Бүгінгі туған күн иесі
Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы
Басты бет
Арнайы жобалар
Аударма
ESENBERLİN İliyas, "Altın Orda"

20.10.2014 5882

ESENBERLİN İliyas, "Altın Orda"

Негізгі тіл: Altın Orda

Бастапқы авторы: Altın Orda

Аударма авторы: not specified

Дата: 20.10.2014

 Altı Başlı Aydakar (ALTIN ORDA, 1) 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Batu Han başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Şaşılacak kadar temiz, öğle güneşinden hafif solmuş, uçsuz bucaksız ve gençliğinde gördüğü deniz gibi dipsizdi. O zaman korkusuz tümenleri <Tümen, 10 bin kişilik bir ordudur.> atlarını Trigestum (Trieste) şehri yakınlarında durdurdu…

Bu uzun zaman önceydi. O kadar uzun zaman önceydi ki artık uzak, yarısı unutulmuş bir rüya gibi görünüyordu. Hayat kısa... Zaman, sanki sert Moğol yayından atılan bir okmuş gibi uçup gitti.

Batu Han çekik gözlerini kıstı. Mavi gökyüzünde güneşin yanında minicik koyu bir nokta şeklinde avına dikkatle bakan bir kartal süzülüyordu.  Gerilimden gözleri sulandı, Han da yüzünü indirdi. Hayır! Denizi, bozkırı sevdiği kadar hiçbir zaman sevemezdi. Gözün alabildiğine uzanan güzel bozkır ayaklarının dibinde yatıyordu ve büyük bir sessizlik üzerinde duruyordu. Bozkır, Kaynakların dirliği ve pelin otunun kekre kokusu ile doldurulmuş tatlı bir rüzgâr ile nefes alıyordu. Kurganın eteğinde yüksek sorguç otlarında kâh görünerek kâh gözden kaybolarak Batu Hanın beş yaşındaki en küçük oğlu Barak çayır çekirgelerini kovalıyordu. Buhara kadifesinden kırmızı çapan ve susamuru postu ile süslenmiş, aynı kırmızı başlığı borik ile uzaktan canlı kandamlasına benziyordu.

Batu Han sessizce içini çekti. Yakıcı öğle sıcağından gevşemiş bozkır, semanın mavi örtüsünün altında yatıyordu. “Kartal, kendi yüksekliğinden ne görüyordur?, diye düşündü. Nasıl bir av bakıyordur?” Yavaşça bütün vücudu ile Batu Han nehir yönüne doğru döndü. Burada büyük İtil’in kıyısında <İtil, Volga’dır.> karargâhı bulunuyordu. Saray Batu güzel bir şehirdi <Saray Batu, İtil’in sol kıyısındaki Hacı Tarhan’dan (Astrahan) yaklaşık olarak 140 km kuzeyinde olan Altın Orda’nın ilk başkentidir. Şimdi bu yerlerin yanında Selitryanıy köy kenti bulunuyor.>

Sarayın yaldızlı çatıları tören ve bayram havası içinde güneşin altında parlıyordu. Saray, Orusutların şehri Harmankibe’ye benziyordu <Harmankibe, Kiev şehrinin Moğol adıdır.>, fakat biraz daha küçüktü. Onu inşa edenler Orusutların toprağından getirilen en iyi ustalardır. Han Sarayı’nı ise Rumeyler kurdu. Fethedilen topraklardan getirilen beyaz mermerden, İtil’in yukarı kesimlerinden tomruk (sallarını) yüzdürülen taş gibi sert meşe ağaçlarından ve çınlayan tunç çam ağaçlarından büyük Batu Han başkentini kuruyordu.

Kamçı ve altın gücü ile kurulmuş şehir çok hızlı büyüyordu. O, Batu’nun sevinci ve gururuydu. Yaratmaya değil de tahrip etmeye alışmış bir göçebe aşiretin oğlu, ustaların hünerli ellerinin yarattığına bakarak tarifsiz, heyecan verici bir duygu hissediyordu. Aynı bu duygu, onu cömert olmaya, şehri her geçen gün daha da güzel olsun diye elinden geleni yapmaya sevk ediyordu. O, büyük Batu Han değil miydi Moğol şamanların mabetlerinin acayip kavisli çatılarını saf altın ile kaplamaya emreden? Kendi başkenti için esirgeyebileceği ne var? Fethedilen halkların altını mı? Kölelerinin kanı mı? Cömert eli hepsini bol bol veriyordu.

Fakat her sene bozkır bayırlarının dik yanlarında derelerin ilk gümüş damarları ortaya çıkar çıkmaz ve geçen yıldan kalma çimlerin boz keçesinin içinden doruklar gibi sivri yeşil saplar uç verir vermez Batu Han sarayını terk ederdi.

Uçsuz bucaksız bozkırda başka bir şehir, beyaz çadırlar şehri yükseliyordu. Ve sonbaharın sonuna kadar İtil kollarında yaban kazları kırmızı gagaları ile ilk karaya bağlı buzların çınlayan parçacıklarını koparmaya ve yutmaya başlayana kadar hiçbir geceyi sarayda geçirmiyordu.

Büyük Hanın bu geçici karargâhına yabancılar Beyaz Orda dedi. Ve o zamandan beri bütün toprakları Kıpçak bozkırlarından başlayan kuzeye, batıya ve güneye doğru Moğol atının toynağının basabildiği sınırlara dek Altın Orda Hanlığı adını aldı.

Fare yılı (1240), Batu’nun Harmankibe’yi fethettiği ve tahrip ettiği sene o, başkentini, Saray şehrini kurmaya başladı…

Bu on yedi yıl önceydi... Bugün ise karargâhına bakarak Batu Han birdenbire ilk defa her zamanki heyecan duymadı. Onun gözleri dünyaya cansız sevinçsiz bir biçimde bakıyordu. Adı aşiretlere ve halklara dehşet salan ve yarım dünyayı titreten büyük Batu Han hastaydı.  Batu, ata bindiği ilk andan beri tek bir hastalık görmedi. Seferlerde alınan yaralar bozkır kurdunun yaraları gibi çabuk iyileşiyordu. Ama bu sene yılan senesi elli altı yaşı tamamlandığı zaman Tanrı’nın büyük güçleri ona arkasını çevirdi. Hırvatistan’da Batu ağır yaralandı, mirasçılar da Altın Orda’nın Han’ı olmak için artık birbirine girmeye hazırlardı.

Ama ölümünü yendi. O zaman ona öyle geliyordu kaderi kandıramayacağını hissedene kadar. Gizemli bir hastalık Batu Han'ın vücudunda yerleşti. Kimse teşhis koyamıyordu. Bozkırdaki Bahslar diye en ünlü tıp adamları hastalığın karşısında güçsüz kalıyordu, Çin’den, Irak’tan, İran’dan ve Rum’dan davet edilen tabipler ve hekimler de çaresiz kaldı.

Daha geçen sene güç ve sağlık ile dolu Batu, genç boğayı kolayca durduruyordu ve yere deviriyordu şimdi ise bedeni kuruyor, kasları uyuşuyor, ellerinde de önceki güç kayboldu. Daha kısa bir süre önce ürkütücü Batu Han’a bakarak zaman gelir de kurganın üstünde sırtı hafifçe kamburlaşmış ve yaşlanmış, içinden bütün kımızı içilmiş saba denilen deri bir torbacığa benzemiş yalnızlıkta oturacağı kim söyleyebilirdi? Büyüklerden böyle korkunç ve anlaşılmaz bir hastalığı kim biliyordu?

Batu Han yavaşça tükeniyordu ve bedenin eridiği aynı anda dünya ona daha çekilmez geliyordu. Başkalar için ilginç olan, onlara neşe veren onun için anlamsız ve gereksiz kalıyordu. Canı artık hiçbir şey çekmiyordu: ne zafer, ne düşmanların kanı, ne uzak seferler.

Han’ın soluk alnında iri ter damlaları çıktı. Güçlükle elini kaldırıp avucu ile onları sildi. Ve birden aklına, otuz sene önce Deşt-i Kıpçak’ın, Horasan’ın ve İbir-Sibir’in <İbir-Sibir, Sibir’dir.> hükümdarı olan ünlü babası Cuci Han’ın bu dünyayı terk ederken meydana gelen olay geldi. O zaman… O zaman kalbi hızlı güm güm atıyordu, sıcak kanı da damarlarında hızla akıyordu. Hayat ona büyük bir bayrammış gibi görünüyordu ve kendi atının toynaklarının altında bırakmayı hayal ettiği toprakların üzerinde ufuklar yükseliyordu, sonsuzluğa çekiliyordu.

Ölürken babası Batu’ya sadece Deşt-i Kıpçak ulusunu bıraktı. İki sene sonra beyaz keçe kumaşta kaldırıldı ve Orda’nın Hanı oldu. Acaba aradan otuz sene geçmiş miydi? Geçmiş yıllar Batu Han’a günler gibi kısa geldi. O zamanlar, her zafer ona tören duygusunu veriyordu, her fethedilen ülke ise tırmanılmayı başardığı yüksek bir dağmış gibi görünüyordu. Büyük dedesine benzemek için her şeyi yapmak istiyordu ve yapıyordu.

