Tahsilli Yurttaş
Ayazlı öğledir, gökyüzünde hiç bulut yok. Güneş o kadar parlıyor ki gözler ağrı çekiyor. Sıcak bir evden bakılırsa güneş, yaz güneşi gibi görünüyor. Dışarıda ayaz insanların burunları ve yanaklarını uyuşturuyor. Hafif doğu rüzgarı, yüzü çimdikliyor.
Kış, ortalığı yumuşak tüylü kıyafetlerle sardı. Beyaz bozkırdaki açıklıkta küçük Sibirya kasabası de gömüldü. Kar yığınları, tam damlara kadar yükseliyor. Küçük evler ve ambarlar tamamıyla karla örtüldü. Yerlerinde ise beyaz tepelerin zincirleri. Sokaklar bomboştur. Çiğnenmiş kar, tek tük yayaların ayaklarının altından gıcırtıyor. Bu şehir, soğuk ve hızlı akan Sibirya nehri kenarında bulunuyor. Burada yaşayanların çoğu Kazaklar. Gösterişsiz bir şehir, içinde hiç düzen yok. Merkezde sokaklar vardır. Ana cadde, yani Zemskaya caddesi pazardan nehre doğru gidiyor. Kenarları ise yırtık deve beygir örtüsünü andırıyor. Kazak yeraltı barınakları burada gelişigüzel serpildi.
Bugün Zemskaya caddesi boştur. Ara sıra karda kürk hayvan derisini sürükleyen veya bir yün ile çuval ağırlığı altından inleyen bir satıcı ortaya çıkar. Birkaç defa da kızak altında kar gıcırttı. Bozkırdan gelen misafir, esmer Kazak devesini pazara yöneltiyor. Yine de ortalık sessiz, ıssızdır.
Ama işte caddenin sonunda, eski, küçük arabalı kızak(koşevka) göründü. Yolcu, şehrin tahsilli görmüş yurttaşlarından biri, adı ise Meyirhan. Oturup kaşlarını çatıyor. Bir şeyden derin kaygı duyuyor.
Kızak pazarın yanında yeşil damlı küçük bir evin yanında durur durmaz kızaktan atlayıp eve doğru koştu.
Yolda ağlayan genç kadına raslayarak:
- Hasta nasıl, Hadişa, o kadar kötü mü? diye endişeledi.
Hadişa gözyaşını saklamaya çalışarak:
- Çok, her geçen saat daha kötüye gidiyor ve ondan dolayı bugün sizi çağırttık, diye cevap verdi. Başını öne eğip kapıyı araladı. Hırıltılı soluk duyuldu. Meyirhan üst kattaki küçük odaya tek başına girdi.
Maksut yüksek yatakta yatıyordu. Yastıktaki yüzü genelde beyazdı, şimdi ise simsiyah görünüyordu. Yanakları çökmüş, göz altı şişmiş görünüyor. Arkaya taranmış siyah saçları kafaya yapışmıştı, sanki ölmüş bir adama benziyordu. Soluyor, göğüsünü ikide birde mum gibi kurumuş parmaklarıyla yokluyor. Kavrulmuş dudakları hafifçe kımıldıyor. Meyirhan, arkadaşının ne istediğini anlamaya çalışarak onun üzerine eğildi, ama hastanın boğazında sadece hırıltı duyulduğu için Meyirhan, söylediğinden birkaç kelime zor anlayabildi.
Arkadaşlar vedalaşıyormuşçasına birbirine bakıyordu. Az sonra Maksut dalıp gitti. Sayıklamaya başladı. İşini yani okulu, Kazak çocuklarını hatırlıyordu. Hırıltı içinden: ‘Çocuklar... yetim kasabası... yetişemedim ben...’ gibi sözler duyuluyordu. Hasta göğsünü elleyerek: «Yapamadım, can alıp can veririm şimdi» diye tekrar ediyordu. Hasta arkadaşının elini sıkarak: «Darılmayın, benim suçum yok.» dedi.
Odaya yaşlı annesi ve karısı yavaşça girip yatağın yanında durdular. Hadişa, çocuğunu göğüsüne bastırarak endişeyle can çekişmekte olan kocasına bakıyor. Annesi ise, Maksut onun tek çocuğudur, Meyirhan’a sanki bu ona bağlıymış gibi bakışla oğlunun yaşayıp yaşamayacağını soruyor.
Meyirhan onu neyle teselli edebilir ki? Bu sabah gelen doktor: «Artık az kaldı, çok geçmeden ölecek» diye açıkça söyledi.
Maksut kendine gelip annesini tanıdı. Ona uzun uzun hüzünle baktı, sonra acıyla gözlerini kapattı. Annesinin yalnız kimsesiz yaşlılığını tasavvur etmiş olmalı.
