Fakirin Eşitliği
1917 yılının kasım ayının ortasında ben, aulları dolaşırken ansızın Kaukimbay’ın yanında durakladım. Bölge toplantısından dönen Tanirbergen de ona gecelemeye gelmişti. Ev sahipleri lâmbayı yakıp çay demlediler. Bir dastarhan[1] etrafında bizden misafirlerden başka bey, onun hanımı, oğlu ve gelini de oturmuşlardı. Eşikten uzakta değil, semaverin yanında yırtık pırtık elbiseli iri yarı yiğit yeşil bezi serip üzerine düştü.Baktım ki: siyah, çiçekbozuğu yüzü, sepili deriyi hatırlatan yara kabuğu ve sıyrıklar içindeki elleri, bütün kılığı ve tavırları, tartışmasız, onun bir beyin rençperi olduğunu gösteriyordu.
Görülüyordu ki Kaukimbay, Tanirbergen huzurunda kendinin bey olduğunu ve rençper beslediğini vurgulamak istedi. Kendine ciddi bir tavır verip kayıtsızca sordu:
''Boğayı bağladın mı?''
Hanım hemen kocasını tutup seslendi:
''Kış geliyor, tezeğin yanındaki çiti düzeltmenin zamanı geldi artık, ya sen sabahtan akşama kadar sürtmekten başka bir şey bilmiyorsun.''
Yiğit:
''Nerede sürtüyorum ki!'' diye homurdandı.
Annesiyle babası arasında oturan beyoğlu alayla güldü:
''Hiç bir yerde de sürtmüyor! Sadece çocuklarla biraz top oynadı.''
Genç gelin kaynatasından, kaynanasından ve kocasından geri kalmak istemeyip rençperi bir iğneledi:
''Zavallı çok çalışmış. Odun bile kesmemiş. Su getirmeye de bugün ben kendim gittim.''
Rençper suçunu kabul ediyormuş gibi susuyordu. O zaman bey onu rahat bırakmaya karar verip lâfı çevirdi:
''Hadi anlat, Tanirbergen. Bölgeden ne haberler var?''
''Haberler umrumda mıydı ki? Bir an önce bir iki koyun satmayı düşünüyordum. Mamafih… bir şeyler duydum. Dehşet verici şeyler oluyor. Tatar Safi’ye rastladım. Sözde bir çift doru at süren ve Rus cinsi koyunlar alıp satan tüccarcığa rastladım. Bana dedi ki bolşevikler meydana gelmiş. Beylerin ellerinden hayvanları alıp fakirlere verirler. Artık, diyor, «benim-senin» olmayacak. Bundan sonra tüm varlık ortak olacak. Öyle işte! Ve diyor ki onlar sayılamayacak kadar fazla. Tam büyük şehirlerden gelmişler.
Bey:
''Duydum, duydum ben'' diye iyi niyetle söyledi.
Yüzünde alaylı bir ifade göründü.
Tanirbergen, beyin haberden hiç endişelenmediğinden emin olup devam etti:
''Biz nereden bilebiliriz, işte eğitimli Karim bizden iyi bilir… Söyleniyor ki bu bolşeviker kendileri kürek mahkumudurlar. Çar devrilir devrilmez onların hepsini hapishanelerden serbest bırakmışlar.
''Karim bizden iyi bilir'' sözleri beyoğlunun çok hoşuna gitti ve o Tanirbergen'e gerçekten bir şeyler bildiğini göstermek istedi:
''Bütün bunlar para ile satılmış olan dilenciler, döküntüler. İşte örneğin Bukabay'a para verip ''birini öldür!'' de. Sizce o öldürmez mi? İşte onlar da ''bütün iktidarı fakirlere verelim'' diye ilân etmişler. Hırpaniler de kudurmuşlar. Sadece boşuna bayram ediyorlar. Yarın birgün sonları gelir…''
Beyin gelini:
''Bir de bakarız ki, bizim Bukabay aulbaşı olmuş'' diye kıs kıs güldü.
Bukabay:
''Ondan ne? Ve olurum!'' diye karanlık bir şekilde söyledi ''Sence ben mührünü her yerde kaybeden Sarıbay'ın salak oğlundan daha kötü müyüm?!''
Beyle hanımı istihfafla rençpere baktılar.
''Bak, nereye nişan alıyor!''
Beş yıl sonra mayıs ayında ben yine ansızın Bukabay'a rastladım. Biz yolda tesadüfen karşılaştık. O sırtında yırtık kaftanla yayan gidiyordu.
''Yolunu nereye tutuyorsun, Bukabay?''
''Aulbaşına. Hazineden un gelmiş, işte onu almaya gidiyorum. Yoksa tümünü alıp götürürler, ben de yine elim boş dönerim diye korkuyorum. Tohumları dağıttıkları zaman ayaklarımı açlıktan hissedemiyordum, Karim ise darı payımı cebine indirdi.''
Bukabay'ın yüzü soluk ve zayıflamıştı sanki tifo olmuştu. Ayakta bile zor duruyordu ve benimle de yol kenarında oturup konuşuyordu. O sorularıma ayrıntılı cevaplar verdi ve beyin kovulduğunu, hanımıyla bütün kış, altı uzun ay boyunca fakir gibi dilenmekle geçindiğini ve kedilerle köpekler yediğini anlattı.
