Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MAİLİN  Beyimbet, "Şuga Anıtı"

25.11.2013 1544

MAİLİN  Beyimbet, "Şuga Anıtı"

Негізгі тіл: ''Şuga Anıtı''

Бастапқы авторы: MAİLİN Beyimbet

Аударма авторы: not specified

Дата: 25.11.2013

Şuga anıtı

 

Auldan öğle zamanında yola çıktık. Gri bulutların kervanları güneye gidiverdi ama bu kadar hafif ve havaydı ki güneş içinden özgürce çıkıp yer yumuşak ve şefkatli ışığı aydınlatırdı. Fakat rüzgar soğuk ve keskindi – kuzeyden esip boydan boya soğuk insanın iliklerine işliyordu.

Eylül yaklaşırdı.

İkimizdi.

Altımda alçak ama çok canlı doru at. Aslında eyeri kullanılmış ve eski – genellikle böyle eyerde ilçebay sürüleri dolaşır. Benim üstünde deve tüyü kapitone ceket var. O gecelediğimiz evde onu sahipten dilenerek istedim. Yırtık pırtıktır, ceketin koltuk altı yeri yırtık çok soğuk alırım. Yoldaşım kırk yaşındadır. Onun kara çiçek boruğu yüzü, seyrek sakalı ve sert bıyığı var. Gözleri ise kara, yuvarlak ve gülecidir. Çok konuşkan ve sokulgan insan olarak görünür. Altında zayıf beş yıllık iğdiş at, öyle dingin atla çobanlar koyun sürüsü otlatır. Atı her zaman kamçılamak gerek.

Gidiyoruz. Rüzgar sırtımıza esiyor. Auldan on beşe verst uzaklaştık, çevremizdeki sürünün çiğnemiş yaz otlağı var. Üzgün ​​ve ıssız. Bataklığın yanında zaman zaman vahşi kaz katarı kalkıyor. Orada bir zaman önce çadırlar vardı, toprak sobalar arasında sel yarığı ve derelerde kemikler sararıyor, türlü eski püskü eşya yerlerde sürünüp sıyırmış koyun gövdeler yatıyor. Onların üstünde ise kargalar var...

Çok gidiyoruz ama yerinden kımıldamamış ve dzhaylyau-yaz (yaz otlağı, genellikle Kafkas veya Kırım dağlarda) sonu olmaz gibi görünüyor. Bir dağ geçidi bitirince hemen başka başlar. Atımı tırıs koşu bırakıp yolda beni epeyce dağıtıp yayıp ama binicilik beni çok ısıtıp yüzümü ter bile kapladı. Yoldaşım da kendi tembel iğdiş atı sürerek yorulmuş galiba. Başından şapkası çıkarıp kayışına bağladı. Ensesine borik-şapkası (bir kürklü ile yuvarlak şapka, genellikle kadife ile kaplı) oynatıp doru atı yana vurup benimle hizasına geldi.

-          Çok sola çeviriyoruz, batmaya tutuyorsunuz. – dedi.

-          Siz hep geri kalıyorsunuz ben ise geriye atlayıp işte çeviriyorum...

-          Evet! Omorok bu kurada lagar beygiri al! Onunla bitirdim! Yerinde sayıyor... – Ve yoldaşım doru atı kamçıyı kamçıladı.

-          Çok yakın artık. Şu büyük gölü işte, görüyor musunuz? – dedi. – Kamısaktı adlanır. Kurgandan biraz sola çevireceyiz. Dağları aşınca ingin yer çığıra hemen geleceyiz. Orada Şuga anıtı dolanıp büyük yola geçeceyiz.

-          Doğru mu?

Alışılmamış silkelemeden bedenim sızlanırdı ve bir şeyle avunmasından memnundum. Fakat yoldaşımı tanımayıp konuşmalarla ona karışmazdım. Bundan başka benim alışkım var: yolda konuşmaktan fazla dinliyorum.

Yol için birkaç kelime söyleyip yoldaşım sustu ama bana bir şey anlattığı var hissederdim. Buna rağmen ilginç bir şey öğrenip ümit etmediğim sordum:

-          Ya bu Şuga anıtı ne? Bir dağ mı?

-          Yok, yok!.. sadece tepecik... – doru atı yana vurup biz yine hizasına geldik. – Ya siz Şuga anıtı için bir şey duymamış mısınız? 

-          Yok. Ne bileyim? Bu yad eller benim için.

-          Tabii o zaman... Çok gençseniz daha. Nasıl bilebilirsiniz? Bir zamanda çevredeki her cocuk bu hikaye bilirdi. Evet... Şuga, Şuga!..

-          O zaman anlatın bana, hem gitmek daha neşeli olur hem yol biraz kısa görünür. – istedim.

-          Tamam... Anlatacayım.

Bir daha doru atı kamçılayıp mantosunun eteklerini toplayıp çiğnemiş nasvay (enfiye) tükürüp eyerde rahat oturdu.

-          İşte, dinleyin... bu hikaye basit değil.

... Gittiğimiz auldan ‘Ereke Aulu’ adlanır. Uzakta, nehir boyunca daha da aullar var, çok bile olacak. Bütün bunlar bir soyun evlatları, iki yüz aile kadar. Ayrı ayrı kışlanırlar. Yazın bir dzhaylyauya gelip toplanırlar.

Çocuklukta şu tepecik üstünde alçık oyunu oynuyorlardı... Can kaygısız mevsimiydi... Kış zamanlarda burası ise aullarımız bulunup hayvanlar otlanıyordu. Bu göl şimdi Şuga anıtı adlanır, eskiden ise sadece konuşulurdu: ‘Nerede kesilen alaca boğa lekeli yerde orasıydı’. Büyük gölü. Çevrede körfezlerdir. O zamanlarda bu kenar çok zengin ve güzeldi! Aullarımızda çok insan vardı, bundan başka güneyden, Sırdar sahilden jappasçılar yaza gelirdi. Öyle bir soydur – Jappas. Fakat son zamanlarda göç etmez oldu. İşte dinleyin... Benim Berkimbay akrabam vardı. Bir zamanda çok zengindi, sonra ilçebay olarak olmayı isteyip bunda yıkıma uğrayıp tüm hayvanları kaybetti. Yoksul olarak haline geldi. Babasının dayısı vardı. Jappas soyunda en zengin ve ünlüydü. Esimbek adıydı. Berkimbaya dayanarak her zaman otlaktaki göl yanında ‘nerede kesilen alaca boğa lekeli yerde’ en iyi yerleri alırdı. Esimbeyi savırdı – cömert, güleryüzlü ve konukseverdi. Allah gözde talihli adamdı. Hem hayvanlara hem çocuklara zengindi. Dört oğlu vardı, kurt gibi sağlam ve serbazdılar. Ve onların arasında hem acı hem kederi bilmeyen tek kızı yetişirdi – Şuga. Çok güzeldi! Aydın yüzlü, müşfik, mevzun ve karagözlüydü! Çok konuşulan göre, onu yesem! Fakat kendisi sert biçimde davranırdı. İtidalle, onurla konuşup, dişi tavuş gibi düz yürüyüş, her jestlerde ve harekette – asillikti. Şimdi tüm bozkırda öyle bulmaz. Şimdi, eğer öyle bulunursa, sanki kendi güzellikle nereye gittiği bilmezcesine keçi gibi mutlaka atlar. Eee... kötü zamanlar geldi... İşte kadınları öğrenmek uydurdu. Ne için? Niye? O Şuga zeki adlanmaz ama onu on zeki kadına değiştirmem. Bundan başka, Allah sana zeki vermese okutmadan ne fayda var...