Kendisini yenerek: «Ne yapacaksın, anne?.. Seni kime emanet ederim?.. Gençler yollarını bulacaklar. Seninle ne olur?.. Benden önce ölseydin...» diye üzülüyordu.
Sustu, yüzünü duvara çevirdi. Annesi kendini tutmayarak avaz avaz ağladı. Hadişa yanında hıçkırıyordu. Maksut’un diğer arkadaşları, Jumagul ve Aktay geldi. Hiç konuşmadan oturdular. Maksut, duvara bakarak: «Hadişa’ya... bir şey olmaz.. Çok akrabası var... Ama o, senin öz kızın değildir... Bir şey olursa, giderse sen ne yapacaksın?... Hadişa, galiba seni ağlatabilir...» diye yine konuştu.
İhtiyar kadın, hüngür hüngür ağlayarak: «Gözlerimin ışığı, bir tanem, neden böyle konuşuyorsun?» diye sordu.
Maksut: «Ağlama, annem, ağlama... Kalbim ağrıyor... Buradan gitsen daha iyi olacak» diye duyulur duyulmaz bir sesle rica etti.
Yoldaşları, annesinin yanına gelerek: «Yapmayın. Göz yaşınızdan rahatsız oluyor. Gitseniz daha iyi olur. Başka bir odada biraz kalın.» diye onu razı etmeye başladılar.
- Bir tanem, gözlerimin ışığı benim! Sen yat, ben giderim, diye cevap verdi. Zar zor yürüyerek odadan çıktı. Hadişa da akrasından suskun suskun çekildi.
Meyirhan ezgin oturuyordu. Maksut gerçekten haklıdır. Yolcudur artık. Gözü toprağa bakar. Şimdi annesinin başına bela gelir. Genç bir karı, ölmüş kocasını ne kadar uzun hatırlar? Uzun zaman dul kalması pek olası değil. Hem de kentlidir.
Uzun süre yaşayamadı Maksut. Bir gün geldi ki kıpırdayamadı bile, gözlerini neredeyse hiç açmadı. Hızlı ve hırıltılı nefes alıyor.
Annesi üzgün üzgün oturuyordu. Son günlerde sabahtan sabaha kadar diz çökerek oğlu için Tanrıya yalvarıyordu. Şimdi sonunun yaklaştığını anladı.
Ruhu Maksut’un bedenini terk ediyordu. İşte nefes yok olup elleri, ayakları soğudu. Etrafında akrabaları ve arkadaşları duruyordu. Sonunun geldiğini sandılar. Aniden ölmekte olan Maksut, cama dönmeye başlayan gözlerini zar zor açınca: «Yaşıyor muyum? Yaşamıyor muyum?» diye sordu ve yine gözlerini kapattı. Yüzündeki solukluk yavaşça görülüyordu. Maksut can verdi.
Aynı gün tüm kasaba genç öğretmenin vefat ettiğini öğrendi. Herkes: «İyi bir delikanlıydı, kasabamızın şanı iftiharı, yazık zavallıcığa» diye kabul ettiler. Buna: «İhtiyar annesine yazık, ona ne olacak?» diye eklediler.
Cenaze törenine çok insan geldi. Maksut’un öğrencileri, arkadaşları, akrabaları. Hiç kimse kayıtsız kalmadı. Maksut’un cesedi siyah kuyunun yanındaki taze toprak yığınına getirilirken hepsinin başlarını eğdi. Yalnız mollalar bu törenli dakikada bile dünyevi işlerini unutmuyorlardı. Ölünün şapanını[1] ve bel atkılarını kendi aralarında paylaşarak homurdanarak tartışıyorlardı.
2
Günler geçiyordu... Zor aylar birbirini kovalayıp unutuyordu. Güneş günden güne daha şiddetli ısı verip doğayı uyandırıyordu. Ortalık gençleşiyordu. Ağaçlar yapraklarla örtülüp bir şey hakkında ara vermeden aralarında fısıldaşmaya başladı. Kuşlar, yılın en fevkalade mevsimini şarkılarıyla selamlayarak gün batımından doğumuna dek koşuşarak işleriyle uğraşıyordu. İnsanlar da canlandı, hevesle işlerine koyuldular.
Herkese bahar geldi. Yalnız Maksut’un evine uğramadı. Burası kapkaranlıktı. Ara sıra iki çift söz konuşulur. İhtiyar anne, içler çektiği duyuluyor. Taştan oyulmuş gibi kara göz kapakları açmaz oldu, yüzü kuruyup karardı. Genç Hadişa, öksüz kalmış evde bulunmakta güçlük çekiyor ve acılı sessizlik onu boğuyordu. Jamila olmasaydı tamamen hasta düşerdi. Maksut’un küçük kızı, kimi kez ihtiyar kadına da unutturuyor hüznü.