Batu Han içinde geçmişteki öfkeyi uyandırmaya çalıştı ve başaramadı; gönlü susuyordu. Fidye verip ölümden kurtulmak veya en azından onun vaktini ertelemek mümkün değilse bugün ona ait yarı dünya galiba fakir dervişin bakır parasının bile değmediğini birdenbire acı ile düşündü. Kaçınılmaz vahşi bir korku Han’ı sardı, o da gözlerini kapadı.

Göklerde bir yerde güçlü ve özgür kartal süzülmeye devam ediyordu ve eskisi gibi tasasız mutlu küçük Barak çayır çekirgelerini kovalıyordu. O zaman Batu Han kendisini yendi. Büyük ve korkusuz olan o, Tanrı’nın nasip ettiğinden mi korkacak? Oğlunun oynadığı yere baktı. Han'ın kansız dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi ve sönük gri gözlerinde bir kıvılcım yandı. Barak, Batu Han’ın son sevincidir. Beyaz Orda hükümdarının dört oğlu vardı: Sartak, Toktu Han, Ayuhan ve Ulakçı. Onların üçü askerdi sadece Ulakçı henüz seferlere gitmiyordu ve hiçbir ulusu yönetmiyordu ama o da artık at yarışına katılıyor ve köle kızlarına uğruyordu.

Büyük oğlu Sartak’ın annesi soylu Oyrot (Altay) beyin kızıydı. Diğer hanımlar çeşitli soylara, genelde Kıpçak topluluğa aitti dini de İslam’dı.

Fethedilen aşiretlerin ve halkların kızlarını gelin almayı seviyordu. Yatağın yenilenmesinin kanı kaynattığına ve gençliğini geri verdiğini inanıyordu. Elli yaşını doldurduğu zaman ve hanımlarının yaşadığı çadırları daha az ziyaret etmeye başladığında bir mucize oldu. Son seferinde dağ vadisinde Hırvat aşiretinden bir kıza rastladı. O kız, Mevzun, mantarlar ile dolu sepet ile sık ormandan beklenmedik bir sırada çıktı. Kız Han’a o kadar yakındı ki onun göller gibi derin korkudan genişlemiş gözlerinde kendisini aynada gibi gördü.

Batu daha önceden de bu aşiretten kızları gördü ama diğerlerin tümü gibi içinde onlara sahip olma arzusundan başka bir şey uyandırmıyordu. Ama bu kızda Batu Hanın şimdi bile hiçbir açıklama bulamayacağı bir şey vardı.

Onun yakalanması ve karargâhına götürülmesi emrini verdi. Ondan sonra askerler kızın ana babasını arayıp buldu, Han ise kızı için ödünç olarak onların hayatta kalmalarına izin verdi.

Altın Orda hükümdarına tuhaf bir şey oluyordu. Hiçbir zaman ve hiçbirini sevmeyen Batu Han birdenbire ona bir şey olduğunu hissetti. Bilmediği bir duygu buyururcasına onu kıza çekiyordu, ona nefret ile karşılık vermesine rağmen çekiyordu. Kız kaçmaya çalışıyordu, zehir içti ama koruma, hizmetçiler ve yanına özellikle konulmuş Sahiler denilen kadınlar ölmesine müsaade etmediler.  Batu Han ona zorla sahip oldu. Dokuz ay ve dokuz gün sonra yeni hanım Han’a Barak’ı doğurdu. Ve o andan itibaren yaşamayı istedi. Artık ölümünü aramıyordu. Ama kader başka türlü belirledi. Annelik mutluluğunu hiçbir zaman bilmeyen küçük hanımlardan biri ebeye loğusanın öldürülmesi için rüşvet verdi.

Batu Han’ın derdi büyüktü. Öfke ile suçluları kesmeyi ve cesetleri bozkırda bırakmayı emretti. Fakat Batu kendini güçten düşürmeye izin verseydi Cengiz Han’ın torunu olmazdı. Dünyada kaderden daha yanlış bir şey olmadığını biliyordu. Kader, sigara dumanı gibi hep yükselen küme bulutlara benzer ve güneş gibi aydınlatacak mı yoksa gölge mi düşecek hiç bir zaman bilinmezdi. Barak’ın geleceği de sisli ve belirsizdi. Kimin nefretinin ve kimin merhametinin ona yansıyacağını kimse söyleyemezdi. Bozkırdaki hayat haset, sinsilik, ihanet gibi sürprizler ile doludur. Zehir ve bıçak burada çok şey çözer. Genç Han’ın yanına en sadık ve en vefalı muhafızlar koyuldu. Oğlan sağlam ve sağlıklı büyüyordu. İlk sözlerin ağzından çıktığı zaman geldi ve o zamandan beri Batu onu daha sık ziyaret etmeye başladı. Han oğlunu kucağına aldığında çarpıcı güneşin etkisiyle yanmış ve uzun seferlerin rüzgârları ile yıpratılmış yüzü aydınlanıyordu. Bu da ona yabancıydı. Her zaman çocuklara ilgisiz, her zaman şüpheci ve acımasız, savaşlar ve çekişmeler ile meşgul olan Batu Barak’ı gördüğü zaman başkalaşırdı. Yıllar geçiyordu oğlan da daha çok annesine benzemeye başlıyordu. Hiddete kapıldığında da onun gibiydi, inatçı ve öfke doluydu. Batu oğlunu göğsüne bastırıyordu ve Moğol âdetine göre onu okşayarak alnını kokluyordu. Keskin çocuk kokusu alışılmadık bir şekilde Han’ı heyecanlandırıyordu. Zamanla Barak’ın onun tarafından oluşturulan Altın Orda’nın veliahttı, hükümdarı olabileceği fikri aklına daha da sık gelmeye başladı. Batu, bu inanç duygusunun nereden geleceğini anlatamıyordu ama genç Han’da böyle düşündürecek bir şey vardı. Batu Han, günlerinin sayılı olduğunu anladığını zaman bu fikir özellikle güçlendi. Hayalinin gerçekleşmeye nasip olmayacağını bilmiyordu. İktidar peşinde düşünmeden kardeşinin kanını döken bu acımasız ve hain dünyada ayakta durabilmek için Barak çok küçük ve hassastı.

Oğluna, belki Batıy tarafından fethedilen halkların adlarını yani Kıpçak veya Orusut adını koymak gerektiğini düşündü. Eski Moğol âdeti yeni doğmuş çocuğa düşman adını koymayı buyuruyordu. İyi bir uğurdu bu, zira oğlan kaderin ona vereceği yıllarına düşman tarafından yaşadığı yılları katıyordu ve ömrü uzun oluyordu. Keşke biraz daha yaşasaydı, oğluna sağlam olma, kanatlarını açma imkânı verseydi, iradesini güçlendirseydi ve düşmanlara karşı acımasız olmayı öğrenseydi. Keşke…

Batu Han gene yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Kartal hala öylece bulutsuz mavilikte süzülüyordu ama şimdi yeryüzüne daha yakındı ve artık biçimsiz bir tarzda açılan parmakları ile kudretli kollara benzeyen onun kocaman kanatları görünüyordu. Ve aniden korkunç bir düşünce Han’ı çarptı. Kana susamış kuşun sık sorguç otlarında ne aradığını anladı. Batu Han’ın gözleri tasasız ve mutlu oğlunun oynadığı yere kurganın eteğine bakıverdi. Vahşi, çatlak çığlık ile ayağa fırladı fakat kartal ondan atik davrandı. Kanatlarını kapatıp kuş taş gibi zemine, Barak’ın kırmızı çapanının göründüğü yere atıldı.

- Haydi! Buraya!.., diye bağırıyordu Batu Han. Soluk soluğa, taşlar üzerinde tökezleyerek kollarını geniş geniş açarak Barak’a koşuyordu. Kara kuş tırnaklarında canlı kırmızı bir yumağı sıkarak yerden yavaşça ayrıldı ve oğlunun tiz, acı, yeis ve dehşet dolu çığlığı Batu Han’ın kulaklarını inletti. Artık koşamıyordu. Kartalın semaya daha da ve daha da yüksek uçtuğunu ve oğluna yeryüzünden bakarak küçük kandamlasına benzeyen küçük bedeninin onun demir tırnaklarında çırpınışına şaşkın gözleri ile bakıyordu.