O zaman tam yirmici yaşındaydım. Esimbek evinde sık sık olurdum. Bazarbay, küçük kardeşim o zamanda koyunlar otlattırdı. Becerekli ve maharetliydi. Geçen yılda öldü. Ben de onunla ilçebay aulunda gece gündüz bulunurdum. Tüm yaz orada geçiyorduk. Umarım, Şuga o zamanda on altı yaşında olmalıydı. Tüm çevreden yiğitlar çadırının yanında gidiyorlardı. Cesur yiğitlardan biri onunla konuşma bile başlamaya çalışırdı. Kardeşim mektubları ona hep getiriyordu ama boşuna. Yiğitlar kızıp kırıldıyordu. Tabii, ilçebay kızı, işte kendini beğeniyor...

Aulumuzda bir Karim, benim akranımdı. Fitneci ve haylazdı. Halk eğlendirmek için her zaman bir şey yapardı. O işte bu ilçebay kızına göz dikti. Bir kez mektubu bize geldi. Bir şiirler orada yazdı... Orada nasıl yazardı acaba?.. Ha, hatırladım, işte:

Pazardan evime bir kemer getirdim 

İyi mi kötü mü  – ama benimdir.

Çok ay sana görmedim

Ve şimdi sıkı kemerden bıktım.

Tamam... genç canı gülmek ve eğlenmek istiyor. İşte bir şaka yapmayı istedik: sanki Şuga’dan yanıt vermişiz. Şiirler olarak da yazdık. Karim mektubumuz okuyunca çok sevindi. Biz şu yazdık:

            Eski soyun çok ünlüdür, hazine büyüktür,

            Ama canım satın almaz.

            Benden tüm dünyada mutlu olmaz

            Eğer senin olmalıyım söylerse...

Allah! Ne güzel bu zamandı! Çok güzeldi!

Şuganın anababası bir kız vardı. Şimdiki ilçebayların kızı doğunca onuna önceden başlık alır, Şuga’ya ise daha hiç kimse başlık vermedi. Çok ilçebay oğulları onu gelin olarak isteyip ama reddetme aldı. Uzak yerlerden bile nereden atla gelmez, gelirdi. Hep boşuna. Aullarda böyle konuşma başlanırdı: ‘Esimbek kızından mutlu aldı. Evde kaldı. Şimdi iyi güvey bulmaz’. Ama önemi yok. Hikmeti Huda: Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz...

Esimbek her çöpçatana niye reddetiği daha sonra öğrendik. Gençlikte, o Kali arkadaşıyla, birinin kızı olursa, başkanın ise oğlu olursa, dünürleşecekleri öyle ant ettiler. Öyle oldu. İşte Esimbek tek kızı Şugayı kimin için saklanırdı! Eveet!..

Kamısaktı göl yanında atlardan inip bırakıp kendileriz ise dinlenip, sonra kolanlar çekip yola çıkıp yoldaşım hikayesi devam etti.

Evet, gerçekten mühteşem mevsimdi. Verimli toprak, bol bol otlaklar, çok hayvan. Genellikle Mayıs sonuna birisi ekimle bitip dzhaylyauya gidiyor. Hatırlıyorum ki yirmi Mayısı dzhaylyau-yaza geçtik. Rüzgar sık sık yağıp enfes otlar biterdi. Gençliğiz gece gündüz eğleyip ne zaman ise jappasçılar gelecekleri sadece beklerdik. Düşüncelerimizde sadece: ‘Esimbek ne zaman gelir acaba?.. Taze et ne zaman doya doya doyarız?..’ Bir kez sadece sabaha dönüp yatağa yatınca annem beni uyandırıp söyledi:

-          Jappasçılar gelip çadırlar yapıyor. Ben ziyaret edip artık benim Bazarbayımı kucakladım...

Şüphesiz ben çadırdan çıkıverdim. Güneş ortalığı kavuruyordu. Sağ göl kıyısında hayvanlardan karanlıktı... koyun, at, deve, her yerde hafif özenli çadırlar yapıldı. Jappasçılar geldi. Aceleyle gözlerim yıkayıp aula koştum. Orada hep toplamıştı. Kazanlarda cumbuldıyor. Geniş Esimbek baş çadırda kalabalık ve gürültülü. Misafirler kımız içip gürültü yapıp eğleniyorlar. Tüm çadırlar dolaştım. Nihayet bir çadırda Şugayı karşıladım. Apırmay! (hayret, haykırış). Gözünü alamazsın! Şefkatli, beyaz, kuğu, doğrusundan kuğu gibi görünüyor! Onun üzerinde ipek elbise kızıl pelüş ağdalı tutturmalıkla süslenmiş kaftanı kapladı, başının üstünde – görkemli tilki puhu kuşu tüylerle şapkası. Zengin kıyafet! Ona çok yakışır! Onunda bu kadar güzeldir!

-          Bizimle karşılaşmak için çok acele etmediğiniz galiba. – gülerek bana dedi.

Ne yanıtlayacağımı bilmedim. Onunla her zaman rahat konuşurdum, şimdi ise sanki küçük dilimi yutmuş gibi.

-          Ya orada atlardan kim acaba iniyor? – birdenbire Şuga sordu.

Dönüp dönüp baktım. İki genç Kazak atlardan inip onları bağlardı. Onlardan biri kentçe Ruslar giyinmek gibi giyimliydi. Onu tanıdım.

-          Bu Abdrahman ya! – diyorum.

-          O kim? – soruyor.

-          Kazakbay’ın oğludur.

-          Aaaa... o öğretmen değil mi?

-          Evet.

-          Çok gençmiş. – Şuga deyip çadıra girdi.

Ben Abdrahman’a yaklaşıp selamlayıp Esimbek’e getirdim. Çadır yarık içinden Şuga arkamıza baktığı gördüm.