Maksut’un arkadaşları Jumagul ve Aktay da biraz mutluluk veriyor. Meyirhan ise hemen hemen onlara uğramıyor hatta uzak durmaya çalışıyor gibi görünüyor. Jumagul ve Aktay’a gelince uğruyor, Hadişa’nın kara kara düşüncelerini dağıtmaya çalışıyorlar.
Son zamanlarda Jumagul’un ziyaretleri sıklaştı. Şimdi Aktay’sız, tek başına gelir. Hadişa’yı biraz oyalamak için ne etti eyledi. Kimi kez öyle anlatıyor ki! Her şey kendisine olmuş diye inandırmaya çalışıyor! Maksut hakkında bir tek kelime bile söylemiyor. Onun hakkında intiyar kadınla konuşup: «İyi bir adamdır» diyor. İntiyar kadın da memnundur.
Hadişa Jumagul’a o kadar alıştı ki uzun zaman gelmiyorsa onun hasretini çekiyor. Neşeli hikayelerini özlüyor. Uyumaya çalışarak farklı düşünceler aklına geliyor, bir şey umuyor. Giderek genç kadın gözüne bu ev daha alımsız görünmeye başlar. Kayınasının sızlanmalarından bıktı. «Hayatı bile görmedim, hayatın tatlılığını bilmek zamanı geldi» diye düşünürken aniden sanki kemikli el onu kavrayıp tutuyormuş gibi. Gözünün önünde ise kocasının yüzü.
Genç dulun huzuru kaçtı. Bu, yakın gelecekte olacak değişimlerin belirtisidir...
Bir gün Meyirhan işinden döndü. Yatağa uzanıp dinleniyordu. Aniden, ona bir mektup geldi. Meyirhan okuyup gözlerine inanamıyor.
«Değerli dostum!
Yarın on ikiye doğru seni bekliyorum. Düğünüm olacak. Gel. Hadişa’yla evleneceğimi galiba duydun. Bu, Tanrının iradesidir.
Jumagul»
Meyirhan notu mektubu tekrar tekrar okudu, inanmak istemiyor. Nihayet her şeyi anladı. Öfkeye kapılarak: «Gelmeyeceğim. Cehennem ol ve düğünün de cehennemin dibine gitsin» diye aşağıda ekledi.
Ertesi gün iki arkadaşı Meyirhan’ı yanlarına almak için geldiler. Düğüne gitmek için hazırlandığı belliydi. İyice temiz ve gömleklerin beyaz yakalarını ceketin üzerine koymuşlar. Yanlarına çağırıyorlar.
Meyirhan öfkelendi: «İnsaf edin ey, dün arkadaşımıza elveda dedik, bugün ise karısının düğününde mi eğleniriz?» diye söyleyip onları vazgeçirmeye başladı.
Arkadaşları aldırmadan: «Bırak, dostum! İdealist olma! Bizimle gel! İçelim üstüne adamakıllı yiyelim! Bunda ne zarar var ki?» dediler.
Gitti Meyirhan. Düğünü görmeye karar verdi.
Misafirler eğleniyorlar, eğlence tam kıvamını buluyor. Damat memnundur. Gelin sanki az zaman önce kocasının mezarı başında hıçkıra hıçkıra ağlamamış gibi mutluluktan ışıldıyor. Hiç kimse Mesut’u hatırlamadı bile. Misafirler iyice içmiş oldular. Yeni evlileri tebrik ediyorlar, şaka yapıp gülüşüyorlar. Meyirhan da içmişti biraz. Kalktı. Kadehini kaldırarak dikkatlerini çekmek istiyor. Misafirler susup bekliyorlardı.
- «Maksut için içelim... Maksut’un ruhu yaşasın!..» dedi.
Kimileri burunlarını kıvırdılar. Jumagul ve Hadişa gülümsediler. Hiç bir kimse Meyirhan’ın kadeh kaldırmasının manasını anlamadı. Arkadaşları: «Bırak, buna hiç gerek yok, otur.» diye söyleyip Meyirhan’ın lafını ağzına tıkadılar.
Meyirhan’ın Mesut’un anına arka çıkma denemesi bununla sonlandı.
Birkaç gün sonra gürültülü kortej, Maksut’un evi pencerelerinin yanından geçiyordu. Arkadaşlar, yeni evlileri uğurluyordu. Kayınpederiyle Hadişa ve Jumagul, Jumagul’un doğup büyüdüğü stepteki köyde bir süre misafir kalmaya karar verdi. Çıngıraklı çalımlı troyka[2] susmuş evin yanından hızlı geçti. Jumagul pencerelerine göz ucuyla bakıp onlardan birinin yanında oturan ihtiyar kadını gördü. Maksut’un annesi bir şey görmeyen gözleriyle uzaklara bakıyordu...