Doğuştan beri yeryüzündeki hiçbir canlıya acımayı bilmeyen Batu Han, sessizce ağlıyordu. Binlerce insanı ölüme göndermeye alışık, toprağın kandan kırmızı olmasından zevk alan o ölümün işkence gibi, hiçbir şey ile karşılaştırılamayacak bir acı olduğunu anladı. Yangın yerinin ateşi, fethedilenlerin, aman bilmeyen Moğol kılıçlarının altında can çekişmekte olanların çığlıkları, tüyleri diken diken edebilecek manzaralar her zaman ona sevinç verirdi. O anda onlar sanki yeniden kafasından geçti ve korkunç bir titreme bütün vücudunu sarstı. Acaba oğlunun ölümü takdiri ilahi mi, ne olursan ol adi asker veya Altın Orda’nın hükümdarı, kaçışı olmayan ve eninde sonunda yakalayacağı kader mi? Batu’nun şehirler yıkılsın ve ülkeler fethedilsin diye tek bir el hareketi yeterliydi. Bugün oğlunu kurtarmak için elinin altında adi bir yay ve bir ok bulamadı. Hayatında ilk kez sert Batu Han canlı bir varlığa sevgi ve şefkat hissetti fakat kader onu kara kartal suretiyle yakaladı ve sevincini aldı. Kader aman zaman bilmez ve Han'ın onu durdurabileceği bir gücü yoktu. Batu, kartalın eğri tırnaklarının oğlunun bedenini parçaladığını gözünün önüne getirdi ve âciz öfkesinden dişleri gıcırdadı. O, büyük ve kudretli Han kadere karşı ne yapabilirdi? Gözlerinin önüne birdenbire yirmi yıl önceki bir tablo geldi. Keşiktenlerden <Keşik, muhafız birliği mensubudur (Moğol.).> ibaret tümenleri küçük dağ kabilesinin küçük bir kalesini kuşattılar. Erkekler eşitsiz bir savaşta öldü kale ise sadece kadınlar tarafından savunuldu. Onlar yaralarından, açlıktan ve susuzluktan ölüyordu ama kapılarını açmadılar. Dağlara son bahar geldi ve tümenlerin bozkıra götürüleceği vakit geldi, kale ise zapt olunmaz kalıyordu. O zaman Batu Han hileye başvurdu. Savunucularına “Teslim olun. Biz sizi öldüreceğiz ama çocuklarınıza dokunmayacağız” diye söylemelerini emretti.

Onlar, kalenin savunucuları sadece yüz kişiydi: yaralanmış, yarı ölü yarı diri onlar yenilemezlerdi çünkü onlara güç veren çocuk sevgisiydi. Çocukların hatırı için Han’a inandılar. Fakat Batu sözünü tutmadı. Annelerinin gözlerinin önünde askerleri çocukları kavisli Moğol kılıçlar ile doğradılar. O an Batu’nun yüreği oynamadı. Kanın aktığına kayıtsızca bakıyordu, korkunç bağırışları dinliyordu ve yangın yerinin kızılı gözbebeklerinde oynuyordu. Bu zalimlik Moğolları bile şaşırttı. Savaşçılar şöyle fısıldaşıyordu: “Cengiz Han daha yaşıyor. Ruhu Batu’ya geçmiş”.

Evet, Batu Han her zaman sert ve amansızdı. O zaman yüz kadın Batu’nun yani kaderin karşısında güçsüzdü bugün ise o namağlup hükümdar kartal suretindeki kaderin karşısında güçsüz kaldı.

Han, hayatın bir savaş olduğunu düşünüyordu o yüzden de o savaşta güçlünün kazandığını adilane olduğunu sayıyordu. Dün kendi böyleydi ama bugün güç kara kartala geçti. Bu böyleydi ve her zaman öyle olacaktır. Batu kendine başka bir hayat düşünemiyordu onun içindeki ilk düşüncelerden biri intikam düşüncesiydi. O andan beri güneşi ve bozkırı gördüğü zaman Han, düşmana fırsat vermemesi gerektiğini biliyordu. Bazen bütün bunların anne sütü ile ona geçtiğini sanıyordu ve bunun için Batu her zaman ve her yerde onun yolunda duranlara veya şerefine tecavüz etmeye kalkışanlara acımasızdı. Kanının kefaretini sadece kan ödeyebilirdi. O başka çözümleri bilmiyordu. Sadece Batu’nun kendi elleri ile kara kartalı öldürdüğü ve onun sıcak kanını içtiği zaman sadece o zaman Barak’ın intikamı alınmış olacak. Han bozkırın oğluydu ve kartalların huylarını biliyordu. Lanetli kuş eninde sonunda oraya, avı bulduğu yere bir gün döner.

Barak’ın korkunç hastalığını Batu han kimseye anlatmadı. Onun yüceliğine alışık, Han’a yardım eden Sema’nın kendisi olduğunu inanan halk Cengiz Han’ın torununa sıradan ölümlüler ile aynı şey olabileceğini bilmemeliydi. Düşmanlar da sevinirlerdi, acı haberi bütün yeryüzünde yayarlardı.

Karargâhta oğlunun nerede kaybolduğunu sormaya kimse cesaret edemedi. Her şeyi uzaktan gören Han’ın yüz kişisel koruması ise bu gece sihirli bir infüzyon ile zehirlendi. Batu, Cengiz Han’ın bıraktığı vasiyetine göre davranıyordu: “Han sırrını hiçbir canlı bilmemelidir”.

Eskisi gibi, her gün Orda işleri ile uğraşıyordu: büyükelçileri kabul ediyor, emirler veriyordu. Yakın ölüm onu korkutmuyor gibi görünüyordu. Buna rağmen, gözlere sahip olan herkes Batu Han’ın bedeninin gittikçe daha da güçsüz olduğunu görüyordu. Kımıldamaz dede çekik gözlerine benzeyen her zaman ürkütücü olan gözleri şimdi donuk ve sönüktü.

Sadece öğleden sonra bütün işlerini bitirip Batu aynı Barak’ın giydiği gibi kırmızı çapanını ve susamuru kürkü ile süslenmiş şapkasını giyip bozkıra imrenilen kurgana gidiyordu. Korumalar, Han’ı rahatsız etmekten korkarak onu önemlice bir mesafeden takip ediyorlardı. Hastalık ile kurutulmuş, küçük ve zayıf bozkırda yavaşça gidiyordu ve burada yüzünü kimsenin göremeyeceği yerde ona ağır ve kara kara düşünceler yeniden geliyordu. Gün geçtikçe ölümden daha az korkuyordu ve yaşadığı her an daha değerli oluyordu. Batu’yu tedavi etmek için büyük Karakurum Mengü Hanı tarafından bir ay önce gönderilmiş tabip şöyle söyledi: “Çok saygıdeğer Altın Orda Hanı dünyada hastalığınızı tedavi edecek bir ilaç yoktur. İnsan vücudunda bulunan yirmi su parçasından sadece bir tanesi kaldığı zaman bu dünyayı terk eder. Buna yapacak bir şey yok. Kan koyulaşıyor ve hiçbir dünya sevinci onu damarlarda akıtmaz. Ne kadar ömrünün kaldığını ben bilmiyorum. Her şey Sema’nın ellerindedir”.

Çadırda yalnız oturuyorlardı, Batu Han ise ağır göz kapakları ile gözlerini kapatıp tabibin yavaş sözlerini dinliyordu. Ve o anda gönlünde acıdan başka bir şey yoktu. Bu konuşmayı kimseye anlatmıyordu ama her zaman onu hatırlıyordu. At her zamanki yolu iyi biliyordu. Batu Hanı kurganın tepesine kolaylıkla çıkarıyordu. Han atını bırakıp bozkıra, korumaların yüksek otlarda ok uçuşu mesafesinde saklandığı yere gidiyordu. Buraya neden her gün geldiğini tek Batu biliyordu. Han kartalı bekliyordu. Bunun için kırmızı çapanı giyiyordu, onun altında keskin bir kılıcı saklıyordu. Batu, kuşun yanılacağına ve onun hastalıktan kurutulmuş bedenini çocuk bedeni sanacağına inanıyordu.

Han, gökyüzünü dikkatle inceleyip bir taşa oturur sabırla beklemeye başlardı. Hastalık ondan gücünü aldı fakat aklı eskisi gibi açıktı. Yakın gidiş Batu Hanı tedirgin ediyordu. Mucizevi bir şifa hayaline kapılmıyordu onun tarafından oluşturulmuş Altın Orda’nın geleceğini düşünüyordu. Torunlarına, takip edecekleri ve her biri büyük hanlığın varlığını sürdürmeye yardım edebilecek vasiyetleri bırakmalıydı. Onlara, fethedilen halklar için her şeye rağmen kaderi, cezalandırıcı kılıcı olarak kalmayı öğretmek gerekiyordu.

Torunlar… İnsan hayata geliyor, yaşıyor ve ölüyor.  Torunların kendi kaderi, kendi yolu vardır ve belki onlar için endişelenmek gerekmiyordur? Büyük dede Cengiz Han bir gün ona şöyle dedi: “Bütün ömrüm boyunca sadece iki şeyi hayal ediyordum. Birincisi şanım sonsuza kadar büyüsün ikincisi ise şan torunlarımı bırakmasın ve onlar her zaman başka halkları yönetsinler”.

