Бүгінгі туған күн иесі
Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
MÜSİREPOV  Gabit, "Farklı yıl hikayeleri"

30.06.2014 3575

MÜSİREPOV  Gabit, "Farklı yıl hikayeleri"

Негізгі тіл: "Farklı yıl hikayeleri"

Бастапқы авторы: MÜSİREPOV Gabit,

Аударма авторы: not specified

Дата: 30.06.2014


ANNE HAKKINDA HİKAYELER

ANNE

 

            Biz çocukken molla bizi kır saçlı Aytiles’in evinde öğretiyordu.

            Kıpırdamayan sıcak. Tepelerde serap oynuyor. Hayvanlar suya boyuna kadar girerek serinliği gölde arıyor. Öyleyin güneş tam başın üzerinde duruyor ve o zaman bir adamın gölgesi kendine yer bulamadığından ayakların altında saklanıyor. Kış yünü hala dökülmeyen zayıf tosunları andıran ham kıyafetlerindeki çobanlar güneş altında sıcaktan ölüyor. Onlar sanki güneşle kavurulmuş, kıyafetleri ise büzülüp kabararak vücutlarında kuruyup kıvrılıyormuş gibi. Altı tepe ardına tezek toplamaya giden kadınlar, sırtlarında torbalarla yavaş yavaş yürüyor: yüzleri tozla karışan şıpır şıpır damlayan terlerle kaplanmış.

            Koltuğumun altında eski yıprak arapça alfabe kitabı taşıyarak Aytiles’e gidiyordum. Çocuklar hala toplanmadıysa Aytiles genellikle molla veya her zamanki konuğu kımız için çuval gibi gevşek satıcı Ramazan’la konuşuyordu. Konuşarak Aytiles – ak saçlı kör ihtiyar – kuvvetli parmaklarıyla geniş sakalını sıvazlıyordu. Beyaz ve gür sakalı işlemeli göğüslük gibi gömleğini kaplıyordu.

            Aytiles, eski pasla kaplayan olayları

temizleyip yeniliyordu. Anlattığı hikayeler ışıl ışıl parlıyordu. Göz nurunu kaybedince göğüsünde ve kulaklarında bütün ışığı toplayan ihtiyar adam, geçen günleri çok yatmaktan tıkızlaşan yünler gibi sarsıyordu. Aytiles;

-          Vay bizim genç yaşlarımız, biz hala atın kulaklarıyla oynadığımız zaman!, diye başlıyordu, O zaman paluan[1] Jaman seksen iki veya seksen beş yaşındaydı. Gücünün sonuna gelmeye başladığına rağmen yüreği hala sıcaktı. Berrak sesi şanırak[2] üzerinde oynuyordu. Bu adam bir şey anlatıyorken biz yurtanın yanında çömelmiş olarak kapı yanındaki koşmayı kaldırıp oturuyorduk ve her sözünü kulaklarımıza dökerek aklımıza bağlarak dinliyorduk... Janay’ın bir defa ne anlattığını dinleyiniz...

-          Bu uzun zaman önce oldu, biz o zaman çok gençtik, diye anlatıyordu Janay, Paluan Jalpak bizi Ergenek aullarına barımta için topluyordu. Bu öyle oldu. Paluan Jalpak Balabay’ın kan damadıydı. Bir gün biy[3] paluanı çağırıp;

-          Ua, Jalpak! Ergenek aullarımıza iki baskı yaptı. Bir defa onlar beni soydu, sonraki defa ise sen soyulmuş kaldın. Bensen hayvanları kaçırdılar, senden ise canını. Babanın bütün kırk yedi hayvan verdiği gelinini verdiysen canın değil miydi bu?.. Doğrusu o zaman küçüktün ve intikamını alamıyordun. Üstelik de bozkırda onlarla karşılaşıp zor güç kendin kurtulabilmişsin. Bindiği atla atlatmışsın. Şimdi ise paluan diye biliyorlar seni. Nasıl böyle oldu da intikamı unuttun?, diye konuşmaya başladı. Jalpak;

-          Biy!, diye ayağa fırlayarak bağırdı, Alnımda siyah lekenin olduğundan haberim yoktu... O gelin benim değildi diye söylediler bana! Altı yaşındaydım atımı aldıkları zaman... Zafer benim olursa – düşmanımı öldğreceğim. Onlar yenirse istepte ölü kalacağım, ama alnımda bir leke olmayacak! Hoşça kal! Ata talihli gün yani Çarşamba günü binerim!

Badabay;

-          Bekle, batır!, diye konuşuyordu, Gitmek istiyorsan gidersin tabi ve baskın yaparsın. Tavsiyemi dinle ama; eski gelininin peşinde koşma, çoktan kadın oldu. Atların büyük sürülerine bak daha iyisi!

Kırk en iyi yiğitlerdik. Barımtaya alında batı, sol dirsekte güney tutarak yola çıktık. Jalpak (muzları bir yurta gibi, yumrukları kalın sopalar gibi, arkasından bakılırsa soba gibi), bir kurşun atımı ileri gidiyordu. Onun sarı hemen hemen kılsız atı sadak[4] gibi eğrilerek saygak[5] gibi hopluyordu. Hiç bir at ona yetişemiyordu!

Yedinci gece Jalpak attan inerek;

-          Sıradan bir adam değilmiş herhalde! Mezarında gece için kalalım..., diye söyledi.

Atlarımızdan indik. Dairede altmış adım büyüklüğünde mezardı. Girişte bir yazı vardı. Onu okuyamadık. Hiç birimiz okuma yazma bilmedi...

Aytiles, hikayeden ayrılarak;

-          Bunu hatırladığım zaman, diye konuşuyor, bugünkü çocukların okuduğuna seviniyorum. Kaymakamlar olamayacakları halde nahiye başkan köpekleri ona dokunamazlar! Çocuklara peynir verin!, diye ihtiyar eşine omuzu üzerinden söyleyip Janay adına hikayesine devam ediyor.

-          Çakmak taşı ile ateş yaktık. İkişer avuç kuru et yiyip başın altına eyerleri koyup uyuduk.

Sürreya takımyıldızı gök kubbesine, güzel yıldız Urker ise alın yüksekliğine çıktığı zaman batır Jalpak ayağa fırladı:

-          Yiğitler! Ön koşumu gevşetin, arka olanı ise sıkıca sıkın, atlarınıza acımayarak... Güneş mızrak yüksekliğine çıktığı zaman ganimete rastlarız. Benim biyimin isteği gerçekleşerse atlara basarız...

Jalpak;

-          Yaşlı paluan Baysarı’nın mezarıymış, diye söyledi. Gece bana; ‘Ölü başımın üzerinde barındırdığım sizler, atları başımın yanında otlayan sizler – halkıma sakın dokunmayın. Dokunursanız göreceksiniz ne olur’. Batırla bütün gece tartıştık, bir türlü anlaşamadık. O batırsa biz kadınlar mıyız? Atlara binin, yiğitler!

Seferler ve yollar için hazırlayan atlar, dizginleri ısırıyor, iğler gibi dönüyor, sadaklar gibi eğriliyordu.

Güneş mızrak yükseklğine çıkınca tepe ve ingin yerleri kaplayan at sürüleri gördük. Sürülere koştuk. İçlerinden iki atlı çıkıp tepelere doğru atıldı. Onları kovalamadık.

Sürüleri döndürüp ıslıklarla atları sürüyünce srtında tezekli çuvalı bulunan kara gözlü bir kız gördüm. Gözleri bir köşeğin gözleri gibiydi. Bütün vücudum sızlamaya başladı. Atımın adı Kuday-kok’tu[6]. Ona ok gibi yaklaşıp eyere oturtunca iki kolunu belime soktum, yoluma devam ettim. Uzaktan annesinin haykırışı duyuldu: ‘Tayım benim’, diye saçlarını açıp ağlayıp sızlıyordu. Annesinin çığlığı bana bir böceğin ısırmasından az dokundu.

Çok geçmeden kamçılarla büyük sürü topladık ve iki tepe arksına sürdük. Derken paluan Jalpak eyerimdeki kızı gördü. Batırın ondan hoşlandığı belliydi.

-          Sauga[7]!, diye tebrik etti.

-          Onu beğendiysen başka ne isteyebilir ki? Al onu, batır!, diye cevap verdim.

Yanıma varınca kızın başını okşayıp dalgalı siyah saçlarından öptü ve yoluna devam etti. O andan itibaren dokunmalarından ateş basıldığım kız benim için bir kurbağadan daha soğuk oldu.

O kadar çok atları topladık ki onları kontrol etmek çok zor oldu. İtişip kakışarak koşan taylar ısrakların ayaklarının altına düşüp geri kalıyordu. Sürüleri oldukça uzak sürdük ki arkamızda bir siyah nokta farkettik.

Düşmekte olan bir yıldız gibi yaklaşıyordu. Derken üstünde ihtiyar bir adam olan doru bir at müfrezimizi yarıp içine giriverdi. Bu görmüş geçirmiş bir at çobanıydı. Biz bakmadan bile paluan Jalpak’a doğruldu.

-          Her şey iyi diyelim, bir baskın yapıp bay sürülerini kaçırdın... Ama batır, at çobanının biricik kızı ne için lazım sana? Köleye mi ihtiyacın varsa – beni al. Kızı geri ver ama, zavallı annesi acı içinde tesellisiz kaldı.

Fakat bir batır böyle sözlere kulak asar mı? Jalpak kendi kendine gülümseyince yanındaki yiğit Keyki’ye göz etti. Keyki çok hızlı ve güçlüydü. At çobanının göğsüne mızrağı saplayıp ihtiyar adamı havada döndürdü  ve yere düşürdü.

Doru atı güzel bir saygak gibi bir tarafa atıldı.

Üç yiğit onu takip etmeye başladı, ama doru at kuyruğu sallayıp koştu. Sanki buraya sadece ihtiyar adamı getirmek ve geri kaçmak için gelmiş.

Kız ağlamaya başladı ve kollarını kemerimden kurtardı. Onu önüme koydum ve dikkatle gözlerine baktım. Gerçekten de gözleri bir deve yavrusunun gözleri gibiydi. Yüzünden inci yaşları akıyordu. Bir ilk bahar çiçek gibi güzellik varmış, diye düşündüm! Ona acıdım bile ve kaskatı kesilmiş kollarımla saramadım onu...

İstepten kuzuların bir geçidi kadar geçtik. At çobanıyla geçen olayla aklımızda en ufak belirti bile kalmadı. Atlar heyecanlanıyordu. Sürü bağırışlardan korkarak ilerliyordu, atlar birbirini çiğniyordu.

Birdenbire – geriye bakıp: av kuşu gibi, bir düşen yıldız gibi yaklaşarak istepte yine siyah nokta göründü. ‘Au! Dur!’, diye bağırmaya kalmadık uzakta beyaz birşey farkettik. Eyerimdeki kız:

-          Şeşeteym-ay![8], diye bağırdı.

Meğer bu aynı doru atmış, ama şimdi üstünde at çobanının karısı, bu kızın annesi vardı. Çığlıklarla sürüye çok hızlı yaklaşıp döndü, sağ tarafa hızıyla gitti.

Bütün sürü da arkasından koşmaya başladı!..

Onu bir tarafa döndürmeye çalışıyoruz, o da başka tarafa gidiyor.

Kadını yakalamak istediğimiz halde, doru at ona yaklaştırmaz. Mızrak saplayamayız veya kalın sopayla vuramayız. Birkaç defa sürüyü geri döndürmekte başardık, ama o zaman dağılıyordu. Ne kamçı, ne de sopalar yardım etti. Sonunda sürü nehir ortasındaki geniş Ada’ya bir tek geçide girdi. Oradan kovalanamaz...

Adanın ortasında bir tepe vardı. Kadın o tepeye çıkıp caulıkla sallanıyor bize... İşte artık onu mızrakla deliriz, diye düşünüyoruz!

-          Kadınım, bu kızın annesiyim!, diye bağırdı, Hepinizin annesiyim! Sizlerden her birini benim gibi bir anne doğurdu... Anneyle savaşılamaz. Biricik kızımın ne kabahati var size karşı!.. Gel yanıma köşeğim benim!

Kızın eyerimden nasıl indiğini ve annesinin boynuna nasıl sardığını bilmiyorum. Öfkeden zar zor soluyan ve kaşlarından kan döken biz umurlarında değildik. Birbirini okşuyorlar, sanki etrafında kimse yoktu.

Keyki dayanamayıp:

-          Batır, diye Jalpak’a seslendi, emrederseniz onları bağlayıp atın üstüne oturturum. Kız eş olarak olacak, annesi ise odun taşımakta kullanırız!

Jalpa, bir avuç gibi geniş gözle Keyki’ye baktı ve sonra kadına döndü:

-          Nasıl bir insansın? Cesaretine şaşırıyorum. Söyle bana, kimsin sen?

Kadın şöyle cevap verdi:

-          Batır, in attan. Seni kimse takip etmiyor. Siz bu aula baskın yaptıysanız, yiğitlerimiz de komşularımıza barımtaya gittiler. Acele etmeden sürüleri sürebilirsin.

Atlardan inip tepe etrafında yerleştik. Jalpak’tan memnun olmayan biz: ‘Kara kadının ne saçmayı dinleyecek’, diye düşünüyorduk.

Kadın kızını kucağından serbest bırakıp konuşmaya başladı:

-          Bu kızın annesiyim. O on beş yaşında. Ben aynı yaştayken başıma da aynı bela geldi. O günlerin şiddetli ayaz, siyah dağı şimdi de üstümde var... Ne halkı anlatacağım size? İt-Kula diye dört yurtadan ibaret olan aul varmış, nehirlerin kıyılarında hayat sürüyormuş. O auldan Sınım’ın kızıyım ben... Bir biy Balabay varmış, ne soyundan bilmiyorum (keşke çölde doğsaydı!). Bir gün oğlunun sünet düğünü varmış, bu yüzden toy (bayram) yapmış. Bayganın (at yarışması) ödülü olarak dokuz hayvan ve bir köle verecekmiş. Güreş ödülü olarak da – dokuz hayvan ve kadın köle. Ödül olarak kendi kızını kimse verir mi? Biy yiğitleri kızı istepte bulmaya gönderdi... Babam kağnıyı tamir ediyordu, annem lapa pişiriyordu. O anda on atlı yaklaştı. Onları alacık arkasından bakıyordum. Babam: ‘Ey, yiğitler, yolunuz hayırlı olsun’, diye selamladı onları. ‘Yolumuz hayırlı olmasın, bir kız olsa!’, diye cevap vererek beni eyere alıp yoluna devam ettiler... Eğlence, bayga ve güreşten sonraki gün beni üstünde halıları bulunan nara[9] oturttu ve ödül olarak verdiler. Mezarı bu istepte bulunan paluan Baysarı galip çıkmış. Auluna gelince beni bay Kuletke’ye hediye etti. Bay beni kölelerinden biriyle yavukladı ve sağcı olarak çalıştırdı. Böyle iki sene yaşadım.

Kuletke, kızını evlendiriyordu ve büyük toy yaptı. Ben ikinci ödül olarak verecektim, nişanlım ise birinci ödül. Farklı insanlara verildik. Bugün sürülerini sürdüğünüz bay Sarı’ya verildim. Sarıbay’ın Kayrak diye bir at çobanı vardı, o beni baydan istedi. ‘Bütün hayatımız boyunca evinizin eşiğinde köpek kalacağız’, diye baya yalvarıyordu. ‘At çobanı ol, o da sağıcı olsun. Biraz çalışacaksınız, sizi serbest bırakacağım’, diye vadetti Sarıbay.

Oradan on beş sene geçti. Eşimi ölüm serbest bıraktı, ben ise karşınızda duruyorum. Bugün köleliğin uzun kementi kızımın boyuna geçirildi. Bu yüzden peşinizden koştum. Bana atı verin, kızım bindirip geri götüreyim...

Önce kadını parçalamaya hazır olan yiğitler şimdi gözlerini yere indirdi. Ne soru ne cevap var, bakışları yerdeydi.

Kadın canlarımıza bakmış olmalıydı. Siyah ellerini bize uzattı:

-          Kocamla eşit olarak on beş sene yaşadık. Vucüdünü gördüm ve biliyorum. Kolların kuvvetini, sivri mızraklarını güçlü ve geniş omuzlu batıra değil, güçsüz kocama çevirdiniz.  Korkunç bir düşman mıydı? Yalvaran sakattı. Ona nasıl karşılık veriyorsunuz? Eyere koyup biricik kızını mı götürüyorsunuz? Bu cesaret mı veya adalet mi? Sizde kızım köle olacak. Yanımda kalacaksa, serbest olarak büyüyecek. Kızım götürüyorum.

Hayatında ilk defa kadından böyle sözleri duyan Keyki:

-          Kadınlar erkeklerin eşleri olmaları için yaratılmıştır. İstepte başka ne yapacaklar ki? Kızı satın alırsan, karın olacak, seferde kaçırırsan da karın olacak.Yiğitler, susturalım bu ihtiyar kadını, onu da alalım. Bizde de toplaması gereken tezek var!.., diye söyledi.

Paluan Jalpak, uzun uzun düşünerek oturuyordu. Sonra ayağa fırlayıp kadına atını götürdü.

-          Kefaretimi ödemek için sahip olduğumu sana veriyorum. Al, az olduğunu düşünme! Kölelikten kurtarmak istiyorsan bu sürüden istediğin kadar .ok at al ve göç et! Köleliği olmayan halkların olduğunu duymadım ama. Bu yüzden benimle gel. Sizi kimseye kanatla vurdurmam, gagayla parçalatmam!, diye söyledi.

-          Bu sürüden kaç tane at kendilerinize düşer?, diye sordu kadın. Jalpak:

-          Belki birer tane alırız... Bunu Biy biliyor, diye cevap verdi.

-          O zaman sürüyü teklif etme, kendi atını da verme. Seninle gidemem. Auluna varana kadar serbest batırsın. Orada sen de özgürlükten yoksun kalırsın, bayının veya biyinin sopası olursun. Çok batır ve paluan gördüm. Seni bir batır olarak beni bir kadın olarak parmağında oynuyorlar. Bu aramızdaki bir tek farkı. Benden daha serbest değilsin. Böyle değil mi batırım?

Paluan Jalpak yine başını eğdi.

-          Kör yırtıcı baykuşlarız, yiğitler, diye söyledi. Gözlerimizin önünde gösterirlerse görüyoruz, gözlerimizn önünde göstermiyorlarsa görmüyoruz. Apa (anne), gözlerimden perde çıkardın! Kızını geniş hayatımda kısa zaman için bir oyuncak yapacaktım. Bu düşünceden vazgeçiyorum şimdi... Ben serbestken başka bir insana da özgürlük vermek istiyorum. Kızın sana ait. Rüzgardan daha serbest yaşayınız!

Zavallının elbisesi yırtık pırtık, elleri simsiyah, dudaklar kırk yerden çatlak çatlak oldu. Fakat çatmış kaşlarından, kıvılcım saçan gözlerinden can titriyor. İçinde ne yalvarma ne korku var – kırk yiğitin sahibi oldu. İkisi sanki paluanın son sözlerini bekliyormuş gibiydi. Biri hemen batırın atına, diğeri doru ata atlayıp koştu. O zaman biz kendimize geldik.

Kör Aytiles:

-          Paluan Janay bu hikayeyi her zaman ‘Şirkin[10], kadınlardan kadın’, sözüyle bitiyordu, diye söyledi. Ve biz çocuklar yarım daire oturarak mollanın emrine göre ‘Ağuze...besmelay...irasiri...ira-siri...’[11] söylemeye başladık.

1935

 

 

CESARET

 

            O sonbaharın çok kuru olduğunu hatırlıyorum.

            İstep üzerinde ara vermeden gök gürültüleri dalgalanıyordu, ama sert rüzgar bulutların bir tek parçası bile getirmiyordu.

            Sararmış yapraklar havada dört dönüyordu. Rüzgar şanraktaki koşmayı koparmaya çalışarak çekiyordu. Yurtanın ahşap kaburgaları titreyip rüzgarın vuruşlarında inliyordu.

            Uzun gök gürültüsü özellikle seçik duyulduğu zaman yaşlı molla ocağın yanındaki şeref yerinde oturarak hoşnutsuzca büzülüyordu, gizlerini yukarıya kaldırıp Tanrıya gıcırtılı sesle:

-          Oh Alla! Yine gümbürdüyor! Oh Alla! Öfken bize kölelerine düşmesin. Bella evimize uğramasın. Kerim ol, oh büyük Allah!.., diye sesleniyordu.

Bulutsuz gökteki gök gürültüsü buralıların alışık olmadığı top uğultusuydu. Birbirini tutmayan söylentilerin dolaştığı iç savaşı isteplarine vardı, auluna yaklaşıyordu.

Yuvarlak yüzlü Juman – en büyük ve en iyi yurtanın sahibi – hiç kimseye hitap etmeden içini çekip şikayet ediyordu!

-          Kalbim az kaldı parçalanıyordu. Yemek yemek bile canım istemiyor. Ne günlere kaldık!, diye bir yastık büyüklüğünde karnını okşuyordu. Juman, galiba canının tam da orada bulunduğunu sanıyordu.

Kimse ona cevap vermedi. Oysa ki içinde çok insan vardı. Juman’ın hemen hemen bütün akrabaları. Zengin olmayan veya fakir olan insanlar. Ocakta ısınmak için yamalı yurtalarından buraya geldiler. Bundan başka yarın seni ne bekleyeceğini bilmediğin zaman en iyisi beraber olmaktı.

Japar – Juman’ın değişmez rençperi – demin uzak otlaklardan döndü ve eşikte yerleşti. Acele etmeden zevk alarak ayranla[12] kaseye filtre keki batırıyordu. Annesiyle hala görüşemedi ve şimdi onu düşünüyordu. Odunları var mıydı? Yiyecek var mıydı? Nagima oğlunun rençper olarak çalıştığı eşiğini gururlu olduğu için aşmıyordu. Japar’a: ‘Rüzgar yurtamıza bir misafir olarak girdiğine rağmen bu bizim yurtamız... Bize ait ekmek parçası bayat olsa bile boğazımızda durmaz’, diye söylerdi.

Ev sahibinin karısı Janış Japar’ı bu düşüncelerden çekti.

O girdi, kapıyı üstüne kapattı ve sanki bir haber bildiriyormuş gibi:

-          Yine ateş ediyorlar. Duyuyor musunuz?.. Ne zaman da yorulacaklar! Onların yüzünden kış göç yerimize gidemiyoruz, yurtalarda mı kış için kalalım?, diye söyledi.

Japar önünden geçti, eteğiyle yüzünden sürüp buna dikkat etmeden ayakkabılarını çıkarmaya başladı.

-          Dipsiz karnını bir türlü doyuramıyorsun, değil mi?, diye Japar’a dönmeden bile homurdanmaya başladı, Urzalı senden daha kötü mü?.. Bak sabahtan beri yorulup dinlenmeden odun getiriyor.

Kızarak ayağını hızla çekip tabanına yapışmış tezek parçası içinde oldukça çok ayranı bulunan kaseye düştü.

Yabancı insanların evinde bağımlı olarak yaşarken Japar adaletsizlik, kötü alaylara katlanmaya alışıktı. Şimdi ise – dayanamadı! Kaseyi duvara fırlatıp attı, ayağa kalktı ve bir şey söylemeden ayağıyla kapıya vurdu ve dışarı çıktı.

Ocakta ateş oynadı, yakıcı tezek dumanı duyuldu. Juman yüzünü buruşturup bu küçük olaya dikkat etmemeye çalışan akrabalarını süzdü.

Janış:

-          Onu bir kamçılasak, haddini bilmez ki..., diye söyledi.

Juman ona dönerek:

-          Kaseyi al, her şeyi sil, diye emretti, Bugün kamçıyla yardım edemezsin... Yarın ne olacağını ve aulun sahibi kim olacağını kim bilir ki?

Yaşlı molla sözlerini doğrulayarak başını salladı:

-          Kader kitabında ne yazıldığını bir tek Allah bilir. Bir tek Allah açık gökte yıldırım ve gök gürültüsü yapabilir. Bizden bela bir tek O götürebilir, ona dua etmeliyiz.

Molla bunu söyleyünce gözünü bütün toplananların üstünde yavaş yavaş göz gezdirdi. Fakat kimse ona bakmamaya çalışarak cevap vermedi. Sözlerinin anlamı belliydi. Molla günahlı olan onlar için duacı olmaya hazırdı. Dua neredeyse orada kurmaldık, yani kurban sunma var.

Onların gizli susmaları görmüş geçirmiş yaşlı adamı aldatmadı. Biraz bekledi ve:

-          Zor zamalarda insanlar Tanrı’yı hatırlamalı. Yüzünü onlardan çevirmemesi için. Öyle mi Juman? Öyle değil mi?, diye devam etti.

Molla onun nüfuzlu desteğini bekliyordu ve bunu hiç saklamıyordu. Ondan yaşlı adamın ne istediğini çok iyi anlayan Juman:

-          Sözlerin bir gerçektir, diye anlamlı anlamlı söyledi, İnsanlar Tanrı’yı unuttu. Halkımız dünya durdukça temelleri ve adetlerini vasiyet eden atalarımızı artık saymıyor. Bütün bunlarda bir iyilik yok ki!

Yurtadakilerden biri buna karşılık olarak:

-          Yoksul adamız, ne yapabiliriz ki? Allah zayıf seslerimizi duyar mı? Soyumuzun zengin saygın adamları bize iyi örnek olsun.., diye söyledi.

Ona destek verildi:

-          Bir fakir adam Tanrı’ya ne verebilir ki?

-          Yurtamın yanında koyunun izleri bile kalmadı!.. Delik koşmayı mı bağışlayayım? Böyle kurmaldık sayın mollamızı hakaret edebilir.

-          Tanrı’yı unuttum diye söyleyen, yanlış söylüyor. Çocuklarımdan ekmeğin son parçasını almamı ister miydi Tanrı’mız?

Juman, bütün bunların ona alakalı olmadığını gibi yaptı. Oysa ki akrabalarının tanrıyla bütün hesaplaşmalarını ona yüklemek istediği belliydi.

-          Hepimiz Allah’ın uysal köleleriyiz, diye içini çekip gözlerini göğe kaldırarak söyledi Juman, Hepimiz Onun karşısında eşittik, zenginlere ve fakirlere ayırmıyor bizi... Azrail canı almaya geldiği zaman hepimiz aynı şekilde ödeyeceğiz.

Onlar yine susuyordu. Çöken sessizlikte topların gürleyen sesleri duyuldu.  Aula gittikçe daha yakın oluyordu. Molla, kara tören içinde:

-          Duyuyor musunuz?, diye sordu, Geliyor! Tanrı’nın cezası geliyor! Günahlı başlarından sadece dua ile döndürebilir...

Gerçi de başka zamanlar başlıyordu, sözlerin artık eski anlamı, gücü yoktu. Allah’ın kimi ve niçin cezalandıracağını halletmek lazımdı. Bulutsuz son bahar göğünde gök gürültüsü duyumaya başlayalı çoğu anlayışlar değişti. Eskiden bir günah düşünülen hayır oldu, eski hayır da günaha dönüştü. Juman bunu çok iyi anlıyordu. Akrabaları da bunu çok iyi anlıyordu. Önemli olan şey aullarına kimin yolu düşer; beyazların yolu mu, kırmızıların yolu mu?..

Bu defa da Allah cesaretini denemek istiyordu. Bu yüzden auluna Antonov geldi. O Antonov ki, istepte ak-oba,yani beyaz veba diye ad takılmıştı. Müfrezesinin yolunu çok kolay bulabilrdiniz; yeşil ot kan ve dumandan bozca kahverengi oluyordu, rüzgar da yangın yerlerinden acı kül alıp dağıtıyordu.

Aul köpekleri felaketi uzaktan duyuyordu. Kuyruklarını kısarak yurtaların arkasında saklanıyordu. Oysa ki önceden atlıları kıskanç kaygısız havlama ile karşılardı. Antonov geldiğinde eskiden düşman olan komşular bile kırgınlıkları unutarak birbirine yardım etmeye çalışıyordu.

Antonov’un müfrezesinde gerek Ruslar gerekse alaş-ordı insanları, yani Kazaklar vardı. Fakat bu Kazaklar insanı kolayca öldürebilirdi.

Korku ve güvensizlikler içinde bulunan aulda bir tek Juman eski önemine kavuştu.

-          İşte geldi zaman! İşte şimdi ataların kanunlarını ihanet eden besmelesizlerle

Hesaplaşma zamanı geldi. Allahı unutan günahlıları cezalandırma zamanı geldi şimdi!, diye konuşuyordu.

Herkes onu susarak dinliyordu. Kimse onunla bulaşmak istemiyordu. Fakat endişe –  soğuk kaygan yılan gibi – yavaş yavaş yüreğe sürünerek giriyordu, orada da çörekleniyordu.

            Antonov’un haberalma ajanları auldaki bütün düşünceler hakkında ona rapor ediyordu. Buranın her fakiri, her rençperi kırmızıların gelmesini hayal ediyormuş.

            Bu gelişi engel edemezdi artık. Asker talihi yüzünü ondan çevirdi. Bu yüzden geri çekilmek zorunda kaldı. Yapabileceği ve yapmak istediği tek şey onların torunları yedinci kuşağına kadar adını duyunca ıstırap çekmelerine sebep olmaktır! Aulun ortasında Antonoc atını durdurdu. İnsanlar neyle başlayacağını suskun suskun bekliyordu.  Antonov da gelişinin sebep olduğu korkunun tadını çıkarak susuyordu.

            Sonunda konuşmaya başladı:

-          Beni beklemediğinizi çok iyi biliyorum... Kalpaklarında kırmızı bezleri olanları bekliyordunuz. Karşımda oynamayın, gözlerininizi saklamayın! Kırmızılar ta uzakta... Şimdilik ise ben size geldim!.., yavaş yavaş kızışmaya başladı, Vedalaşmak için geldim. Anlatabildim mi? Sizinle öyle vedalaşırız ki yırtık pırtık kırmızı bayrakları altına kaçmak isteyen kalmaz.

O zaman ondan delik çuvaldan gibi seçkin küfürler dökülmeye başladı. Yaşlı molla içini çekti:

Oh Allah! Böyle kötü sözleri nereden öğrendi ki? Küfürü bizi terzil etmesin...

 Fakat toplananlar bu öfkeli küfürlere kulak asmadı. Başkasını öğrenmek daha önemliydi onar için. Antonov kendisi şunu ağzından kaçırdı; yakında aula kırmızılar gelecekmiş. Söylentilere göreyse fakir insanlara dokunmuyormuş. İşte o zaman Juman endişelensin! Demek Antonov gidiyormuş. Gerçekten de ayrılırken çok kötülük yapabilirdi, çünkü gidecek yeri kalmayan kurt daha agresif oluyor... Başka yapacak şeyleri yoktu ki! Aulda silah yoktu...

Küfür seli bitince Antonov attan inip Juman’la beraber yurtasına gitti. Atlılar ise gece için yerleşmeye başladı. Sahipleri evlerinden kovup konutlarında yerleştiler. Bundan sonra aulun misafirlik adetlerine sadık kalacağına inanmayarak asker kazanı için en yağlı koyunları seçmek için ağıla doğruldu.

Japar’ın annesi Nagina’yı da yurtasından kovdular. Bugün oğluyla gece için nerede kalacağını hala karar vermeden dikkatini öfkeli haykırışlar ve tanışık melemesi çekti.

İki antonovlu bir koyun çekiyordu, onun koyunu! Onlardan biri onu boynuzlarından çekiyordu, diğeri tüfeğiyle arkasından itiyordu.

Nagima ve Japar bu koyuna bütün ümitleri bağlıydı. Sanki bir padişah bir ağıldan başka bağıla yürüyordu. Komşular ise sonra onun ziyaretleri karşılığı olarak kuzular veriyordu. Anneyle oğul rençper kaderini değiştirebileceğini ve uygun gelini almak için yeterince hayvanların sayısı olacağını hayal ediyordu.

Bu yüzden de Nagima korkusuzca onlara doğru atıldı.

-          Neden on? Neden on?, diye bağırıyordu, Bu koyun eti çok sert, çiğnenmesi çok zor olur! Sana en yağlı marya getireyim!

Onlar durdu.

-          Maryayı mı?..

-          Evet, evet! En iyi koyunu.

Koyun da durup sanki akıbetini bekliyormuş gibi güzel alnı büyük başını eğdi. Arkadan gelen:

-          Ne düşünüyorsun, salıverelim mi?, diye terredüt ederek sordu, Gerçekten de bir koçtan kazanda ne yarar var?

Diğeri:

-          Tamam diye teyzeye kulak asalım, diye razı etti, Koyunu getirsin. Genç olsun ama, diye Nagima’ya döndü.

Bununla da bitecekti, ama belaya bak ki bir yerden bir subay çıktı. Yüzü kırmızıydı, sallana sallan yürümemeye özen gösteriyordu. Nedense korkmuş uslu bir koçun hali kudurmasına sebep oldu. Kından kılıcı çekti ve yarılan hava ıslıklandı. Koçun başı ağır boynuzuyla toprağa girdi. Bedeni ise başından ayrı olarak kasınıyordu, toynakları vuruyordu, küçük tozlu bulutları havaya kadırarak kanı fışkırıyordu.

Askerler dönüp  yeni ganimet almaya ağıla gitti. Juman’ın yurtasının yanında duran biri ise alkışlamaya başladı.

Orada duran Antonov’du. Subay’a:

-          Aferin sana, Rudakov: diye seslendi, Ustaca vuruş! At muhafız birliği mensubunun olduğun belli. Şimdi ise akşam yemeğine hazırlamalar yapmalarını söyleyin.

Nagima susmuş koçun yanında duruyordu, kolları kamçılar gibi asıyordu.

Antonov’lu lar için yemek pişirdirilince de susmaya devam ediyordu. Etrafına bakınıp – yabancılardan hiçbirinin onu izlemediğine emniyet getirmek için -  koyun takımının devam edilmesi için yarayan koyun gerecini de kazana attı.

-          Bu sizin için köpekler, diye homurdadı, çünkü siz insanlar değilsiniz, hayır değilsiniz... Daha iyi yemek haketmiyorsunuz... Alın ağızlarına!..

Sonra gizlice sevinerek antonovluların açgözlülükle haşlama et yediğini gözlüyordu. Davetsiz gelişleri, zalimlikleri, ekonomisinde en önemli koçun öldürülmesi için az olsun bile intikamını aldı diye geliyordu ona.

Sonraki gün antonovlular atlara binip yola çıktı. Herkes için onların bu sakin ayrılmaları sürpriz oldu.  Ayrılırken ama Rudakov Antonov emriyle on altı at aldı. Bununla yetti.

Juman, elini kalbine bastırarak gücenikliğini yüksek sesle söylüyordu: arkadaşı Antonov aullarını ziyaret edeciğini neden öceden bildirmedi diye... O zaman o, yani Juman, uzak otlaklardan en iyi sürü sürdürürdü...

Ne Antonov ne Rudakov onunla konuşmadı. Tırıs giderek yola koyuldu. Çok geçmeden istepte müfrezenin havaya kaldırdığı toz yatıştı.

Juman, yerlilere döndü.

-          Bu sayın insanlar hakkında ne kadar çok yalan duyulabilir görüyorsunuz artık, diye söyledi, Halbuki bizde bütün akşam, gece ve sabah geçirdiler... Hani öldürülenler nerede? Yakılmış yurtalar? Bunun gibisini yapmadılar. Birkaç koyun mu eksik? Bundan ne? İstepimizin geleneklerine göre bir yolcu doyurmadan evimizden ayrılmasına izin veremeyiz. Bu bir günah...

Aulda antonovluların gelmesi ve ayrılmasıyla ilgili dedikodular hala yatışmazken akşama doğru herkesi başka olay harekete getirdi. Kalpaklarında al şeritleri bulunan beş atlı aula yaklaşıp Nagima’nın yurtasının yanında durdular.

Aynı zamanda Japar annesini görmeye geldi. İşte önde gelen adam – aralarında başkan olmalıydı herhalde – ona:

-          Merhaba, arkadaşım... Vatandaşlar nasıl yaşıyorlar burada? Aulunuzda biraz dinlenip atlarımızı yedirebilir miyiz? İzin veriyor musunuz?, diye seslendi.

Gerek Japar, gerek annesi, gerekse gelen komşuları çok şaşırdılar.

O zamanlara göre bu gerçekten de çok şaşılacak şeydi bu. Silahlı adamlar bağırıp kimseyi tehdit edip bir şey talep etmeyerek sakin sakin izni soruyordu – dinlenebilir miyiz burada, atlarımızı yedirebilir miyiz diye... ‘Vatandaşlar’ – Japar böyle kelimeyi bilmedi, duymadı. Ne anlama geliyordu acaba?

Ona seslenen başkanı ise suskun olmasını kendine göre yorumlamış olmalı:

-          Bizden korkmayabilirsiniz. Beni duyuyor musun tovarişç (yoldaş)? diye devam ediyordu. Sizde gece için kalan müfrezi gördük. Şunu anlıyoruz ki istemeyerek beyazları barındırmışsınız. Atlarımızın gemini çıralım mi? Uzun zaman için kalmayız. Yolumuza devam etmek gerek.

Japar biraz alıştı, tovarişç kelimesini grajdanin (vatandaş) kelimesinden söylemek daha kolaydı onun için.

-          Dinlenebilirsiniz, tabarış, diye söyledi.

Onlardan biri attan inince Nagima’ya yaklaştı:

-          Mamaşa (anne)! İçecek bir şey verir misiniz?

Tabarış’, ‘mamış’... Nagima konuşmalarından her şey anlamadığı halde bu insanların haydutluk edip ağılları araştırıp koçların başlarını kesmeyeceklerini sesinden anladı.

Yurtanın içine girip bir kase ayran ile döndü, ama at toynaklarının vuruşlarını duyunca kalıp kesildi eşikte. Aula iki sıra şeklinde atlılar büyük hızla yaklaşıyordu. Bu antonovlulardı. Güneş de göz kamaştıran ışınlarıyla çıplak kılıçları ve tüfeklerin namlularını eritiyordu.

Kalabılaktan:

-          Ak-oba!

-          Anton döndü!., diye duyuldu.

Evet, bu onun müfreze dönüyordu. Kızıl Ordu askerleri hemen uzakta görünen ormana doğru atıldı. Antonovlular hızını yavaşlatmayarak istikametini değiştirerek arkalarından koştu. Ardından kurşunlar uluyordu.

Elinde kase olan Nagima uzaklaşan beş atlıyı izliyordu. Birdenbire vay! deyince ileri atıldı. Ayran yere düştü.

Beş atlılardan biri kurtarıcı ormana çok az kalırken at koşmaya devam ederken eyerinden düştü. Doru atı binicisine alışmış olmalıydı, terredüt ederek yerinde saydı biraz, sonra yeni silah seslerinden korkunca geri kalanları yetişmeye koştu.

Antonovlular için hiçbirinin onlardan kaçmamaları önemliydi. Yaralının onlardan kaçamayacağını sandı, onu geri giderken almaya karar verdiler. Silah sesleri giderek uzaklaşıyordu.

Nagima, ayran getirdiği yaralı savaşçı ayağa kalkmaya çalıştığını, ama yine ota düştü ve çok yavaş orman doğru sürünmeye başladığını çok iyi görüyordu.

Nagima, ihtiyatı unutunca herkesin gözleri önünde oğlunu çağırdı:

-          Japar!..

O yaklaştı.

-          Japar, oğlum.., diye yavaş sesle konuşmaya başladı, Görüyorsun gücü hiç kalmadı, onlardan saklanamayacağı belli. Atı al ve ona git. Çabuk. Onu Uyshık-Jal’de[13] saklayacaksın. Orada bir sene arasınlar, bulamazlar.

Japar başını salladı ve yaşlı kısrağın bağlandığı yurtanın arkasına gitti. Bir dakika geçmeden at üstünde döndü. Eyersiz. Nereye gideceği herkesçe anlaşılıyordu.

Juman, öfkeden beyaz kesilip titremeye başladı. Nagima’ya koşarak geldi:

-          Ne yaptın sen? Ne yaptın sen? Ne yaptığını anlıyor musun? Yoksa kocasız kalınca tamamen mı budala olmuşsun? Senin Japar bunun için hapishaneye düşecek! Ancak onu bundan daha önce Anton öldürecek... Neden oğlunu yolladın?.. Tek başını karar verdin, bütün aul da bunun için ödemeli mi? Rusların kendi işleri var, birbirini öldürsün bile, senn karışma!, diye bağırmaya başladı.

Nagima ona cevap vermedi. Oğlu yaralıya onu izlenenlerden daha erken yetişir mi diye düşünüyordu. Onu ormanda sasklayabilecek mi?..

Juman, ellini salladı, yere tükürdü ve yurtasına gitti. Tanık olmak istemedi.

Kadın da atın her adımıyla Japar’la yaralı Kızıl Ordu askeri arasındaki mesafe azaldığına bakmaya devam ediyordu. Oğlunun ne kadar büyük tehlikeye atıldığını düşünürken titriyordu, ama başka türlü yapamazdı. Onu yardıma göndermemesi imkansızdı. Kuru tozlu rüzgar örtüsünden bir tutam saçı alınca buna dikkat etmedi.

Japar yetişti!..

Atı durmadan indi, yaralıyı omuzladı ve çabuk hemen hemen koşarak ormana doğruldu. İşte az kaldı...

İyi ki atı bıraktı. Başka atların seslerini duyunca ses vererek onu ele verebilirdi.

Nagima rahat bir nefes aldı: antonovlular şimdili görünmüyor. Japar ise şimdi güneş batmasında ormanın düşürdüğü uzun gür gölgede kayboldu.

Akşam Antonov Juman’ın evinde oturuyordu, insanları ise yurtaları gezerek:

-          Bu kırmızıyı nerede sakladınız? Yaraladığımız kırmızıyı... Nerede sakladınız? Hadi cevap verin, yoksa göreceksiniz!, diye öğrenmeye çalışıyordu.

Kamçıların sesi duyuluyordu, antonovlular kılıçlarının kabzalarını kapıyordu. Fakat bütün tehditlerinde bir yarar yoktu. Cevap olarak da ‘Görmedik’, ‘Nereden bilebiliriz ki?’, ‘Yurtamdan çıkmadım’ diye duydular.

Sonra herkes Juman’ın yurtasına toplandı. Oradan Antonov çıktı ve çabuk Nagima’ya yaklaştı.

-          Senin adın Nagima mı?

Bu soru ona aniden çöktü. Doğuştan aldığı isim bir suçlama gibi geldi ona. Fakat yılmadı, bağırmasına ve ölüm gibi sert ve acımasız bakışına dayandı.

-          Hani oğlun nerede? Neden onu görmüyoruz? Nerede o? Kırmızı köpeği nereye sakladınız?

Nagima, Antonov’un her şey bildiğini anladı. Juman gayret etti. Bütün bunlar onu ilgilendirmemiş gibi yapıp cevap verdi.

-          Onlar çok uzakta. İkisi gitti, siz onları bulamazsınız.

Antonov kamçıyı kaldırdı, sırtına kısa darbe indirildi. Kımıldamadı. Buna oğlunu çağırıp: ‘Japar! Al atı ve ona koş’ dediği dakıkada hazırdı.

            Juman’ın yurtasının etrafı ölü aulda olabildiği kadar sessizdi. Oysa ki birbiriyle göz zöze gelmemeye çalışarak bütün insanlar burada duruyordu. Durumuna yardım edemezlerdi, ama korku içindeydi – ona ne olacak galiba, kendilerinden utandılar. Gözleri önünde hayatında kimseye kötü bir şey yapmayan bir kadın dövülüyordu.

-          Seni konuşturacağım pis köpek!, diye bağırmaya başladı Antonov.

Kamçısı Nagima’nın lacivert elbisesini yırtıp paramparça etti. Omuzları, sırtı, yanlarında hala yaşlı olmayan bir kadının vücudu çıplak kaldı. Kıpkırmızı yara yerleri şiştikçe şişiyordu. Yaralarından kalçalarına doğru kan akıyordu. Antonov da darbe indirmeye devam ediyordu. Bu savunmasız kadın vücudu üzerinde mutlak  hakimiyetini şiddetle hissettikçe kudurmuşçasına vuruyordu.

Kamçı kırmızımsı ve nemli oldu, ama Nagima susuyordu. Gözlerle öldürebilirse Antonov çoktan ayakların yanında yatardı.

Sonra ya yoruldu ya da kadının sebatlı cesareti karşısında güçsüzlüğünü hissediyordu, ama Antonov bir yana çekilip:

-          Dövün! Konuşmaya başlayana kadar dövün, birbiri ardından!.. Hadi! Diye emretti.

Nagima:

-          Her şeye dayanacağım! diye söyledi, Acıdan korkmuyorum. Bir kadına, bir anneye el kaldırabildiğinizden daha çok korkuyorum. Yoksa hepinizi bir kurt dişi mi besledi?

Antonov:

-          Yeter!, diye bağırdı, Başlayın!

Ona en yakın duranı omzundan itip eline kamçısını soktu.

Fakat o geri çekildi:

-          Hayır, yapamam...

Kamçı yere düştü. O da onu ayağının ucuyla vurarak eğilip onu yerden almak yerine aynı şekilde çekilen arkadaşına attı.

Antonov anladı. Şimdi emrini yerine getirtmezse onlar hakimiyeti altından çıkarlarsa onları hiç bir zaman emrine itaat ettiremetyecek. Eli içinden mavzerin siyah kamzası görünen ahşap kılıfına uzandı.

Askerleri onu kuşku dolu gözlerle izliyordu.

Antonov avucuyla madenin alışık serinliğini duydu. Bir şey yapmadan mavzeri geri koyamayacağını biliyordu. Şimdi önemli olan bu kahrolası kadın değıldi artık!.. Askerlerini geri almalıydı.

Sıraya dizilmek emri verdi.

Askerler istemeyerek tam Nagima karşısında sıraladı. Ağrı hissetmeden hala ayakta duruyordu. Sanki nefretinden, kesin kararlılığından donmuş gibiydi.

Aulda nefes kesilmiş – gerek kadınlar, gerek çocuklar, gerek yaşlılar, gerekse sayısı çok olmayan evde kalan erkekler, herkes susuyordu. Dehşetle şimdi ne olacağını bekliyordu. Birinci kurşunu Nagima alır, sonra – sonra ise kan nehir gibi akar ve kırmızı ateş yılanlar karanlıkta bir yurtadan başka yurtaya girmeye başlarmış. Antonov genellikle bir adamdan başlıyormuş kıyımı.

Bu birinci atış, birinci salvoyu bekliyorsu, ama onun yerine Nagima’nın tanıdık sesi duyuldu:

-          Neden duruyorsunuz? Tüfeklerinizi kaldırın ve ateş edin. Korktuğumu mu sanıyorsunuz? Hayır. Bugün başka insanları gördüm... Onların da tüfekleri ve kılıçları var, ama onlar iyi kalpli insanlar. Tabarış... mamış... diye söylüyorlar. Siz ise ak-obasınız! Biliyorum kırmızılar sizin evlerinize de varacak. Şunu da biliyorum ki annelerinize elini kaldıramazlar. Sizin annelerenize bile sizin gibi kurtları besleyip büyüten annelerinize!

Karanlık bastı. Japar’ın yaralı kırmızıyı sakladığı ormanın üzerinde kızıl ay doğuyordu. Belki onu kırmızılara taşımış... Fakat bunu hiç bir zaman öğrenemez.

-          Susunuz!, diye bağırdı Antonov, Askerler!.. Emrimi dinleyiniz!

Yıldızların zayıf ışıldamasında kılıç parlayıp sönüverdi, boğuk bir darbe sesi  ve hırıltı duyuldu ve biri  yere düştü. Juman’ın yurtasının arkasında saklanan yaşlı molla:

-          O Allah! Bu kadının bütün günahlarını bağışla. Yüksek eli altına al onu, diye mırıldadı.

Fakat o zamanı gelmeden duasını yaptı. Acele etti.

Nagima önce durduğu gibi duruyordu. Askerler ise endişe ve telaş içinde amirinin artık kıvranmayan cesedini bir yana sürükledi.

Bunu kim yaptığını farketmediler. Belki görmüşler, ama susmayı tercih ettiler. Keyifleri neden bu kadar çabuk değişti söylemek zor. Uzakta orman ardında iri yıldızlarla kaplı gökte topların gümbürdemesi şiddetleniyordu ve ani yıldırımlar cayır cayır yanıyordu, rüzgar ise barut dumanın buruk kokusu sinmişti. Belki onlar bundan etkilenmiş.

 Nagima halsiz düşmüştü. Kendi yurtasına ulaşamadı. Ne iyi ne kötü sözleri kalmadı. Uzun uzun susuyordu. Yüreği sevinçle dolup taşıyordu.

Bu sadece kurtarma sevinci değildi. Antonov’un elindeki ne kamça, ne mavzeri, ne de kılıcı kararlılığını sarsamazdı. ‘Yoksa sizi bir kurt dişi besleyip büyüdü’, diye söylediği insanların onu anladığına ve en önemli dakikada ölüm dakikasında anneye arka çıktığına seviniyordu.

Şimdi böyle neden olduğunu ve neyin değiştiğini bilmiyordu ve gerçi bilmek istemiyordu. Onun yanında birkaç eski antonovlular – gerek Rus, gerekse Kazaklar kaldı. Diğerleri aulda koşuşarak Rudakov’u arıyordu. Juman’ın yurtasından Antonov ile beraber çıktığı ve yanında durduğu halde  şimdi kayboldu. Herkes bunu gördü, ama onu bulamıyordu.

-          Size ne olacağını düşünüyorum?, diye yavaş sesle sordu kadın.

Yurtadaki askerler sözlerini duyamayınca onun üzerine eğildi. Nagima:

-          Hagi yoldan gideceksiniz diye düşünüyorum, diye devam etti.

Eski antonovlular bu dakikada yaşıyordu ileride onları ne bekleyeceğini düşünmüyordu. Bu yüzden Nagima’nın sorusuna şimdilik cevabı yoktu.

-          Fakir auldan basit bir kadınım, diye devam ediyordu, Fakat bütün insanların birbirine tabarış... mamış... diye söylemelerini istiyorum. Böyle olacağına inanıyorum. Şimdi ise gidiniz. Sizin için duacı olacağım.

Gece eski antonovlular nasıl davranacaklarını uzun uzun tartışıyordu.

Bazıları sabah yola çıkmakta ve kırmızı askeri birliklerine kavuşmakta ısrar ediyordu. Diğerleri eski işleri için başımızı okşamazlar, bunun yerine cezalanırlar diye korkuyordu. Gitmeyi teklif ediyordu. Sonra dağılmayı ve tak tek evlerine ulaşmayı. Evlerinde hiç kimse hiç bir şeyi bilmezmiş.

Bir türlü anlaşamadılar ve müfreze ikiye ayrılmıştı.

Karanlık basınca ayrıldılar.

-          Bu dünyada görüşmezsek, öbür dünyada mutlaka görüşürüz...

-          Anne sizin için duacı olacağım diye söylüyor.

-          Ne olacak? Anne duasının kuvveti var. Müslüman olsun, hıristiyan olsun.

Yurtada yatan Nagima seslerini duyuyurdu.

Gün ağarırken aula burada ne olduğunu tahmin edemeden Japar döndü. Yaşlı kısrağı gem vurdu. Kısrak onu ormanın yanında bıraktıktan sonra sağ ve salim aula geldi. Yaralı ile beraber Japar kırmızıların yanına ulaşmaya karar verdi.

Nagima kapıya kadar süründü, sonra eşikten geçti ve koşmaya tutarak ayağa kalktı. Oğlun arkasından bakarak:

-          Hayırlı yollar, çocuklar... Hayırlı yollar, diye fısıldıyordu.

-          Güneş doğdu.

Yine karanlıktan istep göründü, güvenli Uyşık-Jal’la orman çıktı. Bulutsuz gökte dün olduğundan daha yakın olan artan gürültü duyuluyordu.

1936

ANNE ÖFKESİ

 

-          Sizde gece için kalabilir miyim?

Yurtanın kapısında yırtık pırtık giysinde zayıf bir kadın duruyordu.

Ev sahibi ona yavaş yavaş iyi bir şey ifade etmeyen gözlerini kaldırdı. Yabancı kadının rica değil emir duydu.

Çatlak dudaklarını sıkıca büzüp sabırla cevabı bekliyordu. Derin ince kırışıklıklar gözlerinde ve alnında ufak ağ ördü. Yırtık kısa elbise kolunun delikleri kol görünüyordu. Yüzük parıltısıyla bu kolun siyahlığını daha çok belirtiyordu. Ev sahibi:

-          Kimsiniz? Nerededen geliyorsunuz?, diye sordu.

-          Bütün soy ağacımı anlatsam bile senin gibi evde oturmasını seven adamın bir şey anlaması şüpheli. Görülüyor ki karısının akrabalarından başka kimseyi tanımıyorsun! Tamam da bunu sonra konuşuruz, şimdi ise konaklamamı karar verelim, diye gülümsedi misafir.

Ev sahibi şaşırdı ve bir cevap bulamayarak:

-          Gecelemek istiyorsanız.., diye mırıldanmaya başladı. Korkak korkak göz kıpıştırarak karısına baktı. Sanki bakışıyla ona ‘Bu bela kadından kurtar beni yoksa gözleriyle beni delecek’ diye söylemek istiyormuş gibiydi.

Karısı ise kendi bildiğini yaptı.

-          Tamam, kalınız, diye yabancı kadına söyledi.

Mısafir kapıya yaklaşıp solmuş yıpranmış gömleğini astı ve yorgun yavaş adımlarla  ocağa yaklaşıp ateşe zayıf kara kolları uzattı. Ateş etrefında oturan çocuklar ona yer vermek için daha sıkışık oturdu. Kadın:

-          Üşüdüm ben, diye söyledi, uzaktan geliyorum...

Sözlerinde o kadar büyük acı vardı ki ev sahibi konukseverliliğini demin göstermediği için utandı. Onunla konuşacaktı, ama bir şey sormaya cesaret edemedi. Kendisi konuşmasını bekliyordu. Kadın susuyordu.

Bu arada ev sahibinin karısı bir kase un koyunca arada bir misafire bakarak hemen hamuru yumruklamaya başladı.

-          Çok yorulmuşsunuz olmalı, diye söyledi, Ama mümkünse nereden geldiğinizi ve kim olduğunuzu anlatır mısınız, lütfen?

Kadın:

-          Anlatırım, anlatırım, diye cevap verdi ve baş örtüsünden çıkan yer yer ağarmış siyah saçına çekidüzen verdi. Kocan tamamen şaşırmış, benden korkmuş olmalı. Bu ne yaşlı teyze geldi diye!

Ev sahibine gülümseyerek baktı ve:

-          Şehirden geliyorum. On gündür oradan yürüyorum. Soyum uzak argınlılardan[14] geliyor, Baden’in aulundan, diye devam etti.

Kadın içini çekti, biraz sustu ve hikayesine başladı:

-          Çok erken dul kaldım. Kocam açlık senesinde öldü... Küçük yaştaki oğlumla kaldım. Oğluma Bahıt[15] adını koydum. Onun yüzünden on yedi ay hapishanede yatmak zorunda kaldım. İşte böyle olur...

Ev sahibesi, saçını hamur içindeki elinin tersi ile düzelterek ağzı açık kaldı.

Ev sahibi yerinde kurtlanmaya başladı. Misafir:

-          İşte öyle olur, diye tekrarladı, Bir anne için öz çocuğu kendi hayatından daha kıymetli. Onun için her şeyi feda edecek. Bahıt’ım geçen sene on beş yaşını doldurdu. İki sene Altıbas bay için inek çobanlığı yapıyordu. Oğluma: ‘İki sene için kazandıklarını baydan iste’, diye söyledim. Kahrolası bay oğluma ödemekten vazgeçti. ‘Sen annenin bizden aldığı süt için çalışıyorsun’, diye söylüyor. Şikayet etmeye nereye gideceksin? Tabi ki nahiye başkanına. Nahiye başkanı ise Altıbas bayın oğlu. Genç bir adam – yirmi bir yaşında – ama halis nuhlis haydut. Bir gözü kuduz köpeğinki gibi kanla dolu, diğeri kırmızı damarlı, başındaki saçlar diken dikendir. Bahıt’ım ona gelince nahiye başkanı onu pastırmasını çıkardı ve babasına yani Altıbas’a şikayet etmeyi yasakladı.

O zaman Bahıt ‘Artık sizde çalışmayacağım!’, diye bağırdı onlara ve kaçtı. Eve döndü. Aman Tanrım!..

Kadın yine içini çekti. Biraz susunca:

-          İşte bundan her şey başladı, diye söyledi, Bela fakirin başına düşmesin mi? Geri işleri için seferberlik ilan edildi. Oğlumun kara listesine girmiş diye söylenti duydum. Önce inanmadım. Bahıt yaşına göre uymuyormuş düşünüyorum, hala çok genç, çok genç! Kötü söylenti gerçek çıktı. Oğlum geri işleri için uzak memleketlere gitmek zorundaydı. Ona neyle yardım edebilirdim ki? Evde kalması için onu zamanı gelmeden evlendiremem ki! Boyun eğdim. Halkımız boyun eğmedi ama. Çar kanunlarına karşı çıktı. Kalkışma başladı. Ben kendime gelmeden aslanım diğer yiğitlerle yola çıktı. Günler ve aylar geçmeye başladı. Kalkışma bozguna uğratıldı. Kimi idam sehpasına, kimi Sibirya’ya. Bereket ki herkesle beraber olduğu için bir gölge düşmedi. Fakat yine geri işleri hakında konuşulmaya başladı, yine oğlumun ismi listede geçti. İnsanlar birbirine geldi, ama korkmuş anneler susuyordu, sanki demin çarı ve düzenlerini lanetlediklerini unutmuş gibiydi. Aul kadınlarımıza derdimi anlatmak için gittim, ama benden kurtulmaya çalışıyordu. ‘Çar iradesine karşı bir şey yapamzsın, diye söylüyor. Allah’a güven’. Tamam! İnsanların ne konuştuklarına kulak astım. Biraz daha zengin olanlar oğullarını seferberlikten kurtarabildi. Nasıl – bilmiyorum. Ancak biz fakir insanların bir şey yapamıyoruz. ‘Lütfen yardım edin! Bana acıyın! Oğlum, ailemizi geçindiren oğum listeye girdi. Hala çok genç... Acıyın bize!’. Bana karşılık olarak da: ‘Katlan! Her şeye Allah’ın iradesi var!’. Hakkı nerede bulacaktım? Altıbas bayına gittim. Göz yaşları içinde: ‘Oğlumu muaf tut... Yoksa yabana gidecek! Muaf tut, sana sonsuz köleliğe vereyim onu!’, diye yalvarıyorum. Bay ise: ‘Yapamam. Senin oğul gibiler bende bir sürüde koyunlardan çok’. Genç karısı vardı. Çok kibirliydi. Beni yurtadan kovdu. ‘Git buradan, git! Burada olmamalısın. Misafirlerimiz gelecek neredeyse’. ‘Ben kimim? Köpek miyim’, diye bağıracaktım. Tuttum kendimi ama. Onlara garez oldum. Halkın Altıbas’a kalın kafalı diye lakap taktığı boşuna değildi. Onun gibisi göz yaşlarından etkilenir mi?

Nahiye başkanına yani oğluna gittim. O da bana küstahça: ‘Zararı yok, diye cevap verdi, Halk oğulsuz öksüz ve kadınlar dul kalmaz. Benim suçum yok ki. Suç kocanda. O oğlunu birkaç yaş daha büyük olarak yazmıştı...’. Böyle deyince uşağına beni kalem odasından çıkarmasını söyledi.

Yargıç ve aul başkanlarının kapılarını aşındırmaya gittim. Ağlaya ağlaya gözlerimi kurudum. Sonunda beni dinlemek bile istemediler. Yazımcıya yalvarıyodum, o da: ‘Gitsin, gitsin. Bu ona yarar... Rus domuz etini yerken şişecek!’, diye benimle alay ediyordu. Yazımcıda nahiye başkanında çalışan bir karasakallı adama rasladım. ‘Sen hala gençsin, güzelsin, diye bana söyledi, Oğlun sefa sürmesini engelliyor. Siperler kazmaya gitsin, senin için her şey daha kolay olur’.

Oğlum için teklif etmediğim bir şey kalmadı. Her şeyi alın; son atımı, son ineğimi, oğlumu muaf edin. Ama böyle rüşvet lazım mıydı onlara?

Bir hafta kadar rençperlerin fakir masasından yemek artıklarıyla besleyerek nahiye başkanının kalem odası yanından ayrılmıyordum. Açıkta yatıyordum. Gücümden kuvvetten düştüm ve bir gün Atabas’ın tezekle yüklü at arabası altında gece için yerleştim. Uyuklamaya başlar başlamaz biri bana arkamdan kavradı. Geri baktım – kara sakallı adamdı. Kollarını bana uzadı, sarmak istedi. Bir duldan ne istediği belli. Sizden saklamayayım. Güzelliğimle ünlüydüm gençken. O zaman insanlar bana Ayna-koz[16] diyordu. Pençelerinden zorla kurtuldum. Olanca gücüyle tekme attım. Ağzına rasladım. Ağrıdan bağırmaya başladı ve sırtüstü düştü. Çabuk ayağa fırladım, o da kalktı. ‘Aptal kadınsın, diye söylüyor, seni her utangaç kızdan tercih ederim. Sana yardım etmek istedim. Neden vazgeçiyorsun?’ Ben de ona: ‘Yalan söylüyorsun kara yağız şeytan! Ben yaşıyorken beni alamazsın!’ dedim ve yakınımdaki baltayı kaptım. Kara sakallı ya korktu ya utandı, ama gördüm ki çekildi benden. ‘Kötü kadın, diyor, kahrolası kadın!’

Ben giderek yalvarırken bana yapışan bir tek o değildi. Oğlum için şefaatte bulunmaya geldiğimde bana da aç utanmaz gözlerle bakıyorlar ve şöyle konuşmaya başlıyorlar: ‘Oğlun hakkında konuşmayı bırak, dul. Başkasını konuşalım’. Böyle insanara öfkeden fıkır fıkır kaynamaya başladım! Artık oğlum bana: ‘Annem, yeter şunu. Sizin burada alay konusu olmanızdan geri işlerine gitsem daha iyi. Eve gidiniz anne’, diye yalvarmaya başladı. Ben de daha çok kızmaya başladım. Son şey yapmaya karar verdim. Oğlumu elinden tuttum ve nahiye başkanına götürdüm onu. Geldik. Nahiye başkanı yurtasında beyaz yastıklarında oturuyor, kımız içiyor. Kara sakallı yanında. Bana yan bakıyor. ağzı süt kokan nahiye başkanı: ‘Aaaa!, diye gülümsemeye başladı, Dul geldi. Ayna-koz geldi. Gel canım yanımdaki boş yere otur’. Benimle alay etmeye başladı. Kendisi de bana aç gözle bakıyor, oğlumdan utanmıyır. Bahıt, annesiyle alçak alaylara dayanamadı. Bana arka çıkmak için gücü yoktu, ama alayalara gözlerini kapayamıyordu. Oğlum kulaklarını tıkayarak yurtadan ok gibi fırladı. Nahiye başkanı bana: ‘Onunla bir ay kal, diye kara sakallı adamı göstererek söyledi, İtiraz etmem...’ Yurtadan koşarak çıktım, oğlum da atına binip auldan dörtnala çıktı... Gözüm bulandı, dizlerim kesildi, başım dönmeye başladı... Az kaldı düşüyordum. Ben kimim? Köle... Onlar kim? Soylu adamlar... İstediklerini yapıyorlar. Bütün hayatım içinde hakaretlerine mi dayanmak zorundayım? İnsan mıyım yoksa köpek miyim? Birdenbire bir yiğitin bir tabakta besparmak[17] getirdiğini gördüm. Üstünde koyun başı, tabağın kenarında sivri bıçak var... Her şeyin nasıl olduğunu artık hatırlamıyorum, hatırlamıyorum. Bıçağı kavradım. Geri koştum, yastıklarda yatan nahiye başkanına tam doğru. Boyuna bıçakla vurdum, sonra kalbi altına. Zihnim bulandı, kudurdum. Kara sakallı adama atıldım. ‘Oy, oy, oy!’, diye kollarını sallayarak korkudan cam kesilmiş gözleri fal taşı gibi açarak bağırmaya başladı. Yiğitin ellerinden besparmakla tabak düştüğünü, dişlerini göstermiş koyun başının yerde yuvarlandığını hatırlıyorum. Kara sakallı adamı bıçakla vurduğumu hatırlıyorum. Yanılmıyorsam iki defa. Daha hiç bir şey hatırlamıyorum. Bayıldım...

Hikayeyi anlatan sustu, düşüncülere daldı. Ev sahibi ve eşi de susuyordu. Misafirin sözlerinden korkan çocuklar birbirine sokuluyordu. Kadın kendini zorluyormuş gibi:

-          Kendime geldiğimde, diye konuşmaya başladı, gözlerimi açar açmaz sinek sürüsü yüzümden uçtu. Üzerimde mavi açık gök. Neredeyim? Anlayamıyorum. Bana ne oldu? Bilmiyorum. Başımı çeviremiyorum, ağrıyor. Kalkmak istedim, kalkamıyorum. Vücudumda külçe kurşun ağırlığı vardı. Ellimi oynatsam, kendimi yoklasam, ama kollarıma, ayaklarıma sahip değilim. Sanki benim değilmiş. Her şeyim bana ait değilmiş gibi. Sadece gözlerim bana ait. Ne zalim insanlar... Bana öyle geldi ki onlar beni alıp parçaladılar baltayla, sonra da isepe aulun ötesine attılar. Bana ne olduğunu uzun uzun anlayamıyordu. Fakat beni parçalamadılar. Beni zincirlediler. Ellerimden, ayaklarımdan, saçımdan beş kazıklara. Kamçıladılar... Ne kadar uzun kamçıladıklarını bilmiyorum. Bana başka ne yaptıklarını da bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum ki zavallı uğursuz ruhum bedenimden çıkmadı. Oğlum aklıma geldi. Sıcak gözyaşları dökmeye başladım. ‘Oğlum neredesin’, diye inlemeye başladım. Yanımda duran biri: ‘Dirildi köpek!’, diye söyledi. Yine beni kamçılamaya başladılar. Öleceğimi düşünüyordum.

