Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MAİLİN  Beyimbet, "Sarışın Çizgili Manto"

25.11.2013 1467

MAİLİN  Beyimbet, "Sarışın Çizgili Manto"

Негізгі тіл: ''Sarışın Çizgili Manto''

Бастапқы авторы: MAİLİN Beyimbet

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Sarışın Çizgili Manto

 

            Gün kapanıp ortalık tam savruldu... Step solup otlar sararıp kurudu. Pis veya bulut yer üstünde asılı kaldı – ve bu içi kararmış kapanık içinden tüm donuk, kayağan görünüyordu – hem sayısız kalabalık hem kendi sınırsız uzaklık. Bu ne? Sürü mü? İnsanlar yoksa? Kalabalık dökülmüş gibi sarsıldı. Harın iğdiş atlarından bir sürüsü  ayrıldığı zaman  öyle olur. ‘Bu ne olabilir acaba?’ – Şermek düşünüp atı kamçılayarak Kendjebay küçük tepe tarafına dörtnala koştu.

            Gürledi... Ve toprak titredi. Şimşek sert çaktı. Kalabalık sallanıp homurdanıp uğuldamaya başladı. Uğultu yükselerek atılıp gökyüzüne çıkıp, şangırtıdan kulak dayanılmaz çınladı, kulak davulu patlıyor üzere gibi görünüyordu. Şermek dizginleri çekip atı tuttu. Yüreği hızlı hızlı attı, karışık korkuya kapıldı. Gök şimdi yıkılıp onun sıkıştırdığını duyar gibi oldu. Bağırmaya çalıştı ama sesi yoktu... Onun altında atı kuşkulanıp sonra bir tarafa korka korka ürktü, koşmaya başladı ve atlı ellerini hantalla açarak tekme zayıflatıp zemin üzerine eyerle ve at teçhizatla beraber düştü...

-          Tut onu!.. Bırakma!..

Pis çiğlıktan silkinip başını kaldırdı. Kara sis tüm Dünya kapladı... Şermek tıkanıp yüreği boğazına hoplayıp tüm bedeni titreme aldı. Birinin demir tırnakları sağ elime, dirseğim biraz aşağıya sıkıca yakaladı. Kurtulmaz, el kesse...

Çevrede kudurup, öfkesinden, şiddetli, kin, garez fıkır fıkır kaynıyordu...   

-          Tanrım! İnsanlar... bize acı!..

-          Merhamet bekleme!.. İntikam, intikam!.. – kötü kalpli, muzaffer sesler gürlüyordu.

Bir yerden, uzaklıktan veya ifrit kesilmiş kalabalık ayaklarının altından zayıf inleme duyuldu. Şermek’i delip yüreğine acı çaktı. Babasının sesi tanıyıp kendisi görüverdi. Yerde, insan ayaklarının önünde, karnı inip inip kalkıyarak sanki taze mezarda tümsek gibi Seypen yattı.

-          Şermekjan, insan değilim artık! Görüyor musun, karnım söküldü...

Şermek son güçleri toplayıp babasına fırlayıp ama o anda gözlerinin önünde kılıç vahim parladı. Şermek korkuyup geri keskin çekiliverdi, ensesi bir serte çarpıp acıdan bağırdı.

-          Oyba-a-ay!.. (Kazak bir haykırış)

Kendi bağırtıdan uyandı... Yastık buruşuktu, karyola demir arkalığa başı çarptı ve başı şimdi uğuldayıp şafakları attı.

            Yarı karanlık duruyordu. Penceleri zor ayırt edebilirdi. Şermek karyolada kendi odasında yatıyordu. Tümüyle tere batıp kendi kırıldığını hissediyordu. Başka yana çevirdiği isteyip ama karyola altında sallamaya başlayıp umutsuz umutsuz gıcırdayıp ya hafif sakinleşmiş yüreği küçük titremeyle yine çarpmaya başladı.

            Uykuya dalmış kendi adeta hissetmeden ve hiç bir şey düşünmeden daha bir zaman biraz yatıyordu. Nihayet sonra kesinlikle uyanıp uykusu hatırlamaya başladı. Önünden son günlerin olayları ardınca çekiyordu. Daha fazla hatırladıkça daha net hissediyordu: şakaklar acımasızca daralıp kara bulutlar başının üzerinde daha alçak iniyordu. Şermek öyle olaylarda olacağı, başı duvara tam vurduğu zaman iki yol ağzında birdenbire olacağı hiç bir zaman düşünmedi. Her zaman kısmeti ve şanslıydi ve tüm Dünyada en mutlu insanların olduğunu dipsiz değil düşünüyordu...

