Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MAİLİN  Beyimbet, "Uyuşmazlığın Başlangıcı Dayrabay'ın İneği"

25.11.2013 1324

MAİLİN  Beyimbet, "Uyuşmazlığın Başlangıcı Dayrabay'ın İneği"

Негізгі тіл: ''Davanın Başlangıcı, Dayrabay’ın İneği..''

Бастапқы авторы: MAİLİN Beyimbet

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Davanın başlangıcı, Dayrabay’ın İneği..

 

Kolhoz yönetiminin başkanı Kulzayra, içine kapanık bir kadındır. Çoğu zaman masa başında oturuyorken siyah tüy şalına sımsıkı sarılır. Pek konuşkan değildir, ama konuşurken de sert, hükmeden bir sesle konuşur.

Kulzayra:

“Birşey sormak istiyorum…” diye başlıyor.

“Ne hakkında?”

“Siz biz avratları neden rahatsız ediyorsunuz? İşimiz ocağın yanında uğraşmak, ev işlerini yapmaktır. Başka bir şeye yeteneğimiz mi var ki?”

“E, öyle konuşmayın! Şimdi bizde hak eşitliği var. Ve o, kâğıtta olmaktan başka hayata da geçirilmeli. Sizin gibi kadınların, toplumsal işlere katılması mutlaka sağlanmalı.”

“Bizi yalnız bıraksanız yeter. Başka eşitliğe ihtiyacımız yok” diye ısrar ediyor “Yüzyıllarca erkekler bizi besler, giyindirirmiş. Ya şimdi güçleri yetmiyor mu artık?”

Kadın eşitliği hakkındaki konuşmalar nedense Kulzayra’yı coşturmuyor. Bazı insanlar “Neden öyle ki?” diye şaşırıyorlar. Aullular ise “Kadın ya! Halk yönetmek kolay bir şey mi? diye düşünüyorlar. Herkes kendi fikrini diyor, problemleriyle başvuruyor. İşte kadını bıktırmışlar. Hırsından öyle konuşuyor.”

Gerçekten öyle, çünkü Dayırbay'ın kır atı hakkındaki bir hırıltı var ya? Herhangi birini çileden çıkarabilmek için yeter. Bir defa bu inek yüzünden büyük bir uyuşmazlık çıktı.

…“Algabas” tarım üretim kooperatifinin bütün üyelerine bugün okulda toplantı olacak diye haber verdiler. Birer birer ve ikişer ikişer geliyorlardı. Tarım üretim kooperatifinde altmış âile birleşmekle beraber, onların hepsi dağınık bir şekilde birbirlerinden sekiz dokuz verstlik uzaklıkta bulunan aullarda yaşarlardı.

“At arabaları az. Hayvanlar zayıflamış, yayan gelmeye mecburdurlar. O yüzden halk geç kalıyor” diye söylüyorlar.

Tarım üretim kooperatiflerinin toplantıları her gün değilse de iki günde bir defa mutlaka gerçekleşir. Yetkililerin bölgeden geldikleri zamanlar ise bir günde iki defa da olur. Fakat herhangi bir durumda halk on verstlik yolu geçip bu toplantılara gelir.

Bugünkü toplantı özel. Tarım üretim kooperatifinin yeni tüzüğü, daha doğrusu ona eklenmiş şeyler tartışılacak. Yenilikler ve ilâveler bayağı çok ve onların hepsine ortak olarak karar verildi. Fakat herkese yaranılmaz. Bazıları, ne de olsa, sürekli kendilerinin ezildiklerini sanıyorlar.

Eğri büğrü iri yarı bir delikanlı:

“Açık denildi ya size; yani gönüllü. Demek ki bu tarım üretim kooperatifine girilmeyebilir de?! ” diye mırıldanıyor.

Doğru: gönüllüdür, ama bu hiç de dememek ki tarım üretim kooperatifinden mutlaka çıkmak lâzım. Diğerleri de tarım üretim kooperatifiyle ilişkilerini kesme isteklerini şöyle açıklıyorlar:

“Tarım üretim kooperatifine emeğimizi vermiştik. Yerine ne elde ettik? Ne hayvanlarımıza, ne kendimize hükmümüz yok!”

