Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
ESENBERLİN İliyas, "Altın Kuş"

08.01.2016 3759

ESENBERLİN İliyas, "Altın Kuş"

Негізгі тіл: "Altın Kuş"

Бастапқы авторы: İliyas ESENBERLİN,

Аударма авторы: not specified

Дата: 08.01.2016



Önsöz


"Koçevniki"[1] üçlemesi hem bizim ülkemizde hem de yurtdışında oldukça popülerdir. Bu roman, Kazak edebiyatında önemli bir yer almaktadır. Yazar önde gelen Kazak yazarlardandır. Devlet ödülü sahibi İlyas Esenberlin hayatımızla ilgili çok sayıda eser yazmıştır.

Yazarın çalışmalarına dikkat edersek, onun bütün eserlerinin birbirlerinden keskin bir şekilde farklı olduğunu görürüz. Tüm bunlar, İlyas Esenberlin'in büyük yeteneğini ve sadece kendisine ait benzersiz yazma stilini göstermektedir ve özellikle bu nedenle onun eserlerinin, Kazak edebiyatında en nezih yerlerden birini almıştır diyebiliriz. Esenberlin'in sanat faaliyetleri, onun eserlerinin güncelliği ve modern tarzı, yazarın kendi işine duyduğu sevgiyi ve bağlılığı gösterir. İlyas Esenberlin kendi çağıyla birlikte gelişmiştir. Bunun kanıtı ise onun sanatının son yıllarıdır. Yazdığı çok sayıda eserlerin özünde yenilik bulunduğundan dolayı bu eserler kendine has bir özgünlüğe sahiptir. Bu eserlerde titiz çalışmaların sonuçlarını, sürekli güncel zamanın ihtiyaçlarına uygun yeni fikirler aramanın sonuçlarını görebiliriz. Bir çalışmasında bilim adamlarının hayatı, onların faaliyetleri ve aralarında ki mücadeleleri, diğer eserinde ise Ekim devrimi yıllarında ki Kazak aydınların hayatı anlatılırdı. Üçüncü eserinde ise Selina[2] döneminden bahseder. Esenberlin'in Selina romanı, çalışanları ve yaşayan insanların hayatını anlatan ilk Sovyet yazarlarından biri olmasıyla da göze batmaktadır. Ayrıca Esenberlin, madenciler üzerinde çok sayıda eser yazmıştır.

İlyas Esenberlin kendi çalışmalarında, aynı dönemde yaşayanların manevi hayatını, ev ve aile hayatını, ayrıca karakterlerini ve düşüncelerini anlatır. Bu yüzden okuyanlar Esenberlin'i yaşadığı çağın önde gelen yazarlarından biri olarak bilirler.

İlyas Esenberlin'in tüm eserlerinde ki tipik özellik, karmaşık anlam ve sanatsal cesarettir. Eserlerinin kahramanları çelişkili karakterlerinin davranışları, özel hayat tarzları, kişisel bakış açıları ve çıkarları, o zamanın ahlaki değerleriyle var olan çatışmasını göstermektedir.

Yazar romanlarında ve öykülerinde, ayrı kişilerin karakterlerini, onların sosyal ve özel hayatlarını, isteklerini, düşüncelerini ve hayallerini, ustaca göstermeyi becermiştir.

İlyas Esenberlin kendi kitaplarında o zamanın ruhunu, o topluluğun eksikliklerini, bazı abartılarını ve o anki ortamın kişiler üzerinde ki etkisini, çok gerçekçi bir şekilde anlatmıştır. O zamanları süslemeden gösteren Esenberlin, problemlerle birlikte aynı zamanda dönemin olumlu yanlarını da öne çıkartmıştır.

Biz okuyucuya İlyas Esenberlin'in romanı "Altın Kuş'u" sunuyoruz. Yazar bu romanında bir madencinin hayatını anlatmaktadır. Romanın başkahramanı - Sabır'dır. Sabır, hayat serüvenine basit bir işçi olarak başlamış, hayatında çok şeyler görmüş ve daha sonra kahramanlık madalyasıyla ödüllendirilmiştir.

Yazar, kırklı yılları düşünebilen insanın gözleriyle göstermektedir. Bu görüntü, yazarın kendi hayatını ve sanatını yansıtır. Romanın içeriği, okuyanı hayatın anlamını düşünmeye itmektedir. Romanın temelinde çok eski ve herkesin bildiği bir gerçek vardır - parlayan her şey altın değildir. Sabır'ın, Akbayan hakkında düşündüğü şeylerle bugün ki gençlerin düşünceleri aynıdır. Anlık keyifler peşinde koşturmacalar, ne sonuç verecek ve anlamsız bir hayat nereye gider, çok net olarak göstermiştir. Umarım bu kitabın kahramanlarının hikâyeleri, okuyucularımızın hoşuna gider.

Acaba sırt üstü kıpırdamadan ne kadardır yatıyorum ben? Bir ay mı, bir yıl mı? Yoksa sonsuz mu? Aslında biliyorum. Sadece on iki gündür yatıyorum. Ama sık sık aklıma geliyor ki sanki zaman koşmayı durdurmuş. Doktorlar hareket etmem yasak diye sıkıca ikaz ettiler ve ben onların sözlerine uygun olarak talimatlarını dinleyip, adeta bir odun gibi yattım. Sadece gözlerime bir şey yapamadım, onları durduramadım. Gözlerim hastane odası duvarları dışında kalan her şeyle inceden bağlantı bulmaya çalışırken etrafı dolanıyordu. Ama beyaz boyalı duvarlarda, beyaz badanalı tavanlarda, beyaz perdelerde tutunmaya çabalayarak, yine beyaz yatağıma düşüyorlardı. Yatağımda da her şey bembeyazdı... Odamın beyazlığını gösterircesine açık pencereme genç bir huş ağacı yeşil yeşil bakıyordu. Yapraklar rüzgârla hafifçe titriyorlardı ve aynı şey her gün... her gün...

Bugünde aynı şeyler olacaktı. Ama aniden pencerenin dışında hastanenin bahçesinde ki bir bülbül ötmeye başladı. Gündüz ışığında bülbülün şarkısı. Bu bir hediye gibiydi. Böyle bir şey nadiren olurmuş. Sanki özellikle benim için söylüyormuş, sanki benim biraz duygusal olduğumu biliyormuş gibi...

Gülüyorum. Yok, ne derlerse desinler hayat güzeldir. Şimdi bile. Kendi kendime söylüyorum "Teşekkür ederim hayat. Her şey için teşekkür ederim. Bugün bensiz geçebilirdi, bülbül bensiz şarkı söyleyebilirdi, genç huş ağacının yaprakları bensiz titreyebilirdi. Kim düşünebilirdi ki mutluluk da ölümcül derecede tehlikeli olabilir. Bir yaş gelecek ve sen uçurumun kenarında yürüyen bir adama benzeyeceksin. Bir yanlış adım ve sen aşağıya düşersin..."

Evet. Ölüm, yolumun üzerinde bir tane daha tuzak kurmuştu bana. Ama bu tuzağın dişleri ne kadar sivri ve sağlam olursa olsun kurtulmayı becerebilmiştim.

Gözlerimi kapatıp, tekrar o günü dakika dakika yaşamaya başladım...

...Ben Akbayan'a gelmiştim. Ayrıldığımızdan beri çok zaman geçmişti. Ama onun hayalini hâlâ kalbimde saklıyordum. Kim bilir, belki de o bir tılsım gibi bunca yıl beni korumuştu...

İlk görüşmeye gelen genç bir delikanlı gibi heyecanlanarak zili çaldım. Akbayan hemen kapıyı açtı. Sanki beni bekliyordu, sanki benim adımlarımı duymuştu.

- Sen misin, gir içeri dedi Akbayan ve aceleyle arkamdan kapıyı kapattı.

Köşek gibi büyük gözleri hararetle parlıyordu. Ben anlamıştım: O, son ana kadar benim gelmeyeceğimden korkuyordu.

Biz şaşkın ve biçimsiz şekilde karşı karşıya duruyorduk. İlk olarak kendine Akbayan geldi.

- Gel dedi kısık sesle ve elimi tutarak dairesinin içine götürdü. Yürüyüşü bozkırda buluştuğumuz zamanlarda ki gibi hâlâ hafif ve yumuşaktı. Vücudu hâlâ esnek ve zarifti. Onun kuru ve sıcak eli parmaklarımı sıkıyordu.

Salona girdik. Kanepeye oturduk. Kanepenin üzerinde rengârenk bir örtü vardı. Omuzlarına sarıldım kendime çektim. O, elini hafifçe göğsüme koydu. Sanki aramızda hâlâ duran bir şeye son saygısını gösteriyordu.

Akbayan'ın kara gözleri buğulanmıştı ve dudakları öpücüğüme sıcak bir karşılık verdi. Ben Akbayan'ı sıkıca sardım. O anda kalbime keskin bir ağrı girdi. Sanki biri bir anda kalbime bir kılıç sokmuştu. Oda sallandı, duvarlar ve tavan gözlerimin önünde dönüyordu...

Hastanede, üzerimde sakallı, sarışın, gözlüklü, bana doğru eğilmiş adamı görünce kendime geldim. O, bana çok içten bakıyordu. Doktorun yüzü bulanıktı. Sanki bir sisin arkasından bakıyormuş gibi görüyordum. Etrafında hastane odasının beyaz parlaklığı vardı.

Doktor kendime gelmemi bekledikten sonra:

- Evet evet. Hastanedesiniz. Galiba siz biraz fazla heyecanlanmışsınız. Sizin de bildiğiniz gibi kalbiniz genç bir adam kalbi değil artık. Bu yüzden kalp krizi geçirdiniz. Sizi öbür taraftan çevirdik sayılır... Ama her şey geçti gitti. Yaşadığınıza sevinmeye devam. Yine de unutmamanız gerekir ki; bir müddet tam anlamıyla hiç kıpırdamadan istirahat etmeniz gerekiyor. Bu nedenle canım yoldaşım! Sabredin dedi.

Doktor içten bir şekilde elime dokundu. O, büyük olasılıkla hastalığımın öyküsünü, benim yaklaşık otuz yıl madende çalıştığımı ve bayağı mücadelelerden geçtiğimi biliyordu. Ama kalbimin bunca sınamalardan geçtikten sonra mutluluk anına dayanamayacağı, onun aklının ucundan bile geçmemişti... Ben ise bunu ona söyleyemedim.

Sağlıklı insanlar, hasta oldukları zaman genel olarak hazırlıksız yakalanıp paniğe kapılıyorlar. Galiba bende aynı şeyleri hissedecektim ama kötü sonlar hakkında hiç düşünmemiştim. Ben mutluydum. Doktorlar ne söylerse söylesin. Akbayan ile görüşmeyi bekliyordum. Hastalık benim için sadece talihsiz bir erteleme olmuştu. Kalbime gelince; onun artık aşırı mutluluğa dayanabileceğini biliyordum...

Hareketsizlikten sırtım uyuşmuştu. Sanki artık benim sırtım değil de ahşap bir tahta gibiydi. Elimi yavaşça göğsüme koydum. Eskiden kalbimin attığı yeri bulana kadar ellerimle arardım ve kalp acele etmeden sanki işini çok iyi bilen bir işçi gibi atardı. Şimdi ise onun yerini hemen buluyordum. Bu yer artık acıyla işaretlenmişti. Acı biraz körelmiş ya da ben alışmıştım. Ama kalbime yüz adet iğnenin batması gibi vuran sancılar artık bitmişti ve bununda iyileşmenin bir göstergesi olduğunu düşünüyordum.

Tekrar ve tekrar kendi nabzımı ölçüyorum. Kalp atışlarını sayıyorum. Tuk-tuk-tuk. Bir-iki-üç. Artık kalbim şımarık bir saate benziyor. Yine de her atışını seviyorum. "o neydi" olunca unutup yeniden saymaya başlıyorum. Koridorda tam odamın kapısının önünde, birinin hızlı adımlarını duydum. Aslında ben onun kim olduğunu biliyordum. İğne vurmaya geldiler. Parmağımı nabızdan çektim. Sanki bugün kalbim dünden daha düzenli çalışıyor gibi geldi bana.

Odaya, elinde nikel kaplama tepsi bulunan hemşire Batima girmişti. Tepside, içinde dizilmiş halde ampullerin, şırıngaların ve iğnelerin bulunduğu daha soğumamış sterilizatör duruyordu. Batima'nın yuvarlak alımlı yüzü ve biraz kuru, zayıf bir vücudu vardı. Otuzlu yaşlarına yaklaşmasına rağmen hâlâ evlenmemişti. Bizim Kazak geleneklerine göre Batima, kız kurusuydu.

Batima şakayla - Ziyaretçi kabul ediyor musunuz? diye sordu.

Ben homurdanarak - Bi zavallı tutuklunun başka ne şansı var ki! dedim

Batima sırıtarak - Siz mi zavallısınız? dedi.

Biz onunla uzun zamandır tanışıyorduk ve hastalanmadan önce oldukça samimi bir ilişkimiz vardı. Ama şimdi ona karşı utanma hissiyle doluydum. Çünkü o kalp krizi geçirdiğim koşulları kesinlikle biliyordu ve nedense bana kızgındı. Belki de ben yanılıyordum. Eğer o iğneyi her zamankinden farklı olarak daha sert batırmış ise bunu bilerek yaptığını düşünüyorduFm. Üstelik bu dudaklarında ki sırıtmada daha da fazlası...

Batima'da kendi hatasını fark etmişti ve gayet ciddi bir ses tonuyla - Bugün nasılsınız hastamız diye sordu?

- İyiyim, idare ediyorum dedim ve Batima'nın tavrında ki değişiklik aklıma gelince elimde olmadan güldüm.

Batima, sanki güldüğümü fark etmemiş gibi davranarak, tıp aletleriyle tepsiyi etajerin üstüne koydu, pencereye yaklaşıp perdeleri genişçe açarak öylesine:

- Bugün yine Aljeke'nin güzeli geldi dedi.

Sesinde, Akbayan'a karşı oldukça kötü gizlenmiş bir aşağılama vardı. Batima onu çok iyi tanıyordu ama bugünlerde bir kere olsun onu ismiyle çağırdığını duymamıştım. Hep "Aljeke'nin güzeli" ya da "Müdür eşinden boşanmış olan kadın" diye sesleniyordu. Belli ki beni kızdırmak istiyordu.

Öfkemi zor gizleyerek - Neden içeri almadılar? diye sordum.

- Mihail Kuzmiç izin vermedi dedi Batima ve muzaffer bir edayla - Tamamen iyileşene kadar ziyaret yok diye belirtti.

- Çok sert değil mi? Dilimi kıpırdatabiliyorum.

Her kelimesinde nasihat eder gibi - Kıpırdatıp kıpırdatamayacağınızı doktor daha iyi bilir dedi.

Ben diplomatik bir şekilde - Ama en tecrübeli doktorun bile bilmediği özel durumlarda olabilir değil mi? Belki de hastalığım bu tür özel durumlardan biridir dedim.

Derler ki kurt çobanı şapkasından tanır. Batima'da öyleydi. Benim basit diplomasim, onu yanıltmamıştı.

- Hayır hasta. Doktorun hastalığınızla ilgili bilmediği gizli hiçbir şey yoktur. Anlamlı şekilde, tek bir şeyi sizi nasıl iyileştireceğimizi bilmiyoruz dedi Batima. Sonra kendini tutamayarak ekledi - Şimdi sabredin. Müdür eşinden boşanmış kadın sizden uzağa gitmez. Bu arada çok fazla konuştuk. Verin sol kolunuzu.

Şırıngayı topladıktan sonra ampulde ki açık renkli sıvıyla becerikli şekilde doldurdu. Sonra pijamamın kolunu sıyırdı. Çok sayıda yapılmış iğnelerden dolayı sol kol dirseğimin iç tarafında ki damar, sanki kabuk bağlamış gibi sertleşmişti. Batima'nın benim küçük isyanımı cezalandırmasını bekleyerek gelecek ağrı için kendimi hazırladım. Ama hemşire iğneyi, sanki kendi hayatı bu iğneye bağlıymış gibi çok hafif ve nazik şekilde yapmıştı.

Şırınganın pistonuna yavaşça bastığı zaman süresince ben onun yüzünü ve gözlerini takip ederken orada bana yeni acılar vermekten korktuğunu gördüm. Şimdi görüyorum ki Batima bana karşı her hangi bir olumsuzluk hissetmiyordu. Demek ki sevdiğim kadın hakkında alay etmesi bana değil Akbayan'a yönelikmiş. Ama Akbayan ona ne kötülük yapmıştı ki?

Bunu Batima'ya sormak istedim. Ama bunu nasıl daha nazik yapabilirim diye düşünürken, Batima işini bitirmiş ve odadan çıkmıştı. Sonuç olarak kendi merakımla baş başa kalmıştım.

Aslında şimdi bu konu benim için çok da mühim değil. Bir kadının, daha güzel ve daha başarılı diğer bir kadını sevmemesinde herhangi bir tuhaflık yok. Kadınlar, bazen küçücük bir şey yüzünden birbirlerini kıskanıyorlar. Yeni elbise ya da yabancı marka çizmeler buna neden olabilir. Parfüm, saç, yanağında ki büyüleyici gamzeler. Ohoo! O kadar çok şey var ki. Hepsini saymak mümkün değil.

Ben Batima'ya kızmıyorum hatta minnettarım. Batima sayesinde şimdi ben hiç olmadığım kadar mutluydum. Bugün Akbayan'ın geldiğini o bana söylemişti.

Şimdi odaya biri girse beni kesinlikle deli biri zannedebilirdi. Kısa bir zaman önce ölümden dönmüş bir hastanın yüzünde, tamamen sorumsuz bir gülüş. Bir de ölüm gelince, altın sandıkta bile saklanamazsın derler. Belki de boşuna demişlerdir? Benim için hastalık değil, mutluluk beklemediğim bir şey olmuştu... "Yine geldi." Bu kelimelerin benim için ne anlam ifade ettiğini kim bilebilirdi ki. O, üçüncü kez geliyordu. Demek ki onun kalbi de benim için sızlıyordu...

- Teşekkür ederim Altın kuş dedim kısık sesle.

Altın kuş mu? Bu efsane kahramanı da nereden çıktı. Bu kahraman, sanki bir rüzgârın yaprakları havaya kaldırarak dolaştırması gibi hatıralarımda çok eski olayları başlatmıştı. Uzun yıllar önce bu sözlerin "altın kuş" ilk defa söylendiği bir yaz akşamı aklıma gelmişti.

Mıskazgan ocağı o yıllarda çok küçüktü: Eski zamanlarda İngilizlerin kurduğu beş-altı kuyu ve birde Sovyet yıllarında oluşan dört kuyudan ibaretti. Hatırladığım kadarıyla bu kuyuların derinliği, yüz elli metreden fazla değildi. Kömür çıkarma ünitelerinin sayısı da çok azdı. O zamanlarda madenlerde çok fazla çalışan yoktu. En fazla bin kişi çalışmaktaydı. Savaş öncesi bizim Mıskazgan'ımız endüstriyel bir harabeydi. Beş yıllık kalkınma planıyla başlayan devasa macera, bizi teğet geçmiş ve sayılamayacak kadar cevher yatakları, sabırla kendi zamanını bekliyordu. Şimdi bu cevher yataklarının üzerinde pelin otu ve tüy çimenle kaplanmış gri bozkır yayılmıştı. Bu tablo, çok da fazla doğa güzelliğiyle etkileyemiyordu. Burada sadece madencilik işlerine sadakatle bağlı kişiler kalıp yaşayabilirlerdi. Bu adamlar etraflarını sarmış zayıf manzarayı birazcık süslemek için tepeciklerin enine, gri killer sürülmüş barakalar inşa etmişler, vadide bir elektrik santrali binası ve cevher deposu yapmışlar, daha sonra da bozkırın ortasında dar raylı, altmış kilometre uzunluğunda demiryolu döşemişlerdi. Ocağı Kazgırsay'da bulunan bakır eritme fabrikasına bağlayan bu yol, bozkırda cevherle doldurulmuş vagonları taşıyan, çalışkan "poppel'ler[3]" ve "kukuşka'lar" gürültüyle dolup taşıyordu...

...Biz Mıskazgan'a otuzuncu yılda gelmiştik. Babam, annem ve ben. Daha önce ailemiz Atbasar'da yaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla annem ve babamın, memleketlerinden ayrılma gibi bir niyeti yoktu. Ama zaman geçtikçe tüm ülkede hâkim olan olaylar babamı da etkilemişti. Akşamları beni yatırdıktan sonra annem ile kısık sesle bir şeyler konuşuyordu. Bir keresinde uyumadan az önce ben "Mıskazgan" kelimesini duymuştum.

Ocağa taşındığımızda babam madende çalışmaya başladı. Ben ise burada ki okula gittim. İlk zamanlar biz çok büyük problemlerle karşılaşmadan yaşıyorduk. Aile konseyinde okulu bitirdikten sonra benim okumak için üniversiteye gitmem kararı alındı. Ama okulu bitirdiğim yılda başımıza peş peşe felaketler düşmeye başladı. Önce annem hastalandı, sonra kaza nedeniyle babamın ayağı kesildi ve ben oğulların en büyüğü olarak işe gitmek zorunda kaldım ve ben önce babamın çalıştığı aynı madende işe başladım.

Tüm bu zaman boyunca Akbayan bizim komşumuzdu. O da annesi, babası ve küçük kardeşi Sadık ile birlikte, bizden iki sene önce buraya taşınmışlardı. Ama kısa bir zaman sonra Akbayan'ın babası ölmüştü. Köyde, onu Bayanaul'da ağa iken sürdüklerinden ve onun zenginliğini kaybetmeye dayanamadığı için öldüğünden bahsederlerdi. Annesi Bibigayşa sert, otoriter yüzlü, iri yapılı bir kadındı. Elektrikli lokomotifi kullanıyordu ve ocağın en iyi makinistlerinden biriydi. Akbayan'ın kardeşi Sadık ile ben kankaydım. Önce aynı sınıfta okumuştuk. Daha sonra bir madende patlatıcı olarak çalıştık. Ben sık sık Akbayan'ın evine gidiyordum. Benden dört yaş küçük olduğu için ona hiç dikkat etmemiştim. Baktıysam da sırf çok şımarık bir kız olduğu içindi. Bibigayşa'da Sadıkla birlikte onun yumuşak yerlerine kemerle vurmak yerine, tam tersi iyice şımartıyorlardı. Akbayan'a bu lazım, Akbayan'a şu lazım! Ona kurdele, ona şeker. Akbayan sıkıldı mı, üzüldü mü? O zamanlar iki koskoca insan, sadece bu kızın sırada ki isteğini karşılamak için çalışıyorlardı. Adı da doğduğunda sadece Bayan'dı. Bibigayşa onu yüzünün rengi çok açık olduğu için Akbayan diye çağırıyordu. Ama kız büyüyünce herkes annesinin keskin bir gözü olduğunu anlamıştı.

Ben ise bunu kırk birinci yılın erken ilkbaharında anlamıştım. Bir gün Sadık'ın yanına geldiğimde, bir anda evde on yedi yaşında güzel genç bir kız gördüm. Yüzü kardan daha beyazdı ve beyaz yüzünde kadife sazlıkla sarılmış, göl gibi derin kara gözler vardı. Gözlerinde güneş ışığı gibi gülüşler oynuyordu. Hepsi zarif, esnek bir ceylan gibiydi. Beli o kadar inceydi ki; sanki hafif bir rüzgâr çıksa kırılacakmış gibiydi. Tek kelimeyle güzeller güzeli! Tabi ki onun Akbayan olduğunu biliyordum ama sanki onu ilk defa görüyormuş gibi baktım.

Sadık bana bir şeyler anlatıyordu ama ben masada oturmuş kitap okuyan Akbayan'a fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıyor ve onun söylediklerini duymuyordum.

Sadık şaşırmıştı - Neler oluyor? Akbayan bu! dedi.

Akbayan kurnaz bir gülüşle - Sadık arkadaşına bir haller olmuş galiba dedi.

Bana gerçekten bir şeyler olmuştu. Aşk, başıma hiç beklenmedik bir şekilde; tıpkı güneşli havada yağan şiddetli bir yağmur gibi aniden düşmüştü.

Sadık'la beraber evden çıkarken Akbayan bizi kapıya kadar geçirdi ve:

- Sabır. Bize daha sık uğra dedi.

O zamandan beri ben Sadık'a gitmeden bir gün bile geçirmedim. Ve her geldiğim zaman Akbayan evdeydi. Biz kardeşiyle kendiişlerimizi konuşurken ya da öylesine havadan sudan konuşurken o da orada ya kitap okuyor ya da bir şeyler dikerek oturuyordu ve ben onun bazen neşeli bazen düşünceli bakışlarını üzerimde yakalıyordum. Bir sabah Sadık'la ben madene gitmek için buluştuğumuzda Sadık gülümseyerek:

- Kardeşimin kafasını bulandırmışsın. Evde konuşacak başka konu kalmadı: "Sabır da Sabır. Sabır onur panosunda. Sabır herkesten iyi voleybol oynuyor. Sabır'ı kimse geçemez." dedi. Yüzüm alev almıştı.

Dilim beni dinlemeden bayağı zorlanarak - Saka mı yapıyorsun? diye sordum.

- Yok. İnan ki doğru söylüyorum. Sen niye o kadar heyecanlandın ki!

Ben tüm cesaretimi toplayarak - Sadık. Ben Akbayan'ı seviyorum dedim. Yolun ortasında durmuştuk.

- Hımmmm! Öyle miii! dedi uzatarak Sadık. O zaman ben kardeşimin adına sevindim. Bence o da seni çok seviyor.

İşte bizim aşkımız böyle başlamıştı. Daha sonra anladığım gibi bu derin duygu, ruhlarımızın benzeşiminden değil -bunun için birbirimizi daha çok az tanıyorduk-, omuz omuza birlikte geçmek zorunda kaldığımız zorluklarda değil, başka bir şey bizi bir araya getirmişti. Aslında her şey çok daha basit idi. O, çok güzel bir kızdı, bende yakışıklı bir delikanlıydım. Birbirimiz için yazıldığımızı düşünmüştük. Böyle bir aşk neşeli, fırtınasız, karabulutsuz bir yaz gününe benzerdi. Akbayan hâlâ şımarık bir kızdı ama artık isteklerini karşılamak benimde hoşuma gitmeye başlamıştı. Aramızda hiç tartışma ve kavga yoktu. Her akşam buluşup bozkıra gidiyor ve orada gece yarılarına kadar dolaşıyorduk. Hemen hemen yazın yarısına kadar aynı şekilde devam ettik ve ben bunun sonsuza dek süreceğine inanıyordum.

O akşamda diğer akşamlar gibi büyülüydü.

...Gözlerimi kapattım. Düz tepesinin yarısına kadar tümseği kapatmış kocaman kıpkırmızı güneşi, huş ağacı korusunu ve yan yana oturan bizi hayal ediyordum...

O akşam Akbayan bana daha da güzelleşmiş gibi gelmişti. Akşamın alacakaranlığında parlayan beyaz yüzünü, sadece gökyüzünde yükselen aya benzetebilirdim. Etrafımızda ki koruluk tuhaf seslerle doluydu. Daha doğrusu benim gönlümü küyün[4] yüksek sesli olmayan melodisi doldurmuştu. Ve onu bir tek ben duyuyordum. Bu benim aşkımın müziğiydi. Galiba ben fazla abartarak anlatıyorum ama o akşam, biz huş ağacından oluşan korulukta duran bir bankta onunla otururken, içimi işte bu duygular doldurmuştu.

Ben Akbayan'a sarıldım. O da rüzgârlı havada başını eğen bir çiçek gibi başını omzuma koydu.

- Sakin Sabır, sakin ol! dedi Akbayan ama kendi sesi de titriyordu. Biliyor musun? Bazen aşkımı neye benzetebilirim diye düşünüyorum.

İşte o zaman ben sırf laf olsun diye:

- Altın kuş dedim.

O şaşırdı - Altın kuş mu? Neden altın kuş?

Akbayan kafasını kaldırdı ve yoğun alacakaranlıkta benim yüzümü görmeye çalışarak biraz geri çekildi.

Ne kadar gerçeğe yakın olduğumu bilmeden ben şakayla - Senin aşkında aynı şekilde zor yakalanır dedim.

Akbayan güldü.

- Senin onu yakalamana gerek yok. Altın kuş zaten elinde dedi.

Karşılıklı konuşurken - O da elden kaçabilir dedim.

- Sen de bırakma o zaman. Sıkıca tut.

- Bu yetmez. Bunun için özel bir ağ lazım ve herhalde o da altından olmalı.

- Ama senin aşkın daha sağlam değil mi. Beni iyice tut Sabır!

Bunu diyen Akbayan güldü. Ben şimdi düşünüyorum ki o söylediklerinde sadece şaka mı yapıyordu.

... Gözlerimi açtım. Hatıralar beni heyecanlandırıyordu. Ama bu şimdi hiç iyi olmamıştı. Şimdi buna hiç gerek yoktu. Kendi kendime "Sakin, sakin. Her şey geçti. Kalbini düşün. O şimdi çok zor zamanlar geçiriyor." dedim. Ama galiba yeterince ikna edici olamamıştım. Hatıralarım beni geçmişe zincirlerle bağlamıştı bile.

Kendi kendimle dalga geçerek "Altın kuş. Düşündüğün şeye bak. Kim akıl verdiyse artık. Ama gerçekten tıpkı altın kuş gibi, Akbayan'ın aşkı da benim için ulaşılamaz olmadı mı? Ve onu tutmak için ben bir altın ağ açmadım mı? Bu ağa bütün tutkumu, bütün ruhumu, gönlümü kattım. Ama Akbayan uçup gitti. Kendi isteğiyle mi uçtu yoksa onu kör bir güç mü götürdü... Evet. Kör ve acımasız bir güç. Tıpkı doğal afet gibi bir büyük güç..." dedim.

O akşam daha sonra ne oldu? Biz sanki bu bizim son görüşmemiz olduğunu anlamış gibi delicesine öpüşüp, birbirimize ateşli kelimeler söylerken o anda bizim kaderimiz ile koparılmaz şekilde bağlanacak insanların yaklaştığını bilmiyorduk. Onların yaklaştığını duymamıştık bile.

Alay eden bir erkek sesi - Kuşkucu insanlar şimdiki zaman sevmeyi bilmiyorlar diyor.

Sanki gökyüzünden bir gürültü inmiş, bir anda bizim şevkimizi kırmış gibiydi. Birbirimizden ayrıldık. Bizi suçluymuşuz gibi korkutan adam, bir kaç adım ötede duruyor ve utanmadan bize bakıyordu. Aslında ben onu daha önceden bir kere görmüştüm ve görünüşü beni çok etkilemişti.

Uzun boylu, geniş omuzlu, esmer, keskin hatlı yüzünde ki küçük kartal burnuyla, bazen kitaplarda yazıldığı gibi erkeğimsi damga vurulmuş bir yüze sahipti. Başında ki yoğun saçlar, genç bir kuzudan yapılmış siyah bir şapkaya benziyordu.

Delikanlı yalnız değildi. Onun yanında zayıf, altın saçlı bir genç kız vardı. Kız, bize utanmaz bir şekilde bakan yoldaşından farklı olarak kendini rahatsız hissetmişti.

Delikanlıyı kolundan çekiştirerek kısık sesle - Aljan. Gidelim buradan. Biz onları rahatsız ediyoruz dedi.

Ama o, hiç gitmeye niyeti yokmuş gibi - Ne kadar güzel bir kız! Bak Tanya. Bu kadar güzel periler sadece bizim masallarımızda yaşayabilir dedi.

Kim, nedir, nasıldır ben biliyordum. Akbayan'ın ne kadar güzel olduğunu ben çok iyi biliyordum. Ama o anda kendimi tutamayarak ona baktım. Kendi güzelliği hakkında açıkça duyduğu iltifat ya da başka bir şey mi Akbayan'ı etkilemişti bilmiyordum ama onun gözlerinde bir merak uyanmıştı. Aslında hemen de sönmüştü ama... Onun uzun ince parmaklarının elimi sıktığını hissettim.

Altın saçlı kız tekrar - Gidelim Aljan. Rahatsız etmeyelim, bu gençler için belki de her şey yeni başlıyor dedi. Kendi kelimelerine oryantal bir tat katmak isteyerek - Onlar için şafak yeni doğuyor diye ekledi.

Delikanlı şakayla:

- Bence tam tersi. İş geceye doğru gitmiş...

...Sanki bu lafları söylerken önceden her şeyi biliyor gibiydi. İşte o akşam aşkımızda aydınlanmış bir şafak yerine Tanya beni affetsin ama kara gece gelmişti...

Tanya utanarak - Ben günün her hangi bir zamanından bahsetmiyorum, duyguların zamanından bahsediyorum. Yani aşklarının şafağından bahsediyorum dedi.

- Öyleyse o zaman biz gerçekten rahatsız ediyoruz dedi delikanlı ve sanki bizi yeni fark etmiş gibi ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. - Patavatsızlığım için özür dilerim. Ama sizin sevgiliniz o kadar güzel ki; biz sanat adamları bunu söylemeden geçip gidemezdik.

Bana doğru konuşmasına rağmen gözlerini Akbayan'dan alamıyordu. Altın saçlı kız onun koluna girip uzaklaştırmaya çalışırken bile tekrar arkasına dönerek, sanki sonsuza dek hatırlamayı istermiş gibi Akbayan'a bakıyordu.

Biz onu hâlâ duymamıza rağmen o umursamaz şekilde yanında ki kıza - O kız kim acaba? diye sordu.

Altın saçlı kız kısık sesle cevap verdi.

Delikanlı tekrar - Ben bu mutlu adamı da bir yerde görmüştüm. O kim? diye sordu.

Bu seferde kızın ne cevap verdiğini duyamadım ama adamın alaycı tepkisini duydum:

- Bu kadar mı? Bende bu kadar güzel bir kızın yanında ki adam, en azından bir masal kahramanı olmalı diye düşünmüştüm. Yanında ki kızı tanıyordum. O köydeki hastanede doktor olarak çalışıyordu. Ama o benim kim olduğumu nereden biliyordu anlamamıştım. Başka zaman olsa bu beni şaşırtırdı hatta gururlandırırdı bile. Ama şimdi orada içimde başka bir şeyler uyanmıştı. Kalbimi endişe ve kırgınlık hissi basmıştı.

Akbayan giden çiftin arkasından bakarak - Kim bu delikanlı diye sordu?

Kendi kendimi sakinleştirerek "Yalan söylemene gerek yok. Bu Aljan büyük bir adam. Hayatında çok şeye kavuşmuş. Ama benimde utanacak hiçbir şeyim yok." diye düşünerek: - Bizim yeni başmühendisimiz Bekenov. Kısa bir zaman önce Moskova'da bir üniversiteyi bitirmiş diye cevap verdim.

Akbayan şaşırmıştı - Bu kadar genç ve başmühendis. Öyle mi?

Onun hayretini çok iyi anlamıştım. O yıllarda aramızda yani Kazaklar arasında, basit bir mühendisi bile zor bulurken başmühendis; üstelikte genç, üstelikte yakışıklı bir delikanlı.

Aljan hakkında iyi bir şey daha duymuştum. O, daha önceleri kuzeyde ki madenlerden birinde çalışırken enerjik ve kararlı bir adam olarak kendini gösterdiği söyleniyordu. Dün Aljan patlayıcı maddeler deposuna geldiğinde ( daha doğrusu bir fırtına gibi daldığında) hakikaten bende bizzat öyle olduğuna şahit olmuştum. Cansız durgun depo memurlarına nasıl da laflar sokuyordu:

- Tempo, Tempo! Şimdi bütün ülke canlandı!

Akbayan sırıtarak:

- Çok enteresan bir adam. Başkalarına hiç benzemiyor dedi.

Yeni başmühendis, etrafında ki kişiler arasında her zaman ilgi odağıydı. Ama Akbayan'ın dikkatini çekmesi beni iyice endişelendirmişti. Elbette sadece bir kaç dakika gördüğü kişi için onu kıskanmak komikti ama onun karakterini ben çok iyi biliyordum. Zaten beni ne için sevmişti? Ben de ona ilginç gelmiştim...

Kısaca ben kartalın avına odaklandığının farkında olmadan, bozkırda üzerinde bir gölge hisseden kaçan bir tavşana dönüşmüştüm.

Akbayan gülerek - Sen bugün biraz sıkıcısın dedi.

Bana yüzünü dönerek, parmaklarıyla kafamın arkasına dokundu ama sesinde ilgisizliği duydum, dokunuşu da bana soğuk gelmişti. Sanki aklı başka bir yerdeydi. Ama burada yanımda değildi.

Kendi kendime söyledim. " Saçma sapan neler düşünüyorsun yahu. Derhal bu saçma sapan şeyleri aklından çıkart. Sen onu seviyorsun o da seni. En önemli olan şeyde budur." Ben onun beline sarıldım ve tekrar kendime çektim. Akbayan itiraz etmedi. Tıpkı kumaştan yapılmış bir kukla gibiydi. Ben onu dudaklarından öptüğümde bana cevap vermedi.

Kızarak ve pişmanlık duygusu uyandırmaya çalışarak - Eve gitmek mi istiyorsun diye sordum?

Bugün benimle yeteri kadar hoş olmadığını anlayacak diye umutluydum. Daha erken, biraz daha benimle kalmak ister diye beklerken Akbayan hemen kabul etmişti:

- Gidelim.

Biz daha önce, sokakların aydınlık olduğu bu kadar erken bir zamanda eve hiç dönmemiştik. Akbayan bugün yorulmuştur diye kendi kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Yüzünde yorgunluk izleri bile arıyordum. Ama Akbayan önce canlı canlı konuşup bir sürü şey söylemişken sonra sanki ateş basmış gibiydi. Sonra bir anda sustu ve dudaklarında hayal eden bir insan için tipik olan gülümseme dolaşmaya başladı.

Birlikte köye doğru dönerken o, sessiz yazın alacakaranlığında neler hayal ediyordu acaba? O kadar düşünceli neye gülüyordu acaba? Şimdi bile o zaman beni, bizim geleceğimizi hayal ediyordu diye düşünmek istiyordum... Dul Bibigayşa'nın evine yaklaştığımızda tek bir hareketle ben şüphelerimi yok etmek istedim. Akbayan'ın elini kendi ellerime alarak direk sordum:

- Akbayan, söyle. Beni hâlâ seviyor musun?

Akbayan dalgın dalgın - Elbette diye cevap verdi. Ben gideyim, annem bekler dedi ve elini çekerek eve girdi.

Sanki bana yardım edecekmiş gibi köyde dolaşmaya başladım. Kıskançlık beni içten içe kemiriyordu. Kendimi kıskançlığın asil bir duygu değil, alçakça ve utanç verici bir duygu olduğunu, bu duygu bizim aşkımıza hakarettir diyerek ikna etmeye çalışıyordum. Küçücük bir güvensizlik olursa aramızda her şey yıkılıp gider diye söyleniyordum. O zaman aramızda eski temiz ve saf duygulara yer kalmayacaktı. Ama kendi kendimi yanıltmaya çalıştığım güven, gitgide kötüye doğru bozuluyordu.

Sokakta evlerin çatılarına yavaş yavaş akşam karanlığı iniyordu. Sonra ay çıktı ve bütün dünyayı çok net bir şekilde siyah- beyaz olarak böldü. Sokaklarda sanki ben ve evsiz köpekler dışında kimse kalmamıştı. Ama ben hâlâ ıssız köyde kendimi köşeden köşeye atıyordum.

Dolaşırken hastaneye geldiğimi fark ettim. Düşüncelere o kadar dalmıştım ki yüksek sesli konuşmaları bayağı uzun bir zaman sonra fark ettim. Hastanenin giriş merdivenlerinde bir erkek ve bir kadın duruyordu. Ay onları aydınlattığından konuşanları kolayca tanımıştım. Bunlar Aljan ve Tanya idi. Ben sokağın karanlık tarafında durduğumdan onlar beni görmemişlerdi.

- Hayır hayır. Benim gitmem, yeni hastanın durumuna bakmam lazım dedi Tanya.

Aljan - Sizin hastanıza hiçbir şey olmaz. Krizi atlattı diye siz kendiniz söylediniz dedi ve Tanya'nın elini tutmaya çalıştı. Bari on dakika durun diyen sesinde, emredici bir hava vardı.

- Bir saat bile bir şeyi değiştirmez. Üstelikte siz başka birini beğeniyorsunuz dedi kız ve merdivenin korkuluğuna doğru geri çekildi.

Aljan gülerek kabul etti - Haklısınız. Aklım bir türlü almıyor. Bu kadar güzel bir kız, basit bir patlayıcıda ne buldu? Böyle bir aşka ben inanmıyorum dedi.

Tanya ona diklenerek- Aljan, Aljan. Siz neler diyorsunuz farkında mısınız? İnsanlar pozisyon için mi severler. Başka bir şey için severler. Dışarıdan gelen yabancı biri anlamaz bunu. O kız belki de adamın gerçekten nasıl biri olduğunu bilen tek kişi. Adama kızın gözleriyle bakabilseydiniz ancak belki o zaman anlardınız. Ama sizin bunu yapmanız mümkün değil. Belki ben...

Daha benim hakkımda, aşkımız hakkında neler söyleyeceğini bilmiyordum. Utançtan alev alev yanarak oradan uzaklaştım. Çünkü istemeyerekte olsa konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Bu nedenle daha sonra Tanya'ya onun Aljan'a neler söylediğini sorma cesaretini kendimde bulamadım.

Ben çabucak, hemen hemen koşarak sokakta yürürken aklımda Aljan ile tartışıyordum. "Neden güzel Akbayan, basit bir işçi delikanlıyı sevmesin. Ben Akbayan'a layık olmadığım için sevemez miyim? Öyle mi düşünüyorsun? O zaman yüreğim ne işe yarar. Yüreğim bu aşka inanıyor."

Şimdi tabi ki yirmi beş yıllık mesafeden ben o günkü olaylara daha sakin bakabiliyordum. Hâlbuki o zaman onlar bana bayağı acı vermişti. Yine de o zamanlar çok güzel zamanlardı. Yüreğimin alev alev yandığı, güzel şeylere ulaşmaya çalıştığı, aşkı, sevgiyi istediği zamanlardı. Ve eğer aşk gerçek olsaydı, meşhur "üçgenden" her hangi bir üçüncü kişi onu yıkamazdı. Aşk olmasaydı? Derler ki çıplak adamı bin tane hırsız bile soyamaz. Ve belki de Aljan haklıydı. O zamanlar Akbayan'ın bana karşı gerçekten sevgisi yoktu. Belki de ben sevdiğim kadının duygularına güvenmiyordum. Hâlbuki henüz yani o akşam hiçbir şey olmamıştı ki...

Ertesi sabah madene geldikten hemen sonra yer altında ki sahada başmühendisle karşılaştım. Onun üzerinde iş kıyafeti ve baret vardı. Elektrikle çalışan lambadan bayağı uzakta durduğumuz için yüzlerimizi karanlık gölge kapatıyordu. Dolayısıyla birbirimizi hemen tanımadık. Sonra Aljan elinde ki karbür lambasını kaldırarak yüzümü aydınlattı.

Tokalaşarak - Dün güzel kızın yanında oturan siz miydiniz diye sordu?

Sırtımda ki patlayıcı maddelerle doldurulmuş sırt çantasını düzelterek direk gözlerine baktım

- Gerçekten güzeldiyse evet bendim. Bildiniz diye cevapladım.

Sorarak değil emrederek - Evet. Kız çok güzel. Adı ne? dedi.

- Akbayan.

Aljan memnun bir şekilde - Adı da yakışmış dedi.

O anda kızın kendisine ait olduğunu düşündüğünü anlamıştım. Anladım ki bu adam, tüm dünyanın onun gibi sağlam ve kararlı adamlara ait olduğunu inanıyordu. Benim ise hiçbir şeye hakkım yoktu. Akbayan'da dahil. Çünkü ben bu hızla gelişen hayatta, basit bir işçi pozisyonundan daha yükseğe çıkmak için gayret göstermemiştim. Gerçi bu kadar uzun düşündüğünü sanmıyorum. Sadece önümden geçerken ona rakip olmadığımın kararını vermiş ve onun için konu kapanmıştı. O kadar.

Daha doğrusu ben bunun böyle olduğunu şimdi anlamıştım. O zaman ise kendimi zor tutarak, tüylerim diken diken olmuş vaziyette:

- Demek ki siz benim ona layık olmadığıma inanıyorsunuz. Eminsiniz yani.

O şaşkın şaşkın bana baktı ve sakin bir şekilde:

- İyi ki bunu siz kendiniz de anlamışsınız.

- Hayır, ben bunu anlamıyorum diye bağırdım.

Onun gözlerinde acıya benzeyen bir şeyler gördüm. Bu bakışla ezilmiş solucana bakarlardı.

- Yazık! Ruslarda bir atasözü vardır. Beceremeyeceğin hedeflere ulaşmaya çalışma dedi.

Ben karşılık olarak - Bu sözler beni bağlamaz dedim.

O anda aramızdan, cevherle dolu elektrikli lokomotif geçti. Önümde Bibigayşa'nın dalgın yüzü göründü. Lokomotif gittikten sonra ben giden Aljan'ın sırtını gördüm. Yani adam konuşacak bir şeyin kalmadığını düşünüyordu.

Artık ben Aljan'ı kesinlikle beğenmiyordum. Dün içimde doğan kıskançlığımdan dolayı değil, sadece diğer bir insana karşı sadece o diğeri basit bir işçi olduğu için küstahça davrandığı içindi. Nedense o anda kıskançlık konusunda sakindim. Galiba böyle bir tip Akbayan'ın kalbini asla kazanamaz diye düşünmüştüm. Eğer o şansını denemeye kalkarsa, Akbayan'ın ona kapıyı göstereceğinden emindim.

Bu adamla yeterince vakit kaybettiğimi düşünerek parti organizatörü Akşalov'u aramaya gittim. Akşalov maden kurulduğundan beri sıradan bir madenci olarak çalışıyordu ve yaptığı işten dolayı iki adet kızıl bayrak nişanı almıştı. Ama onun en önemli özelliği, insanlara samimi davranmasıydı. Bu yüzden ona akıl danışmak için diğer madenlerden bile insanlar geliyordu. Bende patlayıcı madde dolu sırt çantasıyla ilgili yeni bir şekil düşünmüştüm ve onu ilk önce Akşalov'a göstermek istiyordum.

Ama parti organizatörü, ilçe komitesine toplantıya gitmişti. Üç gün sonra da savaş başladı ve askere çağrıldım.

Aslında yasal olarak yaşlı ve hasta ebeveynlerimin tek besleyicisi olarak askerden muaftım. Bu yüzden savaş komitesinden gelen çağrı kâğıdı benim için biraz sürpriz olmuştu. Aynı akşam "Herkes hakkında her şeyi bilen kadın" olarak bilinen biri geldi; başmühendisin sivil hayat için gerekli kişiler listesine benim ismimi yazmadığını söyledi. Kadın, Aljan'ı cezalandırması için Allah'a ve Sovyet iktidarına dua ediyor ve benim köy komitesinden ilgili belgeyi alıp, bu belgeyi savaş komitesi görevlerine mutlaka göstermen lazım diye ısrar ediyordu. Kadın susunca babam:

- Vermiş olduğunuz akıl için teşekkür ederiz ama Sabır cepheye gidecek dedi. Diğerlerinden ne iyi ne de kötüdür. Sonra bana dönerek ekledi. - Sen kendi borcunu ödemek zorundasın. Bizi düşünme, bizim için endişelenme. Dünya iyi insanlarla dolu. Anası sende benimle aynı fikirde misin?

Gözlerini benden ayırmayan annem kısık bir sesle:

- Oğlum! Baban doğru söyledi diye cevap verdi.

Ebeveynlerimin sözleri yüreğimden çok büyük bir yükü almıştı. Yerimin kesinlikle cephe olduğuna inanıyordum. Ve bu yeri benim yerime bir başkası dolduracak diye kendi kendime çok kızıyordum.

Günün kalan zamanında eşyalarımı toplamayla uğraştım. Ben o zamanlarda ki birçok insan gibi en kısa sürede faşizmi yıkıp, Berlin'de savaşı bitireceğiz diye düşünüyordum ve bu yüzden inanılmaz bir heyecan duyuyordum. Genel olarak kendimi iyi hissediyordum ama ruhumda karanlık bir gölge vardı. Aljan bana açık bir şekilde meydan okuyordu. O, Akbayan'a kendisi için yol açmak amacıyla beni yolundan çekmek istemişti. Ama diğer yandan bu da beni sevindiriyordu. Benim hiçbir şey olmadığımı söyleyerek bana yalan söylemişti. Demek ki bende de bir şeyler varmış diye düşünüyordum. Akbayan'ın bana sadakatinden hiç şüphem yoktu. Sabah boş bir zaman bulup dul Bibigayşa'nın evine uğradım ama Akbayan evde değildi. Sadık da kız kardeşinin nerede olduğunu bilmiyordu. O da cepheye gitmek için eşyalarını topluyordu. Bizim duygularımız onun umurunda bile değildi. Bibigayşa ise bana tuhaf bir şekilde bakarak anlaşılmaz bir cevap verdi. Yani, kızının acil bir işi çıkmış halletmesi gerekiyormuş dedi. Ben Akbayan'ı aramamaya karar verdim. Eve döndüm ve Akbayan işini bitirip hemen gelir diye emin olduğumdan, hiç endişelenmedim.

Ama Akbayan gelmedi. Savaş komitesine gittiğimiz yük treni istasyonuna bile gelmedi. Sadık'ı sadece annesi uğurluyordu. Soruma, Akbayan hastalandı ve onunla evde vedalaştım diye cevap verdi. Arkadaşım aslında diğer askere giden gençler gibi aynı o kadar heyecanlanmıştı ki kız kardeşinin nesi olduğunu öğrenmek mümkün değildi. Annesinden daha az işe yarıyordu. O da sürekli ağlıyor, arada sırada Sadık'a sarılıyordu.

Sonra biz akrabalarla ve yakınlarımla vedalaştık, kırmızı vagonlara bindik. "poppel" tipi lokomotif, bir polisin düdüğü gibi çok ince sesle bizi Kazgırsay'a toplanma noktasına götürecekti. Tren çuf çuf diyerek hızlandı. Genç olanlar trenin yanında koşmaya başladıklarında biz vagondan sarkmış ellerimizi sallıyorduk. Ben hâlâ bir mucize bekleyerek Akbayan'ı arıyordum. Son anda gelip vagonların peşinde koşar ya da en azından uzaktan da olsa el sallar diye umutluydum.

Tren Mıskazgan'ın kenarında ki binaların yanından geçerken biz köyümüzle vedalaşıyorduk. Köyümüzün görünüşü harabeydi ama ayrılık bizim gözümüzde ona ayrı bir güzellik vermişti. Bizim yakılmış mütevazi Kazak bozkırı, kışları sert, yazları acımasız olup şimdi ise bize tıpkı kendi evimiz gibi çok yakın ve sıcak gelmişti ve biz tambur kapılarda toplanmış, memleketimizden ayrılıyorduk.

Yol! Sonsuz ve sonsuz bir umut gibiydi yol!

Lokomotif küçük inatçı bir boğa gibi burun deliklerinden buhar çıkartarak bozkır üzerinde koşuyordu. Telgraf direkleri birbirleri peşi sıra koşuyor ve Mıskazgan kaldığı yerde yok oluyordu. Etrafta sınırsız bir bozkır yayılmıştı. Kazak bozkırı. Benim atalarımın ve oğullarımın bozkırı. Benim öz bozkırım!

Bozkır üzerinde giderken, düz yerde dolaşan rüzgârlarda bir dombra sesi duyardın. Bu sözsüz müzik, seni çok özel, hemen hemen neşeli biri haline getirirdi. Düşünceler uzaklara ve yükseklere uçardı. Bozkırı sıkıcı, düz ve renksiz zannedenler çok yanılıyordu. O benim için inanılmaz görüntüler doğuran canlı ve akıllı bir kitap gibiydi. Mesela, bu rengârenk çiçeklerle kaplanmış tepenin yamaçları genç bir kızın şapkasına benziyordu. Seyrek kuru otlarla kaplanmış güneşte çatlamış kum taşları yaşlı ninenin buruşuk yüzüne benziyordu. Yoksa benim ninemin yüzümüydü.