3
Bu yıl Mayıs ayı yeşilliği ile çok cömertti. Bozkırda taşkın otlar yeşeriyor ve yüksek yemyeşil sulu otlar yüzü güldürüyordu. Bu halının sonu yok, üzerinde sarı ilkbahar çiçekleri kaçışıyordu.
Hem ovalar hem dağlar hem de dağ eteğinde yorulmak nedir bilmeden taştan taşa sıçrayan gürültülü nehir yenileşti. Kenarındaki akağaç yapraklanarak güzelleşti. Nehri aşağıya uğurlayan çalı kümeleri yeşillendi. Hatta suratı asık taşlar ve kenar bekçileri de keyiflendi. Çalı kümelerinde kuşlar yerden yere uçuşarak ötüyorlar. Bu manzaraya zarif bir yurta ne kadar yakışıyor. Genç gelinin gelişini iple çekiyordur.
Dağ otlaklarına, yaylalara göçen köylüler Çengiz Dağı’nın güney yamacında dağıldı. Uzaktan bakılırsa beyaz çadırlar otlara koyulan yumurtaları andırıyordu. Bu yıl gölde çok su var ve şimdi güneşin çeşit çeşit renklerini yalap, ayna gibi güneşin ışınlarını yansıtıyor. Gölün çevresinde sürüler sıkışmadan dolaşıyor. Yeterince yer var. Köyde de halk sevinçle koşuşuyor.
Bu ilkbaharda at sürüleri bu kadar iyi ki gözünü alamazsın! Kışın bol bol yiyen atlar, besili ve stepte zıplayıp eğleniyorlar. Yiğitler övünüyor. İkişer üçer karşılaşır karşılaşmaz oyuna tutuşup yarış yapmaya başlıyorlar. Ama artık kımız zamanı geldi. Yaşlılar, «Atlar güçlü oldu, taylar büyüdü, kısrakları bağlamanın zamanı geldi.» dediler. İşte köylerde koşumlar ve dizgin takımları hazırlanıyor. Az zamanda açık havada otlayan kısrakları yakalamaya başlarlar.
Jumagul’un köyü, birkaç gün içinde bu işle meşgul. Bilgiç kahramanımızın annesi tutumlu ve idareci bir kadın, mal mülkün küçücük parçasını bile kaybetmekten hoşlanmıyor. Bu yüzden de her şeyi herkesten daha çabuk yaptı. Bugün Emre aksakal bir kısrak getirip bağladı. Âdetlere göre evinde halk toplandı, ama çok değil, sadece en yakın komşuları ve rastgele gelip geçenlerdi. Yabancı köylerden hiçbir kimse gelmedi. Misafirleri ikram etmeyi sevmeyen Emre çok cimri olduğu için insanlar, ona misafirliğe gitmekten hoşlanmıyordu.
At çobanı, atları yakalamaya devam ediyor. Kış içinde vahşileşti, serbestçe dolaşmaya alıştı ve yanlarına yakın yaklaştırmıyor, kendileri yakalatmıyor. Fakat ihtiyar at çobanı işini biliyor, ilk önce tayları yakalamayı emretti.
Yaban at sürüsü dehşetli ayak patırtısıyla büyük bir hızla geçiyor. Fakat ince ve sağlam kement bir tay yakalamaya yetişiyor. İstediği kadar şaha kalksın, tecrübeli bir avcının sıkı sıkı tutan ve güçlü ellerinden kurtulamayacak. Tay dayanamaıp yere düşecek. Emre’nin kalbi durur gibi oluyor. Aksakal besmele çekiyor ve yerinden fırlayınca, «Yavaş! Sırtını kırma, dikkatli ol, boynunu kırarsın!» diye bağırıyordu.
Sonunda bütün taylar yakalanmış dişiler bağlanmış oldu. Kadınlar da âdet olduğu gibi tarlaya büyük tabaklarında kurut[3] ve yağ getirdiler. Yorgun insanlar iştahla yemeye başladı. Emre de yanlarına yavaşça oturdu.
İlk açlığını giderince konuşmaya ve haber paylaşmaya başladılar. Ve şimdi en enteresan haber Jumagul’un evlenmesidir. Oğlunun nasıl evlendiğini ne Emre ne de yaşlanmış karısı Kamariya biliyordu. Belli etmemekle beraber rastgele misafirlerin anlattıklarını dinliyorlardı. Komşu köye kasabadan insanlar geldiler. Jumagul’u övüyorlar. İyi evlendi. Kondıbay’ın kızını aldı. Çok çeyizi varmış, hem de birinci kocasından servet ona kalmış. Şimdi Jumagul, kız çocuğu yani karısının kızını evlat edinmeyi düşünüyormuş. Çocuğu büyütürse ölünün mal varlığı kanunen ona geçer. Bir de ihtiyar kadın, ölünün annesi varmış. Onun çok şeye mi ihtiyacı var? Onlar, «Oğlunuz zengin adam oldu. Birkaç gün içinde hayatını değiştirdi.» dediler.