Evet! Gerçekten bölge üstleri fazla gayret gösterdiler: özel hayvanları toplumsallaştırdılar, tarım üretim kooperatifini de komün haline getirdiler. Tarım üretim kooperatifinin başkanı ise daha fazlasını yaptı: kendi çıkarı için diğerlerinin geleceğine taş attı. Kimseye sormadan birinin bir düvesini, diğerinin bir tosununu, üçüncüsünün bir tayını ellerinden alıp satmaya, kesmeye, başkasının hayvanlarını sağa sola savurmaya başladı. Böylece Ahmet, kendi sözlerine göre kendi çocuklarından daha çok sevdiği üç yaşındaki kırmızı düvesini kaybetti. Böylece Dayırabay  bir defa daha tepeleme dolu bir kova süt veren kır ineğini kaybetti. İnsanlar kuşkulanıp, hırslanıp tarım üretim kooperatifine olan ilgilerini tamamen kaybettiler. O yüzden sevindiler ve hemen yeni durumlarını anlatmaya kalktılar: tarım üretim kooperatifine hem girmek, hem çıkmak gönüllüdür.

Jasibay hırslanmış bir halde geldi:

“Alçak Sadvokas'ın yaptıklarını işittiniz mi? Fakirleri evinde toplayıp tarım üretim kooperatifinden çıkarmaya kışkırtıyor!”

Sadvokas eski memurlardandı. Bir zaman fakirler kendileri Sadvokas'ın yeri yok aramızda diye ondan uzak duruyorlardı. Şimdi de bu Sadvokas kendisi fakirlerin koruyucusu ve akıl hocası olmuş.

Hayvanların, yarısına kadar yolduğu ingin dokurcunun yanında üç insan oturup konuşuyorlar. Onlardan biri fakir, ikisi de eli sıkı ve becerikli orta köylü.

Vali:

“Bakın! Bu alçaklar iki taraftan Dutbay'ı kışkırtıyorlar. Görülüyor ki toplantıya karşı kuruyorlar” diye söyledi.

“İnsanlar konuşmamalı diye bir kanun yok. İstedikleri kadar lafazanlık etsinler. Eğer çoğunluğun karşısına kumpas kuruyorlarsa, tabii ki, alçaklıktır, öyle değilse yapsınlar…” diye ona cevap veriyorlar.

Nihayet herkes toplandı. Dershane tıklım tıklım doluydu. Yer bulamayanlar da sıralara çıkıp kuruldular. Evini okul olarak kiraya veren sahip endişelendi:

“Olmaz, olmaz! Sıralardan inin! Ne yapıyorsunuz ya?! Kırarsınız, ezersiniz!”

Biri:

“Sen ne diye endişeleniyorsun? Kırarsak sen ödemeyeceksin zaten!” diye isyan etti.

Diğerleri:

“Yanlış söylüyorsunuz. Okul bizim, devlete ait! Malı boşuna kırmaya hiç gerek yok” diye ikna ettiler.

Toplantı başladı. Başkan seçimlerine başladılar.

“Başkan İristi olsun. Masaya en yakın oturan odur. Sekreter ise Abiş olsun!”

İristi’yi ikna etmeye gerek olmadı. En ortasına oturup gülümsedi.

Yetkili:

“Gündemi bildiriniz!” diye hatırlattı.

İristi:

“Ne bildireyim?! Kendiniz bildiriniz” diye daha genişçe gülümsedi.

Halk gürültü yapmaya başladı. Hadi onu sakinleştir!..

Artık toplantının başkanı olan İristi:

“Hey, çenesi düşük lafazanlar! Yeter artık! İşte vatandaş söz istiyor” diye söyledi.

Rapor bir saat sürdü. Konuşmacı tarım üretim kooperatifinin ehemmiyeti, kuruluşu, tüzüğe alınan ilâveler ve değişiklikler hakkında konuştu.

Demeçler ve sorular için söz verildi.

Koyu tenli, yüzü buruşmuş bir erkek hemen yerinden kalkıp:

“Benim bir sorum var!” diyerek koyun kürkünden dikilmiş kulaklıklı kalpağı başından çıkarıp sıraya attı. Dayırabay'dı.

Herkes şenlendi.

“İşte kır inek hakkındaki hikâye başlıyor!”

“Sonu olmayacak.”

“Aynı şeyleri anlatmaktan ne zaman yorulacak ya?”

Dayırabay yetkiliye dönüp:

“Sen büyük bir insansın, uzaktan gelmişsin; eğer izin verirsen şikâyetimi söylemek istiyorum” diye törenle söyledi.

İnsanlar:

“Hey, hey bekle” diye endişelendiler “İlk önce sorularımıza cevap versinler. Nereye sokuluyorsun?”

