görüldüğü gibi zorluk çekiyormuş. Sen, Şıganak, daha çok darı toplasan daha iyi; bu kadar kuvvetliysen Token’i yen!’, diye akıl yürütüyordu, sonra sessizce varil çıkarıp aulun uyuyan sokağında yuvarlandı.

İşte hayatının sonuna kadar Şıganak, bu adama temize çıkarmayıp ismini kimseye söylemedi.

 

2

İlk bahar ekmeyle ilgili ilçe komitesi bürosunun toplantısı uzadı. Erjan bir saat konuşuyordu. Oysa ki genel olarak konuşkan değil ve içine kapanık bir adamdı. Bu defa herkesi eleştirerek sadece kendisi hakkında bir şey söylemedi. Ancak sekreterin araması, Erjan’a zamanı hatırlattı. Erjan:

-                     Darı stokunun muhtelislerin hepsi mahkemeye verilmeli! Diye kararlılıkla bitirdi konuşmayı. Ermagambet ciddi ciddi:

-                     Herkes mi yargılanmalı? Diye sordu.

-                     Suçlarına hoş mı bakacağız?

Ermagambet, olumsuz biçimde başını salladı.

-                     Herkesin kötü niyetli muhtelis olması olamaz. Gerçek suçlu bulup onu kanuna göre cezalandırmalıyız.

Ermagambet, büro üyelerine döndü. Toplantıda Karibay ve Sergey Aleksandroviç de mevcuttu.

-                     İlçeye ürün kaldırmadan sonra geldim. Böyle duruma nasıl düştüğümüzü bana söyler misiniz? Suç kimde? ‘Kurman’ kolhozunda neden buğday taneler yoktu? Saniyorum ki, diye devam ediyordu, suç sadece kolhoz yönetmenlerinde değil, ilçe yönetmenlerde de var. Kişilere ayırım yapmadan gerçeği öğrenmeliyiz.

Karibay, yerinden kalktı.

-                     Öyleyse, açıkça söylemek gerekirse; ne yönetmenlerin, ne de kolhozluların suçu yok. Erjan Bolenbayev suçlu. Bize şişirilmiş planı vermişti. Bunun güçlerimizin üstünde diyorduk ona. Arkada kaldığımız için yüzümüze vuryordu. Erjan verim belirleme ilçe komisyonu başkanı olarak yine yanlış davrandı. Mahsul ortalama olarak üç kentaldı, o beşer sayıyordu. İşte şimdi onun politikasının sonuçlarını görüyoruz.

-                     Kendime bir tek tane bile almadım!

Ermagambet:

-                     Hükümet adına işi bozmak daha kötü! diye kararlı biçimde kesti sözünü.

Sekreterin sert eleştiriden sonra bile Erjan devlet aleyhine davrandığında ısrar etmeye devam etti.

Sonuncu olarak Sergey Aleksandroviç sözü aldı.

-                     İlçemiz hala hayvancılık sayılır. Devlete vermek yerine sık sık devletten alırdık. Balenbayev, bölge özelliklerini göz önüne almayarak tarım bölgelerine eşit olmak istiyor. Fakat bir tek bürokratik ve idari yöntemlerle yönetmelerle eşit olamazsın. Tarımda gelişme için yeni ve yaratım yolları lazım. Onları Şıganak şeçiriyor. Bu yollardan giderek belki başarılı oluruz. Bolenbayev, obkomun direktiflerinden sonra bile Şıganak’ın girişimlerini kabul etmiyor. ‘Kurman’ kolhozunun istediği arsa başka kolhoza verildi. Bu yüzden bu yıl içinde su pompalama makinesini iki defa taşımak zorunda kaldık ve tarla sulama sistemi iki defa yeniden ayarlıyorduk.

Ermagambet, konuşmanın bilançosunu yaptı.

-                     Şimdilik burada kendimiz için ekiyoruz. Fakat Bolenbayev bölgeye bir rapor gönderdi. Ona göre kendi ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra devlete tarımsal üretim fazlası verebiliriz...

Erjan, Ermagambet’in sözünü kesti:

-                     Bu raporu imzalayan bir tek ben değildim. Eski raykom başkanı onu benden önce imzaladı.

-                     Biliyorum, dedi Ermagambet, Payını aldı artık, şimdi sizden bahsediyoruz. Açıkça gerçekte olduğundan yüksek gösterilmiş plan verdiniz. Yoldaşlar, bütün bunları bugünkü kararnameye yazılıp obkoma bildirildi.


 

3

Merkezden uzakta bulunan ve sakin sakin yaşamaya alışan Uil şimdi heyecanlanıyordu.

Büyük tuğla ambarın kapısı ardına kadar açıktı. Önünde ‘Kurman’ kolhozundan innsanlar sıkışıyordu. Son baharda, ürün kaldırma günlerinde buraya bütün yanlarından buğday akıp ambarları doldururken insanların yüzleri neşeliydi. Buğday teslim edildikten sonra her kolhozda bayram yapılırdı. Şimdi ise tohum borcunu alan ‘Kurman’ın kolhozlularının yüzleri asıktı. Çok az zaman kaldı. Önlerinde ağır ilk bahar çalışamaları vardı. Çok emekçiyi geciktiren fazla uğraşmalara nasıl üzülmemeliydi!

Obkom sekreterinin çağırması üzerine Şıganak genç bir atla tırıs gidiyor.

Şehrin tam girişinde küçük bir sel yarığında Amantay ve Oljabek’e rasladı. İkisi diz kapağına kadar sıvanan pantolonlu çıplak ayaklıydı. Çukurda takılıp kalan at arabasını çekmeye çalışıyordu. Oljabek yüksek sesle bağırıyor, Amantay ise küfrediyordu. Şıganak, Amantay’ın Oljabek’i azarladığını düşündü ve sertçe kaşlarını çattı. Amantay, biraz mahcup olunca:

-                     İyi günler! diye selamladı.

Şıganak selamına cevap vermedi.

-                     Kime küfür ediyorsun böyle?

-                     Erjan ve Token’den başka kim olabilir ki?

Şıganak, attan inerek güldü.

-                     Dur Erjan’a bir antayım! Diye şakadan tehdit etti.

-                     Artık sizi duyamaz.

-                     Ne oldu?

-                     Oyboy, öyle çok şey oldu ki!..

Şıganak at arabasını çırmalarına yardım etti ve acele etti.

Telsiz telgraf – uzun kulak[33] - bütün gücüyle çalışıyordu.

Erken sabah toplanan raykom idaresi öğleden sonra bitti, ama ‘uzun kulak’ kendisi toplantılara katılmış.

Halk dairenin kararını ve ilçeye ‘büyük adam’ın neden geldiğini hemen hemen tamamıyla öngördü.

Şıganak raykoma varıncaya kadar kim işten çıkarıldı ve kime kınama cezası verildiğini biliyordu. Şıganak memnundu, ama Token’in neden yerinde kaldığına şaşırdı.

Sekreterin çalışma odasına girince Şıganak Token’i gördü. Obkom sekreterin sağında oturuyor ve ona Şıganak’ı övüyordu. Vasiliy Antonoviç, Şıganak’a elini uzatarark:

-                     Hoş geldiniz! dedi. Nasıl oldu, tohum vermek yerine kendiniz onu alıyorsunuz? diye sordu.

Şıganak:

-                     ‘Cömert veren değil, alandır!’ öyle bir deyim var. Alabilen verebilir, diye şakayla cevap verdi.

-                     Başka bir deyim var, yanılmıyorsam: ‘Bir arap atı için kamçı bile yük!’. Şimdi sizin koşma yarışınızın yılı. Sonra yüğe şikaye etmeyin.

-                     Büyük gemiler de olur, onları deniz kaldırır.

-                     Bir düğüm kadar demiri okyanus bile kaldırmaz.

Şıganak:

-                     Doğru, diye cevap verdi, Dorğu söylediniz. İyi ki demir parçası atıldı. Buna çok sevindim.

Sekreter ona baktı ve bir şey cevap vermeden iş konuşmasına geçti:

-                     Vaadinizi yerine getirmeniz için ne yardım lazım size?

-                     Sağ olursak, vaadimizi yerine getireceğiz nasılsa. Ne kadar çok versek de denizde bir damla gibi olur. Diğerlere bir örnek olursak, işte o zaman bolluk göreceğiz. Birkaç söz söylemek istedim.

-                     Söyleyin.

-                     Makinem şimdi genç bir gelin gibi. Herkes ona bakmak için geliyor. Her kolhozda kendi gelin varsa iyi olurdu!

-                     Size daha dört makine göndermeyi düşünüyoruz. ‘Beş gelinli’ aul olacaksınız.

Şıganak:

-                     Çok güzel! Yaşlandığım halde gelinlerden vazgeçmem, diye gülümsedi, Şunu daha söyleyecektim. Sizin Aktübinsk bizden şimdi Mekka’dan daha uzak. Onu daha yakın yapamaz mıydınız?

-                     Bunu daha önce hükümet ve parti düşündü. Kandagaç ile Guryev arasında demir yolu, Aktübinsk ile Uil arasında otomobil yolu yapılmaktadır. Uçakla ise buraya Aktübinsk’ten iki saatte geldim. Siz de böyle araçları kullanabilirsiniz. Tabi ki en zor şey sizin bölgenizde yollar yapmaktır. Fakat kaygısız yöneticiler işten çıkarılmıştır. Demek ki bu da düzeltecek.

İhityar, ‘büyük adam’a hayran hayran baktı.

-                     Başka isteyecek şeyim yok.

Sekreter, burada oturan Sergey Aleksandroviç’e:

-                     Tarım uzmanı yoldaş, diye seslendi, bilim bu adama nasıl yardım gösterdi?

Sergey Aleksandroviç:

-                     Şimdilik tek bir şeye kanaat getirdim, diye cevap verdi, bütün bölgeyi onun seçtiği tohumla sağlarsak kocaman buğday rekoltesine anahtar bulmuş olurduk.

-                     Abartmıyor musunuz?

-                     Bu sadece benim fikrim değil. Önlü bir akademisyenle yazışıyorum. O da aynısını düşünüyor.

Sekreter:

-                     Akademisyen boşuna söylemez, diye kabul etti ve Şıganak’a döndü, Ne kadar böyle tohumunuz var?

-                     İki-üç hektar için yeter.

-                     Beş sene içinde bu kadar mı topladınız?

-                     Eh, tarakla değil, parmaklarımla seçip birer tane topluyordum! Diye gülümsedi Şıganak ve dikkatle ve ciddi ciddi tarım uzmanına baktı, Daha o zaman bu genç adama bir avuç tohum verince, Bunun boşuna olmadığını düşündüm. Aslanım beni bilimle buluşturduğun için sana çok müteşekkirim!

Sekreter:

-                     Tamam, Token yoldaş, siz neyle yardım ettiniz? Diye sordu.

-                     Vasiliy Antonoviç, diye hık mık etti Token, bildiğiniz gibi yardımım suyla ilgili.

Şıganak, cevabının sonunu beklemeden yüzünü çevirdi. Sekreter bun farketti. Token:

-                     Suyu Şıganak’ın istediği yerden veriyorum. Kendisi suyu çekip çevirir, diye bitirdi cevabını Token.

-                     Ermagambet, ya siz nasıl? Şıganak’la çok sık mı görüşüyorsunuz?

-                     Görüşüyorum tabi.

-                     Buraya gelişinizden sonra kaç defa?

-                     Bugünküyle beraber üçüncü...

Oda sessizliğe daldı. Dışarıdan ses gürültüsü geliyordu.

Vasiliy Antonoviç, aynı zamanda herkese hitap ederek net ve sert bir sesle konuşmaya başladı:

-                     Bölgenizin durumu hakkında görüşüldü artık. Tedbir alındı. Şimdi ise Şıganak’a gelince, ileride suyla yanlışlıklar olursa, politik önemi olan soruna gibi bakacağız. Şıganak’ın taleplerine göre tarımsal yardım hemen gösterilmeli. Kendisi istemezse, kabul ettirmeyin. Ona tam eylem özgürlüğü tanıyın. Ermagambet yoldaş, ben, Aktübinskteyken Şıganak’la üç defa konuştum. Siz ise onun yanındayken lütfedip ona üç defa dikkat verdiniz. Bu çok az, diye bıçakla kesmiş gibi sonuçladı sekreter ve kalkıp vedalaşınca giyinmeye başladı.

Şıganak bütün düşünceleri söyleyemediğini düşündü ve obkom sekreteri uğurlamaya gitti. Vasiliy Antonoviç, Şıaganak’a dönünce:

-                     Şıka, dönün, iş gününüz boşuna gitmesin, dedi, Bana daha sık yazın. Sizinle bağlantımızı güçlendirmeliyiz. Şimdilik ise hoşçakalın, diye ona elini izattı.

Şıganak, elini vermedi.

-                     Koyunumun başından yemeyinceye kadar gitmenize izin vermem!

Vasiliy Antonoviç mahcup oldu. Koyun başını yemek için zamanı var mı? Fakat o Atbasar doğumluydu ve Kazakça’yı ve gelenekleri herhangi bir Kazak gibi biliyordu. Bu ihtiyarın misafirperverliğinden vazgeçerese onu kıracak.

-                     Çok acele ediyorum, diye cevap verdi ve birden duruladı...

Şıganak’ın Kazak geleneklerine bu kadar titizlikle uyduğunu bilmedi.

-                     Eh, ‘büyük adam’, hayat ecelesiz de geçer. Boş zamanında herkes daveti kabul eder, siz ise koşuşmalarda ona zamanı ayırabilin. Bugünkü gün yarın tekrarlamaz. Verdiğini kullanın.

İhtiyarı dinlerken Vasiliy Antonoviç yaşlı adamı kendisini düşünüyordu. Hem koyun başını, hem de ekim kampanyasını unuttu.

-                     Aulunuza uzak mı? diye sordu.

-                     İşte bu tepenin arkası.

-                     Tamam, gidelim.

Kimseye söylemeden, havaalanına uğramadan aula döndüler. Uil’in kıyısından geçen yoldan değil istepten gittiler. Pelin kokusu havadaydı. Atları tırıs gidiyordu.

Şıganak’ın ‘bu tepenin arkası’ sözleri mesafenin bu kadar küçük olduğunu hiç göstermiyordu. Bu yerlerin uzaktan görülebilen iki belirtisi olan Şubartau tepesi ve barkanların güzel kayrak kumları çoktan tepenin arkasından kaldı, atlılar ise hala sonsuz denizi andıran istepte gidiyordu. Aklına gelen her şey konuşuyordu. Vasiliy Antonoviç:

-                     Geçitler tepeli ve kısa olur, bu ise düz, bir türlü varamıyorsun, dedi.

Arka’nın görkemli toprağına alışmış olan sekreter herhangi bitkiden yoksun olan çıplak istepin monotonluğundan yoruldu. İstepten hoşlanmıyordu, ama bunu söylemedi.

Şıganak:
- İstep açsa bile buranın otu sulu ve yağlı! Diye toprağını övdü.

Uzakta, ingin yerde bir nokta gibi aul belirdi.

-                     İşte bizim aulumuz!

-                     ‘Bu tepenin arkası’! Bu otuz kadar kilomtre olecek.

-                     Otuz beş sayılır, ama ‘tepenin arkası’ dedim, o da bitiyor.

-                     Memleketimizde ovaların sonu yok, burada ise tepeler ovalar gibi sonsuz.

Şıganak:

-                     Haydi, daha kısa yapalım yolumuzu, dedi ve atını dört nala koşturdu.

Birbirinin önüne çıkmayarak dört nala gittiler. İleride bir yerden bir kurt çıktı, ama hemen kayboldu.

-                     Başarılı olursunuz! Kurt acımasız, ama yolu yumuşak, tavşan yumuşak,ama yolu ağır. Yılana raslanırsa, daha iyi...

Vasiliy Antonoviç, son defa ata bineli çok zaman oldu. Ancak şimdi vücudun ne kadar ağır ve gevşek olduğunu anladı. Atlar giderken ancak bir söz söylemek değil, soluk soluğaydı bile. Aula yaklaşırken:

-                     Şıka, duralım. Koyun etiniz olmadan bile çok dert çektmişim.

Aula yaklaştıkça Şıganak kendini daha mahcup hissediyordu. ‘Büyük adam’ geliyor, ama aul bunu bilmiyor. Vasiliy Antonoviç’in herhangi düzensizlik veya aksaklıkları fark edeceğinden korkuyordu.

Misafir, düşünceleri bilmiş gibi:

-                     Aulda gelişim hakkında biliyorlar mı? diye sordu.

-                     Bilmiyorlar. Evde de söylemedim. Sizin gelip gelmeyeceğinizden şüpheleniyordum. İşte buna sıkılıyorum...

-                     Yok bir şey, mancup olmayın. İyi ki kimse bilmiyor. Kimseye söylemeyin.

-                     Bu kadar ‘büyük adam’ı nasıl saklayayım ama?!

-                     ‘Büyük’ olarak gelmek yerine, ‘küçük’ olarak gelmek istiyorum ve her şeyi olduğu gibi süs olmadan görmek istiyorum. Şıganak:

-                     Tartışmaya cesaret edemiyorum, dedi.

Aula ‘tanrı misafiri’[34] gibi girince, atlardan indiler.

 

4

Akşam oluyordu. Oda yarıkaranlıktı. Küçük pencereden çok az ışık giriyordu.

Şıganak, misafiri için battaniyeyi serdi, yastığı koydu ve çıktı.

Küçük lambanın zayıf ışığı, döşemeyi görmesine izin varmiyordu. Duvarda bitirilmil ağlar. Eski dombra (müzik aleti) yatağın başında duvara yaslanmıştır. Vasiliy Antonoviç’in gözleri sadece bunu kavrayabiliyordu. Döşemenin tuğla olduğunu farketti. Vasiliy Antonoviç:

‘Bu memlekette tahtalar altından daha kıymetli, diye düşündü, Yaşlı adam sade yaşıyormuş!’

Koyunu kesen Şıganak girdi. Bu memlekette ev sahibi, kesilmeye mahkum koyuna hayır duası istenilmez, kendisi onu kesiyor, bu kadar.

Vasiliy Antonoviç, Şıganak’ın girdiğini ve koyun hakkında bir şey söylemediğini görünce: ‘Koyunu bulamamış ve utanıyormuş’ diye düşündü.

-                     Şıka, et istemiyorum. Onu pişirmeseniz, zahmet etmeseniz boşuna, dedi Vasiliy Antonoviç.

-                     Sağlığınıza diğerleri yiyecekler! Çay içinceye kadar et hazır olacak. Gencecik koyunun pişirilmesi uzun olmaz!

O anda birbirini itip gürültü ederek odaya Amantay ve Janbota koşarak girdi. Amantay, odaya girdikten sonra:

-                     Şıka, ne zamana kadar bu kızdan gücenikliğe dayanacağım?! diye bağırdı.

-                     Ne oldu?

-                     Bütün keskin ketmenleri aldı...

-                     Seni ne zaman onları bilemeni istedim ki?! Ketmenler benim.

-                     Nasıl senin? Ne demek senin? Onlar sana miras mı kaldı?

-                     Evet miras kaldı. Geçen sene onlarla çalıştık, bu sene de onlarla çalışacağız!

-                     Hayır, çalışmayacaksınız! Bedava bileci buldu kendine!

Şıganak:

-                     Daha sakin konuşun, burada yabancı adam oturuyor, diye sözünü kesti.

Misafiri görünce ikisi sustu. Misafir onları ilgilendirdi. Vasiliy Antonoviç, tartışanları coşturmak istedi.

-                     Şıka, ben yargılasam, diye istedi.

-                     Tamam, çok iyi. Yabancı her zaman yansız.

Misafir, münakaşacılara:

-                     Ya siz yargıç olduğumu kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Amantay:

-                     Bakalım, dedi, ama yüzünün ifadesinden aleyhine yargılanmazsa razı olmayacığı belliydi.

Şıganak:

-                     Ne inatçı adam! Dedi, Yargıç isteğini göz önüne almak zorunda mı?!

-                     Sert adam olduğunu kanıtlayacak, diye kızdırıyordu Janbota.

-                     Kanıtlayacağım. Tüfeğin erkeğe emanet edilmesi boşuna değil.

-                     O zaman sana ketmen lazım değil, savaşmaya git.

-                     Sana inek verildikten sonra ketmeni sevdin.

-                     Sevdim. Düvem inek oldu artık, yakında buzağılayacak.

-                     Çok tepinme! Kendin...

Şıganak, Janbota için mahcup oldu ve Amantay’a bağırdı:

-                     Ahlaksız, çok gevezelik yapma!

Janbota:

-                     Şıka, o Karibay’ın deli devesi gibi kuduz, bir insan görünce hemen saldırıyor, dedi, Bağlanmazsa, insanları sakatlayacak.

Herkes güldü. Amantay da kahkahalarla gülmeye başladı.

-                     Çoğu razıysa birine sorulmaz. Bunun için sustum, ama sen değerli misafirim bu kızı savunma. O kız değil, tilkidir. Sizi kandırıp aldatacak.

Vasiliy Antonoviç:

-                     Adil omaya çalışırım, dedi, İkiniz yaşıtsınız ve coşkunlukta birbirinden aşağı kalmazsınız. Cinsiyet farklılığını da ötede bırakalım. Sizlerden kiminin daha çok emekgünü var? Kazaklar birinciye saygı gösterir. Janbota ile Amantay:

-                     Sen söyle!.. Hayır, sen söyle! Diye yine tartışmaya başladılar.

Onlardan kimi söylerse söylesin, ama kavga kaçınılmazdı. Şıganak:

-                     Tam üstüne bastınız. Öyle bakılırsa bütün kavgaları birinciliğe inhisar ediliyor. Onlardan kiminin birinci olduğunu bilmiyoruz. Son bahar yarışmasında Janbota birinci çıktı ve ödül olarak inek aldı, ama yıllık sonuçlarına göre Amantay’ın daha çok emekgünü var. Siz yargılayın nasılsa, birini birinci yapın, yoksa onlardan rahat olmaz.

Vasiliy Antonoviç, hem karnındaki ağrı, hem alışılmamış sarsılmadan kemiklerinde kırıklığını, hem de bütün acil işlerini unuttu. Kıpkırmızı oldu, gözleri gülümsüyordu. Sevince kapıldı – kolhoz emeği insanların bilincine girmeye başladı.

‘Ketmenlerin yüzünden tartışma, yarışmadır!.. Emekte yarışma ise, şerefte, refahta yarışmadır. İlk bahar ekim ne kadar zor olursa olsun, bunlar başaracaklar! Janbota, Amantay ve Oljabek’i yetişen bu esmer yaşlı adam neden Ayaz-biy[35] olmasın! Ya bu ikisi! Masallarda kayayı kıran kılıçlara benziyorlar... Onlrala kırmayı bilmek lazım ama!’ diye düşünüyordu.