Misafir ev sahibesine baktı.

-          Beni dinlemek bile sizin için korkunç bir şeydir, diye söyledi, Kocan kendi evinden korkudan kaçmaya hazır olmalı artık... Ben nasıldım ne düşünüyorsunuz? Neyse! Hikayemi kısaltayım. Bir ay ve yedi gön sonra soğuk ve mezar gibi karanlık hapse atıldım. İşte o mezardan çıktım. Çar feragat etmiş, beni ise bolşevikleri serbest bırakmış... Ne gibi adamlar bilmiyorum. Madem ki zalimleri hapse atacklarını söylüyorlar iyi insanlar olmalı...

Bunu deyince ev sahibine sorar gibi baktı. Bunu anlıyor musun diye. O da yılıp gözlerini ayırdı.

-          İşte bu kadar... Artık auluma dönüyorum... Oğlumu bulmakta acele ediyorum. Kendisi beni bulamaz.

Çaya dokunmadı, onun için ev sahibesinin pişirdiği filtre keklerini de yemedi. düşünüyordu. Gözleri yurtanın ortasındaki ocaktan daha parlak ışıldıyordu. Yurtanın köşelerinde saklanan çocuklar, gözlerini yüzünden ayırmadan yavaş yavaş ona yaklaştı, dizlerine düştüler. ‘Her şey sizin için’ sözleriyle başlarını okşamaya başlayınca onlar ona uzandı.

Ev sahibi ise misafirinden gözleri ayırmıyordu. Bir tek kelimesini kaçırmakan korkuyordu.

Karşısında bir kadın oturuyordu – kuvvetli ve korkusuz. İçinden çıkılmaz hayatının bütün azaplardan geçti ve her şeye dayandı. Karşısında bir anne oturuyordu. Mutlu olmak hakkı için nasıl savaşmak gerektiğini bilen bir anne.

1934

 

 

AKLİMA

‘Anne!’ – bir askerin mektubu öyle başlıyordu. ‘Anne’ – bu güzel söz bütün dünyaya yayılıverdi.

‘Sevgili anneciğim, ne kadar çok özledim seni...’

Noktalar. Neden var burada? Niçin? Dökülen göz yaşlarının damlalarını andırıyordu. Belki bunu yazan hasretten boğmuş ve gerekli sözleri bulamayıp noktaları koymuş. Belki  asker devam etmek istemedi – bütün duyguları bu iki kelimede sığmış – ‘seni özledim’.

Mektubu alan Aklima’nın gözleri önünde her şey sallanmaya başladı.  Dört sene önce tek oğlu Kasım cepheye gitmişti.  Endişe ile yaralanan anne kalbi her gün cepheden gelen her haverden rüzgarın her hafif esmesinde titreyen dombranın telleri gibi titriyordu. İki sene önce son haber geldi – Kasım’ın ölümü hakkında. Şimdiye kadar bu mektup küçük bir sandığın dibinde saklıydı. Hala annenin kalbine bir ümit vardı: ‘Gelir, sağ gelir’ diye.

İşte postacı geldi, mektup getirdi. Sahra postası damgası ola mektubu. Aklima, terasa çıkarak:

-          Nurila! Canım! Gel çabuk yanıma!, diye bağırdı.

O günler insanlar birbirine çok çabuk yakın oluyordu. Bir gece onları bütün hayatları için akraba kıldığı olurdu. Aklima genç komşusu ile arkadaşlık yapıyordu. Ortak düşünceleri bulundu, birbirine yardım ediyordu.

Nurila dışarı çıkıp Aklima’nın üzgün yüzünü ve elindeki mektubu görür görmez her şey anladı ve hiç bir şey sormadan terası ikiye bölen engelden çabuk atladı.

Yüzü biraz pembeleşti. Aklima’nın elinden mektubu aldı.

-          Ağlama ama!, diye söyledi, Yoksa okumayacağım... Bu ne sevinç, apa!

Aklima’yı gülümsetti, ama ‘seni çok özledim’ sözlerini okuyunca duraksadı, endişeden elleri titremeye başladı. Boyunda mavi damar atmaya başladı, güzel kara gözlerinde göz yaşları göründü. Askerin sınırsız hasreti mektupta yüksekten düşen azgın şelale gibi kuduruyordu. Duygularını ifade etmek için öyle kelimeleri buluyordu ki Nurila mektubu yüksek sesle okuyamıyordu. Birinci sayfayı gözden geçiriverdi, çevirdi ve artık yiksesk sesle devam ediyordu: ‘Annem, birinci mektubu Agadır istasyonuna gönderdim. Orada döndüğünü düşündüm... Ama Karaganda’da olduğuna sevindim...’ Aklima:

-          Dur, dur!, diye şaşırdı, Ne istasyonu? Ne Agadır?

Nurila okumaya devam ediyordu. ‘Anne, tabi ki neden böyle diye soracaksın? Bunu sana sonra anlatacağım. Şimdi ise dinle beni, anne’.

Aklima dinliyordu. Mektubun her kelimesi ile, Nurila’nın sesinin her tonuyla yaşıyordu. Kızın her hareketini izliyordu. Eski güzelliğini hala kaybetmeden Aklima’nın gözleri bütün duygularını ve düşüncelerini yansıtıyordu. Bu gözler oğluna aşktan ya ısınıyordu, ya onun için korkudan artıyordu, ya hafiflikten kısıyordu onları kadın.

‘’Anne, diye yazıyordu asker, Bu savaşta iki bin kırk dokuz kilometre yürüdüm. Sana anlatmak istediğim olay son kırk dokuz kilometrede oldu. Yanılmıyorsam o gün tam kırk dokuz yaşını doldurdun. Öyle raslantı! Doğum gününü kutlamadığım için özür dilerim... Mektup göğüs cebimde kaldı, onu sana göndermekte yetişemedim’. Anne,

-          Ben hala kırk dört yaşında olduğumu unuttu olur mu?, diye yüksek sesle güceniklikle ve acıyla söyledi, Oy, Kasım, Kasım!

‘Savaşta, annem, diye okumaya devam etti Nurila, kırk dokuz kilometre çok büyük mesafe sayılmıyor, özellikle tankçılar için. Ama bazen bir kilomtre bile seni uzun zaman için durdurabilir. İşte durdum. Bu kadar gittim, Berlin’e varamadım’.

Nurila’nın sesi tuhaf önsezmeden titredi, bir an için okumayı bıraktı. Aklima ise ona bekleyerek bakıyordu ‘Ne oldu? Ona ne engel oldu?’ diye.

‘Anne, biliyorum, sen her şeyi kahramnca karşılabiliyorsunuz. Önce her zaman senin oğluyum’. Aklima:

-          Kasım, Kasım, diye içini çekti.

‘Her şey çok iyi hatırlıyorum, diye okuyordu Nurila, Bu ileri hatta benim son gecemdi. Üç gün ve üç gece uyumadan ve dinlenmeden bir nehrin kenarında duruyorduk. Onu bir türlü zorlayamıyorduk. Tel örgüleri, tanka karşı tepeler, mayın tarlaları ile kaplanan karşı kıyı bizden ateş perdesi ile kapalıydı. Almanlar mevzilerimize ateş ettikçe ediyordu. Mermiler ya burada ya orada patlıyordu, nehir patlamalardan kaynıyordu. Nehir dar, derin değil, ama geçmek diye bir şey yoktu.

İşte üçüncğ geceydi. Etraf yanık kokuyor. Doğuda seyrek yıldızlar ışıldıyor. Ufuktan yükselen alçak, gür, kurşun bulutları göğü kapladı. Düşman mevzileri gittikçe karanlığa dalıyordu. Bu karanlık dağıldı mı dağılmadı mı hatırlamıyorum artık. Ama önemli olan bu değildi. Ne yapıp yapıp almanları tahkimli mevzilerinden tardetmeliydik. O zaman bize karşı çıkamazlardı. Hepimiz öyle düşünüyorduk.

Hatırlıyorum, tümen komutanı albay Revizio bize geldi. Geniş omuzlu güçlü bir adam. Gece dev boylu görünüyordu. Tankçıların sırası boyunca yavaş yavaş yürüyerek geçti. Biz de hazırolda dikildik, duruyoruz. Hepimizin öyle bir hissi vardı ki bir şey olacakmış. Çok önemli emrin verildiği komutanın yüzünden belliydi. Başka subaylar da biraz rahatsız. İşte devam ediyorum. Revizov sıranın ortasında durdu ve konuşmaya başladı. Çok yavaş, sesini yükseltmeyerek, bizim yakın arkadaş gibi konuşuyordu. Erler ise böyle konuşmaya saygı gösteriyor. Albay:

-          Yoldaşlar, size danışmak istiyorum!, diye söyledi, önemli bir görev yüklendi bize. Açıkça söylemek istiyorum bu ödevi yapana hiç bir şey vaadetmek istemiyorum: ya nişan, ya rütbeler. Yapmamız gereken için uygun ödül bulmak zor... Kısacası ne düşünüyorsunuz: karşı kıyıda olmamız zamanı gelmedi mi?

Suskun suskun duruyorduk, albay ise bize araştıran bakışla bakıyordu ve bana öyle geldi ki düşüncelerimizi okuyabiliyordu. Revizon:

-          Hemen geçemedik. Zamanı kaybettik. Öyle mi düşünüyorsunuz?, diye sordu bize, Evet, bu doğru... Biliyorum... Yine de ileri gitmek zorundayız!

Bu sözler yavaş sesle yalan heyecana kapılmadan, küfür ve tehdit olmadan dostça söylendi. Bir emir gibi gelmedi bize. Baba evinin sıcaklığını özleyen ve bağırış ve emirlerden yorulan erler için komutanın iyi sözü her şeyden değerli.

Çıma yolu bulduk. Tanklar içinde sınır hızıyla nehir dibinden geçerek karşı kıyıya geçmeye ve orada kökleşmeye karar verdik. Beş tank komutanı ileri adım attı. Ben de onların arasındaydım.

Sonra hiç konuşmadan su altında gitmemiz gereken mesafeyi ve karşılabileceğimiz engelleri tahmin ederek tanklarımıza yürüyorduk. Dalgıç-keşifçileri, düşmanın nehrin dibi de fethedilmez hat haline getirmeye çalıştığını bizden saklamıyordu. Betonarme engeller, tel ilmikleri attı nehre. Burada düşüncesiz davranma yardım edemez, makul hesaplama, itidal ve cesaret lazımdı. Sualtı mayına çarpmasak, batak çanuru içinde takılıp kalmasak, su motoru doldurmasa, bize de hava yetse! Yoksa sağlam ağ içindeki balıklar olacağız.

Konuşmadan  sıraladık arkadaşlarla, birbiriyle el sıkıca sıkıştık, konuşmadan topların patlamaları ile karıştıran suyun karanlık yüzeyine baktık. Almanlar saldırımızdan korkarak gece de ateş kesmiyordu. Ben de içinden dedim: ‘Elveda annem, bir daha görüşemezsek’.

Ama yok, yok anne! Elveda demedim! Bu kahrolası düşünce birkaç defa aklıma geldi, ama ben kovdum onu. Karaganda’nın kara kuyularından kömür getiren lokomotiflerin dumanıyla bile vedalaşmak istemedim... Sen her zaman aklımdaydın... Öyle düşünüyordum – sabah sana yazdığım mektubu yanıma alıp yarın karşı kıyıdan sana ‘sağ ve salim’ iki sözünü yazıp göndereyim. Ah, anneciğim! Bugünle yarın arasında, son savaşa gittiğim o geceyle bu dakikalar arasında bir yıl olduğu çıktı...’

İki kadın bu sözlerin saklı anlamını anlayarak telaş ve acıyla dolu gözleri kaldıramıyordu.

Nurila’nın ensesinde firkete ile tutturulan açık kestane saçı omuzlarına döküldü. Aklima, ona:

-          Kızım sana ne oldu? Ağlıyor musun?, diye yavaş sesle sordu, sesi heyecandan titriyordu.

-          Yok, apa... Öyle oğlunuz var ki, ağlamam olur mu hiç?, diye cevap verdi Nurila ve gülümsemeye çalıştı, ama sesindeki titreme heyecanını ele verdi. Okumaya devam etti:

‘İşte başladı anne. Ağır tankımız tam hızıyla suya daldı. Biz gerek bir çukurlara dalarak gerekse çıkarak yürüyorduk. Motorların sağır edici gümbürtü daha yavaş oldu. Arkadaşlarım cihazlardan gözlerini ayırmıyordu. Emir veriyordum:

-          İleri yürü... Sola... Kese yoldan git... Sağa...

Önümdeki kronometrenin ibreleri üşümüş kelebeğin kanatları gibi titriyordu. İki saniye geçti. İki ve buçuk. Üç. İşte o zaman hayatımda ilk defa bir saniyenin kesri ne olduğunu anladım – sonsuzluk. Bu saniye kesri içinde bütün yer yuvarlağı dolaşabilirsin. Her şeyin rüyamda olduğunu geliyordu bana. Anlaşılmaz ilgisizlik duygusuna kapıldım. Hareketlerim yavaşladı. Rutubet kokusu burnuma geldi. Tankta su dize kadar vardı artık. Motor susmasa! Birden su dalgalandı göğüsümğze kadar çıktı ve azalmaya başladı. Karşı kıyıya çıktığımızı anladık.

Tankımız ikinci olarak gidiyordu, arkamızdan daha üç tank vardı. Onlarda nehri kim zorladı kim zorlamadı şimdiye kadar bilmiyorum. O zaman bunu kontrol etmek için zamanımız yoktu. Önümüzde Almanlar, arkamızda zamanını baskının başlamasını bekleyen ordumuz vardı.

-          Yürü!, diye bağırıyorum şöföre, Hızı azaltma!

İşte büyük hızla gidiyoruz... Patlamaların flaşları, karanlıktan kırılmış tel örgülerini, engelleri, koşuşan Alman askerleri koparıyor.

-          Ateş aç!, diye avcı eriye bağırıyorum.

Tankın zırhı üstünden ise kurşun ve merme parçaları çiziyor. Ateş hatındayız. Avcı erimiz Petya Çernov Almanlar’a ateşi kesmiyor. Yüzü oluk oluk terliyor. Tankın şöförü ise Rahim Sarıbasov, tankımızı panikte bizden kaçan Alman erlerin tam içine sürüyor. Rahim bana döndü, çekik gözleri parlıyor.

-          Kolya!, diye Nikolay Sorokin’a bağırıyorum, Nasıl? Öıktı mı piyade?

O, yok diye başını salladı. Evet diye düşündüm daha çok erken piyade için. Ama keşke çıksalar artık! Keşke!

Biz kıyıdan daha on kilometre geçtik. Demek ki toplam olarak iki bin kırk dokuz kilometre geçtim diye düşündüm. O anda senin bugün kırk dokuz yaşına girdiğini hatırladım. Göğus cebime dokundum. Mektup yerindeydi.

Petya Çernov toptan bana döndü bir şey söyleyecekti o anda tank titredi ve yakıcı duman hissetik. Çernov inleyerek yere düştü. Yardımına atılacaktım, ama ayazlı bir şey yüzüme vurdu. Bir baktım elimde kan vardı, ılık kanım.

-          Yoldaş komutan!, diye telsizcinin sesini duyuyorum, Piyade nehirden geçiyor. Makinalı tabancalı er takımı artık burada..., birden duraksadı ve:

-          Burun.., burun.., diye bağırdı bana. Ben de ona Çernov’u gösterdim. Birden tank içinde bir şey patladı, ateşlendi. Aklıma geldiğim ilk şey mektuptu. Sana gönderemediğim mektup. Tankımda yanacaktı! Kan yüzümü kapladı. Yüzümü gömleğimin koluyla silecektim, ama üstümdeki giysi yanmaya başladı... Söndürmeye çalıştım, kapağa ulaşıp onu açmak ve dışarı çıkmak istedim, ama sivri ve ağır bir şey ayaklarıma vurdu. Geri çıkamayabildiğim kara uçuruma büyük hızla düştüğümü hissettim... İşte bu kadar. Sonra bana ne olduğunu bilmiyorum. Altı ay ve on gün sonra kendime geldim...’

Mektubu artık ayakta okuyan Nurila’nın dizleri büküldü ve düşmemek için duvara yaslandı. Mektubun kağıtları elinden düştü. Yere saçıldı. Aklima’nın da onları eğilip almak için gücü yetmedi. Boğazına bir şey düğümlendi ve nefes almasına engel oldu.

Terasın yanında demin okuldan dönen çocuklar durup dinliyordu. Onlardan birininin başında babasının pilotka elinde ise çanta vardı. Arkadaşına:

-          Faşistleri nasıl vurmak gerektiğini anladın mı?, diye sordu, Ben biliyorum, babam anlatıyordu bana... Önce cephe gerisine geçmelisin sonra – trah! Vurmalısın!

Nasıl vurmak gerektiğini göstermek istedi, ellini kaldırdı, ama arkadaşı bır yana sokuluverdi ve başında pilotka olan erkek çocuk dengesini kaybederek kendisi yere düştü. Çantasındaki kitaplar saçıldı... Diğer çocuk zamanı kaybetmeden göğsüne oturdu ve ağzını eliyle kapladı.

-          Sonra da bir daha trah!, diye konuşuyordu, Bu almanın ağzını kapamalısın ve onu komutana sürüklemelisin!

Savaş oyunu oynuyordu. Terasta ise savaşın korkunç gerçeğinden şok içinde oturuyordu. Aklima:

-          Oku, Nurila. Sonuna kadar oku!, diye sınırsız dert kaseyi sona kadar içmek isteyerek zorla söyledi. Nurila okumaya başladı:

‘Kendime geldiğim zaman anladığım ilk şey kollarım sağlam. Sevindim. Bütün on parmağım var. Birbirine sarılıyor, uzun ayrılıktan sonra eski arkadaşlar gibi. Neredeyim? Bana ne oldu? Etrafı neden bu kadar karanlık? Neden bu kadar sessiz? Galiba gece... Evet, evet! Gece diye düşünüyorum. Tankın yanmaya başladıpı gece. Belki de yanmaya başlamamış. Belki o zaman uyumuşum ve bana olduğu her şey bir rüyaymış – çok rüyaymış! Göğsümü ellerimle yokladım, sağdır... Kalbim vuruyor. Birbirini destekleyerek ellerim başına doğru çıkıyor... İşte dudaklarım. Dudaklarım ve dişlerim yerinde... İşte burun. Ama burnum yerinde parmaklarım yumuşak sargıyı buldu, altında ise erimiş kurşun gibi – acı vardı. Hani ayaklarım? Sol kalçamın uyuştuğunu, sağ ayağımın parmaklarımda bir kırgınlık olduğunu hissettim. Ellerimi aşağıya indirdim ve... ayaklarımı bulamadım. Yerinde kesilmiş parçalar vardı.

Bayıldım, kendime geldiğim zaman aynı sessizliği duydum, altımda aynı yumuşak yatak ve başımdaki sargıyı değiştiren eller vardı.

-          Saat kaç?, diye sordum.

Kimse bana cevap vermedi. Yine sordum, ama sesimi duymadım. Bana ne oldu ben sağır mıyım yoksa dilim mi yok? Kolumu kaldırdım. O zaman birinin alçak sesi tam kulağımın yanında:

-          Sakinleşin. Kurtarıldınız, yaşayacaksınız. Siz Saratov’da, askeri hastanedesiniz. İki ay kadar sonra yürüyeceksiniz. Anladınız mı?, diye duyulur duyulmaz bir sesle söyledi. Sonra tanımadığım adam yine her şey tekrarladı.

Her şey anladım: yaşayacağım, yürüyeceğim. Buna rağmen yataktan kalkmak ve yürümek için iki ay yetmedi bana. Artık gün, hafta ve ayları sayıyabiliyordum... Kendime geldiğimden beri hala yataktan kalkamıyordum. Artık görebiliyordum. Yavaş yavaş konuşmaya başladım, hastane cerrahları burnumu yeniden yaptılar. Fakat bir şeyden en çok korkuyorum – arkadaşlarımın beni tanıyamayacağından.

Yüzüm çirkinleştirilmiş, ayaklarım yok... Sana bunu uzun uzun yazmaya cesaret edemiyordum, annem, sevgili annem.

Ama yaşamak çok istiyorum... Kollarım, ellerim sağ, kalbim atıyor. Demek her şey bitmedi. İyi ki yaşıyorum.

Anne, yazabiliyorum. Bu ne kadar güzel, bir şey yapabilmektir. Bu ne mutluluk – yazmaktır! Cephedeyken çok defa bir şarkı söylüyordum. Şimdi ne sözleri ne havası hatırlıyorum. Fakat bu benim sözlerim ve benim havamdı. Başkaları için iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Başkasını biliyorum: içimden büyük bir şey kalkıyordu, sanki sınırsız denizdeyim, veya yüksek dağın tepesindeyim. Bütün dertlerimi, korkularımı, öfkemi unutuyordum. Şarkı söylüyordum... Şimdi de şarkı söylesem? Ya söylesem? Şarkımın sözleri hala güçlü olmayan kanatları olan kuş yavruları gibi göğe kadar uçsun. Hemen değil, ama yine de uçmayı öğrenecekler!

Daha bir şey söylemek istiyorum, anne. Şimdi sen bu mektubu okurken ben sayfiye şehrindeyim. Protezleri kullanarak yürümeyi öğreniyorum. Kalan ayaklarımın parçaları ağrıyor. Buna rağmen ben yürüyeceğim! Mutlaka yürüyeceğim!

Mektubunu bekliyorum. Onu alır almaz hemen Karaganda’ya uçakla gideceğim. Görüşmemizi bekliyorum, beni sarmanı bekliyorum. Oğlun Sapar’.

Aklima:

-          Sapar?! diye haykırdı, Kim? Ne Sapar? Belki Kasım söyleyecektin?

Nurila:

-          Hayır, diye Aklima kadar şaşrdı, Burada öyle yazıyor: Sa...apar...

-          Sa-a-a-apar? diye doğrularak solukla dışarı attı Aklima. Kalbi rahatladı... O değildi!

Sevincini saklayamadı: bu insanüstü ıstıraplar oğluna dokunmadı; başka hiç tanımadığı adam sakat kaldı. Kasım değil, hayır o değildi! Gözleri aydınlanan Aklima, Nurila’ya baktı ve silkindi. Kız öz annesi onu tanıyamayacağı kadar değişmiş. Eğildi, kamburlaştı, ince vücuduna yapışan mavi çiçekli desenli ipek koyu kırmızı elbisesi bile buruşmuş ve solmuş görünüyordu. Erin ıstıraplarının bütün ağırlığı artık bir tek ona yükleniyordu. Aklima’nın yüzünde kalan bakışında şaşkınlık ve sitem vardı.

Aklima, dakikalık zayıflığından utandı.

-          O annesini çok seviyor olmalı, diye Nurila’dan çok kendisine başvurarak söyledi. Sesinde de gizli anne kaygısı duyuldu.

-          Evet!, diye yüksek sesle söyledi kız, Onu tanıyorum. Burada yaşıyordu, şimdi sizin yaşadığınız odada yaşıyordu...

O zaman Nurila bildiğiniz her şeyi anlattı. Savaş sırasında enstitüyü bitirince Karaganda’ya geldiği zaman Sapar ve annesiyle tanıştı. Bir gün Nurila toplantıdan sonra eve dönüyordu. Geceydi. Birden kız yanından çıplak adam koştu. Kışın Karaganda’da üzerinde sadece kısa külot olan ve öyle soğukta koşan adamı gördü! Tabi ki Nurila korktu. Eve koştu ve komşusu Ulbala teyzenin terasında formayı giyen adamı gördü. Ertesi sabah işine giderken evden çıktığı zaman  uzun boylu, gür kirpikli ve saçı arkaya taralı genç teğmene rasladı.

-          Kız kardeşim, diye gülümseyerek söyledi, Sizi korkutmuşum galiba dün... Afedin beni... Her akşam kar banyosu yapıyorum. Sizi korkutmak hiç istemedim. Vallahi!

Bu onların tek görüşmesiydi. Akşam genç teğmen cepheye gitti. Fakat uzun zaman için Nurila’nın aklında kaldı. Sonra Ulbala’da onun oğlu ve adı Sapar olduğunu öğrendi. İki sene sonra Ulbala öldü, odasında ise Aklima yaşamaya başladı. İşte bu kadar. Anlatacak başka şeyi yoktu.

Yine Aklima’nın canında mektubun söleri, askerin uzak ve güçlü sesi net duyuldu. Onu ne kadar iyi anlıyordu! Ama ne yapacaktı? Sapar’a nasıl yardım edebilirdi? Anne elleri onun yaralı er başını hiç bir zaman saramayacağını ve annesini sesini duyamayacağını nasıl yazacaktı? Aklima:

-          Nurkeş, diye şüphelenerek söyledi, Ben.., ben onu çağırsam... Annesi adından yazsam... Gel oğlum diye. Ne olur, Nurkeş? Artık biliyorum, benim Kasım dönmeyecek...

Nurila ona cevap vermedi. Yaşlarla dolu büyük kahverengi gözlerini kaldırıp Aklima’yı elinden tutup sıktı.

O gün Karaganda’dan Sapar’a telgraf uçtu: ‘Gel oğlum, bekliyorum. Annen’.

Aklima beklemeye başladı. Malul Sapar’ı değil! Onun gibileri hiç bir zaman kendi dertlerini düşünen sakat olmaz...

Evi üzerinden her bir uçak geçerken kalbi daha hızlı atmaya başlıyordu. Belki bu O, onun oğlu, asker, onun Sapar!

1943

 

    

YİRMİ DÖRT SAATTE

(ARAL’DA OLMUŞ VAKASI)

 

      Uzun kulak – yani istepin ‘uzun kulağı’, daha doğrusu haberleri ileten ağız ve kulaktan hat – telgraftan daha iyi çalışıyor. Telgraflar geç kalabilir, tren ve sorumlu diyelim da geç kalabilir. Uzun kulak bunu bilmez. Bir kanun, emir veya önemli olay hakkında bir haber Orenburg’a gelir gelmez, oradan haber yakalanıp kazak isteplerinin açıklığında dolaşmaya gider. Öyle olur ki Orenburg kendisi bir şey bilmezken haber ise deve ve atlarla isteplerde koşuyor. Haber Moskova’dan, bazen de Paris veya Londra’dan doğru geliyor.

Her zamanki gibi bu defa da uzun kulak, haberi Tamarşa sayesinde verdi. Bu yiğit nereye gitti? Kala kala Kazalinsk’e. O Kazalinsk’e ki, evleri - beline kadar yaşlığı emmiş birbirine kapamayan pencere ve kapılarla bakan zeminlikleridir. İstepe giden deve kervanı gibi borularından dumanları uzanan Kazalinsk’e. Kervanın ardından da deve yavruları koşuyor – çok semaver borularından küçük dumanları. Bu defa Tamarşa’nın getirdiği haber isteplilerin aklına sığamıyordu:

-          Lenin! Lenin kendisi Aral balıkçılarına mektup yazdı!

Yurta gibi yuvarlak saksaul parçaları ve cingil çubuklarından gelişigüzel yapılan kooperatif kulübesinin ortasında ateş yanıyordu. Masanın etrafında insanlar oturuyordu. Bu balıkçılık yapan ve lokomotifler için yakıt hazırlayan kooperatifti. İnsanlar Tamarşa’ya şüpheyle bakıyordu. Haberci ise durup gülümsüyordu – ya sevinç içinde ya şaşkınlık içindeydi.

-          Bize kim yazmış? Lenin kendisi mi?

-          Evet, Lenin! Özel mektup gönderdi. Aral balıkçılarına selam.

Kooperatifte çalışanların en yaşlı olan aksakal Eslamkul’un seyrek bıyığı titremeye başladı. Gözler üçgen gediklerine dönüştü.

-          Bak oğlum, diye söyledi, Böyle şakalar iyi sayılmaz, dövülmek istemiyorsan. Anlatabildim mi?

Sonra uzun sopayla – deve sürücüsünün silahıyla – ateşte süngülemeye başladı. Alev havaya uçtu ve milyonlarca kıvılcımlara ayrıldı. Tamarşa:

-          Ne diyorsun, Eseke?, diye söyledi, Böyle şaka yapılır mı hiç? İşte Lenin’in mektubu. Koynundan sekiz kat katlanmış toprak rengi sarma kağıdı çıkardı ve Esmakul’a uzattı.

Aksakal kıpırdamadı.

-          Oku, diye emretti.

-          Rusça olarak yazılmıştır. Okunamaz...

İkisi şaşkın şaşkın gözleri kağıda dikti. Kooperatiflilerden biri öksürdü kahkaha zorla tutarak. O zaman Eslamkul – bir şay aklına gelmiş olmalı – Tamarşa’nın elinden mektubu kaptı. Kağıdın yüzünü ve arkasını inceledi:

-          Senin gibi adamı bize müdür olarak kim gönderdi ki?! Salak, kağıt Kazalinsk’ten ki! Kurutulmuş kavun içine sarılmalı kağıt bu! Lenin beyaz kağıdı bulamaz mıydı sanıyorsun?

Kağıt elden ele geçilmeye başladı. Kooperatifliler:

-          Gerçekten de Kazalinsk kağıdı bu!, diye konuşmaya başladı, Harflerdeki katran hala kurumadı – böylece sadece Kazalinsk’te yayınlanır.

Tamarşa’yla alay ediyordu.

-          Tamarşa, Lenin bizim Kazalinsk’e hiç geldi mi? Trendeyken bira gibi bir şey içmedin mi?

Tamarşa’nın esmer yüzü yavaş yavaş kızarmaya başladı, sonra kıpkırmızı oldu. Gerçekten Kazalinsk kağıdını nasıl tanıyamamış? Tamarşa:

-          Size çay-may getirdim ve has unu da... Gidip getireyim.., diye şaşkınlık içinde söyledi.

Bunun ardından hemen odadan çıktı.

Tamarşa’nın gerçek adı Jangabıl’dı. Fakat onun boyu aşırı derecede kısaydı. Buna ek olarak iki sene tamarşayı yani lokomotif ocağı için kullanılan saksaul ve cingilden çok kısa kesilmiş parçaları teslim ediyordu. İşte bu yüzden ona Tamarşa lakabı taktılar. Gerçek adını ise tamamen unutulmuştur.

O yıllarda taşıtlar için yakıt ve halk için gıda teslimi devletin en önemli ödevleri arasındaydı. Aral denizinin kıyılarında zeminliklerde yaşayan Kazaklar, kooperatifler yapıp demir yolu için yakıt hazırlıyordu ve Aral denizinde balık tutuyordu. Bu işin karşılığı olarak onlara gereken her şey yani un, çay, şeker ve tütün alıyordu. Demir yolundan uzakta göç eden aullarda çayın iki paketine bir deve veriliyordu.

Tamraşa, saksaul ve cingil hazırlayan ve yirmi develik kervanda demir yoluna yakıt götüren yedi kişiden ibaret olan kooperatifde kervan-başı gibiydi. Hesaplanırsa bu yedi kooperatifliden yüzde on dört ve onda üç yani bir adam Tamarşa okuma-yazma biliyordu. ‘Pud’, ‘funt’, ‘arşın’, ‘çay’, ‘şeker’, ‘un’ kelimelerini hatasız yazıyordu. Saksaul ve cingil kelimelerine gelince yazamıyordu. Bu yüzden Tamarşa’nın okuma-yazma oranı de yüzde on dördü aşmıyordu. Yine de başkalarından daha iyiydi, bu yüzden Eslamkul alay ederek bazen ona müdür diyordu. Bu da ağrına geliyordu.

Bugün Tamarşa kooperatiflerin haftalık parasını almak için Kazalinsk’e gitti. Oradan iki pud un, on paket tütün, iki paket çay, on iki arşın kırmızı-yeşil-beyaz dallı basma, bir küçük çuval toz şeker ve birkaç bin veya belki milyon kağıt para aldı. Bu büyük kucak paraydı. Üç rublelik kağıt para büyük kesilmemiş kağıtta bastırılmıştır.

Bu kadar çok servet alan Tamarşa, dünyada ne haberlerin olduğunu öğrenmek istiyordu. Kooperatiflileri için nahiye şehrinden bir haber getirmesi lazımdı. Duyulabilen bütün konuşmalara kulağını asarak nahiye erzak komitesinin uzun koridorunun son odasına geldi. Oda insanlarla, mavi duman ve kısık seslerle doluydu. Büyük masanın etrafındaki beş kişi bir şey tartışıyordu. Bu masaya ucu koridorda bulunan sıra vardı. O yıl alışkanlığıyla o da sıraya girdi. Masanın başındaki başında siyah deri şapka ve üzerinde deri mont olan adam, herhalde Rus:

-          Al ve kaybol buradan, diye söyledi, Şuraya imza at. Yarından tezi yok bütün balıkçılar bunu bilmeli!

Herkese kağıda sarılan bir paket çaya benzeyen bir şey veriyordu.

Tamarşa şaşmadan anladı ki adamın dağıttıkları bedava dağıtılır. Yapması gereken tek şey imza atmaktı. Sıradan çıkmamaya kesin karar verdi ve dirseğine kadarki unlu çuvalı kendine daha yakın çekti.

Tamarşa’nın sırası geldi. O Smilgin komiserin masasına dayandı ve elini hokkaya uzattı. Smilgin:

-          Sen nereden çıktın?, diye şaşırdı ona, Zengilerden mi?

-          Hayır, iki kere hayır! Zengin değil. Aral denizi bilmek var mı? Balık tutmak, saksaul hazırlamak. Birinci birinci cins has un, çay, şeker – çuval, diye çuvalına birkaç kere vurdu.

Sonra koynunda onlarca hesaplama makbuzların olduğu anlaşıldı. Bütün bunları Smilgin’in önüne koydu. Komiser:

-          Yeter, yeter, anladım!, diye durdurdu onu, Makbuzlarını sakla. Sana bu kağıdı vereyim. Çok iyi bir kağıt, Lenin’in Aral balıkçılarına mektubu. Size bir mektup var, anladın mı? Al bak!

İşte böylece Kazalinsk basımevinde çoğaltan Lenin’in mektubu Tamarşa’nın eline geçti.

Gurur nasıl duyulmaz ki? Nahiye’nin bütün müdürleri ile beraber bir evrak aldı. Basit bir kağıt değildi – Lenin’in mektubu! Aralsk’a dönünce Tamarşa kooperatifin kulübesine geldiği zaman devenin sırtından çuvalını çıkarmadan hemen içine koştu. Öyle yeni haber bildirmeye acele ediyordu ki!

-          Lenin! Lenin kendisi Aral balıkçılarına mektup yazdı!..

Şimdi ise çuvalı çözerek çok acele etmiyordu. Eslamkul’a daha iyi şekilde cevap vermek için sakinleşmeye, doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordu. Alışkanlığı yenmek zordu – hiç bir zaman yaşlı adama zıt gitmiyordu. Ne dersen de öz amcasıydı. Yine de Tamarşa’nın getirdiği kağıt gerçekten Lenin’in mektubuydu! ‘Yok ya, şimdi gidip yüzüne karşı söyleyeceğim: kesin gevezeliğini!’

Tamarşa, kulübeye ‘çay-may’ ve has unu getirdiği zaman kooperatiflilerden biri tam Kazalinsk kağıdından ‘keçi ayağı’ için bir çarpık şeridi söküyordu. Tamarşa, girişte çuvalı bırakıp elinden kağıdı koptu. Mektubun temiz kenarları üö tarafından sökülmüştür. Diğer iki kooperatifli bu kağıttan yapılan ‘keçi ayakları’nı sigara olarak kullanıyordu. Tamarşa sarılı sigaraları onlardan kaptı ve ateşe attı.

-          İşte çuval, içinde her şey var. Paylaşın. Payımı bir sonraki maaşımızdan alırım. Şimdi ise aula gidiyorum.

Dudkalarını büzüp dışarı çıktı.

Tamarşa’nın gideceği ‘aul’ – Aralsk köyü. Gar tarafından o zaman da oldukça iyi bir şehrin kenarına benziyordu. O zamanlarda Aralsk’ın tam kapısındaki Aral denizinin kıyısında gerçek aul vardı. Birbirine sıkışan zeminliklerden oluşan küçük köy. Herkes komşusunda ne olduğunu biliyordu. Her fısıldama herekesçe duyuluyordu. Tamarşa’yı köpek sürüsü karşıladı. Bazıları aula bizim adam geldi, diğerleri ise yok, yabancı geldi diye haber verdi. İstepin eski geleneklerine uygun olarak köpeklerin havlamalarında insanlar da çıktı.

-          Au, kim geliyor?

-          Ben, Tamarşa!

Genç kadınlar:

-          Tamarşa’dan başka kim olabilir ki? diye güldüler, Devenin iki hörgücü arasında sadece baş görünüyor. Bir tek o var böyle!

-          Böyle geç saatte nereye acele ediyorsun?

-          Çok önemli haber var. Lenin mektup yazdı. Bize, Aral balıkçılarına.

Tamarşa, devesini köy kuruluna doğru yöneltti. Köy kurulu kapalı çıkmış. O zaman Tamarşa, devesini döndürüp okul öğretmenine gitti. Köpekler havlayarak  öğretmen havlusuna kadar ona eşlik ediyordu. Burada saksaul çiti arkasında Ajıbay öğretmen deve dişini sağıyordu.

-          Asalamaleykum, merhabalar!

-          Ağaleykumasalam, Tamarşa! Bekle biraz, bekle. Karım doğum yaptı. Kendim sağıyorum, görüyorsun. Biraz daha bekle lütfen.

Geçmişte molla, şimdi ise Kazak iki yıllık okul öğretmeni. Ajıbay sağmaya devam ediyordu. Bitirince Tamarşa’yı evine davet etti.

-          Lütfen, molla-eke, bu Lenin’den mektup mu, yoksa başka bir şey mi? Oku lütfen.

Rusça gramerinde çok iyi olmayan Ajıbay, onu kağıda yaklaştırıp uzun uzun kağıda baktı. Sonra:

-          Bu mektup Lenin kendisinin yazdığını iddia etmek zordur. Önce Ulyanov adında bir adam imza attı. Lenin’in imzası ikinci. Yine de imzası var.., diye söyledi.

Sonra hece ile okudu, arapça okuma yöntemi kullanarak:

-          Le-masle... Ni-nasni... Non-gaseken... Lenin. Sonra ne yazdığı kaburgasına danış. Şimdi öyle zaman – ya şafak, ya gün kavuşuyor... Böyle yazıya dalmak için cesaretim yetmiyor...

Tamarşa, kendi kendine gülümsedi: ‘Öğretmen! Ama her okuma-yazma bilmeyen isteplinin bildiğini bilmiyor!’. Buna rağmen:

-          En azından bana küçük kısmını okur musunuz?., diye sordu.

Öğretmen arapça yazısının okuma yöntemi Rusça metnine uydurarak uzun uzun kağıda baktı. Sonunda:

-          Doğru. Aral balıkçılarına. İyi sözler. İşte burası çok kötü. Volga’da korkunç mahvedici açlık. Öyle yazmıştır. Sonra hiç raslamadığım, okumadığım ve duymadığım söz geliyor...

Öğretmene acıdı – bu kadar sarf ediyordu ki.

-          ‘Da-ya-nışma...’ Yani bu kardeşler gibi anlamına geliyormuş. Açlık çekenlere yardım ediniz, her şeyle paylaşın.

Sonunda canı çıkınca Lenin’in mektubunu Tamarşa’ya geri verdi.

-          Teşekkür ederim, molla-eke, anladım.

Tamarşa, evine döndü, annesiyle görüşmek için. Zemiliği insanlarla dolu çıkmış. Evde yeri bulamayanlar, çitle çevrilmiş avludaydı. Yaşlı kadının bugün toyu (bayram) vardı. İnsanlar: ‘Oğlun Lenin kendisinden mektup almış’, diye ona söyledi. Tabi ki ikramiyet vermek zorundaydı. Yaşlılar iki kırılmış kaseden sırayla çay içiyordu. Kapıya daha yakın duran gençler tütün içiyordu. Annesi ağlıyordu. Sevincin aydın göz yaşları yüzünde gülümsemesi üstünden akıyordu. Yaşlı kadın Allah’tan oğlunu kötü göz ve kötü sözden korumasını istiyordu. Eslamkul’un karısı Tamarşa’nın annesi ile beraber ağlıyordu. Ah, Tamarşa’yı ne kadar sık çalıştırıyordu, bazen de ona küfür ediyordu! Hani Eslamkul nerede? Sert tabiatından mı gelmedi?

Tamarşa’yla sık sık alay eden genç kadın ve kızlar şimdi sıkılıyordu.

-          Hadı, Tamarşa, otur yanımıza. Lenin’in ne yazdığını açıkla.

Tamarşa, annesinin yanına oturdu ve sanki mektubu okuyormuşcasına emin tavırla anlatmaya başladı:

-          Lenin bütün balıkçılara selam söylüyor. Çocuklara ve yaşlılara, kız çocuklara ve erkek çocuklara, hepinize!

-          Teşekkürler! Allah ona sağlık versin!

-          Benim sevgili Aral balıkçıları, diye yazıyor Lenin, Ağlarınız balıktan bu kadar ağır ki onları zorla atlarla kıyıya çekiyorsunuz. Bunu duyduğumuz her defa seviniyoruz...

-          Bu bir gerçektir. Bu büyük adam her şey biliyordur...

-          Demek biliyor ki bazen iki devenin yardımıyla bile ağı zar zor çekiyoruz...

-          Öyle dedi ha – benim balıkçılar?

-          Evet öyle dedi. Volga nehrinde dostlarım şimdi açlık var. Çarı devirmelerinize yardım eden, beyazların çetesinden, alaşordınlılardan kurtaran kardeşleriniz açlık çekiyor. Sizin cömert çalışkan ellerinizin verebileceklerini Sovyetler Birliği çok kat daha çok verecek size. Unutmayacak.

-          Oybay, canım Tamarşa, Lenin’e cevap ver! Bu şeyin adı neydi – yıldırımla cevap ver! Yıldırım cevabı götürsün. Parlar – ve cevap Lenin’in masasında.

-          Sahip olduğumuz her şey vereceğiz! Lenin’in istediğinden daha çok vereceğiz!

Balıkçılar bütün gece uyumuyordu. Yer yer bir fantesiye yakın Tamarşa’nın sözleri ana dilinde tam hedefe, tam kalplere isabet etti. İnsanlar rahat ve mutluydu. Çar veya onun aul muhtarı onlara insanlara gibi hiç hitap etti mi?

Volga ağzından Çin’e kadar yayıldı Kazaklar adındaki millet. Fakat onlara kim bir millet olarak baktı ki? Lenin ise onlara ‘Kardeşlerim’ diye yazdı! Geçmişte onların sahip olmadığı Kazak istepi, sonunda içinde yaşayan halka verildi. Emekçi halkın canında yüzyıllarca birikenler artık eridi.

Lenin’in mektubu şarkılara dönüştü ve dombra tellerinde çınladı. Sabah ise Lenin’in Aral balıkçılarına mektubu hakkında efsane Aral’dan uzakta Kazakistan enginliğinde duyuluyordu. Efsane ile beraber Tamarşa’nın adı da istepte yayıldı.

Öğleyin denizin kıyısına insanlar gelmeye başladı. Erkekler ve kadınlar, çocuklar, yaşlılar yüksek kum dilinde toplandı. Herkes bayramlık giymişti. İyi deve veya atın sahipleri onu teşhir etti. Bu Lenin toplantısıydı. İnsanlar tören havası içinde konuşuyordu. Onlar Lenin’e balıkçıların  cevabını yazdırıyordu.

-          İşte önümüzde bizim Aral denizi – oynuyor ve çalkalanıyor. Balıkla dolu gümüş kazan. Büyük balıklar burada dipte var – ilk baharda taylar gibi parlıyor. Oynamaya başladığı zaman deniz artık onları sığdıramıyor ve altın sazan ve gümüş sudak kendini kıyıya atıyor. İki balık kazanı dolduramıyorsa, böyleleri almıyoruz, denize geri atıyoruz... Önce Lenin’e bunun hakkında yazınız!

-          Açlık çeken Volgalı kardeşlerim! Aral sizin için hiç bir şeye acımaz. Bize tok ve zengin olduklarınızı bildirene kadar bizi rahat bırakmayınız! İstemeyiniz, emir veriniz! Bizim Lenin’in mektubunda yazıldığı gibi öyle olsun. Nasırlı avuçlarımız cömert. Her bir trenle Aral balığı bekleyiniz! Ne yazık ki birbirimizden çok uzak yaşıyoruz, yoksa Aral denizi sizin aullarınıza daha yakın göç ettirirdik... Bunu Lenin’e ikinci olarak yazınız.

-          Değerli Lenin, emrinize uygun olarak balık sanayıcıları kovduk ve kooperatifler yaptık. Her gün beş bin pud balık gönderebilirdik, ama gemilerimiz çok kötü. Eski dede çizmeleri gibi – burnuyla suya dalır dalmaz hemen su yutuyor. Onları tamir etmek için hiç bir şeyimiz yok... Bunun hakkında üçüncü olarak yazınız.

Bütün bu yürekten söyleyen sözlerden Lenin’e telgraf yapıldı. O gün gönderildi.

Son bahar serin bir gece. Dolun ayın ışığında deniz parlıyor. Bu ayna üstünde seyrek ve yavaş koyun kurşun rengi dalgalar kayıyor. Kum dilinde kadınlar balığı kınnapa diziyor. Geç saate rağmen hiç bir kimse uyumuyor – çocuklar oynuyor, köpekler dalaşıyor, semaverler kaynıyor.

Kurutulmuş ve füme balığı erkekler develerle demir yolun götürüyor, vagonlara yüklüyor. Yarına yirmi  dört vagon tuzlu, füme balık göndereceklerdi, ama görülüyor ki sadece on dört vagon için yeter. Balıkçılar birbiri karşısında:

-          Bu Ilyiç Lenin için birinci ikramiyet olsun!, diye kendimizi temize çıkartıyormuşcasına söyledi, Kış geldiğinde kıyıdaki deniz buzlanır; buzda balık yığınları toplarız!

Bu günlerde Tamarşa’nın otoritesi çok büyüdü. Balık gönderme zamanı geldiğinde, yakıt taşıma süreci durdurunca bütün yirmi deve kum diline sürdü. Tamarşa burada görünür görünmez herkes onu Lenin’in vekili saydı. Bütün balıkçıların ekip başı gibi oldu. Onun alışık ismine saygılı ‘yoldaş’ eklendi. Bir şey doğru gitmiyorsa insanlar ona başvuruyordu:

-          Yoldaş Tamarşa, kınnap eksik.

Tamarşa:

-          Mağazaya koş, diye emrediyordu, Fayrahman dükkanını açsın.

-          Yoldaş Tamarşa kendisi emretti diye mi söyleyeyim?

-          Ne istersen söyle, ama kınnap burada olmalı...

El ele çalıştığı halde Esmakul amca Tamarşa’ya:

-          Yoldaş Tamarşa! On dört vagon tavana kadar yüklenmiştir, balık daha yarım vagon için yeter, ne yapalım?, diye soruyor.

Tamarşa kendi kendine gülümsedi:

-          Kalsın. Yarımları sevmiyorum. Bir daha sefere gönderelim.

Bundan sonra vagonlar gitti. Trenin arkasından balıkçılar:

-          Moskova, Kremlin! Lenin’e!., diye sevine sevine bağırıyordu.

Soğuk oldu. Derin olmayan deniz koyları buzla kaplandı. Buzda hemen dondurulmuş balığın istifleri oluştu. Çok geçmeden istifalardan onlarca geçit ve sokakları olan şehir büyüdü. Yeni tutulan balık yığın olarak duruyordu.

Bugün Tamarşa yine Kazalinsk’ten dönüyor. Yine yanında balıkçılara Lenin’in sözü var. Bu defa iki mektubu var; biri rusça, diğeri Kazakça olarak yazılmıştır.

Tamarşa Rusça okuyamıyordu. Kazak metnine gelince onu yük vagonunun tamburundayken tahlil etti, şimdi ise devesine binip yalpalayarak bu harikulade emrin sözlerini kendi kendine tekrar ediyordu:

‘Lem Non Kritsman yoldaşa, bu adamın soyadından önce gelen iki harfi Tamarşa Arapça olarak okudu: Lem Non Kritsman yoldaşa... Yirmi dört saatte...’

Devenin yüksek hörgüçleri arasında gerçekten de sadece Tamarşa’nın başı görünüyordu. İstep gemisinin ayaklarının temposuna uyarak Tamarşa’nın tavşan kürkünün kulakları sallanıyordu. Tamarşa’nın dudakları: ‘Lem Non Kritsman yoldaşa... Yirmi dört saatte...’

Hörgüçleri arasında Tamarşa olan istep gemisi aral auluna girdiği zaman, halk onu karşılamaya koştu:

-          Tamarşa yoldaş, haberler var mı?

-          Evet, balıkçı yoldaşlarım, Lenin’den. Yine Lenin’den. Köy kurulunda toplanın. Her şey duyacaksınız.

Köy kurulunun başkanı – biraz şıklık düşkünü, tatlı sert, okuma yazma oldukça iyi biliyor, kısmen yaşlı aul muhtarına, kısmen de kurul başkanına benziyor, şehirli gibi giyiniyor – başında takke – çalışma odasında oturuyor, boş zamanını ne yapacağını bilmiyordu. Çalışma odasına izinsiz giren Tamarşa’dan hiç hoşlanmıyordu.

-          Böyle izinsiz neden giriyorsun, ne oldu?

-          Lenin’den emir var, diye cevap verdi Tamarşa.

-          Bir emir olursa ilk önce Kurula gelir. Sen neden böyle sersemce koşuyorsun, yoksa işin mi yok?

-          Emir çok acil, başkan yoldaş.

-          Acilse onu acele ile yaparız

-          Yok, başkan yoldaş, önce dinleyin onu.

Bunun üstüne Tamarşa bu emirden hatırladıklarını bir solukta söyledi:

-          ‘Len Non Kritsman yoldaşa... Yirmi dört saatte Aral denizin altı gemi onarım evi için iki ekskavatör için talepler ele alınız... Ve daha dördü için... Ve torna ve freze tezgahları için’. İşte. Rusça ve Kazakça olarak. Lenin’in emri. Alınız.

Emri köy kurulunun başkanı önüne koydu. O: ‘Bu Tamarşa ondan ne istiyor?, diye düşündü. Köy kurulu başkanı mı olmak istiyor acaba?’. Yine de Lenin kendisinin emrine kayıtsız kalamıyordu.

-          Tamam, Tamarşa yoldaş, diye söyledi, Emir alacağız herhalde, bugün değilse yarın. Halkı toplayacağız, bildireceğiz. İşleriniz nasıl?..

O zamanda kapı arkasında balıkçıların ayakların sesi duyuldu. Ayaklarında tuzdan beyazlaşan lastik Kazak çizmeleri olan balıkçılar sıkışarak ileride gidenin topuklarına basıyordu. Bir işçinin gevezelik yapmak için zamanı yok, bu yüzden balıkçılar doğru başkana gitti.

-          Bizim Lenin bize ne yazıyor acaba?

-          Kurul şimdilik hiç bir şey almadı. Alır almaz sizi toplayacağız, duyacaksınız.

-          Bize en önemlisini söyle en azından! Ağlarımız yağ ile sürülmüş gibi çalışsın diye bilmeliyiz.

Başkan susuyordu. Tamarşa ona baktı.

-          Başkan Lenin’in emri aldı artık. Ona getirdim. Masasının çekmecesinde. Başkanın size en azından mektubun en önemlisini aktarması için zamanı yoksa size tamamını okuyacağım. Bu akşam bana gelin...

O akşam Tamarşa’nın zeminliğine önce genç kadın ve kızlar geldi. Onlardan kimleri ona gülüyordu? Başı iki deve hörgücü arasında zor görüldüğünü kim söyledi? Öyle geliyor ki hiç bir kimse. Kızların kirpiklerinde saygınlık titriyordu, gözlerin dibinde gülümseme ve başka bir şey... Herkes iyi giyinmiş, bilezik ve küpeleri vardı.

Tamarşa, misafirlere:

-          Buyurun, oturunuz, diye söylüyordu, ama eskisi gibi davranıyordu – utanıyordu, onlarla konuşmak için sözleri bulamıyordu. Sadece gülümsüyor ve terliyordu.

Kızlar zeminliğin ön yerine sıra olarak oturdu. Genç kadınlar yaşlı anneye karşı özel dikkat görteriyordu. Semaver koyup soba yakıyor, taş gibi sert saksaulu parçalara kırıyordu. Misafirlerin önüne yamalardan rengarenk dastarhan serildi. Nasırlı ellerle darı ekmeği kırmaya ve ağza hemen bütük parçayı atmaya alışan kızlar, bugün onu sadece ısırıyor. Toz şekeri teneke kaşıkla dilin ucuna döküyor. Onlara ne oldu acaba? Bir kız, cesaret edince:

-          Lütfen bu kaseyi Tamarşa ağaya verir misin?, diye söylüyor...

Gece balıkçılar balık avından dönünce zemiliğe hürya geldi. Erkekler kadınları sobaya doğru geriletti. Onları oğlaklar gibi bir sürü yaptılar.

-          Tamarşa yoldaş! Şimdi bize Lenin’in emrimde ne hakkında söylüyor anlat!

Yine Tamarşa ezbere seçik seçik söyledi: ‘Lem Non Kritsman yoldaşa... Yirmi dört saatte...’

-          Ne doğru söz...

-          ‘Ekstebator’ da nedir? Kazakça olarak ‘iki kere batır’ anlamına geliyor!..

-          Ekstebator değil, ekskavator, makine adı bu.

-          Biz de bir adamın yapabildiğinden iki daha yaptığını sandık.

-          İki kat değil, yüz kat!

Lenin’in emrinin yapılmasını istediği bu yirmi dört saat zihnine girmiştir. Şimdiye kadar Kazak istepi hayatını saatler veya günlerle değil, yüzyıllarca ölçüyordu. Birdenbire – ‘yirmi dört saatte’!

-          Bizim bazı yiğitlerimiz yirmi dört saat uyuyabilir sadece. Esneme için yirmi dört saat harcıyor. Daha yirmi dört saat zihnini toplamak için...

-          Bundan sonra yirmi dört saat iyi çalışsa ne güzel olurdu...

Balıkçılar emeğini ne kadar iyi değerlendirirse olsun, Lenin’in işinin ne kadar büyük ve zor olabildiğini tahmin ediyordu. Bir ıslık çalıp başlarını sallıyordu: Lenin uyumadan günde yirmi dört saat çalışmıyor mu acaba?

Konuşmalarında köy kurulu başkanına da dokundular. Eslamkul:

-          Bu Lenin’in sözlerinden tılsım bir yapsak, diye söyledi, ve başkanımızın boynuna taksak!

Bunu söyledikten sonra mahcup mahcup Tamarşa’ya baktı. Yeğeninin ismine ‘yoldaş’ sözü eklendiğinden beri Eslamkul karşısında gevezelik yapmaya cesaret edemiyordu.

Tamarşa konuşmadan kızlara baktı ve herkes ve kendisi için de beklenmeden:

-          Hadişajan, diye en güzel olmadığına rağmen en şirin bir kıza hitap etti, Hani okulda okuyorsun. Benim için kırmızı kadife bul – uzboyuna arşın, genişliğinde yarım arşın. Beyaz ipek iplerle şunu nakış işle: ‘Yirmi dört saatte. Lenin’. Yapar mısın?

Kızın kara gözlerinde sanki bir ateş yandı. Tamarşa kızardı. Ne de olsa hayatında ilk defa bir kıza bunca söz söyledi! Hadişa da cevap vermiyordu. Şaka yapmıyor mu diye düşünüyordu. Yoksa gerçekten mi ona bu kadar sorumlu ödev verilir mi? Kızın babası:

-          Neden işlemesin?, diye söyledi, Tabi ki nakış işler!

Kızın gözleri önünde kırmızı kadife üstünde işlediği harfleri görmeyince susuyordu. Sonra:

-          İşleyeyim, diye hemen cevap verdi.

-          Yirmi dört saatte mi, canım?

Hadişa ses çıkarmadan başını salladı. Etrafındaki herkes:

-          İşleyecek, işleyecek!, diye gürültü kopardı, Annesi Aymangul – Kazak desenlerini küçük boncuklarla işlemesinde birinci.

İşte böyle herkesin gözleri önünde büyüdü ve önlü oldu – önce bir adam – Tamarşa, sonra da Hadişa adında bir kız.

Böylece Aral denizinde daha bir efsane doğdu: Lenin’in başkalarından nasıl çalışmaşarını istiyor ve kendisi nasıl çalışıyor hakkında.

***

Efsanelerin annesi – her zaman gerçektir. Efsanemizde gerçeği bulmaya çalışanlar, V. İ. Lenin’in  eserinin 53. cildini açarsa onu bulacak.

 

1970



KAVUN

 

Tren uzak yoldan önce içini çekiyordu. Ben de vagonun yanında karım ve kızımla vedalaşarak onun gibi içini çekiyordum.

İstasyon memuru – uzun boylu, traş olan ihtiyar – bir defa çan çaldı, sonra ikinci defa, elini geriye çekip tam üçüncü defa çalacakken yanında sanki yer altından tirit gibi bir kadın çıktı:

-          Oğlum, ha oğlum?.. Trenin ne tarafa gidiyor?, diye sordu.

Bu ‘oğlum’ hitabını eğri yutmadan yuttu ve sabırla açıklamaya başladı üç numaralı tren Moskova’ya gidiyor diye.

Turksib o zaman çok gençti ve yolcular böyle gecikmelere alıştı. Yaşlı adam ihtiyar kadına tren Moskova’ya gidiyorsa onunla ne Taşkent’e, ne de Pişpek’e[18] varamazsın diye anlatırken yolcular peronda dağıldı.

Olgun Ağustos güneşi Kazak efsanelerine göre çok eski zamanlarda gemisiyle Nuh’un kendine barınak bulduğu Kazı-Kurga vadisine battı. İşte atalarımız tufandan kurtulabildiği için yer yuvarlığında trenin nereye gittiğini sorabilen, Moskova’ya iş için gidebilen, vedalaşıp görüşebilen bütün canlı varlıklar varlığını korudu...

Yaşlı kadın (Nuh’un gemisinin sakini çıksa hiç şaşırmazdım), sonunda istasyon görevlisini rahat bıraktı ve yaşlı adam yiğitçe üçüncü defa çan çaldı.

Katarın başındaki lokomotifin nefesi hızlandı. Karım, benim sevgili Botagoz bana:

-          Anladın mı, Bolat?., diye sertçe sordu, Bize gün aşırı yazacaksın.

Kızım ise yüzüncü kere en büyük bebeği, anne kadar büyük bebeği almamı istedi.

-          Tabi ki alacağım!, diye cevap verdim. Benim Karlıgaş, sana böyle iki kukla alacağım. Gün aşırı ise yazmayacağım. Bir gün – bir mektup. Böyledir, karıma dönüp aceleyle sardım onu, çünkü trenin dökme tekerlekleri gıcırtıyla hareket etti.

Elinde yeşil flama olan kadın kondüktor yanından tambura çıktım ve kızıma el sallamak için döndüm. Fakat vagonlar arkasından koşan kadın dikkatimi çekti. Bir elinde bavul, diğer elinde sepet vardı... Hayır, yetişemez. Yüzdeyüz treni yetişemez.

Kalbim oynadı. Bir insanın belaya düşünce her zaman öyle hissim var. Hele treni kaçıran insanın güzeliği göz çarpıcı ve parlaktı.

(Sonra bu olayı hatırladığımız her zaman benim sevgili Botagoz’un kulaklarındaki küpekler öfkeli öfkeli çınlamaya başlıyordu – on sene sonra, on beş sene sonra ve hatta yüz sene sonra, çünkü kadın unutmuyor, asla).

Dayanamadım. Önce kusursuz karıkoca ünümü edebi silinmez leke ile kirleten hatta yaptım. Karımın her şey gördüğünü unuttum... Basamaktan atlayıp kadına koştum. Rengarenk altay kelebek gibi gözlerimin önünde küçük şemsiye titriyordu, burnuma tanımadığım parfümün kokusu geldi. İşimi yaparken bütün bunları farkedebildim. Elinden eşyalarını kapıp tökezlediği zaman onu tuttum.

-          Hadi, koşun!., bu biraz sertçe geliyordu, ama o sözüme uyarak koşmaya başladı.

Berrak çoraplar ve açık gri ayakabılardaki düzgün bacakları görünüp görünüp kayboluyordu.

Bavul ve sepeti tren hareket ederken kondüktöre verdim. Kadının sonraki tambur basamağına çıkmasına yardım etti. Kendim ise sonuncu vagonun küpeştelerine sarıldım.

Her şey çok iyi oldu, çok şanslıydım. İşte o zaman geriye baktım.

-          Telgraf!.. Bekle!.. Değersiz!.. Çimkente! İyilik bilmez!.. Aktübinske! Telgrafı bekle! – sözleri duyuldu.

Karımın sesi zayıfladıkça zayıflıyordu, arkada yayıldı. İstasyon kıvrıntı arkasında kayboldu.

Kara fırtına bulutları Alatau’nun sivri tepelerini kapladı. Güneş Kazı-Kurta vadisinin arkasında saklandı, ama altın güneş kirpikleri bulutlara dokunup parlatıyordu.

-          Ne yaptım ki?.. Yoksa... Olur mu?.. Telgraf o kadar sert ve uzlaşmaz olursa ki yarım yoldan dönmem mi gerekecek?, diye cevap bulamadan kendi kendime soruyordum.

Tren hızlandı.

İstasyon demir yollarından boşalan ve yola selam söyleyerek yüksek sesle bağıran lokomotif arkasından uzun beyaz yele uzanıyordu.

O ağlıyor ve kızım onu yapabildiğince avutuyor olmalı... – diye orada peronda ne olduğunu tahmin ediyordum. Fakat buna yardım edebilemiyordum, bu yüzden rahatllandım.

Öyle oldu ki treni az kaldı kaçıran kadın bizim yani beşinci vagonda seyahat ediyordu. Onun adı Lidiya Nikolaevna, soyadı ise ikiliydi – Zerkalskaya-Golts. Kaç yaşında olduğunu tahmin etmeye cesaret edemezdim. Akıllı ve hayatını bilmiş bir kadın geliyordu, bu yüzden çok genç ona diyemezsin... ‘Hanım’ kelimesi ona da uymuyordu, onda bu hanım vakarı sezilmiyordu. Yani genç, büyüleyici, güzel, çekici bir kadın. Bu da beşinci vagonun bütün erkek sakinlerinin vagonun hareket ettikten sonra koridora çıkmaları için yeterliydi. Hiç bir kimse üstünü pijamaya değiştirmeyi düşünmedi bile, oysa ki çok uzağa giden trenle seyahat eden herkes ilk önce üstünü değiştiriyor.

Kısaca Lidiya Zerkalskaya, herkesin dikkatini kendi üzerine çekti. Soyadına Zelts eki ise saçma, gereksiz geliyordu ve adı kocası olan ve haddini bilmeyen adama düşmanlık ve gizli kıskançlığa sebep oldu. Lidiya Nikolaevna’nın görünüşünden karısıyla ilgili her şey özen gösteren, esaslı, ensesi kalın bir adamla evli olduğunu tahmin ettim. Vagonumuzun erkekleri onu bu tanınmayan Golts’a kıskanıyordu. Bu defa çok büyük kusur işlediği bir tek teseliydi onlar için – memur ileriyle meşgun olan onu uğurlayamadı. Bu da en önemli suçu değldi – arabalarına meyveli sepeti koymaya unuttu. Geri dönmek zorunda kaldıkları için az kaldı treni kaçırıyorlardı. Birinci istasyonda bizden birinin telgraf göndermesini rica etti. Telgrafın metni sicile geçirmeli kınama cezasını andırıyordu.

Erkekler kötü sevinç içinde bakışıyorlardı. Bütün bu heyecanları tabi ki vagonun sadece erkek kısmına dokunuyordu. Kadınlar Lidiya Nikolaevna’ya bir defa baksa – bu bakış bıçakla vuruşa eşittir. O onlar için artık yoktu.

Herşey bunun Lidiya Nikolaevna’yı ilgilendirmediğini gösteriyordu. İlk akşam yardımım için teşekkür etmek için kompartımanıma geldi. Biraz büyüklüğümü ve davranışlarımın kararlılığını abartarak ne kadar zarif ve hoş sözleri seçtiğine bir baksanız. Bir dastan kahramanına benzemeye başlıyordum. Böyle abartmalara karşı değildim itiraf etmeliyim.

Kompartıman komşum kır saçlı profesör, bütün bu övgüler ona doğru söylendiği gibi kızardi bile.

Anlaşıldığı üzere Lidiya Nikolaevna Soçi’ye dinlenme evine gidiyordu, ama bundan önce Leningrad’a annesine uğramalıydı. Bugünkü treni kaçırdıysa daha bir hafta beklemek zorunda kalacaktı. İşte o zaman bir seçim karşısında kalırdı: ya Leningrad’a uğramamak, ya da dinlenme evine gecikmek.

Çok iyi anlıyordum: bugün hiç rekabet benim için tehlikeli değildi. Biri yanımda kendisine Lida’nın (kısalık için ona böyle diyordum kendi kendime) dikkatini çekmek istese önce suya düşmeye mahkum olan bu perişan teşebbüs sadece onun istihfaf dolu şaşkınlığına sebep olurdu.