Dayırabay:

“Tutma, yoldaş! Ne o? Ağzımı kapatmak mı istiyorsun? Acımı anlatmak istiyorum ve acımı paylaşmaya hakkım var. Bu gazete ne hakkında yazıyor, biliyor musun?.. İşte oku!” diye cebinden özentiyle katlanmış gazeteyi çıkardı.

Dayırabay’a sıra beklemeden söz vermek zorunda kaldılar. Eğer düzeni bozduğunu, tartışmaların sorulardan sonra olduğunu Dayırabay'a bir söylesen hiç sürülmemiş bir at gibi teper. Dayırabay, “Kır inek acısı”nı ağır bir taş gibi yüreğinde taşıyor.

“Yoldaş! İnsanlar, yine kır ineği hakkında anlatmaya başladı diye gülüyorlar. Ne diyebilirim?! Kime gülünç geliyorsa gülsün, benim ise hiç gülecek halim yok. Haksızlıklar olduğunda ben susamam. Bunu açık, dürüstçe, bakışlara aldırmadan söylüyorum ve söyleyeceğim. İşte!”

Biri:

“Sadece sözünü kısa kes!” diye somurtarak rica etti.

“Tanrım, söylememe izin verir misiniz? Nerede o söz özgürlüğü? Yetkili yoldaş bunlara sözümü kesmesinler diye söyleyiniz” diye Dayırabay daha çok öfkelendi.

İnsanlar sustular.

