Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

23.11.2013 3131

AYMAUITOV  Jüsipbek, "Kartkoja"

Негізгі тіл: ''Kartkoja''

Бастапқы авторы: AYMAUITOV Jüsipbek

Аударма авторы: not specified

Дата: 23.11.2013

Kartkoja

 

1

 

Öğrenim

Belleğim beni yanıltmıyorsa, 14-15 sene önce Bay KARCAS’ın konuk evinde tezcanlı hoca Macıt, on iki yaşındaki ağır kanlı olanlar da dahil olmak üzere çocuklara okuma-yazma öğretiyordu.

O ateşle dolu, felaketli yıllar, Nikola İkinci’nin çar olduğu yıllar. Onlar sonsuz gibi geliyordu...

Birden de geçmişe karışmış, o yılların alevinden bir iz bile kalmamış, bu da ne söz...çar Nikola’nın mezarı artık bulunamaz oldu.

Bir zamanlar öğrencilerin tepeleri üzerinde buz tutmuş bir deve gibi böğüren Macıt-hoca kendisi de, bugünkü günde hayatın aydınlık yanlarıyla vedalaşarak hummada yatmaktadır. Pay-pay-pay! Vah hoca, vah şimşek tanrısı! İtiraf edin sayın hoca, sık sık öfkenizde haksızdınız! Tabii ki dini bütün bir adamı üzebilen çok şey vardır, dua bile: beklendiği gibi gönlünü nazik bir şekilde etkilemeyecek, Kutsal Fatima kendisinden gelen sitem ile vicdan sesini uyandıracak, ama niçin hıncını öğrencilerinden çıkarıyordun vah!

Bu konuda edebiyat yapmamak için kısa diyelim: eğitim alanda hocamız azgındı. Olsun da... hikayemiz onun hakkında değildir, şöyle... hatırası aklıma geldi...

O zamanlarda böyle öğreten hocalar fazlasıyla yetiyordu.

Çocukların arasında, eşiğe daha yakın olan bir yerde, delinmiş at derisinin bir parçasında sırtını hafifçe kamburlaştırıp on bir-on iki yaşında olan bir erkek çocuk oturarak burnunu çekerdi; hocanın elindeki yontulmuş sopaya bir bakar ve yine önündeki ince bir deste kağıda dalır. Kolları çamur, bir yanağı kirli, en az gözlerini silseydi... Oturur, hocaya gözleri fal taşı gibi açılır, küçük burnunu buruşturur, serseri, ürkek ve saf bir çocuk, bunlardan ki ne cesurla ne de çabayla kendi hakkını bile almaz. Onun yaşındaki bir çocuğun iyi bakılmış, hafifçe toplu, sevimli olması gerekir, o da bakın nasıldır. İsmi de pek hoş değildir: Kartkoja... İhtiyar bir adama yakışan bir lakaptır, genç bir yaratık için hiç yaramaz, onu kutsallığa ima bile zenginleştirmez. Allah’ın sevdiği bir çocuğa böyle bir isim verilir mi?

Öğrenciler, Kartkoja’nın ağızsız yaradılışını çabuk anlamışlar ve ona istedikleri gibi alay ederdiler, direk yüzüne çiğnenmiş kağıt toplarını atardılar, yada parmağı göğe kaldırıp: ‘Bak’ diye burnunu kapar, ense köküne yumruk atardılar. Kızdırırdılar. Uyuşkan bir koç kırkma için yaratılır. Kartkoja, onlardan kaçınmaya çalışır, biri yapışır ise de: ‘Bırak, deli misin?’ ancak der ve tekrar defterine dalıp bakar. Diğer çocuklar öğrenmekten tedirgin olur, onlar harfleri yarımyamalak yazmaya acele ederler ve dönmeye, yorulduk diye yalandan ağlamsamaya başlar, aldatır, yaramazlık yapar, Kartkoja da gürültüye ve yüz kızartıcı eğlencelerine hiç dikkat etmeden yazılarına dalacak ve ‘Kul ağuzu’dan başlayarak, ‘Alaaraf’ suresine geçer, sonra da iki-üç günde ‘Uasus al Hanas’ ta ezberler.  Derslerden sonra amcanın evine gelip te bir piyale çörba içer. Öğle vaktinde okula döner. Akşama doğru da alfabeyi koynuna koyup artık kendi auluna yürür – bir buçuk verst. Böylece bir sürü Sonbahar ve bir sürü Kış geçti, basılı Kazak kitapları bile okumayı öğrendi. Kendisi de fark etmeden büyümüş, hazır bir damat olmuş!

 

Evde

Juman soyu, kişi sayısı olarak büyük değil, ataları da soylu değildir. Niçin Juman’ı konuşuyorum? Çünkü o, söz edilen Kartkoja’nın babasıdır. Sessiz, insanlardan kaçınmaz ama yaltaklanarak hiçkimsenin gözüne girmeye de çalışmaz; gerek olduğu gibi beş kere namaz kılar ve her duadan sonra: ‘Allah’ım, bize bütün verdiklerin için minnettarım’ diye mırıldanır, elinde olduklarına razı, rahatsızlığa da dayanması övgüye değerdir. Kendisi hem yazın, hem de kışın otlar – ona ait olan birçok inek ve ata bakar, kendisi de küçük ambarın delinmiş duvarlarını merametler. Başkasının malına asla göz dikmedi, dünyanın iki barışamaz partiye ayrıldığı zaman, bedava olana tamah etmedi – bayların partisinden oyu için ne bir kuruş, ne de bir hayvan almadı. Aul halkı nereye giderse, o da aynı yere, ama ihtiyatla. Bilgisine parmak ısırılmazdı ama cahil de ona denemez: normal bir Kazak – komşularından akıllı da değildi, aptal da değildi, hayhuydan kaçınırdı ve kavgalara karışmaya sevmezdi. Onu külâh kapmak için hiç çaba gerekmiyordu, onu soyarlar, herşey çalarlar, o da sadece kendisini avutuyor: ‘Allah verir, yenisini de kazanacağız’ diye. Bu kadar saf bir adam, ama başka bir can incitmez. Yaşarken Allah’ı hatırlar. Onun için özel bir teselli – orucun başlaması, az bir şey, ama yine bir şeydir... Ve başka bir sevinç, sessiz gönlü için balözü – dört tane çocuk: üç tane erkek ve biri – yaramaz kızı. Kızını iyi bir ailenin çocuğuyla evlendirdi. İkincisinin geleceğini önceden düşündü, her sene küçük sürüsünden bir-iki hayvan satarak eğitimi için para topladı. Kartkoja da okuyor, bakın şuna! En küçük olana gelince de, o daha beşiktedir.

Kartkoja’nın annesi de hiç acar insanlardan sayılamaz, alelade saf bir kadın. Bütün gün boyunca ev işleri ile uğraşır, bir çamaşır yıkıyor, bir meramet eder.Ve herkese – büyük olana da, küçük olana ‘Sevgili, canım’ der – bütün huyu böyledir; bir de şuna, onun ailesine uğrayan herkese ikram etmeye hazır olduğunu ekleyin ve daha onun hakkında hiçbir şey söylenemez. Belki de kendisi, bazı aul kadınları gibi yine de bazen dedikodu etmeye sever yada kadın kaderine lanet okur? Asla. Bu, söz konusu bile değildir! Aksine, bir cadının kocasına laf attığını duydu mu hemen bir yana çekilir, ‘Vay, bu zavallının dili ne pismiş!’ diye şaşırır.

Her aulda, her evde çatlak vermiş, çentikleri olan bir kavga kazanı, bir tartışma demlemesi vardır. Her çatının altına göz at, her yerde ya mirastan, ya bir elbiseden, yada basitçe yemekten dolayı gerçek meydan savaşları ortaya çıkar, ağır sözler, dargınlıklar yer alır, kavga edenler bu süreçte bir birini duymaz olur bile. Ancak Juman’da böyle bir şey yoktur. Allah onu, bu tür oyunlardan korur. Olur tabii ki Juman, eşine ciddi bir şekilde kızıp ta der: ‘Ben şu tepene bir vurayım mı ya!’ ve, erkeğe gerekir gibi böyle tehditkâr bir şekilde poz alır. Ama o hepsi boş laf, kafana değil de, sırtına bile hiç bir kere vurmadı eşini. Kadın da, çok iyi bilerek ki kocası vurmayacak ve daima sevecek onu, yine de kendi tarzda kırılır: ‘Bırak...  bunu söyleme’ diye. Erkek te, ‘Seni mutlaka dövmek lazım ya, başka türlü olmaz...’ diye inat etmeye ve kızmaya devam ederse, onun yarısı sesteki alayla şöyle der: ‘Neyse, vur ve beni benimkilere geriye götür, orada da bırak, harikam!’ O zaman da çocuklar ne olur ne olmaz diye çöküşür, yanından ayrılmazlar, ne olur ki anne ve baba bu sefer ciddi olarak kavga etmeyi düşünüyorlar: Baba! Bırak! Ve hepsi beraber birden kahkaha gülmeye başlar, o kadar.

 

Zorbalar

Kartkoja büyüyünce, dünyanın ne kadar adaletsiz olduğunu  daha ve daha şiddetle hissediyordu ve anlıyordu. Kaç kere yaşıtlar onu incitiyordu, kızdırıyordu, zavallı kafasıyla alay ediyordu. Bir gün Karcas’ın çocuğu – meşhur bir yaramaz – onun kurşun kalemini elinden zorla alıp geriye vermedi. Ona arzu etti, ona yalvardı – hayır, geriye vermedi. Kartkoja o kadar öfkendi ki bayoğlunun elinin altından yazılı kağıtları koparıp yırttı attı. Zengin yaramaz iki ahbabıyla hemen ona atıldı, yere attılar, dövdüler, burnunu kanadığı kadar yarıldılar. Kartkoja eve göz yaşlarında gelip babasına anlattı. Juman’ın yüreğini de öfke kapladı, ata zıpladı ve dövüşkenin babasına atıldı. Herşeyi yaklaşık olduğu gibi baya anlatıp oğluna karşı suçlu olanı cezalandırmasını ve kurşun kalemi geriye vermesini talep etti. Bay da hiç utanmadan, Juman’ın oğluna laf ettiğini söyledi. Ne yapalım, Juman son derecede üzülüp eli boş olarak evinin yolunu tuttu. Çocuğunu da ‘Kurşun kalemin kaybolmuş, ben sana tüccardan yenisini alırım’ diye avutuyordu.

Bir kere yaramazlar, Kartkoja ile aynı auldan olan bir çocuğa saldırdılar, Kartkoja savunmak istedi, ama kendisini öyle güç ile yere attılar ki düşüp bütün kolunu kanadığı kadar çizmiş. Ve sadece bu mu? Kaç kere kışın çocuklar onu binek boğadan kürtüne attılar, koynuna bol bol kar koyarlar, kitaplarını her dört tarafa atarlar, kürkünü yırtarlar... Korkmuş boğayı haydi yakala, sonunda beline ulaşan karda yavaş yavaş eve yürümeye mecbur kalırdı. Ne diyebiliriz ki... Bol bol alay ederdiler!

Böyle dertlerin hakkındaki düşünceler için, Kartkoja çok kere hoş olmayan endişe duygusunu hissederdi, bütün içi kaynıyor gibi olurdu: ‘Vay, zavallıyım, vay! Yoksa... ben hangi taraftan onlardan beterim, daha salak değilim ya! Belki, onların yetenekleri benimkilerden daha iyidir? Bir taraftan onlar benden üstün ise, bu da babalarının hayvanlarıyla. Dünya nasılmış, vay! Bir gün gelir mi ki ben onları, bundan çok çok pişman edeceğim?’ diye. Neyse, bir tek o mu acı çekmektedir? Babası da şeytan azabına uğrar. İlbaşının dünürü, kendisi çok zengin, küçük bir borç karşılığına onların öküzünü zorla aldı, kendilerine ait olanı geriye almak için ne kadar çabaladılar – hep nafile. Babası ilbaşının akrabası ile boy ölçüşemez ki! Ona kime şikayet etsin ki? Dünyada böyle koruyucular yoktur ki. Kışın mesela resmi ceket giyen kurye dedi ki tercümana oraya-şuraya gitmek için bir at lazım, ve babasının tek olan doru tırısa alıştırılmış atı zorla aldılar. Bu atla hem şehre ulaşmışlardı, hem de koyunları otlamışlardı. At ölmüş, ancak derisini geriye verdiler. Aul başkanı da geliverdi: niçin doru at için vergi ödenmemişti?! Babasına bağırmaya, her türlü ağır laf atmaya nasıl başladı. Kartkoja da bütün bunları sonuna kadar dinlemeye mecbur kaldı. Komşu bir aulun bir bayı babasının otlar biçilen çayırına el koydu, o hangi bir yere şikayetiyle başvurmadı, ama hiç kimse bu evde yetiştirilmiş hakimle bile bulaşmadı. Kartkoja bütün bunları da bilir. Bütün bunlar, kalbini incitir. Bütün bu insanların: ilbaşının, tercümanın, kuryeyin, aul başkanının ve gururlu gururlu ata binen bütün başka heriflerin Kartkoja, zorbalar, soyguncu, katil olduklarını sayardı.

 

Öykünme

Kartkoja, eski usulle okumayı bitirdiği zaman, sanki dini bütün bir molla oldu. Enişteden makam melodilerini bol bol dinleyip, dua okumasını öğrendi bile; Kurandan sureleri okumaya başlar mı – basitçe değil, melodik bir şekilde, topuklarını sıkı bir şekilde altına alarak ve göz kapaklarını kapatarak okurdu. Acıklı saatte cenaze şeriatça nasıl götürülür, gelin ve güveyin evlenme töreninden önce nasıl yıkanmaları lazım olduğu, sadakaya kimin hakkı vardır konularında tavsiye edebilirdi ve mutlaka ‘Ölüm var dirim var!’ derdi.

Ama, bütün bu büyük bilim ve çalışma için ne kendisi, ne de babası paraları olanlardan bir kuruş bile görmedi. Yese düşerken, Kartkoja özellikle Allah’ın ihsanına umudunda olurdu ve mümkün olan bütün gayretle dua ederdi; Allah arzularını duymayabilir diye peygamberlerden, kutsal insanlardan, sofiyanlardan ve eski zamanların bilgin tanrıbilimcilerinden yardım isterdi. Tahmin edebilirim ki yükarıda söz edilen bütün çok sayılan simalar sağırmış – hiçkimse genç mollanın yalvardığını duymamış, onlardan hiçkimse yardım etmemiş. Nasıl da! Onlardan bir iz bile kalmamışsa, küller kalmış.

Kartkoja bir duymuş ki her ilde okullar var ve bu okullarda farklı farklı öğrenciler okumaktadır, onlar iki-üç yılda Rus dilini öğreniyormuş ve yorumlayıcı – tercüman olarak çalışmaya hazırmış. Geçen sene kendisi, Rus bir komutanın yanında böyle bir tercüman gördü. Vay, nasıl görünüyordu! Kendisi beyaz tenli, toplu, düğmeleri de altın! Kentsel saç biçimi ile. Ayaklarındaki çizmeler hükümdarın gibidir. Komutanın sözlerini çevirmeye başladı mı herkesin ağzı açıldı – o kadar akıcı ve kurumlu bir tavırla! Bir polis ile sadece Rusça konuşmaya başladı mı – polisin zaten çaresi yoktu! (Herkes bilir: kim daha fazla Rusça kelime söylerse, galiptir). Kartkoja, tercümanın o muhafızı nasıl sıkıştırdığını çök beğendi. Şuna şaşırıyordu: böyle olur ya ki Kazakların arasında da bu tip bilgiçler var ya ki anadili gibi yabancı bir dil bilerler, vay! İlbaşı da bu tercümanı nasıl ağırladı ya! En şeref yerinde onun altına ipek bir yorgan serildi, dirsek altına da kuştüyü yastık takıldı; yanlamasına yatarak yavaş yavaş sigara içiyor, çay da verildi – peri masalında gibi! Parmağında böyle bir kıymetli taşlı yüzük var ki onun için bir tanım bile yok, beyaz yeleğinin üzerinde de gümüşten yapılmış saat zinciri sallanıyordu, ceketinin göğüs cebinden ustalıklı bir saç tarağı ve daha önce görülmemiş bir eşya daha görülüyordu – bu tabloyu Kartkoja, asla unutamaz oldu. Yerli yorumlayıcıya da gelince? Bütün civarda ondan korkmayan, ona saygısız yaklaşan bir Kazak bulunamazdır. Bir de nasıl bir arzuhâlci! Kalem ucuyla çala yazmaya başladığında Kartkoja’ya şöyle geliyordu ki yorumlayıcının satırı, onun ezberlediği ‘Bismillâhirrahmanirrahim’den az önemli değildir - dünya durdukça! Yorumlayıcının kalem darbesinden kaçınabilen bir insan yoktur. Ama mamafih, bu daha önceydi ki Kartkoja, yerli yorumlayıcıyı ilbaşlarından ve yüksek idarecilerden biri sayıyordu, şimdi artık bu dünyada yorumlayıcıdan daha kudretli birinin olmadığına kanaat getirdi.

Şu keşif ki Rusça’yı öğreten okullar ve Rusça’yı bilen baylarla konuşmaya imkan vardır, Kartkoja’nın kafasında farklı yeni hayalleri uyandırdı. Kafasında bu tür düşünceler doğdu: ‘Azizler, vay! Ben Rusça öğrenseydim! Tercüman gibi açıkgöz olsaydım... Onların galiba bütün hayalleri gerçekleşti... Daha neyi hayal etsin ki?...’ Hep te bu tür şeyleri düşünür, düşünür. Birçok verst mesafesinde oturan ninesini görmeye mi gider, başka auldaki ablasına mı uğrar, dana mı otlar, evi ısıtmak için tezek mi toplar – hep aynı düşünceler.Yerli olanlardan yorumlayıcıyı rüyalarında bile görmeye başladı: sanki o yolda duruyor ve bir Rus ile Rus dilinde birşey hakkında şiddetle tartışıyor, ve galip çıkıyor. Kendisini de, bir şehir sokağında Rusların aralarında cesur cesur dolaşarak gördü. Uyandı mı, bakıyor: kendisi hep aynı Kartkoja, tüyü dökülmüş tilki kürkünden şapkaya, çarpık Kazak çizmelerine, taş yağar kıyamet koparken baya giyinen uzun kaftana sahip, boynunda da hep aynı kılıfcık asılı, içinde de Allah’a şükür eden duayı içeren kağıt parçası saklıdır. Kendisi bu düşüncelerden dinlenseydi, o da hep tercümanlığını düşünerek mükemmel rüyaları görür. Uyandı mı – hıç bir şey yoktur.

 

Kırlangıç

Kartkoja’nın aulu Kara kuyunun yanındadır. İnsanlar yazlık otlaklarında, babası da evde yoktur. Ağabeyi de orada bir yerde, uzak yaylaktaki kulübededir. Doğmuş güneş artık bütün küvvetiyle parlamaktadır. Anne, ‘Git! İnekler suvarmaya geldi’ diye emretti. Onlarla kuyuya ayaklarını sürükleyerek yürümeye mecbur kaldı.

İneklerine çabukça su vermeyi düşündü de olmadı – sunun yanında bütün aulun sığırı toplandı. Kendisine yol açmak mümkün değildi. Kovmaya başladı. Mümkünü yok! İnekler düzey bilmezdir, edepli hayvanlara gerektiği gibi su teknesine sıraya girmezler. Dürtüşüyorlar, böğürüyorlar, birbirine çarpıyorlar, somaklarını suya uzatıyorlar, boynuza kaldırmaya çalışıyorlar, boynuz boynuza: tare-ture! Boynuzlamayı seven daha küçük bir evin ineği, sonunda onun kısa kuyruklu boz ineğine su almaya imkan vermedi, onu bir yana itti. Kartkoja, onu kovarak bir yanına uymruğunu vurdu: ‘Seni gidi seni yaramaz bir yaratık, pis hayvan!’ diye. Hayvan sitemli sitemli baş salladı, ama yine de ondan uslu uslu saptı. Diğer inekler ama tehditlerine bakmadılar bile, birbirinin üzerine yüklenmekte devam ediyordu. Su teknesine ulaşmış olanlar ondan açgözlülükle içiyordu, gözleri fal taşı gibi açılıyordu, köpüklü salyaları suya karışıyordu, ama en önemlisi – onlar uzun uzun içiyordu. Su teknesinin dibinde artık azcık su kalıyordu. İkinci dert – delikli deriden kova, onu kuyudan çıkarıyorsun, orada da kalan su burnunu batırmak için yetmez. ‘Her tarafta hep asalaklar! Kovayı merametlemek çok mu zordu?’ diye öfkeleniyordu Kartkoja, ve tekrar kuyudan kova kova su çıkarmaya koyuldu, her zaman da oradaki su hacmi en fazla bir fincanlıktı. Yoruldu, gücü bitti, teri şıpır şıpır damlıyordu, ineklerin sahipleri de ona, ‘haydi lan, ineklerimizin hepsi daha bol bol su içmedi, haydi biz sana hep güvenirdik’ diye uzaktan bakıyor. ‘Bir de size inat olsun diye herşeyi bırakacağım!’ diye Kartkoja’nın içi kaynamaya başlıyor. Öfkelenerek ama: ‘Galiba sanıyorsunuz ki bu su teknesini doldurmak için gücüm yetmez? Hayır, o kadar zayıf ta değilim!’ diye düşünüyor.

Yenilmemeye karar verdi. Bunun onur meselesi olduğunu diyebiliriz. İnekler daha hafifçe üzerine yüklenmeye başladılar, Kartkoja da bir mola verip gözlerini kuyudan kaldırdı.

Büyük aulun tarafından iki atlı adam geliyordu. Birinin giysileri hep siyah, sanki giymek için başka bir şeyi yoktu, baştaki Tatar tarzında olan kürk şapkası da onu kurtarmadı. Onda herşey sanki ‘Kazak değilim ya!’ diyordu – o kadar beceriksizce, kaykılarak eyerde oturuyordu, dirsekleri atın yanlarından sürüyordu, adam hep ayaklarını atın göbeğinin altına tıkamak istiyordu, elinde sallanan bu zorla tuttuğu kamçı da... Onun yanında olan – Büyük auldan bir lan – Saduali idi. Kuyunun yanından geçtiler ve aul başkanının evine geldiler, orada da eyerlerden indiler. ‘Bir öğrenseydim kimlerdir?’, - Kartkoja diye düşündü ve ineklerine bol bol su verir vermez, onların peşine acele etti. Bu da lâf mı? Başka kimseye nasıl bilemem, ama kendisi, tercüman – yorumlayıcının siması ile tanıştığından sonra Rus tarzında giyinmiş insanın yanından ilgi göstermeden geçemez oldu, ona hep yanaşmak istedi sanki resmi ceketi giymiş adama bal sürülmüş. Sonunda öğrendi – Kazak tarzında giyinmemiş herif, galip havasıyla anababasının ocağına geriye dönen Ufa’dan bir öğrenciymiş.

Ev sahibi – aul başkanı, misafirine sorularını dökmeye başladı. Daha doğru belirtmek ki sormuyordu bile, ağzından kapıyordu. Karatau şehrinden ne zaman yola çıktınız? Tayga ormanından bilmediğimiz Rus haberleri ne? Hangi soydansınız? Kaç sene okudunuz? Anne babanız var mı? Kaç kişi akrabanız var? Evli misiniz? Sanki kızı için bir damat seçiyordu. Öğrenci, pek kısa cevapları veriyordu. Bir süre için aul başkanı anlamlı anlamlı sustu, sonra da ‘Başlık parasını birine ödediniz mi?’ diye sordu.

Öğrenci, ‘Hayır’ diye cevap verdi. Direk cevabını duyup, aul başkanı sanki merağını giderdi, belki de basitçe misafirini kızı için çok kaba sayıp, kızına layık olan potansiyel bir damat rolü için ona inancı kalmadı. En az artık yapışmıyordu. Aul başkanının arsız bir konuşma tarzı, onun sarsılmaz inancı ki kendisinin, muhatabı hakkında herşeyi, söylemek hiç istemediğini bile, bilmeye tam hakkı vardır, Kartkoja’yı şaşırtıyordu ve öfkelendiriyordu. Son sorusunu da kendisi, özellikle patavatsızca buldu. ‘Aman Tanrı’m’, diye düşündü. ‘Misafirle o kadar özel olmayan konuları konuşmak mümkün değil mi, vay!’ Mesela, okulunu sorsaydı, orada nasıl ve neyi öğrettiklerini, en az şehri sorsaydı. Bu, edep gereklerine çok daha iyi uyacak tarzda olurdu.

Ama ağzını açmadı, sandı ki kendisinden çok daha büyük insanın başladığı sohbete karışmak iyi değildir. Aul başkanının da kendi kaygısı vardır – bu adam, hükümdarın verdiği görevlerine göre, atları vermek ve kasabadan geçen önemli baylara refakat etmek zorundadır. O zamana kadar belli bir yol etmiş Saduali kendisine artık hatırlatıyordu: ‘Bay öğrencinin, sanırım, fazla oturmaya niyeti yoktur, galiba atları hazırlamaya zaman geldi’ diye. Köybaşı ancak ‘E, hazırlayacaklar’, diye cevap verdi, kendisi de oturup şunu diye düşünüyor: ‘Bir at bulunur, ikincisini de ne yapayım? Doru kısrağı eyerlemek ise? Ama onunla deve getirmeye gitmişlerdi... Gri atı verirsem, ama Rus tarzında horoz gibi oturan bu binici misali mutlaka omurgasını bozar... Belki, gri yeleli olanı mı vereyim? Hayır, ben onu biraz soğumaya gönderdim, yağız atın da sırtında küçük bir ülseri var, hiç olamaz. Sonunda hangi atı ona vereyim, daha sakin olmamız için’.

İşte nasıl düşünceler aul başkanını rahatsız ediyordu. Birden ona fevkalade bir fikir geldi, hemen onu diyeverdi: ‘Sen, Kartkoja, burada boşuna oturmasaydın da, atını eyerlerdin ve gerekli olduğu gibi bay öğrenciye babasının auluna kadar eşlik ederdin’.

Kartkojanın ne alakası var ve niçin ‘gerekli olduğu gibi’? Kartkojaya açıklamakla uğraşmadı, Kartkoja da bunu düşünmedi, aynı anda kabul etti: ‘Tamam’, diye.  Çünkü öğrenci ile baş başa konuşmak, isteğine dayanamaz kadar istiyordu, üç yıllık kısrağına bunun zor olacağını da merak etmedi bile.

Kendisinin o kadar açıkgöz olduğuna memnun olan aul başkanı, bıyıklarının altından gülümsedi: ‘Ne de kurnazmışım!’ diye, ve herkesi evinden savmaya acele etti: ‘Eşim, misafirimiz yola çıkmadan ona kımız ikram etsene. Sen de, Kartkoja, boşuna oturmasaydın. Çabuk kımız iç ve yola çık’, diye. Kendisine memnun olup , öğrenci için at hazırlamaya gitti.

Piyalesini bir yudumda boşaltıp Kartkoja, kendi evine acele etti, aygırı çıkarıp eyerlemeye başladı. Evine uğrayıp annesine önemli misyonu hakkında haber verdi, kuşandı, kamçısını aldı çıktı. Dizgin takımını kenetinden çözdü ve artık eyere bindiğinde avluda, çıplak ayaklarına lastikler giyen ağabeyi görüldü – galiba, ılık karıkoca yatağından yeni kalkmış – ve, budunu azgın azgın kaşıyarak ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sordu.

Kartkoja, iki sözle cevap verdi ve kamçıyla atın sağrısına hafifçe vurup ayrıldı, kısa kuyruklu doru bir atta beceriksizce oturan öğrenciyi yakaladı. Bu atla en iyi ihtimalle, develerin peşinde gitmek için iyi olabilirdi. ‘İşte domuz!’ diye Kartkoja aul başkanı hakkında düşündü. ‘Tu, öğrenceyi neye bindirdi. Allah’tan korkmaz!’ Ama ne yapalım ki!

 

Haber

Köyden ayrılır ayrılmaz konuşmaya başladılar. Öğrenci, gözle görünür kadar, canı çıkmış öleyazmış  bir hayvanın ona verildiğine öfkeleniyordu. Bu aul başkanının nasıl bir insan olduğunu sordu. Kartkoja, yapabildiği gibi cevap verdi ve bu cevabın manası şuydu: bu kadar vicdansız olanı mezar bile düzeltmez. Sonra da kendisi soru sormaya koyuldu, tabii ki, şehir okulu hakkında.

Öğrenci, şehri en yüce tonda anlatmaya başladı. Üç katlı binaları, okulunu, vapurları, lokomotifleri, tiyatroları o kadar renkli bir biçimde tarif ediyordu ki nefes kesiliyordu! O kadar övüyordu sanki o şehri kendisi inşaat etmişti, ve ima ediyordu ki orada dünyanın bütün olabilen harikaları görmüştü. Bu imalarda üstünlük notaları da hissediliyordu. Ama şehri asla görmemiş ağzına bakan bir ağır kanlı landan çekinmeye gerek var mı? Bu lan, ‘Yalan’ diye lafını kesmez. Bundan dolayı öğrenci, saçmalamaya başladı, daha önce hiç aklına gelmeyen şeyleri söylüyordu. Lan da ağzını açarak, gözleri şaşırmaktan yuvarlak, onu dinliyordu. Önünde de fantastik tablolar canlanıyordu, bu tablolarda da okul, bir lokomotif gibi buhar çıkarıyor, otomobil de kanatlı bir deve gibi zıplıyor; Kartkoja o kadar çok yeni şey öğrendi – düşünmekten bile korkuyordu!

Küçükken Kartkoja, iki tane peri öyküsünü okudu: ‘Abu Gali Sina’ ve ‘Abulkarıs’. Şimdilik ona şöyle geliyordu sanki orada anlatılan harikalar mutlaka şehirde de vardır. O da şehirde nasıl okuyabilir?

Niçin olmaz ki, mümkün, yılda en az 40 ruble öde ve buyur medresede oku. Kartkoja o kadar büyük para nereden alsın ki? Bir de Kartkoja, tekrar Müslüman eğitimini görmek istemiyordu, tercüman olmak için öğrenmek istiyordu. Mollası olan öğretim kurumu  Kartkoja’yı bir türlü çekmiyordu. ‘Rus okuluna da nasıl girmek mümkün?’, diye sordu. Okulun yapısı basit, onun hakkında fazla saçma anlatamazsın, öğrenci de zaten bir cümle ile yetindi: ‘Orada da ödemek lazım’ diye. Kartkoja da onu rahat bırakmıyor: ‘Benim gibi yaşları fazla olanları okula kabul ediyorlar mı?’ diye. Etmiyorlarmış. Evet, bu bir sorundur.

Ama, Kartkoja sakinleşmiyordu. Oğlanın okulu gerçekten kafasına taktığını görünce de öğrenci, kendisine yine de teslim olmamaya tavsiye etti: ‘Yine de öğrenmeye git – insan olacaksın’, diye. Kartkoja da teslim olmamaya karar verdi. Vedalaşırken öğrenci, kendisine küçük bir kitap hediye etti. Kartkoja onu özenle koynuna koydu ve vedalaşıp geriye döndü. Gecede bozkırda kaybolmuş bir yolcu için ileride gördüğü bir ışıktan daha büyük bir sevinç olmazdır; Kartkoja için de bugün, cahil insanların görmedikleri bir ışık parladı. Atla giderken seviniyordu. Dayanamadı, kitapçığı çıkardı. Açıp okumaya başladı, ama eyerde sarsılıyordu, fazla okuyamazsın. Yine de ilk okuduğu satırlardan gözlerin nasıl parladığından görülüyordu ki kendisi, kitabı hemen beğendi.

Haşarı aygırını durdurdu, köstekledi, kısa kuyruklu doru atı da bağladı, kendisi de otlara okumaya oturdu. Kitabın adı, ‘Tumış’ idi.

Uçsuz açık bozkır, bir rüzgar bile esmez. Etraf güneşlidir. Pamuk gibi karbeyaz, çırpıp köpürtülmüş kımızın köpüğü gibi hafif bulutlar gökte yüzer. Sanki zamanın kendisinden alnı sıcak oluyor, beyin uyanıyor. Sessizlik... ancak gür otlarda atsineğinin kıpırtısı, kızböceklerinin şeffaf kanatlarının cırıldaması ve sivrisineklerin huzursuz vızıltısı duyulmaktadır. Hava sineklerle dolu, sinekler de atların gözlerine yapışıyorlar – aygır ve kısa kuyruklu doru at başlarını silkiyorlar, dudaklarını sinirli sinirli şişiriyorlar: t-r-r...; birden tarlakuşu öttü ve sustu... ve tekrar bütün bozkırda ne kuş tüyü hışırtısı, ne de yele fışırtısı ile bozulmayan sessizlik eğemendir.

Kartkoja, uzun kaftanını ve şapkasını çıkarıp, üzerinde ancak gömleğini birakıp otları vucudunun altına ezerek sessiz bozkırda yanlamasına yatıyor – esmer alnında ter damlaları gösterildi, ve kitap okuyor.

Dünyadaki herşey unutuldu – o kadar okumaya daldı ki artık kendisi nefes alıp almadığını bilmiyor, ancak zaman zaman burnunu çeker.  Yanında duran atları çalsaydılar görmezdi. Aul nerede? İnsanlar nerede? Bu dünyada zaten hayat kaldı mı? Unutmuş oldu, kitabı sayfa sayfa yutmaktadır, dudakları kımıldıyor, bir kaşlarını çatar, bir yüzünde tebessüm yayılır... Nihayet kitapçığı bitirdi. Kalkmadan ve gözünü kitaptan alamadan, şaşkın şaşkın başını salladı ve uzun uzun düşündü. Sayfalarını yavaşça karıştırdı ve başını kaldırdı. Bakıyor da atlar, akar bir örtüye benzeyen sineklerin ve atsineklerinin altında görülmez oldu.

Etrafta tek bir can bile yoktu. Çabuk giyindi ve zavallı hayvanların yardımına koştu. Eyere binip yoluna devam etti. Kartkoja, öğrenmekten başka birşey düşünemez oldu. Kendisine yemin etti bile: mutlaka öğreneceğim diye. Ama nasıl? Nerede? Hangi paraya? Aklına hiç bir şey gelmiyor, ama şunu net biliyor ki okuyacak, nasıl olsa, düğüm ne kadar sıkı olursa da içinden kurtulacaktır.

 

Engel

Juman oruç tutmakta ve dua etmekte diğerlerden gayretli değildi, ama bunu daima özenerek yapardı. Ama Allah, ceza vermek isterse sormaz: birşey almaksa (elde bu tür deyimler vardır). Juman’ın atını yorumlayıcı için zorla aldıklarından sonra, o zamandan beri işleri hiç iyi yürümemeye başladı, hep ters gider, her yerde engeller ve kaderden çelmeler. Her sene ile onun donatımı daha ve daha çok cılızlaşıyordu ve dağılıyordu.

Bir tane kısrak, diyorlar, pınar gibi su verir sana, iki tane de yemek verir sana. Bu yaz Juman’ın tek kısrağı hastalanıp bir türlü eğrildi. Sahibi de ona ne yaptı, nasıl onu tedavi etti: onun için tuz kaynattı, siyah böceğin kabuğunu yedirdi, klorür tozunu döktü – hepsi nafile, zavallı at bir-iki gün sallanıp öldü düştü.

Aslında kısrak, hayatını boşuna yaşamadı. Sahibine tayları verdi, onları serbestçe otlanmaya bıraksaydı, çoktan bozkırda bir at sürüsü koşuşurdu. Ama yemek te lazım, giyim de lazım, bazı eşyalar da lazım, sonunda atları zaman zaman satmaya, kışın da et olsun diye kesmeye mecbur kalıyordu. Başka çaresi var mıydı? Yok.

Talih sayıda değildir. Tek bir kısrağı vardı, ama ailenin bütün refahı için direk oydu. Öldü ve can gibi aileden uçup gitti. Kalan hayvanların bayağı vebası başladı. Kısrağından kalan bir tayı komşu köyüne götürdü, orada bir baya ait kısrağın tayı ölmüş, Juman ümit etmişti ki onun tayı bu kısrağın yanında kurtulur, hayır ama, kurtların onu yırttıklarını haber verdiler.

Bir yıllık tayının boğazı şişti, niçin anlaşılmadı, ya ruam, ya verem, ya krup, yada başka bir intan, belası ne olursa iyileşmedi, yakında öldü. Eyerin altında giden üç yıllık aygırı da at hırsızları çaldılar. Kızıl kıllı sağmal ineğin boynunda siyah çıban oluştu, büyüdü, şişti, sonunda memesinde süt kalmadı.

Sonbaharda, bir haftadır kuru otu sürüklemek için tekerleksiz arabaya hamile deve dişini koşmaya mecbur kaldılar, deve de dayanamadı, yavrusunu kaybetti. Bundan dolayı humması başladı, o da öldü.

Kartkoja iki kere, babasının tam çaresizlikten çocuk gibi katıla katıla ağladığını görmüş oldu. İlk kere, yorumlayıcı aul başkanı ile direk gözünün önünde kendi atını kestikleri zaman; zavallı hayvan, göbeğini çekerek can çekişiyordu, babası da başını önüne eğip: ‘Bize kollarımızın bacaklarımızın damarlarını kesti’ diye inledi. Kartkoja, o zaman babasının kime böyle çağırdığını hiç anlayamadı: aul başkanına mı, yorumlayıcıya mı, belki de Allah’a bile mi? Şimdi de, şişmiş karaciğerle ve artık nefes almayan kısraktan çekilip, ‘Biraz daha nefes almak istedi...’ demeye başladı ve katıla katıla ağlamaya başladı. Ondan sonra annesi de ağlayıp sızlamaya başladı. Kartkoja ev köşesinin arkasında saklandı ve kendisi de ağladı.

Çok çalışan Juman’ın işleri öyleydi. Anne babasının ne kadar üzgün olduklarını görerek Kartkoja, onlarla hayalini konuşmak için cesaret bulamadı, dili uyuştu, başını koyu sis doldurdu, göğüs kemiğinin altındaki ateş onu yakıyordu, keyfi de daha berbat olmazdı. ‘Ben hangi bir suç işledim, Allah’ım, vay! Bana ne için böyle bir bela? Mezar böyle bir hayattan daha iyidir!..Biz de mutlu günleri görecek miyiz? Yoksa asla mı?’

Ama yine de okulda okumak umudundan vazgeçmedi, çünkü rüyalarında artık orada okuyordu.

 

Ölüm

Yaz mevsimi bitti. Yazdan sonra da, otları sarı eden, yaprakları döken, soğuk rüzgarla esen, insanlara zahmet veren ve harekete geçiren Sonbahar da geçti. Bundan sonra da uluyarak, buz yalımlarıyla kış sine sine yaklaştı.

Bu kış sertmiş. Kamçılayan kar yağışı ile, kesici. Kasım ayındaki kırağına Ocak ayı karı ekledi. Beyaz dumanla burgaçlayarak tipiler, gökten hiç durmadan çöküyordu. Tipilerden sonra iliklere işleyen rutubetli soğuğun dönemi başladı. Kar, sadece kayalık tepelerin yanında yatmakta devam ediyordu. Hava biraz ısındı mı – soğuk yağmur yağmaya başladı. Toprak dondu, buz kabuğuyla kaplandı ve ayakları kanıyor kadar keser. Güneş, yılgın bir gelin gibi, donuk bulutların perdesinin arkasından görünmekten hep korkuyor gibiydi. Ama buna karşılık Batı’dan gökyüzüne, geceden geceye mühlik yıldız çıkar, yıldızların Demir kazığına takılır ve ancak ölüm tehdit eden ışıkla parlar. Hayvanların yığınsal ölümleri bizi nereye getirecek?

Daha yazdan itibaren kahinler bu kışta hayvanların sayısız ölümlerini önceden haber veriyordu. Herşey bunun kanıtıydı: ilkbaharda büyümüş otlar pek iyi değildi, kuru, bükümlü, ayrık otu yere pestil gibi serilmiş kalıyordu, bozkır otu aşırı miktarda büyüdü.

Fareler, çok fazla telaşlı olarak stoklarını toplayıp dolduruyordu, çıkıp ta deliklerini kapatmıyordu. Karınca yuvalarının tepeleri huni şeklinde çöktü. İnekler, geceleri bozkırda geçirmek hiç istemiyordu, böğürerek ayakları geri geri köylere sundurmaların altına, ambarlara geliyordu.

Atlar, kumlu toprağın üzerinde artık taklalar atmıyordu. Zaten de Kazaklar, son zamanlarda hayvanların huylarını beğenmiyordu, çok azgınca onlar her ot çöpünü koparıyordu, böyle olur ki ölümün üzerine işaret koyduğu bir insanı yemek tutkusu kaplar. Göçmen kuşlar da erken uçup gittiler.

Kahinler, aksakallar ve yaşlı, hayatlarında çok sayıda sürü görmüş izlemiş olan çobanlar, korkunç bir felaketin hep yeni ve tartışma götürmez işaretlerini buluyordular; rüya yorumcuları bir ses gibi meraklı ele aynı şeyleri söylüyordu. Üstelik, bu yılın Tavşan yılı olduğunu herkes biliyordu.

Herşeye rağmen, hiç bir Kazak önlem almadı, daha fazla kuru ot, tahıl hazırlamaya, un saklamaya acele etmedi. Bütün yaz boyunca yanlamasına yatıp kımız içerek zevk alıyordular, üstelik parti işleri de bırakmıyordu. Galiba sandılar ki çıplak poposuyla yanan kömürlere oturanı da Allah korur, ama dolu boşandığında ve bir dolu tanesinin herkesin alnına ulaştığında hemen uykudan uyandılar.

Evet... kış çok fazla sertmiş. Bozkır donmuş durumdaydı. Meradaki otlar buzun altındadır, tınazlardaki kuru otlar da iki hafta falan için yetecektir. Hayvan ölümü gelirse – hayvan sahibi kim olursa olsun, Azrail silsileyi meratip tanımaz, bilim adamlarını ayırmaz – herkes açlık tanıdı. Akraban fazla ve ciddi mi? Nedir ki? Hiç önemli değil! Yakıt ta bitti, ocaklar sönmeye başladı. Dünya dağıldı. İnsanlar şaşkına döndü, büzüldü – herhangi bir köye bak, her yerde korku ve şaşkınlık eğemen oldu.

Her gün Kartkoja, ağabeyi ile beraber ineğe ve danaya yemek toplamak için Karaoşak sel yarıklarına gidiyordu. Süt veren ineği de, beygir örtüsü gibi dikilmiş keçe ve yurta parçaları ile soğuktan saklıyordu.

Böylece ineği koruyup omuzlarına kürekleri alırdı ve sel yarıklarına, donmuş karı kazmaya. Ölgün yapraklardan ve ot çöplerinden bir demet toplayana kadar, burunlarını ve kulaklarını soğuk ısırır, güçleri biter, böyle de günden güne, acımasız rüzgara dayanarak karları karıştırır.

Evde sinirli etle bir çorba içip te yataklarına düşerler. Bu kadar sebatlılık göstermeseydi, çoktan ölürdü. Daha demek lazım ki zavallı anneleri, nasılsa ekonomi edip, onlara yağlı koyun döş etini sakladı ve her sefer, oğullarının soğuğa sel yarıklarına gittikleri zaman, onlar için bu döş etinden bir kaşıklık yağ eritip: ‘Yutun, yoksa kalplerinizi yırtarsınız’ diye verirdi. Baba da ambarda kaybolur, tipinin içine attığı karı götürür, hep ineğe danası ile bakar, onlar için daha az soğuk olsun, bakımlı görünsünler diye.

Bir akşam emeğini yerken anne birden şey dedi:

-          ‘Keşke O şöyle yapsaydı ki biz, bu çorba kazanının son olup olmadığını bilmeseydik...’

Juman, korktu sanki: ‘E, un bitmek mi üzeredir?’ diye haykırdı.

Anne, üç-dört avuç daha kaldığını söyledi.

Daha önce söylemek için cesaret bulamıyordu, huyu şöyledir... Ama deyim dediği gibi mezar kazarsan nasıl ölüm saklarsın?... söylemeye mecbur kaldı.

Bundan sonra evde hüzün tam eğemen oldu. O kadar sessiz oldu sanki herkes birden sağırlaştı. Juman yatağına ulaştı, bükünüp üzerine yattı ve içini çekti. Çocuklar her kendi köşesine gitti ve orada saklandı sanki.

Juman düşüncelerinde, çaresizlikten çıkamaz. İnsan, hayvandan önce ölmez... ama ne yapalım? Daha ölmemiş tek bir ineğinin eti zevkli olmaz... Ondan un yada kırık borç almak için kimse yok, ne yapabilir şimdi? Sadece bunu da düşünüyor. Bütün gece boyunca Juman, hiç göz kapatamadan yatakta çeviriyordu.

Sabahleyin kendisi, yemek arayarak bütün köyü dolaştı. Sadece şunu öğrenebildi ama ki biri Baybek sanki bir çuval un, bir yıllık danaya değiştirmeye razı fakat kendisi, otuz verst mesafesinde oturmaktadır. Onun evine de, çuvalı alıp yürüdü Juman.

Karla örtülü bozkırda, çizme konçları karla dolu olan, kırçla örtülmüş bıyıkla ve sakalla, göğsü esince acıtan rüzgardan az örtünmüş, yaşaran gözlerle, akan burnuyla zorla yürüyen bir Kazak gördünüz mü? Bu Juman’dı. Ve Juman gibi insanlarla o millet doluydu. Yolda bir gece geçirip kendisi, zengine ulaştı.

Soluk alır almaz, biraz ısındı ve hemen konuşmaya başladı.

Tefecilik yaparak ve Juman gibi zavallılara gıda ürünlerini satarak zenginleşmiş Baybek, aşırı derecede iğrenç bir herifmiş. ‘Rezervelerim yok’ diye ricasını geri çevirdi, Juman ona sabaha kadar yalvardığına rağmen reddetti.

İçi tamamıyla kararmış vaziyette dönüyordu, ama Allah karşına bir insan gönderdi ki onun yemekten daha bazı şeyler kalmıştı. Ailesi için saklıyormuş, ama paylaşabilirmiş. Bir danaya karşılık bir çuval un. Ancak Juman, bu danayı bir sene içinde beslemek zorunda olur. Juman sevindi – herşeye razıydı. Onun için doldurulmuş çuvalı omuzlarına alıp eve götürdü.

Bir-iki verst gidince, akciğerleri boğazına kadar geldi – nefesi tutuldu, bir adım bile atamaz oldu, yere oturdu. Önce de öksürüyormuş, şimdi de öksürmekten katıldı. Daha da fazla – ondan ter şıpır şıpır damlıyordu, sırtı hemen soğudu, bütün vücuduna kramp girdi, burun deliklerinden kan akmaya başladı, başı döndü. Öksürerek, inleyerek, yüzünden ter silerek, ayağa kalktı ve zorla yürüyerek akşama doğru Arbabay auluna ulaştı. Bu aul da ihtiyaç içindedir. İnsanlar açlıktan çekiyorlar. Boş kaynatılmış suya yulaf ekleyip, bu ‘çorbayı’ içiyorlar. Evleri ısıtılmamış.

Juman, leş kokan, pis, nemli bir deliğe uğrayıp orada bütün geceyi yatıp geçirdi, kendisine bir ateş basıyordu, bir kendisi soğuktan titriyordu, gözlerinin önünde kamaştırıcı parlar lekeler yanıp yanıp sönüyordu.

Canın nasıl kopmadığı belli değil, ama sabahleyin kalktı, çuvalı tekrar üzerine aldı ve düşe kalka yürüyerek yoluna devam etti. Dört gün daha soğuk beyaz bir uzayda ayaklarını sürükleyerek yürüyordu, beşinci günde de, o hale düştüğünde ki dudaklarını kımıldatmak için kocaman bir çaba lazımdı, nihayet, kürtünlerde ölen, doğup büyüdüğü aulun üzerinden kalkan mavimsi kır sicim sicim yükselen dumanı gördü.

Eşiğine nasıl ulaştığını hiç hatırlamıyordu, hemen kendisinden geçti. Sayıklıyarak daha iki-üç gün ıstırap çekti. Dördüncü günde gözleri derince çöktü, vücudu gevşedi ve dudakları kül rengini aldı. Ona göz atan Kartkoja, dehşetten donakaldı. Juman, göz kapaklarını hafifçe kımıldadı ve az görülür bir el hareketiyle çocuklarıyla eşini çağırdı. Onun ellerini tuttular, kendisi de, dilini zorla kımıldayarak vedalaşmaya başladı: ‘Siz önce... getirdiğimden... herşey gerçekleşti... kocakarı... gözleriniz... beni yanlamasına gömmün... elveda... affedersiniz...’ diye.  Güneş battığı anda kendisi, son kere nefesini çekti ve gözlerini temelli kapattı.

 

Fedailik

O hüzünlü günden itibaren bir sene geçti mi?

... İçli içli meleyerek, uzun ince bacaklarında, kısa kürk mantosunda bir marya-ana – burnu yarımay gibi, barınağına yürüyor. Etrafta, sıkı bir halı gibi otlar serilmiş, siyah bir deve dişi, nereye gittiğini belli etmeden uzun uzun ve hüzünlü hüzünlü resitatifle ‘Goy-goy...’ diyor. Yaman, uzun yeleli bir aygır, çekici bir kısrağa yaklaşıp, boynunu koklayarak, bildiğini okuyor ve şefkatle kükrüyor. Dişi de kendisinden uzaklaşıyor, kulaklarını kısıyor sanki ‘Bırak! Niçin öyle? Yoksa kendi kısrakların sana yetmiyor? Ben burada senin için dolaşmıyorum, yapışma...’, demek ister. Yelesinde beyaz kuyruklu bir serçe saklandı, yaramaz bir çocuk gibi: ‘Bulacak musun neredeyim?’ diye, ama kendisi de dayanamıyor: ses çıkarıyor ve kuyruğuyla vuruyor: ‘Burada değilim ki!’ diye.

Gün ağarmadan önceki uzayda at sürüsü yayılmaktadır. Bozkırda, evlerden bir ötede, artık uyanmış köylüler, çömelerek tuvalet yapıyorlar.

Kışlağın arkasında üç tane yurta kafesten barakalar yapıldı. Onların önünde, ellerinde gusül için bakır ibrikleri ve havluları tutan birkaç avrat koşuşuyordu. Demek ki Alimbay’ın yaşlı kadını artık bu hayatla vedalaşmaya karar verdi. Gerçekten de, kadınlar onun bedenini yıkamaya, ona beyaz giyimlerini giydirmeye hazırlanıyordu.

İşte erkekler de gözüktü, kazanlara boyunlarında al kurban ipleri olan boğaları ve koyunları getiriyordu. Gri sakallı mollalar, ağırbaşlı eda ile adımlarını atarak barakaya doğru yürüyorlar. Ambarlardan onlara birçok hafifçe giyinmiş insan atıldı. Onların peşinde, kaba bir şekilde sepilemiş deriden bir pantolon giyen genç bir molla yavaş yavaş yürümektedir.  Niçin o kadar gönülsüzce? Ruhunu ne mahcup eder? Belki de sebep ölü bir yaşlı kadındadır. Neyi düşünmektedir?

Kafanızı patlatmayınız – bu yerli molladır. Yürüyerek te şunu düşünmektedir. Fedailik düşünmektedir. Şimdi, dudaklarında dua ile, ölmüş seksen yaşındaki bir insanın günahlarını üzerine almak zorundadır. Tabii ki, Allah fedakârlığını kabul ederse.

Kabul eder mi, etmez mi, kocakarı ile uğraşması lazımdır. Bu yaşlı kadın da nasıldır, onda bu kadar fevkalade olan nedir? Hiçbir şey, ancak en hain yaşlı bir cadı ünü vardır. Aman Tanrı’m! Kendisi de bu cadının günahları için sorumlu mu olmalı? Onun günahları, kafasındaki saç tellerinden fazladır, kendisi de daha genç bir delikanlı, bu nasıl yani? Bu kadar yüce olan misyonunu tam olarak gerçekleştir ve direk cehenneme gidersin!

Yok, Kazaklar törenlerinde hiç iyi kalpli değildir, vay! Onu direk cehennem ateşine atarlar! Ona, Kıyamet gününde: ‘Sen niçin kendine o kadar çok günah astırdın?’ diye sorarlarsa, o hangi cevap vermelidir? Böyle bir ‘fedakârlık’ olmaz olsun!

Belki de, ondan bir türlü kaçınabilir, mazeret gösterebilir? Sadece dene – evde ne kadar azarlayacaklar.

İhtiyacı lanet olsun, vay! O kadar ihtiyaç içinde olmasaydılar, kendisi yaşlı kadının günahlarına dokunmayı düşünmezdi, onun yanından geçmezdi bile!

Böyle düşüncelerden şeytan azabını çekiyordu, ayakları da yürümekteydi.

Daha önce düşünmek lazımdı, kabul etti mi – geriye bir yol kalmadı. Ne olursa olsun, rahmetli olana girmeye zaman geldi.

Genç molla barakaya girdi. Onun tam merkezinde, yere serilmiş bir kefen üzerinde uzanmış, ayaklarıyla kapıya doğru çevirilmiş olü köhne beden yatmaktadır. Rahmetlinin başında dua edenin pozunda gri sakallı bir molla oturmaktadır. Aynı yerde ölenin oğlu, iki-üç hoca ve bir ihtiyar kadın daha yerleştiler.

Cenazeyi görünce, genç molla sonuna kadar korktu ve sırtını barakanın kafesine dayanarak ne kadar mümkünse uzak oturmaya çalıştı.

Böyle bir kenarda da saklardı, ama yaşlı molla yaklaşıp onun sağında oturmasını emretti. İtaat etmek zorunda kaldı. Sararmış cenazenin korkusundan gözleri fal taşı gibi açıldı, bakışını ondan alamıyordu.