Tabiki bunu bilmiyorsunuz... – yoldaşım devam edip doru atı alışılmış kamçılıyordu. – Bilemezdiniz. Abdrahman bizim uzak akrabamızdı, onunla adeta akrandık. Çocuklukta ilçebay buzağılar otlatırdı. İlçebay evinde o zaman aul koca oturuyordu. İşte bir bölümlerle tüm dört yıla okullarda başkaları ne öğrettikleri hep öğrendi. Abdrahman bana kendi anlatırdı: ‘Gündüz buzağı ve kuzular otlatırdım, akşamları ise, bazen geç gece kadar koca beni öğretiyordu. İyi kalpli adamdı. Gerçek Müslümandır. İlçebay çocuklardan çobanı daha iyi öğretmek bir kez değil konuşurdu. Sayesinde okuldan mezun edebildim. Artık tüm hayata ben ona borçluyum...’

Ya babası ise çok yoksuldu. Aul okulu bitince Abdrahman rençperlik etmeye devam ediyordu. On üç yaşındayken cesaret edip ilçebaydan vilayet şehre kaçıp, yazın çok çalışıp kışın ise öğreniyordu. Öyle iki yıl geçip yaz tatilde ise ilçebay çocukları artık kendi öğretip bunun karnını doyuracak kadar kazanırdı. Nihayet istediğini elde etti, bilim adamıydı.

Tüm çevrede ünlüydü. Çok yetenekliymiş galiba. Öğretmenler de onu övünürdü. Vilayet şefi onu baş tercüman olarak teklif etti ama Abdrahman buna tamah etmeyip öz aula döndü. O zamanda ilçe yazıcı ölüp Abdrahman onun yerini alabilir ama Jemantık ilçesine koca olarak gitti. Kışın yani oğretirdi, yaz tatile ise bize, öz evine gelirdi. O yılda dzhaylyauya Haziran ilk günlerinde geldi. Onu çoktan görmedim, beni görünce şöyle dedi: ‘Kucaklaşalım mı? Çoktan görmedik!’ Öyle şakalaşarak çadıra girdik. Onur yerde Hacıbay aksakal oturuyordu, düzgün, kitapçı konuşuyordu. Bizi görünce susuverdi.

Abdrahman herkesle eline selamladı. Esimbek bayı bunu begenmemiş galiba, burnu büyüverdi ve konuşma kesildi. Sonra – alayla, ‘bilim adamı’ adresine iğneli sözlerle yine konuşma başladılar. Çok şaştım çünkü ne olduğu anlamadım. Sonra Abdrahman ne olduğu bana açıkladı. Sonbahar koyun kırkmadan sonra Abdrahman her yıl gibi keçe hali ekmeğe değiştirmeyi isteyip bu ekmeği kökte almayı istedi. Ama Abdrahman karıştı: kör olduğundan hiç bir şey yapmadığı tavsiye etti: ilk önce fiyat öğrenmeli sonra ise satmak ve değiştirmek. Abdrahman’ı dinleyenler gerçekten kazandı. Keçe haliler yarı fiyatına aldı. Bu yüzden Esinbek öğretmenine garez oldu. ‘Cebimde girdi’, - diyordu. Ve şimdi Abdrahmanla konuşma başlarken sordu:

-          Ve ne, velinimet, aul yardımınla iyi mi kışladı şimdi?

-          Fena değil – öğretmen soğuk cevapladı.

-          İyi. Gerçek koruyucu, kendi soyu akıl hocası böyle yaraşır... – Esimbek eğri hafifçe gülümsedi.

Öğleden sonra et tıka basa yeyip dağıldılar.

Evime dönerken Abdrahman Esinbek evinde henüz otururdu. Ama benden sonra Berkimbay çadıra gidiverdi. İçim kımız sonra canımı çıkarıp sadece güneş batmasından sonra uyandım. Tümseğin üzerinde, aulun arkasında erkekler toplayıp ortada ise Hacıbay aksakal oturdu.

Abdrahman için konuşuyorlardı. Daha uzaktan ihtiyarın kelimeleri duydum: ‘Görüyorum ki bu Abdrahman tam aklını kaçırdı.’ Aksakal konuşmayı bilirdi. Ben yaklaşıp dinlemeye başladım.

-          Öyle o gibi Müslüman sanmaz – aksakal şırıngalırdı, - hepsiler Tanrıya inanmıyor ve konuşmaları kafirdir. Bu yüzden mollayla, hazretle ve halkın dindar pederleriyle kanlı bıçaklı olurlar. Allah’a inanmıyorlar. Kanağan insanları sadece bozuyorlar, yani arazi sahibileri Allah değil kendimiz, kendi emekle zenginleştiriyoruz. Böyle mi söyleyecekti! Daha da Kazaklar’ı vafiz etmek isteyenlere satılmış duydum. Ve başkanın tercüman veya ilçebayın yazar olmak razı olmayıp çocuklara öğretmeye başlayıp çünkü Müslüman doğru yoldan ayırmayı ve peygamberden geri çekmeyi istedi!

 Hacıbay aksakal özene rağmen bence hiç kimse ona inanmamış. O konuşup yiğitlar otururdu,

-          Esimbek buraya neden geldi, biliyor musunuz? Karakum’da hayvanlar otlatmayı istedi. Bütün bunlar bizim Karim yüzünden, - bir yiğit başladı.

-          Şuga onu görünce nasıl parladı, gördü müsünüz? – başka devam etti.

Üçüncü ise hemen şiir uydurup kışın Karim Şuga’ya özleyerek onu yazdığı söyledi.

            Gidiyorum, doru atım tilkiyi bazen ürkütüp kaldırıyor

            Sanmayıp tahminler yürülmüyorum

            Seninle ayrılıkta olurum

Hep beraber kahkahayla gülmeye başladı. Karim kızdırıp gitti. Berkimbay’a gittim. Abdrahman dirseğine dayanarak dombrayı çalırdı.

-          Geç... Otur. – dedi.

Biraz konuşup şakalaşıp sonra Şuga için konuşma kendiliğinden başlayıp sordum:

-          Ve ne, Şuga sana beğendi mi?

-          Onu görmedim – yanıtladı.

-          Görmedin mi, bu nasıl olabildi? – şaşırdım. – Sen atın bağlamışken çadırın ağzında durdu...

-          Bunu görmedim mi? Uzaktan ne görebildim? Eğer onunla konuştuysam.

-          Bügün altıbakan (mehtaplı gecede salıncağın yanında oyunları). Gel, konuşursun.

-          Gerçekten mi? - Abdrahman canlanırdı.

-          Esimbek gelinleri bana böyle dedi. – itiraf ettim.

-          Dinle, dost ol... Bana eşlik et, tamam mı? Çünkü bir kez.. 

Dostumun isteğine reddetemedim. Onunla oyunlara mutlaka gideceğim vadettim.

-          Sizden niye saklanırım? – yoldaşım dedi. Kendi gençsiniz. Anlamalısınız. Gençlik – delişmen mevsimi. Eve-eet... Herşeyin vakti sırası var...