Fakat bugün demek bugündür... Oysa ki yolculuğumuz bir gin sürmez. Bu yüzden sahip olduğum bu kazanımları kalıcılaştırmaya karar verdim. (Doğrusunu söylemek gerekirse karımın ‘nankör... telgraf... Çimkent...’ sözleri beni biraz mahcup etti, ama sonraki davranışlarımın planını düşünmeyi bırakmadım).

Baş ağrısından çekiyorum gibi yaptım. (Dastan kahramanı, kadını beladan kurtararak savaş alanında hasar gördü). Kurtarıcısını dikkatsiz bırakabilir miydi? Bana öyle iyi bakmaya başladı ki, bütün hayatı boyunca bir hemşire olarak çalışıyordu gibime geldi. Bu numara yaptığıma utandım bile. Sonunda başım gerçekten ağrımaya başladı.

Bana bir hap verdi. Patiska mendilini  soğuk suyla hafifçe ıslatıp alnıma koydu. ‘Şimdi nasıl, nasılsın Bolat? Daha iyi misin? Kalkmayın, şimdi size limonlu koyu çayı getireyim’.

Vagondaki erkekler o anda benden Golts’ten daha çok nefret ediyordu. Golts uzakta, ben ise yanındaydım. Gelecek sabah profesör Lidiya Nikolaevna ile yerlerini değiştirmek zorunda kalınca sadece içini çekti.

Kompartımanıma taşındı.

Çimkent’te postaneye gittim benim Botagoz’dan en son uyarı olan telgrafı aldım. Telgrafı hiç bir kimseye göstermemeye karar verdim. Cevap olarak ise şunu yazdım: ‘Sen trene geç kalsaydın ve kimse yardım etmeseydi, mutlu olur muydu?’.

Kompartımana dönünce tren hareket etti.

Yaşlı profesör geldi ve biz vakit geçirmek için poker oynamaya oturduk.

Lidiya Nikolayevna nedense poker oynamasını kocasını öğrettiğini bildirdi. Bu kadar cesurca blöf ediyordu ki ona kağıtlarının iyi olup olmadığını öğrenmek hiç şansımız yoktu.

Daha bir gece yolda geçti.

Çok erken uyandım. Lidiya nİkolaevna’nın gittiği deniz gibi mavi gök tam açık pencereye iniyordu.

Tren giderek yavaşlıyordu, alçak tomruktan yapılmış çamur harçlı evler uzanıyordu. Orenburg mu? Evet, Gençliğimin şehri olan Orenburg’un kenarı. Ne yazık ki ayrılık yıllarında nasıl değiştiğine bakamıyordum. Şehir erken sabahın dumanı içine batıyordu.

O zamanın anıları içine o kadar kapıldım ki Lidiya Nikolaevna’nın yerinden kalktığını, kompartımanın kapısının gıcırtısını hemen duyamadım.

Çok geçmeden döndü, ayaklarının sesiyle başımı yastıktan kaldırdım.

-          Uyumuyor musunuz? Bir bilseniz şimdi ne kadar fevkalade bir kavun gördüm!

-          Öyle mi? Nerede?

-          Yakında küçük bir pazar var. Bu kadar ağır ki kaldıramadım bile bu kavunu!

-          Çarcuy kavunu mu?

-          Yok... Bilmiyorum. Çizgili... Kocaman.

-          Tren kaç dakika daha duracak?

-          Bana öyşe geliyor ki daha on dakika kadar kaldı.

-          Başını çevirin lütfen bir dakika için, diye söyledim.

Yüzünü pencereye çevirdi, ben ise üst raftan atladım. Orenburg gibi büyük istasyon için çok iyi giyinmiş sayılmıyordum herhalde: üstümde buruşmuş pijama pantolonu, bana biraz kısa gelen, kısa kollu gömlek ve çıplak ayaklarımda sandal vardı. Üstümü değiştirmek için zamanım yoktu. Para almak için elimi yastık altına soktum ve kompartımandan çabuk çıktım.

Erken sabah bile istasyon çok kalabalıktı. Biri artık gittiği yere vardı ve trenimizden iniyordu, biri birini karşılıyordu, diğeri gitmeye davranıyordu.

İstasyondan iki yüz metrelik mesafede küçün pazar vardı. Biri saati tutmak akıl etseydi bu mesafe koşmada cumhuriyet rekorunu kırdığım çıkacaktı. Şehre doğru giden arabacının önüne geçebildim bile.

Hızımı yavaşlatmadan pazar kalabalığına girdim ve genellikle kavun ve karpuzun satıldığı sıraya döndüm. Lidiya Nikolaevna’nın anlattığı kavun göze çarpamaz olamazdı. Gerçek güdümlü balon! Bir de kaplan gibi çizgili! Fakat daha neyle kıyaslanabilir diye düşünmek için zamanım yoktu. Bu tuhaf şeye dikkatle bakan insanları dirsek vura vura yol açarak:

-          Ne kadar?, diye sordum. Bu kavun yanında bütün başka kavunlar kıt görünüyordu.

Pazarlık etmeden sahibine büyük bir koyun için yeterli para verdim, kavunu karnıma bastırdım ve geri taşımaya başladım. Karşıma gelenlerin çoğu kavunumu tanıyor gibi görünüyordu. Biri: ‘Onu almaya nasıl cesaret ettiniz?’. Sanki bir kavun değil, gerçekten de çizgili kaplanı almışım gibi. Diğeri kavunun bu kadar büyük göbeğini nasıl bırakmış diye kabaca şaka yaptı.

Onlarla uğraşacak vaktim yoktu. Acele ediyordum. Lidiya Nikolaevna’nın, Lida’nın bana ve kavunuma hayranla nasıl bakacağını düşünüyordum. Perona çıktığımda – birinci hatta trenim yotku! Biraz daha uzakta vagonları üstünde beyaz  ‘Moskova-Aşhabad’ tabloları görünen teşkilat duruyordu.

Üç numaralı tren ise ortadan kalkmış! Ben kaldım, Orenburg’da üsütmde pijama ile kaldım. İyi ki parayı yastık altından almayı akıl ettim. Doğrusu kavun da yanımdaydı. Ellerimde büyük bir yüktü, ve onu memnuniyetle raylara fırlatırdım.

Nereye gidecektim? Zar zor gar müdürü çalışma odasına vardım. Pencere yanında oturan tatsız adam, binlerce yolcuların geçtiği bir garın yaz sezonu ile bunltan müdürünin ne kadar yorgun olabiliyorsa öyle yorgun görünüyordu.

Gelişim coşkunlukla karşılaşılmış diyemem. Beni baştan ayağa, sonra ayaktan başa süzdü. Bakışı biraz daha uzun zaman için çizgili kavaunda kaldı ve yine gözleri kayıtsız hali aldı.

-          Size yardım edemem, vatandaş, diye sert sert söyledi, Genel sıraya, genel sıraya... Bilet alın ve seyahatına devam edin. Herkes trenlerini kaçırırsa normal yolcular için bilet yetmez.

Bu sözlerine rağmen telefonu alıp nöbetçiyi çağırdı. Allaha şükkür! Nöbetçi tanıdı! Beni değil tabi, beni hayatında ilk ve son defa görüyordu. Kavunu tanıdı ve nedense bu kavunu almaya cesaret eden ve yüzünden belaya düşen adama acıdı.

Saçları karışmış, yazlık, şaşkın görünüşüm neşelilik nöbetine sebep oldu. Benimle konuşurken kahkaha ile gülmemek için başını başka tarafa çevirdi. Sonunda:

-          Tamam..,diye söyledi, Şimdi size nasıl yardım edebildiğimizi düşünürüz. İki saat sonra Taşkent ekspres treni gelecek. Sizin posta kaplumbağaya çabuk müdürünün eline vereceğim. Anlatabildim mi?

-          Çok sağ olunuz! Bu istediğim her şeydir.

-          Tamam, tamam... Ekspres treni karşılacağım, işte o zamna bana gelin.

‘O zaman bana gelin’ sözleri öyle anladım; şimdilik ise kalabalık yerlerden uzak durmalısınız, kadın ve çocuklar korkutmamak için.

Orenburg’da istasyonda nasıl saklanırsın ama? Sakin yeri bulmaya çalışırken çok alaylı bakışları yakaldım. Kavuna ne yapacaktım? Onu on hamlede bile yiyemem. Ondan kurtaramak için başka çareyi bulmuyordum. Onu satmaya ürkek teşebbüslerim, şüphelerle karşılanıyordu. Herhalde benim onu çaldığımı düşünüyor olmalıydılar. Atamıyordum onu, yazıktı. İşte onunla kucağımda dolaşıyordum.

Bana kıvrak delikanlılar gelip konuşmaya çalışıyordu. Onlardan biri olduğumu sanmış olmalılar... Bir cevap almayıp bir tarafa çekilip beni izlemeye devam ediyordu.

Sonunda ıssız ara sokaklar seçerek eski kervan sarayın tenha bahçesine vardım. Orada sessizlik içinde rahatlılıkla kavunu meşe gölgesinde yere koydum ve yüksek ot beni sakladı. Böyle düşüncesizce giyinmiş olmasaydım şehre gidip emek fakültesi binasından geçebilirdim... Öğretmenleri gayretle anlata anlata kafama hikmetlerini çaktığı o emek fakültesi. Belki bekçi Muhammed hala yaşıyorsa! Öyle bakılırsa çok sert, ama aslında da parasızlık zamanında yardımıza gelen ve ne kadar geç dönsek olsun her zaman yurda girmemize izin veren çok iyi kalpli bir adamdı.

Otta gerindim ve trenden geç kalmak o kadar kötü bir şey olmadığını düşündüm. Lidiya Nikolaevna’nın gözlerinde bunun onun için gerçekleştirilen başka kahramanca davranış olacak. Belki: ‘Taşkent treni ile yetişeceğim’ diye telgraf yazmalıydım. Fakat Lidiya Nikolaevna’nın her şey anlayacağına inanıyordum – ne pahasına olursa olsun kanatlarla olsun bile, ama üç numaralı trenin beşinci vagonuna döneceğim.

Uzun zaman sabırsızlıkla beklenen Taşkent treni tam zamanında geldi.

Vagonlardan kaygısız canlı canlı konuşan yolcular indi. Beyaz giysilerinde, esmerler. Güneyli oldukları hemen anlaşılıyordu.

Gar nöbetçisinden ayrılmıyordum. Başını çevirir çevirmez beni gözden kaçırmaması için birkaç adım atıyordum. Başını oldukça sık çevirdiği için ben hemen hemen durmadın etrafında yürüyordum.

Bu manevralar sırasında yanıma bir adam geldi ve kavunumun satılıp satılmayacağını merak etti. Ona: hayır, satılmıyor diye cevap verdim. Onunla ne kadar çok sıkıntı çektim ki benimle beraber onu da sağ ve salim trene teslim etmekte bir anlam vardı.

Tren müdürü yaklaşıp beni süzdü. Bakışında bir acıma diye bir şey fark etmedim. Tren müdürünün sempatisini kazanmak için bir şeyler anlatmaya, gülümsemeye başladım. Buna rağmen tavrı memnun değildi.

Yine de gar nöbetçisi treninin içinde biraz seyahat etmem için onu ikna etti. O beni vagona getirdiği ve üç yüzlü anahtarla kompartımanını açtığı zaman rahatladım.

Tren yavaş yavaş hareket etti ve Orenburg garı da pencereden hareket etti... Müdür hala dönmedi. Vagonlarda dolaşıyor olmalıydı. Başka yapacak şeyim olmadığı için kompartımanın görünüşünden sahibinin karakterini tanımlamaya çalıştım. Masada bir pipo duruyordu. Demek ki düşünmeyi seven, yargılarında çok esaslı bir adamdı. Nasıl bir adam olsa olsun – gidiyorum, posta trenime yetişmek için gidiyorum... Nasıl bir adam olsa olsun beni şimdi tren yürürken buradan atmayacak ki!

Kapı açıldı, tren müdürü girdi ve yorgun yorgun yatağa oturdu. Forma kaskatini çıkarıp astı:

-          Nereden geliyorsunuz?, yoldaş, diye sordu.

‘Yoldaş!..’ bu Orenburg’da gar müdürün beni karşıladığı ilgisiz ‘vatandaş’ değildi.

Duygulanıp yaşam öykümü anlatmaya başladım. O da dikkatle dinliyordu, özellikle kavunla olayı beğendi. Niyetimi gerçekleştirmeme asla izin vermedi – kavunu onun gözlerin önünde kesmek istedim.

-          Kazakistan’ın bu kuzey yerlerini çok iyi biliyorum, diye vatanım hakkında söyledi, Kendim Sibiryalıyım. Kurgan’a yakın yaşayan Kazaklarla karşılaşıyordum. İyi millet, basit. Neyse. Vagonlara gitmem lazım. Sen ise yemek ye ve dinlen. Posta trenine yetiştiğimiz zaman uyandırırım seni.

İşte o zaman bu uzun ve çok şanslı olmayan gün içinde ne kadar yorluduğumu hissettim. Üst raftaki şilteye yatıp fark etmeden uyudum. Akşama uyandım – biri beni omzumdan çekip duruyurdu:

-          Bak... İstasyona yaklaşıyoruz. İşte orada posta trenin duruyor olmalı. Fakat biz burada durmayacağız, sonraki istasyonda inip orada onu bekleyeceksin.

Başımı pencereden çıkardım.

Tren, gelişini bildirerek ve yerini kimsenin almamasını isteyerek uzun uzun bağırdı. İstasyonda, uzun yolcu teşkilatından hızla geçti. Vagonlardan birinde ‘Alma-Ata’ yazısını farkedebildim, sonraki vagonda ise ‘Moskova’ okudum.

Benim!..

İşte tam tersine şimdi posta treni bana yetişsin. Kavun yanımda. Lidiya Nikolaevna sevinir. Demek her şey yolunda.

Sonraki istasyonda dördümüz ayrıldık. Ekspres ve müdürü yoluna devam etti, ben kavunla beraber peronda kaldım.

İstasyon oldukça küçüktü ve dış görünüşten utanılmayabilir. Kavun hakkında sorulara ise o beş yaşında ve bu yeni cins kavun – çok yıllık kavun ve onu Sovyetler Birliği sergisine, Moskova’ya götürüyorum diye cevap verdim.

Bütün bunları çok detaylı anlatıyordum, kendim ise başımı sürekli çok beklenen posta treninin geleceği tarafa dönüyordum. Tren istasyona süründü ve beşinci vagonum benden beş metrede durdu.

Lidiya Nikolaevna’nın gözlerinin beni görünce nasıl olduğunu anlatamam. Fakat bunun sebebinin dayılığımın, zor durumlardan kurtarmak yeteneğiminde olduğunu düşünerek yanıldım. Her şey daha basitti. Lidiya Nikolaevna bir suçu işlemiş gibi gülümseyerek kendi ellerimle eşyalarımı hazırlayıp Novo-Sergeevka müdürüne verdiğini bildirdi. Demin ekspresle geçtiğim istasyon müdürüne.

Aptalca gülümseyerek böyle durumlarda ne diyeceğimi bilmeden susuyordum. Lida ise üzülmeye devam ediyordu. Onu avutmak istedim ve kavunu kesmeyi teklifte bulundum. O bu günün şansızlıklarını biraz daha az belli kılsın. Fakat Lida bütün dertlerin sebebi asıl kavunda gördüğü için üstümüze başka bela çekmekten korkarak onu almaktan kesinlikle vazgeçti.

-          Hayır, hayır, diye üzgün bir sesle bana vagonun açık penceredn yüksekten bakarak söyledi.

Bir yolcu acele ederek vagona çıktı.

Tren artık gidecekti. Veda zilleri çaldı ve tekerlekler yine yol şarkısına başladı. Artık bu şarkı benim için değildi.

Başka yapacak şeyim yoktu. Bir tren bekleyip eşyalarımı almaya gitmek zorundaydım. Trenler yakında gelmeyecekti bu yüzden garın önündeki küçük meydana çıktım.

İstasyon binasının yanında ‘gazik’ (otomobil) duruyordu. Gri, köy yollarında tozlanmış bir araba. ‘Gazik’ altından branda bezinden çizmelerdeki ayaklar görünüyordu. Şoför ya yaylar, ya arka köprüsü kontrol ediyordu.

Dertlerimle baş başa kalmak zordu ve ona yaklaştım.

-          Bu araba kimin?, diye ilgisizce sordum.

-          Benim, başka kimin olabilir ki?, diye alttan cevap verdi.

Konuşmamızı devam ettirebilen başka sorum olmadığı için bekleme salonuna gitmek için dönünce şoför araba altından çıktı ve ellerimdeki kavunu gördü.

-          Ne canavar!, diye şaşkın içinde söyledi, Nereden çıktı o?

-          Bahçadan, diye başarısızca şaka yaptım.

Şöfür yaklaşıp özenle elimden kavunu aldı ve ağırlığını belirlemek için biraz tuttu onu. Ben ise başıma gelenleri birine anlatmalıydım ve bu kavunla ilgili bütün hikayeyi anlattım. Şoför çok iyi dinleyici çıktı. Olayların her yeni değişikliğini o kadar merak ediyordu ki hikayemi bitirmek istemiyordum.

-       Hay aksi şeytan!, deyince farklı kişilere karşı düşüncelerinin anlatarak konunun gelişmesini öngörmeye çalışıyordu. Orenburg istasyonu müdüründen özellikle hoşlanmadı. Bana bu kadar kuru ve duygusuza davrandığı için.

İşte o zaman damarını buldum ve bu müdürü biraz abartarak tanımlamaya başladım. Onun tatsız ve kibirli sesini gösteriyordum. Hikayemi bitirince şoför:

-          Şimdi ne yapacaksın?, diye sordu.

-       Ne!.. Tren bekliyorum, bavulumu almak için Novo-Sergeevka’ya gideceğim, ondan sonra Moskova trenine binebilirsem iyi olur.., biraz bekledim ve, Tabi ki yanımda boş araba varsa her ley daha kolay olurdu, diye ekledim.

Böyle sözler ima bile sayılmaz. Şoför her şey anladı ve şüpheleri yüzünde yansıdı.

-          Araba olabilir.., diye şüphelenerek konuşmaya başladı, Bu çok pahalıya gelecek.

-          Para sorun değil, diye söyledim, Moskova’ya zamanında gelmem çok önemli. Bana yardım eder misin, arkadaşım?

-          Yarım yüz ruble, en az...

O zaman bu parti görevlisinin maaşının çeyreğiydi, ama başka çarem yoktu.

-          Yarım yüz olsun! Anlaştık mı?

Şofür branda bezinden çizmedeki ayağını yere vurdu, gücü olabildiğince kalçalarına şamarladı:

-          Haydi ne olacaksa! Haydi! Novo-Sergeevka’ya on sekiz kilometre var...

Önümüzde düz asfalttan kötü olmayan yol vardı. Bundan önce böyle hızlı gidişler sadece kovboy filmlerde gördüm. Biri kovalamadan kaçırırken. Ağaçlar ve köy evleri görünüp kayboluyordu, arkamızda ise duvar gibi toz duruyordu. Kavun canlı bir şeymiş gibi kucağımda zıplıyordu.

Yirmi dakikada Novo-Sergeevka’ya vardık. İstasyon müdürü ona saklama için verilen bavulda ne olduğunu saymamı istedi, pasaportumun numarasını kaydetti, kim  ve nerede verildiğini ve ev adresimi.

Ne adamdı Bu Vasiliy K. (şefleri ceza verilmemeleri için bilinçli olarak soyadını yazmıyorum).

Bana yardım etmeye kalkışınca iyi sonuçlara varmak için şimdi elinden geleni yapıyordu.  Coşkunlaşıyordu.

-          Yok! Yetişiriz!, diye bağırıyordu, Yetişip geçeriz!

Çukurlarda zıplayarak zar zor gömleği ve pantolomu giyebildim. Giyinmiş halde kendimi daha iyi hissettim ve ben de ‘yetişip geçeriz’ diye bağırmaya başladım. Oysa ki posta treninden geçmek gerekmiyordu, Vasiliy’le ta Moskova’ya gitmeyecektim ki.

‘Gazik’ da ne kadar acele ettiğimizi anlıyordu sanki. Öngürülmüş ve nizami süratlar çoktan geride kaldı, artık daha az sarsılıyordu arabamız.

-          Daha hızlı gidiyorsak, daha az çukur!, diye bağırıyordu Vasiliy

Ve biz bir yerde ileride bizden kaçmaya çalışan trenden arkasından hızla gidiyorduk.

Bir defa Vasiliy’in coşkun ‘Yetişiriz’ yerinden can sıkıcı ‘Hay aksi şeytan!’ duyuldu.

-          Ne var?, diye telaş içinde sordum.

-          Benzin daha on otuz kilomtre kadar yeter.

-          Ne kadar geçtik?

-          Seksen.

-          Ne kadar daha kaldı?

-          Onlara yetişmek için elli veya altmış sanıyorum.

-          Ne yapalım?

-          Yoldan dönmeliyiz. Burada bir traktör garajı var, orada yakıt koyabiliriz ancak...

-          Anladım, anladım! Benzin için para veriyorum.

-          Bir de biraz bana ve araba için ekleyin. Böyle gidişten yaylar değiştirmek zorunda kalabileceğimden korkuyorum.

Güneş dinlenmeye gitti. Uzakta ormanların konturları ufukla birleşip kaynaşıyordu. Rüzgar duruldu, bıldırcınların çağrışmaları duyuluyordu.

            Vasiliy, kontağı açtı ve demir yolundan döndük.

            Traktörcülerde yakıt alınca yolumuza devam ettimizde ortalık artık tamamen karardı. Yine takip etme başladı. Alnımı camdan incitmekten korkmayarak sabırsızlıktan ileri eğildim. Otomobilin ön muşamba koltuğunda atını hep ileri sürdüren atlı gibi davranıyordum. Vasiliy:

-          Yetişeceğiz!, diye bağırıyordu.

-          Gaza tam basın!, diye bağırıyordum.

İçimde uzun uzak göçlerde hızın değerini çok iyi bilen ve iyi ata hiç bir şey acımayan atalarımın kanını hissettim.

Yol ‘gazik’in tekerlekleri altında uğulduyordu ve farların parlak ışığı gür karanlıktan geçiyordu.

Öyle deli gidişimiz iki saat sonra trene yetiştik. Bozuntuya bize sarı pencereleriyle bakarak vermeden gidiyordu. Yol toprak seti yanından geçiyordu ve beşinci vagonun açık pencerde Lidiya Nikolaevna’yı gördüm. Silkindim – yanında – nasıl cesaret etti ki? – tanımadığım uzun boylu bir adam duruyordu ve eğilerek bir şey anlatıyordu. Vasiliy’e:

-          İşte orada o, sana anlattığım kadın, diye biz doğru trene yetiştik diye şüphesi kalmaması için söyledim.

-          Yanında ise müdürüm, diye seslendi o, Sizinle görüştüğümüz zaman onu istasyona getirdim.

-          Yerimizi o almış olmasın!, diye endişemi açıkladım.

-          Sana bundan ne?.. Siz de onun arabasıyla gidiyorsunuz. İyi ki ortalık karardı ve otomobili tanıyamıyor. Yoksa vay benim halime!

Daha çok gaza bastı ve trenin önüne geçip istasyona vardık.

Büfe açıktı. Beyaz önlükteki kadın bize yüzer gram vodka koydu. Vasiliy,:

-          Karşılaşmamıza!, diye kadehini kaldırdı.

Kadeh tokuşturduk, içtik ve büfeci kadın yine bize aynı yüzer gram vodka koydu.

-          Şimdi ise ayrılmamıza, diye söyledim.

Vedalaşırken kucaklaştık ve öpüştük, böyle geleneği yani erkeklerle öpüşmeyi kabul etmediğim halde.

Bavulumu kaldırıp diğer elimle kavunu daha sıkı kendime bastırdım ve çatırdayan çakıl taşı ile kaplanan perona çıktım. Arkasında vagonların sürüsünü sürdürerek oflayıp puflayan tren geldi. Kondükter:

-          Biletiniz.., diye başladı, ama beni tanıyınca gerileyiverdi, sanki öbür dünyadan çıkmışım gibi.

Ben sanki hiç bir şey olmamış gibi merdivenleri çıktım ve kompartımana girdim.

Koridorda gürültü koptu.

-          Bolat sen misin?..

-          Gerçekten de Bolat bu!

-          Uçakla mı bize yetişmişsin?

-          Vay ne yiğit!

Biz konuşurken ikinci kondüktor kompartımanımda yerimi hazırladı ve Vasilyev’in müdürüne zaferle baktım. Hiç bir kimseye cevap vermeden galip tavrıyla yerime geçip oturdum.

Lidiya Nikolayevna, vay! Deyip ellerini çırptı ve gülümsedi.

-          Siz şimdi de mi?.., diye sertçe sordum, Şimdi de mi kavunu almak istemiyorsunuz? Vazgeçerseniz, kendi ellerimle onu pencereye atarım. Sözüm!

İşte o zaman vazgeçmesi imkansızdı.

Gizli memnuniyetle kaplan gibi çizgili kavuna sivri bıçak sapladım. Ümitlerimi boşa çıkarmadı. Olgun, güzel kokuluydu, ilik gibiydi.

Hepimiz onu yediğimize rağmen o gecenin kahramanı bendim.


1939



KARTALLAR HAKKINDA MENKIBE

-          Bundan hoşlanıyor muyum?.,

-          O zaman size adıyorum.

-          Bundan hoşlanmıyorum.

-          Şimdi de size adıyorum...

Yazar


Erjan, ısrarla giden kartalı çağırıyordu:

-          Kyal, kyal, kyal!

Bunu kendine özgü tarzla söylüyordu, ve biraz genizden çağırması sadece onun ve kartalı tarafından anlaşılıyordu. Ve bu haykırışta bayağı ‘kel’i (gel) anlayan çok olmazdı.

-          Kyal, kyal! Kyal!

Kartal sahibine gelmedi ve tarafına dönmedi bile. Kolaylıkla irtifa alıyordu. Onun için ne Erjan, ne deri başlıktan (tomaga) kurtarır kurtarmaz farkettiği çevik tavşan vardı. Birdenbire kanatlarını kendine çekip taş gibi düşmeye başladı. Avcı, kartalın az kaldı sivri kayalıklara düşüyordu diye sandı. Erjan: ‘Nereye gidiyorsun, sana ne oldu böyle?, diye endişelenerek düşünüyordu, Belki tilki mi? Yoksa kurt mu? Son günlerde – avcı sadece şimdi bunu anladı – kartal kendini iyi hissetmiyordu ve sanki gizli tutkuya kapılmış gibi davranıyordu kendini.

Atını koşturarak Erjan kartalının kendini oradan oraya attığı dağlara doğruldu. Yoksa bu artık onun kartalı değil miydi?..

Keçiyolunda derin atın göğüsüne kadar kar vardı.

-          Eh, kaçmış, kaçmış!..

Erjan yoğun kar yığınında saplanan atını kamçılıyordu.

-          Kyal, kyal, kyal!

-          Kyal, kyal, kyal!, diye yankı ses verdi.

Oysa ki önceki gün avdan iki kırmızı tilki getirdi. İki postu parıl parıldı, bu denilen Altay aksiydi. Güneş yumuşak tüyleri parıltıyor ve gür kırmızı altından yanlarında bembeyaz çizgiler görülüyor, ayakları ise siyaha çalıyordu. Herkes az görülür şanslılığına seviniyordu. Avcının dört yaşındaki kızı, boynuna tüy gibi yumuşak tilki kuyruğunu takarak ışıl ışıl parlıyordu. İki yaşındaki Esentay alkışlıyordu ve yemek için tilki böbrekleri istiyordu (ona her zaman tavşan ve koyunların böbreklerin verildiğine alıştı). Komşular Altay kırmızı tilkilerle kutlayarak koşarak geldi. Komşular, değerine göre malum olduğu gibi dokuz bölümden oluşan masal ödülünden geri kalmayan ganimeti diliyordu. Bu bölümlerden biri atların üç sürüsüydü! Erjan’ın yurtasında ise her zaman taze kan kokusu olsun, ve yağlı et eksik olmasın!..

Eski ve yeni kanunlara göre avcının ganimeti tek başına yemesi günahtır. Zaman çok zordu; uzun kışın sonunda şişman zayıfa, zayıf olan ise bir gölgeye dönüşüyordu. Buna rağmen Erjan, şölen yaptı – besparmak, vodka (şimdi vodkasız aulda bile olmuyor) vardı, daha kurt, şeker gibi tatlılar vardı.

-          Senin Şapşan[19] - gerçek kartal, bütün kartalların kartalı!

-          Bizim Erjan, bu kış çok şanslı, çok tilki yakaladı... Yirmiyi geçmişsin değil mi? Doğru mu Erjan?

Erjan:

-          Yirmiye daha çok kaldı... Üç tane, diye mahviyet gösteriyordu.

Buna rağmen övgülerden hoşlanıyordu, bu yüzden bu sözleri söyleyen komşusunun kadehini doldurmaya acele ediyordu.

-          Altın kartalla avdan iyi daha ne olabilir ki? Abay kendisi onu şakıdığı boşa değildi. Hatırlıyor musunuz?..

-          Hatırlamaz olur muyuz hiç? Orada öyle söylendi; güçlü altın kartal karda kırmızı tilkiyi ezdiği zaman, renklerin harika birleştirilmesi ve cesur, keskin hareketleri görüyorsun...

-          İstemeyerek de yanakları pembe olan, beyaz tenli kızın nehirde yıkandığını ve kıyıda saçlarını sıktığını aklına getiriyorsun.

-          Abay, nasıl tarif edilmiş olması gerektiğini biliyordu... Bizim Erjan’da Abay’dan bir şey var, diye başka komşusu fikrini söyledi ve herkes, konuksever ve cömert ev sahibi vaktiyle çiftlik yönetmeni görevinden vazgeçtiğini hatırladı.

Bu övücü sözleri için kadehleri doldurulmalıydı. Erjan da yine vodkaya uzandı.

Birdenbire biraz düzensiz olan konuşmalarına kartal sesi karıştı.

Şapşana ne oldu?.. Kartal mutat yerindeydi, soğuk ambarda, duvarın arkasında. Çok erken akşamın alacakaranlığı çökmeden uyumaya gidiyordu. Şimdi ise geç saate rağmen bir türlü sakinleşemiyordu. Ona dengesini kaybettirenin ne olduğunu anlamak zordu. Ya bu seyrek altay tilkileri bunun sebebiydi, ya da bir defa kurdu kaçırdığı için endişe ediyordu. Her naılsa kartal yerinde oynuyordu, kanatlarıyla tahta perdeye vuruyordu, font gagasıyla ayaklarındaki zinciri kırmaya çalışıyordu. Hüzün nöbeti geçiriyrdu. Özgürlüğe hasretti. Göğe uçmak isteği canını sıkıyor, serbest ve bağımsız olmak istiyordu...

Bundan hiç bir şeyini ne Erjan, ne de misafirleri anladı. Şapşan’ın ava sabırsızlandığına ve Allah’ın yardımıyla bir kırmızı tilkiden daha çok yakalacağına karar verdi. Buna yine içilmeliydi.

Erjan, misafirleri uğurladıktan sonra, yatak odasına girip karısına yaklaştı:

-          Esentay’ı yatır... Sen de kendin uyumaya gitmelisin.

Erjan yine ava gitti.

Karısı, onun bir veya iki tavşanı getirmezse akşam yemeğini beklememesini söyledi. Bu yüzden Erjan, çalılardan çıkan bir beyaz tavşan görünce hemen Şapşan’ın başından deri torbayı çıkarıp tavşanın koşmaya başladığı tarafa itti onu.

İşte Şapşan, tavşana saldırmak yerine sahibinden kaçmaya başladı.

-          Nereye gitti acaba?

Kartal tavçandan daha büyük hayvanı farkettiyse, ona saldırmalıydı artık. Yeterli yüksekliğe çıktı. Fakat Şapşan bunu düşünmüyordu bile. Açık gök ile baş başa, serbestti ve başka hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu. Ya dipsiz gökyüzünün maviliğine birleşerek yükseliyordu, ya taş gibi düşüyor, ya da bir tarafa akıcı dönme yapıyordu. Bazen kanatlarını vücüdüna bastırıp düşmeye başlıyordu, ama sonra bir tarafa dönüp ayazlı hava akımı göğüsüyle karşılıyordu. Havada kocaman kanatlar görünüp görünüp kayboluyordu.

-          Kyal, kyal, kyal!

Fakat Şapşan, sahibinin endişeli çağırışlara ilgisiz kaldı. Sonunda bütün bu günlerde ne eksik duyduğunu, esarette neye aç olduğunu anladı. Böyle bugün olacağını biliyordu, çok iyi biliyordu. Daha tomaga ile kaplanan atta olduğunda biliyordu.

Böyle olacağını her şey gösteriyordu; açık ayazlı gün, mucize kabilinden duyulan görülmeyen kanatların sesi, katral olmayı zolayan yürek, gerçekten kartal yüreğiyse ve çıkışı arayan ateşli enerjisi olan gençlik.

Sadık kartalı her şeyi unutturanı artık Erjan da fark etti. Hemen her şey anladı. Çok yüksekte, sadece bir avcının görebildiği yükseklikte iç kartal uçuşuyordu. Onlardan ikisi tasasızca oynuyordu, üçü ise biraz daha yaşlı olan onlardan biraz uzak duruyordu. Vaktiyle en güçlü kartallara cesurca atılıyordu, şimdi ise gökte süzülerek ölçülü ölçülü gençlerin oyunlarına bakıyordu.

Oyun ise sadece başlıyordu. Şapşan bunu hemen anladı, ilk bakışta, ama katılmaya niyeti yoktu şimdilik. Ancak bir kere oynayanlar birbirine kucağına atılmak istiyormuş gibi çok yakın yaklaştığı zaman onların üzerinden fırtına gibi geçti.

Dişi kartal: ‘Güçlü! Gururlu! Sebatlı! Ayaklarında ise bir şey parlıyor, hiç görmedim böylesini’, diye yanımadığı kartala hayran hayran bakarak düşündü. Heyecanlanarak çok yükseğe uçuyordu, memnuniyetle  dondurucu rüzgara göğüsünü gösterek.

Ortalık ağarırken havasız ormandan çıkarken tas-kara[20] cins kartala rasladı. O zaman siyah dikkatini çekti. Oynarken önce yükseğe uçmuyordu. Sonra birbirine alışınca daha yükseğe çıkmaya başladılar ve Tas-Kara, zaman zaman dişi kartalnin ona teklif ettiği hızı kötü tutuyordu.

Dünya – kartallar için hem geniş hem de dar. Hem arkadaşı, hem de düşmanı haddinden fazla. Bu yüzden ne Sibirya ayazından, ne de Asya sıcağından korkan, ilk doyurucu yemekten hemen sonra uyuklamayan, dağ sıçanı ile yetmeyen ve böyle yapmak daha kolay olduğu ve bir risk getirmediği halde fare deliği yanında saklanmayan yavruları olmalıydı. Bunu kartallar doğuştan biliyor. Bunu bilmesi yaradılıştan var. İşte bu yüzden dişi kartal, yavrularının gelecek babasını iyice bilinceye kadar onu kendine yaklaştırmaz. Kartal kendini alçak, ufak gösterirse aman beklemesin – dişi kartal kendini savunabilirdi. İşte o zaman bir Tas-Kara paralanan kursakla yere düşüyordu.

Tas-Kara, dişi kartaldan geri kalarak bazen kurnazlık ettiği halde dişi kartal onu ayıplamıyordu şimdilik ve oyuna devam ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse dişi kartal, birdenbire çıkan yabancı kartalı da gözden kaçırmıyordu.

Ortalık karırıyordu, ama Şapşan hala uçuyordu, öylesine, birdenbire çıkarak ve sonra kaybolarak. İki defa kadar eskisi gibi uzakta duran kartala yaklaştı. Onunla beraber uçarken, Şapşan ona saygılı davranıyordu.

-          Assalaumağaleykum, aksakal! Kusursuz uçuyorsunuz. Neden her zaman bir tarafa çekiliyorsunuz?

-          Zamanım geçti, aslanım, yerime gelenlere uçuşlarına bakıyorum, düşüncelerini tahmin etmeye çalışıyorum. Kendim biliyorum, herkes ulaşmak istediği yüksekliği belirlemeli. Buna ulaşamazsan bile en yüce amaç aklına gelsin; süfli çıkarlar seni rezil etmesin, yükseğe çıkarsan bile. Şunu bil her zaman ve her şeyde kartal denilmeye layık olmalısın... İşte bunu sana diliyorum arkadaşım. Sana söylediğim gibi davranacaksan, gerçek yükseklik ne anlamına geldiğini anlayacaksın.

Tabi ki bütün bunlar sözlerle söylenmedi, ama kartallar birbirini anladılar. İhtiyar Şapşan’a biraz ibret verici geldi, ama yaşını hesaba alarak bu normaldi.

İşte o zaman övüngen Tas-Kara, cesaretini göstermek isteyerek bir hata yaptı. Yaşlı kartala saldırmaya karar verdi! Yükseklikten kolayca hızı aldı ve ihtiyarın boynunu nişan alarak aşağı atıldı; aman bekleme!

İhtiyar, onu düşünmemişti bile. Gözlerinde şimşek çaktı ve burmalı çelikten gibi pütür pütür cırnaklarını çıkardı ve kararlı çarpışmaya hazırlandı – bir gelsin bakalım! Yaşlı kartal sivri cırnaklı, kaslı ve savaşlarda deneyimli çıkmış. Sataşkan dayanamadı, bir tarafa atıldı. Öyle atıldı sanki bir kimseye saldırmayacakmış gibi!

Böyle son dişi kartalın hoşuna gitmedi. Birinin kanını istediği için değil. Cesurların oyunları sırasında kan gerekmiyor. Cesaret, cömertlik ve genişiliği istiyordu. Ne kadar çok bir kartal böyle nitelikler sahip olursa bu kadar dişi kartala hoşuna gider o. Tas-Kara’yı bir şey söylemeden kınadı ve doğuya, dağların boyuna uçtu. Barışçı ihtiyarına neden sataşması lazımdı ki? Sataştıysa da cesaretin nerede? Korkak bir dişi kartalın hayat arkadaşı olamaz ki.

Bir tarafa döndü ve serbestçe ve büyük hızla uçtu. Tas-Kara, ona güç yetişiyordu. Bundan önce her şey daha kolaydı; büyük olmayan daireler, yüksekliğe bir defa çıktılar, kısaca uçuş çok yorucu değildi. Şimdi ise her şey bambaşkaydı. Artık en zor şey başladı – mesafe denemesi. Ayaz kırağı içindeki dişi kartal ne ayaz, ne karşı akımın şiddetli direncini farkediyordu.

Çok geçmeden Tas-Kara geri kaldı. Genç ve güçlü güzel eşliğinde uçmak harcı değildi. Tek bir şey onu teseli ediyordu, ona zar zor yetişerek arkasında yaşlı kartal uçuyordu.

Herkesten ayrılan ve ileride tek başına giden dişi kartala kolayca Şapşan yetişti.

-          Merhaba!..

Dişi kartal itidalle cevap verdi ve beraber uçuyorlardı artık. Omuzları aynı şekilde kırçtan beyazdı.

-          Ayaklarınızda ne var, diye sordu dişi kartal.

-          Köstekler...

-          Bu ne parlıyor böyle?

-          Bakır halkalar.

Konuşmadan sanki daha önce anlaşmışlar gibi uçmaya devam ediyordu. Birbirini daha iyi öğrenmeyi çalışıyordu. Menuniyetle şunu farkettiler; aynı kanat çırpısı, aynı nefes alıp verme, aynı sürat. Az görülür ve imrenilecek çakışmaydı! Ayaz havasında kanatlar çınlıyordu. Soğukluğa gelince hiç korkmuyordu, çünkü güneşe çağıran sıcak kanı sıcak tutuyordu. Kartalların deli süratına kanatlarda ıslık çalan rüzgar kıskanıyordu.

Güneş batana kadar gece kalmak için çok dallı yaşlı çam ağacı seçtiler. Sık ormanda dağların etrafında uzun uzun dolandıktan sonra seçtiler. Birbirinin yanına oturup, birbirini dikkatle izliyorlardı.

-          Burada yuvalansak ne olur?

-          Yuva mı? Bizim mi?, diye şaşkın şaşkın kanadını oynattı.

-          Bu kalın dallar bir yuva için özellikle uygun geliyor, ince esnek dalları bir getirsek... Üstelik ağacın çok dalı ve yaprağı var, yavrularımızı yağmaur ve rüzgardan, yabancı gözlerden koruyacak...

-          Böyle gayret etmeniz boşuna olmasın... Benim ne düşündüğümü hala bilmiyorsunuz...

Artık tamamen unuttukları siyah sataşkan çıktı. Hala ümidi varmış ve dişi kartalın yanına yerleşme istiyordu, ama cesaret edemedi. Dişi kartal memnuniyetsizce omuzlarını kımıldatmaya başladı, Şapşan’ın gözlerinde de şimşekler çakmaya başladı. Tas-Kara, koşuşmaya başladı, bir daldan başka dala zıplıyordu. Sonra yüksekteki dala yerleşti. Orada mahcubiyetiyle baş edebildi ve eski kendine aşırı güvenme görünüşü aldı. Güzel duruş, demin yaşanan  beceriksizliğini düzeltip istediyse geri hiç kalmayacağı dişi kartala ilgisizliği göstermeliydi.

İhtiyar da uçarak geldi. Gençlere işi yoktu ve tek başına ayrı yerleşti. Ağır vücudu her bir dal tutamıyordu. Soğuktan gelen yaşlı adam soyunduğu gibi uzun uzun yerleşiyordu. Sonunda yaşlı kartal uygun dalı bulup yerleşti.

Gençler de sustu, sabahı beklerken kımıldamıyordu. Gece, karanlık kartallar için uygun değil. Işık ve açıklık seviyor.

İlk yaşlı adam uyandı. Pütür pütür cırnaklar kaşınıyordu – avı hissediyor.  Aceleyle tavşanı arayıp bulmak için istepe gitti.

-          Gidelim mi?, diye kanatlarını oynattı Şapşan.

-          Gidelim!, dinçliği dişi kartala geçti.

Gece içinde uyuşan vücutlarını kontrol etmeye çalışarak birbirinin yanısıra uçuyordu – dişi kartal ortasında, Tas-Kara ve Şapşan yanlarında. Dişi kartal gönlü sadece Şapşan’a aktığı halde siyah olanı da kovmuyordu. Gök güzelleri de yanlarında fazla hayranı bulundurmayı seviyor olmalı.

Öğleye doğru üçü konaklama yerlerinden çok uzaktı. Aşağıda istep uzanıyordu. Gökte bir tek bulut bile yoktu. Birdenbire oyuna davet ederek dişi kartal yüksğe uçtu. Arkasından hemen Tas-Kara atıldı. Hızını yavaşlatmayarak dişi kartal kalkmaya devam ediyordu. Beklenmeden manevra Şapşan’ı hazırlıksız yakaladı. Buna rağmen açıktan rakibinin önüne geçti ve daha yikseğe çıkmaya devam etti. Tas-Kara ise dişi kartala yetişip önüne geçti. O da hiç kimseyi farketmiyor gibiydi. O ya ansızın yukarıya uçuyor, ya da taş gibi düşüyordu.

Dişi kartal ile coşturan rakipler teke tek savaşı başladı. Şapşan, namuslu davranarak büyük halkalar yaparken Tas-Kara, kurnazlık yapıyordu; rakibi gibi uzağa gitmiyor, ansızın saldırmaya çalışıyordu.

Oyunda kurnazlık yapmak yasak değil. Fakat bütün kurnazlığınız dolaşıklığa inhisar ediyorsa (Tas-Kara ise sürekli teke tek savaştan kaçıyordu ve hatta dişi kartalın arkasında saklanmaya çalışıyordu!), kartallar bunu affetmez. Rakibin davranışı Şapşan’ı kızdırdı. Yalan halkayı bekleyip sağ kanadına eğildi ve atağa kalktı. Demir darbe üst ve soluna isabet etti. Tas-Kara, sakatlanan kanadıyla yaşlı kartalın oturduğu yere zar zor vardı. Öğle yemeğinde demin yakaladığı tavşan vardı.

Artık dişi kartalın kalbi sadece Şapşan’ındı.

Kartallar, gerçek kartallarsa hiç bir kimseden ya dedikocu, ya da hasetçilerden saklanmıyor. Onları ne gözetleme ne dinleme bozar. Çünkü onlar eğlence olsun diye oynamıyor, gururlu, cesur ve asillerin soyunu sürdürmek için bunu yapıyor.

Dişi kartalın başladığı ateşli oyun Şapşan’ı kaptırdı. Kendinden geçerek, coşku ve tutku ile oynuyordu. Önce birbirinden uzaklaşıyor, sonra birbirinin kucağına atılıyor ve yine bu anı uzaklaştırıyordu.

Geç akşam artık onlara, yani ikisine ait olan dünkü çam ağacına gelip nerede ve nasıl yuva yapılacağını artık tarışmıyordu.

İlk baharda yumurtadan çıkan iki yavrusu güçlendi ve anne ve babaları ilk uçuşunu kaygılı kaygılı düşünüyordu. Dişi kartal, tam kırk gün ısısını vererek kuluçkaya yatıyordu. Hareketsiz oturma onu güçsüz düşürmüş. Fakat zararı yok ki bu kadar zayıflamış – kuru kemik – tavlanacak tabi, kanatlarını kötü kontrol ediyor bunun da zararı yok – daha güçlenecek. Yarın ortalık ağarırken göle gidip yıkanacak. İstediği kadar da su içecek. Kar ve yağmur damlaları ile yetinmesi gerekn zamanlar geçtiği için memnundu.

Zaman geçtikçe kartal yavruları büyüyerek, kuvvetleniyordu. Taze ılık et parçalarını yutkunuyordu. Birbirine kıskançlıkla bakarak tilki ve tavşan kanını içiyordu. Dövüşüyordu. Kısaca gerçek kartallara dönüşüyordu.

Dişi kartal da değişmeye başladı. Önce kuluçkaya yattığı zaman anne duygusundan başka duygusu yoktu. Şapşana çok soğuk davranıyordu, ama artık yavruları güçlenmeye başladı ve yavrularının babasını tanıdı. Ona daha büyük sevecenlikle davranıyordu. Artık kendiliğinden aynı isteği meydana geldi. Ana babalarda bilge doğa ile yaratan duygu. Yavrular çabuk hayatı öğrenip başarısızlığın acısına baksın. Kış yaklaşıyor, onlara hayatı öğretmeye yetişseler. Yavruların burada yani yuvada yedikleri, istepte, dağlarda koştuğunu ve tavşan ve tilkileri kendileri avlaması gerektiğini ne kadar çabuk öğrenirlerse daha iyi. Her şeyin emekle ve özenle geldiğini daha çabuk öğrenseler...

Anne ve baba, yavrularını ilk uçuşa göndermek için son bahar fırtına rüzgarları bekliyordu. Yavruları rahat yuvalarından dişarı itilip kuvvetli rüzgar onları alır ve döndürmeye başlar ve onlar istemeyerek uçar! O zaman yavrulara bakılsa, endişeli bağırışları duyulsa. Yoksa çaresizlikle cıvıldamaya mı başlarlar? İşte bunu düşünüyordu kartallar. Yavrularının gerçek kartallara dönüşmelerini çok istiyor.

Kevvetli rüzgarları getiren son baharı uzun zaman beklenmedi. Dişi kartal yavruları uçmaya göndermeye sabırsızlanıyordu, ama Şapşan gerçek fırtınayı bekliyordu. Her çürümüş olanı kıran, ömrünü yaşayıp tamamlamış olanı yıkan, ormanı bütün kırıntılardan temizleyen fırtına ile ne kıyaslanabilir ki?! Yavruların ilk uçuşuna tam böyle fırtınada başlasın!

Şapşan beklerken kendin rahatsızdı ve yavrularını rahat bırakmıyordu, bütün gün onları geniş yuvada koşturup kanatlarını sallatıyor, dallara sarıldırıyordu. Kasları çalışsın kanatları güçlü olsun diye.

-          Şimdi gönderelim mi?

-          Tamam, gönderelim.

Önce yuvasının etrafını uçup yavrularına döndü ve onları dışarı rüzgara karşı ittiler. İtiş garipti, alışılmış olduklarından değildi. Onları daha ne bekleyeceğini anlamayarak usluca ortalığı kasıp kavuran rüzgarlı göğe daldı. Fırtına tuttu onları. Kartal yavruları yükseldi. Bir tek sesle duygularını göstermeden uçmaya başladılar. Sadece gözleri parlıyordu; sert  ve cesur, tıpkı babalarınınki gibiydi. Önce koşuşan şimdi daha sakin ve kendine güven oluyordu. Artık fırtına arasında cesurca uçuyordu, kendileri için bilinmeyen sesle sevinçlerini gösteriyordu, kartal sesiyle.

-          Ah, uçmak ne kadar güzel! Dünya ne kadar büyük! Bunu daha önce neden bilmedik? Neden bu kadar uzun zaman yuvada kaldık? Fırtına! Bu fırtına ne kadar güzel? Herkesi uçmayı öğretir! Daha uzun zaman için yuvada kalırdık bu fırtına olmasaydı! Fırtına bizi göğe kadar kaldırdı! Şimdi ise daha yükseğe, yükseğe... Ne mutluluk uçmayı bilmektir!

Anne ve baba yavrularını dinlerken ana baba endişesi dağılmaya başladı. Artık korkacak şeyleri yoktu. Çocukları fırtına ile ilk karşılaşmaya dayandı.

O zaman yavrularıyla beraber uçmak için onlar da yükseğe kalktı.

 

1966

 

 

KURT SIĞ YERİ

            Gün ve gece, gün ve gece – eski istepte zaman bir sürünün telaşsızlığıyla gidiyordu. Yine güneş Aygul’ü ve koyunlarını yolda yakaladı.

            Çocukluğundan beri istepinin çeşitliliğine, dönekliğine ve enginliklerine alışan Aygul için bu uzun saatler hiç hüzünlü gelmiyordu. Artık yirmi senedir, savaşın emeği erkek ve kadın emeğine ayırmayı kestiğinden beri, Aygul eyerin gıcırtısıyla bir otlaktan başka otlağa, bir kuyudan başka kuyuya göç ediyordu. Bu alışılmış harekette  kendi düzen vardı ve soğuk rüzgarlı Ekim’in onu atlıyken yakalayacağını v ilk sabahta kumlarda erimiş kardan ilk dere ile kısa zaman için koyun kırımı var mıydı, sürüde kaç koyun var ve kaç yavru yapıldığını anlatmak için köye gitmeye mecbur kalacığını artık biliyordu...

            Fakat Aygul sürünün yavaş gidişine alışmışsa da onun genç altın-al atı buna alışmak bir türlü istemiyordu. Uzun kemerle sahibesinin arkasından yürüyordu. Uzun ve mevzun ayaklarıyla özensizce adım atarak. Zaman zaman ona yetişip onu sanki acele ettiriyor gibi başını omzuna koyuyordu. Bir şeker parçası ile avutulabilirdi, ama Aygul’ün şekeri yoktu. O zaman etlice dudaklarını oynatmayı kesiyordu ve  her sorumluluğu üstüne alarak kararlılıkla ileri atılıyordu. Aygul, kuvvetli ve çevik hareketle onu tutuyordu ve at bir zaman için koyun gidişine uymaya çalışıyordu.

            Oldukça uzun zaman içinde güneşte ileride su yüzeyi parlıyordu. Sonunda sürü vardı ona. Koyunlar suya girdi. Su içinde gündüz, sonra gece ve daha bir gün gitmesi gerekiyordu, çünkü yılın bu mevsiminde Sırdarya’nın sınırsız taşmasından daha çabuk geçemezsiniz. Yalnız yarın akşama doğru gözle görülür kum tepesi belirecek, orada ise – ılık koşaralar, çobanlar için konut yerleri - yani kolektif çiftlik başkanının vadettiği her şey.

            Bu taşkın deniz gibi sınırsızdı. Yazın ise burada sadece toz var. Yolun iki tarafında taş gibi katı solınçaklar parlıyord. Şimdi ise su üzerinde küçük adalar gibi eski mezarlar görülüyor. Onlardan birinde bir siyah nokta vardı. Bu göçlerin zamanını iyi öğrenen ve şimdi oturup sabırla yolda zayıflayan ve geri kala koyun yavrusu bekleyen kocaman çaylaktı.

            Vaktiyle – eski zamanlarda – burası çöl değildi. Su düzeyi yüksek olan Sırdarya’nın vadisi ekinciler için beşikti. Buradan geçen yolcu uzun günler içinde tarla ve bahçler ile çevriliydi. Burada pirinç, buğday, arpa yetiştiriliyor, vişne ve hurma çiçekleniyor, kavun ve karpuzlar büyüyordu. Eskiden öyleydi ve Aygul bunu kazakların alfabesi olmadığı zamanlardan beri kalan efsanelere göre biliyordu.

            Aynı efsanelerde başkasını da öğrenmişti. Cingizhan’ın sağ kolu olan Subuday-Bagadur, sıcak ette farklı otları tercih eden insanlara hor görüyordu. Moğol atlıları atları ekinleri ezmiş, sonra da çekirge akınları, rüzgarlar ve göç eden kumlar geri kalanı tamamlamış. Çöl nehre yaklaşmış. Eskiden kalan arklar zarardan başka bir şey vermezdi. Yer yuvarlağının dibinden tuzu emer boşaltıyor ve bütün canlıları yok ederek yer üstünde döküyordu. Daha da arklar kötü malarya sivrisinekleri barındırıyordu.

            Zamanımızda pirinç ve buğday, koyun ve atlarla savaşmaması için tarlalar ile otlaklar arasında bir denge kurmak için birkaç beş yıllık dönemi lazımdı. Fakat deli nehir bir türlü sakinleştirilemiyordu.

            Sırdarya’nın yapmadığı şey yoktu! Bazen cömertliği hainlikten ayırılamıyordu. Onu bir dakika olsun gözden kaçırırsanız, nehir hemen kendini hatırlatmaya acele ediyprdu; koyun yavruları ve bazen büyük koyunları da suda boğuyordu, pirinç tarlaları aşındırıyor, geniş bulanık su ile köy ve aulları kaplıyordu. Rüzgar sokaklarındaki suyun yüzünü kırıştırıyordu, kısa zaman için yatıştığı zaman yanında geçen bulutlar suya aynaya gibi bakıyordu.

            Aygul, bu sene de öyle olacağından korkuyordu. Nehir beklemeyecekti. Tutup kıyılarından çıkacak! İşte o zaman onunla baş et bir bakalım!

            Aygul, komşularının yani Tacik ve Özbeklerin daha iyi durumda olduğunu kıskançlıkla düşünüyordu. Sırdarya, topraklarında hemen hemen hiç bir zaman buzlanmaz. Buz, düzenli akışını durdurursa bile nehir aşağı kesimlerinden daha erken buzlan çözülür. O topraklarda burada olduğu gibi taşmadan kaçınmak için buz birikmesi açmak gerekmez.

            Yalnızlık yılları içinde Aygul, yüksek sesle konuşmak alışkanlık haline geldi. İişte şimdi de kendine yüksek sesle:

-          Daha ne kadar buna dayanacağız?!.. Hayır, bu böyle olamaz artık. Ne kadar çok yapmıştık, ama hayvancılığa gelince biz Kazaklar göçebe kaldık! Hatırlıyorum, ben bunu kitaplarda okudum, Kazakistan’da yüzlerce nehir var. Onlardan hiçi birini yatıştıramadık. İstediğini yapar!

Bu düşünceler çoktan Aygul’ün aklına geldi ve onları hep bir önemli toplantıda en azından çok sene hemşerilerinin daimi milletvekili olarak ziyaret ettiği Yüksek Konseyinde dile getirmek istiyordu. Gelecek konuşmasını çok defa düşünüyordu. Olgu, kanıt ve teklifleri haddiden fazlaydı. Onlar da sıkışıyor, birbirine karışıyordu, tıpkı su içmeye giden koyunlar gibiydi.

Koyunlar süda yürüyerek uzun kestirilmemiş yününden parlayan damlalar kayıyordu.

Bölgede milletvekilik gezileri sırasında Aygul, çok insalarla görüşüyordu. Onun gibi çoban, pirinç yetiştiricileri ve sulama sistmleri yapanlarla. Zor işlerini çok iyi anlıyor ve herkesin neye ihtiyaçları olduklarını biliyordu. Bu insanlarla kış yalnızlığının uzun gecelerinde de ayrılmıyordu. Gezileri, bu insanlarla konuşmalarını aklına getiriyordu ve sürü ile istepte giden adamı bekleyen farklı sürpriz, şiddetli soğuk ve rüzgara dayanmak daha kolay oluyordu.

Sırdarya’dan koyunların otladığı yerlere bir kanal yıplıyordu. Aygul oraya geldiği zaman: ‘Oto dükkan daha sık gelsin’, ‘Filmler uzun zaman içinde gösterilmiyordu’, ‘Belki biri şehirli artistlere buraya yolu gösterir’ diye duyuyordu sürekli. Önemli olan ama, suydu: ‘Su getirsinler! Su düzenli getirsin!’. Suyla ilgili bir şey söylememeliydiler, kendisi iyi biliyordu ve daha iki fazla tankerin getirilmesini sağladı. Fakat çöl istepinde içecek su yetmiyor, bölgelerde su litrelik kavanozlar olarak dağıtılıyordu. Yıkanmak şöyle dursun! Buldozer veya skraperin boğuk kabinlerinde bütün gün içinde sıcakta, tozda bir kal bakalım...

Bu düşüncelerden koyun yavrularının acındırcı melemesi aldı onu. Onlardan biri – simsiyah, ıslak büklüm büklüm koyun yavrusu – yer yatacaktı, ama atrafında su vardı ve çevresine huzursuz huzursuz bakınan ve kısa bağırışlarla onu çağıran annesinin arkasından koştu.

Aygul, koyun yavrusunu kucağına aldı, ama sonu gelmez bu durma ve duraksamalardan sabırı tükendi ve yine omzuna mantarıyla itti. Aygul bir an için dengesini kaybetti ve koyun yavrusu tuzlanmış suya düşüp istemeyerek su yuttu. Uzun uzun aksırıp hapşırıyor ve somağını yalıyordu. Nerenin sığ, nerenin de derin olmasını bakmayarak hızlı yürümeye başladı. Lastik çizmeleri suyla dolduruldu ve gevşemiş solonçağa yapışıyordu.

Bir leylek gibi bir ayakta durarak Aygul, ayakkabısını çıkardı ve koyun yavrusunu yük arabasına götürdü. Zayıf düşen küçükleri götürdüğü bu eski at arabasını bir deve çekiyordu.

Deve, onu süren yaşlı adama yüksekliğinden istıhfafla bakıyordu. Deve, bu işe yani su içinde yüz verst mesafede yürümeye (bütün su kuruyana kadar beklenemezlerdi sanki) kesinlikle hoş görmüüyordu.

Yaşlı adam, Aygul’ün yardımcısı, yük arabasının hizasına geldiği ve koyun yavrusu koyduğunda sertçe kaşlarını çattı.

Orada yarım yüze kadar bunlardan, diye durmadan deveyi sürmeye devam ederek söyledi, Akşama daha çok var, benim canım Aygul! Koyunların zamanı geldi ama... Daha çok beklemeleri için bir şey yapamazsın. Su içinde mi doğuracaklar? Kesmemiz gerekecek...

Aygul:

-          Bir tek şey biliyorsunuz, hemen bıçağa sarılmak!, diye öfkeli söyledi, ama kendisi da bir planın olduğunu ve ona göre davranmaları gerektiğini iyi biliyordu. Buna rağmen acıma duygusundan bir türlü kurtulamıyordu.

-          Bıçağı atabilirim, madem ki ondan bu kadar rahatsız oluyorsun, diye devam etti yaşı adam, Sen ise koyunlara git, ve beklemeleri gerektiğini söyle... Yok!, artık o da kızmaya başladı, Sanki bilmiyormuş gibiydiler! Zootekni uzmanı mı yığınsal kuzulamanın ne zaman başlayacağını bilmedi? Yoksa sen mi bilmedin?

Buna karşı bir şey söylemek zordu, ama hafifletici sebepler bulundu.

-          Ne yapabilirdim ki? Veya zootekni uzmanı ne yapabilirdi? Aksi gibi kuyulardaki yel değirmeni su pompalamıyordu. Koyunları kış otlaklarında neyle besleyecektik? Size neden anlatıyorum bunu, kendiniz bunu bilmiyor musunuz sanki?, diye yine parladı. Yaşlı adam:

-          Tamam, diye yatıştırıcı bir tonla söyled, Senden dünyada daha çok yaşıyorum... Ve sadece bir defa öyle oldu ki hemen ortalık ısındı ve bütün kar bir günde eridi. İşte susuzluktan kaçmamız lazımdı. Aygul:

-          Ne seçmeliyiz belli değil, diye içini çekti, Koyun ve koyun yavrularının susuzluktan ölmelerini yoksa suda boğmalarını!

Fakat artık yaşlı adam ya sakinleşemiyor, ya da sakinleşmek istemiyordu.

-          Aygul, biz yel değirmenleri bir süsleme olarak mı yapmışlar? Kanatlarıyla sallaması için mi?

-          Bilmiyor musun? Su pompalamalı.

-          Evet, su... Bir tekerlek diğer tekerleği döndürüyor, suyu yukarı çekiyor. Zootekni uzmanı, perma[21], baskarma[22] iyice uydurulan dişliler gibi çalışmalı. Bizde de nasıl oluyor? Kuyular var, yel değirmenleri duruyor, su yok ama! Bozuk olanları değiştirmek için borular getirememişler!

Aygul, bu kınamaya ne söyleyeceğini bulamadı ve susmayı tercih etti. Gitti, ama dönmek zorundadı, çünkü daha bir koyun yavrusu suya düştü. Onu kapalı arabaya koyar koymaz bütün bu çok sesli çocuk yuvası hemen şikayet etmeye başladı. İhtiyar:

-          Aç, diye söyledi.

Aygul, tahta yan kaburgaları arasına somaklarıyla vuran yavrularının somaklarını okşayarak arabanın yanında yürümeye devam ediyordu.

-          Sabretmelisiniz, diye onları avutmaya çalışıyordu, Güneş batana kadar ve yarın bütün gün dayanmalısınız. Sonra ise doyuncaya kadar yersiniz! İhtiyar:

-          Bak! Bak! Alabilir onları!, diye suda dağıtılan sürünün tarafına eliyle göstererek kandırmalarına karıştı.

İlk bahar günün sessizliğini, kocaman kanatların sesi kesti, sonra düşen vücudun boğuk gürültüsü duyuldu – istep kartalı gökten düşüyordu.

Aygul, önce korktu, sonra gilmeye başladı:

-          Olsun!, diy bağırdı, Böyle yemekten hiç bir zaman yemedi!

Önünde ne olduğunu anlamadan Aygul’ün arkasında bıraktığı çizmelerine sudan fırlamış konçlarına saldırdı. Çıkarılmış cırnaklarıyla saldırmaya hazır kartal, ne hatayı yaptığını anladı ve bir tarafa atıldı. Artık kimseyi hedefleyemedi ve böyle rezaletten kaçmaya çalıştı.

Kartalın isabet ettirememesi önce güldürdü Aygul’ü, ama uzun zaman içi değil. Arkalarında ufuktan bir atlı ayrıldı. Atını sürüyordu ve at hızlı koşuyordu. Aygul’ün sürünün yanında olmadığını farkedince yük arabasına döndü. İşinin çok önmli ve acil olduğunu bildirmeye çalışarak daha uzaktan şapkasını sallamaya başladı.

Bu Verden, yedinci ekibin çobanıydı. Daha yaklaşmayınca: ‘Milletvekili yoldaş!..’ seslenmesi, iyi bir şeyin belirtisi değildi.

Yük arabasından yanında atını durdurdu.

-          Milletvekili yoldaş!, diye tekrar etti. Aygul:

-          Verden attan bir insen, diye söyledi. Altındaki at zor nefes alıyordu.

-          Zamanım yok... İşim haraptır olduğu için size geldim... En fazla bir saat sonra bütün kuzularım boğulacak. Kurt geçidi önümüzde...

İhityar adam, onu tam olarak duyamayınca:

-          Kurtlardan mı korktun? Köpeklerin nasıl?, diye bağırdı. Verden:

-          Kurtlardan kim korkar ki?, diye cevap verdi, Kurt geçidinden bahsediyorum. Koyunlar Allah’ın yardımıyla geçer. Kuzularına gelince... Onları kurtarmam lazım!

Aygul için kurt geçidi hakkında anlatmasına gerek yoktu. Uzunluğu yirmi kilometre olan ve ilk bahar günlerinde suyla doldurulan sel yarığıydı. Onu bir yandan bir türlü geçemezdiniz. Aygul bu defa çok şanslıydı. Sürüsü su ona hala gelmediğinde Kurt geçidinden dün akşam geçti. Kurt geçidi adının doğru olduğunu gösteriyordu. Her ilk baharda koyunları yiyordu.

Her yeni kolektif çiftlik başkanı, orada bir köprü yapmaya vaadediyordu, ama köprü hala yoktu. Verden:

-          Bir tek ben olsam..., diye devam ediyordu, Benimkinin arkasından daha iki sürü kurt geçidine yaklaşıyor.

-          Daha iki mi diyorsun?

-          Uzaktan da kimin anlayamadım. Akşama veya gece diğerler de gelir herhalde. İhtiyar:

-          Siz neden herhangi bir araba hazırlamadınız?, diye döndü onlara. Verden:

-          Araba!, diye homurdandı, Bu şeytan biliyo ne, bir araba değil!