-                     Şimdilik aranızdaki birincilik sorunu açık bırakalım, dedi, işinin muhasebesini yaptıktan sonra yılın sonunda belirleyelim. Şimdilik ise aranızda ketmenleri paylaşın. Bu herşeyden daha doğru olacak.

Amantay:

-                     Kabulüm, dedi, ama ketmenlerimi bilemeli.

-                     Sen ise bilediğime hayran hayran bakacak mıydın?

Şıganak, kavganın yine başladığını farkedince:

-                     Tartışma, dedi, yabancı ketmenlere sarıldığın için kendin suçlusun.

Amantay:

-                     Herkes, kızı savunuyor! Dedi ve yerinden fırladı. Janbota’yı kolundan kapık kendine çekti, haydi gidip ketmenleri paylaşalım!

-                     Gidersiniz biraz sonra. Burada misafirle oturun. Şimdi almazsam, sonra hiç vermez!

Janbota:

-                     O sivri sinek gibi rahat bırakıncaya kadar vızıldayacak. İyisi gidip hemen vereyim, dedi ve ikisi çıktı.

Şıganak garip ilişkileri hakkında anlattı.

-                     Onlar şaka mı ediyor, yoksa ciddiden mi böyle anlamıyorum. Gündüz her zaman öyle davranıyor, ama bir defa onların istepte oturduklarını gördüm. Orada da mı tartışıyordu? diye sordu.

Tek başına kalınca, misafir ve ev sahibi farklı konular hakkında sohbet ediyordu. Masa örtüsü serilince daha sekiz kişi girdi. Onlardan kimi misafirler, kimi aile üyeleri olduğunu anlamak zordu. Misafir, Şıganak’a:

-                     Beni ailenizle hala tanıştırmadınız, diye seslendi.

Yaşlı adam Zaru ve Eleusin’den başladı, kızlarının adlarını söyledi; Akjıbek, Akpal, İlgen, sonra oğullarının adlarını söyledi Ait, Jakip, Jusup, Şayhi ve burada bulunmayan aile üyesinin adını da söyledi.

-                     Büyük oğlum Mahmut, mühendis olmak üzere eğitim görüyor. Bu yıl bitiriyor öğrenimini.

-                     Bunlar nasıl okuyorlar?

-                     Ait zootekni uzmanı, Jakip dokuz sınıf bitirdi, Akpal sekizinci sınıfta, ama öyle geliyor ki ketmenden bilimlerden daha iyi anlıyor. Geri kalanlar da okuyorlar... Varislerim var, büyük adam! Darı bakılmak ister, çocukları yetiştirmek de kolay değil! diye yargıya vardı Şıganak.

Diğer misafirler Şıganak misafire büyük adam neden söylediğini anlamayarak şaşkınlık içinde önce Şıganak’a, sonra Vasiliy Antonoviç’e bakıyordu. Onun hakkında kendi ailesine bile söylemedi. Şimdi ağzından kaçırdı, ama bunu anlayınca kaçınmaya çalıştı.

-                     Arka’dan insanlar büyükü, kemikli. Ketmenle kamburlaştırılan bize denk olmaz. Bu yüzden size ‘büyük adam’ dedim...

Vasiliy Antonoviç yemekle uğraşmaya başladı. Her şey darıdan hazırlanmıştı. Misafir ve Şıganak kendisinden başka herkes darıyı suda ıslatıp yiyordu. Ekmek yoktu ve kimse ona ihtiyaç duymadı. Darı her şeyin yerine geçti. Misafir:

-                     Sizin darınız mı bu kadar lezzetli, yoksa tadı ekşi kremdan mı? diye sordu.

-                     Darı. Çaya koyulursa ekmek ve sütün yerine geçer, süte koyulursa – yağ olur, kuru olarak yenirse – yiyecek ve içecektir o! diye övüyordu onu Şıganak.

Herkesçe katılan darıdan konuşma uzun sürdü. Alışkanlıkla köydeşler birbiri ardından girip çay içmeye oturuyordu. Biri kapıyı yarı açıp edep gereklerine uyarak eşikte durdu. Sadece burnu görünüyordu. Şıganak:

-                     Buyurun, Şangirey, buyurun! diye çağırdı.

Amantay’la Janbota geri döndü.

İnsanların sayısı artıkça Şıganak daha neşeli, daha ateşli oluyordu. Her zamanki gibi mevcut olanlarla elay edip şaka yapmaya başladı. Şıganak, masanın başında oturan yeniyetmeye:

-                     Burada oturanların hepsi kolhozun etkin üyeleri. Bizim önlü insanları şarkılarla tanıtmak geleneği var. Haydi onları misafirimize tanıt! dedi.

O dombrayı eline alıp birine sesi ve hareketleriyle taklit ederek şarkı söylemeye başladı. Kupleyi bitirdikten sonra ince boynunu çevirip başının sallanmasıyla şarkının kimi anlattığını gösteriyordu, başkaları gülüyordu.

Çok uzun burnu var!

Her şeyi kaçırmaz o.

Kolhozdan Şangirey,

Zenginleşmeye acele ediyor...

Neyse biz de burada yaşıyoruz!

Zenginlikten insanlar daha kötü olur!

 

Janbota, sen bütün yıl

Bir şeyle uğraşıyorsun!

Amantay kırılma –

Dış görünüşünde savaşçısın

‘Benden kim önde olur ki?’

İşte ise sen – bay-bay!

 

Kabış oturuyor ve bıyığını okşuyor..,

Konuşmada hiç korkak değil o,

Her şey bilir diye,

Hiç bir şeyden hoşlanmıyor,

Bu yüzden çöp toplamaya başladı...

 

Kudurduysa – yaban domuzu gibi,

Kırarsan – azılı kvagacı değil,

Alçakgönüllü ve sakin bir adam,

Jamal’ı özlüyorsa bile

Yardım etmediği insan yok

Bizim arkadaşımız Oljabek!

Bazı dinleyiciler kahkahayla gülüyordu, şarkının anlattığı kişiler de mahcup mahcup gülümsüyordu. Akın, bu iğneli sıfatları onlara yapıştırmış sanki.

Vasiliy Antonoviç, neşeyle Şıganak’a baktı.

-                     Bu şarkıyı kim yazdı?

-                     Akın Nurpeş. Raslantı sonucu Şangirey’e geldi, o da ona koyun başının yerine at yanağı verdi. Yemek önüne koyulunca, Nurkeş bıçak yerine domraya sarıldı ve bu şarkıyı besteledi.

Şangirey:

-                     Bırakın şunu, Şıka, hepsi sizin uydurmalarınız! Diye hırçın hırçıh homurdandı.

Gitmeye davranıyormuş gibi yerinden kalktı.

-                     Yapıray! Akın’ın dili kontrolümün altınd mı? Kabış’ı da az kaldı öldürecekti, ama o dayanıyor, zavallı.

Kabış farklı işlerle uğraşmaya çalıştı, ama hiçbirini başaramayıp yün ve ham madde toplanmakta durdu. Konuşkan yaşlı adam çok az emek günü çalıştı, bu yüzden misafirden utanarak konuşmayıp susuyordu.

Vasiliy Antonoviç, yeni konuşmalar ve şakaları çağırmaya çalışıyordu. Saat çok geç oldu. Vasiliy Antonoviç, Şıganak’la temiz hava almaya çıktı. Şıganak:

-                     Kendim sizi götüreceğim, dedi.

-                     Hayır, siz kalın. Oljabek nerede?

-                     Gecegündüz buğday götürür.

-                     O zaman onu ilçe merkezinde göreceğim. Yoruldum ama, atla gidemiyorum, atı arbaya koşar mısınız? Amantay’la Janbota beni götürsün.

Şıganak, duraksadı, bir şey söylemek istediği belliydi. Vasiliy Antonoviç bunu farketti.

-                     Ne var, Şıganak?

-                     Bizi Erjan’dan kurtardığınız için teşekkür etmek istiyorum.

Sekreter:

-                     Ortak yaramız için bunu yapmam lazımdı, dedi.

-                     Ortak yaramız için daha bir kişi kaldırmak lazım, diye biraz tereddüt ederek, ama daha cesurca dedi Şıganak.

-                     Kimi? Doğru söyleyin. Size yardım edeceğiz.

-                     Su teknisyenimizi Token’i.

-                     Onu çok iyi tanıyorum. Biraz sabrediniz. Şıganak:

-                     Onu iyi tanıyorsanız, rahatım! Diye sevinerek haykırdı ve sekreterin elini sıktı.

İkisi eve girdi.

Et hazırdı. Yemekle çabuk baş edip iki kişilik arbayla üç kişi olarak gittiler. Amantay için yer yoktu. Zar zor arbanın kenarına oturdu ve dizginleri aldı. Daha auldan çıkmadan olağan tartışmaya başladı.

-                     Sırayla süreceğiz.

Bu tartışma Uil’e geldiklerinde bitmedi. Yatıştığı zaman Vasiliy Antonoviç, onu yine coşturuyordu.

Öukurlu yol, karanlık gece, gençlerin tartışması, Vasiliy Antonoviç’in uykusunu kaçırdı. Dinleyip gülümsüyordu.

Şıganak’ın evinde kalan misafirler, sahibin çevresini alıp raslantı sonucu gelen ve çabuk ayrılan misafir hakkında soruşturuyordu. Şıganak:

-                     Bu obkom sekreteriydi, diye sakin sakin söyledi. Herkes inanamayarak donup kaldı.


 

5

 

İlk bahar geldi. Toprağın kuru kabuğu gevçetti. Çiçeklenen sarı istep titreyen sis içinde gülümseyerek uzanıyor. Güneş istepe sanki ‘Seni kuruyup yakarım’ diyormuş gibi ortalığı kavuruyor. ‘Hayır sana biti dikeceğiz’, diye ketmenlerle silahlanmış kolhozlular çalışıyor.

Kıyının boyuna tarım uzmanı geliyor. Arada bir attan inip kamçısının ucuyla toprağa dokunuyor. Doru atı yoruldu. Ondan gerek iniyor, gerekse biniyor, hiç bir sürülmüş tarlayı kaçırmadı. Ner şey hakkında not alıyor.

Tarlarda çalışan ‘Kurman’ kolhozlularına varıncaya kadar yoruldu ve büküldü, başı bir yandan diğer yana sallanıyordu. Amantay ona:

-                     Hey, kırılacaksın! Diye bağırdı. Janbota Arkadaşını destekledi:

-                     Burnunu kıracaksın.

Onunla daha çok alay etmek için zamanı yoktu. Şakalar için bu kadar uygun isbetini kaybettikleri için ona üzülerek zaman zaman dönüp bakıyordu.

Sergey, gülümsedi ve eyerde doğruldu. Şakacıları neşeli alayına darılmadı. ‘Konuşsun, yeter ki güvenlerini kazanıp onlarla daha yakın olayım. İnsan, dili ve toprağını bileden iş olmaz’ diye düşünüyordu. Sürülmüş tarlanın önünde durdu. Burada çalışan Oljabek ona dikkat bile etmedi. Gömleğinin bir kolu üstündeydi, diğeri ise arkasında sallanıyordu. Sağ kol ve omzu çıplaktı. Ok gibi doğru saban izinde geri bakmadan yavaş yavaş yürüyordu. Harektleri hesaplanmış ve mevzundu. Taneleri serpiyor gibi ekiyordu.

Sarı sürülmüş toprağa beyaz darı taneleri düşüyordu.

            Tarım uzmanı kehdi gözlerine inanmıyordu. Hayatında ilk defa ekim yapanın elinin bu kadar düzgün şekilde taneleri dağıttığını görüyordu. Oljabek’in eli eşi görülmemiş yapısı olan ekme makinesi gibi görünüyordu. Tarım uzmanı ekim yapandan gözlerini ayırmayaraj arkasından gidiyordu.

-                     Günde ne kadar ekiyorsunuz?, diye sordu.

Oljabek, cevabı geciktirdi. Gözleri ileri bakıyordu. Durmadan yürüyordu.

-                     Şıganak biliyor, diye cevap verdi.

-                     Bir hektara ne kadar ekiyorsunuz?

-                     Şıganak biliyor.

-                     Yoksa gerektiği gibi mi ekiyorsunuz?

-                     Şıganak biliyor.

Segey atını döndürdü. ‘İşte konuş bakalım böyle bir adamla!’ diye üzülerek düşündü.

Fakat Oljabek gerçeği söyledi. Bir gün çok ekiyordu, diper günü az, bazı arsalara çok ekiyordu, diğer arsalara ise az, bazılarına ise çok az ekiyordu. Bütün bunlar da Şıganak’a bağlıydı. Fakat Şıganak hiç bir şey doğru dürüst açıklamıyordu. ‘Toprak bilir, zaman bilir’, diye hileye başvurup kaçınıyordu ve Oljabek, onu sormadan artık söylediklerini yerine getiriyordu.

Şıganak’a yaklaşınca Sergey hemen Oljabek hakkında konuşmaya başladı.

-                     Ustaca ve kusursuz biçimde ekiyor, ama müthiş kaba saba herif.

-                     Hayır, o öyle değil, ama çalışırken hiç bir şeye dikkat etmiyor, diye gülümseyerek arkadaşını savundu Şıganak.

Demin yapılmış ahşap silindire at koşuulmuştur. O ata Şıganak bir erkek çocuğu bindirdi ve yürürken Sergey’le konuşarak bir yere sürdü. Sergey:

-                     Ne yapacaksıznız? diye sordu.

-                     Sürülmüş tarlayı silindirle düzleyeceğim.

-                     Düzlemek mi? Olur mu hiç? Toprak yumuşak ve gevşekse ekinler daha kolay uç verecek.

-                     Hayır, toprak aşırı derecede gevşek olursa, rüzgarla daha çabuk kurur. Onu biraz sıkılaştırıp düzlersek daha kolay sulanır ve ekin daha doğru sürer.

-                     Bu bilime karşıdır.

-                     Bilmem, ama ekinler için bunda büyük fayda var.

Sürülmüş ve ekilmiş arsaya varınca Şıganak sindiri sürdü. Sergey: ‘Ekinleri bozar!’ diye üzülerek düşündü. Bunu yapmayı yasaklamak hakkı vardı, ama Vasiliy Antonovıç’in ‘bütün eylem serbestliği vermek’ sözlerini hatırladı. Şıganak da bu sözlerine sıkıca sarılıyordu. Tarım uzmanı not defterini çıkarıp bir şey yazmaya başladı.

-                     Bana zabıt mı tutuyorsun?

-                     Milis değilim.

-                     Sence olsun. Bu kenardan iki sopa genişliğindeki şeridi silindirilmemiş bırakacağız. Hasak vaktinde bakalım.

-                     Tamam, diye cevap verdi Sergey.

Şimdi ise silindirin her şeyi bozduğunden ve Şıganak’ın ekinlerini yok ettiğinden emindi. Fakat tartışmadı. Artık bu inatçı yaşlı adamın işlerine karışmamaya ve alargadan seyretmeye karar verdi. İhtiyarı övünerek:

-                     Yoldayken tarlalara bakıyordum. Derin sürülmüş – yirmi iki santimetre ve boş arazi yok. İyi tırmıklamıştır, diyordu, Sürme ile ekme arasındaki süreye uyulur mu? diye sordu.

-                     Farklı olur. bazen buna bakmıyoruz, diye cevap verdi Şıganak.

Sergey isyan etti:

-                     Neden bilimi hesaba almıyorsunuz?

-                     O, toprağa ve ekinelere bakılmaktan ibaret değil mi?! Kitaba sarılıp oturuyorsunuz, ama hava kitap kurallarına tutunmuyor. Gerek açık, gerek se kapanık olur, bazen yağmur yağar, bazen de soğuk olur. Böyle havada ekilemez, tane cansız kalacak. Toprak sıcaktan boğucu olduğu zaman ekiyorum.

Süreleri kaçırarak artık rüzgar etkisiyle aşınmış toprağa ektikleri için endişelenen tarım uzmanı Şıganak’ın cevabını duyunca biraz rahatladı.

İleride, biraz ötede büyük insan grubu çalışıyordu. İkiye ayrılan kadın ve erkekler arsayı hazırlıyordu. Tarla savaş yerini andırıyordu. Partorg (parti düzenleyici) Karibay bir yargıç gibi barıştırmak istiyormuş gibi kamplar arasında geziyordu. Şıganak’la Segey çalışanlara yaklaşınca kadınlar gürültü yaparak onların etrafını aldı. Şıganak’ın kızı:

-                     Şangirey onlara su daha erken verecek! Diye darılarak söyledi.

-                     Su vermiyorsa grup başı olmanıza gerek yok! diye bağırdı Eleusin.

-                     Neden sonuncu olmalıyız?

Şıganak:

-                     Belki bu gerçek değilmiş, diye coşturuyordu onları.

-                     Karibay yalan söyleyemez!

-                     Şangirey, evirip çeviriyor olmalı!

-                     Suya da acıyor artık.

Kadınlar, Şangirey’i azarlayarak:

-                     Janbota gelecek görecek o! diye bağırıyordu.

Kadınlar, Janbota ile sürülen arazide, erkekler ise Amantay’ın arazisinde çalışıyordu. Suyu daha erken alan arazide daha çabuk ekinler sürecek. Ekinlerin verimi, sürme zamanına ve suya doyurmaya bağlıdır. Şıganak bunu kontrol ediyor, Karibay ise kimin nasıl çalıştığını izliyor, norm ölçüyor, insanları yerlerine yerleştiriyordu. Ekinler sürecek mi, değil mi, herkes toplumun önünde ya kaldırılımış baş ile, ya da gözleri yere dikerek duracaktı. Kşmse rezil olmak istemediği için Şıganak’a saldırıyordu. Fakat Şangirey’in suçu yoktu. Karibay ‘yargıç’ kendisi herkesi bozuyordu.

-                     Anlaştık, anlaştık! Daha çok çalışın!, diye onlara yaklaşarak uzaktan bağırıyordu.

Kadınlar, yine gürültü kopardı.

-                     Neden daha çok çalışalım? Nereye acele edelim ki?

-                     Sırayı değiştirdiler mi?

-                     Evet, evet, değiştirdiler. Arazilerini daha erken bitirenler suyu ilk olarak alacakmış.

Şangirey:

-                     Çoktan böyle yapmalıydılar. Haydi hayırlısı, Akpal durma! Dedi.

Ketmen yine çabuk kaldırılıp indirilmeye başladı. Karibay’la Şıganak komplocular gibi gülümseyerek bakıştı ve her biri bir yana gitti.

Sergey, bir şey not almak için defterini çıkardı. Gözleri, ‘Dört hektar için gübre’ yazsına rasgele düştü.

-                     Gübre kullanmıyormuşsunuzdur! Diye çabuk sordu.

Şıganak susuyordu, Karibay ise:

-                     Onunla çok uğraşmak lazım ve Şıganak istemiyormuş.., diye cevap verdi.

-                     Gübresiz ürün kaldırılamayacak. Sizin yüz hantal yüz senede bile elde edemezsiniz!

Şıganak, tarım uzmanının sözlerine bir anlam vermemiş gibiydi. Sürülmüş tarlaları, ayrı arazileri inceliyordu. Dudakları kımıldıyordu. Genellikle sakin, rahat ve herkesle güleryüzlü Şıganak şimdi hiç konuşkan değildi ve bir taş gibi katıydı. Cevap vermiyordu, ve canının sevmdiğini duymak istemiyordu. Düşünceleri ve tahminlerine kapıldı. Sergey yaşlı adamı böyle durumda ilk defa görüyordu ve Şıganak’a daha önce dediği gibi ‘altın bir ihtiyar’ artık hiç sevimli olmadığına üzüldü. Sergey, Token’in haklı olduğunu ve yaşlı adamın bilimi görmezden gelerek delilsiz tasarlarını hayata geçirmek istediğini düşünmeye başladı bile. İhtiyar admla açık olmaya karar verdi ve onunla başka bir eda ile konuşmaya başladı.

-                     Bütün tarım tekniği tedbirlerinin yerine getirilmesini istiyorum. Silindirinizi kaldırın buradan. Gübrelemek lazım.

-                     ‘Büyük adam’ın yönergelerine ne oldu?

-                     Sizi destekledi, ama bilime karşı değil! Zamanımızda tarım tekniği tarımcılıkta en önemli şeydir!

Şıganak, ancak şimdi Sergey’in yüzüne bakınca:

-                     Oğlum, sen ne tarım tekniğini, ne ‘büyük adamı’ anlıyormuşsun gibime geliyor, diye cevap verdi.

Alçakgönüllülüğü için sevdiği genç tarım uzmanı birdenbire Şıganak’a darkafalı olarak geldi.

Fakat Şıganak’ın Sergey’in sözlerini düşünmesine yeni düşünceler engel oldu. Tırısı olarak Amantay’a vardı ve sürülü tarlaya baktı.

-                     Durdur, diye emretti.

Amantay, öküzü durdurdu ve bekleyerek Şıganak’a bakıyordu.

Şıganak, attan indi ve sürme derinliğini ölçmeye başladı.

-                     Tekrar sür. Burada iki santim daha az.

-                     Bu kahrolası öküz her şeyden suçlu. Önemli değil diye ve ileride daha derin yapacağımı düşündüm.

-                     Hayır, tekrar süreceksin. Siz öküüzlerinizle beraber daha derin sürmek istemediğiniz için kıymetli tohumu savuramıyorum! Dedi Şıganak ve atına bindi.

Sergey: ‘Aferin, doğru!’ diye içinden takdir etti.

Amantay, Janbota’nın pulluğunun ne kadar çevik hareket ettiğini farkedince az kaldı üzüntüden patlıyordu. Ondan geri kalmamak için daha kolay pulluğu aldı, şimdi ise tamamen geri kalacak. Amantay alaca don öküzün göbeğine hırsla tekme atıp bir şey homurdanmaya başladı.

Amantay’ın arsasında bütün ekim yöneticileri toplandı. Öküzlerinin koşumunu çıkaran Janbota geldi, ekimi bitiren Oljabek yaklaştı. Hepsi yorgun ve kızgındı. Her artan söz kavgaya neden olabilrdi. Birinci olarak Şangirey konuşmaya başladı.

-                     Bizde herkes çok fazla bilir. Herkes kendisi için bir dağ – tepeye varamazsın. Elli hektarı sulamamızı isterler. Çoktan teklif ettim, kabul etmediler. Şimdi ise ilçe kendisi aynısını söylüyor. Doğru dürüst açıklamayı bilmiyorum. Hepiniz çocuklar değilsiniz. Elde etmemiz lazım.

 

Şangirey, herkese sesleniyormuş gibi konuşuyordu, ama gerçekte maksadı bir tek Şıganak’tı. Şıganak:

-                     Elde etmemiz lazımsa, tartışacak bir şeyimiz yok o zaman, her şeyin yerine getirdiğini onaylayan rapor ver, diye sertçe söyledi.

-                     Evet, bir dene bakalım! Hani sorumluluğunuza kırktan fazla almadığınızı diyordunuz.