Ninem Mıskazgan'a gitmek için çıktığımız kendi köyümüzde geçen sene vefat etmişti. Hem zeki hem de dürüst olduğu için tüm köy onu çok severdi. Cahillik ile tüm halkın mücadele ettiği yıllarda o da okumayı ve yazmayı öğrenmişti. Sanki hayatı boyunca hep okumuş gibi kitaplarla ve kalemlerle çok kısa bir zamanda işini çabucak hallediyordu. Ninem boş oturmayı hiç sevmezdi ve her zaman bir şeylerle uğraşırdı. Kadın hakları ve eşitliği için eylemler başladığında o, en aktif şekilde tüm etkinlere katılmış, bizim köylülerde ninemin Köy Komitesine seçilmesini sağlamışlardı. O, torunları doğduğu zaman biraz yavaşlamış ve ancak o zaman evde oturmuştu. Ama evde bile kendine sosyal etkinlikler bulmuştu. Bir sürü gazete ve dergiye abone olmuştu. Okuduğu haberleri akrabalara ve komşulara anlatıyordu. Kızları ve gelinleri ona saygı duyarak "gazete-apa" lakabını takmışlardı. Ben de ninemi hatırlayınca, her zaman evin yanında alçak bir taburede oturup, dizlerinde bir sürü gazeteler ile hayal ediyordum.

O zamanlar ben Kazak adetlerine uygun olarak ninemle yaşıyordum. O, bana alfabeyi öğretmişti ve ben "Lenin" kelimesini ilk defa ondan duymuştum.

Ninem, yeni öğrendiği ve konuşmalarımıza yeni yeni giren kelimelerle hava atmayı sever, bazılarını da kendi uydururdu. Eğer gelinler ev işlerinde tasarrufu unuturlarsa o hemen hemen şöyle söylerdi: "Canım, ekmek almaya bakkala giderken Erjimek'i unutma". Biz onun torunları hep öğrenmeye çalışırdık – Kimmiş bu Erjimek? Herhalde buraya uğramış yabancılardan biri olduğu kararına varırdık. Çünkü köyün sakinleri arasında bu isimde biri yoktu. Birkaç yıl geçince ben öğrenmiştim ki: Erjimek – Ninemin kendi tarzınca değiştirdiği "tasarruf rejimi" demekti.

"Lenin" kelimesini söylediği zaman da bu kelime bana, hem sırlarla dolu hem de ışıklı bir söz gibi gelmişti. Çünkü ninem onu söylerken yumuşak ve samimi bir ışıkla içinden parlıyordu. Onun yüzünün nasıl güldüğünü görünce, ben kendisi için özel birini anlatıyor galiba diye düşünürdüm. "Kesin çok sevdiği bir akrabasıdır" diye düşündüğümden ninemi yalnız olduğu bir anda yakalayıp ona sordum:

- Nine, kim bu Lenin?

- Lenin yoksulların lideri, tüm insanlığın ışığıdır diye cevap verdi ninem ve hafifçe ılık pürüzlü eliyle yüzümü okşadı.

Ben o zamanlar yoksulların kim olduğunu bilmiyordum ama ışık ne demek ve ışığın insanlar için taşıdığı önemi biliyordum, çok iyi biliyordum.

- Büyük mü o ışık? Bizim lamba mı gibi?

Ninem güldü.

- Bir yıldız gibi. Lamba bütün insanlığına ışık verebilir mi? Ama ölüm bu yıldızı, sen yürümeye başladığın zaman söndürdü. Görüyor musun nasıl olabiliyor: yıldız yok, ama onun ışığı hâlâ insanların yolunu aydınlatıyor. Ve hep böyle aydınlatacak. Her zaman! Sonsuza dek!

- Ama nine, sönmüş bir yıldız nasıl ışık verebilir ki? Ben ninemin karıştırdığını zannediyordum.

Ninem bir şiir ile cevap verdi: "İnsan ölümsüz bir iş bıraktıysa, ona öldü diyemezsin" Bu Abay dedi. Ben sana onu daha önce anlatmıştım.

Böylece benim soruma cevap vermek yerine, bende bir tane daha soru oluşturmuştu. Eğer bir insan ölmüşse yaptığı iş nasıl ölümsüz olabilir ki? Ve bir iş, insan olmadan nasıl hayatta kalabilir ki?

Kafamın iyice karıştığını gören ninem yine gülümsedi ve dedi:

- Sen git oyna canım benim. Daha küçüksün. Okulda okuduğun zaman her şeyi anlarsın. Lenin'in kim olduğunu da, ölümsüz işin ne olduğunda…

Ama bir gün, Mıskazgan'a gitmeden hemen önce kendimi tutamadım ve cevap beklemekten sıkılıp süremden önce kendim okula gittim. Tuğladan yapılmış ve arduvaz çatılı yeni binaya yaklaşınca hiç çekinmeden kapıdan girdim ve girişin tam karşısında boydan çizilmiş, küçük sakallı ve kısılmış gülümseyen gözleriyle bir adamın resmini gördüm. Üzerinde omuzlarına atılmış kadife yakalı siyah bir palto ve göğsünde kırmızı kurdele vardı. Bir elinde kepini tutan adam tüm vücuduyla ileriye doğru odaklanmış ve diğer eliyle insanlara yolu gösteriyordu. Resmin üzerinde beyaz harflerle yazılmış kırmızı bir kumaş asılıydı.

Biraz ilerde kenarda yaşlı bir kadın oturmuş çay içiyordu.

Ben parmağımla resmi gösterdim ve – Kim bu? diye sordum.

Yaşlı kadın fincanı yavaşça masaya koydu ve önemli ses tonuyla:

- O, Lenin dedi – öğrenmek lazım dedi. Hem de üç kez.

Daha sonradan anladığım gibi bu herkesçi bilinen Lenin'in çok meşhur gençliğine çağrısıydı: "Öğrenmek, öğrenmek ve tekrar öğrenmek".

Sakallı adam sanki bana doğru söylüyordu: "Oğlum, ben senin desteğinim. Hayatında cesurca ve gururla yürü!" O zamandan beri ben Lenin'in çok sayıda portrelerini görmüştüm, ama bu benim için en değerli olanıydı.

Aslında, hafızama sonsuza dek kazılmış liderimizin bir görüntüsü daha vardı. Bu Lenin'in bronzdan yapılmış heykeliydi. Ben onu savaşın en sıcak günlerinden birinde görmüştüm.

Bu olay, düşmanımızın beklenmeyen karşı saldırılarından sonra askeri birimlerimizin terk ettiği şehirde olmuştu. Ertesi gün beni ve bölüğümüzden daha iki genci, askeri istihbarat alayının komutanı çağırdı. Komutan olarak bu şehir doğumlu bir yoldaşımı atadı. Gece cephe hattını geçerken bizi karanlık sarmıştı. Elimi uzattım ama hiçbir şey göremiyordum. Ancak şehrin sınırından çıkar çıkmaz gökyüzünde ay çıktı. O kadar parlaktı ki, sanki bir fener gibi hem sokakları hem de evleri aydınlatmıştı. Yolumuzu bayağı zorlaştırmıştı ama aynı zamanda ayın sayesinde, ben hâlâ unutamadığım bir şeyi görebilmiştim.

Bu benim ilk istihbarat çalışmamdı ve açıkçası düşmanımızın tam ortasında ve etrafımızın karşı tarafın askerleriyle sarılmış olduğu düşüncesi beni bayağı korkutuyordu.

Ama bizim komutanımız bizi gayet emin bir şekilde, gizli ara sokaklardan götürüyordu. Biz bahçelerinin arasından sokakların karşı tarafına koşuyor, evlerin ve bahçe çitlerinin gölgelerinde saklanıyorduk. Komutanımızın sakin ve hesaplı hareketleri, bizim kendimize olan güvenimizi hızla geri getirmişti. Ben artık acele etmeden sakin bir şekilde, onun hareketlerini tekrarlıyordum.

Evlerin dış görünümü değişmiş, yamuk ara sokaklar yerine daha geniş sokakları görünce şehrin merkezine yaklaştığımızı anlamıştım. Gerçekten biraz sonra komutanımız durdu ve kısık sesle:

- Şimdi şehrin meydanını geçmek kaldı. Dikkatli olun. Burada onların karargâhı olmalı ki her adımda nöbetçiler duruyor. Parkın içinden geçmeyi deneyelim.

O, döküm çitte bir delik buldu ve biz parkın içine girdik. Ağaçlar ve çalıların enine yavaşça yürüyorduk. Komutanımız bir anda durdu ve ben az kaldı ona düşürüyordum.

-Duydun mu? diye sordu.

Önümüzden bir motor sesi gelmişti. Sonra motorun gürültüsü azaldı, kulağımıza almanca konuşmalar geldi.

Bizim komutan şaşırmıştı – Onlar orada ne yapıyorlar acaba? dedi. Orda Lenin'in heykeli var… Yoksa pislikler…

Sözünü bitirmeden bize peşinden gidelim diye kafasıyla işaret verdi ve sessizce, tıpkı avını görmüş bir leopar gibi ilerlemeye başladı. Bir dizi koşuşturma sonrası biz çalıların arkasından kalkıp, projektör ışıklarıyla aydınlatılmış bir meydan gördük.

Meydanın ortasında Lenin'in bronz bir heykeli duruyordu. İlyiç, elinin büyük parmağını yeleğinin kenarına sökmüş, düşünceli şekilde duruyordu. Ayaklarının etrafında uzun boylu zayıf bir başçavuş komutasında bir şeyler yapıyorlardı. Başçavuş kızgın, hoşnutsuz bir ses tonuyla bir şeyler söylüyor, askerler heykelin etrafında iki zırhlı araçtan uzatılmış halatları bağlıyorlardı. Sonra askerler çekildi, başçavuş sanki bizim çıkmamızı bekliyormuş gibi elini salladı.

Zırhlı araçların motorları çalıştı ve geniş geçide doğru harekete geçti.

Ellerim istemeden otomatik tüfeği sıkmıştı.

Benim hareketimi karanlıkta fark eden komutan – Dur! Muharebe görevini bozacaksın! diye emir verdi.

Zırhlı araçlar gerçekten sadece halatın uzunluğu kadar hareket edebilmişlerdi. Motorlar zorlanmış kükrüyorlardı. Zırhlı araçlar direğe sıkıca bağlanmış, öfkesinden boş boş havlayan köpeklere benziyordu. Ama heykel kıpırdamadan yerinde duruyor, İlyiç sanki düşmana: " Ne yaparsanız yapın asla bizi yenemezsiniz."diyordu.

Komutan – Hadi gidelim- dedi.

Ertesi gün işgalciler şehirden kovuldu. Sokakta ki kavgalar bitti, ben şehir parkına koştum.

Heykel eski yerinde olduğu gibi duruyordu. Ve sadece heykeldeki çentikler, geçen gece burada ne olduğunu hatırlatıyordu. O zamandan beri Lenin'in bronz heykeli tüm savaş yılları boyunca benim için bizim yenilmezliğin sembolü olmuştu.

… Okuldan gelince hemen nenemin boynuna asıldım:

- Nine, ben Lenin'i gördüm!

Ninem gülümsedi – Nerede gördün?

- Okulda. Göğsünde büyük kırmızı bir kurdele vardı. O bana, hem de üç kez okuman lazım dedi.

Ninem benim okulda ki portreden bahsettiğimi anlamıştı. Alnımdan öptü.

- Çok iyi dedi. Sen onun talimatını yapacak mısın?

- Tabi ki yapacağım! İstersen yemin bile edebilirim dedim ve ben yemin ettim: Vallahi billahi!

Ninem gözlerinden yaş gelene kadar güldü.

- Yok, canım, eğer yemin etmek istiyorsan eskisi gibi değil yeni şekliyle etmen lazım.

- Nasıl yeni şekilde?

O tekrar beni alnımdan öptü

- Yeni şekli şöyle: "Lenin adına yemin ediyorum" diyorlar. Beni göğsüne bastırdı – Zamanı gelince sende bu yemini edeceksin. Önce Pioner sonra da Komsomol olacaksın… Şimdi ben senden tek bir şey istiyorum.

- Ne?

- Biz Kazaklarda derler ki: Çocuğu küçük yaşta okut. Beni dinle yavrum benim! İsterim ki sen hep verdiğin sözü tutasın. Tıpkı Lenin dede gibi ve aynı onun gibi halkının mutluluğu için mücadele edesin. Eğer onun işi senin işin olacaksa senin yaşlı ninen başka ne isteyebilir ki.

Hayatımın en zor anlarında onun sözlerini sık sık hatırlıyordum. Bunlar bana destek veriyor, vicdanımı ve onurumu korumamda bana yardım ediyordu.

Benim iyi, güzel ninem sanki biliyordu; torununun kaderinde çok sayıda ve oldukça zor sınavlardan geçeceğinin yazılı olduğunu ve o beni bunlara hazırlıyordu.

Ama bunu sonra anlatırım. Esas sınamalar daha ilerdeydi. Şimdi ise tren bizi hızlıca savaşa götürüyordu…

Trenimiz batıya doğru yol alıyordu. Telgraf direkleri vagonun arkasından sanki sırayla düşüyormuş gibi görünmez oluyorlardı. İstasyonlardan birinde lokomotif değişene kadar yaşlı bir demiryolcu, yolun yarısını arkamızda bıraktık dedi. Devlet sınırına kadar hesaplarsak yarısını. Vagonumuzun yanından hızla Rus ormanları, kıvrımlı nehirler ve bizim bozkır köylerine benzemeyen Rus köyleri geçiyordu. Savaşın sıcak ateşi buraya kadar henüz gelmemişti. Önümüzden bir sakin hayatın resimleri geçiyordu. İşte bir dar nehrin kıyısında elinde oltasıyla bir balıkçı kestiriyor, nehrin dönüşünde bir kadın çamaşır yıkıyor, aynı yerde bronzlaşmış çevik çocuklar suda oynuyorlardı. Tren yolu boyunca büyük bir kalabalık oluşmuş ve önlerinde harmonikası olan bir genç yürüyordu. Harmonikasını o kadar sert oynatıyordu ki sanki onu paramparça etmek istiyordu. Kalabalıktan elinde mendil olan bir kadın çıktı ve gencin önünde dans etmeye başladığı anda, harmonikalı delikanlının sırtındaki çuvalı fark ettim. Anlaşılan o da savaşa gidiyordu.

Bazen trenimizi görüp tarlada çapalarını ve dirgenlerini bırakarak tren yoluna koşan genç kızlar oluyordu. Başörtülerini çıkartarak sallıyorlar ve bağırıyorlardı. Herhalde trenimizin vagonlarında kendi kaderleri gidiyor diye düşünüyorlar ve son veda sözlerini söylemek için koşuyorlardı.

Bu anlarda içim acıyla doluyordu. Çünkü benim sevgilim benimle vedalaşmaya gelmemişti. Silah arkadaşlarım cesur kızıl ordu şarkıları söylüyorlardı. Bu şarkıları yolculuğun ilk gününde öğrenmişlerdi. Ben ise en üstte yatmış tehlikeli yola adım atarken en sevdiğin kişinin sana "çabuk dön" demesinin ne kadar önemli olduğunu düşünüyordum. O son günü bile benden kimin çaldığını çok iyi biliyordum. Yumruklarımı sıkarak bir erkek çocuk gibi Aljan'ı tehdit ediyorum: "Hele ben savaştan bir döneyim. Bizim komutan nasıl diyor; sana gününü göstereceğim." Gerçi ben ona ne yapabilirdim ki.

Hayır. Ben Aljan'a dokunmam, parmağımla bile dokunmam. Kötü söz bile söylemem. Mal sahibi kendi atını çok iyi tanır. Ben, benim ateşi kolayca sönen karakterimi çok iyi biliyorum. Kaç kere oldu. Bana biri düşmanca davrandığında ben, her şey istemeden oldu. Beni kıran kişinin asla ve asla kötü bir niyeti yoktu diye kendi kendime telkinlerde bulunuyordum. Ve bu yüzden Akbayan hakkında ki düşüncelerimi aklımdan kovuyorum. Duygularım, endişelerim, savaş gibi bir felaketin varken arka plana geçmeli diye kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Ama ağızdan çıkan sözleri nasıl unutabilirsin ki. İnsanların yapısı böyle işte. Kendi kendine bazı düşünceleri yasakladığın anda işte o düşünceler gelir ısrarla senin kafana girer. Akbayan'ın görüntüsü de sürekli benim içimdeydi.

Vagondan sorumlu olan komutanımız bir gün - Niye sürekli iç çekiyorsun delikanlı diye sordu.

Komutanımız tecrübeli bir adamdı. Kendine has bir tarz ile bizi eğitiyordu. Katıldığı Halhin-Göl seferleri hakkında konuşurdu.

Şimdi de benim durumumu fark etmiş hikâye anlatmayı bırakmıştı.

Benim adıma vagonda ki en şakacı adam olan zayıf, sarışın bir delikanlı cevap verdi - Komutanım sevgilisi ona madalyasız gelirsen eve almam demiş.

Vagon kahkahalardan yıkılmıştı. Ben gözlerimle Sadık'ı aradım. O da herkesle birlikte gülüyordu.

Sadık kahkahalar arasında - Sabır'ın sevgilisinin çok sert bir kadın olduğunu da çok iyi biliyorum. Onu iyi tanırım dedi.

Sarışın çekimser bir sesle - Onu tanıyor musun diye sordu?

Sadık çok sakin - Tabi. O benim öz kardeşim dedi.

Bu haber hepsinin neşesini daha da arttırmıştı. Sanki vagonun raylardan çıkmasına ramak kalmıştı.

Bende güldüm. Herkesin arkasında zor ayrılıklar kalmıştı ve herkes kalbinden endişeyi sökmek için gülüyordu.

Nedense sadece komutanımız ciddiyetini korumuştu.

Neşe patlamasının bitmesini beklemiş ve - Bak hele delikanlı! Kalbinde acı varsa sen onu at. Bu sakin topraklarda bırak. Acı savaşta çok kötü bir yardımcıdır. Askerin savaşmasını engeller. Düşmanlarımız senin acından korkmaz, öfkenden korkar. Ranzada keyif çatmayı bırak aşağı yanımıza in. Benim söyleyeceklerimi çok iyi dinle. Belki benim tecrübelerim senin hayatına da bir fayda sağlar dedi.

Aşağı indim ve kuru gıdanın saklandığı ama şimdi boş olan bir kutunun üzerinde, Sadık'ın yanında oturdum. Devamlı olarak yiğit miyim değil miyim diye kendime sitem ediyorum. Bir şımarık kız için bu kadar üzünülür mü? Yeter!

Sarışın hevesle - Eee! Sonra ne oldu komutanım diye sordu?

Komutan ona öğretir gibi - Acele etme. Güzel hikâyeler aceleye gelmez dedi. Ben böyle her şeyi gören, bıyıklı, güneşten ve rüzgârdan kızarmış ve kabuk bağlamış yüzüyle hikâye anlatan adamları, savaştan sonra sinemalarda ve ressamların tuvallerinde görmüştüm. O hikâye anlatanlar gibi bizim komutanımız da ilk önce çiçek nakışlı tütün kesesinden tütün çıkardı, acele etmeden bir gazete parçasına tütünü sardıktan sonra yamuk ama sağlam dişleri arasına sıkıştırarak, dikkatle sarışına baktı. Sarışın delikanlı durumu kavrayarak cebinden kibrit kutusunu çıkardı ve telaştan kibriti kırmasına rağmen sonunda ateşi yakabildi ve komutanın sigarasını yaktı. Komutan büyük bir zevkle dumanı içine çekti ve açık kapının tarafına doğru dumanı üfledikten sonra düşünceli şekilde, sanki yeni bir hikâyeye başlıyormuş gibi anlatmaya başladı:

- Biz o zamanlar otomatik tüfeğin ne olduğunu bilmiyorduk bile. Basit bir tüfek ve bir de süngü. Bir de it dalaşına uygun bir kaç hareket. O kadar.

Biri sözünü keserek - Bu yetmez mi? İt dalaşına böyle gidilir. Kim daha güçlü ise o kazanır. Bizimkileri sadece güçle yenemezsin dedi.

Komutan hafifçe gülümseyerek - Yoo! Savaşı sadece güçle kazanamazsın. Savaşta yumruklar ikinci plandadır. Öncelik zekâ ve savaş hileleridir. Bi de nasıl derler; soğukkanlı olmak lazımdır. Bizde bir izci vardı. Bu arada Sabır bu adam senin hemşerin bir Kazaktı. Adı Hasen soyadı Bekejanov. Uzun boylu esmer bir delikanlıydı. O kadar kurnaz o kadar zekiydi ki tam olarak anlatamam diyebilirim. Bir keresinde bizi istihbarat için göndermişlerdi. Üç-dört kilometre gittikten sonra bir kasabaya ulaşmıştık. Orada Japonlar var mı yok mu bilemezsin. Sokaklarda tek bir canlı yoktu. Beklemekte olmayacaktı. İstihbarat için çok kısa bir zaman verilmişti. O zaman Hasen, komutanımızdan kasabaya daha yakından bakmak için izin istedi.

Önünde ki alan açıktı: bir tarla ve sadece kenardaki bir evin yanında küçük bir çalı vardı. İşte bizim Hasen oradan açık açık yürüdü. Ne zaman ki çalılığa ulaştı, orada ona üç Japon saldırdı. Yani nöbetçi askerlerin elinde düştü demekti. Hasen'in elinden tüfeğini aldılar, etrafını sardılar ve Japon karargâhına götürmek istediler. Biz Hasen bitti, zavallı asker yok oldu diye düşündük. Arkadaşımız ise kafasını gökyüzüne kaldırarak parmakla bir şeyi gösteriyor ve Japonlara bakmalarını söylüyordu. Japonlar çenelerini gökyüzüne kaldırınca dikkatleri dağıldı. Onlar üç kişi, esir tek başına üstelik tüfeği de yok, yani gücün kendilerinde olduğundan eminler. İşte onlar ağızlarıyla kuş tutarken Hasen, birinin karnına ayağıyla vurdu, diğerinin karın boşluğuna yumruğunu yapıştırdı. Üçüncünün ise çenesine. Sonra tüfeğini alarak eğitimde ki gibi dövüşmeye başladı. Birini tüfeğiyle vurdu, öbürüne ise süngüyü batırdı. Üçüncüde gönüllü olarak kendini yere attı. Hasen ise bize vadiye doğru koşmaya başladı.

Birbirimizin sözünü keserek anlatılan hikâyeyi tartışmaya başladık. Tabi ki şimdi ben komutan o hikâyede eğitim amacıyla biraz palavra attı diye düşünüyorum. Ama o zamanlar tabi ki biz her şeyin gerçek olduğunu düşünüyorduk.

Sadık - Sabır kalkar mısın dedi.

Ben kalktım ve Sadık Hasen'in yerinde olsa nasıl davranacağını göstermeye çalıştı. Ama o ranzadan düştü. Keşke o anda bilseydim iki ay geçince benim Hasen'in düştüğü duruma düşeceğimi.

Heyecanımız bayağı uzun zaman dinmemişti. Akıllı görünümlü bir delikanlı valizinden kemanını çıkartıp enerjik bir şekilde marş çalmaya başladı. Bizde tüm gücümüzle bağırarak şarkı söylemeye başladık:

Hep birlikte kurşunlara kendimizi atmak!

Hayır. Biz savaşa gitmekten korkmayız.

Adil bir intikam hissini

Gönlümüzde taşıyan biziz.

Komutanımızın homurdandığını duydum:

- Neden korkmayalım. Savaşa gitmek her zaman korkutucudur. Ama gerekliyse gidilmelidir. Kurşunların önüne kendimizi atmamıza da gerek yok. Sadece kafasız adamlar kendini kurşunların önüne atar ya da sizin gibi gençler. Tecrübeli adamlar nerede fırsat bulsa çevresinden dolaşır, sürünerek geçer. Kendi gücünü koruyarak düşmanını yener. Eh! Ne de olsa genç gençtir. Orada nasıl davranacaksınız bilmiyorum. Savaş oyun değildir dedi.

Sanki komutanı desteklercesine trenin önündeki lokomotif bağırdı.

Ama biz kendi cesaretimizden sarhoş olmuştuk bile. Arkadaşlarımın yüzlerine bakıyorum ve bana öyle geliyor ki; bizi şimdi düşmana salsalar bizler yani yeni askerler yolumuzun önündeki her şeyi yıkıp geçerek hemen Berlin'e ulaşacağız. Böylece ben ilk defa asker kardeşliğinin gücünü hissetmeye başladım ve sürekli olarak kendi acılarımı düşündüğüm için utandım.

Güneş tepedeydi. Vagonun kapılarının dışından istasyon binaları geçiyordu. Demiryolu makaslarının bulunduğu birleşim yerlerinde tekerlekler şıngırdıyordu...

- Günaydın diye odaya giren Batima bana seslendi. - Nasıl uyudunuz?

- Ölü gibi uyudum. Aslında yatmaktan sıkıldım. Bu ne kadar yorucu bir şeymiş tahmin bile edemezdim. Eskiden vardiya sonuna doğru aklımda tek bir düşüncem olurdu. - Hemen yatağa düşmek ve uyumak. Şimdi ise ikinci vardiyaya kalsam daha iyi diye düşünüyorum.

Batima güldü.

- Bu sizin çalışkan bir adam olmanızdan kaynaklanıyor. Eskiden bu kadar uzun zaman yatmaya fırsatınız olmadığı gibi zamanınızda olmamıştı dedi.

- Zamanım olmadı. Ama yatmak nasip oldu. Askerdeyken revirde yattım.

- O zamanlar başka zamanlardı. Savaş vardı. Yaranız belli oluyordu. Şimdi ise siz kendiniz tam olarak sağlıklı hissediyorsunuz.

- Sadece hissetmiyorum. Doktorda aynısını söyledi. İyileştiğim an beni bir gün bile hastanede tutmayacağını söyledi.

Batima dereceyi koydu ve bana şüpheli bir gülümsemeyle baktı. Galiba benim disiplinli olduğuma alışmıştı. Bu nedenle sabah ki küçük isyanım onu iyice şaşırtmıştı.

- Demek ki doktor sizin tam olarak iyileştiğinizi düşünmüyor dedi nasihat verir gibi Batima. Bu arada o Akbayan'ın girmesine yine izin vermedi.

- O geldi mi yoksa?

- Dün, akşam yemeğinden sonra geldi. Gücenmiş bir şekilde ekledi Batima. - Bizde kaldığınız bir ay boyunca bu onun altıncı deneyişi.

Ben kendimi tutamayarak kocaman gülümsedim. Bana ulaşmaya çalışıyor. Demek ki ben ona lazımım. Boşuna demiyorlarmış "Kıyafetin yenisi iyidir, arkadaşın ise eskisi." Bunca yıl ne olmuşsa olsun, ben onun en eski arkadaşıyım. Aslında şimdi benim dışımda onun hiç kimsesi yok.

Bu Batima Akbayan'dan ne kadarda nefret ediyormuş. Benim tepkimi görünce hemen kaşları çatıldı. Benimde kalkıp onu öpesim geldi. Böyle bir haberin benim için ne kadar önemli olduğunu bir bilebilseydi. Davranışından anladığım kadarıyla Akbayan hakkında yine kötü bir şeyler söylemek istiyordu. Ama yookk! Ne istersen söyle Batima. İnanmam. Ah kadınlar! Niye birbirinizi çok az seviyorsunuz.

Batima, galiba benim yüzümde ki ifadeyi görünce kendini tuttu. Sadece omuzlarını silkerek anlaşılmaz bir şekilde:

- Neyse. Herkesin kendine ait bir hayali vardır dedi.

Belki de herkes kendine göre bir mücadele veriyor diyecekti. Örneğin ben Akbayan'a aşık olmaktan daha iyi bir şey düşünmemiştim.

Batima'yı birazcık kızdırmak için:

- Sizce benim hayalim neyle ilgili diye sordum.

- Ben nereden bileyim dedi Batima ve tekrar omuzlarını silkti.

- Yine de söyleyin.

Batima düşünceli - Galiba herkes ulaşamayacakları bir şeyler hayal ediyor. Örneğin kambur biri bir kez bile olsa sırt üstü uyumayı ister dedi.

Batima'nın kendini anlattığını anlamıştım. Onun hayatında da istediği gibi yürümeyen bir şeyler vardı.

- Yine de neden doktor Akbayan'ın girmesine izin vermiyor?

Batima kuru bir sesle - Vardır bir nedeni elbet dedi.

- Neden ne olabilir ki diye sordum?

- Doktor ne yaptığını çok iyi biliyor. Bu yüzden doktor olmuş.

Batima bir anda güldü.

- Komik bir şey mi hatırladınız? diye sordum.

- Yok! Daha doğrusu üzücü bir şey.

- Nasıl yani.

- Böyle şeylerde olur. Aynı anda hem ağlanır hem de gülünebilir.

Ben ona hak vererek - Gözü yaşlı gülüş doğrudur. Bu da olabilir dedim.

- Tabi. Akıllı, hayatında çok şeyler görmüş geçirmiş bir adam, gerçek aşkı sahte aşktan ayıramazsa, sizce de bu komik değil mi?

- Siz benden mi bahsediyorsunuz. Bu bir işaret mi şimdi.

- Ha ha ha! Ruslar doğru demişler. Hırsız olan yanar. Demek ki sizde aşık olmuşsunuz?

Cevap vermekten kaçınarak aceleyle - Ben bunu demedim dedim.

Batima ciddi bir tonda - Kızardınız dedi.

Ben de bunu hissetmiştim aslında.

- Korkmayın! Size söylemedim. Sadece dördüncü odada ki delikanlının anlattığı hikâyeyi hatırladım.

Şakayla - Bana da anlatın. Belki bende bir şeyler öğrenirim diye ricada bulundum.

Bugün benim keyfim yerindeydi. Kendimi tutamıyordum.

- O konuda şüpheliyim dedi. Bu dünya tarihi kadar eski bir hikâye. Ama maalesef bu hikâye, çok az insana ders oldu. Aslında sizinle hiç alakası yok. Siz kendi yolunuzda gidiyorsunuz dedi.

Onun sesinde bir alay sezdim. Sanki bir şeyler biliyor gibiydi. Ama nereden. Tamam, yüzüm kızardı ama ne olmuş sanki. Akbayan'a olan duygularımı kimseye anlatmamıştım.

İçimde ki fırtınayı göstermemeye çalışarak - Yine de dinlemek isterim dedim.

- Neyse. Yaşlı ve saygıdeğer bir adam kendi sekreterine aşık olmuş. Kadın ondan yaklaşık otuz yaş küçükmüş. Yani çok gençmiş. Sanki o da onu sevmişti ve bu ilişki bayağı uzun bir zaman sürmüş. Adamın ailesi varmış. Karısı da hastaymış. Bu yüzden o boşanıp sekreteriyle evlenemiyormuş. Kadın da adama kızıyormuş. Ama ben bu hikâyeye inanmıyorum.

- Bunda şaşacak ne var ki. Erkekler yaşlanınca kalıcı şeyler yapmak ister dedim.

- Ben ondan bahsetmiyorum. Genç bir kadının yaşlı bir adama olan aşkına inanmıyorum. Bence onu kandırıyor. Onun için çok karlı ve rahat ya! Bu yüzden onu kandırıyor. Ortada bir tek hesap var, duygu yok.

- Belki de bu gerçek bir aşktır?

O, küçümseyerek homurdandı:

- Demek ki siz Batima, sizden büyük yaşlı bir adama asla ve asla aşık olmazsınız, öyle mi?

Benim ne yaşlı ne de genç, kimseye ihtiyacım yok. Allah kahretsin! Biz yine sohbete dalmışız diyerek dereceyi aldı. - Hep sizin odaya gelince sohbete dalıyorum. Bugün ateşiniz normal. Otuz altı nokta altı. Daha iyisi olamazdı.

Ben zafer kazanmış gibi - Siz bunu doktoruma söyleyin dedim.

Ama Batima odadan çıkmıştı bile. Sanki o aşka fazla inanmıyor gibiydi. Belki birine güvenmiş ama yanılmıştı ve artık herkes kötü niyetli diye korkuyordu. En önemlisi de sevebileceğine inanmıyordu. Ama Batima'nın sevmemesi Akbayan'da sevmez anlamına gelmezdi.

Batima'nın arkasından içimden - Hayır, hayır. İnsanlar sevebilir. Sevmek zorundadır. Sevgi insanı güzel ve asil bir yapar. Sevgi olmasaydı belki de insanların yırtıcı hayvanlardan bir farkı kalmayacaktı. Belki de kim bilir sevgisizlikten kadına, annesine, kendini büyüten soyuna sevgi duymadan bugüne kadar yaşayamazdı. Aşk çok zor yaşanır Batima. Aşka giden yol, engebelerle dolu uzun yıllar süren bir yolculuktur. Tıpkı bizim Akbayan'la olduğu gibi...

Hiç beklemediğim bir anda kendi kendime "O zamanlarda Tatyana kimdi?" diye sordum. Neden onunla evlendim ve neden dedikleri gibi gönül gönüle bunca yıl çok iyi yaşadım. Ne dersin Sabır. Kalp bir sofra değil ki. Onun her kadının önünde açamazsın. Ama sen onu verdin. Akbayan'ı sönmemiş sevgiyle dolu kalbini Tatyana'ya verdin. O, onu iyileştirsin, ağır hastalıktan kurtarsın diye verdin. Akbayan'a olan hiç sönmeyen aşkını bir hastalık zannettiğin bir zaman vardı, öyle değil mi Sabır ve Tatyana'yı işte bu hastalığının üstesinden gelmek için yakınında sana yardımcı olacak biri gibi görüyordun. Sen ve Tatyana birbirinizin kıymetini biliyordunuz. Sonra sen, hastalığının sona erdiği kararını verdin, sen ve karın arasında o tek gerçek aşkın oluştuğunu zannettin ve yıllarca aynı şekilde düşündün. Ta ki Akbayan ile karşılaştığın güne kadar, yüz yüze gelene kadar!

Yaz zamanı çok nadir görülen yumuşak, güneşli bir gündü. Doğudan gelen ve yakıcı sıcak şehri sakinleştiren bir rüzgâr esiyordu. Evet evet. Bizim Mıskazgan köyümüz büyük bir sanayi kentine dönüşmüştü. Barakaların ve kıvrımlı ara sokakların yerini büyük dört katlı binalar ve düz asfalt yollar almıştı. Genel olarak bu zamanlarda buralarda çok rüzgâr eserdi. Sanki görülmez birileri bozkırın ortasında bulunan kocaman bir fırından bize doğru sıcak hava üflüyordu. Asfalt, binaların duvarları, şehrin etrafını saran tepeler, her şey yanıyordu. Bu sıcak havalarda şehirliler, Ondir nehrini kapattıktan sonra oluşturulmuş yapay gölün kenarında saklanıyordu. Gölde ki su, gözyaşı gibi şeffaf Arka'nın gökyüzü gibi maviydi. İnşaatçılar eğimli kıyıya sarı kumlar dökerek kapatmışlardı. Hafta sonlarında, tatil günlerinde tüm şehir göle gelirdi. O zaman hem plaj hem gölde ki su rengârenk mayolardan oluşmuş bir çiçek bahçesine benzerdi.

Tatyana sağken bizde hafta sonları buraya gelirdik. Sabah erkenden kalkıp çantaya mayolarımızı ve yemeklerimizi koyar, bütün gün için göle taşınırdık. Ben, yüzdükten sonra kumlara yatıp ya kestirirdim ya da kitap okurdum. Ama Tatyana'yı sudan çıkartmak mümkün değildi. Beyaz cildi bronzlaşmıyordu. Sadece güneşten birazcık pembeleşirdi. Ben ise bir halı gibi geniş havlu üzerinde yatıp ortamın keyfini çıkartırdım. Onun gülüşünü duyduğumda kafamı hafifçe kaldırıp hemen bronzlaşmış yüzenler arasında onun pembe vücudunu bulurdum. Karım öldükten sonra ta ki o güne kadar ben göle hiç gitmemiştim. Çünkü burada her şey Tatyana ile ilgili hatıralarla doluydu. Gölle ilgili söylenen tek bir söz bile içimde bir acı doğuruyordu.

Ama bir pazar sabahı benim inzivaya çekilmemi Tanya'da hoş karşılamazdı diye düşünerek şehir dışına giden otobüse bindim ve yarım saat sonra ayak bileğime kadar kuma batarak göl kıyısında yürümeye başladım. Burası her zaman ki gibi kalabalıktı ama bana ne kadar tuhaf gelirse gelsin Tatyana'nın ölümünden sonra hayat aralıksız bayramını bir dakika bile durdurmamıştı. Aynı eski zamanlarda ki gibi ayaklarımın önünde karnı çıplak çocuklar koşuyorlardı. Sportif vücutlu genç erkekler ve kızlar çember oluşturmuş voleybol oynuyorlardı. Biri diğerini çağırıyor, biri artistik şekilde bağıran diğerini suya itiyordu. Etrafımda aynı neşeli renkler, aynı su püskürtmeler.

Sakin bir yer bulmaya çalışıyordum ama her yerde bronzlaşmış genç vücutlar yatıyor, oturuyor, beyaz dişli gülümsemeler gözüme batıyordu. O anda nedense yaşımdan utanmıştım. Benim burada olmam, plajın harmonisini bozuyormuş gibi gelmişti bana.

Benim şaşkınlığımı fark eden kızıl saçlı genç bir kız, karnının üzerinde yatarak kafasını kaldırdı ve hınzırca bağırdı:

- Amca çekinmeyin. Burada herkese yer var. Hatta daha fazlası içinde var.

Kumlar üzerinde yayılmış olan kızın arkadaşları bana baktılar. Güzel ve saf genç kızlar. Ama biri, herkesi ve her şeyi suçlamaya hazır biri, genç ve saf kızların arasında yaşlı bir donjuan olduğumu zannedebilirdi. Bu duruma uygun bir atasözü bile var: Genç sığırların arasına yaşlı bir boğa girmişse ondan hayırlı bir şey bekleme.

Geçiş yoluna döndüm, su ve dondurma satan büfeye doğru yürüdüm. Önümde rengârenk sarafanıyla genç bir kadın yürüyordu. Açık esmer omuzları ve kolları hâlâ suyun serinliğini taşıyordu. Sırtında serbestçe bırakılmış kalın, beline kadar uzun iki siyah saç örgüsü vardı. Tüylü şapkalar veya bağlanmış atkuyruklarına benzeyen modern saçlara alıştığım için bu doğal ve basit iki örgü bana mucize gibi gelmişti. Kazaklar der ki: "Kuşkanatlarıyla güzeldir kadın saçlarıyla güzeldir." İçimde aniden bu kadının yüzüne bakma isteği doğdu. İnsanoğlu işte: En derin gölün dibi var, en yüksek dağ zirveyle biter, insanın acısı da ne kadar ağır olursa olsun onun da bir sonu vardı.

Kadın yavaşça yürüyordu. Her adımının ritmiyle elinde ki küçük siyah çanta sallanıyordu. Tatyana'da tıpkı böyle bir çantayla Tatyana, hastaların evine giderken ilaçları ve tıbbi aletler taşırdı ve bu kadında muhtemelen plajdan geldiği için çantasında mayo ve havlu taşımasına rağmen onunda doktorlukla bir ilgisi olduğu fikri hoşuma gitmişti. Ben hızlandım. Kendi kendime gülerek "Belki de bu örgüleri mağazadan satın almıştır. Artık anlaman mümkün değil ki. Kendi saçı mı yoksa peruk mu? Ben de Kız-Jibek'in kervanını gören Tolegen gibi heyecanlanmıştım."

Kadınla yan yana geldim. O, benim merakımı hissetmiş gibi bana baktı. Hayır, o kadar güzel değildi ama bu Kazak kadının esmer yüzünde çok cezp edici bir şey vardı ki gözlerimi ondan alamamıştım. Kadın benim bakışlarıma tahammül ederken:

Adetlerimize uygun şekilde - Merhaba kız kardeş dedim. Kadın iyi niyetli - Size de merhaba Sabır Abi dedi.

Adımı nereden biliyor. Ben kesin olarak onu ilk defa görüyordum.

Diplomatik şekilde - Ben sizi tanıyamadım? diye sordum.

- Çok normal. Siz beni hiç görmediniz. Ama ben sizi görmüştüm. Hem de kaç kere.

Tanımadığım kadın gülümsedi.

Hiçbir şey anlamamıştım. - Nerede gördünüz diye sordum?

Kadın gülerek - Şu anda şehrimizde sadece bir tane sosyalist emek kahramanı var. Onun adı da Sabır Şakirov'dur. Öyle değil mi. Koskoca Mıskazgan'da portrenizin olmadığı hiçbir pano yok.

Bende güldüm - Haa! Şimdi anlaşıldı dedim. Ama açıkçası onun söyledikleri bende birbirleriyle çatışan duygular doğurdu. Hiç gururlanmadım desem yalan olur ama diğer taraftan hafif (ama adilane) bir ironi sezdim. Ben kendi başarılarımdan dolayı çalışan bir adamın hayal edebileceği en yüksek ödülü almıştım. Beni başkalarından, iyi ve çalışkan adamlardan ayırmaya, özel bir yere koymaya ne gerek vardı. Seni suçladıkları zaman yalnız olmak çok kötü bir şeydir ama ödüllendirildiği zaman en iyisi yoldaşlarla birlikte olmaktır.

Kadın sakinliğime çok içten gülerek - Bunun dışında da sizi tanıyorum dedi.

- Beni başka türlü nereden tanıyorsunuz? diye sordum.

- Hastanede acil serviste çalışıyordum. Eşinizle arkadaştık. Belki de o benim hakkımda size bir şeyler söylemiştir. Adım Batima. Duydunuz mu?

- Yok. En azından Tanya'nın sizden bahsettiğini hatırlamıyorum.

Bir müddet sessizce yürüdük. Ben az kalsın ayrılacaktım ki o düşünceli bir şekilde konuşmaya başladı:

- Bir zamanlar benim için çok zor günlerdi. Karınız bana bir anne gibi baktı.

- Tanya, başkalarının işinden çok nadiren bahsederdi.

- Genel olarak kadınlar sevdiği kişiye akıl danışırlar. Ben ise onu herhalde çok uğraştırmıştım. O sizi çok seviyordu.

- Bunu size kendimi söylemişti? Aslında Tatyana çok hoş sohbet biri olmasına rağmen kendi duygularını bana bile söylemekten utanırdı.

- Yok, nerede. Hep içinde saklardı. Ama bir kadın hakkında bir şey öğrenmek isterseniz onu başka bir kadına sorun. Bende çok iyi biliyordum ki Tatyana birlikte yaşadığımız tüm hayat boyunca beni sevmişti.

Batima devam ederek - Karınız çok özel biriydi. Herkesin yapamayacağı kadar çok derin sevebilirdi. İnsanlar bazen her duyguyu, en basit bir duyguyu aşk zannederler.

Böyle bir konu tartışılırdı. Ama ben Batima'ya Tatyana'nın hakkında söylediği sözlerden o kadar minnet duymuştum ki bu nedenle bambaşka bir şey sordum.

- Demek ki siz de doktorsunuz.

- Bilemediniz. Ben hemşireyim. Burada acil bölümü var. Ben bugün burada nöbetçiyim. Önümüzde yaz restoranının renkli tentesi görünmüştü:

- Oturalım bir şeyler atıştıralım, sonra sizin yemek için zamanınız olmayabilir diye düşünüyorum diye teklifte bulundum.

Batima saatine baktı.

- Olur. Ama çok oturamam, tamam mı?

Henüz öğle olmamıştı. Yüzenlere de şimdilik güneş, hava ve su yetiyordu. Bu yüzden restoranda sadece bir kaç çift vardı.

Çiftlerden birini tanıyordum. Adam benimle aynı kuruluşta çalışıyordu, kadın ise onun karısıydı. Göz ucuyla birbirlerine baktıklarını ve sanki "Gördün mü? Çok da fazla üzülmemiş. Bir sene bile geçmedi galiba. Kadın da onu kızı yaşında." dediklerini fark etmiştim.

Biz en uzak köşede ki masayı seçtik. Batima yüzünü salona dönmüştü, ben ise sırtımı.

Hayatından bezmiş ileri yaşlarda bir garson bize yanaştı. Esnemesini zorlukla tutarak hoşnutsuzca Batima'ya bakarak:

- Ne istemiştiniz? diye sordu.

Ben Batima'ya menüyü uzattım. Garson umursamaz şekilde - Sıcaklardan sadece biftek var dedi. O, bizim burada oturtmamızdan kesinlikle hoşlanmamıştı.

Kabul ederek biftek, çay ve salata siparişi verdik.

Garson kadın gözünde kendimizi aklamamız için bize son bir şans vererek ültimatom verir gibi - Ne içersiniz? diye sordu. Bu beni iyice neşelendirmişti.

- Sek beyaz şarap lütfen. Öyle değil mi Batima.

- Yok, ben içmem. Daha işe gideceğim ve sonra tıp personeline has ses tonuyla ekledi. - Size de tavsiye etmem. Çok sıcak dedi.

- Bir şey olmaz. Ben içeceğim. Aslında bugün keyfim yerinde. Lütfen iki yüz gram şarap getirin dedim garson kadına.

O, Batima'ya yok edici bir bakış attı ve mutfağa gitti.

Ben Batima'ya - Ne olduğunu anladınız mı? Bizim sevgili olduğumuzu zannetti dedim.

Muhatabım bana inanmadı - Yok olmaz. Aramızda kaç yaş fark var dedi.

Ben flört etmeyi hiç düşünmemiştim bile ama yaşımı hatırlatması bana çok dokunmuştu. Bunun için kendi kendime kızarak şakayla:

- O kadar fark ediliyorsa demek ki kocanız kıskanmaz. Buluşmamızı tüm şehir konuşsa bile dedim.

Batima omuzlarını silkti. Daha sonra fark ettim ki bu hareketiyle kabul etmediğini ifade ediyordu. Sonra:

- Ben bundan korkmuyorum. Üstelikte beni kıskanacak hiç kimse yok dedi.

- İnanmıyorum. Kıskanacak hiç kimse yok. Bu kadar güzel bir kadını öyle mi. Ama kabalık yaptığımı anlayarak ekledim. Kusura bakmayın. Ben herhalde sizin için rahatsız edici bir konuya daldım. Tekrar aynı omuz hareketini yaptı ve sevimli bir şekilde güldü.

-İlgilenmeyen, sevgisi bitmiş kocam mı? Yoksa sevdiğin kocamla boşanmam mı? Yok. Ne o ne de o. Allah'a şükrediyorum ki ben hiç evlenmedim. Aslında şimdi bile istemiyorum dedi.

Ben tekrar - İnanmıyorum dedim. Mümkün değil.

- Sadece ölenler yeniden kalkmaz. Ondan başka hayatta her şey olabilir dedi sakince Batima. Aslında evlenmek istediğim bir zaman vardı. Ama helal olsun kaderime ki bana engel oldu. Ben o zamanlar bunu anlamamıştım. Salak gibi gözyaşlarıyla kendi kendimi yedim bitirdim. Karınız olmasa ne yapardım Allah bilir. Çok salakça bir şeyler yapabilirdim.

Ben o anda hatırlamıştım. Tatyana bana bir arkadaşından bahsetmişti.

- "Zavallı kadın. Yirmili yaşları çoktan geçmiş, hâlâ evli değil. Aslında tatlı yüzlü, çok iyi biri. Herhalde her bekar erkek böyle bir karısı olsaydı çok mutlu olurdu. Ama kız kimsenin yüzüne bakmıyor ki. Rahibe gibi yaşıyor." diye anlatırdı Tatyana.

Hatırladığım kadarıyla, aklım kuruluşta planlanan toplantıda olduğu için "Normal değildir o zaman" demiştim.

" En az bizim kadar normal biri. Sadece bütün dünyaya kızgın. Suçlusu da sen ve Akbayan arasında ki olay gibi bir olay. Her genç kişinin başına gelebilir ve birçoğunda da senin gibi olmuş. Zamanla hayal kırıklığı geçer ama Batima insani duyguların temiz ve saf olduğuna dair inancını yitirmiş." dedi Tatyana. O, benim Akbayan'a olan aşkımdan her hangi bir iz kalmadığından çok emindi. Saflığından o olayı sadece klinik bir vaka olarak algılıyordu. Aslında bende bu fikrin çok uzağında değildim.

Tatyana kısaca anlatmıştı. Batima, tıp lisesinde okurken sınıf arkadaşlarından birine aşık olmuş. Adamda Batma'sız bir hayat düşünemiyormuş. Kız ve delikanlı hep birliktelermiş. Bir gün lisede onlar lise bittikten sonra evlenecekler diye bir haber yayılmış. Nikâhtan önce damat annesinin ve babasının iznini almak için köye gitmiş. Hafta, ay, koca bir yaz geçmiş. Batima hastaneye işe girmişti, damat ise dönmemişti. Sanki hiç bir zaman yokmuş gibiydi. Kışın ona Abdurahman kendi köyünden başka bir kadınla evlenmiş demişler. Batima inanmamış. Ama hastaneye o köyden bir hasta getirmişler. O da Abdurahman'ın gerçekten evli olduğunu doğrulamış. Batima intihar etmek istemiş. İşte o zaman karım onu kendi velayeti altına almış. Kız acıyı kabullenmiş ama kalbi taş kesilmiş. Hastanede çalıştığı üç sene boyunca çok sayıda genç ona ilgi duymuş ama Batima hiç birinin yüzüne bile bakmamış.

Tatyana anlatmıştı " Ben ona diyorum ki; sen bütün hayatın boyunca kız kurusu olarak mı yaşamak istiyorsun. O da bana ne derdi biliyor musun? "Ne için evleneceğim. İkinci gün pişman olmak için mi. İnsanların hepsi çok yalancı. Abdurahman bile. Aşk diye bir şey yoktur. İnsanlar var diye hikâyeler uydurmuş, o kadar. "

Şimdi bu kız benimle aynı masada oturuyordu. Ben onu aslında kendine çok güvenen biri zannediyordum. Neye ihtiyacı varsa ona sahip biri olarak düşünüyordum. Belki de şu atasözü onun hakkındaydı. "Kız, anahtarı kaybolmuş bir sandıktır." Sandık içinde ne olduğunu kimse bilmez. Bu sandığın anahtarını kim bulacaktı acaba. Batima'nın kalbini kim ısıtacaktı. Bulan biri olursa onu ne mücevherler bekler acaba. Seven bir kalp bulana kadar umut bitmez. Ama Batima'yı hayata döndürebilecek böyle bir inatçı kalp bulunur mu acaba.

Yalnızlığımız bizi kaynaştırmıştı. Ben Batima'yı teselli sözleri söylemeye hazırdım. Güzel olan her şey ileride gibi alışılagelmiş sözler söylemeye hazırdım. Ama onun için bu sözlerin hiç bir anlamı yoktu.

Batima - Aida ne yazıyor? O hangi sınıfta? İkinci galiba, öyle değil mi diye sordu.

Aida, Tatyana ile bizim tek kızımızdı. On yıllık okulu bitirdikten sonra kendisi gibi başvuranların arasından sıyrılarak Alma-Ata yabancı diller üniversitesini kazanmayı başarmıştı. Şimdi gerçekten ikinci sınıftaydı. Batima'nın kızımı hatırlayıp sorması beni çok duygulandırmıştı.

Kabul ederek - Evet. İkinci sınıfta dedim. Kısa bir zaman önce ondan mektup geldi, Okul iyi gidiyormuş, sağlığı yerindeymiş. Üstelik drama kursuna gitmek için fırsatı bile olduğunu yazmış dedim.

- Annesine çekmiş galiba. Bazen Tatyana'ya da o kadar görev verirlerdi ki kadın bitti sanırdım. Bakarsın ki onu yapmış, onu da yapmış. Bir de dolu poşetlerle mağazadan gelip "Batima, sana da yardım lazım mı" diye sorardı.

Evet. Tatyana'nın on parmağında on marifet vardı. Batima'nın da bunu söylemesi benim çok hoşuma gitmişti.

- Tatyana, hep ne kadar güzel ve iyi bir aile olduğunuzdan bahsederdi dedi Batima.

Ben de onaylayarak - Daha yüz yıl yaşasaydık asla birbirimizden sıkılmazdık dedim.

Ne kadar tuhaf. Hatıralar bende üzüntü değil sevinç hissi uyandırmıştı.

- Siz şanslıydınız. Ama sıklıkla tam tersi oluyor.