Ansızın Batu Han’ın hatırına dedesinin ordu komutanlarından Borakul ile olan konuşması geldi.

-      Cengiz Han “Bu dünyada senin için değerli olan nedir?” diye sordu.

-      Borakul “Hayat” diye cevap verdi.

-      Peki, bunu nasıl ispatlayabilirsin?

-      Borakul “Büyüklerin büyüğü Cengiz Han’ın sayesinde şimdi ben Büyük Orda yapısını ayakta tutan dokuz önemli dayanaktan biri oldum,” dedi. Büyük Han’ın omzundan altın iplik ile dikilmiş ermin kürkü giydim, bir birinden güzel otuz kız ile evlendim, yönetim altında bir ulus ve sayısız sürek aldım… Ama yaşlandım. Artık şeref yerine mezar bana daha yakındır. Tanrı: “Şandan, ulaştığın mutluluktan vazgeçip sıradan bir çoban olduğun zamana, gençlik dönemine dönmek ister misin?” diye sorsaydı bana, düşünmeden kabul ederdim.

-      Doğru diyorsun, dedi Cengiz Han. Dünya’da hayattan daha değerli bir şey yoktur…

-      O zaman Borakul ona “Peki, sen bu şekilde davranabilir miydin?” diye sordu. Cengiz Han uzun bir süre düşünceye daldı ve sonra şöyle söyledi:

-      Hayır. Ben yapamazdım. Senin için şanı, mutluluğu, hürmeti bırakmak kolaydır çünkü çocukların yok. Benim ise dört oğlum var, onları hepsi de çar, her torun Han, torun oğulları da kendi eyerlemeye başladı… Onların sayesinde şanım yükseliyor Tanrı bana gençliğimi geri verseydi, kim bilir onların her birinin sahip olduklarının hepsini, onlara tekrar verebilir miydim? Sadece kendim için yaşamadım, savaşmadım, itaatsizlerin kanını dökmedim ki. Hayır! Hiçbir zaman her şeyi baştan başlamaya cesaret edemem. Torunlarımın günleri uzun ve başarılı olsun daha iyi. Ben sadece o zaman her zaferde de, her ileri adımda da defalarca yeniden doğacağım. Çocuklar ömrümün devamıdır. Onların şanı sonsuz olursa ben hiçbir zaman ölmeyeceğim. Bu da bir insanın en büyük arzusu değil midir?

Büyük ve bilge Cengiz Han Borakul ile böyle konuşuyordu…

Ağır bir rehavet Batu Han’ın vücuduna çöktü, uyku basıyordu. Omzunu silkti ve sanki içi geçmiş gibi görünüyordu. Ama sadece öyle görünüyordu. Bunun için gelmedi Batu kurgana…

Cuci’nin on yedi oğlu arasında en kudretlisi Batu Han’dı. Mevkiye ve şana göre onun ardında kardeşlerinden büyüğü Ordu ve küçüğü Berke bulunuyordu. Diğerleri ise sıradan aymakları yani eyaletleri yönetiyordu.

Daha Batu’nun Deşt-i Kıpçak topraklarının üzerinde Altın Orda bayrağını yükselttiği o zamanlar, büyük oğluna sıradan bir ulusu, İbir-Sibir hanlığına dönüştürmeye yardım etti. O’da Mavi Orda adını aldı. Cuci’nin diğer oğulları da fethedilen halkları yönetiyordu, sayısız süreklere sahiplerdi ama onların hiç biri han unvanına kadar yükselemedi. Kudrete ve şana göre Cengiz Han’ın bütün torunlarının arasında Batu ile sadece Kuzey Çin’in hanı Kubilay ve Kafkasya, Azerbaycan, Rum, İran ve Bağdat hanı Hülagû boy ölçüşebilirdi. Ama bunların hiç biri Batu Han gibi böyle bir bölgenin halkını bu kadar fethetmedi. Onların mülkiyetindeki toprakları Altın Orda toprakları ile karşılaştırıldığında boğa postunun yanında koyun postuna benziyordu. Uzak Karakurum’da Cengiz Han’ın sonrasında bir birinin yerini alarak Moğol Hanlığı Ögeday ile Güyük tarafından yönetiliyordu, daha bir süre önce de beyaz koşmada Mengü kaldırıldı. Batu Han ataların vatanına kayıtsızdı. Altın Orda’yı kendi oluşturdu ve bütün niyetleri buradaydı.

Batu Han’ın başarısının sırrı neydi? İnsanlar bunu, Batu’nun gençliğinden beri atalarının vasiyetlerini mukaddesatını korur gibi koruduğu gerçeği ile açıklıyordu. Dünya Sarsıtıcısının diğer torunlarının genellikle karargâhtan baskınlar ve seferler düzenleyerek yönetmeyi tercih ederlerdi. Batu ise her zaman tümenlerinin önünde yürürdü.  Altın Orda’yı yönetirken ipek elbiseleri hiç giymezdi kendini altın ile süslemezdi büyük dedesi gibi aynı şekilde basit yaşıyordu. Yazın üzerinde deve tüyü çekmen, başında sincap ile süslenmiş Kıpçak boriki vardı, bedenini tay postu göğüslüğü koruyordu. Kışın başlaması ile birlikte Batu koyu kahverengi bir kısa kürkü veya kurt kürkünü ve sık karsak postu tımak şapkasını giyerdi.

Han'ın birdenbire zarif kıyafetler giymeye başlaması herkesi şaşırttı. Vezirler, noyanlar, nükerler kabahatin hep hastalıkta olduğunu düşünüyordu. Batu Han’nın ömrü az kaldığını herkes tahmin ediyordu ama kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyordu, o'na ne olacağını sormayı kimse cesaret edemiyordu. Ama Batu Han’ın er ya da geç bunu söylemesi gerekiyordu. Bunu hatırlıyordu ve onun için bir gün kurgana yola çıkarken yayına Taycıgut soyundan hanımından doğmuş küçük oğlunu Ulakçı’yı aldı. Ulakçı gençliğine rağmen uzun boylu, kambur burunlu, elmacık kemikleri çıkık ve Moğol’dan daha çok İranlıya benziyordu. Tabii Batu’nun, onun için bu zor günlerde büyük oğlu ile konuşması gerekiyordu çünkü o Batu Han’ın dayanağıydı ve asıl o Cengiz Han’ın kanunlarına göre Altın Orda’da tahtın varisiydi. Ama Sartak yoktu karargâhta. Hastalığı yüzünden Han onu kendi yerine büyük kurultaya Karakurum’a gönderdi.

Ulakçı’nın, en küçük oğul olarak adet gereği Batu’nun evinde ocak bekçisi olması gerekiyordu. Cengiz han böyle emrediyordu. Ama bu düzen her zaman uygulanmıyordu. Torunları dedesinden kurt alışkanlıklarını miras aldılar, bu yüzden de çoğu zaman hakkı olan değil güçlü olan kazanıyordu. Meşru mirasçı bazen daha kurnaz, sinsi ve güçlü olan için av oluyordu.

Batu Han bunun hepsini iyi biliyordu ama yedi yaşına kadar onu büyütüp yetiştiren yer dedesinin Moğol Orda’ydı ve bunun için Cengiz Han’ın emrettiği gibi davranıyordu. Sartak’ı iktidar için zor bir mücadele bekliyordu ve Batu onu Karakurum’a amaçsız göndermedi, ileride Altın Orda hanı olunca ona faydalı olacak şeylerden çoğunu öğrenir ümidiyle gönderdi. Ulakçı, Sartak gibi değildi, yine de şimdi o Han’a herkesten daha yakındı. Kim bilir Batu’nun ömrü büyük oğlu dönene kadar sürecek mi? Bunu sadece Tanrı bilir.

Onlar kurgana çıktı ve Batu çekik gözlerini kısıp ve düşüncelere dalıp uzun süre bozkıra baktı sonra şunu söyledi:

-      Han’ın veliahdı kendi ata binmeye başladığından beri artık çocuk sayılmaz. Sen büyüdün oğlum onun için seninle konuşmamız lazım, deyip Batu durakladı. -Ulakçı onu anlar mı, kardeşlerine şimdi duyacaklarını iletebilecek mi?, artık yaşlı ve hastayım. Geçmişe dönüp bakma ve neleri yaptığımı ve neleri yapamadığımı düşünme vakti geldi. Ayrıca her şey düşünüldüğü gibi oldu mu yoksa hiçbir şey olmadı mı? Sen müstakbel ocak muhafızısın. Gel yanıma otur.

Ulakçı babasının ayaklarındaki taş levhaya oturdu.