Şıganak:

-                     Zayıf olduğu zaman yağ ile övünmek yerine şişman olunca zayıfım diye söylemek daha iyi! diye cevap verdi, Daha çok darı kim istemez ki! Ama gevezelikle onu yetiştiremezsin. Elli hektarı sürebilirsek bile gerekli bakımı sağlamayacağız. Çok ekip ve az alacağına az ekmek, daha çok elde etmek daha iyi. Övünmek istemiyorum. Fakat vaadimizi yerine getirmek için kendimize fazla üstlememeliyiz. Elli hektar işleyebilen varsa çıkın!

Kimse çıkmadı. Sergey konuşmaya başladı.

-                     Vaatlerinizle hepimizi bağladınız, diye Şıganak’a seslendi, Bir hektardan yüz kental dünya rekoru. Bu mümkünse bile bilimin tam kullanmasıyla mümkün. Neden öğütlerime kulak asmıyorsunuz? Böyle bir toprak gübresiz bir şey verir mi?!

Şıganak:

-                     Sen her zaman can evinden vurmaya çalışıyorsun! Senin bütün bilim tamamen kitaplara sığmış v yeni bir şey olamaz mı? diye sordu.

Sergey, doğanın bütün sırlarının okumuşlar tarafından açıldı diye kurnazlık etmek istemedi.

Tarım uzmanı: ‘Böyle düşünceleri nereden?! diye düşündü, Oğlu mühendismiş, ondan duydum...’

Şıganak kendisi okuyamadı, ama çocuklarına eğitim vermeye çalıştı. Bilimi seviyor ve saygı duyuyor, ama darıyı onun kadar iyi bilen kimsenin dünyada olmadığından çoktan emindi. Bu tahılın eşi görülmeyen rekolte elde etmek için gerken bütün tedbirleri aldığından emindi. Bu inanışı ve hiç bitmez enerjisi, çok defa yardımına geliyordu. Şimdi ise tören havası içinde vaatte bulunduktan sonra engelleri göz önünel almak istemiyordu.

Sergey, Şıganak’ın saklı düşüncelerini anlamış gibiydi, ama gübre olmadan bol ürün elde etmeyeceği ve ahşap silindirin  ekinleri bozduğu kanaatından bir türlü vazgeçemiyordu. Sonunda Sergey:

-                     Bilimin sınırı yok, dedi, ama tarlanız deneme değil, ürün kaldırmanız gereken planlama ekimi. Başkalarının tecrübesi kullanılmalı.

Şıganak, ona yaklaşarak:

-                     Sana umudumu bağladım, ama bakıyorum ki sen de düşmeye başladın! dedi.

Başının üzerine kamçısını kaldırdı, diğer eliyle kendi sakalından tuttu.

-                     Gençsin, ama bu ve şu arsalar için ne kadar tohum gerektiğini söylersen seni büyük olarak sayacağım. Bu ve şu arazi ne kadar su gerektiriyor? Dolu ekinler olması durumunda kare metrede ne kadar çalı var, her çalıda kaç sap ve başak var, her başakta kaç tane olacak? Bunu bilmeden sadece deli ürünü belirlemeye cesaret eder!..

Janbota, fısıldayarak:

-                     Öldürdü zavallıyı, dedi.

Sergey ve diğerleri susarak duruyordu. O zaman Token ona arka çıktı:

-                     Hey, Şıganak, önceden hiç ağrılıktan korkmayan bir deve gibiydin, şimdi neden sızlanıyorsun? Çalışmalar yeni başladı. Ekebileceksen, hem toprak hem de su yeter. ‘kararlılığıma binersem yamaçta bile durmam’ diyordun. Bir daha binersen ne olur?

Şıganak:

-                     Kararlılık öküz değil! diye cevap verdi ve atını kamçılayınca gitti.

Arkasından da Karibay atını sürdü. Geri kalanlar asık suratla yavaş yavaş dağıldı.

Token, düşüncelerine dalan tarım uzmanına döndü.

-                     Dediğim gibi oldu. Bir bak bu müstebite şimdi! diye gülerek söyledi.

Gülmesi Segey’i incitti.

-                     Anlamadınız. O çok derin bir adam. Onu anlamak lazım, diye sertçe sözünü kesti.

Token, ona alayla ve şaşkınlık içinde  baktı ve gitti.

Sergey, attan indikten sonra atını bağlayıp ota uzandı ve defterini çıkardı. ‘Yine bu huzursuz ihtiyar hakkında...’ diye başladı.

Bundan önce de Şıganak hakkında önlü akademisyen olan öğretmenine yazıyordu ve ondan cevabı aldı: ‘Çok ilginç. İnceleyin. Daha sık yazın’.

Bu defa Sergey öğretmenine ‘rahatsız adam’ın yeni değişik hevesleri hakkında bildirmeye acele ediyordu...

Şıganak ise aula yaklaşıyordu. Karibay sık sık ve sanki bir şey bekliyormuş gibi ona bakıyordu ve biraz sakinleştiğini farkedince yavaş sesle:

-                     Sergey de bazı şeylerde haklıymış, dedi.

Şıganak duymamazlıktan gelince bakmadı ona. Evinin yanında duran topal ihtiyarın yanından geçerken Şıganak durdu.

-                     İhtiyar, bana söylesene gübrede yetiştirilen darı yenebilir mi?

-                     Temiz olanda yasak olan ve yasak olanda temiz olan var! Darı ise bütün durumlarda temiz, diye gözlerini kapatınca cevap verdi topal adam.

Şıganak, gözlerini açıncaya kadar beklemedi.

-                     Yapacak şeyimiz yok! Yaşlı adamlar bile tarım uzmana arka çıkıyor, diye şaka edercesine söyledi ve birdenbire açık bir gülümseme ile Karibay’ın yüzüne baktı, Ben onu topladım, ama yine de iğreniyorum, bir de bu işte tecrübem yok. Deneyip bakalım mı yoksa? Orada bir hektar ayırdım, çıkarın!


 

6

 

Güneşle yakılmış istepte sadece pelin, dikenli yabani ot ve başka dayanıklı yabani bitki kaldı. Başka nazik istep otlaru yakılmıştır. Sımsıcak kum tabanları yakıyor. İstep barkanların sonsuz dalgaları ile kaplıdır. Buranın manzarası her zaman değişiyor. Fakat en çok değişen nehir. Kuzeyden güneye gidilirken her zaman yolu keser, gerek sağdan, gerekse soldan dik  kıyıları yükelterek. Belki bu yüzden mi Uil[36] adını almıştır?

            İki Uil var. Biri acı tuzlu, diğeri tatlı. Birleşme yerinde kulrengi istepte bir çimen yeşillenir. Burada derecikler çağıl çağıl akar. Sulayıcıların çelik ketmenleri bir akıntı kapatarak su aktırmak için diğer akıntı açıyor ve güneşin ışıklarında parlıyor. Kıyının üzerinde yükselen su makinesinin ince borusu dumanı çıkararak titriyor.

            Yeşillik arasında iki kişi görünüyor.

Darının uzun saplarının gölgesi altında elinde kitap olan kız yerleşti. Zaman zaman sayfayı çevirerek dikkatle arığa bakıyor. Sonra yine kitabına dönüyor ve yanık yüzü önce gülümsüyor, sonra somurtuyor.

Onları ayıran kısa arığın diğer ucunda bir delikanlı var. Arıkları boş ve sırası gelmip suyun onları doldurulmasını beklemek için sabrı yetmiyor. Ketmeni toprağa saplayıp birkaç adım geri gitti ve ketmenin ağzına ufak kil topaklarını atıyor.

‘İsabet ettirirsem benimle evlenecek...’

-                 Haydi üç defa üst üste! Diye nişan alarak fısıldıyor ve isabet ettirdiyse gülüyor, değilse, Bu sayılmıyor, diye çabuk mırıldanıyor ve baştan başlıyor.

Topağı çevik bir hareketle atarak ketmeni düşürdü ve hayalinde çoktan evlendi, ama su eskisi gibi yoktu. Arıklarına, göğe bakış attı ve arık boyuna koştu ve darıya daldı. Birdenbire kızın önüne çıkıp ketmenin vuruşuyla suyu kendi arıklarına döndürdü. Su yeni yatağında akmaya başladı. Genç adam kıza atıldı, o kalkınca ok gibi başka tarafa koştu... Delikanlı turna balığı gibi ona yetişmek darı çalılarına için dalıyordu, ama kurnaz kız, onu takip edenin yüzüne vuran ağır başakları çevik bir hareketle geri atıyordu. İşte ona hemen hemen yetişti ve kapmak için ellerini uzattı, ama kız düştü ve yiğit üstünden yuvarlandı...

          İki kişi düştü, ayağa dört kişi kalktı. Şıganak, kalkarak:

-                 Darıyı çiğniyorsunuz, darıyı!., diye bağırdı.

          Kız ve genç adam yerde biri baş örtüsünü, diğeri ise kasketini bırakarak farklı taraflara kaçtı. Şıganak, başlıklarını topladı ve inceledi.

-                 Bu Janbota’nın baş örtüsü ve Amantay’ın kasketi. Sanki başka yeri yokmuş bunlar için! Az kaldı öldürecekti bizi.

Tarım uzmanı, silkinerek:

-                 Oynuyor muydu, dövüşüyor muydu? diye sordu.

-                 Oyunları, dövüşmeden iyi değil. Kız suyunu yakalamış olmalı.

Şıganak’la Sergey, kesilen işlerine döndü. Bu da çocuk oyununu andırıyordu. İkisinin ellerinde bıçaklar vardı ve başakları kesiyordu. Bir metre kareden başakları kestikten sonra açık bir araziye çıktılar. Şıganak, çekmenini serdi ve ikisi başakları temizlemeye başladı.

-                 Sizce ne kadar? Saymadan söyleyebilir misiniz? diye sordu Sergey.

Şıganak:

-                 Körlemeden söylemeyi sevmiyorum, diye gülümsedi, ama yüzden fazla düşünüyorum.

-                 Hangi belirtiler var?

Şıganak, güleryüzle:

-                 Onlar çok, diye cevap verdi ve uzaktan başladı, Ekinler, ekimden üç gün sonra sürdü ve düzgün sürdü. Bu başarının bir belirtisi. O zamandan akinlere bakmaya başladık. Ekinlerin düşmanı yabani ot. Yabani ot toprağın öz kızı, ekin ise onun üvey oğlu ve onu darıltıyor. Bakılmak lazım. Ekibim bütün otları kesti, bir tek ot bile yok gösdüğünüz gibi.

Tarım uzmanı:

-                 Bu malum! dedi.

-                 Bu herkesçe makum tabi, ama çoğu yabani otları bırakır ve darı yerine ot biçiyor. Sulama da bilinen bir iş. Su darının canı. Fakat onu sulamayı çok insan mu bilir?

-                 Siz nasıl suluyorsunuz?

-                 İlk önce suyun aynı şekilde her yerden verilmesini kontrol ediyorum. Seyrek ve çok sulamak yerine az ve daha sık sulamak lazım. Su köke çok iyi varıyor ve aralıksız büyümesine yardım eder.

-                 Ya süreler?

Şıganak:

-                 Darılabilirsin, ama sürelerinizi biraz değiştirdim, dedi ve neşeli neşeli güldü, Siz süreyi darının büyümesine göre belirliyorsunuz, ama çimlenme gücü da göze alınmalı; sapı büyüme kabiliyetini değiştirir ve su istemesz artık. Bunu farkettim ve beş-altı sürgün çıktığı zaman birinci defa, ikinci defa ise başaklar olgunlaşmaya başladığında suladım...

Tarım uzmanı zaman zaman temizleme işini bir yana koyup kısa not alıyordu.

-  Ürün kaldırmak zamanı gelmedi mi?

-  Hayır, daha erken. Olgunlaşınca başlayacağız.

          Konuşurken farketmeden temizleme bitirdiler. Tarım uzmanı kağıtta hesaplamaya başladı, ama Şıganak daha bundan önce akıldan hesap etti ve sonuç çıkarabildi. Tarım uzmanı:

-  Ortalama olarak, dedi, metre karede üç yüz başak var, her birinde iki bin başak var. Şimdi gidip tartacağım, diye atına doğruldu.

     Sevinç ve heyecan dolu Şıganak yürüyerek dalgalanan tarlaya dikkatle bakıyordu. Darının yüksek çalılarında kayboldu. Yetiştirdiği başaklar kendisini bile şaşırtıyordu. Teke sakalını andıran başağı sıvazlıyor ve şaka ediyor:

-  Teke sakalı, seni tarladan çekmek zamanı gelmedi mi?

Göğüsü sevinç ve gururla doluydu.

            Başaklar ağırlıktan toprağa eğilmeye başladı. Şıganak onları düzeltmeye çalışıyordu, ama sapları bir türlü düzlemiyordu, milyonlarca başağa destek yerleştirilemez ki!

İkinci arsanın başaklarının bütünü de eğilmiş ve düşmeye hazırdı. Şıganak, başını sallayarak:

-                     Bu ‘temiz olmayan’ tarla! Ona ne oluyor? Diye mırıldandı.

‘Temiz olmayan’ tarlada dolaştı biraz, bir başak koparıp temizledi ve ‘pis’ bir şey bulamayınca ‘temiz’ tanelerle  karıştırdı. Sergey haklıydı. ‘Üstelik başakların düşmesine engel yapabilirsek, mahsulun sonu olmaz!’ diye sonuçladı ve sevinci ile biriyle paylaşmak acele ederek ayaklarına fırladı.

Darı çalılarında yakın bir yerde Oljabek’in şapkası görünüp kayboldu.

-                     Hey, Ojabek, buraya gelsene!

Oljabek, acele etmeden yaklaşıyordu.

-                     Oljabek, koş çabuk! Ekinci Oljabek, sulayıcı, şanslı Oljabek koş buraya!

-                     Ne oldu?

Şıganak, darıyı göstererek:

-                     İşte, dedi,  Hatırlıyor musun, gübrede yetişti. Düşmemesi için bir yöntem bulsana.

-                     Yapıray! Bilmediğim ne olduğunu düşündüm!

-                     Mutlu değil misin?

-                     Bu haberi benimle ailem paylaşsa! Kimin için çalışıyorum, dünyada kimsem yok!..

Oljabek üzülmüş duruyordu. İnsanlardan ayrılınca, onları yine buldu, malını kaybedince zengin oldu, ama Jamal yerine başka arkadaşı bulabilir mi? Onun emekgünlerinin karşılığı olarak aldığı doksan pud darı dokunulmamış komşusunun ambarındaydı. Al inek çoktan buzağıladı ve onu yabancı insanlar sağıyordu. Manifatura başkasının sandığındaydı. Bütün bunları Jamal ve Saginaty için özenle saklıyordu. Şimdiki görülmemiş mahsuldan emeği kariılığı olarak alacağı darı yığınlarına ne yapacığını kendisi bilmiyordu. Dinlenmek ve yorulmak nedir bilmeyerek çalışıyordu. Zenginlik biriktiriliyordu, ama kimin ve ne için?

Çoğu aşkını açık gösteriyorlar. Oljabek’in aşkı yüreğinin en saklı köşesinde saklanmıştır. Meraklı Şıganak bile, onun en iyi arkadaşı bunu sezmiyordu. Şıganak, onu neşelendirmek isteğiyle:

-                     Evlen. Daha ne düşüneceksin? dedi.

-                     Evlenmek kolay, uyuşmak zor, diye içini çekerek cevap verdi Oljabek.

-                     Senin Jamal güzel miydi? diye sordu Şıganak.

-                     Eh, Şıganak, mesele güzellikte değil, canda. Kendisinin ekmeğini bana verirdi. Hiç bir zaman beni üzmedi, düşüncelerimi tahmin ederek isteklerimi gerçekleştiriyordu. İşta öyleydi. Unutmak istediysem de yapamıyorum. Her zaman gözlerimin önünde duruyor. Mezarına sarılmak için dünyanın kenarına yürürdüm.

Yaşlı Şıganak şaşkına çevirdi. Az konuşkan, çalışkan Oljabek’in sırrı ona dokundu. Şıganak: 

-                     İşte böyle sevilmeli!, dedi, Katılığına inanıyordum, ama senden de yumuşaklılığı de bekliyordum, şimdi onu buldum. İnşallah bulunur senin Jamal. Üzülme arkadaşım. Bu hayatta beladan üzülmemek ve mutluluktan sevinememek neyle yaşar ki bir insan!

İhtiyar, darının arasında görülüp kaybolan iki başı farketti ve kalbi oynadı. Bu başları ne kadar düşünmemeye çalıştıysa da yapamıyordu. Onlardan biri en sevdiği kızı Akpal’ındı, diğeri komşu kolhozdan ekip başı Kaşkın’ın oğluna aitti. Kaşkın Şıganak değildi, ama öyle görünmeye çalışıyordu. Yapmaktan daha çok konuşuyordu ve övünmeyi seviyordu. Bunun için de Şıganak onu sevmiyordu.

Fakat gençlik bunu göze almıyordu, Kaşkın’ın oğlu onları sık sık ziyaret etmeye başladı.  Bir gün Şıganak Eleusin’e tehdit edercesine baktı ve burada neden dolaştığını sordu. Şıganak’ı her zaman bir bakışla anlayan Eleusin, bu defa ya anlamadı onu, yada Akpal’ı uyaramadı. İşte onlar yine gözüne iliştiler. Şıganak:

-                     Nasıl olur böyle bir şey?, diye düşünüyordu.

Bu ailesindeki ilk söz dinlememeydi. Kızı ilk defa onun zıddına davrandı. Neden? Düşünceleri yine aşka döndü. Yaşlı yürek eski günleri hatırladı ve akıl verdi: ‘Aşık olduysa, sözler yardım etmez!’. Şıganak:

-                     Akpal!, diye seslendi.

Akpal’dan başka tarafa döndü ve bir daha çağırdı. Akpal darıdan çıktı.

-                     Çabalarının ürünlerine mı bakıyorsun? Bu arsa ise her şey aşarmış...

-                     Bu arsayı biçebilir miyim?

Şıganak:

-                     Tamam, biç, diye gülümsedi, Komşu kolhozlarında işler nasıl gidiyor? Kimseye sormadın mı?

-                     Fena değilmiş, diye bayağı cevap verdi.

-                     Kaşkın’da nasıl?

-                     Diğerlerinden daha iyiymiş.

Şıganak:

-                     Tamam, iyi. Oğlu ne yapıyor? Çalışıyor mu?, diye sade kurnazlıkla sordu.

-                     Emek günlerinin sayısı benimki gibi.

-                     Bu iyi. Yeter ki babasına benzemesin.

Akpal:

-                     Hayır, ona hiç benzemiyor!, diye heyecanlı heyecanlı cevap verdi.

Şıganak, her şey anladı.

-                     Eleusin’e bugün eve daha erken dönsün  diye söyle. Kaşkın’a yemek çıkaracaktım. Onu davet etmek lazım...

Akpal, başını neşeyle salladı ve darıda kayboldu. Babasının isteğini yerine getirmeye koştu.

Bu zamanda aul ile darı tarlaları arasında gerçek yarışma vardı. Sergey, kolhoz terazisinde aldığı darıyı tartınca ata bindi ve başak tarlalara çıkan Ermagambet, Karibay ve Şangirey’e yetişmeye koştu. Onları döndürdü ve hep beraber Şıganak’a doğruldu. Darı tarlasının yanında atlarından indi ve yaya gittiler. Başta tarım uzmanı, arkada Şangirey. Sözü birbirlerinin ağzından kaparak:

-                          Rekor! Rekor!, diye bağırıyordu ve Şıganak’ın etrafını alıp onu kollarında sallamaya başladılar.

Şıganak, Sergey’i omuzlarına dostça bir şaplak indirince:

-                          Senin ‘pis’ darı daha büyük harikalar yaratıyor!, dedi, Bu zamandan seni bütün konularda dinleyeceğim...

Sergey:

-                          Ben sizi dinleyeceğim!, diye haykırdı, Bu şerit geri kalanlardan en kötü. Onu silndirmemenizi söyledim. Siz haklı çıkmışsınız!

Ermagambet ikisini sardı.

-                          İkiniz haklı, arkadaşlarım, diye sevine sevine söyledi.

Tarım uzmanı:

-                          Hektarda yüz yirmi beş kental. Dünya rekoru!, diye ilan etti, Şimdiye kadar hiç bir kimse, hiç bir yerde böyle ürün kaldıramadı!


 

7

 

          Tarım dünyası heyecanlıydı. Bakılmış deneme tarlaların vermediği mahsul, güneşin kavurduğu, aç istep verdi! Herkes:

-                 Okumuşların elde etmediğini sıradan bir kolhozlu elde edebildi, diyordu.

          Şıganak’ın adı ağızdan ağıza geçiyordu, portreleri gazetelerde bastırılıyordu, onu ya uçak, yada tren götürüyordu.

          Token, ağzı açmaya cesaret etmeyerek sadece gülümsüyordu. Şngirey hırçın hırçın:

-                 Çalışmayı engelliyorlar! Bu gürültü neye yarar ki?, diye homurdanıyordu.

          Baynişe Zaru ona eşlik ediyordu:

          İhtiyarımızı kaçırdılar, ona bizi baktıramıyorlar.

          Şıganak, Alma-Ata’da trenden ineli rahat bilmedi. Bir muhabiri uğurlamadan elinde kalem hazır olan başka muhabir geliyordu. Foto muhabirlerinden de saklanamıyordu. Şıganak tam uykuya dalacakken kapı çalındı ve koltuk altında büyük bir kitap olan zayıf, gözlüklü bir yaşlı adam içeri girdi.  Burada uyuyan Oljabek’e ve Şıganak’a baktı ve kendini tanıttı.

-                 Ressamım, diye dosyasını araştırarak söyledi, Özür dilerim, ... şey kaybetmişim... Burada darı uzmanı kim?..

-                 İkimiz.

-                 Hayır, bana bir lazım. Bir yerde soyadı vardı, diye konuşuyordu ressam.

-                 İhtiyarlıktır işte. Kaç yaşındasınız?

-                 Altmış. Kahrolası ihtiyarlık! Ondan kaçıyorsun, peşinden koşar.

-                 Yaşıtmışız. Ondan nereye kaçarsın ki?

-                 Hayır, bulamadım... Sizlerden hangisi daha büyük?

Şıganak, Oljabek’i göstererek:

-                 İşte o!, dedi, Gerekse onu uyandıracağım.

-                 Portresini yazmak istiyorum, izin verirse.

Şıganak:

-                 Tabi ki izin verir!, dedi ve Oljabek’i uyandırdı, Bu adam senin portreni yapmak istiyor, dedi ona ve hemen çıktı.

          Rahatı arayarak Şıganak yukarı çıktı ve salondaki kanepeye oturdu. Burada da ayı andıran kocaman, hantal, sakallı bir adam oturuyordu.