Gerçekten de bu şeye araba şartlı olarak denilebilirdi. Motosikletten iki eski tekerlek, iki ön tekerlek pulluktan, yanlarında ise bir yurtanın kafesiydi. Bütün bunlar da üstünden koşma ile kaplanmıştı.

Aygul, Verden’e kızdı. Ne beceriksiz adam? Evinde karısının izni olmadan bir adım bile yapamadığını söyleyenlerin sözleri yalan değil demek! Bir de pantolonu giyiyor!.. Kendisi her şey akıl edip yapamaz mıydı? Onun kuzularını kendi eliyle kurt geçidinden taşıyacakmış gibi ona geldi.

Fakat kendini tuttu, öfkesini göstermedi. Aygul sakin sakin:

-          Tamam... Koyunlarına dön. Ben geliyorum, diye söyledi ve yaşlı adama yaklaştı, İşte... İşte böyle. Oraya gitmem orada ne olduğuna bakmam lazım. Geceye dönerim galiba. Dönmezsem sürü önce yürüdüğü gibi yürüsün. Köpeklerin peşime takılmaması için bakınız.

Yaşlı adam ona renksiz gözleri kaldırdı:

-          Zamanımda, diye söyledi, erkekler kadınların yardımına gidiyordu. Belki bugünlerde başka türlü davranıyor insanlar. Bu Verden de ne bir adam ya? U-u, ahmak!.. Kendi sürüsü olsa herhangi bir yük arabası yapmadan yola çıkardı mı? Benimki hakkına: ‘bu şeytanın bildiği bir şey diye söyledi’. Ona nasıl istersen de, kuzulara yardım olsun ama! Şimdi ise korktu Verden ve bir şey yapamadı, belayı önleyemedi diye tanık olaral bir milletvekili çağırmaya karar verdi... Tuh!, diye yere tükürdü ve yoluna devam etti.

Aygul, çizmelerine döndü – konçları ayna düzeyi üzerinden görünüyordu. İçinden suyu boşaltıp giydi onları.

Al atına kolayca atlayıp onu geri döndürdü.

Ahırlayan at için nereye gitmek hiö fark etmedi. Yeter ki sürünün kuyruğunda daha yürümeyecekti ve hemen dörtnala gitti.

Geriden kısık ses geldi:

-          Kyah!.. Kyah!.. Kyah!...

Bu ihtiyar köpekleri çağırıyordu.

Aygul, sürüsüyle beraber Kurt geçidinden çok uzaklaşmadı, ve hızlı atı onu çok geçmeden oraya götürdü.

Karşı kıyıda sürüler bir şey bekliyordu. Sadece Verden’in sürüleri değil, daha iki sürü vardı. Koynlar üzerinde develer yükseliyordu, üstünde sökülmüş yurtalar ve ev eşyaları vardı. İki genç çoban, Aygul’ü görünce ona acele etti. Onlar bildiğiniz çobanlara benzemiyordu; Özenle yapılan saçı, sanki ilçe merkezindeki kuaförden yeni çıkmışlar gibiydi. Birinin de kravatı gibi bir şey, diğerin üstünde renkli kazak vardı. Çocuklar yani. Geçen yılda okul bitirdiler. Onların istepte ne yararı vardı?

Aygul, onların abartılı saygılı selamlara kuru cevap verdi:

-          Biz ayrılmadan önce neyi anlaştığımızı hatırlıyorsunuz galiba?

Mahcup mahcup bakıştılar.

-          Hatırlıyoruz.., diye başladı biri. Diğeri arkadaşının yardımına geldi:

-          Hatırlamamız şart mı? Dün çiftlik yönetmeni; gidin buradan, burada çok kaldınız artık...

Aygul, ata dokundu, o tereddüt ederek bulanık akışa girdi. Su atın göğüsüne kadardı, Aygul’ün ayakları suya daldı. Kendisi de bu akışla ayı derecede öfkeden kaynıyordu. Bu nasıl böyle bir adamın idaresizliği ve aptallığı yüzünden insanlar sürüleri ile beraber belaya düştü...

Çobanlar, anlatmaya ve kendilerini temize çıkarmaya devam ediyordu:

-          Biz bekleyebilirdik tabi. Bölgemizde yel değirmeni çalışıyordu. Su vardı.

-          Yem de yeterdi, ama çiftlik yönetmeni emretti..

Aygul, onları dişlerini sıkarak dinliyordu. ‘Çiftlik yönetmeni emretmiş...’ Eski auldan miras kalan bu boyun eğmeyi çok iyi biliyordu!

-          Sen anlamıyorsun!

Aygul, attan indi, boynundan atkıyı çıkardı ve düşünmeyerek suya attı.

Atkı da Sırdarya’nın tarafına çekildi. Atkı Verden’in şapkasına yetişiyordu. Yünlü şapa ise göbekli korku ile bir tarafa çekilen koyuna dokundu. Aygul:

-          Sürüleri durdurun!, diye yüksek sesle bağırdı. Koyunlar dinlensin! Bir gün bekleyelim, yarın ise kara yoluyla gidebiliriz! Bize kimin yardım ettiği biliyor musunuz? İnşaatçılar! Sırdarya’dan otlka yerlerine kadar kazan yapı işçileri!

Aygul oraları çok defa ziyaret etti. İnşaat montaj müdürlüğüne eksik kazı makineleri almalarına yardım etti. Bölge merkezindeyken işçilerin daha çabuk gönderilmesini elde etmeye uğraştı. İnşaatçılar acele ediyordu, ama ağzından vaat sözleri dirhemle çıkıyordu. Kanalın yaklaşık yazın ortasında bitireceğini sanılıyordu. Madem ki su şimdi azalıyorsa, demek daha erken bitirebildiler. İki ay daha erken bitirmişler. Yeni kanal taşan suyu kumlara, uzak otlak yerlerine götürmek iiçin suyu açgözlülükle emmiyor.

Böyle sona gürültüyle sevinen çobanları sonuna kadar dinlemedi. On altı yaşındaki bir kız gibi çevik bir hareketle ata binip sürüsüne yetişmeye koştu. Aygul, böyle acele etmezdi, ama bir yerde durmak zordu ve al atı sanki Aygul’ün ne düşündüğünu anlıyormuş gibi su üzerinde bir kuş gibi uçuyordu.

Su azaldıkça azalıyordu.

1961

 

 

İlk FISKİYE

Asambay, sondaj kulesinde üst üste iki vardiyada çalışıyordu. Ücüncü vardiya başladığında kendi evine uğramaya karar verdi.

Gecenin dördüydü. Fakat ne yaparsın ki, en az yirmi dört saat içinde bir kez kendi evine uğraması gerekiyordu. Asambay üc vardiyada çalıştıysa bile genç karısı, adı Ajar, kirpiği kirpiğine değmeden onu beklerdi. Ajar’ın sürekli uykusunu almaması yüzünden sütü kesilmeye başlamış olacak ki.

Böyle gitmesi halinde dört aylık oğlunu,  adı Telgaru, memeden kesilmek zorunda kalacaktı.

             Asanbay zor tanınabiliyor. Yoğun toz yüzünden erkeğin uzun siyah saçları bembeyaz olmuştu. Ajar’ın kocası, güçlü, uzun tüylü, şiddetli soğukta kırçla örtülmüş Buru’ya (deve cinsi) benziyormuş gibine geldi. Una benzeren toz,  Asambay’ın gür, siyah kaşlar, iri, düz burnun kanatları, yanak ve üzerinde beyazlandı.

            Ama Ajar kocasının böyle görünüşünü beğendi. Çünkü kocası asıl böyle görünürken aniden karşısında çıkagelir. Ajar’ın yanakları hemen kızarıverir, kara gözlerinin içi neşeli ve şefkatli  bir şekilde parlıyor. Kadın, bu harikulade bir an uğurda her gece ta sabahlara kadar uyumuyor.  Kendi kocasını sabırla bekliyor.

            Doğrusu da kambu deve, hiç te gudubet değil! Büyük, güçlü, sıkı hörgüçlerli, sıyah yelesi kırçla örtülmüş deve, başı yukarıda stepte yürürken görünüşü kendini saydıran ve hatta ürkütücüdür. Çocukluğu stepte geçen  Ajar, bu güçlü gururlu hayvanları sevdi. Develere aşağıdan yükarıya bakarak uzun uzun gözden geçiriyordu.

            Ajar, hoplayıp kollarını Asambay’ın boynuna dolayıp boynuna atıldı. Erkek, kendi eşini küçük kız gibi kolaylıkla zahmetsiz kaldırdı.

-          Yine uyumadın mı?

-          Ne yapabilirim ki uykum gelmiyor...

Ajar’ın ince parmakları kendi kocasının saçlarına daldı. Asambay’ın başının üzerinde beyaz toz bulutu asılı kaldı. Ajar, bunu aldırmadan kendi kocasının saçları siyah oluncaya dek toz silkelemeye devam ediyordu.

            Sonra kadın parlak dudakları, aynı tozla kaplı olan sert dudaklarına uzandı.

             Mangışlak yarımadasının tozu başka tozdur. Un gibi hafif ve yumuşaktır. Böyle toz ne Kzıl Orda şehrinde ne de Turkestan şehrinde var. Belki ay gölün dibinde aynı toz var.

Mangışlak yarımada iki araba arka arkaya gider gitmez sanki o yerde atom bombası patlamış gibi  kocaman toz perdesi kalkıyor. Bu perde, yayılarak tüm gökyüzünü kaplayıp bürüyor. Birdenbire toz girdabı oluşup oluşmaz sıkı hortum sütü, gökyüzüne hızla atılıyor. Toz hortumu, kızgın havaya sokarak sertler ve kuru ovalarında sanki kendi kabadayılık yapmışcasına gibi geziyor.

Anjar : « Şimdi de git yüzünü yıka. Çay artık hazır »  diye söyledi.

            Asanbay yüzünü yıkarken köpek kulübesi kadar küçük yatak odasında yatağı serdi. Bayındır şehirler, henüz senelmiş Mangıta stepini süslemiyorlar. Henüz bu stepte petrol fıskiyeleri fışkırmıyor.  Ve henüz mühendiz Asambay, iki kişinin zorlukla ya yana zorla geçebileceği kadar dar  koridorlu entipüften bir evde yaşıyor. Çıplak, yanmış stepte acelelikle birkaç baraka kurulmuş. Barakanın duvarları çatlak verip fazla kuruluktan çatladı.

Asambay yüzünü yıkayıp masanın başına oturup oturmaz koridordan adım sesleri duyuldu. Sondajcı Beysetay, taban tahtalarında ağır ağır yürüyürek odaya girdi. O da ikinci vardiyadan sonra Asanbay’ın arkasından kendi evine döndü.

            Beysetay: « Asancan, uykum gelmiyor. Bana kızmazsan ücüncü vardıyaya çalışmaya gideyim... Hissediyorum ki bugün uyumayacağım ».

Asambay: «  Peki neden ya? Ya da Aynel-apa sana sert mi yatak serdi ? » diye söyledi.

Baysetay: « Hamam böcekleri, beni gece boyunca uyanık tutuyor » diye mırıldandı.

Asanbay, Baysetay’a alaycı bir tavırla baktı. Mesele şu ki barakada gerçek çok sayıda hamam böceği vardı. Fakat ihtiyar  kurnaz Beyseke görüldüğü gibi  bambaşka bir şeyi söyledi. Daire arkadaşı sürücü Tarakanov ( Hamam böceği )  küstah, gürültücü bir adamdı.  Nereden geldiği belli olmadan petrol işletmesine gelen büfeciyle yeni evlendi. Yeni evliler, endişeli ve yapışkan tavırları olan tam kendi kendilerinin tamamlayan insanlar olarak gözüne çarpılyordu. Fakat daire arkadaşları böyle değil, bambaşka bir şey, Baysetay’ı üçüncü vardiyaya gitmeye zorlanıyor. Tarakanovlar, sadece bir mazeretti. Baysetay, mühendisin alayıcı, her şeyi anlayan bakışını fark edince mahcup bir şekilde: « Eğer ki bir şey anlıyorsam bu gece uyuyacak biriler birçok şeyler kaybedecek... Şey, itiraz etmiyorsun gideyim» diye söyledi.  Baysetay dönünce ayakların altındaki fazla kuruluktan çatlamış taban tahtaları gıcırdayıp inledi.

Asanbay,  kritik anın yaklaştığını kendisi anladı. Kendisinin de o an geç kaptırıp uyuyakalmaktan korkması dolayısıyla iki üç vardiya boyunca petrol kuyusunda çalışıp durdu ve kendi evine kısa bir süre için uğradı. İhtiyar Baysetay bir şey hissediyor. Ne de olsa ömür boyunca petrol işletmesinde çalıştığı için toprağın gizli nabzını seziyor. Tabi ki  Beysetay nasıl derler tecrübeli bir sondajcı, fakat kendisi de, Asanbay mühendisi, kendi hesaplarına emindir. Ama kim bilir...Her şey olabilir...Ve Asanbay kendini tutmadan ayağa fırladı:

-          Bekleyin, Beyseke, bekleyin..., dedi.

Beysetay istemeden masaya yeniden dönüp bozca kahverengi, boğum boğum parmaklarıyla tabakadan iyi kabartmış, pembe pembe pişmiş Baursak (lokma çeşidi) alıp «Bismilla!» deyip ağzına attı.

Asanbay : «Bu varsayımlarınız mı ? Ya da aletler mi bir şey gösteriyor ? Çünkü benden sonra petrol kuyusundan gittiniz » diye sordu.

Beysetay : «Ya altlet, ya da kendim ... Mesele onda değil... En önemlisi olan hémen hémen petrol yeraltından gider... Bugün sonda toprakta  zor döndü. İşte sandım ki çalıştığım vardiya sırasında  gider... Umdum... Olmadı ya. Eğer yukarıya fişkırsa da ! Petrol sütunu gökyüzüne doğru ya ! Kendimi fırlatıp atsa ! » diye söyledi.

Asanbay : « Estáğfurullah, aksakal, estáğfurullah. Petrol dışarı atarsa hiç bir kimse bizi övünmez. Ondan petrol kuyusunda gece gündüz dikilip duruyoruz. Fışkırmasın diye... » diye söyleyip korku ile haykırdı.

Bayseke : «Yaaa, bütün kuyuları petrol işletmelerinde gem vurdular...Hiç değilse biri edaretten kurtulursun! Mangıstan fıskiyesi ta gökyüzüne kadar fişkırsın! Ağızları bir karış açık kalsın! O zaman film yapımcılar için çekecek film olur ve yazarlar için yazacak kitap olur. Fıskıye ...Kulaklar çınlaması yaptıracak kadar fokur fokur kaynasın » diye söyledi.

Asanbay hayranlıkla  ihtiyar ustaya bakarak : « Tehlikeli bir adammışsın , Beyseke » diye söyledi. İkisi neşli neşeli güldüler. Mühendis ve sondaj ustası birbirini leb demeden leblebeyi anlamaya alıştılar. Asanbay, bir salatalık turşusunu çatalın ucuna batırdı.

-          Bir düş , Asanjan , bir litre benzin üç  kopik eder. Bir bardak gazoz üç kopik eder da.  Demek oluyor ki petrol, limonatadan beş kez ücüz. Eğer öyleyse bir kez tam göğe kadar salıversek fena olmaz.

Asanabay, cevap vermeyi yetiştirmedi. Odaya Beysetay’ın beş yaşında oğlu, adı Mukatay, çırçıplak geldi. Çocuk, düşmanca etrafına bakınca : «Babacım , babacım, bu çarpık bacaklı pantalonlar bir daha giymem. Onu çöpe attım. İşte bu kadar. İşte tam bu yerde böyle yırtıldı » diye söylemeye başladı. Oğlan, kendi babasından arka çevirip kumaşın telesindiği yerde kendi kendine gürültüyle bir şamar çekti.

Beysetay : « Hain karı ya ! Yine oğlanı gizli bir amaçla gönderdi. Az önce çocuk dizlerimde oturup sustu. Hadi gidelim ... Bak,  ne icat etmiş ya çarpık bacaklı pantalon...  » diye söyleyip homurdandı.

Asanbay’ın ustaya haklı olmadığını petrolün ucuz olmadığını gazozun aşırı pahalı olduğunu söylemeye bir türlü vakti olamadı.

Usta çıkar çıkmaz Ajar: «Çabuk yesene. Sonra bir iki saattır uyusana...» kaygı dolu bir sesle sesledi.

-          Bir iki saattir mı ? Yağma yok! Bugün öyle bir şey mümkün olamaz. Beni yarım saat sonra uyandırmayı  söz verirsen uyumaya çalışırım.

Ajar: «Tamam, yarım saat sonra uyandıracağım» diye cevap verdi. Kadın, sezdirmeden kendi kocasının yüzüne göz kesilerek baktı. Yüzü zayıfladı, gözleri çok çalışmaktan çöktü. Evden dün gidip ve tabi ki hiç bir şey yemedi. Bak, iştahlı iştahlı atıştırıyor ya... Kocası, salatalık ile sucuk yerken gözünü sıcak et suyundan ayırmıyor. Genç mühendis, aç mühendistir.

Asanbay, gülümseyerek ağzı doluyken: «Telgara, uykulu bir köpek yavrusu, uyanmadı bile»  diye söyledi.

Evleri karşısında bir Gazik ( otomobil ) duruverdi. Ajar, motor sesinden eşine ait olan Gaziğ’in olduğunu anladı.

Asanbay, başını kaldırarak: «Bence beni götürmeye gelmişler » diye söyledi.

Tarakanov, kapıyı vurmadan nalçalı çizmeleriyle gürleyerek odaya girdi.

-          Kaza , dedi.

Bir kimse bir daha hiç bir şey söylemedi. Ajar, eşine huzur dolu bir bakışla arkasından baktı. Masa üstünde kala kala içilmeyen et suyu kaldı.

Mühendis , kuyuya bile gelmeden ne olduğunu anladı. Yalnız toz hortumlarının egemen olduğu stepte siyah petrol sütunu arada bir hafifçe sallandı. Müthiş bir yükselikte bir yerde onun muazzam gücü soğuldu. Kadife gibi siyah madde , ağır ağır aşağıya düştü. Uzaktan bakılsa kafasında acayıp şekilli şapka olan masal devinin dumanda yürüdüğü gibi görünüyordu. Fıskıye, iki kilometre deriden kaynadı. Fıskıye , dışarıya taşkın öfke dolu bir ıslıkla kurtuldu. İnsanlar, ona yaklaştıkça fıskıye daha yakın oldu. Görüldüğü gibi haber insanlarda hızla yayıldı. Yakında petrol fıskıyesinin tepesi siyah görünmedi. Tepesi, ince, parlak , yanardöner olan tavus tüyüne benzedi.

Araba durur durmaz Asanbay’a doğru bir sondajcı, adı Nikolay Petrov atıldı.

-          Tutamadınız ! Çözelti hafifmiş... , dedi.

Beysetay yerden bitercesine çıkageldi.

-          Bunu tutmaktan kollarıma sığmaz! Bak ne kadar çok fışkırıyor ki! Ben gelir gelmez fıskıye fışkırıverdi ki ! Tam vaktinde yetiştim . Kendi gözlerimle gördüm, dedi.

             Asanbay, Baysetay’a hızlı bir şekilde dikkatli  baktı.

            Petrol, toprağın karnında bir yerde uğuldayıp etrafı harlı sıcaklık vurarak haldır haldır yüze çıktı.

Fıskıyeye hayran hayran bakmak için zamanları yoktu. Mümkün olduğu kadar çabuk fıskıye gemlenmesi gerekti.

-          Cereyanın yüksekliği kaç metre ?

Petrov: « Kırk beş metre » diye cevap verdi.

Beysetay : « Demek ki akşama kadar yüz metre olacak » diye tatmin duygusu ile söyledi. Sondajcılar, sevincini zor frenlediler. Asanbay gülümserdi coşkudan bağırıp gülürlerdi. Petrolun tutulması için endişelenmemış gibiydiler. Bütün bunları sıkı, güçlü cereyan dışında unutmuş gibi davrandılar.

-          Bu, başlı başına bir nehir !

Beysetay seinçten dokuz doğurdu.

-          Ne gezer! Nehir değil deniz o deniz! Hehirmiş!Madem kıyaslanıyorsun ta Hazar denizi ile kıyaslan! SSCB’de Kazakistan’ın Cazkazgan şehri, bakır üretiminde birinci sırada bulunuyor. Bize biraz mühlet ver ve tozlu Mangıstau, SSCB’de petrol üretiminde birincilik kazanacak! Söylesene kırk petrol kuyusundan tek biri, bizi hayal kırıklığına uğrattı mı?

 Asanbay’a doğru bir yabancı, kalabalığın içinde güçbela kendisine yol açabiliyordu. Çizgili kolsuz ceket , buruşuk pantalon giymiş , kolunun altında kocaman bir çanta olan yuvarlak yüzlü biriydi.

 Adam: « Üst makama kaza ve sebepleri ile ilgili rapor verdiniz mi ? » diye şüpheli şüpheli sordu.

Bu adamın petrol çıkarımı ile ilgisi yoktu. Oblprof’tan ( eski SSCB’inde bölge sendikası ) gelip üst üste birkaç gündür petrolcularla toplantı yapmayı denedi,  ama başarılı olamadı. Bir kezinde insanları toplamaya fırsat buldu. Fakat aksi gibi yöneticiler yerlerinde olmadı. Yöneticiler olmadan toplantı yapmakta  bir anlam var mıydı ki ? Batakçılardan biri olan Baysetay altı aydır Oblprof ödemesinin sorumlğunu yerine getirmedi. Tüm borcunu zarfa koyup eşine verip vekile onu yolladı. Fakat vekil,  inat edip: «Kendisi gelsin . Onunla konuşmam lazım» diye söyledi.

Baysetay, vekili baştan aşağa süzüp hüzün dolu bir sesle: « Kendi evine gidip pantalonlarını ütülerse daha iti olur. Bacaklarının arasındaki üç litrelik termos taşımış gibi görünüyor » diye söyledi.

Asanbay, kaşlarını çatarak: «Yapma ya» diye söyledi.

Vekil, Baysetay’a çatarak: «Kaza yapıp mutlu görünüyorsun ! Bunun cezasını görmek zorunda kalırsın !» diye söyledi.

Baysetay: «Tek sen burda kaza görüyorsun.  İnsanların sevinmesini  umursamıyorsunuz ...» diye cevap verdi.

             Aralarındaki konuşma,  Asanbay’a sinirlendi.

-          Yanlız sondajcılar dışında herkes kuyusundan uzaklaşın.

İnsanlar geri çekilerek adeta istemeyerek dağılmaya başladı. Yalnız altı beş yaşındaki olan erkek çocukları yerinde kaldı. Kendi pantalonlarını indirip hangisi kendi cereyanını daha yüksek yöneltebilecek şeklinde bir yarışma yaptılar. Onlardan biri, Baysetay’ın oğluydu. Bundan önce oğlanların kimin babasının petrol fıskiyesi fışkırttırdığına bahse girdiler. Birbirini ikna edemedikleri için başka bir yöntemle kendi aralarındaki anlaşmazlığı çözmeye karar verdiler. Baysetay, çocukları görünce kendi kemerini  çıkarmaya başladı.

Sıcak petrol, çılgınca göğe fışkırıyor. Müthiş Mangıstau rüzgarı, siyah sıkı sütunu yana devirip onu sallandırıp renkli şapkasını paralayıp yere siyah bir yağmur  döküyor. Petrol kuyusunun çevresinde başında sarı kask olan branda bezi tulum giymiş insanlar yüpürüyorlar. Dağ sıçanı gibi siyah ve ıslaktırlar. Kuyu yanında, rüzgarın estiği tarafta demir ve tahta altlık, kalkan, uzun, hantal bacaklı kuleler dizilti. İlk Mangıstau petrol fıskıyesi, yüz yirmi atmosferlik ilkel gücüyle yerin derinliklerinden fışkırıyor. Anlaşılan ki böyle cereyan şapkayla kapanamadı.

Ksabadaki PTT şubesi, bu günlerde rahat yüzü görmedi. Mangıstau bölgesinde petrolün aranıp bulunması ile ilgili bilgiyi içeren tek bir telgraf çekilir çekilmez Moskova ve Almaata ( yeni adıyla Almatı ) şehirleri, iletişim hattını tamaman ele geçirdi. Bölge, ister istemez uçaklar kullanmaya geçti. Bir uçak iniyor, öbürü kalkıyor. Herkes, Asanbay’ı yakalayıp onunla konuşmaya çalışıyor. Fakat petrol kuyusu çevresinde daire şeklinde kontrol flaması asıldı. Hiç bir kimse bu daireye giremiyor. Hiç bir kimse, bu petrol ekibinin orada bu cehennemi bir kasırgada ne yaptığını azmış fıskıyeyi nasıl dindirdiğini görmüyor.

Öğle vakti Asanbay, Moskova ve Almaata ile konuşutu. Sonra da hiç bir telefon eden, işini bölecek kadar önemli olan bir şey bu dünyada onun için yoktu. Petrol ile baraber yerin derinliklerinden gaz çıkmaya başladı. Doğal afet, genç mühendisi sınamaya karar vermiş gibiydi.

Nihayet Moskova’yla bir kez daha konuşma yaptı.

-          Nasıl meşhur fıskıye gem vurabilir miyiz ? Kendiniz mi yapabilirsiniz? Ya da yardımcı olmak için yanınızda bulalım mı?

-          Yaklaşık daha iki gün uğraşmamız gerekir ... Ama zannediyorum ki başarırız. Sanıyorum ki her şeyi yardımınız olmadan yapabiliriz.

-          Sizce şimdi Mangıstau’daki petrol rezervlerinin hacmi kaç ?

Asanbay, istemeyerek Baysetay sözlerini tekrarlayıp: «Tüm deniz!» diye söyledi.

-          Vay canına ... Tebrik ediyoruz ...

Almaata ile konuşma başka bir şekilde geçiyordu. Kaza hakkında oldukça belirsiz sorular sordular.

            Asanbay, kendi kendine: «Biri onlara haber vermiş» diye düşündüp her şeyi açık ve ayrıntılı bir şekilde anlattı.

            Nargız Jambolatoba Rayispolkom ( Eski SSCB’inde bölge yürütme komitesi ) bayan başkanının petrol işletmesinde olması daha uygun bir zamanda olamazdı. Sondajcıların dış dünya ile tüm iletişimini eline alıp bir kucak telegraf getirıp götürüp telefon konuşmalarını kısaca bir biçimde bildirdi. Sondajcıların sorulara cevap vermeleri için değil dönmeleri için zamanıları bile yoktu. Nargız, sıcak yiyecekler götüren kadınlar petrol kuyusuna götürdü. İşte o zaman güneşin karşısında parlayan termoslar, yasak dairesinin arkasında sıraya dizildi. Sondajcıların bugünün bütün yiyeceklerı olan çay bu termostadır. Şekersiz, kaymaklı, demli, kahverengi çay. Termomoslar ya ortadan kayboluyor ya da dolu ortaya çıkıyor.

            Fıskıye, eskisi gibi yakıcı bulutsuz göğe doğru fışkırıyor. Sondajcılar, gittikçe ona sine sine yaklaşıyorlar. Toz ve gaz. Petrol ve ter. Yerin sıcak nefesi ve akkor güneş. Gün geçti, gece geçti. Herhangi bir zafere zerre kadar bir ima yoktu. Sondajcılar, termoslara giderek daha sık yanaşıyorlar... Nargız yeni telegramlar getirdi. Azerbaycan, Tataristan, Başkurdistan sondajcıları, onları tebrik ettiler... İnsanların ayakta duracak hali kalmadı. Açlıktan başları döndü. Petrol da eskisi gibi gökyüzüne doğru yükseliyordu.  Ama insanlar giderek daha çok gediğe baskı yaptılar.

            Ertesi gün yemek üstü kule üzerinde kırmızı bayrak çekildi. Fıskıye dindirildi.

             Uzaktan gözlemleyen insanlar, atlı ve yayalar, arabayla ve deveyle gelenler, hepsi petrol kuyusuna akın ettiler. Önde şiddetli bir ateşin kıvılcımları gibi oğlanlar, yel yepelek koştu.

            Neşeli, coşku kalabalık, sondajcıları yakaladı.  Islak, siyah, yorgunluktan yarı ölü yarı diri olan sondajcıları kucaklaşıp, öpüp, havaya atıp atıp tuttu. Hepsi konuştu, fakat birbirini dinlemedi. Mangustau bölgesi, daha önce hiç büyük sevinç sesleri duymadı.

            SSCB’in dört bir yanına yalnız iki sözcük içiren telegramlar uçtu. «Fıskıye dindirildi».

            Asanbay, arkadaşlarının kucaklarından zarzor kurtulup  kendi evine dinlenmeye gitti. Herkes kendi evine gitmek için acele ediyor.

Tek bir Beysetay, kendi Mukatay için pantalon almaya gitti.

 

1964

 

 

DOĞADAN HİKAYELER

KURDA KİM TÜFEK ATTI

 

Üçümüzdük. Bakan, bilim adamı ve ben. Hepimiz, kendi omuzumuza ölü sülünler yükledi. Sülünlerin arlak tüyleri, tavus tüyleri gibi güneş karşısında pırıldayıp renk renk ışıldadı. Sülünlerin hepsi erkekti. Dişi sülünlere tüfek vurmadık.

            Sütünler zarzor taşıyorduk. Sütün dolu olan ve göründüğü gibi el değmemiş kör yere raslamıştık. Sütünlerden birileri, atışlarımızdan sonra taş gibi düştü, başkalrı tüylerini açarak düştü. Kuşlardan bazıları da neredeyse Korjun’a (Kazak milli çantası) doğru düşüyordu. Av başarıyla gerçekleşti. Sanıyorum ki av o kadar başarılıydı ki iki yıl boyunca konaşulacak bir sürü konular olacak.

Nehrin su basan yerinde kıyıdan çoktan bize bahsedildi. Orada sütünlerin haddi hesabı olmadığı söylendi. Gerçekten de hehir ortasında üç ada varmış. Göründüğü gibi hiç bir kimse bir yıl boyunca bu adalara uğramamış bile. Burada gür bir söğütlük, cida (ot çeşidi) ve cingil (ot çeşidi)  büyüdü. Üstelik çalılık o kadar birbirine geçmiş ki geçilmesi bile imkansızdı. Yabani ot, beline kadar büyüdü.

            Adaylardan biri, başka adalardan biraz ötesinde bulundu. Bu adada hem çalı kümeleri hem de kumullar vardı. Adanın merkezinde yalnız ıhlamur ağacı yükseliyordu.

             Yorgunduk, ama başarılı avdan memnun kaldık. O odaya doğru gittik. Çünkü gerçek avcılar,  av hayvanlarıyla dolu olan yerlerde dinlenmiyorlar. Biz de etiyle sütüyle karışmamaya karar verdik.

             Austos ayının sonuydu.

            Ilık suya girip suda ağır ağır adaya doğru yürüdük. Öyle olmuş ki hepimiz orta boyluyduk. Bizden biri biraz uzun, diğeri biraz kısaydı. Ölü sütünleri, su üzerinde sürüklendi. Ancak şimdi fazla gayret göstermiş olduğumuzu anladık. Hepimiz yalnız üç tane sütün avlama ruhsatnamesi vardı. Demek ki üç kişiye dokuz kuş düşüyor. Ama o kadar çok kuş avlamışız ki zarzor onları taşıdık. Herkesin bu duruma karşı biraz mahcup olması dolayısıyla suda hiç konuşmadan ağır ağır yürüdü.

            İlk konuşmaya başlayan bakandı.

-          Sınırı biraz aşmışız, dayılar, öyle mi ? Bizi tutuklarsalar  onlara karşısında mahcup oluruz.

Bilim adamı, belirsiz bir sesle : «Önemli değil. Gece gideriz. Farkına varmazlar...» diye cevap verdi.

Sustum. Fakat arkamdan sarkan ölü sütünler iki kat ağır oluyormuş  gibime geldi.

Adaya ulaşıp acalayle kendi avlarımızı saklamaya başladık. Bilim adamları, kumulun eteğinde çeviklikle çukur açıp kendi sütünlarını kuma gömdü. Bakanla beraber kendi avlarımızı yalnız ıhlamur ağacı yanındaki çalılığa sakladık.

Gerçek avcılar, etrafı duman kaplamasın diye büyük bir ateş yakmazlar. Bundan dolayı yalnız kendi termoslarımız çıkarıp önümüzde koyduk. Gerçek avcılar cömerttir. Biz de birbirimize karşı kendi çantalrımızı ve yemek çıkılarımızı açtık. Şişelerin kırmızı ve beyaz mantarları göründü. Görültünün çıkarılması gerçek avcıların tarzı değildir. Bu yüzden biz de yavaş, alçak sesle konuşuyoruz.  Görmüş geçirmiş avcılar, daima kulağı kirişte oluyor. Biz de tetikte oluyoruz. Ellerimizde fincanlar tuttuğumuz halde gözlerimiz etrafta dolaşıp kulaklarımız her gürültü duyuyor.

Bilim adamları, «Vay be, alageyik !» diye çığlık koparıp yüzükoyun yere kapandı. Boynunu uzanıp gerildi. Gözleri yırtıcı bir şekilde pırıldadı. Bilim adamlarının fincanı devrildi. Gazete üzerinde kahve rengi, konyak lekesi yayıldı.

Bakan, kendini yere sokulup sinip: « Alageyik  değil  karaca o !»  diye fısıldadı. Fincanı eğdi, kenarında ince konyak şeridi taştı.

Hiç bir kimse görmediğim halde ben de kendi fincanımı devirerek yere sokuldum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.

Ne bakan, ne bilim adamı ne yazar vardı. Tek avcılar kaldı.

Üç karaca, çalılıktan suvata geçti. Dişi karaca ve iki karaca yavrusu. Duyarlı, ürkek olan hayvanlar, tehlike sezmiş gibi etrafına ürkek ürkek  bakınıyor. Karaca yavrularının davranışta temkin seziliyordu.. Fakat kanağanlık ve çocuk yaramazlığı davranışlarından henüz silinmedi.

Yavrular, kulaklarını dikti. Annelerine şefkatle sokuluyor.

Yavrulardan beri, suya diz boyu girip sivri somağını ürkek ürkek suya bandırıp başını kaldırdı. Etrafına bakınıp kulak verdi. Eski içgüdü, karaca yavrusunu  tehlike var diye uyarmış gibiydi. İşte oğlak yine su üzerine eğildi...

Aniden karaca annesi ikinci yavrusuyla bir tarafa atlayıp kum kaldırıp tepenin ardında kayboluverdi. Çalılıktan kocaman yetişkin kurt fırladı. Karaca yavrusu, tam yırtıcı hayvanın somağı önünde havaya bir atlayış yapıverdi. Kurtun dişlerinin birbirine vurduğunu duyduk. Yavru, suyun üzerinde bize doğru dolu dizgin koştu. Korkudan kirpi gibi büzülüp hızlı bir şekilde hoplayarak koşup ilerledi.

Kurt, su serpinti serpiştirerek yavru arkasından ağır ağır koştu.

Arkadaşlarım kendi tüfeklerini tutuverdiler.

Birbirine : «Kurta vur, kurta» diye sabırsızlıkla homurdandılar.

Yırtıcı hayvan, karaca yavrusunu kovaladıkça yaklaşıyordu. Yavru, iki metrelik atlayış yapıyordu. Haraketlerinde ümitsizlik seziliyordu. Kurt ise dilini çıkararak ağır ağır onu kovaluyordu.

Karaca yavrusu, nehir kenarına fırlayarak bitkin kaldı. Kurt, ondan ancak beş metre gerideydi, soluk soluğa kalmadı bile. Yırtıcı hayvan, pençe altında sert toprak duyunca daha çok hızlı koştu. Onun ile yavru arasındaki araları hızlı bir şekilde kapanıyordu.

Karaca yavrusu, her halde bizi farketmiş olacak ki bir tarafa ürküp  kumulun tam sırtında koştu. Kurt artık ağzını açıp kindar bir şeklinde boğuk boğuk hırladı. Gözleri, taşkın öfkeden solgun oldu. Kurt, bir daha atlayış yaparsa veya hiç değilse ağzını şapudatırsa yavrunun ürkek ürkek kalbi dayanamazmış gibi görünüyordu.

Neredeyse aynı anda birdenbire iki silah patladı. Karaca yavrusu, biraz tökezleyip birkaç defa takla atıp somağını kuma gömerek donakaldı.

Kurt, bir yana atıliverip küçük tepenin ardında sanki gözükmemiş gibi kayboluverdi.

 Bakıştık.

Termoslermiz hiç açılmamış kaldı. Herkes kendi eşyalarını hiç konuşmadan toparladı.  Birbirimizden gözlerimizi kaçırdık. Asık suratla arabamıza ayaklarını sürükleyerek yürüdü. Öldürülen karaca yavrusu, buynunu öne uzatarak kum üzerinde yattı. Çıkık kara gözleri yavaş yavaş cama dönmeye başladı. Onu almak aklımızın ucundan  bile geçmedi.

O günden itibaren biz, üç avcı, görüşmedik bile.

 

 

 

TİMKA

Savaştan önce bu hamama gitmeye başladım. Temiz olmayan hamam kör çıkmazda barınıyordu. Bundan başka hamam yapmaılması için uzun süre sıra beklemesi gerekecektir. Ne de olsa bu hamama alıştım. Hamamın içi sıcak ve rahattı.

Soyunma odasında Rus tellağı, nöbet tuttuğu zaman ben : « Banyo süpürgesi ( Rus hamamlarında banyo üslü için kullanılan süpürge) var mı ?» diye sorurdum.

İhtiyar Uygur, nöbet tuttuğu zaman banyo süpürgesinin olup olmadığı sorumu « Bağ» diye yanıtladı. Uygur’un cevabı, tıpkı benin soru gibi kısayadı. İhtiyarın söylediği tuhaf bir sözcük telaffuz edemedim. Ne bar sözcüğüne ne bağ süzcüğüne benzedi.

Ben, ihtiyar Kazak olan üçüncü tellağa, bu soru yöneltince Kazak cevap vermeden bana banyo süpergesini uzatırdı. Ayrıca konuşacak şey var mıydı?  Herkes, banyö süpergesinin fiyatının ne olduğunu çoktan bilmişti.

Bu kısa konuşmalara o kadar alıştım ki hamamda başka türlü davranılmadığını sanırdım.

Tim, Timoşa, Kim, Simka, Dim, Dimka... Tek bir adamın hepsi adları. Hiç bir kimse gerçek adını bilmedi. Ben de bilmedim. Bilmedim ve sormadım.

Son derece kuru, hastalıklı, okuma-yazma bilmeyen bir adamdı.  Bana her kez hiç konuşmadan banyo süpürgesini uzatan bu Kazğın adlarıydı.

İhtiyarın bekleme odasının kapıyı açıp : «Aden!» diye kısık bir sesle bağırdığını iyi hatırlıyorum.

Bir kişinin soyunma odasına girebileceği anlamına geldi.

Soyunma odasına bir kişi yerine iki kişi birden şıppadak girirse ihtiyarın : «Nazat! Nazat!» diye bağırdı.

Eğer sırayla girirsen biletini alıp boş bir dolap gösterip banyo süpürgesine ihtiyacın duyarsan verir. Sonra kapıya dönüp: «Aden!» diye yine söylerdi.

Yılgın, talihsiz bir adam. Göründüğü gibi doyuracak kadar hiç bir zaman yemedi. Özensiz giydi. Ekmek parasını yeterince kazanmadı. Bu Kazak da yalnız değildir «adendir», yani yapayalnız biridir. Her zaman ya da susardı ya da aynı sözleri söylerdi.

Böylece çok yıl geçti. İşte bir gün bana yaklaşıp dalgın ve acınacak bir şeklinde gülümseyip kendisine on ruble borç vermemi istedi.

-          Şooook ihtiyacım var, agay (Kazaklar arasında daha büyük olan erkeklere saygılı bir çağrı), dedi.

Çeyrek yüzyıldan beri ilk kez tellak, bana ricada bulunup gözlerimin içine doğru baktı.

            Üstümde olan bürün paramı ona verdim. Ona ne kadar aldığımı hatırlayamıyorum, ama on rubleden fazla. Hatta bütün kopikleri eline döktüm.

İhtiyar paramı aldığı halde bana teşekkür etmedi.

Bundan sonra kaç kez hamamda kaç kez sıra bekledim! Bazen de Timka’nın kendimin haline acıyacağını sıra bekletilmeden içeriye sokmamı izin vereceğini umarak arada bir ona baktım. Ne mümkün! Kazak beni fark etmiyor bile. Kendime sıra geldiği zaman ihtiyar beni içeriye sokup biletimi alırdı. Rica edersem banyo süpergesini verir. Süpürge için para alıp yüzünü çevirirdi. İşte hepsi o kadar. Nedense hiç vedalaşıp birbirini gıyáben tanımadık bile. Aryık çeyrek yüzyıldır tanıdık yabancılardık.

Günlerden bir gün hamamda nam sahibi olan yazarlardan birine rasladım. Kendi sırtımı keseledi. Ben ise sırtını keseledim. Birbirini ovup ovalayıp birbirimize yıkanmaya yardım ettik. Memnunduk.  Birbirimizin yanına oturduk. Biz şehir dedikodosunu yapacakken soyunma odasından gelen Timka’nın : «Nazat»  diye bağırtısını duyduk. Biri, sıra bekletilmeden soyunmalığa  zorla girmiş.

İhtiyar: « Nazat! Nazat! » diye bağırdı.

Timka’dan dan söz açıldı. Yazar da, tellağın bazı acayipliklerini anlattı. Edebiyatçı, bir keresinde Timka’ya fazla beş kopik verdiğini söyledi. Karşılığında Timka’nın benden borç aldığını anlattım. Timka’yla alay etmeden içinden gelerek güldük.

Aniden yazar, gülmeyi kesip şüpheli şüpheli: «Neden bana bütün bunları anlatıyorsun ki?  Ya da yoklaştırıp öğrendin mi ki ben de senden borç vermeni rica edecektim ?»

-          Yok canım? Neden borç alacaktın ki? Otuz sayfalık kitabını çıkarılmak üzere ki...

-          Geciktiriyorlar... Yaklaşık beş ay geciktiriyorlar.

-          O zaman buyrun. Ne kadar istiyorsun ?

-          İki yüz.

-          Tamam. Yarın gel.

-          Fakat sanma ki bu tellak gibi davranarım. Borç borçtur. Seni tanımamış gibi davranmayacağım ya. Kitabımı çıkartırır çıkartırmaz geri vereceğim paranı hiç merek etme.

Birkaç gün sonra şehirden iş için ayrıldım. Bu hamama yaklaşık beş aydır gelmedim.

Ben son baharda oraya gelince ihtiyar tellakların Rus ve Uygurun kendine arada bir bakıp arada bir gevrek gevrek güldüklerini fark ettim. Timka yoktu. Ona ne olup olmadığını sordum.

-          Sormayın ya... Buna kuşlar bile güler...

-          Ne oldu ya?

-          Timka ayın başlangıçta izine gitti...

-          Şimdi her gün hamamda yıkanır. Çok komik ya...

Tellaklar, gülerek : «Timka, Pazartesi ve Cumartesi günleri hamamda sabahtan beri akşama dek kalıp durur» diye anlatıyorlardı.

Ben: «Neden buraya geliyor?» diye sordum.

-          Devamlı olarak sizinle görüşmek istiyor.

-          Diyor ki yapılcak işlerim var.

İhtiyarlar,  suskun olan Timka’nin biriyle bazı şeyleri halletmesi tuhafılara gitti.

-          Aslında bugün Pazar günü. Şimdi ayaklarını sürükleyerek yürüyecek o.

İhtiyarlar  bol bol güldüler gülmediler.Gerçekten  Timka ayaklarını sürükleyerek yürüyerek geldi. İhtiyarlar gülmeleri durup yüzünü çevirdiler. Fakat arada bir bize baktılar. Yaşlı adamlar, Timka’nin benimle nasıl iş halledeceği ile çok ilgilendiler.

            Bu kez da Timka benimle vedalaşmadı. Bana yaklaşıp üç parmağını kendi kemerine sokup yuvarlak, sert olan, nasvar küçük şişesinin mantarı gibi sarmış bir şey çıkarıp ellerime koydu. Bana ya bir dilekçe ya da bir mektup verdiğini düşündüm. Tümka’nın verdiğini açıp birbirine yapışan iki tane beş rublelik gördüm.

            Her halde  kızarmışım. Fakat Timka bana bakmadı bile. Yüzünü çevirip yürüyüp gitti.

Ben : «Tim... dur yahu!» diye ona seslendim.

O : «Bir saniye!» diye cevap verip bir yere dik adımlar ile yürüdü.

Ellerimde yağımsı beş rublelikler tutmaya devam ederek peykeye oturdum. Para hala ılıktı.

İhtiyar tellakler, Rus ve Uygur, bana yaklaşıp merakla arada bir baktılar.

Oturdum, onlara ne diyeceğimi bilmedim.

Timka kısa zamanda döndü.

Yüzünde geniş bir gülümseme olan Timka mutlu, neşeliydi.

            Ben : «Burda yanımda otursana » diye söyleyip onu çağırdım.

            Fakat Timka oturmayı reddetti. Bana kopikleri uzatıyordu.

-          İşte, agay, paranın arta kalanı... , dedi.

Tinka’yı konuşturmak zordu. Para geri almasına razı etmek daha da zordu. Bu para ona borç olarak değil onun ihtiyaç duyduğu para olarak karşılıksız verdiğimi uzun uzun anlattım.

             Fakat Timka  yalnız başını salladı. Bu uğursuz kağıtlar elline zorla koymaya çalışıyordum, fakat ellerini elini açmıyordu. Ve kağıtlar ıslak döşemeye düştü, bozuk para, ise boğuk boğuk şıngırdayarak her biri bir yana yuvarladı. Onu ne yapabildim ki ? Ayağa fırlayıp kollarımı ihtiyarın omuzuna sardım.

-          Canım benim, dostum! Bu para almazsan ömür boyu sana darılırım. Ve asla bu hamama gelmeyeceğim. Adeta bana saygı göstermiyorsun sen ya...

Timka’yı, bu çekingen, kendi halinde olan tellağı ikna etmek için sözlere kıymadığımı hatırlıyorum.

En nihayet kabul edip para geri aldı.

Rahatlayıp yıkanmaya gittim.

Kendi banyo süpürgemi haşlayınca buhar odasına girdim. O esnada tanıdığın yazarı gördüm. Vücüdu kırmızı olan edebiyatçı, üst rafta kurularak kendi kendine banyo süpürgesiyle kamçıladı. Erkek beni hemen tanıyıverdi. Tanıyıp yüzünü çevirdi.

Onu mahcup etmedim. Hatta yanına yaklaşmadım bile.

Bazen iyi ki hamamın içi karanlıktır... İyi ki buhar odası yoğun buhara bürünüyor. Borçlum, soyunmalığa dalıverdi. Ben yıkanırken yazar « farkında olmadan» soyunmalığa geçmeyi yetişti. O günden itibaren yazar, bana raslayınca yanımdan geçerirken görmemezlikten gelirdi.

1965

 

 

YİRMİ SENE SONRA

1.      SIRTIN ANLATTIKLARI

 

Oh, bu gerçek darbeyedi. Sırta darbe… Sırtım bu darbeyi hiç bilmedi. Beni bir yaya büktü, ve topuklarımla başımı taramayı zorladı. Spora şükkür; bu kadar dayanıklı olmasaydım, hayatta kalmazdım.

Önce çocukluğumda ben de yabancı sırtlara dayak atıyor olurdum. Şunu saklamayayım ki kendim de çok defa dövülmüş kalırdım. Fakat böyle darbeyi, bu kadar ani ve yıkıcı olan… hayır, böyle darbeyi ne attım ne aldım. Bu benim değil, başkasının, mesela bir yaşlı adamın, kadının veya çocuğun sırtı olsaydı, eminim başı yerinde durmazdı, kaldırımda yuvarlandığını görülürdü.

O gün çok baş yuvarlandı…

Başım arkaya eğildiği zaman etrafıma bakınabildim. Bir şey göremedim ama, arkam boştu. Evet, bu ansızın oldu. Fakat insane bakışı da bunun kadar hızlı. Daha bir dakika once burada yüksek taş binalar sıkışmış duruyordu. Şimdi ise yoktu. Yok oldu. Korkutucu siyah ve bozca kahverrengi düzlük kaldı. Hatırlıyorum ki büyük yangın, yer sarsıntılarından bile bir şey kalırdı; yanmış duvarlar, ayrı ayrı duran duman bacaları,, toz içindeki ağaçlar, haraplar. Burada ise bir şey kalmadı, yani hiç bir şey, sanki bir şey olmamış gibi. Genel olarak yüksek binalardan dolayı görülmeyen dağlar şimdi çok iyi görülüyordu – onlar yerindeydi. Başka farkedebildiğim şey; gökten bir yağmaur gibi çok geniş tahtalar düşüyordu. O damlardı, alışılmamış uçuştan sonra yere düşen damlardı. Uçan yüzlerce damların arasında zor görülebilen bir şey kayıyordu. Fakat insanları tanıdım, doğrusu cesetlerini. Damlarla aynı zamanda havaya uçmuş olmalılar. Fakat orada, havada biri onları ağırılına gore ayırmış olmalı; cesetler daha çabuk düşüyordu. Onlardan bazıları görünüşleriyle haçları andırıyordu.

Bütün bunları beni alışılmamış yörüngelerimin içinde bırakarak ayaklarımla başım birbirini görmeye acele ederken yaya bükülmüş halinde görebildim.  Aklım ve duygularım beni dinlememeye, beyaz siyah gibi ve beyaz siyah olarak görünmeye başladığı zaman gördüm. Bana yakında bir taşın düştüğü ve pamuk gibi siyah alev elev yanmaya başladığı zaman gördüm. Sonra… Sonra baygınlık, sersemlik…

Hatırladığım son şey sinsi darbenin bulduğu yer. O, şehrin tek katlı binalrdan oluşan sokakları olan kenarlarından biriydi. Japon şehirlerin böyle kenarları yaşam için çok uygun ve kendine özgü güzelliğe sahip. Bu kural olarak şehirlerin en şeneltip geliştirilmiş kısımları. Onları daha dede babalarımızın dedeleri şeneltip geliştiriyordu. Oradaki evler ufak küçük taşlarla döşenmiş duvarlarla çevrilmiş, büyük olmayan avlulara gelince Japon manzaraları model kullanarak yapılmış gibi; minicik dağlar gerçek Japon dağlarını andırıyor, küçücük havuzlar, gerçek Japon göllerine benziyor. Aynı nehir, aynı köprüler. Alçak vişne ve çam ağaçları. Mutlaka kasımpatılar olmalı. Bir avlu değil, gür kestirilmiş yeşil halı… Japon kadınlar avluya bakabiliyor ve bu işi çok sever. Bu işte savaş bile engel değil onlar için. Yavaş ve hüzünlü melodiyi dinleyerek dar dokaklarda yürüyordum. O zaman Japonlar hüzünlü şarkılardan başka müziği çalmıyordu, çünkü istemeyerek savaştıkları için kendilerinden utanıyordu. Boğcu bir gündü. Buna dikkat vermiyordum ama; bir çiftlikten kulağıma gelen hüzünlü müziğe kapıldım. İşte böyle durumdayken bu darbeyi hissettim. Şaşkına çevrilen ben o tek katlı evlerin semtine ne olduğunu farkedemedim…

Kendime ne zaman geldiğim benim için hala bir sır. Bu alçı taşının zincirlerinde ne kadar uzun yattığımı bilmiyorum. Bazen sadece bir veya iki gün içinde baygın kaldığımı düşünüyorum. Fakat amerika enstitüsündeki askeri hekim tam iki ay bana kızıyordu. Ne kadar inatçi aptal, sırtının patlamanın merkezinden ne mesafede ve nasıl sakatlandığını anlatmıyor diye! Askeri bilim için bu enformasyonun ne kadar önemli olduğunu anlamıyor mu? Hayır, çok iyi anlıyor.

Fakat istemiyor, konuşmak istemiyor. Gönlü mü kırılmış?.. Darılmış mı?.. İsyan mi ediyor?.. Bütün Japonya’nın önümüzde baş eğdiğinde nasıl bir isyan olabilir ki? Bütün Japonya ayaklarımızın altında, İmparatör boyun eğmiş, senin güneşin boyun eğmiş, aptal Japon!..

Hayır, askeri hekim effendi ve enstitüdeki meslektaşaları bana boşuna kızıyordu, çünkü hiç darımamışım o zaman. Bununla uğraşmak için vaktim yorku. Daha sonra öfkelenmeye başladım. Sonra yanıklardan acı biraz kesilmeye başladığı zaman. Öfkelenme acısı, hakaret acısı tabi ki fiziksel acıdan daha güçlü. Fakat sonra geldi, daha sonra. Amerikala bana boşuna kızıyordu… Boşuna.

Hiç ayak diremiyordum ben, ayak da direyemiyordum, çünkü o zaman hiç bir şeyden haberim yoktu. Neden alçı içindeki ben hastanede bulunuyorum. Zayıf bilincim, sırtıma darbeyle ilgili şeyden başka hiç bir şeyi yeniden canlandıramıyordu.Ne gördüm ben? Bunu anlamak da zordu. Bunun anlaması sonra, daha sonra geldi…

Kendime geldiğimde burada neden yattığımı sordum. Doktor:

-          Sırtınız Japonya’nın coğrafya haritasının kopyası, diye şaka etti, Sağ kürekkemiğinde Hokaydo bulunuyor… Büyük Honeyu, beklendiği gibi, bütün sağ tarafınızı aldı… Komşu Küsü’den dar şeritle ayrılıyor, Simono nehri ile. Bu adalar sol tarafınzda olmadığı için Tanrıya şükrediniz.

Bu soruyu doktora tam olarak ne zaman, darbedeb kaç ay sonra sorduğumu hatırlamıyorum. Çok defa sormak istedim, ama nedense soramıyordum.

Başka sefere doktorun şakaları, gururumu daha çok okşadı. ‘Çok iyi görünüyorsunuz, dostum. Japonya manzarası kendisi de sizi kıskanır. Dağlar mı? İşte bunlar; Fudziyama, Asahi. Sıra dağları da var; Tügoku, Küsü’yü tanıyorum. Hirosima ve Nagasaki’nin resimleri bile tam yerlerinde, oysa onlar orada çoktan yok. Hayır, harp yıllarının coğrafya haritalarından hiç biri sizin üstünüzdeki resimlerle yarışamaz… Güzel, doğru harita…’, diye söyledi.

-          Doktor, ama nasıl oldu böyle?

Gözlerinde şimşek çattı. Gözlüklerinin camları böyle öfkeye dayanamaz gibi göründü. Japonların gözleri büyük değil, akıllı ve biraz hüzünlü. Fakat Aman Tanrım, neşeli doktorun gözlerinde ne kadar çok öfke birikmiş! Gözleri çok korkutucuydu.

-          Taneka Uriko!, diye orta yaşlı kadına sertçe seslendi, Neden bu zamana kadar ona hiç bir şey anlatmadınız?

-          Anlatıyordum… Anlatmya çalışıyordum…

Haklıydı, gerçekten açıklamaya çalışıyordu, ama iki büyük şehir bir anda nasıl yok edilebildiğini, sakinlerin yarısı nasıl öldürülebildiğini anlayamıyordum.

Doktor, yanıma oturdu.

-          Erkek olun, lütfen. Bana sakin dinleyin. İki şehrinize amerikalılar nükleer bomba attı, diktorun endişesiyle zor baş edebildiği belliydi, Neden? Sizin erkek olmanızı istedim ya. Denemeler yaptılar. Birinci defa prova için, ikinci defa ise deneme bombardımasının verileri rasgele olmadığına kanaat getirmek için… Nasıl? Düşünce birliği yok bu konuda. Belki Japonya’yı kesin olarak yenmek için. Japonya, yenilişini kabul etmesine rağmen… Müteffikleri korkutmak yararsız olmaz… Savaşlarda her zaman bir paylaşma koşulu var. Herkes her zaman en büyük parçayı almak, üstünlüğünü göstermek ister… Öyle değil mi? İşte bombalarını bunun için atmışlar. Şimdi ise dinlenin. Tam rahat.

-          Annem, kızkardeşim vardı… Onlarla görüşmem mümkün mü?

-          Soyadınız nasıl? Nerede yaşadınız?

-          ‘Sabah kızıllığı’ semtinde…

-          Bu semt artık yok…

-          Annem merkez parkında çalışıyordu…

-          Parktan boş yer kalmış… Şimdi ise sus, dinlen…

Doktor haklı, susmalıyım… Acı yardım etmez; fethedilmiş millet yakınmaya, ağlamaya, gecegündüz dövünmeye başlarsa sadece sarılık kazanır bununla, bu kadar!

            Oradan yirmi yıl geçti. Bu zaman için on altı defa hastaneye yatırıldım. On altı defa sırtımı yamalıyorlardı. Sırtta bütün ülkenin coğrafyası gibi yük taşımak kolay değil.  Tabi ki bütüm sırtım sakatlanmamış, üstünde sağlam derinin dar şeritleri kalmış. Doktorun söylediğine gore bu şeritler, çok sayıdaki Japon adaları arasındaki mavı su şeritlerine benziyordu. İşte bu şeritlerden kesilip sakatlanmış yerlere koyulur. Sonsuz bir süreç. Kesilen yerlerde yeni yaralar oluşuyor…

            Şimdi lösemiden müstarib oluyorum, akyuvarların sayısı artıyor, artıkça da eritrositlerin yerini almaya başlar. Yirmi sne yaşamak için çok savaşmak zorunda kaldım. Daha kırkı doldurmadım. Ailem olsun diye istiyorum. Kim evlenir benimle ama? Lösemi hastalığından müstarip olanla mı evlenmek? Dünyada ucubelerin sayısını artmak istemiyorum. Belki de doctor haklıydı. Erkek olmalıyım, sabırlı olmalıyım, erkekçe sabırlı.

 

2.      GÖZLERİN ANLATTIKLARI

Ayko’yu uzaktan tanıdım. O beni de. Kızlar çoktan arbadaydı, Ayko ise beni bekliyordu. Japon kadınlar bağırmayı sevmez, buna alışık değiliz ve içinde termos olan filesini sallanıyor, beni acele ettiriyor.

Komşu köye gitmemiz, oradaki okulu tamir etmeye yardım etmemiz gerektiği için acele ettiriyor. Sokağın karşı tarafında fazla kaldım, çünkü durağa gelen karşi tramvaylar engelledi. Tramvayların gitmesini bekleyip Ayko’nun bana filesini salladığı yere yani okul bahçemize acele etmeye başladım. Okul gür bahçe ile çevrilmişti ve tramvayların gürültüsü ona gelemiyordu. Ayaklarıma acımadan ona koşuyorum. Onu bekletmeme utandım. Kızların şarkı söylemeye başladığını duydum artık ve Ayko’nun fileyi salladığını, endişe ettiğini görüyorum. Termosun nikelajlı kapağı güneşte yansıyarak havada gümüş daireler çiziyordu. Ayko hiç bir zaman hüzünlenmiyordu. İnsanları bu kadar iyi güldürebiliyordu ki… Sevimi civlesi ona çok yakışıyordu…

Birdenbire akıl almaz bir şey oldu, göğün patlaması gibi geldi. Fakat o gök değil, kulaklarım patladmış herhalde. Şaşkına dönmüş ben yukarıya baktım. Orada şehir üzerinde göğe bastıran kardan gibi beyaz ateş ve kardan yapılmış gibi ateşli sütun duruyordu. Ateş döküyordu, acıtacak kadar keskin ışın yayıyordu. Sonra yukarıda genişleyerek kaynamaya başladı. Aslı neredeydi? Anlayamadım. Ne kadar genişmiş? Size nasıl söyleyeyim… Şehrimizde, tam merkezinde bir fuar pavyonu vardı, yuvarlak bir saraydı. Sarayın temeli kalmış! Bana öyle geliyor ki o sütün pavyonun temelinden daha kalınmış…

Soraki anda okul hakkında hatırladım.

-          Ayko! Ayko!, diye bağırıyorum, ama sesimi duymuyorum.

Hiç bir şey görmüyorum. Ayko’yu, okulu, arabaları görmüyorum. Her şey yok oldu. Gözlerimin önünde sadece siyah boşluk var. Her tarafım kara boşluk; okulun durduğu yer, okulun arkası da. Her yerde kurum, kara boşluk…

Gürültü ve çatırtı ile yolu tıkayarak ağaçlar yıkıldı. Vücuduma harlı sıcaklık vurdu. Elbisemdeki sıcak düğmeler vücuduma saplandı. Sonra bilgisizlik, karanlık, kara boşluk…

İşte bu kara boşlukta son yirmi sene geçirdim. Size şimdi anlattığım, o zaman gördüğümün yüzde birini göstermiyor bile. Ateş, alev, beyaz kar diye anlatıyorum… Fakat gerçekte bu muydu orada? Onun hala adı yok, benzetmesi de yok. Sözlüğümüzde onu tarif etmek için, bu kadar doğru ve korkunç sözler yok. Ölüm… yıkılış… bela – hayır bu da uygun değil!..

Demir, taş hakkında söylüyoruz, onların eridiğini anlatıyoruz. Hemen küle dönen demir ve taş hakkında ne söyleyeyim? Gözlerinizin önünde bir şehir toza dönüp  bir anda yok oluduğunu nasıl bir sözle ifade edersiniz?

Evet, bunu ifade etmek zor, ama beni tasalandıran bu değil. Yirmi senedir karanlıktayım. Şehrin yeniden kurulduğunu diyorlar. Önce olduğundan daha güzel ve zengin olmuş. Onu görmek çok istiyorum. Bir defa olsun.

İşte bu ümitle yaşıyorum – görmek. Ummak istiyorum. Kendime geldiğimde doktora ilk sorduğum şey gözlerimdi.

-          Teyzem, diye yalvarıyordum, gözlerime ne oldu, lütfen söyleyin?

-          Neden endişeleniyorsun canım… Her zamanki gibi güzel.

-          Kör olmadım mı?

-          Şimdilik, hayır… Sen göremiyorsun, bu doğru, ama bu geçer, çok çabuk geçer.

-          Yüzüm nasıl? Ona ne olmuş?

-          Önemli değişimler yok. Beyaz mermer gibi güzel. Eskisi gibi güzel.

-          Saçlarım?

-          Saçlarını kestirmek zorunda kaldık. Çabuk uzar ama.

Kollarımla ayaklarım var mı diye hiç sormuyorum. Yüzümü, gözlerimi merak ediyorum.

Onları boşuna yoklamaya çalışıyorum, ama ellerim bana ait değilmiş gibi beni dinlemiyor. Belki çoktan kestirilmiş mi? Ayaklarım da benim değilmiş sanki.

Fakat gözlerim… Sağ kaldığına inanıyorum. Göz nuru döner, yüzümün ise makjajı yaparım. Bunun nasıl yapılması gerektiğini biliyorum. Belki de bir şey yapmama gerek yok. Hani doctor yüzümün mermer gibi beyaz olduğunu söylemişti ya. Hayır, yanılıyordur, beyazlığım mermer beyazlığı değil, beyazlığım biraz farklı. Sadece benim değil. Ayko, her zaman gözlerime kıskanıyordu, onların kapkara ve kirpiklerimin upuzun olduğunu söylüyordu…

Şaşılacak bir şey var ama. Hiç bir kimse hiç bir zaman bana kör demedi. Yirmi sene içinde buraya gelenlerden hiç kimsesi. Bu beni teselli ediyor. Bu yüzden gözlerimi saklamıyorum. Sesin geldiği yere cesurca bakıyorum. Selam veriyorum, gülümsüyorum… Çirkin olsam, yüzümde yara izleri varsa, kafatasımda göz evleri kapkara esnese, şüphem yok korkardınız.

Şimdi otuz beş yaşındayım. Göz nurumu, hayatımı kaybettiğim zaman on beş yaşındaydım. Fakat bu yirmi sene yokmuş gibi. Onları bir hayat diye düşünemiyorum. Hala on beş yaşındayım, çünkü göz nuruna kavuşmak umudum yaşlanmama izin vermiyor.

Göz nuruna kavuşur kavuşmaz hemen okula giderim. Yeni bahçesi varmış. Okulun artık beş katlıymış. Fotoğrafım baş köşeye asılmış. Daha bir sene okuyacaktım. Göz nuruna kavuşunca hemen okulu bitereceğim. Sonra üniversiteye gireceğim, yeni fakülteye, çocuk besleme fakültesine.

O çöl artık yokmuş. Etrafı yeşillenmiş, ve şehir belasını unutmuş. Bela, hüzünü… Tabi ki şehri süsleyemez. Şehir zarif ve neşeli olmalı. Fakat insanlar…İnanların bunu unutmak hakkı yok. Göz nuruna kavuşursam o günü tarif etmeyi ummuyorum, göz nurunu kaybetme pahasına görebildiğimi anlatmak. Her şey hatırlıyorum. İlk yıllarda umut beni coşturuyordu ve aklımda yeni ayrıntıları canlandırıyordum. Şimdi her şey değişmiş, bazı detaylar sönükleşmeye başladığını hissediyorum. Göz nuruna yakında kavuşamazsam çok şey unutacağımdan korkuyorum…

Bu kazadan sonra bütün dünyanın endişelenmeye başladığını, protestoda bulunduğunu diyorlar. Bilmiyorum ve bilemiyordum – ölüm halinde olduğum için – bu protestonun ne kadar kararlı olduğunu. Sizde nasıldı?