-      Kartal her zaman çocuklukta gördüğün gibi avlar. Aynı şey bende de oldu. Yedi yıl Cengiz Han dedemle yaşadım. Bir gün beni eyerinin kaşına oturtup savaş yerine getirdi. Bütün bozkır gözün alabildiği kadar dağ taş Moğol savaşçılarının kalın sopaları ve kılıçları darbeleri altında düşmüş düşmanların cesetleri ile kaplıydı. Cengiz Han bir şey demedi. Sadece gözlerime bakıp onların parladığını gördü. Ben ise bizim Baturlarımız gibi cesur ve amansız olmayı ve aynı onlar gibi düşmanları öldürmeyi öğrenmeyi hayal ediyordum. Dedem bazen bana tavsiyeler verirdi. Onların üçü hayat olarak adlandırılan yolumu, gece karanlığında aydınlatan parlak yıldız oldu. Kanlı yıkıcı seferlerin sırasında Cengiz Han’ın tavsiyeleri kalbimi ısıtıyordu, güven ve güç veriyordu.

Bir gün bana şöyle dedi: “Köpek sürüsünün başına bir kaplan geçerse zamanla köpekler kaplan sürüsüne dönüşürler. Kapların başında bir köpek olursa bir süre geçtikten sonra kaplanlar köpek sürüsüne dönüşürler”.

Uzun zamandır bu sözlere önem vermiyordum, Moğol atlarının toynakları altında ki büyük bozkır, Deşt-i Kıpçak düşene kadar. Onun halkını fethettik ama ben ansızın fark ettim ki her geçen sene askerlerim daha da sık yerli kadınlar ile evlenmeye ve Kıpçak adetlerini benimsemeye başladı. İşte Cengiz Han’ın sözlerini anladığım zaman ben de köpeğe dönüşmemek için kaplan olmak istedim. Biz Moğollar azdık ve halkı itaat içinde tutmak için Kıpçakların en iyilerini kendime yaklaştırmaya başladım. Cesareti inkâr edilemezdi ama kazanmak için onların Moğollar gibi amansız olması gerekiyordu.

Boşuna demiyor millet, kırıktan öte bütün hastalıklar bulaşıcıdır. İstediğim gibi yapmayı başardım. Artık Kıpçaklar bize, halkı yönetmede yardım ediyordu. Korku Kıpçak savaşçıları cesur adamlara dönüştürdü, yolumuzda gitmek istemeyenleri ise biz yok ediyorduk. Cengiz Han’ın ordusuna benzer bir şekilde düzenlenmiş büyük bir ordum oluştu, onunla ise Bulgarlara, Karluklara, Oğuzlara, Alanlara ve diğer milletlere gidebildim…

-      Ancak kamçı aracığıyla kaplana dönüştürülen köpek garez bağlayabilirdi. Kendini kaplan hissetmek, köpekdişlerini göstermek için ne engel olacak?.., düşünceli düşünceli söyledi Ulakçı.

Batu belli belirsiz gülümsedi. Oğlunun duyduklarının üzerinde düşündüğü onun hoşuna gidiyordu. Kim bilir belki Ulakçı’nın talihi yar olur ve bir gün oldukça iyi bir Han olur.

-      Haklısın. Böyle bir şey olabilir… Ama her şeyin istediğin gibi kalması için de bir yol vardır. Cengiz Han’ın onun için gençliğinden beri Celme Noyan inanç ve hak olarak yaradığı söylediği sözleri hatırla:

-      Ben doğarken sen de doğdun,

Ben erkekleşirken sen erkekleşiyordun.

Soylu, köpek beşiğinde,

Mutlu, fevkalade güzel Celmem benim!

Bu sözler dışında noyanına dokuz hata yapma ve onlar için ceza almama hakkı tanıdı.

Dedem Torgan Şire, gençliğinde onu düşmanlardan kurtaran adama ne dedi? O şöyle söyledi: “Selenge Irmağı boyunca uzanan Merkitlerin toprakları göçebelik alanın olsun. Bundan böyle onlar torunlarına ve torunlarının torunlarına ait olacaktır”. Cengiz Han sadece fethetmek değil ona sadık olan insanların kalplerine yol bulmayı da biliyordu. Onlar için iyi söz eksik etmiyordu ve ödüllendirirken cimrilik etmiyordu.

Ben de aynı biçimde davranıyordum. En iyi askerler benden en büyük ipek parçaları alıyordu, avuçlarına daha çok altın döküyordum. Orda’nın karşısında kendini gösteren soy veya aşiret hayvanları, en iyi otlamaları ve yaylacılıkları için en iyi yerleri alıyordu. - Batu Han düşünceye daldı. – İnsan sadece şiddet karşısında güçsüz değildir. Refahını kendi ellerinde tutmayı becerebilirsen kuyruğunu sallar…

Batu Han sustu, soluklandı, alnından terini sildi. Onun için konuşmak zordu.

-      Başka sefer dedem bana şöyle dedi: “Avam korktuğu kişiye saygı duyar ve onu göklere çıkarır. Adını bütün dünya bilsin istiyorsan kimseye acıma: yok et, kes. Senin elinden ne kadar çok insan ölürse şanın o kadar büyük olur”.

Ulakçı kafasını indirdi. Batu alayla güldü:

-      Neden gözlerini saklıyorsun? Yoksa Bukenci Kazi dedesinin bu bilgeliğe nasıl bir cevap verdiğini mi hatırladın?

Oğlan başıyla işaret etti.

Altın Orda’da bu hikâyeyi herkes biliyordu. Moğolların tümenleri Horasan’a ilk geldiği sene onlara Kadı esir düştü <Kadı, Müslüman din adamı, hâkimdir.> Bahiddin (Bahattin) Bukenci. Bilgisinin genişliği ile hayretler içinde kalmış Cengiz Han hayatını bağışladı ve yanında bıraktı. Kadı’nın farklı ülkelerdeki adetler ve töreler hakkında hikâyelerini dinlemeyi severdi. Bir gün Dünya Sarsıtıcısı arkadaşlarına şöyle dedi: “Birçok halkı kestim o yüzden de şanım bütün dünyaya yayıldı. Eğer bir canlı bırakmasam şöhretim daha da artar”.

Kadı bu sözleri duyup şunu rica etti: “Büyük Han bana hayatımı bağışlarsanız size karşı çıkmaya cüret ederim”.

Cengiz Han’ın keyfi yerindeydi ve Bulenci’ye ceza vermeme sözü verdi.

Kadı: “Büyük Han! Eğer siz ve ordunuz bütün halkları yok ederseniz o zaman şöhretinizi kim kazandıracak?” dedi.

Cengiz Han Bukenci’ye hareketsiz soğuk gözlerini dikti ve birden güldü: “Şimdilik sadece yarım dünyayı fethettim ve şöhretimi kazandıracak olanlar daha bitmedi”.

-      Batu: Benim dedem bilgeydi. O, neyin hakkında konuştuğunu her zaman iyi biliyordu. Onun tarafından fethedilen topraklarına yenilerini ekledim ama ben de bütün halkları yok edemedim. Sizin payınıza da uzak seferler ve kanlı savaşlar yeter, dedi.

-      Baba ama sen de her şeyi her zaman Cengiz Han’ın vasiyet ettiği gibi yapmıyordun.

-      Batu: “Evet. Her şeyi değil. Arkadaşlarımdan kimseye hanımlarımı hediye etmiyordum. Bu konuda Batu Han büyük dedesi gibi olamadı…” dedi.

Vaktinde Dünya Sarsıtıcısı iki aşireti fethetti: Merkitleri ve Naymanları. Bu aşiretlerin reislerinin başları kesilmiştir. Hazin akıbetten sadece Kereitler kaçtı. Onların hükümdarı Jaha Gambu, Cengiz Han’a İbahan Begim güzel kızını verdi. At sürüleri, pahalı ipek, altın ve gümüş kaplar kervanları ve iki yüz köle onunla birlikte Cengiz Han karargâhına vardı. Kalıcı ve sürekli barış yapılmış gibi görünüyordu. Fakat Caha Gambu’nun sadece soluk alma ihtiyacı vardı, Moğollara karşı çıkana kadar da çok az zaman geçti. Cengiz Han’a sadık olan Jurşatay Noyan hile ile onu tuzağa düşürüp hainin başını kesti. Kereitleri de kırıp geçirmeye o yardım etti ve onlar ile savaşta büyük Cengiz Han’ın hayatını kendini siper ederek kurtardı.

Cengiz Han Jurşatay’ın davranışından memnun kalıp ona kendi hanımı İbahan Begim’i hediye etti. Hem de şöyle söyledi: “Düşman saldırdı ise onu çukuru kazımış karşıla. Yanında dostun var ise onun için kendi vücudundan bir parça et esirgeme”.

Baba ve oğul şu an tam bunu düşünüyordu.

Ulakçı inatla başını salladı.

-      Büyük atamız sadece hayatını kurtaranlara hanımlarını hediye etmiyordu. Kaktay Noyan Jurşatay’ın yaptığı yapmadı ki?

-      Evet. Böyle de oluyormuş. Atan dünya hükümdarıydı o yüzden her kötü davranış onu süslüyordu. Bu olayın nasıl olduğunu ben biliyorum… Bu iş şöyleydi: Kereitler ve Tayjıgutlar aşiretleri ile savaş sırasında Kaktay Noyan Cengiz Han’ın tarafına geçti. Başka yararı yoktu. Van Han ile savaşta bile dedem tavsiye için ona hitap ettiği zaman atının yelesini okşayarak sustu. Bu adamın yararlıkları hepsi bu kadardır işte.