“Yoldaş! Ben fakirim. Daha doğrusu rençperim. Dokuz yıl boyunca yalınayak, karnım aç Semyonov'un koyunlarını otlattım. Yalan söylüyorsam burada oturanlar beni düzeltsinler... Sovyet İktidarı gelince ben biraz nefes alabildim. Birkaç hayvanım oldu, başımın üzerinde bir çatı kurabildim. Bütün fakirler gibi yaşamaya başladım: ne daha iyi, ne de daha kötü. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi dokuz yılının başlangıcında bizim Jasibay arkadaşlarıyla 'Hadi traktör kolu oluşturalım' diye teklifler yapıyordu. Tamam, hadi diye razı olduk. Traktör kolu oluşturuldu. Beş tane traktör verdiler bize. Ya bundan önce traktör hiç görmüş müydük ki? Taylar şahlanıp bağdan kurtuluyor, kuyrukları dimdik olan inekler avratları tekmeleyip süt kovalarını deviriyor, ufak hayvanlar ise dağınık bir şekilde bozkıra koşuyor… Yenisi eskisiyle daha uyuşamıyor diye kendi aramızda gülüştük… Traktör kolunda kırk, tarım üretim kooperatifinde de altmış sekiz avlu var, toprak ise bir, ortaktır.  Toprak sürebilmemiz için büyük bir mesafe gerek. Traktörleri Karatomar'dan çalıştırmaya karar verdik. Jaken'in aulu ise ‘Biz kendimiz fakiriz ve memleketimizi kimseye bırakmayız’ diye karşı çıktı. O zaman onlara traktör koluna girmelerini önerdik. Dinlemek bile istemediler, kızdılar… Bu aulda açıkgöz Sadvokas yaşıyor. Galiba halkın kafasını ütülemiş. Biz herhangi bir durumda traktörleri Karatomar'a kadar süre süre götürdük, bu insanlar ise sırıklarla, kalın sopalarla üstümüze geldiler. Fakat aramızda kavga etmek isteyen olmadı. O zaman bu insanlar 'Toprağımızı sürmeye izin vermeyiz!' diye traktörlerin önündeki yere serildiler. Birini yerde sürükleyerek bir yana çekmeye mecbur kaldık. İnanmıyorsanız burada outran Jasibay’a sorun! O komünist, yalan söylemez… Yirmi falan gün traktörler pat pat etti, aşağı yukarı iki yüz hektarlık toprak sürdük. Hazineden eksik olan tohumları aldık. Ektik ve kıs kıs gülmeye başladık. Buğday büyürse tıka basa ekmek yeriz. Buğday ürünü bol oldu. Olgunlaştı. Onu beraber biçtik, öğüttük, saydık. Allah'ım, yedi bin pud oldu! İster inan, ister inanma… Fakir, rüyasında bile öyle bir varlık hiç görmüş müydü acaba! Gördük, fakat elimize hiç bir şey geçmedi. Nedenini size şimdi anlatırım, yoldaş! Yedi bin puddan iki buçuk bin pudu tohum etmek için ayırdılar. Yüzde otuz beşini traktör kolu aldı. Ve kalanını böldükleri zaman herkese on iki pud kaldı. O zaman bize söylediler ki güya Kazakistan'da özel bir kanun varmış. Ona göre tarım üretim kooperatifinin üyesinin yılda yedi puddan fazla almaya hakkı yokmuş. Ne yapılabilir… Yasaya karşı gidemezsin. Buğdayı sattılar, parasını ise Uzakdoğu'daki Kızıl Ordu erlerine yolladılar. Bu tamamen gönülden ettiğimiz bir hediyeydi. Mütevazı emeğimizin bu kadar faydalı olduğuna içten sevindik. Neyse… Diğer baş belâsı istikraz. Yine de cimrilik etmeyip verdiler. İşte buğday bitti. Almak için de para yok. En önemlisi yedek olarak tohumumuz var; sütle bir türlü geçiniriz diye kendimizi avutuyorduk. Tam o zaman tarım üretim kooperatifimize tuhaf şeyler olmaya başladı. Traktör koluna girdiğimizde Jasibay sadece büyükbaş hayvanların ve emeğimizin ortak olacağını temin ediyordu. Birdenbire bölgeden kıvırcık saçlı bir yetkili gelip (ona ‘olağanüstü’ ya da ‘fevkalâde’ bile denirdi) 'Bu tartışılmaz bile! Bundan sonra hem hayvanlar, hem insanlar, hem ev ortak!' diye söyledi. Böylece bir anda hem düvemi hem tosunumu kaybettim… Bütün hayvanları toplumsallaştırdılar mı? Olsun! Fakat ondan sonra bizden tohumlar talep ettiler. ‘Nasıl öyle olur ya?! Biz daha sonbaharda tohumlar hazırlamıştık’ diye halk homurdandı. Yetkili ise önce olduğundan daha çok öfkelendi: 'Hadi tohumları verin!' Sonuçta çok ilginç bir şey oldu. Yoldaş, benim âilem var: ben ve karım. Madem âilen küçük, bir de hayvanların var, bir hektarlık falan toprağın var, demek ki sen vergi ödemelisin: bir ruble yetmiş kapiklik. Neyse… Tohum vergisini bölmeye başladık. Ve benim ödeyeceğim pay küçük âileli olduğum için en büyüğü oldu: yirmi bir pud! Hadi şimdi sıyrıl, Dayırabay! Çevikliğini göstersene! Aktivist olduğunu kanıtla! Para yok, hayvanlar kolektifin adına kaydedilmiş, ona şimdi hiçbir türlü yaklaşamazsın. Karının çeyizi kalıyor sadece: eski, yıpranmış bir halı. Onu satmayı düşündüm, ama karım iğrenç bir sesle bana bağırdı. Ne yapayım? ‘Ya tohumlar nerede kayboldu? Biz kendimiz yedek olsun diye ambarın tahıl bölmesinde iki bin beş yüz pud arıtılmış, seçilmiş tahıl tedarik etmiştik ya’ diye söylüyorum. 