-                 Bütün bu gürültü bizim yani ihtiyarlar için sadece rahatsızlıktır, diye ağırbaşlıca söyledi. Şıganak’a seslendiği halde kendi kendine konuşuyor gibiydi, başını çevirmedi, kıpırdamadı. Şıganak:

-                 İhtiyarlıkla baş edebilmek zor. Can genç yaşta eğlence ararken şimdi bütün bunlardan yüzünü çevirir, dedi.

Sakallı adam, ellerini gösterdi. Parmakları uzun ve boğum boğumdu, avuç içi ise nasır ve derin çatlaklarla kaplıydı.

-                 Ellerimi tuz ve sert gönden böyle oldu... İşte bu bahtı kara el bugün mutluluğa dokundu, mutluluk nedir? İlk önce sağlık ve yaratıcı emek. Şimdi herkes bu Şıganak hakkında konuşuyor. Önce kendi nahiyesinin dışında ün kazananlar çok değildi. O da dünyaca tanınmış olmuş diye duydum.

          Sakallı adam sakin sakin, acele etmeyerek konuşuyordu. Emek hakkında konuşma Şıganak’ın en sevdiği konusuydu. O da lafa daldı. Şıganak:

-                 Doğru söylüyorsunuz. Mutluluğun babası emektir. Bizde bir Kabış var, diye Uil’de kalan yaşıtını hatırladı, Her şeye başlıyordu, ama bir şeyde başarılı olamadı. Artık hurda topluyor. Hiçbirinin döküntülerde mutluluğu bulduğunu duymadım. Mutluluk aslanın ağzında ve uçurumun dibindedir. Cesurca davranmazsan ve gereken yolu aramazsan, ona varmış olur musun hiç? Benimle başka bir arkadaşım geldi, Oljabek. Öyle zaman vardı ki başına büyük bela düştü, ama artık dokuz yüz emekgünü çalışır. Bela ona yaklaşsın bir bakalım!

Sakallı adam, Şıganak’ın sözünü keserek:

-                 Yaklaşamaz!, diye yüksek sesle söyledi, Bizde de çok dertli kadın vardı. Şimdi ise yüz koyundan yüz yetmiş beş koyun yavrusu yetiştirebildi. O da buraya geldi.

-                 Sizin ne kadar var?

-                 Yaşlandık, yedi yüzden fazla emekgünü yapamadım. Fakat emekgünleri için çok iyi ödenir. Ya sizde nasıl?

-                 Bizde bu sene emek günleri çok iyi çıktı. Hektardan yüz yirmi beş kental darı çektik.

-                 E-e! Demek sen bu Şıganak’ın kolhozundan mısın?

-                 Ben Şıganak’ım

          İhtiyar çabuk başını kaldırdı. Kara gözleri muhatbına ilişti. O kalktıve büyük kolları geniş açtı.

            Sarıldılar. Bu zamanda onlara gülümseyerek genç bir kadın yaklaştı. Aynı kanepenin kenarına oturdu. Uzun boylu ihtiyar:

-                     Böyle buluşmanın daha sevinç verici bir şey yok!, diye yine yerine oturarak bağırdı.

‘Buluşma’ sözünde kadının gözlerinden iki büyük göz yaşı yuvarlandı ve beyaz elbisede iki leke bırakıp yere düştü. O kendisi bunu farketmemiş. Yüzü eskisi gibi huzurdu, ancak kirpiklerini çağırılmayan göz yaşlarını kovarak indirdiği zaman, gözlerindeki kırışıklıklar daha net oldu. Kıyafeti zarifti, ama yüzü kederliydi. Gözleri yere bakıyordu.

Şıganak da bu sevimli, yüzüne baılır kadına dikkat etti. Onun şehirli mi, kolhozlu mu olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Soluk yanaklarında iki kırışıklık farketti. ‘Derdin izleri’, diye düşündü.

O kıpırdamıyor ve konuşmuyordu. Şıganak, onun hareketinden kanı kaynayıp konuşması canını serinlikle sakinleştirebileceğini düşündü.

Sakallı ihtiyar ne kadına, ne Şıganak’a bakıyordu. Düşüncelerine dalarak oturuyordu.

-                     Toprağınız verimli değilmiş ve memleketimizden insanlar orada yaşayamıyormuş. Böyle bol ürünü nasıl elde edebilmişsin?

-                     Toprağımız, onu az bilenler için cimri, ama iyi bilenler için ondan daha cömert olan yok. İnsanlar bazen belmeyerek yargılıyor. Oysa ki en iyi buğday tanelerini okumuşlar toprağımızda buldu. Amerika’da yaygın olan beyaz buğday da memlketimizdenmiş. Bay-Ulı’nın on iki soyunun göç ettiği toprak kötü olabilir mi? Fakat biz daha ondan en iyisini almayı ve en kötüsünü yenmeyi öğrenmedik!

-                     Sen ne, hala memnun değil misin?, diye Şıganak’a döndü ve baktı ihtiyar.

-                     Bana öyle geliyor ki varılabilenin sadece az kısmına vardığımı düşünüyorum.

Kadın, cesaret edince yumuşak bir sesle:

-                     Babam, bugün nerede yemek yiyeceksiniz?, diye sordu.

İhtiyar ancak şimdi onu farketti.

-                     Odada hazırlar mısın, kızım. Çatallarla yemeyi bilmiyorum, bu yüzden utanıyorum. Toplantı başlamadan biraz yemek yiyelim...

Kadın ses çıkarmadan çıktı. Şıganak:

-                     Kızınız mı? diye sordu.

-                     Öz değil, ama kızım. Yüz koyundan yüz yetmiş beş yavru yetiştiren odur.

-                     Evli mi? Çok güzel bir kız...

-                     Hayır, artık.

Birdenbire Şıganak ne yapıp yapıp onunla Oljabek’i evlendirmek istedi, ama böyle konuşmaya nasıl başlayacağını bilmeyerek mahcup mahcup oturuyordu.

-                     Onu bizim Oljabek’e versek! Ne güzel bir çift olurdu!, diye sonunda söyledi.

-                     Hayır, başkasını bekliyor.

Bu sözleri Şıganak’ı biraz soğuttu.

Bu zamanda Oljabek girdi.

-                     Delridin mi, Şıganak? Tamamen delirdin!., diye bağırmaya başladı, Neden onu portremi yazdırdın?

-                     Kendisi istedi.

-                     Ama seninki!

Şıganak:

-                     Sen benden daha genç ve yakışıklısın, senin portresini yapsın!, diye gülerek söyledi.

Oljabek:

-                     Yarın sana gelecek, diye homurdandı.

-                     Odamda beraber yemek yiyelim mi?, diye teklif etti kocaman ihtiyar.

Otel gelenlerle doluydu. Burada kolhozların en iyi insanları vardı. Aralarında olan Oljabek, kendisine dikkati ve saygıyı daha çok hissettikçe ailesini daha çok hatırlamaya başladı. İki yaşlı adamın arkasından yürüyerek: ‘Neden kaçtım? Bu kime lazımdı?’, diye acı acı düşünüyordu. Misafirperver ihtiyarın odasına girdiğnde suçluluk duygusundan kurtaramadı. Gözleri yere dikilmişti.

Misafirler geldiğinde büfenin yanında yemek hazırlamakla meşgul olan kadın kapıya arkası dönük duruyordu. Elinde iki tabakla misafirlere döndü ve birdenbire titremeye başlayıp tabakları düşürdü. Kara gözleri geniş açıldı ve kollarını ileri uzattı:

-            Ol-je-ke!, diye duyulur duyulmaz bir sesle söyledi.

Oljabek de şaşkınlık içinde duruyordu. Birdenbire davudi sesle:

-            Jamal!, diye bağırdı ve ağzı açık kaldı. Kadın:

-            Rüya mı, gerçek mi?! Hayır, rüya olacak... Şimdi uyanacağım.., diye inledi ve çocuk gibi korkak korkak titreyerek ona doğru adım attı.

Oljabek ona atıldı ve sıkıca sardı.

-            Jamal!.. Benim Jamal!..

-            Oljeke! Oljeke!

          Başka söz kalmadı. Sözlerin akımı yerine göz yaşları dökülüyordu. Bu birleşen iki vücutlar kar gibi eriyormuş gibiydi.

Jamal, onu kendine sıkıca bastıran Oljabek’in göğüsüne başını koyup ona şefkatle baktı ve yumuşak bir sesle:

-                     Sagintay nasıl? Büyümüş mü? Yiğit mi olmuş?, diye sordu.

Oljabek silkindi.

-                     Sagintay mı? Delirdin mi?!

Oljabek’in ağzı birden kurudu ve dili ağırlaşarak zorla:

-                     O... o seninle kaldı.., dedi. Jamal:

-                     Nerede benim Sagintay? Oljeke! Oljeke! Oğlumuz nerede? diye haykırdı.

Jamal bembeyaz kesildi ve onu itince bayıldı. Oljabek, gözlerini yere indirerek taş gibi duruyordu. Yaşlı Şainbay kadına eğildi.

-                     Canım benim, her şey iyi, diye başını okşayarak yumuşak bir sesle fısıldıyordu.

Şıganak, gözlerini indirince koluyla yaşını sildi.

Jamal kendine gelince ağlamaya başladı. Oljabek taşmış gibi durmaya devam ediyordu. Şainbay:

-                     Ağlama, canım, ağlama, diyordu, Yaşların kurumuş kemiklerimi eritiyor. Kahrolası kurnaz hayat – önce sevindiriyor, sonra üzüyor! Ne zaman insan göz yaşlarıyla doyar?!

Jamal, yaşlı adamın göğüsüne başını koydu ve o kuru kocaman eliyle baba şefkatiyle saçını okşamaya devam ediyordu.

 

YEDİNCİ BÖLÜM

1

Kıyamet kopmuş gibiydi. Ölüm meleği çember borunu çaldı. Toprak yanıyordu. İnsan kanı nehir olarak yakıyordu, cesetlerin yığınları vardı. Fakat düşman hala doymadı. Dajjal[37] gibi yolundaki her şeyi mahvederek gidiyordu. Paris, Parg, Varşova, Belgrad’ı yuttu ve Moskova’ya yaklaşınca yeni sıçramaya hazırlanarak soluk soluğa durdu. Dünya dehşete düşüp ürperdi...

Bütün ölüm tehdetinin karşısında bulunan sovyet halkı için çok zor bir andı.

‘Her şey Moskova’yı kurtarmak için – hem hayatımız, hem zenginliklerimiz!’. Bu Birliğin bütün halkaların sesiydi.

Bu zor günlerde Şıganak hastaydı. İki hastılaktan ıstırap çekiyordu. Biri fiziksel, yemek borusunun kanseri vardı, diğeri ruhsal, anavatanın yaşadığı sınavın zorluğuydu. Bu iki hastalık ihtiyarı büktü. Zayıfladı, ama hala yatmadı. Sıkıca kuşağa sarılan sopaya dayanarak iş yerinde tarlada dolaşıyordu.

Artık üç gündür eve dönmüyordu. Uil’de, postane mahalesinde oturuyor ve ayrılmadan radyonun yanında nöbet tutuyordu. Zaman zaman aynı şey fısıldıyordu:

-                     Neden radyo susuyor?

Moskova nasıl? Dünya iki destekte bulunuyormuş; biri Kremlin çalar kule saati, diğeri partinin kesin sözü: ‘Zafer bizim olacak!’ Ama radyo susuyor. Çalar kule saatinin çalmasına kalan her saniye Şıganak için bir saaten daha büyük geliyor. Şıganak telsizciyi çekip duruyor:

-                     Ne oldu? Orada ne olabilirdi?, diye ümitle ona bakıyor.

-                     Bekleyin. Eterde savaş yapılıyor, diye açıklıyor telsizci. Şıganak anlamadı.

-                     Ne savaş? Neden saat çalmıyor?

-                     Sabır, sabır!..

-                     Sabrım yok artık!

-                     Şıka, şimdi konuşmaya başlar, şimdi!

Şıganak sustu. Radyo içini çekip seçik olmayan sesleri çıkarıyor.

Şıganak da içini çekti, ama o anda Kremlin çalar kule saatinin çalması duyuldu. İhtiyar aydınlandı.

-            Sovyet informbürosundan (enformasyon bürosu), diye spikerin tanıdık sesi  duyuldu, Askeri kuvvetlerimiz saldırıya başladı!..

Şıganak’ın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Şıganak:

-            Anavatan için ölmek korkunç bir şey değil!, dedi, Hayat ve zenginlik neye lazım, onları anavatanımıza feda etmezsek?

Bildiri bittikten sonra Şıganak hemen hemen koşarak raykoma gitti, yolda karşısına çıkanları dudurup:

-            Duydunuz mu? Saldırıya geçtiler!., diyordu.

Raykomun kapısından adım atar atmaz Ermagambet’e:

-            Yaz!.. İki yüz elli pud darı vermiştim artık ve daha yüz pud ve yirmi bin ruble veriyorum. Gelecek yaz hektardan iki yüz kental çekeceğim. Aynen öyle yaz!, diye parmaklarıyla kağıda vurarak söyledi. Ermagambet:

-            Bekleyin!, diye onu durdurdu, Gelecek yaz bir hektardan iki yüz kental alacaksınız dediniz. Devletten nasıl bir yardım istiyorsunuz?

-            Şimdi yardım istemek zamanı değil! Kendimiz devlete yardım etmeliyiz!

Şıganak gittikten sonra, Ermagambet:

-            Şıganak’ın vaadi bizi çok şeye bağlıyor, dedi.

Şıganak dört nala aula gitti. Ezgin kolhozluları sevindirmek için acele ediyordu. Aula yol sonsuz geliyordu. Gözlerin önünde Moskova’ydı. Moskova’ya yaklaşan almanlar hakkında bir dakika için unutamıyordu. Yolu onu kesen at arabalarıyla doluydu. Onlar kolhozlara gidiyordu. At arabalarında bükülmüş ihtiyar ve çocuklar oturuyordu. Kolhozlular, Ukrayna’dan ve Beyaz Rusya’dan tahliye edilen, memleketini ve bütün malını bırakan insanları götürüyordu. Şıganak, yanlarından geçerek tanıdık kolhozlulara:

-            İstepimizde üşümesinler! Onları kalın sarın!, diyordu.

            Düşmana hissedilen nefrete kapıldı. Ateşte gibi yanıyordu. Yakasını açtı ve karşı soğuk rüzgara verdi...

       Dar yoldan karşısından tek bir atlı geliyordu. Yüzü kırağıdan beyazdı ve karanlık gece onu tanımak zordu. Şıganak atlıya eğilerek sevincini bildirdi:

-            Duydun mu?.. Saldırıya geçmişler. Zaferimiz yaklaşıyor!

O anda karşıdan gelenin Token olduğunu anladı.

Atlı da eğildi ve onu süzünce istihfafla:

-            Zavallı! Ne zaferi?, dedi. Şıganak:

-            Al sana zavallısını!, diye bağırdı ve düşmana sopayla vurdu.

Token atına sarıldı ve dört nala kaçtı. Öfkelenen ihtiyar:

-            Bir türlü bu alçaktan kurtaramıyorum. Ne yazık ki daha büyük sopam yoktu, diye soluklanınca homurdandı ve elinde kalan kırılan sopanın parçasını attı.

       Savaş başlayalı Token yine Şıganak’a daha ünlü olmadan önce olduğu gibi hor görerek davranmaya başladı. Şıganak buna dikkat etmek istemiyordu. Çünkü kendine fazla güvenerek Uil toprağında bol ürün yetiştirilemeyeceğini iddia eden Token, üç defa Şıgnak’ın rekorları ile kırmıştı. Şimdi ise diğer kolhozların Şıganak’ın metotlarını benimseyerek Token’i ve onun gibilerini yeneceği zamanı geliyordu. Buna rağmen Token taktiğini değiştirdi. Şıganak’ın aulunda devletten saklı bir tahıl ambarı varmış diye yalan söylentileri yaymaya başladı. Tabi ki makamlardan hiç biri bu dedikoduya önem vermedi, ama bu ambarları gizlice arayan insanlar bulundu. Şıganak, bunu öprenince çok darıldı.

       Token bununla yetmedi Son zamanda Şıganak’a karşı  komşu kolhozlardan öğrencilerini kışkırtmaya başladı. Onlara şöhret düşkünlüğü gıdıklayarak:

-            Sizden daha önce ün kazanabildi, ama siz belki darıyı ondan daha iyi biliyorsunuz!, diyordu.

       Şıganak, Token’in bütün bu marifetleri hakkında biliyordu. Şıganak içinden: ‘Zamanı geldiğini düşünüyor’ diye homurdanıyorduç

       Şıganak atını pek hızlı koşturarak ezerek kolhoza geldi. Kolhozlular evinde toplandı. Yatağa girmek zamanı çoktan geçti, ama komşular her şeyi konuşmasına rağmen dağılmıyor ve hiç ses çıkarmadan hüzünlenmiş oturuyordu. Çoğunun gözleri şişmiş ve omuzları çöküktü. Zaman zaman biri içini çekiyordu.

       Şıganak girdi ve gürültü koptu.

-            Moskova’yı vermişler, bu doğru mu?

-            Yalan! Kim söyledi?

-            Bir şayia çıkaranlar var...

-            Şangirey, Karibay ve Janbota öğrenmeye gitti...

-            Saçma! Kendim Kremlin çalar kule saatinin çalmasını ve Sovyet ınformbüro’nun bildirisini duydum. Bizimkiler saldırıyormuş.

-            Aman Tanrım! Tanrıya şükkür!

-            Ancak şimdi kabim rahatladı!

-            Ne duyduğunu anlat!

Herkes gözlerini Şıganak’a dikti. Hükümetimiz:

-            Düşman bozguna uğratılmış olacak. Her şeyini cepheye verin!, diyor, Verebileceğinizi yardımlarına verin. Ben daha yüz pud darı ve yirmi bin ruble veriyorum.

-            Ben ineği veriyorum!

-            Ben otuz pud darı!

-            Ben beş bin ruble!

Herkes verebildiği şeyi veriyordu. Bir topal adam:

-            Tek ineğimin tek düvesini veririm, dedi.

       Herkes cepheye ne vereceklerini söyledikten sonra Şıganak Akpal’a kalın mektup paketini verdi.

-            Sakla bu mektupları, sonra okuruz. Bugün cepheye ayırdıklarımızı gönderelim. Karım, lambayı yak, ambara gidelim.

       Darıyı çuvallara dökerken ambara soluk soluğa olan Şangirey, Karibay ve Janbota koşarak geldi. Şangirey:

-            Yapıray! Şıka! Bu doğru mu?, diye sordu.

-            Her şey doğru.

-            Of! Sanki biri boyunuma sarılıp boğuyordu beni, ancak şimdi elini aldı!

-            Hayır, daha almadı, ama artık o elini kesecekler. Darının tanesi bir fişeğe eşit. Tahılın var mı?

-            Bulunur. Bir araba göderdim artık. İkinci ambarın tahıl bölmesi açsak mı?, diye sordu Şangirey.

Cimri Şangirey’i tanımak zordu. Karibay:

-            Devlete vermek iyi bir şey, ama ekmek ve yemek için de bırakmalıyım, diye ittiraz etti, Savaş uzun sürer. İlçe merkezinden direktifler var mı, Şıka?

Şıganak parladı:

-            İlçe merkezinin direktifleri mi? Parti ve hükümetten daha iyi kim direktif verebilir?

Karibay sustu. Bu zamana kadar susan Janbota birden sordu:

-            Token’e mı rasladınız?

-            Rasladım.

-            Size bir şey smylemedi mi?

-            Söyleyemedi, ona sopayla vurdum. Sopa kırıldı, o ise kaçtı.

Janbota:

-            Cezayı hak etti!, diye gülerek yüksek sesle söyledi, Bana öyle geliyor ki söylenti çıkarıyor.

Şıganak:

-            Yazık ki aramızda Amantay yok şimdi, diye cevap verdi, onu hemen yuvasından çıkarırdı.

-            Erkekler yok diye düşünüyor, bu yüzden yiğitlik geldi ve berbat ediyor. Bu alçakla kendim Amantay olmadan baş edebileceğim!, diye bağırdı Janbota.

       Şangirey ve Karibay, Moskova’ya hediyeleri göndermek için aceleyle çıktı. Şıganak Janbota’yı çağırdı.

       Birkaç çuval darı hazırlayınca ihtiyar yoruldu.

       Kiler havasızdı ve lambanın zayıf ışığı yüzünü yeterince aydınlatmıyordu. Janbota onun ne söyleyeceğini bekleyerek duruyor, ama o acele etmiyordu.

-       Siz burada kendiniz uğraşın. Gidip yatayım, dedi ve darının göönderilmesini ailesine görevlendirip Janbota’ya başını salladı, Hadi bize gidelim.

Soyunmayarak yatağına yattı ve uzun uzun susarak ve gözlerini kaparak yatıyordu. Yüzü zayıfladı, yanakları çöktü. Janbota acıyarak: ‘Ne kadar zayıflamış!’ diye düşündü.

-       Bugün bir şey yememişim. Karım bana bir şey bırakmadı mı acaba? Bir bak, Botajan, diye sonunda başını kaldırıp söyledi.

Meğer Zaru bunu önceden düşünmüş. Janbota, haşlama yağlı at sucuğu çıkardı ve kıyınca önüne koydu. Şıganak, iştahsızca küçük parçayı çiğneyip yuttu ve tabağı itti.

-       Yiyemiyorum. Ne yapayım?

Janbota’nın kalbi kısıldı.

-       Ne yazık ki Moskova’ya gidemediniz!, diye üzülerek söyledi

-       Eh, canım benim, Şıganak’ı nereye istersen götürebilirsin, ama bin sene yaşayamaz. İyisi Moskova hakkında düşün. Vadettim. Artık vazgeçemem. Ekmeye Oljabek’i sürüden çağırmak lazım. Ne yazık ki Amantay ve oğullarım orduda şimdi. Kadın ve çocuklar arasında benimle sen kaldık.

-       Ben de orduya gideceğim.

-       Sana yasak.

-       Hayır, gideceğim, Şıka! Şimdi eskiden olduğu gibi değil, mızrak ve sopalarla değil, kurşun ve kurnazlıkla savaşıyorlar.

-       Hepiniz giderseniz, kim ülke içinde kalanları besleyecek?! Savaş sadece cephede değil, ülke içinde de. Parti, içinde en sağlam ülkenin yeneceğini diyor. Hasta ihtiyara bütün ağırlığı yükleyerek nereye gideceksin?

     Janbota düşüncelere daldı. Cephe ve içinin bir şeyin olduğunu anlıyordu, ama canı boğaza geldi. Ya öldürecek, ya öldürülecekti. Fakat onun için babasından daha değerli olan ihtiyar geleceği düşünerek konuşuyordu.

-       Moskova’yı işgal ederlerse, o zaman da mı ekeceğiz?, diye sordu.