Ama çok geçmeden Cengiz Han korkulu rüya gördü, sanki vücudu kocaman lekeli yılan sarmış. Yılan insan sesiyle: “Hanımı vermezsen yutarım.” Dedi.

Cengiz Han şamanlara ve tabiplere inanıyordu ve rüya tabir etmesini biliyordu. Sabah yanında kuğu gibi çok güzel Aybike Begüm’ün yatığını gördü. Daha yeni onu eşi yaptı. Han onu uyandırdı. “Seninle evlendiğimden beri ruhum huzur ve neşe içinde. Ama sen darılmamalısın. Kötü bir rüya gördüm ve seni birine vermeye mecburum.”

Aybike Begüm, Han’ın bir şeyi iki kez tekrarlamayacağını biliyordu. Üzüntülü o: “Senin emrettiğin gibi olsun. Birlikte geçirdiğimiz günlerin sevinci bizimle kalsın. Yanıma sadece kımız içtiğim altın tası ve bana sadık olan Konatay adlı hizmetçiyi almama izin ver.”

Cengiz Han kabul etti ve muhafızları çağırdı.

O: “Bugün kim nöbet bekliyor?” diye sordu.

Kaktay Noyan: “Ben” diye cevap verdi.

“Eşimi Aybike Begüm’ü sana hediye ediyorum.”

Bu sözler ile noyanı bir titreme alıverdi.

Cengiz Han buyururcasına: “Korkma! Ben sadece bir kere ve daima gerçeği konuşurum.” dedi.

Han’ın amirane bakışına itaat ederek Aybike Begüm saç örgüleri göğsüne attı. Moğolların şöyle bir âdeti vardı: kadın ere vardığı zaman saçlarını iki eşit kısmına ayırırdı. Bu, artık hayatının yarısı kocasına ait olduğunun anlamına geliyordu. Eğer bir kadın şimdi Aybike Begüm’ün yaptığı gibi davrandıysa o sonsuza dek sevgilisinden ayrılıyordu.

-      Korkusuz atamız kötü rüyalardan korkardı… Ne tuhaf… Bir kere bile yılmadan yarım dünyayı feth etti.

Batu Han kederli bir şekilde başını salladı:

-      Ne kadar az anlıyorsun oğlum. İnsanın ileride büyük bir hedefi varsa gençlikte ölümünü düşünmüyor. Hayalinin nihayet gerçekleştiği ve yaşlılık yaklaştığı zaman her kalan gün, insan için paha biçilmez oluyor. İnsanlar sadece eksik olduğu şeylerin değerini bilirler.

Ulkaçı, kudretli, korkusuz babasının ölümden korktuğunu birden anladı. Çok korkuyordu. Ona cevap verecek bir şey bulamadı ve kurganın üzerine iç karartıcı, sıkıntılı bir sessizlik çöktü.

Sessizliği bozan Batu Han’dı.

-      O: “Dedemden ülkeleri fethetmeyi öğrendik, hükmetmeyi ve onları yönetmeyi ise bizden öğrenmelisiniz. Ancak bu durumda Cengiz Han’ın soyundan gelenler dilleri ayrı ayrı olan ulusları sağlam dizgin altında tutabilecekler ve bütün dünyaya diz çöktürebilecekler.” dedi.

-      Ulakçı: “Yani dedemiz kimseden bir şey öğrenmiyor muydu? Demek oluyor ki onun yalnız başına açtığı yoldan mı gidiyoruz?” diye sordu.

-      Batu kesinlikle: “Evet. Bu yolu o açtı. Şehirleri yıkmak ve yerle bir etmek, ekinleri ve bahçeleri çiğneye çiğneye berbat etmek bütün toprakları Moğol atları için kocaman bir otlağa dönüştürme amacıyla istiyordu. Bu onun büyük hayaliydi. Onun uğruna Cengiz Han dünyayı kan ile doldurarak kimseye aman vermiyordu. Şehirlerde yaşayanları hor görüyordu. Gerçek insanlar sadece Moğollardır. Onlara bütün dünya ait olmalı, onlar da tek bir kişinin emrinde buyruğunda olmalı. Bu amacın uğruna Cengiz Han bütün Moğol tribünlerini demir eli ile birleşti ve yolunda duran herkese karşı amansızdı. Bize de bunu emretti. Dedem birinden eğitim alıyor muydu diye soruyorsun? Evet. Başkların tecrübesi hedefe ulaşmakta yardımcı olabildiği takdirde bunu yapmaktan utanmıyor.” dedi.

-      Onun için değerli olan öğretmen kimdi?

-      Çin bilgeleri, ona Cengiz Han gibi yarım dünyayı fetheden İskender-i Zülkarneyn’in < İskender-i Zülkarneyn – Makedonyalı İskender (Büyük İskender) .>, savaşlarını nasıl sürdürdüğünü anlatıyorlardı. İskender ordusunda bizde gibi ahuruk yoktu <Ahuruk, ordunun peşinden gelen özel aile kervanıdır.>, ama fethedilen toprakları ona ait olduğunu göstermek için her yeni ülkede kırk yaşına ulaşmış askerleri bırakıyordu. Askerler aile kuruyorlardı, evler inşa ediyorlardı ve İskender’in emrettiği düzenleri kuruyorlardı. Dedemiz bu tecrübeyi benimsedi. Kentleri fethederek o da orada savaşçılarını bırakıyordu lakin İskender’den farklı olarak ordunun peşinde atlı araba katarında gelen eşleri ve çocukları ile birlikte. Yeni topraklarda yerleşip temelleşince fethedilen milletlere Moğol kanunları zorunlu kılıyorlardı ve Cengiz Han ile fethedilen alanları Moğol topraklarına dönüştürüyorlardı. Ayrıca… Roma hükümdarları gibi Orda Divanı hümayunu kurdu ve onu “Dokuz Kartalcık” olarak adlandırdı <Dokuz Kartalcık – dokuz değer.>. Cengiz Han kendisi Orda’nın çadırı tutan altın sütunu ise kartalcıklar, altında çadırın tonozu olan dokuz gümüş dayanaktır. Divanda layıklardan en layık olanlar yer alıyordu. Onların bilgeliğini ve yiğitliğini herkes bilirdi. Divanın toplandığı özel günü dışında dokuz kartalcıktan her birinin dünya hükümdarı ile sohbet için kendi günü ve saati vardı. Cengiz Han, akrabalarından hiç birini divana dâhil etmedi. Kendi kanının temsilcisi ondan daha akıllı olmaz diye inanıyordu. Dedemiz, zenginliğe ve şana göre ondan daha aşağıda olan biri ile hiçbir zaman düşmanlık etmiyordu. Böyle bir kişi ona engel oluyor ise noyanların birini itaatsizi katletmekle görevlendiriyordu, çoğu zaman da onu dost yapmaya çalışırdı. Cengiz Han: “Eğer senden daha az soylu olan kişinin üzerinde şiddet uygulamazsan o zaman o seninle düşmanlık değil dostluk kurmaya çalışır.” Derdi…

Batu silkindi. Keskin gözleri yakıcı bozkır serabında minicik bir noktayı farketti. O yanılmış olamazdı. Bu, bunca günler beklediği kurgana dönen kartaldı. Batu Han’ın kalbi durur gibi oldu sonra çok hızlı güm güm atmaya başladı. İntikam vakti yaklaşıyordu…

-      Ulakçı, Barak’ın hakkında Orda’da ne konuşuluyor? yavaşça dedi.

Oğlu beklenti içinde babasına baktı, fakat Batu Han’ın yüzünde öfke alameti yoktu.

-      Ulakçı: “İnsanlar, Barak’ı kartalın götürdüğünü söylüyorlar… Elâlem, Batu Han ile bütün dünyanın başa çıkamadığını ancak bir kuşun ona bela getirmeye cesaret ettiğini söylüyorlar…” dedi.

Batu'nun benzi attı. Orda’da oğlunun ölümü hakkında gerçeğinin zaten bilindiğini kalbi ile hissediyordu fakat buna inanmak istemiyordu. Demek ki Barak’ı kartalın götürdüğünü gören yüz savaşçıyı boşuna öldürmeyi emretti, demek ki elalem doğru diyor: gerçek bir hançerdir ve onu çuvalda saklayamazsın. Birden bir fikir geldi aklına: oğlunun ölümü, belki günahsız akıtan kan için bir cezadır. Bu fikir tutuşuverdi ve gece karanlığına uçan şerare gibi hemen söndü.

-      Batu Han, Ulakçı’nın tarafına biraz dönüp: “Sonra…” dedi.

-      Elalem, Barak’ın ölümü, Batu Han’ın büyük dedesinin kanunu ihlal etmeye karar verdiği için Tanrı'nın intikamının olduğunu söylüyorlar.