Yüreği kopup aşağıya kaymış. Ölü beden de ne kadar soğukmuş! Dehşet.

Hüzünlü törenin başlangıcını bitirip, kır saçlı molla tespih çıkardı ve taş gibi olmuş yüzü ile sessizce ‘Talel’ duasını okumaya başladı. Sağ elinde kırmızı bir ip var. Duayı bitirip, gür sesle rahmetlinin ismini, onun babasının ismini söyledi ve sonra dedi:

‘Ödevini ve sabrını göstererek sen, kalbini pekiştirip, onun yerine cevap verme görevini üstleniyor musun?’

Ve yün ipi genç mollaya uzattı.

O da sadece hüzünlü hüzünlü hareketsiz kalıyordu, ne yapacağını bilmiyordu: ipi alsın mı almasın mı?

Onu artık bir yana itiyorlar ve ‘Aldım de’ diye ısrarla emrediyorlar. Delikanlı da şaşkına dönüp ipi aldı ve dedi ‘Aldım, aldım’, ondan sonra diğerler de bunu tekrarladılar. ‘Bin defa: Aldım, aldım, en az bin defa’ diye, genç mollanın kafasından bir düşünce geçti.

İp, elden ele dolaştı – seksen kere çekmeye çalış, yaşlı kadının yaşadığı yıllar kadar. Her an ona bir yıl kadar uzun geliyordu. ‘Bu ne zaman bitecek ki?!’

Sonunda tören bitti. Havaya çıktık. Genç molla hamamdan çıkmış gibidir, hem alnından, hem sırtından ter akmaktadır, hemen ne kadar mümkünse uzak bozkıra kaçtı. Sadece orada, bozkır açıklığında soluğunu aldı, biraz kendisine geldi.

Okuyucular onu tanıdılar mı acaba? Hatırlamıyorsanız, adını kendim söyleyeceğim: bu Kartkoja ya.

 

 

 

BÖLÜM İKİ

2

 

Zahmetler

Temmuz ayı. Göl, martı kuşu gibi, kenarı - omuz sırığı şeklinde uzandı, aullar onun üzerinde rahat durur, gök semaver altını ile parlıyor, ama şimdi artık yazın al güneşi batmak üzeredir ve dünyanın bir kenarından meraklı meraklı bakmaktadır.

Bir at sürüsü, gırtlaksı kükreme ile toz bulutlarının içinde suya atıldı. Koyun sürüleri meliyorlar, inekler yavaş yavaş geliyorlar, öküz böğürdü, oynayan çocuklar çığrışıyorlar, avratlar çağrışıyorlar...böğürme, gülme – sesler, ocak dumanı ile beraber aulun üstüne çıkan heyecan verici bir uğultuya birleşiyorlar, gölden de akçıl sis yayılıyor. Bir orada, bir burada insan girdabı yer alır, dağılır ve yine de insanlar tek tek bir yere koşuyorlar, acaba kendiler anlıyor mu: nereye ve niçin?

İyi bir yazdır, herşey düzene girecek. İşte insanlara uyku basmaya başladı. Kafaları döndü, herkes yaz havası ile sarhoştu. Biz de uykulu kalabalığın içinde ne yapalım? Uykuya dalıp, uyuyakalıp ta baş ağrıyacağına kadar uyumak istemeyiz ki. Biz daha iyi okuyucuyu açıklığa, tepenin başına götürelim ve orada, göğüs dolusu bir nefes alalım. Şakşan dağlığın yüksek tepesine tırmandık, onun üzerinde oturan iki delikanlı gördük. Onlardan biri – zavallı Kartkoja’dır. İkincisi Rus tarzında giyinmiş: paltoda, başında bir şapka vardı, ayaklarında – pabuçları. Galiba, şehrin bir okulunda okumaktadır. Lâf yok – öğrenci, yüzünden bunu demek zor olduğuna rağmen: siyah bıyıklar ancak terledi, çenesinde seyrek kıllar, olanaklı sakalı ancak hatırlatmaktadır. Kartkoja’nın elinde bir kitap var, galiba o, şehirli okumuş insandan ders almaktadır. Şehirlinin de canı sıkılıyor, kendisi bir yanda taş bulup, biraz ötede görünen beyaz kırığı nişan alıp ona atıyor. Kartkoja’ya konuştu: ‘Neyse, Rus harflerini ben sana öğrettim’, diye. ‘Şimdi kısa hikayeleri okuyup çevirmeyi öğreteceğim’.

-          Bu kitabı, daha şehre gitmeden okuyup bitirmek iyi olurdu. Yazın şehirden bozkıra döndüğünde öğrenci, para karşılığında yerli bir Bay’ın çocuklarına ders verir.

-          Bu kitabı mı? Okursan bir-iki hafta sonra kendin Rusça konuşmaya başlayacaksın. Hala mezar gibi aydınlatılmamış dolaşıyorsun... iyi bir ele ulaşmadın.

-          Bu benim suçum mu? Gündüz gece sadece okula nasıl gidebileceğimi düşünüyorum... Ah, hayat..., diye içini çekti.

-          Ben de senin gibi azap çektim. Ama sonra tercümandan Rusça okumayı öğrendim, kendim de çevirmeye başladım, kendim herşeyi anladım. Evde herkes karşıydı, ben de dinlemedim, şehre okumaya koştum. Bir senede birden iki bölüm bitirdim. Sen de herşeyi becerirsin.

Kartkoja, dedi:

-          Allah gibi...

Öğrenci sırtına yattı. Göğe bakıyor. Başını, batan güneşe çevirdi. Bakışını köye kaydırdı. Beyaz etekleri gözüken, bozkır istikametinde uzakalaşan kadınları gördü, onlardan göz ayırmadan, düşüncelerine dalıp ve sözlerini yayık yayık konuşarak Kartkoja’ya: ‘Ne dedin?’ diye sordu.

-          Sizin aulunuzda de çok sayıda kız vardır, bizimkilerle ne işin var? – diye Kartkoja, gülerek cevap verdi. – Benim dediğim de basit bir şey... Anlaşılır ki eşeğini evvel sağ kazığa bağla sonra Tanrıya ısmarla – laf yok.

Şehirli delikanlı da tekrar konuşmayı, en sevdiği konuya çevirdi ve Kartkoja’ya beşinci kere: ‘Nasıl düşünüyorsun, burada gölün etraflarında daha güzel olan kızlar var mı?’ diye sordu.

-          Ee, yok galiba...

-          Nerede olduğumu sorduğunda ne cevap verdin?

-          Dedim ki onu gördüğünden beri uykun kaçmış, hep onu aklında taşıyorsun.

-          Bunu sen iyi dedin, becerikli bir cevap! – diye öğrenci, sevinç çığlığını atıp güldü.

-          Sonra da ne? Ona hayran olduğumu söyledin mi?

-          Dedim ki seni çok kız düşünüyor, sen de bir tek onu rüyalarında görüyorsun çünkü onun, genç kızlık şerefinin ne olduğunu bildiğini zannediyorsun.

-          O da ne dedi? Ne dedi? –şehirde çok okumuş olan diye sordu ve yüzünde tebessüm yayıldı.

-          Çok memnun kalmış. Ama daha fazla konuşmaya imkanımız yoktu. Birşey eklemek istedi de teyzesi gözüktü. Bunun için bambaşka şeyleri konuşmaya başladı.

-          Dönünce kaçırır mısın onu gene?

-          Bulurum.

Genç insanlar, ortalık tam olarak karardığına kadar biraz daha konuştular ve ayrıldılar.

Gölün yanında geçirdiği yaz Kartkoja’ya şans getirdi – Rusça derslerini almaya başladı. Şöyle düşünüyor: Sonbaharda daha fazla Rusça kelimelerini ezberleyeceğim, sonra da mutlaka şehre giderim. Öğretmeni de saf biri değildir – öğrencisini bir güzele, kızın uyanık akrabalarından gizli gizli olarak yazılarla ve selamlarla göndermeye başladı. Mamafih öğrenci, gönlünde gerçekten Kartkoja’ya ilgilenip acıyordu. Birçok böyle zavallıya kendisi, artık şehre okumaya gitmekte yardımcı oldu. Kartkoja uçuyor gibi oldu – onun eski hayali, real bir mana ile dolduruldu, Perslerin dedikleri gibi ‘mudda’. Şimdilik te günde iki defa yapabildiği gibi, Korpebay dayısının aulundaki çocuklara ders vermektedir. Halbuki yemek te lazım. Misafirler uğrarlarsa, hem semaveri kaynatır, hem de odaları temizler. Başka kimse yoksa, kısrağı da sağar. Dayısı memnundur. Kartkoja da seviniyor. Şuna rağmen ki genç bir molla olarak şimdiye kadar cenaze törenlerinde zaman zaman acı çekmeye mecbur kalırdı – dayanırdı. Artık iki-üç ay kaldı. Sonra da şehre gider. Orada okula girer, Rusça öğrenir ve yüksek bir rütbe alır. Kendisini böyle avutuyordu.

 

Gençler

Birçok gün geçti. Bir yaz gecesi, bir fevkaladelik yok. Göğün siyah kadifesinde elmas dökmesi gibi ışıldayan yıldızlar parıldamaktadır. Gölde, bir kuğu gibi yarımay çalkalanıyor. Ne bir fareden hışırtı, ne ottan fışırtı, sana öyle geliyor ki on tane tepenin mesafesinde fısıl konuşmaya başlarlarsa – duyacaksın, köyler uyumaktadır. Junis’ı göl kenarındaki bir sel yarığında saklayıp bırakıp Kartkoja, eğilerek, yarı bükük bacaklarında, öğrencinin güzelinin yurtasına sine sine yaklaştı. Avlu köpeklerinin havlamaları duyulup kesildi. Onlardan sonra kısa bir zaman için kancık köpekler, şehirli sokak kadınları gibi, ses çıkarmaya başladılar. Yukarıdaki köyden birden, şarkı söyleyen kızların sesleri işitildi. Bir kadın karanlıkta, anlaşılır bir şekilde ‘Ah, sahi mi... vay, böyleymiş!’ dedi. Çok yakından bir yeniyetme yatağından kalktı, kapalı gözleri ile sofiyan zikirde gibi oflaya puflaya, kollarını sallayarak bir döngü yürüdü, sanki uykudan yüzüp çıkmak istedi: ‘Ben de uyumuyorum’ diye. Tentlerin altında ve ambarlarda hayvanlar çevirerek zorlu ve sesli sesli solunuyor. Kızın, keçeden yapılmış yurtanın hangi tarafında uyuduğunu bilmeden, ilk bulduğu büyük deliğe dirseğine kadar kolunu soktu. Kız uyumuyormuş, zorla işitilir bir sesle vay! dedi ve parmaklarına dokundu. Kartkoja: ‘Bu benim’ diye fısıldayıp yüzünü de deliğe soktu. Kızın okşayıcı nefesi yanağını yaktı. Kendisi silkindi ve titreşti, sanki ona şimşek vurdu. Kartkoja: ‘Çabuk çık’ diye mırıldadı ve örümceğe basmaktan korkan bir çocuk gibi ayaklarını yüksek kaldırarak bir yana çekildi. Orada çobanlar için niyetlenen boş olan alçak bir binaya girdi, keçeden yapılmış perdenin arkasında saklandı ve kirpi gibi büzüldü. Kendisini hiç bekletmeden güzel, uzun kaftanına kafasıyla sarınıp, usulcacık kapıyı açıp yurtadan kaçtı. Yerinde durup karanlığa dikkatle baktı ve dinledi – güvenliği uyanıp uyanmadı mı, ve kararsızca yerinden kımıldandı. Yakında cesareti onu bırakmış, kız çömelip hareketsiz kaldı. Kartkoja da hareket etmeden oturuyor, bir gözü ile kızı izliyor, öbürüyle kapıya bakıyordur. Kız, yurtaların tarafına dönüp baktı. Hayır, hiç kimse gözükmedi: ‘Takip ediyorlarsa? Babası uyandıysa? Teyzesi herşeyden haberdar olup peşindeyse?’ diye yüreği atıyordu. Sel yarığında da öğrenci kımıldıyordu, sabırsızlıkla: ‘Nerede ki o? Gelir mi gelmez mi?’ diye düşünüyordu, ve kalbi kaburgalarına vuruyordu.

Gri bir keçenin arkasında oturan Kartkoja: ‘Tanrı, onlara yardımcı ol!’ diye aşık olanları merak ediyordu. Kızın endamı kalktı ve yine gizli gizli göl istikametine kaçtı.

Yürekler ne kadar parçalanırsa, ne kadar büyük bir korku varsa ve ne kadar çok utanıyorlarsa da, aşkın tatlılığı o kadar istenir ki durmaya güç kalmıyor. Güzel nihayet sel yarığına ulaştı, oradan da ona artık öğrencinin kolları uzanır – kızı kaldırdılar ve aşağıya çektiler... Gölün yüzeyi cam gibi sakindir. Ama yakışıklı ay gökten ışıkları ile gölü mahcup etmeye başladı, su da dalgalandı, mahcup oldu, dalgadan sonra yeni bir dalga kalkmaya başladı ve şöyle geliyor sanki göl, gece ışık veren gökcisminin gözünden kaçıyordur, ama birden o kuvvetten düşüp sakinleşti.

Dişi kuğu – siyah kuş, odasından komiser gibi azametle dışarıya yüzdü. Ona hemen dişi kazlar atıldı, çığrışmaya başladı, birşeyler talep ediyorlar, avratlar gibi de birşeylere şikayet ediyorlar. Büyük aulunun tarafından canhıraş feryatlar duyuldu. Ancak ayrı ayrı kelimeler ve cümleler anlaşılır, ama gece havasında onlar, net ve telaşlı olarak duyuluyordu. Kartkoja dikkatle dinlemeye başladı: ‘Çar emretti’ – ‘On dokuzuncudan otuz birinciye kadar’ – ‘Herhalde Kazaklar için kara günler geldi’ – ‘Vay Allah vay’ – ‘Ne dehşet!’ Sesler çoğalıyordu. Güneşli sıcaktaki yabanarısı uğultusuna dönüştü. Sonra da kesilmeye başladı. Yavaş yavaş ta her yerde yine sessizlik eğemen oldu. Kartkoja sonunda birşey kavrayamadı. Ancak, insanların berbat bir haber aldıklarını anladı.

 

...19 ve 31...

Kartkoja, geç uyandı. Güneş çoktan ufuğun üzerine çıkmış. Atlar, otlaklardan dönmüş. Ama kısrakları karşılamaya kimse çıkmadı. İnekler de mandıraların çitinin yanında anlayışsız anlayışsız dürtüşüyordu. Çoban, onun belindeki ebedi sopası ile de gözükmemektedir. Komşu kadınlar, süt dökmüşter, diğerler de kımız çırpıp köpürtmek yerine uykulu uykulu, köyün bir kenarında duruyorlar. Vahşi kedilerin çığlıkları da duyulmaz oldu. Vahşi kediler ama ne! Çocuklar duyulmamaktadır, küçükler bağırmıyor, ağlamıyor, kahkaha gülmüyor. Hem olgun erkekler, hem de delikanlılar yolda durdukları gibi – kim sırık, kim kırbaç tutarak – böyle de durur. Bağlanmış gibi, sanki onların üzerine bir ağ atıldı.

Kartkoja giyinip, külübesinden çıktı. Korpebay dayısının yurtasına gitti. Dayı da göğsüyle asâya, omuzuyla da kapı sövesine dayanarak eğrice durmaktadır. Kartkoja, ona konuşmaya cesaret bulamadan, yandan geçti. Bir araba gördü, arabada da öğrencinin gizlice seçilmiş kızın ailesi vardı. Arabanın bir köşesinde, eğrilip bayoğlu yerleşti, Kartkoja ona yaklaştı. O başını bile kaldırmadı, ağır ağır içini çekiyor. Kartkoja onunla konuşmaya çalıştı, ama konuşma bir türlü hiç yürümüyordu. Oğlunun yanında anası oturuyor, suratı asıktır. Her zaman güzel kokulu sabun kokan gece güzeli aynı yerde oturmaktadır. Daha önce titizlikle ördüğü saç örgüleri yarımyamalak örünmüş. Kendisi de çok üzgün, birden güzelliğini kaybetmiş yüzünü indirdi, saman çöpüyle tırnaklarını temizliyor. Kartkoja: ‘Aman Tanrı’m! Onun gece görüşmeleri ortaya mı çıktı?’ diye telaşla düşündü. Ne olur ne olmaz diye onun istikametine bakmıyor bile, sanki hiç tanımaz. Ama her şey o kadar iyi gidiyordu, halbuki o kesin hatırlıyor ki güzel evine dönünce, ana babası horuldayarak derin uykudaydı. ‘Belki de onların bir akrabası ölmüş ve onlar cenaze törenine gitmek üzeredir?’ Biri vefat etseydi, yanlarında mutlaka bir sürü insan dikilip dururdu. Ama başsağlığını dileyen hiç kimse yoktu. Merakla kaplanmış, Kartkoja tekrar arabadaki delikanlıya sorularıyla yapıştı:

-          Ne oldu? Kötü haber mi alındı?

-          Sen ya duymadın mı? – Yok!

-          Tanrı kurtarmadı...

-          Neden?

-          Kazakları orduya alacaklarmış.

-          E, bırak!

-          İstersen bırak, istersen de kaldır.

-          Sabaha doğru çığlıkları duydum.

-          Bunun için duydun.

-          Kimleri alacaklar da?

-          Yaşları on dokuz – otuz bir arası olan herkesi.

-          Aman Tanrı’m! Aman Tanrı’m! Off!... Ne zaman ama?

-          Uzun beklemeyeceksin...

-         Aman, Aman Tanrı’m, vay! Bu da... bu bir kabus ya! diye Kartkoja dehşete düştü ve çaresizce çömeldi. İşte size sebep, niçin aul insanları şöyle davrandılar sanki kıyamet koptu, sanki gökten dünyaya tufan getiren zifiri karanlık düştü; hayalgücünün sayesinde artık, bütün yüzler kan revan içinde, bedenler korkunç bir şekilde merhametsizce içleri çıkarılmış vaziyette görülmektedir. Etrafta da, daha önce görülmemiş idam sehpaların ormanı büyüdü, her başın üstünde Çar emrinin ilmiği sarkıyor – yürekler soğuyor, ulusan da... Kartkoja, en çalışan, en becerikli erkekler ve delikanlılar alındıkları halde çocuklara, ihtiyarlara, kadınlara ne olacağını hüzün ile düşündü. Onlar da ölümden kurtulmazlar o zaman. Ama bu düşünceyi geliştirmedi, önce kendi kısmetini iyice düşünmeliydi. Kendi külübesine ayakları geri geri gitti. Omuzlarına uzun kaftanını alıp açık kafesin yanında yattı ve düşünmeye başladı. Güneşin altında çıkık alnında hemen ter damlaları çıktılar, parmaklarıyla toprağı kazıyor sanki ona tutunmaya umudu var. Düşünceleri şöyle: ...19 ve 31... Ben bu sene on sekiz oldum. Beni galiba almazlar. Yada yine de sürükleyecekler? Ya gerçek yaşımı bilmek istemezlerse? Müstensih deftere ne yazmış ki? Doğum yılımı değiştirebilir mi? Yok, bu imkansızdır, herşey karışır, kimin genç, kimin ihtiyar olduğunu anlayamazsın. Herkese sormaya başlarlarsa da herkes kendisi kendine yaş seçecek. Nüfus sayımına göre alacaklar. Tabii ki öyle. Nüfus sayımını değiştirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur, tabii ki aul başkanı çevirmenle yeniden yazmazlarsa... Yaşımı tekrar sayayım: on sekiz oldum...on dokuz daha ne zaman olacak! Yanılıp ta bana bir yaş eklerlerse? O zaman mahvoldum ben! Ama niçin ben, hep kendimi düşünüyorum? Ağabeyim... O artık yirmi beş yaşında. O kesinlikle direk savaşa gidecek, onu alırlarsa da biz ne olacağız? Karısı hiç iyi huylu değildir, kendisinin de üç tane çocuğu var – biri birinden küçük. Babam öldü... Ağabeyim tek umudumuz, onu alırlarsa evimiz sahipsiz kalır! Annem ihtiyar oldu, küçük kardeşim daha büyümedi. Ağabeyimi alırlarsa herşey bana kalacak, vay! Ben onların hepsine nasıl yemek sağlayayım... hayvanlarımız olsaydı... Ancak üç tane inek danalarıyla, üç yıllık bir düve, iki tane iki yıllık at, alaca ve gri... başka da hiç birşey yok. On tane sağmal keçinin üç yavrusu öldü, bir keçiyi kurtlar koparmışlar. Kızıl kıllı maryayı çobanlar kaybetmişler. Bu az bir şey, ne kadar zaman için yetecek? Et için yarısı gider... İleride Sonbahar, kış için stokları yapmak lazım, para da lazım – kırık için, un için, giyim için, demek ki bir-iki hayvanı satmamız lazım olacak, borçları da nasıl geriye ödeyeyim? Ağabeyim yanımda olmadan nasıl becerebileceğim? Tipiler de gelirse? Kışın nasıl ben kuru ot getireyim, kışın hayvanları nasıl otlatayım, nasıl onları tipi varken geriye süre süre getireyim? Yapamam ben. Ben, ancak insanların verdiklerini kazanabilirim. Ben, ambarlardaki deliklerini bile kapamak vaziyette değilim, ayakkabıyı tamir edemem, ocak borusunu gerektiği gibi temizleyemem. Ağabeyim karısını da avucunun içinde tutardı, anasına betelenmeye izin vermezdi, ne lazım olduysa ona yaptırırdı. Bir kere onu patlatır, o kadar. Ben de birşey olursa ona nasıl sesimi yükselteyim? Ağabeyim cepheye giderse evimiz durmaz, gitmezse –Allah korur. Aman Tanrı’m vay, o olmadan işimiz duman olur...Ben, Rusça okuma-yazma öğrenir öğrenmez, şehir okuluna gitmeye hazırlanır hazırlanmaz nasıl herşey aniden yıkılmış, vay! Geçen kere okumaya hazırlandığım zaman babamla o olan oldu. Şimdi tekrar herşey ters gitti. Sonunda ben, şanssız bir insanımdır...

Ağabeyim bizden alınırsa, okuyamam ben. Belki de, boş verip te kendim şehre gideyim? Bırak... Tanrı’dan kork. Annemi ben boş veremem. Babasız kalmış ağabeyimin çocuklarını zaten öksüz edemem... Hayır, asla, okulu unut.

Sonunda ne? Okulu hiç hayal edemem mi bile? Kartkoja, öğrenim o kadar çekici olmasına dayanamayacağından korkup, sanki bir hapishane hücresinde oturuyordu, kendisine şehirdeki okumayı hiç düşünmemesini emretti. Halbuki, herkes savaşta ölmez. Yaşarsa da, belki döndükten sonra? Ama, şimdi düşündüğüm bütün bu dehşetli şeyler gerçekleşirse? Hayır, onun ana baba kardeşi, ağabeyi ölemez ki! O, kuvvetlidir. Hiç mahvolmamalıdır. Aman Tanrı’m ah! Koru bizleri! Kötü şeyleri artık hiç düşünmeyeceğim. Kara düşünceleri Kartkoja’nın başını o kadar sıktılar ki şakakları acıyordu. Tek bir düşüncesi vardı: ‘Ağabeyim ölerse!’ Bu düşünceden öyle bir hüzüntü hissediyordu ki bu dünyadan kaçmak istiyordu. Kendisi razı değil. Kafasını salladı, sanki aydınlandı, etrafına bir baktı. Bazılar, atlarını eyerliyordu, biri artık Büyük aulun istikametine dörtnala gidiyordu. Orada da, yolun üzerinde, bir atlı daha hemen hemen gözden kayboldu. Kartkoja artık, oturup ta yerde duramaz oldu, dayısına atılıverdi.

-          Dayı, ben Büyük aula gitmek isterdim.

-          Git, - diye Korpebay izin verdi.

-          Neyle ama?

-          Kısrağı eyerle. Onu hızla koşturma. Geldiğinde ona soğumayı müsaade et, sonra da sürüye gönder.

-          Tamam, - dedi Kartkoja ve atlara çıktı.

 

İlk çatışma

Büyük aulda – ilin merkezinde, atlılardan bir kalabalık oluştu,bir yaya sığdırılmazdır. Kartkoja, kısrağını aulun kenarındaki bir direğe bağlayıp, ilbaşının evine yürüyerek gitti.

-          Haber var mı? Listeleri artık astırdılar mı? diye, kapıcalıkta itişen kendisi gibi olan bir akranına sordu.

-          Daha astırmadılar.

-          Gösterecekler mi?

-         Bilmiyoruz, tercüman daha gözükmedi.

Kartkoja, sıkı bir halka olup oturan erkeklere yaklaştı. Onların önünde kayış gibi bir delikanlı duruyordu, göğsü çıplak, kamçıyı sallıyordu ve kurt gözleri parıldayarak hararetle şunu diyordu:

-          Göstermek istemiyorlarsa, üzerine otururlarsa bile, kamçı vururuz zorla alırız! Hep beraber, kuşlar gibi çöküşeriz ve zorla alırız!

-          Doğru dedin! Ecelli yine de bir kere gelir!, - diye, çömelmiş bir yiğit, oğlanın tarafını aldı ve yumruğunu yere vurdu.

-          Yine de çek ederiz, bedeli ne olursa olsun!

-          Allah bizim tarafımızda!

-          Onlar size boklarını bile göstermezler... – diye bazılar, şüpheler etti.

Kartkoja’nın yüreği atladı. Kendisi, gözleri öfke dolu, kollarını sıvayıp hemen savaşa katılmaya hazır olan oğlanların sözlerini beğendi. Bu tip kahramanlar olunca hiç bir düşmandan korkmaya gerek yok.

-          Haydi, hep beraber? – diye, kurt gözlü olan haykırdı.

-          Hep beraber!, diye her taraftan şiddetli bağırışlar başladı, havada da kamçılar görünüp görünüp kayboluyordu.

Şimdilik te önemli baylar ilbaşının evinden çıkıp, azametle, yavaş yavaş kaynayan kalabalığa yürüdüler: geniş bir sakalı olan uzun boylu hakim, onunla beraber de göbekli baylar ve daha basit baylar. Kartkoja, şu daha basit olanları tanımıyordu. Kalabalığın bir kenarına çekilen yırtık şapkalar, ellerini uzatarak, onlara gönül indiren baylarla ve mirzalara merhaba demeye acele ettiler. Kartkoja ile beraber kümeleşmiş oğlanlar da, yüzü daha da uzlaşmaz olmuş kurt gözlü yiğita dönüp bakıyordu ve, gelen bayları selamlamak istemeyerek kımıldamadı bile. İl hakmi, kalabalığa yüzünü yaklaştırarak:

-          Vatandaşlarım, hayatınız nasıl?, - diye sordu.

Bazılar dudaklarını kımıldadılar, merhaba diye, diğerler de ancak çenelerini kaldırdılar.

-          Makamların size söyleyecekleri vardır. Biraz geriye çekilin, yarıhalka oluşturun.

Baylara daha yakın duranlar hemen kabul ettiler: ‘Konuşsunlar, çekilin... Dinleyelim...’

Kazaklar yana çekildi, bir birine yaklaştı, oturdular – herkes, kendisi için daha rahat ve daha edepli bulduğu bir şekilde, konuşmacıların için iyi görülür bir yer boşalttılar. Sustular. Kendisine itaat ettiklerini görünce hakim, daha da kurumlanmaya başladı, ondan sonra da diğer gri ve yer yer ağarmış sakallar da aynı şekilde davranmaya başladı.

-         Bre, gençler!,- diye, iktidar yükseklerinden gönül indiren konuşmacılardan biri konuşmaya başladı. – Yüzlerinizin ne kadar hüzünlü olduklarını, yüreklerinize umutsuzluğun ne kadar derin girdiğini görüyorum. Gözümün bebekleri, üzülmeyin! Öfkeyi yüreklerinizin içine bırakmayın! Dendiği gibi öfke – bir yabancıdır, akıl – bir Dosttur. Öfkeli bir insan kendisini hatırlamaz...

Sözünü kesmeden dinliyorlar.

-         Her şeye gücü yeten Allah, on sekiz bin dünyaya sahiptir. Bütün Evren’de bir tek Allah eğemendir. Allah’tan sonra, Dünya’daki iktidar Çar’ın elindedir. Fermanını yerine getirmemeye kimse cesaret bulamaz. Biz ne diyelim, bizden önce yaşamış hanlar, baylar ve savaşçılar ona karşı davranamazdı. Herkesin kendi limiti vardır, biz de, aya atlamış aslanın ancak bacaklarını kırdığını hatırlayarak sağduyuyu gösterip, Çar’a sadık olacağımıza yemin ettik. Buna çok şey bağlıdır. Vatandaşlık ödevi zordur. Hepiniz çiçekli bitkiler, erişmekte olan meyveler gibisiniz, gözümüzün sevinci, çocuklarımız, kardeşlerimiz. Siz cepheye giderseniz biz ne olacağız? Kamburlaşırız, soluruz... Ama ne yapalım, aynı akıbete uğramayan bir millet var mı? Bizi, yaşayarak saygı kazanan aksakalları, lütfen rezil etmeyiz. Yoksa biz, nasıl bir millet oluruz?... diye devam edecekti, ama aynı kayış gibi olan, kurt bakışlı yiğit lafını kesti. Parlak kamçısını sallayıp: ‘Tatlı paravlan burada beş para etmez!’ dedi.

-          Nüfus sayımını içeren defter nerede? Listeler nerede? Versene! diye millet kalkıp, cevap olarak bağırmaya başladı.

-          Defteri elimize versinler!

Kalabalık içinden de uğultu geldi, aç bir sürü gibi harekete geçti.

Önemli bay aksakallar da kalkmaya mecbur kaldı. Nasıl kalkmasınlar ki onların üzerine, kamçılarını oynatarak oğlanlar, göğüsleriyle yükleniyordu.

-          Niçin defteri göstermiyorlar?

-          Niçin bayoğluların yaşları daha küçük gösterildi?

-          Biz de daha küçük göstereceğiz, kendimiz yeniden yazacağız.

-          İlbaşı nerede? Önce kafasını kırmak lazım!

-          Defteri elimize versinler! Bakarız! Yakarız!, diye bağırtıları göğe çıkıyordu.

Bu gürültüde, şunu diyen önemli, iktidarda olan aksakalların sesleri duyulmuyordu:

-          Değerli vatandaşlarımız, haydi! Kimse defterde hiç bir şey düzeltmedi!

-          İlbaşı bu defter için canı ile öderdi!

-          O ne yapabilir ki!

-          Saçmalamayın! Sağduyulu olun!

Ama yiğitleri durdurmak artık mümkün değildi:

-          Kan dökülmesini istemezseniz, defteri bize verin! En son adama kadar hepinizi öldüreceğiz!

-          Şöyle! ... babanın ağzına!

-          Hakimlerin oğullarını da mı alıyorlar?

-          İlbaşının oğlu niçin cepheye gitmiyor?

Buna ne ve nasıl cevap olarak söylersin? İl hakimi, gırtlak çıkıntısını kımıldattı, ama gırtlağı, ona bir avuç kum döküldü sanki kurudu.

-         Sabredin! Biz, ilbaşına herşeyi söyleyeceğiz! Herşeyi istediğiniz gibi yapacağız. – diye, önemli baylar cıyak cıyak bağırıp ilbaşının evine geriye atıldılar.

Kalabalık ta rüzgar gibi şuraya oraya koşuşur, dalgalar gibi yükselir: off-off, puff-puff, baylara soluk almaya müsaade etmediler.

Tercüman, kapıcalığa çıkmaya mecbur kaldı. Delikanlılar kudurdu, onu az kalsın parçalayacaktı. Tercümanın yüzü kül rengini aldı, elleri titriyor, bir tanesini dikkat isteyerek zorla kaldırdı: - ‘Şimdi size vereceğim... biraz sabredin, biraz ilerleyeyim... diye, ve ilbaşının evinin arkasında bulunan idari binaya kalabalığın içinde güçbela kendimize yol açabilip girdi. Onun peşinden de, kendi yolundan herşeyi silip süpürerek isyankarlar da içine girdi. Tercüman, hacimli bir kutuyu açıp içinden kocaman bir defter çıkardı: ‘İşte, gelin’ diye. Oğullar, sanki oyunlarda keçi gövdesini gibi onu koparmaya atıldılar. Bir yana geriletilmiş Kartkoja, bir harikanın yardımıyla kısrağını buldu ve ona binip herkesi yakalamaya acele etti. Şunu merakla düşünüyor: ‘Defter nerede? Defter kimde?’, şu defter ki içinde onların hepsinin kısmeti belirtilmiş. Koşuyorlar, atlıyorlar, yoldan kaldırılan tozdan göz gözü görmüyor, ‘Darmen’de’ diye bağırıyorlar.

 

Kurtulma

Toz oturunca, isyan eden bütün bozkırlılar kendilerini, Büyük aulun batısında sarı bir küçük tepenin üzerinde bulmuşlar, herkes te kendisini ve sevdiği insanları düşünüyordu. Kısrağın yanlarına topuklarını vurarak, Kartkoja da oraya ulaştı. Bakıyor da: orada artık bir meclis oluştu. Sayım defteri, kurt gözlü olanın elindedir, Darmen olan oymuş – herkesin toplanmalarını bekliyor. Herkes toplayınca da yüksek sesle: ‘Rusça okuyan var mı?’ diye sordu. Toplanmış delikanlılar bir birine dönüp bakmaya başladılar. Hiçkimse ses çıkarmadı.

-          Şimdi ne yapalım ki?

-          Ben biraz biliyorum, - Kartkoja dedi.

-          E, haydi!

Kartkoja’yı, insan halkasının ortasına çektiler ve eline defteri verdiler. Kocaman kalınlıkta, Kuran’dan hiç ince değildir. Kartkoja gerildi, bir saat falan geçirip, kapağına parmak vurarak, okudu: ‘ Aile aile liste’. Sabırsız olanlar ona artık şey bağırıyordu:

-          Sen, kapağından okuma, içinden oku! Orada ismim var mı? Beni bak!

Kartkoja kitabı açtı, gözleri sayfalarına faz taşı gibi açtı. Bakışın üzerinde durduğu satırdan başladı: - Jılkaydar Malbagarop...

-          Burada böyle bir Jılkaydar var mı? Jılkaydar... Bir sürü bağırdılar, kimse ses vermedi. Kartkoja, okumakta devam ediyor: - Jena...Kun...Jamal...

-          Kunjamal var mı?

-          Bu kadın ismi ya!

-          Mat...Janiya...

-          Bıktırdın! Avratları anmayı bırak, erkek isimlerini söyle!

Oğlanlar kızmaya, okuyanı hızlandırmaya başladılar. Ama Kartkoja, daha çabuk okuyamıyordu. Hece hece yavaş yavaş anlayabiliyor, ancak alnından şıpır şıpır ter damlıyordu. Adlandığı oğlanlar bulunuyordu ama babalarının adları başkaymış yada doğum yılları değişiyormuş. Bununla uğraşırken, epeyce zaman harcadılar. El daha ve daha çok memnunsuzluk göstermeye başladı, hakaret etmeye bile başladılar:

-          Bu budala ya hiç bir şey bilmiyordur!

-          Kıçını kaşıyarak sessizce otursaydı – yok, ortaya çıktı: okumayı biliyorum diye! O hep şöyle harf harf çıkararak mı devam edecek?!

-          Ben de şey düşünüyorum: niçin Juman’ın oğlunu hemen hemen ihtiyar diye okudu!

-          Ne biliyor ki!

Kartkoja’ya son hüküm verildi – Darmen de ondan defteri aldı. Onu üzerinden kaldırdı:

-          Yiğitler, lanımız görevini beceremedi. Defteri ne yapalım?

Bir sürü ses duyuldu:

-          Bilen bir insan bulmamız lazım.

-          En önemlisi, yaşımızı lazım olduğu gibi düzeltmek.

-          Bu kitapta biz, çıplak gibiyiz, onu yoketmek gerekiyordur!

Darmen, en son teklifi doğru buldu.

Onu yakmak en hoş olacaktır. Defter olmayacak ve bizde de herşey tamam olackaktır. Onlar bize, kimin kaç yaşında olduğunu bilmeden hiç bir şey yapamazlar. Ne dersiniz?

Çoğu bu teklife razı oldu: - Doğru! Doğru bir karar! İyi bir fikir! Bal diline! Haydi, bir ateş yakalım! Hemen şimdi, herkesin gözünde yakalım!

Aynı anda herkes, kuru dalları, tezek toplamaya atıldı, bir yığın yığıp yaktılar. Ateş, çıtırtılar çıkararak yanmaya başladı. Hem kendiler, hem de önderi ile memnun olarak, ağızlarına tütün aldılar, bir birinin omuzlarını takdirle okşayarak oturdular. Alev de gerektiği gibi yandığında Darmen, üzerinde defterle durdu:

-          Ben, bu defteri ateşe atıyorum, bizi mahvetmek isteyen Çar Nikola da, kendisi de bu defter gibi yansın!

-          Yansın gâvur, kendisi ölsün! Bir izi kalmadan!

-          Yok olsun bela! Hep böyle olsun! Herşey dinsin! Tuh- tuh! – bir koro gibi tükürmeye başladılar.

Alev, kabarmış kitabın sayfalarını çabukça sardı ve yuttu. Ateş yanıyor, kalabalık kuduruyor: - Defol bela, defol! Biz sana rastladık mı? Biz seni dörmedik ki! Kaybol, yırtık siyah kuyruk! Herkes baya memnun: defteri gerektiği gibi düzeltmiş oldular.

-          Haydi, kendi aullarımıza dönelim!

Gürültü, patırtı, at toynaklarının sesi. Yine toz yuvarlayarak göğe kadar kaldırıldı. Herkes kendi evine kaçtı.

 

Daha ve daha hüzünlü

...İhtiyar Korpebay’ın oğlunu da savaşa gitmeye mecbur tuttular, bundan sonra da dayının evi dayanılamaz kadar hüzünlü oldu. Kartkoja da kendi auluna annesinin yanına dönmeye karar verdi. Zaten başka türlü davranmaya artık hakkı yoktu. Şöyle oldu ki başka bir listelerinde daha kendisi, on dokuz yaşında diye kaydetliymiş. Bunu, aul başkanı da doğruladı. İlbaşı da doğru yazılmasına inandırdı. Yazılana da inanmamak mümkün mü? O andan itibaren de hem Kartkoca, hem de annesi için en lezzetli bir yemek bile zevkini kaybetti. Son günlerde en inanılmaz dedikodular ortaya çıkıp bozkırda yayıldı. Şöyle diyorlardı: ‘Kazakları orduya göndermeyi emreden Çar değilmiş, buradakiler, yerli makamlardan bunu emretmişler. İnsanları yok edip te bütün sürülerini kendine mal etmek istiyorlarmış. Bu da, ilbaşlarının bütün vücut hareketlerinden ve birbirine göz kırpmalarından zaten görülüyormuş. Yok, Çar’ın emri de varmış, ama sonra kendisi, Mısır’dan olan azizlerden korkup emrini iptal etmiş.’

Boş laflar! Çünkü, Kazakları cepheye almakta gizli bir anlamı vardı. Almanlar, sonsuzca öldürdükleri Ruslara acımaya başlamışlar, bunun için ön cepheye şu milletleri göndermeye karar vermişler, ki onlara kimse acımaz. O yaktıkları defter bir işe yaramazmış, eskiymiş. Yeni listeleri içeren defter ilbaşının elinde kalmış, onlara göre de delikanlıları savaşa göndermek üzere koparıyorlar. Eski defteri yok eden yiğitleri de ilbaşı, yine de bir tutanağa geçirdi ve onları tutuklamaya emir verildi.

Önemli insanlar, kendi oğullarının yerine fakir ailelerin çocuklarını sokarlar. Diğerler de, ilbaşlarına ve tercümanlara rüşvetleri vererek oğullarını kurtarıyorlar, hem hayvanlarla, hem de kağıt parayla veriyorlar, onların hasta ve sakat olduklarını yazdırıyorlar.Çardan bir telgraf geldi: seferberliği altı ay için durdurmak. İlbaşları listeleri, aul başkanlarına teslim ettiler. Yakında tekrar çağırmaya başlayacaklar. Aydabol yiğitleri bu listeleri ele geçirmişler. İlbaşını da öldürmek istemişler, ama o bir türlü kaçabildi. Topal, kör olanları, ülserleri olan, kelleri ve müzmin boğulmadan mustarip olanları almayacaklarmış. O kadar açıkgöz babalar bulundu ki bu düşkünleri kendi oğullarının yerine gösterebiliyordu. Kartkoja’nın bütün bunlardan başı dönüyordu – kimin doğru söylediğini, kimin de laf olsun torba dolsun diye yalan söylediklerini anlayamıyordu. Kartkoja ne, bütün dünyanın kafaları, karışıklıktan ve her yerde görülen aptallıktan odunlaştı. Ah vah ederler, sanki akıllarını yitirdiler. Herşeyde kötü alametleri görmeye başladılar. Bazen kızlar-gelinler, henç bir adamın şakasına yada hiç sebepsiz – önemli değil – gülerler, yaşlı olanlar hemen azar: ‘Bize dert olsun diye mi kahkaha gülüyorsunuz?!’ diye. Hatırlamak lazım ki savaşın şimdiye kadar dokunmadığı aileler de vardı ve onlar, oğulları ve damatları mahkum oldukları ailelere ne kadar çok acısını paylaşsaydılar, kendi yurtasında zevk ile yemek yiyordu. Kalanlara da şöyle geliyor ki bu şanslı olanlar kınalar yakmıyorlarsa da mutlaka onlarla alay ediyorlar, her gülüş te, her tebessüm derin dir yara yapıyor. Kartkoja çok şey düşündü, çok endişelendi. Onlar Tungışbay abisi ile beraber giderlerse, kalan kadınlar ve çocuklar hiç yaşayamazlar. Ocaktaki ateş sönecektir. Onlardan da biri yaşarsa, onun işleri duman olur. Nasıl da yaşar? Hiç bilemiyordu. Öyle düşünceleri vardı. Ağabeyi de hep susar. Zayıflandı, saçları da ağır bir hastanınki gibi keçeleşmiş. Sabah erken gidiyor, gecede geç dönüyor. Nereye gittiğini, ne yaptığını söylemiyor.

Bir akşamda, annesinin her zamankinden daha çok acılı bir şekilde içler çekip ağladığı zaman Kartkoja, dayanamayıp bu günlerdeki bütün düşündüklerini konuştu: - Anne, bir daha ağlama, ne olur! Bir türlü çare buluruz. Ağabeyimle ikimizi alırlarsa öderiz, hayvanlarımız az bile olsa, ama akrabalarımızdan birisini, donatımımıza  bakmaya ikna ederiz. Ağabeyim gidip te ben kalırsam, Allah’ın yardımı ile kendim beceririm.

-          Sizden kimin gittiği benim için önemli mi olacak? Kendin göğsünden yavrunu nasıl koparırsın?

Kartkoja, yaşlanmış annesinin telaşını gidermeye çalıştı.

-          Beraber olursak, derde dayanmak daha kolay olur. Bir tek bize bu dert gelmedi, bak, komşularımızın tek oğlu olan Kusain alınıyor. Bir türlü beraber kurtulacağız...

-          Zavallım benim, küçük yaştan beri behresiz... Nasıl olur ya?.. Kim bilir... bir hastalık başa gelirse?

-          Anne, vay! Biz daha eşiği aşmadıysak niçin bu tür şeylerden korkalım? Benim gibi olan çocuklar, güneşin uğramadığı bile dünyanın başka ucuna gidip, orada okudular ve bozuntuya vermeden döndüler. Benim gibi olan çocuklar, her sene vapurla şehre giderler ve onlara birşey olmadı... Tersine, tavlanmış dönüyorlar, nasırları tenekeden gibi...

-          Başka türlü nasıl olur? İhtiyaç, herşeyi yener, canım! Kendi evladını herhalde özlersin, tabii... Çocuk ta ne kadar çok mutsuzsa, annesi için onun hasretini çekmek o kadar çok daha acı vericidir, nasıl dayanayım – bekleyeyim?

Belli oldu ki orduya, 15 gün sonra tekrar almaya başlayacaklar, bundan sonra oğul nasıl konuşmasın, anne nasıl ağlamasın? İlbaşının auluna, daha kesin haberleri almak için sabahleyin Tungışbay gitti. Ortalık karardı. Kartkoja aulunun dışına çıktı, tepeye tırmandı, oradan ya insan daha iyi görülür. Yok, hiç kimse gözükmüyor. Kuyunun yanında bir at durarak su içmektedir. Biraz ötede inekler durarak ot çiğnemektedir. Huzursuz aygırlar bir birini kovalıyor, çifte atıyor, şaha kalkıyorlar, yeleyi ısırmaya çalışıyorlar. Güzel bir at yavrusu, kuyruğunu kaldırıp ağırbaşlı, kocaman sağrılı anasının etrafında yel yeperek halka çizerek koşuyor.  Niçin zıplayıp eğlenmesin, niçin kudurmasın ki anası burada, bir tek onun için sütle dolu durmaktadır! Oynasın! Bir at yavrusu bu hayatta benden daha şanslıymış, vay! Bak, nasıl atlıyor, kuyruğunu nasıl sallıyor... Seyrine doyum olmaz! Çok, çok yakın bir zamanda biz, gurbette bu tür tabloları özleyeceğiz, bir de nasıl özleyeceğiz!, - diye Kartkoja düşünüyordu. Sürü, gece otlaklarına yavaş yavaş gitti. İnekler de aksine, yavaş yavaş köye, sahiplerine yürüdüler. Kartkoja, danasını bulup eve sürdü. Etrafta zifiri karanlık. Ağılın yanında koyunlar, toplanıp sallanıyorlar. İnekler, arabaya sürtünüyorlar, ona boynuzlarla dokunuyorlar. Sahipleri, yaz ocaklarında akşamlık sütlerini kaynatıyorlar. Kartkoja, kapıda oturarak ve deve kürklü sandalyeye dayanarak, köyün her tarafına bakıyor. Kendisine şöyle geliyor ki bütün dünyada bu yurta, vahşi taştan yapılmış yapıların ve alçak tentelerin kalabalığından daha ılık, daha mükemmel bir şey yoktur. Doğup büyüdüğü yer mutlaka yüreğine en değerli olur. Kartkoja şunları da beğeniyor ki komşunun deli ineği gürültü yaparak neredeyse çiti düşürecek, ki ağıldaki iki koyun, aptal aptal boynuzlarıyla dövüşüyorlar. Onların alınları ne kadar sağlam, şaşıtrıcıdır! Belki de onları savaşa göndersek? İşte nerede böyle kemikler lazım ki onlarda bir delik açılamaz!

Gönlünde gülümsedi. Böylece hayaller kurarak, huzursuz kahramanımız daha uzun uzun oturdu. Belki de, namuslu insanların evde gece geçirdiklerini unutmuş bile. Kimbilir ne zaman kalkardı, ama kendisine kardeşi koşup: ‘Gel, biraz süt iç!’ dedi.

 

İsyan

Ay parlak değil, gökyüzü bulutludur. Böyle bir gecede, nöbet tutanların uykuları iyi: kıvrıldı, yel yanığı ellerini giyim kollarına sakladı – fevkalade. Eski bir yorgana başını sokup Kartkoja da horlamaktadır.

-          Kartkoja burada mı? Çıksana dışarıya! – diye, karanlıkta, tam kulağının üzerinden sert bir ses duyuldu.

Kendisine sanki sopa vurulmuş Kartkoja, artık ayaküstü durduğunu anlayamadı bile.

-          Buradayım!

-          Hemen giyin! Atları artık sürüp getirdiler! Hengangi birine bin! Kalın sopayı da yanına al!

-          Ne? Nereye?

-         Sonra öğrenirsin! diye kendisine karanlıktan cevap verildi ve onu uyandıranlar, bir sonraki konuta gittiler.

Kartkoja şaşkınlık içindedir. Bir şey anlamak vaziyette değildir.Burada ne olduğunu kavrayamıyor. Ama delikanlılardan birini tanıyordu – adı İmankan. Bu lan, gece yarısı nafile uyandırmaz. Ne kadar mümkünse çabuk giyinmeye başladı.

-         Ne oluyor böyle, vay! Nereye gidiyorsun?! diye annesi, çığlıkla yataktan fırladı. Ağabeyinin karısı da soru sorarak karışıyor: ‘Gelen kimdi?’ diye.

-         İmankan. Hiçbirşey açıklamadı. Ancak uyandırdı, diye Kartkoja cevap verdi, acelede ve oflaya puflaya çizmeleri ayaklarına çekti. Aulun üzerinde artık gürültü patırtı eğemen oldu. At toynaklarının patırtısı, atların horlamaları. Her taraftan: ‘Koş! Ata bin! Dizgin! Dizgin!’ diye sesler duyulmaktadır. Dizgini alıp, Kartkoja da dışarıya fırladı. Aulun arka tarafında atlar kişniyorlar ve kopmaya çalışıyorlar, aulun içinde de insanlar koşuşmaktadır. Kargaşa, çığlıklar. Atları hızlandırıyorlar. Atları nereye sürmek lazım olduğunu eyerden işaret eden oğlanın, canı çıktı, kendisi kudurdu, sesi kısıldı. Sadece şunu düymak mümkün: ‘Gem vur, gem vur!’ Atlar, bir birine yaklaşıp bir sürü oluşturdu. Sen de yaklaşamazsın. İki-üç oğlan, ‘Vay! Off!’ diye bağırarak, sürüye ayrılmaya müsaade etmiyordu. Bir kısrağı kementle yakalayıp Kartkoja’ya: ‘Dizgin versene!’ diye bağırıyorlar. Kartkoja, onlara atıldı. Atın üzerine yüklenip, somağını sıkıştırdılar, zorla gem vurdular. Sürü, gem vurulmuş ata yan bakarak, kurtulmaya çalışmayı bıraktı. Kartkoja da artık onu, dizginden tutarak yanında getiriyor.

-         Anne! Eyerimi ver!

-         Getiriyorum. Tanrı seni korusun! Bu da ne oluyor böyle? Öğrendin mi?

-         Yok daha... Versene! Hain hayvan, dizginden onu tutmazsan, eyer vurmaya müsaade etmez.

Annesi dizgini elinden aldı, elle atın somağını tuttu ve sakinleştirmeye başladı:

-          Dur, canım! Böyle, hayvanım!

Atın sağrısı iridir. Kartkoca, üst tepindirik yerine sırtına bir parça keçe serdi ve eyeri yerleştirmeye çalıştı.  Olmadı: keçeyi çekersen – eyer bir yana kayar, eyeri düzeltirsen – keçenin ucundan cıkar.

-          Vay, zaten böyle olacağını düşünüyordum! Ne yapayım şimdi? Anne, ziyansız bir üst tepindirik bulunamadı mı?

-          Nereden? Ağabeyinin eyerinin altındadır. O da ne zaman döner? Yok, bu keçenin üzerinde eyeri fikse edemezsin. Sana fazla bağ getireyim.

-          Haydi, yoksa ben geride kalırım.

Yurta kafeslerinden bağları bağladılar, keçeyi de bırakmadılar, eyeri at sırtına vurdular, bağladılar. Komşunun arabasının altında ağır bir sırık bulundu - kalın sopa yerine olur. Sanki bu kadar. Ata binip nihayet hareket etti.

-         Dikkat et, canım. Kendini aşağya atmaya müsaade etme, diye anne, vedalaşarak diledi. Kadın acı çekiyordu çünkü zavallı oğlu, düz bir yerde tökezleyip az kalsın yaz ocağına düşecekti, böyle beceriksiz bir dana!

‘Haydi, yola!’ diye Kartkoca, auldan çıkıp, gür sesli bir emir duydu. Aynı zamanda yaklaşık beş atlı, kara kara görünen insan ve at duvarından ayrılıp, zincir halinde bozkıra uzandı. Onlardan sonra beş kişi daha, sonra da kalanlar. Kartkoja, sırayı bozarak da onlara katıldı. Herkes silahlı: kimin ağır bir kalın sopası, kimin sırığı, kimin de ancak bir sopası vardı; bazıları kafalarına, dövüşmede korunmak için kürklü şapkaları giyip, kulaklıklarını çenelerinin altında bağladılar, bazılar da güreşçiler gibi hafif giyinmiş vaziyettedir: alınları, başörtüleri ile sıkıca bağlanmış, kemerle bağlanmış uzun kaftanın bir kolu da omuzdan çıkarılmış - yaradana sığınıp daha serbestçe bir yumruk sallamak için; dizleri kaldırılmış, göğüs ileri, isterseniz hemen savaşa!

‘Ah, - Kartkoja diye düşünüyordu. – Ben de kürklü şapkayı taksaydım’. Halbuki, kendi kendine bırakılmış at, adımlarını şaşırdı. O anda da yanından gerçek bir savaşçı geçti, kalın sopası şöyle – bir kere vurur öldürür! Tıraş olmuş tepesinde puhu kuşu teleği ile takke takılmış, eyerinin altında güçlü bir yarış atı. Kartkoja’nın kısrağı bu hızı görünce, kendisi silkinip canlı canlı yürümeye başladı. Ama nasıl bir rahvan at bu oğlanın altında ya! Kartkoja, daha önce böyle olanları görmedi bile: hafif, toynaklarıyla yere hemen hemen dokunmadan uçuyor, kılları düz ve yumuşak parıltı ile, kuyruğu uçuşuyor, yelesi dalgalanır, saç çaça. ‘Bunun gibi atlar varmış ya!’ diye Kartkoja hayran oluyordu.

