İlk ders
-Hey, susar misin, nihayet!?-Minaydar başını kaldırdı. -Yeter, diyorum... Niye iftira söylüyorsun!?
-İftira! Ne söylesem bile, her şey iftiraymış... kendini zorlayarak eşi mırıldandı.
Marjankul susunca, Minaydar da sakinleşti. Bir süre o sessiz kaldı, daha sonra barıştırıcı söyledi:
-Herhangi bir geveze dinliyorsun, onun için ben kızgınım. Bu yüzden kavga etmeye nedeni görmüyorum. Ben tek başına değil, herkes oraya gidiyor.
Bu sözlerden sonra Minaydar tamamiyle sakinleşti. Bunu sezerek, Marjankul oldukça yumuşadı. Alışkanlıkla, bir yün parçası oynatarak, o, yüreğinde var olduğunu tümü söyledi.
-Hepsi oraya gittiğini doğrudur. Ve ben karşı çıkmıyorum. Fakat, Sarı anası evinde topladığınız için, beni kızdırıyor. Sanki köyde başka ev yoktur...Bunu düşündüğüm zaman içim yanıyor. İşte o, Sarı anası şöyle söylüyormuş: "Benim rahmetli kocam Hocalık kabilesinden idi.Ve emengerlik* geleneğine göre, ben sadece, onun akrabasından birine evleneceğim. Diğer çentik dişli olanlarının tarafına bakmak bile istemiyorum ". Ve şu anda seni gözleriyle yiyor. Sana uzun uzun bakıyor... İşte ben bu yüzünden rahatsız oluyorum...
Minaydar yan yatarken,çentik dişleri göstererek, yüksek sesle güldü.
-Eyvah, cadı-kadın! Ancak dün bana: "Nereye sen, dişsiz moruk, gidiyorsun?", demişsin. Bugün ise başka şarkı okuyorsun...
-Dedim, ama bu sözlerde önemi yok. Dün, kömür almak için kayınpedere uğradım, orada konuşanlar vardı. Kulak misafir oldu. Ne hakkında konuşuyorlar, merak etmiştim. Lafazan kayınbirader alaycı diyor: "Minaydar'da dişleri dökülüyor. Ona eğitim görmek için tam zamanı." Bunu duyunca ben kızdım...
Simdi Marjankul da güldü.
Karı-koca son tartışmayı unuttular, ve hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladılar. Diğer şeyler arasında da, çiftlik hakkında konuştular: hem de, tüm yaz devamında çalışan, bayağı yıpranmış olan ve bir şeye yaramaz haline gelen, biricik at hakkında söz ettiler; hem de, buzağı yerine takas edilen, koyun eti sona erdiğini aklına getirdiler. Ayrıca Marjankul, un bittiğini ve bugün çaydanlığına son tutam çay yaprakları attığını, söyledi. Sonra Minaydar yarın şehre gidip gitmeye karar verdi.
-Ya derse ne olacak?
-Eyvah, gerçekten! Ne yapmalı?- Minaydar şaşkın karısına baktı.
-Sen şehre gidip gelince, senin yerine ben derslere katılacağım,- gülümsedi Marjankul.
-Olmaz
-Ne için?
-Kadınları ayrı olarak öğretilir.
-Neden kadınları her zaman ayrı tutuyorlar? Eğer biz birlikte öğreneceğiz, biz kimseyi yiyemeyeceğiz! Her zaman bizi mağdur duruma bırakıyorlar...- Marjankul itiraz etti.
Minaydar tekrar kahkahaya düştü.
-Ha, serbestlik hakkında hatırladın? Serbestlik farklı oluyor, sevgilim. Serbestlik - kadın milletine itaatkar olmamak anlamında gelmez.
-Acaba, okumak- itaatkar olmamak, demektir? O zaman, sana da okumaya değmez.
-Sen ne diyorsun! Biz-erkeğiz.
-Ya kadının suçu ne?
-Kadın olması- suçtur. Tanrı onu yaratma zamanı beri aşağılanmış. Ve erkek ile eşit olmaya teşebbüs göstermek- büyük bir günahtır.
-Hey, hayatım, bırak şunu! Tüm bunlar uydurmalar. Sen, son seçimlerde gözlüklü temsilcisi ne söylediğini unuttun mu, yoksa?
-E-e-e, ne demiş?
-Erkek ve kadın eşit haklara sahip olduğunu, demişti. Ve biz, siz gibi, çalışabiliriz.
-Hem de, çalışmak için eşitsiniz?.. Ben yazda tırpanla samanı biçtiği zaman, sen benim ardından tırmıkla toplamaya ancak yetişiyordun, hatırlıyor musun?
-Sen kendi gücüyle övünme. Erkekler daha güçlü olduğunu, biliyoruz...Gözlüklü o vakit, kadın, erkek gibi, hatta aulnay* olabilir, söyledi
-İstediğini anlaşıldı! Siz Köy Kurulu nasıl idare edebileceksiniz,ben çok görmek ister idim.