Şehrin yarısı yok oldu, yandı. Bu da iki saniyede. Şehrim harp şehri değildi. O zaman şehrimizde sadece kadın, çocuk ve yaşlılar yaşıyordu. Hiç bir kimseye zarar vermedi, tehdit etmedi. Ayrı özelliklere sahip değildi. Şimdiye kadar suçunun ne olduğunu anlayamıyorum. Arkadaşlarımın suçu neydi? Herkese iyilik yapmak istiyordu – hiç bir erkeği omayan komşu okulu tamir etmek istiyordu. Yirmi iki kız küle dönüşmüş, bir anda kül haline gelmişler. Bir tek ben hayatta kaldım... Hayatta kaldım diyorum, ama bu ne hayat böyle...

Eh, Ayko, Ayko! Zayıf ve güçsüzler için destektin. Üç kulübeden yaşlı kadınlara hep yardım ediyordum. Onları şefkati, değimez neşeliğiyle destekliyordun. Ne kadar da iyi yemek pişirebiliyordun! Büyük aile için yemek pişirmek için pirincin bir tanesi, bir demet soğan ve bir parça balık yetiyordu sana... Çok becerikliydin, hünerli ellerine sahiptin. On parmağın değil on elin vardı.

Tahkir edilen can, bazen intikamı ister. İnsan öfkesinin fırtınasının hakaret edeninin dudaklarına getirdiği çayı dökmesini ister. Evi içinde ölüm bulunan lekeli tozla kaplanmasını ister. Sakat olmak ne anlamına geldiğini onun da öğrenmesini ister. Çocukları, ve çocuklarınının çocuklarının sakat doğmalarını...

Hayır, kinci değilim. Fakat bir defa olsun intikam almak istemediğimi söylersem bana inanmayın. Öçleniyordum. Bir defa değil de. Kendimi tutuyordum ama, o kadar tutuyordum ki bu intikam duygusu bana artık hor bakmaya başlamış gibime geliyor.

‘Bunu bir düşmana bile dilemiyorum’. Bizde öyle deyim var. Bu sözler her yerde olmalı. Konuk sever ve çok iyi kalpli bir milletiz. Bunu da hiç kimseye dilemiyorum. Hiç bir kimsenin evine bela gelmesin diye istiyorum. Sakinleri, karıncalar gibi kızarmalarını istemiyorum. Dünya üzerinde lekeli külün uçmasını istemiyorum.

Bana çok insan geliyor. Herkes bunu anlatmamı istiyor. Belki hikayemi biraz ezbere gelir, ama başka yapacak şeyim yok. Onu çok sık tekrarlamaya mecburum...

Ümitlerle, rüyalarımla yaşıyorum... Fakat onları gerçekleştirmek elimde değil. Başkalar ne hayale kapılıyor galiba?..

Göz nuruna kavuşsam! Her şey görsem, görsem!..

3.      TAŞIN ANLATTIKLARI

Kara mermerim, kara taşım. Bir insanın elinden sonra parlamaya başlıyorum. Her şey ama her şey görüyorum. Bir insan güneşe bakamaz, ben bakabiliyorum. Bir insan her zaman doğru görmüyor; baktığı şeye hayran hayran bakıyor, bakarken de seviniyor, kızıyor veya korkuyor. Bana gelince her şeye sade ve açık gözlerle bakıyorum, çünkü duygularım bana karışmıyor. Her zaman, her şey görebiliyorum. Sadece gece göremiyorum.

Kara mermerim, kara taşım. Sevinç ve skorku benim için yabancı. Endişe de yabancı. Gördüklerimi aktarıyorum. İnsanların ifadelerimi nasıl kullanacağı umrumda değil.

O gün bayram günü değildi. O zaman bayramı andıran bir şey yoktu. Hiç kimse gülümsüyordu, gülümsemekten utanıyorduk, çünkü savaş vardı ve herkes yenilgi acısının bilincindeydi. O gün yanımdan çok insan, çok üzgün insan geçiyordu. Yeniyetme, öğrenci, kadın ve yaşlılar geçti. Neşesiz, kıyafetsiz. Daha erken, erken sabah işçiler geçti, asık suratlı, kir içinde. Kızlar bile gülümsemiyordu. Çocuklar... Onlar canlı ve neşeli olmanın ne anlamına geldiğini tamamen unuttu. Kadınlar ezgin, çocuklar başlarını eğdi. Bütün insanlar alımsız, daha küçük, boyları daha kısa oldu. Farketmeden ve yavaş yavaş , eski gürültü yapmadan askeri arabalar geçti.

Açık ve sıcak bir gündü. Sıcaktan yorulmuş orman uyukluyordu, sokaklarda sanki bir şeyi kulak asmaya çalışıyormuş gibi ağaçlar duruyordu. Ben de uyukluyordum.

Birdenbire bir şey parladı ve ateşli bir sütun gibi sarktı. Bu sütunun bir ucu bir yerde şehirde, diğer ucu da yarı kilometre yükseklikteydi. Gökte kuduran bir kapak oluşturuldu. Her yere görülmemiş ateş, görülmemiş ışık yayıyordu. Şehir, ateşe atılan bir kağıt gibi dürüldü ve yok oldu. Metal kül haline geldi. Taş toza dönüştü. Şehir bir anda onu kocaman bir canavarın yutmuş gibi ani yok olan toza dönüştü. Önce şehrin durduğu yer kaldı. Düz olmayan ve kavurulan...

Ateş akımı bana insanları atıyordu, tek tek ve bir yığın halinde. Bana vurarak direkten dönüyordu. Ayak ve kollar ayırıyordu bedenlerinden. Başlar paramparça oluyordu... Bir insan taşa vurmasın, Tanrı etmesin... Hava yanıyordu.

 Tramvay durağı çok kalabalıktı. İnsnlarla tıklım tıklım dolu tramvay kalkar kalkmaz tutuşuverdi. Bir an için metal kafesini gösterince parlayıp yok oldu. İnsanlar da yok oldu, tıklım tıklım dolu tramvaya girebilen ve giremeyenler de. Yandıklarını hissedemeyerek yandılar. Yetmiş beş insanın yanarken inlemelerini asla duymak kimseye vermesin Tanrı! Tanrı etmesin ateşin binlerce masum çocuk gözlerini yediğini, binlerce kız öğrencilerin elbiselerinin tutuştuğunu ve çıplak vücutlerinin cızırdayarak ateşte kızarıdığını görmek! Allaha çok şükür ki her şey çok çabuk bitti, o kadar çabuk ki bir yılan dilini çıkaramazdı bu süre içinde. Şehir kara çöle dönüşmüştür. Dağın en yakın yamacında ölü filleri andıran büyük taşlar göründü. Ağaçların yaprakları bir şeyle korkutulan son bahar kuş sürüsü kaybolduğu gibi yok oldu.

Sonra şiddetli rüzgar esmye başladı. Şehri aniden yerle bir yapan kötü cini kovmayı istiyormuş gibi burgaçlı burgaçlı sağanak rüzgar esti. Rüzgar kızgın ve kararlıydı, bir eve raslarsa yıkardı, bir fakirin evi olsa bile. Her zaman bir orman gibi gür parkların her ağacına sarılan rüzgar şimdi tek başına kül tozla boğularak kara külün sıcak yığınları üzerniden esiyordu.

Sonra hayatın ilk belirtileri çıktı; şaşkın şaşkın bakınarak çocuklar çıktı. Şaşacak çok şey vardı, böyle faciayı dünya ilk defa bildi. Onu birbirini öldürmek için insanlar yarattı, bu onların sanatı.

Sonra kadın, yaşlılar çıktı. Bakınıyor. Hani şehir, nerede? Şaşkınlık ve korku karmaşık duyguyla boşuna gözlerini siliyordu; bu onların şehri miydi? İnsanlar, şehri aramayın boşuna, zahmet vermeyin kendilerine. Daha iyisi bu kara belanın size nereden geldiğini arayın. Kötülüklerin kaynağını arayın, nerede saklandığını bulun.

Önce şehrin merkezinde yuvarlak beş katlı bir bina vardı. Eski yerinde düz kara alanın merkezinde sadece yanmış kafes kalmış. Nasıl kalmış? Korkunç ateş geçmişten bir iz bırakmaya mı karar vermiş? Veya aerodinamik şekli sayesinde daha oturaklı mı çıkmış?

İnsanlar hareket etmeye başladı – yangın yerinde hayat başladı. İnsanlar, diğer insanların naaşlarını, cesetlerini yakıyordu. Yanmış yuvasını temizliyordu. Bunu yaparkaen insanların nasıl hıçkıra hıçkıra ağladıklarını duymadım. Kulaklarım yok. Kulaklarım olmadığına seviniyorum galiba. Dayanamazdım. Ben, taş bile.

Çok geçmeden yanımda birkaç levha koyuldu, facia ile ilgili ilk bilgileri içeren birkaç ilan; sıcaklık – üç yüz derece, merkezinden bir kilometer yarı çapında bütün cansız ve canlı varlıklar yok oldu. Bu daire dışında patlamanın gücü biraz kuvvetten düştüğü için erimeye başladığı halde taş ve metal kaldı.

Kara mermerim, kara taşım. Saymayı bilmiyorum ve oradan kaç ay, kaç sene geçtiğinibilmiyorum. Sadece ebedilik biliyorum, benim için bir tek ölçüm var – ebedilik.

Şimdi şehir yeniden inşa edilmiştir. Öncekinden daha  büyük ve güzel. Yine bahçeler dirildi. Sokaklar daha geniş. Facia hakkında hiç bir şey hatırlatmıyor. Kesinlikle hiç bir şey, çünkü yıllar çok iyi çalıştı, insanlar da çok iyi çalıştı. En yüksek övgüye değer. Fakat insane emeğini ünlendirmek istemedi. Bir Japon’un ne kadar çalışkan olduğu herkesçe biliniyor. Sadece o korkunç günü anlatmak istedim. Metalin erdiği günü. İnsanların o günü hatırlamalarını istedim. Sakınmalarını da.

O korkunç günü yaşanan şehrin merkezinde şimdi taş insane yükseliyor. Onun kaldıran sağ kolu göğün nerede bulunduğunu hatırlatıyor. Sol kolu, insanlara uzanarak barış ve huzuru istiyor. Ağır göz kapakları ile kaplanan gözleri belanın daha tekrarlanmamalarını yalvarıyor.

 İnsanlara anlatmak istediklerim bu kadar işte. Bunu bird aha yaşanmamak için ne yapmanız gerektiğini bir taşa sormayacaklarını ummuyorum.

Nagaski –

Hirosima  1966

 


BÜTÜN ÖMÜR İÇİN

I

 

İki hafta içinde Erkebulan hemen hemen attan inmiyordu.

Aullarda toplantı yapıyordu – huzursuz, keyiflerin en umulmadık değişiklikleri ile, bazen de ipsiz sapsız toplantı… Kaymakamlık harp komiteleri kararlarına gore kolektif çiftlikler kuruluyordu.

Yakında yirmi dört yaşına giren genç şair, bu gezi sırasında şaşkınlıkla insanların söylentilerinin onu nasıl yüceltiğine bakıyordu.

-          O-o, Erkebulan!.. Erken!., diye onun hakkında söyleniyordu, Delikanlı yirmi iki yaşındaydı, kızların peşinden koşup toyları (bayramlar) ziyaret etse… O da ne? Beyaz Çar’a el kaldıranlardan biriydi! Erken, şimdi yanında Kolçak’ın kılıçları parladığı, kurşunların sesi geldiği halde kırmızı bayrağı altında durmaktan korkmadı. Batırın yüreği var!., diye şiirlerini ezberden okuyordu.

Gerçekten olayların içinde bulunuyordu, ismi istepte olup bitenlere boşuna bağlamıyorlardı. Sadedil halk, şiirlerindeki yüce benzetmeleri gerçek anlamıyla anlıyordu. Fırtına gerçek fırtına anlamına geliyordu. Yangın içinde istep. Tepelere doğrulayan güçlü ve gururlu kartallar. Kartal kanatlarının sallanmalarından dab u fırtına başladı.

O zaman böyle hissediyordu ve bunu böyle yazıyordu.

Gündüz Erken toplantı nahiye merkezinde yaptı. Uygun mevki olmadığı için halk yüksek olmaya tepenin eteğine yerleşti. Hergünkü konuşmaları tutuşmak kabiliyeti körletmiş ve sözleri sık kullanımı için kuvveti ve alışılmışın dışında olmalarını kaybetmiş olmalıydı. Toplanan insanları görüp kuşku dolu gözlerini farkeder farketmez yorgunluğunu ve dün konuşma yaptığını ve yarın yine konuşma yapması gerektiğini unutuyordu…

Erken, kırmızı bayrağı sallayarak Kazaklara istepe gelen özgürlükten bahsediyordu. Bazıları onu alkışlıyor, bazıları da bucak bucak kaçıyor, diğerleri sinip bekliyordu… Ne bekliyorlar? Bazıları ataların kanunlarına sadık kalma ve söz dinlemeden söz ediyor. İtaatli molla veya bayı kim gördü? İtaat kendileri için gerekmiyor! Bolşevikler, Artık böyle olmayacağını diyor. Artık alçalma, eşitsizlik yok. Kaderin acı adaletsizliğe son verilmeli. Fakat mutlu olma hakkı kazanmak gerek.

Zaman zaman:

-          Doğru söylüyor var ya! Sözleri nereden çıkarıyor ya?

-          Vay be, ne yiğit! Karımı ve çocuklarımı Allaha emanet ederim, kendim ise alırsa yoldaşı olurum.

-          Vaadettiklerinin yarısını görsem çok iyi olur!, diye duyuluyordu.

Bu yüzyıllık alışkanlığına gore arkada outran kedei[23] gürültü yapıyordu. Endamı yerinde yiğiti beğendiler. Dik yakalı siyah gömlek, sivri uçlu çizmelerine sokulan siyah kumaş pantolon, gümüş kaplamalı ince Kafkas kemeri – bütün bunlar ona aşırı derecede yakıştı. Gür siyah saçını geri nasıl attığını beğeniyorlardı. İçinde güven olan konuşma onları umutlandırıyordu.

Toplantı sona eriyordu ve Erken bu defa her şey iyi geçeceğini düşünmeye başladı. Göğüslerinde çapan ve kürkler altında sadece şapkalar değil taşlar vardı.

Birinci sıra sarsıldı. Oradan:

-          Ey, siz, yırtık pırtıklar! Susun! Gıdaklamayın!

-          Konuşmalarını kesin, çıplaklar!, diye duyuldu.

Geridekiler şaşkına döndü. Hayır, korkmadılar. Hemen cevap bulmadılar. Bu söze alıştılar. Onu çok duydular. Bu şehirden gelen yiğitin söylediği gibi özgürlük ve eşitlik başladığı zaman bu sözü yine duymak gariplerine geldi. Erken de sustu. ‘Çıplaklar!’, bunu kim bağırabilirdi acaba?

İlk sıraları süzdü ve hiç kimsede kalamadı. Gösterişsiz gri yüzlü gözleri bir yılan gözlerine benzeyen adam:

-          Susun! Susun orada! Yeni gelen adamı susmak istiyorum. Bir şey sormak istiyorum. Sorabilir miyim?, diye bağırdı.

Bu odur… Erken, bir hileye hazırlanarak:

-          Sorun, diye cevap Verdi.

-          Bir şey anlayamıyorum, diye anlamaz olduğuna üzülmüş gibi başladı, Sınıf svaşması bu ne bir şeydir? Argın-kipçak, kerey-uakla dövüşecek mı, sonra da onlara konrta-nayman[24] mı karışacak? Bütün bunlar da birbirini dövmeli mi? Doğru mu anladım?

‘Yoksa sıradan aul aptal lafazan mı?’, diye düşündü Erken:

-          Gerçekten mi anmadınız? Yoksa öylesine mi gevezelik yapmak istediniz?, diye gülümseyerek sordu.

-          Hayır, hayır! Olur mu hiç! Bilmek isterim…

Bu zamana kadar arka sıralar kendilerine geldi artık.

-          Boş laf bu! Bilmek ister o!

-          Bu Berş aptallığa vuruyor!

-          Hey, delikanlı, cevap verme ona! Bu köpeği kim üstüne saldırtırttığını biliyoruz!

Erken, insanları yatıştırmak için  kolunu kaldırdı ve yine sınıf mücadelesi hakkında konuşmaya başladı. Hayır, soy mücadelesinden bahsetmiyoruz. Argın-kıpçak ve konrat-naymanlar barış içinde yaşasın. Paylaşacak şeyleri yok. Herkesin aynı düşmanı var ama.

Birinci sırada oturuyorlardı - devamlı oburluktan kırmızı yüzlü ve son bahar büyük toy kuşları gibi şişmanlar. Arkadakilerle giysileriyle kıyaslanamazdı. Elbiseleri zengin ve yeniydi. Gözleri küçük fareler gibi acele acele koşuşuyordu.

İlk sıradakiler ilk bakışta önemli olmayan konuşmalar sürdürüyordu. Bakır telle sarılan kamçıların sapılarıyla hep Verş’i itiyordu: ‘Isır onu! Bird aha!’ diye söylüyordu. Kazakların en kurnaz kurnazlığı çok kolay çözülüyormuş. Erkebulan:

-          İsteplerin oğulları, hepiniz duydunuz!, diye söyledi, Siz bakın… Siz bu torakta yaşayacaksınız. Siz karar vereceksiniz. Çoğunuz ot-arba[25] görmüşsünüzdür. Uçuşan uzun kara yelesi olan hızla giden lokomotif durdurulabilir mi? İşte yeni zaman da böyle, onu tutmaya çalışanları yolundan silip süpürecek.

Sustu. Hemen alaylı sorular sorulmaya başladı.

-          Ha, kurnaz Berş, neden susuyorsun? Kötü dilini yutun mu?

-          Kurnaz tilki! Yedin mi?

-          Sırtın kaşınmıyor mu, Berş?

Fakat Berş, bütün bu iğneli sözler ona değilmiş gibi, yine kolunu kaldırdı:

-          Seni dinlemek, yiğit, sıcak yaz gününde iyi kumuz içmek gibi. Çok güzel anlatıyorsun… Kırmızı bayrak, ot-arba hakkında… Bana gelince sıradan bir adam, okumamış. Sen bana şunu anlat. Otlakları fakire veriyorsun. Hayvanları da ona veriyorsun. İktidar onun elinde, nasırlı ve emeği gören ellerinde, tıpkı senin dediği gibi. Şimdi bak! Sonunda senin fakir zenginleşir ve kendisi bay olur. Sonra ne olur? Ondan her şeyi alıp eski baylara mı dağtacaksınız?

Erken, buna verebileceği cevap hemen bulamadı. Sen çok akıllıca davranıyorsun, Berş! Göğüsü öfkeden soğudu ve bay uşağına yanıt sözüyle yerini göstereceğini biliyordu. Böyle daha once de olurdu.

Tam bir şey söyleyecek oldu, arka sıralar fırlayıp ilk sıralara karıştı ve göbekliler tepeyi dolanarak geri çekilmeye başladı. Aralarında ona uzanan onlarca kollardan kaçınarak zayıf Berş koşuşuyordu. Biri, birinin yırtık kulaklıklı kalpağına, diğeri birinin yassı burnuna, diğeri de yırtık çizmeden görülen parmağına küfür ediyordu.

Gene Berş yakalandı, yere düşürüldü. Birkaç iyi tekmelerden bir yana yuvarlandı. Pelüş elbiseleri kürnedi ve geri çekilerek korku içinde homurdanıyordu: ‘Hey, seni! Yatış seni!.. Yatış’. Ne gururlu duruşları, ne emin korkunç tavrı kaldı. Hiç bir şey kalmadı. Onlardan hiç biri kamçıyı kullanmaya cesaret edemedi.

Geri çekilip tepenin arkasında kayboldu.

Erken, az ötede duruyordu. Ona uzun boylu omuzlu bir yaşlı adam yaklaştı. İki genç yiğit onu kollarından tutacaktı, ama hırçın hırçın bıyığını oynatıp uzaklaştırdı onları.

-          Çocuklarım, ne yapıyorsunuz? Yardımsız tepeye çıkamayacağımı mı düşünüyorsunuz?

Yaşlı adam, Erken’in yanında durdu. Arkasından gelen halk da durdu. İşte böyle halk kızmaya başlarsa taşan nehri andırıyor, dağılırsa bir küçük derecik gibi.

-          Sözlerini böyle anladık, oğlum: ‘Senin günün geliyor, halkım! Yeni hayatın şafağını karşılamaya çık’. Senin hakkında duymuştuk, işte akıllı söze kulak asmak için toplandık. Umutlarımızda yanılmadık. Doğru mu söylüyorum?, diye diğerlerine döndü, Onun gibi kendisi aldanabiliyor, başkalarını aldatmayacak.

Erken, ihtiyarı saygıyla dinliyordu. Toplantının böyle sonucunun sebebinin konuşmalarının coşturucu olması olabildiğini düşünemiyordu bile. Hayır, bu zaman her şeyi yerli yerine koyar. Erken:

-          İyi bir söz için teşekkür ederim, baba. Sözlerimin kalbinize dokunduğuna sevindim, diye görmüş geçirmiş yaşlı adamın yanında davranması gerektiği gibi alçakgönülükle cevap verdi.

-          Şunu söylesene bize, Alaş-Orda ile çağırılan yiğitler geri dönebilir mi?

-          Evet, eve.

-          Bu doğru! Orada yapacak şeyleri yok. Sana gelince… Yaşlı Bayken’in evi yoluna düşerse en değerli misafirimiz olursun…

…Erken, Kzıl-Mola gölünün kıyısındaki küçük aula yaklaşırken durmadan bu toplantıyı, pelüş elbislerinin yırtık kürkler arasındaki dövüşmeyi düşünüyordu. Nahiye başkanı Mırzakeldı ona: ‘İşte öyle çıkıyor, komiser yoldaş, insanlarımızı kavga ettirdin, toplantıyı bozdun, halkı coşturdu. Öyle mi? Bundan sorumlu kim olacak?’, diye düşmanca söylediğini düşüüyordu. Fazla sözleri olmadan kimin elini tuttuğu, Mırzakeldı’nın kimin arkadaş, kimin da düşman olduğu belliydi. Erken nahiye başkanına sertçe: ‘Yoluma devam etmem için bana atlar vermin gerektiğini unutma’, diye söyledim. O da: ‘Tamam, tamam… Atlar Kzıl-Mola gölünün yanında bekliyor, oradan da her yirmi vers tam şehre kadar yenilere binersin’.

            Erken konuşkan olmayan asık suratlı rehberle Kzıl-Mola’ya vardığı ve küçük beyaz otau yanında indiği  zaman güneş batıyordu.

II

            Erkan, attan indi, rehberi ise dizgini ondan alıp hemen geri gitti.

            Sahip onu karşılamaya çıktı. Biraz garip izlenim bırakıyordu. Bir gözü, misafire işkilli işkilli bakarken diğer gözü bir yana bakıyordu. Kime göz kırptığını, kime gülümseyerek gözüne girmeye çalıştığını anlamak zordu. Gökte çıkan yıldızları sayıyormuş gibiydi. Erken, selam verdikten sonra:

-          Hani atlar nerede?, diye sordu, Nahiye başkanı bana burada şehre kadar atı verileceğini söyledi.

Artık sahibin yaltakça gözü Erken’e bakıyordu:

-          Aul başkanı akşama sizi yarın öğleyin beklememizi bildirdi. Atları sürülerine gönderdim. Bizde gece için kalın. Şehrinize kadar sadece elli verst var. Sabah götüreceğiz.

-          Ya sen kimsin? Aul muhtarının yardımcısı mı?

-          Hayır, arabacıyım. Fakat vazgeçmeye karar verdim, diye diğer gözünü Erken’e dikti, Çok gailem var. Birini karşıla, diğerini uğurla. Artık dükkana giderim, kaperatıp[26] bunun adı, diye önemli görünmeye çalışarak ekledi.

İçinden keçe perde bir yana atıldı ve evlilikte güzelliğini hala kaybetmeyen bir kadın çıktı. Başı caulıkla değil renkli Çingene şali ile örtülmüştü. Aferin şaşıya! Ne karı almış!

Kadın perdeyi tutmaya devam ediyordu, diğer eliyle davet işaretini yaptı.

Erken içine girdi.

Yurtada karıkoca yatağının yanında renkli ipekten perde asıyordu. Ucuz çizgili basma ile kaplanan yastıklar, örtü, battaniye, sahiplerinin bolluktan çok uzak olduklarını gösteriyordu.

Ev hanımı ocağın yanındaki şeref yerini işaret etti. Yanında kafese yaslanan dombra vardı.

-          Aullar, caylauya göç etti, burada bizden başka kimse yok, diye söyledi kadın.

Erken’e kadının güleryüzlü olması, kocasının yüzünü gölgeliyor gibi geldi. Eskisi gibi susuyordu, bir şeyden rahatsız olduğu belliydi. Kendine yer bulamıyordu. ‘Biz de göç edeceğiz’, diye sözü çiğneyip yurtadan çıktı, ama hemen döndü ve nedense yaşlı babasının nahiye başkanına gittiğini ve geç kaldığını anlatmaya başladı… Yine çıktı…

Kadın lambayı yaktı ve mahcup mahcup gülümseyerek:

-          Şiirleri yazdığınızı ve dombra çaldığınızı duymuştuk..., diye söyledi.

Erkebulan yurtada tek başına kaldı. Tellere vurmayı sevmiyordu. Onlara hafiften parmaklarıyla dokunuyordu. Bu hemen hemen belli bellirsiz dokunuşlardan hafif düşünme melodisi doğuyordu.

İşte istepte sakin dere akıyor. Rüzgar da yoldayken gürültülü ve kaygısız kavaklığa uğradı…

Genç kadın onu rahatsız etmemek için yavaş yavaş perdeyi çekti ve ellerinde bir kucak odun olan delikanlıyı içeriye soktu. Ocakta ateş belirdi. Ateş güçlendikçe yurta daha neşeli ve daha geniş oldu. Sağda duvarda gümüşle kaplanan pahalı eyer asılıydı, yanında ise telle sarılan saplı zarif kamça. Bakır ve gümüş sönük biçimde parlıyordu ve ateş ışığında sanki birbiriyle konuşuyormuş gibiydi.

Artık etrafı daha rahat geliyordu. Genç ev sahibesi ısıtılan yağlı güzel kokulu koyu çay döküyordu. Tanımadığı misafire saygı göstermeye çalıştığı belliydi. Belki kocasının saygısız susmasından bırakılan izlenimi düzeltmeye çalışıyordu.

-          Bizi elverişsiz zamanda ziyaret ettiniz, akın-aga… Komşu alular caylauya göç etti. Bir tek biz burada kaldık. Ne yiğit ne kızlar var. Sizi duyabilecek uygun dinleyiciler yok. Sizi bugün hüzünlü karıkocayla neşesiz bir akşam bekliyor. Erken:

-          Neden neşesiz diye düşünüyorsunuz? İçten iyilik ve yürekten ilgiden daha iyi ne olabilir ki?, diye nezaketle cevap verdi ve sahibeye bakacaktı, ama şaşı ev sahibinin bir gözüyle ona, diğer gözüyle ise karısına baktığını hissetti. Erken, şaşkınlıktan az kaldı ağzı açık kalacaktı. Aşk olsun! Kıskanıyor mu? Kendini ve onu bu kadar güzel kadını değerlendirebiliyor olmalı.

Duvarın yanında çömelerek outran delikanlı, misafirin hayretini farkedince kendini tutamayıp gülmeye başladı. Kadın, onu ne güldürdüğünü anladı. O sanki istemeden:

-          Kaysar, ne oldu? Adamakıllı davranamıyor musun? Gözlerini tutamıyor musun?, diye söyledi.

Kocası dokunaklı imayı kulak ardı etti.

-          Bak, herhangi bir at yok mu? diye ona hitap etti, Kaysar’I Buzauat’ın auluna gönderirdik, onlar da burada kaldı. Bize gençler çağırırdık… Ne dersin?

-          Hayır, diye kısaca cevap verdi Otarbay.

-          At neye lazım? Yürüyerek gidip hemen herkesi toplarım. Misafirimiz Akın diye bir söyle onlara, hemen gelirler!

Delikanlı yarım kalktı. Üstünde belinde gevşekçe sıkılan koyun yününden çapan vardı. Çapan altından çıplak göğüs görünüyordu. Alnı ve yüzündeki çiçek bozukları yüzünü bozmuyordu, açık ve güleryüzlüydü. Bu Kaysar çevik ve ödevcil olmalı. Ev sahibesi ona öyle demiş olmalı.

Fakat teklifinin karşılığı olarak ev sahibi yine:

-          Hayır..., diye kesti sözünü. Kadın ise:

-          Neden hayır?, diye isyan etti, Yoksa insanlardan mı korkuyoruz? Yoksa komşularımızın dinlebildiği akın bize her gün mü geliyor?

Ev sahibi, reddini açıklamak istemedi. Sürekli düşünce aykırılığına alışmış olmalı ve karısının isteklerine dikkat etmeyi bıraktı.

Erken, katılığı göstermediği ve şehre gitmek için bugün atı verdirmediğine pişman oldu. Aile kavgaları – yabancılar olmadan kavga etsinler.

Dışarıdan at ayaklarının sesi duyuldu. Kadın:

-          Ne yerinde kurtlanıyorsun?, diye sertçe kocasına sordu, Bize mi gelindi? Birini bekliyor musun?

Kapıya bakmaya devam ederek cevap vermedi.

Atlar yaklaştı. Otaunun yanında durdu. Atlıların atlardan indiği duyuluyordu. İkisi kapıda göründü. Hafif giyinmişti. Uzak yola hazırlanmıyordu demek. Misafirler mi, birini kovalayanlar mı? Dışarıda da iki-üç kişi kaldı. Girenlerden biri:

-          İyi akşamlar, diye yavaş sesle söyledi.

-          Buyurunu, buyurun. Ev sahibi onlarla bambaşka sesle konuşuyordu.

-          Nasılsın Akbala? Evde her şey iyi mi Otarbay?

İşte şimdi Erken isimlerini öğrendi. Tabi ki bu kadar sevimli ve güleryüzlü kadın Akbala olmalıydı. Ona başka türlü demek garp olurdu. Allah etmesin – Ultugan veya Dametken[27]...

Girenleri, ev sahipleriyle eski dostlarla gibi konuşuyordu. Bunun yanı sıra Erken’e tecessüsle arada bir bakıyoru. Ev sahibi:

-          Eee, nereye gidiyorsunuz? diye sordu.

-          Hiç bir... Kaybımız var. Şehir atı kaçmış.., diye muammalı muammalı cevap verdi onlardan biri.

Sofraya oturur oturmazlar dışarıdan:

-          Otarbay! diye yüksek ses duyuldu.

Ev sahibi, boynunu omuzlarının içine çekip kalkmak ve çıkmak için cesaretini hemen toplayamadı.

-          Hey, Otarbay! Daha çok mu seni bekleriz?

Kapıya doğrulacaktı, Akbala, yarım ağız:

-          Onu buraya getirmeyi düşünme bile...

Yiğitler yine Erken’e yan gözle baktığı için Akbala’nın Kaysar’a kısa amirane nazar attığını farketmediler. O kadını anladı ve hemen çıktı. Yiğitlerden biri çok sakin davranıyordu, diğeri ise çaydan başka onu hiç bir şey ilgilendirmiyor gibi yapıyordu. Erken, onun gelişinden sonra ev sahibinin yerini bulamamasının sebebi hiç kıskançlık olmadığını anladı.

Yurta sessizdi. Dışarıdan ise nasihatler veren ses duyuluyordu. Sözleri anlamak zordu, ama konuşan bir şey talep ediyordu, bir şeye zorluyordu. Ev sahibinin yaltaklanan sesi önce itiraz ediyordu. Sonra bassonun akımı ile bastırılan ses tamamıyla sustu.

Akbala’nın uyarısı kar etmemiş herhalde. Otarbay arkasından iki adam yurtaya girdi. Birinci olarak kırmızı kuşakla kuşanmış saten elbiseli adam azmanı girdi.

Kara kara bakıyordu, yüzünde yarılmış tavşandudağı çıkıktı. Reis gibi davranıyordu. Yoldaşı yanında bir gölge gibiydi. Adam enzamı kapıda durdu, o da kıpırdamıyordu. Izbandut gözlerini toplananların üzerinde dolaştırdı, yoldaşı da herkesin üzerinde gözlerini gezdirdi.

-          Merhaba avrat! diye söyledi adam, yoldaşı ise söylediklerini tekrarlıyormuş gibi dudaklarını oynattı.

Akbala, dastarhandan (sofra örtüsü) kalkmayarak:

-          Senden insane sözü duyulur mu hiç? diye düşmanlıkça cevap verdi.

-          Ho! Sen avrat değilsen kimsin o zaman?, Açlık yılda bir inek ve yarım çuval buğday için verildiğini unuttun mu yoksa? Unuttun mu?

-          Hayır. Fakat sen – sen beni yutamadın. Ağzın delik çıktı.

Kadın her zaman kadın kalır… Akbala, can noktasına vurdu – tavşandudağı… Izbandut, ne cevap vereceğini bulamadı bile. Daha sesli solunmaya başladı.

-          Isırmayı biliyorsun! Bunu daha yumuşak bir sesle sanki mütareke yapmayı teklif ediyormuş gibi söyledi. Suç bende mi yoksa?.. Babasına yakın, mezarında yuvarlansın. O seni Otarbay’a verdi, sonra da ucuza verdiğine pişman oldu.

-          Başkalarının mezarları hakkında boşuna gevezelil yapmak yerine senin poştabay baban nerede yattığını arasan daha iyi olur!

Hayır, Akbala en küçük hakaret cevapsız bırakamıyordu. Babanın nerede gömüldüğünü bilmiyorsun diye söylemekten ne daha hakaret edici olabilir ki?

Izbandut kıpkırmızı kesildi, eli kalın sekiz yüzlü kamçıyı daha çok sıktı. Erken, lazım olursa genç kadına arka çıkmaya hazırdı. Ünlü şarkıcı ve şair Birjan’ın sitemkarı, herkesçe nefret edilen poştabayın ne ilgisi olduğunu anlamadığı halde…

Otarbay, iki ateş arasında kaldı. Ne kadını, ne ızbandutu yatıştıramıyordu. Bir de sonuncu karşısında evine bir sahip gibi görünmek istiyordu.

-          Buyurun Toke… Buyurun, neden duruyorsun orada! Otur… İşte çay iç…

-          Ben Karaotkel’den[28] bir dilenci miyim? diye sözünü kesti Toke,  Çay mı içeceğim? Kımızı ver.

Ocağın yanındaki koşmaya ağır ağır oturdu, yanına kamçısını attı ve bu zaman içinde birinci defa Erken’e baktı. Gözleri kırmızı dammar içindeydi. Acıma bilmeye gözler. Çenesinde bir tek saç yoktu, ama buna karşılık bilek, el ve kalın kısa parmakları tarantelin tüylü ayakları gibi siyah yünle kaplanmıştı.

Akbala, hiç ses çıkarmadan dastarhanı topladı, semaveri getirmesine Kaysaryardım etti. Çok geçmeden yine yurtaya uğradı:

-          Bayım! Hanım sizi çağırıyor.

Toke, Otarbay çıktıktan sonra kamçısını eline alıp sallayarak:

-          Otarbay olmasaydı, bu küstah karıyı şişman kalçalarından bir defa kamçılardım…

Yoldaşlarının biri:

-          Oybay, Toke-ay[29], diye kendini tutamadı, En şişman kadından siz onu dövdükten sonra ne kalır ki?

-          Babanızın bu sizing kamçanızla eski zamanlarda Birjan kendisini kamçıladığı doğru mu?

Toke, kendini beğenmiş edası ile gülümsedi ve yine Erken’e bir bakı attı.

-          Hayır, insanlar, yalan söylemiyor, diye sorana cevap verdi, Bu kamçıyı babamın elinden almıştım. Birjan ise o olaydan sonra kendine gelemedi. Şiirlerini yazmayı bıraktı. Hayatının sonunda ise çıldırmış.

Tarihi kamçı kendisine merak uyandırdı. Yurtaya once gelen iki adamlardan ikincisi:

-          Ucuna kurşun içine geçirilmiş. Doğru mu bu? diye sordu.

-          Sen ne düşündün? Çok kurşun var içinde. Birinin başına gelirse, kafatasını ikiye kırar!

-          Baban Birjan’ı ne için kamçıladığını biliyoru musun?

-          E, Birjan-sal! Birjan-sal!.. Böyle insanları görmemiş miydin? Kendisi yoksul köle soyundan geliyor… Fakat giyinip kuşanıyor, arap atına biniyordu… Soylu adamlar gibi davranıyordu. Kimin iyi, kimin de kötü olduğunu yargılamak hakkı kendisine üstlendi. Bütün bunlar dombra çalmayı bildiği ve saçma şarkıları yazdığı için. O zaman bir bayram varmış. Birjan, birine arka mı çıkmış, ya adaletini mi göstermek istemiş, bilemiyorum… İşte yemiş… Deve yününden çapan (giysi) bıçakla gibi kesilmiş. Atı beyazmış, tüm sağrı Birjan kan içindeymiş.

Toke’nin yol arkadaşları gürültü kopardı.

-          Vay canına!

-          Hayatta nasıl kaldı ama?

-          Aman Tanrım… Babam bir ders vermek için sadece ona hafifçe dokunmuş.

Bu konuşmadan her sözü Erken’in göğsüne bir bıçak gibi saplanıyordu. Artık bu tavşadudağı olan adam enzamı kim olduğu anlaşıldı! Erken’in şiirlerini kıskançlıkla söylediği herkesçe sevilen bilgi, içtenlikli şaire kolunu kaldırmaya cesaret eden alçak poştabayın oğluydu.

Bu olay çoktan efsane oldu – istepte bir auldan başka aula geçen efsanelerden biriydi. Farklı farklı anlatılırdı; nahiye başkanının postacısı ‘poştabay’ın bir bayramda şarkıcıyı kamçılamış. Fakat Erken, o poştabayın oğlunun elinde bu kamçıyı göreceğini düşünebilir miydi hiç?

Önce Erken, bu konuşmaya önem vermiyordu, ama sonra onun Birjan-sal’ın hikayesini mahsus hatırlamış olduğu olmasa diye düşündü! Onun da şair olduğunu mu biliyorlar?

            Erken, not defterini çıkardı.

Toke, ona döndü:

-          Ne yapıyorsun orada, delikanlı? Yazıyor musun?

-          Yazıyorum.

-          Ne yazıyorsun?

-          Birjan hakkında hikayeni yazmak istiyorum.

-          Neden? Birjan sana kim?

-          Babam sayılabilir.

-          Akınların dili kaşınırken bu sırtları da kaşınıyor demek. Bunu bildin mi?

-          Kamçanın farklı ellerde aynı şekilde vurabileceğini biliyor musun?

Toke kesik kesik gülmeye başladı ve bir dananın somağı gibi küt burunlu çizmelerin konçlarına vurdu. Konçlar yağ içindeydi – Toke’nin besparmaktan sonra onlara ellerini silmek alışkanlığı vardı.

Söylediği oldukça açık söylendiği halde Erken bunu etkili tehlike gibi algılamadı. Bundan çok sıtma görmemiş sesine, büyük tüylü siyah yumruklara ve kurşunlu sekiz yüzlü kamçaya sahip olduğu için kendisini istepte erki sınırsız sayan küstah adamın salakça şakasıydı bu. Erken, gülümseyerek:

-          Anlamanın zamanı geldi, diye söyledi, ki dünyada kamçıdan daha büyük güç var. Duymadın mı? İstepte şimdiye kadar Birjan-sal hakkında şarkı söyleniyor. O şarkıda baban rezalete çıkarılıyor… Adı bile kalmadı – ‘poştabay’, bu kadar…

-          Ne? Sen ne dedin? diye yerinden yarı kalktı Toke.

O zaman perde kaldırıldı.  Otarbay ve Kaysar özenle tegene taşıyordu.  Tegene – köpüklü kımızlı büyük tahta kase. Arkalarından Akbala girdi. Yüzü sarıydı. Yüzü caulıkla aynı renkteydi. Kadın telaş içinde Erken’e baktı. O, Akbala’nın  kendisinin tehlikeye düştüğünü gösterdiğini ve yardımına gelmeye hazır olduğunu anladı. Toke, ev sahibine:

-          Ne uğraşıyorsun? diye atıldı, Kımızın tadına bakacak mıyız bugün?

-          Bekle biraz, batır-eke… Döküyorum, Toke. Bir dakika geçmeden…

Otarbay’ın yüzü buruşuk ve perişandı. Daha demin zayıf olsa da erkeğe benziyordu, hatta önemli görünmeye çabalıyordu. Şimdi ise sağanakta bir keçi gibi titriyordu. Karısından sapartayı yemiş herhalde. Fakat ondan daha çok Toke’den korkuyordu.

            Akbala, hiç onuşmadan kocasını geriletti ve en yeni en güzel kaseyi seçti. Izbandut o zamana kadar ev sahibinin ona verdiği kaseyi içti artık ve yine onu uzattı. Fakat Akbala onu bekletti.

-          Kaysar misafire verir misin, diye söyledi ve kaysar misafirden kimi kastettiğini sormadı.

Erken, Kaysar’ın elinden kaseyi alıp dibinin altında bir not olduğunu hissetti. O zamanda herkes Toke’nin yeni hakarete nasıl katlanacağını izliyordu ve Erken görünmeden kağıdı not defterine koydu ve onu çabuk gözden geçirdi.

Akbala, bir şey olmamış gibi kımızı karıştırıyordu. Misafirler, bir kaseden sonra başka kaseyi içiyordu. Yurta sessiz oldu. Herkesk birbirini izliyor ve konuşma yürümüyordu.

Akbala’nın bakışlarını farketti. Erken şaşkınlığını anlıyordu. Kadın, notu okuduğunu farketti. Neden bu kadar kaygısız? Neden zaman zaman dudlarında gülümseme oynuyor ve yüksek alnıya bir buruşuk bile dokunmuyor? Bakışları daha umutsuz oluyordu; genç kadın yalvarıyordu. Arkadaşları arasında gibi oturmamasını ve kendisini kurtarmak için bir şey yapmasını istiyordu.

Yurtanın yanında gürültülü birinin at arabası durdu.

Akbala’nın gözleri tamamen umutsuz oldu. Gözleri, Erken’e: ‘Ah, geç kaldın, geç kaldın! diyordu, Gerçekten mi geç kaldı?..

Erken, sanki istemeyerek yerinden yavaş yavaş kalktı.

-          Delikanlı, beni avluya götürsene, diye söyledi. Kaysar, ayağa fırlayıp:

-          Hadi, Akın-aga, diye perdeyi açtı.

Erken yavaş yavaş Akbala yanından geçti, gözleriyle vedalaştı onunla ve çıkışa doğrulacaktı, yanında Toke belirdi.

-          Nereye gidiyorsun?

-          Dedim – avluya.

-          Otur! Bir yere gitmeyeceksin.

-          Sen mi izin vermeyeceksin?

-          U-u, seni, babanı, senin Birjan’ı!..

Kamçayı kaldırdı. Fakat Erken, buna hazırdı. Kısa, güçlü ve hemen hemen bellirsiz bir yumruk Toke’nin tam şakağına rasladı. Toke dizleri tırpanla biçilmiş gibi yere çöküverdi. Sol ayağı ateşe düştü, alev çizmenin yağlı derisini yalayınca yurtaya yapışkan pis koku yayıldı.

Ne olduğunu kimse anlamadı, Karaotkel’de bilinen tatar tüccarın oğlu Farid girdi. Başında sabit siyah takke, göğüsünde bir cepten diğer cebine gümüş saat zinciri vardı. Erken, onu böyle şehirde görmeye alışmıştı, burada da aynı halinde gördü. Tabi ki onlarla birlikteydi. Farid, Erken’e elini uzattı, o ise avluya adım attı.

Kaysar, onu kolundan çekiyordu. Erken, gözlerinin karanlığa alışması içinbir an için durdu. Bu zamanda karşıdaki büyük yurtanın kapısı açıldı ve öbür taraftan aydınlatan üstünde kolsuz parlak sarı elbise olan gencecik bir kız göründü. Işık bir an için kızı aydınlattı ve o hemen kayboldu. Sanki akınların şarkılarından gelmiş gibiydi. İnce kaşlı, dağ keçisi gibi nazik, gurulu ve itaatli. Bir yiğitin ezeli hayali… Erken, bütün bunları farkedebildi. Fakat yaklaşıp konuşabileceği gerçek bir kızmış gibi gelmedi ona. Bu güzellik kendisiydi. Önce onun nasıl görünebeleceğini tasavvur ediyordu. Artık bunu kesin biliyordu.

Kaysar ise onu yurtanın arkasında bağalanan ata çekmeye devam ediyordu.

-          Hadi gidelim, aga! Çabuk ol! Sizi öldürmek istiyorlar. Bu ata binin. Alnında bir yıldızı olan doru at, ama şimdi onu göremezsiniz. Bu Toke’nin atı. Rüzgar gibi at. Ben ise beyaz atla… O da iyi bir at. Haydi aga çabuk!

Erken’e kızı göreli yıllar geçmiş gibi geldi. Belliydi ki bu gerçekten bir anlıktı, çünkü ancak şimdi yurtadan korkuyla dolu sesler duyuldu:

-          Öldürdü mü?.. Toke, Toke, kendine gel!

-          Suyu getirin, çabuk…

-          O mu onu?.. Erkebulan mı?..

Bunu tüccarın oğlu demin gelen tatar sordu.

            Erkebulan, Kaysar’ın ondan ne istediğini hala tam olarak anlamayarak kolayca ata bindi. Evet, çabuk. Dünya kenarına gitmeye hazırdı. Atları hemen yormamak için önce tırıs gidiyordu, sonra dörtnala. Yurtadan:

-          Peşine! Peşine!

-          Kaçamazlar!

Yetişebilirlerdi. Fakat Erken, ona bir şey olmayacağına emindi. Bundan böyle güzellik kendisi onu koruyordu.


III

            Bu kaykırış, beddua ve tehditler kızın kulaklarunda uzun uzun kaldı. ‘O Allah, onlara yetişirler mi yoksa?’, diye tekrarlayıp durdu. Hayır, ama, böyle erkek güzeli, böyle yiğiy. Yapamazlar!

            Büyük yurtada Aklima, annesinin yanına yattı, ama uyuyamıyordu. Önce karanlıkta kendi kendine gülümsüyordu. Sonra yine korkuya kapılıp battaniya altında üşüyordu. Kalbi o kadar sesli atmaya başlıyordu ki Aklima, annesinin uyanacağından korkuyordu. Neden anlamıyordu, ama geçen gün ve geçen akşam onu bir ömür için daha büyük yaptığını hissediyordu.

            Dün öğleyin Kaysar’la beraber su almaya göle gitti. Önce çok defa gittiği gibi... Eski gıcırtılı arbaya kaburgaları fırlamış yaşlı deveyi koştular. Aul tarafından göl kıyısı dikti. Kaysar iki kovayla suyu taşırken Aklima at arabasında durarak fıçıyı dolduruyordu. Çok neşeliydi ve eğlence uydurdular. Kaysar kovayı Aklima’ya suyu boşaltacak şekilde veriyordu. Aklima, altında kalmamak için birikintisi oluştu. Su bir oluk yaparak bir yana akıyordu. Yaşlı deve memnuniyetsizce başını sallayarak su sağrısına dökültüğünde sertçe ses çıkarıyordu.

            Yarı çıplak Kaysar, paçalarını ta uyluklara kadar sıvayarak akşama kadar su taşımaya hazırdı. Aklima ıslandı. Renkli basma elbise kalça, karnı ve göğüsüne yapışarak esnek kız vücudunu belli etti. Fakat ne kız ne Kaysar böyle yaramazlıklar iyi bitmeyeceğini biliyordur galiba. Belki de bunu bayağı bilmediler.

Aklima, Kaysar’ın başına yarı kova su döktükten sonra arabadan indi.

-          Kendin taşı, kendin dök! Ben gidip elbisemi kurutacağım.

Aklima gitti. Kaysar, fıçıya baktı ve yarıya boş olduğunu gördü. Kovaları taşımaya devaö ederek arada bir geri bakıyordu. Aklima nereye gitti diye. Sonra arabadan kıyıdan kızın oldukça uzağa yüzdüğünü gördü. Gölün düzeyi üzerinde beyaz elleri görünüp kayboluyor, güneşte sırtı parlıyordu.

Kaysar arabadan indi, kovaları bıraktı ve oraya ona gitti. Onu korkutmak, takılıp kızdırmak için. Uçurumdan aşağıya koştu. Aklima tam gölden çıkıyordu. Delikanlı hayatında ilk defa çıplak kadın vücudunu gördü. Omuzlarına döken gür saçı sol göğüsünü kapladı. Karnı, kalçaları ve güçlü ve düzgün bacaklarında değerli taşın kırıkları gibi su damlaları parlıyordu.

Kaysar donup kaldı. Ağır ağır nefes alıyor ve bir türlü soluklanamıyordu. Boğazına düğümlenen kuru bir şey yutkunamıyordu. Aklima, ‘ay’ çıkarıp otta kurulanan elbiseyi kaptı ve onunla kaplanarak çömeldi.

-          U-u, utanmaz! Hemen git buradan!

Delikanlı kendine geldi ve hemen başını sallamaya başladı ve gitti.

            Aynı aulda büyüdüler. Beraber oynadılar. Bütün çocuklar gibi kavga edip dövüşüyor, barışıyordu. Onlardan biri kız, diğeri erkek olduğunu akıl etmiyorlardı. Son beş sene içinde görüşmediler. Kaysar bir yere çalışmaya gitti. Şimdi yine Otarbay’ın evinde buluştular.

            Daha sabah ikis auldan çıkınca bir şarkı söylemeye başladılar. O anda hala çocuklardı. Birbirine kovadan su dökerken de çocuktular. Yaşlı deve de oyunlarını izlerken sitemli sitemli başını sallıyordu. Şimdi ise bu çocukluk bitti. Kız ve erkek çocuk bir daha dönmemek için bir yere koşarak gitti. Bir genç kız vardı. Bir genç yiğit vardı.

            Dönerken ikisi surat astı. Ani değişime şaşırıp kalan arbada birbirinden başını çevirerek suskun suskun oturuyordu. Kaysar, meydana gelenler bu kadar büyük bir sırdı ki Aklima’ya kendinin bakmasına bile izin vermedi. Başını ne kadar sallasa sallasın gözlerinin önünde güneş ışıklarında o duruyordu.

            Bu ikisi gölden döndüğü zaman Akbala yurtanın yanındaydı. Kaysar’la Aklima’ya bir bakış attı ki kaşlarını çattı ve:

-          Kaysar! Bırak şunu! Onu aklından çıkar. Anladın mı? dedi.

Akbala, delikanlı ve kızın hayal meyal hissetiklerini keskin ve sert biçimde söyledi. Bundan kızın kalbi kısıldı. Bu sert ‘çıkar’ akşama kadar Aklima’yı izliyordu, yüzerken ayaşına suyosunu yapışıyor gibi yapıştı. Tüm gün Kaysar ve Aklima birbirinden dikkatle kaçınıyordu. Bu çok hayret bir şeydi... Çok garip!

Gündüz nahiye aulundan bir atlı geldi ve bir önemli misafir için iki atı hazırlamalarını söyledi. Akşama başka adam geldi ve bağlanan atları sürüye götürmelerini söyledi. Güneş batmadan Erkebulan geldi. O andan itibaren Otarbay’ın yurtasını telaş kapladı.

Akbala, büyük yurtada hamar yumrukluyordu. Aklima:

-          Sana yardım edeyim mi? diye teklif ett.

-          E-e, kardeşim... Vaktin gelir! Evlenirsin, bütün ev sana düşer.

-          O şair mi?

-          Evet, Aklima. Dombrayı eline aldığını bir görsen. Duyuyor musun? Çalıyor.

Otarbay çıktı, ter içinde kırmızıydı. Akbala:

-          Ne koşuşuyorsun? diye memnuniyetsizce söyledi, Misafiri yalnız bırkamak ayıp.

-          Yok bir şey. Dombra ile daha çok eğleniyor. Çok garip bir insan durduğu yerde kaperatıpıma kaç kişi girer diye soruyor...

-          Sen ne dedin?

-          Şimdilik bir tek ben, biraz sonra pırkanşıkı[30] bulurum.

-          O da ne?

-          Hiç bir şey, güldü. Meğer bir pay lazımmış. Ben diyorum – ne payı? O paysız kaperatıp olur mu hiç? Para nereden çıkaracaksın? Ona dedim ki iki kişi bana para vereceklerine söz verdi.

-          Girişimini takdir etti mi, etmedi mi?

Otarbay:

-          Ey! Önce o takıldı, şimdi sen kadın! diye  kızdı, Ne yaptığımı sensiz ve onsuz kendim de iyi biliyorum. Bana öyle geliyor ki benim Mankur ve Nankur[31] sen değilmişin!

Ellini sallayıp gitti, ama çok geçmeden yine döndü.

-          Misafirimiz, koyunu kesmemizi diyor.

-          Sen ne, koyunu kesmeden önce misafirlerden izni mi istiyorsun?

Akbala, sinirlenmeye başladı ve onunla konuşma Otarbay için iyi bir şey vadetmiyordu. Aslında Aklima, kız kardeşinin evlilik hayatını izlerken evlenmek isteği yok oluyordu.

Akbala, misafirin şair olduğuna heyecanlanıp sevindi. Aul caylauya göç etmeseydi, kim bilir böyle bir adam yurtalarında kalır mıydı, Otarbay gibi hiçten adama evinde kalarak saygı gösterir miydi?

Kazaklar, azizleri ve peygamber kendisini daha çok alışkanlıkla sayıyor, ismini gereken kutsal korku olmadan söylüyor. Din adamlarına gerekli şeref ve saygı göstererek onlara hör bakıyorlar. Buna rağmen özgür istep halkı için akın yani şairden daha büyük yok. Çoktan bilinen sözler yeni anlamı kazandıran, yırtık pırtık çapanlı (giysi) fakir olsun, sultan olsun onların davranışlarını yargılama hakkı olan şairden daha büyük yoktu... Halkın hatırında kalacak şiir ve şarkılarında insanları yargılıyor, bu şiirler heyecanladırıyor veya avutuyor, çağırıyor...

Akbala, annesini sütüyle bu saygıyı benimsedi, bu yüzden önemli olağanüstü bir misafiri yakışır bir biçimde karşılamak için endişeleniyordu şimdi. Her ev hanımı gibi bunu yapamayacağından korkuyordu. Bir de bu aptal Otarbay, misafirin koyunu kesmemelerini söylediğini eveleyip geveliyor. Sanki biri evinde kendi konukseverlik kanunları koyabiliyormuş gibiydi!

Aslında Akbala dünden beri kocasını tanıyamıyordu. Şaşkın şaşkın dolaşıyordu ve kendi evinde bir şey çalmak isteyen adama benziyordu. Her şey elinden düşüyordu – sabah bir kase çayı düşürdü. Daha iki gün önce herkesle beraber caylauya göç etmeye hazırlanıyordu, ama sonra fikrini değiştirdi.

Evdekilere azametli bir tavırla açıkladı:

-          Nahiye başkanından emir aldım. Öbür gün bir kemesar geliyormuş. Ona atları hazırlamam lazım.

Misafir tam gelmeden önce Kaysar’a atları geri sürülerine sürdürdü.

            Akbala hiç bir şey anlayamıyordu. Akbala, gelen genç ve yakışıklı yiğit otauda otururken, o da büyük yurtada hamuru yumruklarken öfkesini saklamayarak kocasına:

-          Neden dokuz doğuruyorsun? Misafirimiz sadece bir kemesar değil, büyük akın diye bildin mi? Bildin mi, bilmedin mi?

Otarbay ise:

-          Sana ne ondan? diye ağız alışkanlığıyla ters cevap verdi, Hamurunu yumruklasan daha iyi, kadın işlerine bak.

-          Öğretme beni! Fakat misafirimiz bu akının olacağını bildiysen, bildiysen ve bana söylemedin buna çok defa pişman olacaksın! Sana hamuru yumruklamayı öğretirim!

Alışılmış ağız kavgasıydı. Aklima, dinlemekten bıktı ve yurtadan çıktı. Alaca karanlık gittikçe basıyordu. Alaca karanlık sanki üzerinde kapkara perdeyi çekiyormuş gibi sonsuz istepi kaplıyordu. Gölden göçmen kazların uykulu uykulu sesi duyuluyordu. Kuğular çağrışıyordu. Kurbağalar, şarkılarına başladı. Bütün bu akşam sesleri arasında dombrada hünerli parmakların çaldığı melodi çok doğaldı.

Aklima silkindi. Ona yaklaşan Kaysar’ı farketmedi. Birinin onu elinden tuttuğunu hissetti.

-          Kaysar... Sen misin?

-          Kim olduğunu düşündün? diye cevap verdi.

Aklima, cevap vermedi. Dombra ötmeye devam ediyordu. Kaysar:

-          Şiirlerini biliyor musun? diye sessizliği bozdu.

-          Bazılarını biliyorum.

-          Beğendin mi?

Bu defa da cevap vermedi. Kaysar içini çekip:

-          Ona bakmak ister misin? Akın... Yiğit... İster misin? diye teklif etti.

Onu  elinden otauya doğru çekiyordu.

-          Ne yapıyorsun? Utanıyorum, diye ittiraz etti, ama sözlerinde şüphe vardı ve Kaysar, ittirazlarına kulak asmadan onu yün duvara götürdü.

Aklima, gözünü duvardaki yarığa iliştirdi.

O anda akın tek başına kaldı, çünkü Otarbay karısıyla kavga ediyordu. Daha doğrusu akın yalnız değildi, domrası vardı. Belki de o dakikada yeni yola çıkan halk, aşılmak gereken zamanın değişim tepeleri, kanatları ateşle yakamayacak kırmızı doğanlar hakkında şarkı düzüyordu. Yoksa sadık bir aşk mı hakkında? Yurtaya yaklaştığı zaman olduğundan daha yakışıklıydı şimdi.

Birdenbire şimdi şairi ykından görebilmesi için kendini feda eden (bunu biliyordu, çünkü bügün olgun kız oldu) Kaysar’a şükran duygusuna kapıldı. Aklima:

-          Kaysar, canım! Ne kadar iyisin, diye duyulur duyulmaz bir sesle fısıldadı.

-          Ne hemen aşık mı oldun ona?

Ne de olsa bugün o da olgun yiğit oldu.

Sonra... Sonra acele acele koşuşmalar başladı. At ayaklarının sesi gece sessizliğini bozdu. Atlılar kötü kötü fısıldaşıyordu. Zaman zaman  sanki tehlikeyi duyuyormuş gibi gölden kazlar ses veriyordu.

Bir kenarda biri kısık sesle Otarbay’a hırlanıyordu.

-          Ağlaşma, seni aptal! Yoksa senin gibi zayıf iradeli bir adama ne yapmam gerketiğini mi soracağımı sanıyorsun? Kapat çeneni ve sana söylediğimi yap!

Büyük yurtada ocakta ateş oynuyordu, alev mor aksiyle ayaklarında bağlanan koyunun gözlerinde yansıyordu. Yaşlı çaban arada bir kalıba tükürerek bıçağı biliyordu. Aklima, kanı görmemek için gidecekti, ama o zaman ödü kopan Akbala koşarak geldi.

-          Oybay!.. Evimizde bela. Çabuk Aklima, ona: Akın, sizi öldürmek istiyorlar diye yaz. Yaz!

-          Yok, Akbala... yok! Yapamam! Korkuyorum!..

-          Yaz!, diye emretti Akbala. Ona ittiraz etmek zordu. Üstelik Aklima her şeyde büyük kız kardeşine güvenmeye alıştı.

Kaysar, Akbal’ı çağırmak için geldi.

-          Hanım! Kımızı dökmek için seni bekliyorlar...

-          Akına kaseyi verdiğin zaman bunu altına koy.., diye eline bir pusla tutuşturdu.

-          Yaparım...

-          Sonra iki atı seç. En iyi olsun. Onunla beraber gideceksin. Akın-aga şehre sağ salim varmasına bak!

Yaşlı çaban konuşmalarına karışmıyordu. Bıçağı bilemeye devam ediyordu, ama o anda Akbala, eski inanışı hatırladı: yakınlardan birini bir tehlike tehdit ettiği zaman kanı dökmek yasaktır.

-          Kes şunu, diye yaşlı adama söyledi, Bıçağı ise toprağa sapla...

İhtiyar adam:

-          Eh, kızım, diye cevap verdi, Bunun nasıl yapılması gerektiğini unutmuşsundur herhalde.., diyerek keskin bir el hareketiyle bıçağı sapladı, ama toprağa değil, ateşin yanındaki gri küle.

Aklima, sinirsel gerilimden ve kaçınılmaz tehlikeden titriyordu, her şey rüyada gibi oldu. Yurtadan çıkıp yine dönüyordu. Otaudaki konuşma gerek başlıyor, gerekse sönüyordu. Sonra kısa haykırış duyuldu ve bir şey yere düştü. Otaudan erken çıktı. Yanında Kaysar dolanıyordu. ‘Yetişmiş, Aklima’nın kalbi sevinçle attı, Tanrım! Ona yardım et, bırakma onu... ’

Birden bire canhıraş bir çığlık duyuldu:

-          Öldürüldü! Öldürüldü!

Aklima kendinde olmayarak yurtadan çıktı. Sonra karanlıkta kayboldu ve birazdan acele at ayakların sesi geldi. Ayakların sesi uzaklaşıyordu. Aklima ağlamaya başladı. Ağlamasını duyunca Akbala geldi ve onu yurtaya götürdü.

-          Nerede? Nerede bu ihtiyar? Akbala bekleyemiyordu artık. Böyle eski inanışlara göre tam o dakikada kurtulma dakikasında kesilmek lazımdı.Tehlikeyi tehdit edilenden saptırmak için. Bıçağı çekip külü silkti, koyunu başından sıkıca tutup boynuna bıçak çarptı.

-          O, Allah korusun onu...

Aklima ağlayarak:

-          O, Allah, o Allh!., diye eşlik ediyordu ona.

Ağlama, Kaysar en iyi atlaı seçti...

Yakında sessizlik çöktü. İkisi onları takip etti. Geri kalanlar Toke’yi taşıdı ve Farid’in geldiği at arabasına yerleşti. Toke kendisi yürüyemiyordun, çünkü düşerken ayağını burkuldu ve yaktı ateşte. Nahiye aulundaki sağlık memuruna götürdüler.

Aklima, annesinin yanına yattı. Fakat ancak tam güneş kalkmadan önce ne rahatı, ne dinlenmeyi getiren kuşkulu bir uykuya dalabildi. Yetiştiler mi?.. Yetişmediler mi? Bu sorulardan onu bütün gece ıstırap çekiyordu. Gözlerini açtığı zaman annesi ve Otarbay ocağın yanında oturuyordu. Dışarıdan ise yurtada duyurulacak şekilde Akbala ağız dalaşı ediyordu:

-          Kara bela bizden geçeceğini düşündüm! Meğer ki daha bir pislik aklına koydu. Yaşıyor, yaşarken de her zaman herkese yaltaklanıyor! Karı! Onun gibi başına caulık koymalı, bir şey söylemeye cesaret etmemesi için! Lanet olsun böyle hayat!

Sesi yaklaştı. Öyle görüldü ki, artık Akbala tek başına öfkesi ve derdini dökemiyordu. Konuşmasını kesmeden yurtaya girdi.

Otarbay, ona dönmeyerek:

-          Allah, birini cezalndırmak isterse ona aptal karısını verir. Beni dinle aptal kadın! Tavşandudağının tehditini unuttun mu? Unuttun mu? Bizi toza dönüştüreceğini vadetti.

-          Sen de titriyorsun hemen! Onu daha çok dinle! Sizi çok iyi biliyorum, aynı iple bağlanmışsınız. Altında kirpiymiş sanki kurtlandığın boşuna değil! Her şey önceden bildin ha!

-          Bana danışlım mı ettiklerini düşünüyorsun?

-          Sus seni ya! Bütün düşüncelerini önceden biliyorum. Sana kaperatıp verecekleri için gözüne girmeye çalışıyorsun... Bunun için de onlara Aklima’yı mı vermeye karar verdin?

-          Sen kaperatıp olmak kolay mı düşünüyorsun?

Gözleri kapalı yatan Aklima, silkindi. Artık söz ondan ediliyordu. Akbala: ‘Vermek’ diye söyledi. Otarbay’ın onu vermek istediği adamın hulyalı ve cesur gözleri olan akına benzemeyeceğinden emindi.

            İki kız kardeşinin yaşlı annesi nefes çekti ve konuşmalarına karışmaya kara verdi:

-          Kaperatıp olmak kolay mı değil mi bilmiyorum. Ama dinle beni damatım. Sultan olabilirsin istersen, bizi işlerinize karıştırma, bizi satmaya çalışma. Kalk Aklima! Buradan gidiyoruz kızım! Kalk...

Bunu Aklima’ya diyemeyebilirdi, burada çabuk ayrılamalrı gerektiğini kendisi anladı.

IV

Aul geride siste kaldı. Şehre giden büyük yola çıktılar Kaysar, atını durdurdu, Erken de dizginleri çekti. Arkadan, göl tarafından at ayaklarının sesi yaklaşıyordu. Takipçiler de büyük yola vardı. Görgülü kulak için izleyenlerin iki kişi olduğunu anlamak zor değildi. İki kişi. Durumları bu kadar kötü değildi demek, ama yanlarında silah olmalıydı. Çevredeki bütün ünlü atları çok iyi bilen Kaysar:

-          Oybay! Bu yağız at olacak, diye söyledi, Yetişmeyecek atımız yok burada. Ayaklarının altı delikler.Yorulmak yok bu atta, gece gündüz koşabiliyor.

Kaysar, ünlü adam bilgili oluşunu gösterebildiğin için seviniyordu.

-          Ne delikler?

-          Basbayağı delikler işte. Balıkların solungaçları gibi. Onların yardımıyla daha derin nefes alabiliyor, bu yüzden daha hızlı koşuyor. Bunu herkes bilir bizde.