Eyere atladı mı – canı ileriye istiyor! Gece telaşı, atlara eyer vurma, silahlı yiğitlarla kol kola bu sefer, Kartkoja’nın moralini güçlendirdi, heyecanladırdı. Böylcece anlayamaz bile: nereye gidiyor, niçin? Yanında giden delikanlı ile bir yarış yapmak istedi bile. Birden çarpık ökçelerini kısrağının yanlarına vurdu, kısrak daha çabuk yürüdü. Hemen geride kalmış atlı, sanki böyle bir meydan okuma bekledi, atına kamçıyı vurdu ve anîden Kartkoja’yı geride bıraktı: ‘Bak altımda nasıl bir rahvan at var!’ diye. Böyle hız da aldı ki Kartkoja’ya, ancak becerikli atlının şapkasındaki, selle geriye atılmış kulaklıkların uçuşmasını seyretmek kaldı.

Yüzlerce toynak gümbürtüsü ile köpekleri korkutarak bir aulun kenarına yaklaştılar. Durdular. İki atlı ekipten ayrıldı: ya buradaki yiğitlerin onların gibi kalkıp kalkmadığını öğrenmek için, ya da ağız tütününü bulmak için, hemen söyleyemezsin. Kartkoja da, bu ikinin niçin aula gittiklerini anlamadı. Bir düşündü: belki de artık aul sıcaklığını özlemiş olabilirler? Anlşılmaz yani, ama birine sormaktan kaçındı.

Çok zaman geçmeden – bir kısrak sağmaya yetişemezsin, birden de atlıların küçük bir grubu aulun uzunlamasına hızla geçti, onların karşısına da diğerler, bağırıyorlar: ‘Ne oldu ya?’ diye.

-          Dönün, dönün!

-          Ne oldu?

-          Gitmişler.

-          Nasıl yani? Saat kaçta?

-          Galiba, ortalık kararır kararmaz.

-          Nöbetçiler de nerede?

-          Ha! Ne nöbetçileri?

-          İlbaşında et yemeye toplanmışlar, patırtı yapıp gitmişler!

-          Kara ölüm onlara!

-          E! Alsana – ye!

-          Uff, babanın ağzına!

-          Bir koyun değil de, bizi yemeye hazırlanmışlar! diye çığlıkları susturmak mümkün değildir.

-          Onları kovaladılar mı?

-          Belki beş kişi, belki de fazla, Darmen ile. Sanırım ama, yakalamazlar, yetişmezler.

-           Ne yazık! Off, böyle onları! diye butlarına da avuç vurdu.

-          Ne yapalım?

-          Bu aulda gün ağarana kadar bekleyelim – bakalım, yakaladılar mı yakalamadılar mı.

Yiğitler, bir sürü parıltı yapıp aulda dağıldılar. Kartkoja sonunda birisine, burada ne olduğunu sorabildi. Öğrendi ki bu aulda, orduya çağrılan listeleri ile şehre giden ilbaşı tercümanla mola vermişler. Bu listeleri, onlardan zorla almak istemişler, ama herifler kaçmayı becerebilmişler, şimdi onları kovalıyorlarmış.

 

İç Güvenlik Kuvvetleri

En sıcak saatte, arkasında uzun ve telaşla dolu bir yol bırakıp iki atlı, vadide Ala Dağları’nın sıradağının istikametinde hareket ediyordu. Birinin altında, esnek yağlı yanlarına sahip olan at var, öbürünün altında – geniş bir kısraktır. Sinirli sinirli atlarını hızlandırarak acele ediyorlar, onlardan biri – Kartkoja, öbürü de İmankan.

-          O kayadaki bir insan mı, bir taş mı? Kartkoja, diye soruyor.

-          Bizim nöbetçimiz, İmankan diye cevap verdi.

-          Burada kime bakıyor ki!

-          Görmüş geçirmiş insanların dedikleri gibi: kurt için bir yer yokken kuzu gibi girer.

-          Bu sıcaklıkta kim buraya tırmanır ki!

-          Dendiği gibi: bekleme, uyanık ol! Kartkoja, biraz susup, yine dedi:

-          Ama niçin... biz burada belli bir süre için bir türlü saklansaydık, beklerdik o kadar.

-          Bekleriz, saklanırız – mutlu bir zaman, ama bir gün gelir ki herşey için tam cevap veririz, istisnasız hepimiz.

Böyle konuşarak gidiyordu, aniden de onların önünde, hiç beklenmeden tenha yamaçtan inip dört atlı ortaya çıktı. İleride silahlı bir herif, sonuncusu eyerde oturuyordu, başındaki şapkasını yiğitçe yana yıkmış. Ortasında üçüncü, üç tane yağlı koyun sürüyordu. Silahlı olanın yüzünde kuşku okunmaktadır, sanki etrafındaki hepsi düşmandır – hemen herhangi birine saldırmaya hazırdır, kendi postundan çıkmak gerekseydi bile. İmankan’ın açıkça tanıdığı yüzüne bakıp biraz rahatlandı ve kamçıyı dizinin altına sokup, yumruklarını beline dayadı.

-          Onlar kimdir? diye, Kartkoja İmankan’a sordu.

-          Bizi geçindirenler! diye cevap verip sempati ile yeni yoldaşlarına baktı. – E, bir zavallıyı daha ağlattınız, değil mi?

Delikanlılar, cevap vermeye acele etmiyorlardı.

-          Kimi çırptınız?

-          Nasıl yani kimi? Kimin vardı, onu.

-          Jandıbay’ı mı?

-          E-e, gri kısrak onundur.

-          Galiba, hüngür hüngür ağladı.

-          Böyle bir köpek ağlamadan bir şey verir mi? Yoksa kendisi mi verdi?

-          Ne diyorsun! Dünyada birşeyden ayrılmaz. Yaklaştık ve kendimiz kementle yakaladık.

-          O zaman da bu köpek çığlıkları atarak koşarak geldi. ‘Ben, bu atı kış için hazırlıyordum...’ diye sızlanıyordu, hiç sakinleşmiyordu. Ben de çocuklara: ‘Götürün onu!’ Neyse, bu köpeğin yağ stokları fazladır! Böyle bir bay yaşarsa, onu bir daha çırpmak günah olmazdır...

-          Bu köpeğin sadece yünlü koyunları beş yüzden fazladır. Beyaz keçenin üzerinde yaşar ve yemek yer.

-          Yanlamasına yatarak tok karnından geğirmektedir!

-          Niçin ya hayvanlar bu tür köpeklere veriliyor! Tek başına onun hepsini yiyemez ve sayamaz. Çocukları yok, kardeşleri, yeğenleri de, hiçkimse. Hepsi de onun gibi olanların pençesindedir.

-          Batır Bayjan baskından önce çocuklarına nasıl nasihatler verdi, hatırlatsana!

-          Şimdi diyeceğim...

Aman Tanrı’m, kurtar bizi

Kısmet anında uykuda kalmaktan,

Onurla gönlü kırılmışların sesi

Bizi öç almaya çağırmaktayken,

Bütün bu dünyanın üzerinde,

Allah’a ve azizlere şükür etme

Dualarını bilmeyenlerin

Cimri bir elin keskendiğinde

Yağ bağlayıp, uyumaya bize izin verme,

Korkaklıktan, ilgisizlikten de kurtar!

Boş gezmelerimizi de azalt!

Öksüzlere, sakatlara merhamet

Gönlümüze ekle!

-         Doğru denmiş! Bu zenginleri çoktan beri sıkmak lazımdı! diye silahlı yiğit, sadece cimri el lafını duyup haykırdı. O anda herkes, Kartkoja’yı ilk kere görüyor gibi oldular, İmankana da: ‘E, şunu da nereye götürüyorsun?’ diye sordular.

-         O, yabancı değildir. Onu da bizim Müslüman kardeşliğimize katılmasını sağlamak istiyorum, diye, İmankan açıkladı.

-         Bu, onun ilk hacı mı?

-         İlk.

-         Demek ki, Yabani soğan kutsal dergahında bir rahip daha olacak!

-         Olacak mı, olmayacak mı, yaşıp bakarız. Kartkoca, ağzını açarak bir buna, bir şuna bakar: neyi konuşuyorlar ya? diye.

-         Bak, oğlana kendi vahşi tarzında ant etmeyi empoze etme, o sürücünün gibi. Rahiplikler faklı olur.

-         Neme lazım ki? Onun için sanırım, bizim tarzımızda rahiplik bile fazla olur! diye oğlanlar, Kartkoja’ya gülüyordu.

Böylece, şaka ederek, tekerleme söyleyerek geniş bir dağ boğazına fark etmeden bile vardılar. Hem solda, hem de sağda yüksek kayalar göğe çıkıyordu, bakışın önünde de taş duvar duruyordu. Ancak tek taraftan geçit vardı. Bir dağın yamacında, derin bir pınardan akan seli saklamayan alçak sarı akasya çalılıkları ve yabani soğan bol bol büyümektedir. Öbürü dimdiktir, kayalık alanların üzerinde asmaktadır. Dağ boğazında gerçekten dergaha çalan bir yer oluştu, ama kutsallık hiç hissedilmemektedir. İnsanla ve atla doludur. Orada yiğitler bir halka oluşturdular ve güreş yapıyorlar, şurada kağıt oynuyorlar, çalılardan da tuvalet yapan çocukların beyaz kıçları görülmektedir. Bazılar, pire aramak için gömleklerini çıkardılar. Pınarın yanında da atları suluyorlar.

Gürültü parıltı, kişneme, güreş yapanlara can veren bağırmalar. Kazanlı ateşlerden duman şeritleri göğe çıkmaktadır, kazanlara da boğazlar yaklaşmaktadır. Demirci ocağının yerleştirilip yandığı kanyonun içinden metal sesi işitilmektedir. Orada kimler var, ne yapıyorlar: namluları mı dövüyorlar, atları mı nallıyorlar? Kayaların aralarında ateş için çırpı toplayan oğlanlar da görülmektedir, uzun kaftanlarına başlarıyla sarınıp uyuyanlarından hemen farkında olmuyorsun. Bir yerden iki-üç neşeli dallama sallanarak düşe kalka yürüyor, birisinin elinde dambura vardır – kendisi için çalmaktadır.

Bir bakarsan – burada hem yemlik, hem de gece barınağı vardır. Sanki kaygısız arkadaşlar hoş bir dağ gezisine toplanıp çıktılar. Bu sahneyi görünce Kartkoja, hemen bütün köy tatsızlıklarını ve kaygılarını unutmuş oldu. Ona şöyle geldi ki kendisi bambaşka, hiç tanımadığı dünyaya geldi, ve bu dünya o kadar çekici idi ki onu görünce hafızayı tamamıyla kaybediyorsun. İmankan ile beraber atlarını kavlamış bir ağacın dallarına bağladı ve onlar, konuksever bir ateşin yanına geldiler. İmankan, kamçısı ile yıpranmış, yağlı bir tulumu gösterip: ‘Orada birşey var mı?’, diye sordu.

Tulumun yanında oturan esmer bir delikanlı diktiği kolandan göz ayırıp, İmankan’a bakıp ta şu cevap verdi:

-          Nereden? Dünden itibaren boştur.

-          Vay, lanet olsun, vay! Bir yudum mu bile bulunamaz, ha?

-          Hadi be, auldan buraya bir yudum kımız için geldin!

-          Aullarda hiç bir kımız kalmadı... Hepsini buraya getirdik! Haydi, tulumu bir çevir – belki dibinde birşey var daha.

-          Orada yok ki birşey. İçmek istersen pınara git, su daha yetiyor.

-          Lanet! Ağzına! diye İmankan sövüp yüzünü çevirdi.

 

BÖLÜM ÜÇ

3

 

Güreş

 

Kartkoja, bir sürü dergahı dolaştı ve coşkunlukla dama oynayan çocukların yanında durdu.

-         Hamle yaptın mı? Pişman olmaz mısın? diye, çekik gözlü bir oyuncu, kurnaz bir ifade ile kalkık burunlu, çilli yüzlü bir dallamaya bakarak soruyordu.

Kalkık burunlu, hafifçe titreyen parmaklarından dama taşını bırakmadan, kendisi de çekik gözlüyü sıkıştırıyordu.

-          Yaptım sanalım, sen de nasıl bir hamle yaparsın?

-          Elini çek, yaptıysan! Haydi korkaklık yapma! diye, çekik gözlü artık kaynamaya başlıyordu.

-          Nıgman, taşı koydun mu – elini çek! diye, yanında duran çocuklar bağırıyordu.

-          A! Ne olursa olsun, hamle yaptım! diye, Nıgman haykırdı ve taşı seçtiği kareye koydu.

Çekik gözlü oyuncu bıyıklarını düzeltti, gülümsedi ve sözlerini uzatarak:

-          Haydi, vedala- a- aş! Babanı, seni doğduğuna pişman edeceğiz... diye, horoz gibi tahtanın üzerinde donakaldı.

-          Baksana! Bu nedir böyle?

-          Şöyle hamle yapacağız, işte böyle hamle yapacağız... çekik gözlü diyordu ve, biçimsiz bir tarzda dirseklerini açıp, taşını yavaşça tam darbenin altına koydu: ‘Al bunu, ye!’ diye.

-         Off, vay! Burada ters bir şey var! Pazara pirinç satmaya gitti de kendisi... diye, oyunu izleyen oğlanlar haykırdılar.

-          Dur! Ne kurmuş?

Nıgman şaşırıp, kendisinin bir an önce oynattığı taşı kaptı.

-          Dokunma! Hamle değiştirmek yok!

-          Yok... ben değiştirmiyorum, değiştirmiyorum... diye mırıldadı Nıgman ve taşı bıraktı.

-         Haydi, Koşen, taşlarını vursana! diye kazanan oyuncuyu sağdan kışkırtıyorlardı. Koşen, çekik gözlerini zaten iki ipcik kadar kıstı, gülerek te kabul etti:

-          Ne yapalım, taşlarının üzerinde dolaşmak ta mümkün!

-          Ama ne kurmuş bu ya? diye Nıgman, terleyip, haykırdı.

-           Ye! Ye bakalım, kalkık burunlu enik! Babanın başına!

-          Bu hamleyi düşünmedin mi bari?

Feda ettiği taşı da aldırdı, ama bu, kendisine rakibinin iki tanesini zevkle ‘yemeye’ imkan verdi. Böyle de yakalandı. Kalkık burunlu Koşen, tahtadan artık üç tane taşını çıkarıp, dama oldu. Yiğitler, bir ses gibi ‘Off’ dediler. Nıgman da, başını ellerle sardı ve sadece şunu diyebildi:

-          Burnun çöksün be! İşte köpek! Kendisini saf gösteriyordu!

Koşen ama, şunu istedi:

-         Tütün kutusu nerede? Tütün kutusunu bana! ve hemen kendisine, elle siyah renge kadar perdahlanmış, ağız tütünüyle dolu Nıgman’ın boynuzu uzattılar. Tütünü kaybeden Nıgman, üzgün üzgün kıçına oturdu. Delikanlılar, Koşen’den sonra da bedava olan tütünü, zevk alarak avuçlarına doküp ağızlarına sokmaya başladılar.

-         Vay, vay! Bana da birazcık bırakın, diye Nıgman, çocuklardan kendi tütününü dilemeye başladı.

Ama bırakırlar mı? Nıgman, mutlaka boş bornuzuyla kalır. Delikanlıların tütünü paylaştıkları sürecede Kartkoja, güreşçilere bakmaya gitti. Onun peşinde, oyunu yüksek sesle konuşarak, dama oynayanlar da gittiler.

Güreş halkasına uzun boylu beyaz tenli bir delikanlı atladı, beli – arşınla ölçemezsin, bir demet ot koparıp ve parmaklarıyla onu toz haline getirip, bir omuzundan gömleğini çıkarıp boş gömlek kolunu da kuşağına bağladı. Onun karşısına, tombalak esmer bir lan sallayarak çıktı. Şöyle bir mesafeye yaklaştılar ki aralarında bir koşmayı seremezsin ve hemen, bir parsın parsa atıldığı gibi birbirine atıldılar. Kolları iç içe, birbirinin belini yakalıyordular, dönmeye başladılar. Bir dakika içinde, belki biraz fazla, avuçların çıplak önkollara kuvvetli vuruşları duyuluyordu. Beyaz olan esmer olanı dirseğinden yakalayıp, onu kendisine çekebildi. Esmer olan da saf değil, kendisini savundu ve öbürünü dirsekten yakaladı. Böyle olmadığını görünce de ‘beyaz’ çömeldi ve esmer olanı baldırdan yakaladı. O, göz bile kırpamadan yere devrildi. Seyirciler bağırdılar.

Esmer olan, zorla ayağa kalktı – kirpiklere kadar toz içinde, ve bir yana, arkadaşlarına topallaya topallaya yürüdü. Büyük sevinç duyan galiplerin kalabalığından bir insan çıkıp dedi: ‘Bre, yiğitler, bizim Şakiman zaten sizinkilerden altı kişiyi düşürdü. Şimdi Nıgman’ı verin! Başka hiç kimse ile kendisi artık güreş yapmak istemiyordur.’

Yenilen taraf koşuşmaya başladı, dürtüştü ve Nıgman’ı ileriye itti. Halbuki kendisi, güreşe katılmaya pek acele etmiyordu.

-          Kiminle güreş yapmalıyım?

-          Şakiman ile.

-          Ben, Şakiman’a ellerimi bile kirletmeyeceğim.

-          Yapma ya! O, sana ellerini kirletmeye müsaade etmez, kırar onları, o kadar!

-          Ben, sadece bizzat Darmen ile güreş yapacağım.

Darmen’i tanıyan çocuklar gülmekten kırıldılar, putlarını gözüyle buldular, ona bakarak ta fazla ileri gitmiş dama oyuncusunı parmaklarla işaret etmeye başladılar:

-          Baksanıza, isteklerini nasıl bulursun?

Darmen gülüp, sakin sakin dedi:

-         Şakiman’ı yenerse, ben çıkarım. Kartkoja, başarısız dama oyuncusuna daha dikkatli bir şekilde bakmaya başladı. O lan baya iriymiş: bacakları devenin gibi kapkalın, ense kökü de üç kat. Galiple güreş yapmaktan kurtulamayacağını görünce Nıgman, tostoparlak büzüldü, yüzü kül rengini aldı sanki kalbi, bütün kanını içine çekti – göğsü baya kabardı. Ve bundan başka, yüzünde hiç bir endişe yada korku izi bile yoktu, hep yürüdüğü gibi acele etmeden kendisi, halkanın merkezine çıktı. Bir sürü millet devretmiş Şakiman, alıştığı teknikle Nıgman’ı yakalamak istedi de olmadı. Nıgman da fırsatı kaçırmadı, Şakiman’ın kolunu sıktı, elinden kurtulmasına müsaade etmedi. Bir de taş gibi oldu, yerinden oynatamazsın, iteleyemezsin. Böyle bir durdu, sonra yıldırım hızıyla kollarını ileriye attı ve rakibinin belini yakalayıp, onu kaldırdı, üzerinden attı. Bir dakika önce, gökten güneş gibi kudret saçan beyaz yüzlü savaşçı, tozlu toprağa sırtüstü düştü. Nıgman’ın arkasında duran oğlanlar hemen: ‘Darmen’i verin!’, diye bağırmaya başladılar, kalabalıkları kaynadı, yüklenmeye başladı.

Güreşten kendisi heyecanlanmış vaziyette olan Darmen, yenilen güreşçinin ayağa kalkmasını beklemeden, şık kaftanını çıkardı, sıkı bir şekilde kuşağını bağladı ve işte o!

Kartkoja, Darmen’i daha ilbaşının aulunda nüfus sayımı defterini zorla almakta önder olduğu günden beri hatırlıyordu. Nasıl da hatırlamazdı, herkes onun gerçek bir savaşçı olduğunu konuşuyordu ise. Bunun için Kartkoja da bir tek ona zafer diledi, onun için de heyecanlanmaya başladı. Başka şey isteyenlerin sayısı da azdı. Kesin güreşi beklerken herkesin kalbı gümbür gümbür atmaya başladı, kimse ayakta duramaz da oturamaz da oldu, sanki kendiler de şimdi son güreşe başlarlar. Herkesin gözleri Darmen’e fal taşı gibi açıldı. Darmen, diğer güreşçilerden başka şekilde davranıyordu: duruş almadı, avuçlarına tükürmedi, gözleriyle korkutmaya çalışmadı. Sadece Nıgman’a yaklaştı ve sakin sakin: ‘Sen, görüyorum, becerikli bir oğlansın, başla!’ dedi, ve kendisini ilk olarak yakalamasına müsaade etti.

Bu davranışı da Kartkoja, sıradan bir davranış zannetmedi. Ama Nıgman ona yüklenmedi, sakındı. Fakat, her taraftan çığlıklar geldi:

-          Kendin de yakala onu, kendin yakala! Güreş yapan rakipler de susmuyordu:

-          Kımılda ya!

-          Kendin kımılda!

Nıgman, Darmen’i yere düşürmeye çalıştı, ama yerinden oynatamadı bile. Üzerinden atmak istedi de az bile olsa kaldıramadı onu. Bundan sonra da, Darmen’i devretmeye çabalarını bıraktı.

-          Bitirdin mi? Darmen, diye sordu.

-          Ee! – Nıgman dedi.

O zaman da Darmen, Nıgman’ı omuzdan yakalayıp ve ‘Auıp!’ diye çığlık atıp, onu eğdi. Kalabalık: ‘Kırdı! Kırdı!’ diye bağırdı.

Darmen, Nıgman’ı belinden tutup kaldırdı, havada çevirdi ve bir topu gibi yere attı.

-          İşte böyle! Özür dileriz! diye, memnun olan çocuklar bağırmaya başladılar.

Heyecanlı heyecanlı uğultu yaparak, herkes kendi yerinden kalktı. Böyle güreşten sonra, izlemek için artık bir şey kalmadı. Darmen’in güreş tekniğini yüksek sesle tartışarak yiğitler, seyyar ocaklarına gittiler.

 

Kısrağın kaybı

Herkes dağılmaya başlar başlamaz Kartkoja, kısrağına bakmaya gitti. Onun hala eğri ağaca bağlanmış olduğuna emindi.

Ala dağların Batı sıradağlarının gölgeleri, fantezi desenle uzanarak, batan güneşin koyu kırmızı ışıkları ile yetkinlik konusunda yarışmaya başladılar. Ateşlerden kalkan dumanlar, ağaçların dal ve yapraklarının içine geçiriliyordu. Onlarla da dağ havasında, haşlanan etin, kaynayan yağın ve ateşte yanan koyun başlarının güzel kokuları dağılıyordu. Akşamın hafif seli, dinçlik veriyordu ve kamptaki hayhuy ve uğraşmaları kamçılıyordu. Bazılar kazana daha yakın bir yere oturmak için kendisine yol açıyordu, bazılar da tütün yüzünden kavga ediyordu. Orada da delikanlılar sıra oldular ve askerler gibi komutları öğreniyordu, ileride de yaklaşık yirmi oğlan mızraklarda savaşıyordu, yanında Kalmuk güreşini yapıyorlar, ve bu hepsini yorulmadan, yiğitçe, zevk alarak yapıyorlar.

Kartkoja, kısrağını bıraktığı yere ulaştı, bakıyor – İmankan’ın atı burada, onunki de yok. Onu iyice bağladı, sıkı bir düğüm yaptı, dizgin hiç bir türlü çözülmemeliydi. Belki biri onu alıp bir yere gitmiş, ama tuhaf değil mi ki yakında daha iyi atlar varken onun kısrağı seçildi? Durup şaşıyor. Mamafih, yüreğine ciddi bir telaşın girdiği söylenmez, sandı: en büyük ihtimalle birine acil olarak bir at gerekti – bir süre için, demek ki yakında geriye getirecekler. Kanağanca bırakılmış bir hayvan, mutlaka iyi olmayan bir göz çeker. Fakirin hayvanı da, en berbat kurada beygiri hor görmeyen baldırı çıplağın gözüne girer. Önemli bir şey değil, sadece at boşuna durmasın diye binmeye karar vermişler.Kazakların arasında böyle köpekler var ki her zaman bir başkasının atını kullanmaya hazırdır, huyları böyledir... Ama niçin insan kendi atına eyer vuramaz, benimkiyle ne işi var? Aslında onu şimdi sulamak, sürüye otlamaya göndermeye lazım, onlar da şimdi bol bol gezdirirler, yoracaklar zavallıyı, bırakmak için de yer seçmeyecekler, vay! Bu tür düşüncelerle, kendisini özensizlik için azarlayarak Kartkoja, iç güvenlik kuvvetlerinin bütün sürüsünün otlandığı ingin yere yürüdü. Orada, sapkın kayaların üzerinde, erkekler oturup atlara bakıyordu. Kartkoja, her tarafa bakarak, onlara gitti. Yan yatarak, kaynayan kazandan koparılmış hazır olana kadar haşlanmamış hayvan içiriğini yiyen bir oğlanın yanından geçti. Dişlerle kesilmiş yağlı bağırsaktan dudaklarda yayılan yağı gördüğünden Kartkoja’nın ağzı sulandı. Obura, başka bir delikanlı aniden yaklaşıp, oburun ağzında kaybolmaya başlamış bağırsağa: ‘Sen onu otladın mı bari?’, diye bağırdı. Yiyen şaşırıp bağırsağı, ağzından biraz uzaklaştırdı – kendisi, doğru olan bir şey mi ağzına sokuşturuyordu? Bu yeterdi – bağıran yine: ‘...Jındıbay’ın zavallı kuzuyu? Nasıl cesaret ettin ki!’ diye çığlık atıp, bağırsağı oburun ellerinden koparıp kaçabildi.Yiyen, isyan etmeye çalıştı, ama ağzı, mümkün olduğu kadar doluydu: nı-nı, bı-bı... deyip,  hırsızı yakalamaya atıldı. Hırsızın kıvraklığı da, Kartkoja’yı şaşırtıp onu hayran etti. İleride de iki kişi daha oturup, kazandan çorba içiyordu. Bu da azmış, koyun köprücük kemiğinden eti dişleriyle koparan bir şanslıyı daha izlemeye mecbur oldu. Beş delikanlı mızraklarla duruyordu ve herbiri silahı ile övünüyordu: ‘Bak benim ucum nasıl – sivri, seninki de eğri, onunki da bitirilmemiş...’. Gerçek bir ustanın yaptığı mızrağını bileyen savaşçının arkasında, sıkı bir oğul gibi bir sürü erkek kımıldıyordu. Oradan: ‘Şimdi de kuyruk. Alsana!’, gibi çığlıklar işitiliyordu. Herhalde, orada gerçek bir obur yarışması yapılıyordu. Bu düşünce doğruymuş, bir zavallının feryatı duyuldu: ‘Sen bana ne sokuşturuyorsun?! Sen, eti niçin bıçak ağzından yüksek kesiyorsun?’ diye. Galiba, bu zavallı bir lokum daha yutamaz oldu artık.

Kartkoja, ertelenmeden pınara doğru gitti. Söğüt çalılıkların ırtasında iki yiğit ayakta durarak konuşuyordu. Kırpık bıyıklı bir şıklık düşkünü, arkadaşına şunu diyordu: ‘...Öfke geçti, buğün yine kafesi yerinden oynatmaya çalışmak için zaman geldi...’. Kartkoja, hemen hatırladı ki çok az önce kendisi, şehirli arkadaşının sevgilisine dışarıya çıkmaya yardım etmek için yurtanın kafesini yerinden oynatıyordu, martı gölü da hatırasına geldi...Öğrencinin öfkeli sözlerini hatırladı: ‘Bu, adaletsizliktir ki kızlarla ve genç kadınlarla aynı yurtalarda, herkesin üstüne köpekleri saldırtmaya hazır olan uyanık kocakarılar yaşamaktadır!’ diye. Kartkoja düşündü ki bu bıyıklı şıklık düşkününün önünde de aziz kapılar kapandı, kilitten anahtar da yaşlı bir cadının koynunda saklıdır. Bu, kendi işleri ile uğraşan yiğitleri de geçip, Kartkoja, suya ulaştı ve orada atı sulayan insana şey sordu:

-          Doru ata binen birini hiç gördünüz mü?

-          Alçak kışlı kısa kuyruklu atı konuşuyorsan, oraya bak, diye, adam ona cevap verdi ve dereyi gösterdi.

Kartkoca, bakıp sevindi:

-          E, gerçekten odur! Aman Tanrı’m, ne güzel! Ben artık şey düşündün: kaçıp ta aula gitti. Nasıl ya gördünüz onu?

-          Sürüye bakmakla uğraşırsan, başka şeyleri de göreceksin.

-          Ben, nerede geçebilirim?  Kartkoja, derenin derin yatağına bakarak diye sordu.

-          Nereye gitmek istiyorsun ki?

-          Kısrağıma.

-          Ne olur ki kısrağına? Geriye getirirler. Yüzdeyüz onu  biri, kendi atını getirmek için aldı.

-          O zaman beklerim.

-          Kendin de hangi auldan geliyorsun?

-          Biz, Şıderbay aulundanız.

-          Buraya da ne zaman geldin?

-          Bugün.

-          Kısrağına bakman lazım... O nereden sende?

-          Bizim.

-          Vay, oğlum, vay! Sen şimdi kendi atlarıyla gezenleri nerede gördün ki? Niçin bir bay atına eyer vurmadın?

-          Bay verir mi bari?

-          Ne demek vermez? Savaşta kim kendi atını ölmeye götürecek? Zaten de, onlara şu zamanda kim soruyor ki?

-          Sormadan almak hiç mümkün mü?

-          O kadar günahtan korkuyorsan, niçin buraya geldin ki! Bu ekiple ne işin var?

-          Hani herkes gitti, ben de gittim, sonra da... korktum ki beni alacaklar...

-          O zaman günahı unut. Baylara günah işlemek mümkün mü? Kendi oğullarını küçük çocuklar diye yazdırdılar, fakir çocuklara da fazla yaş yazdırıp makamlara veriyorlar.

-          Bu işte doğru, ben kendim yaş olarak küçüğüm, beni de bay oğlunun yerine yazdırdılar.

-          O zaman da ... gitsinler! Ata değil bile, herhangi bir baya binip onları koşturmaya tam hakkın var. İyi bir at olmadan hiç olmaz, bu sanki dostsuz bir gönül olur, değil mi, kardeşim? Ölüm var dirim var, o kadar dehşetli zamanlar gelebilir ki ancak atın seni kurtarabilecek. Çocukluğunu bırak, en iyisi – kendine daha güvenilir bir at ara... diye, yeni bir moralcı nasihatlarını bitirdi ve Kartkoca’ya, bir sürü benzeyen fikirler daha döktü.

Bu kadar kararlı konuşma, daha önce sanki günahtan korkan ve kusurunu itiraf etmeye aç olan Kartkoja’nın göğsünde bir devrim yaptı. Onda da bir savaşçının ateşli ruhu uyandı. O anda da onlara, Kartkoja’nın kısrağını çalmış adam yaklaştı, yırtık şapka ile, ama bakımlı sivri bir sakalla.

-          Siz, benim atımda oturuyorsunuz, - diye Kartkoja, yüzsüz atlılara konuştu. – Bir bakayım: terledi mi? Onu yıkayıp otlamaya gönderecektim...

-         Niçin terlesin ki! Ben ancak kendi atımı getirmeye gittim, işte öteden. Senin ise al onu, diye sakallı cevap verdi ve attan aşağıya atladı. Kartkoja, anlatılamaz kadar sevindi, sanki ona kendi atını geriye vermediler, hediye ettiler. Pınar deresinin yanında onunla çok zaman geçirdi, sırtına su döküyordu ve siliyordu.

 

Yemek yedi

Kartkoja, kısrağını otlanan sürüye götürdü ve, eyer omuzda, eski yere döndü, orada da delikanlılar, ezilmiş otun üzerinde artık yemek yemektedir. Ona dönüp bakan imankan şey haykırdı:

-          Nerede dolaşıyorsın ki! Buraya otursana! diye, ve biraz yana çekildi.

Kartkoja, onun yanına bir dizini çöktü ve büyük tabaktaki ete elini uzattı. Herkesin çeneleri çabuk çiğniyordu, bıçaklar gerekmez – eti, kurtlar gibi dişleriyle yırtıp parçalıyordu. Eline ulaşan her şeyi ağzına sokuşturuyorlardı. Kartkoja, bir-iki kere yemeğe atıldı, ama hiç bir şey koparamadı. Bir lokmu görüp elini uzatır, ama aynı anda başka birisi tam parmakların altından koparıp kendi ağzına sokuşturur. Ancak İmankan’ın ona arkadaşça uzattığı kaburgadan biraz koparabildi.

Kartkoja’nın karşısında oturan ince dudaklı yakışıklı adam, altın kartal tırnaklarında gibi, mükemmel olan, yağ bağlamış bir leğen kemiğini tutuyordu. Ondan ince bir dilim kesip tabaka koyuyordu, kalan eti de küçük küçük, devedikeni çalısından yaprakların boyutunda lokumlarına kıyıp çabuk çabuk diline koyar. Kartkoja, ona gözünü fal taşı gibi açtığı sürecede, onun yanından tekrar ciddi bir etli kemik koparıldı. Onu koparmış açıkgöz de,yanındaki arkadaşlarına fazla et kesmek yerine çoğunu kendisi ısıra ısıra yedi. İmankan, dayanamadı ve kendisine’ ‘İnsanlara kes, hepsini kendi ağzına sokmak yeter ya!’ diye bağırdı.

-         Kesiyorum, kesiyorum... – herif, parlak parlak gülümseyip ve İmankan’ın tarafına bir lokum attı, hemen sonra da ikincisini kendi ağzına zorla, ama sokuşturdu.

Delikanlılar gürültü yaparak isyan etmeye başladı ve kendisi, herkesin yedikleri tabağa, daha bol bir şekilde eti kıymaya mecbur kaldı, yeyin yani boğazınızda dursun! boğazınızda dursun... Sizin gibi olanlara bütün gövde bir dişe yetmez. Yedirmenin bir anlamı bile yok. Ama nasıl olsa, arkadaşlarına kesti. Delikanlıların çeneleri, değirmen taşları gibi çalışıyordu. Kemiklerden de eti ısıra ısıra temizliyordu. Yemek seçmez olan Kartkoja, köprücük kemiğinden kesilen bir et şeridiyle yetindi.

Kardeşlik, barış zamanlarında bol bol bir şey yedi ise – kum, şimdi de tıka basa yeyip şaka ve bir biri ile alay etmeye başladı. Geniş omuzlu bir delikanlı kendisine gelince, et suyunu dağıtan arkadaşına konuştu:

-          Bre, sürüleri otlayanlar için et kaldı mı? – arkadaşları kahkaha güldü.

-          Kendi karnını doyurup hatırladı be... Baksanıza, ne kadar meraklı! Vay, kurt seni yırtsın! Vay, doymaz karın! Kendisi de onlar için saklanan kuyruksokumunu ısıra ısıra temizledi...

-          Saklanan mı? Siz, bir şey saklamaya müsaade mi verirdiniz?

-          O zaman neden üzülüp azap çekiyorsun?

-          İşte bakın, kendiler herşeyi yediler, şimdi de beni suçluyorlar.

-         Ya, senden büyük obur olan yok olmalı! Hoş bir tokluk, keyifleri fevkalade, şakalar söyleyerek çene attılar, konuştular, yeleli arkadaşlarını da düşünmeye zaman geldi, nasıl ya ötede otlanıyorlar? O anda da bir çığlık duyuldu:

-          Atları tutun!

Dizginleri alıp, sürüye koştular. Gem vurdular, telaşla etraflara bakarak sırtlarını okşarıyorlar, nazar değmesin diye yelelere tükürdüler, bazılar da, ne için belli olmadan kuyruklarını kaldırdılar ve atların kıçlarına baktılar. Bütün mesele buymuş. Telaş nafile imiş. Daha ne yapalım? Bazen böyle oluyor: kendi insanların arasında iki tanışan insan gezer, onlar bir rastlıyorlar ve sanki bugün görüşmemişler: ‘O! Görüyorum dirisin sağsın! Nasılsın?’ diye birbirine soruyorlar, sonra da ne konuşmayı bilmiyorlar, bunun için bir sürü ayrı ayrı gezerler ve yine: ‘O! Sen misin? Ne haber?’. Bu atların kuyruklarının altına bakma da  bir türlü yukarıda anlatılan uğraşa benziyor. Mamafih belki kuyrukların altına bakma, gerçekten en doğru ve gerekli olan bir törendir, kim bilir.

Herkes – sürüden atını aldı, yanına bağladı. Bazılar üzerine üst tepindirikleri ve eyerleri bağlamaya başladılar. Bazıları, üst tepindiriklerini bulamayınca, küfrediyordu: ‘Lanet olsun! Babanın ağzına!... Aldın mı – yerine koy!’. Bütün Evren duysun diye bağırıyorlar: ‘Alt tepindiriğimi gören var mı?’

Kartkoja, kendi atıyla uğraşan İmankan’a sordu:

-          Bunlar da nereye gitmeye hazırlanıyorlar?

-          Kim gece nöbetine, kim aullara. Atla değilse, nasıl?

-          Ya sen?

-          Benim de, Korpebay’ın aulunda bir işim var. Sanırım, sonunda oraya gideceğim.

-          Ben de ne yapayım?

-          Ne yaparsın ki? Burada ol.

-          Kalanlar da ne yapacaklar?

-          Ne yapsınlar ki? Uykucular uyumaya giderler, diğerler de şarkı söyleyecekler, değişik eğlenceleri bulacaklar.

Böyle durup konuştukları zaman, atlılardan biri yanlarından geçerek, kendisini kamçıyla butuna vurarak üç tane at sürdü.

-          Çocuklar, hereket ettiler, benim için de zaman geldi, dedi İmankan ve rahvan atına eyer vurmayı bitirdi.

Kartkoca, kısrağına gitti.

 

Şarkı

Dönüp, Kartkoca gördü ki çocuklar, sıtma görmemiş bir sesiyle şarkı söyleyen bir şarkıcının etrafında toplandılar.Kısrağını diğer atlarının yanına yerleştirip, onlara gitti.

Şefkatlı, altın bir yaz sabahı. Bir gözyaşı gibi şeffaf olan gökte, beyaz bir leke daha asılıdır.

Dirseklerini dayanarak, Darmen yatmaktadır. Onun bacağına başını yerleştirip, yanında bir arkadaşı yatıyor. Kalanlar da böyle: barışça, sıkışık, kardeşçe, sanki onların hepsinin babası aynıdır – Adem kendisi.

Kartkoja da uzaklaşmadı, bir oğlanın yanına yattı. Oğlan, hemen kollarını Kartkoja’nın boynuna doladı ve içten dedi: ‘Ne fevkalade bir gün ya!’. Kartkoja, ona nasıl bir cevap vereceğini bilmeden: ‘Evet, iyidir’, dedi.

Şarkıcıyı, iki taraftan sultani dalkavuklar destekleyerek zaman zaman: ‘Söyle, can çıksın! Daha içli olsun!’ diye haykırıyordu. Şarkıcı bitirdi. Hayran bir ses te: ‘Baksanıza! Nasıl söyledi!’. Aslında da hayran olmak için ciddi bir sebep yoktu. Şöyle böyle bir şarkı. Bu tür şarkıyı, yeni baba olmuş bir erkeğin oturağında sık sık duyabilirsin.

Kuru üzüm satanın yanından bir dere aktı,

Kuru üzümün zevkine iyice kim baktı?

Molla için her yerde hep günah tadı.

Bir evde bir kız

Yapayalnız yattı...

Şiirler tabii ki belli imalarla doluydu, ancak bu tür fantezileri içermeyen bazı şarkılar, yağlanmamış bir araba hüzünlü çölde gidiyor gibi söylenir.

Bu tür şarkıları sevenler de var, beğenmeyenler de hoşgörülü olur: devam et, yani, bize hava hoş. Şarkıcı, bu karşılığı ciddiye alır ve pis sözleri artık kendisini tutmadan söylemeye başlar.

Eğe doğru bir alettir, dokunduğu herşeyi çıkarır, onu duyarlı bir el tutarsa, kuyumcu işlerinde de eğesiz olmaz. Bu delikanlı, hiç ince bir duygu bilmeyen bir eğeymiş. Söyleyip duruyordu, nihayet: ‘Bak, canım, belki ağzını tıkasaydın?’ dendi. Sustu. Biraz evvel biri şey dedi:

-          Biliyorsan, bir Birjan şarkısını söyleseydin!

-          Ben, onun şarkılarını bilmiyor sanılabilirim, ancak Ilık Mevsim’i biliyorum.

-          Ee, fark etmez, onu söyle – can sıkılıyor. Bu ricayi yerine getirdi, kendisine de:

-          Sen, bir yerde yanlış bir nota aldın be! Orada başka bir akort olmalıdır. Damburayı Darmen’e ver! O çalsın! dediler.

Darmen, istemeyerek kalktı: - Daha ne uydurmuşsunuz? Keyfim yok... Ama beni rahat bırakmazsınız, e mi? dedi ve damburayı eline aldı. Herkes canlandı ve bir ses gibi konuşmaya başladılar:

-          Bu, başka meseledir! Nihayet, bu zavallının zoraki böğürmesini değil de, değer bir şey dinleyelim!

Darmen, damburayı akord etti ve parmaklarını, tellerinin üzerinde gezdirerek, Ilık Mevsim’i söylemeye başladı. Bambaşka bir şekilde söylüyordu. Önce, duygulandıran içtenlikli bir prelüd vardı, onun sesleri de sanki yüreklere ulaştırabilen hepsini söylediğı zaman, şarkıcının boğazı çalıştı, ve göğsünün tam derinliğinden sesi çıkmaya başladı. Yumuşak, samimi. Darmen, başını birazcık omuzuna eğip şarkı söylüyordu, her sözü anlaşılır bir şekilde, düşünceli düşünceli telaffuz ediyordu. Tabii ki çocuklar, Darmen’in daha ve daha çok şarkı söylemesini istemeye başladılar. Kendisi de canlandı, zevk alarak şarkı söylüyordu, hayır demiyordu. Ünlü olan Burkitbay’ın Mustafa’yı, Jarılgap’ın Tüfek’i, ve diğer meşhur kompozitörlerin şarkılarını söyledi. Hüzüntü ve hevesle dolu Mustafa’nın melodik sözlerinden, bozkır gibi geniş olan Sarı-Arka’dan, dağ tepeleri gibi yüksek, kanatlı at gibi hızlı Tüfek’in melodisinden kan kaynıyordu, destandaki kahramanın feryatı gibi acı şarkıcının sesi göklere uçtu ve kayalar, pınar, ağaç altındaki çalılık – bütün kocaman dağ boğazı seslendi. Darmen’in ses kirişleri de teller gibi gerginleşti, uğuldadı, gürledi, alnında da ter damlaları gözüktü. Göğsünü açıp, kendisini heyecanlandıran şeylerin hakkında ritmikçe basit söz açtı.

-         Sanıyor musunuz ben sizi, karşınızda gerçek bir müzikçi ve şairin olduğuna ikna edeceğim? Ona yüksek bir sanat verildiğini mi söyleyeceğim? Hayır, sadece dinleyin – nasıl kendisi, iki tele dokunarak şöyle bir şarkı söylüyor, sanki o şarkıyı ona veren ve hatırlatan Tanrı kendisi idi.

Hatırasına gelen de şuydu: çoktan geçmiş asırların şanlı çağ ki özgürlükseverlik ve Kazakların onuru ile meşhurdu, ve kendisi, geçmişin büyük savaşçıların ve altın dilli hakimlerin kederleri hakkında şarkı söyledi. Geçmişin kahramanlıkları, birlik, milletin hayrına fedakarlık ve atalarımızın asilliği hakkında resitatifle konuştu, ölen kahramanlar için ağladı. Sonra da şu yakın zamanları konuştu ki aramızda, altı ağızlık akortsuzluk başladı, ki biz ufaladık ve Ruslara boyun eğdik, onlar da topraklarımızda göçmen olarak oturdular, ve bizde ne otlak, ne de diğer sahalar kalmadı – ayak koymak için yer yok! Şu Kazakları da anlatmayı unutmadı ki Avrupa bilimlerini öğrenip, Rus resmi ceketlerini giyip, rüşvetlere ve rütbelere karşılık, kendi milletini ihanet ederek atalarının topraklarını satmaya başladılar. Yaşamak değil bu artık, şimdi gönül için bir teselli yoktur. Ama bütün bunlarla beraber kendisi, ne kendi hayalini, ne amaçlarını hatırlatmayı unutmuyordu. Belki bunlar için basit bir şekilde, ama anlaşılır sözlerle ifade buluyordu:

-          Bir at ve bir güzel

Ve erkek kendisiyle memnun

Ben, özgür, kendisini savaşa atılan bir

iki hörgüçlü deve gibi büyüdüm.

Siyah çay ve keskin tütün –

Erkeklerin tesellisi,

Ama, bir dörtlü de yokken

Böyle: vay-vay!

En küçük bir şey bile, insan gönülü ile yansıtılmışsa önemli olmaya başlıyor, her erkek te, onun için onur kutsalsa, büyüktür. İşte, Darmen’in şarkısı şunun hakkında idi. Kendi savaş arkadaşlarını da övgü ile konuşmayı unutmadı. Akmola’lı İmanjusip’i, Karkarala’lı Borankul ile Ratay’ı, tobıktılı Tauken ve Maygaru’yu saydı. Onların, Çar iktidarına karşı olan faaliyetlerindeki kahramanlıkları, milletin en iyi oğullarını savaşa götürdükleri, nasıl vatan topraklarının her parçasını savunarak canını esirgemedikleri hakkında şarkı söylüyordu. Sesinde hissedilen yeis ile söyledi ki şimdi zamanlar başkadır: Kazaklar birbirinden kopuk vaziyette, memurların rakamlarına şaşırmış, güçleri bitmiş, ve kendisi gibi de altın bozkırın ne olacağını bilmiyorlar. Onu dinleyen yiğitlerin gözleri doldu, yumrukların kemikleri çıtırdadı. Darmen, domburayı bir yana atıp, aniden ayağa kalktı ve sırtını hafifçe kamburlaştırarak öteye yürüdü. Delikanlılar da oturdukları yerlerde oturmaya kaldılar, başlarını önüne eğdiler, üzgün üzgün toprak kazıyorlar.

Kartkoja, yaşlara boğulmaya başladı, kendisi de, niçin birden gönlünde o kadar büyük ağırlık hissediğini kavrayamıyor. Yanında zaman zaman birinin hüzünlü soluğu, hıçkırığı duyuluyordu. Ve başka bir ses bile gelmiyor, ancak bir at horultusu yada uzakta yerleştirilmiş insanların anlaşılmaz bir konuşması işitilir. Tam şu anda, üzerinden hiç beklenmeden uçmuş koyu bir kuşu korkunç bir çığlık attı: ‘Oh’ diye. Bu feryat ta, Kazağın kulağı için ‘Ok!’ sözü gibi geldi, bu da Rus için ‘Kurşun!’ gibi, aynıdır. Kartkoca sarsıldı, başını her yana çevirmeye başladı ve gördü ki sıradağın üzerinde, kan gibi kıpkırmızı olan ay doğdu.

 

Batiş

Ay çıktıktan sonra, delikanlılar önemli olmayan şeyleri konuşmaya başladılar. Biri, geceleri sürüleri otlamadığını anlattı, biri – şehre gittiğini,üçüncüsü dedi ki geceler daha soğuk oldu, dördüncü korktuğunu söyledi, fazla vurulan bir herif bile bulundu ki böyle yaşamak rezil olduğunu söyledi...Anlaşılır ki erkeklerin herhangi bir boş konuşma, yakında kadınları konuşmakla biter.

-         Ben size diyeyim, bütün dünyada benim gelinmden güzel biri yoktur, diye bir yiğit ikna etti ve hayranlıkla el salladı.

-         Off, desene! Vay! diye, onunla başka bir cinsi latifin hayranı tartışmaya başladı. – Ne saçmalıyorsun! İhtiyar Kali’nin kızı gibi bir güzel zaten bulunamaz!

-         Şimdiye kadar sırtında hareketsiz yatmış bir delikanlı, bilenin havasıyla dedi: - En güzel olan güzel değil, sevilen en güzeldir. Böyle de... Herkes sevgilisi ile övünür.

-         Kadınların güzelliği göz için ne hoş olduğu şaşırtıcıdır! Ben de yıldızların en mükemmel yıldızı dördüm! Onu Darmen de tanır, diye, nazik suretlerin bir hayranı söyledi.

-         Kimi sen gördün be?! diye, Darmen ona bir bakışını attı.

-         İşte, yaklaşık üç sene önce ben Altay’a, dayımın yanına gittim. Yolda da bir evde gece geçirmeye mecbur kaldım. Zengin bir evmiş. İşte o evdeki gelin...hem ay, hem güneş, herşey! Kocası da bir hiç. Biz birbirimize bir-iki söz dedik, nereden olduğumu sordu, sonra da Darmen’imizi tanıdığını söyledi.

-         Aman Tanrı’m! Bu Batiş ya!

-         Doğru, odur. Çok çekmişti zavallı. Bana ancak bazı şeyleri anlatabildi. Ya, Darmen kendisi hepsini anlatsın.

Çocuklar da Darmen’e yapıştılar:

-          Anlat! Anlat!, diye.

-          Gitti gider şeyleri ne için anlatayım? diye Darmen, vazgeçmeye başladı.

Onu, baya ikna etmeye mecbur kaldılar, o tekrar gitmeye çalıştı, ama gördü ki çaresi yok, konuşmaya başladı:

-         O yılda, Suyindik, Nayman ve Karakesek soyları arasında tehlikeli bir eğlence başladı. Daha güzel ve tatlı olduğunu arıyordular, ve çoğu zaman gece vakitlerinde, gecenin uyku için olduğunu da zaten unutmuşlar. ...Eyere atlar giderdi. Evet, böyle zamanlar vardı..., - diye, Darmen içini çekip te devam etti. – Bir kere Altay’da Rahim diye arkadaşım yakalandı, ben de onu kurtarmaya gittim. Altımda kuru üzüm gibi zayıf atım Beyazdudaklı, eyerime kımızla dolu bir deri kap ve torbam asılı. Rastladığım herkese, Altay’a akrabalarıma gittiğimi söylüyorum, sıcaklık – ancak Ağustosta olabilen sıcaklık. Gündüz gitmek hiç imkansız. Bir gece, Yesil’i yürüyerek geçtim. Gökte parlak bir yıldız parıldıyor. Ufukta, çok az görülür güneşin doğuşu şeridi gözüktü. Bir tarlanın kenarına çabukça uğradım. Bu tarlada da sanki buğday büyümektedir, yolun kenarında da, sapların arasında bir şey kararıyor, kımıldadı. Nedir bu? Bir hayvan mı? Olamaz! Sanki çömelerek oturuyor. Sandım bir kuş – hayır, çok büyük. Bir Ruh mu? Melek mi? Yada bir cin mi? Bir insan böyle bükülüp gece yarısında bilmem nerede yapayalnız oturacak mı? Yine de yaklaşıp bakayım, diye düşündüm, bir gulyabani ise yakalarım, tekmelerim. İnsansa, zaten bir kişiye gücüm yeter, yolumda salanmayacak. O istikamette hareket ettim. Yaklaştım, bakıyorum - saç örgüleri! Sallandılar böyle! Ben, az kalsın ne oduğunu anlayacaktım, o da birden kalktı. Bir kız, elbisesi de garip, uzun, endamına uymaz. Kendim de nasıl ona konuştuğumu bilmiyorum:

-         Sen kimsin: insan misin, peri misin? diye.

Az işitilir, ölüyor gibi bir sesi ile:

-          Ben zavallıyım, mutsuzum... korkmayın benden... diye cevap verdi.

Şafak söktü,  göğün yarısını ışılarla renk renk boyadı. Güneş gözüktü. Otlarda kuşlar birşey arıyordu, göklere de tarlakuşları öterek uçtular. Buğday sallanmaz oldu.

Bakıyorum da – karşımda bir güzel duruyor, yüzü ay gibi, alnında yıldız! Ben, dünyada çok gördüm, böyle olanı da hiç görmedim. Galiba atım da onu beğendi – bulduğumuz güzeli, ona dudaklarını uzattı ve horluyor. Ben, eyerimden atladım, Beyazdudaklı’yı dizginden tuttum ve kendisine yaklaştım. Kız da, utanarak gözlerini yere indirdi, şefkatle gülümsedi – şafak ta onun rakibi olamazdı. Ama daha da önce, ben gözlerine bakabildim – ve hemen mahvoldum! İnanır mısınız, inanmaz mısınız, diye düşündüm, cennetten bir geline rastladım.

-          Kimsin, canım? diye, ancak haykırabildim ve ince elini tuttum.

-          Oturalım konuşalım.

Bir birimizin yanına oturduk. Bana herşeyi anlattı, ama size gerekmez, kısa anlatacağım. O, bir bayın kızıymış, daha çocuk olduğu zaman babası onu, başka bir bayın oğlu ile evlendirmeye anlaştı. O damat büyüdüğü zaman gudubet oldu. Ama nikah yemini olduğu gibi sağlam kaldı. Damatını görünce gelin, o kadar korktu ki şunu düşündü: ölürsem de daha iyi ve bizzat düğününden kaçtı. Auldan otlakları geçerek buğday tarlalarına kadar koşarak geldi. Burada da saklandı.

Delikanlı, böyle içli bir hikayeden ağızlarını açtılar, vay demeye başladılar, avuçlarıyla butlarına vurmaya başladılar:

-          Hadi be!

-          Vay, ben ya etrafında dolaşırdım!

-          Eh, ne şıklık!

-          Sonra da ne?

Darmen, acele etmeden, boynuzdan avucuna tütün döktü ve dudağın arkasına sokuşturup, devam etti:

-         Kız da bana diyor: ‘Galiba seni Allah gönderdi bana, şansım yada belam olarak, bilmiyorum. Ama görüyorum ki sen, bütün Alaş ordasında en iyi olanlardan birisin. Ben, tam ayakucuna düşüyorum’. Yiğitler, itirafını onayladılar:

-         Başka ne yapabilirdi ki! Doğru yaptı ki hemen itiraf etti.

