Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

28.03.2016 2806

Tölen ABDİK: "Baba"

Негізгі тіл: Әке / Baba

Бастапқы авторы: Tölen ABDİK

Аударма авторы: Elmira KALJANOVA

Дата: 28.03.2016





Ake.jpg 


“Baban çok rahatsız, çabuk gel.” diyen telegrafı alır almaz aynı gün uçağa bindim.

Yolda aklıma çeşitli düşünceler geldi. Gözümün önünde daha çok babamın beni görmeden vefat etmesi canlandı. Kalp atışlarım hızlanarak, bedenimi korku sardı. Hayalimde canlanan üzüntülü görüntü gerçekmiş gibi beni üzüntüye boğup gözlerimi yaşarttı. Kendimi babama karşı suçluymuşum gibi hissediyorum. Bundan sonra düzeltilmesi mümkün olmayan hata yapmış gibiyim. Sanki artık çok geç… İçimde sadece iki duygu mevcut: korku ve pişmanlık.

İlçe merkezine ulaşınca yağ taşıyan arabaların birine binerek eve ancak gece geldim.

Eskiden kolhozun[1] bürosu olan uzunca kerpiç evin kapısının önünü kamışla çevrelemişler. Bir yerlerden geviş getiren hayvanların fısıltıları duyuluyor. Nereden geldiği belirsiz, ama yakından fışkıran ördek sesi geliyor. Ayaklarım yerlerdeki kesilen ağaç parçalarına, leğene takıla takıla zar zor kapıyı buldum. Ben vurmaya başlar başlamaz kapı gıcıır diye kendiliğinden açılıverdi. Koridordaki neredeyse sönecekmiş gibi yanan lambanın loş ışığından yan odanın kapısı görünür gibi oldu.

Eve girdim. İleride holün kapısı. Bir kapı daha. Orta taraftaki odanın kapısı. -Bizim evde ne çok, kapı çok. Eski büronun kapıları- Ancak en dipteki odaya girdiğimde baş köşede yatakta küçücük yatan babamı gördüm. İnsanların zayıfladığında bu kadar küçüleceğini daha önce bilmezdim. Gözleri içeri çökmüş, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, tanınmaz hale gelmişti. Yanında iki kişi vardı. Biri Vali hoca, diğeri yaşça benden büyük olan yeğenim Samat’tı. Ocağın dibinde uyuklayan annemi gördüm.

Ben girer girmez, üzerimi çıkarmadan ve kimseyle selamlaşmadan babama doğru koştum. Allahım, ne kadar zayıflamış.

– Saylav, sen misin? – dedi babam duyulur duyulmaz bir sesle.

Gözlerime sıcak yaş gelmişti. Pişmanlık, hayal ve üzüntü dolu duygularla babamın sert sakallı kemikli yüzüne alnımı dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

O sırada yukarı tarafta oturan hoca:

“Sakin ol, oğlum, ağlama. Sağ salim geldin ve babanı gördün. Bundan sonrasını bir tek Allah bilir,” – diye sakinleştirmeye çalıştı.

“Ağlama, gözünü seveyim,” – dedi yeğenim.

“Bak babanın hayali gerçek oldu. Hayali seni gömekti… Gördü işte…”

“Ağlama,” zar zor dedi ve kendisi ağlayıverdi. Etraftakiler onu yatıştırmaya çalıştı. “Oğlun olmasaydı o kadar uzaktan seni kim arar, gelirdi?”

“Allah’a şükür, oğlun var.”

“Hani oğlun gelince iyileşiverirdin.”

Babam sakinleşerek işaretle yaklaşmamı istedi ve alnımı kokladı. Ondan sonra evdekilerden hal hatır sormaya geçtim. Hoca ve yeğenimle tokalaştım. Annem yanaklarımdan öptü.

“Demin araba sesi geldiğinde senden söz etmiştik. Anlaşılan onunla gelmişsin.” dedi, hoca ayet okur gibi nağmeli bir sesle.

“Evet,” – derken ben hala sakinleşememiştim.

Yeğenim de şehirden ne zaman hareket ettiğimi, ilçede arabayı nasıl bulduğumu, şehirdeki kimi tanıdıklarının hatırlarını sordu. Telegrafı kendisinin gönderdiğini, iki kelimeyi bir araya getiremeyen postacı Tayşık’tan bir hayır olmadığından telegrafı kötü Rusçasıyla kendisinin yazdığını, ona da 1 som[2] 30 tiyın[3] ödediğini anlattı.

“Demin biz Saylav’dan söz ettiğimizde babası onun kapıda olduğunu söylememiş miydi?” dedi, annem araya girerek.

“Ha, evet,” dedi, yeğenim de hatırlayarak.

“Saylav kapının dışında duruyor demişti ya bize…

“Bilmiş,” dedi, hoca sanki kendisi bilmiş gibi gururlana “Allah göstermiş. Allah’ın gücü değil mi?!..”

Ben de babamın genel durumunu, doktorun ne dediğini soruyorum.

“Doktor ne desin, yeğenim, dedi ezile büzüle. “İlacını veriyor, her şeyin uygun bir anı vardır.”

“Doktor bakmıyor,” diye yakındı annem. “O çocuk hastaların hepsine aynı bakmıyor gibi. Geçen sene dayısı Jarmagambet’i nasıl tedavi etmişti. İlçeye de, ile de götürmüştü.”

“Öyle deme abla,” dedi hoca. “Allah’ın takdiri deyin… Allah yazdıysa, ister ilçeye götür, ister ile değişen bir şey olmaz. Yoksa senin şu oğlun götüremez mi? İsterse yarın Almatı’ya götürür… Ancak kader bilir. İnsanın rızkı, kısmeti sınırldır.”

“Bugün dördüncü gün,” dedi yeğenim bana bakıp. “Böyle beklemedeyiz. Dün Kavmen ihtiyar ile Yereke ziyaret etti. Yereke biliyorsun yaşlı, biraz yorgun düştü. Bugün hocanın geldiği iyi oldu.”

Hoca bu arada kendisinin orada bulunuşu büyük problemleri çözermiş gibi tıksırarak boğazını temizledi.

Gece yarısı çay içildi. Çay içtikten sonra:

“Sen yat, dinlen,” – dedi, yeğenim. “Yoldan geldin, yol yorar insanı.”

Babam sessizce uyuyordu. Ağzı açıktı. Sabit bir hırıltı duyuluyordu. Orta taraftaki odaya gidip yatağa uzandım. Hoca ile yeğenimin boğuk sesleri geliyordu. Uzun süre yattım, ama uyuyamadım. Tam tersine aklıma bin çeşit şeyler gelerek uykumu tamamen kaçırdı. Ya babam ölürse. Ne yapacağım? Babamı memnun edecek bir iyilik yaptım mı hayatımda? Böylece bir şey görmeden, yalnız oğluna kızgın olarak mı terk edecek bu dünyayı?

Babamın geçmiş hayatını bir bir gözümün önünden geçirdim. Babam hayatını çok anlatırdı bana. Hayatında sıkıntılarla, zorluklarla çok karşılaşan bir insandır babam…


* * *

“Tavşan yılı zaten azıcık olan hayvanlarımız telef olunca akrabalara sığındık ve yerler kurumaya başlar başlamaz Jılandı’ya taşındık,” diye başlardı konuşmalarının çoğuna.

“Jılandı o zamanlar daha kalabalık yerleşim birimiydi. Maldıbay’ın iki oğlu Yestöre ile Bestöre bölge başkanlığı için kavga edip insanın öldüğü ve bundan dolayı bir davanın başladığı, yani tartışma ve gürültünün meydana geldiği bir dönemdi. Neyse ki akraba akraba değil midir, durumu olmayan oğlak, durumu olan da sağımlık koyun vererek yardım etti. Bir de verilen yerevlik[4] var, bunların sayesinde hemen kendimizi toparladık. Beş erkek kardeştik. Annemizin hayatını kaybettiği dönemdi. Kızların hepsi evliydi. Apsattar, Kapsattar ve Nurjan üçü de evli ve ayrı ev kurmuşlardı. Düysen de evliydi, ancak baba evinde oturuyordu. Ben o zaman bekardım.

Aytıbaylar da bizimle birlikte taşınmıştı. Büyük oğlu Aydarhan ikimiz Yestöre’nin atlarına bakmaya başlamıştık. Dosım sülalesinde Yestöre’den daha zengin kimse olmamıştır.

Kendisi de, Allah korusun, çok kibirli biriydi. Kışın alnında beyaz işareti olan kuşkirazı gibi sımsiyah meşhur koşu atına, yazın da yumurta gibi bembeyaz rahvan atına binerdi. Bir Ruslar gibi, bir Kazaklar gibi, değişik değişik giyinirdi. Kimseyi de beğenmezdi.

Taşındıktan sonraki yıl Ayteke oğlunu evlendirdiğinde Yestöre Duan tarafında idi. Daha sonra koyun keserek yemek hazırlayıp davet ettiklerinde, köpek, gelmedi. Yemeğe saygı gösterir, icabet eder diye iki defa adam yolladıklarında “gidemem”den başka bir şey söylememiş.

Bir yıl içerisinde durumumuzu düzelttik. Kapsattar kışlağı sahipsiz bırakmam diye aşağı tarafa taşındı. Aynı yıl ot da bol çıkmış, Yestöre ile Bestöre’nin davası da bitmiş, etraf sakinleşmişti. Ancak aşağı taraftan gelenlerden “Çar düşmüş, rejim değişmiş, Beyazlar, Kızıllar çıkmış.” gibi çeşitli haberler almaya başladık. Bir sonraki yazın ortalarında atlı Kazak denen bela çıktı. Falanca yerde tüm köyü vurmuş, talan etmiş, kadınları lekelemişler gibi şeyleri duydukça tüylerimiz diken diken oluyordu. “Evet, gidişat kötü anlaşılan. Halkımız için büyük sıkıntı. Geçen sene sonbaharda güneş tutulmasından korkmuştum.” derdi zavallı babam.

Günlerin birinde atlı Kazakların bize doğru geldikleri haberini aldık. Çok korktuk. Kadın kız hepsini Şoşka gölün kalın kamışları arasına gizledik. Nurjan çok cesurdu. Köydeki erkekleri toplayıp atlı Kazaklardan bir hayır gelmeyeceğini, halkın kanını akıtan düşmanları bir şekilde yok etmek gerektiğini anlattı. Malları söz konusu olunca canını veren Yestöre de, onların atların düşmanı olduklarını duyunca tarafımıza geçti. Böylece tüm köy atlı Kazakları öldürme hazırlığı yaptık. Keçe evin duvarlarından birkaç çadır yaptık. Yerleri kazıyıp ocaklar yaparak kesilecek koyunları da önceden hazırladık.

Öğlen kır tarafından bir grup atlı gözüktü. Yaklaştıklarında omuzlarından tüfekleri fırlayan asker kıyafetli Ruslar olduklarını farkettik. “Bak geldi atlı Kazaklar” deniyordu. Yanımıza geldiklerinde babamı önlerine aldıklarını gördük. Hayvanlara bakıyordu. Dayak yemiş gibiydi. Kafası kanlıydı. Köpekler çok sert görünüyorlardı. Çok şükür, vurmamışlar. Nurjan hiddetten kafa tutmak istediydi babamın kendisi yatıştırdı. Öğrendik ki babam uzaklaşan üç dört atını köye getirirken yakalanmış. Onların söylediklerini anlamamış. İşaretlerinden at istediklerini anlamış. Babam:

“Biz fakir insanlarız. Bizde fazla at bulunmaz. Üç eve ortak birer atımız var,” demiş Kazakça.

Atlı Kazaklar ise atları sakladığımızı düşünmüş olmalılar, babama inanmayıp onu tüfeğin dipçiğiyle iki üç defa vuruvermişler. Sonunda at bulmazsan öldüreceğiz diye köye getirmişler.

Düysen biraz Rusça bilirdi. Küçükken babam onu Aysa’yla birlikte göndermiş, bir yıl şehirde okumuştu. Ruslar at üstünde dikilip dikilip dururken Düysen yanlarına gidip Rusça konuştu. Onlar da çok memnun oldular. Düysen onları beklediğimizi, misafir edeceğimizi, isteklerinin aynen yerine getirileceğini söylemiş olmalı ki yüzlerinde sevinç ifadesiyle atlarından inmeye başladılar. Yine de tedbirli imişler. Biri tüfeğiyle atların yanında kaldı. İçlerinde göbekli biri vardı. Başkanları olmalı, “Çadıra girmeyeceğiz. Çabuk at getirin” diye direndi. Neyse ki, sonunda girdiler. Kımız[5] ikram ettik. Yanlarında getirdikleri votka da varmış. Biraz votka içtiler. Dışarıdaki bekçi de içeri girdi. Sonra yemek getirmeye başladık. Ben servis yapıyordum.

“Çorba getir” dediğimiz zaman başlayacağız. Düysen’e söyle, çadırdan çıksın,” diye fısıldadı Nurjan.

Tabağı önlerine koyarken:

“Senin çıkmanı istiyorlar,” diye söyledim Düysen’e yavaşça.

Göbekli şüphelenmiş olmalı, Düysen’e bakıp bir şeyler söyledi. Düysen’in ne dediğini anlamadan ben çadırdan çıktım. Ya Düysen’i bırakmazlarsa diye nasıl korktum bir bilsen. Nihayet çadırdan çıkmıştı. O sırada “çorba getir” dendi yüksek sesle. O an duvarlara bağlanan kementleri çekiverdik ve çadır yemeğe daha yeni ellerini uzatan atlı Kazakların üzerine çöktü. “Allah” diye saldırıya geçtik. Nurjan çok kuvvetliydi. Tutabildiklerini çekip çıkarıyordu. Topuzlarla kafalarına vurup düşürüyorduk. İriyarı bir Rus kolay kolay pes eder mi hiç! İlk düşürdüğümüzde Düysen belindeki nagant tabancasını almıştı. Topuzla vurduğumuzda düşmeyip üzerindeki kıyafetlerini çıkararak tuzlu araziye doğru kaçmaz mı? Can teslim etmek kolay mı? Arazide sıkıştırdığımızda, Tatar mıdır nedir, deminki köpek oğlu “ya Rab, ya Rab” dedi. “Bu Müslüman olmasın” diye endişelendik. Bizim Nurjan kabadır. “Hay ağzına... Bundan Müslüman mı olur”, diye arkasından topuzla vurarak düşürdü. O gece tuzlu arazide büyük çukur kazarak hepsini o çukura gömdük. Ertesi gün bunların eşyalarını paylaşmaya başladık. Torbalarında bileklik mi istersin, küpe mi, her şey varmış. Düysen birinin eyerini çektiğinde sahibinin yastığının içinden epey bir şey çıktı. Birinin tüfeğini ben aldım. Bir süre sonra “içeriden bir asker çıkmış, atlı Kazakların cesetlerini arıyormuş, sivri demirle yeri delip bakacakmış” gibi söylentiler gelmez mi kulağımıza. Cahillik değil mi? “Gömdüğümüz yeri bulurlarsa hepimizi öldürecekler. Yakmak lazım.” diye karar verdiler yaşlılar. Sonunda güç bela çukuru kazıyıp kokmuş cesetleri çıkararak karapazı ile yakmaya başladık. İnsanoğlunun bedeni uzak yanarmış. Sabaha kadar yaktık. Şu Karatemir’in oğlu Yestek, kendisine Gececi Yestek derdik, zavallım korktuğundan hasta oldu ya. İnsanlar edindikleri eşyalardan vazgeçmeye başladı. Tüfeklerimizi, yüzük ve küpelerimizi suya attık. Candan daha tatlı ne olabilir ki. Ancak söylenen asker gelmedi. Biraz kendimize geldikten sonra babam çağırdı ve:

“Aşağı tarafı bir git gel, Kapsattar’ın ailesinin halini hatırını bir sor. Ortalık karıştığında birbirimizi kaybetmeyelim.” dedi. “Öbür tarafta ne var ne yok, öğren. Aysa’nın evine de uğrayıver.”

Doru atı eyerleyip köyden ayrıldım. Öğlen Oşaktı’da oturan bizim Jalgasbay’ın evinden çay içip yaylana yaylana akşama doğru aşağı tarafa vardım.

Kapsattarlar Karasu’nun kenarında oturuyorlarmış. Akşam koyun kesip Aysaları davet etti. Aysa’nın yanında genç bir delikanlı vardı. Tanıyamadım. Okumuşlardan olmalı: “Çar şöyle, çar böyle. Yeni hükümet yoksulların olacak herhalde. Ancak sonunun ne olacağı söylemek zordur. Zenginlerde kafa varsa, hayvanlarını azaltmalıdır”, diye ötüyordu. Milletin hayvanından bize ne. Dört aile denebilecek bir evde bulunan dört beş hayvanı azaltırsak nasıl geçiniriz? Atlı Kazakların bunlara da az çektirmiyor gibi.

“Onlar çarın askerleri ya, Kızıllara yenilince Çin’e doğru gidiyorlar. Onlar kimseye acımazlar,” diye anlattı deminki delikanlı.

Orada iki üç gün kaldıktan sonra Kapsattar’ın babama verdiği şeker ve çayını alarak doru atla yine yaylana yaylana akşama köye geldim.

Evin etrafı kalabalık. Ocak yanı kadınlarla dolmuş. Kalbim küt küt atmaya başladı. Yaklaştığımda kadınların ağlayan seslerini duydum ve kötü bir şey olduğunu anladım. Evden bağıra bağıra ağlayarak babam çıktı.

“Nurjan’ı kaybettik…” dediğini duydum. Sonrasını hatırlamıyorum. Bayılmışım.

-Buraya gelince babam olanların sonrasını unutmuş gibi susar.- Şu başımdan neler geçmedi ki. Sonradan duyduğuma göre köye tekrar atlı Kazaklar gelmişler. Lanet olası Yestöreler atlarını götürecek endişesiyle dalkavukluk ederek yapmış olmalılar, atlı Kazakları öldürdü diye Nurjan’ı göstermişler. Üç asker gelerek kısrak sağmaya yardım eden Nurjan’ı vurmuşlar.


* * *

Ben babamın bunları anlattıktan sonra sessiz ve düşünceli, kollarındaki belirgin damarlarını sıvazlayarak ve bıyıklarını hareket ettirerek başını eğmiş halde oturduğu anı gözümün önüne getiriyorum.

“Of, Nurjancığım, of!” derdi üzülerek, “Yazık oldu sana, yazık..”

Dalmış, uyumuş olmalıyım sabah çayı sofraya geldiğinde uyandım. Elimi yüzümü yıkayıp tıraş olduktan sonra babamın yanına geldim. Babam uzun uzun yüzüme baktı.

“Yoksa bir şey mi söylemek istiyorsun?” dedi, annem bana bakarak.

Babam kafasıyla “hayır” işareti yaptı.

“İçecek bir şey alabilir miyim?” dedi daha sonra.

Yastığı koltuğunun altına dayayıp ayran içti. Sonra tekrar yaslanarak:

“Hanım,” dedi, hafif sert bir sesle, “çocuğa yemek yaptınız mı?”

“Yaparız,” dedi, annem çay koyarken. “Çayımızı içelim de.”

“Sen de hep döner durursun. İşin de bitmez bir türlü,” dedi hasta olmadığı zamanlardaki gibi kızarak.

Babamın kızmasına herkes seviniverdi. “Sağlıklı hayat ne iyi, kızmak bile güzel” diye geçirdim içimden.

“Dedim ya, bu ihtiyar oğlu gelince iyileşir,” diyordu kimileri.

Çay içerken babamın hatırını sormak için gelmeye başladılar. Yakın akrabalarımızdan olan Sanjar pederin bu hastalıktan ölmeyeceğini, sadece Tırkay’ın oğlu Abıl’a göstermek gerektiğini (nede olsa evliya çocuğu), onun doktorlardan daha iyi bildiğini söyledi. Serikbay ihtiyar ise işitme sorunu olduğundan babamla bağırarak konuştu.