Yaşım ve Tatyana'nın kocası olduğum için Batima'da hemen hemen bir kızın babasına duyduğu güven oluşmuştu. Ben de bu yüzden babacan bir şekilde karşı çıktım:

- Sizin adınıza genelleştirme yapmak için daha çok erken. Siz bunun için çok gençsiniz.

- İnsanın hayatında iyi şeyler ne kadar uzun sürerse işte o zaman gençlikte uzun sürer. Ama birinin başına erken yaşta bir felaket gelirse bir bakarsın ki ihtiyarlamış.

- Anlaşılan siz büyük bir felaket yaşamışsınız. Yine de tüm hayatın üstünü çizmek için erken. Bir insanın yaptıklarıyla herkesi değerlendirmeyin.

Batima onun hakkında her şeyi bildiğimi anlamıştı.

- Bazen hayatı gören bilge bir adamın diğerlerinin küçük bile olsa derdini hissetmesi çok zordur.

- Demek ki sizi anlamak için affedersiniz herkesin ama sizin derinlerinize dalması gerekir öyle mi diye sordum ve bununla onu çok iyi anladığımı itiraf etmiş oldum.

Batima gülümsedi:

- Bir kötü terzi ne demiş biliyor musunuz? "Kendi yaptığım şapkaları satsaydım, insanlar kafasız doğmayı tercih ederdi." Yani, ben bir hakem olsaydım herkese yazık olurdu.

Şakayla - Benimde mi diye sordum.

Batima bir anda irkildi - Hayatınızda korkacak bir şeyiniz mi var?

Keder onu ne kadar çok kırmış ki sürekli tetikte gibiydi.

Mümkün olduğu kadar önemsemez bir şekilde - Hepimizin diğerlerine karşı günahı var. Ama daha çok kendimize karşı galiba dedim.

Aniden tereddüde düştüm. Sanki gerçekten bir suçluymuş gibiydi. Ama şansıma, mutfağın derinliklerinde bir müddet kaybolan garson kadın masaya geldi ve gürültüyle siparişimizi masaya koydu: salataları ve şarap sürahisini.

Ben şarap kadehimi doldurup Batima'nın sağlığına demek için kadehimi kaldırdım. İşte o anda Batima omzumun üzerinden salona bakarak:

- Nedense Akbayan sürekli size bakıyor dedi.

Ben döndüm. Bütün salonu şöyle bir taradım. Akbayan esmer genç biriyle birlikte girişin tam yanında oturuyordu. Bize doğru yüzünü dönmüş bana bakıyordu. Onu Tatyana'nın cenazesinden beri görmemiştim. Ama o bu yarıyılda hiç değişmemişti. Bakışlarımız karşılaşınca o merhabalaşarak gülümsedi. Ben de sanki biz birbirimizi çok az tanıyormuş gibi kafamı salladım ve geri döndüm. Ama kalbim bir anda göğsümden çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı.

- Öylesine bakıyor herhalde. Sıkıntıdan. Onun yanında ki kim? diye sordum.

Hani her şey çoktan bitmişti. Kendime yüzlerce kez Akbayan'a karşı soğuduğumu söylemiştim. Bir anda bu heyecan... Yoksa onun sadece gözümün önüne çıkması bile, bunca yıl titizlikle oluşturduğum takviyeli zırhımın çatlaması için yetmiş miydi?

Batima sırıtarak - Yanındaki mi? Bilmiyorum. Ama böyle bir çiçeğe her zaman kelebekler gelir dedi.

Bu doğruydu. Akbayan çok güzel bir çiçekti. Bayağı yaşlanmasına rağmen yüzünün cildini her genç kız kıskanırdı. Vücudu da hâlâ zarif ve inceydi. Hareketleri de sazlıkta zıplayan altın bir balık gibi yumuşak ve esnekti. Evet. Hangi kelebek böyle bir çiçek karşısında durabilirdi ki.

Yapay, sahte bir ses tonuyla - Haklısınız. Akbayan güzel bir kadındır dedim.

Batima açıkça gösterdiği antipatisiyle - Böyle kadınlar sadece kendilerini düşünürler. Özellikle de bu kadın dedi.

- O kadar iyimi tanırsınız onu?

- Açıkçası değil. Bir kaç kere görüşmüştük. Ama tek bir davranışı bile bazen ne kadar hesaplı ve bencil biri olduğunu anlamak için yeterli oluyordu.

- Akbayan böyle ne yaptı acaba?

- Kocasını çok zor durumda bıraktı. Onun yüksek pozisyonda çalışan kocasıyla aşkı o kadar güçlüydü ki seller yıkamazdı. Bir hata yaptı mı al sana. O artık daha büyük bir nişan arıyor.

Aljan ile neler yaşadığını biliyordum. Aljan iş hayatında çok çabuk yükselmişti ve son ana kadar kuruluşun yöneticisiydi. Ama Aljan yavaş yavaş kartlaşmış, yeni teknolojilerin uygulanmasına engel olmaya başlamıştı. Kısa bir zaman önce onu görevden aldılar ve o başka bir madene basit bir mühendis olarak gitti. Eğer zamanın ihtiyaçlarından geri kalırsak böyle bir şey her birimizin başına gelebilirdi.

Kendi kulaklarıma inanmadığımdan - Akbayan Aljan'dan ayrıldı mı? diye sordum.

- Bütün şehir bir hafta boyunca bu haberle çalkalandı.

Akbayan'a olan kızgınlığım hâlâ kalbimdeydi. O zamanlar bana bu kadar acımasız davrandığı için nefret bile edebilirdim. Ama başka birini benden daha çok sevmesi onun suçumuydu. Kalbine emir veremezsin ki. Ama Akbayan'ın kocasını makamı yüzünden bırakabileceğine inanamıyordum.

- Yanılıyorsunuz Batima. Akbayan öyle biri değildir. Burada hesap değil kesin olarak başka bir şeyler vardır dedim.

Batima zehirli bir şekilde sırıttı - Buraya kiminle geldiğini biliyor musunuz? Bu...

Sözünü bitirmeye fırsat bulamadı. Lokantaya rengi solmuş enine çizgili tişört giymiş, iri yapılı bir genç koşarak girdi ve bizim masaya doğru yaklaştı. Ben onu bir saat önce elinde megafonla görevli cankurtaran teknesinde görmüştüm.

Nefes nefeseydi. Hızlıca - Apay. Sizin burada olduğunuzu söylediler. Biri çok uzaklara yüzmüş sonra kramp girmiş dedi...

Batima hemen masadan kalkarak sözünü kesti - Yolda anlatırsın.

Çantayı alarak benimle vedalaşmadan cankurtaranın peşinden restorandan koşarak ayrıldı. O zamandan beri ben onu bir kere bile görmemiştim. Ta ki o beni Akbayan'ın evinden hastaneye getirdiği güne kadar.

Batima bugün nöbetçi. Akşam yemeğinden sonra o bana gece içeceğim ilaçları getirdi. Yüzünde alıştığım kendine güven ifadesi yerine üzüntü vardı. Alnıma serin kolunu koyarak:

- Hafif ateşiniz var. Gözlerinizde parlıyor. Sürekli düşünüp kendi kendinizi heyecanlandırıyorsunuz. Şimdi bu sizin için hiç iyi bir şey değil. Kalbiniz sizi rahatsız ediyor mu?

Ben şakayla - Bu zaten beni hep rahatsız ediyor dedim.

Ama Batima bugün şakalarımı algılamıyordu. İçini çekerek:

- Ne zannettiniz: böyle bir hayatı yaşamak. Madende çalışmak, sonra savaş. Diyorlar ki savaş sizin için diğerlerinden daha zor geçmiş.

O henüz tecrübesiz bir tıp personeliydi. Aslında gencecik bir kız. O, benim herhangi bir heyecanın yasak olduğu bir hasta olduğumu unutarak itiraz etti. Kendi tavsiyelerini unutarak:

- Sabır Şakiroviç. Nasıl savaştınız anlatır mısınız diye ricada bulundu.

- Bunu sağlıklı bir insanın, hele de kalp krizi geçirmiş bir insanın hatırlamaması daha iyi olur. Aslında belki bunlara hatıra demekte doğru değildi. Geçmişte kalanlar hatırlanır. Ben ise bu ağır yükü hâlâ gönlümde taşıyorum. Anlatırken sanki yükün bir kısmını atıyorsun ama maalesef bunun sonu yok.

- Buyurun oturun dedim. Batima sevindi. - Ben şimdi hemşireye burada olduğumu söyleyip geleyim olur mu? Hemen dönerim. Hakkınızda her şeyi bilmek isterim diye kaçtı ağzından.

Alaya geldiğimizin birinci günü Sadık ile beni farklı taburlara vererek bizi ayırdılar ve biz birbirimizi kaybettik.

Benim taburum, bir tank alayına bağlıydı. Bu alay, bir savaşta düşman ordusunun daha fazla silaha sahip olması nedeniyle bütün her şeyini kaybetmişti ve şimdi bu alayın hiçbir silahı yoktu. Sadece adı kalmıştı. Alayın askerleri yolda buldukları silahlarıyla kuşatmadan çıkmaya çabalarken, aslında diğer piyade alayından sadece kaskları ve yanmış tulumlarıyla farklıydı. Hayatta kalan herkes, cephenin arkasına yeni bir birim oluşturulması için gönderilmişti. İşte bizde burada alayın yedek kadrosu olarak bu alaya kaydedildik. Bu Novgorod ve Staraya Rusya arasında bulunan Lıçkovo istasyonunda yapılmıştı.

Tıpkı bizim gibi çavuşlar ve teğmenlerde hızlandırılmış programları kurslarda bitirmiş caylaklardı. Onlarda bize siper yapmak, tüfekle ateş etmek, el bombası ve Molotof kokteyli atmayı öğretiyorlardı. Normal zamanda askerlere aylarca öğretilen şeyleri biz sayılı günler içinde öğreniyorduk. Buna rağmen hazırlığın dayanılmaz kadar uzun sürdüğünü düşünüyorduk. Biz gelmeden önce faşistlerle zayıf kararsız insanlar savaşıyordu. Bundan emindik. Hele bizi ön plana bir koysunlar, düşmanın hemen kaçıp gideceğinde emindik. Böylece yavru köpek kendi büyük gölgesine bakarak kendini aslan sanıyordu. Gaziler, konuşmalarımızı dinlerken sadece kafalarını sallıyorlardı. Onlar, nasıl olsa savaş bizi uyandırır biliyorlardı. En azından ilk mücadeleden hayatta kalanlar bunu anlayacaklardı.

Nihayet bekleme sona ermişti. İlk çarpışmamızı Lıçkovo istasyonuna yakın bir yerde yaptık. Kuzey-batı cephesinde kırk birinci yılın ikinci eylülüydü. Ne kadar utanç verici ki ben kahramanlık gösterecek hiçbir şey yapamamıştım. Sadece düşmanın olduğu tarafa tüfeğimle hedef gözetmeksizin ateş ediyordum. Komutanın bana verdiği mermi stokunu tamamen bitirmiştim. Yanımda ki yeni arkadaşlarımda aynı şekilde ateş ediyordu. Biz ateş ederken karşıya bayağı zarar verdiğimizi düşünüyorduk. Ama düşmanın yanımızdan geçerek bizi kuşattığı ve acilen bulunduğumuz yeri terk etmemiz söylendiğinde, inanılmaz derecede şaşırmıştık.

Kazakların dediği gibi bir insan üç gün içinde; kendi mezarına bile alışabiliyordu. Kısa bir zaman sonra ben kendimi toprağa gömmeyi ve düşmanlarımızın bombardımanının bitmesini beklemeyi öğrendim. Faşistlerin saldırısı esnasında tüm mühimmatımı boşa atmak için acele etmiyordum. Nişan alıp garantili vurmaya çalışıyordum.

Ama iki hafta sonra savaş benim için hiç beklemediğim bir şekle dönüştü.

Bir müddet Almanların saldırılarını cephenin bizim tarafında tutmayı becerebilmiştik. Ama sonra düşmanlarımız taburumuzun savunmayı kurduğu Suhoy Log köyüne yeni güçlerle saldırdı. Yeni saldırı, kitleler halinde havan topu atışı ve bombardımanla başlamıştı. Takım komutanımız beni ön tarafa gözcü olarak yollamıştı. Ben tek kişilik bir siperin dibinde oturmuş, bizim bölüğümüzün hendeklerinde ve sığınaklarda şu dakikalarda neler oluyor diye hayal kuruyordum. Üzerime ağır kil parçaları düşüyordu. Toprak o kadar sallanıyordu ki sanki faşistler orduda ne kadar silah varsa buraya yığmışlardı. Bizim cepheyi iki saat boyunca yoğun bir ateş altına almışlardı. Gürültüden az kalsın sağır olmuş ve işte bu yüzden motorların yaklaşan gürlemesini duymamıştım. Kulaklarımdan gürültü gitsin diye kafamı sallayarak ayağa kalktığım anda, Alman tanklarının yanımdan bizim hendeklere doğru gittiğini, arkalarından ise bir sürü tüfekli askerin koştuğunu gördüm. Siperden çıktım. "Memleketim!"diye bağırmak istedim. Ama ağzımdan sadece anlaşılmaz bir homurtu çıkmıştı. Daha sonra patlama dalgasıyla beyin sarsıntısını geçirdiğimi anladım. Ama o zaman ben bunu anlamamıştım. Benim bölüğün çok geri çekildiğini de bilmiyordum. Süngü taktım. Ama karşımda ki asker beni savaşabilecek biri gibi görmediğinden, bana ne mermi ne de süngü takma gereğini duymadan, sadece tüfeğinin otomatik tüfeğin ucuyla göğsümden itti. Ben sırtüstü düştüm ve bayılmışım. Bana üzerimden bir at sürüsü geçmiş gibi geldi. Çelikten yapılma nallarıyla sanki benim göğsüme, yanaklarıma vuruyorlardı.

Kendime geldiğim zaman, etrafımda Almanca konuşan insanlar olduğunu ve bir sedye üzerinde yattığımı anladım. Beni yeşil ceketli yaşlı adamlar - cenaze takımı askerleri taşıyorlardı.

Benim doğduğum köy olan Atbasar'da bir kaç Alman aile yaşıyorlardı. Bunlar çok iyi ve samimi insanlardı. Sık sık beni şımartırlardı. Onların çocuklarıyla birlikte oynardık. Bu yüzden ben iyi derece Almanca öğrenmiştim. Şimdi beni taşıyan askerlerin ne konuştuğunu anlamaya çalışıyordum. Biri öfkeyle - Bu korkulukların bize ne faydası var, başka işimiz mi yok. Kendi ölülerimizi akşama kadar gömebilsek çok daha iyi olacak. Bu da kendi lanet topraklarında gebersin gitsin dedi. Onun yanında ki asker karşı çıktı - Çok kötü bir sahipsin Karl. Senin için sadece ateş etmek yeterli. Buralar bizim olduğunda Rus fabrikalarında, Rus tarlalarında kim çalışacak diye düşündün mü hiç dedi.

Karl olarak adlandırılan öbür adam - Bu Asyalıdan hiçbir fayda gelmez. Sana gerçekten söylüyorum kısa bir zaman sonra bu adam öbür tarafa gider. Onun yaşama şansı çok az.

- Bir şey olmaz. Güzel bir kırbaç her tür hastalığı iyileştirir. Sağlam bir kırbaç en iyi doktordan daha iyidir.

Ben iki ay boyunca askeri esir kampında kaldım. Açlığa, aşağılamalara, kaderime duyduğum öfke, şu anda silah elinde mücadele edenlere karşı mahcubiyet hissi, kalan sağlığımı gerçekten yok edebilirdi. Ama buna rağmen genç vücudum her şeyin üstesinden gelmişti. Vücudum sanki daha bitmediğini, daha şansım olduğunu, mücadele etmek için daha fazla güç lazım olacağını anlamıştı. Bir aydan biraz fazla zaman geçtikten sonra ayağa kalktım. Sonra esir kampı yöneticilerinin talimatları doğrultusunda fiziksel olarak hazır olan herkesi, Reich'ın yararına ağır işlerde çalıştırmak üzere vagonlara yükleyerek, Almanya'nın doğusunda bulunan Kupperman adlı küçük bir şehre yolladılar. Vagonlardan bizi iterek çıkarttıklarında istasyonun çatılarının arkasından gözüken cüruf yığınlarının zirvelerini gördüm. Burada taşkömürü ocağı bulunduğunu anladım. Buranın da kaderin bana bir oyunu olduğunu anladım. Madenciliği seviyordum. Planlanmış hedefin üstünde çıkmış her kömür için çocuklar gibi seviniyordum. Şimdi ise ben en kötü düşmanımızı kömür ile donatmak zorundayım.

Bizi madende dar, uzun ve alçak barakalara ellişer-altmışar kişi olarak yerleştirdiler. Barakaların içleri nemli, karanlık ve kasvetliydi. Yatak gibi en basit rahatlık bile yoktu. Sadece duvarların enine çürümüş saman dökülmüştü ve en sert ayazlarda bile onun üzerinde uyumak zorundaydık. Ben tam kapının yanında ki yeri kaptım. Çok esiyordu ama esinti az olsa da bir nebze havalanmamızı sağlıyordu. Kader arkadaşlarıma baktım. Onlarla birlikte faşistlerin elinde esirliğin eziyetlerini paylaşacak ve belki de düşmanlarla savaşacaktık. İlk izlenimim çok rahatlatıcı değildi. Genel olarak bu kişiler Hitler tarafından işgal edilmiş bölgelerden esir alınmış ergenler ya da ihtiyarlardı. Benim gibi asker esirler en fazla on kişiydi. Bizim için çok üzücü bir durumdu. Asker kıyafetler paçavraya dönüşmüş, bazıları pis bandajları hâlâ taşıyorlardı.

Biz barakaya yerleştikten hemen sonra kızıl bıyıklı şişko bir üsteğmen ve yaşı belli olmayan, cılız, sürekli hareket eden korkmuş gözleriyle bir tercüman geldi. Onlar bizim barakadan sadece ve sadece ihtiyaç gidermek ve su içmek için çıkma hakkımız olduğunu söylediler. Madenin kalan kısımları bize yasaktı. Subay - kuralları ihlal eden uyarılmadan olduğu yerde vurulacaktır! dedi.

Subayın bu tehdidini, gözetleme kulelerinin ve makineli tüfeklerin arkasında tıpkı taş totemler gibi duran nöbetçilerin tehditkâr görünüşleri teyit ediyordu.

Kırk ikinci yılın kış başlangıcı karsız olmuştu. Hemen hemen sürekli yağmur yağıyor ve şiddetli rüzgârlar esiyordu. Soğuk aç insanlara acımıyordu. Biz jütten[5] sonra ki sığırlara benziyorduk.

Birkaç gün sonra Hitler'ciler yeni parti esirleri getirdiler. Aynı akşam su tankının yanında ben Sadık'ı gördüm. Başın belada iken tanıdığın kişi ile karşılaşmak, insanın öz kardeşini görmesi gibidir. Sadık ise benim en yakın arkadaşım idi! Birbirimize sarıldık. Bizden iki adım ötede bir asker duruyor ve robot gibi tekrarlıyordu: "Şnel, Şnel!" yani "çabuk, çabuk". Bu yüzden biz birbirimize sadece bir çift laf söyleyebildik: ne zaman ve nerede esir düştün? Mıskazgan'dan son duyduğun haberler neydi?

Sadık'a benden sadece bir ay fazla savaşmak nasip olmuş ve sonra onlarda kuşatılmıştı. Mermileri bitmiş ve işte sonuç… Sadık gözlerini çevirdi.

- Sabır, annem bana Akbayan hakkında bir mektup yazdı. Aljan onunla evlenmek istiyor… Ama sen bunu düşünme. Dert etme. Bizim sadece faşistleri yenmemiz lazım ve her şey yoluna girecek… Siz görüşeceksiniz… Ve her şey iyi olacak – dedi omzuma vurarak.

Sadık'ın getirdiği haber beni mahvetmişti. Ama esirlik hayatı, üzülüp gevşemeye fırsat vermiyordu. Etrafta bu kadar çok acı varsa sadece kendinin acılarını düşünemezsin.

Sadık ile karşılaştığımızın ertesi günü şafak söker sökmez, bizi samanımızdan kaldırdılar, önümüze çamurlu bulamaçla dolu bir kâse koydular. Kile benzeyen elli gram siyah ekmek verdiler ve meydana çıkarttılar. Önceden esir kampında bu kadar çok asker, çoban köpeklerini ve bu kadar çok bekçiyi ben görmemiştim. Askerler otomatik tüfeklerini ellerinde hazır pozisyonda tutuyordu. Köpekler bizi her an param parça etmeye hazırmış gibi öfkeyle hırıldıyorlardı. Hayatımda bu kadar vahşi köpekler görmedim. Tüyleri bile bizim çoban köpekleri gibi gri değil, kan kırmızısı gibiydi.

Bizi iki sıra halinde meydanın çevresinde dizmişlerdi. Bin kişi – aşağılanmış, zayıflamış, paçavralar giyinmiş, yırttık çizmeleri ya da delikli botlarıyla bin kişi… Kısa bir zaman önce bunların güçlü, onurla, gururla dolu erkekler olduğunu düşününce, az kalsın ağlayacaktım. Sıralarımızın önünde kızıl kısa bıyıklı bir üsteğmen yürüyordu. Arada sırada kol saatine bakıyor ve ince kırbacıyla sabırsızca çizmesinin kenarına vuruyordu. Onun arkasında tam ayağın yanında, tıpkı bir ev köpeği gibi tercüman yürüyordu. Onun endişeli görünüşünden önemli bir adamı beklediğimizi anlamıştım.

Sonunda şafak iyice aydınlandığı zaman geniş açılmış kapıdan içeriye tuhaf bir atlı fayton girdi. Önden yavaş yavaş bir "Mersedes" geliyordu, onun arkasında atlı bir ekip – güzel beyaz bir at tarafından çekilen zarif fayton.

Üsteğmen dikleşti ve kendi dilinde emirleri verdi.

- Hazır ol! Sağa bak! – korkmuş çevirmen cıyakladı.

Fayton meydanın ortasına gelince durdu. Arabadan siyah SS formasıyla genç bir albay indi ve gayet nazik bir şekilde faytonun kapısını açtı. Esir kampın üsteğmeni gelenleri onurlandırdıktan sonra albaylar faytona doğru yürüdüler. O zaman faytoncu arabayı döndürdü ve içinde oturan genç bayanı gördüm. SS'lerin başı ona elini uzattı ve o aşağıya indi. Üzerinde altın saçlarını açıkta bırakan beyaz tüylü bir şal, sincap derisinde kısa bir kürk ve dar paçalı mavi pantolon vardı. Yanımda duran esir dirseğiyle beni dürttü:

- Bak! Kadın erkek pantolonu giymiş.

Bugünlerde bile pantolon giymiş kadınlar tuhaf bir şey olarak algılanıyorken, hele de savaşın başlangıç zamanında… Ama mesele bu değildi. Sadece etrafımızı saran barakaların, dikenli tellerin, gözetleme kulelerinin ve otomatik tüfeklerin arasında bir kadını - hele de güzel bir kadını - görmek çok tuhaftı…

Subaylar sırayla sarışın güzelin elini öptüler ve sadece ondan sonra bizi hatırladılar. Meydanın tam ortasında ahşap bir platform vardı – bir kürsü ve bir platform arasında bir şey. Platforma dört kişi çıktı ve üsteğmen:

- Evet, bugün büyük bir gündür! Bugün siz Reich'ın sadık oğlu Dük Vanter'e ait maden ocağında çalışmayı başlayacaksınız. Vanter Bey buraya bizzat kendisi gelmeyi arzu ederek size büyük bir onur verdi. Siz de ona dürüst ve iyi çalışarak teşekkür etmelisiniz! diye bağırdı.

O, saygıyla yerini SS'lerin başına vererek kenara çekildi. Bu adam yaklaşık altmış yaşındaydı. Kırışıklıklarla dolu, soluk ve donuk bir cilt… Düz, sakin bir sesle konuşuyordu. Bizim üsteğmen gibi bağırmıyordu. Sanki bize biraz acıyordu gibi – ama sadece ikinci sınıf insanlarmışız gibi. Biz diğerlerinden farklı olarak çok şanslıydık: bizim bin yıllık Reich için çalışma fırsatımız vardı. Konuşmasının sonunda Vanter dedi ki: Almanya'nın düşmanlarıyla mücadele etmek için kendisi ordusuna geri dönmeliydi. Bu yüzden maden ocağının işlerini onun karısı – kontes Huassi Vanter yürütecekti ve sizler onun talimatlarını yerine getirmek zorundasınız dedi. En küçük hata veya isyanın cezası ise – bulundukları yerde infaz edilmekti.

Madenin sahibi olan kadında hemen kendisinin bir iş kadını olduğunu bize göstermeye karar vermişti.

Platformdan inip sıralarımızın enine yürümeye başladı:

- Ben Rusçayı çok iyi biliyorum, benim tercümana ihtiyacım yok. Kötü çalışan, tüm gücüyle çalışmayan her esirle bizzat ben konuşacağım. Ben Rusya'da yaşadım ve halkınızın karakterini çok iyi bilirim. Sız inatçısınız, ama en büyük inadını kırmaya bizim gücümüz yeter. İki vardiya olarak çalışacaksınız. Her vardiya on iki saattir. Baştan savma çalışanlara ve yönetimin talimatlarını sabote edenlere şimdiden acıyorum. Onlar kendilerine kızsınlar. Evet, işbirliğine hazır olduğunuzu zannediyorum. Şimdi bana tecrübeli bir atçı lazım. Kim atlara bakmayı biliyorsa sıradan cıksın.

Esirler uzun çizgi boyunca dizildikleri yerden kıpırdamamışlardı.

Kontes sırıtarak – Demek ki şanslıyım! Bir köylü ülkeden bunca kalabalık erkeğin arasında, atlarla uğraşmayı bilen tek bir erkek bile yok mu? dedi.

O, sıra boyunca yavaşça yürüyerek insanlara bir mal gibi bakıyordu. Üsteğmen koşarak platformdan indi ve kadının yanında yürüdü. Bize bastonunu sallayarak tehdit ediyordu.

Meydanın üstünde ağır sessizlik asılmıştı. Köpekler bile - hırıldamayı ve zincirlerini çekiştirmeyi bırakmışlardı.

- Sen kimsin?- diyen kontesin sorusunu duydum.

- Sadık Aşımov.

- Bu beni ilgilendirmiyor. Asyalı olduğunu görüyorum ve soruyorum – sen kimsin?

- Kazak sakince cevap verdi - Sadık.

- Ve sen vahşi atçı beni kandırmak mı istiyorsun? Sizin tüm hayatınızı atlarla birlikte geçirdiğinizi bilmiyor muyum sanıyorsun? Yoksa atçı olmak senin için çok mu aşalayıcı?

Üsteğmene Almanca "bu Asyalıyı" ahıra götürmesini söyledi. Keskin bir sesle kırbaç şakladı. Sadık omzunu sıvazlayarak sıradan çıktı.

Ama kontes evi için çalışanları seçmeye devam etti.

Sadık'ın yanındakilerin birine – Sen köpekleri sever misin? diye sordu.

- Köpeğe bağlı. Köpekler çok farklı olabiliyorlar dedi şaşkın yaşlı bir ses.

- Biliyorum. Mesela sen en kötü cinslerinden birisin.

Subaylara kendi şakasını tercüme etti ve onlarda güldüler.

- Çık, benim köpek bakıcım olacaksın. Umarım kardeşlerine kötü davranmazsın?..

Beyaz saçlı adam sıradan çıktı ve Sadık'a katıldı.

Kontes devam etti – Sen kimsin? Kafkasya dan mı?

Her şeyden belliydi ki o bu oyunu sevmişti. Burada o bir etnografı uzmanı ve psikolog rolünü oynuyordu.

Gırtlaktan gelen ses – Ben Yahudi'yim! dedi. Cevap vereni ben görmüyordum ama tipik aksanı yüzünden her şey anlamıştım. Kontes ülkemizde yaşadığı müddetçe zamanını boşa harcamamıştı. O kadar temiz ve net Rusça konuşuyordu ki, onun telaffuzuna hem ben, hem Sadık hem de kendinin Yahudi olduğunu söyleyen Kafkasyalı gençte gıpta edebilirdi.

- Yalan söylüyorsun! – dedi zafer kazanmış gibi ses tonuyla kontes. Yahudi olsaydın, kendi hayatını kurtarmak için Gürcü ya da başka biri olduğunu söylerdin.

- Böyle bir bedelle kendi hayatını sadece korkak çakallar korur!

- Gördüğüm kadarıyla sen ölmek için acele ediyorsun? – dedi kontes ve uğursuzca sırıttı. Biz sana memnuniyetle yardım ederiz. Ama önce sen madende çalışacaksın. Sizde nasıl derler: tıpış tıpış koşacaksın!

Tanışma faslımız burada bitmişti. Bizi iki vardiyaya böldüler. Ve biz aynı günde kendi sırtımızda faşizmin esaretinin ne olduğunu hissettik.

Altı yüz metre derinlikte bu ölüm tuzağına benzeyen yer, maden olarak adlandırılıyorsa o zaman cehennem nasıl bir şeydi acaba? Madencinin işi zaten tehlikeli bir iş. Aslında bu doğayla insanoğlu arasında ki bir savaştı. Güvenliği ne kadar yüksek tutarsan tut her şeyi hesaba katamazsın. Vanter'in madendeyse "güvenlik" kelimesi bile, acı bir şaka gibiydi. Galerilerde ki tavan her an çökebilirdi. Ahşaptan yapılma eski direkler toprak katmanlarının yükü altında çatlıyordu. Galerilerde orada burada çökme izleri görünüyordu. Çok alçak yarı toprakla kapanmış geçiş yollarından biz, tıpkı kendi yuvasına giren köpekler gibi dört ayak üzerinde geçebiliyorduk. Kahverengi kömürde o kadar kaliteli değildi. Isıdan daha çok kül veriyordu.

Biz burada bazen eğilerek bazen oturarak çalışıyorduk. Tavandan ve duvarların üzerinden yer altı suları akıyordu. Ayaklarımızın altındaki su birikintileri ve ıslanmış kömür, şlap şlap sesler çıkartıyordu. Dekovillere attığımız ıslak kömürün çamurdan hiçbir farkı yoktu.

On iki saatlik işkenceden sonra bazen küçücük bir şalgam parçacığı veya kokmuş balık yüzgecine rastlanılabilen pis kokulu sıvı bir yemek veriyorlardı.

Hala kendi kendime o korkunç koşullarda nasıl hayatta kaldığımızı soruyorum. Orada gerçekten en güçlü insanın bile ölmesi lazımdı. Ama biz dayanıyorduk. Çünkü memleketimize dönme umudumuz vardı. Biri çökmeye başlayınca biz ona zaten zayıf olan tayinimizden bir parça veriyorduk. Bir hikâye anlatıyorlardı: Bir oğlan fakir babasına sormuş: "Baba. Daha ne kadar işkence çekeceğiz?" Babası da oğluna: kırk gün diye cevap vermiş." "Sonra ne olacak baba?" diye sormuş çocuk. "Sonra alışırız."... Hayır. Biz işkencelere, ağır işlere ve açlığa alışmadık. Sabretmeyi öğrendik. Güçlerimizi korumayı öğrendik. Umudumuzu beslemeyi öğrendik ve beklemeyi öğrendik.

Kilit ne kadar karmaşık olursa olsun onu açacak bir anahtar mutlaka bulunur. Ama bizim bu kurtarıcı anahtarı bulana kadar direnmekten vazgeçme hakkımız yoktu. O zamanlar bizim yardımımıza gelecek hiç kimse yoktu. Biz, düşmanımızın cephe arkasında çok derinlerde bir yerdeydik ve sadece kendi güçlerimize güvenmek zorundaydık. Ama bir çöküş olması için birinin dağın tepesine tırmanması ve ilk taşı atması gerekiyordu.

Artık ben sürekli olarak bunu nasıl yapabileceğimi düşünüyordum. Bir heyelanı başlatmak için ne yapmam gerekiyordu. Meğerse aynı şeyleri diğer esirlerde düşünüyormuş. Bi ara ben onların gözlerinde canlanmış ışıklar görmeye başladım. İşte o ışıkları olmayan bir kişi, çaresiz bir hastaya benzer. Böyle bir adamın gözlerinde sadece ya umutsuz bir özlem ya da daha kötüsü donuk kayıtsızlık görebilirdiniz. Ama benim dert ortaklarımın kara halkalarla çevrilmiş içe batmış gözlerinde umut parlıyordu.

Maalesef herkes susuyordu ve ben bu konuda konuşmaya başlayınca karşımdakiler konuşmaktan kaçınıyordu. Yine de bazen madende bütün insanları birleştiren bir sır olduğunu fark ediyordum. Düşünceler beni yiyip bitirmişti ama sorgulamalar sadece şüphe doğuracaktı o kadar.

Daha sonra öğrendiğim kadarıyla sezgilerim beni yanıltmamıştı. Enteresan ama ben her şeyi, fikrime göre gizli hiçbir hareketi olmayan bir insandan öğrenmiştim.

Barakamızda yaşıyordu. Adı Andrey idi. Daha çok gençti ve sanki ateşle kaplanmış gibi kıpkızıl bir delikanlıydı. Libavu Liman'ı için yapılan savaşta Letonya'da esir düşmüş: bomba patladıktan sonra o evinin enkazı altında kalmış ve güya o zamandan beri kafayı yemiş. Doğrumuydu yalan mıydı bilmiyordum ama hemen hemen hiçbir zaman onun ince mavi renkli dudaklarından, saf temiz gülüşü hiç eksik olmazdı. Gardiyanlar onu dipçiğiyle kovaladığı zamanda ya da acıdan sinirlenmiş esir kardeşi ona bağırdığı zamanda bile o gülüşü eksilmezdi. Biz onu geri zekâlı sanırdık ve ona "şapşal" derdik. Kısa bir zaman sonra bizim gardiyanlarda aynı fikre kapıldıklarından Andrey'e dikkat etmeyi bırakmışlardı. Bundan faydalanan Andrey esir kampının tüm alanında gezebiliyor, bir barakadan diğer bir barakaya geçiyor ve kimse ona bir şey söylemiyordu.

Ne zaman uyuduğunu anlamıyorduk. Biz vardiyadan gelince kendi sefil saman yatağımıza düşerken bizim "şapşik" ise bir yerlere gidip geri geliyor, sonra tekrar geliyordu. Hele biri fenalaşırsa onun yanında daima ilk Andrey bulunuyordu. İnce sırım gibi adaleli vücudu hiç yorulmuyor gibiydi. İyiliğinin de sınırı yoktu. Keşke kafası da normal olabilseydi...

İşte bu şapşik, bir gün vardiya sonrası bana yanaşarak:

- Yoruldun mu kardeş dedi.

Ayakta zor duran bir insana böyle bir soruyu sadece akılsız biri sorabilirdi. Ama onu üzmek istemedim. Çünkü o da madenden kısa bir zaman önce gelmişti.

Ben - Yorulmak ne kelime dedim ve şapşikle konuştuğumu unutarak ekledim - Ölüm çabucak gelse ne iyi olurdu.

- Acele etme. Ölmek için her zaman fırsat bulunur. Böyle dememiş miydi bizim güzeller güzeli kontesimiz dedi yüzündeki sürekli gülüşüyle Andrey. Tanrı sana bir hayat vermiş. O da gerektiği zaman senden geri alır dedi ve sanki Tanrı bizim ortak arkadaşımızmış gibi göz kırptı. Ama sana verilen hayatı faydalı şekilde yaşaman gerekir. Bizim güzeller güzeli kontesimiz hep kendi yararından bahseder. Bizde kendi yararlarımızdan bahsedelim. Bir de öyle bir bahsedelim ki hem onun faydasına olsun hem de lanet faşist pislikler için kötü bir son olsun dedi.

Normalde saçma sapan bir şeyler konuştuğunu ama gözlerinin normal adam gözleri gibi olduğunu fark ettim. Hezeyanlarında haklı bir şeyler olduğunu anladım. - Ayakları kolları zincirle bağlanmış ise ne yapabilirsin dedim.

- Ama bütün zincirler bir eğeyle kopartılabilir dedi.

- Onu nereden bulacağız.

- Zamanı gelince öğrenirsin. Şimdilik yarın vardiya başladıktan bir saat sonra üçüncü galeriye gel.

Daha sonra çok daha sonra Andrey'in uzun zamandır beni incelediğini anladım. Ama beni önceden sınama fırsatı olmadığı için bu riski göze almıştı.

Üçüncü galeri hemen hemen su altındaydı ve çalışmaya uygun görünmüyordu. Burada ki destekler çürümüştü ve bu yüzden bekçiler buraya uğramaya korkuyorlardı.

Belirlenmiş zamanda galeriye gittiğim zaman orada yaklaşık yirmi kişinin toplandığını gördüm. Geldiğimde gayet olağan karşılandım. Demek ki beni yüzümden biliyorlardı. Andrey herkes geldi mi diye kontrol ettikten sonra karbür lambayı kaldırdı ve:

- Arkadaşlar. Bugün bize bir yoldaş daha katıldı. Kazak olduğu için onun yardımıyla Türkçe konuşan esirlerle çalışmamız daha kolay olacak diye düşünüyorum. Üstelikte kendisi eski bir madencidir. Akıllı sabotajlar için madenciliği bilmemiz şarttır. Şimdi ana konumuza gelelim. Herkes bilir ki Vanter madeni eskiden terk edilmiş bir madendi. Neden onu tekrar açtılar? Hemen hemen bedava işgücü olduğu için mi? Yok. Her şey daha ciddi. Bu maden, önemli savaş fabrikalarına elektrik sağlayan santrallere yakıt veriyor. Şimdi yoldaşlarım. Bu bilgiler ışığında planlı kömür çıkartma sürecini bozmanın ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuzdur dedi.

İşte böyle biriymiş bizim "şapşal". Hem biz hem de gardiyanlar onu salak zannederken meğerse Andrey kararlı bir lider ve yetenekli bir komplocuymuş.

Sanki uyanmış gibi - Ve aranızda hiçbir hain yok muydu? diye sordu Batima.

O, ayaklarımın ucunda bir sandalyede oturmuş, büyülenmiş gibi anlattıklarımı dinliyordu.

Neden ben ona savaşı ve esirliğimi anlatıyordum. O sadece meraktan soruyordu. Sırf onun merakını gidermek için geçmişimi ortaya dökmeli miydim? Tabi ki hayır. Ben bunu kendime anlatıyordum.

-Hain mi? diye sordum. Zehirli yılanı hemen tanırsın ama gizlenmiş saklanmış insanı ise...

Bir anda koridordan sesler geldi. Hemşire, hemşire!

Batima yerinden fırladı. Nurjan'dı galiba. Zavallı. Yine uyuyamıyor dedi ve koridora çıktı.

Nurjan komşu odada yatıyordu. Ben onu görmemiştim ama sadece genç ve çok iyi bir şoför olduğunu duymuştum. İşte böyle gençliğine ve yüksek şoförlük becerilerine güvenerek sarhoş araba kullanmıştı. Allah'tan başkaları kurban olmamış, sadece kendisi zarar görmüştü. Ve şimdi orada duvarın arkasında acılardan ızdırap çekiyor, Batima ise ona bakıyordu...

Neden bir insan kendi hayatına ancak hayatı bitmek üzereyken gerçekten değer vermeye başlıyor?

Batima'yı beklerken farkında olmadan uyumuşum.

Onunla konuşma fırsatını ancak iki gün sonra bulabildim. Hastanede hemşirelerden bir hastalanmış ve onun hastalarına Batima bakmak zorunda kalmıştı ve bu yüzden hiç boş anı yoktu. Bana gelip ilaç veriyor, dereceyi koyarak hemen odadan çıkıyordu.

Ama üçüncü günde Batima bir şeyler söylemek için biraz fazla kalmıştı.

- Tebrik ederim. Sizin elektrokardiyogramınız çok iyiymiş. Bir iki güne kadar doktor odadan çıkmanıza izin verir dedi.

- Belli ki sizde çok yorulmuşsunuz dedim ben. Bugünlerde onun yüzü gerçekten çok solgun görünüyordu.

Batima inanmaz bir şekilde bana baktı. Sanki ben hiç empati yapamazmışım gibi.

- Yaa! Bugünlerde bayağı koşturdum. Bütün bölümde hemen hemen yalnızım.

Tesadüfen sormuş gibi - Batima, o bugünlerde gelmedi mi diye sordum?

- Akbayan mı? diyen Batima sırıttı. Herhalde "İşte şu diplomata bak diye düşündü." Yok. Gelmedi dedi sevinerek. Yüzümde galiba hayal kırıklığı açıkça belli olunca, bir hemşire olarak hastaya moral vermesi gerektiğini düşündü.

- Endişelenmeyin hasta. Akbayan hiçbir yere kaybolmaz. Elbet gelir bir gün. Bugünlerde gelmemiş ise demek ki müsait değildi dedi ve sonra kendini tutamayarak - Akbayan bir uçan kuğu kadar serbest diye ekledi. Gerçek her zaman gerçektir. Akbayan artık bir kuş kadar özgür ve tıpkı bir kuş gibi nereye isterse, kime isterse uçabilir.

Gönlümde yavaş yavaş kıskançlık kıpırdamaya başlamıştı.

Yani aydınlık çağında herkes bilirdi ki; bir insan başkasını sevmiş ise onu suçlayamazsın. Bende beni aldatan Akbayan'ı öldürmedim, Julyet'i kaybeden Romeo gibi kendimi de öldürmedim ya da Bayan'ı kaybeden Kazı Korpeş gibi kendimi mahvetmedim. Her şey yoluna girmişti ve şimdi Akbayan konusunda şüphe duymaya ne hakkım vardı. Son görüştüğümüz günden itibaren ben onu görmemiştim. Ne düşünüyor, neler yaşadı? Ne olursa olsun saygıdeğer Sabır Şakirov, sevdiğin kişiye güven duymuyorsan bu ne biçim bir aşktır. O seni seviyor. Tabi ki seviyor. Sana kendisi söylemedi mi bunu?

Batima düşüncelerimi böldü - Sabır abi. Arkadaşın Sadık'a ne oldu?

Sadık'ın ismi geçince aklımda yeniden çok eskiden beri gelen bir soru doğdu: Sadık kimdi? Benim için neydi? Ebedi vicdan azabıydı...

Ben Sadık'ı direnişçilerle toplandıktan bir kaç gün sonra gördüm.

O zamana kadar bizim grubumuzun, çok yayılmış direniş organizasyonun sadece bir bölümü olduğunu öğrendim. Organizasyonun merkezinde sıradan direnişçiler sadece kendi bölümünde ki arkadaşlarını tanıyordu. Hatta bölüm merkeziyle bağlantı kuran komutan merkezden sadece bir kişiyi tanıyordu. Böyle bir yapı, bir bölümün yıkılması yüzünden tüm organizasyonun yok edilmesini önlüyordu.

Başlangıçta direnişçilerin ana hedefi, askeri esirlerin kaçmasını sağlamak ve madenlerde sabotaj eylemleri yapmakla sınırlıydı. Ama daha sonra elektrik santralinin patlatılması ve böylece faust mermilerinin üretildiği askeri fabrikanın devre dışı bırakılması kararı verilmişti. Ayrıca elektrik santralinin patlatılması, bizim gardiyanlar arasında panik yaratacak ve bu fırsattan yararlanarak bütün esirlerin kaçması daha kolay olacaktı.

Ne diyebilirdim ki. Oldukça cazip bir hedefti. Ama ben nitelikli bir patlamanın ne kadar zor bir görev olduğunu biliyordum. Sadece intikama susamışlık yetmez. Ammonit ya da dinamit gerekiyordu hem de büyük miktarda gerekiyordu. Ama madenlerde, galerilerde tüm patlatma işlerini Almanlar kendileri yaptığı için bunları nereden alabilecektik. Diyelim ki bir mucize oldu ve patlayıcı maddeler elimize geçti. O zaman da başka engeller ortaya çıkıyordu. Bu patlayıcılar, her tarafı dikenli tellerle sarılmış, her metrekaresi projektörlerle sürekli aydınlatılan elektrik santraline nasıl götürülecekti.

Andrey bizim bölüme merkezin kararını anlatırken, işte ben bunları düşünüyordum. Biz her zaman ki gibi terk edilmiş üçüncü galeride toplanmıştık.

Toplantıyı bitiren Andrey – Bugün için bu kadar, yoldaşlarım. Ve çok dikkatli olun, güvenlik yakalamasın. Sabır sen bekle. Konuşmamız lazım.

Yüz yüze duruyorduk. Gölge yüzlerimizi saklıyordu. Ama ben Andrey'in beni yeniden değerlendirdiğini hissediyordum.

- Santralin alanına geçemeyiz – dedi düşüncelerimizi teyit ederek. Tünel kazmak gerekecek. Santrale toprak altından çıkacağız. Tıpkı şeytanın cehennemden çıkışı gibi deyip kendini tutamayarak sırıttı. Buradan başlayacağız. Zor iş, sen ve hemşerilerin bu işi yapmak zorundasınız. Güvenlik için siz hepiniz birbirine benziyorsunuz, vardiyadan ayrılmak sizin için daha kolay. Her seferinde üçer kişi koyacağız. Tabi ki onların normlarını diğerleri yapacak. Şüphelenmesinler, anladın mı?

- Tam anlamadım diye itiraf ettim ben. Buradan santrale kadar yaklaşık altı yüz metre var. Bir kişi kazacak, iki kişi taşları çıkartacak. Demek ki beş ay kazmak gerekecek. Fazla değil mi, Andrey?

- Fazla. Sakince kabul etti Andrey. Ama oyun harcadığımız mumlara değer!

- Patlatıcılar? Onları nerden bulacağız?

- Bu seninle konuşacağım en önemli konu diyerek elini omzuma koydu. Sabır, sen Almanlar için patlatıcı olarak çalışmalısın. Şimdilik bizim dinamite ulaşmamızın başka bir yolu yok. Onların sana güven duymalarını nasıl sağlarsın bi düşün. Sen bebek değilsin ve kendin de anlıyorsun: bu çok tehlikeli. Tünel kazmaktan bile daha zor!...dedi.

Omzumu sıktı ve karanlığa doğru gitti. Ayaklarının altından suya çarpma sesi geliyordu. Ve o zaman ben Sadık'ı düşündüm.

Vardiyadan sonra, madenin idari bürosunun bulunduğu binanın yanından geçerken, Kontes Vanter'in atlı faytonunu gördüm. Beyaz atın yanında bana sırtını dönmüş, üniforma içinde yakışıklı bir adam duruyordu. Bu Sadık'tı.

Son zamanlarda onun durumuyla ile ilgili hiçbir şey duymadığımı söyleyemem. Sadık'ı atlara çok iyi baktığı için atçılıktan arabacılığa terfi ettirmişler ve artık ahırda değil dükün evinde ki hizmetçilerin odasında yaşıyormuş diyorlardı. Ama ben inanmıyordum. Benim arkadaşımın düşmanların yalakalarından biri olduğuna inanmıyordum. Ama dedikodular ısrarla söyleniyordu. Sonra Sadık'ı faytonda otururken görenlerde olmuştu… Sadık'a ne olduğu kendime izah etmeye çalışıyordum. Ve onun kendi isteğiyle düşmanın hizmetine girdiği aklıma geliyordu. Sürülmüş zengin bir ağanın oğlu değil miydi? İşte şimdi babasının intikamını almak için bir fırsat çıkmıştı. Bu düşünceleri aklımdan kovuyordum ama Sadık'ın davranışını başka nasıl açıklayabileceğimi bir türlü bulamıyordum.

- Şimdide, kontesin faytonun yanından geçerken biliyordum ki temiz üniformalı bu adam, sahibinin yalakası olmuş benim eski arkadaşımdı.

Arkamdan kısık bir ses duydum – Dur Sabır.

Ben duyamazlıktan geldim.

- Sabır.

Sesinde öyle bir şey vardı ki; çağrısına cevap vermemem mümkün değildi. Benim bir bahane bulup, bekçilerin dikkatini çekmemem lazımdı. Mesela çizmemi düzeltmek gibi. Ben ise bir direk gibi durdum ve Sadık'a baktım. Rezil dedikoduları sona erdirebilecek bir şeyi, boşuna arıyordum.

Üzerinde süslü bir mont, bilemediğim kaliteli kürkten bir şapka ve siyah parlak çizmeler vardı. Tombul yüzü, iyi beslenmiş birini gösteriyordu. Ve sadece gözlerinde ki endişeli parlaklık, onun eski arkadaşı ile karşılaştığı için vicdanen biraz tereddüt içinde olduğunu kanıtlıyordu…

- Bana yarım döndü ve mahsusçuktan atının koşumunu düzelterek aceleyle bana – Sabır. Ben sana her şeyi izah edebilirim…. Sonra… Şimdi ise sen bana güvenmelisin. Duydun mu Sabır? dedi.

Ben ürpermiştim… Hemen gitmek istedim ama Andrey'in verdiği görevi hatırladım.

Sırıtarak – Bak Sadık. Bana bir şey izah etmek yerine arkadaşına yardım et dedim.

- Sabır, ben senin için ne istiyorsan….

- O zaman benim için onlara bir şey söyle dedim.

Sadık anlamadı – Neden bahsediyorsun sen? dedi. Ya da anlamamış gibi yaptı.

- Söyle. Kime gerekiyorsa söyle. Yani Sabır Şakirov çok iyi patlatıcıdır de. Onların iyi patlatıcılara ihtiyacı var öyle değimli? İşte sen söyle dedim ve göz kırptım.

Sadık şoka girmişti. – Sen de diyorsun?

Aklımda düşündüm "Artist! Gerekirse ben de artist gibi davranacağım! Üstelik ondan kötü de değil!"

- Ne var bunda? Madende sırt ağrılarından bıktım, şalgamdan iğrenç çorbayı içmekten de bıktım. Sıcak evde yaşamak ve insan gibi yemek yemek istiyorum. Ne bakıyorsun? Korkma, senin ekmeğinde gözüm yok! Onlarda sana da bana da yetecek kadar vardır! dedim

Sadık biranda tırsmıştı – Git! dedi ve bana sırtına döndü.

Aynı akşam Andrey'i buldum. Hikâyemi dinleyip elini burnunu sürdü ve düşünceli şekilde:

- Sabır, biliyor musun bana kalırsa arkadaşın o kadar da boş biri değil, ne dersin? Davranışında anlamadığım bir şey var. Sadık için senin ona güvenmeye devam etmen neden bu kadar önemli? Bunca yıl arkadaş olduğunuzdan mı? Tabii ki bu da bir sebep…. Ama artık o faşistlere hizmet ediyor ve belki sen onun için sadece bir arkadaş değilsindir? Herkes için o faşistlerin hizmetçisi ve Sadık bizim ona güvenmeyeceğimizi biliyor. Sen ise bu durumda…..- kendi sözlerini kendi keserek – ben kendim onunla konuşurum dedi

- Gerek var mı? diye karşı çıktım ben. Aynı zamanda onu, eskiden bana çok yakın bir dostumdan korumak, uyarmak zorunda kaldığım için utanıyordum.

- Ama ne ikinci ne de üçüncü gün Andrey Sadık ile konuşma fırsatı bulamadı. Kontesin madene ziyaret ettiği zamanlar onun atçısı sürekli olarak sıcak bir ortamda – maden idare bürosunun binasında bulunuyor , ya da askerlerin yanında durup, bir hizmetkâr gibi düşmüş sigaraları yerden kaldırıyor ve sigaralarını yakmaları için ateş uzatıyordu.

Ben her seferinde bu grubun yanından geçerken Sadık'ın bakışını yakalamaya çalışıyordum ama o bakışlarını çeviriyordu. Üstelik yetmezmiş gibi Sadık dükün evinde özellikle Vanter Hanım için çabalıyor diye duyuluyordu. Yani Hitler'ciler arasında hiçte yabancı gibi değildi.

Onun yardımını beklemememiz gerektiğini anlamıştık. Bir gün vardiya esnasında ben Alman gardiyana yanaştım ve bildiğim tüm Almancamla, ocağı belli bir galeride kurmak ve kayayı patlama yöntemi ile kaldırmak çok iyi olur diye söyledim. Alman bana şaşkın şaşkın bakarak, patlama işlerini biliyor muyum diye sordu, soyadımı defterine yazdı. Ertesi gün bir gardiyan bana geldi ve maden idaresine götürdü. Böylece ben yine patlatıcı olarak çalışmaya başladım.