-         Bekleyin, anlatmaya engel olmayın!

-         Biz de, hemen bir birimize sadıklık yeminini verdik ve eyere bindik.

-         Ama çayırda bir dakika için bile mi yatmadınız? diye, heyecanlı bir ses duyuldu.

-         Sen ya ne sabredemezsin?! Karışma! diye, o oğlanı yana ittiler.

-         Güneş göğe tam olarak çıkana kadar ve fazla insan yolda olmadan, ne kadar mümkünse uzaklaştırmaya karar verdik. Ben onu, önüme oturttum. Şimdi, bizim için Beyazdudaklı sorumluydu. Geyik gibi dikkatlice yürüdü, etraflara baktı, ama çoğu zaman ben ona, dörtnala koşmaya izin veriyordum.

En sıcak saatte Yesil’in bırakılmış bir barakaya ulaştık. Batiş yoruldu.

-          Bu yani Batiş mi idi?!

-         Ben ona, kabımdan içirdim. Atımdan da eyer çıkarıp gölgeye bağladım. Kendimiz de nehre girmeye gittik. Kız, utanarak ancak elbisesini çıkardı. Ama bana bu yeterli değildi...suya girmek için. Ben, onu anadan doğma soydum. Çıplak bedeninin bütün güzelliği inanılmazdı! Teni, kolostrum gibi bembeyaz, kabaetleri yuvarlak ve kuğu kıvrımıyla kalçalara geçiyor, boynu som kandil gibi zarif, beyaz teninin üzerinde de siyah saçlarının seli akmaktadır... ‘Ne rezalet, ne rezalet!’, - diye mırıldanıyor, ipeğe benzeyen otla çıplak bedenini saklamaya çalıştı... utanarak, kendisini kollarıyla kapatarak sonunda ayağa kalktığı zaman... ısırmadan yerdim yutardım onu! Kabarmış tomurcuklar ile dal, ziyansız! Ayağa fırladı ve ok gibi, Yesil’in beyaz dantelalı dalgalarına daldı!

Yüzen Batiş’i ilk kere gören insan, karşısında kimin olduğunu hemen anlayamaz da: melek mi, beyaz kuğu mu. Bu rüya mı gerçek mi? Ben, ona bakarak, gözlerime inanmıyordum. Şimdi şöyle düşünüyorum: belki, ben onu rüyamda gördüm?

Darmen, hüzünlü hüzünlü içini çekti.

-          Sonra, sonra da ne oldu?

-          Kaybettim ben onu...

-          Nasıl yani kaybettin?!

-         Üç günlük koşmadan sonra Beyazdudaklı’m yolunu şaşırmaya başladı. Kendim de yoruldum. Bir gece akrabalarıma uğradım, at değiştirmeyi düşündüm. Onlarda da kızı geçici olarak bıraktım, bozkırda bırakmak mümkün değildi ya, kendisi de korkuyordu, uyabilen bir sel yarığında saklanmak için cesaret bulamadı. Atları bulsaydım, biz mahvolur muyduk? Bıraktım ben onu: ‘Allah büyük, yardım edeecek’, diye, ve tek gittim.

O zaman atları, hemen hemen her gün kaçırıyorlardı ve sürülerle, özellikle uyanıktılar. Birkaç gündür ben, bakımsız bırakılmış tek bir sürü bulamıyordum, nihayet küçük bir at sürüsünü yakaladım, çekmeye başladım – bir türlü dizgini kabul etmiyorlar. Kişneyerek kaçıyorlar, ancak tırnakları görünüp görünüp kayboluyorlar. Aniden, ‘Baskın!’ diye feryatlar duyuldu. Hem gökten, hem de toprak altından bağırıyorlar. Zorla kaçtım. Yüzümden ter silmeye yetişemedim, bir yandan bana saldırdılar. Hemen de dövmeye başladılar. Sıyrıldım, elinden kalın sopayı zorla aldım. Kaçmaya devam ediyorum. Altımdaki at artık hırıldıyor, ama daha kaçabilmek vaziyettedir. Onlar da, iki-üç kişi, artık yolumu kesiyorlar.

Bir, iki kişiyi eyerlerinden düşürdüm, kuştüyü gibi benden uçtular. Ama birden bana sırıkla nasıl vurdular... Ama yine de kurtulabildim, Beyazdudaklı’m beni taşıdı. Nereye gittiğimi görmüyorum, gözün de yokken hemen mahvoldun. Sel yarıkları! Ben – kamçı ile, üzerinden atladım. İleride de daha da geniş olan. Ben de aşağıya yuvarlandım. Sandım ki herşey bitecek. Ama bir türlü yaşadım, kemiklerimi kırdım. Tuttular beni. Bir çukura attılar, orada bir ay geçirdim, nasıl kaçabildiğimi kendim de anlamıyorum.

-          Batiş te ne oldu?

-          Batiş’i bulmuşlar. Söylentilerle Dünya doluyor, nerede saklandığını duymuşlar. Damattan gelmişler, akrabalarıma bir sürü hediye döküp götürmüşler.

-          Zavallı, vay! Şansı olmadı!

-          Off, nasıl bir hikaye!

-          Göğün altında şöyle düzenlenmiş!.. diye Darmen, bir sürü hüzünlü hüzünlü içini çekip, dudağın arkasına daha tütün soktu.

 

Rüya

İç güvenlik kuvvetlerindeki ilk gece. Kartkoja, uyuyamıyor. Gözlerinin önünde, güneş ışıklardaki dağlar, bozkırın açık yüzü duruyor, Darmen’in şarkıları ve öyküleri duyuluyor, hem dağın yamaçlarından, hem de pınarın yanından işitilen heyecanlı sesler – daha önce görmediği ve canlı bir yenilikle çekici olan dünya.

Şey düşündü: hiç bir düşman Kazakları yenmez, Darmen gibi kahramanlar olunca yenmez, Anabas gibi dağlar kalınca, ensiz bucaksız bozkır, pelüşla yayılınca ve çiçeklenince, onun üzerinde de yüzlerce ve binlerce atılgan genç baldırı çıplaklar sıkı durunca, yenmez. Ama Rusların toplarını, trenlerini, gemilerini, telgraf ve telefonu da hatırladı; Kazaklar, bütün bu güce karşı hangi silahı kullansınlar, Ruslar Kazakları topa tutarsa? Kamış gibi uçup yanacağız, ya... Şuna ummaya başladı: belki de bu, sadece Allah’ın yaptığı bir sınavdır, öldürücü demir de Kazakları ancak uyanık olmaya sevketmeli, onlara günahlarını hatırlatmalı, ebedi uykudan uyandırmalı...İnsanlar da anlarlar ki bu hepsi Ondandır, ve Tanrı’ya dua eder, tutkularını dindirir, boş laflardan ve hırstan vazgeçer, ve boyunlarında zincirlerle, gözlerinde de pişmanlık gözyaşları ile hüngür hüngür ağlarlar...böyle de biter. Kendisine, bu sarı bozkıra özenle bakanların, hem cevval canları, hem de bedenleri ile onu canlandıranların hepsinin kurşunlardan birden ölebileceklerini kendisine, düşünmeye bile kesinlikle izin vermedi, ölümü hor gördü ve reddetti. Onlar mahvolmazlar, birden ve hepsi kaybolmazlar; biraz acı çekmeye mecbur oluruz ve mutlaka kurtulacağız! Alimallah – herşey değişip daha iyi olacak, gökten bir harika gönderilecek, Çar Nikola’nın üstüne da çıkabilecekler; bu düşünce ile de uyudu ki böyle aniden milleti heyecanlandırmış, ağlatmış ve ıstırap çektirmiş Çar, kendisi ceza görecek. Uyuyup ta harika bir rüya gördü.

Kendisi, sanki şehirdedir. Şehir, akla hayale gelmez bir tuğladan yapılmış duvar örgülerinin yığınıdır. Kocaman binalar, göğü destekleyen kuleler, onların altında isli kurtlar gibi hareket eden insanlar. Onların arasında da Kartkoja, yavaş yavaş yürümektedir. Ama eskisi gibi olan Kartkoja değil. Kendisi, memur elbisesini giymiş, ayaklarında iskarpin var, yorumlayıcınınki gibi saç biçimine sahip. Rusça’yı da akıcı bir şekilde konuşuyor, ona rastlanan Ruslara böyle rahatla ‘İzdrastie’ (yanlış söylenen ‘Merhaba’ kelimesini) diyor, onlar da kendisine, bir tanıdığa gibi başlarını sallıyorlar.

Boş bir sokaktan geçmektedir, arkasından onu, Kazak çocukları yakalıyorlar. Onlar hepsi öğrencidir. Kartkoja, onlara soruyor:

-          Nereye gidiyorsunuz? diye.

-          Nehre gidiyoruz. Sen de, buz çözümünü izlemek istemiyor musun?

-          Tabii ki, isterim... dedi Kartkoja ve onlarla gitti.

Dik sahiller insanlardan çok kalabalıktır. Bu insanların yanında onu getiren çocuklar da durdular.

İşte İrtiş. Kocaman koyu mavi renkte olan buzları taşıyarak, onları koyu sularında batmaya çalışarak azgınca kırar, ısırır onları, hızlı dağın üzerinden çılgınca köpük püskürtür. İşte büyük bir buz parçası şahlandı – nehrin ivinti yerinden kurtulmaya çalışıyor. Onun peşindeki kudurmuş bir buz parçası, sırıtan kararmış suratını sudan kaldırıyor ve gürültü ile kırılıyor.

İşte de kristal bir dev çıktı, bir-iki saniye döner, sanki etraflara bakar, birden de dehşetli bir güçle göğsüyle buz duvara atılır ve onu çatırtı ile kırar. Bu pehlivanın öfkesine ne dayanabilir ki? Ondan panik içinde, ezilip ve beyaz toza çevrilip dağıtılmaktan korkarak, kocaman buz parçaları da, beyaz kelebekler gibi küçük olanlar da uçup kaçır. İrtiş, onu yakalamaya çalışan dolulu sağanaktan, kamışlardaki pars gibi kaçmaktadır, ancak çatırtı ve gıcırtı işitilir.

İrtiş’tan nemli bir soğuk gelir. Rıhtıma, koyu renkteki kabaran dalga ile taşkın yaklaşıyor, ada da artık suyun altındadır. Şimdilik, ancak alımsız olmuş ağaçlar görülmektedir. Titreyen tepelerini eğiyorlar, sanki canlarını kurtarmak isteyerek dua ediyorlar: ‘Dertlerimizi önle!’ Sadece kökleri ve gövdeleri güçlü olan ağaçlar, bükülmez ve eskisi gibi kibirli kibirli göğü dayaklıyorlar. Ama yine de buz çözümü, fedalarını koparır, işte, kabukları soyulmuş kalın tomruklar yüzüyorlar, uzun yüzleri buruşukluklarla şişti, vedalaşma olarak son: ‘Allah...’ bile soluk verirken söylemeye güçleri yetmiyor. Onların üzerinde de korkan tavşanlar yerleşti, titriyorlar, sahile ulaşıp ulaşamayacaklarını bilmiyorlar...Allah’ın yaratıklarına, kısmetin onlara ne hazırladığını bilmemektedir: bir yerde kurtulabilecek mi yoksa bir yerde onları merhametsiz ölüm mü beklemektedir.

Karşı sahilde, yoğun söğüt çalılarının arasında, Kazakların oturdukları binalar, yere sokuldu. Kartkoja, şey düşündü: ‘Oraya baya büyük bir buz parçası çarparsa, hepsini ezer, vay! Ama, su daha da yükselmezse belki de bir şey olmaz. Çalılar ya daha su altında değil ki’, diye.

Böyle düşünerek birden gördü ki yukarı kesimden fırtına bulutu gibi, en az bir dağ kadar kocaman bir buz parçası yüzüyor. Dalganın üzerinden asılı kıçı büyük bir hızla yaklaşıyordu.  Kartkoja’nın yanında dik yakada duran seyirciler gürültü yapmaya başladılar, heyecanlandı, itişmeye başladı. İnanılmaz kadar kocaman buz parçası, gümbürtü ile dik yamaca çarptı, onu İrtiş’in suyuna düşürdü, insanlar da döküldü.

Kartkoja, artık hayatıyla vedalaştı, ama birden elinde kemik gibi beyaz olan bir dal gördü. Ona sarılıp, sudan çıktı.

Çıktı mı – etrafı kuru, yemyeşil, çiçekler açıldı. Biraz gezdi dolaştı, kendi aulundan delikanlılara rastladı.

Sevindi, kendisini bayramda bulmuş sanki:

-          Bizimkiler nasıl?

-          İyi. Sen de nereden çıktın?

-          Şehirde öğreniyorum.

-          Zorla tanıdık, giyimin bir farklı.

-          Biz, canım, devletin parasıyla okumaktayız.

-          Şehrin uzak mı? Göstersene!

-          Hiç uzak değil, gidelim, gösteririm!

Seve seve, neşeli neşeli konuşarak yürümeye başladılar. Açık bozkırda bir sürü yürüdük ve birden kendilerini, sıkı bir ormanda bulmuşlar. Her tarafta koskocaman ağaçlar, dalları iç içe geçmiş. Daha da ilerliyorsan, orman daha sıkı oluyor. Bu bakir ormanda da herkesin önderi, Kartkoja’dır.

Belli bir anda geriye bakmak için döndü, görüyor ki çocukların çoğu ondan umutsuzluk verecek kadar geri kaldı. Yanında da bir kadın varmış. Ağabeyinin eşi. Kartkoja’nın çizmesini sıkı sıkı tuttu. Kartkoja da kadına sert sert diyor:

-          Sen de nereye gidiyorsun, niçin buradasın? Çocukları yalnız bıraktın, ağlıyorlar, galiba.

-          Evde anne kaldı. Ben, seni rahat bırakmayacağım. Artık gece oldu. Ormanda zifiri karanlıktır.

Kartkoca korktu, hatırladı ki ormanlarda ayılar da, vaşaklar da varmış. Keçiyolundan geçiyor. Zifiri karanlıktan dolayı elle yoklayarak ilerliyor. Ağabeyin eşini de görmüyor. Ancak onun peşinde birinin, çizme koncunu tutarak gittiğini hissediyor.

Sol taraftan iyi işitilmeyen sesler gelmeye başladı. Dikkatle dinledi. Yaklaşınca, daha iyi duymaya başladı. Ya bir hayvan uluyor, ya bir bataklık kuş hırıldıyor, ya da bir insan inliyor. Yani ya oluyor biri, yada içini çekiyor. İşte, şimdi ses net oldu. İnsan inliyor. Niçin?! Kayboldu mu, yaralandı mı? Yada ona bir ayı saldırıp yırttı onu? Herhalde bir insan, ağrıdan ıstıraplar çekiyordu. Kartkoja düşündü ki kendisi, yaklaşıp bakmalı ve yapabilirse, zavallıya yardım etmeli. Sola döndü. Bir adım attı mı, gelini çığlıklar atmaya başladı:

-          Gitme, kardeşim, diye, bırakmıyor da. Kartkoja, yine de gidiyor.

-         Kardeşim, gitme! Hani öldürür!, diye, peşinde sürükleniyor, ayak diredi – yerinden oynatamazsın.

Bu şekilde uğraştıları zaman, sağdan kamış düdüğün güzel bir melodisi işitildi. Onu dinlediler. Melodi, ses ses daha iyi duyuluyordu. Çıngırdıyordu, ötüyordu ve sanki nal sesini veriyordu. Müziğin temposuna uyarak ta şarkıcının sesi geldi, Darmen’inki gibi temiz. Bütün makamlara çeşitledi, kendisiyle bütün ormanı doldurdu.Tanımadığı, yabancı olan bile şarkı Kartkoja’yı hem korkuttu, hem etkiledi, hem de canında hoşça yansınıyordu.

Abisinin eşi, ‘Gidelim, dinleyelim!’, dedi. Ama Kartkoja, inleyen insanı unutamadan yerinden kımıldamadı. Böyle durdukları sürecede, ağaçların dal ve yapraklarından güneş ışıkları girdiler. Şarkı, sanki artık onun yanında söyleniyordu. Dönüp baktı – bu da öğrencilermiş. Ellerinde, koyun boynuzlarından yapılmış sarı pipolar, askerler gibi tabur olmuş yürüyordu, şarkı söyleyenler de onlarmış. Yüzleri ışıldıyor. Kartkoca: ‘Galiba, büyük bir bayram var’ diye düşündü. Öğrencilerden biri, Kartkoja’yı elinden hızla çekti ve: ‘Sen de niye duruyorsun?’ diye sordu – ve uyandırdı.

 

Kavga

Kartkoja’nın, iç güven kuvvetlerine katıldığından beri iki hafta geçti ve zamanla, kendisinin hiç yabancı olmaması hissedilmeye başlandı. Nöbet tuttu, sürülere de baktı. Herhangi bir emri, kimin onu vermiş olduğuna bakmadan, ses çıkarmadan yerine getiriyordu. Ödevcil, dinç.

Doğrusu, onu üzen bir şey vardı. Onun, görevine laik olan bir atı yoktu. Çocukların işte nasıl atları var, istersen kokpara (atlıların kesilen keçiyi kazanma yarışması) çık, istersen at yarışını yap, bu tür rahvan atlardan, atı durdurmadan hızlı hızlı yerden gümüş bir kuruş kaldırmak ta mümkün, rakibini düşürmek te mümkün. Kısrakta da ne savaş olabilir?! Geniş kıçlı olan normal hız da bilmez, yürüyebildiği gibi yürür. Böyle bir atla sen hiçkimsenin dengin değilsin – ne oyunda, ne de savaşta. Geziyor hep hayal kuruyor: ‘Eh, benim iyi bir atım olsaydı!’, diye. Böyle bir ata sahip olsaydı kendisi, herkesten beter olmazdı.

İyi bir yeleli arkadaşı olmadan zorluklar çektiği tabii ki herkesin  gözüne çarpıyordu. Çocuklar, Kartkoja’ya ait olan kısrağın, kamçıyla vurulduğunda kıçını indirdiğini, şaşkın şaşkın kuyruğunu sallıyordu, bir birine diyordu: ‘Evet, zavallıya normal bir at iyi olurdu’. Ancak, arkadaşı için bir at aramakla uğraşmaya büyük bir istek gösteren yoktu. Konuşurlar unuturlar. Bazılar, Kartkoja’nın kısrağını komik bile buluyordu. Kısrağın sırtından atlayarak sürünerek inmesini izleyerek, acıma ile gülüyorlar: ‘Onda can nasıl tutunuyor ya!’, diye. Niçin eğlenmesinler ki onların herşeyi yolundadır. Tabii ki, ona gerçekten ilgilenip acıyan çocuklar da vardı, ama onlar da herkes gibi davranmaya tercih ediyordu: niçin kendisine dikkat çekmek? Bir de herkesin kendi zahmetleri vardır.

Kendisine bağımsız olarak at sağlamaya Kartkoja’nın ruhu yetmiyordu. Açıkgözlük de yetmiyordu. O daha fazla, diğerlere güvenmeye alışmıştı.

Çocukları da eskisi gibi, onun derdi pek ilgilendirmiyordu. ‘Biri...bir türlü...bür gün yardım eder’, diye bütün acımaları bu kadardı. ‘Herkes kendisi için sorumludur’, diye, Kartkoja üzülüyor. ‘İmankan gibi olanlar benim için toprak kazımayacaklar, onlardan eyeri değil de, yırtık bir koyun derisini kıçının altına çok beklersin...’

Bir akşam Kartkoja kısrağıyla, birbirinden sona kadar yorgun olup sürüden kampa döndü: onun dört ayağı titriyor, Kartkoja da iki ayağında dik duramıyor.

-          Atlar nasıl?

-          Olmaz olsunlar! Şu lanet olası kısrağı öldürürdüm, diye cevap veriyor Kartkoja.

İmankan ona bir baktı, galiba vicdanı nihayet uyandı, kendi atına binip te diyor:

-         Tamam, sana uygun bir at sağlayacağım, benim için bedeli ne olursa, ve sitemli sitemli Kartkoja’ya:

-          Ne beceriksiz! Sen kısrakla da başa çıkamazsın. Nerede büyüdün ki?

Sanki Kartkoja’nın bütün elinden geleni yaptığını görmüyordu. Kartkoja kırıldı.

-          Siz benden ne istiyorsunuz ki! Siz kendiniz ona binseydiniz, ben size bakardım...

Böyle tartıştıkları sürecede, onlardan ötede öfkeli bağırma ve tehditler duyuldu. Dönüp baktılar, orada da mezbuhane bir kavga başladı. Oraya koştular.

-          Babana...

-          Babanın ağzına da!..

-          Sakin kolumu bırak!...

-          Vay bay-vay! Öldürdü vay!

Gürültü, ağır sözler. Çıplak göğüs...Yumruk. Burundan kan akıyor. Dövüşler. Kimin kavga ettikleri, kimin de onları ayırdıkları anlaşılmaz. Babalara da dokunuyorlar, savaş naralarını patlatıyorlar - gözlerden şimşekler!

Barıştırıcılar da yumruk yediler, tabii ki kendiler de borçlarını geriye ödüyorlar. Herkes savaşçı ya! Herkes öbürünü dövmeye çalışır. Kartkoja, barıştırmak için de girdi: ‘Yeter, bırakın bunu!’- diye. Hemen de balyoz gibi bir yumruk kulağına vuruldu. Şapkasının peşinden kendisi de uçtu ve sallanarak, kafasını ovarak uzaklaştı.

Kafatasları çatlıyordu, dişler dökülüyordu, burun deliklerinden kan akıyordu, gözler koyu kırmızı oluyorlardı, yumruklar da daha dayanılmaz bir şekilde kaşınıyorlardı. Bir birini bol bol dövdüler, kendi kanını içtiler ve nihayet, aynı öfkeli bir şekilde kimin suçlu olduğunu saptamaya çalıştılar.

Anlamaya çalıştılar: kim kime ilk olarak dokundu, kim kime ilk küfür etti ve kavgayı başlayan kim idi. Tartışmaların tam kıvamını bulduğunda, Darmen de onlara yetişti: Ne oldu?, diye.

-          Eh işte, alçaklar!

-          Siz başladınız!

-          Bizim bununla zaten alakamız yoktur...

Hiç kimse, suçunu kabul etmiyordur. Ama Darmen için herşeyi öğrenmek zor değildi. Bir koyun derisi için kavga etmişler. Biri Miskin, onu göbeğinin altında ısıtıyormuş, diğer kızıl saçlı açıkgöz onu çalmış. Miskin: ‘Ben bu koyunu kendim kestim, demek ki derisi de benim’, diye ikna ediyor. Kızıl saçlı da: ‘Koyunu elde eden de kim idi? Ben! Demek ki derisi benim!’- diye bağırıyor.  Miskin’in şahitleri – onunla beraber gövdeyi yüzüp içiriğini çıkaranlar, Kızıl saçlı’nın şahitleri de, atılgan seferden bir bay koyununu getirenlerdir.

Darmen onlara, konuşup ta meseleyi halletmelerini söyledi, her taraftan da birer itibar sahibi olan kişi bıraktı, kalanlara da oradan gitmelerini emretti. Dağıldılar, ama ne dargınlığı, ne de incitenleri unutmadılar. Herkeste ikide bir öç kömürleri alevlenmeye başlıyor, rakiplarine yan bakıyorlar, arkalarından kan tükürüyorlar.

Daha bir saat önce aynı maksatla, benzeyen hislerle toplanmış delikanlılar, şimdilik iki tane uzlaşmaz kampa böldüler, herkesin hangi soydan ve auldan olduğunu hatırladılar, daha neye yapışabileceklerini arıyorlar. Nefretlerini kışkırtıyorlar ve yine, aç köpekler ilikli kemik yüzünden gibi, bir birini ısırmaya hazırdır.

İmankan, söz verdiği gibi işe yarar bir at getirdi. Ama onun için hemen yeni sahipler bulundu: ‘Sen, bu atı kimden çaldın? Bayımızın sürüsünden. Onu çekip çevirmeye ne hakkın var ki! Ne demek? Sizin soyunuzda artık sürüleri olan bitti mi?’, diye. İmankan, Darmen’e şikayet etmeye gitti. Sonuncu, aul yurtseverlerini hemen sakinleştirdi: ‘Kendi baylarınızı savunmak yeter, sizin cetlerinizin de, onların onurunun da bununla alakası yoktur, bize bu sadece engel olur. Yiğitlere atlar lazım. Baylar, kendi oğullarını hileyle savaştan kurtarıyorlar, siz de onların sürülerini merak ediyordunuz, bir de bu kadar önemli günlerde. Bizim onlarla ne alakamız var ki! Biz böyle davranmakta devam edersek hiç bir şey yapamayacağız, bırakın bunu!’, diye.

Bazıların, onu dinleyip razı olmaya aklı yetti, bazıların yetmedi. Böyle darkafalı herifler de bulundu ki şunu demeye acele ettiler:

-          Ya, bizim için Darmen – hiçkimsedir. Darmen gibi biri bizde de bulunur. Kendisi de hırsız, niçin ona uymalıyız?

Demin yoksul çocukların kardeşliğinin birliği yüzünden gurur duyan Kartkoja’nın, bu hırıltılardan sonra keyfi bozuldu, apatisi başladı. Yakında, aullara da iç güven kuvvetlerinde dirlik düzenlik kalmadığı ile alakalı haber ulaştı. Baylar ve diğer zengin insanlar artık, özgür delikanlılara en iyi ihtimalle rüzgara ve bite eyer vurmaya müsaade ediyordu. Bir de aç karınları için koyun ve kımız almaları, ançak iyi bir kavga ile mümkün oldu.

Daha oldun olanlar kararlı kararlı, genç kuşağın kızışmış işyan alevini söndürmeye atıldılar, dehşetli sorunlarla korkutuyordu, sözlere kıydılar, boyun eğmek, hata yapmamak ikna ediyordu. En önemlisi – gövdeyi doğrulmak, dallar da kendilerini yukarı çekerler.

En az – beyinlerini ‘temizletmek’ gerekiyor, daha çabuk anlarlar: bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge...

Kartkoja da etrafta dolaşıp, şimdi kendisinin ne yapacağını düşündüğü sürecede, dayısı gelip onu eve aldı götürdü.

 

Koyun çobanı

Sıcak bir gün. Akçıl göğün altında beyaz bulutlar yüzer gibi geçer: bazıları ıtüy gibi, diğerleri de sabun köpüğü gibidir. Hava, sineklerin vızıltıları ve çekirgelrin çınlaması ile dolu. Gölün burnuna, gür otların açık köksaplarıyla bir otlak çarptı, ötede de tebeşir gibi beyaz bir koyun sürüsü görülmektedir. Koyun çobanı Birgebay, yirmi koyun ayırıp, her birini son süt damlası çıkana kadar sağıyor.

Kum kamışının çoprasında, büyük başını inip gem vurulmuş bir kısrak saklandı ve yapışkan sineklerden kulaklarını kımıldatarak, düşüncelerine dalıyordu: ‘Burada sessizce dur, yoksa bu Birgebay sana da ulaşır, bak nasıl sağıyor! Senden herşeyi, sümüklerine kadar sıkmaya hazırdır’, diye.

Çoban, yıpranmış, kirli, odunlaşmış bir doha ve kirli don giymektedir. Kuruma kadar yanmış boynu kemer gibi tarazlandı, parmakları maryanın meme başlarına dikenler gibi saplandı, zaman zaman da memeyi yaradana sığınıp itiyorlar. Gerçi de, sağıcının gayretleri, kaprisli ve titreşen maryanın faydasına geliyordu. Verebildiğinden fazla veriyordu: kendisini sıkıp, dışkıları da çıkarıyordu. Sağıcı, düğümlü parmaklarıyla bir avuç siyah inci yakalayıp sütten çıkarır ve üzüntü ile: ‘Seni gidi seni, kancık hayvan!’, diye bağırır, ve daha da büyük gayretle sağmakta devam eder. Ama hayvan sağıldıysa sağıldı demek.

Nafile çoban, gözlerini göğe kaldırır, artık hiç bir dua kendisine yardım etmez. Birgebay da ne? Diğer, sabahlein erkenden gerekli namazı kılmış olan daha da dini bütün olan sağıcılarda, süte ek olarak ancak aynı koyun dışkıları. Mamafih, temiz bir maryanın bir çift bilyasından henüz sağılmış sütte ne zararı var ki?

Sağmayi bitirip Birgebay, topladığı tezek yığınına gitti. Bayın ev sahibinden isteyip aldığı çakmak taşıyla kıvılcım çıkarıp, ateş yaktı. Tezek çabuk çabuk, sanki Alev tanrısı’nın emri ile, alev tuttu. Ateş gerektiği gibi yanmaya başladığında da, ona kızdırmak için beş tane taş attı. Nihayet te belini yoğurup rahat rahat yana yattı, gölün ayna gibi olan yüzeyine bakıyor, düşüncesizce bakışını kıyılarda gezdiriyor.

Birden de onun tarafına, kamçıyla atını hızlandırarak sanki onu kovalıyorlar, bir atlının geldiğini gördü. Şöyle düşündü: ‘Bu şeytan da sütüme saldırmayı mı düşünüyormuş?’, diye – dolu olan kabını dirsekle siper etti, farklı insanlar burada dolaşır, diye... ‘Bu da galiba bir serseri’ diye düşünüp ateşe tezek ekledi.

-          Selâmünaleyküm!

Çoban, kulağı ağır işitir olana vurdu ve ateşin üzerinden eğilip onunla uğraşmaya başladı. Gelene ancak bir gözle bakıp, gönülsüz gönülsüz dedi:

-          Sen, oğlum, kiminsin nerelisin? Ayrıntılı bir cevap dyuyp ta çoban, ‘Ee’, dedi.

-          Amca, bu sürü de kimin?

-          Bu mu? Kiminkine benziyor ki?

-          Nereden bileyim?

-          Hani, böyle koyunlar kime ait olabilir?

-          Sanki Ibray hocanın.

-          Kaynananı şöyle... Niçin hocaya boşuna laf atmak?

-          O zaman kimin ya?

Çoban, daha da büyük memnunsuzlukla meraklıya bakıp dedi:

-          Sen de kendin sormak için kimsin ki? Efendinin aulunu geçmedin mi?

-          A-a... yani şu aulun? Doğru!

Çoban, küskün bir ses çıkardı ve horoz gibi şişti.

-          Amca, ilbaşı bölgeden gitti mi?

-          Gitti.

-          Söylediklerini duydunuz mu?

-          Niçin duymayayım – kulaklarım var ya.

-          Sonunda da ne dedi?

-          Ne demeliydi ki? Hepsinin ... olduğunu ... dedi... Ah, gençler, size doyurana kadar boktan günleri yedirdiler mi? Efendilerle tartışılır mı? Daha bütün isyankarlar Sibirya'ya götürülmedi mi?

Atlı, başka şeyleri sormaya da çalıştı, ama koyun çobanı, hiç bir soruya doğru düzgün cevap vermedi. Kendisi, koyunlarından az çalımlı değilmiş ve ağzını açıyordu ise bile, oradan bir söz düşmedi, daha doğru bir kabarcık şişirilirdi.

Düşündü: işte bir çuval tezek topladım, bağlamaya zaman geldi, vay!, diye. Ve şöyle bir konuşmaya başladım ki çoban ondan artık hiç kaçınamıyordu:

-          Görüyorum, süt kaynatmaya hazırladınız, ne güzel tam zamanında yetiştim. Şimdi ne zaman yiyebileceğimi bilmiyorum, bozkırdaki bir yolcu için yeni kaynamış sütten büyük mutluluk olmazdır.

Çoban, sütle dolu ahşap kapa kızgın olan taşları atmaya başladı ve yakında süt, kaynayarak cumbuldamaya başladı.

-         Denemek istersen de attan in. İndi. İnip te, gerekli saygı gösterip bunu hemen yapmadığına pişman oldu, belki de o zaman çoban, kendisine o kadar surat etmezdi, ve sorgusuyla yapışmaya bitirdi.

-         Kiminsin ya?

-         Juman’ın oğluyum.

-         Seni de mi alıyorlar?

-         Alıyorlar.

-         Sanki çok gençsin.

-         Ya, kim buna bakar ki? Deftere göre ben, yaş olarak uygun değilim, böyle olmalıydı.

Çoban, defterden haberdar olmuş göründü, dedi:

-          Ee, deftere mi göre? – ve, duraksayıp, ıvır zıvırından yüksek konçlu Kazak çizmelerini çıkarıp, Kartkoja’ya verdi.

Kartkoja, sıcak koyulaşmış süt kana kana içip göğüs dolusu bir nefes aldı. Koyun çobanı, sessizce kenarda köşede durup Kartkoja’ya, dudakla sütten bütün sütbaşını ağzına çekmeye müsaade ediyordu. Kartkoja, çizme için teşekkür edip, koyun çobanına onun tek ayakkabısını geriye verdi ve çevre auluna doğru yolu sorup, yoluna devam etti.

 

İlbaşında

Kocaman beyaz yedi kanatlı yurta insanla doludur. Şeref yerinde aksakallar oturmaktadır: sakalları kürek şeklinde, teke sakallar, başta oturup ta çopur yüzlü bir hoca yerleşti ve gözlerini kısıyor, kovada karıştırma aleti ile pat pat ediyor. Aul hakimleri, başkanları ve nüfuzlu adamlar onu saygı ile dinlemektedir: şişman, zayıf, bacaksız, kikirik, sakallı, tıraşlı, yılan gözlü ve gözleri kara kurbağasınınki gibi kabartma olanlar, her tip...

Tam kapının yanında da fakir insanlar, ham köseleden yapılmış kısa pantolonları kıçlarına yapışır.

Halının üzerine serilmiş yorganda, kuştüyü yastığa dirseklerini dayayarak, gri çuhadan dikilmiş elbisede ki vucüt kırmalarından dolayı kendisine dar gelir bir bay yatmaktadır – ince dudaklı, saçları düz, burnu da düğme gibi.

Onun ayakucunda bir çan gibi, beyaz yüzlü genç bir kadın oturarak kepçe ile kımızı köpürtüyor, serçeparmağı yana çekilmiş, kaşları oklar gibidir.

Zevk alarak sümküren toplanmış önemli kişilerin arkalarında, kedi gibi yumuşacık bir şekilde kıvrak bir delikanlı gezerek boşaltılmış kırmızı porselen piyaleleri topluyor. Bre, sizler! Taze kısrak sütünü tulumlara dökün ve hiç yorulmadan çırpıp köpürtün! Onlar da çabalıyorlar, terlediler, zorlu ve sesli sesli solunuyorlar, karıştırma aleti kocaman yağlı tulumda kaybolup çıkıyor sanki: ‘İşte nasıl Bay ilbaşı için kımız köpürtmek gerekiyor’ diyerek. Tulum, bir davul gibi gümbürdüyor – gölden kuşları kaldırdı.

Hoca, kartal kanatlarını gibi, gömleğinin eteklerini açtı, pantolonundaki kemeri daha serbest yaptı. İkram edenlere el salladı ve bir nefeste, bir piyale daha dikti. Bu iç huzuru veren anda, yurtadan çıkan muhasip, yurtanın kapısında ürkek ürkek durmuş Kartkoja’yı omuzuyla itip az kalsın onu sırtüstü yere düşürecekti. Kartkoja, efendilerin dikkatlerini kendisine çektiği için utandı ve yırtık şapkaların arasına oturmaya acele etti. Bu acele nafile idi – kimse onun tarafına bakmadı bile, sanki o – sıradan bir eşyadır. Eşya mı, değil mi, ama girdi ya!

Girdi de, ama hemen ürkeklikten büzüldü. Harika olanlar halılar ve ipeklerin üzerinde yatan ilbaşının pozunun azameti şaşırtıcıydı, daha önce görülmemiş sırma şeritler, geniş kuşaklardaki desenler, parlayan gümüş ve porselen, yüzükler, kolyeler onu hayretler içinde bırakıyordu...

Allah korusun – dikkatsizlikten dolayı istemeden bu harika eşyaların herhangi birini dokunursam, kirletirsem, düşürürsem, terzil edersem diye soluğunu tuttu, uyuştu.

Yanında oturan kama biçiminde olan sakalla yaşlanan bir Kazak, yeni gelen misafiri o kadar nezaketsiz bir karşılama için kendisini suçlu hissedip, yada belki basitçe alışkanlığından dolayı, onu selamladı:

-          Nasıl gidiyor? diye.

Kartkoca, kendisine ürkekçe cevap verdi ama o artık,  elini kolunu oynatarak Muhammed Peygamber’in ibret verici bir öyküsünü anlatan hocayı, dikkat kesilmiş dinliyordu:

-          O zaman da hazret Ali Razi dedi: ‘Allah’a Ganhi...’.

Aksakallar ve yırtık şapkalar başlarını sallıyordu. Hoca da, yüksek sesle boğazını temizleyip, öyküsünü şu nasihatlarla bitirdi:

-          Dendi de: ‘Uakadare hayrihi, uaşarrihi minallahi tagala’. Kovuşturma, düşmanlık ne olursa olsun, onlar da, her şeye gücü yeten Allah’ın sabrı ile karşılaştırmaksa nedir! İnsanın her adımı, Gökteki Tabelada yazılı. Değil mi, aksakal? diye keçisakallı yaşlı adama bakışını çevirdi.

-          Doğru diyorsunuz, - diye cevap verdi aksakal, ve kuru yumruğunu üç kere kendi göğsüne vurdu.

Hoca, onun söylediği gerçeğin anlaşıldığını bir kere daha kontrol etmek istedi, aksakalın dizine hafifçe vurarak:

-          Ne dediniz ya?, diye sordu.

-          Doğru söylediniz, razıyım, diye keçesakallı, kendi göğsüne tekrar yumruk vurdu.

-          İşte! diye hoca haykırdı, yine öksürdü ve ilbaşına konuştu:

-          Canım, azizlerin nimeti atalarına indi, sana yukarıdan hem mutluluk, hem de hakkın verildi. Onların duaları sana sebat verdiler. Seni de hiç bir düşman yenmez. Akrabaların için de azamet öngörüldü, seçilmiş onlar. Peygamberizizin böyle bir hadisi vardır... Kartkoca, hocanın sonra ne dediğini yanında tam kapıda oturan, piyale paylaşamamış iki yırtık şapkalardan dolayı duyamadı. Az sonra kendisi, hocanın Tanrı’nın kanunlarıyla alakalı konuştuklarını tekrar anlamaya başladı.

-          Bizzat her şeye gücü yeten Allah’tan mesaj alan, cehennemin ateşinden korkmaz, onu kılıç almaz, ok delmez, dedi Peygamber!

Dinleyiciler, hayal gücünü şaşırtan iddiayı duyunca ağızlarını açtılar.

İlbaşı: ‘Biz, Allah mesajından baya uzağız!’ dedi ve sıkınmış dişlerinin arkasından göbek bir gülüşüyle kıs kıs güldü. Kartkoja da: ‘Savaşta da böyle kutsal mesajlarına böyle gülmene bir bakardım!’, diye düşündü.

Ne diyelim, Kartkoja sufi gibi basitmiş. Keskin zekâların ince oynunu anlayamaz.

Saygılı adamların toplantısı aynı şekilde devam ediyordu, Kartkoja da oturuyor, burnunu çekiyor ve terliyor. Ona kımız içmeyi öneren olmadı, piyaleler onun yanından geçtikleri gibi geçiyordu. Mamafih kendisi, evvel koyun çobanında süt içip pek susamış ta değildi. Ama yine de, kendisine karşı, besmelesiz bir öksüz ile gibi davranışları onu üzüyordu. Onun içinde bir ses diyordu sanki: ‘Baksana, sen de bir insansın ya! İşte senin kolların-bacakların, dilin, görür gözlerin, sıcak kanın, kalbin. Niçin o zaman onlar seninle o kadar istihfaflıdır?’

Ve huzursuz bir kuş gibi ondan, cüretli bir cümle dışarıya koparmak istedi: ‘Ben insanım’ diye, kanatlarını çırptı, çırptı ve sakinleşti. Bastı onu, ilmikle sıktı. Ama işte, yine çırpınıyor, dışarıya koparmak istiyor ve: ‘Lanet olsun size, şişman efendiler, lanet olsun! Sizde, küçük düşürülmüş, darılmış olanlara, bu dünyada hüzünlü hüzünlü bütün bakanlara ne acımanız, ne de merhametiniz yoktur!’, diye bağırıyor. Ona selam vermiş tek insan, yaklaşan bir piyale daha görüp, dedi:

-          Bu oğlana da birşey kalmadı, ve Kartkoja’yı göstedi.

Kartkoja da, sütbaşına memnun olmayan bir çocuk gibi elini bile uzatmadı, gönlünde o kadar fena oldu ki: ‘Cennet pınarından balözü bile olsa dünyada içmem, ölüm daha iyi!’, diye düşüldü. Halbuki, yufka yürekli Kazaka şaşkınlıkla baktılar: kimi konuşuyor diye. Kartkoja’ya da ne bir söz dendi, ne de onun tarafına bir el işareti yapılmadı.

Nihayet kendisine de, kımız içiren bir kap uzattılar, böyle minik bir kap, gözbebeği kadar.Kartkoja, gururlu gururlu vazgeçip kalkmaya ve gitmeye karar verdi. Ama sıkıldı, bir çare görmeyince yuttu.

 

Kötü kalp

Konuklar için olan yurtanın arkasında bol bol saz büyümektedir, sazlıktan da biraz ötede büyük bir insan grubu yerleşti. Onlardan en önemlisi şehir biçimdeki şapkayı takmış ilbaşıdır. Başlar ona doğru eğildi, zaman zaman etraflara iyice bakıyorlar ve tekrar fısıldaşmaya başlıyorlar, sanki tehlikeli bir konu tartışmaktadır.

Bakın yani ne sırlar! Belki, Kartkoja da onları bilmektedir? Sanmıyorum, aksi takdirde biz de bilirdik. Demek ki bizim kulağımız için değildir onlar.

Bu olayları bizden daha açıkgöz bir yazar anlatsaydı, ilbaşının niçin şehre gittiğini ve neyle döndüğünü mutlaka anlatırdı. Biz de başkaların düşüncelerini mesafede okumayı bilmeyiz. Bir de soylu efendilerimizin bütün altın bilgeliğini kavramak için, beynimizin ne kadar mükemmel olması gerekiyor!

Hangi düşüncelerle dolu olmalarını biz anlayamayız: belki onlar da, insan kederlerinden duygulanıp, kurtarıcı bir çare aramaya dalmışlar, belki de, Çar-atamızdan iyi bir haber işitip, bu haberi en uygun bir biçimde halka nasıl ulaştıracaklarını oturup düşünüyorlarmış. Tabii ki, bize de bazı haberler ulaştı ama biz, dedikodu sevdiğimiz konuşulmasın diye, boş laf atmaktan sakınacağız.

Bizim, nezaketsiz ukalalar olduklarımızı düşünmeyin - mamafih, bu talihten biz galiba, konuşmaya dalırsak da kurtulamayacağız. İtiraf etmeliyiz ki biz aslında patlamak üzereyiz... kendiniz de, Kazakların sonsuz konuşmaları ne kadar sevdiklerini biliyorsunuzdur.

Biraz daha susarsak korkarım, patlayacağız! Ama kim o kadar dehşetli bir ölüm bulmak ister, değil mi? Bir de susmanın anlamı var mı: biz söylemezsek, başkalardan duyarsınız. Bir de biz, ilbaşının sırlarından bize ulaştıklarını baya uygun bir şekilde anlatabileceğimize eminiz.

Bir de böyle basitça, hüzünlü Kartkoja’yı bilgisizlik içinde bırakamayız, ne de olsa onunla arkadaş olduk. Böylece birazcık sabır daha gösterin, ilk önce Kartkoja’yı bulalım.

Bol bol kımız içip, saygılı meclis dağıldı, ama semaver bile kaynamaya yetişmeden erkekler, kendi sürülerine toplayarak aralarında birşeyi tartışmaya başladılar.Kartkoja, öte bir yanda gezip dolaşıp, nereye gitmesini bilmeden, konuk yurtasına döndü. Orada yorumlayıcıyı görmeyi ve onunla konuşmayı ummuyordu. Başını eğip alçak kapıya girdi – orada da bir tek hoca var, gayretle namaza hazırlanarak ayak yıkamaktadır.

Çaresizlikten, yurtanın yanında dikilip duran bir amcaya konuştu: ‘Yorumlayıcıyı gördünüz mü?’, diye.

-          Daha toplantıdan dönmedi. Hayal kırıklığına uğramış Kartkoja, onu rahat bırakmadı ve dargınlığını dile getirmeye çalıştı.

-          Sen bunu ilbaşına, kendisine söyle.

-          O benimle hiç konuşacak mı?

-          Kim bilir... Keyfi yerinde olursa, konuşacak.

Kartkoja, ötede ilbaşıyı gözüyle buldu. O da gölgede oturarak, sessizce toprağı bir sorkunla toprağı kazıyor, bir de garip olan şey, Kartkoja’nın kısrağının tarafına bakıyor. Kartkoja, ona yaklaşmak için hiç cesaret bulamıyordu. Ama boş dönmek te işine gelmiyordu. O zamanda bir oğlan, kısrağa binip bilinmez bir istikamette gitti. Kartkoja, onun peşine atıldı: - Bre, sen nereye?

Oğlan, kısrağı durdurmadı, tersine – yanlarına topuklarını vurdu. Kartkoja, az kalsın ‘İmdat!’ diye bağırarak onu yakalamaya koştu, ama birden onun önünde ilbaşının uşağı durdu ve: ‘Ne yapıyorsun? Çıldırdın mı?’ diye, yolunu kesti.

-          O da niçin kısrağıma bindi? Başka bir at bulamadı mı?

-          Ben izin verdim, sana ne?

-          Senin de ne hakkın var ki!

-          Saçmalama, git buradan. Baksanıza, nasıl azdı!... diye, Kartkoja’yı göğsüne itti.

Kartkoja şaşırdı. Kalbi atladı ve boğazda gümbür gümbür atmaya başladı, bütün vucüdü gerildi. Kavga ederse yeneceğini zannetmiyırdu. Bir de, ilbaşının bir insanı ile nasıl kavga edilir? Kızdı, kanı az kalsın kaynayacak. Şöyle düşündü: bu aulda köpekler bile normal değil, ukalalık yapar! Hayal kırıklığına uğrayıp ta, ne olur ne olmaz diye oradan gitmeye karar verdi. Kısrağını tam burnunun dibinden götürdüler, böyle olur mu? Kendisi de anlamadı niçin, tekrar seçilmiş olanlar için olan yurtaya yürümeye başladı. O anda, ellerini pantolon ceplerine sokup, ilbaşı da o yurta badi badi yürüdü. Kartkoja düşünmeden,  yanında yürümeye başladı. İlbaşıyı, yanında kimin yürüdüğü sanki ilgilendirmiyor...Anlayıp ki ona kimse dikkat vermeye düşünmüyor bile Kartkoja, utanarak ve kekeleyerek, dedi:

-          Efendim... mümkünse... İlbaşı, durmadan, dedi: - Şikayetle mi?

-          Ben, defterde kaydedilmiş yaşımı öğrenmek istedim...

-          Niçin?

-          Ben, askere alma için yeterince olgun muyum, değil miyim...

-          Defol, git... bıktırdın!, diye yurtada kayboldu. Kartkoja, eşiğin önünde durmaya kaldı. Kısrağa binmiş oğlanın dönmesini görünce kendisi, onu eyerden aşağıya çekmeye başladı: ‘Ne bir yaramazsın! Tamamıyla çatlatmak mı istiyorsun?

Yaklaşık yarım verstlik mesafeye uzaklaşıp Kartkoja, bozkır yolsuzluğunda çevre aulunun tarafından toz kaldıran bir araba gördü. Ve sanki onu yakalamak isteyerek, etraflara bakarak, kısrağını koşturdu.

Yolda da şunu düşünüyor: dünyada gerçek bir alçak varsa, o da ilbaşı. Darmen dedi ya! Biliyordu. Bu köpeğe karşı hiç bir merhamet olamaz. Birden bire kafasına şu düşünce geldi: ‘Onu öldürmek lazım ya’. Daha önce kendisi, cinayeti düşünmekten bile korkuyordu. Ama ilbaşına kim idam hükmünü vermeli? Tabii ki, zavallı yiğitler. Onlar da, kendisinin burada olacağını bilmiyorlar. Onlara haber vermek lazım. Saldırsınlar, öldürsünler, ve artık başka hiç bir şey düşünmeyerek, kısrağını Ala Dağlar’a koşturdu.

 

Tanrı varsa...

Yolda, Idırıs hoca’nın aulu vardır. Zengin bir aul. Aulların bir yuvası bile. Beyaz merkezi yurtalara yaklaşmaktan önce Kartkoca, aulun kenarında bulunan siyah ve kötü olan birine uğrayıp ayran içmeye karar verdi.

Uzaktan ona şöyle geldi ki aul, ateşle kaplanmış olabilir – üzerinde kalkan duman o kadar yoğun ve siyahti. Bir tepeye çıkmaya acele etti. Baktı gördü: yukarıya kalkan on falan dumanların etrafında bir sürü erkek, kadın ve çocuk koşturmaktadır, oraya-şuraya koşuyorlar. Yaklaşıp gördü ki toprağa kazımış ocakların etrafında üç tane aul görülmemiş kurban sunmalarını yapmaktadır. Kan birikintileri, yeni çıkarılmış postlar, boğucu duman burun deliklerine siniyor. Kartkoca acıktı, nasıl bir koyun butuna dişlerini batırmak isterdi. Duman. Kazan. Köpek. Çocuk. Herşey karıştı.

Oburlar, kargalar gibi bedava ziyafete kargalar gibi uçuştular, toplandılar: hoca, molla, iğrenç yüzlü kendilerini beğenmiş her tip ihtiyar. İnsanlar, her şeye gücü yeten Allah’a oğullarını, kardeşlerini savunmasını, kurtarmasını yalvarmaya toplandılar, kargalar da – göbekleri ileriye – almaya, koparmaya, bir tane yeni çıkarılmış koyun postu bile olsa, yine de bedeli var. Molla, daha Allah’ın aşkına ikrama başlamak için hayır duasını bitirmedi daha, biri artık bir ruloluk post getirdi ve karışıyor:

-          Hoca, nereye götüreyim? diye

Ancak kendisinin iyi bildiği müslüman adetlerini taşıyan, hemen soru sorarak ayağa fırladı: - Göstersene, kaç tane saydın? Mıltıkbay’dan postu aldın mı?

-          Aldım.

-          Maktay’dan da mı?

Hoca, postları saymaya başladı. Molla da dayanamadı: - O Allah! Benim postlarımı da kaçırmasınlar, - diye, ve koyunların kesildikleri yere bakmaya gitti.

Bunu izleyenlerden biri dedi:

-         Bir Kazak nasıl bunlara kutsal Allah’ın kulları desin ya! Onun eleştirisine sarkık alt dudaklı bir obur da katıldı:

-          Kim kutsaldır ki? Bizim zamanımızda kutsallar nereden çıksınlar ki! Alem yalan söyler, kendisini sefahate verir, hırsızlık yapar. Bir hayvan daha için gönüllerini satmaya razıdır. Allah’ın adıyla okudukları şeyleri biz de okuyabiliriz. Cefakeşler kurbanlarını onlara değil, bize verseydiler. En az pantolonumuzdaki deliklerini kapatabilirdik, - diye, kendi butuna avuçla hafifçe vurdu.

Azizlerin hayranları isyan etmeye başladı:

-          Böyle söylemek ne işe yarar? Belli ki hocanın işlerine, bizzat kutsal Atay bir gün hayır duasını verdi. Onların duaları duyulmuş olsun ancak.

Sarkık dudaklı da yine:

-          Niçin kendi aileleri için dua etmezler? Belki, parasız karşılıksız yazık? Kel hocanın çocukları zaten yok, bayın oğlu ya biraz deli yada zaten bir işe yaramaz, ona ölü de, topal mollanın anası da dövüşlerinden hep feryat eder. Kutsallık onlarla ise, niçin kendilerinin hayrına olmuyor?

-          Doğru, kendimizin içine bakarsak biz, onlara göre daha refahlı oluruz, şişman kekeme dedi.

-          Yağı diyorsan içerin kesinlikle olur..., diye aksakallardan biri ona cevap verdi.

-          Hoca ve molla karınlarını doyuramıyorsa, belki, sayın baylar, bizim de onlara bir şey bağışlamamız lazım, belki uzun kaftanlarımızı onlara verelim?

Konuşmaya, bir genç adam katıldı:

-          Bu hocayla molla, şeriat kanunlarından hiç bir şey anlamazlar.  Geçen sene ben, kurban sunmak istiyordum da yaşlı koyun ve yağlı, ama altı aylık olan kuzu arasında seçemiyordum. Mollaya sordum. O da: ‘Eti daha yumuşak ve yağlı olanı kes’, dedi. Yedi ve postunu da aldı.

Anlıyorum, yaşlı koyunun et sinirli, dişlerin almaz, ama komşu bir aulda aynı molla, ben oradayken diyordu ki küçükler kesilmez ve daha yağlı bir koyun kesilsin diye ısrar ediyordu. Şeriat kanunlarını istedikleri gibi çeviriyorlar, ben bunu daha o zaman anladım.

Bu tür canlı bir konuşma ile zaman geçirdiler ve o an geldi ki kaynayan kazanlardan buharla, kırılmamış kemiklerin üzerinde eti çıkarmaya başladılar ve onlar, bir savaşçı kalkanı kadar büyük olan tabaklara koyuluyordu. Aksakallar ve oburlar bıçaklarını çıkardılar. Ama ancak kendilerine yemeği çekip yaklaştırdılar, ancak ellerini uzattılar, gökle dünyayı bölen bir çığlık duyuldu:

-          Bırak! Ayağa kalk!..Atlara!... Ata bin!