''Yaz geldi, idare ederiz. Ben beyin karasabanıyla toprağı sürüp bir darı alanı ektim.''
Aynı yılda ben Bukabay'a harman yerinde rastladım. O rüzgârda kürekle küçük darı yığınını kazıp karıştırıyordu.
''Kirman zengin olsun!''
Bukabay:
''Teşekkür ederim. Ambarının tahıl bölmesini patlayacak kadar zengin o zaten, vergiler için de para zor yetiyor'' diye üzgünce şaka yaptı.
Anlaşıldı ki tohumlar dağılırken aulbaşı, Bukabay iki pud darı almış ve iki alan toprak ekmiş diye yazmıştı.
''Size demiştim ya, payımı alçak Karim almıştı. Bütün kış açlık çektim, ilkbaharda ise karımın çeyizi olan tek iğdiş atı yarım pud tahıl alışverişinde bulundum. Ekip seviniyordum, şimdi ise bütün ürünümü vergi olarak vereceğim. Her neyse, şimdi insanlarda ekmek var, hiç olmazsa sadaka da olsun bir türlü idare ederiz…''
Fakat zavallı Bukabay vergiler alan iktidara dargın değildi.
Bukabay küreği alıp:
''Fakirlerin yakın zamanda tamamen eşitlik alacaklarından ümitlerimizi kesmiyoruz. Ama bu olana kadar beyler iflâhımızı kuruturlar'' diye söyledi.
1923 yılında ekim ayında Dördüncü aulda seçimlerde bulundum. Çoğunlukla fakirler toplanmıştı. Kağıtları önüne koyup uzun, kağşar bir masada gri yüzlü, bıyıklı bir adam oturuyordu.
''Arkadaşlar! Devlet beni size seçimleri geçirmek amacıyla yolladı. Siz seçeceksiniz. Toplantıyı yönetmek için prezidyum seçmemiz gerek'' diye söyledi.
Toplananlar şaşkınlıkla bakıştılar.
''Bir anlat, bakalım, canım, bu nasıl bir ''perezden''?''
''Toplantıyı yönetenlere prezidyum deniyor. Bir de toplantıda sadece fakirlerin hazır bulunması gerektiğini hesaba katınız. Fakirleri kiralayan zenginlerin bundan sonra aranızda yeri yok. Yeter artık kafalarınızı ütüledikleri! Buraya sızmışlarsa da onlara kapıyı gösteririz.
Bukabay:
''Mirza, izninizle söyleyebilir miyim?'' diye sordu.
''Buyurun!''
''Aramızda, yanında uzun yıllar rençperlik yaptığım Kaukimbay beyin oğlu Karim oturuyor. Nikolay'ın zamanlarında o birkaç yıl boyunca aulbaşı olmuş. İzninizle bu bey odayı terketsin.
Yönetici:
''Pekâlâ adil.Kaukimbayev kim? Lütfen çıkınız!'' diye söyledi.
Orta boylu, gevşek beyoğlu pence pence kızarıp kapıya doğru yürüdü. Onu açıkça kötü, alayla dolu bakışlarla uğurluyorlardı.
''Pekâlâ, toplantının yönetilmesini kime emanet ediyorsunuz?''
''Kime kime? Bukabay'a!''
Hep beraber coşup gürültü yapmaya başladılar.
Bukabay yönetenin yanındaki sandalyeye oturdu.
İktidar temsilcisi uzun uzun konuştu. Nihayet bitirdi ve seçimlere başladılar. Bukabay kendini tutamayıp söz istedi.
''Bu yiğidin neler söylediğini duydunuz mu? Demek ki şimdi her şey elimizde. İktidar bize eşitlik veriyor ve biz ondan yararlanmalıyız. İnsanlar arasına çıkıp öyle bir toplantı yönetmemi hiç düşünebilir miydim? Asla! Rüyamda bile görmemişim. Beş yaşındayken tamamen yetim kaldım ve otuz yaşıma kadar acı çektim, başkaları için canımdan bezdim. Ve sonucu ne oldu? Ne ücret ne de yiyecek. Allah bilir, hiç bir şey! Küfürlerden ve batıcı alaylardan başka hiç bir şey! Açlık çektiğim yıl da kapıya koydular. Karim bana tohum vermeyip vergisini adıma yazdı. Çok hakarete tahammül ettim. Başka ne söyleyebilirim ki, siz kendiniz de biliyorsunuz… O yüzden size şunları söylemek istiyorum: aulbaşı olarak fakirleri gerçekten merak eden, fakirleri gönülden düşünen birini seçin! Sadece o zaman biz eşitliğe ulaşırız.''
''Seni seçiyoruz!''
''Aulbaşımız Bukabay olsun!''
''Bukabay!''
Yönetici:
''Bekleyin, oylamaya başlıyoruz'' diye yerinden kalktı.
''İster başla ister başlama, aulbaşı Bukabay'dır.''
''Evet, evet! Bukabay aulbaşıdır!''
Aralarından biri:
''Yaşasın kedeylerin eşitliği'' diye bağırdı.
Diğeri:
''Yaşasın fakirlerin eşitliği'' diye hemen çevirdi.
[1] Dastarhan (Farsça)- Orta Asya’da ve bazı Doğu ülkelerinde çıkarılan yemek/içki ile kurulmuş sofra