-Ne olmuş yani? Ben, aptal Nesipbay'dan daha kötü olduğunu, düşünüyorsun? Zavallı, iki kelime bir araya getirip olamıyor, ama o - aulnay!
-Pekala! Önümüzdeki seçimde seni aulnay olarak seçeceğim. Şimdi ise, kalk da çay demle.
Minaydar, başıyla duvara dürterek, memnuniyetle gerindi. Marjankul iplik kaldırdı ve kazan ile sobaya gitti. Uzun demir maşa ile külü dağıttı, öksü çıkardı, üzerine ahşap yongalar koydu, ve alev üflemeye başladı. Küller, bir bulut gibi, tavana yükseldi.
Minaydar pencereye el uzattı ve pencere kenarından gri kapağı ile bir kitap aldı. Bu birinci sınıf için ders kitabı idi. Okuma- yazma öğretmek için, yakında, ilçe merkezinden bir öğretmen geldi ve köyde bir okul düzenledi. Minaydar da kayıt olundu. O şimdi otuz dört yaşında. Geçenlerde, onun iki ön dişi düştü ve bu nedeniyle, konuşma zamanında dil görünüyordu. Minaydar okula gittiğimde, akranlar güldüler:
-Tam zamanı. Tüm dişler düşünceye dek, sen okuma- yazma çözeceksin.
Minaydar, onların alaylara fazla önem vermiyordu. Yavaş yavaş o karısının da direnci halletti. Bütün onun düşünceler tek bir hedefe ulaşırdı: okumak ve imzalamak edebilmektir.
- İşte, tek babamı suçlamak kalıyor. Keşke o beni çocukluk çağında öğretseydi, şimdi okumaya ve yazmaya diğerlerinden beter değildim. O zaman oturup evrakları bakar edim,- hayal kurup, o defalarca demişti.
O birinci sayfa açtı ve kitaba daldı. Harfleri büyük, iri. Ayrı ayrı onları hepsini bilir, ama birleştirmek - çok zor. Ve yine de, kekeleme ve hata yaparak, büyük zorlukla o ilk sayfayı becerdi. Şimdi o onu tekrar okumaya başladı. İlk önce o harfler tek tek okudu, sonra heceler telaffuz etmişti. Uzatarak, yüksek sesle o "az" kelime seslendirdi, ve şuan sobayı yakmaya çalışan Marjankul ona döndü ve şaşkınlıkla sordu:
-Neyi az?Ahşap yongalar mı?
-Toz ol,be! -Minaydar güldü ve diğer tarafa döndü.
Her akşam yemeğinden sonra, Minaydar, alışkanlıktan, gri kapağı ile kitabı eline alıyordu. Lambayı yakınlaştırıp, gözleri kırpıştırarak ve gülümserek, okumaya başlıyordu. Okuma- yazma kurslar üçüncü ay devam ediyordu. İri harfler o çoktan benimsedi ve kolayca birleştiriyordu, ama ince harfleri hala karıştırıyordu.
Marjankul kapkacak ve semaver kaldırılmasından sonra, her zamanki gibi, kocası yanında yerleşmişti. O, defteri kitap üzerine koydu, ve küreğine alışmış olan, kaba ve nasırlı parmakla, kurşun kalemi alıp, beceriksizce, eğri kocaman harfler yazmaya başladı.
-Bu ne? Yine kendi adını çiziyorsun?
-İşte, bak; çıkıyor- ‘’Minaydar Dosakaev’’,- hoşnut gülümsedi Minaydar.
-Onlardan babasının ismi hangisi?
-Bu aşağıdaki...
Marjankul uzun süre harflere baktı ve aniden sordu:
- Hadi, benim adımı yaz.
Minaydar, ağır horlayarak, karısının adını çizdi. İsmi, neredeyse, sayfanın yarısını aldı.
- Kurşun kalemi versene. Ben deneyeceğim, belki de olacak. O karnı üzerine uzandı ve özenle harfleri yazmaya başladı.
-Ah, "M" harfinde bu sopa fazla çıktı. Aslında, sopa değil- bu bir kargacık burgacık yazı.
- Evet! -biraz kızardı Marjankul. Sende de aynı.
Onların başları bir birine dokunuyorlardı. Minaydar aniden döndü ve eşi yanağından öptü.
-İşte, başlıyor...- ciddiyetle mırıldandı Marjankul ve gülümsedi.- Ben iş ile meşgulken yaltaklanmaya yapmasaydın, bari.
... Zamanı yarı geceye yaklaştı. Bütün evlerde ışıklar söndü, köy uyuyordu, sadece Minaydar evinde lamba loş yanıyordu. Karı koca sırasıyla, gri ciltli ders kitabı alıyorlardı, ve merakla, harf-harfiyla eğitim alıyorlardı. Yıpranmış kitabındaki büyük baskılı harfler şen gülümsüyorlardı, göz kırpıştırıyorlardı, sanki, bu Kazak bozkırında öyle iki çalışkan öğrenci var olduğuna, seviniyorlardı.
1928
*emengerlik- levirat, kocası ölen kadının kayın biraderiyle evlenmesi öngören yasa
* aulnay-köy muhtarı.