-          Ne? Ne oldu?! diye, ayaklara fırladılar.

-          Savaş...ordular...Herşeyi ve herkesi silip süpürüyorlar... telaşlı sözlerin manası anlaşılmaya başladı.

Panik ortaya çıktı. ‘Atlar nerede?.. Kurtul!.. Koş!...’, diye kendilerini oradan oraya atıyorlar, hayhuy ediyorlar, mümkün olan bütün hızla koşuyorlar. Kartkoja, kısrağını hiç bulamıyor. Otlamaya bıraktı, şimdi de o hiç bir yerde yoktur. Kösteği kırmış ve diğer korkmuş atlarla beraber tepelerin öte tarafına kaçmış.

Halbuki, et tabaklarının yanında – Kartkoja, göz ucuyla gördü – oburların sebatlı işgüzarlığı eğemen oldu. Onlardan iki tane, baştan ayağa yağda, arabaya haşlanmış et parçalarını getirip yüklüyordu, kendi ağızlarını da doldurmayı unutmuyorlar. ‘Oradan da al getir!’, demeye çalışıyorlar, sözlerin yerine de ancak böğürme olur – ses, bir tek burundan geçebilir. Hocayla molla da açıkgönüllülük gösterip, et paylarını v hayvan postlarını sakladılar. Diğerleri de: koşa koşa gelen köpekleri, fakir ihtiyar kadınları, öksüz, Allah aşkına dilenenleri – oburlar, etten kovuyorlar, boynuzları olsa, boynuzlardı.

Kartkoja, başka şeyleri gibi bunu da elinde olmadan düşünmeye başladı. İşte onlar – Kazakların kanlı gözyaşları. İşte, saygılı adamların gerçek yüzü – kargalar. Basit oğlanlar da binlerce, milyonlarca ölmeye gidiyorlar. Onların üstünde de, tek bir tek kaygısı: diğerlerin sayesine nasıl zevkle yeyip içeyim olan insanlar sivrisinekler gibi duruyorlar. Bununla beraber biz, hayatlarımızı feda etmeliyiz, onların oğulları da sırtlarımızın arkasında saklanacaklar. Niçin? Hangi yararlıkları için? Adalet nerede, insanlık nerede, serbest seçim hakkı nerede? Ya da bu sadece boş laflar mı? Onlar için kim sorumludur? Zaten de bütün meydana gelenler – kimin fikri? İnsanın mı? Yada Tanrı’nın mı? Allah’ın iradesi ise..., - bu yerde Kartkoja, kâfir düşüncesinden korkup, duraladı.

 

Kırıma

Yesekkırgan dağının doruğu yeni görüldüğünde, onun yamacında yarım verst mesafesine harp kolu uzandı, ikişer atlı yan yana, ve yarımyıkılmış Kanay’ın anıtkabirine gitti.

Tarlakuşları ötmeyi bitirir bitirmez, pembe şafak köpüklendi mi, aynı anda davul sesleri duyuldu ve yıkıntılardan yüksek olan bir yerde, hemen hemen dağın doruğunda, üç tane atlı gözüktü. Onlar, yukarıdan düşmanlarına baktılar ve hemen, dağ sıçanları gibi taşların arasında kayboldular. Güneş ışıkları dağ yamaçlarında kaydılar ve bütün etrafı aydınlattı. Kartkoja, sel yarığında yürümektedir. Onun yanından Ala Dağların istikametinde, heyecanlı heyecanlı konuşarak o keşifçiler geçip gitti.

Kartkoca kampa ulaşınca, bütün iç güven kuvvetlerinin üyeleri artık atlarına binmişti. Kocaman bir sapkın kayanın etrafında toplanmış. Şapkın kayanın üzerinde de komutanları duruyordu. Bazıları artık, komutanlarının kamçısını ve kınamalarını denemişti:

-          Siz, bütün bunları, baylardan duyup tekrarlıyorsunuz...

Ama galiba tartışmalar bitmemiş. Birileri çatıyorlar, göğüslerine yumruklarını vuruyorlar,

-          Savaşacağız.., - diye bağırıyorlar.

-          Yine de burada da öleceğiz...

-          Ama önce ilbaşına başını bir kırarız!

-          Kendisi de, bir libre bela kaça olduğunu öğrensin!

Diğerler, zaman zaman başlarını elleriyle tutuyordu, düşünüyordu, fikirlerini değiştiriyordu, bazılar yese düşüyordu, bazılar da dövüşme açıyordu, ama sonunda bir yere varamadılar yine. Vakurlaşmış adamlar, ürkek delikanlılar, düşmanlara hizmet vermeye de razı olan bayların yardakçıları ve basitça gizli bir amaçla gönderilen casuslar, Çar’ın ordusuna silahlı karşı konumun mantıklı olmadığını ikna ediyordu.

Cesur kalpler, ateşli gönüller, gururlu olanlar, kavgacılar, sayılı fırtınalar, at hırsızları: ‘Savaşa!’ diye bağırıyordu.

Orada meliyorlar, burada kükrüyorlar. Kimin sayı olarak daha fazla oldukları anlaşılmaz. Darmen, kamçıya beyaz bir mendil bağlayıp, onu başının üzerinden kaldırdı:

-          Savaşa gitmeye hazır olanlar çıkın!, deyip yiğitleri kayalara doğru götürdü.

Korkaklar ve ihtiyatlı olanlar geriye çekildi.

İç güven kuvvetleri dağıldı. İkircimli oğlanlar, ne yapmalarını bilmeden kendlerini oradan oraya atıyorlardı ve sonunda, insan sayısı daha fazla olan bir kalabalığa katıldılar. Hem savaşmaya, hem de baş eğmeye razı olan çocuklar da aynı şekilde davrandılar. En atılgan savaşçılar, buna dayanamadılar ve, kamçılarını sallayarak: ‘Haydi, korkaklardan atlarını alalım! Döv onları! Savaşmak istemiyorsan, iç güven kuvvetlerinde sana yer yoktur!’, diye bağırdılar ve onlara döverek saldırdılar. Dönekler, kamçıyı deneyip, tekrar kendini toparladılar. İç güven kuvvetleri yeniden kuruldu, savaşa hazırdır.

Ama, doğru olarak nasıl savaşalım?

Birkaç teknik değerlendiler. Bazılar, ısrarla şunu öneriyordu: ‘Ala Dağlar’da saklanalım, savunalım, atıcıları da daha yüksek yerlerde, taşların arasında dağıtalım’. Diğerler de heyecanlanıyordu: ‘Hücum etmek lazım! Çarpışmaya girip onları kalın sopalarla döveceğiz, saldıracağız ve yere düşüreceğiz!’, diye. Üçüncüler şöyle öneriyordu: ‘Savaşçı yiğitleri seçeceğiz, onlar da önden saldırsınlar, kalanlar da arkadan yaklaşıp, düşmanı sırtına vursunlar’. – ‘Geceleyin onları hazırlıksız yakalayıp vuracağız’, - bunu da tavsiye ediyorlardı. Şöyle kurnazlar da vardı ki: ‘görüşücü gönderip kandıracağız’- diye tavsiye ediyordu. Çok fikir ürettiler, ama hücum etmek için gönüllüler bulunmamış, birbirini dürtüklüyordu, ama başarılı olmayınca hep beraber saldırmaya karar verdiler: ne olursa olsun.

Akşama doğru iç güven kuvvetleri, dizi olarak dağ geçidinden aktı gibi indi ve, çukur oluşturan kayaların yanından yamacın üzerinden, Kanay’ın mezarına gittiler.

Bindiriyorlar, çarpıyorlar. Dudakları büzülmüş. Yüzleri sarı. Kürk şapkaları alınlarına çekildi, boyunları omuzlarının içine çekilmiş, dizlerinin altında kazıklar, kalın sopalar, savaş baltacıkları sıkıştırılmış. Bazılarda, dedelerin çifteleri, tüfekleri vardı.

Eyerlerin altında hem soy atları, hem de hemen hemen hergele olan aygırlar, hem de gösterişsiz atlar vardır. Bazılar, tırıs gidiyor, bazılar da atı dörtnala kaldırmaya çalışıyor. Kanay’a beş verst kalınca iç güven kuvvetleri, birikti ve sarp bir tepenin arkasında durdu. Üç yiğit başına çıktılar – etrafa bir bakmak için. Yakında, eğilerek, geriye indiler. İç güven kuvvetleri dalgalandı. Kolanları sıkıştırdılar, dudaklarının arkasına tütün döktüler. Silah – ellere. Dikkat ederek tepenin arkasından çıktılar.

Tepenin arkasında göz önünde yatan enginlik sarsıtır: insan durur ve gözleri kendilerinden yuvarlaklaşır. Gölün kıyısında Kanay’ın azir taş duvarları.

İç güven kuvvetleri iki kanat olarak dönemedi, uyumsuzluk içinde gittiler. Darmen’in yanındaki yiğitler doştça, atılganlıkla koştular, kalanlar da geçikip geride kaldı, seğiren kuyruk gibi uzandılar.Mezarın taşlarına iki verst falan kaldı mı, tüfek salvoları başladı. Barut dumanı görüldü. Yiğitler, yelelere doğru eğildi, bazıları eyerlerden yana kaydılar. Kartkoja’ya, önünden yirmi falan atlı saldırdı, o da koştu ve mırıldıyor: ‘Vay, azizler, vay’, diye. Bir delikanlı takla atıp yere düştü, sonra bir kişi daha...

Kurşınkar çok sık, saçma gibi uçuyordu. İşte, tam duman perdesinin önünde bir delikanlının üzerinde, bir kan kelebeği titredi, birinde daha ve daha... Saldıranlar dağılmaya başladı. İki üç kişi artık atlarını çevirdiler ve geriye koştu, onların peşinden de kalanlar. At nallarının patırtıları, silah sesleri ile birleşerek tek ses oluyordu. Kalabalık ordu, yel yeperek koşuyordu, onun peşinden sıkça uçan kurşunlardan kaçınmaya çalışıyordu. Kurtuluş yok – her tarafta ölüm, iç güvenlik kuvvetlerinin kalanları, kör koşmaya başlayıp bir türlü kaçındı, ölümden kaçtı. Acele ederek uzun zamandır gidiyordu, çoğu aullara koştu, Kartkoja da evinin yolunu tuttu.

 

Bulutlar koyulaştı

Batı’dan asılmış kocaman siyah bulut, guruldayarak ve gümbürdeyerek içine rüzgarı soğurdu.

Bozkır hayvanları kurtulmaya atıldı: tarlakuşu yuvasına, fare deliğine...

Aulda da uğraşma yer almaktadır. Yurtaların sırıklarını ve duvar kafeslerini sokuyorlar ve kaldırıyorlar, kumaşını germek için kazıkları çakıyorlar, arabaları yanlarına çekiyorlar – aul, eşyaların ve keçe kilimlerinin kaosundan kalkıyor... Kadınlar bağırıyorlar, sanki görülmez bir düşmanla savaşmaya başladılar, mamafih – bu bağırma mı, tartışma mı?

Köpekler, arabaların altına saklandılar, ne kadar mümkünse uzak, ne kadar mümkünse güvenli olsun. Taylar, toynaklarını her yana atarak, ince boyunları titreyerek ve kuyrukları sallanarak, bilinmez bir yere koşuyorlar. Anneleri – kısraklar, başlarını kaldırıveriyorlar – onlara merak ederek bakıyorlar. Danalar gözden kayboldu, kuzular dağıldı.

Aniden soğurulmuş olan rüzgar, asılmış karanlıktan koptu, gökte dolaşmaya başladı, auldan göğe bir hortum gibi toz uçtu. Yağmur sine sine yaklaştı... önce birazcık damlamaya başladı, sonar da sağanak halinde yağmur yağdı. Şimşekler parlamaya başladılar, bir de öte bir yanda uzaklıkta değil, tam tepenin üzerinde. Avratlar semaver, tasları ve demir kovaları kapatmaya atıldılar, erkekler de çocukları ile baş etmeye çalışıyorlar: ‘Dur! Kapıdan uzaklaş! Otur!’, diye. Bir-iki dakika sonra rüzgarın çılgın sağanakları, yurtaların fiksajlarına çöktü, yan yatırdı, kopardılar. İnsanlar ipleri, keçe kilimlerini, kafesleri yakalamaya atıldılar. Kasırga arttı. Artık o, aulun kenarında duran siyah keçe barakaları kopardı. Sadece üç yada dört kafesten oluşturulan yapular, ona nasıl dayansın ki! Barakalar ne! Kocaman yurtalar da, uyuyan avratların baş örtüleri gibi titreyip sallandılar. Tabii ki Kartkoja’nın yurtası da duramadı. Gökten de kamçılıyordu. Düşmüş kafesler, Kartkoja’nın annesini yere bastırmışlar. Kartkoja, bütün emeklerine rağmen onu tek başına kurtaramadı. Rüzgarın koptuğu baş örtüsünü yakalamaya koşmuş ağabeyinin eşini yardımına çağırmaya mecbur kaldı. Kardeşi bir yere danaları getirmeye koşmuştu. Daha da korkunç olan: ağabeyinin bebeği, devrilmiş beşikte boğularak debelenmektedir.

Köpekler, dökülmüş ayran birikintilerini yalayıp süpürüyorlar, yırtılmış yağ tulumlarına ağızlarını sokuyorlar. O anda da sırılsıklam olan ağabeyi yetişti, attan aşağıya atladı ve beşiği kaldırdı, annesini kurtardı.

Ev yıkıldı, donatım bozuldu. Anne, avucunu köprücük kemiğine sıkıştırarak inliyor. Sağanak bitmek üzereydi.

-          Tanrı, buğün bize öfkelenmiş, - Tungışbay dedi ve Kartkoja’ya konuşarak ekledi: - Senin benekli ineğini götürdüler.

-          Kim götürdü?

-          İlbaşının insanları. Senin iç güvenlik kuvvetlerine gittiğin için.

-          İneğin de bununla ne alakası var?

-          Hayvan ne! Başını düşün, anne dedi.

-          İç güvenlik kuvvetlerine giden herkesin hayvanlarını zorla alıyorlar. Tolebay’dan tek atını almışlar. İlbaşı, bir kazak kolu ile dolaşarak herkesi soymaktadır.

-          Aman Tanrı’m! Diyordum ya sana: gitme! Şimdi de ne olacak? Yok, bu İmankan’ın peşine düştü gitti...

Aul insanları, yağmur biter bitmez yurtaları kaldırdılar, eşyalarını topladılar.Sakinleştiler. Duydukları haberi de konuşmaya başladılar:

-          Siz, bir inek kaybettiniz, ne olacak ki? Diyorlar ki delikanlıları tutukluyorlar. Nıgman’ı, Şakiman’ı tuttular. Ibray kaçabildi. Galiba, öküzünü götürdüler.

-          Darmen de nerede? Kartkoja diye sordu.

-          Darmen, adam gibi davrandı. Dedi ki onun yüzünden birinin acı çekmesini istemiyor ve kendisini makamlara teslim etti.

-          Tutukluları da ne yaptılar?

-          Galiba, hapishaneye attılar.

-          İmankan, kaçmaya karar verdi, böyle de bütün büyük ailesini tehlikeye soktu.

-          Kaçmak gerekmez. Kaçak olarak ta nasıl yaşarsın?

-          Herkes kendisini düşünüyor. Başka birisi için kim sorumlu olmak ister? İmankan, bir aptallık yaptı. Davranışıyla kendi auluna büyük bir zarar etti, komşulardan biri dedi.

Auldakilerden başka bir küçük sahip, gençlere konuşarak ta dedi: - Sizin için gelirlerse, değerli gençler, kaçmayı düşünmeyin bile, aulu rezil etmeyin. Yoksa biz kendimiz sizi tutup teslim edeceğiz.

Bu sözler Kartkoja’yı, bağırsaklarına kadar incitti. İşte nasıl konuşmaya başladılar – akrabalarımız, kendi  aulumuzun insanları! Şimdi de ne yapalım, nereye gidelim? Etraflara bakıp, artık öz yüzlerin ne kadar soğuk ve yabancı olduğunu, nasıl bir anda bütün yumuşak yüz çizgilerinin yok olduklarını, omuzların omuzlardan uzaklaştıklarını gördü, Kazaklar, vay! Gerçekten mi herkes sadece kendisini düşünüyor ve hiçkimse sana el vermeye, karanlık, ölüm getiren kış gecesinde seni kurtarmaya cesaret bulamıyor ve istemiyor bunu bile?

Bütün net bildiği şeyler, bütün şüphesiz inandığı, umduğu şeyler – herşey yıkıldı ve yok oldu - silahı elinden alındı, kendisi şaşkına çevirildi, sanki kendisini tek başına ve çıplak olarak düşmanca gurbette buldu.

Aul insanları, önemli olmayan şeyleri konuşarak, yurtaları düzeye oturtmaya başladılar, bir şeyler çekiyordu, birilerini konuşuyordu, yıkıyordu, toplayıp koyuyordu... Kartkoja, taş kesildi sanki, oturuyor ve sırtını kamburlaştırarak, çok vurulmuş omuzunu okşayarak göz yaşlarını silen annesine bakıyor.

 

Uyuşmazlıkta

Sonbahardaki koyun kırkımı bitti. Turnalar, vedalaşarak gırtlaksı çığlıkları atarak aulları geçip ufukta kaybolmuşlar.

Soğuk olmaya başladı. Otlar soldu, yapraklar sarardı, hayvanları kışlaklara götürmeye başladılar. Emir verildi ki 15 gün içinde seferberlik bitmeli. Asker olmayanlar dağınıklık içinde boş dolaşıyorlar.

Bazılar, hayvanları sürme işine girmeye acele etti, bazılar da kömür ve tuz ocaklarına gitti, postada çalışmaya başlayabilen bile vardı – kurtulmak için her imkan aranıyordu.

Savaşa katılan bir ülkede, ancak çocuklar ve köpekler serbest oynayıp eğlenebilir. Bu zamanlarda, sadece topal, kör, kel, dilsiz ve kambur olanlar için yere kanlarını dökme tehlikesi yoktu. Mamafih, ordudaki yerlerine başkalar bulunuyordu, bunun için zaten Çin sınırının öbür tarafında saklanan da az değildi.

Kel bir oğlanla anlaştılar ki o, kendisini Kartkoja’nın ağabeyinin yerine gösterecek. Bunun bedeli bir inek olacaktı. Ama, anlaştıkları günde kel olan ineği almaya gelmedi. Telaş etmeye başladılar. Kartkoja, yine ona gitmeye mecbur kaldı.

-          Azizler, vay, bu köpeğe de ne oldu? Çoktan gelmeliydi... Fikrini değiştirdiyse, ağabeyimle beraber gideceğiz! İki kadın çocuklarla yaşayamaz. Kim onları destekler? Dayı kendisi zorla yürüyor... Azizler, vay! Olamaz ki ağabeyimi de alacaklar. Yok, almazlar. Kel olan onun yerine gösterilecek. Kabul etmezse, inekle beraber başka hayvan da veririz. Bu kelden başka bir sakat mı bulunmaz? Bir ümit ışığı bizim için yanmaz mı?

Göğsünde, kantar kefelerinde gibi, bir umut, bir umutsuzluk daha ağır çekiyordu, canı çıktı; birden düşündü ki Aşeter auluna giderse, bu mesele ile herşey yolunda olur. Bu fikir de kafasına çivi gibi vuruldu, başka bir şey düşünemez oldu.

Aşeter aulunda Zeken’de de herşey böyle fenadır. Gidip bakayım, o da nasıl bir çare buluyor?

Yaklaşınca, uzaktan canhıraş çığlıkları duydu: ya bir çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ya bir köpek çeniliyor, ya da hasta bir insan inliyor. Yakına geldiği zaman da onu telaşa düşüren sesler, ulumaya dönüştü. Dehşete düştü, kalbi gümbür gümbür atmaya başladı. Uluma, Kartkoja’nın gittiği evden duyuluyordu. Aynı yere her taraftan insanlar koşuyordu.

Girdi mi – ev insanla dolu. Uluyarak inleyen Zeken’miş. Kadınlar onun alnını, tepesini öpüyorlar, erkekler de elini tutuyorlar. Ondan kan oluk gibi akıyor.

-         Kül getirin!.. Bir keçe parçasını yakın! Ne oluyor ya? Çizmeyi mı çıkaramıyorsunuz? Mollayı getirmek için koştular mı?... diye, şaşkın şaşkın makara gibi konuşuyorlar, kan durdurmayı bilmeden uğraşıyorlar.

Kartkoja öğrendi ki o, kendisine bir parmak elinden kesmiş. Ailenin tek çocuğu olup, savaşa gitmemeliydi, ama bir memur gerekli insana rüşvet verip, askere çağırma kağıdına oğlunun yerine Zeken’i yazdırmış.

Kartkoja’nın göğsünde hem ona karşı acıma, hem iğrenme, hem korku karıştı. Ata binmeye acele etti ve ne kadar mümkünse çabuk o yerden ayrıldı.

Kartkoja kelin auluna giderken, çok arklı, hiç bir yere getirmeyen düşünce kafasından geçti. Zeken’in parmaksız kanlı eli de hep gözünün önünde duruyordu. Gelip te kel olanı evde bulamadı.

-          Nereye gitti?

-          Bukabay’ın auluna, kelin annesi dedi.

-          Bize verdiği söz de ne olacak?

-          Bunu bilmiyoruz. Biliyorum ancak ki o başka biri ile anlaşmış.

-          Allah Allah! O kadar alçak davranmak mümkün mü? – diye yese düşen Kartkoja haykırdı, içini çekti ve evi terketti.

Gözlerinden yaş boşandı. Dünya daraldı. Karanlık bastı sanki. Ne bir güneş ışığı, ne bir güneş akisi yok. Boynu omuzlarının içine çekildi ve başı, göğsüne düştü, her yanı titredi. Nereye gitsin, ne için – düşünemez bile oldu. Birden biri onu geriden yakalayıp: ‘Nasıl gidiyor?’, dedi.

Ürperdi, döndü, başını kaldırıp baktı – tanıdığı bir delikanlıymış. Yanında kambur bir cefakeşi götürmektedir. Baya övünmeler dolu ve uzun bir konuşma başladı, şu konuda ki kamburu büyük olmayan bir paraya kiraladı. Kiraladı tabii ki, ama yine de korkusu var ki bu numara olmayacak, ama çaresi yok – bir ümit var. Ümit olmadan yaşamanın bir anlamı yoktur.

Burada sanırım ama ki ümiit, çalışan insanlara gereken ümite benziyor: ailede biri kendisine boşuna yatmaya müsaade etmeye başladı mı, tembele bakanlar: ‘İşte, sanki işlerimiz düzeltmeye başladı’, - diye seviniyorlar. Ormanlı bir dağ boğazına girdi. İleride – dar bir geçit var. Kalbi durur gibi oluyordu: oradan çıkarlarsa mahvoldun.

Bir durur, bir atar, bir durur, bir atar. Böylece Kartkoja, dikkat ederek ve her tarafa bakarak ilerliyordu, ama aniden tam onun önünde sazlıktan eyerli ve kısa kuyruklu bir at çıktı. Bu ne bir at? Sahibi de nerede? Adım adım yaklaşık 20-30 metre daha ilerleyip Kartkoja, ‘Allah!’diye bağırarak eyerden düştü.

Zihni bulandı. Kuşakta asılan balta baya acı vererek yanına saplandı. Ayağa kalktı, kendisini sapkın kayaya tırmanıp ondan bakmaya zorladı. Bir çam dalında kaba bir kementte, kandisini astırmış bir adam sallanmaktadır. Boynu ilmikte daralmış, başı eğik, kolları vucüdün uzunlamasına asıyor, sanki ona yapıştırılmış. Sanki tanıdığı biri. Galiba, az önce onu iç güvenlik kuvvetlerinde görmüştü.

Kartkoja, boğazın içine daha da ilerlemek için cesaret bulamadı, eğilerek geriye döndü. Sonunda ne ölenin yüzünü, ne de yüz ifadesini iyi göremedi. Kendisi de az kalsın aklını oynatacaktı, dudakları titriyor, sönükleşti, ayakların altında ıslak bir bez gibi ağlayarak burnunu çekiyor.

Daha epey bir zaman içinde kendisi, boğazdan ingin yere çıkıp, kısrağını hızlandırarak, uzaklaşan çam ağaçlarının tepelerine kuşku ile dönüp bakıyordu. Koşa koşa giderek te, dağ kütlesini dolandığını kendisi de fark etmedi. Ama nereye gitmişti? Niçin?

Duyacaksınız.

 

Elveda

Bilincine varılmamış kaybolmak isteğiyle Kartkoja, bozkırda gece geçirmeye mecbur kaldı. Sabahleyin de, kendisine gelince, aullarda bir kambur aramaya atıldı, buldu. Az kalsın önünde diz çökecekti, ağladı, dana ile ineği vermeye söz veriyordu – zorla razı etti, kendisiyle götürdü. Küçük bir tüy parçasını avuçta gibi götürüyordu, kamburuna bir puta gibi dua ediyordu, az kalsın bu kamburu, bir bebeği gibi ninnileyecekti. Evde de onu, şans peygamberi olan Hızır’ı gibi karşıladılar, sözle anlatılamaz kadar sevindiler.

-          Anne, tam bize lazım olduğu gibi! Şimdi artık merak etme!

-          Bende saklanan, en yağlı bir bağırsak vardır, onunla ikram edeceğim. Bir de tatlı irimşik servis ederim.

-          En önemlisi – memnun kalsın! İnanır mısınız, çok kaprisli bir insandır.

Kambura, evde bulunmuş bütün enfes yemekleri ikram ettiler. Bir tek atın kör bağırsağının altın yağı neymiş! Fakat kambur, naz ediyordu – ona dokunmadı bile. Kandırmalarına da kapılmadı. Onun kaprisliliğini bir sonraki gün anladılar – kendisi, en güzel ineği istedi. Üç tane sağmal inekten o, en çok süt veriyordu, en uyuşkan, en bereketli idi. Bir de hakkını anlayarak böyle, sanki istemeyerek ona el uzatıyordu, bol bol alay etti.

Aullar titriyorlar. Her birinden on kişi kadar delikanlı koparılır. En iyi olanları, sevilenleri, değerli olanları, her birinin üzerinde geceler boyunca uyumamışlardı, onlara zavallılara bütün canı koymuşlardı. .. Her birinin yaşı on dokuzdan otuz bire kadar. Onların aralarında da tek bir bayoğlu yada başka soylu bir çocuk yoktur, biri rastgele listeye girerse, onu da kurtarıyorlar. Oğullarını kurtarmak için her delik kullanıyordu, onları savunacak kuvvetli bir el arıyorlardı.

Hem verilen, hem de alınan çoktu, diyorlar ki fakirden, likenden başka fazla alamazsın... halbuki bunu becerebilen vardı. Her kuş yavrusunun kendi kaderi var: biri yuvasından düşecek, öbürü de – uç nereye istersen.

Kartkoja, sefere hazırlanıyor: çizmelerini tamir etti, giysilerini meramet etti, bir bütün eşyalarını keçe çantasına koyar, bir çıkarıp tekrar ayıklıyor. Evdekileriyle de çoğunlukla şunları konuşuyor:

-          Kumanya alayım mı? Neyin üzerinde de uyuyacağız? Belki, küçük halıdan bir parça keseyim? Diğerler de nasıl yapıyor? Uygun bir yorgan var mı? Parasız gitmek mümkün mü? Yine de bozukluk almak lazım olur. Siz de şimdi nasıl yaşarsınız?

Olaylar eskisi gibi gelişiyordu. Telaş için irade kalmadı. Acıklı acıklı meleyen kuzu sürüsü gibi ses çıkarmadan mezbahaya ayaklarını sürükleyerek yürüyorlar. Galiba, böyle bir kısmet onların için yukarıda belirtildi, şimdi de onlara sadece bir birine şifa bulmaz hastalara gibi, bir tek sağlık dilemek kalıyor.

Gelecek gün kara sisle kapandı, bugün hayat bir şeye sarılıyorsa – daha kalmış tek şeye, gönüle.

Asker adaylarıyla çok sayıda dehşetli şey olan oldu. Kendilerine parmakları kesiyordu, jiletlerle damarları kesiyordu, yaraları çürütüyordu, ellerini-ayaklarını yakıyordu, gözlerine tuz, kireç ovarak sürüp te kör oluyordu, kendilerini astırıyordu, kemiklerini kırmayı ummarak kendilerini kayalardan, ağaçlardan aşağıya atıyordu, şarbonlu eti hazır olana kadar pişirmeden yiyordu ve, deli gibi salyalarını dökerek bozkırda dolaşıyodu...çok şey yapıyordu.

Bazıları gerçekten kalan bütün hayat için hastalanıyordu, diğerler de sakat oluyordu, ölen de vardı. Ama çoğu, kadere meydan okumamaya karar verdi. ‘Dünyayı gördüm, baya gezdim dolaştım’, ‘Ölümünden önce ölmeyeceksin’ diyerek, nereye gönderirlerse dinçlikle gitmeye razıydı.

Gerçek bir yiğit için ata binip gitmek zor mu!

Aullarda gürültü ve acele acele koşuşmalar eğemendir. Hayvanlar yememiş, içmemiş, otlamaya götürecek olanlar da yok, herkes kuyuların yanında toplanıp duruyor – gürültülü gürültülü üzüntülü olayları tartışmaktadır. Arabaya koşmuş bir öküz böğürüyor, eşiğin önünde bir köpek uluyor...Hayhuy, düzensizlik.

Acele eden, heyecanlı erkekler, acı acı yakınan, içlerini çeken ihtiyarlar ve kocakarılar, teyzeler ve kız kardeşler, annelerin unuttukları ağlayan çocuklar. Delikanlılar arabaya kumanya, çamaşır, denkleri sokuşturuyorlar, bağlıyorlar.

Nihayet, uzağa yapılacak sefer için herşey hazırdır ve aul bağırmaya, çığlık atmaya başladı, arabaların tekerleklerinin altına atıldı. Hareket ettiler. Bazılar geride kaldı, bazılar da üç yurta arasında boşuna dolaşmaya başladı.

-          Kadınlar kalsınlar, kalın! diye, iki-üç kere bağırdılar.

Ama dinleyen olmadı: hemen hemen hepsi, oğullarına takılarak, yanlarında gidiyorlar. Kartkoja ikna ediyor:

-          Anne, yorulursunuz ya... diye.

Annesi de durmayı düşünüyor, ama ondan göz ayırtamıyor, onlardan yaşlar, dipsiz denizden gibi akar. Konuşmaya gücü yetmiyor, ancak çenesi titriyor.

Büyük mezarlıkta erkekler, kendilerden arabaları ve kadınları uzaklaştırıp, eski mezarlara ağırbaşlıca yürüdüler ve yanlarında durup, başlarını eğdiler, mollanın vaazını dinlemeye başladılar. Molla, Kuran’dan birkaç sure okuyup ve ölenleri anıp, ayağa kalktı ve dedi:

-          Gerektiği gibi abdest yapmamış olanlar yapın! Borçlarımızı ödeyelim ve iki kere diz çöküp dua okuyup, atalarımızın ruhlarına, bizi savunmalarını, Allah’a da bereket vermesini arzu edelim.

Su olmadığı için, Allah’ın ismini harıl harıl söyleyerek, ellerini kumla yıkadılar. Birçok sıraya girdiler.

Gök kapandı ve gri bulutlarla örtünerek güneşi sakladı. Yıkılmış kubbeli içinde gözüken mezarlarla anıtkabirler, Sonbahar rüzgarının ıslığı ile aynı tonda boş variller gibi uğuldadı.

Ve sanki yer altından mollanın sesi geldi: ‘Allah akbar!’ diye. Gözler, eğilen göğüse bakmaktadır, yürek te her şeye gücü yeten Allah’a dönüyor. Allah’ın önünde, bir de zalim olan kaderin önünde diz çöktüler ve sanki bizzat dünyayı, ataların mezarlarını sardılar.

Kartkoja’nın bedeni gevşedi ve her damarı, her yanı titremeye başladı. Nasıl da dayansın? Arabanın yanında annesi hıçkıra hıçkıra ağlıyorsa, mezarların yanında erkekler ağlıyorsa, mezarlardan kalkmış ruhlar inliyorsa, bozkırdaki hayvanlar uluyorsa, sadece kendisi yaşlara boğulmuyor – kocaman sayıda olan bütün Kazaklar, bütün Sarı-Arka, ağlamaktadır.

-          Âmin!..  diye, avuçlar hayır duası için kaldırıldı. Ağlayan bir ses te:

-          Evet, ruhlar!... Evet, atalarımız!... Torunlarınızı sadakatle savunmaya hazır mısınız? Sana başvuruyoruz, Tanrı! Evet, biz senin karşında temiziz!..Kurbanımızı kabul et!..Verdiğimiz oğullarımızı... savun, bütün belalardan koru, dehşetli ölümden kurtar!...

-          Âmin!

-          İllahi aumin!

-          Elveda, esen kalın!

 

 

BÖLÜM DÖRT

4

 

Değerli okuyucular! Sanırım, Kartkoja’nın sonsuz başına gelenler size, baya iç karartıcı bir izlenim bıraktılar. Bunun için, uzun anlatmayalım ki şehirde kendisi, kağıt para verenlerle baya anlayışlı olan askeri doktorunun önünde komple soyunmaya vazgeçtiği için, askerlerden sopa yedi ve nasıldı bu. Nasıl onu tıraş ettiler ve onun gibi olan dokuz zavallı ile birlikte kışlanın dar kafesinde kapattılar, sonra da nasıl bir tek iç çamaşırında Sonbahar rüzgarların estikleri sokaklara çıkarıldıktan dolayı üşüdüğünü ve hastalandığını anlatmayalım, daha iyi onunla direk cephede buluşalım.

Ormanın uzunlamasına siperler. Kaybolduğun hendekler. Gün doğar doğmaz yiğitler, sonsuz siperleri ve hendekleri kazımaya giderler. Saat on ikide yemek verilir. Topların inlemesi duyulmaktadır. Ritmli pat patla otomobiller geçerler. Başlarının üstünden aeroplanlar hızla geçiyor. Zaman zaman: ‘Yat!’ diye kumanda verilir. Delikanlılar da dizleri tırpanla biçilmiş gibi yere çöküverir.

Kartkoja, ‘siper’, ‘aeroplan’, ‘otomobil’, ‘tren’, ‘bomba’, ‘makineli tüfek’ şözlerine, aul eşyalarının ve hayvanlarının adlarına gibi alışmıştı. Ama onların nasıl harelet ettiklerini, uçtuklarını ve patladıklarını anlayamıyordu. Tabii ki biliyordu ki makinelerdeki ve motorlardaki kuvvet buhar, benzin ve ispirtodur. Buharın kımıldatabilmesi anlaşılırdı, ama benzinde ne kuvvet var? Bir de kuvvet mi bu? Belki, kuvvetten daha fazla olan bir şeydir.

Ama nasıl ‘bir şey’? Sihir mi? Büyü mü? Ruh mu? Belki de Allah’ın iradesi mi? O hiç bir türlü anlayamazdı. Bir de bu nasıl bir sihir yada büyü olabilir ki bir tip makineleri, başka tip makinler hareket ettiriyor, bu başka tip makineleri de normal insanlar kullanmaktadır. Aynı Kazaklar gibi sarı saçlı Ruslar, burunları da bizimki gibi, ancak gözleri mavidir. Kartkoja, bilgili Ruslara ve Tatarlara sorularla yapışmaya başladı. Onlar açıkladılar ki herşey, bilim ve tekniğin sayesinde yapılmış.Bazılar, Kartkoja’ya hepsini detaylı bir şekilde açıklamaya başladı. Tabii ki kendisi, hiç bir şey anlayamadı. Mamafih, bir kere daha ikna oldu ki herşey, okuyarak kazanır ve o mutlaka okuyacaktır.

Kartkoja, yüz kişilik bölük komutanıdır. Genellikle o serbesttir. Göğe bakar: aeroplanlar, bulutların altında tarlakuşları gibi tur atıp duruyor mu diye, ve hayal ediyor. Bir gün uçarım, uçup ta tam günesin yanından bütün bulutların içinden geçerim! Aşağıda da insanlar olacak, minicik, onlara yaklaşırım ve kara bir kartal gibi aula saldırırım, aeroplan gümbürdeler, guruldar, Kazaklar, tabii ki korkar, fedakarlık yaparak koyun kesmeye atılır, ben de Allah’a verdikleri bağışlarını yemeye otururum, yok tabii, bunu yapmam, getirdiğim bilgileri ve diğer sanatları onlara anlatırım: aeroplan niçin ve nasıl uçar, aeroplana bindirip göğe çıkarırım, karanlık ta, cahillik te insanlardan düşer, Kazaklar da artık aeroplanlardan korkmaz, kendiler de bu kanatlı makineleri havaya kaldırır...Onların gözlerini kimin açtırdığını da hatırlar... Hayalgücü, gözlerinin önüne daha da acayip tabloları getirir. Kendisi de rüyalarına hayran olur, hareketsiz kalıp saatlerce hayallerine dalır. ‘Haydi, hareket etmeye zaman geldi’, - diye bağırılır ve icat ettiği bir dünya yıkılır, Kartkoja da kendisini, tekrar günahla dolu dünyamızda bulur. Tekrar toprak kazıma işleri. Ağır çalışma. Tekrar da esaret, tekrar verstlerce yürümeye mecbur, ayaktan düşer, kaslardaki ağrı ona bastırır, sövgüler, küfürler, yorgunluk, ağır uyku – bütün bunlara dayanarak, yaşar. Aeroplan gökte yüksektir, nereye saklanırsın?

Daha önce, tüfek patlamasını duyunca Kartkoja, dizleri tırpanla biçilmiş gibi yere çöküvermişti, dizlerini göbeğine bastırmıştı, ve her kere kurşunun, kendisine batmasını hissetmişti. Hareketsiz yatmıştı, kan revan içinde olduğunu düşünmüştü.

Fakat, sanki yaralanmamış, kendisini muayene eder – sağlammış. Alışmıştı, şimdi de tüfek patlamalarını duydu mu, ancak kollarına-bacaklarına batmadı mı diye bakar. Bacaklar çok önemlidir, bacaklar – ayrı bir hikayedir. Tramvayı ve treni ilk kere görüp, çok korkuyordu ki bu kocaman demir tekerlekler kendisine ayak-bacak kesebilir. Ama sonunda, raylardan çekinerek bir sürü ötede durdu ve tramvaya, hemen hemen aul çocuklarının atlayıp haşarı atlara bindikleri kadar yiğitçe atlamayı öğrendi.

Raylardan başka Kartkoja, geçtiği şehirlerde aslında başka bir şey de görmedi, güvenlikten askerler, aynı rayların üzerindeki sobalı yük vagonlarında kapalı tuttular, hafızasında sadece adları kaldı: Samara, Makaryev, Moskova, Petersburg. Cepheye ulaştıklarında daha serbest olmaya başladılar. Bir Tatarla Riga’ya bile gitmiş oldu. Sokakları dümdüz – birşey diyemezsin. Binaların üst katlarına bakmak için göz kaldırırsan şapkan düşüyor, evler güzeldir. Mağazalar, vitrin camlarıyla parıldıyor, onların önünde de kocaman aslanlar vardır. Kartkoja, onların gerçek olduklarını bile sandı. Hayır ama, taştanmış.

Bir de, onu aşırı derecede hayretler içinde bırakmış şey – hayvanların ve kuşların tutuldukları bahçe. Hayvanat bahçesi yani. Hayvanat bahçesinde orman, kayalar, göl, çimenler. Gölün üzerinden çadıra benzeyen, dövme demir çubuklarından oluşan kafes kaldırılmış.Bu kafes çadırın altında değişik kuşlar yüzüyor ve uçuyor. Hem altın kartal, hem atmaca, hem de çaylak bile. Bilinen ve bilinmeyen ülkelerde yaşayan bütün hayvanları buraya topladılar: ayılar, kaplanlar, leoparlar, tilkiler, kunduzlar, geyikler, antiloplar, kobralar, argalılar, marallar, maymunlar, kurtlar, zebralar... Bir fili bile görebildi Kartkoja.

-          Aman Tanrı’m, nasıl ya bütün bunları yakalayabildiler? Nasıl onlar, bütün bunları burada beslerler, nasıl onlara yemek sağlarlar? Burada ya Dünya’nın her ucundan bütün yaratıklar vardır! Baksana, bu kimin fikriymiş ki!

-          Neden bahsediyorsun?

-          Yani, hayvanları toplamak.

-          Almanlar, galiba, düşünmüşler. Onlar, kültürlü bir millettir.

-          Mahir bir millet galiba.

-          Henye, Almanlar... böyledir!

-          Kim de daha kuvvetlidir: Almanlar mı, Ruslar mı?

-          Ya, bir Rus, bir Alman’ın attığı tırnağa benzemez.

-          Ama niçin o zaman Ruslar, Almanlarla savaşmaya karar vermişler?

-          Bu, Çar’ın kararıdır. Ona ne dersin ki!

-          Çar için de eksik olan nedir?

-          O da, tüccarların ve başka zengin insanların istediklerini yapar.

-          O zaman tüccarlar niçin kendiler savaşa gitmiyorlar?

-          Niçin bizzat savaşsınlar ki! İktidar var, ordu var. Tüccarlar da karınlarını doldururlar ve mutlu olurlar... anladın mı?

-          Askerlere de savaş için çok mu ödüyorlar? Ne için ölüyorlar?

-          Niçin onlara ödemek ki? Onlar cahil ya. Cahil olmasaydı, Kazaklar ve Sartlar başkalarının günahları için ölmeye gider miydi?

-          Sahi mi?

Kartkoja, bu tür konuları konuşmak için her fırsat yakalıyordu. Şaşırtıcı olan şey, hep öğreniyordu ki merağını çeken her teknik harikasının yada öldürücü bir operasyonun bazında ya kocaman bir para, yada bilim keşifleri vardır. Belki de Kartkoja’nın bilincine kötü, yanlış bir şey girdi – kendisi de bu iddiayı inkar etmezdi, ama kahramanımız net olarak anladı ki bütün Evren’de sadece iki en önemli şey vardır: para ve bilim.

 

Karanlıktan ışığa

Kim şüphe eder ki – Kartkoja saftır, kanağandır, yavaş düşünen biridir. Ona bağlı olan yüz kişilik kolun askerleri için, komutan ücretinden saklayıp biriktirdiği parayı cebinden çalmak hiç zor değildi, gönlünü kırdılar. ‘Alçak olanlar gurbette anlaşılır’ – böyle bir deyim yok mu? Anlamak az mı? Alsanıza: günden güne onunla beraber toprak kazıyan ve cephe bitlerini yediren oğlanlar, ataların onlara vasiyet olmuş şerefi, onları bağlayan en iyi olan şeyleri çiğneyip, ona karşı düşünülmez bir isyan başladılar, ona karşı entrika çevirmeye başladılar. Komutan rütbesini kaybettiğini isteyenler bulundu; mamafih, ona sadık kalan da vardı. Bir de vatana, sılaya gitme şansı oldu. Kartkoja bir sevindi, ama kendi insanları ondan bu şansı koparmışlar. Üzüldü. Sonrası daha da kötü: kendi Suyindik soyundan birkaç yiğit gelip, Tungışbay ağabeyinin öldüğünü haber verdiler. Bütün bunlardan sonra, Kartkoja’nın iradesi bitti: şaşkın şaşkın dolaşıyor, zayıflandı, sonuç olarak ta şarapnel bir parçası bacağını delip geçti, hastaneye gönderdiler.

Hastane de yaralılarla doluydu: ameliyatla alınmış kollarıyla, bacaklarıyla, gözsüz kalmış, koparılmış burunlarıyla. Onlarla karşılaştırmaksa, onun yarası nedir ki? Şöyle bir çizik diyebiliriz. Tanrı bağışladı.

Ama yine de Kartkoja, kendisini şöyle hissediyordu, sanki bu yara, kendisini mahvetti. Kendisine, ağır bir hüzün bastı. Nerededir kendisi, akrabaları nerededir? Sanki bütün dünyada ondan bir iz bile kalmadı. Ölür, üzerinden de dua okuyacak biri bulunamayacak. Bir ağabeyi vardı – öldü. Ne öz bir sığınak, ne de dedelerin kutsal mezarları yoktur. Kendisine her payını eksik vererek para topladı, bu parayla az bile olsa evde donatımını düzeltmeyi ummuyordu – yok, çaldılar. Kendisini özensizliği için azarlıyordu, yese düştü. Bir oldu ki Allah’a homurdanmaya başladı: ‘Neden hemen öldürmedin? Körden körüm, hiç bir şey anlayamam, sadece acı çekmekteyim. Başkalarda herşey bakın ne kadar iyi: açıkgöz, şanslı, kadınları da tertemiz, şaka yapmayı, oyun etmeyi de bilirler. Böyle olanlardan ölüm de kaçınır. Hiç bir yerde kaybolmazlar ve asla şaşırmazlar. Tabii ki onlara hava hoş! Niçin maskaralıklar etmesinler ki!’

Canı sıkılarak köşeden köşye sürtüyordu, nihayet bir Başkurt ile tanıştı. Önce Başkurtçe ona tuhaf geldi, ama zamanla ona alıştı, kendisi onu konuşmaya başladı. Başkurt, çoğuyla onun hayatını soruyordu. Kendisi de anlatıyordu. Onlar Kazaklarla aynıymış. Kartkoja gibi de okumuşlar, şarkıları da benziyor, farklı şuydu ki Başkurtlar, buğday yetiştiriyordu ve sebze bahçeleri, arılıklarla uğraşıyordu. Onları gerçek askere çağırıyorlardı, iyi, yiğitçe görünüyorlar. Kartkoja, tanıdığı Başkurt’un cesaretine kendisi şahit oldu.

Bir kere onlar, hastanenin duvarının yanında dinleniyordular. Aynı yerde bir Kazak, pantolonunu çıkarıp, tuvalet yapmaya oturdu. Güvenlik olan Kazaklar’ın, bu tabloyu gördüklerinde gözleri evlerinden fırladı. Çömelmiş olana atıldılar, onu yakasından yakaladılar ve boynuna vurmaya başladılar. Kazak, bir eliyle pantolonunu yukarı çekmeye çalışıyor, öbürüyle ense kökünü kapatıyor, düşüyor, hiç bir şey anlayamıyor. Başkurt, güvenliğe atıldı, elinden yakalayıp tuttu ve çok çabalayarak, zorla bir yana çekebildi. Doktorlar gelinceye kadar Kazak’ı epeyce dövdüler.

-          Adam cahil bile olsa, bunun için dövmek niçin ki! Yok, kindar tavırlarını bırakmayı düşünmüyorlar bil, Başkurt dönüp dedi.

-          Ya benim soydaşım da haklı değil. Daha uzak ve daha saklı bir yer bulamaz mıydı?

-          İnsan ya bozkırda büyümüş, burada da neyi bulur ki!

Mamafih, Kazakların boynuna, çenelerine dövüldükleri ile alakalı tek bir olay değildi. Ama daha önce kendisi, bu olaylara birinin, o kadar yiğitçe karışmasını görmemişti. Başkurt’un cesur huyuna hayran oldu.

Kartkoja, Başkurt ile dost olup, daha bir Rus asker ile tanıştı.

Onun adı Andrey idi. Kazakça’yı anadilini gibi konuşuyordu. Daha gençken, Sibirya’da bir yerde atılgan Kazaklarla tanışıp ve dost olup, onlarla beraber bozkıra kaçmış ve orada, Kazaklar’ın arasında mükemmel bir uyum içinde yaklaşık beş senedir yaşamış. Ona verdikleri iyi şeyleri de hiç bir zaman unutmuyormuş.

Andrey, acele etmeden Kartkoja’ya, hayatı öğretmeye başladı. Kendisi çok okumuş, çok şeye Kartkoja’nın gözünü açtı. Kazaklar’ı da çok överek konuşuyordu: ‘Kazaklar sağduyulu, konuksever, çabuk düşünüyorlar ve elleri de doğru yerdedir. Müziğiniz harika, zengindir, edebiyatınız ta aynı: şiirler, öyküleriniz hoşuma gidiyor. Kazakların okumaları lazım. Okumaya başlararsa, çok çabuk ilerleyecekler. Çar da kötüdür. Kazakları insan yerine koymuyor. Köylülerimiz de cahildir. Rus olmayanları sevmez. Çar’ın tahtta oturduğu halde, ne Kazakların, ne de bizim köylülerimizin uygun bir hayatı olmaz’. Bu tür konuşmalara bir kereden fazla başlıyordu. Kartkoja, ona inanıp inanmamasını bilmiyor. Ama gerçeğe benziyorsa nasıl inanmazsın, elinde olmayarak inanırsın. Onun cahil kafasına sanki ışık girmeye başladı. Belli günlerde bütün Evren’in sınırlarını Bayanaul kenarlarından ölçen Kartkoja, daha dikkatli dinlemeye başladı: işte dünya nasılmış! Orada ne kadar çok hüzün var, senin hasretin nedir ki! Baya çok şey anladı, tabii ki! Ne de olsa çok sayıda ülke ve şehir görmüş oldu, hem okur-yazar Tatarlarla, hem geniş bilgili Başkurtlarla ve çok okumuş Ruslarla, hem de eğitimlerini bitirmiş Kazaklarla konuştu, onların hepsi, ne söylediklerini biliyordu, ekmeklerini alnının teriyle kazananların arasında yaşamışlar ve kendileri de ağır çalışmayı öğrenmişler.

Genel olarak, doğru bir şekilde düşünmeye başladı, ama bazen Kartkoja’nın kafasına tuhaf bir fikir geliyordu: acaba, Çar Nikola Kazakları zorla geri işlerine göndermeseydi, onun, Kartkoja’nın gözleri açılır mıydı, bütün gördüğü ve öğrendiği şeyleri görür müydü, öğrenir miydi? Kendisi için şu sonuç çıkardı ki cephe belli bir dereceye kadar, onun yaşam anlamına aykırı değildir.Nasıl bilsin ki Çar Nikola, en fantastik rüyada bile göremezdi ki kendisi, Çar, adı Kartkoja olan bir oğlana bir türlü yardım etti...

Günler, hüzünlü bir sırayla uzanıp geçiyordu, birden de Andrey Kartkoja’ya sanki bir müjde dedi:

-          İşte, şimdi herşey yolunda olacak!

-          Ne oldu?

-          Devrim.

-          Bu ne demek?

-          Çar’ı tahttan atmışlar. Özgürlük, eşitlik olacaktır.

-          Kim de Çar’ı attı?

Andrey, politik partilerini, politikayı, proletaryayı anlattı. Kartkoja, bu politik partilerinin aslında ne olduğunu sonuna kadar anlayamadı, ama Çar’ın tahttan indirildiğini ve özgürlüğün başladığını iyi anladı. Çar’ın düşeceğini kim düşünebildi ya! Kendi insanlarının arasında kimse böyle birşey öngöremezdi. Herhalde Kartkoja anladı ki yer almış olay sevindiricidir ve keyfi yerine geldi.

-          Bizi de ne yapacaklar? Eve mi, geriye mi gönderecekler? diye sormaya başladı.

-          Gönderecekler, Çar olmadan ne savaş olabilir ki!

-          Olamaz.

Bundan sonra Kartkoja, çok büyük sevinç duydu.

İki gündür siperlerin üzerinden uğultu ve çınlama olarak: ‘Devrim! Özgürlük! Çar’a son!’ diye haber yayılıyordu. Andrey haklıydı. Kartkoja, kırmızı bayrağı kaldırıp, arkadaşları ile beraber kalabalığa katıldı - miting yapmaya gittiler.

 

Yolda

İlkbahar cesaretlendi, sıcak günleriyle eğemen olmaya başladı, donmuş toprağa parlak güneş işıklarını döküyordu, yiğitler de canlandı. Böyle olur ki uzun kış yolundan sonra bitkin olan atlar eyerlerden kurtarılır kurtarılmaz, yeşil olmaya başlayan alanlara, toynaklarıyla çifte atarak yüksek hızla koşurlar, düşerlar, artık iyice ısınmış toprağın üzerinde taklalar atarlar, cephede savaşanlarımız da öyle, değerli Sarı-Arka özlemiyle bitkin olup, kendilerine geldiler: özgürlük!, diye. Az kalsın yaban kazlar gibi uçacak, Doğu’ya giden trenlere atılıverdiler. Vatana, akrabalarına. Haydi! Neyi beklediniz ki? – Ke-re-ku!

Vagonlara tıkıştılar – rayların üzerinde aullara kadar gitmek mümkün olsa! Eve dönmekten daha heyecanlı ne olabilir ki! Gülme, yağlı şakalar, kağıt oynama, uzun düşünceler, bağırmalar, şarkılar, dağlar, orman, nehir, köprü, gemi uzanıp gidiyordu.

Bir de şehirler, şehirler, şehirler. Şehir sokaklarını bir dolaş. Niçin ve nasıl Ruslar böyle kalkındı? Nasıl onlar yaptıklatı gibi akıp dağılabildi, kendilerle herşeyi doldurabildi! Hangi harikanın sayesinde Kazaklar, onların altında daha hayatta kaldı? Diyorlar ki Kazaklar çoktur. Ama görülmez onlar...nerede ki?

Ellerde tüfek, denesene, bize de: ‘Orda’, ‘Kırgız’ – omuzla iliş, göğsümüze it: bugün biz, özgür bir sürüyüz, istediğimiz yere uçuyoruz! Şimdi de sokakta gezmek istiyoruz, desene durdur.