“Seysen,” dedi kamçısıyla yeri göstererek, “oğlun gelmiş, gözün aydın.” Ayağa kalkarsan, Allah’ın takdiridir. Ölsen yine pişmanlık duymadan ölürsün.

Babam gülümser gibi oldu.

“Bir zamanlar Atambek’in Sarı kadısı hayattayken mezarını hazırlatmış, türbe yaptırmış. Şu anda o türbede kim yatıyor?”

“İki kadın yatıyor,” dedi babam yavaşça.

“İki kadın yatıyor,” diye tekrarladı Serikbay yüksek bir sesle. “Hayattayken kendisini Allah yerine koyanlardan biriedi. Şuan ise mezarının nerede olduğunu bilen yoktur.” Serikbay kendisine itiraz eden olur diye bekler gibi küçücük gözlerini açtı ve sustu. Kimse bir şey demeyince:

“İkimizin çektiğimiz sıkıntıları kimse çekmesin,” diye devam etti. “Buna da şükretmek lazım… Şükret…”

“Serikbay doğru söyledi”, “Serikbay haklı”, “Bu ihtiyar söze ustadır” – diye oturanlar Serikbay’ı pohpohlamaya başladılar. Serikbay övülmek hoşuna gitmeyenlerden değildi, koyu kestane renkli küçük gözleriyle etrafındakilere gülümseyerek baktı ve yanındaki hocadan tütün kutusunu istedi.

Çay içme sırasında yaşlıların gitgide azaldıklarından bahsedildi.

“Tölevbay bilgedir,” dedi biri.

“Tölevbay’ın söyledikleri hep yalan,” dedi yeğenim hoşlanmadığını belirterek. “O övünmekten başka bir şey yapmıyor.”

“Ondan sonra da güzel konuşan işte bu,” dedi biri Serikbay’ı işaret ederek. “Ancak kulakları sağır, bağırarak konuşmayla insanı yorar.”

Babam yastığını hafif kaldırarak daha rahat oturdu.

“Hey Kabi,” dedi inleyerek yukarı tarafta oturan alt parti teşkilatının sekreterine. “Sen neden bugüne kadar geçmiş olsuna gelmedin? Hey gidi zaman, hey! Baban yere çökmüş deveye bile binemeyen yaramazın tekiydi…”

“Beni ne zaman görse hemen çoktan ölmüş babamı çekiştirmeye başlar,” dedi Kabi kahkaha atarak.

“Dayılarla yeğenler işte böyle şakalaşır,” diye anlattı hoca.

“Günlerin birinde babası Jılandı’dan aşağı tarafa yaya gideceğim diye,” dedi, babam her kelimede duraklaya duraklaya, “yarı yolda açlıktan ölmek üzere yatarken bulmuş, eve getirmiştim. Öylece babanı kurtarmıştım. Ondan senin gibi köpek doğacağını bilseydim bırakırdım oralarda…”

Bir kahkaha patladı.

“Bak, bak,” dedi, Kabi kafasını sallayarak gülüp, “ölmek üzere olduğuna bakmıyor, diliyle birilerini sokma merakında.”

“Allah korusun, eskiden dayı ile yeğenlerin şakası fena olurdu,” dedi, hoca kaşlarını çatarak. “Alban boyundan merhum Kusayın ile Kaz boyundan Seralilerin yaptıkları insanı korkuturdu. Bir defasında ikisi at yarışmasına katılacağız diye Kerey boyunun yemeğine gitmişler. Bir hafta sonra Kusayın tek başına dönmüş. Sonra Serali’nin evine giderek: “Yolda nehirden geçerken Serali atıyla birlikte nehirde boğuldu”, haberini vermiş. Millet ayağa kalkmış. Serali’nin ailesi ağlamış sızlamış, koyun keserek duasını yapmış. Neyse, tam yedi gününü vermek üzerelerken Serali gelmiş. Böyle rezil bir olay yaşanmıştı.

“Dayı ile yeğen arasında dava olmaz,” dedi yaşlılardan biri.

“Niye dava olmasın, dedi yeğenim gülerek. “Koyşıbay kendi yeğenine küfredeceğim derken on beş gününü içeride geçirmemiş miydi?”

Hoca irkildi.

Yemek geldi. Ardından bir tencere daha yemek yapıldı. Böylece insanlar babama geçmiş olsun derken insanların er geç öleceklerini, ancak sağlık el veriyorsa oğlunun semeresini görmenin de fazlalık etmeyeceğini filan söylüyorlardı. Giren çıkan yaşlı adamlar ise şakalaşıyorlardı. Akşam babamın arkadaşı Ötegen amca geldi. Konuşkan, çakı gibi bir adamdı.

“Seysen, nasıl gidiyor? dedi, babamla el sıkışırken. “İyileşiyor musun?”

Babam cevap vermeden bir süre yüzüne baktıktan sonra:

“Neden bu kadar geciktin?” dedi, elini bırakmayıp. “Yoksa cenazeme mi gelecektin?”

Ötegen irkildi.

“Seysenciğim, neler söylüyorsun? Allah korusun, ne cenazesi? Hayvanlar kayboldu da… Onları aramıştık…”

Ötegen yukarı geçip evdekilerle tokalaşmaya başladı.

“Merhabalar. Kapeş, nasılsın? Ömirzak, iyi misin? Mırzatay, çocuklar nasıl? Tursıngali, her şey yolunda mı, koçum?”

Evde ne kadar insan varsa herkesle tek tek tokalaşırdı.

“At kayboldu,” dedi, tekrar babama bakarak. “Tek kısrağı Abdilerin sürüsüne katmıştım, kayboldu. Kırgıböget’e kadar gittim, bulamadım. Nereye kayboldu, Allah iyiliğini veresiler.. Baymagambet’in ağılında” dediler, gittim. Orada da yok.

“Jıngılbay kıstağında bir sürü at otlanıyormuş.” dedi biri.

“O Şaymen’in atları. Onlar tam, ama benim tek kısrağım aniden kayboldu!”

Babam alaylı alaylı güldü:

“Baban Dospambet semaveri parayla kaynatan zenginlerdendi. Malvarlığına el konduğunda ben de hazır bulunmuştur. Beş bin at saymışlardı. Allah sana hiç olmasa kısmetini nasip edeymiş.”

“Baba zenginliğinden bana ne. Nasip olduysa, kendisine nasip oldu ve kendisiyle birlikte tükendi… Bana ise bir kısraktan fazla at nasip olmadı.” Ötegen amca “bir” sayısını başkaları bilmiyormuş gibi parmağıyla gösterdi. “O bile Kapsattar’ın kısrağının yavrusu.”

Şakalaşarak morali yükselen babam Kapsattar’ın adını duyunca üzülüverdi.

“Merhum Kapsattar çok iyi insandı,” dedi Ötegen konuşmasına devam ederek. “Jarmagambet’in beş oğlunun en safı şu Seysen’dir… Diğerlerinin hepsi kurttu. Absattar’ı da, Nurjan’ı da, Düysen’i de biliyoruz. Kapsattar ikimiz şu bent yapıldığında on beş gün gece gündüz bekçilik yapmıştık. Bazı zenginler bendi yıkmak istediler. Bir gün sabaha doğru beş kişinin saldırısına uğradık… Bende güç, kuvvet yok. Kapsattar var gücüyle savunmaya çalışıyordu. Sonunda kafasına sert bir darbe almış olmalı orada can teslim etti.”

“Kapsattar öleceğine sen niye ölmedin ki?” dedi, babam ah çekerek. “Sana birilerinin ihtiyacı olacağını mı düşündün?..”

“Tanrı kadere yazarsa ne çare,” dedi, Ötegen kemküm ederek sanki ölmediği için suçluymuş gibi. Ondan sonra evde tokalaşmadığı birini gördü ve:

“Kapık, nasılsın?” dedi, kapı tarafına kafasını uzatarak.

Kapsattar’ın adını duyan babam üzülmüş, neşesi bir daha yerine gelmemişti. Kalbindeki eski “yara” tamamen terkedecek olan kahrolası cana son defa bir acı daha çektirmek istiyordu herhalde.


* * *

“İçimizdeki bilmiş, okumuş Düysen yönetimin işlerine karışıp, Köy Başkanı olunca Apsattar dışında hepimiz aşağı tarafa taşındık,” diye başlardı babam bu olayı anlatırken. “Daha dün fakir olan çıplak Jarmagambet’in oğlu Köy Başkanı olup halkın başına geçtiyse gark olmuşuz demektir”, diye çekemeyenler de olmadı değil. Düysen şehre gidip ne okuduysa okuyup dönmüştü. Zenginler Düysen’i her ne kadar kabul etmek istemeseler de cesaretinden, keskin dilinden dolayı ondan çok çekinirlerdi.

Günlerin birinde Düysen kardeş, üçümüzü toplayıp aydınlattı. Rejimin yürüttüğü siyasetten bilgi edinerek neşemiz yerine geldi. Hükümeti oluşturan Düysenmiş gibi soru yağmuruna tuttuk. Bizimki gözlerin gece görmemesinden dolayı durmadan yol sormakla aynıydı.

“Sonunu beklemek daha iyi olmaz mıydı, oğlum?” dedi bir ara babam. “Yoksulların durumunu düzeltecekler haberi kulağa hoş geliyor. Ancak böyle karışık zamanda tedbirli olmakta yarar var. Göğsü gerip hep öne atılmak da iyi bir şey değil… Düşman çok…”

“Söylediklerinde haklıllık payı var, baba,” dedi, Düysen. “Ancak siyasete sadece yönetimin işi olarak bakarsak, gerçekleştirmek mümkün olmaz. Halk destek vermezse nasıl gerçekleşir ki. Halkın desteği lazım. Hepimiz oturup sonunu bekleyecek olursak yoksul zenginle eşit olamaz. Elde yetki ve güç varken düşündüğüm bir şeyi gerçekleştirmek istiyorum. Bunu şimdi yapmazsam ne zaman yaparım…”

“Nedir o?” dedik bir şey anlamayıp.

“Sadece mala, varlığa güvenilen zamanın sonu geliyor,” dedi, Düysen babama bakarak: “Toprağın bereketi sudadır. Kaptal nehri ilbahardı taşır ve Aşşıkaptal’a dökülüp çekilir. Su olmayınca meralar da verimsiz oluyor. Bugüne kadar susuzluğunu bir gideremedi ki. Ekincilikle uğraşmak lazım. Bu konuda yönetimdeki insanlarla konuştum. Sözlerime kulak verenler oldu. Ancak ihtisaslı uzman yok, o nedenle yaşlılarla istişare etmeli, iyice anlamalıyız diyorlar. Bence Kaptal’ın Kulpeyis yerleşkesi yakınlarındaki ağzında bent yapılabilir. Bendin bir tarafını Jarbak’a kadar uzatarak diğer tarafını Sarıözek’e kadar getirmek gerekir. O zaman Kamıstıköl’den Sarıözek’e kadar olan bölgenin hepsine su gider. Kaptal’da çıkrık yapılabilir veya ekin ekilebilir.”

Düysen söyledikleriyle bizi şaşırttı. Bunların hepsini nereden biliyor? Bent de nedir? Her şey yapıldı da, bir tek o mu kaldı?! Onu kim yapacak? Herkesin kendi işi varken bent işine kim bakar? Söylerken mantıklı gibi geliyor, ancak anlamakta güçlük çekiyoruz.

“Bent kolay bir şey değil, oğlum. Onu kime yaptıracaksın?”

“Halka. İtiraz ederlerse zorla yaptırırız. Yönetimin buna gücü yeter.”

Yönetim deyince hepimiz susuyoruz.

Ertesi gün öğlen Düysen’le yola koyulduk. İkinci köye geldik. Kambar zengin kımız içiyormuş. Yanında dört beş kişi vardı. Karısı da kepçeyle kaptaki kımızı karıştırıyordu. Biz de gelip oturduk. Kambar Düysen’e şehirde olup bitenleri, falanca Tatar’ın evine uğrayıp uğramadığını sordu ve pek yakında kendisinin de o taraflara gideceğini söyledi. Sonra da gülerek koyun kesmelerinin nedenini anlattı.

“Şu karşında oturan Japak, Küntuvar bahadırın nesillerindendir. İddia dedin mi canını verir. Babamın yeğenidir. Şakalaşırız. Az önce sessiz oturamayıp benimle bahse girişti. Şu kesilen koyunun kuyruğunu olduğu gibi çiğ çiğ yiyecek.”

Japak kepçe kulak, bıyıklı esmer biri imiş. Tahtaları eksikti herhalde, “Atalarımın ruhu, yardımcı ol!” diye gözlerini döndürüyordu. O arada köylüler evin yanında toplanmaya başladı. Koyun kesildi. Kuyruğunu çiğ çiğ kaba koyup getirdiler. Allahım, ne semiz bir koyunmuş. Koskoca kap… Japak kollarını sıvayıp kuyruğu ince ince doğradı. Daha sonra üzerine tuz attı. Sonra da tuz sinsin diye kenara koydu. Afsun söyleyecak baksı gibi gözlerini açarak:

“Atam nerede, atam”, dedi yavaşça. Birazdan kudurmuş gibi:

“Getir şunun hepsini, getir çabuk!”, diye bağırdı. Kuyruk dolu kabı önüne getirdiler. Japak iki eliyle sırayla alıp ağzına atıyordu. Çiğnemeden de yutuyordu. Kabın ortasına gelince durdu. Tekrar dedelerinin ruhuna seslenerek gözlerini döndürüp biraz bekledi ve tekrar yemeye başladı. Allah yardımcısı olsun, bakmak bile tiksindiriyordu insanı. Nihayet kuyruk yağın hepsini yiyip bitirdi. Kabın dibinde kalan kanla karışık yağları da ağzına attı ve parmaklarındaki yağları köpek yalamış gibi temizledi. Bahadırın soyu işte diye alkışlayanlar da vardı. Japak birkaç kase kımızı arka arkaya içti ve:

“Şimdi bana yatak yapın. Yastık yüksek olsun.” dedi.

Daha önce bir kuzunun etini yiyip bitiren birini görmüştüm. Ancak çiğ kuyruk yağı yiyeni ilk defa görüyorum. O gün geceyi Kambar’ın evinde geçirdik. Ertesi gün Düysen köylülerle toplantı yaptı. Bendi anlattı. İktidar destekliyor diye ekledi. Ancak kimse destek çıkmadı. Kambar gülerek: “Bende Jarmagambet adını mı verecektin yoksa”, diye dalga geçti. Ondan sonra da üçüncü köyde toplantı yaptık. Ondan da bir netice çıkmadı. Nihayetinde Düysen şehre gidip polis getirdi. Böylece bizim bölgede daha önce eşi benzeri görülmemiş bent inşaatı başladı. Herbiri kendi mal mülkü peşinde olan Kazak eskiden düşmana karşı bir araya geldiyse gelmiş olabilir, ancak bir iş için bir araya geldiği görülmemiştir. İlk defa bir iş birliği yapılıyordu.

Bizim gibi avam için ister yeri kazı, ister ot biç, farkeden bir şey yoktur. Üstelik iyi çalışanlara ödüllendireceklerini de söylediler. Üç metre kumaş, bir kova darı verecekler. Baygabıl gibiler tek ineklerini arabaya koşarak gece gündüz çalışırlardı. Zenginlerden ise itiraz edenler oluyordu, ancak Düysen onları sustururdu. Düysen iyi hatipti. Bir defasında Kambar’ın kapısına gelerek atının üzerinden onu azarladığına şahit olmuştum:

“Hey, Kambar, geçenlerde Vali geldiğinde ayaklarını öpmüş, Sarıözek’ten Akjan’a kadar halı sermiş babanı ağırladığından daha iyi ağırlamıştın. Yeni yönetimin sana gücü yetmezmiş gibi burnun havada oturuyorsun. Kendini düşünmekten öleceğini bile bilmiyorsun. Bugüne kadar işlediğin suçlar seni yok etmeye yeter. Çok kızarsam bu gece sürgün ettireceğimi bilmeni isterim. Benim canımı sıkan senin pis niyetin değil, cahilliğindir, cahilliğin!” diye bağırmıştı.

Kambar evinin gölgesinde yere bakıp kalmış, kafasını kaldıramamıştı. Sonunda zenginler de katılmıştı.

Sabah güneş doğar doğmaz işin başına geçiyorduk. Kimisi at, kimisi öküz, atı veya öküzü olmayanlar ineklerini koşardı. Akmakta olan suyu önce toprak doldurulmuş çuvallarla engelledik. Önceleri oradan buradan sızarak bizi epey yormuştu. Sonunda zemini kapattıktan sonra üzerine tahta döşeyerek suyun seviyesine kadar yükselttik. Hepsini yöneten Düysen’in kendisiydi. “Şuraya tahta döşeyin, şuraya çuval atın, kum dökün”, – derdi durmadan. Her Cuma ödülleri dağıtırdı. Baygabıl doymak bilmeyenlerdendi. Biz bir çuval götürürken o iki çuval götürürdü. Bir de onunki, Allah yardımcısı olsun, koca çuvaldı. Maşallah, yorulmazdı da. Ancak bu iş zor bir işti. Günlerin birinde çuvalın iki ucundan tuttuğu gibi dize çökmüş, ancak kalkamıyordu. Ben kendisini tutup kalkmasına yardımcı oldum. Baygabıl kalktığı gibi yere düştü. Anlaşılan çok yorulmuştu.

“Baygabılcığım, yoksa ölmek mi istiyorsun? Kendini bu kadar zorlamaya ne gerek var.” dedim.

“Seysenciğim senin bir şeyden haberin yok. Evde yiyecek bir şey yok. Şu azıcık darıya muhtacız.” dedi, adamcağız.

Neyse ki öğlen içecek geldi. Düysen zenginlerin kimisini kandırarak kimisini korkutarak kımız alıyor. Kendisi de çok yoruldu. Kambarlar: “Düysen ödülü kendi sülalesi olan Bektemir boyuna dağıtıyor”, – diye iftira attılar. Yarabbim, yaresulallah! Düysen’in öz kardeş olan bana bir ödül nasip olmadı. Diğerlerinden kötü çalışmadığımı söyleyebilirim. Ama Düysen: “Dedikodu olacak, şu Kambarların söylediklerini biliyorsun. Aç değilsin, ödülsüz de idare edersin.” diye yanaştırmadı.

Bendin esas zeminini bitirdik. Nehrin tam dereye akan kısmını kapatıyorduk. Yanımda Kambarın küçük kardeşi Aydos vardı.

“Bunlara güvenmiyorum. Denetimi elden bırakmamak gerekir. Aydos’tan gözünü ayırma.” demişti bir defasında bana Düysen.

İlk zamanlarda takip ediyordum. Sonra bıraktım. Ne kadar bakabilirim? Yorulduğunda bırak başkasına bakmayı, kendine bile bakamıyorsun.

Öğleden sonra idi. Kazıdığımız çukurun dibi nemli olduğundan çukurumuz çamura dönüşünce yeni çukur kazıyorduk. Aydos ikimizde yalnız araba vardı. Sırayla taşıyorduk. Sıra Aydos’taydı. Bent tarafından bir türlü dönemiyordu. Ne yaptığını merak ettim. Küreğimi bırakıp bent tarafına gittim. Meğerse Aydos bendin nehir kısmında dize çökmüş, toprağa bir şey gömüyormuş. O an Düysen’in “denetimi elden bırakmamalı” dediği aklıma geliverdi. Koşarak yanına geldim. Aydos sıkıla sıkıla:

“Al, arabayı mı isteyecektin?” diye, yolumu kapatmak istedi. Ben de onu iterek oturduğu yere baktım. Küçücük çukurda bir şey parlıyordu. Daha yakından baktım. Parlayan şey civa imiş. Daha gömememiş. Civayı çukura niye attığını anlamayıp Düysen’e seslendim. Civa’yı gören Düysen’in nasıl patladığını görmeliydin:

“Ağzına sıçtığım…” diye kamçısıyla Aydos’un kafasına öyle bir vurdu ki. Meğerse civa dediğin şey toprağa yavaşça sızarak bendi bozarmış.