-       İşgal edemezler, edemezler! Kendi kulaklarımla radyodan duydum... Bizimkiler saldırıyor, diye heyecanlı heyecanlı söyledi Şıganak.

Janbota yaşlara boğuldu.

-       Alamazlar diyorsunuz! Ama onlar bu kadar yakın.

     Şıganak hemen sakinleşti, yüzünü çevirip bir şey mırıldanmaya başladı. Ne kadar çalıştıysa bile kendini yenemiyordu ama. Gözleri yaşlarla doldu, ağzı büküldü. Titreyen sesi heyecanını göstermemesi için konuşmaya cesaret edemedi. ‘Kalan kadınların tek desteği, tek aksakal umutsuzluğu gösterirse onlar ne yapacaklar?!’ Bu düşünce ona huzuru getirdi.

-       Demirden olduğunu düşünüyordum, oysa ki bir otmuşsun. Çok erken eğildin, Bota!

-       Üzüldüm.

-       Göz yaşlarıyla yardım edemezsin!

-       Bu su, Şıka, onu boşaltım.

Şıganak:

-       Öyleyse, ıslanmış canını kurumaya çalışayım, dedi.

     Eline dombrayı alıp Kurmangazı’nın küylerinden[38] birini çalarken konuşmaya devam ediyordu:

-       Kızım, ağır sınav günü geldi. Ülke orduya, ordu ise halka dayanıyor. Herkes için zor. Seni çocukluğundan beri bir kartal yavrusu gibi büyütüyordum. Şimdi ise bir ayağımla mezarda durarak senin uçuşuna bakmak istiyorum.

Janbota:

-       Devam ediniz, diye heyecanlanarak söyledi.

-       Raykomda hektarda iki yüzer kental yetiştireceğimize söz verdim. Bu vaadin yerine getirilmesi sana yükleyeceğim.

Janbota düşüncelere daldı. Cepheye gitme ona artık ödevinden kaçma olarak geldi. Fakat Şıganak’tan, bol ürün uzmanından ne benimseyebilmiş? Öğretmeninden ne kadar geri kalır, böyle ödevi yapmaya kalkışırsa? Biraz düşündükten sonra:

-       Tamam, kabulüm, diye cevap verdi, Siz ise başakların düşmemesi için bir şey uydurur musunuz?

Şıganak, şefkatle gülümsedi ve:

-       Bunu da nasılsa elde edeceğiz, kızım, dedi.


 

2

 

            Odada en yakınlar bulunuyordu. Bir ses duyulmuyordu. Herkesin kaşları çatmıştı, gözleri yere indirilmişti. Ezgin ezgin oturuyordu. Konuşacak şeyleri yoktu. Herbirinin diğerinin düşüncelerini ve kaygılarını biliyormuş. Pencerenin camları altından buzla kaplandı. Dışarıda kudurmuş rüzgar uluyup ıslıklanıyordu.

-                     Şıganak yavaş yavaş gözlerini açtı ve ailesini süzüp yine kapattı. Bunu kimse farketmedi. Duvarın boyuna bir fare koştu. Bunu da kimse farketmedi. Şıganak yine gözlerini açtı ve evdekilerinin hüzünlü keyfini kovmaya çalıştı.

-                     Hey, karım, fare ayaklarının altına koştu!

Zaru bir çığlık attı ve yılan sokmuş gibi fırlayınca silkinmeye başladı. Herkes güldü. Şıganak kendine Şayhi’yi çağırdı. Oğullarından en küçüğüydü. Onu öptü ve başını okşadı.

-                     Işığım benim, neden üzüldün? Erkek kardeşlerini mi hatırladın? Yoksa beni mi düşünüyorsun? Yoksa ağır zamanımıza mı üzülüyorsun? Daha erken senin için.

-                     Ata, faşist nasıl bir adam?

-                     Yabani domuzun gibi köpekdişleri, ağzı bir kapı kadar, alnında ise bakır taz gibi bir gözü var. İşte böyle bir adam.

-                     O insan mı?

-                     İnsan, ama vahşi insan.

-                     Kurşun onu öldürür mü?

-                     Öldürür, ama her kurşun değil. O demir kutuyla geliyor.

-                     Nasıl görüyor?

-                     Bunun için kutuda bir delik var.

-                     Deliğe gizlice gelip süngü sokarsak ölecek mi?

-                     Ölecek, oğlum, ölecek.

Şeyhi sevindi ve içinde babasının aletleri olan sandığı açıp mızrak yapmaya başladı.

Eleusin içini çekerek susuyordu. Zaru da her zamanki gibi susuyor ve gözleri yerde oturuyordu. Şıganak gülümsedi:

-                     Yaşlı kadın herkesten en güçlüymüş!, dedi ve , Akpaljan, Akjıbek, kızlarım bana Ait’in şarkısını söylesenize, diye kızlarına seslendi.

Akpal’la Akjıbek şarkıyı biliyordu:

Oh, babam seni bırakacağım. Savaş,

Arkadaşımla cephede, ateşte olacağım...

Kızıl Bayrakı elimden bırakmam,

Sovyetler olmadan hayatı istemiyorum!

Dört kuş yavrusu saldın sen, beşinci ise benim.

Kargaların tayfası bastı,

Baba yuvasında doğanlar gibi oğulların seni, baba,

Kanatlarıyla savunacak!

Şıganak:

-                     Bir bak ona!, diye haykırdı, Fakat akın (şair) yeteneği nereden çıktı? Erkek çocukların annesinin akrabalarına benzermiş. Bir türlü inanamıyorum. Karımı öldür Allah, ama yalnız şarkı değil söz bile çıkarmaz.

Zaru:

-                     Dedelerimin biri akınmış, dedi.

-                     Olsaydı bile yeteneği çok derin saklamış olmalıydı. Ait’in onu bulduğunu sanmıyorum. Daha doğrusu akrabalarımdan birinden aldı onu.

Zaru yine seslendi:

-                     Kim bilir, deyince sustu.

Şıganak, Akjıbek’e:

-                     Tamam kızım, işe başlayalım, diye seslendi, Mektuplar uzun zaman içinde bizdedir. Onları okuyalım, diye kalktı, kuşağını daha sıkı bağladı ve masanın başına oturdu.

Akjıbek, zarfları açıp mektupları okuyordu:

-                     ‘Sayın Bersiyev yoldaş, darının rekor mahsulu için savaşta tecrübenizi yaygınlaştırmak için Sovyetler Birliği Tarım Fuarı Bürosu sizin bir makale yazmanızı rica eder’.

-                     Makaleyi yazabilir misin?, diye kızına sordu.

-                     Sanmam. Hiç bir zaman yazmadım böylelerini.

-                     Kızım, kısa dil, kısa kollardan daha kötü. Öğrenmen lazım. Şimdilik ise Segey’i rica etmeliyiz. Neyse, devam et.

-                     Bu Sovyetler Birliği Lenin Tarım akademisinden. Acilen iki fotoğrafınızı göndermemizi istiyorlar. Bir kitapta yayınlanacak olmalı.

-                     Tamam, gönderin.

-                     Bir daha var:

‘Sayın Şıganak yoldaş, önümüzdeki yaz yeni ‘Stahanov Tarım Tekniği’ filminin çıkarılması hazırlanıyor. Bu filmin direktörüyüm. Aşağıdaki sorulara cevap göndermenizi hassaten rica ederim:

Birinci: Size en yakın demir yolu nedir?

İkinci: Ondan kolhozunuza mesafe ne kadar?

Üçüncü: İlk bahar ekimine ne zaman çıkıyorsunuz? Ekinlerin sürme, sulama ve biçme sürelerini bildirin.

Cevabın alınmasıyla ekibimiz derhal size çekimler için çıkacak’.

-       Bütün geri kalan mektuplar tohum ıslah istasyonlarından, denemeler için darı ve talimatları göndermemizi istiyor.

Şıganak:

-       Tamam, dedi, Darıyı şimdiden gönderin, makale hazır olduğunda kopyasını göndereceğiz.

     Bütün aile işe koyuldu. Aljıbek ve Aypal tohum ıslah istasyonları için darılı kolileri hazırlamay gitti. Baybişe Zaru ocakta uğraşıyordu. Eleusin, küreği alınca avluya çıktı. Şayhi, peşinden fırladı.

            Tek başına kalan Şıganak, her şeyi hayatında ilk defa görüyormuş gibi etrafına bakındı. Yavaş yavaş duvara yaklaştı ve ağı çıkardı, ama hemen eski yerine astı. Bakışı yarı hazır ağlara düştü. Onlara sopasıyla dokundu.

            Şıganak’ın evinde eski eşyalardan bir tek bu kaldı. Geri kalanlar yeniydi. Ağları ise Şıganak geçen hayatın anı olarak saklıyor ve onlara bakarak bugünlere seviniyordu. Onlara dokununca komşu odaya girdi ve cephede savaşan dört oğlunun fotoğraflarının bulunduğu masaya yaklaştı. İhtiyar adam her birine dudaklarıyla dokundu ve yine masaya koydu.

            Evde gezerken dolaba yaklaştı, içinde karta[39] bulunan tabağı gördü. Ona kararınca baktı ve içini çekti. Bu inleme gibiydi.

            Odanın ortasında durdu. Hüzünlü düşüncelerine kapıldı.

            ‘Bir daha gülsem ve iştahla yesem! Bu hastalıktan kurtulabilir mi? İstekler, istekler!.. Gerçekleşmiş olan daha az. Kurnaz ve çekici hayat ne kadar güzelsin!..’

            Birdenbire cümbür cemaat evdekileri koşarak geldi.

-                     Telgraf!

-                     Moskova’dan.

-                     Panfilov’lulardan!..

Aljıbek kesilen sesle telgrafı okudu. Panfilovlular memleketliler, Kızıl orduya verilen yardım için teşeküür ediyor, zaferinden emin olmayı ifade ediyor ve yeni başarı diliyordu.

            Şıganak, okumayı bilmedi, ama telgrafı eline alınca bütün mektuplarla yaptığı gibi onu Aljıbek’e geri vermedi. Bunun yerine özenle katlayıp göğüs cebine koydu, onu düğümledi ve birkaç defa yokladı. Heyecanlı düşüncelerini düzenleyerek bir zaman içinde durdu ve:

-                     Ata bineyim, deyince evden çıktı.

Herkesten önce en çok Janbota, Karibay ve Şangirey’i sevindirdi. Sevinci kendi kolhozuna sığmadığı zaman ‘Kemer-şı’ya gitti.

            ‘Kemer-şı’da Zaure, komşu ‘Karakol’ kolhozundaki Kulmes, sağındaki gelecek akrabası Kaşkın’ın kolhozu var. Bütün bunlar bol ürün uzmanları, onun takipçi ve öğrencileri Artık kendi makineleri var ve kollarını sıvayınca ilk baharı bekliyor.

            Şıganak, tırıs giderek ‘Kemer-şi’ya  Zaure’ye geldi, burada da Kulmes’e rasladı. İki kadın kolhoz ambarının duvarına yaslanarak duruyordu. Suratları asıktı, susuyordu. Zaure sanki istemeyerek Şıganak’a doğru birkaç adım attı ve hüzünlü hüzünlü selamladı onu. Eve girdikleri zaman böyle durumlarda her zaman olduğu gibi semaver koymaya koşmadı, bunun yerine kapının yanına oturdu ve acı acı içini çekti.

-                     Ne yapmayı düşünüyorsunuz?, diye sordu.

Şıganak:

-  Ne yapalım?, diye cevap verdi, Çalışma hayvanları besliyoruz, tahıl cins cins ayırıyoruz, aletleri tamir ediyoruz, kar geciktiriyoruz – iki defa kalkan yerleştik.

-  Almanları mı besleyeceksiniz?

-  Nasıl yani Almanları?

-  Moskova’yı işga ettiyse, ‘Kurman’a ve ‘Kemer-şı’ya gelemeyecek miydiler?

-  Bu söylenti nereden geliyor? Radyodan duymadım, gazetelerde yok.

-  Bildirmek bildirmemdiler, ama hükümet Moskova’dan ayrıldı... Leningrad da, kendiniz biliyorsunuz...

Şıganak:

-  Ne yapacaksınız  o zaman?, diye sordu.

-  Halk ne yapacak, biz de onun gibi.

-  Hastalandım ben, insanları çok az görüyorum. İnsanlar ne diyor?

-  Kadınlar toplanınca her şey konuşuyorlar. Şimdi zavallı kadınlar hem her şey düşünüyor, hem de her şey yapıyor. Kolhozumuzu, toprağımızı bırakamıyoruz. Fakat bütün besin maddelerini saklamak lazım. Ekmemek lazım. Hayvanlar kumlara sürülmeli. Otlardan zehir pişirip Almanları karşılamak lazım. İşte kadınlar şunu konuşuyor! Gevezelikse bile ben de öyle düşünmeye başladım. Başkent düştüyse, başka çaremiz yok.

            Şıganak:

-                     Başkent düştüyse... Fakat düşmedi ve hiç bir zaman düşmeyecek!, dedi ve cebinden telgrafı çıkarıp gösterdi.

Kadınlar, sevincini nasıl ifade edeceğini bilmeyerek sarıldılar.

Şıganak, ata bindi ve başka aullara gitti.

 

3

            Birkaç gün bir an olsun durmayan kar fırtınası demin bitti. Parlak güneşte parlayan kar toprağı süsledi.

            Issız istepte yüzünde gaz maskeli yalnız kayakçı kayıyor.

            Kar yığınları arasında kar fırtınasıyla yıkan kalkanları kaldıran kadınlar geziyor.

            Kar tepe ve çukurlarından atlayarak kayakçı kadınlara yaklaştı. Yüzünden maskeyi çıkardı ve Janbota olduğunu çıktı.

            Kadınlar toplanıp etrafını aldı.

-                     İyi bir şey var mı? Moskova’da ne? mektuplar yok mu?, diye farklı yandan duyuldu.

Janbota, gülümsedi:

-                     Amantay’da mektup var.

-                     Ne yazıyor?

Janbota, mektubun içeriğini kendi sözleriyle anlatmak istedi, ama kız arkadaşları hep beraber isyan etti:

-                     Haydi, oku! Saklamadan oku!..

-                     ‘Kadınım, benim karı, merhaba!’ sözleriyle mektubuna başladı Amantay. Bu başlangıcı herkesi güldürdü.

            ‘Sana karı dediğim için kızma. Şimdi senin izini bile canlı huriya değişemezdim. Fakat sen beni değişirsen, kabahati kendine bul!

            Sana Almanlar hakkında anlatacağım. Onların aulları ile aullarımız arasında artık aul kalmadı. Fakat köpekleri öfkeli, durmadan havlıyor. Makinalı tabancalarından bahsediyorum. Buna rağmen bizimkiler her gün ‘dil’i getiriyor. ‘Dil’ nedir diye soracaksın? Düşmanı tam onun ininden kaçırmalısın. Yapabileceksen saygı göreceksin, kendin yakalanacaksan – ölüm. Kombatıma (batarya komutanı) ‘Bir koyunu ben de kaçırabilirim’ dedim. İzin verdi.

     Ormanda karanlık gece arkadaşlarımla kakımlar gibi kara daldık. Bu seninle beraber mavi Uil’e dalmaktan bammaşka bir şey. Yerde öl, ama zaman gelmeyince başını sakın kaldırma. Fakat beyaz üst kıyafetinde ta düşmana kadar gürültü olmadan varabilirsin. Ancak becerikli ol. Birinci defa sen çıplakken nehirde kalmaya zorladığım zaman mahcup oldum, ikinci defa ise burada mahcup olmaya mecbur kaldım. Büyük faşist tam burnumun önünde ayaklarına kalktığı zaman nefesim kesildi. Etrafım ise masa örtüsü gibi düpedüz. Sadece makinalı tabancaların havlaması geliyor. Göğü ikide biri ışıldak ve fişekler aydınlatıyordu. Gürültü ve gürleme. Faşiste bakıyorum. Onu öldürürsem ‘dili’ kaybedeceğim, ama onu yakalamaktan da korkuyorum. Korku bilmiyorum diyenler yalan söylüyorlar. Faşist de saksağandan daha itinalıydı. Pusuya tam bana geliyor gibime geldi. Nasıla dayanayım? Fırladım ve kokarca gibi ona yapıştım. Çok sağlam çıktı. Bir türlü yenemiyorum! Birden daha iki faşist göründü. Bizimkilere seslenmek zorunda kaldım. Silah sesi duyuldu! Bizimkiler o ikisini bekliyormuş. Onları serdi. Dev boylu faşistimi kavradı, ağzına tıkaç vurdu, ayakla kollarını bağladı ve bize sürükleyerek getirdiler.

            Faşistler hakkında başka ne diyebilirim? Çok kurnazlar. Moskova’yı işgal etmek için ev kadar büyük tanklar yaptı. Yolunda rasladığı her şey çiğniyor. Fakat biz de güvey olmadık, ama kapı dışında bekledik.

            Kadınım, cephe hakkında daha ayrıntılı yazmak yasak, ama sana şunu söyleyeyim – Moskova’yı almak için kolları kısa.

            Bütün ketmenler artık senin. Güle güle kullan. Benim arsalarımı da sulamayı unutma. Şıka hastaymış, ama sen sağsın, artık belki de gerçekten erkekleri geçersin – sen öylesin benim canım!

            Bana çabuk cevap ver, bana uzaktan bile olsa gülümse, çok özledim seni. Hoşçakal.

Senin Amantay’.

            Kadınlar mektubu gülümseyerek dinliyordu, gözlerinden ise göz yaşları akıyordu. Amantay çevik ve kıvrak, sade ve konuşkan bir delikanlıydı, herkese neşesi ve şakaları geçiyordu. O ayrıldıktan sonra aul hemen boş ve sıkıcı oldu. Çok güçlü sayılan Janbota da düştü... Amantay’ı düşünerek: ‘Eh, ışığım benim!’ diye tekrarlayıp duruyordu. Aralarında ne kadar çok tartıştıysa da birbirine büyük değer veriyordu. Tartışma, neşe ve şakalara tutkuya göre bir çiftti ve birbiri olmadan yapamıyorlardı. Artık Amantay orada, Janbota ise buradaydı. Janbota beraber geçirdikleri kaygısız günleri hasretle anıyordu. Janbota:

-                     Ah, ne kadar çok Amantay’ı özledim!, diy eiçini çekti, Her şey bırakıp ona giderdim, ama... istediğim gibi olmadı işte!

            Sonuncu cümleyle sadece ikisinin bildiği sırrı açtı. Janbota çocuk bekliyordu, karnı gözle görülür biçimde yuvarlaklaştı, vücudu eskisi gibi çabuk ve keskin hareketlerini, koşmayı, zıplamayı aramıyordu artık. Bu ‘olmadı işte’ diye itiraf ettirdi onu.

            Burada kalanlardan her kadını, Amantay’ın mektubunu dinlerken oğlu, kocası veya kardeşini anıyordu. Hüzünlendi. Janbota silkindi ve kalktı.

-                     Neden böyle yumuşadınız? Faşistler göz yaşlarıyla korkutulamaz. Onları sadece emekle öldürebiliriz. Savaşçılarımıza daha çok ekmek,  silah ve mermi vermeliyiz. Burada onların ihtiyarları ve kadınlarına bakmalıyız. Annesi ve babası, kocası ve çocuklarını seven kadın, artık sadece emeği sevmeli. Tarlaların sahipleri biz olduk. Hasretimiz, derdimiz, intikamımız emeğimizde olsun! Belginiz ‘İki yüz kentallık mahsul için savaş’ olsun. Kalkın ve işe koyulalım! O zaman savaşçılarımız daha çabuk dönecek.

            Kadınlar, gözyaşlarını silerek, bazıları hıçkırarak dağılmaya başladı. Janbota’yla Ayslu beraber yürüyordu. Janbota kayak sopası ile kar tabakasının derinliğini ölçüyordu. Kalkanlar üçüncü defa yeri değiştiriliyordu. Kar daha kalın oldu, ama düz değildi. Ayslu, homurdanarak:

-                     Su makinesi var ya! Karı neden tutmak lazım?, dedi, Bu kikiriğin uydurmaları.

            ‘Kikirik’ kadınlar tarım uzmanına diyordu. Şıganak kendisi ‘pis’ tarlada gübrenin yararına emin olduğundan beri Sergey’e inanmaya ve ona saygıyla davranmaya başladı. Kar tutulması kolhozda ilk defa yapılıyordu.

            Janbota cevap vermedi. Ölçtüğünün rakamlarını defterine yazınca, artık hesaplama yapıyordu. Ayslu, sabırsızlıkla:

-                     Bırak şunu! İyisi otur, konuşalım!, dedi.

-                     Ortalama olarak yirmi beş hektarda yarım metre kalınlıkta kar tutulmuştur...

-                     Bırak şunu ya!

-                     Dur. Şıka metreye kadar yapmamızı söyledi. Bir hektara bin beş yüz metre küp su düşer.

-                     Kar hakkında düşünmek - can sıkıntısından çatlayabiliriz. Haydi başkasını konuşalım.

Janbota, kağıdı ve kalemi saklayıp:

-                     Ne istiyorsun?, diye sordu.

-                     Eğlenmek istiyorum!

-                     Kardan duvar yap, suyu tut, o zaman daha çok darı olacak, işte keyfin gelecek.

-                     Sen bir odun gibi oldun, hep işleri düşünüyorsun... Ben ise erkekler hakkında düşünüyorum.

Janbota güldü.

-                     Erkekler hakkında düşünmekte kötü bir şey yok. Erkeksiz hayat yok. hayatın bütün ağırlığı onlarda.

-                     Şimdi topal mollanın kur yapmasından bile vazgeçmezdim, diye hih hih güldü Ayslu, Ancak belki çok yaşlıdır.

Janbota gülümsedi ve:

-                     Bir bak ona!, diye ciddileşti, Böyle düşüncelerle kocasını aşağılatma. O babadır, baba ise ailenin desteğidir. O savaşçı, vatanın kouyucusu, senin koruyucun. Böyle benim Amantay hakkında düşünüyorum. Senin Aycan fazla alçakgönüllü...

-                     Konuşacak şey yok ya. Onlar şimdi burada yok. Elaman. İkisini rahat bırakalım! Başkalarını buluruz.

Janbota ona dimdik baktı:

-                     Ciddi misin, yoksa?..

Ayslu, bir şey cevap vermedi.

            Janbota kayaklarla gitti. Amantay hakkındaki düşünce ve anıları onu bırakmıyordu.

 

4

            Issız dağlara bakan hüzünle dolu Ahmet’in gözleri şimdi canlandı ve parlamaya bşaldı. Korktuğu insanlar, sakladığı kolhozlular tehdite karşı başlarını eğdi. Ahmet atına eyer vurdu ve düşmanlarına açıkça saldırmaya karar verdi. Sığınağından çıktı. Fakat yaşlı at koşmaya dayanamadı. Ahmet onu bıraktı ve yaya gitti. Savaş, ülke ve cephedeki durumlar hakkında az biliyordu. Fakat Almanların saldırı hakkındaki söylentiler Ahmet’in saklandığı dağlara bile ulaştı. Uil’e vardı. Ahmet o yerlerden değildi, ama geçen zamanlarda Uil fuarına gelerek Token’de çok defa kaldı. Şimdi onunla beraber şüphelerini çözmek için Token’e doğruldu.