'Senin işi değil. Bunlar stok yapmaya harcandı. Bölge öyle karar verdi’ diye bana cevap veriyorlar. Çok üzüldüm. Nasıl öyle olabilir ya? Dürüst bir fakir olmak istiyorsan yirmi bir pud tahıl bulman lâzım. Ben Sovyet İktidarının düşmanı mıyım acaba? Acaba onun iyiliğini istemiyor muyum? Acaba herşeyimi ona vermedim mi?.. O kadar halsizim ki evde kalamıyorum. Bedbaht bir fakirim diye bir fikirden bile kalbim parça parça oluyor. Buna gittim, şuna gittim; dürüst bir insan olduğumu kanıtlamaya çalıştım, ama borç veren hiç yoktu. Bitkin bir halde eve döndüm. Orada da karım bana bağırmaya başladı: 'Evde yiyecek bir şey yok' diyor ' Sen de boş yere dolaşıyorsun…' Tahmin edebilir misiniz! Ben gidip tohumlar arıyorum, avrat ise yemek istiyor. ‘Atını kasaplık hayvanla değiş et!’ diyor ‘Atsız kalmak açlıktan ölmekten yeğdir.’ Asla… Hayattayken kızıl sarı atımdan ayrılmam… Sabah Seit geldi. Ben de kızgın, yüzüm asık oturuyordum. ‘Sözleşme esaslarıyla kır ineğini alıyoruz' diye ifade etti. 'Babanı mı öldürdüm ki kır ineğime göz koydun?!' diye parladım. 'Dilini tut! İnat etmeye başlarsan hemen seni etin stok yapılmasına düşman olarak mahkemeye veririm' diye tehdit etti. 'Başka nerelere verirsin?' diye sordum. Cevap yerine Seit bir kâğıt çıkarıp yazmaya başladı. Belli ki mahkemeden sonra hapishane geliyor. Hapishanenin ne olduğunu ben bir defa gördüm. Daha yirmi beş yaşımda beni oraya, Yesmaganbet at hırsızlığıyla suçlayıp attı ki; ben onun aygırını kaçırmışım… Beni hapishaneye attılar, orada ise ünlü hırsız Koyşigul oturup sıkılıyor. 'A!' diyor 'Sen benim hırsız olduğuma curnal edenlerden birisin. Şimdi, alçak, kendin elime geçtin!’ İşte beni yumruklamaya başladı. O hapishane ve o dayaklar aklıma geldikçe öfke içimde kaynamaya başlıyor ve kendimi tutamıyorum. 'Madem beni mahkemeye vermek istiyorsun, buna nedeninin olması için her şey yaparım!' Ve Seit’i altıma alıp yumruklamaya başladım. Ertesi gün yönetim başkanı iktidar temsilcisine yaptığım cismani hakaret için yayan şekilde bölgeye kadar yürüttü… Soğuk ve rüzgârlıydı. Rüzgâr tam yüze çarpıyordu. Ben yayan, Kusebay ise zayıf doru kurada lagar beygirleydi. Büsbütün bükülüp titriyordu… İşte burada yüzü çopurlu, gösterişsiz oturuyor… O zaman o beni sürükleyerek bölgeye götürüyordu. Ben baştan başa donmuştum. Kusebay’a diyorum: ‘Rastgele aula girip ısınalım.’ Bu inatçı da bazen değişik oluyor. ‘Hayır’ diyor ‘Seni acil teslim etmem için emir var.’ Başımı çevirdim: Kusebay eğilmişti, elinde kısa kamçıdan başka bir şey yoktu. Ona saldırıp eyerden yere yuvarladım. Kendim de kurada lagar beygire atlayıp bütün hızımla gittim… Böylece bölgeye geldim. ‘Hapishane nerede?’ diye rastgele insanlara soruyorum. Herkes gözleri fal taşı gibi açılıp bana bakıyor, bir yana sarsılıyorlardı. Sokakta gidip herhâlde kurumlarda çalışan biri karşıma çıkar diye düşünüyorum. Birdenbire karşımda iri yarı kızıl sarı bir delikanlı göründü. Elinde bir dosya vardı. Onu önceden görmemiştim, ama bir müdür olduğunu hissettim. ‘Efendi!’ diye ona seslendim ‘ Hapishaneniz nerede bulunuyor?’ O başını çevirdi: ‘Ne istiyorsun?’ Hapishaneye yatmaya geldim diye cevap verdim. ‘Nedeni ne? Zenginlerden misiniz? Neden refakatsizsiniz?' 'Ne zengini' diyorum 'En fakirlerden biriyim. Eskiden gayretli aktivist olan Dayırabay'ım, üç numaralı auldan. Yönetim üyesini dövdüm. Yolda da muhafızı attan yere yuvarladım. O yüzden de yalnız geldim.' O, göz kesilerek bana bakıp söyledi: 'Bana gidelim, konuşalım.' Beni bölge komitesine götürüp masa başına oturttu, kendisi de karşımda oturdu. 'Her şeyi en başından anlatınız!' Ben anlatmaya başladım, o ise dinleyip duruyordu ve sözlerimi yazıyordu. 'Neden sürekli sorular soruyor? Sorgu yargıcı mı acaba?' diye düşünüyordum. Fakat biliyorum ki sorgu yargıçlarının sorgulama tarzı farklı. Onlar atalarından başlarlar. Kızıl sarı delikanlı: 'Sizi hapishaneye yatırmak için neden yok. Ben kendim her şeyi kontrol ederim. Evinize dönün!' diye konuşmamızın sonunda söyledi. Sevinçten gülümsedim, cesaret aldım. Kimdir o diye merak ettim. Anlaşıldı ki bölge komitesinin yeni sekreteri. O zaman onunla açık konuşmaya karar verdim. 'Efendim' diyorum 'Yirmi bir pud tahıl beni gece gündüz takip ediyor. Derler ki bu vergiyi teslim etmezsem ben hain, dürüst olmayan bir herif olurum. Ya beni dürüst bir fakir olarak kalma imkânım var mı?' 'Elinizde fazla varsa teslim ediniz. Teslim edeceğiniz bir şey yoksa talep de yok. İşte tüm dürüstlük budur.' Kulaklarıma inanmadım. Oturup gözlerimi kırpıştırıyorum. O zaman yerinden kalktı ve bir gazete bulup bana uzattı. Kızıl sarı sekreter: 'Biri esası olmadan sizden tohum isterse ona bu gazeteyi gösteriniz! Burada SBKP Merkez Komitesi’nin kararı basılmış’ diye söyledi.” 