Ama ammoniti elde etmek bir de yetecek kadar elde etmekle ilgili umutlarımız boşunaydı. Sürekli yanımdan ayrılmadan gezen, otomatik tüfekli iki asker vardı. Onlar keskin bakışlarını benden ayırmıyordu. Hem ben depoda patlayıcı maddeleri teslim alırken hem de onu galerilerde yerleştirirken…. Zaten hemen hemen yetecek kadar verilmiş ammonitin bir kısmı saklamayı bırak – elimi cebime bile sokamıyordum.

Üstelikte Sadık, patlayıcı maddeler deposuna gelmeye başlamıştı. Hâlâ bana bakmaktan kaçınıyordu ama yanımda ki askerlerle birlikte onun yanından geçerken Sadık'ın sanki bakışlarıyla ammonitle dolu sırt çantamı tartıyormuş ve yırtık asker parkasının ceplerini ve göğüslerini incelediğini hissediyordum.

Aynı zamanda arkadaşlarım, kazma işine devam ediyordu. Metre metre hedefe ulaşmaya çalışıyorlardı ama ben hâlâ bir gram bile patlayıcı madde elde edememiştim.

Ben doğrudan risk almadan bu işi halledemeyeceğime karar vermiştim. Bu yüzden bir gün depodan sıradan patlayıcı maddeleri alırken ammoniti veren yaşlı erbaşa eski miktarla bu iş yapılamaz dedim.

Erbaş kaşlarını çatarak - Sen ne diyorsun. Eskiden verilen patlayıcı yetiyordu dedi.

Bağlılıkla gözlerinin içine bakarak - Çok sert kaya tabakası başladı komutanım dedim.

Talimatlara göre belirlenmiş patlayıcı madde normları, bu mevkide sert kaya tabakası olmaması gerektiğini gösteriyordu. Bu yüzden erbaş biraz şaşırarak - Bu lanet kayada nereden çıktı şimdi diye öfkeyle bağırdı.

O, madenin yöneticisini aramak için telefona elini uzattığı anda yakalandığımı anladım.

O anda arkamdan tanıdık bir ses geldi - Komutanım. Bu adam ne kadar Ammonit alıyordu.

Gerçektende girişte Sadık ve esir kampının komutanının tercümanı duruyordu.

Sadık, erbaşa bakarak - Ve şimdi ne kadar istiyor diye sordu.

Başka zaman yaşlı asker kendiişlerini maden yönetiminin güvendiği bir esirle asla konuşmazdı ama şu anki karışık ortam nedeniyle Sadık'a bütün rakamları gösterdi.

-Yani, herhalde bu adam yalan söylemiyor. Ona gerçektende bu kadar patlayıcı lazım olabilir. O çok kötü bir patlatıcı. İyi bir patlatıcı için daha az patlayıcı yeterli olurdu dedi Sadık.

Tercüman Almanca çevirisini yapmaya başlayınca Sadık konuştuktan sonra bana ilk defa baktı. Açıkça alay ederek direk gözlerime bakıyordu.

Erbaş kabaca - Sende nereden biliyorsun lanet olası diye sordu?

- Bende patlatıcıyım. Biz onunla birlikte Mıskazgan'da madende çalışıyorduk. Daha doğrusu ben çalışıyordum o savaş başlamadan kısa bir zaman önce gelmişti. Elinden geleni yapıyor tabi ki ama işi çok az biliyor. Komutanım siz onu madene gönderin, Tek suçu biraz fazla gayretli. Üstelikte o iğrenç çorbayı içmekten bıkmış ve burada albayların yemekhanesinden yemek verileceğini düşünüyordu herhalde dedi.

Tekrar açık açık alay...

Erbaş kaşlarını çatarak - Her patlatıcı bize lazım dedi.

Ayrıca ben yönetimin esirlerden patlatıcılar aradığını kısa bir zaman önce öğrenmiştim. Yeraltında çok tehlikeli bölümler vardı ve Alman patlatıcılar orada çalışmak istemiyorlardı. Beni bu bölüme gönderecekleri konusunda çok umutluydum. Çünkü ister istemez beni oraya yalnız göndermek zorundalardı. Yani peşimde dikkatli bekçiler olmadan.

Ama Sadık bütün planlarımı bozmuştu. Sanki bütün düşüncelerimi biliyormuş gibi planlarıma karışıyordu.

- Onun yerini ben alırım. Benim kontes hanım, çok büyük bir kadındır. Bir erkeğe at arabasının sürücü yerinde oturması yakışmıyor. Siz komutanım gerçek bir erkek olduğunuz için beni çok iyi anlarsınız.

Erbaş hoşlanmıştı, gülerek tercümana:

- Hiç itirazım yok. Yönetimde ki sivillere söyle, bu adam madem o kadar çalışmak istiyor bıraksınlar çalışsın. Sonra Alman beni kafasıyla işaret ederek - Bunu ise madene gönderelim dedi.

Ben umutsuzca bağırdım - Komutanım. Ben işi ondan daha iyi biliyorum. Ona patlama işini öğreten benim dedim.

Erbaş bekçilere - Götürün onu. Kömür kazsın diye emrederken sanki beni hayatından sonsuza dek çıkartıyordu.

Şimdi ben Sadık'a direk bakarak cevap vermeye çalıştım ama o, gözlerini kaçırarak benim omzumun üzerinden başka bir yere bakıyordu.

Kazakça ona - Hain dedim ve askerlerin önünde yürüdüm.

Ben su seferde hikâyemi bitirememiştim. Batima yumuşakça elime dokundu.

- Her şey çok enteresanmış Sabır abi. Ama siz yine heyecanlandınız. Hayatınızda bu kadar korkunç şeylerin olduğunu bilseydim...

- Önemli değil Batima. Açıkçası bunları anlatırken rahatlıyorum. Yoksa bunların hepsi burada bir taş gibi yatıyor diyerek herkesin bildiği gibi gönlümüz olarak adlandırılan yeri gösterdim.

- Yine de uyumanız lazım. Sonra bir müsait zamanda devamını anlatırsınız.

Kapıya doğru yürüdü, kendini tutamadı, geriye dönerek:

- Eyvah! Yoksa Sadık niyetinizi anlamış mıydı? dedi.

Batima'ya alışmıştım. İzinli gününde onun mızıldanmalarını özlüyordum. Herkese ve her şeye homurdanıyordu ama bunun altında çok sıcak bir kalbi vardı ve bunu anlamak için bir hastanın çağrısına koşarken ki yüz ifadesine bakmak yeterliydi. Belki de Batima, kader kendi zengin birikiminin tamamını verebileceği bir kalp vermediği için bu kadar huysuzdu.

Batima'da bana bağlanmıştı. Bir iki günlük yokluğundan sonra odaya:

- Nasıl oldunuz bensiz? Ben sizi çok özledim diyerek girdiğini hatırlıyorum.

Doktor benim oturmama izin verdiği anda Batima çok sevinmişti. Arkamda ki yastıkları kabartırken, yine de bana kalsa bu izin için biraz daha beklemek lazımdı dedi ama yüzü gerçekten sevindiğini belli edecek gibi parlıyordu.

O gün ziyaretçilerin bana gelmesi için izin verdiler. Odama ilk olarak hem benim hem de onların memleketi olan Mıskazgan'dan, yirmi beş sene boyunca cevheri birlikte kazdığım eski arkadaşlarım gelmişti. Onların en genç olanı Kaysar, benimle aynı yaştaydı. Kalanlar Sadık ve Kaysar ile birlikte madene indiğimizde oranın emektarlarıydı. Onların en büyüğü Akşalov idi. O bir zamanlar at nalını elleriyle bükebilirdi. Elindeki delici, kayaların içine bir tereyağı gibi kayıyordu. Şimdi ise o eski madenci ve parti organizatörü, emekli olalı on beş sene olmuştu. Tabi ki yaşlılık kendi işini yapmış, Akşalov'un cildini kurutmuş, gözlerinin keskinliğini azaltmış, omuriliği yamulmuştu ama gönlünü etkilemeye gücü yetmemişti. Aklıma ne zaman yaklaşmış yaşlılık hakkında üzücü düşünceler gelse hemen bu eski arkadaşımı düşünmeye çalışıyordum.

Dürüst olmak gerekirse, bizde yaşlılara hem onur hem de saygı duyulmasına rağmen - bu şarkılarda bile dile getirilirdi- yinede bu bir insanın zayıf zamanlarıdır. Tıpkı büyük alevden kalan içten içe yanan son kor parçası gibi. Yaşlı adama ne kadar saygı duyarsan duy, uçurumun üzerinde taştan taşa zıplayan kuzunun çevikliğini ve esnekliğini kazandırmazsın. Kendinin artık insanlara faydanın olmadığını hissetmen çok üzücü bir şey. Ama Akşalov var işte. O bambaşkaydı ve ben belki yaşlandığımda Akşalov gibi bir adam olmak umuduyla kendimi rahatlatıyordum.

Odanın kapısında onu görünce çok sevinmiştim. O şakayla:

- Eee! Bu hasta oyununu oynayan delikanlı nerede, gösterin bana dedi.

Onun arkasından Arkadaşım Kaysar girdi. Sert, sanki bir kirpinin iğneleri gibi dimdik saçlı, esmer ve sağlam çocuk. Daha doğrusu odaya girmemiş, bir fırtına gibi dalmıştı. Bu adamda ben Hoca Nasrettin'den esintiler görüyordum. Kaysar ne zaman yolda bir bürokrat, tüccar ya da tembel birini görse ona ders verme fırsatını kaçırmazdı. Kendisi hakkında şöyle söylerdi: "Madende ki bazı müdürler beni işe almaktan bazılar ise kovmaktan korkarlar." Ama dürüst ve iyi adamlar için arkadaşım Kaysar'dan daha iyi daha duygulu doğal bir adam bulamazsın. Mıskazgan'a ilk geldiğinde ve ulaştırma bölümünde işe başladığında bütün şehir öğrenmişti. Yani insanlar Mıskazgan'da eksantrik ve inatçı ya da inatçı eksantrik bir adamın geldiğini hemen öğrenmişlerdi.

Şöyle bir olay olmuştu.

Kaysar'a bir miktar samanı bir yere götürme görevi verilmiş. Kaysar samanı yükleyip kısrağına bağırıp yola çıkmış. Genç arabacı, sokaklar karla kaplı olduğu için kendi kızağını, özel makineyle kardan temizlenmiş tramvay rayları üzerinden götürüyormuş. Yüz metre gitmeden Kaysar'ın karşısına tramvay istasyonundan yeni ayrılmış boş bir tramvay çıkmış. Vatman yolu boşaltması için düdüğünü çalmış ama Kaysar aynı şekilde devam etmiş. O zaman vatman tramvayı durdurup aşağı inmiş ve Kaysar'a bildiği bütün hakaretleri söylemiş. Gürültüye yayalar toplanmış, olay yerini çepeçevre sarmışlar. Kaysar vatmanı sakin sakin dinleyip şöyle demiş: "Skandal çıkartmaya utanmıyor musun? Bak ne kadar insanı rahatsız ettin. Sen biliyor musun benim arabamda çok değerli bir yük var. Senin tramvay ise boş. Düşün bakalım. Bu durumda sence kimin yol vermesi lazım?

Kaysar fil gibi çalışkandı. Gerçekten altın ellere sahipti. Aynı zamanda onun, işten yorgun argın gelen insanları güldürme konusunda da üstüne yoktu. Bir sürü komik hikâye bilirdi. Bazen de hikâyelere kendinden hayali eklemeler yapmayı da severdi.

Şimdi bile girer girmez odayı gülüşleriyle doldurmuştu. Onun arkasında dört arkadaşım daha gelmiş ve bir hasta için yapılmış dar hastane odasının duvarları, sanki daha genişlemiş gibiydi.

Kaysar gülerek - Yahu arkadaş! Eskiden sen her tür kayayı kesebilen bir çelik gibi sağlamdın. Ama kalbinin üstüne altın yıldızı taktıkları andan beri kalbin ağılmaya başladı. Şöhrete mi dayanamadı ne? Eee! İkinci yıldızı verirlerse ne yaparız. Peki. Ben seni kurtarayım ve arkadaşın olarak ikinci yıldız kendime alayım. Ben hasta olurum yeter ki sen hasta olma.

Güldük, sonra sohbetimiz başka bir yöne kaydı. İnsanların şöyle bir alışkanlığı vardır. Avcılar bir yerde toplandığında av hakkında konuşurlar, balıkçılar bir yerde toplandığında balık hakkında konuşurlar, madencilerde bir yerde toplandığında tabi ki maden hakkında konuşacaklardı ve bizde de böyle oldu. Başlatan da Kaysar'dı.

- Altmış yaş nedir ki? Ben daha yeni anladım ki aya ulaşabilirim. Galeriyi geçmek için yeni bir yöntem keşfettim. Küçücük bir detay kaldı. Sizde her şeyin ne kadar kolay ve basit olduğunu görüp şaşıracaksınız.

Akşalov gülerek ona hatırlattı - Geçen seneki gibi olmasın ama. Hatırlıyor musun, sen o zamanda bir çuval tavşan ve bir kurt yakalamıştın dedi.

Onun bu sözleri bizim yeniden neşelenmemize sebep oldu.

Kaysar geçen kış ava gitmiş. Karla kaplı bozkırda iki gün dolaşmış ve elleri boş geri gelmiş. Ama ona ne avladığı sorulduğunda Kaysar gözünü kırpmadan cevap verirmiş:

- Çok fazla bir şey yok. Bir çuval tavşan bir de gri bir kurt yakaladım.

Saf olanlar inanıyor - Bunu nasıl becerebildin ki. Basit bir tuzakla mı bunu yapabildin yoksa? diye sormuşlar.

Kaysar tuhaf bir şekilde - Tuzak geride kaldı. Benim kendi yöntemim var diye cevaplıyordu.

Saf adamlarda devam ederek - Kaysar anlat bize. Saklama bizden diye ricada bulunuyorlardı.

Kaysar daha fazla meraklansınlar diye yalandan şımararak:

- Tabi ki bunu sadece ben düşünebildim. Ben açık alana altı tane kızdırılmış tuğla getiriyorum. Onları karın üzerine her noktadan görünebilecekleri şekilde koydum, üzerine de kırmızıbiber döktüm. Doğal olarak tavşanlar tuğlaları havuç zannederek koşarak tuzak yemine toplandılar. Gelip tadına bakınca, hayret bayağı sertmiş, yenmiyor derler ve tuğlaları burunlarıyla koklamaya başlarlar. Kırmızıbiber burunlarını kaşıtınca tavşanlar deli gibi hapşırmaya başladılar. Onlar hapşırınca da ben onları kulaklarından yakalayarak çuvala atıyorum.

- Peki, kurdu nasıl yakaladın? Onu da tuğlayla mı?

Kaysar, dinleyicilerin saflığına dikkat çekerek - Yok. Kurt o kadar aptal değil. Kurt için daha akıllıca bir yaklaşım lazım. Ben onun için kontrplaktan bir buzağı figürü kestim ve kahverengiye boyadım. Bu maketi kara koyup bende onun arkasına yattım. Yattım ve bekledim. Sonunda aç kurt ortaya çıktı ve kontrplağı o kadar büyük bir güçle ısırdı ki adeta kontrplağa yapıştı ve ben de onu maketle birlikte alıp eve getirdim.

Saf adamlar ancak bundan sonra Kaysar'ın kendilerini kandırdığı anlayınca bazıları gülmüş, bazıları ise kızarak ona söverek hakaret etmişler...

Kaysar Akşalov'a - Yok diye cevap verdi. Bu sefer şaka yapmıyorum. Yüz yılın çeyreğinde madende çalışıp ta arkamda önemli bir şey bırakmamam ayıp olurdu diye cevap verdi.

Ben Kaysar'a karşı çıkarak - Yirmi küsur yıl boyunca çıkarttığın kömür miktarı, insanların seni hatırlamasına yetmez mi? diye sordum.

- Orası öyle ama yine de sevgili Sabır, özel bir şeyler yapmak istiyorum. İnsanlar bunu görüp yıllarca "Bunu Kaysar düşündü. Bizim daha kolay çalışmamızı sağladı. Çok akıllı bir adamdı." desinler istiyorum.

Akşalov yine güldü - Neyse. Bi dene bakalım oğlum! Belki faydası olur. Ama yine de "Jakipov'un arabası" gibi olmasın.

Hepimiz bu hikâyeyi çok iyi hatırlıyorduk. Bir gün madene Jakipov soyadlı bir bilim adamı gelerek, kaya sondajı için bir "karetka" olarak adlandırıldığı bir öneri sunmuştu. İlk denemede "karetkanın" işi daha da zorlaştırdığı anlaşıldı. "karetka" "araba" adı verildi ve Jakipov'un hizmetlerinden vazgeçildi. Kısa bir zaman sonra maceraperest madenci, "kendi fikrini" uygulama teklifiyle bir kaç maden daha dolaşmış ama her seferinde onun "arabası" ilk denemeye bile dayanamamış diye Mıskazgan'a haberler gelmişti. Kısaca Jakipov bize bir fıkra hatırlatmıştı. Şehirli bir kadın köye geldiğinde ilk defa küçük bir deve yavrusu görmüş "Zavallı. Deve olmayı çok istemiş ama büyüyememiş diye bağırmış." Jakipov da böyle mucit olmayı çok istemişti ama kendi boş hayallerine diğerlerinin paralarını ve zamanını harcıyordu, o kadar. O zamandan beri : Biri hayali bir öneri sunduğu zaman biz onu "Jakipov'un arabası" diye adlandırıyorduk.

Kaysar hiç kızmamıştı -Hayır Nureke. Ben kendi fikrim üzerinde epeydir çalışıyorum dedi. Aslında ben onunla niye tek başıma uğraşıyorum ki. Belki sizde bana yardım edersiniz. Açıkçası bir konuda takıldım.

Onun fikri bize çok enteresan gelmiş ve bu konuyla ilgili tartışmalara dalmıştık. Tesadüfen oluşmuş konferansımız tamamen teknik özelliğe sahip olduğundan, tartışmalarımızda nelerden bahsettiğimizin detaylarını anlatmaya gerek yok. Ancak şunu diyebilirim ki; odaya giren Batima, heyecanla ve birbirimizin sözünü keserek neyi tartıştığımızı anlamamıştı. O, tarafımızdan fark edilmemiş kapının önünde bir müddet bekledikten sonra gülerek:

- Ziyaretçi arkadaşlar. Sizce Sabır abinin dinlenme zamanı gelmedi mi? diye sordu.

Kaysar neşeyle - Tıp dilinde bu hemen gidin buradan demektir diye yorumladı.

Batima utanarak - Ben bunu demedim dedi.

Akşalov nazikçe - Kızım, Kaysar'ı tanımalısın dedi.Ama sen haklısın. Bizim içinde Sabır abinin sağlığı oldukça önemli.

Arkadaşlarım vedalaşmaya başlamıştı:

- Çabuk iyileş Sabır. Bi de hareket et, o kadar fazla yatma.

- Yatarsan asla iyileşemezsin.

- Ayrıca hastalığını da çok düşünme. Bütün hastalıkları doktorlar uydurmuştur.

Arkadaşlarım bunları bana gönülden söylüyorlardı. Onların hepsi çok sağlıklı olduklarından benim hastalığımın istirahat gerektirdiğini nereden bilebilirlerdi ki. Akşalov bile bugüne kadar hastane yüzü görmemişti.

Odadan en son Kaysar çıktı. Odadan çıkmadan önce Batima'ya talimat verdi:

- Canım Bateş. Bak. Sabır'a çok iyi bak. Onu çabucak ayaklandırırsan seni onunla evlendireceğiz. O daha çok sağlam bir adam. Üstelik boylu posluda. Bu adama her güzel varmak ister.

Batima'nın yüzü bir anda kıpkırmızı olmuştu. Bende nedense rahatsız olmuştum. Belki de ben Batima'nın özel hayatının ne kadar şansız olduğunu bildiğim için.

Boşuna demiyorlardı. Kazak kadın şakayı anlar. Nerede kötü niyetli bir söz olduğunu nerede içten gelen bir mizah olduğunu çok iyi anlarlar ve eğer şaka duruma uygunsa o da kendisinden daha yaşlı insana bile şakayla cevap verebilirdi.

Batima'da Kaysar'ın şakasında kötü bir niyet olmadığını anlayarak hemen toparlandı ve:

- Kaysar abi. Ne kadar çaba gösterirsem göstereyim ne kadar iyi bakarsam bakayım, arkadaşınızı bana koca olarak veremezsiniz. Onu kalbini Akbayan adlı bir güzel kapmış dedi.

Kaysar şaşkınlıkla - Öyle mi? Akbayan dediğiniz hangisi. Yoksa sen Aljan'ın eski karısından mı bahsediyorsun.

Kaysar rol yapmıyordu. Meğer o benim Akbayan ile ilişkimden haberdar bile değilmiş. Ben ise bunu bütün şehir biliyormuş diye düşünüyordum. Eski zamanlarda Akbayan ile aramızda olan şeyleri Kaysar'a anlatmamıştım. O, güçlü karakterli insanları, gerektiğinde tüm bağlantıları kopartan insanları severdi ve benim yıllarca süren aşkımı karaktersizlik olarak yorumlayarak bana gülerdi.

- Eğer o Akbayan ise o zaman Bateş, sen hiçbir şeyden korkma. Bir boşanmış kadın senin gibi güzellere güzeline rakip olabilir mi hiç. Bu yüzden sen umudunu kesme, arkadaşımı çabucak iyileştir, kalanları ben hallederim dedi Kaysar vedalaştı ve çıktı.

- İşte size sormadan evlendirdiler dedi Batima. Şaka yapmak istiyordu ama sesi bir garip çıkmıştı. Bende bu tatsız durumu yumuşatmak istedim ama bende saçma sapan bir şeyler söyledim:

- Olsun Bateş. Ben korkmuyorum.

Batima bir anda bir şeyler yapmak istedi.

- Sandalyeleri bütün odaya dağıtmışlar diye homurdandı.

Sandalyeleri yerleştirmeye başlayarak birini duvarın yanına, öbürünü yatağımın yanına koydu. Sonra pencereyi daha geniş açarak, kendine bir iş daha uydurmuş oldu ve çok düşünceli bir halde odamdan çıktı.

Düşündüm: "Yaa! Kaysar'dan bana danışman olmaz. Çünkü o beni anlamaz. Kendisi acı çekmeyen biri diğer bir insanın acısını nasıl anlayabilir ki. "

Aniden içimi pis bir yılan gibi sürünen kıskançlık hissi kaplamıştı. Akbayan son günlerde neden gelmemişti? Bugün bana ziyaretçilerin serbest bırakıldığı günde neden gelmemişti? Bu soruların cevabını ancak hastaneden çıktıktan sonra öğrenebilmiştim... Ama o anda bu sorular bana işkence ediyordu. "Neden? Ne oldu?"Belki de gelmiştir. Ama odamda arkadaşlarım olduğu için utanıp gitmiştir. Bunu Batima'ya sorabilirdim ama artık onun odaya ne zaman geleceği belli değildi. Şeytan Kaysar'ı şaka yapmak için dürtmüştü. Daha kötü bir şaka da olamazdı.

Arkadaşlarım geldiğinde iyileşen keyfim yavaş yavaş sönmeye başlamıştı.

Batima ancak akşam yemeğinden önce gelmiş ve her zamanki gibi ilaçları getirmişti.

Akşam aldığım ilaçlarımı etajere koyduktan sonra - Nasıl oldunuz? Umarım arkadaşlarınızın akınından sonra dinlenme fırsatı buldunuz dedi.

Kendi kendime şaşırarak - Her şey yolunda. Kendimi çok iyi hissediyorum Bateşjan dedim.

Eskiden ben ona hep kardeşim veya Bateş derdim. Şimdi ise nedense, özür diler gibi saygılı bir şekilde "jan" eklemiştim.

- Bateş jan diye başladım ben - Başka kimse... biliyor musunuz, siz akşam yemeğinden sonra bana gelin. Yani bütün işleriniz bittikten sonra. Ben size bir şeyler daha anlatırım, eğer isterseniz.

- Zahmet olmazsa Sadık'la ilgili hikâyeyi anlatır mısınız bana.

"Yoksa Sadık sizin amaçlarınızı anladı mı" diye tahminde bulunmuştu Batima.

Ben Andrey'e Ammonit deposuna ulaşma deneyimlerimi anlattığım zaman bizde böyle düşünmüştük. Patlayıcı madde deposunun hemen yanında Sadık ile karşılaşmamız çok şüphe vericiydi. Tamam, bütün bu olanları tesadüf olarak düşünsek bile, benim erbaş ile konuşmama Sadık'ın karışması, tüm şüpheleri ortadan kaldırmıştı. O, beni etkisiz hale getirmek için beni takip ediyordu. Sonunda da hedefine ulaşmıştı.

Ben Andrey'e aynı bu şekilde anlattım. Üstelikte Sadık arkamda gizli bir organizasyon olduğunu çok kolay düşünebilirdi. Artık onun ne yapacağını nasıl davranacağını kimse bilemezdi. Gizli organizasyonumuzla ilgili daha sağlam kanıtlar elde etmek amacıyla bekleyebilirdi de. Neyse, Sadık artık tehlikeliydi dedim Andrey'e. Dahası biz haini yok etme... öldü...yani konuyu kapatmamız gerekir ve bunu benim yapmam gerekir dedim. Andrey'in durumu aynı şekilde organizasyonumuzun yöneticilerine iletmesini istedim.

Andrey şaşırmıştı. -Neden sen ve neden zorundasın bunu anlamıyorum dedi.

- Çünkü onda şüphe oluşmasına ben neden oldum. Daha dikkatli davranmalıydım. Önce mutfağa belki ahıra işe girmek için ricada bulunsaydım ve ondan sonra bu işi alsaydım. Ama ben boğayı boynuzlarında yakalamaya kalktım. "Beni patlatıcı olarak çalıştırsınlar diye yardım istemiştim ondan." Patlatma işlerinde kim kolay bir hayat arar ki. O da haklı olarak burada yanlış giden bir şeyler olduğunu anladı.

Aslında Sadık bozkır kurallarını ihlal etti, kardeşinin onuruna leke sürdü diye bir sürü şey söyleyebilirdim. Bu yüzden ben, hem Kazak hem bir bozkır delikanlısı hem de Akbayan'ın onuru benim için çok değerli olduğundan, ondan ben intikam almak zorundayım diyebilirdim...

Andrey - Yine de acele etmeyelim. O adamla konuşmak ne yazık ki nasip olmadı. Onun davranışlarında bir tuhaflık var. Sanki her şeyi bilerek yapıyormuş gibi. O kadar açık şekilde bir çocuk gibi bize meydan okuyor. Gizli organizasyonu ortaya çıkarmaya çalışan bir hain gizlice davranır. Bekleyelim. Zamanımız var nasıl olsa. Üstelikte Sadık'ın infazı, güvenliği uyandırır. Onlar kampta bir şeyler olduğunu hemen anlarlar. Ama sen Sabır, iki kat daha dikkatli ol. Birde bizimle bir müddet irtibata geçme.

Sadık ne yapmıştı? O da, önce benim gibi patlayıcı maddeleri bir gardiyan refakatinde taşıyordu. Ama son zamanlarda sahiplerinin nezdinde kazandığı güvenin ona çok faydası olmuş ve komutan onun gardiyansız çalışmasına izin vermişti. Artık Sadık'ı daha nadir ve sadece uzaktan görebiliyordum. Ama yine de her seferinde içimde ki her şey öfkeden yanıyordu. Benim komutanımın yasağı ve gözlerini bizden ayırmayan askerlerin varlığı, Sadık'ı benim intikam susuzluğumu gidermekten uzak tutmuştu.

Yazın ortasına doğru gizli tünelin kazımı sona ermişti. Ama bizim hâlâ patlayıcı maddelerimiz yoktu. Bölümümüzden bazıları madem bu tünel elektrik istasyonunu patlatmak için kullanamıyoruz en azından kaçış için kullanalım diye konuşmaya başladılar. Ama bunu duyan Andrey bizi toplayarak elektrik santralini havaya uçurmadan kaçmamızın mümkün olmadığını kanıtladı.

Çünkü o alan çok sayıda askerin koruması altındadır. Yani her şey yine gelip patlayıcı maddelere takılıyordu.

Şimdi ammoniti elde etme deneyimiz neyle bitecek, söylemesi çok zordu. Ben, madene geri gönderildikten az sonra bir saat içinde tüm esirlerin hayatını değiştiren bir olay oldu.

O gün bize biranda vardiya bitmeden birkaç saat önceden işi bırakmamızı emrettiler ve yukarı meydana götürdüler. Burada gece vardiyası için aşağıya madene inecek insanlar duruyordu. Ve yine ilk günlerde ki gibi köpekli askerleri, esir kampının yönetimini ve madenin yöneticisi Albay Vanter'i gördüğümde anlamıştım ki – önemli bir şey olmuştu.

Gardiyanlar bize bağırıyorlar, otomatik tüfekle tehdit ediyorlar, köpekler havlıyorlardı. Burunlarımıza, ayaklarımızın kaldırdığı sıcak havadan ısınmış ve yoğun alacakaranlıkta zor görünebilen tozlar vuruyordu. Sonra bir astsubay Vagner'e yaklaştı ve bir şeyler söyledi. Vanter elini salladı ve bir anda her taraf sessizliğe büründü. Almanlar meydanın sol köşesine döndüler.

O taraftan korkunç bir kafile görünmüştü: dört adam, yırtılmış gömleği ve binici pantolonuyla bir adamı yürütüyordu. Bu Sadık idi. Dünkü delikanlı yiğitten hiçbir şey kalmamıştı. Esmer mat yüzü kanlı morluklarla kaplanmıştı. Yırttık gömleğinden kırmızı izler görünüyordu. Ve daha dün bakışlarını kaçıran Sadık'tan farklı olarak, bugün kafasını gururla dimdik tutmuş, cesurca arkadaşlarının ve düşmanlarının gözlerine bakıyordu.

Sadık'ı Vanter'e yaklaştırınca kafile durdu. Ben onlara yakın duruyordum. Bu yüzden Vanter'in ve Sadık'ın bakışlarının nasıl kesiştiğini görmüştüm. SS'li dayanamayıp tercümana döndü ve konuşmaya başladı.

Bu en kötü hakaretlerle ve güçsüzlüğün verdiği öfkeyle dolu bir konuşmaydı. Vanter'in bizim için söylenmiş sözleri, biraz düzgün haliyle şöyleydi:

- Siz nankör domuzlarsınız! Soytarılar, ben sizi madene aldım. Böylece esirlikten, açlıktan ölmekten kurtardım. Ama siz beni nankörlük yaparak cevapladınız. Sabotajla ve yıkma ile teşekkür ettiniz. Kömürün her tonunun üçten ikisi taştan oluşuyordu. Ve bu sizin alçak bir ırktan olduğunuzu ve sizi vurmak, vurmak ve tekrar vurmak gerektiğini kanıtlıyor. Siz medeni bir dünyada yaşamaya layık değilsiniz! Çünkü siz vahşi hayvanlarsınız! Bu Asyalı – burada Vanter Sadık'ı göstererek, biz ona güvenip onu onurlandık. O ise iki yüz kilo Ammonit çaldı ve Almanların yüksek onurlu adına layık olmayan ve çok ağır cezalandırılacak olan bir sersemden de zaman ayarlı bir mayın satın almış. Patlatma noktasının nerede olduğunu saklıyor. Kendi suç ortaklarının adlarını söylemek istemiyor. Bu yüzden sizi uyarıyorum: maden patlarsa ilk önce madenin içinde bulunan sizin arkadaşlarınız ölecek. Bu amaçla biz, vardiyanın bir kısmını galeride bıraktık.

Vanter korkutmuyordu, o gerçekleri söylüyordu. Meydanda bizi dizerken ben yanımızda bazı arkadaşlarımızın olmadığını fark etmiştim.

Bu arada Vanter devam ediyordu:

- Dinleyin şerefsizler! Patlayıcı maddelerin ve mayının nerede saklandığını bize söyleyeceksiniz! Yoksa sizin gözlerinizin önünde onu vuracağız!

Alacakaranlık hava bu zaman zarfında karanlık olana kadar yoğunlaşmış, kampın üzerinde projektörler yanmış ve her şeyi ölü beyaz renkle aydınlanmıştı.

Bize verilmiş dakikalar, mezarlığa benzeyen sessizlik ile geçmişti. Sadece Alman albaylar birbiriyle konuştukları duyuluyordu.

Ben ne olduğu anlamaya çabalayarak dikkatlice Sadık'ın yüzüne bakıyordum. Neden ben bu kadar yanılmıştım, neden sonsuza dek güveneceğim adama güvenmemiştim? Ve neden o benden gerçek amacını saklamıştı? Ama Sadık'ın yüzü kayıtsızdı. Sadece gözleri normalden biraz fazla parlıyordu.

- Beş dakika geçti - dedi Vanter. Gri kuru cildinin altında dudaklarının olduğu yerde çene kasları şişmişti – Neyse, "kim kime daha fazla dayanır" oyununu bende severim. Şimdi biz tam tersini yapacağız. Dinle Asyalı, oyunun yeni kuralları. Ben sana beş dakika veriyorum. Eğer sen bombanın nerede olduğunu söylemezsen, biz senin arkadaşlarından on kişiyi öldüreceğiz. Daha sonra ben sana bir buçuk dakika daha vereceğim ve biz on kişi daha vuracağız. Ne kadar iyi düşündüm değil mi? Şimdi sen seç!

Kol saatinin bulunduğu kolunu kaldırdı. Üsteğmene emir verdi ve bizim sağ tarafımızda karşıda duran askerler tüfeklerini kaldırdılar. Sadık hiçbir şey demedi. Sadece gözlerini albayın kol saatine sabitlemişti . Sanki büyülenmiş gibi, saatin içinde saklanmış olan mekanizmanın yavaş vuruş seslerini dinliyordu. Ama daha sonra Sadık eliyle yüzünü yavaşça sildi, sanki görünmeyen bir maskeyi çıkartmıştı. Ben onun bu hareketini, taa çocukluğundan beri biliyordum.

Sadık'ın eli çenesinden kaymış ve aynı anda sanki o bu hareketiyle sinyal vermiş gibi; dikenli tellerin öbür tarafında bulunan elektrik santralinin bulunduğu yerde çok büyük bir patlama oldu. Ayaklarımın altında ki zemin titredi, yakında gerçekleşen patlama dalgasıyla kırılmış camların sesi geldi. Esir kampı karanlığa bürünmüştü.

Cephe arkasında askerlik yapan adamlardan oluşan gardiyanlar, karanlıkta boş boş koşmaya başlamışlardı.

- Yoldaşlar! Mümkün olduğu kadar gardiyanları silahsızlandırın! Planımıza göre grup halinde kaçın! – diyen birinin güçlü ve kararlı sesi duyuldu.

Evet. Her bölüm, elektrik santralinin patlatılmasından sonra nasıl ve ne zaman gideceğini biliyordu Ama kimse bu anın bu kadar çabuk ve bu kadar beklenmedik şekilde geleceğini düşünememişti.

Andrey dirseğime dokundu:

- Gidelim!

Ama bütün dikkatimi karanlıkta gizlenmiş meydanın tam ortasına vermiştim. Bağırışların, havlamaların ve ayak seslerinin arasında birkaç el ateş sesi duydum. Bu sesler, projektörlerin son ışıklarda tam olarak Sadık'ı gördüğüm yerden geliyordu.

Ben Andrey'e - Beni bekleme sen git dedim.

Karanlığa daldım ve Sadık'a takıldım. O yan dönmüş, kıvrılmış şekilde yatıyordu. Herhalde karnına mermi girmişti. Önünde diz çöktüm, yavaşça sırtüstü çevirdim.

- Sadık! Beni duyuyor musun? – diye seslendim.

- Sabır! Sen misin? - dayanılmaz acıdan sıkılmış dişleri arasından cevap verdi.

Onu omuzlarından kaldırarak – Ben seni götüreceğim. Özgürlüğe götüreceğim. Yeter ki sen dayan! – dedim.

- Gerek yok Sabır. Ben bittim. Kaç, boşuna zaman kaybetme –dedi Sadık kısık sesle – Eve dönersen selamımı söyle… Anneme, kız kardeşime. Benim her şey gerektiği gibi yaptığımı söyle.

Çok karanlıktı ama onun hafifçe gülümsediğini hissediyordum.

Az kalsın ağlayarak – Neden bize bir şey anlatmadın? diye sordum.

- Korktum. Bana inanmayacaksınız diye korktum. Eski bey'in oğlu, düşmanın hizmetçisi… İlk baştan her şeyi söylemem gerekirdi… Sonra da geç oldu. Sen bile bana inanmadın. Artık her şey bitti… Kaç, Sabır… Sen yaşamalısın…. Akbayan seni bekler! Ben ise….

Sadık bir şeyler daha söylemek istiyordu, ama ağzından bir hırıldama sesi çıktı ve o sonsuza dek sustu.

… Kargaşanın ortasında, düzensiz ateş sesleri arasında kaçıyorduk. Elektrik kesildikten sonra bir işe yaramayan telli çitlerin üzerinden geçtik ve şehirden üç kilometre uzaklıkta bulunan ormana gittik.

Bütün gece ormanda yürüdük. Peşimizden saldıkları köpeklerin kokumuzu bulamamaları için dereler boyunca dolandık. Ve sadece gündüz derin çalılarla kaplanmış vadide saklandığımız zaman, benim düşüncelerim Sadık'a kayıyordu. Arkadaşlarım, ağır yarı baygın uykuda yatıyor, ben ise Sadık benim görevimi kendine alarak, gayet mantıklı davrandığını düşünüyordum. O, benim için henüz imkânsız olan bu işi daha kolayca yapabilirdi. Bazen ona acı veren bir çaresizlik duygusu kaplamıştı diye aklıma geliyordu… olamaz mı? Tamamen yalnız mücadele etmek zorunda kalmıştı.

Bizim küçük grubumuzun Polonya tarafına nasıl geçtiğini anlatmayacağım. Bu ayrı bir hikâyeye layık, çok uzun ve çok zor bir yolculuktu. Nihayet biz, yoldaşlarımızın üçte ikisini kaybettikten sonra Polonya topraklarına ulaştık. Buralarda ki vatanseverler, partizanların bulunduğu yere ulaşmamamız için bize yardım ettiler. Yaptığımız şeye herkes mucize diyordu. Bizi, partizanların sakallı komutanının yarı toprak barakasına getirdikleri zaman, mutluluğumuzun sınırı yoktu. Buna rağmen kalbimde sevincin yanında Sadık' karşı duyduğum ağır suçluluk hissi yatıyordu…

Batima – Sabır abi! Kendinizi yiyip bitirmeyin! Bu durumda herkes yanılabilirdi dedi. Onlar bambaşka koşullardı. Açlık, çaresizlik, sürekli devam eden ölüm tehdidi.

- Ama o bana güveniyordu! – dedim onu tersleyerek.

Batima beni üzüntülü düşüncelerimden uzaklaştırmak isteyerek:

- Sonra ne oldu?

- Teşekkür ederim Bateş. Sonra ben Andrey ile birlikte düzenli ordu saflarında savaştım. Omuz omuza. Komutanlarımız bizi defalarca savaş madalyalarıyla onurlandı. Biz gerçekten kendimize acımadan savaşıyorduk. Sadık'ın intikamını almak istiyorduk, diğer birçok arkadaşımızın da. Biz Vanter ile karşılaşmayı ve onu kendi ellerimizle adalete teslim etmeyi hayal ediyorduk. Ama savaş tıpkı sınırsız bir okyanus gibi ülkeleri ve halkları işgal etmişti. Bu durumda bir kişiyi nasıl bulabilirsin?... Sonra çok ağır yaralandım. Beni cephe arkasında ki askeri hastaneye götürmüşler. Diyebilirim ki hayatla ölüm arasında ince bir ipte gidip geliyordum. Doktorum ise Tatyana idi.

- Demek siz böyle tanıştınız?

- Tanıştık sözü az kalır. O beni kurtardı, hayata döndürdü. Tabi ki servise hazır bir tabakta değil. Beni öbür dünyadan bu dünyaya geri getirmek için bayağı uğraştı…

- Demek ki sizi sadece aşk bağlamıyordu – dedi düşünceli şekilde Batima.

- Evet, sadece aşk değil – diye tasdik ettim.

Beni ve Tatyana'yı başka neyin kaynaştırdığını anlamaya çalışırken, Batima susmuştu. Ben de düşüncelere daldım. Yatağa zincirlemiş bir adamın, toprak üzerinde serbestçe hareket edebildiği zamanlarda ne yaptığını ne ettiğini incelemekten başka ne yapabilirdi?

Evet, Tatyana beni hayata döndürmüştü. Ama hayat nedir? Proteinin var olmasının bir formu mu? Başka? Tanya bunu düşünmüyordu. O bir doktor idi ve hayatım için mücadele ediyordu o kadar! Ve o kazandı – ben yaşadım! Ne kadar daha yaşayacağım? Bunu kimse bilemez. Aslında hiçte önemli değil. "Ne kadar" değil – "nasıl" yaşadığın önemlidir. Belki bugünlerde bilim adamları mucize bir ilaç yaratacaklar ve ben bin yıl daha yaşayacağım? Ama bin yıl, Sadık'ın yirmi yıl süreli kısa hayatıyla aynı değere sahip olacak mı acaba? İşte soru bu Sabır Şakirov!

Hayatımızda ne kadar farklı insanlarla karşılaşıyoruz: iyi, kötü! Sonra birçoğunu unutuyoruz. Sadece sayılı insanlar hafızamızda sonsuza dek kalıyorlar. Bu insanların görünüşü sanki altından dökülmüş gibi. Altın değerli metal olduğu için değil, altının rengi hiç solmadığı için. O ılık, sanki canlı… İşte Sadık da benim için böyle biri olmuştu. Ve çok zor bir karar vermek gerektiği zaman ben: "Yerimde olsa Sadık ne yapardı acaba?" diye düşünüyordum. Gözlerimi kapatıyorum ve önümde Sadık'ın gençlik zamanlarda ki hali duruyor: Uzun boylu, yakışıklı, boylu poslu, Akbayan'a çok benzeyen ama erkeksi yüzüyle. Ve kulaklarımda onun son sözleri: "Memleketimize dönersen selam söyle…"

Sadık'ın selamını iletmemi istediği kişiyi ben biliyordum. Sadık için değerli insanlar arasında Sakıpjamal adlı bir kızda vardı. Sadık ona samimi şekilde Sakiş derdi – dolgun dudaklı, gülen gözlü, esmer ciltli, güzel bir kız.

Dediğim gibi Sadık benim onun kız kardeşine karşı hissettiğim aşkla dalga geçiyordu. Ve Sakiş'e olan ilgisi güya şaka gibiydi. Ama herkes bir bakışta – onun için çok değerli biri olduğunu hemen anlıyordu. Bir gün ben Sadık'ın şakalarına kızıp:

- İtiraf et Sadık, sen ona deli gibi aşıksın! – dedim

- Kime aşığım? – dedi Sadık mahsustan şaşırmış gibi yaparak.

- Sakiş'e.

- Ne diyorsun sen Sabır? Aşk sadece sınamalarla kendini gösterir. Hayatta her şey bu kadar kolay ve basit oluyorsa, aşk neyden oluşur?

Benim gururlu ve kendini seven arkadaşım, gerçek bir erkek kendi duygularını göstermemeli diye düşünüyordu. Sakiş ise Sadık'a olan aşkını hiçbir zaman saklamıyordu. Onun gözleri, gülüşü herkese söylermiş gibiydi: "Evet, ben onu seviyorum. Bakın ne kadar mutluyum!" Cepheye gitmeden kısa bir zaman önce:

- Sabır, eğer ona bir şey olursa ben bir gün bile yaşayamam!demişti

Karaganda da hastanede yatarken ben sık sık Sakiş'i düşünüyordum: Nasıl bir hayat yaşıyor acaba? Sadık'ın hatırasına layık mı?

Tedavim bitip te Mıskazgan'a döndüğüm zaman Sakiş bana geldi ve ben onun yiğidinin arkadaşlarına yardım etmek ve düşmanlardan intikam almak için kendi hayatını nasıl feda ettiğini anlattım. Sakiş elleriyle yüzünü kapatıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Evimden sallanarak çıktı. Ben onu tutmadım. İnsan acının ilk dakikalarını yalnız yaşamalıdır. Ama sonra fırladım – Sakiş'in Sadık'ın ölümüne dayanamam dediğini hatırladım…

İyi ki Sakiş kendine bir şey yapmadı. Ama çok sessiz ve sakin biri oldu. Birkaç gün sonra da Mıskazgan'dan gitti. Nereye gittiğini tam olarak bilemedim. Biraz zaman geçince de Sakiş'i unuttum, Sönmüş yıldızların unutulduğu gibi. O gerçekten Sadık'a ışık veren bir yıldız idi. Ve sanki Sadık'ın ölümüyle birlikte onun yıldızı da yok olmuştu.

Sadece geçen sene kuruluşun işleri için gittiğim Alma-Ata'da, tamamen tesadüf eseri Sakiş'i görmek nasip olmuştu. Uzun bir toplantıdan sonra konuk evine kadar yürüyerek gitmeye karar verdim. Biracık hava almak istiyordum. Ve o anda sokakta Sarsen bana seslendi. Ben onunla birlikte okumuştum ve bu ana kadar, kim bilir kaç sene görmemiştim. İlk bakışta benim eski sınıf arkadaşımın hayatında başarılı ve şanslı olduğu anlaşılıyordu. Üstünde mükemmel bir gri takım elbise, moda ayakkabı, altın çerçeveli gözlük vardı. Timsah derisinden yapılmış kalın şık portföy çantası, Sarsen'in elini aşağıya doğru çekiyordu. Ama güzel hayatının esas kanıtı – yüzünün sanki her hücresinden yayılan sakinlik ifadesiydi.

Aslında biz hiçbir zaman çok samimi değildik ama yine de karşılaştığımıza çok sevinmiştik. Sarsen beni evine davet etti. Yolda kısaca kendini anlattı: okuldan sonra teknik üniversitesini bitirmiş ve kısa bir zaman öncede doktora tezinin kabul edildiğini anlattı. Son bilimsel keşiflerle ilgili onun soyadını duydum mu diye hatırlamaya çalıştım ama hatırlayamadım ve bilimin gelişimine çok fazla dikkat etmediğim için üzüldüm.

Bu arada Sarsen ise kendi ailesini anlatıyordu.

- Karım benim, ha bu arada o da bizim Mıskazgan'lı dedi– benim için bunun suyunşi – hoş haber – olacağını düşünerek.

Ve karısını övmeye başladı.

Biz çimenle, kavaklarla ve huş ağaçlarıyla sarılı çok katlı bir binanın yanında durduk.

Sarsen heyecanla – Ben burada oturuyorum – dedi. Bu arada bu binayı özel bir projeye göre inşa etmişler. Şehir komitesi Bilim akademisi için dört daire ayırmıştı. İşte gördüğün gibi dairelerden biri bana – senin zavallı hizmetkârına nasip oldu dedi.

Gürültüye koridorda genç güzel bir kadın girdi. Yüzü bana tanıdık gelmişti.

Sersen – İşte bu benim Sakiş – dedi.

Ve bu isim bana geçmişte kalan, yarı unutulmuş bir şey hatırlattı. Ben nerede karşılaşmıştık diye soracaktım ama Sarsen elimi tutup daireyi göstermek için götürdü. Dairede ki zemin o kadar temiz parlıyordu ki, sanki az önce bir kedidiliyle silmiş gibi görünüyordu.

Sahibi bir rehber gibi beni bir odadan diğer bir odaya götürüyor, yurt dışından gelen mobilyaya ve el yapımı halılara dikkatimi çekiyordu. Mutfaktan fırında pişmiş taze yumuşak etin aroması geliyordu.

Yemek odasına ulaştığımız zaman bizi hazır bir sofra ve gülümseyen ev hanımı bekliyordu.

"Sakiş, Sakiş" – hafıza dosyamda ki isimleri tarıyordum. Bu isim ve sanki sürekli gülümseyen bu gözler, bana kimi hatırlıyordu?

- Tuh-tuh-tuh! Sabır abi, yoksa beni tanımadınız mı?

Ve o anda onu tanıdım! Ama o şimdi geçmişte kalan Sadık'ın ölümünü duyup acı acı ağlayan kıza hiç benzemiyordu… Hem zaman hem de evinde ki mutluluk, Sakiş'i çok değiştirmişti. Ben ise nedense o bütün hayatını yasta geçirmelidir diye düşünüyordum.

Felsefik şekilde kendi kendime "Neyse. Hayat devam ediyor." dedim.

Beni sofraya oturttular. Sarsen'i tekrar onun bilimsel işleriyle ilgili olarak sorgulamayı denedim ama o hâlâ ciddi konuşmalardan kaçınarak kendini kaybedip, bir yerden alabildiği giyimleri ve ticaretle uğraşan tanıdıklarını anlatıyordu… Yanımda eşyaların hayatının anlamı olan tipik bir kullanıcı kişinin oturduğunu anladım. Belki araştırma enstitüsünde kendi dalında faydalı ve gerekli işler yapıyordu ama ona daha yakın daha anlamlı olan, bu dolapların, tabak çanak takımlarının ve pahalı giyeceklerin dünyası idi.

Ben Sakiş'i izliyordum. O mutluydu. Kocasının dünyası onunda dünyasıydı. Kocası zavallı evsel planlarını anlatırken onunda gözleri heyecanla parlıyordu. Sakiş bana, az kaldı yakında bir araba satın alacaklarını söyledi.

İkinci çayı reddettim – bana artık zehir gibi geliyordu – çok işim var diye mal sahipleri ile vedalaşıp gittim.

Batima düşünceli – Hayatta neler oluyormuş neler: savaş, ağır yaralanma ama bunun sayesinde siz müthiş bir insanla tanışıyorsunuz. Tatyana ile dedi.

- Yanılıyorsunuz. Ben onu daha önceden tanıyordum. Savaştan çok daha önce dedim ve Batima'nın şaşkınlığı görünce gülümsedim.

Ama tanrım kadınların ilgisini çekmek ne kadar kolay! Çadırın gölgeliğini indir ve o hemen kesin olarak, perdenin arkasında bir sır olduğunu zanneder.

Kalktım ve sokağın karşısına koştum. Sol ve sağ tarafımda birliğimin askerleri ağır adımlarla yürüyordu. Sadece binanın kalıntılara kadar ulaşmak ve orada saklanmam lazımdı. Ama Alman topçular yetişmişti. MG ile sokağı taradı ve benim iki ayağımı birden delik deşik etti. Yine de kendimi çok şanslı sayabilirdim, çünkü kemiklerim kırılmamıştı. Birde yaralarıma mikroplar girmiş ve kangren başlamış olsaydı… Bunu ancak hastane şekline getirilmiş trende fark etmişlerdi…

Ben çok yüksek ateşten baygın durumdaydım ve beni istasyonundan hospitale götürdüklerini, koridorda sedyeyle taşıdıklarını, yatağa yatırdıklarını hatırlamıyordum. Çok uzun bir süre hiçbir şeyi hatırlamıyor, hiçbir şeyi anlamıyordum. Kendime geldiğimde ve etrafı biraz algılamaya başladığımda üzerime eğilmiş genç ve sarışın bir kadın gördüm. Kaçıncı gündü – ikinci mi, üçüncü mü ya da onuncu mu bilemiyorum.

- Merhaba Sabır. Neyse artık en zor dönem geride kaldı. Atlattık. Kendi ayaklarına basarak yürüyebilirsin dedi kadın ve sanki kendisinden bahsediyormuş gibi mutlu mutlu gülümsedi. O zamanlar cerrahlar iki ayağımı kesmeyi planlıyormuş ama Tatyana'nın bilindik tedavide ısrar ettiğini henüz bilmiyordum.

-Siz tabi ki beni tanımadınız. Aslında şimdi aklınız başka bir şeyle meşgul dedi ve yastığımı düzeltti.

Başım, tıpkı dökümden yapılmış gibi çok ağırdı.

Yavaşça ve zorlanarak dilimi kıpırdattım – Neden tanımadım? Tanıdım. Sız Tatyana jan, Tanya Tanyuşa dedim.