            Son defa görüşeli çok zaman geçti, ama Ahmet yolu unutmadı ve bunun gibi karanlık gece hatasız olarak evini buldu.

            Demin eve dönen Token, Şıganak’ın darbesinden sonra hasta yatıyordu.

            Münasebetsiz bir zamanda kapıya çalınma onu endişelendirdi. Ahmet, girdi, selamladı, karı silkti, yüzü, sakalı ve bıyığını kurudu ve şapkasını çıkardı. Ancak o zaman Token onu tanıyabildi.

-                     Ahmet, sen misin? Hiç beklemedim!

-                     Öldüğümü mü düşündünüz?

Token ıhlayarak yataktan kalktı ve arkadaşıyla kucaklaştı.

-                     Neredeydin? Nereden geldin? Biz görüşeli çok zaman oldu!

-                     Gördüğün gibi... Bütün zaman bıldırcın gibi saklanıyordum...

-                     İşte geldi bunun sonu... Çıktmışsın artık!

-                     Bana doğru söyle, ne yalan, ne gerçek. Hiç bir şey bilmiyorum.

Token neşeli neşeli güldü:

-                     Şüphelenecek şey yok artık! Beyaz Rusya, Ukrayna çoktan Almanların elinde. Şimdi ise Moskova’yı da almışlar galiba. Leningrad çember içinde. Almanlar tam Kara denizden saldırıyor...

-                     Ya iktidar nasıl, hala duruyor mu?

-                     Duruyor!

Ahmet, gözlerini kısarak ayırmadan elektrikli lmbaya bakıyordu.

-                     Bu kahrolası ışık Uil’e varmış!

-                     Evet! Bu bizimkiler böyle boş şeylerle uğraşırken Almanlar asker tekniğini güçlendiriyordu. Her şey gerektiği gibi oldu!

-                     Sen Token seviniyorsun, ben ise faşistlerin kendilerinden başka kimseyi insan saymaz. Gerçi halkım ve ülkem bana düşman, ama belki de bu faşistlerden daha iyi. Yaşlı bir koyundan fazla yaşayamam, hayatıma ne acıyayım! Dövüşmeye hazırım, ama kimi savunmayı, kimi dövmeyi iyi anlamadım.

            Token:

-                 Doğru diyorsun – zaman geldi, diye coşarak söyledi, Faşistler bütün dünyayı yönetmek istiyor bu doğru. Üç yüz yıl Rusya’yı yöneten beyaz çar da kendine mutlak hükümdar diyordu. Kazaklar ve başka milletler Rusya’da hiç bir zaman iyi yaşamadı ve onlara saygı gösterilmedi. Oysa ki biz de Kazak’ız, eski zamanda seni kim incitiyordu? Çar iktidarı her milletin en iyi insanların hizmetlerini kullanıyordu ve faşistler de bu yoldan uzağa gitmez. İstemeden bile tokenlere ve ahmetlere dayanacaklar... İşte bu faşist artık bize uyuyor. Onu olumlu karşılayıp sempatimizi göstermeliyiz.

-                 Almanların istila ettikleri yerleden herhangi haberler var mı?

-                 Körlemeden değil, gerçeği diyorum.

Token’in sözleri Ahmet’e vardı ve kesinlikle Almanların tarafına geçti... Ahmet:

-                 Her zaman insanlarla yaşıyorsun ve her şeye alışmışsın, dedi, ben ise her şeye şaşırıyorum. Dokuz sene Orta-juz ve Kşı-juz’da saklanıyordum. Durmadan memleket memleket gezdiğim halde gözlerim çok şey farketti. Yollar arabalarla, tarlalar traktörlerle dolu, gökte uçakalr var ve Kandagaç’la Guryev arasında tren safer yapıyormuş. Uil kıyılarının boyunca yüksek borulardan duman çıkıyor. Sovyet iktidarı halkın çoğunu hükmü altına alabildi ve onu yenmek çok zor olacak. Biz neyle yardım edebiliriz?

Token:

-                 Birkaç yöntem var, dedi, panik, baltalama, casusluk, öldürmeler... Onlardan hangisi sana göre en iyi?

-                 Herbiri! Nasıl söyle ama.

-                 Ben Uil’le uğraşacağım, sen ise istepte çalış. Burada uzakta değil Şıganak var – darının bitmez akımı. O tek başına başka yüzlerce insana değer.

-                 Bu o önlü adam mı?

-                 Sadece önlü değil, paha biçilmez bile!

Ahmet:

-                 Tamam, oraya gideceğim, diye kabul etti.

            Token’in yaşlı kız kardeşi onlara akşam yemeği verdi. Ahmet asuk suratla suskun suskun oturuyordu. Token bağlantı nasıl kuracaklarını ve Ahmet nasıl aula gideceğini anlatıyordu.

-                     Buraya neyle geldin?

-                     Aynı yöne giden arabayla.

-                     O zaman atımı al. Aula varmadan, ondan inince kendisi eve gelecek.


5

Yakın kolhozların komünistlerinin genel toplantısı gece yarısını geçince hala devam ediyordu. Ermagambet komünistlerin bugünkü ödevi yani uyanıklık hakkında konuşuyordu.

-            ...Bu savaşta ülkemiz sovyet halkının yüksek niteliklerini göstermeli. Ülkeyi yöneten komünistlere kader bu kadar ağır yükü hiç bir zaman yüklemedi. Ülke büyük bir yumruk haline geldi. Zafer için gereken herhangi özverilere katlanmaya hazırız. Fakat faşistler sadece cephede değil, uzak cephe gerimize sabotajcıları ve casuslarını uçakla getiriyor ve paraşütle atıyorlar. İsteplerimizin barkanları bile dikkatsiz bırakmamak gerek. Ancak uyanıklığımız gücümüze eşit olduğu zaman yeneceğiz. Her söylenen iki anlamlı söz dikkatsiz kalmamalı. Bizim en tehlikeli düşman özensizliktir...

       Toplantıda iç tehlike ile savaşmak için ekipler yapılmıştır. Her komünist sorumlu olduğu arsaya başalanmıştır.

            Karibay eve acele ediyordu. Bugün aul Moskova’ya yardımını gönderdi. Karibay toplantıdan dolayı buna katılamadı. Geri yolda tahayyülü coştu. Her kara noktaya gözlerini diktiriyordu. Ermagambet’in söylediği sözler aklına geliyordu. Burada yakın bir yerde kör istepte faşistler saklanıyor gibisine geldi. Cebinden tabancayı çıkardı ve çizmesinin koncuna soktu. Fakat bu da onu rahatlatmadı. Düşmanlar kurnaz, Kızıl ordunun formasını giymiş veya Kazak giysinde olabilir... Nasıl anlamalı?!

            Düşünceleri auldan gelen gürültü ile kesildi. Bu şehre doğrulan darıyla yüklenen develer, gecenin sessizliğini bozuyordu. Koyunlar melemiyor, inekler böğürüyordu. Kervan hareket etti. Sesler birbirine yetişerek birleşip uzağa yayılıyordu. Kervanın başı Uil’in doğrultusunda uzakta karanlıkta kayboldu, ucu ise hala auldaydı. Karibay endişlenerek: ‘Bir şey bıraktılar mı?’ diye düşündü ve atını mahmuzlayarak kolhoz tahıl ambarına doğruldu.

            O zamanda Şangirey, kolhozun dokunulmaz tahıl rezervesinin bulunduğu tahıl ambarının diğer bölümünün kapısını açıyordu. Karibay, attan inmeyerek:

-                     Ne yapıyorsun?, diye sordu.

-                     Daha iki-üç at arabası göndermek istiyorum.

-                     Bırak, yapma.

-                     Böyle zamanda olmazsa, ne zamana onu saklıyoruz?

-                     Şimdilik bütün tahılı son taneye kadar vermemiz için talimat yok. Bırak.

            Fakat bu defa Şangirey’i kandırmak zordu.

            Karibay, yersiz cömertleşen cimri adamı nasıl tutacağını bilmiyordu. Janbota ykalştı. Şangirey, çevirip onlara sırtı dönük durdu. İkisinin onu razı edeceğinden korkarak. Karibay’la Janbota iki yanında duruyordu ve Şangirey hangi tarafa döneceğini bilmedi.

-                     Ne istiyorsunuz?, diye asık suratla söyledi.

-                     Her şey elbirliğiyle yapmalıyız. İkimiz yönetim kurulu üyesiyiz. Neden hiçbirimize akıl danışmadı?

-                     Bunda ne var ki? Hazineyi hazineye mı acıyorsun?

-                     Bu farklı şeyler. Vermeyi de bilme lazım. Savaş daha uzun sürecek.

-                     Bak onlara! Bana kurtmasalı okumak mı istiyorsunuz? Tamam, çalışın diye dik kafalılıkla homurdandı Şangirey.

-                     Çalışacak şey yok ki. Bırakmazsan hemen raykoma gideceğim. Ermagambet dokunulmaz tahıl ambarına dokunmamamızı söyledi! Dedi karibay ve çıkışa doğruldu.

            Şangirey teslim oldu. Dönüp çıktı ve tahıl ambarının kapısını kilitlemeye hazırlanarak:

-                     Hazineyi hazine için acıyorsun, oysa ki kendilerinize gelince gerek yarışma, gerekse ödüller için ya bir çuval darı, yada bir koyunu al ver size!.. Öz babam gelecekse, ona da buğday tanesini bile vermem!

Gürültüyle kapıyı kapattı, kilitledi ve anahtarı cebine koydu ve bir şey homurdanarak gitti.

 

6

            Aul uyuyordu. Gece karanlık ve sakindi. Uzaklaşan at arabalarının gıcırtısı, atların kişnemesi ve devenin sesleri geliyordu.

            Karibay’la Janbota, uyanıklık ve faşistlerin vahşetinden bahsederek uzun uzun kaldı. Doğaüstü güçler veya faşistlerin çabuk mahvedilmesi için bir kurnazlık hakkında hayal ediyordu. Hitler için uygun idamı arıyor, ama bulamıyordu. Janbota:

-                     Gözle gürlmez olsam!, diye hayal ediyordu, Gizlice Hitler’e sokulup kendi ellerimle boğardım onu ve savaşı bitirirdim!

Karibay içini çekti:

-                     Ya yıkılmış şehirlere, yağmalanan, yok edilen halk malına gelince?

-                     Savaştan sonra saldırganları şehirlerimizi inşa ettirip çalındıklarını tamir ettirip geri verdireceğiz. Her şeyin eskisi gibi olması için.

-                     Faşistlerden intikamımızı alacağız ve her şer eskisi gibi olacak. Bu tamam. Fakat işkence ile öldürülenlere ne yapalım?

            Janbota cevabı bulmadı...

            Gecenin sessizliğinden itinalı adımların sesi geldi. İkisi donup kaldı. Yalnız yaya göründü. Etrafına bakınarak ve zaman zaman durarak yavaş yavaş geliyordu. Karibay kalkarak:

-                     Dur, kim geliyor?, diye seslendi.

            Karanlıkta görünen adam durdu. Yabancı adam:

-                     Benim, diye cevap verdi.

            Karibay’la Janbota ona yaklaşıp baktılar, ama yolcuyu tanıyamadılar. Karibay:

-                     Neden bu kadar geç saatte?, diye sertçe sordu. Yabancı adam:

-                     Uil’den çok geç çıktım, diye açıkladı.

-                     Nereye gidiyorsun?

-                     Bu yerlerde akrabalarım var. Onlara doğruluyordum. Yoruldum. Bir yerde dinlenebilir miyim?

-                     Olur, benimle gel.

          Karibay, yabancı adamı evine götürdü. Eve gelince ona dikkatle baktı. Yolcunun yüzü endişe verici düşünceleri uyandırıyordu. Ne kadar zavallı ve fakir adam gösünmeye çalışsa çalışsın garip davranışıyla kendine dikkat çekiyordu. Karibay ev sahibi olarak adetlere göre misafire tor gösterdi. Ahmet, güzvenle ve alışıılmış olarak tore adım attı ve burada bütün hayatı boyunca oturduğu gibi bserbestçe merkezine oturdu.

            Karibay, yüzünü ve tavırlarını inceleyerek ona yan gözle bakıyordu.

-                     Aksakal, tanışalım. Kimsiniz, nereden geliyorsunuz?

-                     Aktübinsk’ten geliyorum. Aday soyundan geliyorum. Adım Süleyman.

-                     Nereye gidiyorsunuz?

-                     Taysogan’de kız kardeşim yaşıyor, ona gidiyorum.

-                     Neden gece gece?

-                     Burada o yerlerden gelenlerin misafir olduğunu duydum. Belki beni de götürebilirler diye düşündüm.

-                     Siz tam Aktübisk’te mi yaşadınız?

-                     Evet, şehirde. Oğlum askere çağrıldı. Yaşlı karım öldü. İşte kız kardeşimi aramak zorunda kaldım.

-                     Şehirde savaş hakkında ne diyordlar?

-                     Herkes korkmuş. Almanlar bütün insanları öldürüyormuş.

            Kapıdan Karibay’ın karısı girdi ve onu çağırdı. Karibay çıktı. Ahmet tek başına kalınca, odayı süzdü. Bakışı geniş Kazak çizmelerine düştü. Bir çizmede tabancayı gördü. Ahmet onu çabuk cebine soktu.

            Karibay çizmeden silahı çıkarmayı unuttu, ama şimdi bunu hatırlayınca mutfaktan döndü ve çizmesini kaptı. Yüzü değişti. Toplu tabancasını nerede kaybedebilirdi? Çizme koncundan düşemezdi...

            Karibay misafirine dikkatle baktı. O bir şey farketmiyormuş gibi sakin sakin oturuyordu. Misafir:

-                 Yorulduğum halde, yol arkadaşlarımı bulmak istiyorum. Biraz ısındın, artık yine yola çıkacağım, dedi, Beni uğurlar mısın?

-                 Gece için kalmaz mısınız?

-                 Gidebilirler. Gideyim.

Karibay:

-                 Aksakal şimdicik toplu tabancam kayboldu, dedi.

-                 Ben mi onu çaldım? Kendin düşün!

-                 Geri verin!

-                 Oturalı yerimden kıpırdamadım. Ara, belki bulursun!

          Karibay ona adım attı ve cebinden kendine ait toplu tabamcasını çıkardı. Ahmet mahcup olmadan gülümsedi:

-                 Toplu tabancayı böyle bırakmak doğru mu? Seni korkutmak istedim.

Karibay:

-                 Konuşma, alçak! Casus!, diye Ahmet’e tabancayı doğrultarak bağırdı, Kalk casus!

Ahmet acele etmeyerek kalktı ve yapmacık bir şaşkınlıkla:

-                 ‘Çasus’ mu? Bu nedir ‘Çasus’? Nereye gideyim?

-                 Şimdi öğrenirsin nereye!

            Ahmet’e yol vererek Karibay gitti. Semaverle uğraşan Karibay’ın karısı misafirperverliğin öyle bozulmasıyla şaşkına dönmüş elinde beyaz çaydanlıkla donup kaldı.

 

7

            Büyük olmayan evin arka odasında nikelajlı yatakta sesli sesli solunarak küçük misafir uyuyor. Kapıyı gıdırdatmamak içi özenerek Jamal girdi. Çocuğun üzerine eğildi ve düz alna dudaklarıyla dokundu. Onu daha kalın örtünce odada kedi gib sessizce hareket ederek ortalığı toplamaya başladı. Sandalyeye atılmış paltuyo gardroba asarken kapı aynasına baktı ve kırışıklıkları östünden düşünceli düşünceli parmaklarının ucuyla sürdü.

            ‘Dökülmüş doldurulamaz. Kendini genç göremezsin artık’, diye içini çekti.

            Bu düşünce aklından kara bulutlar arasında ay gibi geçti ve yine karanlığa daldı. Jamal bavuldan toz aldı, gramofon kutusun kapattı, serpilmiş iğneleri topladı ve sonunda değerli misafirin uykusunu bozmamak için çalar saatini alıp odadan çıktı.

            Kaynayan suyun fışkırtısı ve fokurtusu, semaverin kaynamaya başladığını bildirdi ona. Çaydanlığı yanına alıp çay yapmaya koştu ve birdenbire eşikte donup kaldı:

-                     Oljeke!

            Oljabek karlı kürkte ve sakal ve bıyığında saçak buzuyla kapıda duruyordu. Selam vermeden eski alışkanlıkla susarak ona kamçıyı uzattı. Jamal gülümseyerek:

-                     Hastalık geçer, ama alışkanlık kalır, dedi ve kamçayı aldı.

            Oljabek cevap vermedi. Hiç ses çıkarmadan üstlüğünü çıkarmaya başladı. Kamçıyı çiviye asan Jamal kaynayan semavere gitti. Gitmesini farketmeyen Oljabek ona bakmadan ona kuşak ve şapkasını uzattı. Jamal dönünce onu uzatmış eliyle kıpırdamayan olarak durduğunu buldu. Ondan eşyalarını alıp güldü. Sonunda Oljabek:

-                     İhtiyar karımın keyfi yerindedir!, diye büraz gülümseyip söyledi.

Genç ve güçlü yiğitlerin çoğu cephedeydi. Kışın atları herkes süremez. Enerjik, zihni çevik ve dayanıklı adam lazım, bu yüzden Şıganak bu işe Oljabek’i tavsiye etti.

            Arkadaşıyla kış otlağında kolhozdan birkaç kilomerede karla kaplanmış zeminlikte yaşıyordu. Zaman zaman artık kolhozun koyun yetiştirme çiftliğini yöneten Jamal’a geliyordu.

            Karı ve koca, birbirine hayvanın durumu hakkında soruları sordu. Küçük misafirin bulunduğu arka odanın kapısını sabırsızlıkla açtı.

-                     Soğuktan gitme oraya. Uyuyor.

            Oljabek bıyığından buz çıkararak kapıya sadece başını soktu ve suskun suskun gülümseyerek uzun uzun küçük yatağa bakıyordu. Heyecanlanmış ve duygulanmış Oljabek, koşmaya oturarak karısına:

-                     Tanrı verirse, her şey iyileşir, diye fısıldadı.

Jamal’ı eteğinden çekti.

-                     Bir dakika için otur, diye ısrarla söyledi, Cepheden ne haber var, Moskova hakkında ne diyorlar?

-                     Şimdilik bela yok, diye: ‘Moskova şimdilik düşmedi’ söylemek istemeyince söyledi.

-                     Şıganak nasıl?

-                     Dün bana Janbota geldi. İkimiz ağladık. Şıka umutsuzmuş.

            Kederlenmiş Oljabek düşüncelere daldı. Önünde Şıganak’ın geçtiği yol vardı. Jamal’ın elbisesini elinden bırakmayarak  taş kesilmiş oturyordu. Jamal, onun acısını paylaşarak da susuyordu. Jamal, kocasına bakınca:

-                     Elmacığını soğuk ısırdı, dedi.

Oljabek:

-                     Evet, diye dalgın dalgın cevap verdi.

            Soğuk ısırmış yüzünü unuttu, üç gün önce kar fırtınasında at sürüsüyle beraber az kaldı ölecekti diye anlatmayı unuttu.

     Geniş tepeli istepte dağlarda veya derin çukurlarda saklanmak imkanı olmadan acımsaız kar fırtınasıyla yüz yüze geldi. Savunmasız atlar rüzgarın baskından geri çekiliyordu. Oljabek zaminlikte derin uykuya dalan arakadaşını uyandırmak için fırsatı bulmayarak onları tek başına tutuyordu. Karlı rüzgar bıçak gibi yüzünü kesiyordu. Atlar giderek direnmek kabiliyetini yitiriyordu. İnsan onları be bağırış ne kamçıyla tutabiliyordu. İstepe koşarak ölüme doğru gece kar fırtınasının karanlışına çakıyordu. Şiddetli savaşla uzatılan uzun kış gecesi sabaha kadar Oljabek’i rahat bırakmadı, ama sabah da rahatın habercisi değildi. Kar fırtınasının at sürüsünü donmayan solonçak bataklığa sürdüğünü biliyordu. Şiddetli ayazda buzun gür tuzlu suyla karışımında bütün canlıların ölümü önceden belirlenebilirdi. Ölüm atları çobanlarıyla beraber coşturuyordu.

            Şafak sökerken fırtına daha şiddetli inlemeye ve uğuldamaya başladı. Oljabek ne yapacağını şaşırdı. Kendi kendine: ‘Şimdi ne yapayım? Ne yapayım?!’, diye atların arasında koşuşup onları bir sürüye birleştirmeye onları bataklıktan geriletmeye çalışarak söyleyip durdu... Birdenbire:

-                     Ah! İşte kurtuluşumuz! Buldum!, diye yüksek sesle bağırdı, ama rüzgar bu sözlerini ona geri gönderdi.

Oljabek, biraz arkada istepten biraz ötede yazın sulu otla zengin vadinin olduğunu hatırladı. Birkaç gün önce kamp yerini değiştirmek ve sürüyü çıplak yerlerden oraya sürmek istedi. Fazla beklemeden kuruku[40] kaldırdı ve ilmiği hareketli al aygırın başına attı. Aygırı yakalayınca ona yorulmuş atının yerine çabuk eye vurdu. Bu onun son çaresiydi. Sürüde bela durumda bir çare olarak korunan bir genç cins at. Kurtların saldırılması veya uzun mesafe için koşma ihtiyacı durumunda kullanılıyordu. Hızlı, yorulmayan at, insanla beraber yabani kaşaganları[41] baş eğdirmeye alıtırılmıştı. İtaatsiz kaşaganlar çobanın güçlü müttefikleri karşısnda korkudan titriyordu. Al aygırın üstündeki adamı görünce güçsüzlük titremesine kapılıp inatları kayboluyordu. Kamçı karşısında boyunlarını eğip başka atlarla karışmak, kaybolmak için sürüye koşuyordu.

            Oljabek, al ata binip sürünün başına çıktı ve bağırmalarıyla ve sopasıyla onları korkutarak atları rüzgara ve körleten kara doğru döndürebildi. Sürünün öncüsü yaşlı yağız at herkeste önce döndü. Geniş kemikli doru kısrak, onun en sevdiği kız arkadaşı arkasından gitti. Oljabek’in fikrini anlamışlar gibi vadiye doğruldu, sürü ise peşinden gitti.

            Birkaç defa kar fırtınasına karşı yürüyemeyerek genç korkak atlar rüzgarın doğrultusunda  koşmaya çalışarak düzeni bozuyordu. Fakat Oljabek onlara hemen yetişip acımadan kurukla dövüyordu kaçakları. Korkuya kapılan atla darbelerden kurtularak sürüye koşuyordu.