Dayırabay, sayfalarını hışır hışır karıştırıp ''Sovyet Aulu'' gazetesini açtı:

“İşte o gazete! Ben kendim okuma-yazmada iyi değilim. Fakat buralarda bir yerde onun dedikleri olmalı.”

Dayırabay uzun hikâyesini bitirir bitirmez herkes gürültü yapmaya başladı.

Biri:

“Yetkili yoldaş! Buraya Dayırabay’ı dinlemeye mi yoksa toplantı yapmaya mı geldiniz?” diye isyan etti.

Diğeri:

“Bu türlü hikâyeleri herbirimiz anlatabilir” diye homurdandı.

Üçüncüsü de:

“Ben bütün şikâyetleri bir yana bırakıp toplantıya devam etmemizi teklif ediyorum. Yoksa artık saat geç oldu. Evde hayvanlara bakan yok. Hayvanlar aç, zayıflanmış, çok dikkatli olmamız gerek. Yoksa biz burda boğazlarımızı yırtarken sonuncusu da geberir” diye bağırdı.

Dayırabay kudurarak kalktı, fakat çoğunluk bağırarak sesini bastırabildi. Sorulara döndüler.

Biri:

“Tarım üretim kooperatifinden çıkılabilir mi?” diye sordu.

“Çıkılabilir.”

“Öyleyse ben çıkıyorum.”

“Sebebi?”

“Sebebi şudur” diye soru soran ileri çıktı “Dayırabay'ın başına gelenler bana da tanıdık. Bu nasıl bir düzen?! Kendi varlığına hakkın yok! Bu yıl kendime bir kürk diktirdim, fakat onu giymeye fırsatım olmadı. Bizde Kayranbay diye biri var. Bir gün kürkümü benden istedi. Ver de bölgeye gideyim diye söyledi. Kürkümü giydi ve geri vermeyi bile düşünmüyordu. Sordum: 'Sen neden kürkümü geri vermiyorsun?' O da bana havalandı: 'Sus! Yoksa bundan sonra bütün varlıkların ortak olduğunu bilmiyor musun?!' Kürk umrumda da değil. Fakat alaca bir tayım vardı. O kadar uslu, o kadar tatlı. Dedem bile dirilseydi onu asla kesmezdim. Soylu bir taydı. Güzel bir atım olacak diye hayal ediyordum… Günlerden bir gün karım sokaktan koşup: ‘Tayımızı götürüyorlar’ diye feryat ediyor. Sokağa atıldım, yönetim başkanının insanlarının karşılarına çıktım. ‘Hey!’ diyorum ‘Hiç yoktan yabancının ahırından hayvanını alıp götürmeye nasıl cesaret ediyorsunuz?’ ‘Senin hayvanın değil, amca, kolhozun. Fakirlerin eti olsun diye tayı kesmek istiyoruz’ diye itiraz ediyorlar. Ben donakaldım. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Tay ise ölümü hissediyor gibi acıklı acıklı kişniyor. Kısrak annesi de kişneyip ahır bölmesinden çağırıyor. Ben tayı insandan daha çok seviyordum, özenle bakıyordum. Et yemek istememe rağmen acıyordum, kesmiyordum. Halimi herkes biliyor. Geçen yıl sekiz baş vardı. Ya şimdi ne kadar?! Sonbaharda kesmek amacıyla bir Rus'tan kurada lagar bir beygir aldım. Şimdi etsiz kaldık. Kısa zaman önce iki ineğimiz yavruladı. İşte süt ürünleriyle kanıklanıyoruz. Tabii ki buna sahip olmayan fakirler de var. Ben onu inkâr etmiyorum. Aranırsa öyle insanlar da bulunur. Fakat alaca tayın eti fakirlerin payına mı düştü? Onu aylaklar ve sefihler zıkkımlanmışlar. Diğerleri didinip alın terleriyle yiyecek bir şeyler elde ettikçe onlar aullarda sürtmeye alışıklar…”

Yanında oturan biri:

“Onlar kimler? İsimlerini sayabilir misin?” diye sordu.