            Şermek, daha birkaç gün önce iki pencere ve karyola ile bu rahat oda yer cenneti görünüyordu. Yatağıya sere serpe uzanarak  kendi geçmiş hayatı göz gezdirerek yaşamış yaşlarında daha kısa değil doğrusunda, canı sıkılma veya üzüntüyle onlara hatırına geldiği daha bir gün olmadığı o zamanda sonuca vardı. Ana karnından çıkınca hem kaygı hem acı olmadığı dünya, tüm dört taraftan onu başarı tuttuğu, o aynı tatlı konuşulan dünyaya düştü. Varlıklı soydan dip sürgünüydü, ilçebayın, ünlü at yetiştirmecinin oğluydu. Rus okullarında okuyup parlak düğmelerle dar zarif elbise giyiyordu. Ya sonra tüm çevrildi. Ama o zamanda mutluluk Şermek’ten de bırakmadı, tam tersine daha fazla kısmeti açılmaya başladı: azılı ve seçkin miliyetçi olarak çalışmaya başladı. Her yerlerde onu sıcaklıkla selamlayıp hiç kimse itiraz etmesine cesaret etmezdi... Biraz sonra, Sovyet iktidarı sıkılıştığında, aullarda Şermek’in iktidarı bitirip fazla çıkarmadığı söylentiler dolaştı. Ama taslağı kahinler hesapları yanlış çıktılar. Dedikodu söndü ya o Sovyet işine geçip muhit yapıp onların yardımla partiye sızdı... Ve bu zamana kadar bütün yavaş-barış oldu. Rüzgar gibi becerekli, çevik ve kararsızdı. Sağdan yoksa soldan dolaşmaya başlardı. Arkadaşlarından başka ona emrenirdi bile. ‘Ne Şermek ya! – konuşulurdu. – Hiç şeytan ona tutmaz.’

            Bügün ise Şermek, onun bağlı ruhları birdenbire bıraktıkları bahsı-şamana yaklaştı. Sanki onuna biri gözetleyip hemen onun sert güveni almış gibi, göklere çıkarmış mutluluğu almış. Dün odası öyle güzel ve süslenmiş kuytu cennet köşesi görünürdü, bügün ise hazırlanan onu canlı yuttuğu ejderna yutak boşluğu gibi ışıl ışıl parladı. Kara gözlü esnek güzel kız bile, onun sevinci, bal ve gece tatlı rüyaların şafağını kukla gibi donuklaşıp cansız ve vurdumduymaz haline geldi. Ya her zaman hiç bir şeyle aldatmış yüreği çırpınmalı ve acıyla vururdu. Ve boğaza boğucu bir şey düğümlenirdi.

‘Ne yapsam? Babam nasıl kurtaracağım?’ – Şermek kendisine tekrar tekrar soruyordu. Dudaklarını ısırarak, hem derişemeden hem zihnini toparlayamadan , ne yapacağını bilmeden öyle yatıyordu. Kötü zamanlar yaklaşırdı. Kanunlara, şerefe, vicdana el sallayıp beladen akrabalar çıkarmak zorunda kalırdı. Yoksa ölüm...  

Sadece şimdi, bu kararı verdiğinde karışıklık başında yatıldı. Karyoladan atlayıp masa lambası açtı. Acele davrandığı gereklilik düşüncesi onu kamçılayıp tüm bedeni belirsiz şiddetleyi doldururdu. Gözlerini öfkeli öfkeli kısıp, elmacıklar keskinleşip, ağız köşeleri sinirli sinirli titriyordu. Sonra öfke insafına bırakıp avurtları şişirdi. Kelimeler ve düşünceler onun içinde taşkında su gibi kaynıyordu. Yazı masasının önüne oturup kalem aldı. ‘Babam!’ – kağıtın üst köşesinde yazıp bu satırın altı çizip ya sonra kağıttan adeta elinden almadan çala kalem yazmaya başladı...

Öğlede Tasıbay tepesinden üç atlı iniyordu. İngin yerde, nehrin tam kıyısında bir aul yerleşti. Çadırlar düz sırada duruyordu, üstlerinden eğri mavimsi kır duman akıyordu. Refah içinde yaşayan auldu: çoğul insandan ve sığırdan gözlerde karıştırıyordu.

Evet, yoğun otlamada sığırların haddi hesabı yoktu! Yamaçtan suvata inek sürüsü çekiyordu; burası orası koyun sürüsü geziyordu; nehirden yukarı kesime savaş süvari ve sel gibi at sürüsü çok hızlı gidiyordu; toynakların altından toz kıvrılıp bulut olarak sövelerin üstünden kalkıyordu; taylar ve toklu taylar yaramaz çocuklar gibi tepeşip oynaşıyordu. İki at çobanı yanında akağaç kurukları (imikle uzun sırık, daha eyerlemeyen atların av için aleti) yanyana koşup sert biçimde harın aptallara, yaramaz üç yaşlık kısraklara arada bir bağırıp genç iğdiş atları at sürüsünden dağılıp ayrılmamak izin veriyordu...

-          Sen ne dersen de ama step güzelliği bu sığırdır! Alimbay auluna, güçlü ve şandayken bakmak hoştu. Ya şimdi? Sığırları kaybetti ve güzel biçimi hiç yok... Kıtlık ve sefalet...

Tepeden inen atlardan biri – kara yüzlü, kestirmiş sakalla – başını mahzun mahzun sallayıp nefes aldı.

Kojan adıydı ve böyle açıkgözü, girgin kurnazı ve lafazanı genç yaşlardan beri bayların (bay – zengin adamı) yanında bulunan daha aramak lazım. İçinde ise, koyu kırmızımsı rahvan atın üstünde Seypen -  kendi bay gidiyordu – çiçek boruğu, pas rengi almış, sıkı karnıyla ihtiyarı. Bu onun çadırları güneşin altında ışıldayıp parlıyordu. Bu onun sayısız sürüsü sınırsız otlamalarda otlıyordu.

Seypen susup rahvan atı kamçıyı alışılmış kamçılıyordu. Eskiden kendi kocaman zenginliğini  görmemiş gibi, sadece ona dikkat etmiyordu.