Esimbek’in oğlulardan artık üç evliydi. Zeykül, onun küçük gelini Tam soyundan Karjau’nun kızıydı. Neşeli, sokulgan, epey alımlı, yiğitlerden arasında rağbet görürdü. Akıl sert ama hafiftir. İbray, koca eşi Esimbek’in oğlulardan en yavaş ve uyuşkandı. Bütün gün baba sürüsü uysalca otlatırdı ve insanlarla hemen hemen görüşmezdi. Zeykül daha kız iken güveyi derhal çaktı: o değil Seid, komşu auldan ona beğenirdi, onunla bile kaçacaktı ama auldan söylentiler dolaşıp tüm bozuldu. Kurman ilçebay Esimbek’in dünürdü. Zeykül’ün babası, eğer kızı Seid ile kaçırsa, Eşimbek intikam alıp ilçebay onun için olacağı iyi bilirdi. Ya zengin ve güçlüyle boy ölçüşemezsin. Ve korkmuş baba harın kızı Esimbek’in oğluna onu gelin olarak verdi.

Zavallı Zeykül uzun zaman kadere boyun eğmemezdi. İbray’dan bir süre sonra kesinlikle bıktı ama koca karısı aulda çok mu yapabilir? Atılgan yiğitler sevgili için kendini tehlikeye atan zamanlarımızda tam tükendiler. Böylece zavallı Zeykül kendi kahramanı bulmadı.

Sizden saklanmayacağım... Bütün zaman Esimbek’in aulunda olduğum ve onun akrabasım gibiydim size artık konuştum. Saygılı, terbiyemi taktırdım. Az sonra Zeykül ile birleştik. O zaman bekardım. ‘Seninle evleneceğim’. – dedi. ‘Sana evleneceğim’ – yanıtladım. İşte tüm konuşmaydı. Bu oyun için kendi başı baltanın altına hiç birimizden koymayacağımız anlamadıkça böylece aşık olarak oyunuyorduk. Esimbek – zengin, bense – yoksulum. Eğer onun gelini alırsam yarın benden toz parçası kalmaz. Yoksulluk, şu lanet yoksulluk! Zeykül kurnaz ve dişlekti. Bazen alay ederek bana söylerdi:

            Kasımcan, sen mi bana yemin ettin, canım?

            Ben mi seninle aynı yolda gidiyorum?

            Yok, Zeykül seni bırakmaz.

            Benden ayrılabilir misin?  

Şiirler yazmayı bilmiyorum bu yüzden Tükay’ı aulcu sanki benden gibi bir şiir yazmayı istedim.

                        Zeykül, güzelliğin harika rengi

                        Açıklamayı isteyecektim ama gerekli kelimeler bulamadım...

                        Başımı duvara vururum

                        Ama sadece aptal umutsuzluk cevap olarak.

                        İşte bu kadar! Sevgimiz böylece bitirdi!..

...Abdrahman ile akşam yemeği yeyip oyunlara çıktık. O zamanda aul uykuya hazırlıyordu. Mezarda gibi çok karanlıktı. Esimbek’in aul tarafından sesler ve gülmeler boğuk boğuk duyulurdu. Acelesiz yanında gidiyoruz, Abdrahman ileriye atlayıp önüme geçiverdi. Bir kıpırtı ve kız gülmesi duyuldu. Birdenbire sıcak fısıltı duyduk. Abdrahman omuzuna yakalayıp ikimiz donup kaldık. Önümüzden iki endam fırladılar.

-          Yok, canım, gerekmez... şımartma... – dedi.

-          Gözbebeğim benim, - yalvaran bakışla yanıtladı.

-          Sana ne?

-          İstediğim yapıyor musun?

Kız yavaş mahcup gülmeye başladı.

Aynabay’ın kızı bu olduğunu hemen tanıdım. Kerey soyundan, aulu – on aile, bizim ve Esimbek’in aullar arasında yerleşti. Biz aulun önünden geçirken sesleri duyduk. Yani onların kızları da oyunlarımıza gidiyormuş.

-          Kulzipa gidiyor – gülerek fısıldadım.

Abdrahman sadece tek adından silkindi. Buna başka sebebiydi. Kerey soyu sayıca az ve Aynabay yoksuldu, buna rağmen herkes ondan korkardı. Fesatlar her zaman ekip dedikodu yapıp zaten bir alçaklık yapabilirdi – öyle ad takıldı ‘kırmızı gözlü kötülük’. Aslında alımsız görürdü: gri yüzlü, asık suratlı, kaşlı, her zaman surat asırdı. Kızı, on yedi yaşında çoktan biriyle evlindi ve başlık yeyildi. Fakat Aynabay son zamanlarda güçlendirip tarım kazanıp biraz karlı ve seçkin nişanlı kızı için aramaya başladı. Ya en seçkin yiğit, şüphesiz, Abdrahmandı. Aynabay ona tam nişan aldı. ‘Eğer birkaç sığır baş bana verirse zavallı adama acıyıp kızım bırakırım...’ – yaşlı kurnaz diyordu. Abdrahman Esimbek’in auluna gelirken uzun dilli karı ağızlılar ona ‘güveyimiz’ diyordu. Öğretmen Kulzipa ile evleneceği herkes sert inancındaydı. Geçen kış Abdrahan’ın babası kuru ot almak için Aynabay’a geldi. Aynabay’ın karısı onu ikram ederek, kazı iki dairesi -  karın at yağı kesmeyerek kazana koydu. En değerli konuklar böyle karşılır. Ya konuğu geçerek Aynabay’ın karısı araba dolusu kuru ot hediye etti. Bundan memnun Abdrahman’ın babası Aynabay’la hısım olmak istedi. Fakat Abdrahman’a Kulzipa beğenmedi. ‘Ona nasıl evlenebilirim eğer onu iğrenç buluyorum?’ – tüm küçük kahkaha gülüşe ve kutlamaya yanıtlıyordu. Aslında sadece öğretmenin yakın arkadaşları ve akranları bunu bilirdi. Kulzipa ise raslantı karşılaşma sırasında mahcup olup kızarıp parlayıp ve nereye baktığı bilmedi.

Şimdi, o yanında duyarak Abdrahman sezdirmeden sıvışmaya başlayıp ama ben alay etmeyi isteyip onu tuttum.

Kızlar canlı ve özenmeden çene çalarak karanlıkta birdenbire bize çarpıp şaşırdı.

-          Ne karşılaşma!.. Biz ise bu hayvanlar düşündük. – bir kız birdenbire hatırladı.

Onlar tarafa fırladılar.

-          Marjanbike sen misin? Yanıma gel, - neşeli dedim.

-          Bu kim? Adım bilir...

-          Bu kim gel öğren, - Kulzipa yengesine emretti. Abdrahman ileriye gidip bense kızlar bekledim.

-          Seninle kimdi? – hemen merak ettiler.

-          Abdrahman.

-          Güveyimiz yani? Neden kaçtı ya? – Marjanbike kahkahayla gülmeye başladı.