            Ne kar fırtınası, ne karanlık gece cesur çobanın iradesini yıkabildi ve sürü kurtarıcı vadiye ulaşabildi. Atlar hemen durdu. Kişneyip ağır ağır nefes alarak yüksek ve gür ot çıkararak toynaklarıyla kar kazmaya başladı. Oljabek, al attan inmeyerek sınırı yapmış gibi yavaş yavaş sürüyü dolandı. Sürünün ortasında durup kuruğu kara saplayıp ona dayanınca uykuya daldı...

            Gözleri yarı açtı ve uzun kıllı al tayı gördü. Kılı kar içindeydi. Komik ve biçimsiz acınacak görünüşle ayağıyla vurarak burnu dar derin çukurlara sokuyordu, ama ota kadar olan kar bir türlü delemiyordu ve yine ısrarla ayklarını yere vuruyordu.

            Oljabek, ona acıyarak attan indi ve eyerinden kakım avı için yanında taşıyan av ketmenini çözdü. Birkaç vuruşta geniş olmaya alanı kardan temizledi ve tayı görünen ota sürdü. Kar fırtınası bitinceye kadar yorulmuş taya bakarak ona çıplak bıraktığı alanların yerine yeni temizlenmiş alanları hazırlıyordu. Tay ise kanağan kanağan dadısıymış gibi peşinden koşuyordu.

            Kar fırtınası ancak akşama doğru yatıştı. Oljabek dikkatle sürüyü inceledi. Her şey yolundaymış. Aygırının gemini çıkardı ve kuruğun ucuna uzun dizginini bağlayınca karda yatağı kazdı ve atı otlamaya bırakıp altına sopanın kalın ucunu koydu. Kar altında şiddetlenmiş ayazı hissetmeyerek uykuya daldı.

            Birdenbire altındaki kuruğun ucu hareket etti. Aygırın dört dönmeye başladığını anladı. Oljabek bağırarak barınaktan çıktı ve ata bindi. Atlar korkak korkak kişneyerek  sıkışıyordu. Çoban: ‘Kurtlar!’ diye anladı.

            Sürüye beş kurt saldırdı ve doru aygır saldırılarını püskürtüyordu.

            Oljabek’in pek hızlı baskı ve bağırmalarından korkmuş kurtlar kaçmaya başladılar.

            Ava alışık al at peşinden atıldı. Tepeden tepeye, vadiden vadiye onların peşinden koşuyordu. Oljabek sürüye yetişti ve kuyruğun kurdun burnuna doğru vuruşuyla kurdu kara düşürdü.

            O anda istepte: ‘Bayla bayla[42]’ diye bağıran bir atlı göründü. Oljabek, onu değiştirmek içi sabahtan beri arayan arkadaşını tanıdı. Olabek içinden: ‘Gerekmediği zaman geldi kahrolası! Gece kar fırtınasında yokmuşsun herhalde!’, düşündü. Sözlü olarak da:

-                     Tamam, al, köpekten daha şanslısın, dedi.

            İşte kar fırtınası süresinde elmacığını soğuk ısırdı.

     Jamal ekşi kremayı getirip soğuk ısırmış derisine özenle sürdü. Artık şimdi Oljabek hatsa Şıganak hakkında düşüncesinden kendine geldi.

-       Koyunların nasıl?, diye sordu.

-       İyi. Kötü bir şey olmazsa her yüz dişi koyundan yüz altmış beşe kadar yavru elde edebilirim. Bu arada da yine hediyeler cepheye gönderiliyor. Biz de ötede kaldık.

-       Şıganak ne verdi?

-       Yüz pud darı ve yirmi bin ruble.

Oljabek, elini dizine koyup:

-       Hey!, dedi, Şıganak bizden daha akıllı, ama daha zengin değil. Onu bir defa olsun yenelim!

Jamal şefkatle güldü.

-       Seninle bir defa olsun tartıştım mı? Biz ‘geniş gök altında yırtık bulutları ararken’ bile seninle çekişmedim.

Oljabek, eliyle kesinlikle havayı kesip:

-                                                                                                                             Öyleyse, dedi, beş koyun, atı ve elli pud darı vereceğim. Bu sahip olduğumuzun çeyreği olacak. Bize geri kala yeter.

-                                                                                                                             Her şey verebilirsin, yeter ki düşmanlarımız yenmesin!

-                                                                                                                             Bunu hiç bir zaman düşünmedim, Sovyetleri ve kolhozları nasıl yenecekler...

 

8

     Küçük misafir uyandı ve çıplak ayaklarıyla yürüyerek kapıdan baktı. Jamal, onu kucağına alıp birkaç dakika sonra her üçü çay içmeye oturdu. Ev sahipleri bulunduğu bütün lezzetli ve tatlı yemeği masaya koydu. Hem yağ, hem et, hem de kurumuş meyveler vardı. Misafirin yanında mırlayarak kedi ve evcil tavşan oturuyordu. Jamal birkaç gündür çocukla uğraşıyordu. Ona bakıyordu, ama ona ismini söyletemedi. Israrla ve şefkatle:

-       Canım benim, anlat nereden geliyorsun?

Çocuk birden dudaklarını şişirdi ve bağırmaya başladı:

-       A-la-arm!

            Ev sahipleri şaşkına çevirilmiş birbirine bakıyordu. Bu sözü Rusça olarak bilmediler.

-                     Bomba! Ş-ş-ş... bum!, diye ekledi çocuk ve yüzünde korku belirdi.

Oljabek, çocuk gibi canlanıp sevinerek:

-                     Anladım! Anladım! Savaş hakkında anlatıyor!, diye bağırdı.

            İkisi dikkatini toplayarak çocuğun ağzına bakıyordu, ama bununla yetinince başını onlardan çevirdi, bir lokma eti kapıp biraz çiğnedi ve attı onu. Oljabek:

-                 Neden gereği kadar pişirmedin?, diye yüzleme ile söyledi ve misafire tere yağ ile tabağı itti.

Çocuk buna da tamah etmedi. Jamal birkaç gün içinde sevdiklerini öprenebildi. Bir lokma ekmek kırıp sütü verdi ona. Ekmeği süte batırarak çocuk iştahla yemeye başladı. Büyükler duygulanmışlıkla izliyordu onu. Misafir sütü geri itip kollarını uzattı ve parmaklarını açıp ev sahiplerine baktı. Jest o kadar anlatımlıydı ki Jamal’la Oljabej aynı zamanda ona atılıp elleri ve dudaklarını silmeye başladı. Jamal, dudaklarını silmeye çalıştığı zaman yüzünü çeviriyor ve ağzını Oljabek’e uzatıyor, bunu Oljabek yapmaya kalkışınca Jamal’a dönüyor ve her üçü neşeli neşeli gülüyordu. Birden çocuğun gülmesi kesildi, bakışı kedi ve evcil tavşan yavrularına düştü. Onları hemen kapmak için iki kolunu uzattı, ama kolları kısaydı.

            Oljabek ikisini kavradı ve kucağına koydu. Oljabek:

-                     Kazakça olarak bu mısık, bu ise kojek, diye açıkladı.

Erkekk çocuk bu günleri içinde Jamal’ın bu sözlerine alıştı artık.

-                     Mısık! Kojek!, diye tekrarladı.

            Oljabek bu iki Kazak sözüne o kadar sevindi ki iki hediye edilen ata böyle sevinmezdi.

-                     Kazakça çok kolay, çabuk öğrenirsin! Tanrı ona mutluluk ve uzun ömür versin!

Jamal’la Oljabek, çocuğa bakarak kaybettikleri oğlunu anıyordu. Duygulanmış Oljabek çocuğun yaramazlıkları hakkında dinlerken kendisi çocuk gibi gülümsüyordu.

-                     Baktım, o yok... Mutfağa koştum, yavaş yavaş kapıyı açtım, o da oturakta oturuyor!..

-                     Ne akıllı çocuk, diye gülümsüyordu Oljabek.

Jamal:

-                     ...Yatağımın üstünde birinin süründüğünü hissediyorum. Korktum. Bir batım o!, diye geçen geceyi hatırlıyordu.

            Çocuk kedi ve avşan yavrularıyla uğraşıyordu. Jamal ondan gözlerini ayırmayarak  baktıktan birkaç saniye sonra:

-                     Belki de annesinin tek çocuğuymuş! Dişi deve gibi yüksek sesle ağlaıyormuş anne çocuğuyla vedalaşırken, şimdi ise zorbaların elinden ölmüş olmalı!, diye bağırdı birden.

Oljabek:

-                     Evet, diye içini çekti, Zor zaman geldi. Ne kadar çok kan dökülüyor! Halk üzerinde kara bulutlar asılıdır, anneleri çocuklarından ayırdılar... Suç kimde ama? Namussuz ve şerefsiz kahrolası faşistler. Böyle küçücük çocuğa nasıl acınmamalı? Ona acımayacak insana başka insanlar da zcımayacak...

Çocuk Jamal’la Oljabek’e bakıyordu ve sözlerini anlamadığı halde anlmaını hissediyormuş gibiydi. Gülmeyi kesti, onlara yaklaştı ve ikisine bakarak Jamal’ın boynuna sarıldı. Açık gözleri sanki diyor gibiydi: ‘Üzülmeyin, sizinle mutlu olacağım!’

            İkisi ona sevgi ve şefkatla bakıyordu ve bu anlarda kendilerini de mutlu hissediyordu.

 

9

            Aul çoktan uyuyordu, ama kolhoz bürosunun küçük odasında Sergey, Akjıbek ve Janbota Şıganak’ın makalasi üzerinde çalışıyordu. Şıganak dikte ediyordu, sonra yazdıklarını dinliyordu. Bazen düşüncelerinin doğru açıklamadığını düşünüyordu. O zaman yeniden yaptırıyordu. Ancak şimdi makaleyi üçüncü defa yeniden yazdıktan sonra bitirdiler. Aljıbek, gerinip esnedi. Janbota, sandalyeden kalktı ve yeni asker posterlerini incelemeye başladı. Sergey, sigaranın dumanı içinde oturuyordu. Şıganak:

-                     Bir insanın istekleri dağ geçitleri gibi. Biri geçersen, önünde başka çıkıyor, dedi, İşte benim de iki yeni kaygım var. Erken ilk baharda ekim zamanında Kaspiy tarafından rüzgar esiyor. Hangi hektar, ne zaman ekindiğini ve nasıl geliştiğini bilmek yetmiyor. Ne zaman nasıl hava olduğunu bilmek lazım. Bana göre bu rüzgardan önce ekilmiş darı, rüzgardan sonra ekilmiş darıdan daha kötü ürün veriyor. Bu sene rüzgardan sonra ekmeye çalışacağız.

  Sergey, çabuk not defterini açıp not almaya başladı. Şıganak gözü kapalı bütün ağırlığıyla sopaya dayanarak oturyordu. Sanki kendisi toprağa gitmeden önce toprak ve ekinler hakkında bütün çok yıllık bilgilerini anlatmaya acele ediyormuş gibi durmadan konuşuyordu.

-  Diğer isteğim – darının düşmemesi için bir şey uydurmaktır. Janbota, onu başakların dayanacağı kadar yetişeceğine söz verdi. Onları bir şeyle güçlendirmezsek iki yüz kentallık mahsulün ağırılığına dayanamaz ve mutlaka yere uzanır.

Janbota:

-                     Onları nasıl sağlamlaştıralım?, diye sordu.

-                     Her başak için destek hazırlamak zorunda kalacaksın, diye ciddi ciddi söyledi Şıganak ve gözlerini yarı açınca kurnaz kurnaz baktı ona.

            Sergey, kalemini düşürdü ve yapmcaık dehşetle kulaklarını tıkadı. Şıganak gülmeye başladı.

-                     Korkma, Sergey, korkma, şaka yapıyorum! Akademisyen bana şunu söyledi; sıcakta insan kana kana su içiyor, soğukta ise acele etmeden içiyor. Bu düşüncesini beğendim. Serinlikle içilen daha tatlı ve yararlı. Ekinlerle ilgili durumun aynı olduğunu düşünüyorum. Sabah veya akşam serinliğinde sulanmış ekinler çok sağlamdı, sıcakta sulanmış olanlar ise tümüyle yere serildi. Serinlikte sulamaya çalışacağız.

Pencerinin arkasından gelen atların aykalarının sesi ve demirin gıcırtısı duyuldu. Odada oturanların hepsi şaşkınlık içinde pencereye atıldı. Biri kapıya koşarak yaklaştı, ama onu açamadı. İzbeye ayazdan Ermagambet, Token ve Vasiliy Antonoviç girdi. Vasiliy Antonoviç, tam kapıdan:

-                     Faşistleri Moskova’dan kovdular!, diye bağırdı.

            Şıganak aceleyle yerinden kalktı ve ‘büyük adamla’ kucaklaştı.

            Vasiliy Antonoviç, sevinerek düşmanın kayıpları, esir, ganimetler ve düşmanın Moskova’dan kaçması hakkında anlatıyordu. Oda sanki ışıkla dolmuş gibiydi.

            Şıganak’ın yüzünde gençmiş gibiydi kan oynamaya başladı.

            Sergey, Ermagambet’le öpüştü.

            Aljıbek’le Janbota, herkese büyük haber vermek için kurşun gibi evden fırladı.

            Token, yakalayıp mevcut olanların ellerini sıkıyordu, Şıganak’a uzandığı zaman o geriledi. Elini itince:

-                     Zavallı! Sen neye seviniyorsun?!, diye bağırdı.

-                     Kincisin Şıganak! Hala kavgamızı unutmamışsın. Ben bile böyle büyük mutluluk adına her şey unutmak istiyorum. Bak, sana barışmak için geldim!

            Su teknisyeninin sözleri mantıklı olmakla beraber Şıganak bu kurtun üstündeki koyun pöstekisinin görünüşünde yumuşamadı.

-                     Aklına ne koyduğunu bilmiyorum, ama senin söylediği ‘zavallı’ sözü yüreğimi buzla kapladı. Doğadan kötü kalpli değilim, ama buram ısınmıyorsa ne yapayım, diye göğüsünü göstererek söyledi Şıganak, Kurnazlık etmeyi bilmiyorum.

            Token, içini çekerek sandalyeye oturdu.

            Şıganak’ın sözlerinden sonra konuşma hemen kesildi.

            Vasiliy Antonoviç, gözlerini ayırmadan Şıganak’a bakıyordu.  Görüşeli üç-dört ay geçti, ama ihtiyar öyle zayıfladı ki.

            Şıganak, kendisinin asıl eridiğini hissetmiyordu ve doktorun sağlığı hakkında sorusuna: ‘Yok bir şey, yok!’ diyordu. Sürekli tarlasını ve darısını düşünüyordu. Geçmişte çok yıllık bilgisini altın tanelere cisimleştirmek isterken şimdi hayali daha ileri gitmek istiyordu. ‘Kurman’ kolhozunun tarlalarının ünü Şıganak’ı doyuramıyordu, darının Kazakistan’ın bütün sınırsız isteplerinde yayılacağını istiyordu.

            Şimdi ise ‘Kurman’daki gibi makineler ilçenin birçok kolhozlarında vardı. Şıganak’ın öğrencileri Kaşkın, Kulmes, Zaure, Şıganak’ın birinci rekoruna yetişti artık.

            ‘Denelerim okul oldu, ilçem darının büyük kaynağı oluyor’, diye düşünüyordu Şıganak.

     Vasiliy Antonoviç buraya ancak sevindirici haber getirmek için gelmedi. Yaşlı darı uzmanı başka bölgeleri göndermek istedi. Gelişi tarımcıları yeni kazanımlara coştururdu. Her taraftan Şıganak’ın başarıları hakkında konuşmak için gelme ricalarıyla çok mektup geliyordu... Fakat Vasiliy Antonoviç, Şıganak’ın yüzüne bakınca, zayıflamakta olan sesini duyunca, emin omayan hareketlerini görünce bu düşünceden vazgeçti. Vasiliy Antonoviç, Şıganak’a:

-       Hal hatırınızı sormak için geldim, dedi, Gördüğüm kadarıyla onu kötü koruyorsunuz.

Şıganak güldü.

-                     Can çocuk gibi sarılırsa, şımarır, diye ittiraz etti.

-                     Sarılmazsan da tamamen ayrılırsın ondan.

-            Ne kadar sarsan sar, yine de bir gün ondan ayrılmak zorunda kalırsın! Dünyada çok görüp duydum!

-            Yaşadıkça daha çok görüyorsun.

-            Evet. Gördükçe de daha az toksun. Bir canlı için dünyadaki harikalar yetiştirilemez, daha çok ister!, diye kabul etti Şıganak.

Bu yarı şaka konuşma sırasında Vasiliy Antonoviç: ‘Gerçekten de yaşlı adam sağlığına bakmıyormuş’, diye düşündü.

-                     Bu defa benimle Aktübinsk’e gideceksiniz. Birkaç gün için sizi doktorların kontrolü altına bırakacağız, dedi Şıganak’a.

-                     Vasiliy Antonoviç, beni rahat bırakın. Kendimi iyi hissediyorum. Her gün hem cepheden hem de cephe gerisinden mektup alıyorum. Herkesa darıdan konuşuyor. Bundan başka söz verdim. İki yüz kentala varmadan durmam... Şimdi hazırlanmak gerek. İş çok, zaman az.

Vasiliy Antonoviç’in hiç bir yere gitmeyeceğini anladı.

-                     Tamam. Bu durumda size bir doktor bağlayacağız. Sizin onu dşnlenmenizi istiyorum. İşlerinizi başardıktan sonra tedavi görmek için Moskova’ya gideceksiniz. Oldu mu?

-                     Tamam sizin dediğiniz olsun, diye kabul etti yaşlı adam.

Büroya her yandan halk koşuşuyordu. Bu gece toplantısı çok garip manzaraydı. Savaş sırasında kararmış, sevinç nedir unutmuş insanlar mutluluğunu farklı farklı gösteriyordu. Biri parlayan gözler ve gülümsemelerle, diğerleri göz yaşlarıyla, diğerleri ise coşkun vuruşlarla ifade ediyordu.

       Oljabek’le Jamal girdi. Vasiliy Antonoviç şaşkınlıkla:

-            Oljabek at çobanlığı yapıyormuş, değil mi?, diye bağırdı.

-            Beni ziyaret etmek içi geldi ve bu gece de ayrılıyormuş. Şanslılar!

            Oljabek, kocaman elini Vasiliy Antonoviç’e uzattı.

-                     Oljabek, kar fırtınalrı ve kurtlardan bıkmadın mı?, diye sıkı el sıkışma ile cevap vererek sordu.

-                     Onları görmem ilk defa değil.

-                     Plan üstü hayvan başı ne kadar?

-                     Otuz.

-                     Jamal’da ise elli! Demek ondan geri kalıyorsun?

-                     Bir tayım on koyuna değer, diye ittiraz etti, Oljabek.

-                     Evet, haklısın. Şıganak ise, kızlar peşinden hala koştuğunu diyor.

Oljabek şaşkınlık içinde Şıganak’a baktı. Güceniklikle:

-                     Tanrı korusun!, diye haykırdı. Şıganak güldü ve Jamal’a seslenerek:

-                     Canım benim bu biçimsiz ayı nasıl seçtin?, diye sordu.

-                     Ona benim gözlerimle bakınız, dedi Jamal. Şıganak:

-                     Haklısın. Anladım, diye kabul etti.

       Uzun kış gecesi hiç kimsenin hazırlanadığı kendiliğinden coşkun bir miting olarak geçti. Bazen tecrübesiz veya alışık olmayan dil dolaştığı ve düşünce kesildiği zaman. Onu diğer konuşmacı destekleyip geliştiriyordu. Herkes savunma fonna ne verdiği ile bitiriyordu: ‘Buzağı veriyorum!’, ‘İki koyun veriyorum!’, ‘Bir kental darı veriyorum’...

Token de konuşma yaptı. Alışık konuşmacıydı.

-                     Savunma fonuna aylık maaşımı veriyorum, diye konuşmasını bitirdi.

Hiç ses çıkarmadan oturan Janbota dayanamayıp ayağa fırladı.

-                     Maaşınızı geri cebinize koyun! İyisi dün Ayslu’ya ne dediğinizi tekrarlayın!

Su teknisyeni şaşkınlık içinde:

-                     Ne, ne demişim?, dedi.

Janbota, Ayslu’ya:

-                     Haydi, hatırlat ona!, diye seslendi.

-                     Dün Token ekibimize geldi. Çok neşeliydi. Kimin için kar topladığımızı kendimiz için mi, Almanlar için mi diye soruyordu. ‘Almanlar niçin lazım bize!’ dedim. O da ‘Niçin lazımmış, niçin lazımmış!.. Onlar Moskova’yı işgal ettiler ve buraya geliyorlar’. Ben hemen Janbota’ya koştum, Almanların buraya geldiğini diyorum, o beni dinlemek bile istemedi...

Token beklenmedik sırada yüksek sesle gülmeye başladı.

-                     Şaka yaptım. Denemek istedim, onlar da inandı!

Janbota:

-            Ne gülmekle ne aylık maaşınızla kendini temize çıkarmayacaksınız!, diye haykırdı. Önce kızarıyor, sonra beyaz kesiliyordu, ama gözleri Token’den ayırmıyordu. Daha bir şey söylemeye çalıştı, ama söyleyemedi ve birdenbire:

-            Karibay konuşsun.

Karibay:

-            Token, Ahmet’i tanıyor musun?, diye sordu.

-            Ne Ahmet’i?

-            Kaçan haydut Ahmet’i.

-            Ah onu mu? Onu tanımayan var mı? Çok defa karşılaştık. Daha gençken karşılaştık.

Karibay:

-                     Demek Token’in genç olduğundan beri çok zaman geçmemiş, dedi, Bu sustalı çakı son ürün kaldırmadan sana benden geçti, tarlada başakları keserken. Şimdi ise onu haydut Ahmet’in cebinden aldım. Aksakal al onu, sana onu hediye ettim, diye Token’e bıçağı uzattı.

            Su teknisyeni ona bakış atınca sarı kesildi, bıçağı almaya cesaret edemiyordu. Jamal yerinde duramıyordu artık.

-                     Oljeke, bu köpek Ahmet’in arkadaşı mı? Burada nasıl oturuyor?! Bu kolhozun düşmanı!

Oljabek, susarak yerinden kalktı ve ağır ağır adım atarak Token’e yaklaştı, birdenbire kocaman yumruğu su teknisyenine düştü. O haykırıp kalabalıkta kayboldu. Birkaç kişi ona doğru atıldı. Çok insanı kırdı ve herkes onda düşmanı hissediyordu ve şimdi kendini tutmuyordu artık. Şıganak:

-                     Durun! Durun! Dağılın! Bunun için iktidarımız ve kanunlarımız var!, diye bağırdı.

            Halk dağıldı, Token oturdu.

            Vasiliy Antonoviç, Janbota’nın elini sıktı, ve alnından öptü.