Bügün ise bütün bunlar bay bolluktan bakmayamıyordu, daha fazla baktıkça yüreğinde daha zordu. Belirsiz, anlaşılmaz endişe onu kaplayıp bileyip canı kemiriyordu. Zor nefes aldı.

-          Ah! Kojan, Kojan... Karışık zamanı geldi.

Eyerde sallanıp ravhan atı büyük gövdenin ağırlık altından sallanmaya başlayıp yolunu şaşırdı. Seypen dizginlerini hırçın hırçın çekip atını kamçıyı kamçıladı.

-          Haklısınız: kötü zamanlar geldi, - Kojan bay sözleri yaygınlaştırdı. 

-          – Halk bozuldu. Herkes pişletmeye çalışıyor. Yaşlılara ve atalara ne saygı ne hürmeti var. Hem de ne iyi bekleyebilir eğer Daykar’ın oğlu şimdi kendi başkan olarak çaışıp insanları yönetiyorsa? Bir şey olursa hemen ağzı açar, alçak be. İşte, sizin Şermek de particidir. Aula geliyorken orada kimsesine dokunmayıp hiç bir şeye kusur bulmayıp, tam tersine eşit gibi şaka edip gülüyor...

Deyip hüzünlendi, aullarda ne kadar endişeli olduğu, birleşmiş yoksullar ne gürültü ettikleri, mahçup olmadan onun gözlerine bay aşağı, asalağı adlandırdıkları galiba hatırlamış. Bilhassa Daykar’ın oğlu onuna diş biliyor – Sultan. Hayatını dayanılmaz etti. Kojan bu zamana kadar dayanıyordu. Çiçek bozuğu ihtiyarı ona güvenli dayanaktır. Bir daha galiba, dostu belada bırakmaz. Geçmiş yılda Sultan açıkgözleriyle Kojan’ı rüşvete hapsetmeye çalıştı ama çiçek bozuğu ihtiyarı bir kez şehire gidince iş hemen sönüverdi. Kojan şimdi Seypen’e kendi velinimete teşekkürle bakıp içinden geçirdi: ihtiyar, daha çok yaş. Seypen şapkasını alnına kadsare keçe çekip susuyordu. Onun ağır çenesi döküldü. Düşünüyordu.

Küçük tepe yamaçlarından gidiyorlardı. Onların önünden sürüsü hızla geçti. Uzun zinciri stepten uzandı. Seypen yanına at çobanı çağırdı.

-          Canım, dikkat et, - dedi. – Çünkü denir ki burada kurtlar ve hırsızlar var. Gece gözünü dört aç. Gün ise uyuyarak alır.

-          Ama geceleri nasıl uyumayabilirim? – genç sert at çobanı öfkelendi. – Yakında böyle geberebilir.

Atının iki yanımnda topuklarını vurup önünden çok hızlı geçti.

-          Bu pis köpeğe bak! – Kojan arkadan bakarak öfkelendi.

-          Ne yaparsın? – Seypen uysalca farketip aul tarafına atı bıraktı. – Hikmeti Huda...

Bay kendi çadırına girmişken Jam baybişe - büyük karı, akşam sağmadan sonra kısrak sütü büyük parlamış tuluma aktarıyordu. Tutkış – onların işçisi karmaçla taze maya kımızı karıştırmaya hazırlıyordu.

-          Şermakjan’dan mektup var. – baybişe bildirip cebine elini soktu. – Postacı şehirden gelip sadece sana vermediği emretti... Şu, oku...

Seypen ilk satırlar okuyunca çatılıp sarardı. Ya ortaya okuyup mektup elinden düşürüp yanakları çekmeye başlayıp ağlamaya başladı.

            ...Büyük çok kanatlı çadırda yarı karanlıktı. Eşikten onur yere kadar balyalar yığıldı, desenle sandıklar, dürmüş pahalı halılar ve çeşitli mücevherler. Ortasında ise havlı kıllı halıda, sermil keçe halı üstünden, bay Seypen, oğlunun haberinden şaşkın ve kalıp gibi bacaklarını uzatmış ve iki elini bastırarak oturuyordu. Başı bağrına düşüp sakalın üstünde yaşlar süzüyordu. Bu anda onun nerede ve onunla ne olduğunu hiç bir şey anlamayıp düşünmüyordu. Onun içinde birdenbire parlamış dehşet verici ateşi onun yattığını sadece hissediyordu...

-          Tanrım!.. Neyin var?! – Jamal-baybişe dehşete düştü.

-          Karım, sonra! Bu kadar... – Seypen ağlama içinden zorla dedi.

Öğle yemeğine haber bütün aulda dolandı. Birbirlerine onu anlatıp ağızdan ağıza yayıp daha fazla acayıp siluet ediniyordu.

-          Şimdi aullara müfrezeler basacakları diyormuş...

-          Tüm sığır alınacakları diyormuş...

-          Daha da kızlara vergi verilecekleri diyormuş...

-          Tursun diyor: baya gidip onun baybişe ağlamış oturuyor. ‘İstediğiniz kadar kımız iç, diyor. Yine de düşmanlara olur...

-          Çömertlik sebebi ne? Hiç inanmam.

-          Jamal tulumla kucak kucağa da geberir...

Benzer söylentiler her evin üstünden dallanıp büyüyerek sürünüyordu. Kuyuların yanında kıvrak karılar, ocak yanında yaşlı adamlar ve kadınlar farklı tarzda yorumluyordu. Ama tüm yorumlayış yüzyeseldi, beklenmedik haberin özüsüne derinliğine hiç kimse girmezdi.