“Neden sayamam ki? Sayabilirim. Meselâ Erjakip. Haylaz değil mi o acaba? Hiç çalıştı mı? Nal bükebilecek kadar iri yarı bir yiğit. Yazın çalışırsa üç kişi besleyemez mi?! İşte onun gibilere baskı yapmak gerek!.. O yüzden ben tarım üretim kooperatifinden çıkıyorum.”

Kısa boylu biri:

“Yetkili yoldaş! Gazetede şöyle yazılmış ki tarım üretim kooperatifine zorla getirilenler şimdi istekleriyle çıkabilirler. Siz bu kararı takip edecek misiniz?”

“Tabii ki.”

“Orta köylüler giderlerse onları cezalandırmayacak mısınız?”

“Hayır.”

“Öyleyse ben tarım üretim kooperatifinden çıkarım. Sadece nedenini sormayın! Söylemeyeceğim.”

Toplananlar:

“Hayır, hayır! Anlatsın!” diye talep ettiler.

“Yoldaşlar! İnsanı zorlamak doğru bir şey değil. Sovyet yasası öyle! Beni de zorlamaya hakkınız yok…”

Jasibay:

“Tarım üretim kooperatifinden çıkma nedenini ben söyleyebilirim” diye ayağa kalktı.

“Ne dersiniz? Söylesin mi?!”

“Söylesin!”

“Hayır, Jasibay olmaz, o kendisi cevap versin.”

“Söyle, Jasibay!”

Uzun çekişmelerden ve hayhuylardan sonra Jasibay’a söz verdiler.

“Yoldaşlar! Ben en başından anlatıyorum. – Jasibay’ın burnunun ucu terledi – Bu vatandaşın adı Aysari. Babası Janbura’ydı. İhtiyarlar derler ki Janbura yönetici olduğunda kimseye gık dedirtmezdi.”

“Onun babasıyla ne işin var?!”

“Nerede Jasibay, orada hırıltı!”

“Jasibay hesaplaşıyor, intikam alıyor” diye sesler duyuldu.

“Hayır, yoldaşlar, intikam almıyorum. Olduğu gibi diyorum. Janbura'yı, elbette, tanımazdım, fakat Aysari'yi biliyorum. Biliyorum ki Nikolay zamanında o, altı yıl boyunca aul başı oldu. Biliyorum ki rüşvet alırdı. Ve bir ben değil, hepiniz bunu biliyorsunuz… Ona beslediğiniz güveninizi mazur gösterdi mi? Atasözüne göre bütün yılkıyı bozan gri at o değil mi acaba? Acaba evinde gizli toplantılar yapmıyor mu? Acaba bütün auldan dedikodular söylentiler toplamıyor mu?”

Aysari yerinden atladı:

“Yoldaş! İzninizle bir şey söyleyeyim… Bu Jasibay'ın ilk saldırısı değil. Artık on yıldır beni aşağılamaya çalışıyor. Fakat Allah şimdiye kadar beni koruyor. Ve umarım öyle de ölüme kadar yaşarım. Anlaşılıyor ki parti tarım üretim kooperatifinde olmayı gönüllü bir şey sayıyor. Öyleyse ben gidiyorum. Hoşçakalın!”

Ve Aysari kapıya doğru yürüdü.

Jasibay:

“İyi ki kendi isteğinle gidiyorsun, yoksa herhangi bir durumda kovacaktık” diye arkasından söyledi.

Umirzak:

“Jasibay aynı şeyi hepimize söyler!” diye homurdandı.

“İş işten geçmeden ben de gideyim.”

Jauke:

“Ben de gideyim” diye yerinden kalktı.

Birbirleriyle dalaşıp, kapışıp arka arkaya gitmeye başladılar. Öyle bir gürültü yükseldi ki hiç bir şey anlaşılmıyordu. Toplantı başkanı İristi'nin ağzı şaşkınlıktan açık kalmıştı.

“Hey, hey, bu ne ya?” diye sadece mırıldanıp duruyordu.