Bendi Akjan’a kadar getirdiğimizde yere kırağı düşmüştü. Millet kışa hazırlık, ot, yem derken yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Bizim Kapsattar’daki azim kimsede yoktu. Bendi öteki tarafına geçerken kimse kalmamıştı, Kapsattar bendi uçuruma kadar tek başına yapıp bitirdi. “Adam cin gibi güçlü”, – derdi Nazarımbet boyunun yaşlıları. Bütün yaz bendi yapıp bitirdik. Kış geldi. Azıcık hayvan kışı çok şükür sağ salim geçirdi. İlkbaharda nehir çözülmeye başladığında Düysen bendin başına bekçi koydu. İlk zamanlar iki üç kişi gece nöbetine geliyorduk. Sonra Kapsattar evini oraya taşıdı. Yanında arkadaşı Ötegen vardı.

Ben Kenşimbay kıstağında çıkrık yapmak için daha güneş doğmadan kuyu kazıyordum. Hızla bir atlı geldi. Kim diye baktım, Ötegenmiş. Attan zıplayarak düştü ve beni kucakladı.

“Sabaha doğru birkaç kişi gelerek Kapsattar’a saldırdı.” dedi, ağlayarak. Yüreğim ağzıma gelmişti. Doru ata binip hızla yola koyuldum. Geldiğimde yengem Kapsattar’ın başını kucaklamış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Attan nasıl indiğimi hatırlamıyorum. Ölmediğini umarak topuz değmiş yerleri ellerimle kontrol ettim. Ancak kulağından akan kanı gördüğümde ümidim kesilmeye başladı. Canım feda, ama ne çare. Keçe evin taşınabilir duvarına yatırıp Ötegen ikimiz köye getirdik.

“Oğullarım hep insan elinden mi ölecekler?” diye ağlıyordu babam hıçkıra hıçkıra.

Ancak ağlamakla insan dirilmiş mi hiç? Ağladık, ağladık ve gidip defnettik. Allah’ın emrine karşı gelinir mi? Nefesimizin tükendiği gün hepimiz öleceğiz. Allah kendi verdiği canı kendisi geri alır, ona ne yapabilirsin. Ancak benim çok üzüldüğüm Kapsattar’dan çocuk kalmamış olmasıdır. Evlendikten uzun süre sonra iki erkek çocuğu sahibi olabilmişlerdi, ancak vefatından sonra her ikisi de kızamıktan hayatlarını kaybettiler. Yengemizi evde tutamadık. Ağabeyleri güçlü idi. Bir yıl geçince duasından sonra götürdüler…


* * *

Öğleye kadar Kojahmet’in yaşlı karısından başka geçmiş olana gelen olmadı. O da babama kötü gözleriyle derin derin bakarak:

“Eyvah, eyvah, Seysenciğim yüzün ne kadar sararmış, Allah yardımcın olsun. Bu iyi değil, değil. Geçen sene vefat eden kaynımın yüzü ölmeden önce aynı böyle sararmıştı,” diye iyice endişelendirdi bizi.

“Allahım sen bizi koru,” dedi, üzerini giyerken bir daha. “At zayıflayınca kurumuş deri, erkek zayıflarsa ruh demişler… Geçen seneki kaynımın hastalığının aynısı, yüzünden belli oluyor…”

Kadın evden çıktıktan sonra:

“Saçmalıyor,” dedi, babam hoşuna gitmediğini belirterek, “kaynımın hastalığı, kaynımın hastalığı diye kaybolan hayvanını bulmuş gibi saçmalayıp duruyor…”

Çaydan sonra yazacak belgeleri olduğunu söyleyerek yeğenim de büroya gitti. Annem ev işiyle uğraşıyor. Ben babamın yanında oturuyorum. Gözlerini sadece arada bir tükürme kabını isterken açıyor. Uyuyurmuş gibi sabit nefes alarak uzun süre yattı. Aklıma bin çeşit düşünceler geldi. Bizim sadece kendi ailemizi geçindirmeye yetecek ufak tefek işlerimiz vardı. Babam şehirde aldığımız yeni daireyi daha görmemişti. Özel olarak hayırlı olsuna gelecek, ailemizi nazardan ve kötülüklerden korusun diye babasından kalan muskayı takacaktı. “İyi doktorlar varsa gider baktırırım.” diyordu. Pazardan tütününü aldıracak, öğlen gelininin verdiği çayı içecek ve iki torununu severken şehrin üç odalı evinde istirahat edecekti. Babam böyle planlıyordu. “Oğlum getirdi”, “oğlum göndermiş”, “oğlumdan istemiştim” gibi cümleleri gururla telaffuz ederdi. Bugüne kadar hiç rahat bir hayat süremeyen babamı içindeki tüm sıkıntılarını yok ederek iyileştirecek bir şekilde sevindirmeyi hep hayal etmişimdir.

“Gelecek yaz”, “gelecek sonbaharda”, “gelecek yıl” derken işte hayatın sınırlı süresinin sonuna yaklaşmış bulunmaktayız. Hayatta anne ve babana, dostlarına yapmak istediğin iyiliği yapamamak, bütün zamanını geçirmiş olmak ne kadar üzüntü verici.

Hayatın anlamını hep uzaktan ararız. Büyük bir işe, olaya uzaktan başlamak isteriz hep. Hemen yanıbaşımızdaki amaçlara ayıracak zamanımız yoktur genelde. Onu gelecek yaza, gelecek sonbahara veya gelecek yıla bırakırız.

Gözlerim yaşardı. Havluyla gözlerimi silip kafamı kaldırdığımda babamın çökmüş, sönük gözlerinin bana dikildiğini farkettim.

Kafasını salladı. Anlamayıp yaklaştım ve elinden tuttum. Babam elimi hafif sıktı ve tekrar kafasını salladı. “Ağlama” demek istiyor diye yorumladım.

Tam bu sırada “selam aleyküm” diye birkaç kişi birden eve girdi. Geçmiş olsuna gelen insanları görünce moralim yükseliverdi.

Misafirler komşu sovhozdan[6] geliyorlardı. Babam “Nasılsın?” diye soran herkese “iyiyim” anlamında kafasıyla işaret ederek cevap veriyordu.

“Hastalanmak kolay, iyileşmek çok zor,” dedi, beyaz yüzlü, kalkık burun, iriyarı yaşlı adam. “Biz okutmaya üfletmeye çok meraklıyızdır. Aslında doktora gitmenin hiç zararı olmaz. İlmin keşfetmediği bir şey var mı? Bizim traktörcü oğlan geçen sene apandisit olduğunda ilçeye giderek amelyat olmuş, sağ kalmıştı. Eskiden olsaydı ölmüştü. Allah korusun,” dedi, kendi söylediklerinden kendi korkarak. “Eskiden çocukların hepsi kızamıktan ölürdü. Şimdi ise bunların hepsine çözüm bulundu.”

“Zavallı Kazağın çoğalamama nedeni çocuk ölümüdür,” dedi, kenarda sigara içen gözlüklü adam:

“Jarmagambet ailesinden daha çok çocuğu olan kimse olmadı bu civarda. Beş erkek, üç kız çocukları oldu. Beş oğlanın beşi de çok cesurdu. Hepsi de itibarlı, insanların sözlerine kulak astıkları birer efendi insanlardı. Sonunda onlardan hayatta kalanı şu yatakta yatan Seysen’dir, dedi, kalkık burun ihtiyar. -Babam doğrulayarak başını eğdi.- “Mal mülk ne kadar fani ise insan da o kadar fanidir.” Şu bizim şehirde oturan çocuklarımız köye bir veya iki çocuklarıyla geliyorlar. “Yavrum, evleneli birkaç yıl geçti, siz hala iki çocuğu geçemediniz mі?”, diyorum. “Çok çocuğu ne yapacağız? Şunları sağ salim büyütelim yeter”, diye cevap veriyorlar. Hanımları çok çocuk yaparlarsa sağlıklarının bozulacağını, rahat yaşayamayacaklarını düşünürlermiş! Sübhanallah! İnsanın tüyleri diken diken oluyor… “Rahat yaşamaktan kasıtları nedir, acaba?”

Gözlüklü adam onun söylediklerini kendince anlayıp kendince yorumladı.

“Bir ailenin soyunun tamamen tükendiği zamanlar da olmuştur.” dedi, keçe sakallı esmer yaşlı adam.

Babam kaşlarını çatarak gözlerini kapattı. Bir yeri acımış olabileceğini düşünrek yüzüne bakmıştım, “rahatsız olma” gibi el işareti yaptı.

Eskiden uzak akrabalarımızdan birinin hanımı “doğum yapmış” haberini duyan babamın ağladığı aklıma geldi. “Zavallıların soyu devam etmeyecek diye endişeleniyordum, şükür Allahıma, Allah kerimdir.” diye uzun mendiliyle gözlerini silmişti. Ben o zaman buna hiç anlam verememiştim. Falancanın eşi doğum yapmış derlerse bizzat ben kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım ağlayamazdım. Aslan gibi ağabeylerinin hepsini kaybederek tek başına kalan zavallı babam insan hayatının değerini benden daha iyi biliyordu demek.


* * *

“Apsattar, Kapsattar, Nurjan ve Düysen’i kaybedip tek başıma kaldığımda da can ayrı olunca ne yapabilirim, yaşama devam ettim.” derdi, babam konuşmaya başlarken. Bendi yaptıktan bir yıl sonra zenginlerin mallarına el koyma süreci başladı. Haciz komisyonu üyesi olarak beni de yazdılar. Kambar’ın köyüne geldiğimizde öğle idi. Kahrolası Kambar öğrenmiş olmalı, eşyalarını toplamıştı. Anlaşılan taşınmak istemiş, ancak geç kalmış. Polis tüfeği herkesi kımıldama cesaretinden yoksun bıraktı. Kambar’ın hanımı ağlayarak bayıldı. Kambar’ın kendisi ona buna saldırınca evin dışında bağladık.

Hayvanlarını ayrı ayrı saydık. Sadece atları sayma işi akşama kadar sürdü. Maşallah hayvanları çokmuş. Ne yürük atları varmış. Ne varlık sahipleri insanlar varmış. Kazak atlarına benzemeyen değişik cinste atlar da vardı. “Kambar Türkmen yarış atını aldırmış” gibi şeyler duyardık. Söylenenlerin doğru olduğu ortaya çıkıyor böylece.

Ertesi gün develeri sayarken bir beyaz deve ahıra girmek istemeyip koştu durdu. Ahıra kapattık. Bir an deminki deve yeşil ahırdan kuş gibi zıpladı ve güpegündüz gözümüzün önünden kayboldu. (Babamın bu anlattığına inanasım gelmiyor. Ancak genelde olayları anlatırken abartmadan anlatan babam bunun için “kendi gözlerimle gördüm” diye ısrar eder.) Komisyon başkanına devenin kaybolduğunu söyledik. O ise “Ne yapıp ne edip, bulun”, diye talimat verdiyse de bir netice çıkmadı. Beyaz deveyi etrafta ne kadar aradıysak da bulamadık. Sonradan Kambar’a sorduğumuzda: “Beyaz deve hayvanlarımın başı idi”, dedi bize.

Allah tabii kötülükleri affetmez. İnsanlara çiğ et yedirerek eğlenen Kambar çocuğuyla oraya buraya sığınırken sonunda açlıktan öldü. Adlı şanlı Yestöre’yi de gördük. Bir defasında yiyecek sıkıntısı olduğunda Jılandı’da kalan Apsattar’ın evine bizim harmandan iki kova darı getirmiştim. Onların durumu bizim tarafa göre daha kötüymüş. Ancak Apsattarlar bir şekilde geçiniyorlarmış. Komşusu Aytıbay. Oralardaki zenginlerin de mallarına el konmuş. Sonbahar yağmuru da da dinmek bilmiyordu. Üstelik sonbaharın son ayı idi. Soğuk iliklerine kadar işliyordu insanın.

Akşam Absattar’ın çocukları darı unundan ekmek yiyerek mutlu oldular. Yengem de başı göğe ermiş, morali yükselmişti. Bütün gece konuşarak aşağı tarafın haberlerini ilettim. Ertesi gün öğleye doğru uyanarak dışarıya çıktım. Atıma bakmak için ahra giderken Aytıbay’ın evinin önünde duran üstü başı perişan bir dilenciyi gördüm. Elinde bastonu, neredeyse ağlayacak gibi duruyor, dileniyordu. Bana doğru döndüğünde tanıdım, Yestöre imiş. Allah’ın gücü değil mi, eskiden bir keresinde Aytıbay tek koyununu keserek yemek hazırlayıp davet ettiğinde gelmeye üşenen Yestöre, şimdi Aytıbay’ın kapısından içeri adımını atamayıp zavallı zavallı duruyordu. Aytıbay da sert bir insan olmalı:

“Biz açlıktan ölürken köpeğe vereceğin yemeğe kıyamazıdın, şimdi hangi yüzle geldin, defol”, diye yanına yaklaştırmadı.

Köye döndüğümde Düysen’in köy başkanlığından alınarak yerine Janaydar’ın oğlu Kenjebek’in başkan olduğunu öğrendim. Acımasız usta hırsızlardandı Kenjebek. Hacizden korktuğundan tüm varlığını yok etmiş, fakir oluvermiş. Duan’da dayısı mı, yoksa yeğeni mi akrabalarından birinin üst görevlerde olduğunu duyardık. Hayırsız, acımasız köpeğin tekiydi. Birçok insanın günahını almıştır.

Eskiden halkın saygı duyduğu Tilepaldı adlı meşhur hoca vardı. İşte onu polis zoruyla getirterek kendi elleriyle sakalını tıraş ettiğine şahit olmuştum. Abartmada üstüne yoktur. Vur dersin öldürür.

Şotay adlı birinin kızını okula kaydedeceğiz diye polisle götürerek kendi kardeşi ile evlendirmişti. Onunla da bırakmayıp “varlığını saklıyor” diye suçlayarak şahitli tutanakla mal mülküne de el koydurmuştu. Oysa adam orta halli bir zavallıydı.

Allah muhafaza, Kenjebek’in geldiğini duyanın yemeği boğazında kalırdı.

O sıralarda ben Kaptal’da çıkrık yapardım. Şimdiki Aksuat’ın yanı. Düysen’in ne kadar akıllı olduğunu ancak o zaman anlamıştık. Şu kır taraftakiler geçim sıkıntısı çekerken aşağıdaki birçok köy o bent sayesinde açlıktan kurtulmuştu. İlkbaharda taşıyarak nehri geçen ve Kondıbay’a kadar ulaşan suyu hayatımızda görmemiştik. Yazın ortasında çayır gürleşip uzadı. Bölge yemyeşil olup güzelleşiverdi. Rızık herhalde su ile artıyor. Kamıstıköl ile Karasu’da kuş ve balık çoğaldı. Sıkıntılı dönemlerde iki göl ile nehrin balığı çok değerli besin oldu. İnsanoğlunun biriktirdiği sermaye biterse bitsin, ancak doğanın sermayesi hiç bitmesin.

Böylece çıkrık yapmak üzere evi nehrin kenarına taşıdım. Merkezde dükkan açıldığını duymuştuk. Dükkandan kimi aletleri alma bahanesiyle Tırkay’la birlikte sabah erkenden çayımızı içtiken sonra merkeze doğru yola çıktık. Eskisi gibi iç taraftan gidemiyoruz. Akbidayık’ı dolanarak kır üzerinden gidiyoruz. Kuşluk vakti merkeze ulaştık. Eski zenginlerin yaptırdığı ilçedir. Büroları Dosbol zenginin evi.

Tırkay ikimiz öncelikle bizim dünür Amanjol’un evine geldik. Oğlu Köy Kurulu Sekreteri idi. Birilerini davet etmiş olmalılar, oğlak keserek hazırlık yapıyorlardı

“İyi ki geldiniz, Kenjebekleri yemeğe davet etmiştik. Sagican’ı göreve aldıran odur. Birlikte olur, yemek yersiniz.” diye epey ilgi gösterdiler.

Tırkay:

“Allah Allah, Kenjebeklerle de aynı sofrada bulunacağımız gün varmış.” diye tebessüm ediyordu…

Atımızı Amanjol’un evine bağlayarak yaya büroya geldik. Köy başkanı bağırıyor, laf dinlemiyordu. İkide bir “zengin kuklası”, “sürgün edeceğim”, “içeri attıracağım” diyordu.

“Ekilecek tohum almaya geldik.” dediğimde:

“Geçen sene tarlada mahzen kazıyarak tahılları gizlemişsiniz. Ben sizin ne düşündüğünüzü gayet iyi biliyorum. Bu sene de öyle yapacak olursanız gününüzü gösteririm!” diye bağırdı bana.

“Mahzen kazıdıysam, bulun. Başkalarının yaptıkları dedikodulardan ben sorumlu değilim.” dedim.

Tohumları iki üç gün sonra almak üzere anlaştık ve Tırkay’la dükkana geldik. Dükkancı Ibıray’ın oğlu Temir imiş. Temir bir kurulmuş, bir kurulmuş. Kalemini kulağının arkasına sıkıştırmış, selamımıza doğru dürüst cevap bile vermedi. Ancak dükkandaki malları görünce moralimiz yükseldi. Kerpeten’in sıkıntısını çok çekmiştim. İkisini almak istedim, ama köpek Temir başkalarının da ihtiyacı var diye ancak bir tanesini verdi. Demir tel, bileği taşı, çivi gibi şeyler de var. Tırkay’la azıcık paramızın yettiği kadar alışveriş yaptık. Veresiye vermiyormuş.

Öğleye doğru Amanjol’un evine döndüğümüzde yemekleri pişmek üzereymiş. Başköşede Köy Başkanı Kenjebek ile idareye aktif olarak katılan, herkesçe tanınan uyanık Smail oturuyordu. İlçedeki yetkililer hakkında konuşuyorlardı her halde falanca böyle, filanca şöyle diye bizim anlamadığımız şeyleri anlatıyordu.

Amanjol’un sekreter oğlu kendisi gibi uyanıktı. Yemekte artık nereden bulduysa, votka koydu.

“Günümüzün içkisi ya. Canları çekerse, kendileri içer.” diye Amanjol reddetti.

Votkayı yudumlayınca her iki beyefendi de değişiverdi. Votkanın insanı ne kadar değiştirebileceğini ilk defa görüyordum. Cin çarpmış gibi gözleri küçülerek durmadan övünmeye başladılar. Bir an Kenjebek hastalık kapmış inek gibi gözleri dönerek bize baktı ve:

“Şu ikisine de koyun.” dedi.

Ödümüz kopuyordu. Tırkay namaz kılar. Ben namaz kılmasam da votka denen pisliği hayatımda içmiş değilim.

“Yok, canım,” dedi. Tırkay endişeye kapılarak, – bizi ne yapacaksınız. Siz içmeye devam edin…”

“Hayır, koy.” dedi, Kenjebek.

“Daha önce içtiğimiz bir şey değildir, tiksinir, uçuklanırız. Bize bakmayın.” dedim ben de.

Bizim itirazımızı kabul ederler mi.

“İçmesinler de göreyim. Ben bunlarla uğraşırım.” diye inatlaştı Kenjebek.

“Kenjebek geçenlerde Tilepaldı hocaya da içirmişti.” diye tutturdu Smail.