Tüm aulda söylentilere ve boş koşuşmaya hiç kayıtsız bir insan vardı – Kuandık. Genellikle çadır girişinin yanında, yarı alev çıkarmadan yanmış kil keçenin üstünde bacaklarını çaprarlayarak oturup sabahtan akşama kadar keseri vura vura bir şey yapıp, odundan bir şey kesip, nasırlaşmış güdük manto, hem de onun üstünde alışılmış kabarıyordu. Bügün o da açıkça telaşa düşürmüştü. Keser beldeyin (çadır çevreleyen kıl kement) arkasına sokup, sanki bir yere acele iş için gidecekti gibi, mantosunun üstünde halat parçasını düğümledi. Ama hiç yere gitmedi, sadece kil keçenin yanında yerinde sayıp dört bir yana bakınıp tesadüf yoldan geçenler yanına çağırıp sabırsızla soruyordu: ‘Yeni haberiniz var mı?’

Yürürken dirseğine sökmüş yün tutam demeti atıp özeke-topacı çevirerek komşusu – Batıma evinden çiktığında, Kuandık sevindi.

-          Hey! Batıma! Yanılıyorsun olsun, benim yanıma git!

Kuandık’ın karısı kulaklı ovuyordu. Koca eşinin sesi duyup kapının içinden bir aniye başını çıkarıp tüm darmadağın olmuş ve kirli ona öfkeci göz gezdirip, daha fazla gayretle ovmaya başlıyordu.

Batıma kırk yaşındaydı ama nazlı ve oynak kadındı. Şimdi de genç gibi cilve ile çevirip kaşlarını kaldırıp oynakla sordu:

-          Benden ne istiyorsun, be?

Ve Kuandık kurnazlık etmeye başladı. Alçagönüllü ve saygıyla sordu:

-          Güzelim, böyle ne diyorsun? Senin ihtiyacı olmadığım ne zaman acaba?

-          E! Bırak...Çala çalırsın her zaman.

-          Dinle. Sen baya gitmişsin, değil mi? Baybişe ne diyor?

-          Baybişe ağlıyor. Gözleri yaşlardan şişti... Girdim yani, ya o eksi gibi büzelmeyip sıkışmayıp tulum iki kez karıştırıp kımızla dolu tas bana süzdü.

-          Kımız değil soruyorum! Ne söylediği daha iyi bildir...

Kuandık komşusuna daha yakın yaklaştı.

-          Hiç söylemiyor. Susuyor... Bense onu soruşturmaya uygun değil. Ben kımız içip o tuluma yine yapışıyor. Ver, diyor, yine doldururum. Bense, aksi gibi sabah tereyağı eritip tuzlu doyup aptallık ederek sal an (içecek, ekşi sütle su karışım) içtim... Kötü içecekten midem bulunmaya başladı. Toprak sobanın yanında at çobanının karnı – Nesibel gördüm. ‘Bu ne, - soruyorum, - baybişe neden ağlıyor?’

-          Eh, - diyor, - bir bela galiba. Dünkü günden beri deli olmuşcasına. Gece komşu aullardan aksakalları davet edip sabaha kadar bir şey için danışıyorlardı. Ne konuştukları duymadım. Gerçek mi yalan mi kim bilir? Ama bence bir şey olmuş.

-          Aksakalları yani davet ettiler mi?

-          Evet.

-          Ve?.. Sonra ne?

-          Bu kadar...

-          Tuh! Düşsün! Maden konuşmaya başlarsın tüm bildirmelisin.

-          Ya ne için? Söylentilere bana ilginç yok. Bu siz, erkeklersiniz her deliklere burnu sokmak istiyorsunuz.

Böylece Kuandık Batıma’dan hiç işe yarar elde etmeye uğraşmayıp onu merakı daha fazla ilgilendirdi.

Biraz durup sallanıp kararlılıkla elini salladı:

-          Tamam. Görüyorum ki senden fayda yok. Arıstan’a gideyim.

Her küçük toprak tümseğine sürçerek akağaç aşası vurarak Arıstan’a aceleyle gitti. Evinde aullarcı tıklım tıklım tıkıştı. Herkes sahibe bakıp o ise kendi belagattandalıyordu.

-          Ya eğer bilmek isterseniz iş böyle – Kuandık eşiği aşınca duydu, - Tüm bayın sığırları toplayıp uzak bir yere gönderilecekler.

-          Ne feci! Besili yüzlü esmer genç şaşkından hopladı bile.

-          Anladık ya! Jamal-baybişe bu kadar boşuna değil yani kendini yeyip bitirip yüzü tırmalıyor...

-          Hey, hey! Hangi günahlara baylarda sığır alınacaklar, be?!

Kara kurbağası gibi gal taşı gibi daha birinin gözleri açıldı.   

-          Bu da laf mı? Bizi aldattıkları ve alnımızın teriyle sığırlar kazandılar.

-          Ha! Ne diyor! – fırlak gözlü adam öfkelendi.

-          Sizlerden Seypen’e alnının boşuna kim eğdi? Ve Seypen gücür bükme bizlerden kimi çalışmaya zorluyordu?

-          Bırakın bunu! – Kuandık Arıstan’a yaklaşıp yanında oturdu. – Bana yanıtla! Bayların alınacak sığırlarla ne yapılacaklar?

-          Sana verecekleri düşünüyor musun? – birisi alayla güldü. – Hazineye tüm verilecek.