" Tatyana jan, Tanya Tanyuşa" bizim Mıskazgan'da herkes yumuşak karakteri yüzünden genç doktoru işte böyle adlandırıyordu. Ama benim onu hatırlamak için özel nedenlerimde vardı. Akbayan ile ilgilenen Aljan'ın yanındaydı. Ve o kederli akşamda neler olduğuna dair her şey en ince ayrıntısına kadar hafızama kazılmıştı.

Kafamı yastıktan kaldırmaya ve etrafıma bakmaya çalışırken - Demek ayaklarım sağlam. Teşekkür ederim. Nerdeyim ben? Hangi şehirdeyiz? – diye sordum ben.

Tatyana serin elini alnıma koydu – Kalkmayın. Karaganda'dasınız diye cevap verdi.

Ben sustum ve gözlerimi kapattım. İşte evdeyim. Orda Almanya'da iken büyük hayalim – bozkır toprağını avuçlayıp öpmek idi. Dünyada her yer güzeldir, ama insanın kendi memleketinden daha iyisi yoktur, görünüşü sert ve somurtkan olsa bile. Hastane odasında o anda benden daha mutlu bir insan yoktu galiba!

Ve başım da dökümden de değil yabancı da değildi ! Sanki hayata yeniden dönmüştüm!

- Sizi getirdikleri zaman ben Mıskazgan'a mektup yazmıştım. Ve bugün sizin hemşerileriniz hastaneye geldiler. Nasıl olduğunuzu öğrenmek istediler.

Sevinçten o kadar delirmiştim ki; onun sesi bana sanki iyi meleklerin bulunduğu yerden, taa gökyüzünden geliyordu.

Kimdi acaba? – sıradaki sürprize şaşırmadan sordum.

- Sizin eski arkadaşınız Akbayan ve kocası.

Ben sanki şekerden yapılmış gibi eriyordum. Bir günde bu kadar çok iyi haber olur mu: ayaklar, Karaganda, işte şimdi de Akbayan. Bu gidişler kafayı sıyırabilirdim!

Sonra irkilerek – Kocasıyla mı dediniz? diye sordum.

-Evet. Adı - Aljan Bekenov. Belki hatırlarsınız. Siz savaşa giderken o madende başmühendis idi. Aljan size en samimi selamlarını iletmemi istedi.

Demek ki en korktuğum şey olmuş: o evlenmişti. Ve ben bunu bunca yıl tereddütle beklediğim için bu haber bana çok fazla etkilememişti. Aynı zamanda savaş yılları boyunca ben olanların bir yanlışlık bir kaza olduğunu umut ederek yaşıyordum ve benim altın kuşum hâlâ beni bekliyor diye umut ediyordum. Umut bende yaşıyordu, bende bu umuda cankurtaran simidine sarılır gibi sarılmıştım. O beni kurtarıyordu. Ama şimdi benim için tehlike geçince umuda ihtiyacım kalmamış gibi o da bir serap gibi yok olmuştu.

- Akbayan size yazmaya söz verdi – dedi Tatyana

Bana ne yazabilir ki? Yoksa Aljan'dan hayal kırıklığına uğramıştı? Ama o zaman neden birlikte gelmişler ve o ne hakla bana sıcak selamını iletiyordu?

Daha sonra ki günler ben kendimi, Akbayan'ın beni ilgilendirmediğine ikna etmeye çalışıyor, aynı zamanda ondan mektup bekliyordum. Mektup iki hafta sonra geldi. Ben o zamana kadar yataktan kalkmıştım ve yemekhaneye bile kimsenin yardımı olmadan kendim gidebiliyordum.

Akbayan: "Sabır. Birkaç gün önce sana uğradım, kocamla ve eyerim ile birlikte…"diye yazmıştı.

Dur bakalım! Neler yazıyor bu? Eyer nereden çıktı? Eğer Aljan eyer ise demek ki Akbayan eyerin altındadır. Ne bu şimdi– şikâyet mi yoksa kendi kendini aşağılama mı?

Ama hemen kendi kendime sırıttım, "er" kelimesi aynı zamanda cesaret, cesurluk anlamında da kullanılabilirdi. Ve Akbayan kocasının da işte böyle biri olduğunu söyleyecekti.

Akbayan yazısının devamında: "Bana cepheden yazdığın mektupları aldım. Ama cevap yazamadım. Sana daha çok acı çektirmek istemedim. Savaş zaten çok zor. Ama sanırım şimdi sen galiba biraz sakinleştin ve bende bu yüzden mektup yazmaya karar verdim. Hayatımda ne mi var? Aljan Bekenov ile evlendim, belki onu hatırlarsın onu. Sizin madenin başmühendisiydi. Biz birlikte oldukça iyi yaşıyoruz. Mıskazgan'da bu yıllarda çok şey değişti. Kısa bir zaman önce üç tane kuruluş oluşturuldu ve Aljan onlardan birinin müdürü olarak atandı. Ben Üniversiteye gitmedim. Aslında zamanım da yoktu. Kocamın işi çok önemli ve zor. Benim görevim ise, kocam işten gelince iyice dinlenebilsin diye evde her şeyin güzel ve iyi olmasını sağlamak. Açıkçası okumayı çokta istemedim. Hayat kısa ve bütün bir hayatı kitaplarla geçirmek, üstelikte de diploma asla lazım olmayacaksa – anlam görmüyorum. Aljan hayatta kaldığı müddetçe istediğim her şey olacak benim. Savaşa gittiği arkadaşların hakkında hiç bir şey bilmiyorum. Kalanlar ise hâlâ basit işçiler olarak madenlerde çalışıyorlar. Yani gökyüzünden yıldızları yakalamaya çabalamıyorlar. Gelirsen kendin görürsün diye yazmıştı.

İşte bu kadar. Biz Aljan ile birlikte sana acil şifalar temenni ediyor bir an evvel sağlığına kavuşmanı diliyoruz. Akbayan"

Mektubu tekrar tekrar okudum. Satırlar arasında küçücük bir sevgi kırıntısı bulmaya çalıştım. Ama mektup daha çok resmi bir tebligata benziyordu. Akbayan bana çok şey anlatmak zorunda olduğunu çok iyi anlıyordu ve bu yüzden en kolay ve en risksiz (tabi ki kendisi için) yolu seçmişti. Mektubu okuduktan sonra bütün gece uyamadım. Erkek olmama rağmen gözyaşını bolca akıttım. İyi ki savaşta defalarca ölümü gören bir erkeğin nasıl ağladığını kimse görmemişti. Ama sorun şu ki, işte o anda ben Akbayan'ı kaybettiğimi anlamıştım. Bunca yıl kendi kendini aldattığını anlamak, çok kötü bit duygudur. Kendim uydurduğum kişiyi seviyordum. Benim altın kuşum, sadece eti seven siyah bir karga çıkmıştı. Gönlümde incilerden ve pırlantalardan dokunmuş bir sürü sözler vardı. Ama onları armağan edecek biri artık yoktu.

Sabah yaralıları ziyaret ederken Tatyana benim bir şeyim olduğunu fark etmişti. Ateş ölçme listesine baktı, nabzımı kontrol etti.

- Sizi bugün hiç beğenmedim. Bir şey mi oldu Sabır? diye sordu ve dikkatlice yüzüme baktı.

Ben sorusuna soru ile cevap verdim:

- Tanya, Aljan nasıl biridir acaba söyler misiniz?

- Hiç fikrim yok. Ben onunla sadece bizim hastanenin işleriyle ilgili görüşüyordum. Enerjik bir adamdır. Daha ne ? Derler ki mühendis olarak da fena değilmiş…

- Siz onu daha yakından tanıyorsunuz diye düşünmüştüm.

Ve o anda Tatyana'nın yüzünde "Aa, siz onu mu soruyorsunuz?" ifadesi ortaya çıktı. O da Aljan'la birlikteyken Akbayan ve beni gördüğü akşamı hatırlamıştı.

- Bizim birlikte olduğumuzu mu zannettiniz yoksa? Hayır, biz şeflikle ilgili işleri konuşuyorduk. O zamanlar madeniniz bize küratörlük yapıyordu.

- Yine de o zamanlar Aljan ile ilgilenmediğiniz doğru olamaz dedim muzaffer bir edayla.

Aklımda onun tecrübeli bir zampara olduğunu düşünüyordum.

- Hayır ilgilenmiyordum.

- Mümkün değil! dedim tekrar.

- Biz sadece köyün etrafında dolaşıp işler hakkında konuşuyorduk. Başka …. Biz çok farklı insanlarız. Tanıştığımızın birinci günü o bana çok ters bir adam gibi gelmişti. Sizde dedikleri gibi; deveyi halı altında saklayamazsın, kötü insanı da bir akşamda tanırsın. İlk bakışta sadece aşk değil antipatide doğabilir. O da galiba bunu hissetmişti.

- Gördünüz mü? Sizde onun kötü biri olduğunu hemen çözmüşsünüz.

- Ben öyle bir şey demedim. Ben antipatik olmasını kastediyordum – diye düzeltti beni Tatyana.

- Akbayan da bunu görmüyor! dedim acıyla.

Tatyana tekrar bana dikkatlice baktı.

- Belki Akbayan sadece bunu görmek istemiyor. Boşuna demiyorlar biz kadınlar – sırlarla dolu yaratıklarız diye şakalaştı. – Bazıları olgunlaşmış elma gibi dişler için uygundur, bazıları ise ceviz gibi serttir. Ve sıklıkla bir kadının elma olduğunu zannedersin, gerçekte anlarsın ki aslında o sert bir cevizdir. Bir de herkes aşka kendi gözleriyle bakar. Kendine gereken şeyleri aşkta bulmaya çalışır….

- Evet, orası öyle. Herkes "aşk" kavramını kendine göre değerlendirir.

- Sabır, siz galiba Akbayan'ı seviyorsunuz; öyle değil mi? Keşke bilseydim… dedi Tatyana utanarak.

- Yok böyle bir şey. O benim için sadece ölü bir arkadaşımın kız kardeşi, o kadar.

Bunu söyleyerek ben galiba Tatyana'yı durumun tam aksi olduğu konusunda ikna etmişimdir.

- O zaman Aljan hakkında konuşmayı bırakalım. Bu sizi fazlasıyla heyecanlandırıyor. En iyisi sizin sağlığınız iyiye gidiyor diye sevinelim.

Bir anda sinirlerim bozuldu. İçimde yıllar boyunca birikmiş her şey attım: esirlik, savaş ve umutsuz aşk!

- Ben her şeyin iyi gitmesini istemiyorum! Artık benim ayaklara ne ihtiyacım var? Boşuna uğraştınız, doktor hanım! Boşuna!

Ne kadar uzun süre saçmaladığımı bilmiyordum. Daha sonra Tatyana ile sanki bu patlama hiç yaşanmamış gibi bu konu hakkında konuşmadık. Ama ben o anda kontrolümü kaybetmiştim ve nişan alıp ateş ettiğim kişi de hiç suçu yokken Tanya olmuştu.

Yumuşak bir sesle - Sakin olun Sabır, sakin olun. Size bir şeyler oldu ve neler söylediğinizin farkında bile değilsiniz dedi.

- Hayır. Sizin suçunuzdu. Hayatıma karışmaya ne hakkınız var dedim ve bağırmaya devam ettim. Ama içimde hiç hakketmeyen bir insana karşı kırıcı ve haksız yere gereksiz sözler söylediğimi anlıyordum.

Tatyana hafifçe beyazlamış bir yüzle- Tamam Sabır, ben gidiyorum. Yeter ki siz sakin olun dedi.

Hemen bana sırtını döndü ve odadan çıktı.

Yetmezmiş gibi yaşadığımız her şey komşunun gözlerinin önünde olmuştu. Bu iyi huylu Ukraynalı hasta, taburcu olmayı bekliyordu ve hemen hemen bütün zamanını koridorda iyileşmiş arkadaşlarının yanında geçiriyordu. Bugün ise sanki özellikle yapmış gibi konuşmamızın sonuna doğru odaya gelmişti.

- Yahu sen! Bu kadar iyi bir kadına nasıl hakaret edersin. Hâlbuki o senin için neler yaptı neler. Ayakların olmasaydı nasıl madenci olabilecektin. Kendi elleriyle sana şeyi.... Nasıl deniyordu söylesene şunu... hah tamam penisilin iğnelerini yapıyordu. Ben zaten utançtan yerin dibine girmiştim ama yetmezmiş gibi bir de o sitem ediyordu. Sustum ve yüzümü duvara çevirdim. Tatyana ya kırılmıştı ya da beni sinir etmek istememişti. Belki de başka nedenleri vardı. Yaklaşık on gün bizim odamıza hiç gelmedi. Onun yerine başka bir doktor gelmişti. Kendime nasıl hakaretler ettim. Kendi kendime neler neler söylüyordum. "Tamam, sende bir sorun var. Acı çekiyorsun. Ama ne hakla insanlara acı çektiriyorsun. Şimdi savaş var. Bizim gibi bu hastanede kim bilir kaç zavallı kişi var. Birinde bir problem öbüründe başka bir problem. Herkes kendi öfkesini doktorlardan çıkartmaya kalkarsa ne olacaktı."

Bizi neden başka bir doktor tedavi ediyor diye hemşirelere sordum. Onlarda, Tatyana hanımın şimdi ameliyathanede çok fazla çalışmak zorunda olduğunu, hastanede cerrah yetmediğini üstelikte yaralı akışının hiç bitmediğini söylüyorlardı. Cephede ki durumu takip eden herkes, ordumuzun büyük saldırıyı gerçekleştirdiğini biliyordu. Saldırı varsa kurban çok olurdu. Savaşın kuralı buydu.

Ameliyathanenin yanında ki koridorda Tatyana'yı yakalamayı denedim. Ama her seferinde yanımdan o kadar yorgun halde geçiyordu ki, onu durdurmaya dilim elvermiyordu. Ben anlıyordum. Onun için en iyisi yatağa ulaşmak ve uyumaktı. Ne kadar sık onu düşünsem bu iyi kıza karşı sempatim o kadar büyüyordu.

Galiba şöyle oluyordu: Hoşlandığın insanı ne kadar çok düşünürsen, sempati de o kadar derin bir duyguyu dönüşüyordu. Aynen benim Tatyana'ya karşı olduğu gibi. Ona ihtiyacım olduğunu hissetmeye başlamıştım. Onu düşünürken onun görünüşünü, gülüşünü, kafasını döndürüşünü hayal ediyordum. Ben onu kırmıştım. Yaralamıştım ve bu suçluluk duygusunun yanında şefkatli, nazik hisler oluşuyordu. Yani, koruyacak kimsesi olmayan birine karşı yakınlık duymaya başlamıştım. Sonra Tatyana bir gün odamıza geldi. Bir yataktan diğer yatağa geçiyor, yaralılara sorular soruyordu. Stetoskop ile dinliyor, tansiyonlarını ölçüyordu. Sıranın bana gelmesini bekliyordum. İşte, Tatyana bana yaklaşmıştı:

- Merhaba Sabır. Nasılsınız bakalım.

Onun sesinde kırgınlığın gölgesi bile yoktu.

Yalvararak - Tanya. Beni affedin! Ne olur. Beni ayağa kaldırmak için neler yaptığınızı çok iyi biliyorum. Size teşekkür etmek, minnettar olmak yerine kendimi...son... gibi davrandım dedim.

Ben uygun bir kelime bulana kadar Tatyana sözümü kesti.

- Siz beni düşünmeyin Sabır dedi ve gülümsedi. Sizin için çok zor zamanlardı. Ama çaresizlik duygusuyla mücadele etmek lazım. Yani, size acı çektiren şey ne olursa olsun, kendinizi ancak siz kurtarabilirsiniz ve tıbbın bu konuda size hiç bir yardımı olmaz.

Tabi ki o, benim sinir bozukluğumun Akbayan'ın gelişiyle ve benim o kadına olan aşkımla doğrudan alakalı olduğunu anlamıştı.

Ben inanmayarak - Bu hastalıktan kurtulmak mümkün mü sizce diye sordum.

Tatyana açık açık - Bilmiyorum. Ama siz gençsiniz, gücünüzde yerinde. Gençlik insanı birçok problemden kurtarabilir. Her şey yoluna girecek dedi.

Aşırı meraklı komşu - Doktor. Onun nesi var ki? diye sordu.

Tatyana şakayla - Nasıl desem tıp henüz bunun adını koyamadı dedi.

Adam saygıyla - Haaaa! dedi.

Tatyana haklıydı. Acı, insanın içinde saklanmış onu yiyip bitiren bir yılandır. Bundan ancak acı veren nedenlerle birlikte kurtulabilirsin. Ya bunu yapmak mümkün değilse. O zamanda insan kendi acısına alışıyor. O seni içten içe kemiriyor. Ama sen rol yaparsın, fark etmemiş gibi yaparsın ve bazen gerçekten öyle olduğuna emin olursun. Her şeyin çok iyi olduğuna inanırsın; ta ki yılan kendini hatırlatana kadar...

Aynısı bana da olmuştu. Akbayan'ı unutmakta çok zorlanmıştım. Kendimi korumak için sanki ismini bile söylemeyerek başka isimler telaffuz ediyordum - Tatyana, Tanya, Tanyuşa... Kendi kendime soruyordum. "Ne oluyor sana? Aşk ölmez diye düşünen sen değil miydin? Yoksa sen Akbayan'ı sevmekten vaz mı geçtin de çabucak başkasını sevdin?" deyip kendi kendime cevaplar veriyordum. "Akbayan benim için öldü. Artık ineğin yerine sarılmış kumaşı göstererek yanıltılabilen bir buzağı da değildim. Benim hayatım yeniden başlıyordu. İşte bu kadar."

Yeni bir hayata başlamak, yeniden sevmek demekti. Çünkü aşk olmadan hayat olmaz. Gerçekten o zamanlar Tatyana'ya minnettarlığımın, onu görme isteğimin aşk olduğunu düşünüyordum. Kendi şansıma inanamıyordum...

Tabi ki benim yeni aşkım (şimdilik böyle adlandıralım) Akbayan ile olduğu gibi beni ateşli yakmıyordu. Düzdü, sakindi ve bu farkı kendime; eski zamanlarda ateşli biri olduğum, şimdi ise hem atak olmanın tehlikesi, hem esirliğin icabeti, hem kadınların kurnazlıklarını yaşadığım için hayatın akıllandırdığı bir asker olduğum şeklinde izah ediyordum. Yani, neyin ne olduğunu çok iyi anlayan bir adam olmuştum.

Defalarca ölümün kucağına oturmuş ve savaşta yaralanıp iyileşmiş biri için aşktan daha iyi bir ilaç olmazdı. Durumum hızla iyileşiyordu. Beni en çabuk şekilde taburcu etmeleri ve cepheye göndermeleri için yalvarıyordum. Ama hemşire - Doktorların fikrine göre iyileşmem için minimum bir hafta daha lazımmış. Çünkü kangrenin etkileri hâlâ kendini gösteriyor dedi.

Ama ben hemşireye inanmamıştım ve şikâyet için Tatyana'ya gittim.

O, doktor odasına yalnızdı ve masada bir hastanın öyküsünü yazıyordu. O kadar yorgun görünüyordu ki kalbim parçalanmıştı.

Beni cepheye göndermeleri için yardım etmesini istemeye gelmiştim. Benim faşistlerle soracak hesabım vardı. Bu yüzden odada satranç oynamak ya da hastane bahçesinde dolaşma hakkım yoktu.

Tatyana konuşmamı dinledi. Kafasını kaldırmadan: - Sabır. Sen daha dün taburcu olacaktın ama bir hafta daha kalmanda ısrar ettim.

Yanlış duyduğumu zannetmiştim. Yani diğer doktorlar benim sağlığımda bir problem olmadığını düşünürken Tatyana özellikle Tatyana, tam yedi gün için beni tutmuştu. Hâlbuki ben cepheye gitmek için can atıyordum. Hastane o kadar doluydu ki, yaralılar hem odalarda hem de ikinci ve üçüncü katın koridorlarında yatıyorlardı.

Hiçbir şey anlamamıştım - Neden bunu yaptınız diye sordum.

O bana bakarak çok sakin bir şekilde:

- Çünkü sizin sağlığınız benim için çok önemli dedi.

Bu sözler bir aşk ilanı gibiydi. Şaşırdım. Ama sonra elim istemeden onun saçlarına dokundu. Saçlarını okşadım.

- Ne kadar yumuşak saçlarınız var!

O benim elimi tuttu ve sıcacık yanağına götürdü. Eğildim, yüzünü kendime çevirdim ve dudağından öptüm. O da hafifçe karşılık verdi. Sonra onun başını göğsüme yasladım.

- Kalbin nasıl da atıyor. Bazen çabuk atıyor, bazen de sanki hiç yokmuş gibi dedi.

Ben endişelenmiş gibi - Bu kötü mü doktor? diye sordum.

O da şakayla - Aslında evet. Yine de ben bu sefer nedense durumunuzdan endişe etmiyorum hasta diye cevap verdi. Ama siz şu boş sandalyeye oturursanız daha iyi olur dedi.

Savaştan önce Mıskazgan'a geldiğinde ben, komsomol komitesinin görevlendirmesiyle bizim gençlerimize bir konuşma yapması için rica etmek amacıyla gittiğimden beri beni beğendiğini itiraf edecekti. Ama bana bunu çok sonra söylemişti. Şimdi ise birbirimizin karşısında öylece oturuyorduk. Bir doktor ve muayeneye gelen bir hasta. Oturuyorduk ve susuyorduk.

Ayağa kalkıp - En kısa zamanda taburcu olmam lazım dedim.

Üzüntülü şekilde gülerek - yarında olabilirsin, eğer istersen. Yine de savaşa gitmek için sana izin vermezler. En az bir iki ay akrabalarınızda kalmanız gerekecek. İşte gördüğün gibi suçum o kadar da büyük değilmiş dedi.

Dediği gibi de oldu. Hastaneden direk savaş komitesine gittim. Yalvardım. Kızgınlıkla masayı yumrukladım ama bana sadece buradaki insanlarında en az benim kadar iyi olduğunu söylediler. Onlarda cepheye gitmek için can atıyorlardı ama yasak yasaktır ve elimde ki evraklarla tek bir yolum varmış. Durmadan annemim ve babamın evinde istirahat etmem gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Yani ancak sağlığım tamamen normale döndükten sonra başka bir konuşma yapılabilirdi.

Aynı gün Tatyana beni tren istasyonuna uğurladı. Ben trene bindim ve Mıskazgan'a gittim. Tek evladının savaştan sağ salim geldiğini gören annemin ve babamın sevincini sözlerle nasıl anlatabilirdim. Sevincin ve heyecanın sonu yoktu. Evde ne varsa her şeyi sofraya çıkardılar ve misafirleri çağırdılar.

Aile bayramımızın nasıl geçtiğini, sofrada neler konuşulduğunu, ne kadar çok sevinç gözyaşları akıtıldığını herkes tahmin edebilir.

Onur yerinde oturuyordum ve hep kapıya bakıyordum. Her an Sadık'ın annesi Bibigayşa ve Akbayan'ın girmesini bekliyordum. Karaganda'dan Mıskazgan'a kadar yol boyunca bir soru beni rahatsız etmişti: Onlara çocuğunun ve abisinin öldüğünü nasıl anlatacaktım. Bu üzüntülü bir görevdi herkesten gizli beni yiyip bitiyordu. Akrabalarımla ve yakınlarımla kavuşmanın sevincini gölgeliyordu. Ama onlar bir türlü gelmiyorlardı. Üstelikte gelmemle ilgili haberi bütün tanıdıklarımıza uçurmamıza rağmen. Başka misafirler sırayla geliyorlardı. Sadece Bibigayşa ve Akbayan yoktu.

Annem durumumu fark etmişti Canımı sıkanın ne olduğunu sordu ve ona açıkladığım zaman içini çekerek:

- Bekleme onları. Sadık'ın annesi geçen sene vefat etti. Kardeşi ise... basit bir madencinin evine geleceğini sanmıyorum. O artık çok önemli bir hanımefendi. Eee normal tabi, kocası koskoca kuruluşun yöneticisi.

Akbayan'ı tutanın gerçekten bu neden olduğuna inanmamıştım. Daha doğrusu aramızdaki her şeyin geçmişte kaldığını, bugünkü ilişkimizde de acele etmeye gerek olmadığını düşünmüştü ve bu yüzden gelmemişti. Ayrıca abisinin ölümünün şahidi olduğumu nereden bilecekti. Yine de ne olursa olsun ne o gün ne de başka bir gün Akbayan gelmedi. Üstelikte herkes beni sırayla misafirliğe çağırıyordu ve her seferinde, tanıdığım ve yabancı kişilerin ortasında oturarak Sadık'ı anlatıyordum. Kötü haberi saklamak güçtür, küçücük bir delik bile bulsa içeri girer. İyi haberin ise kanatları hafif olduğundan onu bütün dünyaya yaymak için uğraşmaya gerek yoktur. İşte böyle Sadık'ın kahramanlığıyla ilgili hikâye tüm Mıskazgan'ı dolaşmıştı. Galiba Akbayan'ın kulaklarında da ulaşmıştı çünkü bir gün o Aljan ile birlikte bana geldi.

Akşam vaktiydi. Babam bekçilik yaptığı depoya gitmiş, annem ise temizlikçi olarak çalıştığı okuldan henüz gelmemişti. Bende acele etmeden tanıdığım arkadaşlarımın evine gitmek için hazırlanıyordum. Ama evime onlar misafir olarak gelince planlarımı ertelemek zorunda kalmıştım.

Misafirleri sofraya oturttum, çay hazırlamaya başladım. Bende çaktırmadan Akbayan'ı izliyordum. Son görüşmemizden bugüne yıllar geçmişti. Hem de nasıl yıllar. Savaş yılları. Savaş insanların yüzlerine ve davranışlarına kendi mührünü vurmuştu. Ama bu evli çift, sanki bütün halkın çektiği acılar onlara dokunmadan etraflarından geçmiş gibi davranıyordu. Benim düşünceme göre Aljan'ın esmer yüzünde ki ifade daha da kibirle kaplanmış, açık renk yüzüyle Akbayan ise sanki sadece kendi güzelliğiyle uğraşmaktan başka bir şey yapmamış gibiydi. Daha kadınsı olmuş, bir frenk üzümü gibi kara gözlerde, kendi değerini bilen kadınlar için tipik olan kendine öz güvenli duruyordu. Ayrıca öyle giyinmişti ki; sanki hayatı sürekli bayram havasında yaşıyormuş gibiydi. Güzel tüylü şal, yün elbise, siyah tilki atol ve zarif beyaz çizmeler.

Tabi ki ben anlamıştım; bu çifte karşı duyduğum antipati beni yönetiyordu ve aslında Akbayan'ı tüm Sovyet insanlarının bu zamanda yaşadığı şekilden daha farklı yaşamasından dolayı suçlama hakkına sahip değildim. Aljan ise büyük bir kuruluşun yöneticisi olarak hiç boş oturmadan çalışmak zorundaydı. Savaş cephe arkasında son derece büyük çabalar gerektiriyordu. Akbayan'a gelirsek, doğanın kuralı böyle olduğu için o daha da güzelleşmişti. O şimdi daha olgun bir güzelliğe kavuşmuştu ve üzerinde moda bir elbise olmasında utanç verici ne vardı? Asıl kuruluş yöneticisinin karısı, genç kızken giydiği elbiseleri giyseydi daha tuhaf olurdu.

Akbayan ile er ya da geç görüşeceğimizi biliyordum ve heyecandan aklımı yitireceğimden ölesiye korkuyordum. Ama nedense o geldiğinde ben çok sakindim. Kalbim normal atıyordu, sesim kuruydu. Sanki tanımadığım kişiler bana misafirliğe gelmişti.

Ben kaçıncı defadır bilmiyorum Sadık'ın hikâyesini anlattım. Akbayan kafasını sallıyor, mendille gözlerine dokunuyor ve tekrar tekrar: "Tabi, tabi. Sadık başka bir şekilde davranamazdı." diyordu. Elektrik santralini patlattığımız yere geldiğimiz an Akbayan kocasına gururlu bir bakış fırlattı: "Gördün mü? Nasıl bir abim var." der gibiydi.

Aslında ben Akbayan'ın daha çok ağlayacağını sanıyordum. Ama o sadece birazcık ağlamıştı. Galiba Sadık'ın ölümüne alışmıştı ve benim anlattıklarım çoktan küllenmiş acıyı birazcık alevlenmişti.

Akbayan, gözyaşını son kez sildikten sonra mendilini çantasına koydu, o anda sohbetimize Aljan katıldı:

- Seni hesaptan tamamen sildiler mi? diye sordu.

- Umarım hayır. Dediler ki eğer her şey yolunda giderse yaklaşık üç ay sonra cepheye gitmemem izin vereceklermiş. Ama ben o kadar beklemem. İki hafta sonra kendim komisyona başvuracağım.

Aljan şaşırarak - Acele etmeye ne gerek var? Zaferimiz zaten yakındır. Sen cepheye ulaşana kadar faşistler tamamen bitirilmiş olur. Ordumuza yardım etmek istiyorsan bunu burada da yapabilirsin. Şimdi ha cephe arkası ha cephe. İkisi de aynı şey. İş gücü yetmiyor. Ben çok fazla kendimi övmeyi sevmem ama gururla söyleyebilirim ki, sizin orada düşmana attığınız on merminin dokuzu Kazakistan metalden yapılmıştır. Mıskazgan'ın bakırı tamamen oraya gidiyor dedi.

- Siz bakırı ben olmadan da gayet güzel çıkartıyordunuz. Benim yerim cephedir. Ben henüz faşistlere kendi sözümü söylemedim dedim.

Aljan sinirlenmişti - Sen Sabır. Cephenin arkasında sadece korkakların kaldığını düşünme. Hepimizin faşizmden soracak hesabı vardır. Ben cepheye gitmek istemedim mi sanıyorsun. İzin verselerdi bugün savaş komitesine başvururdum. Bu arada kaç defa başvurdum ve bana ne dediler biliyor musun? "Sen bize cepheden daha çok Mızkazgan'da lazımsın. Cephede sen olmasan da biz hallederiz ama buradaki işleri sen olmadan halledemeyiz! Sen de şu anda Mıskazgan'a lazımsın Sabır. Zamanın varken burada çalış. Sonra eğer kabul ederlerse orduya geri dönersin. İşte o zaman biz seni tutmayız. İşçileri rezerve göre cepheye göndermeme hakkını vermelerine rağmen seni tutmayacağız. Söz veriyorum dedi.

Savaşın başlangıcında onun beni sivil hayat için gerekli adamlar listesine yazmadığını hatırladım. Ama hiçbir şey söylememeye karar verdim. Söz konusu Sadık olduğu için bu konuşmaları sürdürmek hiç hoş olmayacaktı. Üstelikte o olayda taa ne zaman olmuştu. Aljan galiba her şeyi unutmuştu bile. Birde listeye beni yazsa da yazmasa da hiçbir şey değişmezdi. Ben yine de cepheye gitmek için her şeyi yapardım.

- Maden konusunu düşünürüm. Elbette buradayken bile boş oturmak gibi bir niyetim yok dedim.

- İşte bu güzel cevap. Aslında bende senden başka bir şey beklemiyordum diyen Aljan omzuma samimi bir şekilde dokundu ve ekledi. Akbayan bana senin hakkında ne kadar iyi şeyler anlattı biliyor musun? Öyle değil mi Akbayan.

O, sanki kocası onun sırrını ifşa etmiş gibi utanarak gözlerini yere çevirdi. Ben ise üzüntüyle " Bunun için sağ ol. " diye düşündüm.

Yine de bu konuşmadan sonra bile ben Aljan'a özel bir sempati hissetmemiştim. Nasıl olsa madenleri iş gücüyle donatmak doğrudan onun sorumluluğundaydı ve o şu anda burada sadece çalışan bir çift el daha bulmuştu. O kadar.

Tabi ki bende evde bir şey yapmadan oturamazdım. Üstelikte babam çok kötü hastalanmıştı. O zamanlarda bile zatüre o kadar tehlikeli bir hastalık olmamasına rağmen babam gibi yaşlı ve zayıf insanlar için tehlikeliydi. Ona bakmak için yapılması gereken bütün işleri anneme bırakamazdım. Onunda gücü artık eskisi gibi değildi. Bu yüzden komiteye süresinden önce savaşa gitmek için başvurma fikrimi ertelemek ve Mıskazgan'da gerekli zamana kadar kalmak zorundaydım.

Aljan'ın yönetimi altında çalışmak istemiyordum. Bu nedenle başka bir kuruluşa ait madene gitmeye karar verdim. Ama Akşalov bana bunun kötü bir fikir olduğunu söyledi. " Eski arkadaşlarına dönmek senin için daha iyi olur. Bunca zaman geçtikten sonra sende madeni unutmuşsundur. Üstelikte kullandığımız makineler daha da zorlaştı. Arkadaşların ise sana yardım ederler. Bu kuruluş en az senin olduğu kadar Aljan'ındır. Sabır sen şimdi çocuk gibi davranıyorsun." dedi. İşte böylece ben kendi madenime döndüm ve başlangıçta düşündüğüm gibi bir ya da iki ay değil daha fazla süre için kaldım. Çünkü kısa bir zaman sonra devlet savunma komitesinin Mıskazgan'dan madencileri savaşa göndermeme emri gelmişti ve Aljan'ın beni madende tutmama sözü de kendiliğinden sıfırlanmış oldu.

Hastaneden taburcu olduktan sonra Tatyana ile ben birbirimize mektup yazıyorduk. Onun her mektubunda içimde Tatyana'yı sevdiğim ve onsuz bir hayat düşünmediğim fikri gitgide büyüyordu.

Bir gün ben ona bunu yazdım. Ama mektubu gönderdikten sonra hata yaptığımı anladım. Bizde nasıl derler. Fikir mi hızlıdır yoksa argamak'mı[6] daha hızlıdır? Ama bazen bunlardan daha hızlısı, düşünmeden söylediğin sözler de olabiliyordu. İşte bana da böyle olmuştu. Tatyana doktordu, eğitimli biriydi. Ben ise basit bir madenciydim. Arkamda ortaokul vardı o kadar. Arkadaşlık ya da kısa bir aşk hikâyesi için belki bu yeterli olabilirdi ama eğer sen bir insana senin yanında bütün bir ömrü geçirmesi teklifinde bulunacaksan yetmiyordu. Tabi ki elimde çok iyi bir mesleğim vardı ve bazı bilim adamlarından daha fazla para kazanıyordum. Ama mesele bu değildi...

Mektubun üzerinden bayağı bir zaman geçmişti ama Tatyana susuyordu. Bu suskunluğuyla bana aramızda ciddi bir şey olmayacağını gösteriyordu diye düşündüm. Ama bir gün ben onu madenin girişinde gördüm. O, elinde hafif bir valizle duruyor ve madenden çıkanların arasından merakla birini arıyordu. Beni gördü, boynuma sarıldı.

Benim eve gidene kadar bir kaç gün izin aldığını ama çok işi olduğu için daha erken gelemediğini söyledi.

Ben kendimi tutamayarak ona bütün korkularımı anlattım.

Tatyana gülümseyerek - Bunu düşündüğün iyi olmuş. Ama bir şeyi hesaba katmamışsın. Ben seni eğitim görmen için zorlayacağım dedi.

Mıskazgan'a atanmasını hızlandırmak için bir hafta sonra geri döndü. Kısa bir zaman sonra evlendik ve evliliğimizin kaçıncı senesinde Tatyana bana çok tatlı bir kız doğurdu. Böylece ben her şeye ilaveten bir de mutlu bir baba olmuştum.

Bazen hayat sana çok uzunmuş gibi gelebilir. Gerçekte yüz yılın çeyreği bayağı uzun bir süredir. Ama hatırlayınca geçmişinin gözlerinin önünde hızlı bir kuş gibi geçtiğini görürsün...

Batima'ya - Siz bir şey sormak istiyorsunuz ama bir türlü cesaret edemiyorsunuz. Doğru değil mi? diye sordum.

Merak kadını her zaman ifşa eder. Batima'nın yüzünde ise kibarlıkla sabırsızlık arasında ki mücadele açıkça görünüyordu.

Hazırlıksız yakalandığı için kendini suçlu hissederek - Açıkçası evet diye homurdandı.

Ben samimi bir şekilde - Hadi Bateş. Sormanıza izin verdim dedim.

- Bilmiyorum ki. Ayıp olmasın.

- Yabancı mıyız yoksa? Siz de beni ölüm adlı karanlık bir çukurdan tüm gücüyle çıkartan insanlardan birisiniz dedim.

- Bana kızmazsınız değil mi? Doğru söyleyin. Ben taa o zamanlar restoranda otururken Akbayan ile aranızda bir şeyler olduğunu düşünmüştüm dedi. Korkuyla ekledi. Yok, yok. Ben kötü bir şey düşünmedim. Sizin Tatyana'yı nasıl sevdiğinizi biliyorum ve asla yanlış bir şey yapmazdınız. İşte görüyor musunuz? Size yanlış bir şey sordum. Kusura bakmayın Sabır abi dedi.

- Yok, yok. Her şey yolunda. O dünya kadar eski bir hikâyedir. Daha sarıağızlı bi delikanlıyken Akbayan'a aşık olmuştum. O da beni seviyordu. En azından ben öyle sanıyordum. Ama sonra başka bir adamla evlendi.

- Aljan'la değil mi?

- Evet. Aynen öyle. Daha sonra çok "sonralar" oldu. Ben Tatyana ile tanıştım.

- Peki, Akbayan'la ne oldu? Siz galiba onu sık sık görüyordunuz. Sürekli aynı şehirde olunca başka nasıl olabilirdi ki. Yoksa sizin Akbayan'a karşı sevginiz bu kadar çabuk mu bitmişti?

- O kadarda çabuk değil. Bir de bitti mi gerçekten. Çok büyük bir soru. Açık konuşmak gerekirse bazen ben onu hor görürdüm. Bütün sorun Aljan ile evlenmesiydi. Keşke bu başka biri olsaydı da o adam olmasaydı.

Neler oluyordu bana. Niye ben Batima'ya kalbimi açıyordum. Benimle karşılaştığında o daha kız çocuğuydu...

Akşalov'un gözleri maviydi. Kazaklar arasında böyle gözlere çok zor rastlanırdı. Kendisi tıknaz yapılı, geniş omuzluydu ve mindere çıkmaya hazır bir güreşçiye benziyordu. Elli yaşından fazla olmasına rağmen bazı genç delikanlılardan daha iyi çalışıyordu. Bazen yirmi beş kiloluk matkabı göğsünün sağ tarafına yaslar ve mavi renkli granit kadar sert kayalara saldırırdı. Bu kayalara öyle dalıyordu ki diğerleri geride kalıyordu. Ayrıca diğerlerinden fazlada dinlenmiyordu. Mavimsi tozu yüzünden siler, çantadan çıkardığı süt şişesinden iki üç yudum alır ve matkabı alarak yeniden çalışmaya devam ederdi.

Bir de çok enteresan bir şey daha vardı. Başkalarının matkap ucu kaya taşları arasında ki çatlaklara sıkışır ya da çok çabuk körelirdi. Akşalov'un cihazı ise sanki onu özel bir siparişle özel bir metalden yapmışlar gibi durmadan, susmadan uğuldardı.

Bir gün benim matkap durduğu anda dayanamadım ve Akşalov'a:

- Temeke. Sizin matkap ve ucu büyülümü yoksa siz büyülü sözler mi biliyorsunuz diye sordum.

Akşalov gülerek - Doğru dedin. Gerçekten büyülü sözleri biliyorum.

- O zaman bizimle de paylaşın Temeke.

- Paylaşmak olur. İşte söylüyorum: At yulafla doyar, makine bakımla. Gözlerin eskiden neredeydi. Daha önceleri ben üç günde bir matkabımı tozdan temizliyordum ve yağlıyordum. Sen bunları görmedin mi? Sen Sabır, askerdeydin ve kesin olarak kendi tüfeğine kendinden daha iyi bakıyordun değil mi?

Sonra devam ederek - Askerin sadık arkadaşı onun tüfeğidir. Çalışan bir adamın ise onun makinesidir. Buna iyi bakmazsan o seninle arkadaşlık yapmaz.

Akşalov samimi ve cana yakın bir karaktere sahipti. Eğer içini kötü hissediyorsan, kendinle ilgili bir problem varsa ona gidebilirdin. O, kendini bitirme pahasına elinden gelen her şeyi yapar ve sana yardım ederdi. Ama bir şeyleri yanlış yaparsan ya da ona yalan söylersen, kıvırmadan gözlerine bakarak her şeyi söylerdi. Bu yüzden herkes ondan biraz korkardı. Ama tecrübeli olduğu için hem çok değer verirler hem de kıymetini bilirlerdi. Herhalde bu yüzden madenin parti komitesi sekreteri olarak Akşalov'u seçmişlerdi.

O andan beri; bürokratlar, göz boyayanlar ve sadece kendi fikrine önem veren yöneticiler için güzel günler sona ermişti. Parti komitesinin yeni sekreteri en çok, basit işçilerin ihtiyaçlarına duyarlı olmayan yeni memurlara fırça atıyordu. Diyorlardı ki; ilk parti toplantısında Akşalov, Bekenov'u eleştirmeye başlamış ve sanki Bekenov da Temeke'nin yardımları için kendisine teşekkür etmişti ama herkes sekreterin konuşmasının Bekenov'un hiç hoşuna gitmediğini fark etmişti.

Akşalov beni kendi galerisine yardımcı olarak almıştı.

- Bir ay sonra ben senden ciddi bir kazıcı yapacağım. Ama burada her şey çok ciddi, ona göre. Tembelleri ve işi savsaklayanları sevmem...

Bu konuşmadan on gün önce o kendi galerisine, daha önce bahsettiğim ulaştırma bölümünde arabacı olarak çalışan ve tramvay şoförüyle atıştıktan sonra madende işe giren, benim gelecekte arkadaşım olacak Kaysar'ı da almıştı. Aslında madendeki iş, köyden gelen bu delikanlıya çok önemli değilmiş gibi geliyordu. Sadece zamanında maaşını al ve geciktirme. On gün çok büyük bir süre değildi ama Kaysar ben sonradan işe girdiğim için beni çömez yerine koyarak bana üstünlük taslıyordu. Hatta emir vermeyi bile denemişti. Önceleri bu durum benim için eğlenceliydi. Bekleyeyim. Nasıl olsa kısa bir zaman sonra kendi kendine anlar diye düşünüyordum. Belli ki genç espri anlayışına sahipti. Ama benim tavizlerim Kaysar'ı daha da kışkırtmıştı. O beni koşan bir çocuğa dönüştürmeye karar vermişti. Kendi kendime: "Peki. Görürüz. Nehrin derinliğini bilmeden yola çıkan kayıkçı, sık sık karaya oturur."

Çok fazla beklememiştim. Bizim diğer galeriye geçmemiz lazımdı ve Kaysar formalite gereği bana.

- Şöyle yapalım genç adam. Sen benim ve senin iki matkabı taşı. Bende iki matkap ucunu ve lastikleri getireyim. Bu da sana kıyağım olsun dedi.

Karşı çıkmaya hazırken bile bu kadar serserilik beklememiştim. Bir matkap bile Kaysar'ın bana iyilik yaptığı yükten daha ağırdı.

Ben onu baştan aşağı sinirli bir şekilde süzerek baktım ve - Arkadaşım. Burayı kaldıramıyorsun. Sen madene boş yere gelmişsin. Senden iyi bir kazıcı olmaz dedim.

Kaysar şok olmuş vaziyette- Neden olmasın? diye sordu.

- Bir fareye sor bakalım, Neden bu kadar küçüktür? O da sana kediden korktuğum için büyümedim diye cevap verir dedim.

Kaysar daha da şaşırarak - Ben neyden korkmuşum ki? diye sordu.

- İşten korkuyorsun dedim ve sadece kendi matkabımı omzuma alarak uzaklaştım.

- Ben mi işten korkuyorum?

Girişe doğru yürüyen Akşalov döndü ve neşeyle gülerek:

- Hah! Yedin mi fırçayı Kaysar. Sana müstahak dedi.

- Nasıl yani? Sizce ben işten mi korkuyorum?

Bu olaydan sonra Kaysar, kendi işini bana yaptırmayı bıraktı ve hayatında sanki sadece matkapla çalışmayı beklemiş gibi tüm gücüyle çalışmaya başladı. Aslında çok güçlü biriydi. Ona yetişmek için bayağı çabalamak zorunda kalıyordum. Böylece tesadüfen Kaysar ve benim aramda yarışma gibi bir şey başlamıştı. Biri biraz ileri gitse öbürü gurur yapıyor ve o öndekine yetişmek için bütün gücüyle ileri atılıyordu. Bir de öğretmenimizin Akşalov olduğunu söylersek utanmadan diyebilirim ki altı ay sonra Kaysar'la ben usta kazıcılar olmuştuk.

Bu hikâye sonra erdiği zaman kader beni tekrar Aljan ile karşılaştırdı. Hem de şöyle bir dramatik koşullarda...

Öncelikle benim küçük bir jeoloji dersi vermem lazım. Herkes Mıskazgan'ın bakır cevheriyle dolu olduğunu biliyordu ve bilenlerin birçoğu bu cevherin toprağın altında tek bir plaka şeklinde yattığını düşünüyordu. Ama gerçekte cevher orada burada küçük adalar şeklinde dağılmıştı. Yeraltında görülmeyen adalar takımı. Cevherin toplam katmanı elli-altmış metre kalınlığa ulaşabilirdi. Cevherin tamamen çıkartıldığı yerlerde kocaman meralar oluşmuştu. Cevhere hiç dokunulmamış bölgelerde ise cevherin bir damarına ulaştığın yerde hemen bakırla zengin gri renkli taşlar başlardı. Ama işte o damara ulaşmak çok zordu. Önce kayayı kazarsın, sonra delikler açarsın, sonra da elektrikli lokomotifler için raylar döşersin. Kazıcıların çalıştığı kaya tabakaları çok serttir ve onları geçtiğin zaman işin bittiğini düşünürsen yanılırsın. Sana, bu kadar sert kaya tabakasıyla kaplı bu galeriyi destek kalaslarıyla desteklemene gerek yokmuş gibi gelir. Çünkü o kaya tabakaları o kadar serttir ki hem yıllarca kendiliğinden durur hem de toprak katmanlarını tutar diye düşünürsün. Aslında bir kaç on sene boyunca tutabilir de ama boşuna demezler; şeytan basit şeylerin arkasında saklanır diye. Görünüşü sağlam olan tavanın üstünde yavaş yavaş su toplanır. Başka yerleri bilmem ama Mıskazgan'ın bozkırlarında şaşılacak kadar fazla su vardır. İşte o sular yıllar boyunca yavaş yavaş mikron mikron tavanı aşındırır ve bir anda altında ki bütün canlıları yok eden tonlarca kaya düşer. Tabi ki böyle bir karmaşa on yılda bir kez oluyordu ve Mıskazgan'da ki yer altı sularının akışları da çok dikkatli inceleniyordu.

Bizim madenimizin cevher yatakları, şehrin doğu tarafına yer altı sularının çok zengin olduğu bölgeye doğru uzanıyordu. Bu yüzden uzmanlar burada ki cevherin işletilmesi konusunda tüm ciddiyetleriyle çalışıyorlardı. Ama bir gün, kuruluşun yöneticisi Aljan Bekenov bir toplantıda, doğu reyonunda ki cevherin çıkartma miktarının arttırılması konusunu açtı. Galiba o zamanlar bunun daha çok bir maceraya benzediği düşüncesi kimsenin aklına gelmemişti. Savaş bitiyordu ama sanayi gün geçtikçe daha çok bakıra ihtiyaç duyuyordu. Üstelikte Aljan mühendislik ekibiyle ve teknisyenleriyle birlikte mevcut tüm çalışan galerileri gezip incelemişti. Bu inceleme sonucunda yeraltı sularının çok fazla olmasına rağmen tavan katmanlarının galerilerin çökmesine karşı çok sağlam olduğu bulgusuna ulaşmıştı.

Aljan toplantıya sadece mühendislik ekiplerinin temsilcilerini değil, kıdemli kazıcıları da çağırmıştı. Davet edilenlerin arasında olmamız Kaysar ile şaşırmamıza neden olmuştu. Tabi ki Akşalov'da vardı: Zaten yöneticinin sağında oturuyordu.

Toplantıyı açan Aljan hemen konuya girdi: Şöyle bir görev belirtti. En zengin yatağa en kısa yoldan ulaşmak. Net ve kararlı bir ses tonuyla konuşuyordu. Jeoloji haritasına atıfta bulunarak, harita üzerinde tıpkı bir ordunun saldırılarını anlatan general gibi yapılacakları gösteriyordu.

Onun sözü bittikten sonra toplantı salonunda sessizlik hakim olmuştu. Söylemeye gerek yoktu ki görev çok cesurcaydı. Sonra sözü başmühendis aldı: Özellikle planlanan rotanın üst kısımlarında çok su var. Bu yüzden çökme tehlikesi yüksek olduğu için burada galeri kazmak çok risklidir dedi. Bazıları oturdukları yerden seslendiler. Onun endişelerini desteklediler.

Aljan gergin çelik bir yay gibi fırladı.

- Burada tehlike ve riskle ilgili konuşanlara sormak istiyorum. Savaşta bir düşmanın siperlerine saldırmak tehlikeli değil mi? Risk olmadan zafer olmaz. Vatanımız bizden kahramanlığı sadece cephede beklemiyor diyerek elleriyle pencereyi göstererek, burada da cephenin arkasında da bekliyor dedi ve parmağıyla masasına vurdu.

Bunu söyleyen Aljan ciddi bir iş adamı pozisyonuna geçmişti.

- Biz çok dikkatli bir şekilde bütün evetleri ve hayırları inceledik ve araştırdık. Üstelikte hızlandırılmış geçiş yönetimi tarafımızdan tasarlanmış ve uygulanmıştır.

Evet, bu doğruydu. Aljan önce çöküşler açısından tehlikeli bölgede bir galeri açtırmıştı bile. Ama bu galeri bizim doğu tarafında değil başka bir bölgede, güney tarafında açılmıştı. Bu deneyim galeri kazma rekoruna bir adaydı ve bu başarı Aljan'a ilham vermişti.

Aljan devam ederek - Evet evet. Biz Sovyetler Birliğinin rekoruna ulaşabiliriz. Gerçekten ulaşabiliriz ve de ulaşacağız. Sorumluluktan korkanların bilgisine, bu galerinin yönetim sorumluluğunu ben üstleniyorum. Bu arada en az diğerleri gibi kendi hayatımda kıymetli dedi sırıtarak.

Neyse kaderimde eğer bir rakip olması yazıyor ise bari akıllı olsun. Bir akılsızla yarışmak beni aşağılıyordu. Benden sevdiğim kızı kapan adamı benim düşmanım sayma hakkım var mıydı onu bilemem ama ne olursa olsun onu arkadaşım olarak da düşünemezdim. Açıkça söylemek gerekirse Aljan ve benim aramda ne olursa olsun, tecrübeli mühendislerin çekindiği yerde işi yürüten cesareti ve enerjisi çok hoşuma gitmişti. İstemeyerek de olsa Akbayan'ın kendine layık bir adamı seçtiğini itiraf etmeliydim. Bu yüzden tüm kalbimle ona başarılar diledim. Üstelikte onun bu konuda ki başarısı, hepimizin başarısı olacaktı.

- Şimdi belli eylemler hakkında konuşalım. İlk önce kazıcılarla başlayalım. Başarımız en çok onlara bağlıdır. Bu yüzden bu iş için iyilerden en iyi olanları koymalıyız dedi Aljan.

Ve ilk kırıcılardan üç kişiyi söyledi. Bunlar Akşalov, Kaysar ve bendim. Önce yanlış duyduğumu zannettim. Ama yönetici soyadımı tekrar söyleyince içten minnettarlık hissettim. Öyle ya da böyle bu benim bir şeyi başarabildiğimi kabul etmesi demekti. Üstellikte bunu Aljan'ın ağzından duymak iki kat keyifliydi.