Kulzipa parlayıp yengesine bir şey fısıldamaya başlayıp her ikisi kahkaha ile gülmeye başladılar. Biz Abdrahman’ı yetişip ama bizi hemen hemen görmeyip gençler oynadıkları o tarafına bakıyordu.

            Salıncağa yaklaştık. Şimdi gülme ve haykırışlar açık duyulurdu ayrı sesler bile farketebildi. İki kız kolan vurarak uzun şarkı söylemeye başladılar. Böylece bizi selamladılar.

-          Şuga söylüyor, - Marjanbike dedi.

Evet, Şuga söylüyordu. İyi, can ile söylüyordu, şarkı ise hüzünlüydü. ‘Doğmadan beri, biz kız mutsuzuz, - Şuga söylüyordu. – Tüm dünyada bizden daha mutsuz yok. Çünkü ana babalarımız eski törenin esaretinde bulunuyor’.

Evet, gençlikte tüm olduğu hep güzeldir. Bu gece bütün hayatıma kadar aklımda kaldı. Bu gecede ne olduğunu halâ gözümün önünden gitmiyor. Oyunlar sadece başlardı. Şuga dostuyla salıncaktan indiler. Sorular, şaka ve küçük kahkaha gülüşler başlandı. Abdrahman’a dombrayı getirip şarkı söylemeye başladı.

Ne kadar iyi yiğit! Oyunlar sırasında değişip gerçek erkek güzeliydi. Özellikle bu gecede başka bir adamdı. Şarkı söyleyip dombrayı çalıp hep soluğunu keserek onu dinliyorlardı. Bir ihtiyar kadınlar bile dayanmayıp gece arasında uyanıp sırtlarına kaftan alıp genç şarkıcı dinlemek için geldiler. Böylece şarlılarla ve oyunlarla ortalık ağarmaya başladığı farketmediler. Evlerimize dağılmalıydık. Marjanbike yanımda dönüp fısıltıyla sordu:

-          Siz eve daha gitmeyeceksiniz?

Ve yanında Kulzipa’yı götürerek yavaş gitti. Arkadan çocuklar ve yeniyetmeler gitti. Sadece biz kaldı – ben, Abdrahman, Şuga ve Zeykül – onun yengesi. Zeykül’ü tarafına götürüp Abdrahman’ın Şuga’ya çok aşık olduğunu dedim.

-          Bilmiyorum, - Zeykül yanıtladı. – Yiğit tabii, kültürlü adamdır, buna ayartmış galiba. Ama... kendisin biliyorsun, öylelere değil reddetti. Daha iyi erkek güzelilerdi... – ve Zeykül gülmeye başladı.

-          Zeykül, eve gidelim, - Şuga onu çağırdı.

-          Neden öyle acele ediyorsunuz? – Abdrahman ona yaklaşıp sordu ve onlar yavaş sesle bir şey için konuşmaya başladılar.

Tarafta oturuyorduk bana sadece onun kelimeleri duyuldu: ‘Genç kalp’. Birdenbire o söylediğinde duyduk:

-          Elveda

Çevirdim. Şuga aul tarafına aceleyle gitti.

-          Benim yaramaz kızım! Neden beni bırakıyorsun? – Zeykül haykırıp arkasına koştu.

Eve dönerken Abdrahman somurtkandı.

-          Kabahat benim yoksulluğum, - bana dedi. - Arazi sahibinin oğlu olsam Şuba başka yanıtladı.

Yarı şaka yarı ciddi Şuga’ya sevgisi için ima etti ya o hiç anlamamazlıktan geldi. Tabii, boşuna üzülüyordu. Kızlardan, özellikle Şuga’dan derhal cevapı istemez.

Ertesi gün beni çağırıp dört kat yığmış yaprak cebinden çıkardı. Eğer razı olsa gizlice onu götürürüm. Başka türlü bana vermez onu. Ama buna ne yanıtlayacağını bilmiyorum...

Abdrahman görünüş çok ezgindi. Manzum mektuptu. Ondan birkaç satırlam hatırlıyorum.

            Gökyüzünde ne kadar soğuk ay parlıyor

            Ama canıma alev o döküyor

            Benim hiçten rağmen, ay önünden

            Can yarayı sarmaz.

            Ama ben ağrıyı hafifletirim – gücüm yeter var!

            İlk kez şarkı söyleyerek kasveti zehirlenmiş

            Şarkılarda hiç bir kez hüzünlenmedim.

İlk karşılaşmadan beri senin tutsağın oldum.

Senin tatlı konuşman dilekler yaktırdı.

Keşke ‘Razıyım’ birdenbire yazarsan,

Mektup bir kutsal gibi sakınmaya başlarım. 

Fakat Şuga’ya mektup nasıl verebilir?

Bir olay yardım etti. Öğlede otlaktan dönerken aula Bazarbay kardeşim geldi. Ona mektup sokarak Şuga’ya verdiği eğer bir şey yazarsa buraya derhal getirdiği emrettik.

Şimdiki gibi hatırlarım hatırımda: çadırımızın arkasında büyük değil bir çimenlik vardı. Aula gelen konuklar orada atları bırakıp bu yüzden otlar epeyce buruşmuştu. Burası da dize diz sıkışık sokularak koyunlar oturuyordu. Böylece sıcaktan ve büveden kurtuluyor. Burada da kırkıyordu onları.

Abdrahman’ı aramaya gittim. Güneşin altında çimenlik ortasında, düşünceli ve tüm kopuktan koyun sürüsünün yanında yüzükoyun yatıyordu.

-          Arkadaşım benim, kesinlikle öyle bu yer niçin seçtin? – şaşırdım.

-          Ne yapayım?.. Evde oturmayı istemiyorum.

Dalgındı ve sabırsızlıkla, endişeyle uzağa bakıyordu. Açıktı: Bazarbay’ı bekliyordu.

Şuga ne cevap verecek, razı olacağı mı yoksa her zamanki gibi mektubu okunmadan yırtacağını kendi çok merak ettim. Önce tereddüt ediyordu: yazmak mı yazmamak mı. Ama ben Zeykül kelimeleri ona verdim: ‘Yiğit tabii, kültürlü adamdır, buna ayartmış galiba.’ Daha da bir zaman böyle dedi: ‘arkadaşının adı Şuga ağzından kesilmiyor’. Ya kadınlar birbirlerine en gizli kalp sırları güveniyor.  Başka da, Şuga Zeykül’ü savıp sevip güvenirdi.  Daha: ben Zeykül’ü ümüdüğüm çünkü bildim: benim için hep yapmaya çalışır.

Abdrahman susuyordu. Güneş çok yüksek, tam baş üzerinde bulunuyordu. Böyle sıcakta insanlar gölgeye otururlar, biz ise, aksi gibi güneşin alnındaydık.

-          Şuga bir şey söyler... – alçak sesle dedim.