-          Hayır, yanlış söylüyorsun. – Arıstan kurumlu bir tavırla farketti. – Bay sığırlar tarım üretim kooperatifine verip yoksullar arasında bölecekler.

-          Gerçekten mi? Şüphe ediyorum!

-          Tabii, yolda bedava mal nereden bulunuyor? 

-          Ağız çok açmaz! – kambur burunlu Şaypkel birdenbire dedi. – Seypen de kazanı kapalı kaynıyor. Gece aksakalları davet edip onlara tüm sığır saklama için vermeyi anlaştı. Yağız aygır sürüsü bügün Tanatar sürüye kovdurdu artık. Bunun için kendi at çobanı bana anlattı. Ya aul aksakal bir kağıt verip yakında değil bay ayırlayan oğluna sığır bölümü ait ediyor yani. Şermek te şehirde uymuyor galiba. Babasına tavsiyelerle mektubu boşuna gönderdi. Ve bunu bildirip Şaupkel Arıstan’a kurumlu bir tavırla baktı. Haberi herkes soluksuz dinledi.

-          Bu öyle olur galiba. – birisi çok üzgün dediler.

-          Tabii, Şermek koklaşan şefle tüm civarda bulmaz, - başkalar ondan yana çıktı.

-          Şehirde, Şermek’in desteği var galiba, aullarda ise Seypen kendi kendine şeftir. Aksakallara birer birer at hediye için verip onlar hükmü imzalamak için memnundurlar. Seypen iyi yani, onu gücendirme.

-          Evet, evet! Ya şehirliler dolandırmak için çok çaba olmaz. Mühürle mektubu gözlere dayayıp başını kaşıp geriye gidiverdi.

Kuandık birdenbire azgına dönüverdi:

-          Ya hüküm kim verir? Ben mi? Sus be!

Arıstan da parladı.

-          Ama ne kadar lafazan hepsiniz! Bir şey duyunca yayıp şişirip kara kasvet veriyorlar. Bu saçma! Bay sığırını nasıl saklayabilir? Aksakal mührü nasıl koyur? Biz ise, aptal mıyız, kör müyüz, dilsiz miyiz? Eğer bay sığır sürerse sahte kağıt bulursa, biz susar mıyız? Nereye gerekecek bilgi veremeyeceğiz? Bay hırsız ve düzenbaz beraber ispatlarsak ve onu teşhir edersek, nihayet rezil olmaz mı?

-          Oybay, bunun için tüm yoksul köylüler beraber ol1malıdır.

-          Birleşmek için engel ne? Geçmiş seçimde Seypen’i tüm bay yardakçılarla biz değil düşürdük? Ya şimdi toprak paylaştırdığında tüm otlak biz değil mi geri alıp onu attık? Sence bu birlik değil mi?

-          Tamam, tamam, birleşinin, geri alın, taraf - benim işim, - Şaupkel deyip yüzünü çevirdi.

-          Arıstan doğru söylüyor! – Kuandak ta dedi. – Şaupkel, sen her zaman gerek tarafa değil gidiyorsun, sana hep yanlış.

-          Hey, Kuandık, ya sen nereye atılıyorsun be? – cüsseli İskak, küçük tepe gibi, köşede yükseliyordu. Ben seninle insan dedikodu ne için gerek? İşimiz – at arabası tamir etmek ve yaşamımıza kazanmak.

-          Niçin atılmamalıym? Eğer Seypen’in sığırı alınacaksa ben tarafta kalmam, at arabası düşsün bile! O, emeğimin az mı kullanıyordu? Boynundan tutacağım! Sığır saklanırsın!

-          Hey, Kuandık, aferin sana! Toprak paylaştırırken çok çalışıyordun ve şimdi neye güçün var ispatla onlara... – Arıstan neşeli neşeli gülmeye başladı.

Kuandık övgüden memnun silkinip baştan başa parlamaya başladı.

-          Sevgili Arıstan, dürüstçe söyle: bayın sığırı gerçekten mi alınacaklar?

Siyah adam azmanı, uzun sakalla kaplanmış Arıstan’a gidip onunsuz, tabii, çıkmadığı hepsiler içinden geçirmiş gibi iki yana açıldı. Ya adam azmanı biraz susup, sakalı düşünceli düşünceli okşayıp, sadece sonra konuşmaya başladı.

-          Eğer bu işe iktidar alırsa, Seypen’in kısmet açılmaz. Bay baş aşağı düşür. Onuna ben gibi kim böyle çalışıyordu, şüpheli var. Nelere katlanmadım ki?! Çocuk yaşlardan beri onun uşaklığını yapıyorum. Ve dayağa idmanlı olurum. Daha doğrusu bugüne kadar ondan daha kurtulmayıp, eskisi gibi onuna damarlarımı boşuna kesiyorum. Tüm cefalara anlatır mı? İşte, yirmi yılında kendi başına hareket etmemi istedim. Seypen’ten ayrıldım yani. O, tabii, çok gazaba gelip kızıyordu. Ya yirmi bir yılında dünya görmeyen açlık başladı. Bilindiği gibi açlıkla şakası yoktur. Seypen’e gittim yani, ayaklarına yükündüm. Yardım et, yani, yemek yardımı sağla. Canlı olursam – sana karşı minnet altında kalmam, tümüyle çalışmakla ödüyorum. Ya o ise, köpek içi, beni görmeden gibi, battaniyelerde, dört katta yığmış döşeklerde, eller-bacaklar yerden almadan bile uzanmıştı. Şermek, onun oğlu şimdi komünist, rütbede gittiği diyorlar. Eğer iktidar şimdi yoksullara ait olursa, Şermek’in bu iktidara ne tutum olduğunu bir türlü anlamıyorum. Öldür bana – Şermek yoksul millete, bizim için arka çıktığı merak olduğu inanmam. O zamanda Seypen’ten hiç bir şey ele geçirmedim. Şermek ise sobaya dayanıp bir kitap okuyordu. Bay oğlu acındırmaya çalıştığım düşündüm. Ve ne düşünüyorsunuz? Şermek ince gülüp dişleri arasından söyledi: ‘Ölürsen ödevlerinden hemen kurtulursun! Günahlısız ise öbür dünyada hoşgörü var’.