Kimler şaşırıp zamana bakmadı – geride kaldı! Onlarla ne işimiz var! Raylar uzanıyor, lokomotif oflayıp pufluyor, biletler de önemlidir. Kartkoja için yol sormaya hiç gerek yok, bütün şehirleri biliyordur. Lokomotif te artık alıştığı bir makine, öküzle ne farkı var ki! Ama trenin, çekim hayvanından farklı olarak, çizelgesi vardır. Makinist iç kere düdük öttürdü mü – hareket ettik, hareket ederken de girmek çıkmak yoktur, köprüden geçiyorsak – lütfen pencereden başını çıkarma, koridor sonu bölmesinde dikilip durmak mümkün değil, istasyonlarda da vagon tuvaleti kullanılmaz. Kartkoja, düzeni beğendi. Artık kendisi, Ruslara karşı da yabancılaşma hissetmiyordu: dili farklı olsa da, ama düşünceler ve kalp tam onunki gibidir. Andrey mesela, hiç bir Kazak’tan fena değil. Belki de, daha iyi bile, En az Kartkoja, politikanın hakkında Andrey’den iyi bilgi ve açıklama verebilen bir Kazak hiç görmedi.

Suyindik soyundan olan yiğitlere, Omsk’a ulaşmak için on gün yetti. Sobalı yük vagonlarından atladılar, şapkaları yana yıkılmış vaziyettedir, arnavut kaldırımı üzerinde nallanmış çizmeleri ile gümbürdediler, yüzleri yuvarlak, esmer, az kalsın da vagonlardan yatakları koparıp yanında götürecekler, bir yana çekil – ezecekler, hayhuy, coşkun bağırmalar.

İstasyon meydanına çıktılar, orada da kalabalığın önünde, Rus tarzında giyinmiş genç bir delikanlı diskur geçmektedir. Kalabalık ta onu dinlemektedir.

Yine de şunu anlatıyordu: nasıl lanet olası Çar Nikola halkı eziyordu, nasıl kanımızı içiyordu, nasıl Kazaklar’dan en güzel topraklarını zorla aldı, bereketli otlaklara da Rus göçmenlerini yerleştirdi, Kazakları da, hem dillerine, hem de dinlerine saldırıda bulunup, savaşa, arka işlere sürdürdü, şimdi de Çar’ı indirdik – özgürlük! Ve bunun gibi, hep aynı konuda, konuşanlar sözlerini esirgemiyordu. Ağzından köpükler saçarak hep belgi ve şatafatlı çağrılar döküyordu.

Cepheden dönenler durdular, nezaketle ve dostça selam vediler ve konuşan delikanlıya:

-          Sen kiminsin ki? diye sordular.

-          Ben, Suyindik soyundayım.

-          Demek, kardeşimiz olacaksın... Akrabamız, diyebiliriz.

-          Ya ben de, sizin kendi insanlarımız olduğunuzu hissettim, canım hemen sizinle konuşmak istedi...

-          Bizimkiler nasıl orada?

-          İnsanlar mı yani? Normal. Zarar yoktu. Kış normaldi, herşey pürüzsüz geçti.

Vıdı vıdılar da bulundu, hiç sakinleşemiyorlar:

-          Bizde de, bizim aulumuzda da işler nasıl?

-          Sizde de herşey yolundadır, sizde de... diye, herkese cevap verdi.

Bir sürü konuştular, ama daha neyi konuşmak ki! Cepheden dönenler, şehir sokaklarını geçerek kendilerini rıhtıma atıldılar.

Rıhtımın kendi kanunları vardır: gürültü yaptılar, mitingler yaptılar, faydası ama ne? Vapurun güvertesine ancak üçüncü günde tırmanabildiler. Ocakçıların ve tayfaların arasında Kazaklar da varmış. Onların arasında kendi insanları da bulundu – Suyindik soyundan, bu hoş bir şeydi, kendilerini ilgilendiren şeyleri konuşmak için insanlar vardı.

Akşama doğru üst güverteden akordun sesleri duyulmaya başladı, Kartkoja, yukarı çıktı. Akordun çalarak şarkı söyleyen bir Rus oğlan idi. Kalabalık ta – hem Ruslar, hem de Kazaklar, dikkatle dinliyor onu. İlginç olan, Rus melodilerin hiç yabancı olmadıkları hissedildi,tam yüreğe dokundu, eskisi gibi değil. İrtiş’in yeşil ormanlarla kaplanmış iki kıyısı, çalılar da yeşil dallarını suya doğru uzatıyorlar. Bakışını birazcık kaldırıyorsun, orada da hem Kazak aulları, hem de Kazaklerin sürüleri görülmektedir. Kıyıda gemiyi, bir sürü genç kadın ve yeniyetme beklemektedir. Neyi istediklerini hemen anlayamazsın. Somundan kesilen büyük parçaları, haşlanmış yumurta, dolu süt kaplarını, kızartılmış balık önermektedir. Satanlar hem Kazak kadınları, hem de Rus anneleri, onlar da sanki kendi insanları. Kartkoja’nın kalbi durur gibi oluyordu, ama hemen de birden gümbür gümbür atmaya başlıyor! Kendisine de artık şöyle geliyor ki kendi aulunun benzemez kokularını hissetmektedir, sadece annenin islenmiş kazanından gelebilen bu kokuları...

 

Vatan toprağı

Kendi vatanının dışına hiç çıkmamış bir insan, vatan toprağının bütün bereketini hiç anlayabilir mi?

Şunu kabul edelim ki uzak bir yere verilen ve vatan toprağının bereketinden bir anda uzaklaştırılmış kızlar, hasretin ne olduğunu mutlaka biliyordur. Daha da kim bunu bilebilir ki?

Dünyanın öbür ucuna bilginin peşinde koşmuş, kitaplardan ve gurbetin tozundan canı çıkmış bir öğrencinin, yağlı gözbebeğini inciten gözyaşına inanmaz mıyız? Başka kim bunu bilebilir ki?

Gurbette haklardan yoksunluk denemiş erler, ki vatan özleminden lokmaları boğazına duruyor, kuvvete kuvvet ekleyen, pınar gibi, kocakarı ilacı gibi, herşey gibi şifa veren vatanlarını nasıl şakımamasınlar!

Yemek te ne? Sadece Tanrı’nın bildiği uzak bir yerde alçak bir çatının altında çile çeken, vatan toprağının bağışlarını: hafif yağla dolu kazı ve karta (at etinden  ve bağırsaklarından yapılan yemekler), altın süt yağıyla kımız – yudum yudum durmadan içerdim onu, hatırlayarak basit suyun üstüne bir siyah ekmek kabuğunu yiyen biri nasıl bir uluma koparmasın ki!

Bir aulda büyümüş bir müdürün çilesini nasıl anlamayız, bu insan ya dar şehir sokaklarında ve dairenin koridorlarında, pencerenin camlarının arasına girmiş bir kelebek gibi çırpınıyor, ve ne için: toplum hayrına mı? Bu şekilde solmak ve homurdanmak mı için?

Sıcak, o harikam, vatan toprağı! Evinin eşiğine ulaşmaktan önce nasıl ölmeyelim, dayanalım, sabredelim? Bu anlaşılır duyguları kim hissetmedi ki? Kim vatanını sevmez ki! Vatanına soğuk olan bir insan, kalpsiz ve akılsız bir yaratık, şöyle bir yaratık ki ben, onu anlayamam...

Kartkoca, vatanının aul sarayını ne kadar özlemişti ki! Tabii ki: kendisi de, annesinin baş örtüsünde ninnilenmemiş miydi, ona değil mi kuş yavrusu denmiştı, ve kendisi de kuş yavrusu gibi, yuvasının kokusunu hatırlıyordu. Kendi aulunu bir hatırlar mı, sanki alev alır, bütün içi bu hatıradan silkinir - ince bağırsağına kadar. Ah, keşke kanatları olsa, bir uçardı ve sadece orada, vatanında iniş yapardı. Ama kanatları yoktur.

Yine de, Kartkoja ile beraber acele edelim. Daha neyi bekleyelim ki? Sayın okuyucu, sen de vatanını özledin mi, akrabalarımızın, sevdiğimizin oldukları yere acele edelim! Kartkoja’nın önünde bir koşalım.

İşte, deve hörgüçleri gibi yükselen Bayan Dağlar’ımız, yamaçlarında yeleler gibi çam ağaçları sallanmaktadır, çalılıklar, iki hörgüçlü bir devenin yanındaki tüyden daha yoğundur. Bir de ne kadar çok hava, he kadar çok aydınlık vardır! Onlar da, nasıl bir heybetle uzayda yayılmıştır! Bak: orada, Aşın dağı yukarıya uzanır. Orada da Borikol gölü, hemen sonra da Bılımbay, Karasor. Görüyor musun, Moyıldı görülüyor. Bu, bir harika değil mi? O kadar göz sevindirebilen, gönlü böyle taze bir esinti ile üfletebilen başka ne var ki, vay!

Orada da, serbest geçitte de bir konma yeri uzandı, görüyor musun? Bu da, Suyindik soyunun aullarıdır! Bekle de, tam kimin aulu? Sürünün büyük sayısına ve mükemmel atlara göre mutlaka zengin bir auldur! İşte, Aşın’ın yamacında kuş avcıları dağıldı. Ağlarını kurdular. Bağırdılar. Davullarına vurdular. Otları koparıp koparıp yiyen kazlar ve ördekler kanatlarını çırptılar. Biliyorum, yakalandılar! Kuş tutanlar, birşey bırakmadan hepsini yakalayıp alıyorlar.

Erkek çocuklara da bak! Geride kalıp, yıllık taylarla yarış edercesine koşmaya başladılar. Gri bir aygırı yakaladılar. Yok, tökezlediler, düştüler ve yine de tekrar ayağa fırlayıp vay, kovaladılar, yelesinden tuttular, sırtına atlayıp bindiler! Koşturun şimdi, it dölü! Ah, ne yazık! Direk onlara doğru bir inek sürüsü çıktı. Düşecekler şimdi, vay! Yok, tutunmuşlar, tutunmuşlar!Çobanların da kendi kederi var. İnekler, yollarında duran bir arabanın yanından zarifçe geçer mi? Mutlaka yanlarını kaşıyarak ona yüklenecekler. Arabayı yıkyılar vay! Bir de esas suçlu olan – ağır kızıl bir inek – artık, kuyruğıunu kaygısızca sallayarak uzaklaştı.

Bir at sürü, görüyor musun – direk ot tırpanlama yamacına yönelir? Zengin olanlar istedikleri gibi sormadan sürerler! Yok, sanki bu sahaları koruyan atlılar gözüktü. Kartkoja, gördüğü tabloları hakkındaki düşüncelerine dalıp, kayalı bir boğaza nasıl girdiğini fark etmedi. Konma yeri, geride ve bir yanda kaldı...

Belli bir zaman geçti ve yolcunun önünde, kendi aulunun bir kenarı gözüktü. Kartkoja, çocukken o sapkın kayaların arasında yabani soğan topluyordu. İşte de büyük bir kovuk gözüktü, o kovukta kendisi kaybolmuş bir dana aramaktan yorulup istemeden uykuya dalmıştı. Daha da ötede, hatırlıyordu, aç bir yılda, cambuzda kürekle ot demetlerini kazıyordu. O sarp yamaçtan da onların ala ineği tutunamadan düştü öldü. Her şeyı tanıyor, herşey geçen günleri hatırlatıyor, yüreğinde acıyla yansınır, geçmiş hayatı hakkında da düşüncelerini kurcalıyor. Hem kendi ocağını, hem annesini, hem de aul komşularını hatırladı. Sanki kimseyi zaten terketmemişti, eskisi gibi – buradadır kendisi. Hem etraftaki dağlarda, her çukurlarda, hem ormanda, hem kayaların arasındaki çayır – her yerde annesini görüyor. Nihayet aul, onun önünde avuçta gibi görüldü, dikkatle bakıp gözleriyle annesini buldu. Annesinin kalbi nasıl atlamaya başlayacak! Gözyaşları, tabii ki, hiç durmadan akacak... Off vay, babası yok ya! Onun gözlerine de gözyaşları geldi. Gözlerini bürüyen yaşları yenemeyip böyle de yürüdü, aul yapılarını sanki perde arkasından görerek kendi eşiğine ulaştı.

Çocukların arasında oynayan Kenjetay kardeşi, Kartkoja’yı görüp: ‘Abi! Abi!’ diye haykırdı ve kendisine koştu. Başı dönüyor. Arabada olan annesi, zarla yere indi ve beklenmeden dönmüş oğluna topallaya topallaya yürüdü.

İlk çocuğunu kaybetmiş zavallı, diyebiliriz ki yalnız kalmış bu kadın, çok ıstırap, acı çekmiş, şimdi de ikinci oğlunu – tayını görünce, o kadar sevindi ki anlatmak bile mümkün değil. Onu o kadar özledi ki eli-ayağı tutmuyordu. Kadınlar koşarak geldiler. Eve girdiler ve Kartkoja’yı, ağabeyinin dulunun dehşetli hıçkırıkları karşıladı. Müslümanlar toplanıp Kuran okumaya başladılar, Kartkoja’nın boğazı ispazmozlardan sıkıştı, kendisi de zorla hıçkırıkları tutuyordu.

 

Sakinleşip

Biraz kendisine gelip, donatım işleri hakkında bir sürü soru sorup Kartkoja, nihayet dula ağabeyinin nasıl ve neden öldüğünü de sormaya cesaret buldu. Ağabeyi, çok soğuk bir günde, Aşırbek’in tarafından çalınan ineği kurtarmaya gitmiş ama çabaları nafileymiş, tamamıyla donmuş, yatağına ulaşır ulaşmaz düşmüş. Ateşle yaklaşık on gün yatmış – tifodan dolayı, ve ebedi olarak gözlerini kapatmış.

-          O zamandan beri ineği geri almayı denediniz mi?

-          Aksakallara, bir-iki kere bize arka çıkmalarını arzu ettik. Gidip gitmelerini bilmiyoruz. Aslında kim, dul bir avrata arka çıkar?

Rahmetli ağabeyi için bir daha dua edip ve böylece ondan sanki izin isteyip Kartkoja, atına eyer vurdu ve o hayvanı almaya gitti.

İlk önce, bizzat Aşırbek’e uğradı:

-          Bizim ineğimiz ne oldu?

-          Ne ineğiniz?!

-          Üç yıllık, dişi. Elinize dürüst olmayan yolla ulaşan.

-          Bunun gibi sözleri bana söylemeye baban bile cesaret bulamıyordu, senin de ne hakkın var? Onu çaldığımı niye sandın? Fazla okumuş vaziyette mi döndün? Boşuna! Oturtmadı bile.

Kartkoja, homurdanarak kendi aulunda ‘insan’ sanılan birine gitti – Janibek hocaya, ona da şikayetini anlattı.

İnsan olarak kendisi, gerçekten kibardı, kimseyi sitem etmez, kimseyi incitmez. Dedi: ‘Halkın kalbi – partidir. Şimdiki zamanlar böyle değil ki biri, öbüründen hayvanı zorla alacak. Mamafih Aşırbek, kendi insanımız, biraz sabretmelisin...’

Muarızlarına gitti – Aymanbay aksakala. O da çiğnemeye başladı: ‘Bu, yakışık olmaz, bu bizim meselemiz değildir’, diye. İlbaşına gitmek artık istemiyordu. İlbaşı aynı kaldı, bir dün kendisini kovmaya çalışan: ‘Git, bıktırma beni!’ diye.

-          Çar Nikola tahttan indirildiği zaman diyordular ki herşey yolunda olacaktır. Benim gibi zavallılar için bu ‘herşey yolunda olacaktır’ nerededir ki? Kendi hayvanını geriye vermeyi rica ediyorsun, onlar da partiyi konuşuyorlar. Dost her zaman arka çıkmaya hazırdır, en yakın insanlar da diyorlar ki onlara uygun düşmez. Herkesin tarafından bırakılmış bir yosula, yatıp ölmek kalır! Yok, öyle olmamalıdır. Kanlı Nikola ile başa çıkabildiler ya. İşçiler, askerler, fakir insanlar onu tahttan indirdiler ya. Fakat kim de, nihayet, ilbaşlarından, Kazak baylarından, düşmanlarımızdan hesap soracak? Kazak fakirleri için de bir çare var mı? Kendi askerlerimiz, kendi işçilerimiz var mı? Gerçek fakir Kazaklar’dan askerleri alırsak, nasıl davranırlar? Niçin artık siperlerde olmuş Kazaklar, bu işe karışmazlar?... A, diyorsun, onların akrabalık bağları varmış? Biri birine kardeş, birine çöpçatan mı? Niçin benimle beraber asker lapasını yiyenlerle konuşmayayım? Gurbetten geçtik, ama bizden hiç biri dostunu bırakmadı... dağıldık, sadece döndüğümüz zaman dostluğun değerini anladık...

Kartkoca, böyle düşünerek cephe arkadaşının auluna gitti.

-          Jandırbay evde mi?

-          Evde. Yeni attan indi.

Başına gelenleri, birşeyi elde edemediğini anlattı.

-         Jandırbay, bana biraz yardım etsene... Dostla bir köşeye çekilip can sohbetini etmek ne hoştur. Dünyada herşeyi unutup onlar, konuşuyordular, anıyordular, tartışıyordular.

Kartkoja, o eski zamanları da konuştu ki onlar, listeleri içeren defteri avluyordular, isyankar ekibine toplanıp bayların hayvanlarını kesiyordu, onların bir saldırıda kurşuna dizildiklerini, kendi insanlarının, aynı aul insanlarının ihaneti konuşmaya başladı. Cepheyi hatırlayarak ta konuşmalarını bitirdi, Andrey’den ve Çar Nikola ile hesabını görenlerden duyduklarını söyledi:

-          Biz de, bütün cephe arkadaşlarımızı toplarsak?

-          Nasıl toplarsın?

-          Ezilenleri konuşursak?

-          Tamam, topladık. Yine mi iç güvenlik kuvvetlerini oluştururuz, tekrar mı sormadan bayların kuzularını yeriz ve onların atlarıyla oraya-şuraya mı gideriz?

-          Yok, bu artık olamaz... Sanırım, önce ne istediğimiz, bunu nasıl elde edeceğimiz hakkında anlaşmamız lazım. Birlikte olmamız önemlidir.

-          Kuvvet olmazsa, birliğin ne ki? Herkesin bildiği yöntemle hayatta kalması gerekir. Biz, böyle bir milletiz ki bir sürü gürültü yaparız ve ancak bay fincanından bir yudum içebildiğimizle biter. O zaman fakirlerin ne elde edebildiklerini unuttun mu? Şimdi hatırladın mı? Zavallılar, artık bir kere ağızlarını yakıp tekrar söz birliği edebilir mi? Lan, sanırım bu işte umut yoktur. Bugün kim ‘beyaz’ sayılırsa, o haklıdır. Senin de ne paran, ne de ismin olmadan bir türediyi kimse dinlemez...

Tabii ki Kartkoja, diyeceklerinin tümünü söyledi ve ona geldiğine göre – doğru söylüyordu, ama şimdi, açıkçası, bozuldu.

-          Tabii ki, bu böyledir – diye, ata bindi gitti.

Fakirlerle bir iş olmaz diye sonuç çıkarıp Kartkoja, başka bir yol aramaya başladı.

-          Okumam lazım, vay! Eğitim alırsın ve seni küçümsemeye kimse cesaret etmez! Benim ya daha önce bütün istediğim öğrenmekti... Sanki artık hem şehirleri, hem bizde, bozkırda bütün olanları gördüm.

Ama benim gibi delikanlılarla şehirler, dolup taşımaktadır. Fakat, şimdi gerçekten okumaya gidersem? Yine de benden evde, aulda, hiç bir fayda yoktur, ben böyle yaratıldım ki hayvanlara bakamam, yetiştiremem... Günden güne – nasıl boşuna zaman geçiriyorum! Yeter, okuyacağım! Annemden tavsiye isteyeyim mi, istemeyeyim mi? Bir tek ben onda kaldım ya, okumaya gitmek istediğimi beğeneceğini düşünmüyorum’. Kendi auluna giderken yolda hep bunu düşünüyordu.

 

 

Bayanaul

Kendisi ‘Okuma’ derse, ne annesi, ne de ağabeyinin dulu onu dünyada bırakmazlar. Bunun için Kartkoja, bu sefer ağzını açmamaya çalıştı. Bunun için evde, şehre gitmeye niyetlendiğini, okumak isteğini bırakmadığını hiç söylemeden, Bayanaul istikametinde gitti.

Bayanaul, dünyanın yaratabildiği en güzel bir şeydir. Dağlar, kayalar, orman, meyveler, göller, pınarlar, bataklıklar, buğday tarlaları, tırpanlama otları – Bayanaul’da herşey vardır. Bayan’ın eski, buruşuk kayalarının güneşli yanında, acayip taşların kolyesinde Sabındıkol gölü saklandı. Burada da bir Rus Kazak kasabası var. Yaklaşık iki yüz ev. Kazakların stanitsası (büyük Kazak köyü) direk Doğu kenarındadır. Bayanaul’a Doğu’dan giriyorsan – tepede büyük olmayan ahşap bir cami var, gölün kıyısında, stanitsa tarafından yüksek olmayan bir kilise vardır. Kilisenin yanında da Kazak-Rus okulu vardır.

Bayan’ın oldukça iyi olan Kazak evlerinin yanına, Kazak fakirlerinin kulubeleri sokuldu.

Fakirlerin evleri ne kadar kötüyse, yine de bedelleri vardır. Sayıları da küçük, kendilerini unutturmuyorlar.

Bayan – hem onun bahçeleri, hem de binaları Rus Kazaklarının sayesinde gelişmiş. Daha önce bu, sadece Argın soyunun yaklaşık on binalık bir kışlama yeriymiş, şimdi de Kazakların birlikte yarattıklarına gerçek bir anıttır...

Bayan’ın Rus Kazakları, kendi dilini unutmuşlar, Kazaklar gibi konuşurlar, kurnazlık ve dehşetli maskaralıklar konusunda Kazakları aşmışlar. Rüşvetler, irtikap ve haydutluk konusunda aşılmaz ustalıktadır. Kavga yapıp dövüşmekte ve boşuna yatmakta da beceriklidir. Ama hepsi varlıklı, hepsinin paraları var. Bütün donatımları da Kazak fakirlerine dayanır. Kazak hem kuru ot hazırlamaktadır, hem de evleri inşaat eder. Kazakın hayatı da özgür – vodka iç, kim karşıdır? İstersen sarhoşken dolaş, istersen de aynı yerde, taşın altında da yat. Fakat doğru ki bü tür insanlar azınlıktadır. Kabul etmek lazım ki on tane ildeki bütün polis memurları ve gardiyanları, tercümanları, avukatları ve gezen kontrolcuları Rus Kazaklardandır. On tane ilden de en iyileri, onların can ciğer dostları ve tanıdıkları, on tane Kazak ili, Bayanaul’un iki yüz tane iyi evlerinin istediklerini yaparlar. Kazak fakirleri hem ayakkabı üretir, lazım oldukları yerlerde inşaat ve tamir eder, evleri temizler, odun yarır ve taşla çalışır, sözün kısası kiralık işgücüdür, ama yaramazlık yapmaya, iyi saklanmamış bir şey çalmaya, kan akana kadar da dövüşmeye her zaman hazırdır. Kimse, ne Kazaklar, ne de Rus Kazakları, birbirini yabancı saymaz, ama bazen şöyle oluyor ki Rus Kazakları’nın topraklarına, onların bir ormanına, bir pınarına Kazak nazarı değer, o zaman bütün kardeşlik unutulur orada ... uzakta bozkırda.

Yurtanın kubbesinin altında kobız (ulusal müzik aleti) çalmaya başladı. Bayram. Rus Kazakları mutlaka davet edildi.  Rus güreşçileri bütün yarışmaları kaybettiler, ama sakinleşmiyor, yumrukla dövüşmeyi başlatıyorlar.

İlk kardan önce Bayanaul’da fuar yapılır. Omsk ve Kızıljar, Akmola ve Atbasar, Semireçye ve Semipalatinsk’tan tüccarlar gelirler. Buradan da Rus Kazaklarının esas geliri: askerleri ve herhangi bir rütbe herşeyden kar alırlar, az kalsın da arabaların tozundan da vergi alacaklardır. Daireleri kiralarlar, ilişkilerini satıyorlar... ne diyelim ki! Bayanaul’lu Rus Kazakı herşeyden zenginleşir.

Bayan, bütün on tane il bağlayan bir düğümdür, orada senin için hem idareci, hem mahkeme, hem doktorlar, hem de politika yapanlar vardır, bir kongre istersen – toplayacaklar.

Bayanaul topraklarının temel sahipleri – Suyindik soyudur. Kenarlarında ayak ucunda dolanan iki-üç soy daha vardır – Kanjıgalı, Kaksal o kadar. Suyindik soyundan olanların, övünmeye sebepleri vardır: hakim bilgelerinden Tolebay, Sobalay, yiğit Jana, Edige, Şon, Şorman, Boştay ve kaç daha bu soya aittir... Bir de Suyindik soyundan ne kadar çok şair ve öykücü çıktı? Hem Togjan, hem Sakau, hem Koteş, hem Jayau Musa, hem Jamşırbay, hem Mustafa, hem Mahşur Jusip, hem Sultanmahmut onlardandır – gerçek şövalyeler. Bir de dünkü Çar’ın bizzat tanıdığı, onunla buluşmuş, tuhaf Musa Şorman? O, bir de kaz gibi onurlu Serkebay, onlar da Suyindik soyundandır. Kusayit ve Tanta gibi eşsiz konuşmacılar da, Suyindik soyuna ait değil mi? Hatırlayalım ki çılgın Kabıl gibi erlerde Şon ve Boştay elebaşılık yapmaktadır, maliyeci Şorman’dır. Şaka seven Aldebek ve Kuan’da, koyun sürüleri on iki bin baş kadardı, at sürüleri – beş bine kadar. Böyle kişiliklerin aralarında Bayanaul’un Rus Kazaklarının izi, kabul etmemiz lazım ki uçsuz bozkırda bir at toynağının izi kaybolur gibi kayboluyordu. Bu tür Kazak tahkimatına da Kartkoja, bilgi almaya geldi.

Bir yaz günü. Hasat vakti. Ders çalışma söz konusu bile değil. Kartkoja, bir sürü sokaklarda gezip dolaştı ve kendisini, Paşka’ya işçi olarak kiraladı. Paşka – bir Rus’tur, varlıklı, yüz baş hayvan kadar sürüsü vardı. Onda Kartkoja, hem hayvanları suluyordu, hem de ahır bölmelerini gübreden temizliyordu, hem de ocağı yakıyordu. Tomruktan tahtaları biçiyordu. Bir yerde kestirmek için bir an bile kalmıyordu. Altı aylık çalışması için ona, bir kuzu ve bir tay söz verildi. Mutfakta köpekler için kalmış yemek yiyordu. Böyle oldu,başka çaresi yoktu. Ve dünyası bunda kapandı.

Bir kere, atını sulamaya gidip görüyor ki insanlar, bir yana çekilip toplandı ve sanki birşeyi canlı olarak tartışıyorlar. Neyi konuştuklarını öğrenmek çok istedi. Kartkoja, atını bağladı ve meselenin ne olduğunu öğrenmeye gitti. İnsanların çoğu fakir olanlardan, ama demek lazım ki kıvrak fakirlerden. Toplantı fazla konuşmadı ve böyle bir gönülsüzlük görünce, şehir tarzındaki bir kostüm giyen kara kurbağası gibi fırlak gözlü bir delikanlı söz aldı. Şunu anlattı ki daha önce çalışmış komiteler hiç bir işe yaramazmış, ki şimdilik Kazaklar, kendiler köylü komitelerinin başına geçmişler, bunun için artık ilçe komiteleri için yeni üyeleri seçmek lazımmış. Toplum: ‘Layık olanları önerin’ diye çağrı duyup, heyecanlandı ve gerçekten laik olanları hatırlamaya başladı. Baylardan, din adamlarından, aksakallardan, diğer tip efendilerden öneriyorlardı. Liste o kadar uzun olmaya başladı ki yazan, yeni isimleri eklemekten vazgeçti. İlbaşı da, bir adayı söylemelerini emretti.

Seçilmesi gereken kişi de geç kaldı, azarlandı ve ahıra üzülmeye gitti.

 

 

Sanki, okumak için şansı oldu

 

Döndü, görüyor da – hayvanlar, son tınazı yemeyi bitirmişti, ot tırpanlamaya mecbur oldu, sokaklarda da yerli ustaların diktikleri çantaları koltukları altına almış öğrenciler yürümektedir. Görüp te kızdı – az kalsın burun deliklerinden buhar çıkmaya başladı. Ama,öğrenmekten üstün bir hayali yoktur! Öğrencilere sormaya atıldı: ‘Ben de size okumaya girebilir miyim?’, diye. ‘Yer artık yok, sen de fazla büyümüşsün’, diye cevap veriyorlar. Bunu dinledi, ama tabii ki okula gitti. Gerçekten, onun için yer artık bulunmadı.

Bütün kışta tek bir şansı oldu: bir öğretmen ile tanıştı ve bazen ondan kitap, şiir ve gazete okumak için alıyordu.

Çalışmaktan serbest bir dakikası olur mu – koynundan gazete çıkarıp ona dalır. Onun sayfalarında da şunu yazıyorlar ki Kazaklar için, kendi özerkliğini kurmaya zaman geldi, onların hepsinin mutlaka okumaları lazım, ki onlar yerli idari organları seçmeliler ve kendi ordularını toplamalılar. Ülkede bütün yer alanlarını yazıyorlardı. Genel söyleyerek, baya bir şey yazmışlar...Bir yığın kelime vardır. Kartkoja, her gazete satırına inanıyordu. Bir de onlara, Kuran ayetlerine ve surelerine kadar önem veriyordu. Gerçi yine de bazı yazılar hoşuna gitmedi. Öğretmene gidiyordu, ummuyordu ki öğretmen ona herşeyi doğru açıklayacak.

Gazeteler, Kartkoja’nın gözlerini çok şeye açtı. Onlar kendisi için hem eğlence, hem ders, hem de gerçek bir dost, ne yazık ki onlar, o kadar zayıftır... Şubat’ta bir kere auldan bir oğlan geldi. Mutfakta oturarak, anlatıyordu:

-          Ağabeyinin dulunun akrabaları gelip gittiler, diyorlar ki ölümünden bir sene geçti artık, sonra ne yapacaklarınızı düşünmek lazımmış, onu alıp götürmeye karar vermişler...

Nasıl yani? Öksüzler sefalette yapayalnız kalacaklar, annesi ihtiyar, hiç bir işe yaramaz sayılabilir, ağabeyinin dulu giderse evi hiç duramaz. Kartkoja herşeyi açıkça anladı. Belli ki kendisini, ağabeyinin dulu ile evlendirmeye çalıştılar, böyle bir miras kaldı. Düşünmeye daldı. Ama Yırtılacak hali yoktu, ‘Yazın gidip herşeyi çözeceğim’ diye düşündü.

Kendisini, bela önsezinden tedirgin oluyordu.

Kartkoja, öz ağabeyi ile yatağı paylaşan kadınla, kendi annesini gibi saydığı, kendi teyzesinin gibi her konuda sözü dinlediği dul ile nasıl evlenebildiğini hiç anlayamıyordu. Kendimden utanırım da! Ağabeyimin göğe uçmuş canından utanırım! Ah, ağabeyi yaşasaydı, Kartkoja, o kadar ıstıraplı ağrı çekmeye mecbur kalmazdı. Kim de böyle kanunları düşündü ki rahmetli olanı o kadar istihfafla davranmaya zorlar? Bunu, yalnız kalmış bir insana merhamet olarak düşünmeye çalıştı. ‘Yok, demek ki ben çocuklarına, anneliğine, dulluğuna merhamet duyamam. Sanki bir tek sen ağabeyinin duluyla evlenme geleneğiyle bağlanmışsın. Onunla evlenmezsen, anne tek başına donatımı kaldıramaz. Bırakılmış yeğenleri de nasıl hayatta kalmalıdır? Onlara kim bakacaktır? Ne de olsa damarlarında sana öz olan kan akmaktadır. Okumayı mı düşündün? Okursan da ailene kim yemek sağlayacaktır? Bu, senin işin değil mi?’... onun kulağına sanki biri diyordu. Bu tür düşüncelerden bir-iki ay içinde kafası taş gibi oldu. Eve gitmek hiç istemiyordu. Sanki onu, orada kapan beklemektedir. Yakalanırsan hem kollarını, hem de bacaklarını kesip alırlar. Güneş, gecenin kaprislerini hoş görerek bekler mi? Koca, karısının istediklerini hep yapar mı? Ölümün, kendi saayinde yaşama boyun eğdiğini nerede gördünüz ki? Kartkoja, ne kadar inat ederse, normal aile yaşamı onu kırar. Geleneklere karşı gelinmez, sonuna kadar ayak diredi – yine de zorladılar, boyunduruğu kabul ettirdiler.

Kartkoja, kendisi bir çocuktur. Tabii ki, böyle şeyleri gördü ki başka biri rüyada bile görmemişti.

Dünyanın öbür ucuna gitmişti, askerlerin kanayan açık derin yaralarını görmüştü. Ama kadın konusunda – hem bedeni, hem de gönlü tertemizdi. Onlarla oynanan oyunların günah olduğuna inanıyordu.

Kader anı geldi, ortalık karardı ve Kartkoja, yatakta yatan avratın üzerine eğildi. ‘Bir dana bağda, bir erkek te yurtanın kadın yarısında sıkılır’ – Kartkoja hem üzülür, hem de iğrenir. Utanır, eşinin yanına yatar ve hemen rahmetli ağabeyinin hayalini görür gibi olur. Kadına eşim, karım demek için dilini çeviremiyordu, daha epey bir zaman içinde ona, ağabeyin karısına dendiği gibi demeye devam ediyordu: jengey.

Evde kalmaya dayanamıyordu. Bir bahane üretip, dostlarına uğrar. Döndü mü, eşi de onu azarlar:

-          Nerede dolaşıyorsun?  Yeter değil mi acaba? Ne eksiklik duyuyorsun? diye öfkeli bir sesle homurdanır.

Ona bağırmaya cesareti yetmiyor, sanki buna hakkı yoktur. Sıkılgan Kartkoja’nın kafasına, kendisinden fazla yaşamış eşine ve küçük çocuklara bağırmak gibi bir düşünce, hiç gelmezdi.

Sonbaharda ihtiyaçları oldu ve Kartkoja, besin maddelerini almak için Bayan’a gitti. Tanıdığı öğretmene uğradı.

-          İyi ki uğradın!

-          Neden?

-          Semey’de, öğretmenlik kursları açılıyor. Bütün masraflar devlet hazinesine aittir. Okur-yazar oğlanları alacaklar. Bize de kağıt geldi, bir kişi göndermemizi rica ediyorlar.

-          Fevkalade, vay!

Ne zaman ve nereye gitmesi lazım olduğunu sorup, dikkatle dinledi. Öğretmen kendisini, kaymakamlığın eğitim komitesine götürdü, orada da ona öğrenmeye davet kağıdı verildi. Kartkoja, sevincinden ve heyecanından kabına sığmıyordu. Çabukça gerekeni alıp aula gitti – şapkası yana yıkılmış.

 

Kurslar

Göbekli, iyi kalpli, Rus ince hamur yemeği gibi parlayan bir öğretmenin bölge komitesine resmi bir mektup üzerinde çalıştığı, bir türlü bitkin bir öküzü hatırlatan ince kaşlı, kıllı bıyıklı meslektaşı gazete okuyarak oturduğu odaya, hemen dudaklarından kopmaya hazır olan şakalarla bir delikanlı canlı canlı girdi. Çantasını masaya koyup, iki öğretmene selam vermeye acele etti: ‘İş nasıl gidiyor?’ diye.

Şişman olan, omuzlarında devlet eğitimi için aşırı bir sorumluluk yükünü hissederek, gönülsüzce: ‘Yoğunuz’ diye cevap verdi.

Dinç olan da, şişmanın omuzunun arkasında durup, bu yaratılan belgeyi okuyup, dudağını kırıttı, neşeli neşeli etraflarına baktı ve:

-          Bu kağıt parçası nedir ki?, diye sordu ve bununla beraber, göbekli öğretmeni hafifçe sırtına vurdu.

-          Yanlış olan ne? Niçin sen öyle? diye şişman, mahcup olup endişelendi.

Açıkçası kendisi, Rusça’yı öğrenmeye vakit bulabilmiş bu tür açıkgözlerin önünde çekiniyordu, bir de, önemi az olmayan bir olgu daha, bu dincin görevi daha yüksekti.

-          Kim ‘resmi teşhisi’, ‘resmi sirkatibin’ olarak çevirir ya! Oybay-vay, köpekler güler buna! diye dinç olan şaşırdı ve kahkaha güldü, bir de o kadar zaptolunmazca ki göbegini ellerle tutup kırıldı.

Şişman, şaşkına döndü ve üzüntülü üzüntülü oflayıp puflamaya başladı. Gazeteye dalmış bitkin öğretmen, dedi:

-          Türkler, hastalığın teşhisini ‘sirkatip’ diye yazarlar. Sanırım, terminolojide biz, Türkçe kelime hazinesine uymalıyız, - ve parmağını, bıyıklarının kıllarında dolaştırdı.

Tartışmaya başladılar. Eğitim departmanı müdürü kendi fikrini söylüyordu, öğretmenler de ona razı değildi. Kazakların ve Türklerin, Avrupalıların ve Arapların kültürlerini karşılaştırmaya başladılar. Kazak kültürü için en uygun yolu aramanın tam kıvamınında odaya, sanki onu bir köpek sürüsü kovalıyor, kalkık burunlu, çıkık alınlı bir oğlan şıppadak girdi. Ayaklarında çarpık asker çizmeleri, iyi dikilmemiş kürk mantosunu giyiyor, deliklerinden koyun yünü gözüküyor, şapkası da küçük bozkır hayvanlarının postlarından yapılmış.

 

-          Assalaumalikum!

Pedagoji eylemcisi, bu tür, zincirinden boşanmış diyebiliriz, heriflerin haddini bildirmeyi biliyordu.

-          Ne istiyorsun, canım? diye, aniden önünde durdu.

-          Ben, mülakata, okumaya geldim.

-          Hangi ilçeden? – Kereku’dan.

-          Görevle gitme belgen var mı?

-          Amca, ben Rusça’yı pek iyi anlamıyorum...

-          Bir belgen var mı? Kim seni gönderdi?

 

-          Bir kağıt var... diye, iç cebine elini sokup biraz kirli olan bir paket çıkardı, açtı, ve içinden bir kağıt çıkarıp, titreyen parmaklarıyla sert bir öğretmen amcaya uzattı.

-          Katrkoja Jumanov mu?

Katrkoja, başını salladı ve endişelenmeye başladı: kağıtta bir saçmalıklar bulunursa.

-          Pavlodar’lı artık bütün yerlerini tuttular, - şişman öğretmen dedi. – Normdan fazla almak mümkün mü...

-          Amcalar...bir türlü, bir şey yapın... Ben öksüzüm, herşey kötü... Ben de öğrenmek o kadar istiyorum! diye Kartkoja, yalvarmaya başladı.

Kendisini dinç gösteren öğretmen, göbekli olana bakarak, dedi:

-          Zaysan’dan geldi diye kaydedeceğiz.

-          Allah bereket versin! Çocuklarınız... Kartkoja, şansın ona güldüğünü hissederek çabuk çabuk demeye başladı.

Şişman olan gülümseyip lafını kesti:

-          Bırak iyi dileklerini, canım! Yarın erkenden gel.

 

Eğitimcinin gözü açıkmış, adam Kartkoja’nın yüreğinin niçin dolu olduğunu hemen görebilmiş.

Ertesi gün Kartkoja, artık bütün kalan öğrencilerle sırada oturuyordu. Yüreği, sevinçten parçalanmaya hazırdı. Yüzü mutlulukla ışıldıyordu: o gerçekten, o kadar çok hayal ettiği cennetin bu köşesine ulaştı.

Toplanmış öğrencilerin sayısı, 70 civarındaydı. Büyük bir sınıf. Sıraların önünde, öğretmenlerin oturdukları masa duruyor. Şehir tarzında giyinmiş, ellerinde çantalarını taşıyarak iki eğitimci daha girdi. Dün Kartkoja’ya himaye etmiş eğitimci, yeni gelmiş bölge komitesinden arkadaşlarına hoş geldiniz söylevini yaptı.

Omuzlarına kadar uzun bakımlı saçlı, yassı burunlu ve gözlüklü kıvrak bir delikanlı ayağa kalktı.

Ve fevkalade bir konuşma başladı, onda sanki herşey söylenmiş: öğrencileri aydınlık bir geleceğin beklediği, onların milletin umudu oldukları, bir de çok şey daha; onun konuşması, sınıftaki herkesin içine dokundu. Kartkoja, bu bülbül ötmesinden o kadar etkilendi ki kendisi, istemeyerek: ‘Bunu bir insan mı konuşuyor, yoksa belki bir melek?’, diye düşündü. Bedeni gevşedi, gözlerine yaş geldi. Lâfazanın konuşması bitince, şiddetle alkışlandı. Kalan konuşanların sözlerini Kartkoja duymaz gibi oldu, sadece anlıyordu ki onların hepsi iyi, ve kendisi mutlaka hapsine razıdır.

Dersler, hemen başladı. Ertesi gün, konut ve yemek için para verdiler. Odayı kendisi, Kereku’dan gelen diğer çovuklarla genç bir Kazak bayandan kiraladı, böylece öğrencilerin aralarında tam olarak kendi insanı oldu.

Her gün beşer ders vardı. Eğitim, Kazakça’da veriliyordu. Anadili, aritmetik, coğrafya, doğa bilimi, beden eğitimi dersi ile pedagoji, ve şarkı söyleme – her bilim, öbüründen daha ilginçtir.

Kartkoja, arkadaşlarıyla birliktebütün şehri dolaştı, her kuruma uğradılar, her binayı dolandılar. Pazara gidip baktılar. Pazar sıraları Kazaklar’la doludur. Bürolarda da hep onlar. Ticaret, memurluk, öğrenim, kımız, sandal...Sıcaklık. Şehir insanları içki içmiş vaziyette. Hayat harikadır! Kartkoja’nın kalbi de sanki şarkı söylüyor!

Kazaklar’dan tanınan vatandaşlar, ilçe komitesini kurdular. Kartkoja, ilçe komitesinin ne olduğunu hiç anlayamadı. Baylar ve tüccarlar ilçe komitesinden manifatura, şeker, çay alıp pazardan satıyormuş. İlçe komitesinin önündeki meydan, binek atları, arabalarla, zarif giyinmiş insanlarla doludur. Öğrencilerin arasında Aben adlı böyle kıvrak bir delikanlı vardı, o hemen ilçe komitesine girip, kendilerine bir giyim diktirmek için kumaş istemeyi önerdi. Kartkoja’yı da yanında sürükledi. Ama kapıda onları, azgın köpeğin süratına sahip bir güvenlik karşıladı, onlara ‘havladı’ ve karşısından kovmaya başladı. Diğer yırtık şapkaları olanları da aynı şekilde. Bozkır zadeganı da şehir efendileri ile serbestçe giriyordu. Aben tabii ki dayanamadı. Güvenliğin yakasına yapışıp yana itti ve binaya zorla girdi. Onun peşinde de Kartkoja. Makam masasında efendileri nazikçe kabul eden ve kendisine sundukları kağıtlara seve seve imza atan bir memura ulaştılar. Aben de çevik bir hareketle onun imzası için kağıdını sundu. Memur, kaşlarını çatıp,

-          Kumaş yok, dedi.

-          Niçin?

-          Size burs, daire, yemek için para veriyorlar. Daha ne istiyorsunuz? Dilenmeyi bırakın!

-          Siz burada herkese veriyorsunuz, biz de, fakir olanlar, niçin alamıyoruz?

-          Kime herkese veriyoruz acaba?

-          Herkes ya, bayların buradan kopardıklarıyla nasıl daha da zenginleştiklerini her gün görüyor. Bozkır fakirlerinin hakkı olan şeylerden şişmanlayan onlar değil mi?

-          Bu hususta hüküm vermek size düşmez. Biz, hiçkimseye hiçbir şey vermeyiz. Doğrusu, milletin temsilcilerine bazı şeyleri ayırıyoruz...

-          Milletin temsilcilerini buldunuz! Bay Jarmukan, Makım hoca ve Karaman milletin temsilcileri ise, millet mahvoldu.

-          Sen ya benimle burada tartışmayı mı düşünüyorsun... Defol git... yarı buçuk okul görmüş...

-          Gitmeyeceğim, bu kurum senin değil – bütün Kazakların’dır.

-          Hani sen mi Kazaksın? Kendine bir bakardın!

-          Kendin kendine bak!

Kartkoja korktu. Aben’in arkasında durarak kendisi, onu sakinleştirmeye çalışarak kuşağından çekiyordu, ama hiç beceremedi.

-          Tam da aptalsın ya... götürün onu! diye memur, güvenliği çağırmaya başladı.

-          Bu hiç bir ilçe komitesi değildir, bir küstahlıktır. – diye Aben, giderek isyan ediyordu.

Kartkoja, işte nasıl bir ilçe komitesi ile tanıştı.

Sonbaharda, Kartkoja’nın kursları bitirmek üzere olduğu ve aullara öğretmen olarak gitmeye hazırlandığı zaman, şehre bolşevik kolları girip, bu ilçe komitesini kapatıp, ondan hesap sordular. Bir miting yaptılar, oraya Kazak arkadaşlar da katılmaya başladılar. Böylece Kartkoja, ilk kere bolşevikleri görmüş oldu.

 

 Karaşolak

İrtiş’in sol kıyısında, Karaşolak aulu uzanmaktadır. Yaklaşık altmış ev. Karaşolak’lıların gerçek şehir insanları olduklarını da diyemezsin, şehirli olanlara da çok uzaktır onlar. Ne oldukça iyi bir sokak, ne de taştan bir bina. Doğrusu, zengin evlerin yanında kaykılmış ambarları ve inek ahırlarını göreceksin.

Karaşolak’ın etrafındaki otlaklar, Rus Kazaklarına aittir. Onlardan izin almadan, tırpanlamayı düşünme bile. Fakir olanlar, kuru ot ve calı çırpını satarak idare ederler. Varlıklı Karaşolak’lılar da, alış-verişle uğraşıyorlar. Adı Asembay olan kıvrak bir herif, iktidarda olan şehir insanlarıyla tanışmaya yolunu bulup başarabildi, ilçe komitesine ulaşabildi ve oradan önemli bir mal partisini satın alabildi, bundan sonra sağlamca ayakta durmaktadır; şimdilik te Karaşolak’ın önemi ve çehresine merak etmeye başladı. Karaşolak çocukları için bir öğretmen istedi ve kendisine, Kartkoja verildi.

Sanmayın ki Karaşolak çocukları, daha önce okumayı bilmemişti. Belli günlerde Karaşolak, bir kültür ocağı imiş. Aul başı, okul olacak diye dört odalı bir binayı inşaat ettirmiş. Daha sonra, okulun zor zamanlarını yaşadığı zaman, tahta döşemeleri, kapıları, Karaşolak’lıların ocaklarına göçmüş, okulun kendi ocağı da bilinmeyen istikamette kaybolmuş, şimdi de seyrek misafirini, tozlu topraktan içerisiyle karşılıyordu.

Öğretmenin gelmesi ile alakalı Karaşolak vatandaşları toplanıp, bir meclis kurdular. Gündem: ilk – okul, ikincisi – öğretmeni nereye yerleştirelim. Karar vermek çok çok zormuş.  Karaşolak vatandaşlarının alınlarında ter bile gözüktü. Her biri, öbürünü gösteriyordu. Lâkırdıcıların, ineklerin gibi gözleri fal taşı gibi açılıyordu, bir birini duymadan dillerini öyle oynatıyordular ki bir sözle konuşmaya girmek imkansızdır. Tam meleyen bir kuzu sürüsü. Sonunda o kadar bitkin oldular ki fazla düşünmemek için, para toplayıp başka bir soydan gelme olan ihtiyar Alpısbay’dan evini satın almaya karar verdiler. Yatacağı bir yer ile sorun ama, oldukça kolay çözüldü. Karar verdiler ki öğretmen, okulda yatıp kalkacak, öğrencilerin anne babaları da ona sırayla yemek sağlayacaklar. Konut sıkıntısında olan insanlar demeye başladılar ki öğretmene, yaşaması için yıkılmış bir binayı önermek uygun düşmez, şu ima ile ki Karaşolak saraylarının sahipleri, onu kendi evlerinde barındırabilir, ama sonuncu, evlerinde genç kadınlarının olduklarını bahane edip kurtuldular.

Karar verip te hemen dağıldılar, Kartkoja da genel okuluna bakmaya gitti. Önünde gördüğü okul, Alpısbay’ın gözleri gibi yarıkör olan iki küçük penceresiyle kerpiç bir binaymış. Çatı, aralıklarla koyulmuş çam tahtalarından, dik durdun mu – tepeni tavana dayarsın. Küçük oda – orada bir tabaka kağıt sermek yada bir mezar kazımak mümkün olmadığını söyleyemezsin: bir duvardan öbür duvara elini uzatıp dokunamazsın. Bazı yerlerde tabii ki, duvarlar ocaktan çıkan dumandan siyah kadife ile kaplanmış ve üzerinde tükürükler vardır; yer, tabii ki biraz nemli, hafif adımların altında sesle eziliyor, ama bir yandan bakarsan oldukça iyi bir evdir. Kötü olan tek şey vardır: ne sandalye, ne masa, ne de bir bank görülmemektedir. Serilebilen yorganlar da gözükmemektedir. Varlıklı Karaşolak’lılar, hiç bir mobilya sağlamadılar. Ancak topal bir masa getirmişler. Öğrenciler gelip, yanlarında paçavralardan dikilmiş döşekleri getirdiler. Şehirdeki okul binalarını görmüş Kartkoja, yerli okulun yoksulca olduğunu sandı, ama yosul olan nasıl bir rahvan ata sahip olsun ki! Çaresi yokken kendisini uydurdu, ne de olsa, Majıt hoca’dan öğrendiği zaman daha iyi değildi.

Kurslarda, Kartkoja’nın özellikle hayran olduğu bir şey, siyah okul tahtası idi. Kendisinin, diplomalı öğretmenin, sınıfında karatahta yokken geri kalmış ukala hocalardan ne farkı var ki? Yok, karatahtası olmayan bir öğretmen, sanki iğnesi olmayan yaşlı bir dikici gibidir. Bunun için, kendisine o kadar lazım olan okul eşyasını ısrarla talep etmeye başladı.

Şehirliler harekete geçtiler:

-          Okula bir tahta lazım – kara... Ben, bu tür tahtayı nerede, kimde görmüştüm?

-          Kazıben’in teyzesi kapkara bir ahşap kapakla kazanını kapatıyor... diye, bir çocuk hatırladı.

-          Doğru, onun evinde görmüştüm!

Kadını, topluma kapkara olmuş kapağı satmaya kandırmak hiç zor değilmiş.

‘Kara tahtanın’ şeceresini bimeyen insanları bu eşya, okulun duvarına çakılmış olarak, tuhaflığı ve sünepeliği ile o kadar şaşırtıyordu ki onlar, gözlerine inanmıyordu: ‘Burnunu kes te at!’. Duvarda, yuvarlak, çok kere çatlamış, yanmış kenarlarıyla bir şey asılıydı ve bu kenarlara mutlaka pis bir canavar ısırıp yapışırdı.

Kartkoja, daha uygun bir eşyayı alamayacağını anlayıp, Karaşolak’lıların kara tahtadan hep artan tiksintilerini görmezden geldi, onun yüksek manasını onlara açıklamaya çalıştı. Kendisi, bu kapağı daha kabul edilebilir tarafıyla çevirdi, sanki: ‘Alpısbay’ın yarım yıkılmış çatısının altında değişmeler iyi görülür bile değilse, ama onlar vardır ve kaçınılmazdır’, diyerek.

Tebeşir yerine, tahtaya yazmak için bir kireç parçasını kullanmak istedi, ama o, bir çizgi bile bırakmadan, döküldü.

-          Bir çizgi çizmek istiyorsanız, parmağınıza tükürüp onunla çizmeye çalışın, diye bir ukala önerdi.

Kartkoja da, bir bakışı bile ona çok görüp, soğuk soğuk: ‘Şakalarınızı bırakmanızı rica ederim’, diye cevap verdi ve tavsiyesini dinlemedi.

Şehre giden önemli bir insana, kendisine yazı tebeşirini getirmesini rica etti.

İlçe komitesinin adresine de, okulun bütün sorunlarını anlatıp bir resmi mektup gönderdi. Tebeşiri beklemeden de derslere başladı.

İlk önce, tabii ki, kurslarda ilk kere gördüğü şeyleri tekrarladı, yani: öğrencilerini, Karaşolak’ın egemen eliti ile tanıştırmayı düşündü ve yaptı bunu, önce kendisi törenli konuşmayı yaptı, sonra da okulun şeref misafirlerine konuşmaya davet etti.

-          Hoca haklıdır, niçin ayakkabı çarpıtarak boşuna koşmak. Sakin sakin oturarak öğrenirseniz daha iyi olur. Bir de kendisi, sizinki gibi, kendi insanımız, bir Kazak oğlanı... - bunun gibi şeyler söyleyip elit, okuldan ayrılmaya acele etti.

Çocukları iki gruba bölüp, şöyle oturttu: sol tarafta harfleri bilenler yerleşti, sağda da hiç bir şey bilmeyenler oturuyordu. Yüklem türlerinden başladı ve terimleri döküyor gibi söylemeye başladı: şakşa, tutka, kus tumsık, şaynek... Ders kitabı da olmadıkları ve öngörülmedikleri için, Kartkoja, fazla düşünmeden, okuma ders kitabının yerine, ‘Sarı arka’ gazetesinin bir numarasını seçti.

Sabırla koruk helva olur, değil mi? Hem islenmiş kazan kapağına alışmışlar, hem tebeşir de bulunmuş. Ama disipline gelince, o eskisi gibi sıkı kaldı. İşte böyle, öğrencilerden çok isteyerek, tempoyu azaltmadan, yaklaşuk otuz çocuğa okuma-yazma öğretebildi.