Emre va Kamariya bunu dinlerken içlerinden Tanrıya şükrediyorlar, fakat bunda bir fevkaladelik yokmuş gibi:
- Çok şükür! Sonunda oldu! Onun için çok de masrafa girdik! Kasabaya eğitim görmeye yolladık onu. Eğitimi bitirince bizi unutmayacağını ve hiç değilse birkaç kuruş göndereceğini umuyorduk. Şimdi de bizi hatırlamalıdır. Başkasını bilmiyoruz, ama bir oğlun yaşlı anne babasına yardım etmesi gerekiyor. İyi etti de varlıklı bir kadın aldı, diye yüksek sesle konuşuyorlardı.
Misafirler ise sohbete dalıp tartışıyorlar. Yeni evliler nasıl karşılanacak? Yeterince kımızı pişirmeye vakit bulacaklar mı? Çünkü bu sefer oğlu gelin ile gelip şeref misafirleri olacaklar. Başkaları ise yeni evlilerin ihtiyar kadını getirip getirmeyeceklerini merak ediyorlar. Getirirseler doğru olurdu. Yapayalnız, dünyada tek başına kalmış. Onu gözetecek hiç bir kimse yok. Ne de olsa tüm mal varlığının sahibidir. Başkaları da:
- İhtiyar kadın serveti ne yapacak, ya? diye itiraz ediyorlar.
Kamariya Jumagul’un annesi ise: «İhtiyar kadının, Jumagul’umdan daha iyi damadı bulması şüpheli, bulacağını sanmıyorum. Ömrünün sonuna kadar geçindirir. İhtiyar kadın akılsız olmazsa yeni evlileri yanında bulundururdu. Bari, iyi olsa...» diye düşünüyor. Sadece kocasının kulağına fısıldıyor. Fakat Emre duymak bile istemiyor:
- Bırak, ihtiyar kadın, boşuna söz etme. Tanrı verirse olur! diye söyleyip sözünü kesti.
Jumagul’un anne babası, umutlarını herkesten saklı tutuyorlar. Gene de biri tesadüfen bir kelime kulak misafiri olunca nişanlıların efsanevi zenginliği hakkında söylentiler köye yayılmıştı.
Birkaç gün geçti. Bir akşam Emre at sürüsüyle suvatta kaldı. Tam o sırada Kamariya çadırın önünde durup başka kadınlarla konuşuyordu. Koyunları sağacaklardı. Koyunlar ve kuzular dürtüşerek ve sesli meleyerek köye koşuyordu. Çoban çocuk, kadınların yanına varınca:
- Süyinşi, süyinşi![4] Jumagul amca geldi! diye bağırdı.
Köy canlanıp uğuldadı. Canlanmaz olur mu? Herkes şanslı nişanlıyı görmek için sabırsızlanıyordu.
Kadınlar çadırdan çadıra koşuşmaya başladılar. Çocuklar, köyde koşarak ve yüksek sesle bağırarak herkese haber vardiler, gelinler geldiler diye. Kuyunun yanında sohbet eden ihtiyar kadınlar da telaşa düştüler.
Emre’nin büyük beyaz çadırın yanında bütün köy halkı toplandı. Uzaktan çıngırakların sesi geldi. Az sonra kuş gibi uçan üç at koşulu araba çıktı. Kalabalık iki yana açıldı ve arabacı atların kıvraklıkla dizginini çekip durdurdu. Herkes, birbirinin arkadaşlar ve akrabalarının hâl hatırın sormaya, öpüşmeye ve kucaklaşmaya başladı. Jumagul bir akrabasının yanından başka akrabasının yanına geçiyordu. Hadişa’nın çevresini kadınlar sardı. Kamariya onu öptü, başkalarından daha büyük olan kadınlar da onu sardılar. Karşılaşmanın ilk heyecanı geçtikten sonra halk, yeni gelenleri gözleyerek onların nasıl insanlar oduklarını anlamaya çalışıyorlardı. Köy halkından çok farklıydılar.
Jumagul ve Hadişa gerçek şehirlilerdi. Temiz, hafif, güzel ve mevsime uygun giyinmişlerdi. Buralılar gibi konuşmazlar. Jumagul, anlaşılmaz ve hatta buralılara komik gelen sözcükleri takıyordu konuşmasına. Hadişa köy kadın ve kızları arasında tuhaf bir kuş dibi görünüyordu.