Korkmaya başladık. Kenjebek’le aynı sofrada bulunacağım diye sevinen Tırkay’ın alnından damla damla ter aktı. Kenjebek orta boy kaseye votka doldurtarak önümüze koydu. Köy Başkanının insanlara dediğini yaptırma gücü ve yetkisini görme şerefine nail olan diğer insanlar eğleniyor gibiydiler.

“Valla Kenjebek içirmek isterse içirir. İnsanın aklını alır. Kenjebek işte.” diye Amanjol kıkır kıkır güldü.

“Ya şunu içersiniz, ya da din peşindeki hocaların kuklaları olduğunuzu itiraf edersiniz. İkisinin biri!” diye Kenjebek gri gözlerini bize dikti.

Kendisinin Düysen’in peşinde olduğunu duymuştum. Gerçekten endişelenmeye başladım. Olmadık şey kavgaya neden olur. Kazak iddia için malını, canını esirgemeyen millet değil mi. Şimdi şunu içmezsem şu köpek oğlu köpek takar da Düysen’e zorluk çıkarırsa gibi kötü şeyler geliyor aklıma. İyice sıkışmıştık. Tırkay ikimiz kaseyi aldık ve Allah’a sığınarak kafaya diktik. İçim yanıyordu sanki. Boğazımdan zor geçti. Neredeyse boğuluyordum. Zar zor kendime geldim. Allah Allah, bu kadar sıkıntıya katlanmaya ne gerek var? Millet ne diye içer bunu diye düşünüyorum. Ancak yavaş yavaş içkinin etkisini hissetmeye başlıyorum. Neşem artıyor ve onlarla konuşmak istiyor gibiydim. Tırkay’ın yüzü kızarmış, ha bire ekmek yiyordu.

Amanjol bunların hepsini büyük bir başarı sayıyor gibi yastığına yaslanıp gülümsüyor, arada bir eline tükürme kabını alarak tükürüyordu.

Yemek yerken Kenjebek bir daha içirdi. Ondan sonrasını tam hatırlamıyorum. Bir ara atıma binmekte zorlandığım aklımda. Kendime geldiğimde çimlerin üzerinde yatıyordum. Yanımda Tırkay. Hor hor horluyordu. İki at birbirine bağlanmıştı. Tırkay mı bağladı, ben mi bağladım, ikimiz de bilmiyoruz… Tuvalet ihtiyacımızı karşılamak için durmuş olmalıyız. Akbidayık civarındaki çayıra uzanmışız. Tırkay’ı zor uyandırdım. Ertesi gün ikimiz de hastalandık. Tırkay dindar bir insandı, o pis şey yaramamış olmalı, sonunda hasta oldu zavallı. Babası hoca, evliya idi. Rüyasına girerek votka içtiğine kızmış. Ondan sonra Tırkay her sene babasının mezarına gidip dua okuyarak geceyi mezarda geçirirdi.

O yaz Düysen’in başkanlığında koperatif kurduk. İlçeden yetkili gelerek adını “Kızıl koperatif” koydu. Bizim düşüncemiz Apsattar’ı Jılandı’dan getirip kooperatife sokmaktı. Kooperatife girmemiz iyi olmuştu. Kenjebek gibiler bizim orta halli olmamıza bakmazdı. Ne zavallı insanlara iftira atmıştı. Hayatında çalıştırmak için kimseyi tutmamış, hep sıkıntı çekmiş, daha yeni yeni midesine bir şeyler inip, hayvanları çoğalmaya başlayan orta halli zavallılar suçlandığında onlara nasıl acımazsın. Biz ise bundan Düysen’in sayesinde kurtulmuştuk.

Bütün yaz Jılandı’ya gidecek araç ayarlayamadık. Babam:

“Apsattar’ın evinin halini, hatırını sormadınız. Durumu iyi miymiş, öğrenemediniz. Bir gidip gelemediniz.” der dururdu.

Şöyle böyle derken sonbahar gelmişti. Kooparatifte çalıştıracak pek insan yoktu. Ot biçmekten kafamızı kaldıramadık. Derken kış gelmişti. Kışın nereye gidebilirsin ki. Eve hapsolup kalmıştık. İlkbaharda ise suyun çekmesini bekledik. Yazın ortasında kooperatifte kullandığımız doru ata binerek Jılandı’ya doğru yola koyuldum. Yaz erken gelmişti. Kırdaki otlar kurumuş. Jılandı’ya kadar olan 90 kilometrelik yol üzerinde genelde Davkar’dan başka yerde oturan olmazdı. Oralarda da Kojay denen adam orası doğup büyüdüğü yer olduğundan bırakmazdı. Susuz bir yerdi. Su ihtiyaçlarını kazdıkları kuyudan karşılarlardı. Sabah erken çıkmama rağmen yaz sıcağında doru atı yorarak gece ancak vardım. Apsattar’ın evinin kapısı kapalıydı. Pencereye vurdum, kapıya vurdum. Açan kimse olmadı. Kapıyı kırarak eve girdim. Evin içi kapkaranlıktı. Yaşam belirtisi yoktu. Korkudan tir tir titredim. Zaten acı dolmuş kalbim bir kötülüğü daha hissetmişti. Koşa koşa Aytıbay’ın evine geldim. Aytıbay da, hanımı da hasta, yatıyorlardı. Olan biteni sordum.

Aytıbay şunları söyledi:

“Bundan bir ay önce Apsattar ailesini alarak yaya aşağı tarafa gitmişti. Buralardaki durum sizinkilerle aynı değildir. Gördüğün gibi yatıyoruz. Köy Başkanımız bildiğin Omar’dır, Maldıbay’ın oğullarından. Aşağıya ben de inmek istemiştim. Ancak hanım hasta olduğundan ulaşamayacağımızdan endişelendim. Apsattar ulaşamamış demek ki, Allah, Allah. Onlar yola çıktıktan sonra ertesi gün hava gökyüzü yuvarlanıp yere inmiş gibi ısındı. Ne yaptılar acaba? Üzerinden de bir ay geçti. Bir haber de yok…”

“Ne diyorsun?” diye hıçkırarak ağlamaya başladım.

“Yapma, kötüye yorma. Cesedini görmedin. Bir yerlerde oturuyor olabilirler… Ağlama,” diye yatıştırdı Aytıbay.

Apsattar’ın evine getirdiğim azıcık darının yarısını Aytbaylara bırakıp sabah Apsattarları aramaya çıktım. Ayrılalı bir ay olduysa ümit yok demektir. Karayolun etrafını yoklayarak yavaşça geliyorum. Yol civarında kimse gözükmüyor. Bomboş geniş bozkır. Arada bir tepelere yapılmış mezarlar, kabirler, kurganlar… Tuzlu araziden geçip Davkara’ya geldim. Davkara’da da kimse kalmamış. Kojay bile taşınmış. Kuyusunda ölmüş köpek yatıyordu. Artık yolları bırakarak kurganların etrafına bakmaya başladım. Sonunda aradığım belayı bulmuştum. Ana yoldan Tölek vadisine inen bir yol vardı. O yol üzerinde yatan çocuk elbisesini gördüm. Az ileride bir bohça… ondan sonra da Apsambet’in cepkenine rastladım. Çok korktum. Issız yerde ağlamaya kendi sesimden kendim korktum. Güneş batarken yol kenarına saçılan insan kemiklerini gördüm. Çocuk kemiği imiş. Dört beş kilometre kadar daha gidince Apsattarla eşinin kemiklerine rastladım. Eşiyle yan yana yatıyorlardı. İkinci çocukları kendilerinden önce ölmüş olmalı, yolun diğer tarafındaydı. Etleri akmış. Kıyafetleri kemiklerine yapışmış. Ağlayacak gücüm kalmamıştı. “Allah, Allah, Allah” demekten başka bir şey yapamadım. Apsattarın cesedi gözümün önüne geldikçe hala iki elimi kaldırıp uzaklara kaçmak istiyorum.

Ne yapacağımı bilemeyip bir süre oturdum ve Allah’a sığınıp ‘Kulhuvallah’ okudum.

Öyle durumlarda insanlar güçsüz düşer. Üç defa kalkmaya çalıştım ve üçüncüsünde zor kalktım. Yolun diğer tarafındaki çocuk kemiklerini çekerek getirdim ve annesiyle babasının kemiklerinin yanına koydum. Sonra atıma binerek geri döndüm. Gece yarısında Aytıbay’ın evine geldim. Aytıbay biraz iyileşmişti. Gördüklerimi duyunca baş sağlığı dileyerek sakinleştirmeye çalıştı.

“Hava çok sıcak. Üstelik yanlarında çocuklar var. Susuzluğa dayanılır mı. Keşke gitmeseydiler, biraz daha bekleseydiler.” diyordu.

Atıma su verdim. Kendim de çok susamışım. Susuzluğumu giderince kendime geldim. Güneş doğar doğmaz Apsattar’ın bahçesindeki kazmayı alıp dünkü yolu takip ettim. İlk çocuğum yolda rastladığım kemiklerini torbaya koyarak diğer cesetlerin yanına getirdim. Sonra öğleye kadar dört kişi sığacak kadar uzunca mezar kazarak ağabeyimle yengemi iki çocuklarıyla defnettim. Sonra da kendimi toparlayıp ata bindim. Köye geldiğimde evdekiler beni görünce çok korktular. Hepsini anlattım. Babam kendisini kaybetti. Durmadan kustu. Düysen çok ağladı. Sonunda cesetlerinin sahipsiz kalmadığına, iyi kötü mezara konduğuna şükredip sakinleşmeye çalıştık.

“Ya bozkırda sahipsiz kalsaydı, ya hiç bulamasaydınız, ne yapardınız? Allah’a çok şükür cesetleri bulundu. Bundan sonra oradan geçerken dua okuyabileceğiniz bir mezarın bulunması da Allah’ın sizin yaptığı bir iyiliktir.” diye yatıştırdı kimileri. -Buraya gelince babam şu benim Apsattar’ın vefatında icra ettiğim küydür[7] diye bakır kabın içinden eski dombırasını[8] alır, kederli bir küy çalardı.-

Yaz sonunda harman çevirdik. Darıdan yemekler yaparak rahata kavuştuk. İlçeden yetkili gelip kooperatifimizi överek diğerlerine örnek gösterdi. Arkasından Düysen’e bent yapmada yardımcı olan mühendis ziyaret etti. Düysen’le akşama kadar konuştu ve ertesi gün onu ilçeye götürdü. Ondan sonra Düysen ilçe başkanlığında bir göreve başlayarak ailesine götürmeye geldi. Düysen’in ilçe yöneticiliğine geçmesi bizi çok rahatlattı. İlçe şurası, sadece 60 kilometre uzaklıkta. Küçük bir problem olduğunda, Düysen’e koşuyoruz. O mutlaka çözüyor. Ondan sonra kolhoz olunca da hakkımızdaki övgü eksik olmadı. Bir defasında ilkbaharda Say’da bir ekin ektik. Öyle çok tahıl aldık ki. Yetkililerin ziyareti altında kalmıştık.

Daha sonra hayvanları paylaştırdıklarında bizim payımıza yelesinin bir yanı toynağına kadar inen siyah kısrak düştü. Şimdiki atlarımızın hepsi ondan türemiştir. Çok bereketli bir hayvanmış.

Hayat böyle devam ederken bir felaket daha yaşandı.

Yazın sonuna doğru gölün kenarı çok tozlu olunca kooperatif yakınlarına taşınmıştık. Ben harmana gece nöbetine gitmek üzereydim. Bahçedeki köpek havladı ve atın ayak sesleri duyuldu. Biri attan iniyordu. Ancak eve girdiğinde Düysen olduğunu gördük. Babam çok sevindi. Ancak sevinci uzun sürmedi. Düysen görevinden ayrılmış. Söylediğine göre kendi istifa dilekçesi yazmış. Yakınlarda evini buraya taşıyacakmış.

“Oğlum, niye bu kadar hızlı geldin? Bizi korkuttun.” dedi babam.

Düysen beni odanın dışına çağırarak:

“Yarın için iki at hazırla. Beşinci köydeki dayılarımıza gideceğiz.” dedi.

“Tamam,” dedim ben bir şey anlamasam da.

Ertesi gün kuşluk vaktinde köyden ayrıldık.

Düysen yolda giderken kendisiyle ilgili bir kelime bile demedi. Sadece bizim durumumuzu, halkın işini gücünü sordu.

Öğlen Tölepbergen’in evine geldik. Dayım hayattaydı o zaman. Düysen’in geldiğini duyan epey insan toplandı. Buraların durumu da oldukça düzelmiş. Köylüler birer oğlak keserek evlerinde misafir etmeye başladılar. Gece dayımın evine döndük. Dayım yaşlı olsa da Düysen hep şakalaşırdı.

“Kurbağa yiyen Ojay boyunu da kolhozlaştıran rejimin gücünü görüyor musun?” dedi.

“Evet, senin başkan olman sayesinde pek çok yemeğin tadına bakma şerefine nail olduk.” dedi dayım.

Düysen kahkaha attı.

“Evet, ihtiyar. Doğru söylüyorsun. Pek çok yemeğin tadına baktık. Kurbağa ne ki?” dedi.

Yatmadan önce kımız içildi. Düysen dombıra tıngırdatıyordu.

Dayım kafasını kaldırarak:

“Baban Jarmagambet tam çoban olabilecek sessiz bir insandı. Beş oğlu sayesinde itibar kazandı. Babanı geçerek halkın başına geçtin. Eğitim aldın, tecrübe kazandın. İyi ile kötüyü, doğru ile eğriyi bize göre daha iyi ayırt edebiliyorsun. Zaman değişti. İyi ile kötüyü, kazananın nasıl kazandığını, kaybedenin nasıl kaybettiğini bizim çocuklara da anlat... Bizim şu yaramazlara da örnek olsun. Onlar da öğrensinler.” dedi Düysen’e bakıp.

Düysen bir süre sessiz kaldı ve:

“Dünyada hiçbir şeye karışmayıp, kendi halinde olmaktan daha iyi bir şey yoktur.” dedi, dombırayı sandığa dayarken.

“Yoksa biz bir şeylere mi karışmışız?” dedi dayın sakalını sıvazlayıp.

Düysen bir şeylere küs gibiydi.

“Kalabalık bir aileden bir kişinin hayatta kalıp kalmayacağı belirsiz olan dönemler de olmuştu, dayı,” dedi. “Yaşam daha iyiye gitmedi mi. Koyun kesip misafir ağırlayabiliyorsun. Eskiden zengin Kuvandık’ın deli adamları evine gelip dövdüğünde ne mahkemeye gidebilirdin, ne intikam alabilirdin. Içine saklar otururdun. Şimdi, Allaha şükür, hükümet koruyor. Durmadan anlattığımız hak, hukuk, eşitlik işte budur. Şu büyük torununu şehre okula gönder. Yukarıda olmayı arzu ediyorsan, okuyacaksın. Eğitimsiz hiçbir şey olamazsınız, anladın mı, dayı?”

Dayım gülerek kafasını eğdi.

“Anladım tabii. Milleti baban mı zannediyorsun, anlamayan. Sen de bize çektiğin için böyle oldun. Yoksa Jarmagambet’te olmayan yetenek sende ne gezer.” dedi, enfiye kutusunu alırken.

Şakaya Düyen de içtenlikle güldü.

Sabah yola çıkarken Düysen dayımla kucaklaşarak vedalaştı.

“Görüşemessek, Allah’a emanet ol, ihtiyar,” dedi.

Dayımın evinden ayrıldıktan sonra doğrudan köye gitmeden Tabıldı’ya uğradık. Tabıldı’da Düysen’in kayın biraderinin evinde çay içerken Mırzatay adlı genç bir delikanlı:

“Düysen ağabey, ben az önce sizin köyden geldim. İlçeden araba gelmiş, sizi arıyorlarmış. Niçin aradıklarını kimse tam söyleyemedi. Ama fısıltılı konuşmaları pek hoşuma gitmedi… Hayra delalet değil gibi, Düysen ağabey.” dedi.

Düysem bembeyaz oldu. İçtiği çayı deviriverdi.

“Ne oldu?” diye sordum bir şey anlamadığımdan.

“Gidelim.” dedi, Düysen.

Atlara bindik.

“Seysen,” dedi, bana biraz sonra. “Durumlar pek iyi değil. Halk düşmanı diye bir şey çıkardılar. İnsanlar tutuklanıyor. İstedikleri nedir, bilinmez. Muhtemelen kışkırtmaktır. Göz önünde olmamak için köye özellikle gelmiştim. Tutuklanırsam, Allah’ın takdiridir. Eve gidelim. Babamla vedalaşayım. Ancak kısa yoldan değil, insanların pek yürümediği kır tarafından gidelim. Dikkatli olmak gerekir.”

“Allah, Allah, komünist değil misin? Hükümeti oluşturmaya yardımcı olmaktan başka ne suçu var?” diyorum zavallı ben. Korkudan titiriyordum.

Kır yoluna saparak bendi geçerken önümüzden pat diye siyah araba çıkıverdi.

“Olmadı, ulaştırmadılar,” dedi, Düysen sesi titreyerek.

Araba yanımıza durdu ve içinden bir Rus, bir Kazak indi. Yüzleri insan kanı içmiş gibi sopsoğuktu.

“Jarmagambetov, sizi tutukluyoruz,” dedi Kazak delikanlı. Başım dönerek gözlerim karardı. Onların ne dediklerini, Düysen’in ne cevap verdiğini duymuyordum. Ancak Düysen atından inip yuları elime tutturduğunda kendime gelmiştim.

“Düysenciğim, ne hale düştük,” dedim ağlamaklı sesle.

Düysen çok çetin bir insandı.

“Gel vedalaşalım,” dedi gülümseyerek. “Atın iyisini yarışta, erkeğin iyisini hapiste görürsün” derler ya. Nasipse döneriz. Babama selam söyle…”

Kucaklaşarak vedalaştık. Ondan sonra Düysen arabaya bindi. Düysen öylece gitti ve ondan sonra onu hiç görmedik...

Ben Düysen’in bindiği doru atı alıp eve geldim. Zavallı babam o olaydan sonra hastalandı. Sıkıntı insanı yer bitirir. Sonraki ilkbaharın sonuna doğru gözlerini yumdu. Ölmeden önce konuşamadı. Sadece elimi sıkıp işaret parmağını kaldırdı. Sanıyorum tek kaldığımı söylemek istedi.

Kendi istediği gibi eski mezarlığa defnettik.

Düysen’in eşi Gülsüm daha sonra evlendi. Tek çocuğunu da yanında götürdü. Çocuğu yeni kocasının adına kaydettirdiğini duyduk. Şuanda nerede olduğunu bilmiyorum.

Nazarları taşa değesi, nesli tükenesi soysuz millet “Aslan gibi beş oğlu var şu Jarmagambet’in rızkı ne bol deyip dururdu. Bizim aileye nazar değdi. İşte rızkı bol Jarmagambet’in oğullarından tek ben kaldım. Benim de tek oğlum, tek ışığım sensin. Senin başın ağırdıkça, sen rahatsızlandıkça ben endişelenmeyeceğim de, kim endişelenecek? diye bitirirdi babam konuşmasını.


* * *

Sabah kahvaltıdan sonra doktor Yertay için hastaneye geldim. Küçük- ama tertemiz bir ev imiş. Yertay’a koridorda rastladım.

“Sizinle özel konuşmak istemiştim,” dedim, tokalaştıktan sonra. Yertay beni odasına götürdü.

“Ben babamın durumunu sormaya gelmiştim,” dedim, doktora. “Ne teşhisi kondu? Tedavi edilebilir mi, yoksa edilemez mi? Bana açıkça söyleyebilir misiniz?”

“Size açık söyleyebilir miyim?” dedi. Yertay, doktorlara has acımasızlık ve soğukkanlılıkla yüzüme bakarak.

“Söyleyin.”