Öğrenciler, ki sırayla onların evi öğretmene yemek vermek zorundaydı, onu yemeğe davet etmek için seve seve ona koşuyordu. Daha önce öğretmene, yemekleri beğendirmek zor olduğunu düşünmüş kadınlar, Kartkoja’nın çoban kemiğinin basit bir oğlanın olduğuna ve herhangi bir yemek için minnet dyuduğuna kanaat getirdiler, ağlana da bir sempati duymaya başladılar.

Üstelik te Kartkoja, Karaşolak’lılar için şikayet ve dilekçe yazan rolünde kendisini gösterebildi. Anma yemeğine bazlamaları kutsamak yada dua okumak lazım mı kendisi molladır. Ağırbaşlı adamların dengi, saygılıdır. Bu kadar çok bilen, her şey yapabilen, kim ona razı olmaz ki? Kartkoja’ya rastlanarak, yerliler ona selem vererek, hocaya gibi her iki eli uzatmaya başladılar. Yavaş yavaş, gayet küçük olan ücretine uygun kıyafet satın aldı, ve artık herhangi bir eve ziyaret etmeye acele etmiyordu.

Yazın Kartkoca, kendi auluna gitmek için izin aldı. Sadece onun, ihtiyar annesini gidip görme borcunun olduğunu söylediğinde bıraktılar. Yoksa asla. Karaşolak nereden bilsin ki Kartkoja, profesyonel olmayan öğretmenliği için hep utanıyordu ve utanıyordur.

 

Saklanmaya kaçtılar

Kartkoja’nın kışın gazetelerde okuduğu şeyler tam olarak doğruymuş. Mart ayının başından beri Nisan ayının sonuna kadar, şehre gelmiş ve eski dairelerinde yerleştirilmiş ‘Alaş’ partisinin üyeleri, ilçe komitesinin faaliyetini inceliyordu. İlçe komitesine acele edip hemen farketti ki eskisi gibi hiçkimse, tok atlarla gelmiyordu, iyi arabalarla yaklaşmıyordu ve ilçe komitesinin kapılarının önünde, koridorlarında ve odalarında hiç bir kalabalık yoktu. Yer alan metamorfoza çok şaşırdı: onların hepsi nereye kayboldular ki! Binaya da girdi. Kazaklar’dan hiç kimse yoktur. Hem sabahtan akşama daktilo makinesine parmaklarını vuran sekreterya, hem de resmi belgeleriyle mektupları getirip dağıtan Rus kadınlarıdır. Mamafih şu anda galiba onların işi yoktur, oturarak gevezelik yapıyorlar.

Kartkoja, Alaşordılıların kurumuna koşarak geldi. Orada da hiçkimse yoktu. Sokakta, onunla aynı kurslarda okumuş bir oğlana rastladı. ‘Bütün efendi vatandaşlar nereye kayboldular ki’, diye sordu. Çok sayıda  ilginç sey duydu. Kazak parti eylemcileri, genel kongre çağırmışlar ve ülkenin politik durumuyla gelecek için faaliyet planını tartışmaya balamışlar. Bu aşamada partiler, iki gruba bölünmüşler, biri bolşevik (sayı olarak daha fazla olanlar), öbürü de menşevik (sayı olarak daha az olanlar). O zamandan beri de hiç durmadan tartışıyorlarmış.

İri boylu esmer bir Kazak söz almak istedi. Oy vermeye karar verdiler, ama Alaşordılılar bağırmalarında herkesi batırıp ona konuşmaya müsaade vermediler. Esmer dev, suratını asıp kara bir bulut gibi oldu ve kongreyi terk etti. Kongrenin başladığından yaklaşık on dakika sonra bir bolşevik komiseri geldi, yanında da üç-dört asker vardı. Alaşordılılar telaşla bakışmaya başladılar. Komiser de gelir gelmez: ‘Bu kongreyi, bir bay unsuru topladı ve onun, bölge iktidarının adından konuşmaya hakkı yoktur. Bunun için, Sovyetlerin adından ben, bu kongreyi dağıtıyorum!’. Alaşordılılar hemen isyan ettiler ve hakklarını temellendirmeye çalıştılar, bolşevikler de onlara cevap olarak kendi doğrularını söylemeye başladılar, ama rakiplerini tartışmada yenemeyeceklerini görüp te, tüfeklerinden tavana konuşmaya başladılar. Kongrenin hiç bir anlamı kalmadı, dağılmaya başladılar.

Kartkoja, ‘Alaş’ komitesine döndü.

Kurslarda, onlara Kazakça’yı öğreten ve müzik derslerini veren, Rus okulunu bitirmiş Kasen adı olan genç bir delikanlı vardı. Kendisi, ‘Janar’ diye eğitim faaliyetleriyle uğraşan bir dernek kurdu ve orada, öğrencilerin seve seve katıldıkları toplantıları yapıyordu, Kartkoja da soruları ile zaman zaman evine de geliyordu. Belli zamanlarda aul mollarından ve hocalardan delikanlılar, eski tip geride kalmış eğitimden iğreniyordular ve her yere gitmeye razı olurdu, yalnız onlarla gizli fikirlerini paylaşan ve kendisi de öğrencilerin itiraflarını sonuna kadar dinleyen Kasen gibi öğretmenler onları peşinden sürüklesinler. Akşamleyin Kartkoja, bu Kasen’i buldu.

Kasen, parti toplantısından yeni dönmüş, asık suratlı, öfkeli oturuyordu. Kartkoja, sormaya acele etti:

-          Nasıl geçti? Orada ne oluyordu?

-          İşler gittikçe daha kötü oluyor. Bolşevikler güç kazandılar. Sosyalist-Devrimci partisinin önderini de tutukladılar. Şimdi de Alaşordı takiplere uğradı. Biz savaşmaya hazırlanıyoruz, ama baksana, sana dediğimi kimseyle hiç paylaşma.

-          Nasıl yani? Kiminle?

-          Alaşordulular, Rus Kazaklarıyla görüşmeler yapmaya başladılar. Bugün biz, genç olanlar, ortalık kararmaya başlayınca, görüştük ve teslim olmamaya yemin ettik... Çaresi yok, gerek olursa, Kazaklar için öleceğiz, başka bir şeyi düşlemeyiz bile. Arkadaşlarımızdan biri artık öldü – Kazi...  diye, belgelerini, notlarını içeren kağıtları, davulunu toplamaya başladı. Kaybolmaya niyetleniyordu.

-          Ya sizden, gençlerden, kaç kişi toplanacak?

-          Otuz-kırk kişi olacağız.

Kartkoja, Kasen’den hoşlanıyordu. Ona çok acıdı, ezgin dostuna bakmaya gücü yetmeyince, gözyaşını saklamaya çalışarak, elini uzatıp:

-          Size şans dilerim! dedi ve çıktı.

Kongreye gelen ve farklı dairelerde kalan delegeleri aramaya başladı. Birkaç Bayanaul delegenin aynı binada kaldıklarını öğrendi. Geldi, kapıyı itti. Kapalıdır. Pencereye acele etti. Hafifçe buğulanmış camdan, bodrum deliğinde hareket eden bir kıç gördü. Evden: ‘Kazak! Kazak!’ dendiğini duydu. Kıç, başını dışarı çıkardı. Bu kıç, ilbaşına aitmiş. Bolşeviklerin, her anda bütün bayları ve ilbaşlarını tutuklayabilmelerinden korkarak yeraltına çekilmeye çalıştı. Kartkoja’yı tanıyıp, rahat bir nefes aldı. Kartkoja’ya böyle içten selam verip: ‘Burada, bodrumda olduğumuzu kimseye söyleme!’ dedi. Şehri, en dehşetli dedikodular dolaşıyordu. Kaçakları konuşuyordular, ‘Kurşuna diziyorlar’, ‘Alaşorduluları arıyorlar’, diyordular. Herkes deliverdi sanki, hayhuy, panik...

Alaca karanlıkta şehir kenarında bulunan konutuna dönerken Kartkoja,  kum tepelerine koşan bir kalabalık gördü, önünde ve merkezinde  Kazaklar vardı, onların peşinde de hiç geride kalmadan Ruslar koşuyordu. Onlardan biri, tuhafça zıplayarak koşuyordu. Onda, endamına bakarak, bir günde kavga ile ilçe komitesine zorla girmeye çabalayarak kendisini arkasından sürüklemiş Aben’i tanıdı.

Sabahleyin haber yayıldı ki politika ile uğraşan Kazaklar isyan ettiler. Kartkoja, Kasen’i aramaya atıldı, ama kendisi ne dairesinde, ne de tanıdıklarında yokmuş. Sokakta, Kasen’i tanıyan bir insana rastladı, o dedi ki Kasen, şehrin dolaylarındaki bir yerde, arkadaşlarının evinde saklanmaktadır. Bulmaya yardım etti.

-          Ne oldu?

-          Bizi, kurşuna dizilmeye attılar, kendiler de – bütün önderler, kaçtılar. Biz de, yaklaşık yirmi delikanlı, Rus Kazakların idari binasında pusuda yattık. Ateş teatisi başlasaydı, hepimiz ölürdük, hani bizde sadece namlular vardı. Alaşordululardan bizi, bir tek Usey batır ile Tuyaktan bırakmadılar, onlar tüfek ıstokunu hücumla almaya çalıştı, güvenliği öldürdüler, ama hemen tutuklandılar.

-          Şimdi de ne yapmayı düşünüyorsunuz?

-          Bozkırda saklanmaya çalışacağız.

-          Biz de, millivekilleri gibi dağılmaya karar verdik, - Kartkoja dedi, vedalaştı ve uzaklaşmaya acele etti.

 

Duyduklarını görmek

Kartkoja, kendi auluna dönüp, kendisine öğretmenlik kurslarındaki üç aylık okumanın sürecinde bütün verildiklerini, bundan sonra kendisinin bütün öğrendiklerini, kendisinin Karaşolak’ta öğretmenlik yaptığı dönemde okuduğu bütün şeyleri kardeşine, yeğenlerine, akrabalarının çocuklarına aktarmaya çalıştı. Mamafih, onun evine baya olgun delikanlılar da gelmeye başladılar.

Bir-iki ay sonra, Semipalalatinsk’tan beklenen haberler gelmeye başladılar. Bolşevikler kaçmışlar, partili Kazaklar şehre dönüp, tekrar bütün kurumlara baş olmuşlar. Semey’de de tekrar herşey eskisi gibiymiş... Kartkoca, bunu duyduktan sonra Sonbaharda, hem kardeşini, hem de yeğenlerini şehre okumaya götürmeye karar verdi. Kendisi için de daha fazla okumak iyi olurdu. Kartkoca, kış için kuru ot, ocağa yakıt hazırlamaya acele etti, kışın kesilecek hayvanları seçti ve diğer stokları belirledi ve annesine, kararı hakkında ihtiyatlı bir dil içinde konuştu. Annesi, oğlunu gizlenmeyen hüzün ile dinledi, ama pek itiraz etmedi. Tabii ki, ara odada uğraşan eşi, sözlerini hemen duymuş oldu.

-          Baksanıza neyi düşündü! Hiç bir okumaya gitmeyeceksin! hemen dedi.

Bir de kartal dişi gibi yavrularını kanatlarıyla kapatmaya atıldı, gagasıyla tıslıyordu, pençelerini gösteriyordu – ne geçersin, ne de kaçarsın, karıkoca savaşı en az bir haftadır sürüyordu. Kartkoja, eşini ikna etme çabalarını hala da bırakmıyordu, ama kadın daha da beter, daha da çok diliyle sokarak çığlıklar atıyordu:

-          Gitmeyi düşünürsen hemen gözün sönsün! Burada senin hizmetçin yoktur ki senin için evi temizleyecek, soluk çıkararak bekleyecek ve sahte bilgilerine duygulanacak! Baksanıza nasıl bir mollaymış!

Nasıl ya bu durumda annesi, ağır hastalıkla sergin vermeyecekti, bundan da Kartkoca’nın zaten canı çıktı. Okumanın başlamasına sadece birkaç gün kaldı, kendisi de bir türlü gidemiyordu. Kartkoja, sanki artık donatım ile alakalı herşeyi yaptı, temizledi, inşaat etti, sadece annesi iyileşsin... o da sanki biraz daha iyi oldu, kendisi de derhal Bayan’a gitti.

Bayan’da ilk önce tanıdığı öğretmenlerden son gazeteleri ve degileri istedi. Kim? Nerede? Nereye? Niçin? diye hiç yorulmadan soruyordu. Kartkoja’nın aul, donatım uğraşmalarında geçirdiği zamanın içinde politik sahasında baya şey olmuş, üstelik taklasız da olmamış.

Semipalatinsk’te tekrar partilerin ve dağılmış imparatorluğun ordusunun ilgileri tekrar çatışmış. Omsk’ta amiral Kolçak’ın iktidarı kesinleşmiş. Rus Kazaklar, beyazların hareketine katılıp, güç kazanmışlar ve eski şarkılarını söylemeye başlamışlar. Bizzat Semipalatinsk’in içinde de Alaşordılılar, kendi ulusal ordularını toplamaya başlamışlar. Bir de ataman (Rus kazaklarının başı) Annenkov, Kazak kolordusu ile Semipalatinsk’e doğru yola çıkmış, Alaşordılıları yenmiş ve partinin iki önderini tutuklayabilmiş. Karkaralinsk’te beş önder tutuklayabilmiş. Semey, çöküp yıkılışının eşiğine getirilmiş. Can kırımları, öldürmeler, bir de basit soygunculuk artık kimseyi korkutmuyormuş. Kolçak, Alaşordı hükümetinin ordularını bozguna uğratmak isteyerek Semireçye’de de cephe açtırmış. Kazak hükümetinin başkanı Alihan Bokeyhan, özerkliği savunmayı ummarak Kolçak’la görüşme yapmaya gitmiş. Rusya’da bolşevikler mutlak eğemen olmuşlar ve şimdilik Sibirya’ya basıyormuş. Torgay, Uralsk, Bokeyorda şehirlerinden hiç haber yokmuş. Galiba onlar da bolşeviklerin altındaymış artık.

Hiç beklemeden aldığı korkutucu haberlerden sonra Kartkoja’nın, Semipalatinsk’e yoluna devam etmek isteği hiç kalmadı. ‘Zamanlar şöyledir, daha da ne olacak!’, diye düşünüyordu. Kartkoja, aula döndü ve bütün kış boyunca hiç çıkmadan evde oturdu. Ama burada da ona, sakin sakin yaşamaya müsaade etmediler. Kereku’dan onlara, atları almaya bir komisyon geliyormuş, çoğundan atları basitçe karşılıksız alıyormuş, müsadere ediyormuş, diğerlerin evlerine zorla girip, arkasında cesetleri ve ırzı bozulmuş kadınları bırakıyormuş, önünde o kadar dehşetli söylenti gidiyordu.

Diyordular: biraz daha ve bolşevik her yerde mutlak eğemen olur, diğerler diyordular ki Uralsk’tan biri hükumet edecek; biriler: Kazaklara özerklik verilecekmiş, onlara da cevap olarak: Bekleyin, verecekler, özerklik önderi Alihan hapishaneye atılacak; tekrar da: Semey’i kesinlikle bolşevikler elde edecekler.

Yazın ortasına doğru, Kazak memleketinin telgraf kablolarının – bozkırın üzerinden haber yayılıyordu: bolşevikler bilinen her yerde iktidarı elde geçirmekteymiş. Kurgan’ı zaptetmişler. Petropavlovsk’u  istila etmişler. Omsk’a yaklaşmışlar... Her mesaj, sadece dehşete düşürüyordu. Orada ne, ne oluyormuş?! Her taraftan: ‘Ataman Dutov’un ve general Belov’un orduları çekiliyorlar... direk bize!’, diye feryat edilir.

Kartkoja, kendi auluna döndü. Sakin sakin evde oturuyor ve birden:

-          İşte, geldiler! diye bağırarak, komşuların çocuğu koşarak giriyor.

-          KİM? NE?

-          Beyazların ordusu bozkırda oradan oraya koşmaktaymış! Yüzlerce, binlerce atlılar varmış! Yolundan herşeyi süpürüyormuş... herkesi ve herşeyi götürüyorlarmış... atları, yemek, yorganları, avratları! Yakında burada olacaklarmış!

Kadınlar ağlayıp sızlamaya, feryat etmeye, hıçkırmaya başladılar. Yatak çamaşırlarının destelerinin arkasına, tınazlara, kamışlara saklanmaya atılıverdiler. Kuyulara atlıyordular, varillere, sandıklara sığabilmiş şahıslar da vardı.

Aul, sanki kanlı bir darbeden dolayı felç oldu. Kartkoja, deli gibi bir eşiğe, bir de eşikten, bir ata, bir attan geriye koşuyor, kamçısını arıyor – bir türlü bulamıyor. Nihayet, şaşkınlığını yendi, atına eyer vurdu ve belli olmayan bir yere koşturdu onu.

Auldan sadece beş-altı verstlik mesafeye uzaklaştı kendisine, altı atlı asker rastlandı. Tüfeklerini kaldırıp ona: Dur! diye bağırıyorlar. Kartkoja, ‘Allah!’ diye haykırıp, attan düştü. Yaklaştılar: ‘Ayağa kalk! Aul nerede? Orada atlar var mı? Nereye koşuyordun?, - diye, sorgulama başladı.

Yüreği ağzına geldi.

Kartkoja, belli belirsiz bir şey mırıldanmaya başladı, ama bunlar dinlemiyorlar bile, onu önünde sürdüler. Kendisi de onlara yol göstermeye başladı, ama kendi auluna değil, başka bir aula.

Ulaştılar, orası da artık Beyaz Muhafızla doluymuş. Küfürler, feryatlar, inlemeler. Bazıları sürüp topluyorlar, bazılar da yel yeperek bir yere koşuyor... Atlar, araba, demir bir kazık, tüfek namlusu-ense, alçak sesle bir uluma... niye çeniliyorsun, kancık?! Halılar ve keçe bir yığın oluşturarak yere atıldı, ellerde yorganlar, örtüler. Küpeler, gümüş pandantifler, Rusça konuşmaları, gülmeler...

Öteden, uzak olan yurtanın yanından, bir silah sesi geldi: tars! Kartkoja, ayakta zorla duruyor, gözlerinin önünde herşey sallanıyor... hamut, eğri ağaç, ‘Ambarda, bak!’, kuru ot için sundurmanın altında üç asker, aralarında da genç bir kadın var, sırayla ırzına geçiyordu... Dehşet!

Kartkoja’yı, arabacı olmaya zorladılar.

Kendisini bu aulda bulmuş bir ordu, Sibirya’dan Kazak bozkırlarından geçerek Çin’e uzanan, Kolçak’ın kaçan ordusunun ancak bir halkasıydı. Giderek, gitmeye iyice hazırlandılar: her çeşit mal içeren arabaları götürüyordu, orada da makineli tüfekler, cephane, gıda ürünleri, kalın giyim. Öküzler, topları çekiyordu, sürücüler ve hamallar çok ta lazımdır! Zincir kırılmış, ama halka halka sürükleniyor.

Kartkoja’yı esas ağırlığa koyup, onu sürmüş atlılar, atlarını çevirdiler ve yine uçsuz bucaksız bozkır uzayına ileri atıldılar. Hızlı hızlı böyle.

Kartkoja’nın yanından, iki atla çekilen bir kaleska hızla geçti, orada da altın apoletli, endamlı subayların arasında fevkalade güzel Kazak kızları birbirine sokuluyordu. Ancak geçerken, ıslak kırpmaya başlayan kirpiklerinin altından Kartkoja’ya bir göz attılar. Kara kuvvetlerin kurbanları! Zavallılar... Bu zamanlar bizim için daha ne hazırlamışlar?

Yağmalanmış bir auldan daha sonra, bunu hiç beklememiş Kartkoja’yı birden yolun ortasında bırakmışlar. Duyduğu şeyleri gözüyle görmüş oldu.

 

Daha iyisine

Sanki  tam sınıra doğru didip geçen Beyaz Muhafızların ve Rus Kazaklarının orduları değildi, sanki devasa bir tarantel izini bırakmıştı. Nereye bakarsan, her yerde kurşuna dizilmiş, soyulmuş, küçük düşürülmüş olanlar. Jeltaubıl’ın yanında, aullardan biri tam olarak kesilmiş. Jarılkap’ta askerler, bütün kadınları ve kızları altına koymuşlar, bol bol eğlenmişler... Korjas’tan pahalı eşyalarla dolu birkaç araba götürülmüş – herşey açık bozkırda bırakılmış ve yanmış.

İnsanlar sabretmeyi tercih ettiler, yani başına böyle bir bela oldu mu ne yaparsın? Ama Darmen gibi atılgan delikanlılar savaşıyordu, öç alıyordu. Onlar, seçkin kollara toplanıyordu – genel olarak on beşer atlı ve gündüz gece attan inmiyordu. Bir yerde Şaşau’da belli şekilde misafir kalmış bir takım asker bozulup mahvoldu, başka bir yerde yedi Beyaz Muhafız kesildi, bir geçitte – onlardan dört kişi daha kesildi, cesetleri de kuyuya atıldı.

Tobıktı’da bir Kazak, kendi evinde gece geçirmeleri için yirmi asker yerleştirdi, ocağı ıslak tezekle yaktı, kapıyı dışarıdan sıkıştırdı ve duman bacasını kapattı – hepsi tıkanıp öldüler. Karakesek soyundan yiğitlar, yolu şaşırmış yada alay kollarından geride kalmış askerlere gerçek bir ava başladılar, ganimet olarak alınan tüfeklerle yeterliye kadar silahlanarak, dağlarda pusu kurdular, boğazda üç yüz kadar beyaz öldürdüler. Hem çekilen Beyaz Muhafızlar, hem de Rus Kazaklar sinmişler, öfke dolu kıvraklıkları azalmış, - Kartkoja’nın rastladığı bilen insanlar ona böyle diyordu.

Kazak olarak doğmuş olanların üstünde kötülük yükselip asılıydı. ‘Semey’de de ne oluyor acaba?, - diye Kartkoja daha ve daha sık düşünüyordu. – Oradaki partili vatandaşlar ne çekiyorlar?’. Galiba, kiminle savaşacağını bilemiyodu bile – Sibirya’dan, İrtiş’e yakın olan bölgelerden, dehşetli tabiatını göstermiş sayısız beyaz orduyu aman zaman bilmeden hızlı hızlı sürerek döven Kızılordu’ya.

O yılda Semipalatinsk’ta genç şair Sultanmahmut, ciddi bir şekilde hasta düşüp, Bayanaul göllerinden birinin yanında olan kendi aulunda yatmaya karar verdi. Kartkoja, onu tanıyordu. Sultanmahmut, en yosul ama asil ve sıcak kalpli şair milletine aitti. Kendisi, fakirleri koruyan olarak, gazetelerdeki yayınları ve Kazakların arasında eğemen olan adaletsizlik ve keyfilik hakkında yazılarıyla ünlüydü. Demey gençliği de Sultanmahmut’a bayılıyordu, onun şiirlerini çekerek alıntılıyordu, hayranlıkları da hiç sebepsiz değildi: inanılmaz kadar yetenekli, aşırı derecede dürüst, insanca.

Kartkoja, babanın yurtasında kendisine gelmeye başlayan Sultanmahmut’u yoklamak, onu desteklemek, mümkünse de konuşmayla hüzünlü düşüncelerinden oyalamak çok isteyerek fırsat bulmaya çalışıyordu, ama telaş ve dertle dolu olan günler, çok yavaş geçerek hiç müsaade vermiyordu. Üstelik Sultanmahmut, Semipalatinsk’teki bütün olaylarını kesin olarak bilen bir insan idi. Kendisi, gazete alıyordu, dostlarıyla, hayranlarıyla mektuplaşıyordu. Ortalık biraz sakinleşti mi, Kartkoja Toraygır auluna acele etti.

Mahmut’u evde bulabildi. O da, Kartkoja’yı görüp sevindi. Zayıflamış ve birden üç-dört kelime söylediği halde, göğsünü yırtan bir öksürükten lafı kesiliyordu. Kartkoja’nın uzattığı eli sıktı: - E, dostum! Çok bekleyip te aldık – bolşevik yoldaşları kendi gözüyle gördüğüm oldu!, - diye güldü.

-          Nerede onları gördünüz?

-          Kererku’ya gittim – orada.

-          Ne zaman, canım?

-          Dün, akşam döndüm.

-          Atla mı, yürüyerek mi?

-          Yürüyerek. İşte yolda, rüzgar varken biraz üşüdüm. Fakat pişman değilim, arkadaşlarımdan biriyle buluşmam lazımdı.

-          Nasıl oldu? Nasıl buluştunuz?

-          İyi. Bilmek istersen, dağın sana varmasını beklemek değmez. Bir arkadaşıma sadece selam vermeye uğradım da, iki saattir konuştuk... - dedi ve ağır ağır öksürmeye başladı.

Öksürüğünü bastırıp, sesli soluk çıkarma ile devam etti:

-          Fikirleri iyidir – fakirlerin faydalarına. Maksatlarına da kararlılıkla ulaşmaya çalışıyorlar. Kazaklar, kendi devlet sistemini elde etmek isterlerse, bolşeviklere katılmaları lazımdır. Yaşarsın kendin görürsün. Ben de galiba, göremeyeceğim...

-          Neden? Niçin siz öyle...

-          Ne dersen – zamanlar şimdi ilginçtir! Ama yapılacak birşey yok, daha da yaşarsam, belki 10-15 yıl olur...

Mamut somurttu, Kartkoja da, onu ölüm düşüncelerinden uzaklaştırmaya çalıştı.

-          Semey’de de ne oluyor?

-          Alaşordılılar kaçtılar. Gençler ücretli orduya kiralanmaya başladılar. Bazıları komünistlere katıldılar. Gazete yaydılar. Hiç gördün mü?

-          Hayır.

Mahmut, yastığin altından birkaç gazete sayısını çıkardı.

Bakıyorum ki gençlerimiz sonunda, bazı şeyleri de yapabilir. Gazete fena değildir. Nafile çabalamadığımızı bilmek iyidir: ‘millet’ sözünü boş laf saymayanlar daha kaldı..., - diye, Kartkoja’ya gazetleri uzattı.

Istırap verici öksürükten dolayı konuşmaya devam edemez oldu.Kartkoja, ‘Kazak tili’ diye gazetenin birkaç sayısını gözden geçirip, aşırı derecede memnun kalıp, Sultanmahmut ile vedalaştı.

Yaz başladığından beri, evde oturmaya hiç dayanamaz oldu. Semey’i sayıklıyordu. Ama şehre gitmek için para gerekiyordu. Bir hayvanı satardı, fakat elinde olmayan bir şey nasıl satarsın ki? Komşulardan da bu kadar ciddi olmayan bir iş için borç alamıyordu. Bundan dolayı, yine biraz para kazanmak umuduyla Bayan’a gitti.

Fakat Bayan’da da bir iş bulamadı. Böylece rastgele işlerle kıt kanaat geçinmeye başladı: bir yerde bir mahzen kazır, birinin inek ahırını temizler, ocak yakar.

‘Bay için bol bol, kahraman için pek yok’, - diyorlar. Fakat kahramanımız, bir başkasının donatımında rençperlik ederek, birden rastladı, elde etti – parayı değil, yok, ama Çatlak Sesli İvan’a ağır ağır çalışan, Doga adı olan eski arkadaşını. Doga – en taze haberlerle dolu yürüyen bir torbadır, herkesin bildiği gibi de Kazakoğlu olan Kazak konuşmalara doymaz, sadece eklesene. İşte Doğa, ambarda kürekle gübreyi karıştıran Kartkoja’ya yaklaştı ve diyor: - Duydun mu ki, Semey’den Kazak bir komiser geldi ve bayların işlerini titizce inceleyecektir?

-          Hayır, duymadım.

-          Komiser gençmiş – Kasen.

-          Vay-bay, o benim arkadaşım ya!

-          E, bırak!

Kartkoca, çabukça ambardaki temizliğini bitirip Kasen’i aramaya koştu. Bakıyor da Kasen, Araf melekleri Münker ve Nekir gibi, dünkü efendilerden olan yaklaşık on kişi üzerinde tehditkâr edasıyla eğilerek, onları şiddetle eleştirmektedir. Sanıkların arasında, Kartkoja’nın eski ilbaşı da vardır. Komiser Kasen, Kartkoja’yi görüp, hemen yerinden fırladı ve hızla ona atıldı, kucakladı, öptü ve yanına oturttu. Efendiler şok oldu. Kartkoja da çabalamadan gözdesi oldu.

Kasen, yerli idareciler ile komiserlik duruşmasına devam etti. Her birinden senet alıp, Kereku’ya geriye gönderdi. Gelmesinin maksadı net ve aman zaman bilmez: bütün eski idarecileri kaldırıp, seçim yapmaya geldi.

 

Ortalık aydınlandı

Yakıcı sıcak bir gün, öğle vakti – beyin, kaynamaya başlar, Temmuz ayı.

Rendelenmiş bir tahta gibi düz olan yoldan, iki atın çektikleri bir yaylı araba hızlı hızlı geçiyordu. Yaylı arabada da Kasen ile Kartkoja oturuyor, göğüsleri apaçık, ellerini kollarını sallayarak hiç durmadan ve yorulmadan konuşuyorlar.

-          ... ateş teatisi başladığı zaman siz orada mıydınız? Hani ölmeye yemin ettiniz... Beyazlar, şehre girince, hemen bütün merkezi sokakları tuttular. Şehrimizi – Alaş’ın başkentini. Tüfeklerden her taraftan ateş açtılar. Azim ve Toktar, Kızıl komutanlarla görüşüp, birleşik devrim komitesine girdiler. Bizden kabul alıp onlar, kurşun yağmurunun içinde, oraya gittiler. Biz de, beyazlardan kalmış bütün silahı ele alarak, idari binaya çekildik ve orada savunmaya başladık. Böyle bir karışıklık vardı ki kimin bizim tarafımızda, kimin karşı olduklarını anlamak mümkün değildi. Askerler hem oradan, hem de buradan basıyorlar. Koşarak yolun karşı yanına geçmek bile mümkün değildi – hemen öldürürler. Ölüm her köşede bekliyordu...

-          O zaman mı Nıgmetolla ve Galımjan öldürüldü?

-          Yok, daha sonra.

-          Kim öldürdü? Kızıllar mı?

-          Yok, oybay! Kızılları onlar ilgilendirmiyordu. Kırılıp yıkılan hapishaneden mahpuslar. Hayhuydan yararlanıp kaçtılar, bir yerde silah bulup, kendilerini yalandan bolşevik gösterip, yoluna çıkan herkesi soyup öldürmeye başladılar. Onlar daha önce de öldürüyorlardı, hani orada, demir parmaklıkların arkasında, esameli katiller tutuluyordu. Lakabı Kör olan Makan, Akıp, Joldı ve bir-iki Tatar daha: Batkolla, Kalau... can kırımına başladılar.

-          Öğretmenleri öldürmekte de onların ne faydası var?

-          Galiba, bir sebebi vardı, dostum! Bu tip insan, eğitimi görmüş insanlardan nefret eder. Hani bilgili bir insan, kanunsuzluklar yapmaya müsaade vermez, böylece soyguncular, tutuklamalarında bizi suçlu görür. Onlar için koyu, bulanık suda balık tutmak daha uygundur. Özellikle bizim kuşağımızdan korkarlar. Bizim partimizde, Abdrahman adı olan bir imam vardı. Bu vavsız evliya da eğitimde yeni yöntemlere karşıdır. Anlaşılır ya ki her yerde modern okullar açılırsa, kendiler de işsiz kalacaklar. Onların bütün gönenci, refahı cahilliğe dayanır. İnan, bu imam da bolşevik olup ta kaçak hapislere önderlik etti, kimin kurşuna dizilmesi lazım olduğunu kendisi de gösteriyordu.

-          Şimdi de onlara ne oldu?

-          Tutuklandı. Ama onları yakalamak için çok uğraştık. Halka çok zarar verdiler. Silahlandılar, beyaz orduyu topladılar ve isyan başlattılar: insanları öldürüyordu, soyuyordu, istedikleri bütün çirkin şeyleri yapıyordu. Sonunda ama kovuşturuldu, kuşatıldı ve bozguna uğradı. Güruhun önderleri hapishaneye uğradı, kalanlar da derhal dağıldı. Herkes parti üyeliğinden çıkarıldı, sanki sakinleşti.

-          Abdrahman molla da ne oldu?

-           O da kurtulabildi. Fazla kurnazdır. Hani o gizlice davranıyor, ağır ceza için kanıt yok. Ne yapalım?

Hani kendisi, Marden öğretmeni da az kalsın öldürecekti.

-          Ne için?

-          Marden, hatırlıyorsan göbekliydi. Gördüler: ‘Ah işte, sayın bay, yakalandın!’, - diye, İrtiş kıyısına sürüklediler, Marden ağlıyor: ‘Ben hiç bay değilim, kendim baylara karşıyım!’, diye. Onlar da: ‘Baylara karşıysan, mal mülk sakladıkları yerleri, evlerini bize göstersene!’ Zavallı, onları bütün gece şehirde gezdiriyordu, bay evlerini gösteriyordu. Mucize kabilinden hayatta kaldı... Sonra da üç gün falan kendisine gelmeye çalışıyordu, biraz aklını oynattı bile. Hep onu nişanlayarak sürüklediler, sadece o zaman serbest bıraktılar ki kendiler yorulup uyumaya düştüler.

-          Şehirli baylar da ne oldu?

-          Hiç bir şey, hepsi kaçtılar. Evleri de şehir hazinesine alındı. Bir tek bay Janibek kaldı, o kadar cimri ki evini hiç bırakamıyordu. Hiç anlaşılmıyor da, nasıl bu köpek yaşadı? Ne yaptı ki: kendisini yalandan yırtık pırtık elbise giyip dilenci mi, yada yumurta ve tütün satan mı gösterdi, kim bilir? Bir türlü kurtuldu yani. Fakat galiba başına epeyce vurdular, bir de bir kucak dolusu rüşvet verdi... Onun gibi olanları mahvedemezsin...

-          Bir de sormak istedim: Aleken de nerede?

-          Kaçtı.

-          Şimdi de nerede?

-          Sanki Tobıktı’lılarda...Hani kendisi, Tobıktı soyuna herşeyi borçludur, kendi ailesini onlara gönderdi, yani eşini, çocuklarını... Kısıtay hakkında birşey duydun mu?

-          Tabii ki, ünlü bir zengin.

-          İşte, kendisi de kendi partisini kurdu.Kazak komitesi ile o, en düşmanca ilişkilerdeydi. Hani geçen sene bolşeviklere katılıp, ‘Alaşorda’ partisiyle ilişkisi olanların hepsini öldürmeye çağırmaya başlamış insan odur. Bolşeviklerin Semey’den kaçtıkları zaman da, tabii ki Alaşorda’lılar onu kovalamaya başladılar, kendisi de Kısatay’ın parasıyla ‘Bolşevik’ gazetesini yaymaya başladı. Düşün, nasıl ‘Alaş’ partisi, gazetesinin 500 adedinin yayılmasına sabredebilirdi? Rezalet, ben sanıyorum ki parti için bu ayiptir.

-          Doğru, sonra da ne?

-          Kabul etmeliyiz ki Kısatay sebatlı, mert bir adammış. Onun ailesi tutuklandığı zaman,Tobıktı soyundan Kısatay’in yardakçı sahneye çıktılar: ‘Bize misafir gelen insanları vermeyiz. Onun suçunun ne olduğunu bilmiyoruz, ama onun ailesinin bununla alakası yoktur!’ Eşi ve çocuklarının adından bütün bu şikayetleri, Kısatay kendisi organize etti, ve herkesi kurtarabildi ya!

Böyle sohbet ederek Kartkoja ve Kasen, Kereku’ya ulaştılar. Kasen, Kereku’daki seçimlerin bizzat başına geçmeye karar veren Kasen, Kartkoja’yı Semey’e gönderdi.

Onun oturduğu adrese mektup ulaştırmalıydı. Tabii ki Kartkoja, bütün elinden geleni yaptı. Ama bu, zor bir işmiş. Dünkü Alaşorda’lılar, mekteplerin, gimnazyumların ve başka değişik okulların, yasaya uygun davranan öğretmenleri oldu. Bir de baksanıza: onun çalıştıkları yerler Kazaklar’la doludur. Diğer devlet dairelerinin önünde iki-üç kişi var. Ama yine de Kazak gençlerinin hareketi ortadadır: koşturuyorlar, bir topluluklar kuruyorlar, tiyatro temsillerini veriyorlar, gazete bile yayıyorlar, ve bunların hepsi, onların yazılı dilekçelerine göredir. Okumaya devam etmeyi düşünen Kartkoja, eğitim departmanına uğradı. Orada da bir Rus oturmaktadır. Olmadı. Üzülmüş Kartkoja, teslim olmadı, Kazaklar’dan olan tanıdığı memurları dolaşmaya başladı.

Tabii ki Kasen’in eğitimi olan tanıdıklarının çevreleri daha genişti, onların arasında Rus öğretmenler de vardı. Çabukça mı, değil mi, ama Kartkoja, Rus öğrencilerin arasında okumaya başladı ve hemen lakapları aldı: Çküz, Deve. Sabrediyordu, ama öğrencilerin özen gösterneden okuduklarını, her imkan yakalayarak dersten asmaya çalıştıklarını, tembellik yaptıklarını beğenmiyordu.

Ekim ayında nihayet, uzun zamandır sabırsızlıkla beklenen Kazak enstitüsünü organize ettiler.

Doğal olarak Kartkoja, bu enstitünün birinci sınıfına geçmeye çalıştı. Şu sebeple ki o yılda Rusya’dan çok Tatar kaçtı, aynı zamanda üç fakülte açıldı, bazılarda öğretim ,Tatar dilinde veriliyordu. Tatarlarla beraber okumak ilginçti. Kışın odunsuz kaldılar ve enstitüde okuma durduruldu. Eğitim komitesinin şubesine gittiler, ama tabii ki orada öğrencileri hiç kimse beklemedi. Boş gittiler. Vilayet başı Brenskiy hemen onlara el salladı ve: ‘Bre, Kırgızlar! Defolun!’, - diye bağırmaya başladı. Neden bahsediyor ve kimden? Kartkoja, hiç bir şey anlayamadı.

Kartkoja, nerede kalırsa – ambarda mı, oldukça iyi bir köşede mi, ilk önce lambanın yanına oturup kitap okur. Önemli değil ki açtır, üşüyor, ki gelecek iyi bir şey vadetmiyor. Romantik, ama yaşaması için bir yeri yok, yemesi için de birşey yoktur, bir ay daha sabretti – daha fazla da sabredemez oldu.

Kazak toplumu, hoşnutsuzluk göstermeye başladı. Sibirya devrim komitesinde çalışanlardan yeni vali seçildi – İvanov. Bununla beraber, vilayet komitesine ancak bir-iki Kazak seçildi. Daha önce değişik kurumlarda çalışan Kazaklar sanki kendi aullarına ücretsiz izinlerine dağılmışlar. Kasen, kendisinin unutulmuş sözlerine dönerek, daha açık yürekliydi: ‘Bu, doğru insanlar değildir, Kazak milletinin geleceğini düşünen onlar değildir, zarardan başka da onlardan birşey beklenemezdir’.

-          Bütün ilçede... doğruyu bulamazsın... bir tek rüşvetçilik dehşetlice filizleniyor, herşey çürüyor... Darmen’i tanıdın mı?

-          Tanıdım. O bizim memleketimizden ya. O da ne oldu?

-          Karkaralinsk’te Barnakıp’ın tarafından kurşunlayarak öldürüldü.

-          Doğru mu?

-          Doğru.

-          Nasıl bu yani...Darman ya sanki sakinleşti, at çalmayı bile bıraktı.

-          Ne olacak ki bıraktı, Barnakıp ama küstahlaştı, öyle şeyleri yapmaya başladı ki! Hem insanlarla alay ediyor, hem de rüşvetleri zorbalıkla alıyor, kadınların ırzına geçiyor, öldürüyor – ona bunun için hiç bir şey olmazdı. Herkesi o kadar korkuttu ki kimse ses çıkarmaya bile cesaret bulamıyordu. Bir tek Darmen oturup kendisine şikayet dilekçesini yazdı, bir de kanıtları ekledi. Ama Kazak milletimizi biliyorsun, biri yine de Barnakıp’a bildirdi.

-          Ne oldu ki?

-          Öyle oldu. Darmen’i çağırdı, işkenceye uğratarak sorgulamaya başladı, gece de hapishaneye götürdü ama yolda silah vurup öldürdü.

Kartkoja, sanki duyduğu şeylere inanmayarak, başını salladı ve hüzünlü hüzünlü dilini şapırdattı.

 

Akrabalarda

Kartkoja, kendi evine döndü. Kereku’da değişmeler oldu – ‘Motor’ diye bir ulaşım ve nakliye bürosu açıldı, basit halk ta onu, kendi insanları arasında ‘Tramotka’ adlandırdı. Gezi yapmak istersen, buyur, ‘Tramotka’nın eşiğinin önündeki sıraya gir. Öğretmen olarak yolcu kartına hakkı olan Kartkoja da sıraya girdi. Üç saattir bekleyip, listeye girdi. Üç gün sonra buyurunuz, sizin için gerek varsa, ‘Abbatilskiy’ diye ulaşım aracıyla, mesela Kızıl-Şırpı kasabasına gidin. Kartkoja, kendisi için gerek olduğunu düşündü ve büronun ulaşım aracıyla, yani bir şehirliye ait olan arabayla, yola çıktı. Çok küçük bir mesafeye uzaklaştılar mı, arabacı da: ‘İn çabuk’, diye talep etmeye başladı. Jıyektegi auluna ulaştıklarında Kartkoja, başka bir ulaşım aracını bulmaya çalıştı, kimse ile anlaşmadı, ama yolun kenarına atılmış torbasını buldu. ‘Tramotka’ da sırra kadem bastı.

Şehre yakın olan aulların insanları ne kadar çabuk nasırlaşıyormuş, acayiptir: hiçkimse onu ne evine bırakmadı, ne de ulaştırmak istemedi. Böylece de kartını cebine sokup ve torbasını omuzuna alıp Kartkoja, kendisi için ‘Abbatilskiy’ diye ulaşım aracına döndü – yoluna yürüyerek devam etti. İleride bir aul görür ve umut ered ki oradan mutlaka bir araba kiralar, ama hayır, bütün yük atlarını polis, ajanlar, öğretmenler aldı. Ahırda bir tanesi rastgele vardı bile ise, o da koşumu yeni çıkarılmış, köpük içinde kalmış. Kendisi ancak Kızıl-Şarpı’dan Bayan’a giderken şanslı olmuş, yanından tuzla yüklü bir araba geçti. Bu sefer artık Kartkoja, kutusuna dört elle sarıldı. Bu ne ya? Bu da ‘Tramotka’ imiş! Bayan’dan ona en yakın olan aullara sefer yapıyor. Yerli Kazaklarla dolu. Böyle bir büro – ‘Tramotka’, ayrıntılarını Kartkoja’dan öğrenirsiniz.

Kartkoja, yolda eski bir tanıdığına uğrayıp onu görmeye karar verdi. Daha kışın duydu ki Rus Kazaklar da ciddi eziyet çekmişler. Fakat tanıdığını evde bulamadı, ancak eşiyle çocukları vardı. Kartkoja, selam verip: ‘Kendisi de nerede’? diye sordu.

-          Gitti, diye, ev sahibinin eşi cevap verdi.

-          Nereye?

-          Hiç duymadın mı ki Subaşıl komünistleri buradaki Rus Kazaklarını yok ettiler? On dokuz Kazak kurşuna dizildi. On beş adam hapishaneye atıldı...

-          Ne için onları böyle yaptılar?

-          Beyazlar yine Pavlodar’ı istila ettiler. Duydunuz ise de, onların böyle bir atamanı vardı – Oske...

-          Evet.

-          İşte o, Kazakları topladı, bir şey tasarlamışlar. Ama onların aralarında da çürümüş insanlar varmış. Lanet olası Petka Kurtuzov. Bu çocuk, Kazakların toptantısını komünistlere bildirdi...

-          Beyazlar, bunu nafile yaptılar.

-          Nafile...nafile... Tanrı korusun! Kötü oldu. Ekmek lokması boğazda duruyordu...

-          Evet, bu şeyler berbattir...-  Kartkoja, hüzünlü hüzünlü içini çekip ve üzgünce başını sallayıp, dedi.

Burada birazcık dinlenmek, çay içmek istediği halde nasıl başkasının acısını paylaşmaz ki.

-          Acayip, Gimanov da sağlam kalmış.

-          Gimanov’un hem mağazasında, hem depolarında, hem de evinde soygunculuk yaptılar. Ama kendisine, Kazaklar’a dost olmasına rağmen, dokunmamışlar.

-          Nasıl ya becerebildi bunu? Onu en az tutukladılar mı?

-          Evet. Tutukladılar. Hapishaneden de onu kurtarmış kızı idi. Onun ya komiser Jarin ile ilişkisi vardır. İşte, bir kız çocuktan nasıl bir fayda olabilir.

Rus Kazakları gerçekten epeyce ezdiler. Oturuyorlar, eskisi gibi baş kaldırmıyorlar. Kazak fakirleri de partiye girmek için acele etmeye başladı ve şimdi farklı farklı parti toplantılarında oturmaktadır.Evet, zamanlar değişti, fakirler için hayat şimdi serbesttir. Bayan’ın ormanını, toprağını ve kuyularını paylaşıyorlar, kimseye sormdan bol bol balık tutuyorlar.

Kartkoja, auluna dönüp, kışın okumak için okuma ücretini toplama maksadıyla, Karibay hocanın çocuklarına, Rusça okuma-yazma öğretmeye başladı. Hoca, eğitimleri olan şehir insanlarının – bu dünyanın kuvvetlilerin - arasında belli bir zaman geçirip, çocukları için çağdaş eğitimin ne kadar önemli olduğunu anladı, hayvanları okul çantasına saklayamazsın, ama okul çantası olmadan da onu korumak mümkün değildir.

Günlerin birinde Kartkoja’yı, onun Semipalatinsk arkadaşı Babatay ziyaret etti.

-          Nasılsınız orada? Ne yapıyorsunuz? diye Kartkoja, sormaya acele etti.

-          Bir gençlik zümresini organize ediyoruz.

-          Size şans dilerim! Ne yapmayı düşünüyorsunuz da?

-          Ne demek ne yapmayı? Baylarla ve farklı düşmanlarla merhametsizce savaşacağız, il komitesine kendi adaylarımızı önereceğiz ve seçeceğiz. Çünkü bir önceki seçimlerde Kakabay hoca komiteye, kendi yeğenini aldırdı ve bütün kooperasyonu çala çala batırdılar.

-          Onları da ne yaptınız?

-          Gazeteye yazdık.

-          Onun yerine de kimi koymayı düşünüyorsunuz?

-          Genç kadrolardan önereceğiz.

-          Okumaya da devam etmeyi düşünüyor musunuz?

-          Okumak için şimdilik bekleyeceğiz, çok meşgülüz. Fakirleri korumak, aktif olarak fakirlerin çocuklarına ve öküzlere eğitim vermek gerekiyor.

-          Ne güzel düşündünüz!, - diye Kartkoja, Babatay’ın zümresinin amaçlarına hayran oldu.

-          Sen de niçin katılmıyorsun?

-          Ben işte... okumak için biraz para kazanmaya çalışıyorum, yoksa ben de...

-          Başka finans buluruz! Kendi ilbaşımızı seçebilirsek, gereken bütün parayı baylardan toplayacağız! Ne düşünüyorsun?

Kartkoja, fakirleri korumak planlarından hoşlandı, ama ikinci fikir de pek hoşuna gitmedi. Bunun için kendisi, biraz düşünüp: ‘Siz çalışın, sonra bakarız’, diye kaçamaklı cevap verdi. Babatay, arabasına bindi gitti.

Bir-iki hafta sonra konuşmalar yayıldı: ‘Gençler aul aul geziyorlar ve gerçek bir uç kesimini yapıyorlar..., diye. Kartkoja onların yanına gidip, insanların dileklerini onlara iletmek istedi, ama kendi işleri, donatımla alakalı farklı uğraşmalar kendisini içine çekti, işleri çok fazlaymış, gidemedi.

Bir gün Kartkoja, evinin önündeki sundurmanın altında oturarak ders veriyor, birden Karibay hoca gelip çağırıyor:

-          Çıksana buraya!

Kartkoja, ona çıktı, hoca da, dehşetli bir şekilde değişmiş yüzüyle onun eline bir gazete tutuşturuyor.

-          Okusana burada, bu yerde!

Okudu: ‘Bayların hayvanlarını müsadere etme’, orada, zorunlu olarak devlete, belli bir normda tarımsal ürünlerini vermek lazım olduğundan bahsediliyormuş. ‘Hayvanlarını da saklamaya çalışmasınlar, o devlet hazinesine aittir’.

Zengin hoca, kendisi için bir yer bulamıyordu, bir oraya bir şuraya koşuyor, gözleri fal taşı gibi açıldı. Tavsiye soruyor. Kendi koyun ve at sürülerini saklamak için bir yer hiç bulamıyordu. Hocayı örnek alarak diğer baylar da koşuşmaya başladılar ve, hayvanlarını saklamaya çalışarak onları, anlayışlı fakirlerin küçük ahırlarına ve avlularına dağıtmaya başladılar.

Yaklaşık bir hafta geçti. Baylardan hayvanları alacak bir kol da geldi. Nereye gidersen, her yerde ya aul başkanı, ya bir yetkili, ya bir polis dikilip duruyor. Hayvanları aynı yere sürdüler, saydılar, tekrar bir yere sürdüler. Kartkoja, tabii ki, orada da var.

Kalabalık bir fuardaki gibidir. Kocaman bir canlı girdapta kamçılar, sopalar, tüfekler görünüp görünüp kayboluyorlar, hayvanları büsbüyük bir ağıla sürüyorlar. Ağılın girişinde, siyah deri montunu giyen, mavzer ve tüfek ile silahlanmış bir muhafız duruyor, omuzlarından çaprazlamaya fişeklikler, elmacıklardan soğukluk esiyor. Sıkı bir şekilde sayım ve kayıt yapmaktadır. Birçok atılgan sahip bir karışmaya çalıştılar: ‘Bu benim ineğim...benim atım, o buraya rastgele uğradı’ diye, ama boyunlarından vurulup, çabuk çekildiler. Adı İsahan olan biri, nasılsa muhafızı görmeden, ağılda hemen hemen kaybolmuş boğanın peşine atıldı ve siyah burnunu geriye çevirdi. Ama muhafız da sert ve uyanık idi. Kazak kaçmak istedi. Muhafız kovaladı. Yetişti, dipçikle kürekkemiklerinin arasına nasıl bir vurdu, İsahan da yerdeki toza çöktü. Bir de bu olay: bilinen bir korkak olan Ibray, ineğini bir dalla bir yana sürüyor, ama şanslı olmadı – siyah ceketli bir herifin tarafından görüldü, hemen de yakalandı, yere yıkıldı ve çizmeli ayaklarla iyice dövüldü. Ibray nasılsa eve ulaşabildi ve kadınların eteklerinin arkasında saklandı – kalbi de suyla dolu olan bir kabarcık gibi cumbulduyordu. Siyah olan da onu boş bırakmayı düşünmedi bile, Ibray’ı tekrar dışarıya çıkardı ve tekrar dövüyor. İnsanlar koşuyorlar, uluyorlar, yeisten kendilerin üzerindeki giyim yırtıyorlar, başka da bir türlü olmuyor, nafile ya demiyorlar ki insan da hayvan da aynı soydan, yazık. Kazaklar da, sobaların altına kendilerini atıyor, hem de ateş etmeye başladılar...Kartkoja da orada, aynı aul insanlarını arayarak sürtmektedir, anîden de bir ambarın altından silah sesi geldi. İnsanlar koşup dağıldılar.

-          Ne oldu? Ne, ne?

-          Aubakir kurşunlanarak öldürüldü!

Nasıl yani hayvanlardan bir yana çekilmezsin?

-          Benden bütün hayvanlarımı aldılar...

-          Benden de.

Fakat, rahat bir nefes alanlar da vardı:

-          Bizi bir türlü bağışladılar..., diye, ve ne olur ne olmaz: ‘Affet beni, Tanrı’m...’ diye de mırıldıyordu.

Biriler için başkalar günahlarını çekmiş oldular, biriler de basitçe şanslı oldular, çünkü meydanda duran hayvanları götürüyorlardı, saklananlar da sağlam kaldı. Tabii ki nüfuzlu insanların aullarına dokunmadılar. Eski kurnazlar da kendiler için çare buldular. Kartkoja, nihayet kendi insanlarını buldu. Onun hayvanlarına dokunmamışlar. Sadece o zaman sakinleşti.

 

Hortumdan sonra

Semipalatinsk’te okuyan yaklaşık yirmi kişi, para toplayıp oldukça iyi arabalar kiraladılar ve direk şehre gittiler. İnsanları baya bir korkuttular, göçebeler atlı araba katarını görünce, hayvanları alan kolun olduğunu zannediyorlardı. Panik içinde koyun, at ve inek sürülerine atılıp ne kadar mümkünse çabuk onları bir yana sürüyorlar, sel yarıklarına, tepelerin arkasına saklıyorlar. Bunların, basit öğrenciler olduklarını anlayıp ta zorla soluk alıyorlar.