Durumları ne kadar tehlikeli olursa olsun, Erken, alaylı gülmsemeden kendini tutamadı, ama Kaysar karanlıkta onu farketmedi.

-          Şimdi ne yapalım? diye sordu Erken.

-          Yoldan dönmeliyiz. İleride tepelerin ardında Elemes kışlağı. Ardında ise Ulıkul, Kısaktam, Vuratal, Tas-Beket. Oradan kapalı gözlerimle şehre ulaşırım. Gidelim, akın-aga!

Kaysar, sola dönüp dörtnala gitti. Erken altında geden alnında yıldız olan öfkeli doru at, da dört nala gitti.

Kaysar ve Erken büyük yoldan bir verstten daha az uzaklaştığı zaman orada iki kovalayan geçti.

Kaysar bir türlü kışlağı bulamıyordu. Nerede Elemes, nerede Ulıkul... Sis gittikçe daha yoğun oluyordu. Erken, delikanlının bilgisizliğinden nereye gideceğini ve ondan utandığını anladı. Atı daha sık mahmuzluyor, önce bir tarafa sonra diğer doğruluyor. Kör suskun istep karanlıkta muzır muzır saklandı.

Tıs yoktu. Işık yoktu. Gökten bir yıldız onlara yanıp sönse. Kuvvetten kesilen Kaysar sonunda:

-          Aga ben yolumu kaybettim, diye itiraf etti.

-          Tamam, diye onu avuttu Erken, Sabaha kadar bir yere varırız. Doru atım hep sola dönmeye çabalıyor. Kendileri gitmelerine izin versek?.. Bir yere götürür. Ne düşünüyorsun?

-          Tamam götürsünler. Hiç bir şey düşünemiyorum artık, bu dolaşmadan başım dönmeye başladı.

Erken, dizginleri bıraktı. Doru at, gerçekten mi serbest bırakıldı yoksa ona öyle geldi mi diye kontrol ediyormuş gibi biraz bekledi.

Erken için kapkaranlık gece istepi yoktu artık. Düşüncelerine daldı. Şair, demin Tavşandudağı’yla çatışmada baba söylediği şarkıcı Birjan’ın kaderi hakkında düşünüyordu. Söylentilere göre hayatın sonunda delirmiş. Ahan-sere de aklını kaybetmiş. Neden? Neden bütün seçkin, üstün istidat sahibi insanların sonları bu kadar kötü?

Bu kaba, kötü kalpli Toke hayatlarında ne anlayabilirdi ki? Sadece gücü saymaya alışan Toke... Fakat sözlerindeki bir şey Erken’e, Birjan’ın gayretli bay uşağı olan poştabayla geçen olaydan sonra kendine neden gelmediğini anlattı. Toke: ‘Tamamen delirdi’, diye söyledi. Halkın gözdesi, Arka’nın bülbülü Birjan, insanların gözlerinin önünde onu bir posta adamı kamçılayınca aklını nasıl kaybetmez ki? Bundan sonra böyle gururlu, ince ve müşfik şarkıları yazabilir miydi? Bir şair için iç sıkıntısı ile delilik arasındaki bir fark nedir? İstepin en iyi şairlerinden kimi aynı akıbete uğramadı? Ne Birjan-sal, ne Ahan-sere, ne Abay kendisi.

Erken, Birjan hakkında bir uzun şiir yazmak istedi. Çok kısa şiirden sonra büyük eser yazmaya kalkışmak için kendisinde yeterli güç ve beceri hissediyordu. Konu onun için açıktı. Eski zamanlarda yer alan o olaydan dönmek niyeti yoktu. Nahiya başkanı Janbota’da bayramda Birjan’ın dombrası insanları sevindiriyor, hayatını düşündürüyordu. Janbota ile rekabet edeb diğer nahiye başkanının postacısı şarkıcıyı sahibine çağırdı, ama Birjan vazgeçti. O zaman poştabay elinden dombrayı kaptı ve kamçıladı onu. Janbota, ona arka çıkmadı! Birjan ona: ‘Bu aptal poştabayın halkın önünde beni kamçılamasına nasıl izin verdin sen?’, diye öfkelenerek seslendi.

-          Oybay, aga! Bu kadar yüksek sesle şarkı söylemeyin, diye Kaysar’ın sesi geldi.

-          Bir daha yapmam. Kendiliğinden çıktı.

Halkta bu şarkıya ‘Janbota’ denilir. Birbirine düşman olan nahiye başkanları çoktan yaşamıyor. Poştabay da toprakta yatıyor, ve mezarının nerede olduğunu kimse bimiyor, bir köpek gibi ortadan kayboldu... ‘Janbota, sen beni aşağılatmalarına izin verdin! Beni şarkıcıyı itin kıçına sokmalarına izin verdin!’. Birjan’ın sözlerinde ne kadar çok yeis, acı ve öfke var. Poştabayı da edebi rezalete mahkum etti. Onun oğlu Toke, bunun farkında ve bu rezalet ona vız gelir diye göstermeye çalıştığı halde bunun için de kuduruyor. Birjan’ın öfkesi, sözleri doğuruyor, sözler ise ardından bugün bir suçlama gibi gelen melodiyi getiriyor. Nahiye başkanlarının zamanının geçmesiyle kötülük bitmiyor. Hayatın istepteki bir dere gibi temiz ve aydınlık olması için daha çok yapmak gerek.

Kim bilir, belki poştabayla çatışması ve şerkı söylemesi sırasında birinin güzel gözlerininin kaçamak bir bakış atması, Birjan’ın yesi ve öfkesini ağırlaştırmış... Kaysar:

-          Aga, söyler misiniz?, diye düşüncelerinin akımına karıştı, Siz bu yırtık dudaklı ızbandutun boğazını mı kestiniz?

-          Ne-e?

-          O ölüymüş gibi düştü...

-          Yok ya! Avucumun kenarıyla şakağına vurdum.

-          Ne? Öldü mü?

-          Hayır, bayıldı. Kendine gelir.

-          Yazık! Keşke daha sert vursaydınız. Bu haydut için birinin kanını dökmek işten değilmiş. Şimdi ise belki topal olur. İnşallah kas kirişi yanar. Ayağıyla ateşe rasladı.

Erken, onun tarafına baktı, ama şafak sökmeden karanlık yoğunlaştı. Yoldaşı şöyle dursun önündeki at başını bile görmedi.

Delikanlı sustu ve Erken, kısa konuşmalarını hemen unuttu. Gözlerinin önünde yurtanın girişinde kız çıktı. Yüzünde hüzün, gülümseme ve tutmaya çalıştığı korku gördü. Yüz, bir anda ne kadar çok farklı duyguları ifade edebilir. Gelişine sevindiğini ve tehlikeye düştüğü için korktuğunu düşünmek istiyordu. Erken:

-          Bak, notu sen mı yazdın? diye sordu.

-          Yok ya! Okuma yazma bilmiyorum ki, diye görülmez Kaysar seslendi, Ev sahibesinin kız kardeşi bize misafirliğe geldi. İşte Akbala-apa onu yazdırdı. Akbala-apa bu kadar sokulgan, gözleri her şey görüyor! Kız kardeşi önce yazmak istemedi. Ağladı. Ona böyle sözleri nasıla yazabilirim ki: akın-aga sizi öldürmek istiyorlar diye söyledi.

Kaysar, ismini söylemeye akıl edemedi, Erken’e gelince sormaktan çekindi. Belki de ismini bilmemek daha iyi. Onun için güzellik, iyilik ve dişilik simgesi kalır. Neden kalır ki? Yoksa bir daha görüşemezler mi?

Karanlık dağılmaya başladı. İleride bataklı gölün kıyısının üzerinde aul yurtaları sıkıştı. Yanında donları ayrı inek dolanıyor, koyun ve keçe otluyordu. Erken’in doru atı silkindi ve gururlu gururlu tırıs gitti. Oysa ki geride zor bir gece ve uzun yol kaldı.

Kaysar endişelenmeye başladı.

-          Doru atınız neden bu kadar sevindi? Bizi kendi auluna götürmese. Gitmesek ne olur aga? Dönelim mi?

Erken cevap verecekti, ama doru at  başını kaldırıp kişnedi.

-          Olsun, dedi Erken, Şehre yolu öğreniriz.

At ayaklarının sesine ve doru atın kişnemesine yurtalardan insanlar çıktı. Tanımadıkları atlılara dikkatle bakıyordu. Sebebi ne ola ki? Eskiden beri Kazaklarda öyle erken kalkmak alışkanlığı yok. Doğu hala allanmadı bile, gök biraz pembeleşti.

Yurtalar yaklaşıyordu. Ayrı ayrı sesler duyulabiliyordu.

-          Apırau![32] Bakın doru at bizim!

-          Evet, bizim! Görüyor musunuz alnında yıldız var.

-          İnsanlar kim ama?

Atlılar gelene kadar erkekler dağıldı artık. Kimi yurtaya, kimi yurtanın arkasına. Bu şehirli atlı kim olabildiğini ve burada ne aradığını kim bilir ki. Sadece kadınlar kaldı. Yolcuların kim olduğunu ve sonra ne olacağını öğrenmek için.

Böyle zamandı, bazen aulda erkeklerin olmaması daha iyiydi.

İsli boz yurtadan bir kadın çıktı ve yabancıları görünce:

-          Oybay! Oybay! At geldi, sahibi yok ama! Sahibi nerede?.. Nereye götürüldü? Öldürüldü mü? diye bağırmaya başladı. Erkin buna:

-           Kocanı bilmiyor musun? diye sakin sakin söyledi, Onu kim öldürür ki? O haydut mu, yoksa barımtaç[33] mı?

-          Hiç biri! Herkes gibi bir insan. Kocam sağ mı?

-          Sağ, sağ. Yakında o da buraya gelir.

Aynı yurtada on kadar yaşındaki üstü başı dökülen bir oğlan çıktı. Gerindi, göbeğini kaşıdı ve ağzını eğrilterek gözlerini yolculara dikti. Birdenbire doru atı dizginlerinden tuttu.

-          İn! İn! diye yüksek sesle bağırmaya başladı, Bizim at!.. Bizim! İn, atımızla dolaşma!

Kaysar, çocuğu biraz geriletti. Erken, yurtanın arkasından şüpheli misafirleri daha iyi görebilmek ve ne haberleri getirdiklerini öğrenmek için başını uzatıp bakan erkeği farketti. O erkeği çağırıp komşu aulları hakkında ve şehre giden yolu nasıl bulabileceklerini sordu. Buradan beş verst mesafede Rus köyü varnış. Erken, ağlayıp sızlanmaya devam eden kadına:

-          Jengey[34], kes şunu, dedi, Kocan bir yere kaçmaz. Haylazını ise bu delikanlının yanına oturt. Köye vardıktan sonra atlarınızı geri veririz, onları buraya getirir.

Erken, auldan ayrıldıktan sonra onları takip edenler var mı diye geri baktı. Öyle görülüyor ki bu aul çok sakin değilmiş... Haydut auluydu. Bir tezek yığınını andıran yurtalar sakindi. İnsanlar, ardına bakarak beklenmedik gelişlerini konuşuyor olmalıydı. Belki Toke’nin arkadaşlarıymış diye sandılar.

Rehberi olan oğlan esire düşen kızgın bir kurt yavrusu gibi davranıyordu. Erken, oğlana yazık, böyle ailede dünyaya geldiğine ve damarlarında müstahkar poştabayın kanı dolaştığına yazık diye düşünüyordu. Babasına gelince. Toke gibi baba ona ne öğretebilir ki?

Bu oğlanın yolda yapmadığı şey kalmadı.

Kaysarı arkasından boynundan yakalıyor ve ciddiden boğuyordu. Başka defa çevik bir hareketle eğrilerek topukla atın kasığına vuruyordu. Beyaz at korkarak tepiyor ve bir yana dörtnala koşmaya başlıyordu. Tabi ki Kaysar’ı eyerden atmak bu kolay değildi. Fakat bundan bıkınca oğlanın çıplak kalçalarını bir-iki defa kamçıladı. O da bağırıyor, ıslık çalıyor, homuradnıyor ve küfür ediyordu. Ondan sonra keskin bir sesle kahkaha ile gülerek başından başlıyordu.

Köyün merkezinde atlılar attlarından indi. Toke’nin oğlu doru ata binip diğer atı dizginlerinden sürerek ayrılırken:

-          Hişt! Bablarınızı!.. Benim babam size raslarsa – hayatta kalmazsınız!

...Bir auldan başka aula yeni atları kiralayarak Erken ve Kaysar ancak akşama kadar Kara-otkel şehrine ulaşabildi. Alnında yıldızı olan at, onları şehirden çok uzağa götürdü.

Erken, Eve uğramadan hemen yeni Kazak ‘Tirşilik’ (‘Hayat’) gazetesinin idarehanesine gitti. Yoldayken istemeden şehirde çok sarhoş adam olduğunu farketti. Yarın ise bir bayram.

İdarehanede katip Karim oturuyordu. Kadroyu oluşturan iki kişiden biri. Sırayla nöbet tutuyordu. Biri sabah, diğeri akşam. İadarehanede her zaman ziyaretçiler kabul edip onlarla konuşabilen, makaleyi yazmalarına yardım edebilen birinin bulunması için. Maaşı yoktu. Ne katibin, ne redaktörün.

Erken, istepin gerçek oğlu olarak eyere alıştıysa da memnuniyetle en azından altında kurtlanmayan bir yere dönmeye çalışmayan sandalyeye oturdu.

Karim, matbaa mürekkebi kokan nemli kolon provalarından başını aldı.

-          A-a, sen, yorulmak bilmeyen aydınlatma göçmen, şair, redaktör ve komiseri, geldin mi? Sovyetler iktidarı bütün mü aullara getirdin?

Erken ona:

-          Her yerde, her, diye cevap verdi.

-          Sağ mı kaldın?

-          Hemen hemen... Bak Karim... Bu Kaysar... Büyük tehlikeden kaçmama yardım etti. Bu yüzden auluna dönemez. Onu işe alır mısın? Bir de şimdilik sende kalsın, kaldığım evin sahibesini biliyorsun ya.

-          Alabiliriz. Okuma yazma biliyor musun? diye alçakgönüllülükle kapının yanında çömelerek oturan Kaysar’a seslendi.

-          Hayır... Daha okumadım.

Erken, ona arka çıktı.

-          Okuma yazma bilmiyor tamam. Sen ona aynı zamanda öğretirsin.

Karim:

-          Anladım, dedi, Tamam Kaysar yardımcım olursun. Razı mısın? Bu kağıdı alıp basımevine koş. Çıktığında sola döneceksin. Buradan üçüncü ev. Orada dizici var, yaşlı Gizzat-aga. Ona vereceksin.

Kaysar, başını sallayıp hiç ses çıkarmadan birinci vazifesini yapmaya koştu.

-          Artık evde mi kalacaksın? Gezin mi hakkında yazacaksın?

-          Bu da lafmı? Aullarda bazıları biz uzun zaman için gelmediğimizi ummuyor. Onları üzmek lazım. Makale hazırlayacağım. Şiirlerimi aldın mı?

-          İkisi yarınki sayısında çıkacak. Üçüncüsüne gelince!.. İstersen vur, istersen öldür beni, ama bu şiir değil saçmadır!

Erken:

-          Bir bak ona!, diye yalandan şaşırdı, Mahsus bütün üçünü yolladım. Meğer sen şiirlerden anlmayı öğrenmişsin.

Üç şiirlerden hangisini geri çevirdiğini sormasına gerek yoktu. Kendisi o şiirde sözlerin gevşek, renksiz çıktığını hissediyordu. Satırları düzgün değildi. Yazarın söylemek istediğini ifade etmiyordu. Şakaları bırakalım ama, Erken için Karim kötü kafiyeyi, uygun olmaya satırı veya bulanık fikriyi hiç  bir zaman affetmeyen şiirlerinin birinci ve en önemli dinleyicisiydi.

Birbirine haber anlattıktan sonra yarınki sayıda hangi makaleler olacağını ve Erken’in bu gezisi hakkında ne yazacağını konuştular. Karim:

-          Artık git, diye söyledi ve yine kolon provaları üzerine başını eğdi, En yaşlı Allah için beni rahatsız etme. Bu senin şiirlerin yüzünden işime bakamıyorum. Olur mu hiç? Köy kuruluna git, komiserlerine. Onlar tartışmalardan seslerini kaybettiler artık.

Köy kurulunda iki hafta önce olanlarla hemen hemen aynı konuşmaları duydu.

Ona hemen:

-          Biz dün burada görüşerken biri pencereye taş attı. Bak o köşededir, büyük kaldırım taşı... Efim’e rasladı. Artık gözü bağlamış iyi içki aleminden sonra gibi oturuyor. İyi ki ateş etmediler, diye bildirdiler.

-          Neden hep gözüm hakkında anlatıyorsunuz? Sizden gözüm için para istemiyorum ki. Sonunda anlaşalım; tüccar ve başka zenginlere dükkanlarını açtıracak mıyız?.. Açtıracak mıyız, değil miyiz, size soruyorum?

-          Nasıl açtıracaksın? Onları zorlamak için gücün mü var yoksa?

-          O zaman kendi taburumuz kuralım.

-          Bir bak ona! Silah nerede? Savaşçılara yemek olarak ne vereceksin?

-          Neyi tartışalım? Şehir için ekmek lazım mı?

-          Lazım.

-          Gaz yağı lazım mı?

-          İşte bütün bunlar zanginlerin depolarındadır.

-          Bir bak ona, sensiz bunu bilmedik sanki.

Durum gerçekten zordu, hatta umutsuzdu. Demiryolu yok. Bırakılan istep şehrinin uzak devrimci Rusya ile bağlantısı yok. Gaz yağı, kibrit, yakıt, tuz ve ekmek, ekmek!.. Konuşmalardan bütün bunlar çoğalmıyordu. Sovyetler dairesi kararname aldı; tüccarların iyi zamanlara sakladığı mallara el oymaktır. Fakat bir kararneme almak, onu gerçekleştirmekten daha kolaydı. Sovyetler dairesi, zengin şehirlileri toplam olarak üç milyon ruble için vergiledi. Yel değirmeni, su değirmeni, buhar değirmenleri millileştirilebildi, ama buğday rezervleri eriyordu. Kırılacak buğday kalmadı artık. Bütün yönetimsel binalar sovyetler idaresinin kontrok altındaydı. Aulları dolaştıktan sonra dönen Erken’in anladığı gibi durum eski gibi endişe verici kalıyordu.

Gece yarısından sonra hala oturarak konuşmalarına rağmen hiç bir anlaşmaya varamadılar.


V

Erken acele etmeyerek sakin gece sokaklarda eve dönüyordu.

Evlerin pencereleri çoktan söndü. Işığı olan tek pencereye rasladı. Oradan sesler duyuldu, biri şarkı söylemeye başladıktan hemen sonra onu kesti

Onlar o zaman Erken’in okuduğu Omsk’ta bunun gibi geç saate kadar oturuyordu. Ancak tartışmalar başkaydı. Şiirler hakkında. Güzellik hakkında. Cesaret ve insanlık hakkında. Halkın sesi ve gözleri olan şair ve sanatçılar hakkında.

Güzel Mona Liza ne kadar çok mızrak kırılmıştı. Büyük Leonardı eserine aşıktı ve hiç bir zaman ayrılmıyordu ondan. Bazı insanlar, tutkusunu kadın güzelliğine karşı hayranlığı, yetkinliğe eğinimi ile açıklanıyordu. Ressam – canlı bir adam, göğüsünde sıcak erkek kalbi var.

Aslında tartışma bunun hakkında değildi. Kocasını kaybeden kadının hüzünlü yüzünde gülümseme bir an için görünüp kayboldu ve artık birkaç yüzyıldır insanlık bu gülümsemeye kafa yoruyordu. Erken de güzel kara gözlerle karşılayarak kafa yoruyordu. Kendisi için bu sırrı çözdü. Hayattaki her gün, her saat eşsiz emsalsiz. Bir kalıba göre biçilmemiş. Bir insanın hayatında bir tek sevinç veya bir tek derdi olmuyor. Acıklı kadının yüzündeki belirli belirsiz gülümseme – ressam için en önemli buydu işte. Erken, bundan bu kadar emindi ki öyle geliyordu ki Leonardo kendisi Mono Liza’yı yaratarken mahret tasarımlarını onunla paylaşıyordu... Elemli genç kadın kısa bellirli bellirsiz gülümseme ile neden gülümsemiş? Geçen aşkın en iyi günlerini mi hatırlamış? Yoksa gelecek için bir umut hissetmiş? Belli değil. Hiç kimse hiç bir zaman bunu öğrenemez. Ancak derdin yoğunlaşan bulutları açılmış ve donuk güneş ışığı kendine yol açmış. Erken, Erken’e: ‘Neden şimdi aklına Mona Liza geldi’, diye seslendi.

Kendisinden saklamaya gerek yoktu – yurtanın yanında bir an için görünüp kaybolan, ateşin zayıf aleviyle aydınlatan, yüzünde hem korku, hem ümit, hem sevinç, hem de şüphe olan bu tanımadığı kız. İşte o Mona Liza, ölümsüz Cokonda hakkında anılarını esindirdi. Eserleri yazan her birinin kendi Cokonda’sı olmalı. Bu kızın ismini bilmiyor, ama ne güzel ki o var ve şimdi Kzıl-Mola gölünün kıyısında gelen akın ve Kaysar’ın onları takip edenlerden kaçtığına seviniyordur.

Erken, eve geldikten sonra ev sahibesinin bıraktığı bir bardak soğuk yoğurtu bir nefeste dipledi ve masanın başına oturdu. Lambanın ışığı çok zayıftı ve içine Mona Liza sırrını, Tavşandudağı izbandutu, şaşı Otarbay’ın evindeki güzel kızı ve Efrem’in sakatlanan gözünü ve sovyetler idaresinde ekmek ve silah hakındaki konuşmaları alan muazzam dünyayı karanlık köşeye kadar daralttı. Duvar arkasındaki ev sahibesi:

-          Yatsan komiser, diye homurdandı, Kendin biliyorsun gaz yağı vermiyorsunuz şimdi.

Erken, bir şey cevap vermedi. Ancak biraz fitili kısıp lambayı kendine çekip yaklaştırdı. Bir günü eyerde geçirmesine rağmen uyuyası gelmiyordu. Bu keskinleşmiş duyarlık duygusunu çok iyi biliyordu kendisinde. Sözler birbiri ardından çıkmaya başladığı, imaj, düşünce, duygunun doğduğu anlar...

Canına izlenim bırakan kız hakkında yazmalıydı belki. Fakat kağıda arapça alfabesiyle ‘Ekmek’ diye yazdı. Ambarlarda bulunan ekmek hakkında düşünüyordu. Yanında ise aç insanlar dolaşıyordu. Ekmek hakkında yazıyordu ve kağıtta satırlar çoğalıyordu. Yine de bu şiirler kız hakkındaydı veya belki kız içindi, çünkü zaman zaman Erken başını kaldırıp kızın bu satırı veya şu satırı okuduğu zaman yüzü nasıl olacağını tahmin etmeye çalışıyordu.

Ekmek hakkında şiiri bitirince hüzünlü lamba boğucu duman çıkarmaya başladı. Fakat Erken artık kendini durduramıyordu ve eli başka kağıda ‘Lambanın ağlaması’ diye yazdı. Zayıf bir ışık vermen lambaların ağlaması kağıda aktarılmak istiyordu.

Kapı çalındı. Bir, iki, üç defa... Ev sahibesi yatağında yandan yana dönmeye başladı:

-          Komiser, kendin git aç. Yine arkadaşların olmalı. Dün de geldiler. Gece gece dolaşmalarını söylesene onlara. Korkuyorum ve...

Erken, sofaya gitti. Orada ne oldu ki sovyetler idaresinde sabaha kadar beklenemedi? Sürgüyü çekti ve doğan satırı yazmaya acele ederek odasına doğruldu...

-          Dur! diye arkasından duyuldu.

Ani olmadan silkindi. Döndü. İki silahlı adam kapıda duruyordu, yanlarında fırlak gözlü Farid vardı. Kzıl-Mola’dan şehrine çok çabuk dönmüş olmalıydı! Artık selmlamak için elini uzatmadı.

-          Tutuklandın!.. Sizin sovyetler idaresi bitti burada!

Lambanın son parlamalarında Erken odasında masaya kira parasını koydu. Farid kağıtları görünce yaklaştı ve üzerinde ‘Ekmek’ yazılan kağıdı ve bitirmemiş ‘Lambanın ağlaması’ ile kağıdı eline aldı. Erken’e döndü:

-          Kzıl-Mola’dan kaçtıysan bizden de mı kaçtığını sandın?.. İşte alamazsın ekmek mekmek! dedi, ‘Lambanın ağlaması mı’? ‘İnsanlara ışık vermek için doğdum...’ Ho! Akın!

Erken susuyordu. Keskin ‘Dur!’ seslenişi, onu şiir dünyasından attıktan sonra bir söz bile söylemedi. Sokaktan uzaktan tek tüfek etışı duyuldu.

Farid şiirleri bulunan kağıtları cebine koydu. En azından iyi ki şiirler kaybolmaz. Erken her şeyi bir sözden söze hatırlıyordu.

Sokakta atlılar ve yığın halinde silahlı insanlar yürüyordu. ‘Sizin sovyetler idaresi bitti mi burada?’ Yok, yalan söylüyorsun Farid!

Haydi yürü komiser. Acele et! Özgürlük krallığına!

Evin çıkışında biri örtmeyen başını kamçıladı. Ucu alnına rasladı ve sıcak kan sol gözünden dudaklara akıyordu. Erken hayatında ilk defa kendi kanının tadını öğrendi, tuzluydu... Hayatında ilk defa biri ona kamçıyı kaldırmaya cesaret etti. Bunu silahsız adamla bu kadar kararlı ve cesur olan tüccar oğlu Farid yaptı.

Ortalık ağardı artık. Yayık yayık çan sesi şehri kaplıyordu. Baş meydandaki büyük caminin minaresinden ise: ‘Allahu akbar!.. Allahu akbar!..’ diye tören havası içinde azan[35] okunuyordu. Bugün birbirine itiraz etmiyordu, tam tersi birbirine uyuyordu bu ezeli düşmanların – müslüman camisi ve ortodoks kilisesinin sesleri. Bu gece şehirde kimse uymuyormuş gibiydi. Halk sokaklara çıktı. Erkebulan bunun gibi kalabalığı beyaz çarın indirilmesi hakkında haber geldiğinde izliyordu.

Meydana şehrin bütün semtlerinden çok tutuklu sürüp topladı. Onlara bakmak zordu – dövülmüş, kan içinde, şişmiş. Giysileri yırtıp paramparça edilmişti. Kendisinin de onlardan daha iyi görünmediğini aklından bile geçmedi.

Kalabalıkta hala dün sovdep’ten  (sovyetler idaresi) birine raslayarak saygıyla şapkaları çıkaran çoktu. Bütün değirmenlerin, deri atölyelerin sahipleri, tüccarlar onlara göre yıkılmış düşmanların manzarasının tadını çıkarmak için meydana geldiler. Her biri tutukluyu gücü olanca vurmaya çalışıyordu. Cılızlaşmış insanlar kanını yere tükürüp susuyordu.

Tanıdık bir tüccar öfkeden hırıldayarak Erken’i saçından tuttu. Nöbetçi, kolun yürümesine engel olmaması için kovdu tüccarı. Buna rağmen Erken’in bir tutam saçını, birkaç düğümü koparıp gömleğin yakasını yırtabildi.

Yarım sene önse Erken bir tüccarın evini kiralıyordu. Onun kızı vardı – kısa boyunlu ve göğüsleri çanlar gibi olan gevşek kızı. Yağlı gözlerle ona sokakta raslayan ve yanından çabuk geçen erkeklere arada bir bakıyordu. Tüccar çirkin kızını açıkça kiracısına vermeye çalışıyordu ve kızıyla evlenecek erkeği bekleyen çekicilikleri yağlayıp ballıyordu. Erken, dayanamayıp kiradan çıktı. Şimdi tüccar tahkir edildiği için öcünü alıyordu.

Erken susuyordu. Dayanmalıydı. Ne pahasına olursa olsun dayanmalıydı. Bunun son olmadığına inanıyordu, bunu biliyordu. Savaş, ölüm kalım savaşı daha ilerideydi. Dokuz ay ve dokuz gün uzunluğunda hapis de ilerideydi.

İnançlara göre monarşist olan subay Serbov Erken’i sorguluyordu. Masada önünde ince zarif kamça – stek vardı.

-          Bolşevik misin?

-          Bolşevik.

-          Komiser misin?

-          Komiserim.

-          Bir de bir gazetenin redaktörüymüşsün, değil mi?

Redaktörmüş!.. Bütün Kara-otkel’de herkes, Erkebulan’ın yeni ‘Tirşilik’ gazetesinin şairi ve redaktörü olduğunu bkesin biliyor.

-          Evet, redaktörüm. Bu yalan değil.

-          Sovyet iktidarı için savaşıyorsun, değil mi? Sovdepin kongresini yaptığınızı kabul ediyor musun?

-          Biz bunu hiç bir zaman saklamadık.

-          Zemstvoyu (Rusya imparatorluğu zamanında yönetim organları) dağıtanlar arasında var mıydın?

-          Evet, vardım.

-          Neden zemstvoya karşı çıktın?

-          Çünkü zemstvo Geçici hükümete sadakat yemininde bulundu ve temsilcilerinden ona hizmet etmelerini istedi. Biz de bu hükümeti kabul etmedik.

-          Tamam... Anladım. Bildiğim kadarıyla Alaş-Ordı’nın nahiye bölümünün kurulmasına karşı çıkmışsın. Onları da mı dağıttın?

-          Evet. Neden sizinkilere karşı çıktın?

-          ‘Bizimkiler’... Sorunun ruhunu en az bile bilenler böyle diyemez... Alaş – bu benimkiler değil. Milliyetçiler, onların için özgürlük, bayların daha kolay yaşayacağı hanlık kurmaktı. Alaş-Orda onların partisi. Yollarımız farklı. Onlara karşıyım.

Bu yakışıklı subay steki sallayıp halkaları dumanlayıp büyük sigara tabakasıyla oynayarak zaman zaman da kaşlarını çatarak üç saat onu sorguluyordu. Onu razı ediyor, tehdit ediyordu.

Üç saat karşında birinin kandırmalarına kapılıp tehditlerden korkmayarak şair duruyordu. Serbov, ona muammalı muammalı baktı. Bu günlerde önünden onlarca insane geçti. Birinci sorulamada mertliğini kaybedip belli olduğundan daha çok anlatanlar vardı. Bu başkalarından. Fakat onu boşuna harcamayı tavsiye edilmemişti. O şairmiş! Bu vahşi istepte şair bir canlı aziz gibi algılanıyordu. Onun öldürülmesi, yerli kazakların hoşnutsuzluğuna sebep olabilir ve olanları zaten çok saygı görmeyen alaşordınlılardan uzaklaştırabilir. Fakat bu Erkebulan’la çok uğraşacağız herhalde! Onu öldürmek yasak ise, ona baskı yapmak lazım.

Serbov, muhafızları çağırdı ve tutukluyu burada yani çalışma odasında zincire vurdurdu. Subay gülümseyerek:

-          Sana.., dedi, zincirlerin sağlam çıkmasını ve günlerin sonuna kadar eskimemesini dilerim.

Erkebulan, buna karşılık olarak:

-          Ben de, diye gülümsedi, Zincirler sizde olduğu gün, size de aynısını dilerim.

…Tutuklular soğuk koğuşta taş döşemede barınıyordu.

Burada en fazla yirmi-otuz kişinin sığabildiği odada yüzden fazla kişi bulunuyordu. Pranga herkeste değildi. Herkes için pranga yetmedi, bu yüzden hapishane amirleri ve subay Serbov onları özellikle uyuşkan olmayanlara saklıyordu.

Daha çar zamanlarından beri hapishanelerde tutuklular için çizgili siyah sarı kaba kumaştan mont ve pantolonlar kaldı. Erken, bu giysinde kendisine işkilli işkilli inceliyordu. Düşmanların onu maruz bıraktığı aşağılatmaları düşünerek başıyla duvara vurmaya hazırdı. Buna rağmen kendini tutuyordu. Kafesteki kartal, demir zincirlere vurulan aslant her saniye özgürlüğe kavuşmak hazırdır.

Karşı-devrimci darbenin hazırlanmasına ve gerçleştirilmesini engellenedikleri için kendisini ve arkadaşlarını acı acı sitem ediyordu. Koğuşta bazen şiddetli kavgalar çıkıyordu. Biri, başka birini meydana gelenlerden sorumlu yapmaya çalışıyordu. Böyle durumlarda Erken suçun herkeste olduğunu diyordu. Tecrübe yetmedi. İhtiyatlı değildiler. Devrimci uyanıklılığını göstermediler. Tüccarları dükkanlarını nasıl açtıracaklarını ve tabor için silahları nereden çıkaracaklarını düşünerken bir zamana kadar sinen subaylar ve alaşordınlılar ani baskın yapabildiler.

Bazen Erken, bu iğrenç taş çuvalın dışında kalan hayata döneceğini ümit edemiyordu. Bir defa bir yerde kalmaktan bıkınca zıplayıp elleriyle demir kafese sarıldı ve kendi yukarı pencereye çekti.

Küçük alanı görebildi – yeşil çimenliği ve yukarıda mavi göğü. Paslı çubuklar bile bu canlı yeşilliği ve berrak maviliği bozamadı. Erken, gözlerini ayırmadan Alana bakıyordu ve bütün dünyada daha güzel yer olmadığını düşünüyordu. Aptal!.. Ne kadar çok böyle çimenliklere raslıyordu ve kayıtsızca yanından geçiyordu. Ona göğüsü ile otun serinliğini hissediyor gibi geliyordu… Fakat bu hapishane duvarının rutubetiydi.

Pangaya vurulan şair günde birkaç defa muhafızlardan korkmayarak pencereye yapışıyordu. Pencereye yaklaşmak şiddetle yasaktı. Bu cezaevi rejiminin en ağır bozmasıydı.

Artık biliyordu ki her gün hemen hemen aynı saatte çimenlikte palazlarıyla beyaz dişi kaz kurumlu bir tavırla çıkıyordu. Hala hantal sarımsı yumuşak tüylü kaz palazları, kuyruklarını sallayarak annesinin ardından komik bir biçimde badi badi yürüyüp cıvıldıyordu. Sonra daha bağımsız oldu ve annesi zaman zaman onları dinletmek için çimdiklemeliydi.

Erken başını sola çevirirse – orada yaklaşık yüz elli adımda nehrin boyuna bir yol vardı. Bu yolda ara vermeden sabahtan akşama kadar atlarla, at arabalarıyla şehirliler hareket ediyordu.

Koğuş boğuk ve serindi. Ancak sabahları tek pencereye serin istep rüzgarı geliyordu. Bazen toygarın makarası duyuluyordu. Erken’in kalbi sızlamaya başlıyordu ve gürültü çıkaran zincirlere dikkat etmeden pencereye atılıp kendini yukarı çekiyordu... Belki alna kurşu almak aptalca davranıştı, ama bu tehlikeli ‘gezintiler’den vazgeçmek için gücü yoktu.

Bir süreden beri çimenlikte çok genç kızı farketmeye başladı. Cezaevinin pencerelerine dikkatle bakarak beş aşağı beş yukarı geziyordu. Siyah pelüş kolsuz palto, farbalalı beyaz ipek elbise, başında puhu kuşunun tüyleri ile üslenen ona çok yakışan siyah şapka vardı. Uzun boylu fidan gibiydi...

Onu ilk defa görünce Erken, rahatn kaybetti. Yoksa o kız mı bu? O karanlık endişeli akşam aulda görülen kız değil miydi? Gerçi yüzü buradan çok kötü görülebildi. Gözleri siyah frenküzümü gibiydi, siyah ipekli saçları, temiz yüzünde hüzün izleri – bütün bunları geniş hayal gücününde uydurup tamamlıyordu.

Yine de Erken onun başka kız olabildiğini düşünemiyordu bile. Hayır, Otarbay’n evinde ‘Aga bu alçaklar sizi öldürmek istiyor’ notunu yazan kızdı bu. Güçlenmemiş yarı çocuk el yazısıydı. Öldürmek – çizgiler daha müterredit oldu, bu korkunç gayritabii sözü yazarken elinin titrediği belliydi.

Erken, dişelerini sıkıp olanca kuvvetiyle kafesi kendine çekti, ama dört yüzlü kalın çubuklar çok sağlamdı.

Tutuklular endişelendi:

-          Ne var? Ne oldu?

Erken, yanıt vermedi. Onlara ne diyebilirdi, o kızın kim ve onun için ne kadar önemli olduğunu nasıl anlatabilirdi?

Günler çok uzundu, geceler ise daha korkunçtu. Kuşkulu uykuya dalınabildiği zaman uyku dipçiklerin döşemeye vurulmalarından ve prangaların şangırtısından hemen kesiliyordu. ‘Ho-o-oşçakalın yo-olda-şla-r!..’ Bir gün Erkebulan, yakın ölümün önseziyle değiştirilen bu sesleri arasında gözü vurulan ve arkadaşları gözünün düğüne kadar iyi olacağını söylenen Efrem’in sesini tanıdım. Efrem, gerçketen yağerime fabrikasının bir emekçisinin kızıyla evlenecekti. Beyazlar, şehir dışında önceden insanların gizli mayıs toplantıları için toplandığı yerde kurşuna diziyormuş.

Bundan sonra uyku yoktu, düşünceler ise subayların onlara ani baskın yapmalarna nasıl izin verdiklerine, şimdi Kaysar’ın nerede olduğuna ve Karim’in sakalanıp saklanamayacağına dönüyordu.

Bazen öfkesi ve aşkı, şiirlere yazılmak isteyip akılda satırla dizmeye başlıyordu. Yoksun kaldığı özgürlük hakkında yazıyordu, özgürlüğü sevmek yeterli değildi, onun için savaşmak lazım olduğunu yazıyordu.

Zindanda zaman öküzlerin koştuğu araba gibi yavaş gidiyordu. Erkebulan, bir kez onun için atlar kalmadığı zaman böyle arabayla Karaotkel’e ulaşıyordu. Bir tür çeşitliliği sorgulamalar yapıyordu. Gerçi Serbov daha ısrarlı olup çabalarını boşuna harcadığını görerek artık steğini çalıştırıyordu. ‘Belki de sen de mi ‘Hoşçakalınız yoldaşlar’ diye bağırmak istiyosun? İnatçılığın bunun sebebi olabilir sonuçta’ diye anlamlı anmlaı söylüyordu. Erken, koğuştayken bunu kolayca ve esprili esprili anlatıyordu. Serbov’un nasıl kudurduğunu, muhafız Erken’nden kırmızıların yine geldiği zaman ona arka çıkmasını istediğini anlatıyordu... Çoğu sorgulamadan sonra kollarını bağlarak gözlerini bir noktaya dikip ezgin ezgin susuyordu. Erken, yese düşmemesi gerektiğini biliyordu. Kendini elinde tutmak koğuş arkadaşlarını Serbov hakkında hikayelerle eğlendirmek ne demek olduğunu bilen bir tek o değildi.

Başının altına çürümüş samanlı yastık koyarak şair döşemede yerleşti. Birdenbire ayağa fırlayıp pencereye atıldı, oysa ki demin çimenliği ve yolu inceliyordu. İşte şimdi o anda kız çıkacaktı.

Nasıl bildi? Demir çubuklara yapışır yapışmaz cezaevinin önünde kız göründü. Fakat bugün alışılmışın dışında aceleciydi. Neden bu kadar acele ediyordur? Nereye? Pencerelere dikkatle bakıyor! Ona yaklaşıp kızarak elinden tutup onu azarlamaya başlayan başında kimeşek[36] olan kadın kim acaba? Kız ona cevap vermiyor. Duymuyormuş bile. Donup kaldı ceza evi pancerelerine bakıyor. Kadının yanında bir yiğit atını durdurdu. Geriye göstererek ellerini sallamaya başladı. Fakat kız onu duymadı ve ona cevap vermedi. Pencereleri bir daha süzdü ve hemen eğildi. Bundan sonra yavaş yavaş sanki biriyle vedalaşmış gibi kimeşekli kadına döndü.

Erken’in parmakları açıldı ve taş döşemeye düştü, pangaları boğuk bir ses çıkardı.

Tutuklular telaşa düştü.

-          Ne oldu? ...

O günden itibaren pencerede eskisine göre iki kat daha çok bulunuyordu, ama kızı bir daha görmedi. Kaz palazları büyüdü ve anne vesayetine ihtiyacı yoktu artık. Sonra kar yağdı ve şiddetli soğuklar bastırdı. Pelüş kolsuz paltolu ve beyaz ipek elbiseli kıza gelince... Şimdi nasıl giyinmiş olabilirdi acaba? Erken onu gerçekte düşünüyordu. Geceleri ise Kzıl-Mola gölünün yanında onu gördüğü gibi ve cezaevi duvarı yanında dolaşırken onu nasıl hatırladığı öyle rüyalarına geliyordu. O muydu, değil miydi? Burada kimi arıyordu? Olur mu?.. Kendisini aradığı olabilir mi? Gerçekleştirilmeyen görüşmeyi düşünerken şairin kalbi acı ile dolduruluyordu. Bu acıdan hiç bir zaman kurtulamayacağını biliyordu, hissediyordu.


VI

-          Bu serserilerden ne zaman kurtulurum!..

Otarbay, bunu saygılı selamlamaya cevap yerine söyledi. Yüksek sesle söyledi, yolcunun artık otauya (baş yurta) girdiğinden ve terddüt ederek kapıda durduğundan hiç utanmayarak. Yaklaşık kırk yaşındaki uzun boylu adamdı, lmbaın parlak ışığında bıyığında gümüş damarları görülebiliyordu. İlk bahar soğuktu, üstünde geniş kürk, başında geniş kulaklı şapka ‘kulakşın’, ayaklarında altından kemerlerle bağlanan serinlikten kabaran büyük çizmeler vardı.

Bugünlerde gerçekten çok serseri vardı. Açlık onları babaevlerinden kovdu ve dünyaya yayıldı. Fakat bütün bu dertler yurtanın sahibine dokunmamış olmalıydı. Kaperatıp – her isteyenin parmağında oynattığı haksız bir arabacıdan bambaşka bir şeydi. Yeni yastık ve battaniyeler, yeni koşmalar yurtada. Ancak Akbala’nın kocasıyla geçinmemesi eskisi gibi kaldı. Kadın:

-          Sanki serseriler jyi yaşamdan olunur! diye kocasına karşı bir şey söylemek için söyledi, Alay etmek ve homurdanmak yerine adamı dastarhana çağırırsan daha iyi.

Ev sahibine hatasını düzeltebilmek ve misafirperverliğini gösterebilmek için zamanı vererek biraz sustu. Fakat o bu imkanı kullanmayı düşünmedi bile. Akbala:

-          Oturun, dedi, Çay için, diye ona kaseyi uzattı.

Dastarhanda sanki güneş batmadan önce bir sürü gibi kurt[37], irimşik[38] dağıldı, filtre kekinin büyük lokmaları vardı. Otarbay’ın önünde bir parça şeker vardı. Yolcu, Akbalı’nın ve yaşlı kadının önünde böyle şeker farketmedi.

Anlaşıldığı gibi çok aç değildi. Ne ekmeğe, ne irimşiğe saldırdı. Sadece bir lokma filtre keki yedi ve iki kase siyah çay içti.

-          Teşekkür ederim...

Kesik kesik ve kısaca konuşuyordu. Önce Otarbay ve Akbala’nın onu diş görünüşünden tanıyacağından korkuyordu. Fakat şimdi bir yıl sonra aynaya bakabilse kendisini tanıyamazdı. Ya sesi? Sesi de kısıktı. Dokuz ay ve dokuz gün hapishanede geçirdi. Sonra da itepte üç ay dolaşıyordu. Kolçaklı ve alaşordınlılarla karşılaşmamak için söylentilere göre Sovyetlerin temel tuttuğu doğuya dolaşık yoldan gidiyordu. Otarbay:

-          Sen ne?.. diye sessizliği bozmaya karar verdi,  Nagaşıya[39] mı gidiyor olmalısın? Baba evinin ocağının kokusunu unutan herkes aynısımı diyor – nagaşıya gidiyorum diye...

-          Evet haklısınız. Gerçekten nagaşılarımı arıyorum.

-          Çok zengin olmalıymış senin akrabaların, değil mi?

-          Bunu kesin olarak bilmiyorum. Ama o ellerde insanların açlık çekmiyormuş.

-          A! Duydun demek... Çekmiyormuş..., diye kötü kötü gülümsedi Otarbay, Hapis serseriler isteplere dağıldı. Bazıları nagaşı arıyor, diğerleri ise jienlara[40] gidiyor... Serserilik etmekten çalışırsan daha iyi!

Diyerek şekeri dişledi.

-          Ya sizin işçiye ihtiyacınız yok mu?

-          Bütün aul bende çalışır. Serseri neden gerek bana?

-          Arabacı olabilirim...

-          Yolda bayını öldürmek ve atlarını kaçırmak için mi? Kaperatıp nedir bilir misin? Bütün bu çıplakları besliyorum.

Akbala, kendini tutamayıp:

-          Besliyor musun?! Allaha şükkür ki kendisinin aç akrabaların yok. Yoksa yurtanın yanında açlıktan ölürdüler.

-          Allah vermedi, ama senin böylelerin var. İşte orada oturuyor, sırtımdan geçiniyor...

Bir gözünü karısına, diğer gözü ise dastarhanın başında oturan ve hiç bir şey yemeyen, ancak çay içen yaşlı kadına dikti.

Akbala’nın sesinde gizlenmeyen istihkar duyuldu:

-          Merak etme. Kearını yemez. Payımdan onu yediririm, beni beslemeye mecbursun. Annem de evinin ocağının kokusunu unuttu, çünkü kızına gidiyor. Senin yardakçılarınla kocasına sattığın kızına. Aklimajan annesini omuzda taşıyacak! Sen ise ona dokunma, pis diliyle konuşma onun hakkında.

İyi ki şimdi kimse yolcuya dikkat etmedi, boş kaseyi tutan eli silkindiğini, bundan önce ilgisiz kalan gözlerin parladığını farketmedi. Bu yaşlı kadın Akbala’nın annesiyse ve diğer kızına gidiyorsa... Hayalinin adı Aklima’ydi demek. Elveda Aklima! Bir defa vedalaştı onunla. Şimdi ise bir daha görüşemeyecekler...

 Aklima hakkında bir şey duymak için kendini dinlemeyi zorladı.

Akbala, yabancıyı unuttu. Onun her zehirli, iğneli, öfkeli alayından sonra şaşı başını daha çok eğiyordu. Böyle sözlerin akımına boğuldu. Kadın da ona nefretinden ve bu nefretini sonuna kadar söylemek imkanından mest oluyordu. İşte Akbala soluk almak için durdu.

Küçük düşürülmüş ve alçak Otarbay biraz sustuktan sonra hıncını birinde almak istemiş olmalıydı. Yolcuya:

-          Hey, sen kimsin? diye seslendi, Beletin[41] var mı? Varsa göster.

Akbala yine saldırdı ona:

-          Sana gösterirse, bu belette ne anlarsın ki?

-          Anlamazsam, görünüşünden ne belet anlarım...

-          Sen kendin kimsin? İnsanları kontrol etmek için! Belki sen aulnay[42] mı veya urendık[43] mı?

-          Ben kaperatıp. Kim daha güçlü kaperatıp mı, urendık mı belli değil.

-          Nasıl kaperatıp sen? Sen nahiye başkanı Mırzakeldı’nın ve haca Kaljan’ın zavallı ve uslu pirkanşçiksin. Pirkanşçiksin, pirkanşçiksin! Bir söz söylemeye cesaret etmiyorsun. Onlar kendisine pelüş ve kadife alıyor, sana aptala basma ve mampasi veriyorlar. Köpeğe bir kemik gibi. En iyi lokmaları kendisine bırakıyorlar, hapse ise onların yerine sen gireceksin.

Otarbay, karısına ne cevap vereceğini bulamadığı için ona kaseyi attı. Fakat onu semavere kırmamak için özenerek attı. Akbala’nın annesi:

-          Ne kavga ediyorsunuz? diye konuşmalarına girdi, Sizde uzun zaman kalmayacağım, yarın gideceğim. Aklimajan, insanların sayesinde onu evine almamı bildirdi. Ağlıyormuş, kendini yeyip bitiriyormuş...

Anlaşıldı... Aklima kimin elinde büyük beyaz kuş gibi çile çekiyor, dört dönüyor, özgürlüğe kavuşmak için can atıyor? İstep çakallarının pençesine düşen kızın kaderinden daha kötü ne olabilir? Her şey açıktı. Bilinmeyen tek bir şey vardı. Ceza evi duvarına gelen ve birini arayan kız Aklima mıydı? Yoksa başka bir kız mı? Biri yağız atın üstünde onu götürdü o zaman! O olsa bile, ne farkı var şimdi? Ateşin yandığı yerinde kül kaldı. Ağacın açtığı yerde çamura batırılan sararmış yapraklar. Cokonda’nın portresinin olduğu yerde sarhoş boyacı çalıştı.

Artık bu evde bulunamıyordu. Derdiyle baş başa kalması lazımdı. Onu kimseyle paylaşamıyor ve kimse onu avutamıyordu.

-          Teşekkür ederim... Gidiyorum. Hoşçakalınız, diye yavaş sesle söyledi ve kapıya doğruldu.

Akbala:

-          Apırau! diye şaşkın şaşkın bağırdı, Böyle karanlıkta nereye gideceksiniz? Gece artık. Kurtlar... İstepte haydutlar kurtlardan daha korkunç. Gece için kalın.

-          E-e! Kurdun boğazını dişlerimle kendim keserim. Haydut ise benden ne alır?

Akbala’ya bir daha baktı, gözleriyle vedalaştı onunla ve çıktı.

Akbala silkindi. Böylesi vardı önceden... Bir sene önce burada, yurtada aynı yerden hiç konuşmadan onunla Toke’yi bir vuruşla yere düşüren kara gözlü yakışıklı şair vedalaştı. Hayır, olamaz bu! O yirmi dört, yirmi beş yaşındaydı. Bu en az kırk yaşında. Gözler, ama gözler! Biraz şaşkın, biraz gülen, biraz üzgün. Onun gözleriydi. O hapsedilmiş ve şafakta kurşuna dizilmiş. Yoksa mucize kabilinden kurtulmuş mu? Saçı neden ağardığı bellidir işte... İnşallah odur, ınşallah. Otarbay, çalınan malları, yastık, hayvanlarıyla mahvolsun. Kaperatıpı mahvolsun! Her şey mahvolsun!.. İnşallah bu odur, şair, istepin sesi!

Yolcu ise dışarı çıktı, gözleri karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Karşısında aynı yerde büyük yurta vardı. Fakat duman deliğinden o zaman olduğu gibi kıvılcım fırlamıyordu. Perdeyi açacak yoktu kimse. Ateş yoktu, bu ateşi karanlıktan bir an için kaçıran güzel yüz yoktu. Yanında: ‘Akın-aga... Gidelim, gidelim akın-aga’ diyen Kaysar yoktu. Kaysar şimdi nerede kim bilir.

Dalı çok olan kalın sopaya dayanarak yola çıktı. Aulda uykulu inekler gürültüyle nefes alıyordu. Kösteklenen atlar ot yiyip kişniyordu. Arkasından görevini yaparak rahatsız edilen köpekler havlıyordu.

Burada Aklima yoktu ve aul ona boş ve bir ceset gibi soğuk geliyordu.

... Acı düşünceleri üç gün sonra sonunda güneye varmak için yardımı almayı saydığı aula geldiği zaman onun yanından hiç ayrılmayan onun yoldaşları kalıyordu. Erken sabahtı. Yüksek mavi gökte hafif bulutlar kayıyordu. Gece otlamadan sonra büyük olmayan at sürüsü suvata sürülmüş. Üç yıllık al kısrağın östündeki at çobanı, uzun kuruku sallayarak tayları suya sokuyordu. Taylar ya sudan korkuyordu, ya da at çobanıyla oyunu beğenmiş olmalı, çünkü kıyı boyunca hızlı hızlı koşuyor, ince sesleriyle kişniyordu. Onları suya sokmakta zorlanıyordu at çobanı.

At çobanı, kıyıda nehri sığ yerinden yürüyerek geçmeye hazırlanarak çizmelerini çıkarmakta olan yaya adamı farkedince:

-          Ey! Ey, kara sakallı! Soyunma! Seni atımla götüreceğim. Delirdin mi?

Sakallı adam ona cevap vermeden çizmeyi giydi, ama baş parmağı dışına fırlamış kaldı.

At çobanı ona al kısrağı yöneltti. Yolcu önce yanıldığını düşündü, ama sonra yok diye anladı.

Al kısrağın üstünde Kaysar oturuyordu.

Fakat delikanlı onu tanıyamadı.

-          Nereye gidiyosun, arkadaşım?

-          Burada bir yerde nagaşım olmalı.

-          Kim o?

-          Onun adı Bayken.

-          Akılbek Bayken mı?

-          Evet, evet! Odur!

-          Oybay! At çobanı olarak onun aulunda çalışıyorum. Kendim ise başka yerden geliyorum. Nehrin o kıyısından görünen aul onun auluydu.

-          Bayeke kendisi evde mi? Sağ mı?

-          O! Çok sağ! Büyük toya (bayram) hazırlanıyor şimdi. Evvelki yıl karısı öldü ve genç kızla evlendi... İşte ona oğlu doğurdu. Tamam da ihtiyar. Tam aul gidecektim. Şimdi sana atı vereyim. Yoksa Bayeke leşimi serir...

-          Senin adı neydi?

-          Benim mi? Kaysar. Bolşevik Kaysar... Geçen sen bir şairle Erkedulan’la Kara-otkel’e gittim. O zamandan beri bana bolşevik diyorlar.

-          Sen Kara-otkel’de partiye mi girdin?

-          Yok ya! Ne gezer! Bir gün, hayır, yarım gün  gazetede Karim’in yardımcısıydı. Aslında beni oraya işe alan o değildi, bunu şair yaptı. Bu çok uzun hikaye, aga. Size onu sonra anlatırım, bunu dinlemek isterseniz.

Kaysar bu yıl içinde hemen hemen değişmemiş. Delikanlının omuzları biraz daha genil, eli daha büyük oldu. Fakat eskisi gibi saf ve biraz gürültülü delikanlı kaldı... Aslında aullarda insenlar değişmiyor. – on sene geçer, onlara aynı yıpranmış kürkte ve aynı şapkada raslanıyorsun ve sanki daha dün ayrılmışsın gibi onlarla konuşuyorsun.

Çok geçmeden güzel atı dizgininde getirerek Kaysar döndü. At eyer vurulmuştu.

-          Al, aga! Belki duymuşsun. Bayeke’nin en iyi atı odur.

Eskisi gibi çevredeki en iyi atları bilir ve ona aitmiş gibi onlarla gurur duyuyor.

Erken istepte derdiyle baş başa üç gün yürüyordu. Artık altında atı hisseder hissetmez başkalaştı. Üstündeki yıpranmış kürk değişmedi. Duruşu farklıydı. Omuzları açıldı, şair, kalkmadan önce genç altın kartal gibi silkindi. Kaysar onu bu anda farkettiyse, ona ihtiyar söylemek aklının ucundan bile geçmezdi.

Onlar karşı kıyıya geçti. Kaysar sürüyü aula sürüyordu. Kısrakları sağabilmek için taylarını bağlamak zamanı geldi. Kaysar’ın atı, burun kanatlarını kabartarak yüzüyordu, yere basar basmaz toprağa toynaklarıyla hemen hemen dokunmayarak dört nala koştu. Ne at! Kaysar’ın onu övmesi boşuna değildi. Ona rüzgarın kardeşi demesi boşuna değildi! Erken, delikanlının ona yetişmesi için atını biraz tutmalıydı. Kaysar yanında gidiyordu artık ve atı oynak al kısrağın önüne geçmeye acele etmiyordu. Birbirinin yanında tırıs gidiyordu ve Kaysar:

-          Siz Erkebulan hakkında duymuşsunuzdur, değil mi? Ünlü bir şair. Bizde herkes şiirlerini biliyor. Özellikle kızlar ona ayılıp bayılırdı. Gizlice olsun, kapıdan, yurtanın delişiğinden ona bakmaya çalışırdı. Dombra oynamayı severdi. Oturuyor, gözleri parlıyor, parmakları ise tellerde kuşlar gibi uçuyordu. Baylar ise onu sevmedi, şiirleri ile canını sıkardı, üstelik aullarda konuşmalar yapardı. Bir gün bizim Kzıl-Mola aulunda onu öldürmek istediler. Gerçi söylediği için.

-          Seni gazete yerleşmiş. Bu işten neden ayrıldın?

-          O Allah! Kendim ayrıldım olur mu? Akşam yardımcı oldum, sabah ise gazeteyi kırıp yıktılar. Ensesime bir iki defa yumruk attılar ve kovdular beni. Karim’i arıyorlardı, bulamadılar ama.

-          Ya o şair mi?

-          Maalesef onu tutukladılar. Gece evinde buldular. Uzun uzun hapiste tuttular. Bazıları öldürülmüş diyorlar. Onlara hiç bir şey söylemediği için onu kurşuna dizdiler. Herkesi dizdiği yerde orman arkasında. Fakat başkasını da duydum. Kaçabilmiş. Kurşuna dizdikleri zaman Erken atıştan bir saniye önce düşmüş. Bir yerde istepte dolaşıyormuş, onunkilere yani onun gibi bolşeviklere gidiyormuş. Bunun yalan olduğunu düşünüyordum. Sağ olsaydı yeni şiirleri bilirdik mutlaka. Yeni şiirleri duymadık ama.

-          Belki şimdi onlarla uğraşamıyor, diye seslendi, Sağ ise mutlaka duyacaksınız. Sana sonra ne oldu?

-          Sonra... Serseri gibi sokaklarda dolaşıyordum. Aulumdan kaçtım, oraya dönmek yasaktı. Nereye gidecektim? Şanslıydım, şehirde Bayeke’ye rasladım. Onun kim olduğunu bildim. Bana yemek verdi. Konuşmaya başladık. O bu şairin yani Erken’in arkadaşı çıkmış. Beni kendine aldı işte. At çobanlığı yapıyorum. Nereye, nereye?! Her zaman böyle deli gibi davranıyor! Nereye?

Kaysar, alaca don kısrağı yetişmeye koştu ve geri kalan atlara döndürdü onu. Sürü aula girdi, kısraklar dağıldı. Aul çocukları, yakalamak ve bağlamak için tayları kovalamaya başladı.

Aulun merkezinde büyük yurtanın yanında yaşlı bir adam duruyordu. Atun üstünde oturan atlıya dikkatle bakıyordu. Kaysar uzaktan:

-          Süyünşı, Bayeke, süyünşı! diye bağırdı. Bunda da eski Kaysar kaldı, insanları sevindirmek onu mutlu ediyordu, Akrabanız geldi!

Erken, attan indikten sonra dizgini bırakıp iki kolunu yana açarak onu karşılamaya gelen yaşlı adama acele etti. Erkekler kucaklaştı. Bayeke:

-          Benim sürgün, diye onu bırkamayarak yavaş sesle söyledi, Sani ne kadar özledim! Nereye kayboldun benim Erkeş? Seni beklerken senin ihtiyarınını gözleri yollarda kaldı. Geleceğini bildim. Hayattaysan senin Bayeke’nin evinden geçemezsin. Görüyor musun, yanımadım.

Hapiste geçirilen dokuz ay ve doküz gün boyunca gözlerinde bir yaş bile görünmedi. Şairin kalbi kısıldı. Göz yaşlarından utanmıyordu. Yanında arkadaşı vardı. Bayeke, Erken’in omuzlarına, sırtına yavaş yavaş bir şaplak indiriyordu. Bir sözler söylüyordu. Sıradan aul ihtiyarıydı, ama şairi bazen böyle güçlendirmek gerektiğini biliyordu. İşte o zaman canı yumuşuyor. Şair erimiş kurşun gibi yumuşak oluyordu o zaman. Doğrusu düşmanları karşılamak için bu kurşundan mermiler dökülebilirdi. Bayeken:

-          Görüyorum, görüyorum ki sen de senin ihtiyarını özlemişsin. Ben ise sana Kara-otkel’e geldiydim, evet geldiydim. Fakat beni bu alçaklar cezaevine sokmadılar! Orada Kaysar’a rasladım. Tamam, tamam sakinleş... Ya sen Kaysar ne? Onu şimdiye kadar tanımıyor musun? Bak, Erkeş, bu ne salak böyle!

Kaysar bu sakallı adamın kim olduğunu hayal meyal anlıyordu. Yaşlı Bayeken’in geçen sene Kara-otkel’e kime geldiğini hatırlıyordu. Sonunda karşı kıyıda atı kime verdiğini tanıyınca Kaysar attan hemen inip ona atıldı.

-          Erke-aga!

-          Susun... Yurtaya gidelim. Daha ihtiyatlı olmalıyız, diye etrafına bakınarak söyledi Bayeken.

Yurtaların yanında sacayaklar vardı. Kazanlarda duman çıkıyordu. Yanında kadınlar uğraşıyor, çocuklar koşuşuyor, gürültü yapıyordu. Daha büyük erkek çocuklar ise tayları yakalıyınca yurtalar arasında koşuyordu. Büyüklerden bazıları kısrakları bırakıp tayları bağladıktan sonra Bayken’in yurtasına arada bir bakıyordu. İki erkek ise misafire selam söylemek için uzaktan yurtaya doğruldu. Erken:

-          Sen beni tanıdın, Bayeke, diğerleri de tanıyabilir.., dedi, Haklısın, gözden kaybolsam daha iyi...

Yurtadayken Bayeken:

-          Bugün toyum var. Benim gibi yaşlı adamın oğlu doğdu. Erken, bir kağıt gedli. Seni arıyorlar. Seni nasıl saklanmamız gerektiğini iyice düşünelim. Şimdilik ise... Kaysar! Misafirimiz kim biliyor musun? Evin sahibi, geçen sene Kara-otkel’de onda kaldık. Zavallı yolda hastalanmış. Şimdi ona yatağı yapacaklar. O duvara dönüp yatacak ve hasta kalacak.

Erken, yatıp kürkü üzerine çeker çekmez yurtaya insanlar geldi. Herkesin aynı sorusu vardı: Bayekn’in misafiri kim, nereli ve nereye gidiyor. Bayken, herkese önceden anlaşıldığı gibi cevap veriyordu.

Erken, yüzüne kulaklı şapkayı çekip yatıyor, yanına koyulan büyük kaseden kımızı içiyordu. Misafirlerden biri yurtaya geldiği zaman çok doğal olarak inliyordu. Dışarıda toy gürültü yaparken hasta numarası yaparak uzun zaman için insanlarla konuşmadıktan ve saklandıktan sonra yatakta kalmak gerçek işkenceydi.

Kaysar gelerek:

-          Akın-aga!.. Bir görseniz! Yarışma var orada... Abeke, Bayseke’ye sarılıp döndürmeye başladı, sonra onu yere nasıl attı da! Zavallı hemen kalkamadı bile. Abeke yendi. Daha kımız ister misiniz, akın-aga?

-          Tamam ver daha kımızı...

-          Bugün çok eğleniyoruz. Uzun zaman böyle olmadı. Baygaya (at yarışması) o yağız at katılıyor. Hatırlıyor musunuz akın-aga? Koltukların altı delikler. Bugün yağız at birinci gelir. Bayeke sizin bindiğiniz atı yarışmaya sokmadı. O toyun sahibi ya. Yakışık olmaz. Yoksa çok eğlenceli olurdu! Et ister misiniz?

-          Ver eti.

Keçe duvarından ünlü atın bağlıyken nasıl çile çektiği duyuluyordu. Onu baygaya sokmadıkları için ıstırap çekiyordu. Burada toplanan herkese onu geride bırakabilen at yok diye ıspatlamak istiyordu. Erken ise içinden herkesin gözleri önünde eline dombrayı alabilirse nasıl şarkılarını söyleyeceğini tasavvur ediyordu. Onun çok yeni şiirleri var diye gösterirdi!

Yine Kaysar, koşarak geldi:

-          Ben de al kısraımla katılacağım... Atım dört nala koşarken yerden madeni para alırım. İnşallah yenirim herkesi!.. Çay ister misiniz? Çay vereyim mi size akın-aga?

-          Ver çayı.

Baygaya katılmayan Bayeken’in en iyi atı duvarın ardından memnuniyetsizce kişnedi. Baygayla uğraşan atlardan hiç biri ona seslenmedi.

Güneş batıp misafirler dağıldığı zaman Bayeke ve daha altı veya yedi erkek yurtaya girdi. Molladan başka onların hepsi bu aulun sakinleriydi. Bayeke, lambayı gözlerin tedirgin olmaması için hasta karaotkelliden uzaklaştı.

Başında siyah takke olan molla şeref yerinde oturuyordu. Bayken ona:

-          Molla-eke Allahın babasını sevindirmek için gönderdiği bu yaramaz erkek çocuğa isim vermelerinizi rica ediyoruz, diye saygıyla seslendi.

-          O, Bayeke! Seçimi yapmamı mı istiyorsunuz? Bebek için var mı acaba önceden kararlaştırılan isim artık?

-          Düşündük ki molla-eke... benim gibi yaşlıların en küçük oğlu – en sevilen yaramaz çocuk... Var bir isim. Ona Erkebulan ismi vermek isterdim.

Molla:

-          Anne ve babasının isteği öyleyse itiraz eden olmaz tabi.

Gelen ihtiyarlardan biri da konuşmalarına karıştı.