“Teşhisi, tabii benim koyduğum teşhise göre karaciğer kanseridir. Tedavi edilebileceğini söylemek zor. Kanser olmayıp siroz olsa bile son aşamasıdır. Üstelik yaşlılık da söz konusu olunca durumu kendiniz de tahmin edebilirsiniz…”

“Yani, hiç mi tedavisi yok?” dedim ben de doktorun ne demek istediğini anlıyorsam da. “Tedavisi yok” sözlerini duyarak son ümidimi kesmek görevimmiş gibi.

Doktor düşünceye daldı. Onun o kötü kelimeleri söylemeye ağzı varmadığı, ancak söylemek istediğini anlamama rağmen doğa kanununa bağlı olmayan bir mucizenin gerçekleşmesini, aniden iyileşivermesini arzu ediyorum. Hayatta bazen mucizeler olur ya. Neden bir defa da benim hayatımda olmasın ki. Keşke doktor yanılmış olsa. Keşke kaideler bozulsa

“Şahsen ben tedavi olunabileceğini söyleyemem,” dedi, doktor.

‘Şahsen ben’ kelimeleri bende ümit ışığını yakmıştı. “Şahsen ben” dediğine göre şahsi fikrini söylüyor. Sadece onun fikri öyle. Başka doktor başka bir şey söyleyebilir. Kesin teşhis olsaydı kesin söylerdi, değil mi?

“Peki, iyileşebilir mi?” diyorum ben soruyu değiştirerek.

“Bir şey diyemem,” dedi, doktor kafasını sallayarak. “Bir şey diyemem”, ancak bu iyileşemeyeceği anlamına gelmiyor. Sadece söyleyemiyor. Yani tam emin değil. Her şey mümkündür. Fakat doktorun:

“Ancak ne olur, ne olmaz. Hazırlıklı olmanın bir zararı yoktur.” demesi, benim son ümidimi kesmiş, hayallerimi paramparça etmişti.

“Hazırlanmak… Yeğen ağabeyime söylemem gerekecek. Gerçek gerçektir!.. Ne zaman söyleyeceğim… Bugün fırsat olmaz, yarın evine gidip söylerim”.

Eve geldiğimde babam uyuyordu. Yüzüne bakarken, yarın öbür gün ondan ayrılacağıma inanamıyordum. Öğleden sonra birkaç yaşlı adam geldi. Biraz oturduktan sonra: “Bugün daha iyi gibisin. Daha iyi görünüyorsun. Oğlunun gelişi seni iyileştirir”, gibi iyi şeyler söyleyerek evlerine gittiler.

Akşam babam, yeğenim ile bizi düşünen uzak akrabamız Smagul’u çağırdı. Onlar gelince yastığını kaldırtıp dik oturdu.

“Siz ne düşünüyorsunuz?” dedi, yeğenime bakarak. “Allah kendi verdiği canı, kendisi alır. Ben buna hazırım. Benim bundan sonra istediğim geleneklerimize uygun olarak defnedilmek.” Dostlarımız olduğu gibi düşmanlarımız da var. İnsanlar sizi eleştirecekler. Eveet, ecele “Nereye gidiyorsun?” demişler, ecel “zenginin malını saçacağım, fakirin yoksulluğunu sergileyeceğim” demiş. Bu yüzden herşeyi bırakıp ne yapıp, ne edeceğimizi konuşmanın zararı olmaz.

“Haklısınız,” dedi Smagul yaklaşarak.

“İki at var.” dedi babam yavaş sesle devam ederek. – Biri yavrulu kısrak, diğeri henüz yavrulamamış at. Bir de özellikle sakladığım 5-6 küçükbaş var. Yavrulamamış at ile küçükbaşları kesin. Daha sonrasına sonra bakarsınız.

“Evet, sonrasına bakarız, söyledikleriniz yeter de, artar bile.” dedi, yeğenim kem küm ederek.

“Cenazemi yıkayacak olanlara verilecek kıyafetler[9] ayrı duruyor. Geçen sene Hasen’den gelen kışlık çizmeyi de verin. Geçen ay mağazadan aldırdığım iki palto, bir pardesü var…”

“Yetmezse yine alırız.” dedi yeğenim.

“Söylemek istediğim Aytıbay öldüğünde olduğu gibi milletten yardım istemeyin. Sandıkta 600 som para var. Yetmezse ineği satın.”

“Yardım istemeyiz, dedi Smagul anneme bakarak – Kendimiz elimizden geleni yaparız.”

“Kambar’daki küçükbaşları ne yapacaksın?” dedi annem.

Babam daha yeni hatırlamış gibi düşündü.

“Evet, Kambar’da iki koyun vardı,” dedi ondan sonra. “Onu da alırsınız.”

“Sonra sıkışmayalım, yarın gidip biraz alışveriş yapalım,” dedi, Smagul tekrar anneme bakarak.

“Doğru, doğru,” dedi, annem kafasıyla işaret ederek.

“Buradaki hoca yetersiz, Beşinci köydeki Ospan hoca’yı çağırın,” dedi babam.

“Doğru söylüyor,” diye katıldı ona Smagul. “Ospan hoca’yı çağırmak lazım.”

“Atı sonraya bıraksak iyi olmaz mıydı,” diye teklif etti yeğenim. “Yedisi var, yılı var. Kazakların geleneği biter mi?…”

“Bir yıl sonrasını sonra kendiniz düşünürsünüz,” dedi babam sanki başka birinin duasından bahseder gibi endişesiz ve ciddi bir şekilde. “Kısrağın yavrusu seneye üç yaşını doldurmuş olacak. Bir de şu düveyi kesersiniz…”

“Seysen Bey doğru söylüyor,” dedi, Smagul enfiye kutusunu açarken. Tay ile düve bu civara tam yeter.”

Babam aklına bir şey daha gelmiş gibi elini yastığının altına sokup boynuzdan yapılıp gümüşle süslenmiş enfiye kutusunu çıkardı ve biraz düşündükten sonra:

“Al,” dedi, yeğen ağabeyime bakıp. “Kutuyu sen al…”

Yeğenim enfiye kutusunu alırken dayanamayıp ağlayıverdi. Benim de boğazıma düğüm oturdu. Cebimden mendilimi çıkararak gözlerimden akın akın akan yaşları siliyordum. Babam eliyle işaret ederek beni yanına çağırdı. Yanına yaklaştım.

“Yavrum,” dedi, sesi titreyerek. “Ağlama, yavrum… Ağlama. Jarmagambet’in sahip olduğu üç kız, beş erkek çocuktan bir tek ben hayatta kaldım… Allah kardeşlerimin hiçbirine halkın içinde, çocuklarının yanında rahmetli olmayı, bu dünyadan memnuniyetle göçmeyi nasip etmedi. Hepsinin de vefatı ani oldu… Benim canım kardeşlerimin hiçbirinin canından daha tatlı değildir. Onlarla birlikte ölseydim. Çok şükür, zaman eski zaman değil. Sakin bir zaman… Bir oğlum var. Allah’tan başka ne isteyebilirim ki?…”

Ben kafamdı kaldırıp babamın acıdan çektiği sıkıntılara rağmen sabrı ile sakinliğini koruyan yüzüne baktım. Ölüm eşiğinde olmasına rağmen ölümü bu kadar anlayışla ve korkusuzca kabul edebilmesine hayret ettim.

“Naaşımın eski mezarlığa defnedilmesini istemiştim…” dedi, babam derin bir ah çekerek. “Onunla uğraşmayın… Uzak bir yer… İnsanların toplanması da sıkıntılı olabilir. Burada defnedebilirsiniz…?


* * *

Babam benim ne kadar yalnız olduğumu söylese de, aslında ben tek çocuk doğmamışımdır. Babam iki kızını tifodan kaybetmiş. Onlardan sonra doğan ablam ben biraz büyüdüğümde doğum sırasında vefat etti. Yüzünü tam hatırlamıyorum. Açık tenli, ufak biri idi. Arada sırada geldiğinde zavallı annem sevinçten ne yapacağını şaşırır:

“Oğlum, koşsana, Bigayşa ablan geldi. Ne oturuyorsun?” diye beni de rahat bırakmazdı. Sonradan onlar başka yere taşındılar ve bir gün vefat ettiği haberi geldi. Annem arada sırada rahatsızlandığında geçmiş olsuna gelenlere: “Bigayşa’dan ayrılalı beri baş ağrısı çekiyorum. Sağ gözüm bulanır, net göremez oldum” veya “Bigayşa kalbimi götürdü, kalp rahatsızlığı başladı bende”, diye kızının ölümünün sebep olduğu hastalıkları sırayla sayardı. Babam sıkıntılarını dışarı atmazdı. Evin başköşesinde yatar vaziyette Apsattar öldüğünde bestelediği küyü çalar, iki oğlunun sağlığını dilerdi.

İki oğlun biri Yermek idi. Traktör okulunu bitirdiği yıl savaş başlamıştı ve askere çağrılmıştı. Evimiz çiftlikte idi. Babam çobandı. Bizim evde Yermek’in mektuplarının hepsi muska gibi korunur. Annemle babam o kışı zor geçirmişlerdi. Sırayla gördükleri rüyalarının yorumlarını yapar, sadaka verir, ölülerin ruhuna diye yedi ekmek dağıtırlardı.

Annem iki günde bir fal açar: “Oğlumun önü açık, arkası sağlam, şurada küçük bir sıkıntı var, ama savaştır, kolay mı, inşallah pek yakında dönerek babasıyla annesini sevindirecek” diye kahinlik yapardı.

Bir gün eve falcı Moldabay geldi. Çay içtikten sonra annem yerdeki halıların desenlerini sıvazlayarak:

“Biliyorsun, oğlumuz askerde, Moldabay Bey. Keder ve üzüntü içindeyiz. Bir aydır hiç mektup almadık. Yapılabilecek bir şey yok, Allah’a yalvararak dua ediyoruz. Bir fal açıver. Allah senden razı olsun.” dedi.

Moldabay neden olduğu belirsiz, üzüntüyle cebinden içinde fal taşları olan kirli torbasını çıkararak çözmeye başladı. Moldabay gözleri büyük, esmer ve sürekli yüzünü kırıştırıp buruşturarak çocukları güldüren bir ihtiyardı. Onun aniden üzüntüye kapılmasından ben de korktum. Moldabay hurma çekirdeklerinden yapılmış fal taşlarını dikkatle saydı ve önce üçe bölerek onları üç parmağıyla yaydı. Ondan sonra biraz düşündü. Bir süre geçtikten sonra dişi ağıran insan gibi: “Hım-m-m”, diye ses çıkardı ve gözlerini daha da büyüterek gülümsedi ve iki avucuyla alkış tuttu.

“Düğün, düğün gözüküyor yenge, düğün,” dedi çekirdeklerin birine işaret ederek.  Dur, yenge. Oğlunun durumu iyi, sadece biraz sıkıntılı. Fakat sonu hayırlı. Önemli olan sonunun hayırlı olması değil mi yenge?”

“İnşallah dediğin gibi olur, inşallah.” Annem başörtüsünün ucuyla yaşarmış gözlerini sildi.

Moldabay kızarak:

“Benim taşlarım hiç yanılmamıştır. Bu söylediklerim gerçek olmazsa, “tüh yüzüne Moldabay” de,” dedi ve hurma çekirdeklerini hızlıca toplayıp yerinden kalktı.

Annem nazar değeceğinden korkmuş olmalı ki:

“Bekle biraz,” dedi ve cebindeki düğümlenmiş ipler ve üçgen şeklinde kesilmiş kumaşlar arasından 3 Som’u zar zor ayırarak Moldabay’a verdi.

Babam eve gece ancak girdi. Bütün gün ahırı temizlemek ve cılız inekleri yerinden kaldırmakla uğraşırdı. İyice bitkin düşüp eve gelince akşam yemekten sonra yatağına bile yatmaya gücü kalmaz, eline dombırayı alarak Absattar’ın ölümünde bestelediği nağmeyi çaldığı gibi uyur kalırdı.

İlkbahar gelir gelmez, daha nehir taşmadan kıra otağ diktik. Sonra da nehir sakinleştikten sonra tüm köy göl kenarına döndük.

Her sene yirmi kadar evin göl kenarına taşınarak sıra sıra dizilmesi bir gelenek haline gelmişti. Güneş doğar doğmaz anneleri sağılacak taylar ayrı bağlanır, ondan sonra ekip başı ihtiyar gürültü patırtı ile işçileri uyandırır. Ardından da genelde kurt[10] yaparken ağıt yakan Aksarı teyzenin bağıran sesinden ben uyanırım. Aksarı teyzenin tek oğlu Jorabek, Yermek ağabeyimle birlikte savaşa gitmişti. Aksarı teyze hayatın sıkıntılarını çok çekmiş bir kadındı. Bağırarak konuşur, bazen insanları söver, daha sonra da “demin ben ne dedim” diye yanındakine sormayı alışkanlık haline getiren, dilini pek tutamayın insanların deyişleriyle aklını yarı yarıya kaçırmış ihtiyar kadındı. Konuşurken hep Jorabek’in adını söylerdi. İnsanlarla karşılaştığında: “Jorabek, evdekiler iyi mi”, “Jorabek, şu çocuk kimdir”, der, ayrılırken: “Hadi Jorabek, allahaısmarladık”, “Hay Allah, Jorabek, ben gideyim”, der, hatta evin duvarına hayvanlar dayanırsa: “Bak, Jorabek, şu pis hayvan evi yıkıyor”, – diye eline sopayı alarak hayvanı kovardı. Bazen normal bir şekilde konuşurken ağıtla devam ederdi. Kendi söylediğine göre Jorabek on iki çocuktan kalan tek çocuktur.

Çektim yükünü hayatın

Gördüm ölünce pazarın

Çiğerparem sağ habarın

Gelip geçenden sorarım

diye kurtları kurutmaya koyarken sabah erkenden ağıt yakardı.

Onun halini hatırını sormak üzere evine gelenler eksik olmazdı. Çünkü bu civarda Aksarı teyzenin mayaladığı kımız kadar lezzetli kımız kimsede bulunmazdı. “Kadıncağızın kımızı bal gibi lezzetli. Acaba neyle mayalıyor” derdi evinden çıkan. Yahut geceleyin soğuk olur da köydekilerin kımızı mayalanmadığı zamanlarda “Aksarı’nın kımızı nasılmış, Aksarı’nın?” diye birbirine sorar, onun da kımızının mayalanmadığı haberini aldıklarında “ha, öyleyse başka evlerin kımızlarından söz etmeye gerek yok” diye yerlerinden kalkıp giderlerdi.

İlkbaharın sonunda ilk ölüm haberi Aksarı’ya ulaştı. Tüm köy toplanıp duyurduğunda kadıncağız bayılmış, ölüm eşiğinden dönmüş. O zaman bu zamandır Aksarı teyze hastalandıkça millet: “Kalbinden rahatsızdır zavallı, yine kalbidir”, diye sormadan rahatsızlığının nedenini söylerdi.

Evimizin bitişiğinde Mukaş ihtiyarın evi vardı. Hanımı ters bir kadındı. Gözüktüğün an hemen bir iş buyurmaya başlar. Yapmazsan: “Lanet olası, ayakların dövülesi, oturduğun yerden kalkamayası, sinirlerin koparılası”, – diye beddua yağdırıken duyarsın. Bir defasında annem:

“Hey Kalampır, diline yılan yumurtalasın senin. Küçücük oğlumu ne diye lanetlersin, onun ne suçu var. İnşallah onların hepsini bizzat sen yaşayasın, sen yaşayasın.” demişti.

Mukaş’ın karısı iyice delirdi.

“Ocağın sönsün, inşallah. Ocağı kör kalası! Var mı yapacağın? Yalnızı yastık altında kalası, soyu tükenesi! Kırk tuğla altında kalası, kırk tuğla!” diye hiddetlenip geldi ve kapımızın önünde duran kovayı tekmeledi. “Tavanını indireyim mi, tavanı inesiler,” diye iki üç defa keçe evin kayışlarını koparırcasına çekti.

Annem tencerede kaynamakta olan yoğurdun köpüklerini almaya devam etti. Sadece arada sırada:

“İnşallah bunların hepsini kendin yaşarsın, inşallah kendin yaşarsın.” diyordu.

Mukaş’ın eşi eline tuttuğu eşyalar ile gözüne görünen hayvanların hepsine lanetler yağdıra yağdıra akşam ancak sakinleşti.

Keşke kadın aniden hastalanarak veya başına bir şeyler gelerek ölse veyahut savaşa götürseler diye diliyorum içimden. Bu köyde en çok ondan nefret ederim. Ondan sonra da nefret ettiğim insan Jumagul’ın büyük oğlu Saylav’dır. Onun gibi yaramaz bir insan görülmemiştir. Benimle adaş olduğu için mi bilmem, beni gördükçe yaptığı işi bırakıp gelir, fiske vurur. Aşık oynadığımı gördüğünde aşığıma el koyar. Onun bulunduğu ortamlara girmemeye çalışırım.

Yazın ortaları idi. Akşam babam işten döndükten sonra sofraya otururken eve Köy Kurulu Başkanı, Yerbatır ihtiyar ve birkaç kişi daha eve girdiler. Ev gitgide kalabalıklaştı. Ben annemin yanında oturuyordum. Annem çay koyarken:

“Allah yardımcımız olsun, kalbim neden hızlı çarpıyor.” diye söylendi. Elleri titreyerek çayı zor koyuyordu.

Babam bembeyaz olmuştu. Kafasını eğip arada bir Köy Kurulu Başkanına bakıyordu. Eve misafir gelmesinden çok hoşlanırdım. Annemle babamın bu hallerine pek anlam veremedim. Misafirler bu seneki hasattan, Baydilda’nın yaptırdığı çıkrığın durumundan, yöneticilerin dün toplantıda söylediklerinden bahsederek uzun süre oturdular. Çay içilip bitmek üzereydi. Annemin elleri artık titremiyor, babamın yüzündeki korku ifadesi geçiyordu. Misafirler öylesine gelmişe benziyorlardı.

“Yönetiminki öylesine laftır, söyler gider.” diye babam da konuşmaya karıştı.

Köy Kurulu Başkanı Kudiyar sandığa dayalı dombırayı alıp tıngırdatmaya başladı. Kudiyar bu civarda herkesin tanıdığı türkücüdür. Ne zamandır türkü dinlememiştik!

Babamın morali yükselmişti:

“Bir şeyler söylesene Kudiyar,” dedi, bardağını koyarken. Kudiyar yere bakarak biraz oturdu ve boğazını temizleyerek:

Lay lay lom da, lay lay lom,

Hayat geçer bir günde.

Derse aksakal söyle

Durma gönlüm çal söyle

diye türkü söylemeye başladı. Oturanların hepsi ağzını açıp Kudiyar’a bakıyordu.

Dileyeceksen bir dilek,

Olsun günah işlememek.

İkinci dilek dilersen,

Azgın şeytan zalime

Aldanıp kanmayayım de…

Annem bir felaketi atlatmış gibi göğsünü tutup derin nefes aldı. “Allahım. Rüzgarın uğultusundan da, farenin gürültüsünden de korkar olduk”, – dedi mırıldanarak.

Onuncu dilek dile,

Seni on ay taşıyan,

Omurgası acıyan,

Soğuklardan koruyan,

Bulutlardan koruyan,

Dar karnını genişleten,

Sütüyle seni besleyen

Annem ağlamasın de…

Kapı önü türkü dinlemeye gelenlerle dolup taştı. Kudiyar türküsünü bitirip dombırasını tıngırdatarak biraz oturdu. Sonra: “Kanjıgalı Bögenbay bahadır öldüğünde onun ölümünü Abılay Han’a şöyle duyurmuşlar.” diye tekrar bir şeyler söylemeye başladı. Kırmızı beyaz kaseyi kaba koymak üzere olan annem donakaldı. Babam kafasını kaldırıp gözlerini Kudiyar’a dikti. Kudiyar bir önceki makamla devam ederken her kıtanın sonunda: “Unuttun mu, onu Abılay!” diye bitiriyordu.