Bayan’a yakın oturan bütün soylarda – Aydabol, Karjas, Kozgan, Kulyik, komiser insanları gelmeden bile hayvan sayısı, gözle görülür kadar azaldı. En zengin soylarda en fazla 60-70 sağmal inek kaldı. Halıya düşüp dağılan boncuk tanelerini gözle görmek zor olduğu gibi, siz de aynı şekilde alıştığınız otlaklarda sağlam kalmış inekleri hemen göremeyeceksiniz. Ovadaki tavşanlardan fazla değiller; çoban için sürü, yıldızbilen için yıldızlar gibidir, bir-iki seyrekleşmiş takımyıldız kaldı mı – istersen ağla. Büyük hayvanları da en iyi ihtimalle Karakeseklerin ormanlarında bulursunuz. Aygırjal Naimanların topraklarında, koyun, at ve inek sürüleri tekrar, uygunsuzluk kadar seyrekleşmaktedir.

Bazı kasabalar da sanki insansız kaldı, orada kaybolmuş bir ev sahibinin eklentilerinde gibi haraplık ve düzensizlik eğemendir.

Tepeye çıksana, gözlerini geniş geniş açıp boynunu uzatır mısın uzatmaz mısın: daha önce besili sürülerin otlandıkları yerlerde, kulaklarını kımıldatıp her yana çevirirsen bile – koşan at sürülerin yoğun toynak patırtıları duyulmaz oldu.

Hayvansız aul - tıraş olmuş bir erkeğin dudakları gibidir. Daha önce gür olan otlar seyrek oldu, ekim yapılan buğday zorla başak verir, dağlar bile sanki daha alçak oldu, gölleri kum doldu ve nehirlerin suyu azaldı. Bunun gibi soluk, çıplak toprakta büyük toykuşu iyi olur, insan ama karnını doyurmaz.

Düşüneceksin de: ‘Burada nasıl yaşayarak çoğalmak mümkündür? Nasıl ölmemek? İnsanlar da nasıl burada hala hayatta kalıyorlar?’, diye. Bu sır değil ki, daha önce bu yerlerde gezip dolaşan binlerce baş sürüler, tabii ki, baylarımıza aitti. Ama hayvanlar kime ait olursa olsun, onlar olmadan bozkır, bütün güzelliğini kaybeder, istemeden onu da suçluyorsun. İtiraf etmeliyiz, böyle gösterişsiz hemen hemen bütün Kazak toprakları oldu...

Bilen ihtiyarlar anlatıyorlar: ‘Eski zamanlarda kışlar ılıktı ve ocaklı evleri inşaat etmeye hiç gerek yoktu. Hayvanlar da direk karda geceleri geçiriyordu ve bununla beraber inanılmaz kadar şişmanlıyordu. Şimdilik öyle değil, kışlar daha ve daha soğuk oluyorlar’, diye. Onların sözlerine inanabilir miyiz? Belki de bundan dolayı hayvanların sayısı azalmaya başladı ki ahırlarda kapatılmış hayvanlar boğulur, sesleri kısılır ve ölümü gelir? Ya da sebebi şu ki Kazaklara, dedelerinin yazlık bal dağ otlaklarını, yeşil çayırlarını, meyvalı suvatlarını kaybettiklerinden sonra, soylu atlara, özellikle yağlı olan deve kamburlarına ilgisizlik bulaştı ve onlar, daha az sabır ile koyunları kolofan ile, inekleri de çam sakızı ile tedavi ediyorlar? Ya da şundan dolayı mı ki sayısız partiler sonsuz seçimleri ile, akrabaların sürülerinin çevresinde hep dolaşarak, onları amansızca yiyerek bitiriyorlar, sanki birden onları tamamıyla yok etmeye yemin ettiler? Ya da Kazaklar’ın mutlu, altın yapağı çağları sona mı ermektedir?

Bu tür düşüncelere dalarak Kartkoja, yarın geleceğine bakmaya çalışmaktadır. Gelecekten bir ümit ışığını, yol gösteren ışık, ya da zaten herhangi bir çare bekliyordu. Kısırlaşmış bozkır yeniden dirilir mi, değişik canlı kuvvetiyle dolar mı? Bereket boynuzu tekrar dökülür mü? Yeni imkanlarımız olur mu, yaşamımızın kuru dibini kapatır mı? Yok, dirilmez, doldurmaz.  Demek ki onun, kendisinin bir şey yapması gerekiyordu. Ne yapması gerekiyor? Hangi kuvvetlere dayanmalıdır? Kartkoja, ne kadar çabaladıysa, işe yarar bir şey de göremez. Belki de onların, yerleşmeleri, tarla ekmeleri, bir zanaata başlamalı lazımdır? Bu da real olarak Kazak’a ne verir? Görmüş olduk artık... Kartkoja, hem köylü olarak yerleşmiş Kazakları, hem de kendilerini şehirli sayanları tanımaktadır...mesela, Belagaşevskaya ve Kayındıkskaya illerinde. Bu ne şehirler! Leş kokan, pisletilmiş bir ‘canlı mezarlık’, onun gösterişsiz duvarlarının arasında, parıldayan gözleriyle insanlar, deli gibi koşturmaktadır. Farketmek zor mu ki hayvanlarını kaybetmiş, ama toprak sürmeyi bir türlü öğrenememiş, kendilerini inşaatçı yada  arabacı göstermeye çalışan bütün bu kütle, yavaş yavaş kendisi hayvanlaşıyor, veremle hastalanıyor ve nihai sefalete kadar fakirleşiyor? Bunun için bugün, tek kişi bile olsa, bir iyimser bulunur mu ki yerleşmiş Kazak’ın sadece sağlamlaşıyor ve zenginleşiyor? Üstelik, Kazak ekilebilir toprağı nereden alsın? Bir de herkese yetecek miktarda? Suyindik, Karakesek, Nayman soylarından onlarca bin Kazaklar için, sadece on tane il vardır. Tabii ki – kim inkar eder? – yerleşmiş olanlar da vardır: 30 – 40 ev, çizme tabanının boyutunda sürülmüş tarla ile, biçme çayırları – komşuların arasında rasyonel olmayan bir şekilde paylaşılmış. Nehirlere yakın olan bütün su basan çayırlar, göllerin yanında ve dağların yamaçlarında, pınarlı ormanın önündeki kara topraklar da çoktan beri, iktidarın özel himayesini kullanan başka bir millete verilmiş. Perişan Naimanlar da oraya nasıl yerleşsinler? Hangi bir yere? Bundan dolayı halk ta bozkırın susuz kel noktalarında, kanatları kesilmiş kuşlar gibi, köstek vurulmuş atların sürüsü gibi oturmaktadır, iradesizce, kederli kederli. Kendi sefil kışlaklarına daha fazla yerleştiler. Ama buna ‘yerleştiler’ demeye dil hiç varamaz. Denesene – tohumu taşlara, kuma ekip bol ürün toplayarak  yaşasana. Anlaşılır ki bu tür kışlakların arasında topraklar ne sürme için, ne de bostanlar için uygundur, bir de itiraf etmeliyiz ki temelli olarak kışlamaya yerleşmiş Kazaklar, bostancılık bilmiyorlar bile. Onlar, birkaç sene sonra ne olacaklar?

Hareket eden arabada yanlamasına yatan ve bu tür düşüncelere dalmış Kartkoja’ya, arkadaşı sesledi: - Bre, kendine gel! Bu aulda atlarımızı yedirelim mi?, diye.

-          Yedirmek te mümkün, niçin yedirmeyelim, diye Kartkoja cevap verdi ve, biraz doğrulup etrafına baktı. Kartkoja’nın yol arkadaşlarından bazıları, aula girip, yerli insanlardan yemek, belki de taze atları bile sıkmak maksadıyla kendilerini mühim zatlar göstermeye karar verdiler.

Az bir zaman önce misafirlerini, ve oradan geçen tanımadıkları yolcuları da aynı şekilde, onların tarafından hiç bir ima yada rica beklemeden ilk önce ikram etmeye çalışan Kazaklar ne oldu? Bir de bu auldaki gibi cimri insan tipi, nereden çıktı? Kartkoja, hiç hoşlanmaz.

-          Bırakın! diye, arkadaşlarını durdurdu.  – Onlar size ne verebilirler ki! Kabahatları olmadan suçlu olanları suçlamak günah değil mi? Sanki kendimizde her gelip geçen için daima semaver kaynamaktadır! Arkadaşlar, kimin için biz, herşeyi bırakıp, okumaya gidiyoruz? Bunu unutmayalım...

Güzel söyledi. Mamafih, yerinde söyledi. Bununla tartışmak için zaten vicdansız olmak lazım. Arkadaşları düşünüp te, homurdanmayı ve bilmem kimi sitem etmeyi sitem etmeyi bıraktılar.

Semipalatinsk’a yaklaşınca, bakımlı, besili hayvanlar daha ve daha seyrek görülmeye başladı, çoğunlukla halsiz hayvanlar görülüyordu. Şaşırıp ta: ‘Bunlar kime aittir?’, diye soruyordular.

‘Devlete ait’, diye cevap duydular. Çamur, bir deri bir kemik, sönük yaşaran gözlerle.

-          Onlar, nasıl hayvanlara bakıyorlar! Sonbaharın eli kulağındadır – hiç semirtmeye yetişemezler! diye yolcular şaşırıyordu.

-          Devlet için böyle olan da olur, bekçiler, diye cevap veriyordu.

-          Devlet, ne için hayvanları toplamaya çalışıyordu? Ordusunu doyurmak için. Zayıf hayvanların eti et mi?

-          Ruslar da, yağlı etten kendiler vazgeçiyorlar.

Bekçilerin sözlerinin, şaka olduğunu zannettiler. Birçok meseleyi bilen yoldaşla konuşmuş olan Kartkoja, durumu açıkladı:

-          Devleti raporlama ilgilendiriyor: kaç tane baş var, o kadar, başın ve toynakların arasında ne olduğunu kimse düşünmüyor. Sonra da seçimler başlıyor, hayvanları topluyorlar, başkanlar seçildi mi, kendi halsiz hayvanlarını yağlı, bakımlı olanlara değiştiriyor. Baş sayısı değişmiyor – raporlama aynıdır. İnsanlar kendiler de devlete en perişan onan hayvanları vermeye çalışıyorlar, etli olan saklanır.

-          Ama devlet bu tür marifetleri öğrenirse, dalaverecilerin işi duman olur herhalde...

-          Nereden ki! Dağı taklit ediyorlar. Bu işte yardım eden şey şu ki devlet, nerede genç hayvanların, nerede de yarın ölecek olanların olduğunu anlamıyor. Devlette en önemli olan şey – raporlama. Hayvan öldü mü – protokol hazırladın, postunu gösterdin ve sana artık bir soru yok. Ama gerçekten mi öldü, ya da birisinin sofrasına uğradı...kimseyi ilgilendirmez. İnsanlar, geçen seneden kalan postları bile gösterebiliyorlar, bu postlar da fazlasıyla var. Protokoldaki kaşe yeter ve aul başkanı bile bir şey söyleyemeyecek, - diye açıkladı.

Sanki durum anlaşılır, ama Kartkoja’nın içini hüzün kaplıyor: hayvanları zorla almayı öğrenmişler, ama onu akıllıca kullanabilen yokmuş. Ne insanlara, ne de devlete bundan hiç bir fayda olmadı ve hayavnlar da kağıtlarda, raporlarda ölecekler. Fakat ne yapalım ki!

Bu tür ağır düşüncelere dalmış Kartkoja farkında bile olmadan atlı araba katarı, Semipalatinsk sokaklarına girdi, şehir de iyisine değişmiş – temiz, her yeri derli toplu. Ticaret yeniden canlandı. Kurumların cephelerindeki yazılar Kazakça. İl komitesinin başkanı Kazaktır. Genel olarak ta memurların arasında daha fazla Kazak oldu. Eğitim departmanı başkanı Kasen oldu, bu da Kartkoja’yi özellikle sevindirdi. Nasıl böyle bir fırsatı kullanmamak – tanıdığı başkanın emriyle küçük kardeşini, onun için herşey hazır olsun diye yetimhaneye yerleştirdi. Kendisi de enstitüye girdi. Boş zamanlarında, bir Kazak okulunda dres veriyordu. Şehirde, birden birkaç okul açılmıştı.

Semipalatinsk Kazakları okumaya, daha iyi işyerini aramaya, akrabalarını iyi ödenen işe sokmaya o kadar merak sardılar ki, az önce bizzat yaşadıkları belirsizlikle, hüzünle ve korkuyla dolu olan zamanları hatırlamaz oldular.

 

Çalışma

Kartkoja, her zamankinden fazla kendisini okumaya kaptırdı. Dersler, Kazak dilinde veriliyordu. Kitaplar da yoktu. Öğretmenler, konferans verip hemen gidiyorlar. Kartkoja’nın kafasında da belirsiz nesneler diziliyor. Ve sadece günler geçince daha net siluetleri alır. Günde üç okuma saati var, ama geceye doğru ayaktan düşer. Çünkü kendisi çok meşgüldür, her yere uğraması, herkesle konuşması lazım – o kadar açık bir insandır.

İlk önce, resmi dairelerde bütün memurluk eden yiğitleri dolaşmak lazım. Onlar da çok sayıdadır. Hem il komitesinde bir Kazak, hem toprak departmanında  bir Kazak, hem de ağitim departmanında aynı tip – dövülmüş, ama istediklerini elde etmiş mğretmenler, öğrenciler.

Mahkeme binasını çok sayıda olan Kazaklar hücum ediyor. Ticari, gıda bürolarına da girmişler – oraya burunlarının sonunu sokmaya cesaret edememişti ya. Sorumlu politik, finans ve üretim çalışanlarının ortamında da Kazak kadroları vardır. Kartkoja için de onların seyrine doyum olmaz, hep hayran oluyor – sanki dağ tepelerine, sanki en yakın, en sevdiği bir şeye.

Hepsi genç delikanlılar, değişik örgütlerin, partilerin üyeleridir, okuyorlar, gazete yayıyorlar. En kıvrak, dişli olanlar önemli herhangi bir görev için birbirini yırtmaya parçalamaya hazırlar. Şikayet ediyorlar tabii ki, ama bakarsan: hepsinin durumu iyi, yaşamı oturdu. Biri ticaret yapıyor, biri de ev satın aldı. Boranbay, Janahmet, Gabdolla gibi kıvrak oğlanlar, belli zamanlarda devlet ve parti görevlerine sarılıyordu – hem öğretmen, hem hakim, hem de devrim komitesinin başkanları (eski rejimine göre ilbaşı) görevlerini tuttular, şimdi de, yeni ekonomi politikası zamanında, istifa verip satın-almayla uğraşmaya atıldı ve zengin insan oldu.

Şehirde okumayı bitirip aullarına dönmüş oğlanlar, fakir aydın kişiler kaldı, ama şehre sarılıp orada kalmış kıvraklar, eşleri ve sevgilileri ile beraber, ‘itici’ olup kişisel zenginleşme konusunda çok başarılı oldular.

Kartkoja’nın içi, dünkü ideallerini unutup bezirgan olmuş tahsilli çocukları çekmiyordu, kendisi onlardan hoşlanmıyordu. Fakat bir kere, bu tip sahtekârlardan birinin itirafatını duyup: ‘Belki onlar da bir yandan haklıdır? Kim bilir?’,- diye düşünmeye başladı. Teselli bezirgan da şu fikrini dile getirdi:

-          Kazaklar, ticareti öğrenmezlerse mahvolur. Her günkü yaşam herşeyi belli düzeye oturtur. Ticareti geliştirmeyen bir millet, bu merhametsiz dünyada yaşayamaz. Dünyada eğemen olan kapitaldır, kapitala karşı çıkmaya çalışan da diri diri yenecek, ezilecek, köle haline çevirilecek.Ticaret te kendisi kapitaldir. Şuphe bile etmeyin ki Kazaklar, eskisi gibi ticareti hor görürlerse, kendilerini medeniyetin bir kenarında bulurlar. Kendim de şunda ümit ediyorum ki bizde, Semey’de bu iş yürüdü, seviniyorum ki kadınlar bile ticarette uğraşmaya başladılar. Niçin? Buna dua etmek gerekmiyor, ama anlamak gerekiyor ki doğru istikamette, açık gözle hareket ediyoruz. Anlamak lazım ki zaman değişti ve çalışmanın artık parayla kopmaz bağı vardır, demek ki senin, dosum, o kadar hor gördüğün ticaretle de aynı şekilde bağlıdır.

Kartkoja, bezirganın sözlerine inanmak istemiyordur, ama hayat her gün ve her yerde, onun haklı olduğunun örneklerini sunuyordu. Yeter ki aullarda bulunan ve şehir mağazalarında satılan aynı eşyaların fiyatlarını hatırla. Hemen, Kazakların sayesinde hem daha önce, hem de şimdi kimin zenginleştiğini anlıyorsun – tabii ki bu, kendi insanları değildir. Daha önce Kazaklar’ın fakirleştiklerinin sebeplerini anlamasına bir anahtar bulamamış Kartkoja, sanki belirmiş bu açıklamaya razı oldu.

Kartkoja, kendisine dersten sonra ona uğramasını rica eden Kasen’e gitti. Onun için alışılmış bir ziyaret. Geldiği zaman, Kasen’de de artık, o zamanlarda daha bir kontrol organında memurluk eden Tolegen vardı. Zaten memurluğu da konuşuyordular.

-          Jokşı şehrinde işler nasıl?

-          Vay, orası nasıl olabilir ki! Herşey çökertilmiş. Ajanlar çok uğraşmışlar, herşeyi çaldılar. Bugün, malzeme alınca hemen iki kişiyi hapishaneye attım.

-          Sana anlatacaktım: buraza az önce bir Kazak vardı – Tobıktı’lı, yemek malzemelerini almaya hakk veren kağıt istemeye gelmiş. Onlar da bu adamı iyice dövmüşler, sonra da serbest bırakılması için 25 milyon istemeye başlamışlar.

-          Ya, bunun gibi hikayelerin bir sürü vardır! Az önce bir sinyal gelmiş: ajanlar, pazarda Kazak satıcılarını kazançla tutuklayıp rüşvet istemeye başlamışlar. Bugün de soruşturma yapmaya başladım. Protokolleri çok karışıktır, vatandaşın ne zaman tutuklandığını, ne zaman serbest bırakıldığını anlayamazsın, gerekçeler hiç yazılmıyordur. Onların, şehir haydutlarıyla ilişkileri varmış, bunu da biz, şu anda kontrol etmekteyiz, Tolegen, güvenerek dedi.

Tolegen’in gittiğinden sonra Kasen, Kartkoja’yı niçin görmek istediğini açıkladı:

-          Son zamanlarda, ihtiyaçları olan öğrencilerin sayısı çok fazla olmaya başladı. Bize dilekçe yağdırıyorlar, günler boyunca arzularıyla koridorda dikilip durmaktadır. Dünkü toplantıda bana, gerçekten ihtiyaçları olan öğrencilerin sayısını belirtme görevi verildi. Ben de itiraf etmeliyim ki bu soruyu, gerekli seviyede incelemedim. Senin bana bazı bilgileri vermeni isterdim... haberin varsa.

-          İhtiyaçları olanlar var, bu çerçektir. Fakat, kapınızın önünde dilekçeyle dikilip duranlar onlardan değildir. Duydular mı ki biri birşey almış, onlar da koparmaya koşuyorlar. Eminim ki bunlardan çoğu, sadece doymaz karınlarıdır.

-          Doğru dedin. Kazaklar, şöyle bir millettir – hep bir şey dilenerek elde etmek, gözyaşıyla ele geçirmek, bedavaya koparmak ister. Bazen içimi öfke kaplıyor bile! Ne düşünüyorsun, kaç kişi gerçekten ihtiyaçları olan öğrenci vardır?

Kartkoja, 8-9 kişi saydı.

-          Siz de onlara ne verebilirsiniz?

-          Bütçede bu iş için hiç bir tutar öngörülmemiş. Ama ben, şunu düşünüyorum: biz kendimiz tiyatro oyununu organize ederiz ve biletlerden alacağımız parayı onlara dağıtırız.

Bir hafta sonra ‘Ay küresi’ kulübünde, amatör sanat topluluğunun ilk oynanışı vardı. Oyun kapalı gişe oynandı. Hem Ahmet, hem Smagul, hem Abdirasıl kendi rollerini fevkalade bir şekilde oynadılar, hiç Rus aktörlerden fena değil. İnsanlar hayranlık içinde kaldı. Oldukça iyi para da toplandı. Yosul öğrencilere dağıtılacaklar oldu. Sonraki günler, şu haberi de getirdi: vilayetin ağır suç soruşturma departmanının faaliyetini kontrol eden ve beş ajanının cinai eylemlerini tespit etmiş Tolegen, onları şefleri ile tutukladı. Düşünün, ne kadar atılgan, tek başına vilayetin ağır suç soruşturma departmanına girdi ve ajanların önünde durup: ‘Cumhuriyet adından ben, sizi tutukluyorum!’, dedi, onlar da onun cüretine o kadar şaşırdı ki hiç direniş göstermesine kalmadan anide silahları elinden alındı.

Patırtılı dava açıldı, ve insanlar sanki daha az çalmaya başladı. Sadece tek bir ilde 60 hırsız mahkemeye düştü. Kendisini yeni ‘beyaz kemik’ düşünmeye başlamış ve rüşvet alan hakimler de yandı. Gazeteciler de uyanık dururdu. Her dava hemen aydınlanırdı. Herşey beğenilirdi. Kartkoja, bütün gazeteleri okurdu.

Gazetelerde de daha çok açlık hakkında yazıyordu. Kartkoja, şunu okuduğunda ki Kazak milletinin üçte ikisi aç kalıyor, üzülüyordu. Bir de tanıdıkları de aynı konuyu, Kazak topraklarına yayılmış açlığı şöyle bir akla hayale gelmez hüzünle konuşuyordu ki bu hüzün canına basıyordu. Yaz gelince, ‘yeni şehirli’ olmuş insanlar, az bile olsa karınlarını doyurmak umuduyla kendi aullarına dağıldı. Kasen ile beraber Kartkoja da gitti. Tanıdığı bir bayın evinin önünde kaleskadan inerek Kasen, Kartkoja’ya sordu:

-          Sovyet iktidarını nasıl buluyorsunuz? Sanıyor musunuz ki yaşam daha iyi oldu? Yoksa, onun kalmayacağını mı tercih ederdiniz?

-          Vay-bay canım, kaldığı gibi kalsın! Niçin soruyorsun?

-          Daha önce siz onu beğenmiyormuşsunuz ya?

-          Kalamazsa da daha iyi mi olur? Tekrar savaş başlayacak. O zaman hayvanlarımızdan zaten ne kalır ki!

Fakir görünen bir insan yanından geçiyordu.

-          Sen de ne düşünüyorsun?

-          Biz de niçin karşı olalım? Şimdi bütün masraflar baylara astırıldı. Şimdi bizi insan saymaya başladılar, özgürlük var. Diyorlar ya: kör olan gözleri düşler! Bazen farklı durumlar oluyor tabii... bu olmadan da olur mu? Bazen polis yada aul başkanları basacaklar, ama neyse... Eski modaya göre değil artık.

‘Eski modaya göre değil artık’ cümlesi, Kartkoja’yi de güldürdü.

 

Daim susamışlık

Eline ulaşan bütün Kazak kitaplarını son noktasına kadar okuyordu, konferansçının her sözünü anlamaya, bütün sorularına cevap almaya çalışıyordu, ama yine de Kazak okulu Kartkoja’nın bütün bilgiye susamışlığını gidermedi. Eğitim alanında kendisi, şu eniğe benziyordu ki gölgeleri kovaladı, burnunu her yarığa soktu, yolunu şaşırdı ve nihayet aynı yere döndü. Şöyle olurdu ki bir Rus kütüphanesinin yada bir Rus kitap mağazasının yanından geçerek durur, ve daima aç olan basit halk kapalı, kenarlarına demir şerit geçirilmiş bay kapılarının önünde gibi durur, gözleriyle yer da ağzına birşey düşmez. Ah, keşke Rusça’yi bilse! Hep daha ve daha fazla üzülürdü. Basit halk için yayılmış ince kitapçıkları okumaya çalıştı, bilmediği kelimeleri kağıda çekerdi, ezberlerdi, anlamlarını sorardı, sözlüğü karıştırırdı, Rusça konuşmaya bile çalışırdı – yararı yoktu. Dil alışmadığı sesleri çıkaramıyor, kulak tonları ayırmıyor. Kartkoja’ya dahi denemez, ama hafızası baya iyiydi, anlayışlı – genel olarak söylersek aklı vasattı. Ama en önemlisi – kabiliyetlerinin ve yeteneğinin olduğuna inanıyordu. Rusça’yı bilmeden kendim de kalkınamayacağım, insanlar için da hiç bir değerim olmaz. Sonunda Kartkoja yemin etti: ölürüm, ama öğreneceğim, yoksa insan olamayacağım.

Böylece kışa doğru, donatımını epeyce düzeltip, ailesine yemek maddelerini sağlayıp, son atını Kazak arabasına bağladı, oraya da tuzlu yağ kabarcığını tutan kardeşini oturttu, arabaya arkadan son öküzünü bağladı ve yoldaşları ile beraber Omsk’a gitti, yol uzak – cebi boş. Acele etmeden hareket ediyordu – canı çıkmadan dinleniyordu. Gündüz gece tekerlekler dönüyor, çok güzel.

Buzdan Olentı nehrini geçtiler ve yoldaş sayısı arttı, atlı araba katarında artık on kadar araba ve kızak vardı, kervan denebilir. Onların arasında hem okumak isteyen delikanlılar, hem de boş gezen erkekler, hem de anne babalarını görmeye giden avratlar, hem de uzak yerlerde iş bulmayı ummayan emekçiler, hem de satıcılar ki ucuz mallarını aul aul satmışlar ve şimdi manifatura ve değişik küçük eşyaların yeni partisini almak için şehre dönüyordu. Ve herkesi, canlı bir günün huzursuzluğu hızlandırıyordu, ileri sürüyordu.

Omsk – dünyanın merkezidir. Denesene ulaş. İnsanları demitorum bile – araba terler. Bir de Kartkoja’nın atına bakın – daha doğurmamış bir avrat gibi zorla ayaklarını kımıldatıyor. Dehleme söz konusu bile değil, kamçı hayvanı artık etkilemiyor. Kıçını çıkarıyor ve toynaklarını yuvarlak kaya parçalarına sürterek ileri gitmiyor, Kartkoja da onun inip inip kalkan sağrına göz kesilmiş bakıyordu, kuyruğunu kladırıp altına da bakıyor ve: ‘Hayvana ne oldu ya!’, - diye haykırıyor. Atın da gözleri evlerinden fırladı ve bacakları da biraz titreyebilir, o kadar. Arkadaşları da: ‘Çatlattın sen onu, daha fazla çekemeyecek’, diyorlar. Atla beraber bağlanan öküze dikkatle baktı. Sanki sağdır. Daha 5-6 verstlik mesafeye ilerleyebildiler, sonra da at nihai olarak durdu. Görüyor ki atlı araba katarından geride kalıyor, daha fazla uzatmak hiç mümkün değil, atı kesti, postunu çıkardı. Kartkoja’nın yoldaşları, arabalarına Kartkoja’nın eşyalarını aldılar, baş kervanenin yükü yerde kalmaz, diyorlar. Arabasını da Kartkoja, yolun üzerinde bırakmaya mecbur kaldı. Atının ölmesi için çok acı çekiyordu. Kötü huylu kısmetin etkisi böyledir. Eşi de onun gidişini affetmedi. Annesi de memnun değildi. Onun yolunu etkileyen, onların açık hoşnutsuzluğu olabilir mi, diye düşündü. Öyleyse bile, daha fazla bunu düşünmek istemedi, herhalde bu, yolundaki tek bir engel değildir! Sadece herşeye dayanması gerekiyor.

Omsk’a da yürüyerek gitti, halbuki arkadaşları ona: ‘Bizim arabamıza bin!’, diye birçok kere tekif ediyordu. Kabul etmedi. Gerçi kardeşini, şükran ile arabaların birine oturttu.

Onlar Omsk’a yaklaştıklarında, havalar epeyce soğudu. Geceleyin soğuk kırağı yeri kaplıyordu. Bir de hırsızlar yolun kenarlarında daha sıkça oturuyordu. Geceleri nöbet tutmaya mecbur kaldılar. Kartkoja, uyuyan kardeşini ne kadar mümkünse sıkıca keçeye sarıp, oturuyor ve etraflarına bakıyor.

Kartkoja ile genç bir kadın aynı yolda gidiyordu, yanında da 11-12 yaşındaki kızı vardı. Kartkoja, onları himaye etti. Anne, kızı mola verdikleri zaman bir çırpı, bir su getirmeye gönderiyor, iyi yemek te vermiyor. Geceleri de, kendisinin yerine nöbet tutmaya zorluyordu. Zavallı kızın da normal giyimi de yok. Saçları dolaşık, zayıf, bitkin. Kartkoja, kıza acıdı, gönlü ağrıdı. Annesine bir eleştiri söylemeye sıkılıyordu.

Bir gece Kartkoja, atlı araba katarının yanında nöbet tutuyordu, dayanamadı ve kıza yaklaşıp:

-          Canım, gitsene yat, biraz uyu. Ben senin yerine herşeye bakacağım, uyu,  diye, ona konuştu.

-          Dövecek beni,  çocuk, yavaşça dedi.

-          Niçin dövsün ki? Kendisi, senin annen değil mi?

-          Hayır. Üvey anam.

-          Baban da var mı?

-          Yok.

-          Başka akrabaların da?

-          Yok.

-          Nereye götürüyor ki seni?

-          Omsk’a.

-          Omsk’ta da kimin var?

-          Kimsem yok. Başka bir şey bilmiyorum. Galiba, birine satar beni.

-          Sen kaç yaşındasın ki?

-          On dört.

Kadınla Kartkoja, Omsk’a yaklaştıkları zaman konuştu. Kendisi, üvey kızını onlara velayeti altında bırakmayı düşünerek kendi akrabalarına gidiyormuş. Onunla evlenmek isteyen bir erkek olursa da, başlık karşısına memnuniyetle verirmiş, yoksa bedavaya bile verirmiş, ne kadar mümkünse çabuk kurtulmak için.

-          Teyze, gidiş fena, diye Kartkoja, avrata yapıştı. – Kim şimdi bir kız için hayvan verir? Siz, onu bana verin, daha iyi olur...

Avrat, ilk önce hayır dedi, ama ilişkisi olan erkekle konuşup, kabul etti. Kartkoja öyle bir sevindi ki, sanki onun kısa kuyruklı kısrağı dirildi. Yoldaşları da, ona gülmeye başladılar:

-          Atın öldü, araban kayboldu. Kendin de kendi ayaklarında zıplıyorsun. Bu kızı da ne yapacaksın be, Nasır Hoca?, diye.

-          Gülmeyin! Cahillikten gülüyorsunuz. Belki bir gün görürsünüz de, bu kirlozdan ne fevkalade bir insan büyür. Allah böyle öksüzleri sever. Ne olacak? Onlar da bizim gibi insanlardır. Ben başarılı olursam, mutlaka kız kardeşimin de sabit olarak ayağa kalkmasını sağlayacağım, diye Kartkoja, alay edenlere cevap verdi ve kızın başını okşadı.

Omsk’a varınca, arkadaşlarıyla beraber şehrin kenarında bir ev kiraladı.

Ertesi gün, orada erkek kardeşini ve yeni kız kardeşini bıralıp, öküzünü satmak için pazara gitti. Uzak yolundan sonra bitkin olan, çukurlarına kaçmış gözleriyle zayıflanmış bir öküz hemen alıcıların atarfından beğenilmiş olmadı. Ama sonra anlaştı: fiyatın çok iyi olduğu söylenmez, ama yine de baya iyi para kazandı. Parayı koynuna koyup, pazar sıralarına bakmaya başladı ve görüyor ki insanların arasında, büyük bir kağıt parayla bir Kazak dolaşarak, her rastlanana rica ediyor:

-          Bozdurabilen var mı? Lütfen. Satıcıya ödyemiyorum, diye.

Kartkoja, ona acıdı.

-          Amca, size kaç para lazım?

-          Kırk beş milyon! E, canım! Nihayet şanslı oldum! Sana bol bol şans dilerim!

Karşılık olarak aldığı kağıt para normal görünüyordu, Kartkoja’ya, rahatlığı bile düşündürdü: kaba bir deriden portmonesine rahat girdi. ‘Gerçekten, koynunda bir yiğin parayla niçin pazarı dolaşmak? Birşey için ödemeye başlayıp kaybedebilirsin’.

Bir de, portmonesinde bazı belgeleri vardı, şimdi herşey aynı yerdedir – fazla aramaya gerek yoktur. ‘Kız kardeşi’ için güzel kokulu sabun almayı düşünüp, alan-satan kalabalığın ta içine girdi. Gerçek bir karınca yuvası. Çeçemezsin, itişerek te yolunu çok zorla açabilirsin.

Beğenip seçtiği bir kalıp sabun için pazarlık yapmaya başladı, fiyat konusunda anlaşamadı. Başka bir satıcıyla anlaştı, para almak için elini cebine soktu... Dehşet! Ne portmone, ne de hiç bir şey yok! Titredi, koynunda, kuşağının arkasında aramaya başladı, pantolonuna ellerini soktu. Bomboş. Gözlerine yaş geldi.

Şimdi ne yapsın ki?! Cevabı hiç bulamadan, dairesine gitti.

 

Hüzünle

Kartkoja, bütün parasını kaybetti, onlarla beraber de o kadar gerekli olan belgeleri de yok oldu, Omsk’ta tek bir tanıdığı bile yoktur. Onunla beraber gelmiş yoldaşları dolaştı – nafile. Ödeyemeyen bir oturanı kim tutar ki? Kartkoja’yı da, yeniyetmeleriyle ve eşyalarıyla dışarı attılar. Kendisini sokakta buldu.

Omsk sokakları, yollar gibi sonsuzdur. Uzanarak uzanır. Kartkoja, zorla bacaklarını kımıldatarak kaldırımda yavaş yavaş, topallaya topallaya yürüyor. Yüzünden şıpır şıpır ter damlıyor. ‘Kız kardeşi’, kendisi yürüyemeyecek kadar bitkinmiş. İyi ki erkek kardeşinin daha kuvveti kalmış. Kartkoja, erkek kardeşine torbalarını astırıp, yorganlarını ve keçe kilimini içeren dengi omuzlarına aldı, üzerine de ‘kız kardeşini’ oturttu, yürüdü. Fazlasıyla yüklenmiş eşekten hiç farklı değil. Nereye gittiğini kendisi de bilmiyor. Bu da, şehrin merkezine demek.

Üç-dört mahalle sonra, erkek kardeşi de yorulmaya başladı. Bir çitin altına dinlenmek için oturdular. Anlaşılıyordu ki bitkin çocuklarla fazla ilerlemek mümkün değildi. Kartkoja, düşünmeye başladı. Böyle oturmakta devam etmenin ne anlamı var ki! Bir şey yapması gerekiyor. Bir insandan yardım istemesi gerekiyor. Ama nereye gitmeli? Kimden arzu etmeli? Kafasında bir bulanıklık vardı. O bulanıklıktan da hiç çare görmeden kurtulamıyor. Çare bulamayınca da görüyor ki ileride, sanki bir hayalet endamı gözüktü. Bu kimdir ya? Bir Kazak. Tek aziz maksadını okumakta gören ve bunun için Omsk’a gelmiş olanlardan biridir. Bu adam, Kartkoja’ya mutlaka yardım eder. Ama neymiş onun ismi ve nerede oturuyor ki? Hatırlasana, hatırlasana... Şehirde de kurtarıcı taze atlarıyla istasyon bekçisi gibi birinin olması lazım herhalde... Azimhan... Alimhan... yok, o değil. Salimhan... yok, o da değil, ama adı ‘...han’ ile biter. E, Jaydarhan!.. Jaydarhan!

Kartkoja, aydınlanmış gibi ayağa fırladı. Çocukları, ıvır zıvıra baksınlar diye bıraktı, kendisi de Jaydarhan’ı aramaya atıldı, gündüz bir puhu kuşu gibi gözleri görmeden, büyük bir hızla koşuyor. İnsanlara çarpıyor. Jaydarhan’ın nerede oturduğunu soruyor. Bütün sokakları koştu. Ve nihayet, hemen hemen ayaktan düşerek, buldu, vay!

Üç odalı aydınlık bir ev. Fakat, hizmetçi kapıdan adım atmasına izin vermedi: ‘Jaydarhan, yeni yemek yemişler ve dinleniyorlar’, diye. Beklediği iki saat ona, iki sene gibi geldi, tamamıyla halsiz düşüp, dayanamadı. Tekrar kapıya yaklaştı, vurdu. Kapı açıldı: ‘Çıkıyor’, dediler. Kartkoja o kadar sevindi ki, sanki hayır duası göğe ulaştı. Fakat, o kadar istenilen ‘...han’ yüzünü yıkadığı, giyindiği, saçlarını taradığı sürecede sanki bir ay geçti.

Ama o kadar beklediği an nihayet geldi ve Kartkoja, evin içine bırakıldı. Önünde istifini bozmayan, yassı yüzlü bir kişidir. Beyaz yaka, halbuki bu adam Omsk şehrinin en iyi terzisinden bir takım elbise giyseydi bile, yine de alelade, orta derece bozkır kodamanı görünürdü. Horoz gibi tur atıp:

-          Ne istiyorsun?, diye sordu.

-         Okumaya geldim... Bozkır derininden... İşte...bütün paramı, belgelerimi kaybettim, yanıyorum... Bir türlü yardım eder misiniz lütfen... Belgelerim...

-          Senin kim olduğunu bilen var mı?

-          Tek kişi bile yok!

-          O zaman ben de kim olduğunu nereden bileyim? Kim diyebilir? Belki sen, bir hırsızsın...

Kartkoja açıklamaya başladı, yemin etti, yalvardı, ağladı – duymuyor. Yavaş yavaş Kartkoja, kızmaya, laflarını şaşırmaya, bir insanlara, bir emirlere atıfta bulunmaya başladı. sağır kaldı, ama:

-          Defol! diye bağırdı.

Kartkoja, artık en ağır söz kullanarak, kapıyı çarptı gitti. Ne olduğunu hiç anlayamadı: ya elinde şapkasını tutarak çıktı, yada dövüldü mü şapka düştü. ‘Bu tip herife ümit ettim ise, olmaz olsun!’, - kendisine acı ile itiraf etti.

Çocukları sokakta zorla buldu. Onlar da şaşırmışlar, ne olduğunu anlayamıyordular. ‘Kız kardeşi’, daldı. Erkek kardeşi de, korka korka etraflara bakarak ve büzülerek, denginin üzerinde oturuyordu. Polis onlara yaklaşıp: ‘Buradan çekilin!’ dedi. Sonra tekrar geldi: ‘Defol!’ – ‘Nereye gideyim ki?’ . Polis, sadece: ‘Sokaklarda gece geçirmek yasaktır’, dedi. Kartkoja da eşyalarıyla, karanlıkta tökezleyerek düşe kalka yürüdü. Kerpiç duvarların arasında gördükleri bir yarığa yerleştiler. Oradan onları kimse kovmadı. Orada gece geçirmeye de karar verdiler. Çocuklar acıktı, susadı. Kartkoja, bakır bir ibrik ele alıp, su aramaya gitti. Getirdi, suda tatlı köylü peynirin kuru lokmalarını suyla ıslatarak yumuşatıp, çocukları doyurdu. Kendisi de bir ibrik su içti, ona şöyle geliyordu ki bütün gün boyunca susuz kaldıktan sonra, bütün kanı az kalsın buharlaşacaktı.

Yeyip te biraz kendisine geldi ve tekrar, kendi imrenilecek gibi olmayan durumunu düşünmeye başladı. Etrafında yükselen evlere bakınca, anladı ki buradaki sahiplere ya bekçi, yada kapıcı olarak işe girerse, onun için bir köşe de bulunur. Şehir kocamandır: binlerce bina, milyonca insan, ama azcık bile açık olan tek bir kapı bulunamaz, vay! Bilgi ve insan ruhunun en üstün başarılarının hazinesi. İnsaniyet ama nerede? Basit insaniyet? Yoksa eğitimi görmüş insanların kalpleri taştan mı? Taştan yapılmış bu evler gibi mi? Ezmek, bakmadan mahvetmeye hazırlar.

Ah, geniş Kazak yaradılışım, ah! Sana bütün saygı bu kadarmış... Andrey haklıydı, biz bunu kazanmışız, Kazaklar!

Şafak sökene kadar erkek kardeşi ile sırayla uyudular, ıvır zıvırlarını koruyordular. İlk güneş ışıkları saçılmaya başladı. Kartkoja, tekrar silkindi. Kendisini iş aramaya atıldı, ciddi bir şey olmazsa da, ama ekmek için kazanması lazım. Hiç bulamıyordu. Bir efendi onu işe almak istedi sanki, ama belgelerinin olmadıklarını öğrenip, vazgeçti. Bütün okulları dolaştı. Ama kaşeli kağıdı olmadan ret yanıtını alıyordu. Sokakta, bir bilgili Kazak’a daha rastladı. Omsk’tanmış. Kıvrak açıkgöz, ama Kartkoja’yı göremedi, duyamadı, ama uzaktan bir Rus kadını görünce:

-          Anna Nikolayevna! Hürmetler ederim! diye haykırıyordu ve kadına, iki büklüm selam vermeye atılıyordu.

Keçe döşeği satmaya mecbur kaldılar – yaklaşık üç gün pu parayla yemek alıyordular. Aylak oturmak hiç imkansızdı. Dolaşıp arıyordu. Hem barınaklara, hem her çeşit büroya uğradı – her yerde Ruslar.O kadar çaresiz kaldı ki bütün gece boyunca ağladı, sadece sabaha doğru gözlerini kapattı. Uykusunda da kendisine annesi geldi, alnından nefes alıp okşadı ve diyor: ‘Canım, darılma, kızma da, evvel gittiğin yere tekrar git!’. Aynı duvararası yarıkta uyandı. Şafak merhametsizce, açık açık söküyordu. Kendisi de tekrar net olarak annesinin sözlerini duydu. Bir kuruş nasıl bulunur – artık gitmiş olduğu yere tekrar gitti. Vilayet komitesinin binası. Ama daha önce bilen, çalışan gençlerin fakültesinde molla sayılan bir insana uğrayıp, onunla beraber bir dilekçe yazdı. Komite başkanını, tabii ki, iş yerinde yakalamak hiç kolay değildir. Bekleme odasında en az bir saat kadar oturdu. Birden uzun boylu, kumral sakallı ve sıcak bakışlı, koltuk altında çantasını taşıyan bir insan geliyor. Kartkoca’ya bir baktı ve girmeye buyur etti. Kartkoja, sanki sıkıntılı bir uykudan uyandı, silkindi ve önünde yazı ile doldurulmuş bir kağıt tabakasını tutarak, adamı takip etti. Başkan, elini sıktı ve aynı elle Kartkoja’ya ‘Otur’ işaretini verdi.

Rus, ama Kazakça konuşuyordu. İldeki, ilçedeki işleri sormaya başladı, sonra da: ‘Okuyan Kazaklardan kimi tanıyorsun?’, diye sordu. Kartkoja, isimlerini söyledi. Başkan dinledi ve dilekçesine karar yazdı.

-          Sekreter, senin için belge yazacak. Bu belgeyle, enstitüye okumaya gireceksin.

Sevindi. ‘Belge yazacak’ cümlesi Kartkoja’ya, alnına tannan bir öpücük gibi geldi. Koşup, fakülteye kaydoldu. Çalışan gençlerin fakültesine. Sevinçten gözlerinden yaş geldi. ‘Kız kardeşini’ ve erkek kardeşini yetimhaneye yerleştirdi. Kaderinde böyle bir rolü oynamış insanın soyadı Poludub imiş, Kazaklar, arasında kendisine ‘Kerekulık’ lakabını takmıştı.

 

Kim?

Kim ya şu oğlan ki demirle örtülü bir çatının altında, iki katlı ampullü binada oturarak yırtık pırtık uzun kaftanının altında kendisini ısıtmaya çalışır, aklın geriliminden çıkan ter damlarını alnından siler, ve derslerde Arşimet, Pifagor, Newton, jeolog olan Otto Torell, Bogdanov, Kautskiy ve jeofizikçi Jorj Uypl ile tanışır?

Kimdir o?

Bugün kendisi, çocuklara öğüt veriyor (erkek kardeşi olan on iki yaşındaki yeniyetmeye: ‘İyi öğren! Birşey anlamıyorsan, mutlaka öğretmene sor’, diye), ve sadece onlara da değil; peki, o kadar çağdaş ve akıllı düşüncelerini paylaşan bir öğütçünün ki daha dün gök ve yer arasında asılmış gibiydi ve kendisine, bir de kadere ve Tanrı’ya karşı sorumlu olduğu insanlara nasıl yemek sağlamasını bilmiyordu, onun ismini bana söyleyebilir misiniz?

Bir saat içinde pazarda bütün parasını kaybedebilmiş ve cebinde bir kuruşu olmadan şehir sokaklarında bir günden fazla çocukları sürümüş bu Kazak kimdir?

Bu gülümseyen genç adam ki eline ulaşan hemen hemen bütün parayı, annesi ve yeğenleri aç kalmasın diye uzak bir aula göndermeyi unutmuyor, kimdir acaba?

Bu esmer delikanlı kimdir ya ki ona, üvey anasının tarafından bir hayvana değiştirilemediği için ilk rastladığı adama bedavaya verilmiş mevzun kız, öbür gün evde olmasını söz ediyor ve kendisine gülümseyen insana, üç katlı binanın güneşli vestibülünde coşkuyla: ‘Amca, beni piyonerlere kabul ettiler!’, diyor, ondan da: ‘Canım, bu doğru mu? Ben o kadar sevindim!’, diye cevap alıyor?

Onun ismi ne?

Kartkoja, Kartkoja, Kartkoja...

Bugün o başka bir insandır, gözleri iyi görüyor. Bir zamanlar kendisi, mollalardan ve hocalardan eğitim almış cahilleri hor görmüştü, şimdi de kendisinin de onlardan olduğunu anlıyor, tek farkı da şu ki kendisi, bunun gibi işe yaramaz bilgilerle yetinmekten vazgeçti. Eski çaresizliğinden, küçük düşürülmüş olmasından bir iz bile kalmadı.

Yazın, Omsk’a yakın olan bir aulda öğretmenlik yaparak para kazanıyordu ve kendi öğrencisi olan, Gulsim isimli bir kızaşaık oldu, kış yaklaşınca da onunla evlendi. Eşi sayılan ağabeyinin dulu, kendisi için soğuk olan bu haberi duyup: ‘Kimi istersen sev!’ diye boyun eğdi ve yakında akrabalarına gitti. Kendisi de artık mutluluğuna el uzatmaya izin vermez, genç eşini lojmanına getirdi ve bütün arkadaşlarına: ‘Bir parmak bile uzatmaya cesaret bulmayınız!’

Kartkoja, şimdi Marksçı’dır. Dünyaya, ‘Kapital’ yazarı olan Karl Marks’ın gözleriyle bakıyor. Ama böyle bir talihsizliği var – Kısmete inancından hiç kurtulamaz. Bir sürü sene ve keder göz önüne geliyor ve, yaşamış olduğu günler ne kadar dehşetli olursa olsun, hiç bir şeyi değiştirmek mümkün değildir. Gerçi de bazen, kaderinde çok şey öngörmüş olduğunu düşünüyordu. Ama yine de: bilmek mümkün değil... ‘Arayan bulur’ diye kanaatı, kendisini bırakmıyordu.

Bunu da değiştiremezsin: Kartkoja, Kazak’ları, soyunu severdi. Kazaklar’la bağlı olan herşeyi de severdi: toprağı, suları...Şanssiz yoksul insanlara duyduğu acıdan da kalbi kısılıyordu, zengin canavarları da hor görüyordu. Bir Kazak bir Rusla kapışıp dövüşürlerse, tabii ki Rus olanı suçlar. Aynı zamanda da, Rus tabiatının en iyi özelliklerini de unutmuyor. Jaydarhan gibi iğernç heriflerin yüz tanesini, tek Poludub için verirdi. Bütün Kazaklar ve bütün Ruslar, onun Andrey ile yaşadıkları dertleri, korkuları ve acıları deneseydi, emindi ki bir birine karşı çok daha iyi kalpli, yardıma hazır, hoşgörülü olurdu. Fakat bu, hiç mümkün mü? Milyonca insanların kalplerinin aynı ritmde atmaları ve tek bir kalp gibi yankılamaları, olur şey mi? İnsanlar farklıdır. Şu inanç ki kötülük tanrısına karşı mutlaka iyilik tanrısı çıkar – safça bir ikiciliktir. Zorbalığa bilinçli karşı koymama – Lev Tolstoy’un iyi fikirleri. Ama Jaydarhan ve Aşırbek gibi olan alçakları kim yada ne durdurur? İnsanları, kötülükle savaşmalarında sadece ortak heyecanlar, merhamet birleştirir. İnsanoğluları da iyileştirecek şeyler boş dolaşma ve boş hayaller değildir, çalışma ve acılardır.

Marks da bu konuda ne yazıyordu? Gerçekten mi, genel adalet hakkındaki fikri realdir? Bir şey yapamazsın da, bu soruya cevap vermek gerekiyor, ve Kartkoja, tekrar kitapların sayfalarını çeviriyor.

 

Milletin uğruna çalışma

Omsk’taki okuması iki sene sürdü. Evlendi. Ne kız kardeşi, ne de erkek kardeşi dert bilmemektedir. Hizmet mi? İstersen bugün bile iyi bir göreve gir çalış. Ama yine de bir şey canını telaşlandırıyordu, rahatsız ederdi, gerçekleşmemiş şeyler: ‘Ara!’ diye çekiyordu. Şehirde, onun arzuladığı bir şeyin olmadığını hissediyordu, aramasının aullarla alakalı olduğunu tahmin ediyordu.

Birden, bir-iki yılda öz, en verimli olan, en temiz pınarları ve taşmada su basan yerleri içeren topraklarını kaybetmiş, Rusya ve Ukrayna vilayetlerden gelen göçmenlerin tarafından kuru bozkıra sürülmüş milletim, bugün ne oldun sen? Besili hayvanların nerede, niçin sen, ne otu, ne bir yaprağı olmayan taşlı kışlaklara sürülmüşsün? İlbaşların, yorumlayıcıların, mollaların tarafından küçük düşürülmüş, Rus Kazaklarının tarafından kamçılanmış milletim, nasılsın sen? Sana ne oluyor? Neyle nefes alıyorsun, ne yiyorsun? Belki de sen bir hayvansın, daha önce de, şimdi de avlanan av etisin? Belki de, sen bir insan kütlesin ki üstünde uçan partilerin, hırsızların ve dolandırıcıların tarafından parçalanmaktadır? Ben, bilmek isterim.

Akrabalarımı ve bana yakın olan insanlarını görmek, onları kaygılandıran sorunları anlamak, elimden geldiğince yardım etmek isterim – bunu yapabildiğim kadar, bana öretildiği gibi. Yoksa ne için öğrendim? Bir tek kendi karnımı merak etmeye, sadece kendi dileklerim i gerçekleştirmek için yaşamaya, ve bir tek kendi düşüncelerime değer vermeye başlarsam, insanlara ne verebileceğim? Benim, kendimi onlardan ayırtmaya hakkım var mı? Bir tek kendin için yaşamaktan ne çıkar var ki?

İnsanlar, niçin hayvan haline geliyorlar? Tatlı hayattan, o kadar.

Şu hoş mevsim geldi ki bu zamanda, çayırların parlak yeşilliğinde erkeç sakalı çiçeklerinin koyu kırmızı dökmesi parlıyor, ne güzel de: kanatları olan, uçun, göğün maviliğini ve bulutların beyazlığını şarkınızda terennüm edin; tüylü olanlar, otlara düşün, orada bol bol takla atın, koyun, herhangi bir canlı yaratık sevinir, Kartkoja da genç eşiyle vabura binmeye karar verdi. Onunla beraber, bütün sınavlarından geçip bir sürü öğrenci nehir üzerinde kendi aullarına gidiyorlar – biletler bedavadır. Yola yeterinceye kadar yemek aldılar. Herkesin keyfi yerindedir.

Son kere Kartkoja, vapurun güvertesine yaklaşık yirmi sene önce çıkmıştı. Karşılaştırılamaz kadar daha rahat oldu. Daha az pis, daha az karışıklık var, çizelge de ister misiniz? Buyurunuz! Fevkalade.

Her gün, İrtiş’in buzdan temizlenmesi ile beraber çok daha sıcak olmaya başlıyordu. Rıhtımlar, kımız ve süt satan Kazaklarla doludur. ,Kartkoja, onlarla konuşmayı , nasıl yaşadıklarını sormayı sever.

İrtişin kıyılarında şehirler, şehirlerde de mahkemeler var. Mahkemede bütün çalışanlar, Kartkoja’nın tanıdıklarıdır. Şehir tipi uzun trençkot ve şapka giymek modasını benimsemiş olan bu kişilerle de Kartkoja’nın, kıyıda buluşmaları planlandı. Acele etmeden konuşuyorlar.

-          Sizde işler nasıl gidiyor?

-          Normal.

-          Duruşmalar da nasıl?

-          Kazakça yapıyoruz. Kanunlara alışıyorlar.

Misafir gelmeye davet ediyorlar, ama vapur düdüğünü öttürüyor ve tekrar İrtiş kıyıları yüzerek geçiyorlar.

İşte de yeni bir buluşması – yanına ciddi ebatta olan bir çantayı bastırarak, gülümseyen Mesjan duruyor.

-          Nasıl gidiyor? Kim oldun?

-          İl komitesi. Kereuk’taki iktidar, Kalimolda’dadır.

-          Ne dersin, yürütme komitesinde rüşvetler alınır mı?

-          Kesinlikle bilmiyorum. Gelip göreceksin.

-          Hoşça kal!

-          Güle güle!

Bayan dağlarında el çırparsan – yankı gelir.

 

Көп оқылғандар