-          Artık aulumuzda üç Erkebulan var say. Torunuma, küçük kızımın oğluna Erkebulan ismi verildi, dedi.

-          Eh, o şimdi nerede bilsek – bizim birinci büyük, üçünden ilki Erkebulan şimdi nerede olduğunu bilsek, diye biri içini çekti. Eskisi gibi yüzü duvara dönmüş yatan Erken, bunu kim söylediğini göremedi, sesinden de tanıyamadı.

Molla yerinden kalktı ve uygun dua söylemeye başladı. Bayeke’nin kucağında bebek uyuyordu.

-          Allahu akbar!.. Allahu akbar! Lailaha ella al lam! diye gayretle duanın sözlerini söylüyordu molla, Senin adın Erkebulan, Erkebulan, Erkebula!

Törenlere göre yeni doğanın ismi üç defa söylendi.

-          Herşeye kadir Allah bütün Erkebulanlara sağlık, mutluluk göndersin! diye söyledi Bayeken, Girişimlerinde mutlu ve güçlü olsunlar.

-          Amin...


VII

 

Gürültülü gaileli toydan yorulan aul sustu. İnsanlar farklı farklı yerlerde uyudu. Horlama farklı yanlarda duyuluyordu. Kadınlar ocakların yanında yuvadaki bıldırcınlar gibi dertop olara uyudular.

Yurtada hiç kimsenin dikkatini çekmemek için ateşi yakmayarak yaşlı Bayken, Erkenle yavaş sesle konuşuyordu.

-          Hadi, Erkeş, söyle şimdi nereye gidiyorsun, neye ihtiyacın var. Biliyorsun senin için elimden geleni yaparım.

-          Bunu biliyorum, Bayeke... İlk önce buraya yakın bir yere gitmeliyim. Mümkünse Kaysar’ın benimle gitmesine izin verin.

-          Bu kadar mı? Başka ne lazım sana?

-          Şimdilik hiç bir şeye ihtiyacım yok.

-          Ne zaman yola çıkmak istiyorsun?

-          Mümkünse bu gece.

-          O zaman sana ne lazım olabiliceğini seç. Üstünü değiştir. İhtiyarsam genç yailarımdan biraz giysi kaldı. Yün çoraplı çizmeleri al, geceler soğuk oluyor. Gri kumaş çapanım var. Tam sana uyar. İç çamaşırın var mı? Onu da buluruz sana. Nasıl bir at istiyorsun?.. Buraya geldiğin at vermem sana galiba. O çok tanınmış, konuşmalar başlar. Kaysar’ın seni şehre kadar uğurlamaya gittiğini söylerim. Ne zaman geri döneceksin?

-          Beş gün kadar sonra geri dönmeyi düşünüyorum.

Erken, ihtiyarı dinlerken; malahayımı al, iç çamaşırın var mı gibi basit sözlerin en derin insanlık duygularını ne kadar iyi ifade edebildiğini düşünüyordu. Arkadaşlık. Sevgi. Arkadaşlık yardımı. Tehlike göze almaya hazır olma.

            Auldan hala şafak sökmeden ayrıldı. Yanında açık al kısrağında Kaysar gidiyordu. Duyulabilmekten korkmayarak konuşabilecek mesafeye uzaklaşır uzaklaşmaz Kaysar, Erken’in atını övmeye başladı. Onun rengi de aldı, ancak Kaysar’ın kısrağının renginden biraz daha koyuydu.

-          Bayeke, size nasıl bir at seçilmeli bildi! Bu atla son baharda ilk karda üç kurt vuruldu. Tabi ki jorga[44] değil, ama tırıs çok iyi gidiyor. Erke-aga nereye gidiyoruz?

-          Aklima kime verildi?

-          A-a... Jappas soyundan geliyor. Onlar şimdi Kara-Koi’de. Şaşı Otarbay ölüme kadar kaperatıp olmak istedi – işte kendi Kaljan’ın yeğenine sattı zavallı kızı.

-          Bu jappas nerede duruyor? Kara-koin nerede bulunuyor?

-          Caylau onlara ait. Oraya gitmek istiyorsak, yanlış döndük... Bu Kızmonşaka-Sırgalı tarafına.

-          Geçen sene Aklima kaç yaşındaydı bilir misin?

-          Bilmez olur muyum, beraber büyüdük, beraber göle su almaya gittik. On sekiz yaşımı doldurdum. O benden bir yaş küçük.

Erken, artık Kaysar’ı bir şey sormuyordu. Yolda iyi bir atla her zaman düşünmeyi çok severdi. Sovyetler iktidarı için savaştığı ne kadar çok iyi arkadaşı vardı. Artık tek kaldı, onlarla bütün bağlantıları kesildi. Onların çoğu Karaotkel’den ve Kzıl-Jara’dan Omsk cezaevine götürüldü. Kendisi – kaçak, serseriydi... Kolçak hala güçlüydü. Alaş-Orda da hala güçlüydü. Beyeken’in: ‘Bir kağıt geldi Erkeş, seni arıyorlar’ diye söylemesi boşuna değildi. Doğuya ise sadece Betpakdal’dan ölü çolden gidilir. Rehberi kim olur? Buna Kaysar bile yardım edemez...

            Sonra Beyeke’ye danışabilecek. Öyle ihtiyar ki! Bir şey uydurur, iş Erken’e geldiğinde her zaman çare bulurdu!

            Onlar Aklima’ya gidiyordu. Erken kendisi neden bilmiyordu. Ne değiştirebilir? Ona nasıl yardım edebilir? Onu görmemek de imkansızdı. Bir hastalık bu... Bir kara gece bir an için gözlerinde kız göründü ve ayrılmamak üzere hayatına girdi. Şimdi de gözlerin önünde duruyordu, artık bir yere ayrılmadan. Yine heykeltıraş kaleminden çıkmış gibi yüzünde hem korku, hem sevinç, hem hüzünü görüyordu. Bütün bu duygular ona yönelikti. Belki de o anda aralarında bir sır çıktığı için Aklima onun için bu kadar değirliydi... O dakikada ilk defa ve günlerinin sonuna kadar bütün insanlık karmaşıklığını anladı. Aklı kavrayamadı, önceden her şey de anlardı, kalbiyle hissetti.

            Varlığın esası bilmiş insan ruhunun herhangi hareketini mucizevi suretle anlatabilen geçmişin büyük ressam, şairleri her biri, bu sırrı kendine özgü şekilde çözüyordu. Fakat genç Kazak edebiyatı onu ancak özümsümekte. Kendi şiirleri giderek az beğeniyordu Erken. Bazen dış görünüşü var. Böyle renkli paçavralar, altısı ise boş. Bütün bu yüce ve tumturaklı sözler, gezisine hangi atı vereceğini düşünen Bayeken’in bir sözünü etmiyor. En iyi atına acıdığını söyleyemezsin. Hayır, Erken’i düşünüyordu. Bu kadar güzel atı olan atlı kendisine dikkat çekiyor. Serkeş kaçan şairi ise çok kişi tanıyordu. İnsanların iyi kalbini değerlendirebilmeleri için ‘Galiba buraya gelen atı sana vermem’ dediği zaman onu tahrik eden yüce duygunun nasıl ifade edilmesi gerekti. Burada ‘O, benim arkadaşımsın sen! Asilliğin bu istep kadar geniş!’ nöbetçi sözleri yetmez.

            Belki de Erken, kusurlarını abartıyordu. Fakat yeni ifade araçları hakkında düşünmemesi imkansızdı. Yeni Kazak edebiyatına ön ayak olan olmak... Bazen kendine yönelik bu düşünce ona affedilmez kibirli çocukluk gibi geliyordu. Başkasını da görüyordu – birçok insan onu taklit etmeye çalıştığını, edebiyatın zor yolunu seçenler şiirlerinde icatlarını kendine özgü şekilde kullandığını. Bu yüzden o birçok şeyden sorumluydu. Zaman onu seçtiyse, böyle yükü taşıyabilir mi? Ancak yirmi beş yaşında. Başında büyük Abay’ın bulunduğu şiir çağının geçmişte kaybolduğunu iyi anlıyordu. İstepe yeni zamanlar geldi. Onlara refakat eden eski arbanın hüzünlü gıcırtısı ve devenin tembel yürüyüşü değildi. Bunu nasıl ifade edersin? Onun için Mona Liza, Evgeniy Onegin bir defa gördüğü Aklima gibi bir gerçek oldu. Onun başkaları için aynı derecede yakın nasıl yapabilrdi?

            Erken, onu bir daha görmek istedi. Ya... Böyle gururlu, şaşılacak kadar temiz ve güzelliğinde bağımısız kızın yerinde sessiz bir köle bulursa? Hayır, hayır! Onu boyun eğilmiş, küçük düşürülmüş görmek Allah vermesin...

            ...Caylauya bir gün sonra geldiler. Uzanan gölün kıyısında birbirinden küçük mesafede aullar vardı. Burada her şey ölmüş gibilerine geldi. Ocaklar tütmüyordu. İnsanlar görülmüyordu. Onlar ya saklandı, ya da her şeyi bırakıp ayrıldılar. İstepte bakımsız hayvanlar dolaşıyordu. Üç aulda Erken ve Kaysar gece için kalmaya çalıştı, ama sahiplerden hiç biri onları yurtasına sokmadı.

-          Gidin, gidin buradan... Olmaz. Hastalık bizde Karaşeşek[45].

Sonunda büyük olmayan sürüyle çobana rasladılar. Aradıkları aulu gösteren oydu.

-          Orası... İki yurtayı görüyor musunuz? Onlardan biri sökülmüştür. Orasıdır işte. Orada birini bulmanız şüpheli. Bazıları ölmüş, diğerleri göç etmiş.

Erken koyu al atının topuklarıyla vurdu ve ilerideki beyaz yurtalara koştu. Yaklaştıktan sonra onu birinin karşılayacığını beklemeden hemen ter içindeki attan atlayıp indi ve yurtaya girerken az kaldı perdeyi sökecekti.

Gözlerini sönmüş ateşin külesine diken yaşlı kadın oturuyordu. Demin Otarbay’da gördüğü kadındı o.

Sağda yurtanın bir kısmı mavi ipek perde ile ayrılmıştı. Arkasında biri uzun aralıksız koşudan sonra gibi ağır ağır nefes alıyordu.

Kaysar dişarida atlarla uğraşıyordu ve birazdan yurtaya girdi.

Yaşlı kadın, başını kaldırmayarak:

-          Kimsiniz, çocuklar?.. Çabuk gidin. Bizde kara-şeşek var bunu bilmediniz mi? diye sordu.

Bakıştılar. Erken:

-          Biliyoruz, jeneşe, diye cevap verdi.

-          Hayatınıza değer vermiyor musunuz? Kahrolası kara beladan korkmuyorsanız. Kimsiniz?

-          Adım Erken, arkadaşımın adı ise Kaysar.

Birdenbire mavi perde oynadı. Arkasındaki soluk alıp verme bir saniye için duraksadı. Yaşlı kadın:

-          A-a, Kaysar. Kaysar’ı tanıyorum, diye söyledi, Yine de sizi bize sokamayacağım. Dogdır[46] öyle söyledi...

Perde arkasındaki biri bir çığlık attı. Erken kalbini sıkan acıdan az kaldı inleyecekti. Bu kısık acı çeken ses... Aklima’nın sesini kendine böyle mi tahayyül ediyordu. Onu hayallerinde dinliyordu. Bir defa Omsk’ta sevinip hüzünleyebilen ve ummayabilen piyano gibi dinliyordu... Aklima... Demek yaşıyor. Gitmelerini istemiyordur. Bu haykırışta sözleri anlamak imkansızdı, ama Erken gerçekte: ‘Gitmeyin! Bırakmayın beni!’ duydu.

-          Bak, Kaysar, diye söyledi, Çiçek aşısı yapılmıştım. Hatta hapisteyken iki defa yapıldım. Sen nasıl?

-          Oy, Erke-aga! Aşık dışık derimi görmüyor musunuz? Beni hiç bir hastalık almaz.

-          O zaman jeneşe, izin veriyorsanız sizde kalacağız. Bizi merak etmeyiniz.

Yaşlı kadın artık ittiraz etmiyordu. Hiç ses çıkarmadan kalktı ve soğyan semaverı alıp götürdü. Kaysar hemen perde arkasında kayboldu.

-          Aklima, bu ben, Kaysar.

-          N-gı...

Böyle anda hayat ile ölüm arasında bulunurken evli kadın yabancı erkeklerle konuşmamalı, itidalli olmalıydı. Onun bütün duygularını kısa ünlemde ifade edildi – ‘ngı’. ‘Ngı’: seni tanıdım! demek.

-          Ngı.. – ‘Seni duyuyorum. Doğrusu kendimi iyi hissetmiyorum’.

-          Kaysar! diye çağırdı Erken, Git oradan. Onu rahatsız etme, bırak. Gel buraya.

Kaysar çıktı. Kendi başını iki eliyle kavradı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

-          Sakinleş, Kaysar.

Fakat delikanlı kendini tutamıyordu.

-          Erke-aga ben... sizden Aklima’ya gideceğimizi duyunca öyle sevindim ki. Bunu düşünebilir miydim... Eh!, diye artık konuşamadı, çabuk çabuk başını sallamaya başladı ve yurtadan fırladı.

Perde arkasından yine ses duyuldu. Hasta bir şey istiyordu, bir şeyde ısrar ediyordu. Yoksa onu mu çağırıyor? Erken artık tereddüt etmiyordu. Aklima’ya tehdit eden ölüm tehlikesi edep gereklerine uymak gerekliliği kaldırıyordu. Oraya ona gitti.

Göğüsü ağır ağır inip inip kalkıyordu, her nefeste hırıldıyordu. Yüzü çizgili kırmızı örtü ile kaplanmıştı. Erken, onu dirseğinden tuttu... Kolun tümü kabuklarla kaplanmıştı. Tam bileğindeki mavi damar endişeli endişeli atıyordu.

-          Aklima! Ümidini kesme! İyileşirsin. Seni aradım ve buldum işte. Sen iyileşinceye kadar burada kalacağım. Seninle kaldığımı ister misin Aklima?

-          Ngı, ngı...

Dünden beri Aklima özellikle kötü hissediliyordu. Kara çiçek onu boğuyordu, ama gençlik teslim olmuyor, gençlik hastalıkla savaşıyordu. Aklima’nın kocası çiçeğin başlanmasını öğrenip aula uğramayıp şehre kaçtı. Komşu yurtada kalan küçük erkek kardeşi, küçük kız kardeşi öldü. Hasta Aklima’ya komşu auldan kendi çocukları olmayan bir dul geliyordu, one yemek verip çay yapıyor, geceleri onun başında oturuyordu. Aklima’nın annesinin gelmesiyle dul bir daha görünmedi. Çoktan ölmüş mü acaba?

Erken’in çocukluk arkadaşı Kaysar’la ani gelmesi hastayı heyecanlandırdı. Birdenbire Aklima, kendini genç, güzel ve sağ hissetti. Yine ünlü akını bir defa görünce onun hakkında hatırı saklayan bir kızdı. Neden, ama neden onun için bu kadar değerli oldu? Onun hakkında hemeh hemen hiç bir şey bilmiyordu. Sadece bir defa kızkardeşinin otausunda oturduğunu ve dombrada bir melodi çaldığını gördü. Hayır, onun hakkında bir şey bilmemesi yalandır. Şiirlerini biliyordu, onun hakkında her şey biliyordu. O zaman neşeli ve kaygısız akşama olacağını ne kadar ummuyordu. Şarkı, dombra, oyunlarla... Oysa ki onların evinde şair dikiş kaldı öldürülecekti. Onu bir daha görmeyi ummuyordu. O da onu düşünüyordu çıktı. Onu arayıp buldu!

-          Yüzünde örtü alsan mı? O zaman bu kadar sıcak olmaz.

-          Ngı...

-          Tamam, kalsın.

Aklima sakinleşmiştir. Göğüsü bu kadar kalkmıyordu artık.

Onu aradı ve en zor dakikalarda buldu... Erken-aga! Erken gibi yiğit hakkında düş kurmayan kız yok. Talihli çıkmışsın Aklima. Uzun zaman için değilse bile talihliydin. Baht, seni ona yardımı lazım olduğu zaman şaire getirdi. ‘Akın-aga sizi öldürmek istiyorlar’ korkunç sözlerini yazarken elin ne kadar titriyordu. O zaman onu ölümden kurtardım, artık o beni kara hastalıktan kurtarmak için geldi. Ben iyileşip ayaklarıma kalkıncaya kadar benimle kalacağın kendisi söyledi Şair ise her şey yapabilir, herşeye kadir, bir aziz gibi. Yarın kendimi daha iyi hissedersem kalan yiğit ve kızları çağıracağım. Bu şildehana[47] olacak, gerçekten yine dünyaya geliyorum. Akbala, sen göreceğin herkesi önceden çağır. Erken domra ile yanıma otursun. Ah, kızlar! Geldiniz mi? Çağırıma ne kadar çabuk cevap verdiniz. Sizi gördüğüme memnunum. Sizsiz menfurun evinde canım sıkıldı. Erke-aga başlayın lütfen. Şarkı söyler misiniz? Sizi rica ediyorum. ‘Surşa-kız’... ‘Sevgilim seni hatırladığım zaman yastığa sarılıp ağlamaya başladım’. Size dayanabilir miyim aga? Sırtım ne kadar yanıyor!.. Kaysar neredesin? Şimdi ‘Karakoz’ söyle. Bu şarkıyı çok iyi söylüyordun. Eskisi gibi yüksek sesle söyle. ‘Kara gözlüm beni bıraktı, ne yapayım şimdi, ne yapayım?’ Haydi?...

Başını eğip yanında Erken oturuyor ve sözleri dinliyordu. Artık onu kimseye vermez. Leonardo da Vinçi Mona Liza portresinden ayrılmıyordu, o da Aklima’yı bırakmaz. İyileşip sağlam olduktan sonra Betpak-dal’dan doğuya beraber gidecekler. Alçak Otarbay, onun Aklima’yı birine vermeye nasıl cesaret etti! Bu yoktu. Eski kanunlara boş verin. Onun Aklima ile mutluluğunu engelliyorsa onlara boş verelim. O, Allah ona yardım et. Gitmesine izin verme. Cezaevi penceresinin karşısında o mu dolaşıyor diye nasıl şüphelenebiliyordu. Böyle cesurca davranan başka kız olur mu hiç? Sadece Aklima.

-          Gitme, Erkeş, diye söyledi, Gitme, Kaysar, Akbala gitme.

Sayıklama bitti. Aklima bayıldı.

Erken, sabaha kadar etrafında bir şey görmeyerek ve duymayarak yanında oturuyordu. Aklima suskun suskun yatıyordu. Onu rahatsız etmekten korkarak sessizce kalktı, ama o zaman ona annesi geldi ve yaşlı kadının acı çığlığı her şey açıkladı. Hiç kimse ve hiç bir zaman Aklima’yı rahatsız etmeyecek artık.

VIII

Her insanın hayatında kendi unutulmaz yılların takvimi var. O gece ölmekte olan Aklima’nın yanında bulunurken şair, genç kadının neden başını örtü ile kapladığını biliyordu. Hastalıktan dolayı çirkinleştirilen yüzünü görmesini istemedi. Pullar gibi kabuklar içindeki elini tutarak ne kara çiçek, ne acı çekme güzelliği yok edebilir.... Bir gün aulda Kzıl-Mola gölünün kıyısında gördüğü ince kız, o kız ölebilir mi?

O geceden çok sene geçti.

Şairin sözü bütün Kazak istepinde duyulup istepin dışına yayıldı. Sovyetler iktidarı için savaşlarda geçilen yollar geride kaldı. Artık ne silah, ne kılıç tutuyordu. Elinde önemli iş kağıtlarla dolu maroken çanta vardı.

Korkutucu bir zamandı. Gururlu, zor ve neşeli zamandı. Eski alışılmış şiirle bu zamanı yazamıyordu artık. Şair bu şiiri kırıp yeni farklı söz ifadeleri buluyordu. Bu şiirin satırlarının ritminde çok kalplerin atılması duyuluyordu. Hayatın tam içine girmek istiyordu, her şey görmeye, bilmeye çalışıyordu. Ekim’den sonra istepinde meydana gelen değişimlerin yansıması, anlamını kavradığı ilk bakışta önemli olmayan olaylardaydı.

Sabit ve gürültülü ünü kazandı. Fakat şair, herçek şair ve erkekse, hem üne, hem de ona bağlayan şeylere dayanmalı. Olgun usta tarafından yazılan şiirlerde eleştirmenler, şiirin sanat değeri buluyordu. Fakat şair kendisi onlardan hoşlanmıyordu. Başkalarının titizliğiyle övünüyor diye düşündüğünü istemediği için bunun hakkında bütün kavşaklarda bağırmıyordu. Fakat şiirlerinin eksiklerini görüyor, daha kolay, daha parlak, daha derin yazabildiğini biliyordu.

Dokunmayak karda yol açmak, birinin ardından gitmekten daha zor. Şairin öğrencileri vardı. Açık taklitçileri vardı. Öğrencileriyle gurur duyarken, taklitçilerden rahatsız oluyordu. Özellikle son zamanlarda şair ne yazdıysa olsun onu öve öve bitiremiyordu. Boş laflar mı?.. Hayır bu kadar değil. Hesaplama hassastı. Onu durmadan övünerek eserlerinin önemini abartıyordu. O eserler de edebiyata onun eski kürkün Bayeke’nin hediye verdiği ince kumaştan çapana benzediği gibi benziyordu.

Şair şimdiye kadar büyük işe başlamadığını affedemiyordu. Böyle kitap içine gözlemi, düşünmelerini alırdı, istep halkının hayatındaki büyük adımları açıklardı. Gördükleri ve yaşadıklarından çoğunu yazmadığına üzülüyordu. Edebiyatta gideceği yolu daha tahmın ettiği zaman yirmi dört yaşındaki delikanlı olarak zor, çok yüzlü ve yaşam imajları yapmayı hayal ediyordu. Ya böyle çalışma için hala olgun olmamasından korkuyordu, ya da olayla dopdolu zaman büyü kitaba oturmasına zaman bırkamdı...

Öyle mi, değil mi, şair bu hayalini bırakmıyordu. Yıllarla hem Mona Liza, hem Onegin, hem de hayatında bir an için görünüp kaybolan kız giderek daha sık talep ediyordu: ‘Her şey unuttun mu? Neden yazmıyorsun? Yazmalısın’. O kızın hayatında bir defa görünmesi doğru mu? Hayır. Çok defa tekrarlanarak dağlarda bir yamaçtan diğer yamacına yansıyan akşam yankısı gibi o da her zaman her çağrısında tepki gösteriyordu. Aklima hayatına kararlı girdi, çok olaya farklı bakmasına sebep oldu. Belki de farklı yazmaya başladı, çünkü bir gün Kzıl-Mola gölünün kıyısında bir an için o kız göründü...

Hatırlayacak ve düşünecek çok şeyi vardı. Kara-otkel’e beyaz çarın indirilmesi hakkında haber geldiği günden yaşananlarını tarif edebilirdi. Erken, birinci olarak kırmızı bayrağı diktirdi. Her şey yaşadı; hem zaferlerin gururunu, hem de yenigilerin acısını. Belleği, zamanın belirtilerini bütün aydınlığıyla ve ayrntılarıyla saklıyordu.

Hayır, uzun zaman yola hazırlanmak yasaktır. Bütün engelleri aşılabilir mi, onun sonuna varılabilir mi diye düşüncelerden yol ne daha kolay, ne daha kısa oluyor.

‘Dolaşım’. Kitabın adı beklenmedik sırada geldi. Kendi kendisine. Fakat çalışma masasında temiz kağıtla baş başa kalacağı dakikayı ne kadar çok düşünüyordu. Şairin kalemi o, arkadaş ve yoldaşlarını düşünerken hayırlı ve müşfik oluyordu. Hikayenin sırasında düşmanlar çıktığı zaman genç ve ateşli Erken’in ateşliğiyle savaşa atılıyordu.

Bir sayfadan diğer sayfa, kitap yazılmış ve dünyaya çıkmıştı. Ne koptu o zaman? ‘Dolaşım’da ettikleri yanına bırakılanların akrabaları, şiddetli takiplere başladı. Şairin başına şikayet, tehdit, dedikodu, ihbar ve imzasız mektupları yağmaya başladı. Biri: ‘Pis kaleminden daha güçlü silah olduğunu bil’, diye hatırlattı. Diğeri: ‘Şunu bil ki senden daha güçlüleri kırardık’, diye yazıyordu. Üçüncüsü: ‘Hey, sen! Yürü ve etrafına bakın, seni bulurum’, diye vadediyordu.

İçi özellikle sıkıldığı zaman şair düşüncelerinin ve geçmişe yolculuuklarının sürekli yoldaşı sadık dombrayı eline alırdı. Hayır, şüphelenmiyordu. Doğru yolda bulunduğunu biliyordu ve şimdi ‘Dolaşım’ın ikinci kitabını düşünüyordu. Birinci cilt için eleştirme ona hiç yardım etmedi. Bazıları onu öfkyle veriştirirken, diğerleri durmadan övüyordu. Orta bir şey hemen hemen yoktu.

...Pencere arkası akşamın alacakaranlığıydı, ama ışığı açmak istemiyordu. Pencere arkasında iki elma ağacı vardı. Auğustos’tu, dallar meyvelerin ağırlığıyla toprağa eğildi. Birdenbire, dağların yanında sık sık olduğu gibi hava bozuldu. Bulutların kara yırtık pırtık parçaları sarktı. Tepelerin üzerinde bir yakın yerde buran yuvarlanıyordu. Sağanak yağmaya üzereydi.

Şairin parmakları dombranın alt perdelerinde daha uzun zaman için kalıyordu. Böyle kavramada telin ikisi şaşılacak kadar güzel ses veriyor ve bu uyum, hayat harcanıyor, bazen de bütün hayat yetmiyor buna. Uyuma gelince – iki telin çıkardığı aynı sesi değil, dirlik düzenlik ve karşılıktır!.. Sözlerin böyle uyumu olmadan ne şiir, ne düzyazı var. Yıllarla bunu elde etmeye uğraşmak daha zor oluyor, çünkü kendine daha sert oluyorsun.

Dombranın sesi boğuktu. Belki de şarkının büyücüsü olan Birjan- sal, dombrayla baş başa kalarak seslerin ve sözlerin büyük sırrını aynı mı düşünüyordu? Deve yününden geniş elbisesi sırtında ucunda kurşun saklanan kamçının vurulmasından kesildi. Aklıevvel poştabay şarkıcının elinden dombrayı kaptı. Tel koptu. Çalmadı, inledi. Yeis inlemesi. Nahiya başkanı Janbota ise ona arka çıkmamdı, şarkıcının sözünü ağzına tıkadı: ‘Başkalarının işine karışmanı kim istedi?’. Tabi, nahiye başkanı bir şarkıcı için, Birjan-sal kendisi olsa bile başka nahiye başkanı ile kavga ederse mı?

Ya poştabaya gelince. Bu darbe ile sadece kendisine değil, bütün ailesine edebi rezalet üstüne çekti. O onun oğlu – Toke – tavşandudaklı ızbandut nasıl bir adamdı. Ya onun oğlu, poştabayın torunu?.. Büyük artık. Bir şehre taşındıysa bile rezil ünlü kamçı ile dolaşmıyordur. Fakat bugün kötü ve rezil işler için kamçı gerekmez.

Şairin parmakları eskisi gibi alt perdelerdeydi. Dombra ses birliğiyle çalıyordu. ‘Beni küçük düşürmesine izin verdi janbota...’ Öyle görülüyor ki uzun zaman içinde bilinçsizce tam bu sözleri çalıyordu.

Şair, Birjan’ın yüksek sıtma görmemiş sese sahip olduğunu hatırlıyordu, onun ses yüksekliğine varmaya çalışarak bilinçsizce telleri geriyordu ve bir tel dayanamayarak koptu.

Sıkakta fenerler yanmaya başladı ev ışıkları şairin oturduğu odaya girdi. Şimdi şiirlerini söylemediği halde yeni teli gerdi.

Dombra elinde yine canlandı.

 

1966

 

DÜNYA İŞLERİ HAKKINDA GÖKTEKİ KONUŞMA

 

Hindistan hava şirketinin amblemi – beyaz çalmalı Hintli. Ayrılırken saygıyla eğilerek kaldı. Deli’nin dayanılmaz sıcağı birinci sınıf salonun ılımlı iklimle değiştirildi.

Uçak gri beton uçak pistinden ayrılıp ısrarla irtifa alarak göğe tırmanmaya başladı.

Yolum, Kalkuta ve Honkong’dan Japon yazarlarıyla görüşeceğim Tokio’ya gidiyordu. Bugünün anlayışlarına göre on saatlik uçma çok uzun bir süre ve kendimi evimde bilmeye başladım; ceketimi ve kravatımı çıkardım ve masaya hemen hemen kare şeklindeki koyu mavi ‘Cambul’ sigararalarını ve tabiat manzaraları değil, ritmli dansta donup kalan şirin Rus kızlarını canlandıran parlak etiketli ‘Berözka’ (‘akağaç’) kibritleri attım.

Salonda yolcular için tam konfor yapılmıştır; birinci sıranın koltuklarının önünde masalar, farklı çeşitli sigaralar, çiklet, güzel resimli dergiler. Bizim ‘TU-104’ ile kıyasla İngiliz uçak daha az gürültülüydü. Zaman zaman klima cihazının hafif uğultusu geliyordu.

Kendisini uçuşta gailelei dünya işlerden serbest hissetmek için ağzıma baharatlı çiklet koydum, koltuğun arkasına dayandım ve elime içinde küçük bir çocuk gibi sadece resim bakabildiğim kalın İngiliz dergisini aldım.

Renkli fotoğrafların inanılacak gibi olmayan parlak boyalarla kalın sayfaları çevirirken üzerimde geçidin karşı tarafında solumda komşumun inceleyen bakışı hissediyordum. Yapacak işi olmadığı için kim olduğumu tahmin ediyordu herhalde.

Bu bakıştan sıkıldım ve tanışma için hiç bir adım yapmamaya karar verdim. Buna rağmen yoldaşımın merakı yendi. Üstelik yolculuk terbiye kurallarını biraz değişiyor. Komşum tarafıma eğildi.

-          Özür dilerim... Siz – siz Rusya’dan mı geliyorsunuz? diye bana Rusça olarak belli bellirsiz aksanıyla seslendi .

-          Evet. Sovyetler Birliği’nden, diye demincek kendini öldüren Merilin Monroe’nun fotoğrafına bakarak cevap verdim.

Gözlerimiz birbirine geldi ve ona daha iyi bakabildim. Boyu ortanın üstündeydi, zayıf, üst dudağının üzerinde sahipleri rengine genellikle buğday renkli dediği gerçekte ise kızılımsı olan bakımlı bıyık vardı. Parlak güneş ışığıyla aydınlatan kulağı yanıyordu. Yaşı?.. Kırk kadar olacak.

-          Sırnaşık görünmekten korkuyorum, diye devam etti, ama sigara ve kibritlerin dikkatimi çekti. ‘Cembul’ nedir bilmiyorum, ama ‘Beryözka’... Bu sizin ünlü topluluğunuzu görmüştüm. Pariste. Doğma büyüme Parisliyim, orada yaşıyorum. Fakat Rusum.

Yoculuk tanışması için ne özel tören düzeni gerekiyor ki? Yolculuk böyle küçük sevinçlerden oluşmakta; yedi kilometrelik yükseklikte kendini tümüyle dilsiz olarak hissetmemek için konuşmanın on saatlik yolculuğu geçirmeye yardım edeceği insana raslamaktır. Bunda duygulandırıcı bir şey vardı; babalarının vatanından uzakta doğan ve yaşayan adam kibrit etiketinde dans eden sarafanlı kızlara uzanmadan yapamadı.

Ona sigara teklif ettim, kırmızı başlı kibriti çaktım. O da bana: ‘İzin verirseniz ben...’, diye söyleyince parmaklarımdan yanmakta olan kibriti alıp önce sigaramı yaktı, sonra kendi sigarasını yaktı.

-          Bizde bütün çakmaklar.., diye sanki biraz şüphelenerek ve sigaranın dumanını içine çekti, gözlerini kısıp tütünün tadını değerlendiriyormuş gibi.

-          Sigaralarınız iyi, diye devam etti, ‘Cembul’ ne demek?

-          Özür dilerim, ama sizi düzeltmem gerek; Cambul. Bu Kazak halk şairinin adı.

Yeni tanıdığım Birleşmiş Milletler’in Doğu-Güney Asya’nın ülkelerine ekonomik yardımı sağalama görevlisi olarak tanıttı kendini. Bundan başka Martınov’un torunun oğluydu. Evet, evet, bildiğiniz Martınov’un!

Bu rezalet içindeki soyadını söyler söylemez duygularımı saklamadı herhalde ve tehlikeyi hisseden istep atı gibi kulak kabartım.

O biraz bekledi ve gözlerini bana dikip sonraki cümleyi düşünceleri okuyabiliyormuş gibi sözlerimle başladı:

-          Evet, evet, o bildiğiniz Martınov’un – Lermontov’a hiç bir zaman ateş etmeyen ve bu yüzden onu öldüremeden asker emeklisi binbaşı Nikolay Solomonoviç Martınov’un!

Bundan önce çok sakin olan bu cümlesini ünlem işaretiyle bitirdi.

Sözlerinde meydan okumanın olduğunu hissettim. Bütün kurallara uygun meydan okuma. Martınov’un torunun oğlu, beni yani soyumuzun soyadını aldığı istep Kazak Musrep’in torunun oğlunu düelloya çağırıyordu.

Meydana okumayı kabul etmekten başka şey kalmadı benim için. Kendime: ‘Allah, bana yardım et ve Andronikov İrakliy de bana yardım et’, diye söyledim ve hazırlandım.

Bilinen anlamla muhatabım ilk atış hakkını kullandı. O trajik Temmuz gününden yüz yirmi kadar yıl geçti. Martınovların soyu bütün versiyonlardan asker emeklisi olan ve ‘’Lermontov’a hiç bir zaman ateş etmeyen ve dolayısıyla onu öldüremeyen binbaşını temize çıkaran versiyon seçtiler.

Ya ben?.. İddiası beni hazırlıksız yakaladı ve bu olaydan ne bildiğimi aceleyle hatırlıyordum.

Gerçi alfabe kitabından sonra birinci Rus kitabım Lermontov’un bir cilt halinde yayınlanan eserleri oldu. Ou bana öğretmenim Beket Utetleulov’un yanında, iki sınıflı Rus okulunun bulunduğu Kazak aulunda yarım yüzyıl önce halk liselerinin inspektörü hediye etmişti. Sözlerin yarısını anlamayarak okuyordum. Fakat gittikçe aynı Beket’in yardımıyla önümde genç yaşlarımdan ezberden hatırladığım Lermontov’un ‘Terek’, ‘Dağ tepeleri’, ‘Kavga’, ‘Bıçak’, ‘Şairin ölmesi’ şiirlerinin derinlikleri ve güzellikleri açılıyordu. 1941 yılında şairin yüzüncü yılına bizde Kazakça’ya çevirilen Lermonov çıkarıldığı zaman kitabına önsöz yazmıştım. Bundan sonra bana göre altın on dokuzuncu yüzyılın ikinci şairi hakkında bilgilerimi, onun yaşamı ve eserelerinin meraklı araştırmacısı İrakliy Andronnikov zenginleştiriyordu.

Düello başladı. Şahitsiz düello. Buradakilerin hiçbiri genç prens Vasilçikov ve atlı muhafız subayı olay Glebov’un veya en azından düelloya katılmalarını uzun yıllar boyunca saklanan Mongo Stolıpin ve Trubetskoy’un rollerine uymuyordu. Birinci sınıf salonda beş veya altı yolcu şahitler olamazdı, Rusça bilmedi ve tartışma konusundan bir şey anlamazdı.

Martonıv’un torunun oğlunun birinci saldırısını (‘...hiç bir zaman ateş etmedi’diye) gerçekte Pyatigorsk’un çevresinde düello yerinde çalıda güya saklanmış bir kazak hakkında söylentiyi bütün detaylarda çürütemeyen, ama otorite adli tıp eksperlerinin böyle varsayımı o yine dünyaya çıktığı zaman kesinlikle reddettiğini bilen Musrep’in torunun oğlu çürüttü.

Karakterlerin, saldırma ve korunma metotlarının, kanıtların önemliliğinin ve bilgili oluşun derecesinin kontrol edilmesi, evet, hayır, böyle oldu, böyle olmadı gibi karşılıklarla sonuçlandı. En azından çalıların arkasından ateş eden bilinmeyen kazak tartışmamızda çıkmadı bir daha.

Martınov torunu birkaç başka rivayet kullandı. Ona göre üst subayları olan çok kişi, oğlu şerefini şairin öldürülmesiyle kirletiğini suçlamaları bir yana atarak Martınov’un annesine mektup yazmak borcu olarak sayıyormuş. Rakibim, o zamanın belgeleri ve anılarından bildiğim söz ifadeleri kullanıyordu; dürüst düello, eşit koşullarda düello... Meğer Martınov’un suçsuz olarak mahfuz tutlmasına karşı çıkan insan çokmuş...

Oldukça inandırıcı ittirazları buldum. Andronikov’u okumam ve görüştüğümüzde başka araştırmacıların çalışmaları hakkında dinlemem boşuna değildi.

Birçok insanların öldürüleni suçlamayı çalışmaları bir gerçekir. Onun ‘dayanılmaz karaketerini’ tarif ediyorlardı. Fakat ‘dürüst düello’ yerinde başka sözü ‘öldürme’ kullanan da çoktu. Kurmay başkanı (o zaman soyadını söyleyemedim, daha sonra öğrendim ki Traskin’di) Pyatigorsk’ta bulunan genç subaylara askeri hizmet yerlerine gitmelerini emretmesi bir rastlantı değildi. Mümkün düelloyu önlemek istedi. Gençler arasında Lermontov’un katilinden tarziye istemek isteyen çoktu.

Benim için bu açıktı. Tartışmamızın zorluğu rakibimin en kuvvetli delillere onları sanki bir yana atıyormuş gibi eliyle keskin hareketi yapmasındaydı. Svyatoslav Rayevskiy, Viskovatıy, Andronnikov gibi isimleri hatırladığım zaman gözlerini soğuk soğuk kısıp kantılarına katılmayan şairin çağdaşlardan Martınov’un Lermontov’un hayatında rezil rolünü ıspatlayan bugünün araştırmacılara kadar herkesle boğuşmaya hazırdı.

Bütün Avrupa terbiyesine rağmen heyecanalanıyordu:

-          Bütün bunlar metafor, metafor!.. Orada var mıydılar? Yeminli olarak kimin kimden tarziye istediğini söyleyebilirler mi? Her şey namuslucaydı... Her ikisinin şahitleri vardı. Aynı mesafe ölçülmüştü. Tabancalarının çapı ve sistemi aynıydı. İki numaralı Kuhenreytor.

Bütün bunları bildim. Bu yüzden düello kurallarına uyulduğunu kanıtlamaya teşebbüslerine tutumu içeren soruyu sordum.

-          Neden o zaman bu kadar hiçten sebebi olan düellonun altı adımda, üç atışa kadar, uzun menzilli tabancaların kullanılmasıyla koşullandırılmıştı?

-          Bundan ne? Bu hiç bir şey ıspatlamıyor. Bizim için bugün Lermontov dahice şairdir. Martınov içinse subay lisesinde bir arkadaştı. Martınov, artık bayanların yanında alay, dokunaklı mahlas ve karikatürlere dayanamadı. Onu düelloya çağırdı. Düello da bütün kurallara uygun olarak yapılıyordu. İki atış vardı. Lermontov birinci olarak ateş etti.

-          Evet, ama havaya ateş etti.

-          Bunu tam olarak bilmiyoruz. Havaya mı ateş etmiş?.. Veya isabet edememiş mi. Bunu ıspatlamak zor, olaylara ön yargısızca bakılırsa.

-          Fakat ecdadınızın dimdik ateş ettiği ıspatlanmıştır. Kurşunu göğüse girip arkasından çıkmış. Demek Martınov mesafe ve atış sırasına uymamış. Kendisi de yanlış yaptığını itiraf etmişti. Ne namsluca düellodan bahsedilebilir?

-          Kulak dolgunluğu... Önemi bundan daha az olmayan başka belgeyi söyleyebilirim; Kafkasya kurmayı husuların araştırılmasından sonra Lermontov’un düelloda öldüğünü bildirmişti. O kağıtta öldürüldü diye söylenmemiştir.

-          Olabilir, hatırlamıyorum. Buna rağmen doktor Barklay de Tolli’nin ilk tıp denetini hatırlıyorum...

Karşıtçım kolay zaferi beklediyse artık böylesini kazanamayacağını gördü. O zaman yasaklanan darbe indirdi:

-          Yine de siz Rus değilsiniz... Belki de bu düellonun bütün detaylarından anlamanız zordur.

-          Evet, Rus değilim. Ben Kazak’ım, ama bu olaya gelince çok bilgileri edindim bu konuda. Belki de Lermontov’un dedenize verdiği lakabından başlayalım? Onu Fransızca olarak söyleyemiyorum... Rusça olarak bu yabani dağların şövalyesi, büyük hançerli adam.

O zaman çıkmaza girmekte olan konuşma tekerlekli küçük masanın gelmesiyle kesildi. Kamış gibi ince, Lermontov’un şakıdığı peri gibi güzel Hintli hostes kız bize kahvaltı getirdi. Onda konyakın aldığı yer hiç de sonuncu değildi – İngiliz brendisiydi.

Nefis sandviç, muz, dilimlenmiş limon – bütün bunlar bana tatsız geldi. Bence lomboza dalgın dalgın bakan Martınov’un torunun oğlu da tam ilgisizlikle brendi yutkundu ve bir dilim limon yiyordu artık.

Buna rağmen kahvaltıdan sonra konuşmamız başka tonda devam edildi. Eleji nüansını kazandı. Muhatabım bana dostça gülümseyerek:

-          Suçlamalarınızda tam haklı değilsiniz. Martınov soyunda Lermontov’un hatırına saygısızlık oluştuğunu diyorsunuz. Bunu bilmek ister misiniz? Bizde Paris idaremizde bu güne kadar şeref yerinde cam kapakla kaplanan şairin hediye imzası olan Lermontov’un cildi saklanmakta. Nikolay İvanoviç Martınov’a hediye imzası var. Bizim için bu çok kutsal bir kitap, diye söyledi.

Bu bildiriyi saygıyla karşıladığıma rağmen Martınov arkadaşına tabanca kaldıramadı diye düellomuzun başlangıcında söylenen tahmine ait olduğunu saymıyordum.

-          Kitabın şimdiye kadar kalması galip ihtimalle dedenizin kız arkadaşlarının yararlığıdır. Biliniyor ki onun annesi, sizin büyü büyük annesi onlar daha Moskova’da görüştükleri zaman Lermontov’a kin besliyordu. Kızlar ise onu seve seve kabul ediyordu. Böyle aile anlaşmazlıkları ve uymazlıklarının sebebini bilmiyorum. Tahmin ederim ki  madem ki kitap şimdiye kadar saklanmış martınov kız kardeşlerinin elleri çalıştı.

-          Büyük ihtimalle. Fakat bizim büyük büyük ennemizin Lermontov’a karşı özel kini yoktu. Hiçten bir şeydi. Kınamasına bir davranışı sebep oldu.

Hiçten bir şeyin ve davranışının ne olduğunu ayrıntılara girip anlatmadı.

Maalesef o zaman Alma-Ata’ya döndükten sonra konuşmanın etkisinden Lermontov hakkındaki kitapları elime alınca anladığım bazı kanıtları ona göstermedim. Bu hiçten bir şey Lermontov’un, Martınov’a vermesi gereken paketle geçen olay olabilirdi. Pakette para vardı. Yolda paket çalındı. Tabi ki Lermontov parayı tazmin etti. Veya Lermontov’un Martınov kız kardeşlerinin mektuplarını ele geçirmesiydi. Bu kavga ve düellonun sebebiymiş.

Araştırmacılar tarafından paketle anlaşmazlık Kafkasya’ya ikinci sürgünden önce olduğunu ıspatlandı. Her şey anlaşıldı ve Lermontov’un, Martınov’la arkadaşlığı devam etti.

Andronikov’un bütün bu olguların geçtiği kitabından alıntı söylerim. Yedi bin kilometre yükseklikte Hindistan göğünde onlara bu kadar ihtiyaç duyuyordum ki. ‘Dubelt’in Sankt-Peterburg’a açılan mektuplar hakkındaki hikayeyi yayarken Moskova’da ‘Martınov’un Lermontov’u düelloya çağırmak hakkı varmış’, ‘çünkü prenses Meri onun kız kardeşi...’

iftira işini yaptı. Prenses Meri hakkında ve Gruşnitskiy şahsında Martınov kendisi göstermiştir diye anlatan uydurmalar, toplumsal dikkati başka tarafa çekti ve böylece düellonun siyasi karakterini saklamaya izin verdi’.

Hayır, şair Kafkasya dağ sırtı arkasında mavi resmi ceketlerden saklanamadı. Pyatigorsk’ta jandarma albay Kuşınnikov, soruşturmanın akışını gerçeği saklamak için yönlediriyordu. Bunu yaparken amirleri olan Dubelt ve Benkendorfun ve hatta hükümdar kendisinin isteğini biliyordu.

Konuşmamızın sona erdiği hissediliyordu. Fakat martınov torunu onu yarı sözde bitirmek istemedi. Birdenbire canlanıp yine tarafıma eğildi.

-       Geçen sene Jeneva’ya geldiğimde kime rasladığımı öğrenmek ister misiniz? diye muammalı muammalı gülümseyerek sordu.

-          Kimi?

-          Geçen sene Dantes’in torunun oğluna rasladım! Şeref sözüm! Dantes kendisini.

-          Dantes’i mi?

-       Bu restoranda oldu... Masama oldukça zarif bizden biraz genç erkek oturdu. Doğrusu tavırlarını pek beğenmedim. Böyle tonu var... Hoşgörülü ve koruyucu. Beni sanki suç ortağı olarak çağırıyormuş gibiydi. Soyumu bildiğini ima ettikten sonra hangi soydan geldiğini söyledi... Mümkün olduğu kadar çabuk  ödemeye çalıştım ve ona elimi vermeden restorandan ayrıldım.

Anlattığına inandım.

Dantes’in torunun oğlu, Martınov’un torunun oğluyla görüşmek istediği mümkündü. Ayrıca muhatabımın konuşmada böyle değişikliği neden yaptığını da anladım. Lermontov’la açık düelloda dövüşen adamın torunu, Puşkin’in hakir katiliyle öğle yemeğini paylaşmak istemedi!

-       Biliyor musunuz? diye hatırladım, Dantes kavalergard alayında hizmet ettiğini biliyor musunuz? Sizin dedeniz de kavalergardlılardan askere çıktı.

Fakat bu önemli rastlantı muhatabımın işine hiç gelmedi. Sustu.

Düellomuzda ne galip, ne yenilen vardı. İkimiz fikrimizi değiştirmedik. Martınovların soyunun beşinci neslinde bile daha yüz yirmi sene önce yaşayan insanlar için çürük gelen varsayımı tuttuğuna şaşırılacak bir şeydi. Daha sonra bu saflıktan veya zamanla daha az rezil olmayan eski işin gerçek durumun bilinmemesinden değildi.

Martınov’un torunun oğlu hazırlanmaya başladı. Honkong’da çıkıyordu, açıkçası kalan yolu onsuz geçireceğim için hiç üzülmedim.

Sevimli ve gerçekten Rus etiketi olan kibritleri ona hediye etmemi istedi. Ona iki kutu hediye ettim. Paris’ten ‘Kazakistan’dan asker’ romanımın Fransızça’ya çevirilen nüshasını göndermesine söz verdi. (Kitabı orada galiba yaya postacı getirmekte, çünkü şimdiye kadar bekliyorum onu.)

Honkong havalimanında ayrıldık. Bunda yedi bin kilomtre yükseklitkte duyduğum eski dünya işleri hakkında hikayemi bitirebilirdim.

Fakat bu olayın devamı var.

Geldiğım Tokıo’da yeni iyi, orta iyi ve hiç iyi olmayan olay, uğraşma ve işlerin kaynayan dolaşıma girdim. Bu koşuşmalarda aklımda martınov torununun soyadı tamamen silindi. Tanıştığımızda onu biraz seçik olmayan şekilde söyledi. Ondan sonra birkaç defa tekrarladı. Ne yapayım ki unuttum!

Bunun bir çıkışı vardı – Andronikov’a yazmaktı. O Deli’den Honkong’a altı-yedi saat beraber geçirdiğim kişinin soyadını herhalde biliyordu. Araştırmacının zengin hafızasını ve öok okumuş olmasını ummuyordum. Ve yanılmadım.

Ona söyleyebildiğim belirtiler çok ayrıntılı değildi. Annesinin soyadını taşıyor. Kiev’de evlenen Martınov’a bu akrabalarından büyük miras kaldı. Şitko, belki de Tişko. T ile başlıyor ve hatırladığım gibi O ile bitiyor.

Çok sorumlu olan adam, İrakliy Luarsaboviç cevabını geciktirmedi. Martınov soyunun tam soyağacını gönderdi. Çingizhan veya Tamerlan’ın soyağacından daha z ayrıntılı değildi. Orada her şey vardı; kim, ne zaman ve kiminle evlendi, ana hattan ne dallar vardı, eski düello hakkında ne düşünceleri vardı...

Rakibimin soyadı ne Tişko, ne Şitko vardı...

Ne soyadı vardı ama?...

Uzun zaman içinde bu hikayeye oturamıyordum. Daha önemli görünen işler dikkatimi çekiyordu. I.L Andronikov’un mektubu ise emniyetli yerde yani onu kolay bulabildiğim ve karımın ve çocuklarımın elleri uzanmadığı yerde sakladım.

 

Hikayeyi yazmaya karar verdiğim zaman onu nereye koyduğumu bir türlü hatırlayamıyordum. O dakikada hangi yer en emniyetli geldi bana? Çernışevskiy’in külliyatı mı? Yoksa Belinskiy’in mi? Yoksa Lermontov kendisinin mi?

Hepsi susuyor.

Karımla çok defa sertçe konuştum. Konuşma sonucu kabahatimin bende olduğu anlaşıldı. Belki karım haklı.

Fakat gökte Jenev’de Dantes’in torunun oğluna raslayan Martınov’un torunun oğluyla karşılaştım. Bunda ben haklıydım.

 

***

 

      Mektup ise sonunda bulundu. Onun soyadı Kvitko’ydu.

1968

 

Bİ AĞA


Söylendiğine göre yaşayanlar, ölen bir kişiyi hatırlıyorsa onun ölmediğini kanıtlayan mucize vardır.

            Beimbet Maylin, genç Kazak gazeteci ve edebiyatçıların ona bizim Bi ağa diye hitap ettikleri gibi benim için de daima hayatta kalacak.

            Beimbet Maylin bizim her birimizden beş altı yıl daha büyük olduğu halde onu aksakaldan saydık.

            Bi ağa, hayatımdan hiç bir zaman gitmeyecek. Her an onunla karşılaşabilirim. Bunun için yirmili yılların ortasına geri dönmem gerekiyor fakat. Maylin’i her hatırladığım zaman onu beyaz ipek Kosovorotka ( bakışımsız yırmaçlı eski Rusya erkek gömleği) giymiş siyah ipek hasır kemerle kuşatmış Enbekşi Kazah gazete idarehanesindeki çalışma odasında bizi özensiz ve ihmalci olduğumuz için azarlayarak yazı masasından pencereye beş aşağı beş yukarı öfkeli bir biçimde gezerken görüyorum. Beimbet’in büyük gri gözleri alev alev yanıyor kemerindeki püsküller sallanıyor. Ama alev sönüyor ve el yazmasının üstüne eğilerek her zamanki gibi kendi parlak siyah  bir tutam sacı kendi parmağına sarırken görünüyorum.

            Ben bir otelde yaşarken Beimbet’in gecenin geç saatinde kapıyı vurduğunu hatırlıyorum. 1936 yılıydı. O zaman Moskova’da on günlük Kazak Edebiyat ve Sanatının İlk düzenlenen Festivali sürüyordu. Beimbet daha oturmadan işten bahsetmeye başladı. L. İ. Mirzoyan Kraykom’un (eski SSCB’de Komünist parti eyalet komitesi) başkatibin oteldeki kendi odasında yaptığı toplantı yeni bitmişti. Mirzoyan, Amangelda İmanova hakkında  piyesten 1916 yılında Kazakların çarlık rejimine karşı isyan etmeleri hakkında film senaryosunu yazmamızı ısrar ediyor. Mirzoyan’ın söylediğine göre Leninfilm (Rusya’nın 1914 yılında kurulan en eski film şirketidir) ile sözleşme imzalandı. Başkatip, seçkin Rus yazarlarının birininin bu işe katılmasını sağlamamızı istiyor.

             Ertesi sabah Peredelkino bölgesindeki yazlık evinde yaşayan, mümtaz bir yazar olan hemşerimiz Vsevolod İvanon’un  onayını aldık. Ben Beimbat ile beraber ek bilgilerini bilgi toplayıp Amangelda’nın vatanına gelip İmanov’un tanıdıklarıyla görüşmek zorunda kalacağımızı Vsevolod’la anlaştık.

Biz evimize geri döndükten az sonra uzun bir yolculuğa yeniden çıktık. Çoktan yazmaya niyetlendiğim bu öykü işte buradan başlıyor.

Birçok öykümün başlangıcı gibi bu öykü dd yolun betimlenmesinden başlar. Anlışılan ki gibi öykünün kahramanların arasında bir sürücü olması gerekiyordu.

Sürücünün adı Adıbay’dı.

Step yolu, birbirinden ayrı ayrı sürünerek giden üç yılana benziyordu. Dayırbay, yaşadığı bölgede bölük pörçük yolundan geçip giderken öfkesini zor tutuyordu. Biz komşu bölgenin sınırını geçir geçirmez arkamızda kalan yollar daha iyi olmamasına rağmen sürücü patladı.

Gece yağmur yağmıştı. Gökyüzü hala siyah bulutlarla kapalıdır. Küt burunlu olan Gazik’imiz (otomobil) bıçkın çamurda, solonçakta yavaş yavaş gidiyordu. Arabanın terlekleri, ikide birde tekerlek izinden sağa sola kayıyordu. Bu, da Dayırbay’ın taşkın öfke buhranlarının sebebiydi. Doğrusu sürücünün söylediklerinin inceliğini kağıt üzerinde yazmam imkansızdır. Çünkü yazdığım cümlelerin başlangıcında, ortasında ve sonunda üç nokta sık sık yazması gerekicekti.

Dayırbay: « Boyle çukurlar... üzerinde yol açıldığı kimin aklına... gelirdi ki?  Her halde... uzun kulaklı at... burda bir çığır yolu açıldı gide gele  ... ...olası... Sonra... koca kafalı deve... atın arkasından... düşe kalka yürüdü...  » dedi.

Sürücü yanındaki  adamın namı oldukça  stepte iyi biliniyor ve koşulsuz itibar gören bu yazar  Beimbat’ın yanında bulunması, sürücüyü dizginliyordu. Dayırbay, o yüzden  kendi bildiği tüm kara hazinesini gömdü ve  tamamını kullanamadı. Step arkamızda vardı, step yolun iki geçesinde ve ileride uzanıyordu. Bu bitmek bilmeyen açıklığını örtmek için gök ne kadar kocaman olması gerekiyor! Ve gökyüzü sımsıkı kapatmak için  ne kadar pek çok mavi siyah bulut olması gerekiyor.

Bulutlar, yere ateş şimşekleri atıyordu Gök gürültüsü gökyüzünde yuvarlanarak sesi her yere geçiyordu. Sanki Allah, ilk denemede başarılı olmamış bu dünyayı yeniden yaratmaya karar verip kocaman taşları oraya döküyormuş gibi.

Beimbet: «Kendi tüfeğini sakla. Demirin şimşek çektiğini bilmiyor musun sen acaba?» diye usulcacık söyledi.

Tüfeğimi avladığımız rengarenk büyük toykuşları altında sakladım. İş o raddeye vardığında tüm otomobilimiz zaten demirden yapıldığına dair cevap verebilirdim fakat söylememeyi yeğ tuttum. Beimbet, bir şeyden korktuğu zaman şaka götürmeyen bir yapısı olduğunu biliyordum.

-          Tüfeğinin namlusu bana bakmaması için sakla, dedi.

Bu talebini de tevekkülle yerine getirdim.

Siyah, uzun kıllı bulutlar arasında aksakalın sakalı gibi beyaz olan bulut ortaya çıktı. Dolu taneleri, otomobilin branda bezi üstüne şiddetle vuruyordu. Fakat böyle yoğun ateş altında nispeten kısa bir süre içinde gidiyorduk. Rüzgar, beyaz bulut ileriye sürükledi. Bulutlar sıkıştı. Güneş şişleri, bu bulutları bir yandan bir yana delip geçti.

Yol daha kötü oldu. Islanan solonçak toprağı,  adeta bir Pudluk ( eski zamanında kullanılan16,38 kiloya eşit ağırlık birimi) toprak topakları şeklinde otomobilin tekerleklerine yapışıyordu. Sonra bu toprak topakları dökülüp uğultuyla yere düşüveriyordu. Dayırbay,  kaygan yolda sallayan otomobil ile mücadele ederken bütün sözlerini söylemeye vakidi kalmamıştı. Bundan dolayı sıktığı dişlerininden yalnız aralıksız bir gıcırdama sesi duyuluyordu.

Dayırbay’ın yatkınlıklarından kendisinin nispeten az bir zaman önce sürücü olduğu belli. Sürücü, atın yanlarına basmış gibi kendi ayakları pedallara basıyordu. Fakat Gazik böyle muameleyi anlamadığı için sürücüye pek boyun eğmedi.

  Dayırbay, arabaya okkalı küfürler ediyordu.

-Boynu.. altında kalsın! Oh olsun! Daha  geçen yıl görmüşsündür kesin hepsi neyi elde etmeye uğraştı biliyormusun? En iyi at seçip onu elde etmek istediler. Şimdi de onlara bir araba ver ya! Şimdi... bakıyoruz yaz olduğu halde... bu yolda sizinle... zar zor gideceğimiz yere varıyoruz. Son bahar geldiği zaman peki ne olacak? O zaman hangi vasıta ile gideceklerine bakacağım. Onlara... ,-diyordu. Sürücü, bunu söylerken sabah ayrıldığımız bölgenin yönetmenlerinden bahsetti.

Dayırbay’nın konuşmasını gelişi güzel dinledim. Beimbet ise burada değilmiş gibi görünüyordu. Onunla uzun yıl boyunca arkadaşlar olduğumuzdan onun bu halini anlamamakta güçlük çekmedim. Anladığım kadarıyla Beimbet, dün gece karşılaştığımız insanlarla kaldığını, isyanın tanık ve katılanlarının anlatmalarını birer birer hatırladığını, gelecek senaryo için bu anlatmaları ne kadar faydalı olup olmayacağını kararlı bir şekilde anlamaya çalıştı.

Dayırbay, direksiyonun üstesinden gelemedi. Arabamız ulayıp hırıldayarak yolun eninde durdu.

Beimbat düşüncelerini aklından çıkardı.

-          Yoruldun, dayı, - dedi.

Bi ağa’nın acıma deyimi, Dauırbay’ı konuşturdu.

-          Yoruldum!Sanıyordum ki ...köpek gibi yorulmayabilir miydim acaba? Önceki gün toprak dairesinde çalışanlarla gezip dolaşıyordum! Dün Rayispolkom (yürütme bölge komitesinin başkanı arabayı aldırdı. Bugün... sizi...komşularımıza  götürmesi gerekiyor  ...olası. Gece evime döneceğim. Yarın Raykom (eski SSCB’de ilçe komünist parti komitesinin başkanı), Oblkom’a (eski SSCB bölge parti komitesinin başkanı) gidecek... Orda plenum.. Bölgemizde yalnız bu tek bir araba var. Lastıkleri, devenin ayakları... gibi aşındı. Hepsi ise bu arabayla... istiyor. Bundan başka bizim üç başın yardımcıları kızdırıyorlar kendimi. ...gibi evine dönüyorum. . Karım yakında artık komşuların evinde gecelemeye başlar. Evinde bir piyale çay içmeye kalmadım. Böyle yardımcı yanıma koşuyor. Suratında ciddi bir ifade var... Yardımcının suratındaki ifadesi,sanki kendi sırtını bana dönük olmuş gibi! Yardımcı ise: « Dayırbay, hadi yarın saat altıda... Vay... Olası... » diye söylüyor.

Beimbat’ın en çok kin beslediği dayamadığı şey kabalıktı. Yazar toplantımızda tartışmalar azışınca Maylin bana «Gidelim mi?» diye tek bir sözcük içeren not yazardı. Ben de salondan çıkınca onu aynen dışarıda görürdüm. Bi ağa, kapının önünde beş aşağı beş yukarı gezip ıstırap verici bir şekilde yüzünü buruşuyordu.

Ben: «Eğer... anasına avradına küfür basmamaya... çalışırsan... hiç olmazsa o tepeye kadar giderken sabredersen sana bir  prim, bir kutu Safo adlı zıvanalı sigara vereceğim. Bak, işte bu zıvanalı sigaralar. Tüm açılmamış... paketi.» diye söyledim.

Dayırbay bana şaşkın şaşkın baktı.

-          Hadi ya! Biz tepe yanından geçtikten sonra preminizi almasam bile severcen olacağım ben. Orda işte ileride yol görüyorsun daha iyi. Sözlerim de daha tatlı olacak...

Üzerinde vıcık vıcık çamur olan mahfolmuş bu yolda arabamız sadece on beş kilometre için iki saatten fazla gitmesi gerekti. Tepe arkasındaki kum yolu gerçekten de yağmurdan sonra sıkılaşıp sağlam olmuş. Gaziğimizin olabileceği en hızla yol aldı.

Güneş artık batıyordu. Dayırbay, arabayı doludizgin koşturuyordu. Sürücü, iyi dinlenmiş bir ata bindiği kaybolan zamanı telafi etmeye çalıştığı dayıya benziyordu.

İleride tüy otu dalgalarında ise bir adam göründü. Adamı beline kadar gördük. Yaklaşınca Gazik’imiz için öz kardeşi olan otomobil, burnu yukarıya kaldırarak sel yarığının tatlı inişinde saplanıp kaldı. Arabanın çıkmaya gücü yetmedi. Kapurt açıktı. Adam tekerlek üzerinde duruyordu.  Adamın yaptığına hiç kuşku yoktu. Söylendiği gibi dökülüyordu. Fakat nedense rüzgar tutmayan tarafta oturarak radyatöre çişi yapıyordu.

Sürücümüz: «Oybay! (Vay be!) Araba rampa çıkarak motor susmuş. Adamı da tanıyorum. Bu gideceğimiz Rayispolkom (eski SSCB ilçe yürütme komitesinin başkanı) ta kendisi.

Bizi görünce Rayispolkom acele acele paltosunu  ilikledi. Erkeğin esmer tenli yüz, utançtan daha kara oldu. Rayispolkom, Beimbet’e ellerini uzandı, ama derhal kendi elini çekiverdi.

-          Sabahtan Kolhoz’lara (SSCB'nde tarım sektöründe örgütlenen "kollektif tarımla" uğraşan birlikler) gidip geliyorum. Öğrendim ki bize geliyorsunuz. Gelişinize için her şeyin hazır olup olmadığını kontrol etmek için Raytsentr’e (bölge idare birimindeki merkez köy,kent, şehir) acele ettim.

Başkanın adı Bekiş’ti. Bekiş’in bize karşı mahcup olmaması için bölgeleri, köy işler, bizi buraya götüren tasalarımızdan laf açmaya çalıştık... O da  bildiğini okuyordu.

            -Raytsentr, kırk kilometre uzakta bulunuyor. Sürücüyle ben yaptığımız hesabımız yanlışmış. Su yetmedi. İşte... zorunda kaldım. İlk önce sürücü, sonra ben ... Affedersiniz, Bi ağa. Çöl... , dedi.

            Dayıbay yanımızda oturuyordu, sesini çıkarmıyordu. Sürücünün bizi aşağı yukarı şu kadar kilometre götürmeye devem etmemesi yüzünden memnundu. Bundan dolayı bir kova benzin akıttı. Sürücü, şartlarımı yerine koymadığı halde vadettiğim premi alıp geri döndü.

             Biz ise Bekişin arabaya bindik.

Neredeyse ortalık karardı.

Bölgenin başkenti, elli veya altmış evden ibaret olan, büyük olmayan step nehri yanınada bulunan Auldu (Kafkasya ve Orta Asya'da - köy). Farlar ışığında evin kerpiç duvarları, damlardaki biten gür pelin görünüyordu. Bir gecelik için aula süre süre getirilen koyun ve keçilerin gözleri karanlıkta safir gibi parladı.

Otomobil, iki komşu tahta evi, Raykom (eski SSCB’de ilçe kömünist parti komitesinin bulunduğu bina) ve Rayispolkom (eski SSCB’de ilçe yürütme komitesinin bulunduğu bina), yanında frenledi. Nehir tarafından çok sesli kurbağalar korunun sesi geliyordu. Kurbağaların şarkı söylemeleri yüzünden sakin akşam hava dalgalanmış gibi görünüyordu.

Bekiş: « Birazdan gelirim.» diye söyleyıp arabanın kapıyı çat diye kapattı.

Raispolkom’un kapı sundurmasına üç kişi kuruldu. Bekiş onlarla bir iki kelime konuşup döndü.

-          Ben meşgulken her şey hazırlamışlardı. Yatacak yerleriniz hazır. Biraz dinlenmesi lazım, işlerimizi yarın göreceğiz, - dedi. Başkan, sürücüye dönünca: « Otele gidelim» diye söyledi.