Misafirler, çadıra girip şeref yerine oturdular. İşte o anda şehirli kadının davranışını beğenmediler. Hep bir şey fısıldıyordu kocasının kulağına. Sanki bir şeyden memnun değilmiş veya kendisini karşılamaya gelenleri kınıyormuş gibiydi. Dişlek kadınlar, hemen onun ‘kültürü’ nasıl bir şey olduğunu farkettiler. İnsanlar arasında küçük kahkahalar duyuldu, birbiriyle fısıldaşmaya başladılar. Şehirliler burunları büyümesinler, bozkırda yaşayan insanlar o kadar saf değillerdi.
Emre, asık suratlı oturup neşelenen misafirlere eğri bakiyordu. Kamariya ise her şeyi farkettiyse de Jumagul’u eskisi gibi okşayıp ikram ediyordu.
Kaynana ile gelin, birbirini gözleyerek kendilerin nasıl kadınlar olduklarını çok geçmeden anladılar. Şehirlinin ‘kültürü’, onların birbirlerine yaklaşmasını engelleyemedi. Aynı şey Emre ile yüksek tahsilli oğluna da oldu. Dördü kısa zamanda ortak bir dil buldu. Çünkü mal varlığı paylaşma sorunu, aynı derecede zihinlerini meşgul ediyordu. Yeni evlilerin, intiyar anne babaları kadar kaşarlanmış olduğu ortaya çıktı. Gelin ile ukala oğlu, cimrilikte ve hesaplılıkta yaşlı ana babasından çok daha üstün çıktılar. Bu dört kişiden ibaret olan grupta artık genç veya ihtiyar, bilgili veya cahil olanlar kalmadı. Zenginlik hayali, onları toplayıp birleştirdi. Çok geçmeden saçılıp döküldüler ve herkesten sakladıklarını utanmadan anlattılar birbirine.
Kamariya yorulmadan:
- Masraflar artıyor, gelir hiç yok ama. Hayvanın sayısı durmadan azalıyor. Yaşlı ana babalarını düşünmenizin zamanı geldi. Kendiniz bilirsiniz, ama gayret edin.» diye tekrar ediyordu.
İstekleri artıyordu, önce gelinin çeyizi, büyük gelir gibi görünüyordu, şimdi ise onu düşünmüyorlardı bile. Maksut’un mirası avucunun içine, ihtiyar kadından nasıl alınmalı diye düşünüyorlardı. Önce Jumagul ile Hadişa aralarında bu konuyu açmadılar. Başkasından gizli olarak düşünüyorlardı. Burada, bozkırda sıkılmayı bir yana ittiler ve edep dışına çıktılar. Yaşlılar teklifli davranmayarak herşeyi açıkça söylüyorlardı. Yeni evliler geri kalmadı. Kamariya, gelini derhal çaktı. Gelinini akıl öğretmeye gerek olmadığını anladı. Ama ne olur ne olmaz diye ara sıra mirastan söz açıyordu. Her fırsattan yararlanarak mirası hatırlatmaya çalışıyordu. Kamariya buna fırsat bulamıyorsa Maksut’un küçük kızı Jamila’yı kucağına alıp:
- «Ay parçam, kız torunum benim, ihtiyar büyükanneni ve dedeni ne zaman teselli edersin? Bütün mal varlığının sahibi ne zaman olursun? Yardımını dört gözle bekliyoruz. O ihtiyar kadından her şeyi al, her şeyi al! diye söylüyordu. Sonra da Jumagul ve Hadişa’nın kulaklarından hafifçe çekiyordu.
Emre’nin ise başka planları da vardı. Serveti daha da arttırmak için başka bir yöntem icat etti. Köyde Jangozı diye zengin ahbabı vardı. Bir gün küçük Jamilya Jangozı’nın gözüne ilişti. Jangozı:
- Kız torunun güzelmiş, diye övdü kızı. Geçen yıl doğan en küçük oğlum için tam gelin olarak gelir. Onu isterim onun için. Emre, buna ne dersin?
Emre bunu çok beğendi. Jumagul’a herşeyi anlattı. Jumagul ise nedense ayak direyerek:
- Zamanı gelmedi. İnsanlar buna nasıl bakar? İhtiyar kadına ait olan mal varlığının taksimi söz konusu olunca hepsi torunu için. Her nasılsa herşeyi oğlunun kızına, öz kız torununa verir. Buna razı olursam yapmak istediğimiz mal paylaşımı nasıl yaparım? Hem de insanlar ne derler... Yine de utanıyorum, diye söyledi.
Emre:
- İnsanlar... İnsanlar... İnsanların sözünü dinlersen dilenci olursun. Herkes, şanslı olanlardan nefret eder. İnsanlara boş ver. Vicdana pek gerek yok..., diye homurdandı.