Batu uzun süre susuyordu.

-      Nihayet “Evet, öyle…” dedi.

-      Ulakçı’nın gözleri parladı.

Han bunu fark etmemiş sanki.

Barak’ın büyüdüğüne ve benim yerime geçtiğine kadar yaşama dilediğimde hatam yok, Altın Orda Hanı haklı olarak Sartak olmalı ise de… Oğullarımdan hangisi tahtıma çıkacağı fark etmez diye düşünüyordum, yeter ki Orda’nın şanı artsın ve fâni dünya eskisi gibi ürkütücü Moğol kılıcının karşısında titresin… Ve burada ben hata yapmadım… Hatam tam başka bir şeyde…

-      Ulakçı sabırsızca: “Nerede?” sordu.

Batu Han, oğlunun sertliğine dikkat etmemiş gibi yaptı. Kırgınlıklar ve öğütler için artık vakit kalmıyordu. Han: “Gelecek ona ait, diye düşündü, oğluma da yarın ona faydalı olacak bir şey anlatmak lazım. Gitme vakti gelmiş olanların hatalarının tekrar etmemeli.”

-      Benim hatam başka bir şeyde… Biz, Cengiz Han’ın torunları, dedemiz tarafından oluşturulan büyük Moğol hanlığının sürekli büyüdüğünü ve güçlendiğini düşünmeliyiz. Eğer biz Moğolların ruhunun ve Cengiz Han’ın ruhunun Aruah her zaman bizimle olmasını istiyorsak han tahtına fethedilen ülkenin kızından olan oğlunu oturtmamalıyız. – Batu Han bir süre sustu. – Fethedilen ülkeden olan kadının sütü ile emzirilmiş han bir gün babası tarafından fethedilen halkın tarafına geçebilir. Ve bir gün Tanrı Orda’yı yıkmak isterse o zaman yıkılışı tam bundan başlar… Bunu biliyorum, bunu görüyorum… Büyük Cengiz Han’ın ruhunun karşısında hatam onun öğüdünü bozduğumdadır ve Barak’a karşı baba sevgisine kapılıp Altın Orda’nın geleceğini düşman kızından doğmuş olan oğluna vermek istediğimdedir. Ama şimdi adalet namında ürkütücü güç kara kartal kılığına girip hatamı düzeltti…

Ulakçı inatla başını eğdi.

-      Büyük han Barak’ın ölümünü adil sayıyorsa o zaman neden… - sustu, baba öfkesinden korkarak ama gene de korkusunu yenip devam ediyordu: - Neden o zaman renkli elbiseleri giyip hunhar kuşun dikkatini çekmeye çalışıyorsunuz?

-      Adaletin savunucusu olduğumu kim dedi? – Batu’nun buruşuk yüzündeki cilt gerginleşti, tebessüme benzer bir şey soluk dudaklara dokundu. – Dünyaya iradeni dikte ettirmek istiyorsan adaleti anmamalısın. Bu Cengiz Han’ın toruna layık bir şey değildir. Hükmetmek istiyorsan dünyada gerçek olan tek bir güç var olduğunu ve onu içinde korumak ve evini ısıtan ateş gibi ona sönmeye izin vermemek gerektiğini aklında tutmalısın. Bu gücün adı intikamdır. İntikam duygusunu bilmeyen adam/insan yoğurması kolay kile benzer. Bir şey intikamı alınmamış bırakmamalısın. Düşmanın kim olduğunu da önemli değil: insan olsun, vahşi hayvan olsun, kuş olsun… İntikam alma mahareti azamet ve kuvvet belirtisidir…

Ulakçı rahat bir nefes aldı:

-      Affet baba, sesimi yükseltiysem…

-      Şu an nasıl konuşacağın umurumda değil… Bugün bu kurgana seni başka bir şey için aldım.

Ulakçı tamamen dikkat kesildi.

-      Yakında ben öleceğim, acımasızca söyledi Batu. – Ben olmayacağım günden itibaren Altın Orda tahtına kardeşin Sartak çıkacaktır, senin ise han evinin sahibi olman ve bütün Orda’nın ocağını koruman gerekecektir. Sartak şimdi uzakta, ben de seninle konuşmak istiyorum…

Oğlunun beti benzi attı, gözünü ayırdı.

-      Böyle konuşma, büyük han…

-      Batu Han yorgunca kendini boşuna yorma…, dedi. – Herkesin bir kaderi vardır, mutlulukta babadan daha değerli ve yakındır. Senin için de… Sana üç görev vermek istiyorum, çünkü kim bilir belki günlerden bir gün sen de Altın Orda sahibi olursun…

Ulakçı’nın yüzüne kanı sıçradı.

-      Dinliyorum büyük han…

-      Bir gün Mangutau adında bir şakacının Cengiz Han’a ne anlattığını biliyorsun galiba?

Ulakçı hayır anlamına başını salladı.

O zaman dinle. Eski zamanlarda dünyada iki ejderha yaşıyordu. Onların birinin bin başı ve bir kuyruğu, diğerin ise bir başı ve bin kuyruğu vardı. Günün birinde korkunç bir fırtına patladı ve bozkıra vaktinden önce kış geldi. - Bin başlı ejderha sığınağa girmek istiyordu ama başları nasıl davranacağını tartışmaya başladı. Onlar bir türlü mutabık kalamadılar ve ejderha ölüp gitti. Diğeri, bir başı olan fena havadan vaktinde sığındı ve kurtuldu çünkü bin kuyruğu bir başının isteğine boyun eğdi. Ayaktakımı/avam bin kuyruğa benzer. Tek başı olursa – han, o zaman kimse onu yıkmaz, o da istediğine ulaşır. Cengiz Han’ın torunları ise bin başlı ejderhaya benzer. Eğer onlar birlik olmayı beceremezlerse ve kavgalara tutuşurlarsa o zaman düşmanların elinden hızlı ölümünü bulurlar. Sana ilk görevim: “Bütün Moğol soylarının ve büyük Cengiz Han’ın torunlarının birliğini korumayı başar. Sadece o zaman hep güçlü olacaksınız.”

Ulakçı birden hızlıca yanında duran yaya uzandı. Kara kartal kurganın üzerine yavaş yavaş iniyordu.

- Dokunma…, dedi Batu Han.- Şimdilik yaşasın… Madem geldiyse ne için geldiğini de bilir…

Kartal sanki hanın sözleri duymuş gibi yeniden irtifa almaya başladı.

- Batu, gözleri ile kuşu takip etmeye devam ederek İkinci görevini dinle dedi. - Deşt-i Kıpçak’ı Cengiz Han’ın emri ile babam Cuci fethetti. Dedem ona bu toprakları verdi ve onların üzerinde hükmetmeye izin verdi. Deşt-i Kıpçak halklarının bir atasözü vardır: “Akıllı olan hayvanları elde eden değil onları besleyendir.” Büyük hanlığını Cengiz Han yüz Moğol soyunu birleştirip ve kırık halkı fethedip kurdu. Biz torunlarıyız ve torun oğullarıyız, Cuci, Çağatay, Ögeday ve Tuli ünlü dört Cihangir oğlunun evlatlarıyız, Karakurum büyük hanlığının sınırlarını açtık ve şanını arttık. Akrabalarım Mengü, Güyük, Ordu, Arık Böke, Alguy, Kaydu iyi işler çok yaptı. Ben ise Deşt-i Kıpçak sınırlarını aştım, iktidarımı Orusutların topraklarına teşmil ettim, Kuzey Kafkasya’yı fethettim ve Macarların başkentine kadar vardım.

Ulakçı babasının hikâyesini ışıl ışıl gözleri ile dinliyordu.

- Ateşli ateşli, Ögeday’ın ölümü olmasa siz daha da ileri, Almanların, Frankların topraklarına kadar gidecektiniz… dedi. - Ne yazık ki atanızı döndürmek zorunda kaldınız…

Batu Han yavaşça kahkaha ile güldü. Yüzü yeniden gerildi, elmacık kemikleri keskin bir şekilde belli oldu.

- Demek sen de bunu dönüşümün nedeni olarak görüyorsun? Eğer her şey büyük han Ögeday’ın ölümüne bağlı ise o zaman neden o sırada Bağdat’a kadar varan Hülagû tümenlerini geri çevirmedi? Küçük bir ordunun başına Karakurum’a yola çıktı, büyük kısmı ise onları Ketboğa Noyan’a emanet edip yerinde bıraktı. Ben de böyle yapabilirdim., Batu durakladı ve geçmiş anılara daldı. Düşünceli düşünceli "Hayır. Böyle bir şey yapamazdım" dedi. - Büyük Ögeday’ın ölümü sadece bahaneydi. Arkadaşlar da düşmanlar da bugüne dek gerçek sebebi bilmiyorlardı. Sebebi ise oldukça farklı...

Ulakçı’nın her tarafı gerildi. Babası ona kimsenin bilmediği bir sırı açıklayacaktı.