-          Kurt yavrusunun çevik kurtun huyları var.

-          Ama Şermek komünist nasıl olabildi?!

-          Çaktırmadan yani tırmandı. Yoksul köylüye vurmuş galiba. İş halkın şimdi bilinci genişleşip gözleri daha genişçe açılır. Düşmanı dosttan ayırabilir. Bu toplatma vaktinde başlandı. Birçok maske sökülüp yoksul mahkemesi birçoğu silkinilir.

Arıstan keyiflendi. Kuandık’ın gözleri heyecanlı parlayıp yanakları kızarıp baştan başa heyecanın içinde, asil ruh halinde bulunuyordu.

-          Evet, evet! Onlara böyle olmalıdır! Bu tüm baylara intikamımıza alarsınız! Eğer yoksul köylü komünistlere, sizin için değil kime daha umuyacağız?!

-          Bayları intikam almak ve çevremizden kovmak için, biz yoksul köylüyüz, sıkıca birleşmemiz lazım. Buna razı mısınız? – Arıstan sordu.

-          Razıyız!

-          Eğer birlişirsek ve partinin iktidarı bağlı yardımcı olursak her sorunla karar kolay veririz. Bunu hatırında tutun!

Yakında bölgeden vekil geldi. Onundan ‘toplatma’ - ürkütücü kelime birçok aulcu ilk kez duydu. Şimdi bu kelime herkesin ağızdaydı. Birçok aulcu için bir öz, yakın gibi bu kelime hoş ötüyordu. Çıplak ayaklı çocuklar bile ‘toplatma, toplatma’ sevinçle dudaklarını diyorlardı. Onun anlamlı herkesin anlandı. Birkaç saatlere yeni kelime günlük-kullanılagelen konuşmada sağlam yer aldı. Vekile her yerde kalabalık gidiyordu. Evde kalanlar aracıdan tüm haberi öğreniyorlardı.

-          Eh, işte... kötü zamanlar geldi, - ağır yaşlarının altında duvara dayanarak tüm kamburlaşmış çok yaşlı adam nefes alıyordu. – Ne duymak zorunda kalır ya?..

Kızıl sarı yaramaz erkek köpek yolun kenarında arka ayaklarına kaldıverip çok üzgünlü ve hüzünlü ulumaya başladı. Kambur-yaşlı adam köpeğe öfkeli bağırdı:

-          Sen burasısın daha!Sus be! Felaket çağırma!

Birisi zehirli güldü:

-          Eğer çağırırsa, Seypen’in başına yıkılırsın.

Ve doğrusunda, kızıl sarı erkek köpek ulumanın arkadan aul üstünde acı, keskin bir ağlama duyuldu. İnsanlar silkinip kulak kabarttılar.

-          Bu ne?

-          Bu kim?

-          Galiba bu bay baybişe ağlıyor, - Kuandık gülerek dedi. – Uzun zaman şimdiden ulayacak, zavallı kadın...

Hepsiler bakıştı. Birinin yüzlerinde net şaşkınlık dondu: ‘Ama buna sevinmek mi kahırlanmak mı?’

...Zarif  üç beyaz çadır ağırbaşlı sıraya dizildi. Biraz uzakta daha bir çadır var – bodur, delinmiş ve tütmüştür. Arkasına batıya kutsal yalvaç tekkesi tarafına yüzü bakan fıçı gibi göbekle Seypen oturuyor. Başı kederli bağrına indirdi... Gözleri ve yüzü şişti. Cıvık sakalda yalnız yaş tanesi parlıyor. Zavallı çadıra sırtını aşırı şişman tıka basa tursuk (keçi pöstekiten kaplar, genellikle kımız için) gibi baybişe dayandı. Gevşek yüzü gözü tırmık içinde tırmalandı. Garezden ve acıdan tümüyle karardı. Gözleri kanlandı. Çevrede duman gibi tüm hayal meyal görüyor galiba. Baybişe birden ayrılmış gönenci, uçmuş mutluluk, gökten kara taş gibi yıkılmış sersemleten balık gibi taşkına kahrı hatırlamış galiba. Baybişe bu anide bağrı yırtılmışcasına bu kadar zorla ve acıyla nefes alıyor.

-          Hey, eski, Şermekjan’tan haber yok mu? Çok öğrenip çoktan sefaletten sıyrılıp belada bize yardım edemiyor mu?

-          Kadın, ne diyor!.. Nasıl yardım edebelir eğer onuna kovalıyor şimdi. ‘Bay oğlu’ – diyor. Son kez bana yazdığı mektup bu alçaklara ellerine de geçti. Onu mahkemeye ilettiler... Bizim için şimdi niye kahırlanmak? Oğlumuza dua et, kadın. Başka dayanak bizim kalmadı...