Fakat bunda ısrar etmiyordu. Görücülük işleri ertelediler.
Otlar kuruyordu. Bozkır artık yeşermiyordu, bozca kahverengi ve gri oldu. Köy halkı, rekolte hakkında daha sık konuşur oldu. Toprak, tarımla uğraşanlara nasıl teşekkür eder?
Hayvanlar, engin otlaklarda, temiz haznelerde daha sağlam oldu. Yavrular büyüdü. Kış hakkında düşünmenin zamanı geldi. Köylerde sonbahar göçü için hazırlanmaya başladılar. Aksakal Emre’nin köyü de aynısıyla meşguldü.
Yeni evlilerin bozkırda misafirliği fazla sürdü. Çok iyi dinlendiler. Onlar, burada ilkbaharda karşılanan solgun, zayıf şehirlilere artık benezetilemez. Bozkırda yaşayan insanlar konukseverdir. Eğlenme ve gülüşle, bayramlar kutlanarak, misafirliğe gidilerek yaz çabuk geçti. Dönmek için zaman geldi.
Jumagul ve Hadişa oradan ayrılmadan önce akşamın geç saatlerine kadar fazla oturdular. Köy, günlük işlerinden sonra huzur içinde uyuyordu. Ay etrafı aydınaltıyordu. Her taraftan ateşler yanıyordu.
Yeni evliler, büyük tüylü battaniye ile ayaklarını örterek yan yana oturuyordu. Alçak sesle konuşuyorlardı. Kamariya, yanlarına geldi. Konuşma aynı konu yani miras üzerinde devam edildi. Jumagul konuya girmedi. Hiç konuşmadan da kesin karar verdi. Jamila’yı kullanarak harekete geçmeye karar verdi. Bütün mal varlığının sahibidir. Bunu ne pahasına olursa olsun her hangi bir yöntemle yasallaştırmak gerek. Evin ve bütün malın Jamila’nın adına kayıtlı olması gerek. Böyle kararla şehre döndüler. Arkadaşlarıyla görüşerek yaz boyunca ne olup olduğunu öğrendi. Arkadaşları, Maksut’un annesi hakkında anlattı. İhtiyar kadın hala ölmemiş. Evinde devamlı bulunup topal akrabasını yanına almış. Oğluna hasretini çekiyormuş. Ağlayana kadar dua ediyormuş.
Jumagul ile Hadişa’nın döndüğünü Maksut’un annesi de öğrendi. Gece boyunca ışığı söndürmeden hasret çekiyordu. Gündüz Jamilya’yla Hadişa ona uğradı. İhtiyar kadın, kız torunu sarıp kurumuş göğüsüne bastırıyordu. Jamilya babasını hatırlıyor mu?
Hadişa’nın canı sıktı, Jamilya’yı evine götürmek için sabırsızlanıyordu. Terbiye gereği biraz oturup eski evinde kızıyla ayrıldı oradan.
Hadişa’nın, ihtiyar kaynanasının derdi umrunda değil. Evinde de hemen kocasına:
- Boşuna vakit harcama! İşe dört elle sarıl. Çok arkadaşın var, sana yardım edip işlerini yoluna koyarlar, diye öğütlenmeye başladı.
Başladı koşuşma, uğraşmalar! Jumagul ve Hadişa, bildiği her yere başvurup herkesten yardım istediler. Biri onlara, bir okula bağlı Çocuk Esirgeme Kurumu’nun olduğunu söyledi. Tam da aradıkları yardım! Hadişa bu kuruma dilekçe yazdı. Zavallı öksüz numarası yaptı. Ballandıra ballandıra anlattı ki Maksut’un annesi neredeyse zalim çıktı. Ve kurum: «Maksut’un bıraktığı bütün mal varlığının tek ve kanuni sahibi onun kızı Jamilya. Jamilya ergin olmadığı için Jamilya’nın mal varlığını gözetlemekle üvey babası ve vasi olan Jumagul görevlendirilir.» diye karar verdi.
Bu konuda Maksut’un da yakın dost olan Aktay Jumagul’a yardım etti. Aktay kendisi de Maksut’un servetine göz dikiyordu. Bekar kardeşine: «Oturup boşuna vakit harcıyorsun, Hadişa gibi gelin nerede bulabilirsin?» diye tekrar ediyordu. Ama olmadı. Jumagul onlardan daha önce davrandı. Aktay çabuk anladı ki Jumagul şimdi sözü geçer bir adam olur, şükrünü kazanmak gerek. İşte Maksut’un eski arkadaşı, Hadişa ve Jumagul’un işlerine aracılık etti. Maksut’un ihtiyar annesi ise hiçbir şey bilmiyordu, haberi yoktu. Tek oğlu için gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Birdenbire başına yeni bir bela geldi.