Sürücü ise: «Otele mi? Nerde bu?» diye bir daha sordu. Sesinde şaşkınlık duyuldu.

Bekiş: «Bilmiyor musun yoksa? Buralı değil yeni gelen gibisin. Git,git... Çam ormanı arkasındaki otele!» diye sabırsız bir şekilde söyledi.

            Başkan, sürücüyü diziyle itmiş gibi ilerletti. Beimbit’in de bir imalar söz konusu olduğunu anladı. Bi ağa, sanki mekanik olarak beni de itti.

            Gazik’imiz sokakta giderken otomobilin farları gece namazını kıldıkları terbiyeli ihiyarlara vuruyordu.

            Toprak yolu nehir uzunlamasına gidiyordu. Sonra yol nehirden uzaklaşıyordu.  Bu arada sarı gözlü, büyük, demir at arabasının arkasından havlamayı fırsat kaçırmayan aul köpekleri arabamızdan geri kaldı. Kurbağalar korunun sesi biraz kesildi. Biz büyük bir tepenin yamacında giderken ayçiçeklerinin tek bir kafa gibi birleşik durduğunu gördük. Ayçiçekleri, özensizce yuvarlak başını sallıyordu.

Beimbat: »«Çam ormanınız bu mu?» diye merak etti.

Bekiş: «Yaaa... demek duymuşsunuz! Evet, işte buna bizim çam ormanı diyoruz. İlkbaharda ektik. Konşularımız de bizle alay ederek şimdi gerçek bir oraman bitecek burda demişlerdi. Böylece oluverdi bu mesele.» diye seslendi.

Otel derli toplu tahta bir eviydi. Evin pencereleri ışıklıydı. Bizi bekliyorlardı.

İki odanın kapıları geniş koridora açıldı. Yorgun yolcuların gözüne çarpan ilk şey üzerinde çokça yiyecekler olan masaydı.

Mavi çıtır çıtır kağıdın üzerinde Baursak (lokma çeşidi) ve yarılmış rafine şeker dağıtıldı. Bardak tabakları üzerinde tereyağı sarardı. Küçük tepeler olarak rengarenk Monpansye (güçlü kokulu küçük renkli akide şekeri) yükseldi. İnce ince kesilen koyun karaciğeri dilimlerinin üzerinde kuyruk yağının küçük bir parçaları vardı.  İki Semilineynıy lambasının (petrol lambası çeşidi) ışığında yağ sönük biçimde pırıldıyordu.

Masanın başında şeref yerlerinde bükülmüş arkalıklı ve ayaklı yumuşak sandalyeler, daha uzak basit sandalyeler, sonra tabureler  vardı. Ve sonunda taburelerin üstünde pürtüklü tahtalar koyuldu.

Masanın üzerinde şişeleri bulamadım. Fakat masanın altına bakıp sakinleştim: üç sandık şişe duruyordu işte.

Ben: « Çok fazla değil mi ?» diye düşündüm. Fakat her iki odadan bu görüşmeye katılanların hepsi çıktı: Raykom ikinci katibi, Jenotdel (eski SSCB’de bayan arasında sosyalizm fikirlerini gerçekleştiren ve yalnız bayandan oluşan bölümünün başkanı), Raypros (eski SSCB’de ilçe eğitim komitesinin başkanı), Agitprop (ajitasyon komitesinin başkanı), Rayzem (ilçe toprak komitesinin başkanı), Raypotrebsoyuz’un (ilçe tüketim birliğinin başkanı)... Herkes karısıyla geldi. Kırmızı, açık mavi, siyah, mavi, altın kedife gözleri kamaştiyor. Kadınlar arasında ceyran (ceylan cinsi) gibi zarif ve ince olandılar. Başka kadınlar kırk kovalık semaver gibi şişmandı.

Nihayet bütün  elleri sıkı bir halde  tokalaşıp hemen  yerlerimize oturduk. Başkâtip, bölgeye toplantıya katılmaya gitmişti. Bu yüzden Bekiş şimdi baş sahipti.

Misafirlerin şerefine sıradan kadeh kaldırmalarından sonra Bekiş: «Belki başkente bakarak aulumuz size o denli zengin olmayan göründü. Ama bölgenin oluşturulmasından beri bir yıl daha geçmedi. Bu tepenin yanındaki ev sadece bir başlangıç! Bu yer, aulumuzun bulunduğu yerden daha iyi.» diye söyledi. Sonradan burası bölge merkezi olacak. İşte sizin gibi o kadar değer ve saygılı misafirleri ağırlayıp konuklamak için yapım bu otelden başlandı. Herkese sağlığınıza içmeyi teklif ediyorum!

İlk kedehler ben ve Beimbet şerefine içindi. Sonra toplayanların adına kaldırıldı. Konuksever sahiplere şerefine kadeh kaldırmayı teklif ettik. Bekiş’in sağ yanındaki oturan Bi ağa, ara ara Amangeldı  hayatta karşılaşıp onunla seferlere gittiklerini insanlar bölgelerinde olup olmadığından bahis açmaya çalışıyordu...

Bekiş: « Değerli Bi ağa, bu akşam misafirlerimizsiniz. Haydi bütün işleri yarına kadar erteleyelim. Yarın sizin için her şeyi yapacağız. Gereken yere gideceğiz, gereken kişiler bulacağız.» diye cevap veriyordu.

Tostlar yine başladı. Çok yüzlü bardakları tokuşturuluyordu. Ve o akşam söylenen dileklerin neredeyse bir kısmı gerçekleşirdi çünkü dilekler o kadar muhteşemki Beimbit Lev Tolstoy kadar, ben Gorkim kadar meşhur olurdu...

Toy (Orta Asya halklarının şöleni) gecenin geç saatlerine kadar uzadı. Ben giderayak : «İlçeniz tüm bölgede, Kazakistan’da bütün ülkede öncü olsun! Gerçek çam ormanı bitsin!» diye kadeh kldırmalarını teklif ettim.

Sonra hepsi hep beraber ayağa kalktı. Dışarıda, bağlama kazığı yanında atlar duruyor.

Bekiş ata binince: «Yarın sizin için de atlar götüreceğiz. At varsa benzin bitirmez, değil mi? » diye söyledi.

Bekiş, bizden başka hiç bir kimsenin bilmediğini ima ederek kurnazca güldü.

Beimbet ile evimize dönerken Dünya’nın gerçekten de yuvarlak olup döndüğünü anladım.

Odamda dar bir yatak vardı. Yatak, hafif muttarit dalgalarda oynayan bir kaynak gibi yok yaklaşıyordu yok uzaklaşıyordu.

Birbirine dolanan parmaklarımla gömleğimin düğmelerini çözürken  vaktinde yatağın yakalamam benim için tek kurtuluş çaresi olduğunu biliyordum.

Yatak bana yine yaklaştığı zaman arkalığından tutup şilteye düşüverdim.

 

Ne kadar  uyduğumu bilmiyorum. Pencerenin kalbine sokulan sokulgan ve gür bir vuruş beni uyandırdı. Dışarısı henüz  daha karanlıktı. Pencerenin çerçevesine yönelik aralıksız vuruşlardan camlar zangırdıyordu. Karşı taraftan birisi kapıya mevzun bir şekilde yumruklaşıp duruyordu.

Pencerenin arkasından kindar ihtiyarlık sesi duyuluyordu.

-          Geberdi misiniz be!? Duymuyor musunuz? Açın, size söylüyorum!

Kapı tarafından giden seste niyaz duyuluyordu.

-          Değerli misafirler, sizi rahatsız etmek zorunda kalırım. Rica ediyoruz, açınız...

Pencereye yaklaştım:

-          Kimi arıyorsunuz ? Size neler gerek?

-          Doğdır hanım (ebe hanım) nerde? Kadını getirdim, kadın doğurmak üzere. Doğdır hamın ona çıksın.

-          Aksakal, galiba yanılıyorsunuz. Burası otel. Size doğumevi gerek.

-          Benimle şaka etme. Yaşıtınla şaka et. Bir saattir pencerenin önünde çırpınıyordum. Doğdır hanımla uyuyorsan koyuver onu... Seni çok rica ediyorum. Kadın doğurmak üzere.

Uykum geçti. Mahmurluk da yoktu.

 Gümbürtü ve sesler tarafından uyandırılan Beimbet odama girdi.

-Yazar: «Ne zaman kız getirdin be?» – diye şüpheli şüpheli bana sordu.

Ben: « Ne kızı? » diye öfkeli öfkeli cevap verdim.

Kapının önünde duran adamın yumruklaması durdu.

- Canım benim, açın... Bekçiyim. İçeriye alın beni. Her şey açıklayacağım.

         Açıp, kibrit çakıp, toplanmamış masanın üstünde lambayı bulup, fitil ateşledim. Yanımda ihtiyar bekçi yerinde sayıyordu. Bacaklardan biri tahtaydı.  Döşeme tahtaları acıklı acıklı gıcırdıyordu.

- Gerçeği söylem zorunda kalıyorum. Otelimiz yok. Burası doğumevi. Geldiğinizi öğrendiğimizde düşündük ki böyle değerli misafirler nerye yerleştirelim? Daha iyi bir binamız bizim yok. Burda dört gündür kimse yoktu, dört gün ev bomboş kalıyordu. Aksi gibi! Aksi gibi bu bu kadın birdenbire doğurmak istedi.

Pencereyi vuran ihtiyar, homurdanmayı bir an olsun kesmeden evimize girdi.

-          Dünyada ne oluyor, ne oluyor ya. Bizim daha temiz doğdır hanımımızdan kimse yoktu. Kızlarımıza onu örnek olarak gösteriyorduk. Ya şimdi... Demek oluyor ki bu kız da!,-dedi.

İhtiyar toplanmamış masayı görünce tamamen azdı.

- O, hiç utanmazlarsınız! Pis votka içiyorlardı! Ya sen?.. – Yüzünü bana çevirdi, - Seni tanıyorum. Bizim Politotdel’de (eski SSCB’de politik bölümü) çalışıyorsun.

Bir ihtiyar değerini güçbelâ sakinleştirdi. Kim oldumuzu açıkladı. Gelen adamın sövmesi durdu.

- Yaaa... Kim olduklarından bana ne? Kadını taşımaya yardım etsinler!

Tahta bacağı olan bakçi bize yardım edemedi. Yalnız bize branda bezi teskeresini verebildi.

Beimbet: «Belki de odanda gerçekten mi doğdır hanım saklıyorsun sen?» diye alçak sesle sordu.

-Yok.

- Ne yazık. Onu davet etmeyi neden hiç bir kimse akıl etmedi? Ne duruyorsun? Gidelim...

Beimbet ile mahcup, korkmuş kadına bir türlü yaklaşamıyorduk. Ben ona değer değmez keskin bir çığlık koparıyordu. Bu an Beimbet kabasına iğne batırılmış gibi yana sıçrıyordu.

-  Dokunmayın bana, dokunmayın, - inliyordu. – Koltuk atlarından tutmayın beni! Bacaklarıma dokunmayın!

Ben:«Yeter!» diye bağırdım.

Gene de onu Tarantas’tan (yaylı araba çeşidi) alıp branda beziye usulcacık indirebildik. Odamda döşemeye şilte döşemeye koyup yatak çarşaflarını serdik. Kadını sedyeden şilteye taşımak artık zor değildi.

Dışarıda Beimbat ihtiyarlara: « Kadın doktoru sizden hangisiniz çağırabilir? » diye bir soru yöneltti.

Bekçi cevap verdi.

- Aula boğayla gidebilirdi, ama bilmiyorum ki doğdır hanım nerde oturuyor.

Gelen ihtiyar, yaylı arabaya koşulan boğanın boynundaki  boyunduruğu suskun düzeltti.

-          Ya siz, aksakal?...

-          Aulumuz en ücra olan. Ya ben burada tek bir it bile tanımıyorum, sizi tanıyorum. Tarladan doğru onu getirip size teslim ettim. Burada yiyip, içip leş gibi yattınız. Eğer ona bir şey olursa siz Roykom’un önünde yanıtlayacaksınız. Kadunun ilk çocuğu bu. Ben ise yabancıyım ya.

İhtiyar, tarantas’taki kuru otun üzerine kurulup boğayı sürdü.

Beimbet işaret parmağına bir tutam saçı sardı.

- Eveeeett... Kız burada olup saklandığına  emin. Ondan  ihtiyar gitmeyi acele etti. Aksakal sanıyor ki o gider gitmez doğdır hanım, doğum yapacak yanına gelecek ve her şey yoluna girecek. Öyle bir durum...

Yazar, yine  bekçiye: « Yakında her hangi bir tecrübeli kadınlar yok mu?» diye sordu.

-Yok, bulmayacağız. Doğdır hanıma yardım eden biri var, ama üç günlük izin aldı.

- O zaman sabaha kadar doğum yapacak yanında oturamak zorunda kalıyorsunuz.

            Bekçi korktu.

-Yoook, yoook! Benim iş evin beklenmesi ve korunması ancak. Ömrümde hiç bir defa doğum yapacak bir kadınla ilgilenmedim hem de... hiç.

İki yazar ve topal bekçi, kapı sundurmasının merdiveninde çaresizlikle oturdular. Merdivenin tahtalarından güçlü orman kokusu yayılıyordu. Odadan boğuk inilti sesleri duyuluyordu:

-          Doğ-dır...doğ-dıırr.

Bi-Aga kadının acısı onun acısı olmuş gibi iç çekiyordu... Çünkü kitaplarımızda kadın, anne, insanın doğmasının büyük sırrı hakkında kaç kere yazıyorduk ya. Ya şimdi konu kağıt üzerinde değil yazı masasında değil gerçek hayatta yazılıyordu. İcat edilen bir dünya değil gerçek hayatta davranılması gerekiyordu.

Beimbet’e umutla baktım. Yazarın benden büyük olduğundan dolayı son söz onundur. Fakat Beimbet yine  iç çekti. Aniden yüzünü bana çevireverdi.

- Nasıl oldu da bunu hatırlamadım!

 - Neyi, Bi-Aga, neyi hatırlamadınız?

- Sen üç yıl önce Gorki’nin ‘İnsan doğumu’ hikayesi çevirdin. Çevirini dahi övdüm.

- Evet, çeviriyordum yaaa.

- İşte... şimdi ona sen yardım etmezsen kim eder ? Gorki’nin nasıl davrandığını hatırlamak zorundasın. Git ona, git.

Son umudum suya düştü. Kulak kabartım. Belki sakinleşir, belki sabaha kadar dayanır mı? Ama kadın yine inledi.

Eskisi gibi döşemede, şiltede yatıp yastığın köşesi dişlerinin arasına sıkıştırdı.

- Yakında mı?

- Ba-şı-mı kal-dır... kal-dır...

- Bi-Aga! Lamba buraya getir!

- Yooook... Lambaya gerek yok!

Bi ağa, kapıyı biraz aralarak sakına sakına odaya baktı.

-          Lamba!

Odada aydınlıktı. Beimbet’i köşeye çekip fısıldadım:

-          Daha ılık su hazırlanması gerekiyor...

Beimbet: «Gorki böyle mi yaptı?» diye sordu.

Ben: «Gorki ılık suyu nerede alabilirdi ya? Gorki’nin hikayesinde olay dağlarda, yolda geçiyordu.» diye hırladım.

-          Semaverın içinde ne kaldığına şimdi bakayım...

Kadın umutsuzca dört dönmeye başladı. O, Gorki hikayesinde gibi elleriyle döşemeye çırpıyordu. Bacakları seğiriyordu. Gözleri ise kanlandı. Gözlerinde deli gibi ifade ortaya çıktı.

Edebi orijinal kaynağa göre kadının arkasını benden çevirttim, kendim ise arkasına sokuldum ve kramptan uyuşuk olan parmaklarını, karnı, göğsü ve yüzü ovmaya başladım. Kadın yolunu bulup serçe parmapına ısırdı. Kadının kendine gelmesi için hafifçe yanağına vurdum.

Kadın:« Allahım beni niye cezalandırıyorsun? Allahım neydi günahım ? Beni neyi bu kötü adamın eline verdin? Allahım beni hemen öldürsen iyi edersin. » diye ağlamaya başladı.

Kadını kendime daha sık bastırıp ellerimle sıcak silkinen karnını yine ovmaya başladım.

- Daha uzun mu?

- Yıkıl karşımdan! Çekil! Bırak beni!

Beimbet kapının arkasından sordu:

-          Nasıl gidiyor?

Kadın, çok yüksek sesle çığlık kopardı. Beni unuttu. Acısı dayanılmaz olduğu belliydi. Sonra uzun uzun hıçkırıklara yine boğulup yüksek sesle bağırdı.

Ben uzun uzun beklediği halde birden bire  çocuğun başınının   çıkması olayı benim için mucizevi bir hal  aldı. Başı çevirip şaşırtırcasına gelmesine böyle gürültü neden çıkılıyor. Başını çevirip şaşırmışçasına bu dünyaya geldi. Böyle gürültüye nasıl geldim diye bize bakıyordu.

-          Bi-Aga! Bi-Aga! Ilık  su çabuk getirin!

-          Bitmiş mi? Ama suyu yok ya, semaver içinde yalnız aşağı yukarı bir bardak su kaldı.

-           Kımız var mı?

-          İstediğin kadarını al! Bir kova dolusu!

Gorki, yeni doğmuş çocuğu tuzlu deniz suyunda yıkayabilmişti. Kımız fena değil o zaman. Yatak çarşafını bıçakla kestim. Beimbet ise gururla doluyken yeni doğmuş çocuğun göbek bağını sıkıca bağladı. Bebek içine çekti. Az bir zaman önce Beimbat, de derin derin nefes alarak bebek gibi havayı içine içine çekiyordu. Bebek bağırdı.

Annesi silkindi:

-          Oibay! Onu bana verin, bebeğimi! Oğul mu kız mı?

-          Oğul, oğul, kocasının ana babası memnun olacak! Ama oğlunu sana hemen vermeyeceğim. İlk önce onun yıkaması gerekiyor. Senin de yıkanman gerek.- Sesim tartışılmaz bir şeklinde duyuluyordu. –Sen yıkanıncaya kadar çocuğunu emziemene izin vermeyeceğim.

Zayıflayan yüzü terden parladı.

Loğusa halindeki kadın mahcup mahcup: « Bilmedim ki siz be doğrdırsınız. Bu yüzden direniyordum. Keşke bilseydim... » diye söyledi.

Uzattığım ellerimde ufak, ılık, kırmızı bedenini tutmaya devam ederek: «Evet, ben doğdur.»  diye söyledim.

Kendi kendime hatta Dayırbay’in kıskananbileceği laflarla ana avrat sövdüm. Bu daha erken niçin aklıma gelmedi? Eğer ona kendi kendimi doktor olarak tanıtsaydım loğusa kendini daha rahat davranırdı.

-          Hatırlıyor musun sen beni ısırdın bile ?

-          Özür dilerim... Sizi tanımadım. Neden hemen söylemediniz? Galiba az önce geldiniz ?

-           Dün geldim. Doğumevinin çalışmasını kontrol etmeye geldim.

Beimbet, bu aralık tahta tas kımızla doldurdu. Ben ise bebeği oraya usulcacık indirdim. Böylece yeni doğmuş ilk banyo yaptı. Çarşafa sarılan bebek, Beimbet’in ellerinde koridordan ilk gezintisini yaptı. Ben ise annesiyle kaldım.

- Haydi yıkan...

- Kımızda mı?

- Kımızda yıkanırsan ne olacak? Kımız sudan kötü mü, suyu yok ya!

Loğusa, kendi elbisesini didikledi. Üstünü değişmek için diğer elbise yoktu.

Kadın kendini mazur gösterip: « Ekipte, tarladaydım. Bu yüzden yanıma hiç bir şey almadım» diye söyüyordu.

Doktor rolüne tamamen girip: «Çok konuşmamalısın. Senin için bir elbise buluruz.» diye söyledim.

Ona çizgili pantolon ve ceketi çektim.

-          Oibay! Erkek giyimi nasıl giyebilirim?

-          Çekişmeye yeter! Bu erkek giyim değil! Herkes için giyim. İsmi de Pijama...

Nedense bu tuhaf kelime onu inandırdı. Kadın, pantolonu bacaklarına uysalca çekti. Ona ceketi verdim.

Beimbet, başımıza o kadar çok umulmadık iş açtığı bebeği getirdi. Bebek, sanki bunu bekmiş gibi ağlamayı kesip dudaklarını şapırdattı.

Loğusa ona memesiyle emzirdi. Kadının başı, yastıkta rahatça yattı.

Loğasa: « Yavrumun ismi ne olsun ? Dayırbay mı galiba ? » diye mutlu kısık sesle sordu.

Kazaklar’da çeşitli isimler bulunabilir. Eğer baba, oğlunun dünyaya geldiği sırada pazardan dönerse o zaman oğlunun adı Pazarbay olur. Eğer bir ailede fazlaca bebek ölümü olduysa, kaderi aldatmak için oğlu İtemgen adlandırılabilir, yani köpeğin memesini emen. Demek ki bu çocuğun edna ve kaderin onu yanına alması gerekmez, yaşasın. Eğer doktor bebeği aldıysa anlaşılır ki onu Doğdırbay adlandırılması gerek.

Ben: « Daha iyi onu Bi-Aga andlandır » diye teklif ettim.

Loğasa: «İyi bir ad.» diye söyleyip övdü.

Pencelerin arkasından güneşin şavkıması yavaş yavaş karanlığı alıyordu. Acelesizce step günü ağarmaya başlıyordu yine steplerde. Yeni Bi-Aga nihayet doyup sakinleşti. Her şey olması gerektiği gibi gidiyordu. Kadın da sustu. Galiba içi geçti. Kadının son derece güzel olduğunu yalnız şimdi gördüm.

Beimbat, bana: «İşte görüyor musun ? Görüyor musun ki adebiyatla haşır neşir olmanın  ne denli fayda getirebilir olduğunu biliyorsun artık» diye nasihatler ederek söyledi.

Ben: «Görüyorum.  Ebelik bilgisini kullanmazsam çok şeyi veririm. Yeter bana...» diye söyleyip kabul ettim.

-          Ama bunun hakkında bir hikaye yazabilirsin.

Otuz küsür yıl geçti.

Beimbet çoktandır yoktu. Ama stepteki Turgay köyünde Bi ağa adlı dayının yaşadığından memnunum. O olay meydana geldiğinde ise bu dayının şimdiki yaşındaydım.

 

 

MAYRA

 

Bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyorum...

...Çalışmak lazım ama, büyük sakin olmayan nehirden uzakta ıssız kumları, barkanlar, saksaulun (bir tür ot) acayip şekili çalıları ve otlaklarda jantak çalıları, solonçaklarıkların elmas yığınları tasavvur etmek gerek. Oraya yine dönmek ve Mayra’yla görüşmek için.

Son baharın Ekiminde vey arken kış dönülürse Mayra’yı ve kocası üst çobanTanaşa’yı herhalde Jıngıldı vadisinde bulursun. Bu zamana kadar buraya sürülerini sürmüş olurlar.

Anltacağımız gün ise Mayra tek başına kumlardaydı. Öyle oldu... Bir gün önce gece bekçisi yaşlı adam sovhozuhn merkez çiftliğine denildiği gibi aula eve gitmesine izin istedi. Bundan sonra beklenmedik sırada Tanaşa gitmeliydi. Kızları üç yaşındaki Ayagöz soğuk aldı... Şimdilik büyük annesi ve dedesinin elinde dursun.

Geçen hafta ılıktı ve güneş Ekim’in sonunda yağmış karı eritti. Sessizlikte sürüye otlağa kadar eşlik eden uyumlu çıtırtı duyuluyordu. Öğleden sonra Mayra geri döndü. Koyunların tok olmasına rağmen ot koparıp koparıp yemeği kesmez ve koşaraya güneş batarken varır. Tam zamanında...

O ecle etmeden ardından gidiyordu ve buna alıştırılmış çoban atı – al kesilmemiş yelesi olan – böyle gitmesi gerektiğini bildi ve dönmesini önsezerek çabuk tırısa başlamaya kalkmadı bile.

Mayra eyerdeyken yaşlı anne ve babasını görmek, büyük mağazaya gitmek, önceden yanlarından hiç ayrılmayan ve şimdi zaman zaman görüştüğü kız arkadaşlarıyla dedikodu yapmaktan vazgeçmezdi. Koyun yetiştiricileri kararında olarak övüldüğü ve azarlandığı, arasıra da elinde çoban sopasını hiç bir zaman tutmayan insanların çobanlık mesleğinin inceliklerini öğrettikleri toplantıya bile katılmaya hazırdı. O kendisi Ayagöz götürebilirdi, ama Tanaşanın büroda işleri vardı.

Sürüye kçpekler eşlik ediyordu. Jıngıldı’nın üç köpeği vardı. Onlardan hiçbiri kara beyaz renkte öncüleri özel seçereye sahip değildi. Fakat kumlarda doğdu ve onların en uzak cetleri çoban yurtalarının yanında dünyaya geldi ve bütün hayatını orada geçiriyordu. Bu yüzden kanlarında sahiplerinini işine hizmet etmekti. Keskin gözü ve iyi koku olan burunlarından hiç bir şey saklanamıyordu ve hiç bir zaman boşuna tehlike çanı atıp havlamıyordu.

Birdenbire renkli öncü kulaklarını dikip Mayra’ya atıldı, üzengi yanında zaman zaman çenileyerek zıplamaya başladı, sonra sahibesini bir şey hakkında uyarararak havlamaya başladı. Ne hakkında ama?

Onun genç yardımcıları ne olduğunu veya ne olacağını anlamadıysa bile büyük olana hemen katıldı.

Köpeklerin davranması koyunları kuşkulandırdı.

Koyunlar, bütün sekiz yüz tane, hep beraber başlarını kaldırıp deli gözlerini fal taşı gibi açarak kümelendi ve etrafına korka korka bakınmaya başladı.

Mayra üzengilerde yarı kalkıp etrafına daha bakınır bakınmaz rüzgarın şiddetli esimi ona vurdu. Rüzgar onu geri eyerine attı, atın yelesini karıştırdı ve gözlerini yelesiyle kapladı. Bir saniye için yine sakin oldu. Bu esim güneşi söndürmüş gibi güneşli gün karardı ve bir duvar gibi kum fırtınası bastı. Nefes almak çok zor oldu, rüzgar hem yandan, hem arkadan, hemde önden saldırıyordu... Büyük ihtimalle ‘afgan’ın akrabası olan güney batı rüzgarı, kuzey kar fırtınası ile karşılaşmış. Havaya uçurulan kum karla karışıyor, bu karışım da yüzü kamçılıyor, ensesinden içeri kaçıyordu.

Mayra’nın altındaki at yerinde yürümeye cesaret etmeyerek delice dolanıp başını yere eğiyordu. Bir tek kurtuluş vardı – ne yapıp yapıp mümkün olduğu kadar çabuk koşaraya ulaşmaktı.

Dünyanın en budala hayvanlarından en budalası kara gri koyunlar. Birbirine sokulur sokulmaz son anlayışını kaybeder, biri rüzgara atılır atılmaz geri kalan bütün koyu onun arkasından koşmaya başlar!

İki rüzgar farklı taraftan birbiriyle çarpışıp iki tarafa çekiliyor ve yine kim kimi yener, şiddetli şiddetli kum ve kar atıyordu birbirine. Koyunlar rüzgarların esimlerinin ardından dört dönüyordu ve en tehlikeli şey onları kaçırmaktı.

Mayra, attan indi ve atı dizgininden sürerek sürünün başına zar zaor vardı.

-          Çok-çok-çoke!.. Çok!., diye genç ama çok anlayışlı olmayan gri beyaz lekeli öncü koyunu çağırarak bağırıyordu.

Teke, koyunları ite kaka kakalayarak yol açarak sahibesinin kalçasıa dokundu.

Tekeyi, onunla beraber de tanıdığı al atı ve Mayra’yı farkedince öndeki koyunlar biraz sakinleşti ve ardından yürümeye başladı, ardından ise geri kalan da hareket etti.

Mayra sağır edici ıslak çaldı – Tanaş onu böyle ıslık çalmayı öğreninceye kadar  uzun uzun öğretiyodu. Büyük köpek tepki gösterdi ve bütün üç köpek koyunları talep edici havlama ile sürerek sürünün iki yanında ve geride yerlerini aldı.

İyi ki bugün yakınlarda otlatıyordu. Yoksa ne yapacaktı? Rüzgar sürüyü kolayca bir yüz veya yüz elli kilometre mesafeye sürebilir... Onu böyle havada hasıl korumalıydı?

Mayra, koşaranın örülmiş çite raslayıp duvara dayanarak kapıya yürümeye başladığı zaman kar fırtınası ‘afgan’ın direnişini yendi. Kar daha çok yağmaya başladı, daha soğuk oldu. Koyunlar ise tekenin onları ısrarla nereye götürdüğünü ve köpeklerin neden kızraka dönmelerini engelediğini akıl edemedi. Koyunlar koşarasını tanıyınca koşaranın nasıl kendiliğinden yolunda çıktığına şaşırıyormuş gibi melemeye başladı.

Kar fırtınası zaten erken kış alaca karanlığının sökmesini hızlandırdı. Mayra hemen hemen tam karanlıkta koyunları koşaraya sürüp kapıdaki ağır sürgüyü sürünce yüz adımdaki evine gitti.

Kış otlaklarındaki çoban evi taştan yapılıp iki odadan ibaretti. Küçük bir ev, kumlar arasında kaybolmuş gibi görünüyordu. Mayra ve Tanaşa’nın kopukluk duygusunu yenmesine transistörlü alıcı yardım ediyordu. Gelir gelmez onu açıyordu. Alıcı çoktna muhatabı ve arkadaşı oldu ve Ayagöz için korkucu omayan masallar anlatıyordu bile.

Şimdi ise Mayra da ilk önce metal düğüme bastı ve ondan sonra mutfak fırını ile ortak ocağı olan ve her iki odayı ısıtan hollanda fırını için yarılan bir kucak saksaul getirdi.

Ev öok soğuktu. Odada cereyan vardı. İşte... İlk kar fırtınası kışa nasıl hazırlandıklarını kontrol ediyor! Pencerelere eski battaniye astı. Sonra... Fırında ateş yanmaya başladı, kırmızı sarı ateş kapaktaki deliklerden görünüyordu. Ağzından kırmızı ‘Prima’ kutusundan sigara içiyormuş gibi duman hala tüttüğü halde oda daha ılık olmuş.

Fırına çaydanlık koydu, alüminyumdan hafif kazanda su ısıtmaya karar verdi. Tenekede bir kova kadar yani az su kaldı. Bu önemli değildi ama. Kar fırtınasında bir yarar var – çok kar esmişti ve daha çok esecek. Onu eriyebilir, fıçıyla kuyuya gitmek yerine.

Mayra kendisini merak etmiyordu. Başka iş Tanaş’tı... Çiftlik yönetmeni Canısbek’le gitti. O da onları arabasına pek istemeyerek soktu. Tüplerin her birinde kırk yama olduğuna şikayet ediyordu. Nasıl varacaklar... Keşke yetişseler! Keşke yetişebiliseler!

Saat beşe yaklaşıyordu, ama ev gece gibi karanlıktı. Mayra sıkıca sarınarak ahra çıktığında dışarı da zifiri karanlıktı.

Ahır kar duvarından hemen hemen görünmüyordu. Yanındaki deve için ahrın kontürleri görülebiliyordu. Yüz adımda bulunan koşaraya gelince kar fırtınası onu alıp götürmüş gibi tamamen kayboldu karanlıkta!

İlk önce Mayra atlara uğradı. Al ve doru atları çullarla örttü, genç saksaulun sürgünlerinden yapılmış yemliğe bağladı. Şimdilik kuru ot yeter onlara, sonra bakalım. Herşey kar fırtınasının bir günde bitmediğini gösterir.

Yeter ki ulaşsınlar! Bir yerde durduklarını vermesin Allah... Hayır ama, hayır! Canısbek arabayı gerçek şoför gibi kullanır. Tüplere şikayet etmesine rağmen onun ‘gazik’ (araba) her zaman işler durumda. Belki de yolda kendi işleri vardı ve Tanaş Ayagöz’la ona engel olmuş tabi...

Ayagöz ihtiyarlara götürmeliydi, bundan hiç şüphe yok... Şimdi ne kadar çok Tanaş’ı özlüyordu! Gözlerini kaldırınca: ‘İyi bir at... Güzel karı... Bir yiğite güç veren bunlardır!’ Bunlar eski halk şarkısından ezberden bildiği iki satırdır.

Tanaş kendisine daha sık doru ata eyer vurur. Fakat çok hızlı koşmuyor bu at. Doru at sovhozlar içi baygaya bile katılmıyor. Bayağı bir iş atı.

Güzel karıya gelince... Tabi ki onun Mayra onun güzel karısı. Güzel mi, değil mi... O bunu bilmiyor. Sadece yüzünün yuvarlak, yanakları güzel olduğunu biliyor. Ucu kalkık burnu vardı. Gözleri ise... Tanaş, gece zifiri karanlık olduğu ve yıldızlar görülmediği zaman gözleriyle eve yolu bulduğunu diyor. Abartıyor olmalı...  Onun gülümsediğini veya güldüğünü sever. Dişleri inciden olduğunu söyler. Onlarda kumlarda güney denizlerden uzakta Mayra projenedirildiğinde nereden çıkardılar bunca inci!

Altın al besili deve az kaldı tavana hörgücüyle dayayıp çiğnerek sahibesinin çıktığına dikkat etmedi. Hörgücü ise izlendiriciydi! Bütün ilk bahar, yaz ve son baharın yarısı bütün işi yurtalarını bir yerden başka yere götürmekti. Şimdi de işi çok zor değildi. Komşu kuyudan bir-iki fıçı su taşır.Buna rağmen koşulduğu zaman  hoşnutsuz olur, protesto eder.

O samandan yataklığa yatırılıp üstüne bir şey yüklenirse böyle durumda deve istenildiği kadar yatabilir, kar fırtınası iki hafta kudursun bile. Oybay, hayır, bu kadar uzun zaman içinde olmasın!

Yüzünü kamçılayan kardan iki eliyle kaplayan ve nefes alamayan Mayra yüz adımlık mesafeyi aldı – koşaranın kapısındaki sürgünün doğru mu durumda diye kontrol etti. Geri yolda rüzgar onu üç-dört tekmede eve götürdü.

Artık köpeklere yemek verecekti ve kendine bakacaktı.

Hollanda fırını doğru dürüst ısınmadı, ama oda oldukça ılık oldu. Sobada çatırdıyan saksaul yanıyordu ve çaydanlıktaki su kaynamaya başladı, kazandaki su da kaynıyordu. Belki de ısıtılan odalar bir eve benzeyeceği için daha çok saksaul getirilmeli. Onlar son bahar otlaklarında çok kaldılar, Cansıbek ise onlara Jıngıldı’ya söz verdiği gibi tamir ekibi gönedermemişti tabi. Kış şiddetli olura saksaul yeter mi? Bir araba, hayır, iki araba daha iyisi kömür getirmelerini söylemek lazım.

Saksaul almak için iki defa ambara gitti. Nihayet hem mont hem de tilki kürklü şapkayı çıkarabiliyordu.

Alıcı hava hakkında anlatıyordu – meğer bütün dünyadan kar fırtınaları, fırtınalar, kasırgalar geçmiş. Canıbek kar fıtınasından önce aula veya en azından üçüncü sovhoz bölümünün köyünün bulunduğu Erdalı’ya gelmeye yetişsinler.

Mayra levyeyi biraz daha çevirdi ve alıcı bölge şehirlerinin frekansı buldu. Spiker şimdi bölge tarım dairesinden bir müdür konuşma yapacağını söyledi. Yanılmıyorsam soyadı Daukenbayev. Mayra onu bir defa gördü – o bölge ve sovhoz müdürü ile beraber otlaklardan geçerken. Onlar biraz kaldı onların otlaklarında hayvanların durumunu övüp yoluna devam etti. Bu cumhuriyette koyunların sayısı elli milyona kadar artılmasının taahhütleri nasıl yapıldığı kontrol edildiği zaman oldu.

Şimdi Daukenbayev’in sesi kısıktı. Bölgelerle telefonda konuşup işlerin nasıl gittiğini öğrenerek bağırıyor olamlıydı. Bu rüzgarda bütün gün geçirmekten daha kötü. Alıcıdan bir uğultu geliyordu ve Mayra çok az duyabildi. Kar fırtınasının bölgenin bütün ilçelerini kapladığını anladı. Daukenbayev daha: ‘steklon daha üç gün esecek... otlaklarda... bütün tedbirler...’

Mayra gülümsedi. ‘Steklon...’ Bu sözün doğru nasıl söylenmesi gerektiğini bildiği halde alıştığı gibi söylüyor.

-          Üç gün mü? diye alıcıya hitap ederek yüksek sesle söyledi, İhtiyaten beş gün sayalım. Veya altı, ve: ‘Tek başıma kaldım. Tanaş gelemeyecek. Allah etmesin bunu yapmaya kalkışmasını! Merkez çiftliğinden Jıngıldı’ya kadar yedi derin büyük çukur var. Tabi ki karla dopdolu... Dozer bile geçemez oradan’, diye düşündü. ‘Öncü çoban en zor koşulları şaşırmaya alışmamış’, diye bir zaman okuduğu  makaleden bir cümle hatırladı.’

-          Öncü çoban ünvanını bu durumda koru bakalım!

Daha da kapitone astarı pamukla beslenmiş pantolonu soğuk ambardan getirmesi lazımdı. Böyle kadın giysisi olmayan kıyafeti sevmediği halde yarın pantolonsuz yapamaz. Başka bir şey yapabilirdi, diyelim merkez çiftliğinde ve ilçede yaşayabilrdi. Neden olmaz ki?.. Yapabilirdi değil yalnız yaşıyordu bile! Tanaş, kızları bir yaş doldurulunca kandırdı. Tanaş daha Mayra’yla tanışmadan önce çoban ekibinde çalışıyordu ve kumları uzak otlaklarda sürüyle göç ederken hissettiği kendi gücüne güven ve özgürlük duygusu için sevdi... Sonra kumları o da sevdi.

Mayra çabuk soyundu ve yatağa girdi, bir yerden cereyanın olmaması için iki kalın battaniye üzerine çekti. Bu işte, Canısbek’e şükkür, hiç tamir ekibi gerekmiyor!

Mayra, başı neşeli ilk bahar çiçekli basma yastık yüzündeki yastığa dokunur dokunmaz uyudu. Hiç rüya görmüyordu...

Biri onu omzuna dürtmüş gibi tam karanlıkta gözlerini açtı. Kulak kabarttı. Kar fırtınası eskisi gibi farklı seslerle uğulduyordu ve bu sesler sanki daha güçlenmiş gibisine geldi. Yoksa uyku sersemliğiyle mi öyle geliyor?

Gazyağı lambası yaktığı zaman saat beşe çeyrek kalıyordu. Daha bir saat uyuyabilirdi, ama kendisini dinlenmiş ve zor günün sürprizlerine hazır hissediyordu ve bir daha yatmadı.

Alıcı açtı, ama o susuyor, yalnız uğulduyrdu, kar fırtınasından öğrenmiş bunu herhalde.

Aceleyle kahvaltı yapıp çay içtikten sonra Mayra kalın giyinip giriş kapısını kendisine çekti. Ortalık biraz ağardı. Gece kar fırtınası büyük kar yığınları esip kar milleri geçirdi, ama bütün bunlar ona az geldi – koyu perdeyi oluşturan kar taneleri havada uçuşuyordu. Gece ayaz yerdeki karı sertleştirdi. Mayra izleri bırakmadan koşaraya vardı.

Daha dün akşam yatağa girerdiği zaman sabah büyük tınaza kadar yolu temizleyeceğinden emindi. Bu koşardan yüz metre mesafededir. Oraya koyunları sürüp, istediği kadar yesinler. Şimdi böyle olamayacağını anladı. Kar fırtınası, bazen bütün kış omayacağı kadar kar yığdı. Küreği sert köreşeye saplamaya devam ederek Mayra ümitsizliğe kapılarak burada dozer çalışmalı, burada yorulmak nedir bilmeyen sağlam erkeklerin aulu çalıştırılmalı!  Bir kadının elindeki bir kürek ne yapabilir ki? Yüz metre... Ta ilk bahara kadar kazılabilir, ilk baharda ise kar zaten erir.

Çaresizlik duygusundan Mayra ağlamaya başladı. Küreğe dayanarak duruyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Tek başına... Onun yerinde bir erkek olsaydı bir şey uydurur, bir şey yapardı. Fakat ağlamak – yanakları dondurmak... Göz yaşlarında başka yarar yok. Küreği boşuna sallamakta da yarar yoktu. Boşuna yorulacaksın.

Eve dönüp ahıra gitti. Al ve doru atlar ayakların sesine başlarını çevirip bir ses çıkardı. Onlar da ne ister? Tabi, tabi yemlikte bir tane kuru ot bile yok... Son taneye kadar yemeye çalıştı...

Merhum ataların ruhalrı! Ne yapmam lazım öğretin! Onlar apışıp kalmazdı tabi. Dozerden hiç haberi yoktu. Kaybolan koşta (uzak otlaklardaki çiftlik) çok kürek ve el bulunur muydu? Fakat kar fırtınaları o zaman da kumlarda olurdu, bundan az şiddetli değildi. Rahmetli atalar nasılsa idare ederdi... Adları Kazaklar olmadan önce hayvan yetiştiricileriydi. Hayvanların mubah her dört çeşidinin kendi koruyucusu vardı. Atların Kombar-ata, öküz ve ineklerin Zengi-baba, develerin Oysıl-kara, koyunların Şopayi-ata gibi koruyucuları vardı. Onlar nasıl yaparlardı? Bir çıkış olacak, dünyada çıkmaz durum olmaz ki!

Bunun gibi bir şey duymuş... Herhalde duymuş... Çabaları bunda toplayıp tam ne duyduğunu hatırlamalıydı.

Tanaş’ın ailesinde dedesi neyle ilgili tam olarak hatırlayamam, ama civarında atın olduğu yerde koyun ölmez. Demek Kambar-ata onun yardımına mı gelir? Fakat o kollarını indirmiş kapıya yaslanarak duran göz yaşlarını döken aylakları sevmez.

Mayra tek parmaklı eldiveniyle göz yaşlarını itina ile kuruladı.

-          Hayır, şimdilik sizin için yemek olmaz, diye al ve doru atlara seslendi ve onlar kulaklarını dimdik dikti, Yemek için çalışmak lazım. Anlatabildim mi?

Onları çözdü, kendini yukarı çekerek ağır giysinde zar zor eyersiz al ata bindi, doru atı ise dizgininden sürdü. Otlaklarda sert köreşede at sürüsü bir aşağı yukarı sürülüp atlar kar örtüsünü kırıp kabartıp yumuşattığı olurdu, ardından da koyunlar yeme varabiliyordu.

At sürüsü yerinde iki atı, sekiz toynağı var... Fakat bütün otlağı değil, koyunların yeme ulaşması için kala kala koşaradan tınaza yol açmalı. Orada da koyunlar kara dalmaması için etrafı biraz kardan temizlemeliydi.

Bu yolu kaç defa boyladığını şaşırdı artık. Sonunda ne yapabildiğine ve sürününü geçip geçmeyeceğini dikkatle bakarak yavaş yavaş geçti yoldan. Onları geçirmeye çalışmalıydı, çünkü aç koyunlarım melemesi gittikçe daha ısrarlı oluyordu.

Cesaret etti.

-          Çok-çok-çoke!.. Çok! Çok!

Dün olduğu gibi Mayra atla şileride, boynuzlarını sertçe göstereyen teke ardından yürüyordu. Kar fırtınası sakalını karıştırıyor, teke ise bundan hiç hoşlanmıyordu. Köpekler iki yanından ve geride koşuyordu.

Tınaza varınca yine kürek kullanmaya başladı, ama artık o sabah çaresizlik duygusuna kapılmıyordu. Koyunlar kuru ota izlerini takip ederek uzandı ve  kar fırtınasının boğamadığı kütürtüleri, Mayra’yı sakinleştirdi. Tıkızlaşan otun taze kokusu yaz hakkındaki anıları getirdi ona.

Al ve doru atlar da tınazdan uzaklaşmıyordu, bazen koşuşan koyunları bir yana iterek bir yerden başka yere geçiyordu. Mayra, bunun bir zaman biteceğine inanmıyordu. Nihayet gerekli alan temizlenmişti. Kütürtü şiddetlendi. Sımsıkışık halde olsa bile bütün koyunlar için yer bulundu. Daha az karı olan yerlerde kar yiyerek kendisi idare ediyordu.

Zaman öğle sonrası olmalıydı. Ortalık kararmaya başladı. Açlık ve yorgunluk gibi sözler unutulmalı. Yine aulda yeri bulunmadığı için kumlara gelmedi ki! diye yine düşündü. O hem bu kar fırtınasına dayanacak – durmadan esmek için nereden gücü çıkarıyor ki -  hem de Tanrı’nın gönderdiği sınava dayanacak. Çoban koşunda tek başına kalan kadını kovuşturmaktan başka işi yoksa.

Koyunlar tınazın yanlarını çimdiklemeye devam ediyordu. Onları buradan şeytan kendisi kovalayamaz. Mayra, ortalık tamamen kararmayınca eve dönüp ısınmaya ve biraz yemek yemeye karar verdi.

Atlar istemeden tınazdan ayrıldı, ama iki-üç kamçılama onları hızlandırdı ve kar perdesini ikiye ayırarak koştu ve ancak ahırın kapısında durdu.

Evde gazyağı lambasının ışığı çatılmış püskül püskül kaşlı kırçla örtülmüş pencereleri aydınlattı.

Ya öğle yemeği, ya akşam yemeği... Tez elden ne yapacaktı? Kuırdak mı?.. Patates donmadı, patates de koyar. Buna ek olarak tabi ki çay. Bütün bunlar hazırlanıncaya kadar hem susuzluğu hem de açlığı gideren bir dilim kurt (peynir) yiyecekti.

Tanaş, Allah onlara bol şans versin, şimdi sıcak odada dinleniyor olmalı. Onun da bugün onu ve Ayagöz’ü düşünmek için bir dakikası bile yoktu.

-          Beni merak etmeyin, diye içinden onlara seslendi, İşten ayrılmayı lütfen, gözlerimin önünde çıkmayın... İki-üç gün bensiz kalın lütfen. Bu çok mu uzun? Hayır...

Kendisi nasihatlarına güldü. Bugün Tanaş’ın şakaları duyulmadığı için evlerinde biri şaka etmeliydi ki!

Kuırdak pişirildiği zaman Mayra giriş kapısının üzerinde nedense mapa adını taşıyan lambayı astı. Böyle envanter defterinde yazıyordu. Dışarıda feneri kaldırır kaldırmaz az kaldı uçuyordu – rüzgarın esimi onu elinden kaptı.

O zaman feneri deveye götürdü. Orada tek başına yatıyor – ışıkla kendisini daha iyi hisseder herhalde. Kurtlar da ateşi olan yere girmez.

Tam kapıdaki halkaya sarılacakken birdenbire deve ahır bölmesi ile at ahırı arasındaki kör köşede eflatun renkteki gözler parladı, birilerin üç çift gözü! Kurtarıcı feneri elinden bırakmayarak geri atılıp ambardan Tanaş’ın onun eline göre yaptığı sopayı aldı ve köpekleri çağırıp geri döndü.

-          Ket! Ket!, diye sesi erkekçe kararlı ve kabaca şeklinde duyulması için çalışarak bağırdı.

Bu altı gözlü hayvan kaçmaya davranmadı. Köpekler havlayarak gelene kadar Mayra feneri mümkün olduğu kadar kaldırıp koşlarında kim barınak bulduğunu anladı.

Alacalı köpeğin korkutucu havlamasına gelenlerden biri acıklı acıklı çığlık kopardı...

-          Zavallılar.., dedi Mayra, Böyle kar fırtınasına daynamak sizin için de mi zor?..

Köpekler köşede sadece saygaları bulunca hemen sakinleşti. Onları koyun ve keçilerin doğru akrabaları olarak kabul ediyordu.Gerçekten de öyleydi. Merak edecek şeyi yoktu. Köpekler, öğle yemeğinin zamanı çoktan kaçırdıysa bile akşam yemeği düşünmek zamanı geldi diye hatırlatarak Mayra’nın ayak uçlarında dolanmaya başladı.

-          Durun, durun, bekleyin biraz! diye onları kovmaya çalıştı.

Saygalar soğuk, korku ve açlıktan titremeye devam ediyordu... Çok zayıftı, bir deri bir kemikti. İkisinin başlarında boynuzlar vardı, üçüncü dişiydi. Mayra:

-          Kendileri ayakta zor duruyor ve ikisi bir güzelin peşinden koşmaya başladı ve kar fırtınasının sizi nereye kovduğunu farketmedi, diye onları sitem etti, Tamam da yiğitlerim...

Kapıyı yarı açıp feneri iç tarafındaki kancaya astı ve saygaları dişi saygadan başlayarak birer birer ahıra götürdü. Onlar direniş göstermedi, ama her birinin kalbinin müthiş attığını eliyle duyuyordu.

-          Burada kendinizi daha rahat hissedeceksiniz...

Al deve doğuştan kibri dolayısından  beklenmedik akşam misafirlerine hiç dikkat etmedi. Onların nereden gelmesi onu hiç ilgilendirmiyordu. Tüylü alt dudağını fırlatıp dış görünüşüyle hiç bir kimsenin işleri ona dokunmadığını ve onlara karışmayacağını gösterdi. Yeter ki onu rahat bıraksın. Mayra:

-          Kuru otunu misafirlere versene, dedi.

İki kucak otu saygaların önüne koydu, ama onlar şimdilik yiyemiyordu. Zararı yok. Biraz dinlenir, sonra yer.

Mayra giderken kapıyı sıkıca kapattı. Belki de yarın sayga ve develere daha birkaç kucak kuru ot getirebilirim.

Köpklere evin yanındaki ambarda yemek verdi. Onlara et verdi. Yanlarında biraz daha kaldı, dalaşmasınlar diye. Doğru yaptı, çünkü büyük alacalı köpek sebepsiz hırlayarak köpekdişlerini gösteriyordu.

Mayra ona:

-          Sen ne yapıyorsun?.. O nedir öyle? Büyükler küçükleri incitmemeli, diye bağırdı.

Daha kaselerine önce biraz ısıtınca dünkü surpayı (çorba) döktü.

-          Şimdi ise koyunlara! Haydi koyunlara!

Birinci olarak alacalı köpek kar fırtınasında kayboldu.

Ortalık hemen hemen tamamen karardı. Mayra kapının koluna sarılınca ani tahminine şaşırıp kaldı. Saygalar... Onu nasıl anlamadı hemen! Saygalar bir insanın evine kurtlardan kurtularak atılmış olabilir mi?

-          Acele etmem lazım...

Bunu artık odadayken söyledi.

Bir insan bir günde belli miktarda sözler söylemezse tamamen yabanileşirdi galiba. Net sayısını okumuşlar şimdilik saptayamadı. Fakat konuşmak, yemek, içecek, uyku gibi hayati ihtiyaçtır... Mayra bunu düşünmüyor, ama herhalde böyle ihtiyacı vardı, bu yüzden sadece mevcut olmayan Tanaş’la değil, koyunlar, sakallı teke, köpek ve saygalar, kibirli al deve ile bile konuşuyordu.

Odada ise kendi kendine seslendi:

-          Sen de ne?.. Bak... Sobanın yanında oturursan kurtlar, koyunlarını yemek olarak alırlar kendilerine.Yoksa serzenişler hayatın sonuna kadar kovalar seni! Haydi ye çabuk ve sürüye git!

Kuırdak hazırdı, ekmek kokusu geldi, Mayra’nın fırına koyduğu donmuş bir dilim ekmeğin kabuğu biraz yandı.

-          Befstroganov’dan kötü olmaz, dedi.

Bir defa Tanaş’la beraber bir restorandaydı. Borşç (çorba) içiyorlardı, ikinci yemek olarak befstroganov verildi, patatesli etti. Onlar Tanaş’la mağazaları uzun uzun dolaştıktan sonra hem borşç, hem de befstroganov onlara aşırı derece lezzetli geldi. Sonra çay içiyorduk. Tanaş şehirli gibi davranıyordu. Beyaz önlüklü kızı çağırıp: ‘Pastalar var mı sizde? Getirir misiniz pasta...’, diye kurumlu bir tavırla söyledi.

Uyuşukluktan kurtulmak için kapkara çayı içti – restoranda gibisi yapılmadı. Koynuna bir avuç kurt koydu. Atalar yolculuğa yanına kurt alarak ne yaptığını bilirdi. Sobanın kapağını sıkıca kapattı – yine de soba sabaha kadar daha az soğutur. Lambadaki ateşi kıstı, ama söndürmedi. Gece için bıraktı. Pencere kar fırtınasında yansın diye.

Gitmeye davranırken devenin ahırına uğradı. Saygaların titremesi kesilmedi, ama onlar artık ayaklarına kalktı ve kerpiç döşemeden kuru ot topluyordu.

Bundan sonra yine al atla, doru atı dizgininden sürerek görülmeyen tınaza kadar gitti.

Burada köpeklerin taşkın bir sevinçle karşılandı. Alacalı köpek bütün koyunların iyi olduğunu ve şimdi sahibesi onlarla beraberken her şey en iyi şekilde olacağını bildirerek herkesten daha çok gayret ediyordu.

Köpekler, Mayra’ya çiğneyen sürüyü dolanırken eşlik ediyordu. Koyunlar tınazı bu yanından oldukça yemiş artık, bazıları doyunca birbirine sıkışıp sakin sakin yatıyordu.

-          Sizi çobanların ve sürülerinin soylu Şopan-aga’ya emanet ederim, diye tören havası içinde söyledi.

Mayra, başından tırnağa kadar büyük siyah gocuğa sarıldı. Köpekler yanında yerleşti. Diğer yanında ise atlar duruyordu. Mayra, sırtını kuru ota dayayıp tınazın kar fırtınasının baskısı altında nasıl titrediğini hissediyordu. Titriyor, ama yıkılmıyor ve Tanaş’ın, gelen traktörcülerle dövüşmeye kadar varan kapışması onlardan özensiz çalışmamalarını ve kuru ot sımsıkı koymalarını istemesi boşuna değildi diye düşündü... Kar fırtınası essin... Gocuk vücudunu sıcak tutuyordu, rüzgar o taraftan varamoyordu ona. Bir-iki saat uyuklasa... Hareketin gücü, uyku ise dinçlik verdiği söyleniyor... Gerçi bugün bu nasihatın ancak birinici kısmını deneyebilirdi. Uyumaya gelince... Fakat bir yerde: ‘Uyku – ölümün esnemesidir...’ diye okuduğunu  hatırladı. Şimdi bu sözler uyarı gibi geldi. Uyursan, kar fırtınası kendisi seni gömür, kendisi telkini okur ve yeni kurbanı ararak yoluna devam eder. Belki de bütün bunlar bu kadar korkunç değil, yanında sadık köpekleri varsa. Yine uyuyamaz. Bir Kazak yazarında Kazakların uykulu millet olduğunu okudu. Fakat o, yani Mayra, düşüncelerini kağıda emanet vermeyi bilirse: Kazakların uyanmış millet olduğunu yazardı. Gene de soğukta ve rüzgarda geçirilen bir günden sonra ne kadar çok uyumak istiyordu... Farketmeden uyuyabiliyordu.

Gocuk altından ellerini çıkardı ve demir küreğe sopayla vurdu. Çıkarılan ses boğuk ve gıcrtılıydı... Eh, akıl etmedi! Boş teneke alıp uyku bastırırsa ona vurması gerekti. Böyle yapması lazımdı. Herşey onun yakında uyumayacağını gösteriyordu.

Bugün yapabileceğini yarına bırakmamak kurallarına her zaman uyusa birçok tatsızlıktan kaçınabilirdi. Gece ortasında lacalı köpek başını kaldırıp korkutucu ve aynı zamanda korka korka havlamaya başladı. Atlar kişnedi. Yatmakta olan koyunlar ayaklarına fırlayıp hiç bir ses çıkarmadan tınaza sıkıştı.

Bütün üç köpek havlıyordu ve karlı karanlıktan alçak, hüzünlü insanın içine işleyen kurt uluması bu havlamaya benzemeyen yankı olarak duyuldu. Böyle kar fırtınasında onlarsız olamazdı tabi! Mayra sopayı kapıp olanca gücü ile küreğe vurmaya başladı, bazen isabet ettiremiyordu.

O birinci iki kurda daha bir kurt seslendi. Tabi – kurt düğünlerinin tam zamanıydı... Erkek kurtlar, gücü, çevikliği, dayanıklılığı, şanslılığını gösteriyor ve sonunda dişi kurt zaferi yenenle gidiyor. Öyle oldu ve öyle olacak. Açlık ama... açlık aşktan daha az kuvvetli değil. Belki de koşta kurtuluşları bulan saygaları duymamış. Fakat koyun sürüsünden geçemediler!

Sopayı sallamaya devam etti ve bilinmeyen demir gıcırtı kurtları bir zaman için susturdu. Fakat rahatlamak zamanı değildi. Bu gri hayaller nasıl belli değil, ama her zaman her şey biliyor. Sürünün yanında kadının olduğunu herhalde belirlediler. Erkek olsa, bağırırdı, tüfekten öldürücü ateş atardı... Köpeklere gelince... Üç köpekten bir köpeği onunla baş edebilmek için büyük çaba gerektirir. Geri kalan ikisi şöyle... köpekdişlerinin bir hareketinde... Kurtlar özenerek yüzdeyüz davranmak için saklandı, sabır göstererek yaklaşmaya çalışıyor... Böyle çekici avdan vazgeçemezler ki.

Gün ağarmadan önce çok yakın gelmişler olmalı. Alacalı köpek öfkeli öfkeli havlayarak kar yığına atladı.

Mayra sopayla daha şiddetli vurmaya başladı. Hayır, bir daha tüfeksiz kalmaz, bütün koyunları yerseler bile!

Alacalı köpeğin ardından da genç köpek atladı, ama heyecanlanarak öncüsünün gücüne güvendi ve fazla ilerledi. Hemen kısa umutsuz keskin çığlığı Mayra’ya geldi ve sesleri kesildi.

-          Götürdüle! diye çaresiz öfke ile bağırdı.

Gün ağarıncaya kadar kurtlar yaklaşmaya kalkışmıyordu. Alacalı köpek havlamıyor, boğuk bir sesle hırlıyordu, tüyü ise dimdikti.

-          Gelirimiz – üç sayga, diye sovhoz muhasebecesini taklit ederek söyledi Mayra, Gider – bir köpek... Tamam, bir gece geçti, kurtlar tok değil, koyunlar sağ!

Bütün gün içinde önceden geceye hazırlanıyordu, çünkü kar fırtınası sakinleşmeyi düşünmüyordu bile.

Mayra yedek gocuğu çıkarıp tınazın yanında sopalarda gerdi, kurtlar erkek kokusu almaları için üstüne Tanaş’ın şapkasını koydu, korkuluğu dizenle silahlanadırdı. Bir daha atla koşa gidip döndü ve boş teneke getirdi. Deneme darbesi indirdi ve – sanki bitişik bir yerde top ateş almış gibiydi!

Bu salvo herhalde kurtları etkiledi. Gece çevrede dolaşmıyordu. Veya bir daha dönmemek için gitti. Her halde köpekler uyanık, ama sakin davranıyordu. Mayra uyuyabildi, ama uyandığı her zaman sopaya sarılıp tenekeye: iki-üç darbe indiriyordu... Sonra korkuluktan çatalı alıp tınazın etrafında dolaşıyordu.

Yine uyandığı zaman Mayra korktu, yüreği oynadı – bir şey yanlıştı... Olur mu...

Evet, kar fırtınası yoruldu.

Gök yıldızlarla kaplamış oluyormuş meğer... Kumların kenarından güneş yuvarlağı çıkınca yıldızlar sönüyormuş. Bak alıcı arkadaş yalan söylemedi, kar fırtınasının üş gün kuduracağını doğru söyledi. Kırmızı güneş ayazı gösteriyordu – yanaklar çimdikleniyor, burnu donuyordu...

Başındaki örtüsünün içinden, kalın kulaklı şapka içinden düzenli uğultu duydu.

Helikopter mi?

Genel olarak alay ederek ona saygısızca uğuldayıcı diyordu. Bununla beraber onlara radyodan bile duyulamayacağı en taze aul havadisi getiren ve bütün zor durumlarda yardım eden helikopterdi. Bir defa komşu koşa arkadaşı Magripa süresinden önce doğurduğu zaman helikopterle doktor getirildi...

Helikopter bir tur atınca biraz ötede rüzgarı kaldırarak inmeye başladı. Al ve doru atlar kuru ot yemeye devam etti – gökten bu kocaman kuşun indiğine ve ondan hiç tehlikesi olmadığına alıştı. Belleği olmayan koyunlar ise ürkerek farklı taraflara dağıldı ve kar yığınlarda saplandı

Kapı açtığı zaman ilk önce Tanaş indi ve şapkasını sallayarak ona koştu. Bir şey bağırıyordu. ‘İyi bir at... Güzel karı – bir yiğite gücü veren bunlardır’ herhalde.

Artık yanındaydı.

-          Karagım... Sevgilim... tek başına... nasıl... Zavallı! Benim sevgili kız çobanım... Nasıl idare ettin?

Çiftlik yönetmeni Canısbek geldi:

-          Kayıp yok muydu? diye cevap verdi.

Mayra ne ona ne de diğerine cevap verdi. Kendisini Ayagöz gibi küçük ve savunmasız hissetti. Ağlamak ive Tanaş’ın onu avutmasını istedi.

Hiç bir şey söylemeden gülümsedi.

-          Bunca inci nereden çıkardılar...

Canısbek, Tanaş’ın sözünü kesti:

-          Yoluma devam ettim... Mayra bizimle mi, yoksa değil mi?

-          Geri yolda onu alacaksınız, Cake... Helikopterci evin yanında insin, evde olacağız.

Canısbek:

-          Yaklaşık iki saat sonra, dedi, Hazır olsun... Beklememiz için.

Mayra’nın yanakları ayazlı rüzgarla yanmış, ama şimdilik bunu hissetmiyordu. Tanaş onu elinden tutup sürünün yanında köpekleri bırakıp eve doğruldu. Tanaş, ona:

-          Unutmamak lazım!, dedi, Ayagöz onun pelüş maymununun getirmeni söyledi. Onsuz onu yatıramazsın...

Eve girmeden önce Mayra, Tanaş’a saygalaı göstermeye götürdü.

Kapı yarı açıktı. Kar fırtınasının son sağanağı onları gevşetti ve delik açıldı.

Saygalar ahırda yoktu.

Yapabilecek miyim diye başladım...

Şunu söylemek istedim ki basit bir dilde hiç güzelleştirmeye kaçmadan Mayra hakkında anlatabilecek miyim diye. Sizin de Jıngıldı’yı ziyaret edip Mayra ve kocası Tanaş’la tanışmak istemeniz için.

1976 


[1] Paluan – profesyonel güreşçi, güçlü kuvvetli adam

[2] Şanrak – Yurtanın iskeletinin üst parçası

[3] Biy – bir soyun başgediklisi, soy hakimi

[4] Sadak - yay

[5] Saygak – istep tekesi

[6] Kuday-kok – gri tanrı.

[7] Sauga! – ganimetle kutlarım! Eski geleneğe göre Kazaklar ganimetin bir kısmını onları selamlayan ilk adama verirdi.

[8] Şeşetaym-ay – anneciğim

[9] Nar –tek hörgüçlü deve

[10] Şirkin – bir şeye hayranlık gösteren söz

[11] Kuran’dan arapça kelimeleri

[12] Ayran – mayalı süt

[13] Uyşık-Jal – geçit vermez sık ormanın yerli adı

[14] Orta juz’ın ana sıyunun adı

[15] Bahıt - mutluluk

[16] Ayna-koz – mecazi anlamda – büyüleyici gözler

[17] Besparmak – kıymış et ve kavrulmuş ince ince açılan mayasız ekmekten ulusal kazak yemeği.

[18] Pişpek – Frunze şehrinin eski adı

[19] Şapşan – çok hızlı , çevik

[20] Tas-kara – taş, siyah

[21] Perma – tahrifli çiftlik yönetmeni

[22] Baskarma – kolektif çiftlik başkanı

[23] Kedei - fakirler

[24] Argın-kıpçak, kerey-uak, konrat-nayman – Kazak kabilelerinin adları

[25] Ot-arba – aynen ateşli araba, tren

[26] Kaperatıp – çarpıtılmış kooperatif

[27] Kadın isimleri: Akbala – aydın (aynen beyaz) çocuk, Ultugan – oğul doğdu, Dametken – ümit veren

[28] Karaotkel – Akmolinsk'in Kazakça adı (şimdi Tselinograd)

[29] Ay – korku gösteren bir söze veya isme ek

[30] Pırkanşık – çarpıtılmış tezgahtar

[31] Mankur ve Nankur – bir insanın peşinden gelen ve iyi ve kötü davranışlarını sayan iki melek.

[32] Apırau – şaşkınlık sesi

[33] Barımtaç – hayvanları kaçıran.

[34] Jengey – burada teyze.

[35] Azan - ezan

[36] Kimeşek – hafif başlık

[37] Kurt – küçük parçalarda peynir

[38] İrimşik – kurumuş peynir parçaları

[39] Nagaşı - anne akrabaları

[40] Jien – baba akrabaları

[41] Belet – kimlik, oturma belgesi

[42] Aulnay – aul muhtarı

[43] Urendık – tahrifli başkan

[44] Jorga – rahvan at

[45] Karaşeşek – kara çiçek

[46] Dogdır – çarpıtılmış doktor

[47] Şildehana – çocuğun doğma kutlanması  


Көп оқылғандар