Kudiyar çok güzel şarkı söylerdi, ancak genelde şarkıyı kapı tarafında oturan birinden, özellikle çocuklardan gözlerini ayırmadan söylerdi. Genelde yanakları kırmızı olurdu. Gri gözleri kör insanın gözleri gibi donup kalır, kırpmadan bakardı. Bazen bana baktığında sıkıntıdan girecek delik arardım. Bu sefer de Bögenbay’ın ölüm haberini özellikle bana duyurur gibi iki gözünü benden ayırmadan söylüyordu:

… Ecel gelince başa,

Bögenbay Bahadır ne yapa?

Yiğidi biz kaybettik,

Haberi işte ilettik.

İyiler buna sabırla bakar,

Kötüler bağırmaya başlar.

Ağlayarak duyurmadı demeyin,

Gelmiştik biz de yeni.

Bögenbay bir bahadır idi,

Başın sağ olsun hanım.

Halkına sabır vere Allah.

Ruhu şad ola,

Mekanını cennet ola!

Kudiyar sözlerini bitirdi ve tekrar söyleyecekmiş gibi hafif öksürdü. Sonra türkü makamı ile tekrar benden gözlerini ayırmadan:

Kimler düşmez kaderin tuzağına,

Dilim kesilse de konuşamasaydı

Söyleyeyim Akjenge, Seysen amca,

Günler göremeyecek aslanınızı.

Şehit oldu diye geldi haber,

Artık Yermek yoktur köye döner,

Sabır dileyip Allah’tan, şükredin,

Oğlunuz var, soyununuz devam eder.

“Baba evladın var, ardında soyun kalır” diye dombrayı sandığa dayadı.

“Allahım, ne diyor?” dedi annem tam anlamayıp.

“Ne?” dedi, babam duymuyormuş gibi.

“Allah sabır versin, Seysen.” dedi, Yerbatır ihtiyar. “Sen güçlü bir insansın, çetin ol. Bir oğlun daha var…”

Ancak “yavruum” diye ağlayan annemin acı sesini duyduğumda kötü haberi tam anlayabildim. Kalp atışlarım hızlandı. Evin içi birden hareketlendi. Kadınlar kucaklaşarak ağlaşıyorlardı. Babam başını eğmiş, iki kolunu yere dayamış oturuyordu. Bir baktım, Mukaş’ın karısı annemi kucaklamış ağlıyordu. Gözlerinden sürekli yaş akıyordu.

“Yavrunu yitirip, yitirdin mi ümitlerini, teyzeciğim?”

“Kalbimizi acıyla dolduran bu günleri köpeklere bile yaşatmasın,” diye çığlıklar atıyordu. İçim bir türlü merhamete dolarak hem Mukaş’ın karısına, hem de annemle babama ve diğerlerine acıyıp sesli sesli ağlamaya başladım.

Mukaş’ın eşi annemi bırakıp beni kucakladı.

“Destekçinden ayrılıp yalnız mı kaldın, evladım. Elden ne gelir, başın sağ olsun, yavrum,” diye göz yaşlarıyla hıçkıra hıçkıra yanaklarımdan öptüğünde nefret ettiğim Kalampır’ın ne kadar cana yakın, ne kadar iyi bir insan olduğunu farkederek durmadan ağlıyordum. İçim erimişti resmen. “Yazık bana, diye pişmanlık duygularına kapıldım.  Böyle iyi insana ben nasıl ölüm diledim. Ne affedilmez hata. Böyle bir insana…” Göz yaşlarıma boğulup bir türlü sakinleşemiyordum.

Babam aklını yitirmiş insan gibi kollarını yere dayamış hala oturuyordu. O an bundan altı ay önce savaşa giden tek oğlunu kaybeden Janibek ihtiyar için için ağlayarak kendi dizlerine vuruverdi ve:

“Vah Seysenciğim, vah!” diye bağırdı. “Yalnız oğlundan ayrılıp tek başına kalan ben nasıl dayanıyorum… Şu yaman oğlun yok mu?! Neden bu kadar kederlenirsin?.. Oğlun var ya, oğlun…”

“Yüreği acıyor zavallının, ne yapsın.” dedi, biri.

O günden sonra tüm köy bizim eve merhametli davranır oldu. Kalampır eskisi gibi beddua etmez oldu. Asıl düşmanım Saylav bile eskisi gibi fiske vurmaz oldu. Aşık oynarken yanlarına gidersem:

“Gel oynayalım, işte benim aşığım, en büyük aşığımı al,” diye ilgi göstermeye başladı. Bunların hepsinin Yermek’in ölümüne ne kadar ilgisi olduğunu tam anlayamıyorsam da, aniden artan itibarım, neyle ilgili olursa olsun, hoşuma gidiyordu.

Kudiyar’ın Yermek’in ölüm haberini türkü ile duyurması etrafa efsane gibi yayıldı.

Ancak babam Yermek’ten ümidini hiç kesmedi. Savaş sırasında öldü sayılanlar içinden sağ dönenlerin de olduğu malum. “Gözlerimi kapattığım an Yermekciğim yanıbaşımda duruyormuş gibi, hatta konuşabilirmişim gibi oluyorum. Sürekli rüyalarıma giriyor. Yavrum sağ salim, bir yerlerde dolaşıyordur.” diye beklerdi.

Bizim köyde öldü sayılıp da sağ dönen bir tek Jorabek’tir. Jorabek’in gelişi köye bir taraftan sevinç getirmesine rağmen, diğer taraftan üzüntülü yanı da olmuştu. Annesi Aksarı teyze hasta yatıyordu. Her zamanki hastalığıydı. Genelde üç dört gün yattıktan sonra kalkardı.

Öğle vakti idi. İlçeden kurt kovalıyormuş gibi koşarak deli Mantay geldi.

“Aksarı teyze nerede, Aksarı teyze?” dedi, köyün ortasında durup.

“Allah, Allah. Bu aklını mı yitirmiş. Nerede olacak evindedir,” dedi kadınlardan biri.

“Niye evinde?” diye bağırdı Mantay atından zıplayarak inerken.

“Bu adam delirmiş midir nedir?” dedi Mukaş’ın eşi. – Niye evinde de ne demek? Hasta, yatıyor.

Öğle çayını içip bitiren babam evden çıkıp yanımıza geldi.

“Oğlum Mantay, derin nefes al, kendine gel,” dedi. “Sonra acele etmeden anlatırsın…”

“Hayır, anlatacak bir şey yok,” diye ekledi Mantay. “Ben o kadını ayağa nasıl kaldıracağımı biliyorum.”

Mantay bunları söyledekiten sonra Aksarı teyzenin evine doğru koştu. Biz de peşinden gittik. Aksarı sağ tarafa döşenmiş yatakta kırmızı yorganı örtünmüş ve ters tarafa dönüp yatıyormuş.

“Hey kadın!” dedi, Mantay yanına gidip.

Aksarı dönüp bize baktı. Yüzü uykudan mıdır, yoksa hastalıktan mı şişmişti.

“Kıstığın şu gözleri aç gayri,” dedi, Mantay heyecanla. “Ayağa kalk ve müjdeni ver. Jorabek geldi.”

Kadın birden titredi.

“Boş konuşma.” dedi eliyle işaret ederek.

Mantay gözleri iyice büyüdü.

“Boş konuşma da ne? İyi misin? İnanmıyorsan, bak. Araç olmadığı için fotoğrafını alıp müjde istemeye geldim.”

Mantay cebinden Jorabek’in asker kıyafetiyle çekilmiş resmini pat diye çıkararak kadının yüzüne dayadığında hepimiz ne yapacak diye hayretle bekledik. Kadın sevinmek yerine çok korktu ve göğüs kısmını tuttu. Daha sonra bayılarak yere yığıldı.

“Allah, öldü!” diye bağırıverdi kadının biri.

Mantay şaşkın şaşkın duruyordu..

“Siz ne duruyorsunuz, çıkın.” diye büyüklerden biri bizi evden çıkardı.

Meğerse kadının kalbi durmuş. Kendine gelemeyince köylüler endişelenerek ilçeye Jorabek’i getirmek üzere iki atla adam gönderdiler. Ancak yetişemediler. Annesi Jorabek’i göremeden öbür dünyaya göç etti.

Tüm köy toplanıp Aksarı teyzeyi defnettikten sonra ertesi gün babam Jorabek’i eve çağırıp sakinleştirmeye çalıştı:

“Oğlum, şu savaş dediğimiz bela ne kadar delikanlının hayatını götürdü. Ancak kırk yıl kıtlık olsa yine eceli gelen ölür derler. Allah seni korudu ve sağ salim döndün. Kimse annesini sürekli yanında tutamaz. Malum, seni görmeyi çok istiyordu. Kader böyle ise ne yapacaksın. Hep şükretmek lazım. Senin annenin vefatı sevinçten oldu. Tabii ölümün iyisi olmaz. Ancak Allah kasvet ölümünden korusun…”

Yemekten sonra babam Jorabek’e:

“Savaştayken Yermek’i gördün mü hiç?” diye sordu.

“Gidişimiz ayrı ayrı olmuştu biliyorsunuz.” dedi Jorabek.

“Hiç araştırmadın mı?” dedi babam.

“Amca, nasıl araştırayım?” dedi, Jorabek kafasını sallayarak.– Öyle bir şey yapma imkanı yok. Birini aramak şöyle dursun. Kendinin nerede bulunduğunu bile bilmiyorsun…”

Babam sustu. Jorabek’in Yermek’i aramadığına üzülmüş gibiydi.

Ondan sonra savaştan dönen Kalıbay’ın:

“Öncü grup olarak gitmeden önce görmüştüm. “İyi misin? İyiyim”den başka bir şey konuşamadık,” demesi annemle babama “geliyor” haberinden eksik olmadı. Ancak Yermek dönmedi. Babamla annem ne kadar dört gözle bekleseler de, geceleri ne kadar fısıldaşarak Allah’a yalvarsalar da, kendilerini kurban etmeye hazır olduklarını belirtseler de Yermek gelmedi. Aradan aylar geçti. Yıllar geçti. Ancak Yermek dönmedi. Artık onun gelmeyeceğini ben bile biliyorum.

Ben altıncı sınıfta iken babam hep kısır ineklere bakacağı için bizim ev Koybak kışlağına taşınmıştı. Önce babam:

“Çocuğu da götürelim. Bir sene kaybederse bir şey olmaz. Yanımızda olsun.” demişti. Ancak annem ikna olmadı. Böylece beni Kabi’nin evine bırakıp gittiler.

Başkasını evinde kalmanın verdiği rahazsızlıktan ziyade eve karşı duyduğum özlem daha baskındı. Gerçi Kabi’nin evinde pek rahat edemiyordum. Kabi postada çalışırdı. İnsanlara pek karşı durmayan sakin yapılı bir insandı. Evinde 80 yaşında annesi ile babası vardı. İkisi köpek ve kedi gibi birbiriyle geçinemezdi. Karısı ayakkabısını eliyle verse bile kocası:

“Hayvan postunu atar gibi niye atıyorsun? Doğru dürüst veremez misin? Ya Rab kurtar!” diye söylenirdi.

Kadın bir şey söylemek üzereyken daha konuşmaya başlamadan:

“Sen konuşma gayri. Sen ağzını açtığın an, sinirlerim tepeme çıkıyor.” diye sustururdu.

Kadın arada sırada: “Kendisini ecel de gelmiyor. Zehirleyip yok etse keşke” diye kızardı. İlginç olan yanı, öyle durumlarda ihtiyar hiç sinirlenmezdi. Kabi’nin hanımı geçimsiz, kavgacı bir insandı. Çocuğuna aşırı düşkündü. İki yaşındaki oğlunu severken adeta delirmiş gibi sever, neredeyse bayılırdı. Cimrilikte üstüne yoktu. Ben sürekli aç dolaşırdım. Acıktıkça evim aklıma gelirdi.

Babam arada bir ziyaretime gelirdi. Günlerin birinde coğrafyacı Janıl Hanım’ın dersi sırasında içeri giriverdi. Kapıya vurmadan girdiği için utancımdan girecek delik aramıştım. Babam kafasında şapkası, elinde kamçısıyla öğretmenin yanına geldi ve:

“Kızım başındaki eşarbın nerede?” dedi.

Janıl hoca kıpkırmızı olmuştu.

“Şey… Dışarıya çıktığımızda bağlıyoruz ya,” dedi kem küm ederek.

“Kolların ve bacakların neden açık?” dedi babam onunla da sınırlı kalmayıp.

Hoca sıkıntıdan söyleyecek bir şey bulamadı.

“Seni tanıyamadım,” dedi, babam hocaya uzaktan hayvana bakar gibi elini alnına getirerek.

İyice sıkışmış hoca ne diyeceğini bilemiyordu.

“Şey. Sapabek’in eşiyim.”

“Kimin, kimin? Sapabek’in mi?”

“Evet.”

“Şu bizim bildiğimiz yaramaz Jakan’ın mı?”

“Evet.”

“Verem hastası?” dedi babam bir de hastalık adını zikredip.

Kulaklarına kadar kızaran Janıl hoca yere baktı.

Babam Janıl’ı bırakıp gözlerini ön sırada oturan çocuğa dikti.

“Sen kimin çocuğusun?”

“Koyşıgul’un.”

“Ne diyorsun? Baban ondan fazla saymasını bilmez. Sen nereden böyle bilgili oluverdin?..”

Sınıfta bir kahkaha patladı.

Babam bir iki öğrencinin daha soyunu kötüledikten sonra benim yanıma geldi.

“Burnunu yer babası,” dedi sanki evdeymişiz gibi şımartarak.

Sınıfta bir daha kahkaha patladı.

“Yapmasana baba,” diye fısıldıyorum.

“Bitlenmedin değil mi?” diye saçlarımı okşadı.

Sınıfın içinde gürültü kopmuştu.

“Baba yeter artık,” diye fısıldıyorum sıkılarak.

Ne yetmesi?

“Annenin memesini tutarak uyurdun. Tek başına nasıl uyuyorsun, yavrucuğum. Şu lanet olası okul öldürecek her halde oğlumu,” diyordu.

Ben yerin dibine giriyordum. Janıl hoca bile gülmüştü. Babamın umurunda bile değildi.

“Karnın ağırmıyor değil mi? Senin gazın var ya,” diyor bana.

Beni seve seve sınıfı terketti. O gün çocuklar akşama kadar benimle dalga geçtiler.

Babam o ziyaretten sonra yıl sonunda dersin sonuçlarını dinlemeye geldi.

Okul müdürü velilere hitaben konuşma yaptı. Notları düşük olan öğrencileri kaldırıp uyardılar. Ondan sonra çalışkan öğrencilerin adlarını tek tek saydılar. Bizim sınıfta teşekkür alan bir tek bendim. Takdir alan ise hiç yoktu.

“Altıncı sınıfta Saylav Seysenov çalışkan bir öğrencidir,” dedi müdür gözleriyle ebeveynler içinden babamı bularak. – Oğlunuz çalışkandır. Davranışı da iyi. Genel olarak sınıfın en iyisi.

Babam bir şey söylemek için yerinden kalktı.

“Konuşmak mi istiyorsunuz? Konuşun, konuşun…” dedi müdür takdirle.

“Müdürüm,” dedi babam müdüre bakarak. “Oğlumu övdüğün için çok teşekkür ederim. Ancak bizim sülaleye hep nazar değer. Herkesin gözünün önünde iyi demeyip orta desen olmaz mıydı?…”

Herkes güldü.

“Babam da sürekli millete alay konusu oluyor” diye içimden kızıyorum ona.

“Olmaz, amca,” dedi müdür kafasını sallayarak. – Biz aksine çalışkanları kötü öğrencilere örnek göstermeliyiz.

“Başkalarını örnek gösteremez misiniz?” dedi babam elini sallayarak. “Yoksa benim oğlumdan başka örnek gösterilecek kimse mi kalmadı? Şu Ötegen’in dört oğlu da okula gidiyor. Onların çalışkan olduğunu söyleyiverseniz, sizi biri denetleyecek mi?”

Öğretmenler dahil herkes gülmekten kırıldı.

Babamın ise onları taktığı yoktu.

“Ya subhanallah!” dedi, otururken. “Bir kimseyi bir kimseye örnek göstermekten bir şey çıkacakmış gibi. Allah ilk başta akıl vermediyse biz ne yapalım?..”

Toplantıdan sonra babam beni atına bindirip tatil için eve götürdü. Annem de çok özlemiş. Hem yemek yerken, hem çay içerken sırayla beni sevip öpmekle meşguldüler. Tekrar tekrar “Neden zayıfsın?”, “Aç mı kalıyorsun?”, “Okulda zorlanıyor musun?”, “Hastalanmadın, değil mi?” gibi sorular sordular.

Gece beni ortalarına aldılar. Gece yarısı uykulu uykulu aralarındaki konuşmalarını duyuyordum.

“Çek elini, çek!” diyordu annem babamın elini üzerimden iterken, “Benim oğlumdan ne istiyorsun?”

“Bak sen şu kadına,” diyor babam sesini inceltip. “Ya ben ne yapacağım?

“Ne yapacaksan yap, beni ilgilendirmez.”

“Tabii. Çocuğu tek başına yapmıştın ya.”

Annem bunu cevapsız bırakıyor.

“Annesinin kuzusu, annesinin kuşu. Annesinin tatlısı, annesinin yavrusu. Annesinin ayı, annesinin tayı,” diye benzetmelerle seviyor, kokluyordu. Buna bir de babamın sevgi sözleri ekleniyordu.

Ondan sonra babam alnımı, burnumu gıdıklayarak koklayıp:

“Allahım, hala küçüklüğündeki kokusunun aynısı. Bak kokla hanım,” diyor tekrar koklayarak.

“Bakayım,” diye annem geliyor.

Böyle devam ederken tamamen uyuyakalıyorum.


* * *

Babamla annemin ortasında “tek oğul” sıfatıyla sallanırken okulu bitirdim. Babam tay keserek ziyafet verdi. İhtiyar adamların hayır dualarını aldık. Ondan sonra babam komşu Tavpık’ın kızını istemek niyetindeyken yeğen ağabeyim ile annem:

“Çocuk okumak istiyorsa okutmak lazım. Evlendirip de evde tutmaktan ne kazanacaksın? Şimdi herşey eğitime, bilgiye bakar. Arkadaşlarından geri kalmasın,” diye vazgeçirdiler. Babam beni üniversiteye okumak için yolcu ederken şu tavsiyelerde bulunmuştu:

“Yavrum, başkalarını geçeceğim diye dikkatleri üzerine çekme. Çok da fazla çalışma. Orta şeker idare et. Sonra da sık sık mektup yazıp halini hatırını bildirir.”

Başkente gelerek üniversiteyi kazandım. Anne ile babasından pek ayrı kalmayan benim gibi çocuklara öğrencilik hayatı büyük ziyafet ve eğlence gibi olmuştu. Okulu babamın söylediği gibi orta şeker idare ettim. İlk aşk meşk gibi birşeyler başladı…

İlk sınıfın sonunda sömestre sınavlarını verdikten sonra diğerleri gibi tatil için eve dönemedim. Beni öğrenciler arasında yapılacak güreş yarışına katılmak üzere alıkoydular. Kışın antremanlara gitmiştim. Hatta iki defa fakülteler arasında yapılan yarışmaya da katılmıştım. Hafif sikletteki pehlivan hastalanmış mı, yoksa ayrılmış mı bilmiyorum. Antrenör benden pek umutlu değilse de takımı tamamlamak için çağırmıştı.

“Yarışmaya katılmanı istiyoruz. Güreşemezsen de insan sayısını arttırmak için sana ihtiyacımız var,” dedi antrenör. – Sonra spor kampına göndeririz. Yani kaybedeceğin bir şey olmaz. Anlaştık mı?