-          Kim onu bilir... – Abdrahman içler çekti. Gözlerinde hüzün ve umut idi.

Eve dönmeye istiyorken Bazarbay gördük. Bize koştu. Abdrahman bu kadar heyecanlıyordu ki hemen atılıverdi. İkimiz aynı bakışla Bazarbay’a baktık.

Kulaktan kulağa gülümseyerek Abdrahman’a yaklaşıp çizme koncudan kağıt parçası çıkardı. ‘Sayın Adrahmanımıza selam veriyorum, - Şuga yazardı. – Mektubunuz aldığım bildiriyorum. Tam kesinlikle bir şey yanıtlamayabiliyorum şimdi. Özür dilerim. Şuga’dan yazıldı.’

Abdrahman yüzü zayıflayarak otlara indi. Benim, Şuga’ya mektup nasıl verdiği Bazarbay’a sormaya başladım. Ne yanıtladı?

Baba çadırda oturuyordu. Onu Zeykül’ü çağırdığı dedim. Çadırdan çıkmışken mektubunuz verdim. ‘Yaramazsın, daha ne getirdin ya?’ – Şuga sordu. Oku ve öğrenirsin. – cevapladım. Mektub okuyup cebine saklanıp gülümseyip Zeykül çadırına gitti. Bense arkasına gittim. ‘Kurtul benden, yaramazsın! Neden yapıştın? Mektuplar hep taşıyorsun ve taşıyorsun’. – homurdanıp ama gülüyordu. Eskiden, ben ona başka yiğitlerden mektuplar taşıyorken kızdırıp hemen yırtıyordu. Kızdırmadığı görünce dedim: ‘Allah, Allah! Cevap yaz hemen göndereceğim. Kimse görmeyecek...’ İşte yazdı...

Çocuk parlayıp, bu zor görevi bu kadar iyi yaptığı çok gururluydu. Ve kulaktan kulağa gülümsedi.

Şuga mektupta ‘evet’ veya ‘yok’ cevaplamadığı rağmen kardeşimin anlatmasından sonra Abdrahman ona ilgisiz değil daha açık anladım.

-          Kız senin olacak – güvenle dedim. Ve Abdrahman parlamaya başladı.

Bundan bir süre sonra onlar birbirlerine açık aşkını itiraf ettik. Aşkı bu kadar büyüktü ki  bir gün bile  görmediyse özlemden bunalırdı. Benden saklanmazdılar. Esimbek auluna kımız içmek için gelirken Şuga sevinçten çok parlıyordu. İlk olasılıkla ise baş başa kalırken değişmez soruyordu:

-          Arkadaşın nerede?

Ama bir aylda bulunmak uygunsuzca. Abdrahman on güne babasına gitti ve Şuga bu zamanda çok heyecanlıyordu.

-          Neden gelmiyor ya? – bana soruyordu. – İyi mi o?.. Bir şey bilir misin?

Yakında Şuga ve Abdrahman için tüm aulda konuşmaya başlandı. Aslında kimse kınamazdı ve ayıplanacak ilişkilerinde bir şey yoktu. Saçma Aynabay ilk çıngar çıkarmak. Kulzipa bunlar için öğrenince çok hıçkıra hıçkıra ağladığı söylentilet başlandı. Aynabay öfkede Şuga bu yoksul Abdrahmanla kaçmak istediği ve o zaman başına silinmez rezalet düşeceği Esimbek’e bildirdi.

Esimbek’in ailesinde fırtına başladı. Bazarbay’ı kovdu. Benim de. Şimdiden aula yakın yaklaşamam. Öyle denir: ‘Zağar turnadan kötülük kopardı’. Saygı aksakal-ihtiyarlar öğretmene dedi: ‘Aullarımız eskiden dost olur. Komşular niye bozuşturuyorsun? Bu iyi değil. İyi düşün.’

Abdrahman cevapladı: Eğer Şuga sözünden dönerse vazgeçirim. Onun için tüm yapmak hazırım.’ Bundan sonra ihtiyarlar öğretmenleri  hep beraber lanetlediler: ‘babalarının inanç değişmiş ve Rus okulda okuyan kafirsizden iyilik beklemek mümkün mü?’ – diyorlardı.

Şimdi çadırımızda oturuyordu. İhtiyarlar sövüyordu beni. Yani babalarının inanç olmayana neden yardım ediyorum. Esimbek’in atı kaybolurken çalmada beni suçlayıp at yerine inek dana ile ilçebaya vermek zorundaydım. Ne yazıktı ama ne yapabilirim. Çoğunluk böyle karar verdi. Ya çoğunluğ karşı gitmez. Aulda bize yan bakmaya başladılar. Gecelerde Esimbek oğluları birkaç yiğitlarla beni Abdrahmanla gözetlemeye başlardı. Eğer bize tutsaydı biz canlı değildik.

Aşık olanlar daha az karşılaşmaya başladı. Şuga’ya özleyerek Abdrahman böyle şiir yazdı:

Benim için doğdugunu inanıyorum

Her günle seni daha fazla seviyorum

İtiraf ve yeminleri duymak için

Şugacayım, yolda atımı kamçılıyordum

Ama konuksever soyun şimdi düşmandır

Düşmanlar her zaman bize kovalıyor

Ayırmak ve acı yapmak isterler 

Aynabay, bize Esimbek karşı kışkırtığına rağmen azdı daha da Abdrahman’ı iktidar gözlerinde kirlenmeye çalışırdı. Aynabay ilçebaya söylediğinde Abdrahman Türkler için para gizli topluyormuş öğrendiğim zaman gerçekten korktum. Ama Abdrahman bu söylentiler endişelenmezdi. Eskisi gibi aulumuzda oturuyordu ve bence bir şey için düşünüyormuş: Şuga ile ne karşılayabilir.

Bazarbay aulumuzda fazla oturmazdı. Kendi Zeykülümle bir türlü görüşmeyebilirdim. Ne kadar zor zamanlar geldi!..

Bir akşam tepek üzerinde aul arkasında onunla oturuyorduk. Tabii ki Esimbek aul tarafına bakıyorduk. Kendi Esimbek çadırı aulun merkezinde yükselirdi. Yanında kim görünse Abdrahman bu Şuga çıktığı düşünürdü. İkimiz oturup susup özlüyoruz. O Şuga’ya bense Zeykül’e özlüyorum... Bir süre sonra otlatma yarinden inekler dönmeye başladı. Jappasçı yurtlar yanında develer surat asarak oturuyordu. Gürültü ve hayhuy bozkır üzerinde gidiyordu. Koyun meleyip at kişniyordu. Taylar mavimsi kır toz kaldırıp oynayarak koşuyordu. Biz bu akşam aulun alışılmış hayhuyuna somurtarak bakıyorduk. Hep düşüncelerimiz başkaydı.

-          Nihayet, bügün Şuga’dan haber aldım. – birdenbire Abdrahman dedi.