Toplantı bitti. Biz üçümüz – Akşalov, Kaysar ve ben salondan çıktık. Kaysar'la ben sevinçten ışık saçıyorduk. Temeke ise tuhaf davranıyor, burnunun dibine homurdanıyordu:

- Rekormuş!... Off! Hiç ama hiç beğenmedim ben bu rekor peşinde koşturmacıyı. Bu ciddi değil!... Ne istiyor o? Şöhret mi? Bu konuda düşünmek daha çok düşünmek lazım…

Yeni rekor için hazırlık işlerinin başladığı ve doğu yataklarında ki cevhere ulaşmak için en kısa yolun kazılmış oluğu haberi, tüm şehrini heyecanlandırmıştı. Herkes bu cesurca işi yapan ekibin başında, kuruluşun yöneticisi Aljan Bekenov olduğunu konuşuyordu. O, diğer mühendislerin hesaplarında ki hataları bulup, bugüne kadar imkânsız sayılan işin gerçekten yapılabileceğini kanıtladığını söylüyorlardı…

Dedikodu sevenler - Bir horoz kanatlarını çırpıyorsa demek ki uçmaya hazırlanıyordur. Bekenov da neden bizzat kendisi bu işi soyundu? Çünkü bu işin doğru olduğunu hissetti de ondan – diyorlardı.

O zamanlar bize en iyi makineleri verdiler. İlk gün kırıcı dokuz kişi bir vardiyada yirmi metreyi geçmişti. Bu bir rekordu. Gerçi henüz sadece Mıskazgan için bir rekordu.

Ve başladı! Ertesi gün radyoda ve yerel gazete "Krasnıy Gornyak'de" ("Kızıl Madenci") her şekilde isimler tekrarlanıyordu. Biri, merkez gazetelerinden birinde Bekenov ile yapılan röportaj yayınlanmış ve o bu röportajda kuruluşun cepheye ne kadar büyük faydası olduğunu anlatmış diyordu. Ama ben o gazeteyi görmemiştim. Vardiyadan bitip yukarıya çıktığımızda ise buna ayıracak zamanımız kalmıyordu. Gelecekteki rekorlara çok büyük çabalarımız sayende ulaşılacaktı. Tek isteğimiz eve gitmek ve yatağa düşmek idi.

Aljan bize uğruyor, gerekli her şeyin zamanında getirilip getirilmediğini soruyordu. Galerimize dekoviller için rayları döşemeye başlamışlardı. Güçlü pompalarla kayayı patlattıktan sonra meydana gelen gazı hemen emiyorlar, kırılmış kayalarda yerde çok fazla kalmıyordu. Bir kelimeyle bizim için her şeyi yapıyorlardı. Yeter ki – kazalım! Yeni Sovyetler Birliği rekorunu kırana kadar başka bir şey kalmadı gibi düşünüyorduk.

Aljan her zamanki ziyaretlerinden birinde – Rekoru kırarsanız herkese madalya verilmesi için başvuracağız – diye söz verdi.

İş güzel ilerliyordu. Hepimizin keyfi yerindeydi, heyecanlıydık. Sadece bir keresinde Temeke, geçtiğimiz galerileri gezerken düşünceli şekilde:

- Çok fazla su gelmiş, çok fazla dedi kafasıyla yukarıyı göstererek. Galiba orda bir çatlak oluşmuş. Buraya direkler koymak gerekir arkadaşlar. Bu galeride ki tavanı hiç beğenmiyorum dedi.

Kaysar önemsemeyerek – Nesini beğenmiyorsun Temeke? diye sordu ve kısık sesle bana – Yaşlanıyor, sürekli hoşnutsuz. Bu yanlış, şu doğru değil diyor dedi.

Akşalov homurdandı – Damlamaların yoğunlaşmasını beğenmiyorum!

- Boş ver. Bu eski galerilere kaç senedir – bir şey olmadı! Bir şekilde birkaç ay daha dayanırlar. Sana söz veririm ki biz de o kadar zamanda tüm cevheri çıkartırız! Sonra da yıkılsın lanet olasıcalar! – dedi şakalaşarak Kaysar.

Akşalov öfkeyle -Tehlikeyi önemsememek, kahramanlık demek değildir diye cevap verdi. Ama Kaysar matkabının gürültüsünden hiçbir şey duymamıştı.

Akşalov haklı çıkmıştı ve macera sadece kitaplarda değildi. Maalesef felaket günlük hayatımızda hiç beklenmedik bir anda ve üstelikte galerilerde insanların bulunduğu bir zamanda gelmişti.

Bu olayın hemen öncesinde galeride ki kayayı patlatmak için patlayıcılar getirtilmişti. Biz biraz uzağa galerinin girişine doğru çekilmiş ve moladan faydalanarak, taşların üzerinde oturarak kendimizin mütevazi öğle yemeğiyle uğraşıyorduk. İşte o anda drama kurallarına uysun diye gelen, olayların ana kahramanı Aljan yaklaştı.

Merhabalaştıktan sonra şakayla - Demek ki masal kahramanları bile basit insanların yemeğine ihtiyaç duyarmış dedi.

Akşalov, Aljan'ın şakasını yok sayarak üzüntüyle - Su da sürekli geliyor dedi.

Aljan kafasını salladı. Ay,ay,ay! Temeke yine mi başladınız. Su buraya komşu galeriden geliyor. Bu tamamen kadastrocuların hatası. Komşu galeri yanlış hesaplanmış. Sizinkinden biraz üstte bulunuyor. Anladınız mı? Bu arada bir pompa daha monte etsinler diye talimat verdim bile. Su artık azalacak dedi.

Akşalov inatla tekrarlıyordu - Pompayı koymaları iyi olur ancak su yukarıdan geliyor dedi.

Aljan eliyle Temeke'yi göstererek "Bu inatçı adamla ben ne yapacağım" dermiş gibiydi. Ben Akşalov'un arkasında çok büyük bir tecrübe olduğunu ve uzmanlar gerçekten tavanda çatlak var mı yok mu diye kontrol edene kadar işlerin durdurulması iyi olur diyecektim ama o anda patlatıcılar koşarak bize doğru geldiler ve onların başı bizi uyardı:

- Sığınaktan kimse çıkmasın, şimdi patlatıyoruz dedi.

Aljan patlatıcılarla birlikte gidecekti ama fikrini değiştirmişti. Galiba bizim şüphelerimizi dağıtmaya ve yaşlı madenciyi ikna etmeye karar vermişti.

Akşalov'un yanına oturan Aljan - Temeke. Sizin sadece tahminleriniz var, kör sezgileriniz. Bizim tarafımızda ise koskoca bilim var dedi.

Akşalov onu tersleyerek - Bence siz bilime boşuna atıfta bulunuyorsunuz. Çünkü bilim maceraperestleri sevmez dedi. Aljan gülerek:

- Ben mi şimdi maceraperest oldum? Neyse, zaman kimin haklı olduğunu gösterir dedi.

Akşalov içini çekerek - Ah keşke. Ama korkarım ki bizim çok az zamanımız kaldı dedi.

Aljan - Merak etmeyin Temeke. Bir şey olmaz dedi ve tartışmayı kazandığını düşünerek yerinden kalktı.

O anda Kaysar korkuyla Aljan'ın elinden tuttu - Yoldaş Bekenov nereye? Şimdi patlayacak diye bağırdı.

Aynı anda kulakları sağır edecek kadar büyük bir kükremeyle birinci patlayıcı patladı. Sonra ikinci, ikinciden sonra üçüncü patlayıcı kükredi.

Kaysar, her patlama sonrasında parmağını kıvırarak sayıyordu - Dördüncü... beşinci... altıncı...on birinci...on ikinci nerede. On iki olması lazım.

Boşuna endişelenmişti. Küçük bir aradan sonra on ikinci patlayıcı da patlamıştı.

Kaysar muzaffer bir edayla - Hah! İşte bu on ikinci dedi.

Biz patlamalara epeydir alışmıştık ama Kaysar kayaları patlatırken her seferinde heyecanlanıyor ve bir çocuk gibi seviniyordu.

Ama yoldaşımızın sevinci çok fazla sürmedi. Galeride ki tavan aniden bir kez titredikten sonra deprem olurmuş gibi ikinci kez titredi. Sığındığımız yer ayaklarımızın altında oynuyordu. Vuruşlar peş peşe devam ediyordu. Kısa bir zaman sonra elektrikler kesildi ve sonra patlamanın yarattığı havanın dalgasıyla karbür lambaları söndü. Galeri göz gözü görmeyecek kadar karardı. Bizim her birimiz, çok korkunç şeyler olduğunu hissediyorduk. Yer altında hiçbir şey kolay bitmezdi ve sadece uzun bir zaman sonra -en azından bana öyle gelmişti- birinin boğuk sesi geldi:

- Arkadaşlar ne oldu?

Sesi o kadar değişmişti ki konuşanın Aljan olduğunu anlayamamıştım.

Temeke, Bekenov'un sorusuna cevap vermeden sakin bir sesle - Eee gençler. Kimde kibrit var dedi.

- Hayret bir şey! Daha dün sigara içmeyi bırakmıştım. Bu ses hiç değişmemişti. Ben Kaysar'ı hemen tanımıştım. Hala bir şey olmamış gibi şaka yapıyordu. Karanlıkta ceplerine vurduğu sesi bile duymuştum.

- Temeke bende kibrit var.

Cebimden kibrit kutusunu çıkartarak havada salladım.

Akşalov ciddi bir sesle - Buraya ver dedi.

Ben karanlıkta onun sesinin nereden geldiğini tahmin etmeye çalışarak kibriti uzattım. Ellerimiz karşılaştığında Akşalov bir an parmaklarımı birazcık sıktı ve daha sonra bıraktı. Bu jest dayan yiğidim, moralini yitirme demekti.

Kibriti yaktı ve ateşi kendi karbür lambasına yaklaştırdı. Bizim köşe hafif bir ışıkla aydınlanmıştı ve gördüğüm ilk kişi Aljan oldu. O, tam girişte, karmakarışık saçlarıyla sanki küçülmüş gibi duruyordu. Ben istemeyerek sırıttım. Beni aynı zamanda hem öfkeli hem de zalimce bir zafer duygusu kaplamıştı: bak gördün mü? Temeke sana söylemişti. Sen onu dinlemek bile istemiyordun. Ama dünyadan kopartılmış galeri, kötümser duyguların uzun süreli devamı için uygun değildi. Üstelik Aljan da burada bizimle aynı duruma düşmüş ve böylece kendi kendini cezalandırmıştı zaten. Akşalov - Şimdilik burada oturun. Ben gidip duruma bir bakayım dedi ve karanlık çıkmaza doğru yürüdü.

Ayaklarının altında şlap şlap diyen suyun sesini duyuyorduk. Bu seslere göre şu anda Akşalov'un nerede olduğunu anlayabilirdik. Sesler azalmış ve daha sonra hiç duyulmaz olmuştu. Demek ki Temeke durmuş etrafı inceliyordu. Bize sadece onun gözleriyle gördüğünü tahmin etmek kalmıştı. Ama aslında tahmin etmek o kadar da zor değildi...Özellikle Aljan için.

O da gözlerini kaçırmış, bizimle göz göze gelmeye korkuyordu. Su sesleri tekrar gelmeye başladı. Yakın... daha yakın...Temeke bize dönüyordu. Önce karanlıktan lambanın ışığı geldi sonra da Akşalov'un kendisi göründü.

Temeke'nin konuşmaya "Eee! Ben demiştim" veya "İşte olacağı buydu zaten" gibi sözlerle başlayacağını tahmin ediyordum. Ama o sadece basit bir rapor verir gibi:

- Bütün katman düşmüş. Koridorda yaklaşık kırk-elli metre kadar kapanmış. Biz de bu bölümde dışarıdan kopmuş vaziyetteyiz. Bize dışarıdan ulaşmaları için iki gün lazım. İki günde de bir şey olmaz. Dayanabiliriz dedi.

Aljan heyecanla söze daldı - Tabi tabi dayanırız dedi. Herhalde o, Temeke Aljan'ın kabahati nedeniyle değil, başka objektif ve sadece kazaya bağlı nedenlerle bu tehlikeli duruma düştüğümüz şeklinde davrandığı için son derece minnettardı.

Akşalov onaylayarak - Dayanırız dayanmasına da problem su da. Su gelmeye devam ediyor. Yaklaşık on saat sonra gelen bu su bütün galeriyi tamamen doldurur.

Biz susmuştuk. Hepimiz içimizden Temeke'nin hoş olmadığını söylesek te az kalacak olan mesajını sindirmeye çalışıyorduk.

Akşalov düşünceli şekilde - Ne yazık ki pompalarda çöküntünün altında kalmışlar. Yoksa suyu pompalardık dedi.

Yaşlı madencinin beyni kocaman tecrübesini yardıma çağırırken, büyük bir hızla çalışıyordu.

Kaysar eğlenir gibi ayağa zıpladı:

- Hah! Geldi bile yüzsüz!

Ben ayağımın altına baktım. Yook! Kaysar bu sefer şaka yapmıyordu. Su ayaklarımın altına varmıştı bile.

Kaysar - Daha yüksek bir yer mi bulsak. Galeride mutlaka böyle bir yer vardır. Ne dersiniz Temeke diye sordu?

Akşalov anlattı - Galeriye girmek için henüz erken. Patlamadan sonra gaz dağılana kadar burada beklememiz daha iyi olur dedi.

Biz tekrar susmuştuk. Aslında boşuna konuşmakta istemiyorduk.

Sessizliği bizim en pervasız adamımız bozdu. Kaysar- Temeke. Siz uzun bir hayat yaşadınız. Daha önce hiç bu tür bir olay yaşadınız mı? diye sordu.

Akşalov iç çekerek - Otuz sene madencilik yaparsan neler görürsün neler diye cevap verdi.

- O zaman siz bize bir olay anlatın diye ricada bulundu Kaysar. Böylece zaman daha çabuk geçer dedi.

Temeke gülümseyerek - Sen ne zaman sakinleşeceksin Kaysar, bilemiyorum. Hikâyenin sırası mı şimdi dedi.

Aljan yalakalık yapacasına- Hakikaten şimdi hiç sırası değil dedi.

Kaysar'da şimdi kendini çok kötü hissettiğini anlamaya başlamıştı. Elbette ki korku, onun da kalbini sıkıştırıyordu. Ama şakalarla moralimizi yükseltmek istiyordu ve ben bunun için ona çok minnettar olmuştum.

Ortama yine yoğun, herkesi baş başa bırakan bir sessizlik çökmüştü. Sustuğumuz zaman her birimiz sanki yalnız kalıyor gibiydik. Konuşmak, durmadan konuşmak lazımdı. Ama ne konuşacaktık?

Kaysar diklendi - Neden sırası değil. Sabır, senin saat kaç?

Ben saatime bakarak - Yediye beş var dedim.

Kaysar şakayla endişelenir gibi yaptı - Senin saat doğru mu acaba. Yoksa o da sallana sallana mı gidiyor dedi.

- Her gün radyoya göre ayarlıyorum.

- Evet. Yediye beş var. Niye burada duruyoruz. Mesaimiz bitti.

Kaysar hedefine ulaşmıştı. Yapmış olduğu şakası ince bir mizah taşımasa bile biz Temeke ile güldük. Aljan ise bize şaşkın şaşkın bakıyordu - Delirdiler mi ne. Sonra omuzlarını silkerek:

- Niye gülüyorsunuz? Burada gülmek değil ağlamak lazım. Belki de bizi neyin beklediğini anlamadınız da ondan gülüyorsunuz dedi.

Ben şaşırmıştım. "Öküze bak! Suçlu aramadığımız, bu kadar dayandığımız ve paniğe kapılmadığımız için sevineceğine, söylediği şeye bak."

Benim yerime Kaysar cevap verdi:

- Bir zavallı hep; Tanrı ağlayanları ödüllendirseydi ben sabahtan akşama kadar ağlardım dermiş. Hadi yoldaş Bekenov. Siz başlayın! Zaten galeride yeterince su yok dedi.

Bu kavganın başlamasına sebep olmuştu. Ama felaket anında ayrılıklar ve düşmanlıklar, insanlar için çokta iyi bir yardımcı sayılmazdı ve akıllı bir adam olan Aljan durumu kavrayarak, kibrini bir yana bırakmıştı.

- Ben bunu söylemek istemedim. Siz beni çok yanlış anlamışsınız... Ama bir şeyler yapmalıyız. Yoksa biz bu taştan çuvalda havasızlıktan boğulacağız.

Aljan'a kimse cevap vermemişti. Zaten ne söylenebilirdi ki. Herkes gayet iyi anlamıştı. Orada, yukarıda arkadaşlarımız bir mucize yaratamazlarsa biz burada dayanamazdık.

Yaklaşık bir buçuk saat geçmişti. Su yavaş yavaş sığınağımızı dolduruyordu. Oturmak imkânsız hale geldiğinde biz ayaktan ayağa değişerek duruyor ve soran gözlerle Temeke'ye bakıyorduk. Sanki orada ki en büyük yönetici Aljan Bekenov değil de oymuş gibi.

Akşalov nihayet konuştu:

- Gaz bu zamana kadar dağılmış olmalı. Galerinin sonuna kadar gidebiliriz.

Biz sırayla Akşalov'un lambasının ateşinde yürüdük. Koridor yukarıya doğru çıkıyordu ve bu yüzden galerinin sonunda zemin henüz kuruydu. Gaz hemen hemen yok olmuştu. Bir kısmı çatlaklardan uçmuş, bir kısmını da su emmişti. Ama gözlerimiz ve burnumuz hâlâ sızlıyordu.

Patlama yüzünden kopmuş kayaların üzerinde oturduk ve Akşalov lambayı söndürdü.

- Oksijeni boşa harcamayalım dedi Temeke.

Bizi tekrar ağır bir sessizlik sarmıştı. Gelen sular mırıldanıyor, sanki biri üflüyor gibi net olarak duyuluyordu. Normalde huzurlu olan bu sesler, o anda bizi endişelendirmişti. Son saatlerimizin yaklaştığını hatırlatıyordu. Keşke bu seslerin yerine bir insanın sesi bize ulaşmış olsaydı. Canlı bir ses. Bir köşede saklanmış, her ağacın arkasında gizlenmiş, karanlıkta görünmez düşmanların herkesi korkuttuğunu, çocukluğundan beri herkes bilirdi. Şimdi burada ölümün suç ortağı olan sessizlik hakim olmuştu ve ölüm sanki gri bir yılan gibi yavaş yavaş sürünerek bize yaklaşıyordu. Bir şey söylememiz lazımdı. Ne olursa olsun fark etmez. Yeter ki onu korkutsun. Henüz yaşıyoruz, canlıyız bilesin.

Temeke benim aklımı okumuş gibiydi.

- Hey Kaysar. Bir şeyler anlat. Mesela sen şu an neler düşünüyorsun anlat bakalım dedi.

Ben onu görememiştim. Ortalık çok karanlıktı ama Kaysar'ın beyaz dişlerinin gülümsemeyle parladığını hissettim.

Sanki başka bir şeyleri asla düşünmezmiş gibi ve Akşalov'un da bunu bilmemesine hayret ederek - Tabi ki düğünü düşünüyorum Temeke dedi Kaysar.

Bende hiç haberim yokmuş gibi davranarak konuşmaya katıldım - Düğün mü? Kimin düğünü? dedim.

Kaysar sitemle - Sabır! Tabi ki kendi düğünümü düşünüyorum. Başka kimin olabilir dedi. Öyle bir düğün yapacağım ki Mıskazgan o düğünü yıllar geçse de unutmayacak. Herkes kendi ağzının tadına göre yemek yiyecek. Kazaklar koyun başını, Ruslar taze domuz etini ve şarap mutlaka dere gibi akacak.

Akşalov onaylarcasına - Demek ki yakında senin düğünün var. Bu iyi bir haber. Peki, Kaysar, gelin kim?

- Gelin mi kim? Söylesem ayakta durmaz düşersiniz dedi Kaysar. O da madende çalışıyor. Cevherle dolu dekovilleri kullanıyor. O kadar güçlü ki; her yiğide eşittir. Sizde onu görmüşsünüzdür mutlaka. Aynı branda kumaşından çalışma kıyafetiyle bizim gibi geziyor. Ayaklarında çizmeler, numarası kırk üç...

Aljan sözünü keserek - Daha güzel bir gelin bulamadın mı? dedi.

Ben Kaysar'ın gelin adayını tanıyordum. Sevgiyle dolu büyük gözleriyle hassas ve nazik biriydi. Madende değil yukarıda çalışıyor, işçilere kıyafet dağıtıyordu. Anlaşılan Kaysar bizi güldürmek, üzüntümüzü dağıtmak istemişti.

Karanlıkta benim dizime dokunarak hafifçe sıktı. Yani sus, bir şey söyleme.

- Yoldaş Bekenov. Sizin ki gibi kadın herkese nasip olmaz dedi ve içini çekti. Sizin Akbayan gibi güzeller güzeli herkese düşmüyor. Artık geriye ne kalmış ise almak zorundayım. Çirkinleri de düşünmek lazım. Bu konuda her şey insanın şansına bağlı. Biri güzeli kapar, diğerine de kimseye gerekmeyen kalır dedi.

Vay artist vay! Rolünü o kadar iyi yapmıştı ki; sanki kaderine lanet ederek az kaldı şimdi ağlayacaktı. Temeke bile onun oltasına takılmıştı.

Akşalov tamamen şaşırmış bir halde endişeyle - Kaysar canım. Senin gerçekten böyle bir gelin adayın mı var?

- Ben şikâyetçi değilim. Herkesin ağzının tadı farklıdır dedi pervasızca Kaysar.

Temeke gülerek - Hadi bırak yahu. Bende sana inandım sanki.

Aljan şikâyet eder gibi - Sadece şaka yapıyor. Başka da bir şey yok dedi.

O anda ben onu başka gözlerle gördüm. Daha dün onu gerçek bir şahin gibi cesur ve atak görünürken o gerçekten Akbayan'a layık biri diye düşünmüştüm. Şimdi ise ıslak sefil bir tavuğa benziyordu.

İçimde "Haydaa! Herkesi güçlü bir adam olduğuna nasıl da ikna etmişti acaba." diye düşündüm. Bu arada Bekenov devam ediyordu:

- Yoksa böyle boşu boşuna mı yok olacağız. Keşke bilebilseydim. Ne yazık ki Temeke siz beni daha önceden ikna edemediniz dedi.

Akşalov cevap vermedi. Onun adına Kaysar konuştu:

- Temeke defalarca denedi. Ama siz yoldaş Bekenov, bir şeyi tutturdunuz mu geri dönmüyorsunuz.

- Evet. Ben acele ettim doğru. Ama Akşalov ısrar etmeliydi. Hedefe ulaşmalıydı. O tecrübeli bir madencidir. Dahası parti organizatörüdür diye tersledi onu Aljan.

Etrafımızda ki karanlık daha da yoğunlaşmıştı. Aljan'ı boş ver kendi parmaklarımı göremiyordum. Ama onun sesinin geldiği tarafa gözlerimi ayırmadan bakıyordum. Aklımda onun şimdi bu durumda neler söylediğinin kendisinin bile farkında olmadığını anlıyordum. O kadar kokmuştu ki kontrolünü kaybetmiş olmalıydı. Bu yüzden suçunu Akşalov'a yüklemeye çalışıyordu. Aklımda bunu anlayabiliyordum ama kalbimde bunu bir türlü kabullenemiyordum.

Temeke hiçbir şey söylememişti. Belki de korkunun altında ezilmiş olan bu adama acımıştı. Belki de onun komik suçlamalarına cevap vermeyi, kendi onurunu kaybetmek olarak düşünüyordu...

Gerçeği söylemem gerekirse korkudan dişlerim birbirine vuruyordu. Ölmenin zor bir şey olduğunu hiç kimseye kanıtlamaya gerek yok. Herkes, savaş yıllarında defalarca ölümün gözlerine bakmış olanlarda ve burada bu yıllar boyunca acıyla dolu bu hayatı yaşayanlar da dahil herkes, kendi hayatına değer verir. Ama insanlar farklı şekilde ölebiliyorlarmış demek ki. Bazıları gökyüzünden düşmana saldıran ölümcül yaralı bir şahin gibi düşerlerken onlar dünyada sefil yaşamak yerine ölümü tercih ederlerdi. İşte benim unutulmaz arkadaşım Sadık'ta böyle ölmüştü. Bazıları ise hâlâ aç gözleriyle tahıla bakan ölmüş bir tavuğa benziyordu.

Kim ne derse desin ölmek zordu. Özellikle güçsüz kaldığın ve kendi hayatın için mücadele etme imkânının bulunmadığı bir anda ölmek, daha da zordu. İnsanların ortasında seferde ölmek daha kolay. Ruslar boşuna demiyorlarmış; "İnsanların ortasında ölüm bile güzeldir." kim bilir. Aljan belki de savaşta kendini cesur bir asker gibi gösterecekti. Burada ise otur ve sabırla ölümün senin boğazını sıkmasını bekle...Yine de Aljan'a ne olmuştu acaba? Ölüm korkusu kendinden her zaman emin olan bu adamı bu kadar mı değiştirmişti? Yoksa o hep böyleydi de korku, Aljan'ın dikkatlice kuşanmış olduğu zırhını mı düşürmüştü?

O zaman Akbayan ne düşünüyordu. Bunca yıl boyunca Aljan'ın gerçek yüzünü görmemiş miydi? Yoksa o asla Aljan'ı sevmemişti de onunla benim hiç bilmediğim bir nedenle mi evlenmişti?

- Temeke. Siz ölümden korkuyor musunuz? diye sordu Kaysar.

Akşalov düşünceli şekilde - Kim korkmaz ki? Herkes yaşamak ister dedi.

- O zaman korkak bir adamla cesur adam arasında ne fark var ki?

Akşalov iç çekerek - Daha kolay bir şey sor. Herhalde biri ölümü daha çok düşünüyordur öbürü ise daha az. Bir de herhalde cesur adam hayatta kalmak için çok fazla çaba göstermez dedi

- "Çok fazla çaba göstermez..." Sizin için söylemesi kolay diye homurdandı Aljan.

Temeke saf saf - Neden kolaymış. Bende sizin gibi bir insan değil miyim yoksa? dedi.

- Orası öyle ama siz hayatınızı yaşadınız. Hayattan ne alabildiyseniz aldınız. Biz ise?

- Siz de alın. Sizi tutan mı var? Ama bende hayattan istediğim her şeyi henüz alamadım dedi Akşalov.

Ben düşündüm: " Aljan bi de utanmadan hayatında hiçbir şey görmediğini söylüyor. Bunu, Akbayan'ın kulağına aşk sözleri söylediği adam söylüyor. Bu güzel kadının beyaz nazik elinin sarıldığı kişi söylüyor. Bunlar ona yetmiyormuş! "

- Ben gerçekten ölümden korkmuyordum dedi Kaysar. Vallahi korkmazdım. Ama keşke hayatım boyunca hayal ettiğim şeyi yapma fırsatım olsaydı. Yaptıktan sonra ölsem de olurdu.

Kaysar'ın ne sırları vardı acaba. Böyle açık bir adamda ne sırlar olabileceğini düşünerek - Ne yapmak istiyordun? diye sordum.

Kaysar o anda herkesi şaşırtmıştı. Şiir yazmak istiyordum dedi.

Ben kulaklarıma inanamamıştım. Akşalov kendisini tutamayarak gülümsedi.

- Bak sen.

- Şiir mi? diye tekrar sordum ben.

Kaysar onaylayarak - Evet. Bildiğiniz şiir. Bunda şaşıracak ne var ki. Yoksa ben madenciyim diye bütün düşüncelerim sadece cevher hakkında mı olmalı. Doğruyu söylemem gerekirse yazmaya başladım bile. Ne yazık ki artık bitiremeyeceğim. Hepsi de bu lanet olası çöküş yüzünden dedi.

Arkadaşıma çok söylemek istemiştim. "Canım Kaysar'ım. Ne kadar iyi biri olduğunu keşke bilebilseydin. Ne kadar müthiş bir adamsın. Şaka mı yapıyorsun gerçekten mi söylüyorsun bilemiyorum ama düşüncelerimizi ölü olarak adlandırılan bir canavardan uzaklaştırmayı tekrar becerebildin. Masum duran Aljan bile gülmüştü. Şiir yazdığı yalan bile olsa büyük olasılıkla yalandı da zaten. Çünkü şiir yazsaydı çoktan bunu bütün maden bilirdi. Çünkü sen insanlara karşı açık bir kitap gibisin. Yine de ne olursa olsun senin doğan, bir şiir gibi. Sana çok teşekkür ederim kankam."

Ama Kaysar meğerse bu sefer ciddi söylüyormuş.

- Bana inanmıyorsunuz değil mi. Kaysar'ın sizi yine kandırdığını düşünüyorsunuz dedi.

Karanlıkta memnun memun sırıttığını hayal ettim.

- Değil mi. Ben bildim mi. O zaman dinleyin.

Kaysar gerçek şairleri taklit ederek okumaya başladı. Tabi ki şiirde usta olmayan ben bile bunu anlamıştım. Ama daha sonra ben o şiiri ezberledim. Çünkü zor durumda bu şiir, bize çok iyi gelmişti.

İşte Kaysar'ın şiiri:

Yanan kömür gibi cesurca yanmaya

İnanın hazırım ben

Dünyada ölümsüzlük diye bir şey yoktur

Asla da olmayacak

Yok, yok! Genç bir vicdan

Parlak bir güçle dolu birine işkence edemez

Arkadaşlarım her zaman her yerde hayatı sevdiğim için

Mutluyum.

Hey arkadaşlarım! Uyanın şeytanlar

İçimizde kahramanlık koşusu başladı

Ölüm bizimle alay etmesin kalkın gidelim

İnsan diye gururlu bir unvanımız var

Akşalov şüpheyle - Kaysar oğlum. Sen bunu birinden kopya mı çektin. Hadi itiraf et dedi.

Kaysar gururla - Bu benim şiirim. Bunu ben kendim yazdım diye cevap verdi.

Aljan'ın sesi - Belliydi zaten. Ama bir köpeğin kuyruğuna ne kadar yağ sürersen sür kuyruk yine de daha uzamaz. Antik Romalılar bile bilir ki. Şairler şair olarak doğar...

Aljan hiçbir şeyi kabul etmek istemiyordu. Kaysar profesyonel bir şair olmak istemediğini söylemişti. Bir de bir insan sanata ulaşmaya çalışıyorsa, bu onun hayatını zenginleştirir diye de kabul etmek istemiyordu.

Ama Kaysar'ın kırılacağını boşuna düşünmüştüm. O Bekenov'un yorumunu kaale bile almamıştı. Hem Kaysar hem de Akşalov Aljan'a hasta biriymiş gibi davranıyordu. Acaba Aljan bir zaman sonra bunu anlayabilecek mi?

- Sabır. Senin ganimet saatin kaç? diye sordu Kaysar.

Karanlıkta parlayan saatin oklarına bakarak:

- Akşamın onu olmuş diye cevap verdim ve güldüm.

Temeke şaşırmıştı - Niye gülüyorsun?

Aljan açıklamayı deneyerek - Görmüyor musunuz? Sabır'da kafayı yedi dedi.

Bende Aljan'a kızmamaya karar vermiştim.

Akşalov'un sorusuna cevap vererek - Aklıma bir şey geldi Temeke dedim. Bir zamanlar biz Sadık ile birlikte tıpkı şimdiki gibi saat onu bekliyorduk.

Ve ben tekrar güldüm.

Akşalov'un ilgisini çekmişti - Niye beklemiştiniz?

- Temeke bu saatte sizin madende gece vardiyası başlıyordu. Siz gidince biz Sadık'la bahçenize giriyor ve elmalarınızı çalıyorduk. Ama siz fark etmeyin diye her ağaçtan sadece birer elma alıyorduk. Hatırlıyor musunuz kaç tane ağacınız vardı. Ben hatırlıyorum. On tane ve bize kişi başı beş elma düşüyordu dedim.

Bu Mıskazgan'da ki ilk meyve veren elma ağaçlarıydı. Akşalov zaten şehirde ki (o zaman köyde) ilk meyve bahçesini kuran kişiydi. On elma ağacının dalları, kırmızı, sulu meyvelerin ağırlığından aşağı eğilmişti. Çocuklar için çok baştan çıkartıcıydı. Biz Sadık ile birlikte günaha düşerek gece baskınları yapıyorduk. Bu olay iki sene boyunca sürmüştü...

Ben gülerek - Temeke. Hala elmalarınızın tadını hatırlıyorum. İlahi bir tadı vardı dedim.

Akşalov dizlerine (belki de yanlarına) vurarak kahkahalar atmaya başladı.

Kahkahaları bitince - Vay vay vay! Demek öyle! Bende kim bu hayaletler diye kafayı yiyordum. Her gün sabah işten geldiğimde bahçede on elma eksik. Bir tane elma koparsanız da sahibi bunu fark etmez diye mi düşünüyordunuz. Ben ise her elmanın yerini ezbere biliyordum ve kim alıyordu çok merak ediyordum. Belki aç kuşlar yiyordu diye düşünüyordum. Ama sayabilen kuşları göreniniz var mı? Demek ki bu sizmişsiniz küçük kurnazlar. Elmalarımı çalıyordunuz. Bunu öğrendiğim çok iyi oldu. Derler ya geç ödenmiş borç, ikiye katlanır. Yarın eve döner dönmez tüm elmalar için bütün hesabı tek tek ödeyeceksin, anladın mı beni dedi.

Temeke'nin yarın evde olacağımıza emin olmasına sinirlenen Aljan - Siz hâlâ bu mezarlıktan çıkabileceğimizden umutlu musunuz? İki saat sonra tavşanlar gibi su da boğulacağız. Su buraya ulaştı bile, yoksa görmüyor musunuz diye bağırdı.

Aljan ağır ağır nefes alarak, yamaçtan galerinin üst köşesine doğru tırmanmaya başlamıştı. Taşlar ayaklarından aşağı ses çıkartarak suya düşüyordu.

" Evet. Bu sondur." diye düşündüm ben.

Akşalov ilk defa sinirlenerek sitemle - Vay canına! Hayatta kalmayı ne kadar da istiyorsun. Dedelerimiz zor anda en az üç kişiyi yönetebilen kişiye, normal koşullarda üç bin kişi verebilirsin derlerdi. Hayret! Bunca zamandır koca bir kuruluşu nasıl yönettiğini çok merak ediyorum.

- Sizde buna izin vermeseydiniz. Madem siz o kadar da öngörülüydünüz bütün bunlara izin vermeseydiniz. O zaman hiçbir şey olmazdı diye tavandan bir yerden huysuz sesle cevap verdi Aljan.

- Korkak ördek suya poposuyla dalar dedi Kaysar. Siz Bekenov, kendi hatalarınızı başka kişilerin üzerine atmayın. Bu arada bizim sabrımızın da sonu gelebilir...

Aljan susmuştu ve hem de bayağı bir süre için.

...Hikâye anlatan kişi, bir zamanlar toprakla dolmuş ve yavaş yavaş suyla dolan galeride bulunduğuna göre ve bu kadar detaylı bir şekilde anlattığına göre demek ki bu adamın hayatta kaldığını tahmin etmek çokta zor olmasa gerek. Eğer hayatta kalmış ise demek ki yer altında o korkunç gecede iyi bir son olmuştu. Ama biz o zaman kaderin bize neler hazırladığını bilmiyorduk. Bu yüzden sinirlerimiz son derece gergindi.

Ben Aljan'a karşı hemen hemen tiksinti duyuyordum.

Kaçıncı defa bilmiyordum kendi kendime sordum. "Akbayan bu adamı niye sevmişti. Olamaz. O, böyle bir adamı sevemez. En azından bu halde ki bir adamı sevmezdi. Demek ki o, daha henüz bilmiyordu. Yani adam onu saf bir çocuk gibi kandırmıştı. Becerikli örülmüş ve ustaca konulmuş bir tuzakla yakalamıştı... Aljan, onun serçe parmağına bile layık olmayan bir adam. Biz hepimiz özelikle de ben, onun sahte bir adam tarafından yanıltılmış olmasına izin verdiğimiz için suçluyuz.

Aljan'ın kim olduğunu bilseydi eğer? Ne olursa olsun ben onu kurtarmalıyım. Kendini sarmış ve onu boğan düğümü çözmek benim vazifem. Ama bunu nasıl yapabilirdim acaba?"

En önemlisi ise; ben Akbayan'ı affetmiştim.

Tekrar kendi ganimet saatime baktığım zaman gecenin biriydi. Buz gibi soğuk su yavaş yavaş bize doğru yükseliyordu. Biz Aljan'ın oturduğu yere, tavana kadar çıkmıştık. Ama su orada bile ayakkabılarımızın tabanına değilmişti. En fazla iki saat daha ömrümüz kalmıştı. Akbayan'ın hatasını anlayıp kendisini ve Aljan Bekenov'u affettiğim için kendimi iyi hissediyordum. Hatta adama acıyordum. Zavallı! Kendi gözlerinde bile düşmüştü. Bir adam için daha ağır bir ceza olabilir miydi? Üstelikte seninle birlikte kısa bir zaman sonra ortak bir mezara yatacağın adama kızmak günahtır.

Hâlbuki bu dakikalarda saatimin okları, bizim kurtuluş zamanımızı gösteriyordu. Su hâlâ bize doğru yaklaşıyordu. Tıpkı acımasız bir suikastçı gibi. Ama bir anda durdu ve yavaş yavaş çekilmeye başladı. Hiçte hoşnut olmamış bir tıslamayla galerinin derinliklerine doğru gitti. Sonra karından gelen bir ses gibi alçak sesle görmediğimiz bir kuyunun içinde gitti.

Aljan - Kurtulduk. Duyuyor musunuz kurtulduk diye bağırdı.

Bizi de kendi sevincini paylaşmaya davet ederek çocuklar gibi eğleniyordu. Elbette biz de mutluluktan dans etmeye hazırdık.

Temeke - Aynen öyle. Eski kuyudan su gideri kazmışlar. Zaten böyle yapacaklarını tahmin etmiştim dedi.

Kaysar, sahte bir pişmanlıkla - Vay vay! Nasıl da yorulmuş olmalılar. Biz burada tıpkı beyler gibi otururken onlar yedi kez ter akıtmışlar dedi.

Temeke lambasını yaktı, yüzlerimizi aydınlatmak için kaldırdı. Sanki her şey yolunda mı diye kontrol ediyordu. Aslında biz o anda tıpkı çarmıhtan indirilmiş gibiydik. Ama gözlerimizde, Kaysar'ın beyaz dişli gülüşünden sayılamayacak kadar sevinç ve canlı bir ışık görünüyordu. Temeke her zaman ki gibi sağlam ve sakindi. Sadece Aljan rahatsız olmuştu. Sanki kendi kurtuluşuna sevinemiyordu.

Akşalov, Aljan'ın yeni pozisyonuna göre üstü olduğunu hatırlayarak - Yoldaş Bekenov. Bence artık tüm lambaları yakabiliriz değil mi? diye sordu. Aljan utanarak - Tabi Temeke buyurun dedi.

Temeke benim omzuma dokundu ve gülümseyerek:

- Sabır, Sadık ile birlikte bahçemden çaldığın elmalar için borcunu ödemeyi unutma. Yoksa yakalarım, kulaklarını kopartırım. Yetişkin olmana da bakmam. Ona göre.

Biz, hem hayatta kalmayı becermiş hem de kaderin inadına, bu olaydan üç sene sonra bizim Temeke'mizin elli yaşını geniş bir katılımla kutladık. Akşalov önce bu bayramı en yakın arkadaşlarıyla küçük bir grupla kutlayacaktı. Ama Mıskazgan'da her on kişiden biri ya onun arkadaşıydı ya da öğrencisiydi. Ve Temeke bu "samimi ortama" kimi davet edeceğini düşündüğü zaman yaklaşık yüz kişi olmuştu. Dolayısıyla büyük bir kutlamadan kaçamayacağını anlayan Temeke, davetiyeleri göndererek yüz kişi daha çağırdı. Davetiyelerin metni şöyleydi: Saygıdeğer--- Sizi eşinizle birlikte ---- Eylülde benim ellinci yaş günümü kutlamak için madenin kırmızı köşesine gelmeniz için davet ediyorum.

Sadece çok sonraları, Temeke'nin elli yaşını madenin kırmızı köşesinde kutlaması için Aljan Bekenov'un ısrarcı olduğunu öğrendik. Davetiyenin metnini de bizzat kendisi yazmıştı.

Biz Tatyana ile ve Kaysar karısı Nurjamal ile (o, söz verdiği gibi bir düğün yapmıştı) en yakın arkadaşları olarak ilk gelenlerden biriydik. İlk gelenlerden deme sebebim Aljan'ın bizden önce gelmesiydi. O, bayram sofrasının etrafında dolaşarak kantinci kadına talimatlar veriyordu. Kısa bir zaman sonra diğer misafirlerde akmaya başlamıştı. Hiçbiri davetin gereğine icabet etmezlik yapmamıştı. Gelen insanların yüzlerinden, bunun sadece birinin doğum günü olmadığı, tüm maden için büyük bir bayram olduğu anlaşılıyordu. Herkes kendini rezil etmemeye çabalıyordu. En güzel en pahalı hediyeleri getirmişlerdi. Biri halı getirmiş, diğeri fincan takımı, bir başkası da radyo getirmişti. Onu hemen çalıştırdık, misafirleri eğlenmeye zorladık.

Sofrada büyük bir bayrama layık sofraydı. Savaştan sonra ki ilk yıllarda gıdalarla çok zorluk çekmemize rağmen masa her tür yiyecekten ve şaraptan kırılıyordu. Bu refah ortamının Aljan'ın işi olduğunu da öğrendik. Bayram için bütün alışverişleri, kuruluşun işçi sosyal bölümü vasıtasıyla yapmak için izin almayı başarmıştı.

Madende gerçekleşen o olaydan sonra benle Aljan arasında çok tuhaf bir ilişki oluşmuştu. Hem bana karşı hem de diğer işçilere karşı kibiri bırakmıştı. Hatta bizim yani o yeraltında onunla birlikte mahsur kalan kişilerin gözüne girmeye çalışıyordu. Ya kendinden utanmıştı ya da o korkunç saatlerde nasıl paniğe kapıldığını anlatacağımızdan korkmuştu, bilemiyordum. Bazen ona yanaşıp:

Bırakın yoldaş Bekenov Allah aşkına. Bizim size şantaj yapmak gibi bir niyetimiz yok diyesim geliyordu.

Orada yarısı suyla dolu galeride otururken Akbayan ile konuşacağımı düşündüğüm konuyu da konuşamamıştım. Ertesi gün sakinleşmiştim. Düşündüm ki; bana ne cevap verebilir. Diyecek ki; onu kaybettiğim için Aljan'dan intikam almak istediğimden, onun hakkında saçma sapan bir şeyler uyduruyorum.

Bir de görünüşte de Akbayan, ailesinde ki mutsuzluktan şikâyetçi kadın tavrı sergilemiyordu. Benim niyetim tıpkı suyun kuma girişi gibi yavaş yavaş gitmiş ve yok olmuştu.

Ve bir şey daha: madende ki olaydan sonra Tanya'nın haklı olduğunu anlamıştım. Benim eğitim görmem lazımdı. Hatalı kararlara bağlı olmamak için madenciliği kendimin en ince ayrıntısına kadar bilmem lazımdı. Dahası, felaketten sonra dondurulmuş olan doğuda ki yatağı da çalıştırmak istiyordum. Tabi ki ben eğitim görene kadar kimse beklemezdi. O zaman içinde bilim, bu son derece zengin yataklara nasıl ulaşılacağına dair bir yol bulacaktı. Ama yine de benimde hesabıma bir şey düşmez, daha başka bir yol bulunmaz diye kim söyleyebilirdi. Sonunda ben açık Alma-Ata maden üniversitesini kazandım.

...Sonuçta herkes toplanmış ve misafirler yerlerine oturmaya başlamıştı. Masanın başında Temeke ve onun kalabalık ailesi -karısı ve sekiz çocuğu- oturuyordu.Yanında Aljan ve az önce gelen Akbayan oturmuştu.

Onlar kesinlikle masanın en güzel çiftiydi. Aljan'ın siyah dalgalı yoğun saçlarında erkenden beyaz saçlar çıkmış ve onun siyah takım elbisesine ve bembeyaz gömleğine çok yakışmıştı. Onun görgülü tavırlarına hayran olmuştum. Şimdi ayağa kalkmış, biraz uzakta ki bir kadının sandalyesini çekerek oturmasına yardım etmiş ve tabağına salata koymuştu. Sonra Temeke'nin karısına bir yemek tavsiye etti. Onun solunda oturan... az kalsın "güzel kadın" diyecektim. Kesinlikle masallardan çıkmış kadar güzel olan kadına güzel kelimesi çok az kalacaktı. Tek kelimeyle Aljan'ın sol tarafında masallardan çıkmış bir peri oturuyordu. O kadar güzeldi ki; bir bakışıyla normal ölümlü bir adamın aklını başından alabilirdi. Tabi ki anladığınız gibi ben Akbayan'dan bahsediyordum.

Aynı on sekiz yaşındaymış gibi genç ve taze görünüyordu. Sanki Aljan'la evlendiği günden beri on sene hiç geçmemiş gibiydi. Ya da zamanın onu etkileyecek gücü olmadığını sadece ben düşünüyordum? Ama yok. Diğer erkelerinde ara sıra hayranlıkla Akbayan'a baktığını fark etmiştim. Gölün pürüzsüz yüzeyinde ki basit kazlar arasında yüzen bir kuğu gördünüz mü? İşte Akbayan aramızda öyle görünüyordu. İçinden sanki ışık saçıyordu. Beyaz tenli yüzü ve kar beyazı elbise. Kocaman kömür gibi kara gözleri, elbisesiyle kontrast olarak daha çok fark ediliyordu. Boynunda, yanardöner ışıklarla parlayan iki sıra dizilmiş inci kolye vardı. Küçük zarif kulaklarında ki yakut küpeler göz kamaştırıyordu. Beyaz ince örgü şal, ince nazik boynunun heykelimsi konturlarını vurguluyordu.

- Sabır, Akbayan'a bak. Bugün o kadar güzel ki dedi kısık sesle Tatyana.

Ah Tanya. Yoksa benim onu görmediğimi mi düşünüyorsun ?

Kendi kendime "Ve ben akılsız gibi benimle, basit kaba bir erkekle evleneceğini düşünüyordum." dedim. Ama o anda bakışım Aljan'a geçti ve ben yer altında ki sığınağımızı hatırladım. Demek ki masallarda ki güzel periler, o kadar erişilemez değilmiş ve onların seçimleri de hatasız değilmiş.

Neyse. Bende üniversiteyi bitireceğim ve bende mühendis olacağım. Aljan artık doğudaki madenin konusunu bile açmıyor. Ben ise bu yatağın işletilmesini diploma konum olarak seçmiştim. Yeter ki üniversiteyi bitireyim. O zaman ben ve sen Aljan, eşit iki adam olarak konuşacağız. Herhalde ben çocuk gibi düşünüyordum. Ama her şeye karşın ben, kocasından hiç bir konuda geri olmadığımı Akbayan'a kanıtlamak istiyordum...

Bu arada Aljan sunucu rolünü üstlenmişti. Çatalıyla şarap sürahisine hafifçe vurarak herkesin dikkatini çektiğini görünce elinde ki kadehiyle ayağa kalktı.

Herkesin onun konuşmasını beklediğini gördükten sonra Bekenov konuşmaya başladı - Yoldaşlar! Arkadaşlar! Biz bugün burada herkesin sevdiği Temeke'mizin ellinci yaş gününü kutlamak amacıyla toplandık.

Aljan yavaş konuşuyordu. Cümleler arasında anlamlı şekilde esler vererek, sanki dinleyenlerin her sözünü tartması için imkân sağlıyordu. O, Akşalov'un işteki başarılarını saydı, karakterini, onurunu anlattı. Onun dürüstlüğünü, ilkelerini ve iyiliklerini söyleyen Bekenov:

- Ama ilk önce Temeke'mizin doğuştan gelen bilgeliğini ve cesaretini özelikle söylemek istiyorum. Onun yanında omuz omuza bütün zorlukların üstesinden gelenler, bunu çok iyi bilirler. Üç sene önce doğu bölgesinde trajik bir olay yaşandığını hatırlıyorsunuzdur. O zaman biz Temeke ve burada bulunan daha iki kişiyle birlikte bir mezarlıkta gömülmüştük sayılır dedi.

Bunu söyler söylemez sessizlikte net olarak Kaysar'ın hafif gülümsemesi duyuldu.

"Aljan ne için yeraltında ki bu olayı hatırlatmıştı? Özellikle onun bu konu hakkında konuşmaması gerekiyordu." diye düşündüm ben. Nedense Aljan endişeli görünüyordu. Belki arkadaşım Kaysar'ın huyunu çok iyi bildiği için endişeleniyordu. O, kesinlikle Aljan'ın hatasını kullanma fırsatını kaçırmazdı. Bu dobra ve şakacı adam, mutlaka bir şeyler söyleyecekti.

Aljan da yaptığı hatayı fark etmişti. Ama bu sefer hiç bozuntuya vermeden kısa bir ara verdi, ara verdiğini de sadece hikâyeyi bilen adamların anlayabileceği şekilde yaparak, konuşmaya devam etti:

- Açıkça söylemem gerekirse şaşırmıştık. Ama bizim yanımızda Temeke vardı. O, bize dayanıklılık ve cesaret örneği göstermişti dedi Aljan ve sonra göz ucuyla Kaysar'a tereddütlü bir bakış fırlattı. Temeke sayesinde biz ölümü yendik! Ben Mıskazgan'ın en iyi madencilerinden biri olan bizim saygıdeğer Temeke için kadeh kaldırmayı öneriyorum. Elli yaşına bir elli yaş daha eklesin. Ayrıca ona iş ve özel hayatında daha büyük başarılar diliyorum!

Aslında her şeyi doğru söylemişti. Keşke kendini tutup ölümü yenmekte kendi katkısının da olduğunu söylemeseydi. Söylemeseydi belki de bu akşam onun için olaysız bitebilirdi. Ama bütün hayatı boyunca güçlü adam rolü yapan bir kişiyi kim tutabilirdi?

Ben herkesle birlikte alkışladım. Sonra Temeke ile herkes kadeh tokuşturdu ve küçük samimi salon bu bayrama layık büyük ve güçlü seslerle - kadehlerin melodik çarpışması, çatalların tabaklara vuruşları ve insanların heyecanlı konuşmalarıyla- doldu.

Aljan, sunuculuk görevini kolayca ve zorlanmadan yapıyordu. İleri yaşlarda utangaç bir madenci işi bilerek, ustaca şakalarla ikinci sözü söylemek için onu ikna etmişti ve o adam, Temeke ile birlikte madene gelen eski arkadaşları adına basit ama gerçekten içten sözler söyledi. Aljan sofrayı ve bayramı, bende istemeyerek de olsa gıpta doğurtan bir rejisör gibi yönetiyordu. İkinci konuşmacının arkasından üçüncü ve dördüncü konuşmacı da çıktı. Kutlamaya davet edilen Akşalov'un yaşdaşları, öğrencileri ve diğer madenlerden gelen işçiler konuştu. Aljan, herkesin olumlu desteğiyle doğum günü çocuğunun! eşini de bir kaç söz söylemesi için ikna etmişti. Ondan sonra gençlik kolları adına ben söz aldım.

Her şey çok neşeli ve huzurlu gidiyordu. Tek bir şeyden, Kaysar'ın bir patavatsızlık yapmasından ve bayramın tatsız bitmesinden korkuyordum. Bütün akşam boyunca o sanki hedefine kilitlenmiş gibi Aljan'dan gözlerini ayırmıyordu.

Nihayet Aljan Temeke'nin tüm yakınlarını konuşturduktan sonra sıra Kaysar'a gelmişti. O birden bire kalabalık misafirlerin kendisini rahatsız ettiğini ve Temeke'yi çok sevdiği için ona kendi duygularını baş başa kaldığında söylemek istediğini belirterek konuşmak istemedi... Aljan ve ben rahatlamış, derin bir oh çekmiştik. Bizim sunucumuzun arada sırada gözlerinde yanıp sönen tereddüt, tamamen ortadan kalkmıştı.

Ama ben Kaysar'ı iyi tanıyordum ve onun tecrübeli bir savaşçı gibi son vuruşu yapmak için uygun bir anı sabırla beklediğini hissediyordum. Dış görünüşünde Kaysar, gayet normal davranıyordu. Şakalaşıyor, gülüyor, yiyip içiyordu. Kendi bembeyaz dişlerini parlatarak "Temeke'nin doğum gününde değil de ne zaman içeceğiz?" diyordu. Ama konuştuğu kadar içmiyordu. Temeke'nin sağlığı için en fazla bir iki yüzlük içmiş ve bir kez masanın karşısından kadehini Akbayan'a doğru uzatarak içmişti. Bu arada:

-Hey yenge! O kadar güzelsin ama şarabın tadına bakmadın. Olur mu böyle bir şey dedi ve sinsice bana göz kırptı.