Bir gün evine Kondıbay uğrayıp kurumun kararını getirdi:
- «Ev ve bütün mal varlığı şimdi Jumagul ve Jamilya’ya aittir. Ama merak etmeyiniz onlarla yaşayacaksınız. Bu, Tanrının iradesidir», dedi.
İhtiyar kadın, başına daha büyük bela gelebileceğini beklemedi. Maksut’un ön sezmesi gerçeğe dönmeye başladı. Gelini ile yeni kocasının ne yapmak istediğini çok iyi anladı. İşte o gün gerçek öksüzlük başladı! Kime baş vurup yardım istesin?
Kondıbay’la tartışmayı deneyerek:
- Böyle bir şey olur mu hiç? Mal varlığım anne babamdan ve kocamdan bana miras olarak kaldı. Kocamın ve atalarımın malı bana öz olan birine değil, nefret ettiğim düşmanıma Jumagul’a neden vereyim ki? Yok böyle bir hak! Fakirlere versem daha iyi. Ona ise bir iplik bile vermem!» dedi.
Kondıbay’ı son bir gayretle kapıdan dışarı itti.
Kondıbay gitti. Maksut’un annesi ise ne yapabileceğini düşünmeye başladı. Jumagul, devlet dairesinden kararına dayanarak kendisinden daha güçlü çıktığını anladı. Bir şey uydurmayınca dua etmeye başladı. Birdenbire Meyirhan’ı hatırladı. İşte Maksut’un gerçek arkadaşıdır, ona mutlaka yardım eder.
Meyirhan’a herşeyi anlattı. Hadişa’ya daha neler gerek? Çoktan beri eşyalarını almıştı. İhtiyardan son malı neden almak ve evinden kovmak istiyormuş? Ağlayarak Meyirhan’ı yalvarıyordu. İhtiyar kadın: «Arkadaşı uğruna yardım et», diye yardım istiyordu.
Ertesi gün de Meyirhan, Jumagul’un yanına gelip:
- «Sen ne işlere giriştin böyle? Genç, sağlıklısın hem eğitim görmüşsün. Viçdanına ne oldu? Ne yapacağını düşün biraz! İyi evlendi hem de başlık parası ödemedin bile. Fakir değilsin üstelik servetine gelinin servetini ekledi, senin için bu yeterli değil mi? İhtiyar kadını soymayı aklına mı koydun!?..», diye akıl vermeye çalışıyordu ona.
Jumagul aldırmadan:
- İşlere girişen ben değilim Hadişadır. Beni dinlemek bile istemiyor. Bu Hadişa’yı ilgilendirdiği için kendisi karar veriyor. Sen ise bilgiçlik satmayı bırak. Aklın fikrin başkalarını eleştirmek. Dikkatli ol, bela kendi başına da gelmese», diye cevap verdi.
Arkadaşının sözleri Jumagul’un kalbine yol bulmadı. Meyirhan ayrılırken:
- Doğru diyorlar. Bir insan zenginleştikçe daha açgözlü oluyor!..» diye söyleyebildi. Jumagul ise ne olur ne olmaz: Meyirhan başkasının başarısını kıskanıyormuş. İşte ondan üzerine vazife olmayan şeylere karışıyormuş», diye bir söylenti çıkardı.
Bunu Maksut’un annesi öğrendi. Meyirhan’ın hiçbir şey yapamadığını anladı.
İşte böyle son umudu da söndü. Ve ihtiyar annesi çok çabuk yaşlanıp yaşamasına yardım eden gücünü yitirdi. Önceden çok kahırlandığı halde zihin açıklığını kaybetmedi, acı donup kalmış yüzü heybetli bile görünüyordu. Şimdi ise hep koşuşuyor, bakışı huzursuz ve hüzün doludur. Arasıra delilenir oldu. Odada kendini oradan oraya atıyor, eşyalarını kaparak:
- Vermeyeceğim, beni öldür!.. Alıp götüreceğim... Maksut’uma gideceğim!» diye bağırıyor.
Jumagul boşuna vaktini harcamadı. Memurların desteğini sağladı. Beklenmedik bir gün Maksut’un evine üç milisle gelip ölen arkadaşının annesinin karşısına çıktı. İhtiyar kadının tuhaf gözlerini silahlı milis ve Jumagul üzerinde gezdirdi. Kalkınca toplanmamış yatağına gitti. Zayıf elleriyle eşyalarını kapmaya başladı. Zavallı kadın:
- Vermeyeceğim... öldürün... Maksut!..» diye bağırarak birdenbire arka üstü düştü.
Ve Maksut’a gitti...
1922