-                     Kartal gözlerin var, dedi, Yine de eski Janbota değilsin. Amantay’ı mı özlüyorsun?

-                     Hayır, dedi, ama gözlerinde beliren yaşlar onu ele verdi. Vasiliy Antonoviç: su teknisyenine hitao ederek:

-                     Burada artık yapacak şeyiniz yok, dedi. Token:

-                     Evet, evet, diye cevap verdi ve aceleyle bürodan çıktı.

            Karibay’la Sergey bakışıp ardından çıktı.

 

10

            Faşistler Moskova’nın civarında kuvvetli darbe aldıktan sonra toparlanamadan kaçmaya başladı. İlk sabah geldi ve solumak daha kolay oldu. En ağır zorluklar acımasız kışla gidiyordu. Bütün ülkeyi saran zafere emin olma, çalışanların coşkunluğunu artırdı.

            ‘Kurman’ kolhozu bu sene ilk bahar toprak sürmesini süresi dolmadan bitirdi. Ekime başlamak için hastalığı şiddetlendikçe şiddetlenen Şıganak’ın yönergesini bekliyorlardı. Her geçen günle kötüleşiyordu, kesinlikle sergin vermediği halde çalışamıyordu artık.

            Janbota bugün ciddi sınava girmeliydi. Şıganak tarlaları bizzat incelemek ve yönetimi altında yapılan işi değerlendirmek istedi. Janbota atla tarlaları dolanıyor ve dikkatle bakarak Şıganak’ın neyi yüzüne vurabileceğini düşünüyordu. Bir şey bulamadı. Memnun üzengilerde yarı kalktı, atını döndürdü ve aula koştu.

            Çift sevinç onu kanatlarda gibi eve götürüyordu. Birinci – çocuğunu görüp göğüsüne bastıracak, ikinci sınavdan pek iyi ve Şıka’dan övgü alacak. Eve yaklaşınca şarkıyı duydu. Annesi, kendi bestelediği ninniyi söylüyordu. Janbota kulak asıp durdu.

Benin aydın ayım,

Çocuk boztorgay[43].

Sevin, gül!

Kıvrak bit tay[44]

Mektup gönderdi,

Deve yavrusu[45] gelecek...

Bu iki vahşiden üçüncüyü salla,

O da sakinlerden biri değil!

Beni onlardan da ayırma, Tanrım!

            Janbota, yurtaya gkoşarak girdi. Annesinin tay hakkında şarkıyı söylemesi boşuna değildi.

-                     Annem, Tay’dan mektup mu var?

-                     Var, var, Jan, diye koynundan mektup çıkarıp ona uzattı.

-                     Çok sıcak! Koşmanın kenarları biraz kaldırır mısınız?, dedi birden heyecandan boğan Janbota. Yaşlı kadın:

-                     Çocuğu üşütme!, diye ittiraz etti.

-                     Taze havadan saklayarak daha çabuk üşüteceğiz onu!

Anne yurtadan çıktı. Janbota, oturmayı unutup ayakta okuyordu.

  ‘Bota, benim için boşuna telaşlanıyorsun. Sana hemen saldırıdan sonra yazıyorum. Berlin’e varmayıncaya kadar Amantay’ı bekleme. Patlasan da sabır et. Önce keşip yapıp ‘dilleri’ getiriyordum ve ödüle değer görüldüm. Fakat sürüklenmekten bıktım. Açık savaşa istedim. Artık makineli eriyim. Sağ kalırsam bütün göğsümde nişanlarla döneceğim. Buna nasıl bakacağını bilmiyorum. Çünkü senin kanına göre aşk sadece eşit olanlar arasında olabilir ve ben seni yenmeye başladım. Sen de nişanları almaya başlayana kadar beklemiyorum ki! Yoldaş görüşlerini yeniden gözden geçirmek zamanı gelmedi mi? Ben büyüdükçe sana duyduğum aşkım da büyüyor. Daha sık yaz. Bana takılıp kızdır beni Botajan. Küçük çocuk gibi gülerdim...’

            Janbota, gözyaşlarını tutarak onları özenle sildi ve cevaba başladı:

          “Benim gem almaz tayım! Hala boyun eğmedin mi?, diye başladı, Ancak şimdi anladım ki erkek kadından daha güçlü ve cesur. Başına geldiği her şey gözlerimin önünde duruyor ve bir dakika için bile bunu unutmuyorum. Gri kaputu giymedim, şiddetli soğuk ve siper hayatının zorluklarını gerçekte hissetmedim, ama bütün bunları senin gibi hissediyorum. Yine de sen yorulmak, eğilmek nedir bilmeyen, çeliktensin ve benimsin!

            Artık Bota değilim, İngenim[46]. Dünyaya senin gibi yaramaz küçük bir insan geldi. Artık anneyim ve anne unvanımı ödüllerine eş tuturyorum. Üstünlükten konuşuyorsun, ama anlamıyorsun; bebeğimi öptüğüm her defa göğüsüme nişan bastırıyorum. Annenin ödevi sadece çocuk doğurmak değil.

            Önce senden emekte geri kalmayacağıma söz vermiştim. Bu vaadimi yerine getirmek zamanı geliyır. İki yüz kentallık mahsul yetiştirmeyi düşünüyoruz. Şıka hasta. Bütün ağırlık bana düşüyor. Dayanırsam, gem almaz tayımının boynunu eğdireceğimden eminim...

            Neden bilmiyorum, ama seninle alay etmek istediysem bile yapamıyorum. Dişlerim körlendi mi ne...

            Şimdi bizim Amangeldı’yı yedireceğim ve yine hücuma kalkacağım. Asker babanın o olmadan doğan oğluyla görüşmeyi gördüğüm zaman dayanıp dayanamayacığımı bilmiyorum, umarım kalbim patlamaz! İşte senin Bota böyle düşüncelere kapıldı şimdi...”

            Tez elden mektubu bitirince Janbota, giren annesine mektubun içeriğini anlatarak çocuğunu emzirmeye başladı.  Kurşundan yağmur altında gezen kaharamanı ikisi farklı farklı görüyordu. Baybişe içini çekip:

-                     Tanrım, canımı bütün üç çocuğumdan önce al!, dedi ve birdenbire hatırlayınca ekledi, Jan, orada çok insanla Şıganak atlara biniyor.

Janbota, çocuğunu göğüsüne bastırıp öptü ve dışarı koştu.

            İnsanlarla çevrilmiş Şıganak tarlaya doğruluyordu. Film rejisörü çevirim takımıyla birkaç gündür buradaydı. Onlara ilçe yönetmenleri ve kolhoz yönetim kurulu üyeleri katıldı. Film çekenler artık iki-üç gün hasta Şıganak yanında uğraşıyordu ve bugün tarlaya çıktı. Rejisör, tarım uzmanına:

-                     Hayret bir şey!, diye düşünceli düşünceli söyledi, Okuma yazma bilmeyen adam dünya rekoru kırdı.

-                     Bu adam, dedi Sergey, Hayattan öğrendi. Hiç yorulmadan çalışıyor, her şey hatırlıyor ve sonuna kadar incelemeden hiç bir şey bırakmaz. Buna doğal zeka ve üstün yetenek katlansa büyük okumuş olur.

-                     Son zamanlarda tuhaflıkları belirmeye başladı...

Sergey gülümsedi.

-                     Geçen sene geç gece ilçeye dönüyordum. Gece aydınlıktı. Bir baktım darı içinde biri oturuyor ve bir şey homurdanıyor... Hırsız olmasın diye düşündüm. Yaklaştım bu da huzursuz ihtiyar kendisi çıktı. ‘Burada ne yapıyorsunuz, Şıka?’ diye sordum. ‘Ayın ışığı darının bitmesini etkileyip etkilemediğini kontrol ediyorum’, diye cevap verdim. Elinde kova var. Metre kareyi özenle ölçüp onu suladı ve oturuyor. Darıyı sadece geceleri sularsa nasıl biteceğini inceliyormuş. Tabi ki bu işten anlamayanlara bu garip gelebilir. Fakat her insan onun gibi tuhaf olsa dünya okumuş dünyası olurdu.

Şıganak düşüncelerine dalarak sürülmüş tarlayı gözden geçiriyordu. İşte atını durdurup indi. Kameramanlar kamerarıyla uğraşmaya başladı. Şıganak’ın peşinden gidiyordu, o nereye gidiyorsa onlar da oraya.

            Şıganak arsaları dolanıp sürmenin derinliğini ölçüp avucunda toprağı ezdikten sonra Janbota’ya yaklaştı. Çatmış gözleri düzleşti. Onu öptü ve sırtına dostça hafiften şaplak indirdi.

-                     Rüzgar dindi. Artık ekebikirsin. Serinlikte sula. Telgraf geldi, hediyeleri Leningrad’a götüreceğiz. Kendim ise Moskova’da tedavi görmek için kalacağım, bütün bunları ise sana vereceğim...

Alıcıların takırtısı ve şakırtısı sırasında Şıganak bir söz daha söylemeyip güçlükle ata bindi ve bükülüp aula doğruldu.

 

11

Ürün kaldırma zamanı geldi. Uil ile kıyısında kolhoz bulunan büyük olmayam nehir arasındaki geniş tarla deniz gibi dalgalanıyor. Darı kamış çalılığını andırıyor. Ona girince başaklar etrafındaki her şeyi bakışından kaplayacak ve sadece başının üzerindeki mavi göğü göreceksin. Zaman zaman başakları oynatarak rüzgar esiyor.

            Şıganak, tarlalrı dolanıyor, atı darı çalılarında görülmüyor ve o dalgalanan ekili tarlanın üzerinde yüzüyormuş gibi. Dizgini bırakınca Şıganak açık alana çıkıyor. Kocaman aul yarım daire şeklimde yerleşti. Solunda harman yeri var. Harman yerinin bir kenarında darının kocaman demetleri dokurcun yığıyorlar. Diğer kenarında ise durmadan boş kamyon gelip oradan da ağzına kadar yüklenmiş olarak gidiyor. Harman yeri ortasında dövülmüş inci beyaz darı var. Uil’in kıyısının uzunlamasına arabayla kadırılan beyaz toz yükseliyor.

            Şıganak, emeğinin üzürnlerine şefkatle bakıyordu.

       “Hayat, hayat! Ne kadar güzel ve istenensin! Gerek yaşlılar, gerekse gençler, hepsi seni ister...”

            Son zamanlarda Şıganak çok değişmiş; elmacıkları keskinleşti, yanakları ve gözleri çöktü. Evine yavaş yavaş yürüyerek ulaşınca güçlükle attan indi. Yurtaya bağlanmıi deve yavrusunun yanında al aruana durup Şıganak nemli gözlerle bakıyordu. Şıganak:

-                     Benim sadık dostum, aruana! Sinin terinle tonlarca darı yetiştirmek istedim. Şimdi ise tegerşığı kırdım ve seni kayıştan kurtardım, dedi ve uzun boynunu okşayıp biraz durduktan sonra yurtasına girdi.

Baybişe Zaru ve doktor Maryam dinleniyordu. Şıganak’ın eziyet dolu yüzünü görünce ikisi kalkıp ona yaklaştı ve onu iki yanından destekleyerek özenle yatağına yatırdı. Maryam nabızına sarıldı.

-                     Baba, bir daha iğne yapalım mı?

-                     Bir şeye yaramazmış, canım. Yapma.

-                     Aç mısınız?

-                     Canım çok şey istiyor! Midem kabıştan daha açgözlü.

-                     Yok bir şey, iyileşirsiniz. Yoruldunuz.

-                     İyileşeceğim, canım, tabi ki iyileşeceğim, diye kabul etti.

            Maryam onu ikna ettirmiş gibi görünüyordu, ama ikisi içinden iyileşeceğine inanmıyordu. Sadece Zaru inandı.

            Şıganak, demin Moskova’dan döndü. Orada uzun uzun kaldı. Leningrad hala mahsur kalıyordu ve Kazakistan’ın Leningrad için hediyeleri olan katar Moskova’da Leningrad obkomu sekreteri tarafından kabul edilmiştir.

     Moskovada Şıganak ünlü tıp adamlarına gösterilmişti. Onlardan hiçbiri onun ağır hastalığından kurtarmak için bir çare bulamadılar. Şıganak’ın yaşı ameliyat olmasını mümkün kılmadı. Fakat doktorlardan hiçbiri durumunun umutsuzluğu hakkında söylemedi ona.

-       İyileşeceksiniz. Rahat olun, perhiz yapın, diye söylendi ona, Kendini daha kötü hissederseniz, geleceksiniz...

            Şıganak, doktorların sözlerine inanmadı, ama varışlı olmayan Zaru ve ailesinin diğer üyelerini kendisinin daha iyi hissettiğini ve iyileşmekte olduğuna inandırdı. Ailesini ve kolhozluları rahatlatmak için bazen ata binip tarlaya gidiyordu. Onun tarlaya çıkması sadece “Kurman” kolhozu için değil, bütün Uil ilçesi için içaçıcıydı. Onsuz Uil daha sığı oluyormuş, onun karşısında ise büyük, suyu bol ve neşeli oluyormuş. Şıganak bunu hissedip sağ ve dinç görünmeye çalışıyordu.

            Dövmeyi yöneten Janbota, Şıganak’ın tarladan dönmesini uzaktan gördü, onun özel bükülmesini. Bir dakika bulup aula koştu.

            Çocuğu aceleyle yedirip Şıganak’ın yurtasına girdikten sonra kapıda durdu. Kasketi yana kaymıştı, geriye itilen saçlar biraz darmadağın oldu. Elinde ikiye katlanmış kamçıyla duruyordu. Sarı şalvarı buruşuktu. Belindeki kuşak gevşedi. Gözleri Şıganak’a bakarak parlıyordu. Şıganak ona yavaş yavaş bir sesle:

-                     Botajan, yüzün neden zayıflamış?, diye sordu, İki yüz kentalı kolaylıkla başarmıyorsun, değil mi?

            Şıganak, biraz küçümsedi; bu sene her hektardan 1232 pud darı dövülmüştür.

            Janbota, üstlüğünü bırakıp Şıganak’a yaklaştı ve baş ucuna oturdu.

-                     Yine mi srgin verdiniz?

-                     Dinlenmek için yattım, yok bir şey. Kahrolası yaşlılık.

-                     Böyle acımasız istepi yendiniz, ihtiyarlığı nasıl yenemezsiniz?

-                     Eh, canım! Onun kuvvetli dayanağı var...

‘Kuvvetli’ sözüyle Şıganak Tanrıya ima etti. Tanrı hakkında saygısızca konuşmaları sevmiyordu, bu yüzden Janbota ittirazlarını yuttu ve içinden:

-                     ‘Bu ‘kuvvet’ yardım isteyen adam yardım etmiyor ama!’ diye düşündü. Şıganak:

-                     Sergey’le telgraf gönderdiniz mi?, diye sordu.

-                     Aynı gün.

-                     Artık gelecek yılı düşünmeye başlayın.

-                     Ne düşünelim! İki yüz kentak normumuz artık!

-                     Onu daha artırmak istemiyor musunuz?

Janbota güldü:

-                     Öyle mi? Şıka sınır bilmez! İnsanlar bu rekolteden kendine gelemiyor, siz ise daha çok istiyorsunuz!

Şıganak, gülümseyerek:

-                     Günlerimizde sovyet kolhoz toprağında rekortmen az değil, dedi, Birçoklardan biri olmayın. Gerçek arap atı hiç bir zaman birinciliğini kaybetmez. İnsanlar tecrübesini benimsiyor. Başarımız yüzlerce kolhozlar bize yetişmek hevesindedir. Yarın biri önüne geçebilir. O zaman ne? Bir defa Durjıgul’un masasının başında oturduğu için övünen Kabış olmak doğru değil...

            Tam o sırada kapı açıldı ve Kabış girdi.

-                     Merhaba!, diye yüksek sesle bağırdı.

Şıganak güldü:

-                     İti an taşı eline al! Zaru, bir fincan şubat versene. Aç olduğu her zaman böyle yüksek sesle selamlıyor.

-                     Buna karşılık sen hiç aç olmuyorsun!

-                     Bu senin gibi çöplükte süprüntüyü topladığım için.

Kabış:

-                     Tamam. Seni hastalık bile yenemez. Bana gelince seninle hiç tartışmam!, diye cevap verdi ve iştahla dudaklarını şapırdatarak şubat içmeye başladı.

Fincanı çabuk boşalttı ve Zaru’ya geri verdi. Onu bir daha doldurdu. Bu defa acle etmeden yavaş yavaş içiyordu.

-                     Doydum!

Şıganak:

-                     Benim için bir daha fincan al, diye teklif etti ve o içmeye başlayınca kendisi içiyormuş gibi ona memnun memnun bakıyordu, Merkezden mi, evden mi geliyorsun?

-                     Eve uğramadım. Merkezden size doğru.

-                     Başka kimseye lazım değilsin! Altmış yaşını doldurmuşsun, kime lazımsın zavallı ihtiyar!

-                     Zavallıydım, ama şimdi yaşlıyken kendime bir yığın mutluluğu bekliyorum.

-                     Ne, büyük gübre yığınını mı buldun?!

-                     Gübre neye lazım?! Yakında öleceksin, yerine geçeceğim!

Zaru:

-                     Ağzından yel alsın!, dedi.

            Şıganak’la Kabış güldü. Kabış, cebinden bir mektup çıkardı ve Şıganak’a uzattı.

-                     Kimden?

-                     Bilmiyorum. Postaneden aldım.

            Janbota zarfı açtı ve ünlü akademisyenin yazdığı mektubu sessizce okudu. Rusça olarak yazılmıştı ve Janbota, onu Kazakça’ya çevirdi:

“Ççok saygıdeğer yoldaş Şıganak Bersiyev! Telgrafınızı alınca uzun uzun endişe içinde dolaşıyordum. Ona inanıp inanmayacağını bilmiyordum. En ünlü okumuşlar, darının veriminin sınırını iki yüz kental olarak belirledi, bu belirleme öylesine yapılmamıştır. Bundan önce bitkilerin aldığı güneş ışıklarının gücü hesapladı. Siz de bu en hassas hesaplamayı aştınız ve verimin insana bağlı olduğunuzu ıspatladınız. Önünüzde dünyada eşi görülmeyen rekor mahsulün dahi uzmanı olarak saygı ile eğiliyorum ve size ileride başarı ile gelimenizi ve uzun yıllar boyunca sağlıklı kalmanızı diliyorum”.

            Şıganak, yarı yatar durumda dikkatle dinliyor ve ağır ağır nefes alıyordu. Janbota, kapıldığı sevinçli heyecandan yerinde kurtlanıyor ve onun adını ne zaman söyleyeceğini bekliyormuş gibi Şıganak’a bakıyordu. Kabış da mektubun anlamını anlamış gibiydi ve ünlü yaşıtına gizlice bakıyordu.

-                     Brtugan[47], ne oldu sana?, diye Şıaganak’a doğru bakark söyledi.

            O anda ihtiyarın yüzünde ölüm belirtisi görmüş gibisine geldi. Kabış’ın gözleri doldu ve yüzünü çevirdi. Şıganak:

-                     İstekler! Hayaller! Güzel hayaller!, diye yavş sesle söyledi, Bizim bota iki yüz kırk kental yetiştirmeye kalkışırsa ne olur? Darımız, bilim için de gıda oldu.

            Janbota, içinden sevindi, ama cevap vermedi ve düşüncelere daldı. Şıganak  yüzünü duvara çevirdi.

Herkes konuşmadan bakıştı ve ona huzuru dileyerek obadan çıktılar. Yalnız Zaru, kıpırdmadan ve konuşmadan toprağa kakılmış kazık gibi yerinde oturuyor, eski hayat arkadaşınının rahatını koruyordu.



[1] ‘Kırmızı şafak çadırı' – Kazak klasiği olan Abay’dan benimsenen imge

[2] Tımak – ucu sırta düşen kürk şapka

[3] Ojeke – Oljabek’ten saygılı isim

[4] Moldajan – Kazak geleneklerine göre adını kullanarak hitap etmek hakkı olmayan gelinin kocasının erkek kardeşine hitap.

[5] Kşı-juz – aynen küçük yüz, üç Kazak kabilelerinden biri.

[6] Bas kozindi – aynen kapat gözlerini, Teslim!

[7] Aruana – cins dişi deve

[8] Tegerşık – sulama tekerliği döndüren ahşap dişli

[9] Çigir – ekimlerin sulanması için yapı.

[10] Bruzum – tahrifli prezidyum.

[11] Şakşa – tütün kutusu

[12] Baybişe – yaşlı kadın, evin hanımı, birinci karı

[13] Şubat – deve sütünden kımız

[14] Çiy – ince istep kamışı

[15] Besparmak – aynen beş parmak, bir tabktan elle yenen kavrulmuş et, Erjan buna kızıyordu.

[16] Kabeke – Kabış’tan saygılıkısaltma

[18] Jatak – aulun kışlağı, sabit köy

[19] Alaşordınlılar – ulusçuluk akımının temsilcileri

[20] Arka – Jamal’la Oljabek’in yaşadığı memleket

[22] Aktübe – beyaz tepe

[23] Jataklar – Uil'de yaşayan fakir soy

[24] Jent – ekşi kremalı, sütlü, yağlı darı unu, yola konsantre olarak hazırlanıyor.

[25] Ketmen – tarımsal araç, çapa

[26] Otagası – aynen ocak sahibi, erkeğe saygılı hitap

[27] Aga – büyük olana karşı saygılı hitap

[28] Torsuk – kımız için tulum

[29] Tor – misafirler için şerefli bir yer

[30] Kulamaklar – fala bakmak için kırk bir taş

[31] Koje – darı lapası

[32] Kazak gelenekelerine göre şarkı yarımasında kazanan üstünlüğünün belirtisi olarak yenilenin halatı alır.

[33] Uzun kulak – uzun kulak, böyle halkta söylentilemelerin sözlü iletilmesine denilir.

[34] Tanrı misafiri – rasgele yolcular, gelenler.

[35] Ayaz biy – Solomon’a benzer halk bilge.

[36] Nehrin Kazakça adı Oyıl, ‘keserek delik açan, delen’ anlamına geliyor.

[37] Dajjal – efsanevi canavar.

[38] Küy – sözsüz melodi.

[39] Karta – at etinden geleneksel yemek.

[40] Kuruk – atları yakalamak için ucunda ilmik olan uzun sopa.

[41] Kaşagan – haşarı at.

[42] Bayla – aynen bağla. Avcıya avını eyerine bağlamadıysa bunu bağırırsan avını onun eyerine hediye olarak bağlamalıydı.

[43] Boztorgay – tarlakuşu.

[44] Babasının adı Amantay – kıvrak tay anlamına geliyor.

[45] Deve yavrusu – annesinin adı ‘Bota’

[46] İngen – dişi deve

[47] Brtugan – safkan, hızlı, güçlü cins erkek deve.

Көп оқылғандар