Akbayan karşı çıkmasına rağmen kadehinden bir yudum almıştı.

Kaysar onu mahsustan korkuttu - İçin için, dibine kadar için. Yoksa dibinde mutluluğunuz kalır dedi. Akbayan gülerek - Ahh! Keşke o kadar kolay olsaydı. İçiyorsun ve gerçekten mutlu oluyorsun dedi ve kalanı içti.

O, biraz sarhoştu. Yanaklarında allık onuyordu. Siyah parlak gözlerinde, kurnaz şeytan yavrusu ortaya çıkmıştı. Akbayan bazen benim bulunduğum tarafa yaramaz bakışlar atıyor ve avucuna sırıtıyordu. Baştan bana güldüğünü zannetmiştim. Ama sonra ben bizim gençliğimizi hatırladım. O, köyün etrafında saklambaç oynadığımızda da aynen böyle yaramazca gülüyor, onu bulduğumda Akbayan dayanamayıp hep böyle yumruğunun içine sırıtıyordu.

Akbayan şaka yollu parmağıyla Kaysar'ı tehdit etti.

- Eğer ben bugün sarhoş olursam bu sizin suçunuz olacaktır.

- O zaman olmasınız. Benim zaten günahlarım çok – taşıyamam diye yalandan korktu Kaysar.

Ama mevzu bahis olan Kaysar ise her zaman gözlerinizi dört açmanız lazımdır. Bir saniye sonra onun her şeyi değişebilir, her şey, alt üst edebilirdi. Dışarıdan bakılınca o bir ata benzerdi ama arabaya alıştırılmış bir ata. Sokakta yürür, arabayı çeker aynı çalışan bit at gibi yapması gerekeni yapardı. Bir anda bir şeyden korkup yana atlar ve yolda fark etmeden deliler gibi koşardı. Ama onun görünüşü sizi aldatmamalıydı. Çünkü Kaysar hiçbir şeyden korkmazdı. Bir şeyi tutturduysa durdurmanız mümkün değildi…

O arada sofrada oturmaya ara verildi. Kimileri kalkıp şarkı söylemeye, dans etmeye başladı, kimileri ise temiz havada dışarıya çıkıp sigara içmeye karar vermişti. Şarkı söylemeyi sevenler, masanın bir kenarında toplanmışlardı. Dansçılar ise genelde gençler, radyoyu geniş koridora çıkartmışlar ve biri "Paris'in çatıları altında ki" filmden fokstrot tarzı müziği bulmuştu. Ortaya ilk önce Kaysar fırladı. Ve dansta kavalyesi olarak kimi davet etti biliyor musunuz? Akbayan'ın ta kendisini! Sadece müdürün karısı olduğu için böyle söylemedim. Benim için o zaten dokunmanın bile günah olduğu bir kraliçe idi. Kaysar ise onu devamlı çeviriyordu. Sonra da aynı şekilde ortada kalıp, tango ve bir de bals-boston dansı yaptılar.

Belki ben de cesaretlenip Akbayan'ı dansa davet ederdim ama dans etmeyi hiç bilmiyordum. Bu yüzden sadece duvara yaslanıp durdum ve arkadaşımın Akbayan'la birlikte ustaca yaptığı karmaşık hareketleri izliyordum. Çokta iyi yapıyorlardı, herkesten çok daha iyi. Akbayan doğuştan zarif, yumuşak hareketler için yaratılmıştı ama Kaysar'ın dans bilimine ne zaman hâkim olduğu – benim için hâlâ bir bulmacadır…

Tatyana bana yaklaştı ve elimi tuttu.

Sabır sıkıldın mı? Sen en iyisi Temeke'ye git, o da seni soruyordu dedi…

Hakikaten de ben ne diye duvarın desteğiymiş gibi duruyordum ve kıskançlıktan mahvoluyordum? Salona geri döndüm.

Temeke masada kendi yerinde oturuyordu. Etrafını küçük bir grup sarmıştı. Ben Aljan'ı, Nurjamal'ı, Temeke'nin karısı Kalampır'ı ve günün kahramanın yaşdaşları ileri yaşta birkaç kişiyi gördüm. Tabi ki bu grubun lider Aljan idi. Sanki Temeke'nin değil de onun bu bayramının ana figürü olduğunu düşünebilirdi. Bekenov heyecanla bir şeyler anlatıyordu Ama beni görünce açık şarap şişesini kaldırıp:

Sabır, nerde kaldınız? dedi

Ben Temeke'nin etrafındakilere katıldım, Aljan benim kadehimi doldurdu.

Şampanya birazcık başıma vurmuştu. Boş kadehimi masaya koymaya yetişemeden arkamdan Kaysar'ın sesi duyuldu.

Eee! Böyle olmaz! Bize de doldurun!

Kaysar ve Akbayan masaya yüzleri kızarmış bir halde yaklaştılar. Birinin açmasını beklemeden Kaysar kapalı şişeyi aldı, mantarını tavana fırlatıp açtı ve şampanyayı becerikli şekilde kadehlere doldurdu.

Birkaç dakika öncesine kadar onun kafasının kıyak olduğunu düşünüyordum. Ama şimdi o, sanki bir damla bile içmemiş gibi duruyordu.

Kaysar boşalmış şişeyi masaya koydu, doldurulmuş kadehlerinden birini kaldırdı ve Akbayan'a uzattı.

İçin yenge. Arkadaşlar siz de kadehlerinizi alın – diye çağırdı Kaysar ve kendisi de bir kadehi kaldırdı.- Yoldaş Bekenov bana verdiğiniz söz hakkından vazgeçtim. Düşünüyordum ki Temeke bana kızar, boş konuşmaları hiç sevmez çünkü. Ben size konuşma yerine inanılmaz, tamamen fantastik bir hikâye anlatayım. Akbayan öncelikle bu hikâye sizin için, bu yüzden kadehinizi bırakmayın.

Akbayan şaşırmıştı – Neden öncelikle benim için? Suçlu muyum? Yoksa onurlandıracak mısınız? dedi.

Kaysar tuhaf bir sesle - Göreceğiz! – diye cevap verdi.

İşte başladı! – diye düşündüm ben. Kaysar kesinlikle boş yere Aljan'ın karısı Akbayan'a seslenmemişti. Demek ki onun hedefi Bekenov'du. Onun konuşurken yaptığı hatasını unutup, dikkatinin dağılmasını beklemişti. İnsana beklemediği ve kendini rahat hissettiği anda yapılan vuruştan daha acı bir şey olamazdı.

Aljan daha ne olduğunu anlamamıştı. Ama içimden gelen bir ses şimdi bir fırtınanın kopacağını ve bunun onun için hiç hoş olmayacağını hissediyordu.

Ben bekleyin Kaysar, bugün o kadar güzel bir gün ki, başka sefere kadar dayanın- dedim. Benim ipucumu anlasın diye "dayan" sözüne vurgu yapmıştım.

Ama Akbayan ilgiyle söze karıştı – Yok, anlatsın artık!- dedi gülerek. Aljan! Sabır! Bir kadında ilgi uyandırıp tam ortasında hiçbir şey öğrenmeden bırakmak çok acımasız bir şey! Ben sabaha kadar uyuyamam, eğer bu fantastik hikâye nedir ve onun benimle ne alakası var diye öğrenmezsem! Temeke de bize küsmez! Değil mi Temeke?

Temeke gülümsedi – Canım Akbayan, artık ben de Kaysar'ı dinlemek istiyorum dedi

Aljan – Peki, nasıl isterseniz dedi ve uzaklaştı.

Akbayan sabırsızla – Başlayın, Kaysar! dedi.

Ben onun Aljan'a attığı bakışını yakalamıştım. Galiba Kaysar'ın hedefinde kimin olduğunu anlamıştı. Ve kocasını korumaya hazırdı.

Kaysar da bu bakışı fark etmiş ve dudaklarında utanmış saf gülüş ortaya çıkmıştı. Ama ben böyle bir gülüşün, Kaysar'ın hedefine aldığı kişiye iyi bir şey getirmeyeceğini biliyordum.

Ben hiç kimseyi kırmak istemiyorum – dedi kısık sesle Kaysar. – Bir devenin kamburunun daha az fark edilmesini istiyorsan – deveyi biraz açıkta tutman lazımdır … Bu arada biz, konuya açıktan girmeyi pek severiz. İpuçlarını, karşılaştırmaları severiz. Ve açıkçası bende de bu kusur var. Evet, arkadaşlar. Hikâyem birlikte yaşadığımız bu dünyada değil, öbür dünyada olmuş… ve Kaysar gözlerini tavana kaldırdı – Hikâyemiz ben cennetin girişinde ki meydanda kendimi bulduğumda başladı. Burada ki kapının önünde uzun bir kuyruk oluşmuş. Ama bu kapılar müdür kapılarında da daha sıkı korunuyordu. Tam girişinde ellerinde ağır sopalarla Ankir, Mankir ve Azretali'nin kendisi duruyordu. Ayrıca cinler İzrail ve Jabrail'de burada nöbet tutuyordu – onlar sıradaki başvuranın omuzlarına oturup, onun günahlarının ve iyiliklerinin hesabını soruyorlardı. Mutuali Melek ise çok hassas bir tartıyla insanların yaptıklarını tartıp, hangisinin daha ağır olduğuna -iyilik mi kötülük mü- bakıyordu. Eğer iyi şeyler daha ağırsa gardiyanlar kenara çekiliyor ve cennetin kapıları açılıyordu, eğer kötü şeyler daha ağır ise mahkeme kararının kopyası eline verilerek cehenneme yollanıyordu. Sadece kararlar net ve sert şekilde bildiriliyordu:

Cehenneme!... Cennete!... Cehenneme!... Cennete!...

Bu katarda sıra bana gelince Mutuali ıslık çalarak:

- Tabi ki cehenneme dedi.

Ben hakimlere - Ben cehennemi istemiyorum. Ben çok neşeli bir adamım. Arkadaşlarımla oturup sohbet etmeyi çok seviyorum. Orada ise benim bir tane bile tanıdığım yok. Ne yaparsınız bilmiyorum ama ben cehenneme gitmem dedim.

Hakimler sakin şekilde - Arkadaşlarından birini yanına al, işte o zaman uygun bir ortam olur dediler.

Ben kuyruğa baktım ve orada sadece tanımadığım kişileri görünce- Saygıdeğer hakimler. Ben buradan kimi alabilirim ki? diye sordum.

Onlarda bana cevaben sıkıntılı bir bakış attılar - kendin bilmiyor musun der gibi ve:

- Temeke ve arkadaşın Sabır'ı yanına al. Bir de müdürlükten Aljan Bekenov'u da yanına alda git ve çabuk ol. Bizi geciktirme. Ne kadar çok işimiz olduğunu kendinde görüyorsun dediler.

- Acele etmeyin dedim ben. Bu kadar kolay karar verilir mi. Hadi ben kendimi anladım. Bütün normal insanlar gibi huzur içinde yaşamak yerine şiir yazmaya başladım...Ama bu diğer üç kişinin suçu ne? Onlar halkın yararına yorulmadan, bir an bile elleri boş kalmadan çalıştılar dedim.

Beni en çok Temeke'nin adı şaşırtmıştı. Düşündüm ki, "Ya! Herhalde aksakalımızda bir suç işlemiş. Temeke'nin şansına bak. Ellinci doğum gününde direk cehenneme gitmek. Kıdemli madenci unvanının bile bir faydası olmamış."

Ben dayanamayarak - Temeke'nin suçu ne diye sordum?

En büyük unvanlı melek kafasını sallayarak - Kedi gibi anlaşılmaz bir adamsın. O, Hz. Muhammed'in hadislerini ihlal etti. Mıskazgan'ın saygıdeğer vatandaşlarını kendi doğum gününde sarhoş etti.

Biz Kaysar'ın bu sözlerine kahkahalarla tepki verdik ve sadece Aljan hikâyeyi anlatanın konuya nereden getireceğini bilmediğinden gerilmiş bir şekilde bekliyordu. Kaysar hiçbir şeyi önemsemeden devam etti:

- Neyse, düşünüyorum. Bu suç hakikaten büyük bir suçtur. Yapacak bir şey yok. Saygıdeğer Temeke'de hesap vermelidir. Meleklere söyledim: - Peki. Pes ediyorum. Akşalov konusunu çözdüm. Ama canım arkadaşım Sabır'ın günahı ne? Melek Mutuali bana asık bir suratla baktı ve içini çekerek:

- Arkadaşlarını hiçte iyi tanımıyorsunuz. Senin suçların Sabır'ın günahları yanında hiçbir şeydir. Onun karısı çok iyi bir kadın. O ise masal perisini hayal ediyor. Bunu ne için yaptığını bilmiyor musun Kaysar. Ben de "bilmiyorum" dedim. Başka ne diyeceğimi bilemedim.

Ben onun Akbayan'ı nereden bildiğini anlamamıştım ve çok şaşırmıştım. Kendisi anladıysa bile bunu yüksek sesle dile getirmesine ne gerek vardı. Bu ne? Bir uyarı mı? Ama o karıma çok saygı duyardı.

Ne yapmam gerektiğini düşünürken sesler duyuldu:

- Yok artık Kaysar. Sen burada çok abarttın!

- Daha iyi bir şey uydurabilirdin!

Kaysar tersleyerek - Ben düşünebilirdim evet. Ama bunu ben değil Mutuali söyledi diyerek bana suçlarmış gibi baktı. Bende melek ile aynı fikirde değildim. Ama ne yapsam da güç onun elindeydi. Zavallı biri olarak benim için sadece sormak kalmıştı:

- Cehenneme koskoca Bekenov yoldaşı hangi günahı yüzünden gönderiyorsunuz? Onun liderliğinde kuruluşumuz bildiğim kadarıyla devlete karşı tüm yükümlülüklerini yerine getirdi... Ama Mutuali sözümü bitirmeme bile izin vermedi. Sinirle bağırdı: "Defol git buradan. Kuruluş yöneticisinin neler yaptığını bilmiyorsan gözüm görmesin seni." İşte bende defolup gittim. Yani cehenneme gittim. Orada beni bu üçü bekliyordu: Temeke, Sabır ve yoldaş Bekenov.

Batima gülerek - Sonra ne oldu? Kaysar abi kendi hikâyesini nasıl bitirecek acaba?

Ben hafızamda o günkü olayları canlandırarak ve o zamanda hiç komik olmamasına rağmen şimdi istemeden gülerek - Sonra bizi madene götürdüler. Meğerse cehennemin kendi madeni varmış. Şeytanlar kendi kazanlarını neyle yakıyorlardı tabi ki kömürle. Kaysar sonra çökme sonucunda kaldığımız yerde üç sene önce yaşadığımız her şeyi tek tek anlattı. Hepimizi profesyonel artistlerden daha iyi taklit ederek kendini aşmıştı. Etrafta hiçbir şeyden haberi olmayan adamlar gülmekten yerlere yatmıştı. Sadece ben, Temeke, Aljan ve Akbayan susuyorduk.

Batima kafasını sallayarak - Bekenov'un neler yaşadığını tahmin edebiliyorum. Zavallı adam! dedi.

- O hikâyenin ana kahramanı, hikâyenin temel direği olmuştu. Bütün olaylar onun etrafında dönüyordu. Kahkahalar inanılmazdı. Temeke Kaysar'ı durdurmayı denedi. Ama nerede. Aljan'ın korkudan nasıl çırpındığını anlatırken kendinden geçmişti bile.

Batima - Yaa! Bekenov'a hiç acımamış dedi.

Ama Batima Kaysar'ı suçlar gibi mi konuşmuştu ya da suçlamıyormuş gibi mi, tam emin olamamıştım.

Ben - O, her zaman ki gibiydi. Hep öyledir. Onun fikrine göre küçücük bir alçaklık yapanlara acımamak lazımdır. İçimden şöyle düşünmüştüm: "İşte bu yüzden onun yanında olmak çok zor. Sanki sürekli çok sert bir hakimin önünde duruyorsun. Ama bir sıkıntı var. Kaysar kendi yasalarına göre hakimlik yapıyor. Maalesef onun yasaları da her zaman adil değil." Ben defalarca Kaysar ile arkadaşlığımdan rahatsız olmuştum ama ilişkilerimi kopartamıyordum. Çünkü onu öz kardeşim gibi seviyordum.

Batima gülümseyerek - Eee! Akbayan ne yaptı? O nasıl tepki verdi? diye sordu.

Batima bu gülüşüyle kendini ele vermişti. Aslında onu tek ilgilendiren konuda buydu.

O, çok tuhaf davranıyordu. Kocası namına üzüntü duyacağını düşünmüştüm. Çünkü onda gurur fazlasıyla vardı. Ama o gitarın telleri gibi dümdüz oturuyordu. Soğukkanlı ve gurur dolu. Sanki onun kocası utanç verici değil de gurur verici bir şeyler yapmış gibi.

Batima omuzlarını kaldırarak - Şaşıracak hiçbir şey yok dedi aşağılayarak.

Akbayan'dan ne kadarda nefret ediyormuş. Ama neden.

- Kaysar kendi hikâyesini bitirdiğinde ortam hemen hemen bir mezarlık sessizliğine bürünmüştü. Az önce yerlere yatacak kadar gülenler, Kaysar'ın biraz fazla içtiğini ve bu yüzden sınırı aştığını düşünüyorlardı. Kaysar sözünü bitirdikten sonra Akbayan masadan kalktı ve Aljan'a doğru bakarak "Öbür dünyada neler neler oluyormuş. Ama çok şükür bizim öbür tarafa gitmemize daha çok zaman var. Henüz burada, bu dünyada yaşıyoruz ve burada da yapacak çok işimiz var. Hadi eve gidelim. Geç oldu" dedi. Sonra uysal kocasıyla birlikte hiç kimseyle vedalaşmadan hemen çıkıp gitti. Biri şaşırarak "Yaa! Ayıp oldu." dedi. Ben Kaysar'ı kenara çekerek bunu ne için yaptığını sordum. Kaysar ağzını yamutup gülerek "Senin için uğraşıyorum diye cevap verdi ve o an ağzından keşke lafı çıktı. Nihayet onun nasıl bir kocası olduğunu öğrenmesini istedim. Onun gözlerini açmak istedim" diye bağırdı.

Batima emin olmamış gibi - Belki de o, bu hikâyenin gerçek olduğunu anlamamıştır diye tahminde bulundu.

- Sanmıyorum. Bir yandan Kaysar'ı acımasız olduğu için suçluyordum diğer yandan ise Akbayan'ın gönlünün pınar gibi tertemiz olduğunu düşünmeyi çok istiyordum. Ve Aljan ile onu saçma bir tesadüfün birleştirdiğini umut ediyordum. Ayrıca ben hep onun yüz ifadesine bakıyordum. Kaslarının her hareketini izliyordum. Tabi ki onun hemen burada herkesin önünde, kocasıyla skandal yaratmasını beklemiyordum ama yüzü de bir şeyleri yansıtmalıydı. Ne bileyim, en azından şaşkınlık, gizli protesto belki kaslarının... dudaklarının hareketinde, Aljan'a yönelik bakışında, dedim ben.

Batima hassas bir şekilde - Belki... Onlar... Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş dedi.

- Bende aynı karara varmıştım ve Akbayan'a hissettiğim samimi duyguları içimde bastırıp yok etmek için çabalıyordum. Ama yanılmışım. Ve kendi hayatımı ancak on sene sonra anlamıştım.

Batima gülümsedi. Gülüşü güvensizlik doluydu. Güvensizliğin yanında bana da acıyordu.

Tekrar sordu - Yani kendi hatanızı on sene sonra anladığınızı söylediniz, öyle mi?

Eski romanlarda dendiği gibi ona cevabım ağır bir iç çekiş oldu.

Batima alay ederek - Kendi ceketinizi Akbayan'da unuttuğunuz gün mü bunu anladınız. Yoksa? diye sordu.

Hayret bir şey. Neler diyor bu. Ben ceketimi Akbayan'ın evinde sandalyenin arkasına asmıştım. Dayanılmaz kalp ağrısından bir dakika önce. Bayıldıktan sonra neler oldu bilmiyordum ama ceketimin sandalyenin arkasında asılı olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bizi buraya hastaneye getirmeliydiler. O zaman neden Batima benim onu Akbayan'ın evinde unuttuğumu söylüyor?

Ne olduğunu anlamadan - Siz ne diyorsunuz Batima? diye sordum.

- Yoksa siz?...Batima anlaşılmaz şekilde gülümsedi. - Kusuruma bakmayın Sabır abi. Ben başka bir şey söyleyecektim. Ceketinizi Akbayan'da biz unuttuk. Sonra da onu almak için araba göndermek zorunda kaldık. Akbayan onu kendi getirir diye düşünüyorduk. O da herhalde başka türlü düşünüyordu...

Batima'nın kafası tamamen karışmış, yüzü kızarmıştı.

Ben "Yorulmuş zavallı! Çok çalışmış olmalı." diye düşündüm. Ama yine de kendi sözleriyle belirsiz bir endişe doğurmuştu.

Batima hatasını düzeltmek istermiş gibi - Aslında o az önce tekrar geldi. Siz Akbayan'ın bir daha gelmeyeceğinden korkuyordunuz.

O anda içimde ki titrek gölge yok olmuş, içim güneş gibi tekrar parlamaya başlamıştı.

Meğerse Akbayan acil bir iş için Karaganda'ya gitmiş.. Bu yüzden epeydir gelemiyormuş. Bi de biliyor musunuz bu zaman zarfında daha da güzelleşmiş gibiydi dedi Batima, ama sesinde suçlama vardı.

- Öyle mi! diye ağzımdan kaçtı.

Batima, bana düşünceli düşünceli bakarak sanki "Bu umutsuz bir vaka dermiş gibiydi."

Batima üzüntülü devam etti - Onu eskisinden daha çok seviyorsunuz. Siz bana ne derseniz deyin ama durum budur. Peki. Akbayan? dedi Batima.

Bu basit ve saf soru karşısında kendimi arı sokmuş gibi hissetmiştim. Akbayan beni seviyor mu?Bu ana kadar ben bunu düşünmemeye çalıştığımı fark etmiştim. Benim için onun hastaneye gelmesi, benim sağlık durumumu sorması yeterliydi. Bu kendi kendimi kandırmak için yeterliydi. Bir devekuşu gibi. Yeter ki kafasını kendi kanatları altına saklasın, karanlık olsa bile güvenli olsun.

İşte canım arkadaşım Sabır. Akbayan seni seviyor mu sevmiyor mu?

Öncelikle bunca yıldan sonra aşkın tıpkı bir kibrit gibi alev alması tuhaf bir durumdu. Bu gerçekten aşk mı acaba? Bir duygunun iyice olgunlaşması için yirmi seneden fazla sürmesi çok fazla değil mi? Tabi ki aşk her zaman ilk görüşte doğmaz. Ama kuluçka dönemi için iki onluk sene fazla değil mi. Gençlik zamanlarımda, enerjiyle dolu olduğum zamanlarda, önümde geleceğimin açıldığı zamanlarda ben onun ilgisini çekmemiştim. O, yaşlı dul bir adam, yalnız bir baba ve benim hayatımın batışına doğru beni sevmişti. Açık açık kendine söyle Sabır. Sen buna inanıyor musun?

Keşke ilk bakışta aşık olsaydı? İşte o bakış, o zamanlar değil bugünler de oldu ve ben çok eski tanıdığım bir kişi olan Akbayan'ın hiç bilmediğim yeni bir yanını görmüş oldum. Ama böyle bir şey nasıl olabilir? Orada şehrin kumsalının yanında ki restoranda oturduğum zaman mı? Yani biz restoranda Batima ile otururken o başka bir erkekle oturduğu zaman mı? Orada Akbayan sana mahçup bir bakış atmıştı ve o bakış, ilk görüş müydü?..

Ama üçüncü bir seçenek daha var Sabır. Sen artık mevki sahibi bir adamsın. Şehirde herkes seni tanıyor. İhtiraslı bir kadın için sen bayağı güzel bir fırsatsın. Zaten sen Akbayan'ın Aljan ile sevdiği için değil başka bir nedenle evlendiğini düşünüyordun. İşte o neden bu kadar basit bir hesapta olabilirdi. Yok. Allah korusun! Eğer altın kuş elime sadece çıkarı için konmuş ise bu bana mutluluk getirmezdi.

Bir anda Batima'nın sesini duydum - Sabır abi. Siz beni duyuyor musunuz?

Ben sanki derin bir uykudan uyanmış gibiydim.

- Özür dilerim Bateş...

- Diyorum ki; Aljan ve Akbayan birlikte yirmi sene yaşamalarına rağmen mutlu bir hayatları olduğunu sanmıyorum.

- Siz bunu nereden biliyorsunuz?

- Bilmek gerekmiyor. Kötü bir araba kendini gıcırdatarak ifşa eder kötü adam ise davranışlarıyla. Ortada gerçek aşk olsa...Batima sustu ve düşünceli kafasını salladı. Akbayan Aljan'ı gerçekten sevseydi asla onu bu kadar zor bir durumda yalnız bırakmazdı. Onun acısını korkmadan paylaşırdı. İşte bu nedenle ben bu duygulara inanmıyorum...

Batima tekrar susmuştu. Ama bu seferde Akbayan ve Aljan'ın kaderleriyle ilgili düşünceleri onu durdurmamıştı. Sonra koridordan gelen seslere kulak kabarttı. Benim kulağıma tuhaf bir şeyler gelmemişti. Biri öksürmüş, biri hastane terliğiyle dolaşıp sesler çıkartıyordu. Ama hemşirenin hassas kulağı, dışarıda yanlış bir şeylerin olduğunu algılamıştı. Galiba aynı şekilde müzisyenlerde melodide diğerlerinin fark etmediği hatayı algılıyordu.

Batima yerinden fırlayarak ayağa kalktı. Aynı anda odanın kapısı açıldı ve kısa kesilmiş saçlarıyla bir kafa uzanarak içeri baktı.

- Hemşirem. Sizi yedinci odadan çağırıyorlar.

Batima çıkınca düşüncelerime geri döndüm. Kendin hasta olunca diğerlerinin acılarına alışıyorsun...

Zavallı Batima. O, Akbayan'ın kötü biri olduğu konusunda ikna olmam için her şeyi yapıyor. beni kurtarmak istiyor. Ama ne için. Tabi ki gözlerinin önünde bir insan mahvolunca sakince izlemek olmaz. Ama burada ki durum farklı. Burada bir insanı çukurun kenarından tutup çekemezsin. Burada ancak bir kere belki iki kere söyleyip kenara çekilmek lazımdı. Ama Batima kenara çekilmek istemiyordu...

Doğruyu söylemek gerekirse madende ki iş ilk günden itibaren bana hoş gelmemişti. Bu işle alakalı zorluklara, bazen hayatını tehdit edebilen risklere yavaş yavaş alışıyordun. Zaten bu zorlukların üstesinden gelme ihtiyacı olması nedeniyle sonunda madenciliği sevmiştim. Çünkü burada ki her zafer ilk önce kendine karşı kazandığın bir zaferdir. Kendi zayıf noktalarına, kendi güvensizliğine. Vardiyadan sonra eve giderken Mıskazgan'ın sokaklarında yürüyüp, kendini dünyada yaşama hakkı kazanmış biri olarak hissediyordum.

Uzun bir dönem için galeride cevheri kazıyorsun. Ben kazıcılık mesleğinde mutluydum ama yıllar geçtikçe bu bana yetmemeye başlamıştı. Cevheri çıkartmak çok zor bir süreçtir. Bu sürece toprağın üstünde ki birçok kişi de dahildir. Aslında ilk kazıcının yer altına inmesinden ve matkabının ucunu ilk defa taze cevher tabakasına sokmasından çok önce başlayan bir süreçtir. Kısaca; madenciliğin mühendislik tarafı beni ilgilendirmeye başlamıştı. Üniversiteye gitmeyi düşünüyordum. "Yer altında ki esaretten" sonra kararım olgunlaşmıştı.

Üniversitede okurken doğudaki yatağın işletilmesi için daha güvenli daha tehlikesiz bir yöntem bulmaya çalışmıştım. Tam burnumuzun önünde inanılmaz cevher stokları yatarken insanların hayatını riske atmadan onları çıkartamamak beni çok rahatsız ediyordu. Okuduğum müddetçe ve daha sonra mühendislik diplomasını elime aldığım zamanda onlarca yerel ve yabancı kitap okudum. Aynı durumda ki ocakları bulabilmek amacıyla İngilizce öğrenmeye başladım. Her şeyi gören ve her şeyi bilen mühendislerle defalarca konuştum ve anladım ki bize tamamen yeni, Mıskazgan'a has bir yöntem gerekiyormuş.

Ancak yolumda yine Aljan Bekenov vardı.

Neden böyle olduğunu söyleyemem, bilemiyorum. Belki de insanların Aljan Bekenov doğu yatağını işletmeyi beceremedi ama diğerlerinin her şeyi doğru yaptıklarını söylemelerinden korkmuştu ve belki de modern makinelerin insanlara sinsi suyla sarılmış gizlenmiş cevhere kadar ulaşmasına yardım etme imkânı olmadığına emin olduğu için böyle yapmıştı. Belki de benim bu zor sorunu çözmek için yaptığım denemelerinde tıpkı kendi yaşadığı başarısızlık dolu bir macera olduğunu düşünmüştü.

Ben onun yaptıklarının nedeni olarak ikinci seçeneği kabul etmeye yakındım. Bu yıllarda yönetim formları değişmişti. Ama Aljan bunu anlamıyordu. Ne kadar tuhaf gelirse gelsin Aljan için inanılmaz zorlu savaş yıllarında kuruluşu yönetmek daha kolay gelmişti. O zamanlar o masaya yumruğunu vurarak "makine yapamıyor diyorsun. Sende o zamana makineyi zorla. Hem sen hem makine yapsın diye zorla!" veya "Savaşta senin gibi gençler, düşmanla mücadele ederek kan akıtıyor, sen burada kiminle savaşıyorsun. Benimle mi?" diyordu. O yıllarda bu yönetim tarzına hem ihtiyaç vardı ve hem de bir anlamı vardı. İnsanlar standart insan gücünü aşmayan işleri yapmak zorundalardı ve yapıyorlardı ve komutanın sert iradesi insanlara bu sınır aşmak için destek veriyordu.

Ama şimdi her şey, üretim süreci ve insanların psikolojisine göre düzenleniyordu. Bekenov ise hâlâ biraz baskıyla işlerin kendiliğinden gideceğinden emindi. Mühendislik biliminde altta da üstte de ciddi değişiklikler olmuştu. Yeni cesur fikirler doğuyordu. Ama o, yöneticinin çelik karakterinin her şeyi çözeceğinden emindi.

Üstelikte bunu sadece ben fark etmemiştim. Akşalov'da Aljan ile konuşmayı denemişti. Ama nerede. Aljan Temeke'ye çok saygı duyuyordu ama aynı zamanda Temeke'nin idari işlerden ve yönetimden hiçbir şey anlamadığından emindi. Onu ne kadar çok uyarmaya çalışırlarsa o da o kadar zapt edilmez hale bürünüyordu. Bence Aljan bizim ona karşı komplo kurduğumuzu düşünerek bizim her söylediğimizde bir art niyet arıyordu.

İşte böyle sürekli sinirli ve inatçı Aljan Bekenov ile ben, doğuda ki işletmeyle ilgili yeni yöntemleri araştırma zamanımda yüz yüze karşılaşmak zorunda kaldım.

Bu mücadelede ikimizde birbirimize acımıyorduk. Terazinin ibresi ya onun tarafına ya da benim tarafıma dönüyordu. Aljan o kadar sıkı direniyordu ki sanki söz konusu onun hayatıydı. Ama sonunda Bekenov kaybetti. Bölge Parti Yönetimin inisiyatifle doğu yatağının açık olarak işletilmesi için ayrı bir kuruluş oluşturuldu. Beni yeni kuruluşa başmühendis olarak atandılar ve artık ben kuruluşun yöneticisi olmuştum. Geçen sene sıra bana gelmişti: bir müddet önce aynı Temeke gibi bende elli yaşına basmıştım. O gün gazetelerde bana Sosyal Emek Kahramanı unvanı verilmesiyle ilgili emir yayınlanmıştı. Bu ödül benim için beklenmeyen bir şeydi ve çalışan bir adamın hayal edebileceği en üst seviye ödüldü. Bu zamana kadar hayatımda tamamen mutlu olduğumu söyleyebilirdim, eğer benim sadık ve beni düşünen can arkadaşım Tatyana ölmemiş olsaydı. Bir de arada sırada yakalandığım altın kuş hakkında ki düşünceler beni rahatsız etmemiş olsaydı…

Bekenov kuruluştan gittikten sonra Aljan ile ben sadece toplantılarda görüşüyorduk. Bazen onun daha sıklıkla hatalar yaptığını, hâlâ hiçbir eleştiriyi kabul etmediğini, kendi fikirleri doğrultusunda çalışmaya devam ettiğine dair dedikodular geliyordu. Ve hâlâ yönetim pozisyonunda sırf eski başarılar sayesinde tutuluyordu. Aslında aynı şeyi ben, Aljan'ın eleştirildiği toplantılarda da duyuyordum.

Onun için bu durumun çok kötü biteceğini hissediyordum. Bir tane küçücük yanlış bir adım, bazen tepeden düşerek çöküşe nedene olan küçük bir taşa benzer. Ben Bekenov ile konuşmaya karar vermiştim ve görüşme saatini ayarlamak için kuruluşu aradım. Bana, müdürün henüz işe gelmediğini söylediler. Saate baktım – iyi hatırlıyorum saat yaklaşık on iki idi – ve bende ev telefonunu aradım. Akbayan telefonu açmasın diye gerçek olmayan Tanrıya dua ediyordum.

Telefonu Aljan açmıştı.

Kaba bir ses tonuyla Aljan – Kim o? diye sordu.

Benim Sabır diye cevap verdim. Görüşmemiz lazım.

Titrek sırıtma duyuldu.

Ben endişelenerek - - Aljan, İyi misiniz? – diye sordum.

Bekenov neler olduğuna bakmak mı istiyorsunuz? – dedi muzaffer bir edayla – Ama ben size böyle bir fırsatı vermeyeceğim! Anladınız mı? – ve telefonu kapattı.

Sarhoş olduğunu anlamıştım.

Önsezilerim beni yanıltmamıştı. Aynı gün İl Komitesi Ofisinin, Bekenov'u kuruluşun müdürü pozisyonundan aldığını ve Karaganda'nın yanında ki madenlerden birine basit mühendis olarak atadıklarını duydum. Ve bir ay sonrada Akbayan'ın ondan ayrıldığını öğrendim. Aljan'ın ondan çocukları olmadığı için diyorlardı dedikoducular…

Bu haber beni heyecanlandırmış, karmakarışık birbirlerine zıt duygulara neden olmuştu. Akbayan şimdi nerdeydi ? Ona ne olmuştu? Onun Aljan dışında kimsesi yoktu. O, annesinin ve abisinin ölümünden sonra yapayalnız kalmıştı.

Aynı zamanda Bekenov'a da acıyordum. Şakalaşarak sevdiğim kadını benden kolayca koparıp aldığını unutmamama rağmen. O, o akşam ortaya çıkmasa, Akbayan'ı kendi sahte konuşmalarıyla kapmasa, belki ikimizin de hayatı bambaşka şekilde gelişebilirdi. Ama Allah yine de en kötü düşmanıma bile Aljan'ın uğramış olduğu felaketi vermesin. Aslında Akbayan'da Aljan'ı en zor zamanda bırakmıştı.

O günlerde ben Akşalov'a ziyarete gitmiştim. Ama Temeke evde değildi.

Karısı – Otur bekle. Hemen gelir dedi – Akbayan hakkında uzun diller ne diyorlar duydun mu? Gerçekte ne olduğunu kimse bilmiyor. Benim fikrim şu: gitti ve doğru olanı yaptı! Evlilik ona hiç mutluluk getirmemişti, gençliğini heba etmişti. O Aljan'ı hiç sevmemiş - işte ben sana söylüyorum

Ben anlaşılmayan şekilde omuzlarımı silktim.

İnanmıyor musun? O zaman beni iyi dinle. Ben bunu sana söylemek istemiyordum ama galiba söylemek zorundayım. Siz çöküşe gittiğinizi hatırlıyor musun? Bunu tüm şehir hemen öğrenmişti. Ben madene koşarak geldiğimde Akbayan ordaydı bile. Bana doğru fırladı, boynuma sarıldı. Kafayı sıyırdığını düşünmüştüm. Akbayan sürekli "O orda! O ölecek!" diye söylenip duruyordu. Ve kim için o kadar endişeleniyordu biliyor musun? Senin için! Evet-evet, senin için Sabır! Kadınlar her zaman böyle anlarında kendilerini ifşa ederler! Ben bunu hiç kimseye söylemedim, Akbayan'ı zor durumda bırakmak istemedim. Düşündüm ki, sakinleşsin, her şeyi kendi anlasın. Ve eğer cesaret bulursa sana her şeyi kendi anlatsın. Seni de rahatsız etmek istemedim. Onda Aljan vardı sende ise Tatyana. Bir de senin ne tepki vereceğini bilmiyordu. Ben de Tatyana'yı çok severdim. Neyse şimdi her şey geçmişte kaldı! Yıllar geçtikçe her şey bitmiş…

Hiçbir şeyin bitmediğini keşke bilseydi! Yıllar Akbayan'a karşı duygularımı sadece biraz körletmiş ama yok etmeyi becerememiş, gücü buna yetmemişti. Öyle ya da böyle Temeke'nin karısı fazlada üstelemedi. Ben onun anlattıklarına inanmadım ve aradan geçen bunca zamandan sonra bir şeyleri karıştırdığını düşündüm. Yani önce insan bir şey zanneder, birkaç sene geçince de onun gerçekten olduğundan emin olur. Akbayan'da beni sevseydi, bunu içinde saklayamaz, yıllar içinde belli ederdi. Bir sözle… bir bakışla…. Ben mutlaka hemen fark ederdim.

İşte o günlerde – Aljan'ın gittiği günlerde ve dedikoducuların onun eski karısının kulaklarını çıtlattığı günlerde, ben onu kumsalın yanında ki restoranda görmüştüm.

O zaman Batima acile gitmiş, ben ise tanımadığım bir genç ile oturan Akbayan'dan birkaç metre mesafede masada tek başına oturuyordum.

Akbayan'a bakmamaya çalışıyordum. Ama bakışım ara sıra irademe karşı onun tarafına kayıyordu. O da ara sıra bana bakarak karşısındaki adama bir şeyler söylüyordu. Bakışlarımız karşılaştığı anlarda onun dudaklarına hafif bir gülüş dokunuyordu. Sanki biz komploculardık ve başka hiç kimsenin bilmediği bir şeyleri biliyormuşuz gibi. Sonra o masadan kalktı, çantasını alıp genç adama elini uzattı. Ben onun vedalaştığını ve yalnız gittiğini anladım. Genç ona bir şey söylemeye başladı, herhalde kalmasını için ikna etmeye çalışmıştı. Ama Akbayan erkeğin geniş elinden kendi elini kurtarıp direk olarak…. benim masaya doğru yürüdü.

Ben büyülenmiş gibi o samimi gülüşle parlayan yüzüyle bana doğru yaklaşmasını izlerken, aklımda hararetle bir düşünce çırpınıyordu: "Onunla ne konuşacağım? Ne?"

Biz en son defa Tatyana'nın ölümünden sonra başsağlığı için bana geldiğinde görüşmüştük. Akbayan sandalyenin kenarına oturmuş bana bir şeyler söylüyordu, galiba avutucu bir şeyler. Ama ben henüz kendine gelemediğim için onu ne görüyordum ne de duyuyordum. Sonra o kalkmış ve konuşmaya devam ederek çıkışa doğru yürümüş, ben de sanki yarı uykuda gibi onu kapıya kadar uğurlamıştım.

Ve şimdi Akbayan bana nazikçe gülümseyerek yaklaşıyordu. Daha kısa bir zaman önce onun başından da bir fırtına geçmişti ama Akbayan'ın yüzünde küçücük bir iz bile bırakmamıştı. O, eskiden çiçek toplamaya geldiğinde gördüğüm gibi aynı Akbayan idi.

Bir kere bir yerde okumuştum; gençliğinde sevdiğin kadın senin hayatında sonsuza dek gücünü korur diye. Belki biraz abartılıydı. Ama bana kalsa kesinlikle öyleydi. Galiba bu nedenle aklıma bu sözler iyice kazınmıştı. Akbayan'dan nefret ediyordum. Başkasını sevdiği için değil, geçmişte benim duygularımı umursamadığı için. Yine de onu görünce tüm irademi kaybediyordum. Herhalde aşk insanı her zaman yüceltmiyordu aşk bazen insanı aşağılıyordu. Sanki bana da bu oluyordu. Ama kendime hiçbir şey yapamıyordum. Bazen Akbayan'a hissettiğim aşk gölün yüzeyine benziyordu. O da ayna gibi düz ve sakin ama bir rüzgâr esince – gölün yüzeyinde endişeli dalgalar koşmaya başlıyorlardı. Tıpkı bana olduğu gibi. Sanki her şey geçmiş ve gönlümde sessizlik ve sakinlik hakim olmuştu. Ama karşıma Akbayan çıktı mı – bende de tuhaf tuhaf şeyler olmaya başlıyordu.

Bazen kendime soruyordum: Bir insanı sonsuza dek sevebilir misin diye. Romeo ve Julyet'in hayatında her şey mutlulukla bitseydi ve onlar hayatta kalsalardı, onların aşkları ne olurdu acaba? Zamana ve söylediğimiz gibi günlük hayatımızdaki sınamalara dayanabilir miydi acaba? Herkes bir anda nasılda bağırmaya başlardı tahmin edebiliyorum: "Aha işte gördünüz mü? İşte hep böyle olur ve bundan sonra da hep böyle olacak. Bir de onlar için dramalar yazılıyor, sahnelerde oyunlar oynanıyor, sinema filmleri çekiliyor. Ama ben böyle biteceğini biliyordum. Çünkü sonsuz aşk diye bir şey yoktur! "Küçük bir kıvılcımdan duygularını ateşlemeye hazır çok sayıda insan var dünyada. Ama kendi aşkını hayatı boyunca sürdürmeye hazır olan kişi sayısı herhalde o kadar da çok değildir. Kendileri yaşlanırken, sevdiklerinin eli ayağı tutmaz olurken, yine de kalp krizi izleriyle işaretlenmiş kalpler içinde hâlâ genç bir aşk yanar. İşte böyle tek eşliler, sonsuza dek aşkın koruyucuları olarak adlandırılabilir. Yook, ben kendimi bu tür insanlar arasına dahil edemem. Grafik olarak benim Akbayan'a olan aşkım, ara sıra yok olup sonra tekrar ortaya çıkan kesik bir çizgiye benzerdi.

Tabi ki Akbayan restoranda bana doğru yürürken aradan geçen zamanda bu kadar düşünmemiştim. Nasıl denir, anlatırken küçük bir sapma yaptım denebilir. Kazaklarda şöyle bir kusur vardır. Hikâyenin konusundan biraz dışına çıkarak dinleyicilere küçük bir monolog yapmayı severiz ve o monolog esnasında kapsanmaz şeyleri de bu monolog içinde kapsamayı da severiz.

Evet. Akbayan gülümseyerek bana yaklaşıyordu ve aslında ben boşuna kendimi sakin tutmaya çalışıyordum. Galiba bu umutsuz iç mücadele benim yüzüme yansımıştı. Çünkü Akbayan benim masamın önünde durduktan sonra ilk olarak:

- Nasılsın Sabır. İyi misin? diye sordu.

Ben biraz şaşırmış halde...Gayet iyiyim. Sen nasılsın diye cevap verdim.

Akbayan bana çok içten gülümseyerek - Oturmama müsaade eder misin? diye sordu.

- Tabi ki. Ne demek? dedim. Sandalyeyi çektim ve becerisizliğimden sandalyeyi öyle bir yere koydum ki Akbayan masayı dolaşmak zorunda kaldı.

Oturduktan sonra ben kendimden beklemediğim bir şekilde direk ona sordum:

- Akbayan, şimdi oturduğun genç adam kimdi?

Akbayan önemsemeyerek -- Bir mağazanın müdürü. Göle arabayla geliyormuş beni de bıraktı. Ama niye sordun, yoksa beni kıskandın mı? Hakikaten kıskandın mı dedi ve küçük bir kız gibi sevindi.

Ben utandım ve homurdandım:

- Ne alaka var. Sadece tanıdığım biri zannettim ama kim olduğunu çıkaramadım.

Akbayan şakacıktan parmağıyla tehdit ederek:

- Yalan söyleme. Kıskandığını görüyorum. Her zaman ki gibi bütün duyguların yüzünden okunuyor. Ayrıca niye saklıyorsun. Bunda utanılacak bir şey yok. Mesela ben seni kıskanıyorum ve açıkça itiraf etmekten de korkmuyorum.

Haydaaa! Duruma bak! Yok olmaz. Benimle dalga geçiyor olmalı. Akbayan Bekenov ile evlendikten sonra beni diğer tanıdığı kişilerden hiçbir şekilde ayırmamıştı. Sadece bana da diğer arkadaşlarına davrandığı gibi nazikçe davranıyordu, o kadar.

Ben kendimi duygusuz göstermeye çalışarak - Sen mi beni kıskanıyorsun? Güldürme beni dedim.

- İnanmıyor musun? Ben bu yirmi sene boyunca seni kıskandım. Şimdi bile yanında oturan kadını kıskandım.

Sesi sanki içtendi ama yine de benimle dalga geçtiğini düşünüyordum.

Akbayan iç çekerek - Anlıyorum. Bunu duymak senin için çok tuhaf dedi.

Onu sevdiğini bilen kadının sözlerine karşı çıkmak inanılmaz zordu!

- İnsan sevdiğini kıskanır. Sen ise beni hiçbir zaman sevmedin dedim kendimi kaybetmiş bir halde.

O sustu, sonra güldü.

- Sadece sevdiğin kişiler değil, hayran olduğun insanlarda kıskanılır. Sadık köpek bile kıskanılır. Hatta yeni sahipler eşyalarını bile kıskanır. Ama ben herhalde seni sevmiştim. Galiba bu yüzden bulunduğun yere gitmeyi kendime yasaklamıştım. Seni düşünmeyi bile kendi kendime yasaklamıştım dedi.

Zorla kendime geldim ama yine de öfkeyle - Neden o zaman Aljan ile evlendin. Bildiğim kadarıyla hayatta herkes tam tersini yapıyor, yani sevdiği kişiyle evleniyor dedim.

Yine üzgün, kibirli gülümseme.

- Tekrar yanılıyorsun. Bazen kadınlar mantığı aşka tercih ederler. İşte bende Aljan ile mantık evliliği yaptım. Ama benim hesabım biraz farklıydı. Ben seni çok sevdim ama sen sıradan normal bir adamdın. Senin zayıflıkların çoktu. Ben ise güçlü bir adamla, beni peşinde götürebilecek bir adamla olmak istedim. İşte o anda Aljan ortaya çıktı. Engel tanımayan bir adamdı...Seni uğurlamaya bile gelmedim. Son dakikada dayanamayıp boynuna atılırım diye korktum. Daha sonra Aljan'ın sadece numaracı, zavallı ve zayıf biri olduğunu, kendi beceriksizliğini makamıyla örten bir adam olduğunu anladım. Onun eline gücüde gerçekte nasıl biri olduğunu bilmeyenler vermiş. Her şeyi anlamıştım anlamasına ama geç olmuştu. Sen şimdi hayatından bana ait bir şeyi almaya, senden af dilemeye ve günah çıkartmaya geldiğimi düşünüyorsan yine yanılıyorsun. Geçmiş geçmişte kaldı. Geri getiremezsin. Sadece bugün seni görünce bana bir şeyler oldu. Bunun içinde ne olur bana kızma Sabır dedi.

Ona inanmama hakkım yoktu.

- Ama sen neden Aljan'dan ayrıldın.

Acı dolu gülümsemesiyle - Tabi ki insanların neler söylediklerini duymuşsundur. Onlara inanma. İstesen bile inanmamalısın. Çünkü onlar beni senin tanıdığın kadar iyi tanımıyorlar.

Gözlerimin önünde bir an ince şımarık kız görüntüsü ortaya çıkmıştı. Gençliğimizin rüzgârı yüzüme vurdu. Bu hissi içimde tutmaya çabalarken gözlerimi kapattım. Ama serap hemen yok oldu. Önümde kırk yaşlarında bir kadın oturuyordu. Aslında çok kötü olarak bildiğim bir kadın.

- Akbayan, her şey geçmişte kaldı. Sakince o zamanların üzerinden çok yıllar geçti dedim.

- Benim için çok sözü az kalır. Benim için o zamanın üzerinden tam bir ömür geçti. Ama ben değişmedim Sabır.

- Ben sana inanıyorum dedim. Yani Aljan'ı bırakamazdın inanıyorum. Eğer bıraktıysan demek ki. önemli bir neden vardı.

Akbayan rahatlamıştı. İçini çekerek:

- Nihayet sana hissettiğim aşk galip geldiğinden ondan ayrıldığımı düşünme. Madem Aljan ile evlendim, sonsuza dek ben onunla yaşardım. Acılarını elbette paylaşırdım. Ondan ayrılma nedenim onun için böylesinin daha iyi olmasıydı.

- Tek başına mı? Sensiz mi? diye inanmadığımı söyledim.

- Yalnız olmayacak. O çocuk sahibi olmayı çok istiyordu. Ama kader beni cezalandırarak bu mutluluğu ona verme fırsatını bana yaşatmadı. Artık onun bir oğlu var.

- Akbayan sen ne diyorsun?

- Bu doğru Sabır. Aljan kuruluşta çalışan genç bir kızla ilişki kurmuş ve o kız hamile kalmış. Bu ortaya çıkınca Aljan kendi itibarının bozulmasından çok korkmuştu. Kızı köyüne annesinin babasının yanına gönderdi. Onlar Karaganda'nın yakınında ki Uspenskiy ocağının bulunduğu yerde yaşıyorlar. Şimdi o da orada yaşıyor. Bana ne kalmıştı. Ona engel olmamaya karar verdim. Çocuğunun annesiyle evlensin ve mutlu olsun. Bütün hayatım boyunca kendimi düşündüğüm için bir kerecik bile olsa diğerlerini düşüneyim bari dedim.

Aljan ve Akbayan'ın hayatında her hangi bir sorun çıkabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.Her zaman iyi ve sağlam bir aile diye düşünürdüm. Ama demek ki pembe perdenin arkasında, ağır bir dram yaşanıyormuş.

Patavatsız bir soruyla onun gönlünde ki yaraları deştiğim için utanmıştım.

- Affet beni Akbayan. Ben asla düşünemezdim...

Akbayan sözümü keserek - Benim bir trajedinin kahramanı olabileceğimi asla düşünmezdin değil mi? Önemli değil. Belki de sorman iyi oldu. Dedikodulara inanmaman için ben sana bunu mutlaka anlatacaktım. Üstelikte hayatımda çok sık iyilikte yapmadım. Belki bundan sonra gözlerinde biraz büyürüm dedi ve yorgun bir gülümseyişle sözünü bitirdi.

Geçmiş yirmi yıl bir anda yirmi güne dönüşmüştü. Sanki biz geriye gençliğimize dönmüş gibiydik. Ve daha savaş başlamamıştı ve Aljan da yoktu. Benim altın kuşum gökyüzünden yine bana inmişti. Kendi kocaman gözlerini benden ayırmıyordu ve gözleri sanki yavaşça aydınlanıyor, gözlerinden üzüntüsü kayboluyordu.

Uzun uzun susup birbirimizin gözlerine baktık. Tıpkı eski zamanlarda ki gibi genç ve mutlu. Aramızda ki koca duvarın yıkıldığı anı fark etmemiştim.

Memnun gülümseyerek - Sabır, bu kadar süre oturup konuştuğumuza inanamıyorum dedi. Ben de inanamıyorum diye itiraf ettim. Belki bu da bir seraptır sadece.

Akbayan bir anda bir şey hatırlamış gibi endişeyle etrafına baktı.

Düşünceli şekilde - Buradan gitsek iyi olur. Herkes bize bakıyor dedi.

Ben önemsemedim - Olsun, baksınlar. Ne olacak ki diye cevap verdim.