Seypen kırgınlıktan ve kızgınlıktan titremeye başlayıp ağladı.

-          Az mı dua ediyornm ya?! Gökte bu yaşlı adam lan bizden yüzü çevirdi! Yalvarısımıza cevap vermiyor! – baybişe öfkede çığlık koparıp yaşlara da boğulmaya başladı. Ellere yakalanarsa kendi Allah’ı didiklemiş hazırdır.

Beyaz çadırlar yanında halk karınca yuvası gibi pazarda gibi kaynaşıp alay ediyor. Birisi gidiyor, başkalar çıkıyor, hepsiler canlı ve heyecanlıdır; yüksek sesle konuşup şaka edip gülüyorlar.

-          Arıstan, söyle!

-          Ya ne söylemeliyim be? Hem sığır hem şeyler bütün bulup tüm yerindedir.

-          Tutkış doğru gösterdi, yani?

-           Kesinlikle

-          Tutkış, aferin sana! Senin için bölgeye yazarım. Bilsinler – vekil Tutkış’ı omuzuna dostça bir şaplak indirdi.

O okşamış gülmeye başlayıp açıldı.

-          Nesibel nerede acaba?

-          Buradayım

-          Tuluma otur, renk renk boyalı kepçeyi kımız karıstır ve silkin. Eğer tüm iktidar eldeyse, korkma!

Nesibel tuluma ikircimli yanına oturupkarıştırıcıya aldı. Görünüyordu ki, baybişenin iznisiz kımız nasıl içebilip anlamayıp kendini sıkışıkla hissediyordu.

            O zaman çok halk topladığında tüm sandıklar açıp tüm mücevherler birer birer sayması karar verildi. Nesibel’in elinde büyük anahtar destesi gürültü ediniyordu. Sıkı urganlar becerekli çözüp, dövme kakmalı sandıklar olan kilitler açıp, ortaya pahalı ve seyrek eşyalar çıkarmaya ve istif etmeye başladılar. Nesibel bir sandıkta Seypen’in babası, ünlü Jantay bay kendi baba-çardan ödül olarak kazandığı kızıl sarı mantoya rasladı. At çobanının karısı önünden uzanmış ellerinde şaşkınlıktan taş kesilmiş gibi yakaya görkemli mantoyu tutuyordu.

-          Bakın: kızıl sarı çizgili manto!

Çadırta uğultu kalkıverdi. Tutkış yerden atlayıp, Nesibel’e fırlayıp, ellerinden mantoyu özenle alıp, şuraya-oraya onu çevirip, vekile birdenbire bakıp, yılışma ile gülüverdi.

-          Ne oldu? Bir şey söylemek ister misin?

-          Yok! Ben... ben bu mantoda auldan bir kez gezinmeyi isterim.

-          Tamam, Tutkış, caka sat!

-          Çar mantosuya çık. Bayın içeri gıptadan ve garezten yansın, - hepsiler çadırda neşelendi.       

Tutkış mantoyu giyip altın madalya taktı. Gözleri parıldayıp dudakları mutlu gülümsede yayıldı. Mantonun altından delinmiş çarpık çizmeler çıkarıp başının üstünde yağlı yırtık kulaklıklı kalpak bulunuyordu. Geniş kurumlu bir tavırla tütmüş çadırın arkasında yalnız oturan bay ve baybişe önünden geçti. Seypen onuna şöyle bir göz atıp gözlerini yere indiriverdi. Baybişenin yüzü gri idi, Tutkış’a sanki yakıp kül etmesi istemiş gibi şöyle baktı. Tutkış çevirip nezaketle sordu:

-          Baybise, niye şöyle bakıyorsun bana?

-          Şıklıksın bakıyorum!

-          Size yakıştığı bana ise yakışmadığı düşünüyor musun?

-          Şık giyin, şık giyin. Yoksul köylülerde bügün bayramdır. – baybişe ağız burun büküp surat edip çevirdi.

Tutkış kızıl sarı çizgili mantoda auldan törenle aşarak arkasına ise meraklı kadın ve çocuk kalabalık çekiyordu.

-          Tanrım! Ne bir manto yani! – kızıl saçlarlı yaşlı kadın haykırdı. – bayımız onu çardan kazandı.

-          Hey, gelinim, beni bu aula verirken yirmi yıl geçti. Bu manto için tüm kulaklarım bana tacir ettiler, nihayet onu sadece bügün görüyorum. Çirkin-baybişe bir zaman kendine yakın bile yaklaştırmıyordu, at gibi homurdanıyordu... Ama onuna bu yeterli değil, yeterli değil!

Erkeğe benzer, kambur burunlu, kirli kadın janlık (evli kadının başlığı) altına taranmamış saçları geçirerek hafifçe sallanarak erkek çocuk kalabalığa sokuştu...

-          Ya manto büyülü diyordu, - genç kız dedi. – ona dayanan kötü ruhlar cezalandırır. Tutkışla niye daha kötü bir şey olmuyor?

-          Bekle, hala kötü bitirir. Aptal işte, onunda niye giyinip kuşandı?

-          Bu saçma! Manto – yani manto demektir. Bizim aptalığımız korkuyorlar: ‘Büyülü, ‘Kötü ruhlar’. Doğrusunda hiç kötülük yok.

-          Tabii, çançan. Aksi taktirde bu kötü ruhlar kendini göstermek için zamanı.