-          Neyi yazıyor? – silkindim.

-          Özleyip bittiği yazıyor. Aylesi karşıdır. Bunlardan zihnim allak bullak oluyor. Ne yapacağımız lazım? Çıkış yolunu nerede? Ne yazıyor, işte... Ona yanıtladım. Kaçınacağımız lazım yazıyorum. Başka çıkış yolunu yok. Ama mektup nasıl verebilirim? Keşke razı olursa hemen götürürüm onu..

Böylece konuşarak konuşarak aullar arasında, yolda, nerede şimdi sürüler döndürdükleri birdenbire araba göründü. Atlar çok hızlı koşup tozdan göz gözü görmüyordu. Arkadan eyerde beceriksizce hoplayarak atlı koştu. Yolcular acele ediyordu. İçimin fena önsezi kapladı – eyerde oturan atlı Rus insana benzerdi.

-          Haydi yurt içine gidelim. – teklif ettim.

Abdrahman kahkaha ile güldü.

-          Heplerden korkuyorsun...

Araba yurtumuza yiğitçe geliverdi. İleride genç yiğit-arabacı, arkasında daha iki insan oturuyorlardı. Onlardan biri gerçekten Rus adamdı.

-          Ne bir Tanrı ceza! – dedim.

Abdrahman yüzü de değişterdi. Biz yurt içine acele gidiverdik. Rus adam basamaktan inip karşıdan gitti.

-          Burası Abdrahman kimdir?

-          Ben – öğretmen yanıtladı.

-          Haydi giyin ilçe merkezine gideriz.

Bu gardiyandı. Kenarından kılıç bulunup kasket üzerinde kokart parlıyordu.

-          Ne için? – Abdrahman sordu.

-          Bilmiyorum. İcra memuru emretti.

Ne yapsam? İktidara kaşının altında gözün var dememek mi? Atlar acele koşup Abdrahman kendi götürmeyi karar verdim. Atlar koşurken yediden yetmişe yanımızda topladılar. Birisi ilgilenip acıyıp başka oh çektiler. Annem hıçkıra hıçkıra ağlayıp başkalar ise tam tersine memnun kıs kıs güldüler – Ha, çala çala açtırdı! Ulaştı ya! Ama neyi ulaştı orada? Abdrahman ile dost oldum ve Allah tanıktır – hiç kimse ve hiç bir zaman kötülük yapmadığı biliyorum. Ama ilçe yardakçılara bir şey ispatlayabilir mi?

            Auldan çıktığımız zaman güneş batıyordu. Atlar beraber gidiyordu. Yol Esimbek aulundan çekiyordu. Atlar iriş tırışla gidiyordu. Abdrahman ileriye gergen bakıyordu, Şuga’yı görmeyi hep ummuyordu. Esimbek çadırına elli sajen kalıp ama Şuga görünmeyip o çok özlemeye başladı. Ayrılık – aşık için bir acıdır.

            Atlar hız alıp yol düzgündü ve onlar ellerden dizginler kesiyorlardı. Bir an daha ve biz aulun önünden geçiriz. Ben tüm kuvvetle atlardan tutuyorum. Çünkü kim bilir... Yiğit galiba sebgilisi hiç bir zaman görmez. Eğer görürse galiba yakın değil Nedense bu dakikada böyle göründü... ikimiz susuyoruz çünkü herkesin canında ne bulunduğu anlıyoruz... Akşamları bizi aula Esimbek’in yaklaştırmadıkları olan yavuz köpekler dişlerini göstererek karşıdan atladılar. Yurt çıkışın yanında kalabalık oturuyordu ve herkes merakla bize bakıyorlardı. Gelmemiz konuşmalarını kestirildi galiba... Şuganın ağabey kocası kara tütmüş çadıra deve kementi bağlayıp deveyi sağıyordu. Baş çadır ve genç çadır için arasında baybişe kurumlu bir tavırla geziniyordu. Abdrahman gelecek tutuklama için herkes çoktan bildiği görünüyordum. Sadece Şuga’yı hiç bir yerde yoktu. Abdrahman somurtup keskin sesle bağırdı:

-          Haydi!

-          Sadece şimdi atlar adi adımla gittikleri farkettim.

-          Bu anda aulun arkasında kuyu yanında iki kadın çıktılar. 

Zeykül ve Şuga! Onları görünce çok memnundum. Göz yaşı bile serpti! Bizi de tanıyıp şaşırmış va şaşkın öyle donup kaldılar. Şimdi gibi hatırlıyorum: Zeykül omuz sırığıyla iki su kovaylaydı. Şuga yanında boş oturuyordu. Abdrahman arabadan inip onlara attı. Şuga’yı kucaklayıp bağrına basıp öptüğü bekledim. Ama bunu yapmadı. Esimbek çadırın yanında oturan insanlar çekinmiş galiba. Boşuna..!

-          Nereye gidiyorsunuz? – Şuga korku ile sordu.

-          İlçe merkezine götürtüyorum, - Abdrahman yanıtladı.

Şuga gözleri sulandı. Ben de neredeyse ağlayacaktı. Zeykül çabuk dönüp bakıp – çok ürkmüştü – ve omuzunda omuz sırığı düzeltip haykırdı:

-          Yaramaz kızım! Gidelim!.. Görüyorsun, auldan koşuyorlar!

Ama Abdrahman ve Şuga sanki donmuş gibi... Arkasında ise bağırtı, gürültü, küfürler ve ayak patırtısı duyuldu artık. İleride arabanın içinde yarım kalkıp öfkeci gardiyan bize bağırdı.

-          Elveda.

Sallanarak Abdrahman arabaya yaklaşıp oturdu. Gözyaşları yanaklarından aşağı sulanıyordu. Atları kamçıladım.

-          Benim sevgilim, elveda... – Şuga arkadan kısık haykırıp ağlamaya başlayıp yere oturdu.,

İlçe polis memuru Abdrahman’ı ile götürdü. Biz gözyaşlarıyla ayrıldık. Şuga için pusulayla evime döndüm. Altı gündür geçti bense pusula ona bir tütlü veremezdim.

Esimbek, kızı herkesin gözü önünde Abdrahman ile vedalaştığında bilince korkunç galeyana gelmiş. Kardeşleri de öfkeleniyordu. Zavallı Şuga’ya çok saparta çekti galiba. Bütün bunlar onu bu kadar sarstı ki hiç bir yere çıkmadığı ve yememez oldu bile. Bir süre sonra aullardan söylentiler başladı: kasvet Şuga’yı eziyet etti. Hasta olup yataktan kalkmıyor. Aullarımız yanında bulunduğu halde ama ben eskisi gibi Esimbek’e gelemezdim.