- Olur mu? Ne demek olsun. Sen daha dedikodunun ne olduğunu bilmiyorsun. "Bakın bakın! Bu yırtıcı hayvan artık zavallı dul Şakirov'u gözüne kestirmiş." Daha da heyecanlı Sabır ne olur dışarı çıkalım dedi Akbayan.

- İyi insan böyle bir şey demez, kötü insanlarla ise muhatap olmayacaksın. Ama eğer istersen...dedim ben ve masadan kalktım.

Birlikte sokakta yürüdük ve tıpkı yirmi sene öncesi olduğu gibi bankta oturduk. Başlarımızın üzerinde tıpkı eskiden olduğu gibi ağaçlar dallarını sallıyor, rüzgâr kızarmış yüzlerimizi eserek soğutuyordu. Tıpkı o eski zamanlarda ki gibi el ele tutuştuk ve kalplerimiz tekrar çıt çıt atmaya başlamıştı. Akbayan'ın gözleri parlıyordu. Şu anda sadece Aljan yoktu. Ama bir daha gelemez, mutluluğumu bozamaz diye biliyordum. O anda yaşadığım geçmişe dönüş bir daha tekrarlamamıştı. Artık biz hemen hemen her gün görüşüyorduk

Bir ay sonra ben evlenme teklif ettim ve o tereddütsüz kabul etti. Ertesi gün ise Akbayan beni ilk defa kendi evine davet etti.

Bana kapıyı açarken endişeli şekilde omzumun üstünden merdivende kimse var mı yok mu diye baktı. Onu aşırı dikkati beni neşelendirmişti. Bir kaç gün geçti. Biz karı koca olacaktık ve o zaman Akbayan'ın kaba söylentilerden korkmasına gerek kalmayacaktı.

Kısık sesle- Çabuk gir dedi.

Beni koridora aldı ve aceleyle kapıyı kapattı.

Sonra... burada, bu hastane odasında kendime geldim.

Onun boru sesini önceden o koridorda yürüdüğü anda duydum. Sonra kapı açıldı ve omuzlarında acemice giyilmiş hastane bornozuyla Kaysar girdi.

Tuhaf bir sesle - Girebilir miyim diye sordu?

Ben onun gelmesine sevinerek - Elbette buyur dedim.

Ne olursa olsun Kaysar benim en yakın arkadaşımdı ve ona benim Akbayan'la ilişkimi anlatmak zorundaydım. En iyisi bunu şimdi yapmaktı. Belki o bana akıl fikir verirdi. Ortada yanlış olan bir şey varsa, o hiçbir şeyi düşünmeden teklifsizce yüzüme söylerdi. Onun kendi sözleri: "Ameliyat bıçağından korkan hastalıktan iyileşmez. Gerçeklerden korkan bir kalp ise acıdan kurtulamaz." Genel olarak Kaysar gelir gelmez dilinden sürekli şakalar, atasözleri, deyimler, uydurma hikâyeler dökülürdü. Ama bu sefer Kaysar'ın yüz ifadesi gayet ciddiydi. Ben ise alışkanlıkla onu ciddiye almadım.

- Bakalım neyle başlayacaksın diye sordum? Sonra bana eğilerek dikkatlice sordu:

- Sağlığın nasıl?

- Müthiş dedim.

Kaysar - Gerçekten mi? diye sordu.

- Ateşim, tansiyonum yani her şeyim normal diye rapor verdim ben.

Kaysar rahatlamıştı - Öyleyse bu konuda düşündüğüm her şeyi sana açıkça söyleyebilirim dedi. -Söyle bana. Biz seninle arkadaş mıyız?

Ben onu onayladım - Çok yakın arkadaşız.

Kaysar hafif alayıma dikkat etmeden dikkat etmeden devam etti - Demek ki ben sana bir şey sorsam sen bana doğru cevap verirsin öyle değil mi?

- Tabi ki dedim ona.

- Peki.

Kaysar derin derin iç çekti. Sanki içerlerini havayla doldurmak ister gibiydi.

- Dinle! Bekenov'un eski karısıyla neden sevişiyorsun. Yoksa sen rahatı onda bulacağını mı sanıyorsun. Bulamazsın. O, bunca yıl birlikte yaşadığı kocasına ihanet etmiş ise seni elbette satar gider.

- Kaysar!

- Bekle! Sözlerimi sonuna kadar dinle.

Onun sözünü kesmek istemiştim ama nerde.

Kaysar daha da heyecanlanmıştı. Devam etti - Seni Akbayan ile gördüklerini daha öncede söylemişlerdi bana. Ben salak salak önemli değil diye düşünmüştüm. Yani koskoca gökyüzünde bile kuşların yolları kesişebilir, Sabır sokakta yürürken Akbayan'ı görebilir hatta konuşabilirde. Ne de olsa eskinden tanışıyorlardı. Neden birbirlerine bir kaç kelime demesinler. Ama senin Akbayan'ın kapısının önünde, merdiven boşluğunda yatacağını bilseydim...Ben bunu daha dün öğrendim.

Aklımda "Sarhoş mu? Yoksa kafayı mı sıyırdı" düşündüm.

- Sus Kaysar. Ne diyorsun sen.

O bana baktı.

- Yoksa sen bir şey bilmiyor musun? Hatırlamıyor musun? Ambulans seni Akbayan'ın kapısının önünde, tam merdivenin olduğu yerde bulmuş. Kimse sana söylemedi mi? Akbayan'da güya mağazaya gitmiş, sen o anda gelmişsin. Kapıyı çalmışsın ama kimse açmayınca bayılmışsın. Yani o evde yok diye çok üzülmüşsün. Anlamadığım bir şey var. Nasıl oldu da ceketsiz kaldın? ve nasıl bir mucizeyle senin ceketin Akbayan'ın dairesinin içinde sandalyede asılıydı.

Ben hiçbir şey anlamamıştım. Sadece Kaysar'a fal taşı gibi açılmış gözlerimle bakıyordum.

- Sabır, sen merdivende nasıl düştün anlat. Kavga mı ettiniz ve sen sinirlenip ceketini unutup dışarıya mı çıktın.

Ben kafamı salladım.

- Demek ki Akbayan seni kendisi merdivene çıkardı?

Batima bir keresinde benim ceketimi Akbayan'da unutmuşum dediğini hatırladım. O da benim hiçbir şeyden haberim olmadığını anlayınca söylediklerini geri almıştı. Demek ki doğruymuş.

Kaysar pencereye yaklaştı ve benim altın kuşumla ilgili acı verici gerçeği sindirme imkânı vererek bana sırtını döndü. Sonra yine dönmeden:

- Belki içinde bu oynak kadına karşı bir duygu hissediyorsun. Ama sen okul öğrencisi değilsin. Çoktan koskoca bir adam oldun. Kendine gelmen lazım. Genç değilsin. Sana bakacak senin sağlığınla ilgilenecek bir kadın lazım. Mesela Batima gibi biri dedi.

- Batima'da nerden çıktı şimdi.

Kaysar sözümü keserek - Sen kadınları hiç tanımıyorsun. Akbayan'la yaşadığın olay bunu tekrar kanıtladı...

Ben onu bir şekilde aklamaya çalıştım. Sonra Kaysar'ın sesi bana sanki çok uzaklardan gelmeye başlamıştı:

- Ne oldu Sabır? Hemşire hemşire! Kendime geldiğimde Batima'yı ve elinde ki şırıngayı gördüm. Bana endişeyle bakıyordu. Ayaklarımda Kaysar oturuyordu. Yüzü o kadar değişmişti ki hemen tanıyamadım. Dudakları titriyordu, rengi bembeyaz olmuştu. Benim nevresimden bile daha beyazdı. Arkadaş olduğumuz bütün yıllar boyunca ona ilk defa acıdım.

Gülümseyerek onu sakinleştirmek istedim - Sakin ol Kaysar. Geçti, geçti. Hata bende, sen sakin ol dedim.

- Kendini iyi hissettiğini söylemiştin ama diye homurdandı Kaysar.

- Diyorum ya! Her şey iyi, her şey yolunda.

Batima öfkeyle söze karıştı. - Sabır abi susmalısınız. Sonra dayanamayarak hemen gülümsedi. Tabi korkacak bir şey yok. Sadece hafif bir bayılma. Çağdaş erkelerde olur böyle şeyler. Kaysar abi, hadi sizde eve gidip dinlenin biraz. Yoksa aranızda kimin daha hasta olduğunu anlayamayacağım dedi.

Kaysar inanılmaz bir uysallıkla hemen - Başüstüne. Hemen gidiyorum. Çok sağ olun hemşire hanım dedi. Kapıda bana doğru döndü, gözleriyle Batima'yı göstererek başparmağını onaylamış gibi kaldırdı. Beni Batima ile evlendirmeyi çok istiyordu ve nedense Batima'nın fikri onu hiç ilgilendirmiyordu.

Bir kaç gün sonra ben hastanenin parkında geziyordum. Tecrübeli doktorların belirlediği tedavi ve Batima'nın özenli bakımı sonuç vermişti. Aslında iyileşmeme başka bir şeyde yardım etmişti. Bunca yıl gönlüme işkence eden altın kuş hayaletinden kurtulmuştum. Durum kâbustan uyanmaya benziyordu.

Kendi kendime söyleniyordum. "Sonsuza dek mutluluk olmadığı gibi bitmeyen acıda yoktur. Her şey geçip gitmişti. İyi ki de gitmişti. Tabi ki hayata yeniden başlayamazsın. Ama kalan yılları da saygıya layık bir şekilde yaşayabilirsin. Aida adlı müthiş bir kızın var..." "Baba ve kız" adlı şiirden sahneler hayal ediyordum. Birde kendimle dalga geçiyordum: kim bilir. Belki hoş ve nazik bir kadında bulunur.Yaşlı ve dul bir adamla evlenerek kendini küçümsemiş hissetmeyen. Yani kısaca her şeyi kaybetmemiştim. Hayatımda daha hayal edebileceğim çok şeyler vardı. Ama ne tuhaf ki hayallerim, çaresizce ve acemice yerinde zıplayan, ayakları bağlanmış bir ata benziyordu. Uçma şansı yoktu. Eskiden olduğu gibi gönlüm gökyüzüne, bulutlara uçmak istemiyordu.

Bir gün bahçede gezerken bahçenin en uzak köşesinde ki ıssız ve sakin bir yere gittim. Önüme sanki yeraltından çıkmış gibi Kaysar çıktı. Kuş sesleri ve yaprakların hışırtıları arasında onun yüksek ve heyecanlı sesini duyunca irkildim.

Aramızda sanki yüz metre varmış gibi bağırarak - Seni zor buldum dedi. Artık kendimde görüyorum ki iyileşmişsin. Yataktan kalkar kalkmaz parkı rüzgâr gibi dolaşıyorsun. Hatta rüzgâr bile değil fırtına gibi.

Darmadağın ve sinirliydi. Aslında ben değil, Kaysar fırtına gibiydi. Hemen boşuna gelmediğini anlamıştım. Olağanüstü bir şey, onun normal hayatından dışarı çıkmasına sebep olmuştu.

Konunun içeriğine onu çekmek için - Madende durum nasıl diye sordum?

Olağanüstü durumun madenle alakalı olduğundan emindim.

Kaysar zorlanarak düşüncelerini toplamaya çalıştı - Madende mi? diye sordu. Madende her şey yolunda dedi.

Biz yolda yürürken Kaysar madende işlerin nasıl yürüdüğünü anlatmaya başladı. Ama düşüncelerinin bambaşka bir yerlerde olduğunu anlamıştım.

Bir anda konuşmayı keserek elini omzuma koydu ve beni durdurdu.

Kaysar meydan okur gibi - Dinle Sabır. Bugün Akbayan'ı gördüm dedi. Beklemediğim bu haber nedeniyle biraz şaşırmıştım. Galiba hayatım boyunca bir muska gibi kalbimde taşıdığım isimden henüz kopamamıştım. Ama çabucak kendime geldim.

Kayıtsızca - Bana ne! Bu beni ilgilendirmez. Başka bir şey konuşalım olur mu? diye sordum.

Kaysar beni dikkate almadan - Bir numaralı eczanenin yanından geçiyordum. Karşıma Akbayan çıktı. Ben önce onu tanıyamadım. O kadar çökmüş, zayıflamış, kürdan gibi olmuştu ki ben şoka girmiştim. "Ne oldu sana? Hastalandın mı yoksa?" diye sordum. Sonra o bana her şeyi anlattı. Senin hakkında anlattı, Aljan hakkında her şeyi anlattı. Sokaklarda epey dolaştık. Oda susmadan seni ne kadar sevdiğini anlattı. Bilgin olsun senin için çok endişeleniyor.

Ben sırıtarak - Sende inandın değil mi?

- Ama o kadar içten söylüyordu ki...Hiç kimse böyle bir şey uyduramaz dedi ciddi şekilde Kaysar.

Ben şaşırmıştım: Buna ne oluyor acaba.

Kaysar devam etti - Bana kalbini açtı ve biliyor musun başka biri olsa "O benim hayatımdır", "Onsuz yaşayamam" diye başlayabilirdi. Ama o hiç. Onun her şeyi herhalde içindeydi ve çok da acı çekiyordu zavallı. En çokta en son olayı düşünüyor. Kendini yiyip bitiriyor. Ona tuhaf bir şey olmuş. O kadar korkmuş ki ne yaptığını bilmiyormuş. Kendine gelince tekrar paniğe kapılmış. Bu seferde senin için telaşlanmış. Koşarak eve gitmiş ve orada ambulansı görmüş.

- Neler oluyor? Sen onu koruyor musun şimdi. Doğru mu anlamışım?

Kaysar - Olayı anlamak affetmek anlamına gelmez diye cevap verdi.

- İşte gördün mü?

- Ben sana başka bir şey söylemeye çalışıyorum. Kadın kendini koyacak yer bulamıyor. Vicdan azabı onu yiyip bitiriyor. Sana karşı kendini çok suçlu hissediyor, anladın mı beni. Onu dinledim ve anladım ki Akbayan çok da kötü bir kadın değilmiş...

- Bunu sen mi bana söylüyorsun şimdi.

Kaysar bir anda gevrek gevrek gülümseyerek elimi aldı ve beni park yolundan hastane binasına doğru götürdü.

- Köyümüzde devrimden önce Jaubasar adlı bir çoban yaşarmış. Hemen hemen tüm hayatı boyunca küçük yaşlardan beri deve çobanlığı yapmış. Onun Kopjasar adlı küçük bir kardeşi varmış. İşte o küçük kardeşi kırk yaşına gelmesine rağmen hâlâ bekarmış. Hiç kimse kendi kızını, tüm serveti iki tane yırtık pırtık pantolon olan fakir birine vermek istemiyormuş. Ama bir zaman sonra zengin dul bir bayan Kopjasar'a göz koymuş. Onu koca olarak almaya karar vermiş ve düğün dernek hazırlıklarına başlamış. Hem kendi akrabalarını hem de abisi ve karısıyla birlikte onun akrabalarını da davet etmiş. Jaubasar'ın karısı son parasıyla bir sabun almış, onca yıllar boyunca yapmış olduğu deve bakıcılığından ve bozkırın tozu toprağından sonra kararmış ve çatlamış ellerini iyice yıkasın diye kocasına vermiş. Verirken "İyice temizlen yıkan. Kardeşini rezil etme." demiş. Jaubasar sabunu almış, ellerini yıkamaya başlamış. Sabun köpükleşmiş ve elinde ki yaraları yakmaya başlamış. Jaubasar acıdan dişlerini sıkarak inlemiş ve dayanamayarak eline su döken karısına "Bu işkenceyi bana neden yapıyorsun? Sanki Kopjasar değil de ben o dulla evleniyormuşum gibi demiş. İşte Sabır. Jaubasar'da sana böyle derdi. Akbayan'ı ben değil sen sevdin. O da seni sevdi. Ben değil sen dibine kadar bu çorbayı içmek zorundasın. Sorunu nasıl çözeceksin bu senin sorunun dedi.

Galiba Kaysar kendi yükümlülüğünü yerine getirdiğini düşünüyordu. Hastanenin girişine kadar beni getirdi ve biz orada ayrıldık.

Kaysar vedalaşırken - Bak! Akbayan'ı unutma diye hatırlattı.

Ama kalbimde Akbayan'a bir yer kalmamıştı artık. Kalbim onun için kesinlikle ve tamamen kapanmıştı. Altın kuş uçmuş, onun yerine basit bir bakır parçası kalmıştı. Bakıra ne kadar altın olduğunu söylesen bile onun değeri asla artmazdı.

Kendi kendime soruyordum. "Akbayan'a ne oldu acaba?"

Ben onu bambaşka biri olarak hatırlıyordum.

Bu olay savaş öncesi ilkbaharda olmuştu. O zaman madenimizin üzerinden uzak ülkelerdeki göllere Arka'nın yeşil alanlarına öz topraklarına dönen kazlar ve ördek sürüleri uçardı. Kazların sesleri, sanki canlı her şeye ilkbaharın geldiğini haber verirmişçesine köyün üzerinden bozkıra yayılırdı. Bozkırı da bu dönemde tanıyamazdınız. Kıştan sonra ısınmış, sıcaktan yumuşamış, genelde gri renkli güneşten yanmış toprak, şimdi ise rengârenk bir halı gibi uzanıyordu. Az sayıdaki ağaçlar bile taze yapraklar giyinmişti. Basit otlar bile parlak yeşil renkleriyle, çiçeklerin kırmızı mavi sarı renkleriyle yarışıyordu.

Hatırladığım kadarıyla bir tatil günüydü. Kankam Sadık bir iş için Kazkırsaysk fabrikasına gitmişti. Günün yarısına kadar yattıktan sonra evden çıktım ve gözümün alabildiğince köyde yürüdüm. Gözlerim beni bozkıra götürmüştü. Burada, bozkırın ortasında, kısa bir zaman önce sıkıldığımı ve boş zamanımı nasıl geçireceğimi bilmediğimi unutmuştum. Başımın üstünde alçakta, temiz masmavi gökyüzü asılmıştı. Sessizliği yoğun otların arasında gizlenmiş kuşların ve çekirgelerin cıvıl cıvıl sesleri doldurmuştu. Sonra bir tepenin arkasından masallardaki gibi ellerinde çiçek demetleriyle kızlar çıkıverdi. En önde Sadık'ın kardeşi Akbayan vardı. Ben onu hemen hemen her gün arkadaşıma uğradığımda görüyordum. Ama şu ana kadar dikkat etmemiştim. Bir de garip, acınası kız da ilgi çekecek ne olabilirdi ki. Sadık bana gülerek, kız kardeşinin aklını başından aldığımı söylerken, bende onunla birlikte gülüyordum.

Ve şimdi Akbayan, eski çirkin ördek yavrusu, bana doğru sanki uyku sersemiymiş gibi yürüyordu. Az kalsın kafa kafaya çarpışacaktık.

Neşeyle - Hey Akbayan uyan! diye seslendim ve bir anda sustum.

Akbayan sanki bir gecede ve bir sabahta çiçek açmış gibiydi. Daha önce hayatımda bu kadar güzel bir kız görmemiştim. Elindeki mütevazi kardelenler bile; Akbayan'ın terbiye edilmiş kıvırcık saç bukleleri gibi görünmüştü bana.

Akbayan'ın arkadaşları gülerek yanımızdan geçip gittiler ve biz başa kaldık. Birbirimizin karşısında öylece kalakalmıştık. Akbayan etrafımdan geçebilirdi. Ama bir şey bunu yapmasına engel olmuş ve o yerinden kıpırdamamıştı.

- Neden yalnızsınız Sabır abi? diye soran Akbayan'ın büyük kara gözleri, kurnazca parladı.

Sesi de değişmişti. Daha yumuşak, daha derin, bambaşka bir ses olmuştu. Eskisi gibi keskin erkek çocuğu sesine hiç benzemiyordu. Kalbim çarpmaya başlamıştı.

- Yalnız mıyım gerçekten? diye sordum.

Akbayan başlattığım oyuna seve seve katıldı ve benim yanımda gerçekten biri varmış gibi etrafa bakındı:

- Ben sadece sizin gölgenizi görüyorum, başka da kimseyi göremiyorum...

- Ya gökyüzü? Ya kuşlar? Çiçekler? Akbayan'ın saflığıyla dalga geçermiş gibi anlattım.

Akbayan güldü.

- Hakikaten. Aklıma gelmemişti. Demek tüm bu böcekler, karıncalar da sizinle birlikte öyle mi? diye sordu.

- Onlar benim en iyi arkadaşlarım.

Akbayan yalandan iç çekerek - Gıpta ediyorum size Sabır abi dedi.

- Sorun değil üzülme. Şimdi ben seni onlarla tanıştırayım dedim; bozkırda uçan ve sürünen herkese seslenerek - Hey hepiniz bize doğru gelin! diye bağırdım.

Şakadan mı gerçekten mi bilemiyorum Akbayan üzülmüştü - Gelmiyorlar.

- Utandılar. Sen bugün o kadar güzelsin ki. Neyse başka bir zaman tanıştırırım seni. Bekler misin diye teselli ettim Akbayan'ı.

- Hı hı! Beklerim.

Biz, sanki biri komut vermiş gibi aynı anda kafalarımızı kaldırmıştık. Gökyüzünün yoğun maviliğinde bir şeyler görme umuduyla. Sonra ben sordum.

- Akbayan sen nereden geliyorsun.

- Kızlarla çiçek toplamaya gitmiştik. Sen görmedin mi dedi. Çok doğal şekilde ve kolayca sizden senli benli konuşmaya geçmişti. O anda geçmişinde ki ergen kızı geride bırakmış, kendi ayaklarının üzerinde duran genç bir kız olmaya adım atmış gibiydi.

- Sen kimin için çiçek topladın. Yoksa benim için mi dedim ve hemen pişman oldum. Şaka hem aptalca hem de can sıkıcı olmuştu.

Akbayan kızarmıştı. Gözlerini yere eğerek biraz sustuktan sonra:

- Annem ve Sadık için topladım dedi. Sonra, en güzeli sana diye ekledi.

- Teşekkür ederim Akbayan. O zaman ne bekliyorsun. Benim çiçeğimi bana ver.

Akbayan buketten en büyük, en güzel kardeleni seçerek gözlerini yerden kaldırmadan bana uzattı. Ben dikkatlice çiçeği aldım ve düğmemim deliğine sokarak göğsüme taktım.

- Bu çiçek sana benziyor. Senin kadar güzel.

Akbayan yine utanmıştı. Kafasını eğdi ve sonra yavaş yavaş gözlerini kaldırarak büyük kara gözleriyle gizlice baktı.

- Benim bu çiçek gibi güzel olduğum doğru mu yoksa sen benimle dalga mı geçiyorsun? Yoksa hâlâ beni küçük bir kız mı sanıyorsun.

- Hayır yanılmışım. Sen daha güzelsin. Bu çiçek senin yanında çok basit kalır.

- O zaman...dedi karasızlıkla.

Nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. İlk duyduğu iltifat için (çok ince ve zarif olmasa bile) nasıl karşılık vereceğini bilemiyordu. Aslında bana da tuhaf bir şeyler olmuştu. O anda ben Akbayan'a, hiç bir delikanlının genç bir kıza daha önceden söylemediği alışılmadık şeyler söyleyecektim.

- Akbayan, benim bu dünyada en çok istediğim şey nedir biliyor musun? Dünyanın bütün çiçeklerinden daha güzel olmanı. Dünyanın en güzel kızı sen ol.

- Öyle mi! diye kaçırdı ağzından.

- Evet. Biliyor musun neden?

- Hayır...

- O zaman dinle.

Ve ben Akbayan'a kendi ninemi anlattım. Bir gün ben on dört yaşındayken o beni bankta yanına oturtmuş, pütürlü elleriyle başımı okşayarak şöyle bir hikâye anlatmıştı.

- Çok uzun zaman önce bir erkek çocuğu yaşıyormuş. Adı Erkindik imiş. Yaşdaşlarından çok daha cesur ve çok daha güçlüymüş ve kendi halkını da çok severmiş. Memleketine düşmanlar saldırdığı zaman Erkindik onlara cesurca karşı koymuş ve onun önünde kimse ayakta duramamış. Erkindik acımasız düşmanla yaptığı kanlı mücadelelerden birinde dikkat çekici bir kahramanlık gösterince Hz Tukti Aziz Baba, kahraman bu çocuğa hakkettiği ödülü vermek ve savaştaki başarıları nedeniyle ödüllendirmek istemiş ve çocuğu çağırarak: "Canım benim. Ben seni ödüllendirmek istiyorum. Ne istersin: güzellik, akıl veya mutluluk? Sana bu üçünden ancak bir tanesini verebilirim. Seç bakalım." demiş. Kahraman çocuk Erkindik düşünmüş ve Hazrete bir soru sormuş: "Başka bir dileğimi yapabilir misin?" Hz. Tukti Aziz Baba şöyle cevaplamış: "Peki. istediğin başka bir dileği yerine getiririm. Ama benden ölümsüzlüğü isteme. Onu sana veremem." Kahraman çocuk çok şaşırmış. "Neden?". Erkindik bunu niye kendi anlamadı diye sinirlenen Hazret biraz sinirli, şöyle demiş: "Dünyada ve gökyüzünde sadece yüce Tanrı ölümsüzdür. Basit ölümlü adamların kendisi için sonsuza dek yaşamak istemesi haramdır." Küçük kahraman "Ben zaten ölümsüzlüğü istemiyorum ki. Öylesine meraktan sordum. Benim bütün yoldaşlarım, arkadaşlarım ölünce ben yapayalnız kaldığımda iyi ne olabilir ki?" demiş. Hazret şaşırmıştı. "O zaman başka ne istiyorsun ki benden?" Erkindik düşünceli "Bir tek dileğim var " demiş. Hz Tukti Aziz Baba sabrı taşmak üzere "Çabuk söyle.Ben yapacağım." diye bağırmış. Küçük kahraman "O zaman yüce efendimiz; bana söylediğiniz üç özelliğe sahip; yani güzel, akıllı ve mutlu bir hayat arkadaşı verin bana diye dilemiş. Kahraman çocuğun bir dileğini yapmak için söz veren Hz Tukti Aziz Baba, çocuğun onu çok akıllıca kandırdığını kabul ederek Erkindik'e güzel, akıllı ve mutlu bir eş vermiş. Kahraman kendisine sadık eşi sayesinde ömrünün son günlerine kadar dünyadaki en mutlu insan olmuş."

- Ben de tut ki Aziz babadan senin dünyadaki en güzel kız olmanı diledim diyerek hikâyeyi bitirdim.

Akbayan onu tersleyerek - Bunu nasıl söylersin. Sen beni şu kadarcık bile beğenmiyorsun ki. Bize geldiğinde bana bakmıyordun bile dedi.

- Ben seni seviyorum dedim. Aslında beni bunu söylemeye bir şey zorlamıştı. Çünkü daha bir saniye önce ben bunu düşünmemiştim. Ama söylediğim anda gerçekten öyle olduğunu anladım.

Akbayan'ın yanakları alev alev yanıyordu.

Şaşırarak - Hep şaka yapıyorsun, hep benimle dalga geçiyorsun diye mırıldandı.

Ben gülümseyerek - İnanmıyor musun bana. Şaka değil bu Akbayan. Bunu sana kanıtlamak için şimdi seni öpeceğim dedim.

Akbayan'ın omuzlarından tuttum, kendime doğru çektim ve dudaklarımla onun etli sıcak dudaklarını beceriksizce öptüm. Sonra cesaretimden korkarak hemen kollarımı açtım.

Kız, utangaçlıktan yüzünü elleriyle kapatarak ağlamaya başladı. Onu nasıl teselli edeceğimi bilemeden duruyordum. Aslında benim içinde bu hayatımdaki ilk öpücüktü. Bu yüzden ben Akbayan'ın etrafında sallanıp duruyordum ve söyleniyordum:

- Yapma Akbayan lütfen, affet beni!

O, gözyaşlarının arasından -Ben...ben kızmıyorum dedi ve daha çok ağlamaya başladı.

Belki de her şey böyle değildi. Belki de ben onu bir gün öncesinden sevmiştim, belki de daha sonra. Belki biz başka sözler söyledik birbirimize. Belki de bu sözleri söyledik ama o gün değildi. Ama her ne olursa olsun en önemlisi şuydu. Akbayan'ın o zamanki düşünceleri, bir dağ pınarı kadar tertemizdi.

Akbayan'a daha sonra ne olmuştu acaba? Aslında bir şey olmuş muydu gerçekte. Ona bebekliğinden beri, sanki nadir bir çiçeği sert rüzgârlardan korurmuş gibi davranıyorlardı. Onunla hem annesi Bibigayşa hem de abisi Sadık uğraşıyorlardı. Ve o, hayatı sıkıntı ve kargaşa olmadan yaşamak için sağlam güvenli bir omuz bulmanın, yeterli olduğu fikrine alışmıştı. Belki bunu hemen anlamamıştı ve bu fikir onun içinde gönlünün en karanlık köşesinde gizlenmiş büyüyordu. İşte o anda ufukta Aljan Bekenov belirmişti.


Akbayan yirmi sene boyunca sera ortamında, parmağını kıpırdatmadan yaşamıştı. Çalıştığı veya okuduğu bir gün bile yoktu. Annelik telaşını yaşamamıştı : ağlayan çocuğu için geceleri kalkmamıştı, onun bezlerini yıkamamıştı, göğsünde yanan sütten acı çekmiyordu. Ünlü Abay: "Tokluk ve tembellik insanı bozar." derdi.

Akbayan gibi zayıf bir insanı bırak, bazen gözlerimizin önünde eski güçlü bir meşe bile yıkılabilirdi.

Tüm doğal elementlerini açmış gururla duruyordu. Yağmurlar, fırtınalar felaketler ona karşı güçsüz kalıyordu. Parmak gibi bükülmüş güçlü kökleriyle toprağın en derinliklerine ulaşmıştı. Yıllar geçiyor, ancak meşe ağacı düşmanlarının vuruşlarına rağmen daha da güçleniyordu. Ama bir anda güneşli sessiz bir günün ortasında, koskoca ağaç hafif bir esintiden düştü. Ona karşı ısıran derin donların, acımasız fırtınaların, şiddetli yağışların geri çekildiği yerde, hangi güç bu ağacı yıkmıştı.

Belki de meşe, yıllarca mücadele etmekten zayıf düşmüştü. Ama yook! Zayıflıktan çökmemişti. Onu meşenin gövdesinin ortasına ta ağacın gençlik döneminde girmiş, küçücük bir solucan çürütmüştü. Tıpkı bencillik solucanının yıllarca kendi güzelliğinin karşılığı olarak sakin ve huzurlu hayat yaşamak isteyen Akbayan'ı çürütmesi gibi.

Hayatı; güneşli günler ve dinginlik anında aniden çıkan fırtınalı bir okyanusa benzetirler. Bu okyanusu ancak yelkeni cesurca yönetebilenler geçebilirdi. Ve öfkeli dalgaları görmemek için geminin dibinde yatmış, kayıkçının eline kendi hayatını teslim eden alçak gönüllü insanlara yazık. Kayıkçı Aljan, kendi yolcusunu hayal kırıklığına uğratmıştı. Yelkenleri açıp kayığını düz masmavi yüzeyde yüzdürdüğü müddetçe her şey çok güzel ve yolundaydı. Ama ilk fırtınada Akbayan'ı kayıktan fırlatmıştı...Ve şimdi çaresiz ve zavallı Akbayan, hayatın dalgaları arasında kendisini içeri almaya razı olacak birinin küçük kayığını arayarak, suda çırpınıyordu. Hayır. Ben kına yakmıyordum ve zafer kazanmış gibi de hissetmiyordum. İçimde asla "Sana müstahak Akbayan sana müstahak" demedim. Onun ne beklediğini çok iyi biliyordum. Kırk yaşından sonra hayata başlamak çok zordur. Kısa bir zaman sonra Akbayan'ın tek kozu olan güzelliği sönecekti ve işte o zaman bütün yarışmanın başından beri önde koşan ama sonunda tükenip geri kalan bir ata benzeyecekti ve geri kalan atlar gibi, sırayla geçen ve kendi gücünü akıllıca kullanmış bitişe doğru koşan atlara, üzüntüyle arkadan bakacaktı.

Hastane yatağında yatarken bütün düşüncelerim, nedense hep geçmişe uçuyordu. Sık sık düşünüyordum; hastaneden taburcu olduktan hemen sonra çocukluğumu geçirdiğim yerlere gidip, Işım nehrinin kıyısına oturup, onun mavi dalgalarına uzun uzun bakacağım diye. Daha önce, doğduğum toprakları, yakınlarımı, çocukluk arkadaşlarımı düşünmeye zamanım olmamıştı. Sanki ben sadece bugüne aitmişim gibi. Hastalığım içimdeki geçmişimi canlandırmıştı. Gönlümde her halde hayvanlar için, kuşlar için, her canlı için çok normal olan memleket hasreti ortaya çıkmıştı. Bir avcı bana bir şey anlatmıştı. Kuğu ölmeden önce, kafasını annesinin yumurtladığı yuvanın tarafına doğru koyarmış. Belki de bunun nedeni hastalık değil yaklaşan yaşlılıktı. İnsan ne kadar yaşlanırsa öz evine duyduğu hasret, onun için daha keskinleşirmiş. Belki de bununla alakalı eski zamanlarda oluşmuş Kazakların adedi anlatılabilir: Bir Kazak nerede ölürse ölsün, onu da soyunun gömüldüğü yerlerde gömmelerini vasiyet ederdi. Tabi ki herkesin böyle bir lüks yoktu. Bunun için hem at hem de para lazımdı.

Yani ilk önce kendi köyüme seyahati planlamıştım. Ondan sonra Sadık'ın mezarını bulmaya karar verdim. Daha sonra gazete vasıtasıyla savaşta birlikte savaştığım arkadaşlarımı ve faşistlerin esirliğini benimle paylaşan arkadaşlarımı bulmak istiyordum. Kısaca ben tamamen geçmişimin kontrolü altındaydım.

Ve Akbayan ile ilgili düşüncelerimde artık geçmişe bağlanmıştı.

Hastaneden çıkış zamanı yaklaşıyordu ve hastane bahçesinin dışında beni geleceğim bekliyordu. Demek ki onu da düşünme zamanı gelmişti.

Taburcu olduktan sonra ertesi gün dayanamadım ve raporum hâlâ geçerli olmasına rağmen kuruluşa gittim. Yarına giden bugün ki hayatımın akışı, beni hemen içine çekmişti.

Ben galiba daha önceden söylemiştim. Mıskazgan'daki cevher, "kameralı" sistemle çıkartılıyordu. Aslında ülkenin birçok madeninde olduğu gibi. Bu yöntemin kendi avantajları ve dezavantajları vardı. En büyük eksikliği ise; yeraltında kayanın kırılmasından sonra aynı değerli cevheri içeren kaya taşlarından yapılmış kocaman sütunların kalmasıydı. Bu sütunların sayısı o kadar çoktu ki; toplamda havaya atılmış kocaman bir servetti. Tabi ki yeraltının derinliklerinde olduğunu unutursak ancak o zaman bu servetten bahsedebiliriz. Tabi ki bizim bölge cevher yönünden çok zengindi. Ama o da sınırsız değildi ki. Bir de cevheri çıkarma hızı sürekli artıyordu. Eğer bugün orada yeraltında, tıpkı şehrin sokaklarındaki gibi elektrikli lokomotifler ve damperli kamyonlar geçiyorsa, yarın cevher konveyörlerle yukarıya çıkartılacak ve yaklaşık elli sene sonra konveyörler, boşaltılmış yeraltından cevherin son tonunu kaldıracaktı.

Madenlerimize torunlarımızın geleceği zamanı düşünmezsek o zaman endişelenecek bir şey yoktu. Benim hayatım için Mıskazgan'daki cevher fazlasıyla yeterdi. Ayrıca karşılıklı arttırılmış planları gerçekleştirmek içinde yeterdi ve bu nedenle alınacak ikramiyeler ve ödüller için de yeterliydi. Ama beni her zaman "Bizden sonra tufan" diyen azılı hükümdarlara benzeyen yöneticiler sinirlendiriyordu. Tabi ki bizim zamanımızda o kadar da açık söylenmiyordu. Şöyle bir formül ile niyetlerinin üstünü örtüyorlardı: "Ülkemizin cevhere bugün ihtiyacı var. Ve cevheri halka en kısa zamanda ve mümkün olan en çok miktarda vermek bizim görevimizdir. Ne pahasına olursa olsun. Yüz sene sonra ne olacağını ise planlayan kuruluşlar düşünsün. Onlar onu daha iyi bilir. Sonra da torunlarımız kendileri bir çare bulsunlar." Sanki her şey doğru gibiydi. Sitem içinde sadece neden yok gibiydi. Ama burada topraklarımız anlamsız bir şekilde boşaltılmıyor mu?...

Ben Mıskazgan'ı seviyorum ve sadece benim için değil, kızım Aida için, torunlarım için ve torunlarımın torunları için genişlesin ve parlasın istiyorum. Benim şehrimdeki insanların dünyadaki insanların yaşadığı kadar yaşamalarını diliyorum. Bu yüzden son zamanlarda cevheri kayıp olmadan çıkartmayı, yeraltı yataklarından cevherin son parçacığına kadar yukarıya çıkartmayı nasıl yapabileceğimizi düşünüyordum ve yine tıpkı eski zamanlardaki gibi Aljan ile doğuda ki yatağın işletilmesi için mücadele ederken yaptığım gibi uzmanları rahatsız ediyordum. Onları sorulara boğuyordum. Bilimsel dergileri ve kitapları okuyordum. Arkamdan bana bir lakap takmışlardı. "cimri" ve "kötümser". "İyimser olanlar" şaşkınlıkla "Niye endişeleniyor? O kadar cevher var ki yeter ki çıkartabilelim. Jeologlar her sene burnumuzun dibinde yeni damarlar buluyor."diyorlardı.

Evet doğrudur. Mıskazgan'ın zenginlikleri yıllar geçtikçe daha da artıyordu sanki. Daha dün kuruluşun başmühendisiyle yaptığımız uzun sohbet bittiğinde, odama hazırlıksız yakalanmış sekreteri geçen genç jeolog daldı. Bu genç, şehrin kırk kilometre uzağında bulunan Bozşatas'ta cevher aramaları yapan ekipte çalışıyordu. Jeolog, sanki onu Mıskazgan'a bırakıp gitmişlerde arabadan az önce çıkmış gibi traşsız, yağmurluğu ve sırt çantası elinde girdi. Gencin gözleri iki tabak gibi kocaman açılmış parlıyordu. Onun bana boş elleriyle gelmediğini ve onun olağanüstü olaylar yaşanmamış hayatında müthiş bir şeyler olduğunu anlamıştım.

Genç adam benim masama yaklaştı ve sırt çantasını gürültüyle benim önüme bıraktı.

Kısa bir rapor verdi - Tamamdır!

Ben çantaya bakarak - Yeni bir damar mı buldunuz. Yani kanıtlandı değil mi diye sordum.

- Damar tamam. Hem de nasıl bir damar. Ama yeni değil. Bunu bilemediniz. Orada ki damarı insanlar daha önceden çıkartıyorlarmış. Anlatabiliyor muyum? Ama çok eski zamanlarda. Duydunuz mu? Bizden çok daha önce gelenler, oradan cevheri çıkartıyorlarmış. Üstelik sadece bu da değil, onlar cevheri orada eritiyorlarmış. İnanmıyor musunuz? O zaman bakın dedi jeolog sevinçten havalara uçmuş halde.

Güneşten ve tozdan kararmış elini çantanın içine sokarak bir şey çıkardı.

Ben gülümseyerek - Henüz görmüyorum dedim.

- İşte bu bir kuş. Bakırdan yapılmış. Üstüde altınla kaplanmış diyerek avucunu açtı. Kürek gibi geniş elinde mini minnacık ilginç bir kuşun görüntüsü vardı. Kuş bakırdan yapılmıştı ama kanatlarında ve bazı yerlerinde altın kaplamanın izleri kalmıştı.

Şaşkınlıkla - İşte bu...Altın kuş dedim.

Altın kuş bugüne kadar sadece ninemin bana anlattığı hikâyede yaşıyordu. İşte şimdi ise antik heykeltıraşlar tarafından yapılmış gerçek kuş önümdeydi.

Jeolog endişeyle - İşte bu ne demek. Bu var ya, bizden önce yüzyıllar boyunca toprakta kalmış. Çağdaşlarımızdan onu gören ilk kişiler bizleriz.

Ben jeologu sakinleştirdim - Endişelenmeyin. Ben bir efsane hatırladım. Altın kuş hakkında bir efsane var dedim.

Genç sandalyeye oturdu, çantasını yere koydu - Ne kadar ilginç. Anlatın lütfen dedi.

Çok işim vardı. Üstelikte Şehrazat'ta değildim. Ama gencin gözleri merakla o kadar parlamıştı ki; üstelikte altın kuşu da o getirmişti. Neyse, hikâyeyi beş dakikaya sığdırabilirsem bir şey olmazdı.

Ninemin sözleriyle anlatmaya başladım - Çok uzun yıllar önce topraklarımızda altın bir kuş yaşarmış. Tanrı ona güzellik ve özgürlük vermiş. Ama altın sadece yüzeyindeymiş. Aslında Tanrı kuşu basit bir bakırdan yapmış ve üzerine ince altın bir tabaka ile kaplamış. Yüce Rabbim onu sakinleştirmek için " Bir zaman sonra sen gerçek bir altın kuşa dönüşeceksin ama bunun için iki şarttan birini yerine getirmelisin."

Tıpkı benim ninemin sözünü kestiğim gibi delikanlı da sabırsızlıkla sözümü kesti - Sabır abi, yüce Rabbim ne gibi şartlar koymuş ki acaba? diye sordu.

- Tanrı demiş ki; "Birinci şartım; herkes etrafında seni altın kuş zannederken sen kendin gerçekte bakırdan yapıldığını unutmamalısın." demiş.

Gülmeme neden olan jeolog yine dayanamamıştı - İkinci şart neydi?

- İkinci şart ise "Şöyle bir şartım var; insanlar seni altın zannederlerken onlara bakırdan yapıldığını gizleme. İnsanlar doğuştan iyidir. Gerçeği öğrenen iyi insanlar tüm kalpleriyle senin en kısa zamanda altın kuşa dönüşmeni dilerler. Ben de bunu hesaba katacağım. Sana söz veriyorum."

Genç adam - Eee! Kuş ne yapmış diye sordu?

Bakırdan yapılmış ve altınla kaplanmış kuş, yaratıcısının ona verdiği şartlardan hiçbirini yerine getirmemiş. Kuş şöyle düşünmüş: maden insanlar beni altın olarak zannediyor, onları niye hayal kırıklığına uğratayım ki, kim bilir belki de bunu öğrenince bana olan ilgileri azalabilir. Ayrıca ben bakırdan yapılmakta bir kötülük görmüyorum. Bir insanında kendimin gerçekte ne olduğunu bilmesine hiç gerek yok.

Jeolog - Ve her şey nasıl sona ermiş diye sordu.

Tanrı, insanlara kuşu anlatmaya karar vermiş. Kuşun ince altın kaplamasının altında bakır olduğunu ve kuşun içinin öyle olduğunu anlasın.

- Ne yapmış?

- Üzerindeki altın kaplamayı silmiş ve bakır o anda hemen yeşil oksitle kaplanmış. Zavallı kuş daha dün parlak iken bugün ise soluk bir metal parçasına dönüşmüş. İşte böyledir oğlum... Her zaman dürüst ol. Kendi kötü taraflarını insanlardan saklama. Kibirli olma. İnsanlar sana iyi biri olman için mutlaka yardım ederler diye ninemin sözleriyle hikâyeyi bitirdim.

Jeolog onaylarcasına -Doğru, çok doğru dedi ve içten ekledi - Ben böyle bir kuş tanıdım. Anlatabiliyor muyum dedi.

Ah gençlik, gençlik. Bu delikanlı bana daha genç olmasına rağmen hayatı biliyormuş gibi davranıyordu.

- Bi bakabilir miyim diye sordum?

Genç adam telaşla:

- Tabi, tabi. Bende zaten bunun için getirmiştim size.

İşte kuş elimdeydi. Evet, bu bakırdandı. Biri onu temizlemeye çalışmıştı ama yeşilimsi oksit lekeleri kuşun gövdesine sıkıca işlemişti. Bende efsaneyi tamamen unutmuş, bütün hayatım boyunca altın kuşun peşinde koşmuştum. Onunda sonunda bakırdan yapıldığı ortaya çıkmıştı. kim bilir günümüze kadar efsane olarak gelmiş eski zamanlardaki hikâye, belki de elimde duran sahte kuşla ilgili yazılmıştır. Böyle bir sanat yapıtını yaratan usta kimdi acaba?

Jeolog yalandan tevazu göstererek - Arkeoloji ile biraz ilgilenmiştim. Tabi ki amatörce. Bence bu olay Karadeniz kıyılarındaki Sakslarla alakalıdır. Sonra sizde biliyorsunuzdur: ticaret, kervan yolları ve vb...Ama uzmanların ne diyeceğini bekleyelim derim. Ben bunu müzeye vermek istiyorum dedi.

Altın kuşu geçici sahibine vererek içimden vedalaştım: "Müzede görüşürüz."

Sohbetimizin başlarındaki işle ilgili kısmına dönerek - Peki damar hakikaten güzel mi? diye sordum.

Jeolog gururla rapor verdi - Cevher birinci sınıf. Saf bakır! Analiz sonuçlarını göstersem hayran kalırsın dedi ve kuşu çantasına koydu.

Çantasını omzuna atarak aynı şekilde girdiği gibi, aydınlanmış mutlu yüzüyle odamdan çıktı.

Ben ise kendi kayıtlarımı, defterlerimi masaya koyarak, araştırmalarımın sonuçlarını analiz etme kararı verdim. Akşama doğru mesai bitmişti ve beni kimsenin rahatsız etmeyeceğinden umutluydum. Ama kalemi elime alır almaz kapı sertçe vuruldu.

Sekreter gitmişti ama kapı farklı şekilde vuruluyordu. O zaten daha yumuşak vururdu. Sinirlenerek "Bu da kim? Şeytan kimi getirdi acaba?" diye düşündüm ve:

- Giriniz diye bağırdım.

Odama Kaysar girdi. Son zamanlarda kendine benzemiyordu. Bugünkü hali de istisna değildi. Masada yanan lambanın ışığında oturmuştum. Alacakaranlıkta onun yüzünü beyaz bir leke gibi görüyordum.

Kaysar şaşkınlıkla - Niye burada oturuyorsun? diye sordu. Sanki benim bu saatte mutlaka başka bir yerde olmam gerekiyormuş gibi.

Kaysar niyetimin ciddiyetini doğru şekilde değerlendirip, beni rahatsız etmeyeceğini zannederek - Çalışıyordum. Bakanlığa kendi düşüncelerimi yazmak istiyordum diye cevap verdim.

Kaysar daha da şaşırmıştı - Ve sen şimdi sakince çalışabilirsin yani dedi.

Şaşırma sırası bana gelmişti - Neden olmasın diye sordum.

- Sen ne diyorsun? Yoksa Akbayan'a neler olduğunu duymadın mı?

Sanki görünmez birinin soğuk elleri kalbimi sıkıyordu.

Kötü bir şey olduğunu tahmin ederek - Akbayan'a mı? diye tekrar sordum.

Kaysar üzüntüyle - Uyku ilacı içmiş. Üstelik o kadar fazla içmiş ki... Şu an hastaneden geliyorum dedi.

Ben ona doğru fırlayarak ceketinin yakasına yapışıp salladım.

- Yaşıyor mu? Akbayan yaşıyor mu diye soruyorum sana.

- Şimdilik yaşıyor. Sonra ne olacağı belli değil. O sana bir mektup bırakmış. İşte buyur.

Üzerinde "Bizzat Sabır Şakirov'a ya " yazılmış katlanmış kâğıdı bana uzattı.

Sisler arasından tırmalıyormuş gibi mektubu okudum. Akbayan'ın el yazısı okunmuyordu. Genel olarak o çok net, çok güzel ve her harfi itinayla yazardı. Burada ise kelimeler birbirine girmiş, harfler eski zarifliğini kaybetmişti.

Akbayan: "Sabır. Bozkırdaki karşılaşmamızı hatırlıyor musun? Tam savaş başlamadan önceki ilkbahardı. O zaman biz kızlarla çiçek toplamaya gitmiş, dönüşte seninle karşılaşmıştık. Hatırlıyor musun? Sen bana küçük kahramanın hikâyesini anlatmıştın. Ve benim dünyadaki tüm çiçeklerden daha güzel olmamı istemiştin. Bilmeni istiyorum ki o gün hayatımın en mutlu günüydü. Son zamanlarda eğer senin başın belaya girerse seni kurtarmayı hayal ediyordum. Bunun yerine az kalsın seni öldürüyordum. Ve her şey benim lanet korkaklığım yüzünden oldu. Evet. Gerçek hayattan tümüyle korkuyordum. Hayattaki mutsuzluklardan, getireceği zorluklardan korkmuştum. Bir insan için fazlaca günah değil mi. Bütün günahlarım için hesap verme zamanım gelmedi mi. Senden bir tek ricam var. Beni affetmezsen bile bir ilkbaharda bozkırımızda kardelen demeti topla (aynı olsun) ve mezarıma koy...Elveda. Akbayan"

Mektubu tekrar tekrar okurken ne kadar zaman geçmiş bilmiyordum. Kafamı kaldırdığımda Kaysar odada yoktu.

Akbayan hayatta kalmıştı.

Bir hafta sonra kuruluşa giderken kardelen olmadığı için bir lale demeti aldım ve hastaneye uğradım.

Nöbetçi hemşire beni odaya kadar götürdü ve gözleriyle duvarın yanında duran yatağı gösterdi. Akbayan gözlerini kapamış sırt üstü yatıyordu. Yanakları solmuş ve hafifçe içe çökmüştü. Sadece uzun yoğun kirpikleri uyumadığını göstererek titriyorlardı.

Yataklarda oturan beyaz hastane önlüklü iki kadın aynı anda kalkarak, hemşire gibi susarak odadan çıktılar. Ben Akbayan ile baş başa kalmıştım.

Benim varlığımı hissetmiş gibi gözlerini açtı. Gözleri soluk zayıflamış yüzünde daha büyük görünüyorlardı. Bir şey daha vardı. Gözleri o güzelim parlaklığını kaybetmişti. Akbayan'ın gözlerinin derinliklerinden bana kederin ta kendisi bakıyordu.

Acıyla gülümsedi.

- Gördün mü? Ölmeyi bile beceremedim.

Ben biraz heyecanlı - Ölme zamanı henüz gelmemiş. Kardelen maalesef yoktu, mevsimi değilmiş. İlkbahara kadar beklemek zorundayız. Şimdilik bunları getirdim dedim.

Buketi yatağın yanında duran etajerin üstüne koydum. Akbayan'ın gözlerinde bir anlık sevinç ve neşe parladı ama sonra hemen söndü. Sonra yorgun gözlerini kapattı, ben döndüm ve odadan çıktım.

Gün çok yorucuydu. Uzaktaki madenlerden birinde cevherin açık olarak çıkartılmasıyla ilgili başlama teklifimi teknik komisyonda o kadar tartışmıştık ki sesim kesilmişti. Sonra parti il komitesi toplantısında konu bizim kuruluşumuz idi. Sonra işyerime döndüm, kabul odasında kuyruk oluşmuştu... Sonra yeni binalardaki konutların dağıtımı konusunun konuşulduğu konut komitesi toplantısı başladı. Sonra... daha çok sonralar oldu. Ve bekleyemeyen acil işler arasında ben Akbayan'a kardelenleri hatırlattığımda, kara yorgun gözlerinde parlayan sevinç ışığı sürekli aklıma geliyordu.


[1] Koçevniki - Göçebeler

[2] Selina - 50-60'lı yıllarda bozkırlarda topraklar kazılıp üzerlerine verimli topraklar eklenerek, tarım ürünleri yetiştirilmesine verilen ad

[3] Poppel ve kukuşka - Lokomotif markaları

[4] Küyü - Geleneksel Kazak-Kırgız enstrümantal şarkı adı

[5] Jüt – şiddetli kar yağışından veya otlakların buzla kaplanmasından kaynaklanan sığırın kütle ölümü.

[6] Argamak - Doğu at ırkı

Көп оқылғандар