Fırlak gözlü kadın Tutkış’a kararlı fırlayıp, görkemli manto yakaya asıldı.

-          Gevezeliksin, dur işte! İyice bakayım.

-          İstediğin kadar bak.

-          Senden hiç bir şey gözlenmem, - Tutkış kesik kesik yüksek sesle kahkaha ile gülmeye başladı.

-          Hoppala! Bu kadar ne parladığı düşünüyordum. Ya bu altın yani!

-          Şeşey-ay (büyük kadına genç kız davranması), şurası ne çizildi?

-          Çar başı, - Tutkış açıkladı.

-          Ne söylüyorsun?! Çar başı nasıl olur, bakalım – kadınlar her taraftan atlayıp çığrışmaya başladı.

Kızıl sarı çizgili manto haberi tüm aul harekete getirip, yakında Tutkış’tan sonra hepsiler topladı: yediden yetmişe kadar.

Evcik gri aul yanında bulunan yaşlı kadın ve özeke-topacı çeviren garip yürüyüşe bakıp biraz ağlayıp, geniş elbise kolunu yaşlar acele silmeye başladı.

-          Anne, niye ağlıyorsun? – Kuandık ilgilendi.

-          Canım benim, tüm iyi olamaz... Manto azize yani, basit değil. Atalarının ruhları bizim, günahlarımız için cezalandıracakları korkuyorum...

Ve Kuandık çok kahkaha ile gülmeye başladı.

Bügün aulda hepsiler ve her yerde çar kızıl sarı çizgili manto, çar başından altın madalya, bay sığır ve ölünün arkasından ağlamış gibi olan baybişe için konuşuyorlardı.

            ... Gece karanlığı tüm dünyayı kapladı, aul dinlendirici uykuya daldı. Sadece yalnız tesellisiz Jamal-baybişe ağlayarak delik aul eşikte yuvarlak böğürlerine kucaklayıp tüm gece oturuyordu.

-          Gidecek istiyor musun?

-          Hazırdım artık!

Seypen, kağnıya tembel çaban doru kısrağı koşarak basit pılı pırtı hazırlayıp ailesiyle gidecekti. Genellikle öyle olaylarda gür gönderi düzenler, tüm komşular toplayıp tavsiye dolu sözleri deyip yüpürüp, kıvrak yiğitlar eşyalar yüklemek yardım ediyorlar. Bügün ise ne birincileri ne başkaları vardı. Hepsiler Seypen aula bir daha dönmemek üzere unutmuşcasına ayrıldı. Galiba unutmamış ama buna hiç önemli vermiyordu.

Beyaz asaya bastırarak kağnının yanında neşelisiz düşüncelere dolunan Seypen çömelik çok oluyordu. Gelecek karanlıkta bulunuyordu. Nereye gönderiyor onu? Seypen’i misafir olarak gerçek Kazak konukseverlikle karşılar mı? Yoksa da yüzü çevirip nankör aulcular gibi sırtına durur mu? Seypen düşene düşene ağlamaya başladı.

-          Lafı mı olur?! O günleri geri vermez artık. Burada akrabalar ve yakın akrabalar kovuyor ya başka tarafta ben kimseye hele gerekli değilim. Her şey gitti.

Hüzünlü ve düşünceli bir edayla baybişe balyalarda oturuyordu. Oğlu hafifçe sallanarak yaklaştı. Hali perişan omuzları indirdi.

-          Ne?

-          Gitmediğim – diyor.

-          Ya tokal (küçük karı)  

-          Tokal da...

Baybişe havaya attırmışcasına, içinde azgın garez uyandı.

-          Tokal ile her şey anladım, benim için yabancıdır. Ama Marjan benim öz kızım! Kanın benim! Onu emzirip ipeğe ve kadifeye süslüyor değil miydim? Bana acı az mı, ya o, hain ise, beni halak etmeyi ister mi? Böyle rezalet görmekten daha iyi öleceğim diliyorum, oybay, oybay!

Ve baybişe yumrukla alnına vurmaya başladı.

-          Talihsiz, bırak, sakinleş artık, - Seypen deyip asaya bastırarak yavaş kalktı. – tüm ıstırap sonuna görmeyene kadar gebermezsen. Haydi binin!

Doru kısrak istemeyerek gidiyordu. Eski kağnı sallanıp gıcırdadı. Yolsuzluktan gidiyorlardı. Seypen geri bakıp dedi:

-          Memleketim, elveda... İnsanlar, elveda...

Sözünü bitermeden kırılmışcasına eğilip yaşlardan boğuldu.

-          Ağlama, - Kuandık dedi. – ‘Memleket’ ileride seni bekler. Git...

Yalnız kağnı gıcırdayarak uzaklaşıyordu ve dağ geçidinin arkasında görülmediği kadar  aulcular çadırlarının yanında durarak arkadan bakıyordu. Yaşlı adamlar ve kadınlar nefes alıyordu:

-          İşte... gittiler!..

... Tutkış, ilçebay zengin eyerde neşeyle biraz kalkıyarak özensizce hafifçe sallanarak bay kumral rahvan atı otlak tarafına yöneltti.

-          Hey, Tutkış, nereye gidiyorsun?

-          Otlaktan sığır getirip bölüşelim!

Kalın kısa kamçıyı kumral sağrıya kamçılayıp rahvan at toynakların altından toz sık kalktı.

 

                                                                                                                                 1928        

Көп оқылғандар