Tarım üretim kooperatifinin telâşlı üyeleri biribirlerini arkalarından sürükleyip evlerine dağıldılar. Altmış sekiz insandan sadece yirmisi kaldı. Şimdi Jasibay'ın sadece burnunun ucu ter kaplı değildi; ter artık şakaklarından aşağı akıyordu. Kalanlardan sekizi parti üyesi, dokuzu komsomoldu. Bundan anlaşılıyor ki ne parti zümresi, ne de komsomol zümresi çoğunluğu etkilemediler mi?..

Jasibay:

“Nasıl öyle oldu ya?” diye cidden endişelendi.

Dutbay:

“Çok kolay! Bütün bunları Aysari ve Sadvokas tezgâhladılar. Halkın kafasını zehirlediler” diye cevap verdi.

Yetkili sesini yükseltti:

“Ya siz neredeydiniz?Siz niye aydınlatmadınız? Neden fakirleri bile elinizden kaçırdınız? Yoksa bir Aysari sizden daha mı nüfuzlu?!”

Jasibay:

“Boşuna siz bizimle öyle konuşuyorsunuz” diye yüzünün terini sildi “İyi bir kolektifimiz vardı. Fakirler arasında da iyi bir itibarımız vardı. Fakat son kampanya dehşetli bir zarar verdi, güveni mahvetti. Bütün fakirlerin başına belâ oldu. Ve bu, bölgenin suçu! Her şeyde siz: yetkililer ve aktivist bozuntuları suçlusunuz!”

Jasibay keskin bir sesle ve öfkeyle daha güçlenmemiş tarım üretim kooperatiflerinde son zamanlar yapılan aşırılık ve kanunsuzluklar hakkında konuşuyordu…

Dayırabay saçları karışmış, telâşlı bir halde girip:

“Hey! Ne diye oturuyorsunuz?!” diye söyledi.

“Ne oldu ki?”

“Sizce ne olabilir! Sadvokas ve Aysari halkı kışkırtıyorlar, tarım üretim kooperatifinden çıkmaya tahrik ediyorlar.”

“Bu karışık duruma ilk başlatan sen oldun, fesatçı! Yoksa Aysari’nin ne otoritesi olabilirdi ki?!”

“Bırak, Jasibay! İftira atma bana!”

“Dayırabay kırıldı. Ya ben ne söylüyorum? Yönetim başkanının yaptığı kanunsuzlukları söylüyorum. Ve bundan sonra da söyleyeceğim!.. Bölge komitesinde de söyleyeceğim! Acaba ben bir defa bile tarım üretim kooperatifinden çıkmamı ima ettim mi? Ne diye?! Kovarsan bile tarım üretim kooperatifinden çıkmak yok!.. Ya o Tinibay nerede? O da mı isyan ediyor?!”

Dayırabay girdiği gibi hızlı çıktı.

…Halk gürültü yapmaya devam ediyor. Bazıları çıkıyorlar, bazıları giriyorlar. Dört dönüp bar bar bağırıyorlar, dürtüşüyorlar. Birdenbire yine sıralara çıkacak kadar kalabalık oldu.

Dayırabay:

“Yetkili yoldaş! Başka kim gelmeli? Herkes burada. Ben şikâyetlerimin bir parçasını söyledim ve içimi döktüm artık. Kalanı bölge komitesinde söylerim. İşinize devam ediniz! Altmış sekiz âileden ellisi burada. Sanırım bir kolhoz için az değil. Biz dinliyoruz. Konuşunuz!” diye gülümsedi.

Aliş kendini tutamayıp:

“Bundan başlamalıydın, fitneci!” diye söyledi.

“Vah vah, Aleke, hakkımda kuşkuların mı vardı? Sence ben fakirlerden kopup Aysari’nin peşinden mi giderim? E, hayır! Beni partiden koparamazsın!”

Dayırabay biraz düşündükten sonra söyledi:

“Yetkili yoldaş! Eğer ben partiye girmek istersem beni kabul ederler mi?”

“Tam sizin gibiler kabul edilmeli.”

“Öyleyse ben partiye giriyorum! Hey, Jasibay, beni listene ekle! Şöyle yazsana: 1 Nisan 1930'dan beri Dayırabay komünisttir.”

Herkes beraber gülüştü.

Yetkili ayağa kalkıp tarım üretim kooperatifinin yeni tüzüğünü okumaya başladı.


 

1930

Көп оқылғандар