            Zaman geçiyor ve Şuga’yı iyileşmiyordu. Kızı gerçekten çok hasta olup gördüğü Esimbek yumuşadı. Otçu, hekim-şamanlar çağırıp ama onlar da hiç bir şey yapamadılar. Şuga sayıklayıp baygınlıkta Abdrahman’ı çağıyordu.

            Baybişe onun sevgili tek yaramaz kızı cılızlaştığı görerek kaçınılmaz ölümden akrabaları kurtarmak razı etti. Ya kurtarma sadece birdi: kocanın tüm aulu aklama elde etmeye uğraşıp onuna Şuga’yı verip düğün yapmalıydı. Nihayet Esimbek razı oldu. Memnuniyetsiz ve gönülsüz  tabii razı etti. Akrabalarına ve aullarcıya danışıp ilçebayın Abdrahman özgürlüğüne kavuşmak razı etmeyi karar verdi. Bana gelince öfkeden inayete değiştirdi. İki aulda solunur daha rahat oldu.

            Bir zaman Esimbek deve çobanı bana gelip Şuga beni görüp istediği dedi. Ben sevinçten hoplayıp ona koştum. Büyük çadırda yatıyordu. Halı kenarı biraz kaldırıldı. Bana bakıp boşanmaya başladı. Annesi ona atıp taselli etmeye yaşlarını silmeye öpmeye yalvarmaya başladı:

-          Yavrum, sakinleş... Senin yüzünden az mı acı geçtim? Ne yapabilirim?.. Benim ferman olsaydım bu hallere seni sokmam...

-          Annem... – Şuga birdenbire yavaş çağırdı.

-          Canım, ne? – annesi seslendi.

-          Baş başa onunla bırak...

-          Tamam, yavrum. Şimdi, şimdi.

Baybişe aceleyle çıkıverdi, ben Şuga’nın yanına oturdum:

-          Nasılsın? Biraz iyi mi artrık?

-          Hayır, iyi değil, - kederli kederli cevap verdi, gözleri yine yaşlarla doldu. – Hem de iyi olacağımı istemiyorum...Sen... ona... se... selam... ver... – Yaşları yüzünde konuşmak zordu. Yastığın altında mendil çıkarıp gözleri sildi. – Sen onu görürsün... eğer canlı olursa... bense... ben... – devam edemezdi.

-          Hikmeti Huda – dedim. – Ama sen böyle boşuna söylüyorsun... İyi biçimdesin, yakında sağlığı düzelir.

-          Yok... Ve ne için? Mutlu olamam. Babam halime sadece acıdı. Kendimi kötü hissediğim görüyor. Korktu. Yarın ise, eğer iyi hissedersem eskisi gibi olacak. Ölümden korkmuyorum. Sadece bir şeye pişman oluyorum... ayrılma için Abdrahman birkaç tatlı kelime bana söylemedi. Keşke ölümden önce onu görsem!..Keşke benim yanımda olup yüzü yüzüme sokulup söylese: ‘Şuga benim!’, hayatımdan mutlu gitsem... 

İçler çekti.

Akşama kadar yanındaydım. Çok üzgün ve ezginevime gittim. Evimde ise bir sevinç bana beklerdi: Abdrahman bügün dönmüştü. Şuga’ya onu çabuk getirmek için sabırsızlanırdım.             Abdrahman’ın auluna koşuverdim. Orada da herkes sevinip koca gerçekten vilayetten gelip Şuga için soruverdi. Onun hasta olduğunu ona bildirildi. Onu sakinleşip iyileştiğini dedim. Bana inandı.

Sabahtan beri atlar otaktan getirince aulumuza gidiverdik. Atlar iri tırısla gidiyordu. Gün sıcaktı. Abdrahman yol boyunca gülüp şaka edip beni güldürüyordu. Onun vilayete gittiğinde Şuga için bir şarkı yazdığını dedi. Şarkı söylemeye başladı.

Benim Şuga’nın gözlerinde okşama var

Her kelime şarkıdan berraktır

Beni uğurlayarak kucaklamadı

Sadece gözyaşı daha güçlü ve güçlü döküyordu. 

Aula yaklaşarak Berkimbay çadırın yanında daha uzaktan bir kalabalık gördük. Atları bağlayıp Abdrahman’ı çadıra götürüp kendim ise ne olduğu bildirmek için gittim. Bu zamanda kalabalığın yanına bir atlı koşup bir şey çağırıp bir yere gidiverdi. O ne bağırdığı duymadım ama kalbim nedense kısıldı...

Ya kalabalığın yanına yaklaştığımda duydum:

-          Allah ona mübarek etsin...

Herkes düzgün elini yüzlerinde gezdirdi. Donakalıp Aitbay’a baktım

-          Duydun mu? – dedi. – Şuga öldü.

Buz gibi su beni dökünmüş. Yerde öyle donup kaldım. Çevredeki herkes başlarını sallıyordu.

-          Ay, Şuga, Şuga! Zavallı Şuga!.. Bu kadar gençti...

Sonra Abdrahman’a kederli haber bildirmek için kalabalık çadırımıza gitti. Ağlamaya başlamadı sadece çok sarardı. Onu teselli etmeye başladılar. Susuyordu...

Biz tüm kalabalıkla Esimbek’in auluna gittik. Bay çadırdan güç ağlama duyuldu. Esimbek’in gelinleri bizi görünce çıktı. Onların kızıl kabarmış gözleri vardı. Zeykül bana bir işaret gösterib bir tarafa çağırıp cebinde kağıt parçası çıkardı. Şuga’nın bu son mektubu olduğunu anladım. Şuga ölümden önce şu yazdı:

            Belaya bak ki güzellik bana verildi

            Sana acı sadece getirdi!

            Mutluluğumuz için düşe kapılırdım,

            Sert inandım: kaderimiz aynıdır

Sen yalnız benim sahip olacağı isterdim

Acımasız Dünya ya! Hayaller kırıldın.

Dünyevi hayattan yalnız gidiyorum

Öz yüz çizginleri görmeden

Bu son mektup zavallı Şuga için seni hatırlat. 

Abdrahman bu mektubu okuduğu zaman gözyaşları kağıt üstüne damlayıp birkaç kere okuma kesti.

Esimbek öz kenarda, eski soy mezarlıkta Şuga’yı gömdü ve güneye acele gitti. Bir yıl sonra jappasçılar buraya geldikleri büyük anma yemeği yaptı.

O zaman bu tepe döküldü.

...Anlatarak anlatarak yoldaşım bu kadar düşkün oldu ki ayakları zor sürüklenen atı için unuttu. Birdenbire hatırlayarak atını iki kez kamçı kamçılayıp yine yanıma vardı. Yakında tepe geçidine çıkıp önümüzden tüm güzellikle büyük göl gösterildi. Ondan batıya küçük tepe pusta gösterildi.

            - Şu, - yoldaşım dedi. – Bu aynı tepedir. Bizim Şuga anıtı. Ah, Şuga, Şuga!..              

 

Көп оқылғандар