“Anlaştık,” dedim. “Kaybedersem kaybederim. Ne olacak?” diye düşündüm. Bir hafta kadar antremanlara katıldım. Musabakaya iki gün kala evden: “Baban çok hasta, çabuk gel” yazan telegraf ulaştı. Çok endişelendim. Antrenöre telegrafı gösterdim. Kimse gönderemeyiz diyemedi. Ertesi gün uçağa binip ilçeye kadar, ilçeden de postane helikopterine binip aynı gün akşam köye ulaştım.

Eve girdiğimde babamla annemin sofraya daha yeni oturmuşlardı. Beni görünce ikisi de hemen kalktı. İkisi sırayla beni sevip öpüyordu. Benim boyumun uzamış, sesimin kalınlaşmış olması, değişmem epey ilgilerini çekmiş, sevindirmişti.

“Sağlığın nasıl, baba?” dedim sofraya geçtikten sonra.

“Çok şükür,” dedi babam yastığı koltuğunun altına almış, uzanmış vaziyette:

“Çok hasta olduğuna dair telegraf ulaştı da bana.”

“Evet, onu biz öylesine göndermiştik…” Sonra da: “Güreşe katıldığını duyduk,” dedi, babam yüzüme dik bakarak. Sesi “Senin alkol kullandığını duyduk” der gibi sertti.

“Evet, ne olmuş ki?”

“Bırak güreşi müreşi!” dedi babam kızarak. “Tatile gelen çocuklardan senin güreş için kaldığını duyunca ödümüz koptu…”

“Yavrum, biz senin ne kahraman, ne pehlivan olmanı isteriz. Yeter ki hayatta ol. Bizi ayakta tutan, yaşatan uzakta olmana rağmen senin güç ve kuvvetin olduğun anlamıyor musun? Sevmeyenlerin, düşmanların olabilir. Ya öyle biri sana zarar verirse… Bırak oğlum, uzak tut kendini.” dedi annem de.

Ben fakültelerarası müsabakalarda kötü bir şeyin olmadığını bir türlü anlatamadım.

“Millet neden ölmüyor?” diyorum geri adım atmak istemeyerek.

“Millet güreşiyorsa beş altı kardeştir,” dedi annem çay koyarken. “Herkes senin gibi yalnız mı?”

Çay sırasında babam kolunun belirginleşmiş damarlarını sıvazlarken:

“Kazandığın zamanlar oldu mu?” dedi, bana.

“Tabii oldu.”

Annem korkudan yerinden sıçradı .

“Neyse ki Allah korumuş.” diyordu.

“Güreş için çağırırken nasıl çağırıyorlar?” dedi babam kafasını kaldırmadan. “Adını mı söylüyorlar, ya da Seysenov diye mi çağırıyorlar?”

“Tabii Seysenov diye çağırıyorlar. Hakemler her zaman soyadı ile çağırırlar.”

Babam hakemlerin soyadı ile çağırmalarına memnuniyetini bildirerek gülümsedi ve mendili ile terini sildi.

Sabah biraz geç kalktım ve sabah kahvaltısından sonra akraba ve komşu büyüklerle selamlaşayım diye üzerimi giyiyordum. Koridor tarafından:

“Hadi teyze, votka koy, sana bir şey getirdim,” diyordu biri heyecanla. Sesinden postacı Tayşık olduğunu anladım.

“Ne oldu?” dedi annem.

“Hadi önce votkayı koy, ondan sonra vereceğim.”

“Allah Allah, söylesene.”

“Oğlundan mektup getirdim. Oğlundan mektup geldi.”

“Tayşıkcığım, oğlumun kendisi geldi ki,” dedi annem gülümseyerek.

Heyecanla içeri gelen Tayşık beni görünce şaşırdı.

“Tüh!” dedi selamlaşmak yerine bacağına vurarak, “Geç kalmışım. Amcamın votkasını dönünce içerim diye yanımda götürmüştüm. Tüh!”

“Selam aleyküm,” dedi elimi uzatarak.

“Aleyküm selam, tüh!”

“Otur bakalım,” dedi, annem dolabı açarken. “Mektup getirmezsen sana votka koymayacağımızı mı düşünüyorsdun? Oğlumuz geldiği için çok sevinçliyiz. Sevinç votkasını içmez misin?”

“Tabii, tabii. İyi vesile, – diye seviniverdi Tayşık ve oturdu. – Gözün aydın teyze. Şu mektubu da vereyim. Gerçi kendisi de gelmiş. Bize posta geç ulaşır.”

Tayşık benim Almatı’dan ayrılmadan önce yazdığım mektubu anneme verdi. Ondan sonra açılan sofradan bir parça ekmek alıp “bismillah” diye ağzına koydu ve bana bakarak:

“Nasılsın?” dedi.

Ben ne diyeceğimi bilemeyip kafamı öne eğdim.

“İyi,” dedi Tayşık memnun olduğunu belirterek.

Annem şişenin yarısına kadar dolu votkayı Tayşık’ın önüne koydu. Tayşık güzelce öksürdü ve rahat rahat oturduktan sonra:

“Saylav içmez her halde, daha çocuk, – diye bardağa votka koydu. – Evet, teyze, oğlun gelmiş. Tekrar gözün aydın. Sizi hep böyle sevindirmesini temenni ederim…”

Tayşık bardaktaki votkayı sonuna kadar içti ve yüzünü buruşturarak ekmek ısırdı.

“Senden her mektup gelişinde, – dedi bana dönerek, – mektubu getirir, müjde olarak votka içerim. Votka sadece bahanedir. Beni ilgimi çeken şu ihtiyar annenle babanın sevincidir.”

Tayşık “Allahu akbar” diye elini kaldırdıktan sonra sofra örtüsünü katlayıp yerinden kalktı.

Akşam koyun kesildi ve köylüler davet edildi.

Ertesi gün Ömirzak’ın arabasıyla köyü gezmeye çıktık. Kaptal’ın suyuna girerek balık avladık. Kamıstıköl gölüne gidip kayıkla gezdik. 2 No’lu çiftlikte misafirlikte bulunduk. Üç gün güzelce gezdikten sonra dördüncü gün eve döndüm..

Babam evde imiş. İnekleri kıstağa götürüp bırakmış. Baymahan’ın evindekilerden göz kulak olmalarını istemiş.

“Neden geç döndün?” diye sordu bana babam.

“Misafirlikten misafirliğe derken ancak dönebildim…”

Evin yukarı tarafındaki aynaya bakarak benim resim albümümü karıştırdıklarını anladım. Aynada Rayhan’ın resmi asılı duruyordu. Rayhan’la bir zamanlar arkadaşlık ilişkimiz olmuştu. O zaman bana hatıra olarak ayna hediye etmişti. Arkasında “Sevgili Saylav’a Rayhan’dan” yazısı vardı.

“Şunu niye çıkardınız?” dedim resmi göstererek.

Babam daha yeni görmüş gibi resme biraz baktı ve:

“Şu kızı isteyelim,” dedi kafasını kaldırıp. “Bizi sevindireceğin zaman gelmiştir…”

Annem dışarıdan semaver getiriyordu.

“Bel ağrısından ölmek üzereyim. Bana ne zaman acıyacaksın,” dedi, semaverin korunu maşayla karıştırırken.

Ben ne diyeceğimi şaşırdım. Resmin arkasındaki yazıya bakıp Rayhan’ı sahiplenerek resmini aynaya asan babamla annemin bu yaptığına uzun uzun güldükten sonra resmi aynanın üzerinden indirerek albüme geri koydum.

İkisi benim evliliğimi hayal ederdi. Üstelik Kazakların nişan, düğün gibi tüm gelenek göreneklerine göre evlenmemi isterlerdi. Tatile her gelişimde:

“Yavrum biz yaşlandık. Senin çocuklarını sevebilir miyiz, sevemez miyiz diye endişelenecek duruma düştük. Senin düşündüğün nedir?” diye rahatsız ederdi babam.

Dördüncü sınıfta benimle aynı sınıfta okuyan Kamşat adlı kızla evlenme kararı aldık ve yaz sömestresi sınavları bitince eve: “Gelin getiriyorum, düğüne başlayın” diye telegraf gönderdim.

Kamşat bize başka okuldan üçüncü sınıfta geçiş yapmıştı. Güzel ve ağırbaşlı bir kızdı. Kendimde olmayan ağırbaşlılık ve sabırlılığı görünce hiç düşünmedim. Köye öğleden sonra vardık. Ev bendin yan tarafındaki kışlakta idi. Arabayı gören dört beş yaşlı kadın ellerine eşarp alıp bizi karşıladı.

“Ne yapmam gerekiyor? Şimdi rezil olacağım,” diye fısıldadı Kamşat kulağıma.

“Ben ne bileyim. Söylediklerini yaparsın.” diye tavsiye ettim.

Arabadan indik. Yaşlı kadınlar Kamşat’ı ortaya aldılar. Annem alnından öperek başını eşarpla örttü. Çok heyecanlı gözüküyordu. Geçerken beni öpmek için zamanı zor buldu. Çok geçmeden hayvanlarından yanından babam da dönmüştü. Etraftakiler toplanmaya başladı. Bendin karşısına çadır kuruldu. Hayvan kesildi ve ocağın yanında yemek ve servis yapacak kadınlar sayısı arttı. Böylece babamla annemin uzun zamandır hayal ettikleri büyük düğün başlamıştı.

Gelin çadırda kendisi için özel hazırlanmış perdenin arkasına oturtuldu. Gençleri tamamen çadıra oturtma kararı alındı. Eğlence ve oyun derken çadır dolup taşmıştı.

Sabah düğünbaşı Ömirzak gelinin duvağını açacağız diye kışlaktaki yaşlıların hepsini çadıra getirdi.

Gelin oturan perde kaldırıldı. Başına ipek eşarp örtülü Kamşat ayakta duruyor. Ömirzak dombırasını çalıp betaşar[11] söylemeye başladı:

Ah gelin, güzel gelin,

Sözlerime kulak as, gelin.

Saksağan gibi sak gelin,

Süt gibi beyaz gelin.

Yumurtadan ak gelin

Evin içine iğne atsan yere düşmez. Sığmayanların kimileri kapıdan, kimileri çadırın havalandırmasından bakıyordu.

Ömirzak dombırasını sallayıp:

Baş köşede oturan kayın pederin

Seysen ihtiyara ver selam, –

dediğinde Kamşat ne yapacak diye kalbim küt küt atarak bakakaldım. Kamşat eski gelinler gibi eğilerek selam verdiğinde derin ve rahat bir nefes aldım. Babamın oturduğu tarafa baktım. Babam ağlıyordu.

“Allahım, şehirli kızlar da selam vermeyi bilirmiş!” diye kadınlar arasında fısıltı koptu.

Eğlence, ikram derken düğüne gelenler güneş doğarken ancak dağıldı.

Ertesi akşam ev sakinleşince babam “gelinin çayını içeceğiz” diye yeğen ağabeyimi, Smagul’u ve komşu Taypık’ın evindekileri davet etti.

Çay geldi. Hepimiz Kamşat’a bakıyoruz. Kamşat ise ipek eşarbını bağlamış, sıkıla sıkıla çay koyuyordu. Annem şaşırır endişesiyle sütünü, semaveri yaklaştırıyor, bardağın dibinde kalan çayları döküyordu.

Babam Smagul’a bakıp:

“Kabi’nin evine haber ulaşmadı her halde, gelemediler,” diye konuşmaya başladı. Ancak Kabi’yi düşünmediği belli oluyordu. Arada sırada Kamşat tarafa bakıp, mendilini sallayıp yüzünü serinletiyordu. Yüzü gülümseyerek hafif öksürüyordu.

Kamşat sınavdan başarı ile geçmiş gibiydi. Akşam yatmadan önce Kamşat iki dizini göstererek ağlamaklı bir sesle:

“Dizlerim çok ağrıyor. İki gündür hiç uyumuyorum. Şunlara baksana,” dedi.

“Bir şey olmaz,” diye sakinleştirmeye çalıştım. “En önemlisi sınavların hepsinden başarıyla geçtin… Eğilip selam vermeyi nereden öğrendin?”

“Yanımda oturan kadınlara sordum,” dedi, Kamşat dizlerini ovalayarak.

Ben tam Kamşat’ın dizlerini ovalamaya girişirken gıcıır diye kapı açıldı ve içeriye annem girdi. Elindeki bir kap kımızı önümüze koydu ve:

“Sizin için saklamıştım,” diye kapağını açtı. “Ekşi ise biraz karıştırın.”

Ondan sonra beni daha yeni hatırlamış gibi:

“Annesinin yavrusu, annesinin kuzusu, annesini koçu, annesinin aslanı,” diye sevmeye başladı eskiden olduğu gibi.

Annem çıktıktan sonra Kamşat:

“Annesinin kedisi, annesinin köpeği..” diye benimle dalga geçti.

Evde bir ay kadar kaldık. Evlerine davet eden akrabalarımız çoktu. Ancak babam:

“Zaten sadece bir ay kadar kalacaklar. Hangibirinin evine göndereyim. En iyisi evde kalsınlar.” diye bir çok yere göndermedi.

Babam bizi okula bile göndermek istemiyordu. Sabah erkenden kalkıp sağılacak kısrakları yavrularından ayırır ve bendin üzerinde bir ileri bir geri dolaşır dururdu… Arada bir bizi uyandırmak için öksürerek işaret verirdi. Bazen yüksek sesle:

“Susadık yahu!..” derdi.

Kamşat babamın “susadık” dediğini duydukça ödü kopardı. Alelacele giyinir, uykulu uykulu semaver kaynatmaya başlardı. Annem gelen komşulara “bizim Kamşatcan” der olmuştu. Sonunda bizim de dönme vaktimiz gelmişti. Dönecek olmamız babamla annemin o güne kadarki sevincini silmiş gibiydi. Ne kadar ağlamamaya, kendilerini tutmaya çalıştılarsa da yüzlerinden bize kıyamadıkları, üzüldükleri belli oluyordu.

Almatı’ya geldikten sonra annem bize posta ile sık sık koli göndermeye başladı. Kolinin içindeki mektupta daima: “Kamşatcığımın canı ne ister, bildirin” diye yazardı. Ben uzun süre bu sözleri anlamamıştım. (Meğerse, Kamşat’ın neden aşerdiğini soruyorlarmış.)

Memleketten Almatı’ya gelenlere babam sadece bizim evin adresini verirdi. Toplantıya, tatile, muayeneye gelen herkes bizim eve uğramadan gitmezdi. Günlerden bir gün köyden bir toplantıya katılmak üzere Ömirzak geldi. Çay içerken:

“Karnı belli olmuyor,” dedi, bana Kamşat’ı göstererek.

“Belli olmuyor da ne demek?”

“Babanla annen buraya gelen herkesi çağırıp Kamşatcığımızın karnı var mı, farkettiniz mi diye sorar?” diye güldü Ömirzak. “Geçen gelip giden Yestay “gelin hamile gibi” demiş. Babanlar sevinerek etraftakileri eve davet ediyorlar.”

Kamşat’ın yüzü kızardı.

“Köydeki herkes mi öyle, yoksa sadece senin annenle baban mı böyle?” diye sordu akşam kulağıma fısıldayarak.

Babamla annemin şimdiki istedikleri torundu. Sonunda torun sahibi de oldular. Biz de okulu bitirdik. Babam bir ziyafete daha hazırlık yapıyordu. Babamla aramızdaki anlaşmazlık bu dönem başladı. Onlar beni köye gelecek diye beklerken ben lisansüstü eğitime devam etmek istedim.

Babamlar yine: “Bilim de neymiş, aldığın eğitim yetmez mi? Milletin çocuğu okulu bitirip memlekete dönüyor. Biz ne olacağız bu durumda”, – diye başlamışlardı, ben ikna olmadım.

Çünkü ben yüksek lisansı şimdi kazanmazsam daha sonra kazanamayacağımı hissetmiştim. Babamla annem biraz kırılırlar, sonra geçer.

Ondan sonra ikinci çocuğumuz oldu. Ancak ikinci çocuğumuz üç yıl aradan sonra doğmuştu. Bu annemin hoşuna hiç gitmemişti. Yazın iş gezisi sırasında eve uğradığımda annem beni özel çağırıp:

“Kamşatcığım neden bu kadar ara verdi… Şehirli kadınların ilaç kullandığı söylenir, öyle yapıp da rezil duruma düşmeyesiniz,” diye şüphesini belirtmişti.

İlk oğlumuzu okula verirken bir dava daha meydana geldi. Babamlar çocuğu “bize ver, köyde okutalım, bize de uğraş lazım” dedi. Biz ise şehirde okutmak istiyoruz.

Herkesin bir hayali olduğu gibi benim de hayalim oğlumu şehirde okutup kendi ellerimle büyütmekti… Diğer insanlar gibi ben de çocuğu küçüklüğünden terbiyelemek istiyordum. Müzik veya spor okuluna veyahut belirli bilimsel yöndeki bir okula yada yabancı dil kurslarından birine kaydettirmeyi düşünüyordum. Belki de üstün yeteneği keşfetme fırsatı doğar ümidim de yok değildi.

Tüm annelerle babaların hayal ettikleri gibi ben de kendi elde edemediklerimi oğlumun elde etmesini hayal ederdim.

Babam ilk defa bana ciddi olarak kırıldı. Böyle zaman geçerken babam karaciğerinden rahatsızlandı. Kendisi mektuplara yazılmasını istemese de, memleketten gelenlerden iki üç defa hastaneye yattığını duydum. “Gelip tedavi ol” diye yazdığım mektuba, “Şimdi iyiyim” cevabını aldım.

Hayat böyle devam ediyordu. Ben tezimi savundum ve üç odalı ev aldık. Artık annemle babamı yanıma alsam diye düşünmeye başladım.

Yazın Kamşat’la çocukları alıp köye geldik. Babam yatağa düşmüş. Biz gelince biraz toparlandı. Götürmek istedik. Ancak ikna olmadı.

“Seneye kendim geleceğim,” dedi, torununu severken. “Bu sene hayvanları kimseye emanet etmedik. Bakacak kimse yok. Nasip olursa, seneye hayvanları başkalarına emanet eder, anneni alıp Almatı’ya gelirim.”

Şimdi ise seneye Almatı’ya beklediğim babam kritik bir durumda bulunmaktaydı. Yanında onunla ilgili geçmiş günlerimi akla getirip utanç ve pişmanlıktan eziyet çekmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Bırak evlatlık borcumu ödemek, babama büyük ihanet yapmışım gibi hissediyordum kendimi.

Allahım, iyilik yapan yabancıya da iyilikle cevap vermez mi insan. Seni bu dünyaya getiren, senin için kendini feda eden babana hiçbir iyilik yapamamak ne büyük bir suç! Gerçi babam bunların hepsini affeder. Neslinin kök salmasını arzulayan babama dokunan evin içinin gürültü patırtı koparan çocuklarla dolup taşma isteğinin gerçekleşmemesidir. Son zamanlarda annem aracılığıyla hep: “Bunlar neden iki çocukla sınırlı kaldılar, Kamşat’ın sağlığı nasılmış”, – diye sordururdu. Soyunun sağlam bir şekilde devam edeceğinden tam emin olamayan bir insanın hayalini kendisiyle birlikte götürdüğünü ben geç anlamıştım.


* * *

Babam sabah çayını oturarak içti. Çaydan sonra ayna isteyip sakalını taradı ve yüzüne bakıp biraz yattı. Babam diğer günlere göre daha enerjik görünüyordu. Ancak bakışları çok keskindi. Eskisi gibi evdeki ufak tefek şeyleri önemsemiyordu. Eve giren çıkanlara bile pek dikkat etmiyordu. Kendi kendineydi. Sadece öğle sırasında her zamanki gibi:

“Çocuk acıkmıştır. Yemek yapmış mıydınız?” dedi anneme.

“Kavurma yapıyoruz,” diye cevap verdi annem.

Öğleden sonra babamın durumu kötüleşmeye başladı.

“Çocuk nerede?” dedi, güçsüzce.

Koşarak babamın yanına geldim. Annem, yeğen ağabeyim, az önce gelen Ötegen amca hepsi babamın etrafına toplandı.

“Yavrum,” dedi babam elimi tutarak, – anneni üzme…

Ondan sonra annemin elini tuttu.

“Hakkını helal et,” dedi, gözünü ayırmayıp. – Elveda… Ne yapayım…

Hüngür hüngür ağlayan sesimiz fazla çıkınca:

“Ağlamayın. Helalleşmenin bir fazlalığı olmaz. Neden bu kadar ağlıyorsunuz?” diye sakinleştirmeye çalıştı Ötegen amca.

Babam yeğen ağabeyim ve Smagul’la da helalleşti. Ondan sonra Ötegen’e elini uzattı:

“Sen benim yaşıtımsın… seni üzdüğüm zamanlar olduysa hakkını helal et!..”

Ötegen cebinden mendilini alıp gözyaşlarını sildi.

“Sen de helal et, Seysen! İnsan olduğumuz için istemeden üzdüğümüz zamanlar olmuş olabilir… Senin kötülüğünü hiç düşünmedim. Elveda, arkadaşım! Benim de sürem çok uzak değildir. Arkandan gelirim…”

Ötegen’in söylediklerinden sonra evde ağlamayan kalmadı.

“Hocaya haber gönderilmiş miydi?” dedi, biri.

Yeğen ağabeyim hocayı getirmek üzere birini göndermek için dışarı çıktı. Hocanın evi köyün en kenarındaydı. Hoca gelene kadar babam kendini toparlamıştı ve gayet iyi görünüyordu. Hoca girdiğinde babam su içiyordu.

“Maşallah, ihtiyar iyi görünüyor,” dedi, hoca gülerek.

“Az önce durumu kötüleşince çağırtmıştık’ diye yeğenim hocaya minder uzattı.

Evin içi tekrar neşelenmeye başladı.

“Biz demin Seysen’le helalleşme işimizi bitirdik,” dedi, Ötegen hocaya bakıp.

“Şu bildiğiniz Dosmagambet geçen sene hastalandığında ailesiyle helalleşmiş, sonra iyileşerek ayağa kalkmıştı,” diye söyledi hoca cebinden tesbihini çıkarırken. “Beni her gördüğünde mahçup olduğunu söyler.”

İçimizde “helalleştikten sonra da iyileşebilme” ümidinin parlamasıyla hemen moralimiz yükseliverdi. Bundan sonra hep aniden iyileşen insanlar hakkında konuşuldu. Hoca anlatılanlara “hepsi de Allah’ın takdirine bağlıdır, takdirden kaçınılmaz” yorumunu yaptı.

Yeğen ağabeyim:

“Ben eve gidip geleyim, atı beslememiştim,” – diye tam yerinden kalkarken:

“Hoca Efendi, bir bakar mısınız!” dedi, babamın yanında oturan Smagul. – Seysen’in durumu kötü gibi.

Hepimiz tekrar babama yaklaşıp onu çevreledik.

Babamın gözleri kapalı, ağzı açıktı. Göğsünden hırıltı geliyordu. Böyle uyuduğuna önceden de defalarca şahit olmuştum. Bu nedenle çok tehlikeli olabileceğini düşünmedim.

Hoca ve Ötegen ikisi birden babamın damarını tuttular. Hoca fısıldayarak dua okumaya başladı. Babamın gözlerinin döndüğünün ve yarı açık olduğunun şimdi farkına vardım. Göğsünden gelen hırıltı da, nefesi de git gide yavaşlıyordu.

“Perde getirin,” dedi Hoca yüksek sesle. “Sadece ağlamayın. Şu anda bayılmış durumda. İnsan bayıldığında ağlanmaz.”

Hoca ile Ötegen getirilen beyaz perdeyi babamın yatağını kapatacak şekilde bağlayıp bizi geri ittiler ve kendileri içeri girdiler. Hepimiz doktorun amelyattan çıkmasını bekler gibi perdenin dışında beklemeye koyulduk.

Biraz sonra perde arkasından kafasını eğmiş Ötegen çıktı. Ben ne olduğunu anlamayıp şaşkın şaşkın duruyordum. Ancak Ötegen’in:

“Rahmetli oldu,” diyen çatlak sesini duyduğumda babamdan tamamen ayrıldığımı anlamıştım.

O zaman kalbimdeki tüm pişmanlık ve ızdırap beni tamamen etkisi altına almasıyla yaşam koçum olan babamdan ebediyen ayrıldığımı anlayıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak kendimi babamın yatağına doğru attım. Ancak hoca bırakmadı.

“Oğlum, çocuk değilsin, cenazeye yazık etme. Yüce Allah rahmet etsin. Artık baban bu dünyanın insanı değil. O nedenle bu yaptığın ihanet sayılır. Sabredin lütfen, sabır...”

Kimler olduğunu ayırt edemediğim insanlar sırayla gelip beni kucaklıyorlardı. Sadece annemin sesini ayırt edebildim.

“Aslan gibi babamdan ayrıldık, yalnızım hey!”

“El bebek gül bebek,”

“Büyütmüştü seni, yalnızım hey yalnızım!” diye sıkıca sarılmış, bırakmıyordu.

Bir ara:

“Sabredin, cemaat. Seysen’i kaybettik. Şimdi yol yordamına göre defnetmek farzdır. Kendinize gelmeniz gerekir.” diyen hocanın sesini duyduktan sonra ağlama sızlama azaldı.

Yeğen ağabeyim ve Smagul, Ötegen amca ve birkaç kişi daha kapı yanında ayakta yapılacakları görüşmeye başladılar. Etrafa duyurmak lazım. Ta Tokanay’a kadar duyurmalı. Komşu köydeki yaşlı adamların hiçbiri bu gece ulaşamayacaklar. Onlar için sabah araba göndermek daha doğru olacak. Kesilecek hayvanı getirmek için işi bitirebilecek birini göndermek lazım. Yoksa yetişemeyebiliriz. Kırk kilometre uzaklık kolay değil. Ötegen’in gitmesi daha iyi olabilir. Önceden yapılmış ekmek yetmez. İki yere fırın hazırlayıp ekmek yapmak lazım. Dükkancı bir yere gitmiş olmasın. Dükkandan alacaklarımızı temin etmeliyiz, yoksa rezil olacağız. Cenazeyi yıkayacaklar için verilecek kıyafetlerden biri sorumlu olmalı. Cenazeyi yıkayacaklar arasına şu komşu Kayırbek ihtiyarı da dahil etmeli. Eleştirecekler de az değil… Hoca için ayrılacak hayvanı ev sahibesi kendisi söylesin… Ve bunun gibi şeyler.

Sonunda kesilecek hayvanı getirmeye Ötegen’i gönderme kararı alındı.

Geri kalan işlerin hepsini tamamen kendi üzerine alan yeğen ağabeyim dışarı çıktı. Smagul ise evdekilere hizmet etmek üzere evde kaldı.

Acı haberi duyan etraftaki insanlar taziye için akın akın gelmeye başladılar. Ağlamaktan gözlerim şişmiş, neredeyse açılmıyordu. Kafam zonk zonk zonkluyordu. Yaşlı adamlar gelen kadınlara artık:

“Saylav çok yoruldu. Fazla ağlatmayın. Dikkat edin, sabredin,” diye durdurmaya başladılar.

Gece yarısına doğru evin içindeki gürültü biraz dinmişti. Tekrar tekrar çay getiriliyordu. Yaşlılar hep babamı anlatmaya başlamışlardı. Konuşmalarında hiç kızgınlık ve kırgınlık yoktu. Böyle olması çok normal, hatta böylesi daha iyi olmuş gibi rahat rahat şakalaşarak ve ölüm sırasına geçerek konuşmalarla evin içindeki ölüm havasını yavaş yavaş değiştiriyorlardı.

“Maşallah, Seysen evliya imiş,” dedi hoca çayını yudumlarken. “can vermeden bir saat önce evdekilerle helalleşip beni çağırtmış. Ben geldikten sonra, beni bekliyormuş gibi fenalaştı.”

“Rahmetli olana dek hiç şuurunu kaybetmedi,– dedi Smagul.– Can verene kadar herkesle bilinçli konuştu.”

“Ne iyi insandı!”

“Yazık!” diyorlardı yaşlı adamlar kafalarını sallayarak.

“O kadar hasta olmasına rağmen, ne tuvaleti, ne de başka konuda kimseye rahatsızlık vermedi,” diye araya girdi daha yeni yeni kendine gelmeye başlayan annem. “Tertemiz gitti… Yok, yok…”

“Ne olursa olsun, hanımından önce rahmetli olması ne kadar iyi oldu. Gelinle yaşayacak olursa, durumu nasıl olurdu. Eve girip çıkmak bile sorun olurdu.” şeklindeki endişelerini dile getirdiler yaşlılar.

Herbiri gelinle yaşamanın çok zor olduğunu kanıtlayan örnekler getirerek öyle durumda olan kimi yaşlı adamlara acıyıp onlara kıyasla babamın ölümünün Allah’tan istenecek bir ölüm olduğunu ifade ettiler. Babam ölmemiş olsaydı halimiz harap olacakmış gibi, bunu adeta bir şans olarak değerlendirdiler.

Gecenin ilerleyen saatlerinde atı alıp Ötegen geldi. Üstü başı ıslanan Ötegen’i gören herkes çok şaşırdı.

“Allah Allah, uçarak mı geldin yoksa?”

“Atı getirebildin mi?”

“Üstün başın neden ıslak?” gibi soru yağmuruna tutturdular.

“Nehri dolaşarak gitseydim sabah ancak gelecektim,” dedi Ötegen şapkasını kapı yanındaki çiviye asarken, – gidip atı bulana kadar epey zaman geçti. Dönüşte hızlı gelirsek semiz hayvan yorulur ve eti lezzetsiz olur diye düşündüm. O nedenle nehirden geçmeye karar verdim.

Herkes çok korktu.

“Allah’ım bu ne diyor?! Gece yarısı mı?..”

“Estağfurullah! Nasıl cesaret ettin?”

“Arkadaşım ve yaşıtım Seysen ölürken ben ölümden niye korkayım? Seysen için yapmadığım iyiliği çoktan kemiği kurumuş babam Nurım’a mı yapayım?..” Ötegen su içinde kalmış çizmesini çıkarmak için uğraşıyordu. – Sabah gelen hayvan ne zaman kesilecek?..

Milletin Ötegen’in gece yarısı nehirden geçmesinin büyük fedakarlık olduğunu anlamasıyla tekrar her kafadan ses çıkmaya başladı.

“Eskinin insanları böyledir işte!” dedi biri.

“Başka biri gitseymiş hayvanı zamanlıca getiremezmiş. Ötegen böyle yapmakla iyi etmiş,” dedi, biri daha.

“Cenazede işte böyle hizmet etmeli,” diye öğüt verdi hoca.

Ötegen ise böyle bir hizmeti kendisinden başkasının yapamayacağından emin bir şekilde baş köşede başı dik oturuyordu.

Cesedin başında bekleyen yaşlı adamlar konuşmaya dalıp düğün için biraraya gelmiş gibi birbirine laf yetiştirerek şakalaşmaktan uyku uyumadılar. Hoca bütün gece hatim okudu. Sabah birkaç yaşlı cesedi yıkadılar. Cesedi yıkayan yaşlı adamlara kıyafet paylaştırırken Kayırbek ihtiyar babamın çizmesini istemeyip kırgın bir şekilde mekanı terketti.

“Kırılırsa kırılsın,” dedi, inadı tutan yeğen ağabeyim. “Başka verecek bir şeyim yok. Boş boş konuşuyor… Yoksa daha giyilmemiş, yepyeni çizme…”

Yemek yendikten ve birkaç defa dua okunduktan sonra cesedi çıkarmadan önce hoca devir çevirdi. Odanın içi insanlarla dolup taştı. Yeğen ağabeyim beni çağırıp hocanın karşısına oturttu. Hoca nağmeli bir sesle ayet okuduktan sonra:

“Seysen’in ezanla konan adı nedir?” dedi yüksek sesle.

“Seysen gerçek adı değil mi?..”

Herkes şaşkın şaşkın birbirine baktı.

“Ezanla konan adı…” diye kem küm etti yeğen ağabeyim.

Annem de sessizce oturuyordu. O sırada yaşlılardan biri:

“Seysenbay,” dedi.

“Seysen’in ezanla konan adı nedir?” diye tekrarladı hoca.

“Doğru söylüyor, doğru,” dedi annem deminki adamın söylediklerini teyit ederek.

Ben kendi babamın gerçek adını ilk defa duyma şaşkınlığı içindeydim.

Hoca babamın doğum yılını sordu. İnanmamış gibi:

“Devletin yazdığı değil, gerçek doğum yılını söyleyin.” diye seslendi.

Sonunda devir çevirme bitti ve halıya sarılmış bedeni dışarı çıkarıp arabaya yükledik.

“Doğrusu hayvanlı arabayla götürmektir. Ancak artık motorlu araçtan başka araç kalmadı. Üstelik götürülecek yer de uzak,” dedi hoca suçluluk hissetmiş gibi.

Mezarlığa gelince toprağın çok yumuşak olduğu, türbeyi kapatacak tuğlaların bol olması epey konuşuldu. Yeğen ağabeyim kazılan çukuru beğenmeyip küreği alarak çukura indi ve bir yerleri kendince düzelttikten toz içinde çukurdan çıktı.

Mezara toprak attık. Millet merhuma karşı son borçlarından bir an önce kurtulmak istercesine kürek için sıraya geçtiler. Birkaç kişi dua okuyarak mezarın köşelerine konan parayı paylaştı. Kumaş parçası dağıtıldı. Toplananlar dualar okuyup babamın en iyi şekilde defnedildiğini söylediler ve geçende Jarkımbay’ın hanımını defnederken kürek saplanamayan toprağın nasıl olup da bu kadar yumuşadığına şaşırıp ayağa kalktılar.

Dört beş gün sona babamın yedisini yaptık. Tekrar hayvan kesildi, ekmekler yapıldı. Komşu ilçeden de taziye için gelenler oldu. Biz acımızı unutup kendimizi tamamen insanları davet etme, yemek ve çay yetiştirme, misafirleri odalara yerleştirme gibi işlere verdik.

Yemekte Beşinci Köy’den gelen Ospan hoca ile bizim hoca arasında tartışma yaşandı. Bizim hoca el silmek için verilen gazeteyi almayıp mendil istedi.

O sırada Abıl ihtiyar:

“Bizim hoca elini gazeteyle silmez. Şeriatta böyle midir?” diye Ospan hocaya baktı.

Ospan kendi ağzınan çıkan kelimenin şeriat kadar değerli olduğunu bilen sonsuz sorumlulukla kendi değerini yükselterek biraz bekletti ve:

“Gazeteyle silinebilir.” dedi Abıl’a bakarak. – Gazeteyle silmek şeriata aykırı değil. Bunun haramlıkla ilgisi yoktur.

Buna bizim hoca incinmiş gibiydi. İkisi şeriattan değişik örnekler getirerek bayağı tartıştılar. Ancak söylediklerinden Kur’ân’da gazeteyle ilgili net bir bilgi bulunmadığı anlaşılmaktadır.

“Bir atlı geldi.” haberini verdi kapı önündeki çocuklardan biri. Yegen ağabeyim “Acaba kimdir?” diye tam dönmek isterken kapıdan üzerine pardesü giymiş, keçe sakallı ve açık tenli bir ihtiyar içeri girdi. Hemen yukarı tarafa geçti ve dua okumaya başladı. Ancak dua okunup “âmin” dendikten sonra hal hatır sormaya geçildi.

“Başınız sağ olsun, Hanımefendi,” dedi, anneme bakarak. “Allah rahmet etsin. Biz evvelki gün duyduk. Yokda bedenimde can bulunduğu sürece himet etmeye gelirdim. Allah geride kalan yakınlarına uzun ömürler versin. Tanımadın mı, ben Aydarhan… Komşu ilçede oturuyoruz.”

“Ha,” diye yüzüne baktı annem. Sonra düşünüyor gibi biraz bekledi ve ağıt yakmaya başladı. Tekrar dua okundu. Eller yıkandı. Çay geldi.

“Seysen’in tek oğlu bu oğlan mı?” diye Aydarhan bana baktı.

“Evet,” dedi yeğen ağabeyim.

Aydarhan babamla birlikte geçirdiği günleri anlatırken:

“Oğlum,” dedi bana bakarak. “Seysen’le küçüklüğümüzden birlikte büyüdük. Kimseye kötülük yapmayan, kimsenin dedikodusunu yapmayan, çok iyi bir insandı. Babana benzersen hayatta kaybetmezsin. Babanın yasını tutman doğru tabii. Ancak kendini yiyip bitirmek doğru değildir. Tek çocuğunu kaybedenler de var. Evet… Allah öylesinden korusun deyin.”

Annem ağlamaya bağladı.

“Ağlamayın,” dedi Aydarhan başındaki takkesini düzelterek. “Sıkıntıya karşı güçlü olmak lazım. Evet…” Eskiden bir han tek oğlunu kaybetmiş. Taziye için gelen Yedige Kadı’ya kafasını kaldırmadan: “Benim bu sıkıntım nasıl geride kalır?” diye sormuş. Buna karşılık Yedige Kadı:

“Ey hanım, senin bu kaygin, bu sıkıntın,

Gelesi oğulun şöleninde kala

Zirvelerinde kala yüksek dağların

Nehirlerin, göllerin kıyılarında

Suların dibinde kala, hırçın suların

Ey hanım, senin bu kaygin, bu sıkıntın,

Alıcı kuşların pençesinde kaldı

Atmacanın tırnağında, yürük atın toynağında

Güzellerin koynunda toyların oyununda

Dediklerimi yapmazsan eğer

Ölene dek üzerinde...”

“Onun dediği gibi,” dedi Aydarhan konuşmasına devam ederek, “ölenle ölünmez. Güçlü olmak lazım. Bakın, ne güzel defnettiniz. Memleket, halkın birliği diye işte buna derler…”

Ertesi gün ben ilçeye giden Sovhoz müdürünün arabasına binip yola çıktım. Üzerimdeki sıkıntı yükü hafiflemiş, kendimi daha iyi hissediyordum. Cenazeye değer veren bunca gelenek ve göreneğin yüzyıllar boyu halk arasında yaşatılmasının ve korunmasının sırrını daha yeni anlamıştım. “Vay, vay, – diyorum kendi kendime hayretler içinde, – neden insanlar memleketinde ölmek ister? Neden tüm hayatını başka yerde geçirir, ancak ölmek için memleketine döner? Neden?..”

Döneceğin memleket varsa, bundan daha güzel ne olabilir?... Nedense duygulanıp, gözlerime sıcak yaş geldi. Ancak babamın ölümü için ağlamadım. Başka bir şey için. Başka…


[1] SSCB'nde tarım sektöründe örgütlenen "kollektif tarımla" uğraşan birlikler

[2] Eski para birimi

[3] kuruş

[4] Eski sakinlerin yeni komşularına yemek verme geleneği

[5] Kısrak sütü

[6] SSCB'de devlet mülkiyetindeki tarım işletmeleri

[7]Dombırayla çalınan sözsüz beste

[8] Milli müzik aleti

[9] Kazak geleneklerine göre cenaze yıkayanlara hatıra anlamında hediye dağıtılır

[10] Süzülmüş yoğurttan yapılıp kurutulan yiyecek

[11] Yeni gelini damadın ailesi ile akrabalarıyla tanıştırmak ve geline öğütler vermek için dombıra eşliğinde söylenen bir çeşit türkü

Көп оқылғандар