- Peki, sebebi nedir?

Batu Han sorusunu duymamıştı sanki. Tek ona bilindiğini düşünmeye ve aklına getirmeye devam ediyordu.

- Çoğu insanlar Macarların topraklarını fethetmek için İtil’i yürüyerek geçtiğimi düşünüyorlar. Yok, rüyamın sınırı orada değildi. Ama önce Macaraları yıkıp onların engin bozkırlarını tümenlerimin istirahat yerine dönüştürmek, ondan sonra Almanlara, Franklara ve diğer Batı’ya uzak yaşayan uluslara saldırmak istiyordum. Hayallerim cüretliydi arzularım ise güçlü. Tümenlerimi, ta Hiung-nu'ların reisi Etil <Etil – Attila, Hunların reisi> tarafından açılmış göçebe fatihlerinin eski yoluna sürdüm. Üzerinden geçmem gerekecek olan topraklarında birçok ulusun meskun olduğunu biliyordum ve onun için arkadan hain darbesini almamak için Polonya’ya başında Şiban’nın torunu Baydar Sultan ile bir orduyu, Çek Cumhuriyeti’ne büyük Ögeday Han’ın on sekiz yaşındaki torunu Kaydu Sultan’ı, Bulgaristan’a babam Cuci Nogay’dan daha küçük olan torunu gönderdim. Her birine bir tümen verdim. Bu sefer de Orusutlara gittiğimde davrandığım gibi aynısını yaptım: ordunun önünde bu toprakların uluslarına “Büyük Batu Han’a kendi rızanız ile boyun eğin” diyecek büyükelçileri gönderdim. Kimsenin kendi isteği ile Moğol kılıcının altında boynunu eğmeyeceğini biliyordum ama benim için önemli olan bu değildi. Hatırlıyor musun bir gün büyük dedemiz Şıgi Hutuç Noyan’a ne dedi: “Bütün dünyayı görecek bir göz ol. Bütün dünyayı işitebilecek bir kulak ol.” Tam bunun için büyükelçiler gerekliydi. Onlar da beklediğimi yaptılar. Artık bilmek istediğimi her şey biliyordum. Daha tavuk yılında (1237) Kıpçak hanı Köten benden kırık bin kibitka (üzeri örtülü kızak) ile kaçıp Macar kralı IV. Béla’den sığınma istedi. Birlikte onlar müthiş bir güç olmayı başardı. Ama Cengiz Han’ın ruhu Moğolları bırakmadı. Büyükelçiler, bana Macar zadegânının kralın kuvvetlenmesinden korkarak Köten ile aralarını açtığını söyledi. Kader firariler ile acımasızca hesaplaştı: bir gecede Kıpçak savaşçılarının yarısından daha fazlası kesildi, Köten Han öldürüldü, sağ kalanlar ise yolda sivil halk köylerini soyarak ve yakarak Koca Balkan Dağları’a gitti. IV. Béla kötü savaşçı çıktı. Adi bir çobanın gördüğünden daha ileriyi görmüyordu. Ona bütün dünyada topraklarına el uzatmaya cesaret edecek bir gücü yokmuş gibi geliyordu ona, onun için de Orusutlar ile ittifağı red etti. Sübedey, Mengü, Güyük, Ordu, Kadan, Baydar, Böri, Peşek, Nogay, Burunday ve Kaydu önderliğin altında yüz elli binlik ordumun Harmankibe topraklarına girdiği zaman Çernigov Knezi Mihail Macar kralına adamlarını gönderdi: kızını oğluna Rostislav’a vermesini rica ediyordu. Hısım olup onlarla birlikte bize karşı çıkabileceklerdi. Fakat IV. Béla bu irtifağa rıza göstermedi. Galitskiy Knezi’ne karşı da aynı şekilde davrandı. Macar kralı, anlaşılan o ki kızının başının altın, arkasının ise gümüşten olduğunu düşünüyordu. – Batu Han muzipçe sırıttı. – Ama bunun hepsinde Tanrı'nın isteğini görüyordum. Macarların ve Orusutların arasında birliğin olmamasından daha elverişli ne olabilirdi? Güçlü düşmanlar Almanlar olabilirdi ama dil avcısı tüccarlardan bildiğim gibi Moğol atının toynağının bir gün topraklarına basacağına inanmıyorlardı. Müslüman olmadığımızı bekliyorlardı onun için de bize karşı Arapları bile kullanmayı ümit ediyorlardı. O sırada Almanlar, Orusutların kuzey knezlikleri Novgorod ve Pskov’a sefer için hazırlanmaya başladılar. Macarlara seferim böylece başlıyordu. Cengiz Han’ın vasiyetlerine sadıktık: korkuyu bilmiyorduk, acımayı bilmiyorduk. Kralın yakın çevresi dayanağı olamadı onun için de istediği kadar orduları toplasın, kahraman tümenlerim onları geri püskürtüyordu, yerler de kandan kırmızı oluyordu. Şehir şehir harabeye dönüştürüyordum, yangın yerlerinin siyah dumanı güneşi kapatıyordu. Yaz ortasına ulaşmadan önce Macarların başkenti Estergon’u zapt ettik. On bin asker ve otuz duvar yıkıcı makinaları ile duvarlarını yıktık. Macar savaşçıları ne kadar cesurca dövüşseler de hücumumuz o kadar azgındı ki, kan şehir duvarlarından sel gibi akıyordu. O sırada Baydar, Nogay ve Kaydu komutanlığında Moğol tümenleri Polonya’yı kana buladı. Başarı Ögeday’ın orta oğlu Kadan ile de yaver gidiyordu. Birer birer güney ülkelerini fethetti. Duvar yıkıcı makinaların darbelerinin altında Slovakya’nın kaleleri titriyordu ve çöküyordu. Polonya’yı fethedip başarıdan ve kandan sarhoş Baydar ve Kaydu Tümenlerini doğu Çeklerinin topraklarına sürdü. Burada da kader onlardan yüzünü çevirmiş gibi: her manastırı, her kiliseyi hücumla zapt etmek gerekiyordu. Moğol savaşçıları, kaç düşmanın düştüğünü bilmek için her öldürülenin sağ kulağını kesti. İlerliyorlardı, sayısı da daha az oluyordu. Bunu öğrenince Baydar ve Kaydu’ya durmayı emrettim. Çek Kralı Votslava kırk binlik ordusu ile meydan savaşına girmeden bayrağımın altına girdiler. Tam bu sırada ulak Ögeday Han’ın Karakurum’da öldüğü kara haberini getirdi. Ona layık bir halefi seçmek için büyük kurultaya Cengiz Han soyunun tüm temsilcileri gelmeliydi. İşte o zaman tümenlerime İtil’in kıyılarına dönme emri verdim.

- Ulakçı, O zaman orduyu yiğit noyanlarınızdan birine emanet etseydiniz…, diye fısıldadı.

Batu Han uzun süre sustu, yüksek gökte kartalın süzülüşünü izliyordu. Aklı buradan uzaktı. Gençliğinin günlerini, savaşlarından vecd halini sanki yeniden yaşıyormuş gibiydi ve gözünün önünde yangınların alevleri ile sarılmış şehirler duruyordu.

- Han kesin bir ifade ile: “Bunu yapamazdım” dedi.

- Ama neden?..

- Fethettiğimiz topraklar ve memleketler sayısızdı ama aklın sesi beni dikkatli olmaya sevk etti. Bu toprakların, atları geri döndürdüğümüze kadar bize ait olduğunu görüyordum. Bu memleketleri elde ettik ama fethetmedik. Savaşlarda sağ kalan krallar ve çarlar bize bağlılık yemini ettiler ama halk bize itaat etmedi onun için de onlar onun adından konuşamıyordu. Bu sefere çıkarken Macar nehirlerinin vadilerinin Moğol atlarının otlakları olacağını düşünüyordum. Burada biz dinleneceğiz, ileriye batıya yol almak için güç toplayacağız. Ama bu işe yaramadı. Fethedilen topraklarda barış yoktu. Gün geçmiyordu ki ormanlarda saklanan müfrezeler savaşçılarıma saldırmasın. Kan akmaya devam ediyordu tümenlerim de seyrekleşiyordu. Unutulmaması gereken bir sebep daha vardı…

Batu Han, çoktan unutulmuş zamanları ve olayları hayalinde canlandırıyormuş gibi gözlerini avucu ile kapadı. Ulakçı güç hâl ile sabırsızlığını tutarak babasının tekrar konuşmaya başlamasını bekliyordu. - Sebep Orusut topraklarındaydı… Onlara karşı harekete geçmeden önce büyük dedemin yaptığı gibi yaptım: oraya tüccarları ve casusları gönderdim. Yakın zamanda bilmek istediğimi her şeyi biliyordum: Orusutuların ordusunun nasıl olduğunu da, knezlerinin nasıl yönettiğini de, bu halkın önceden nasıl olduğunu da.

Orusutlar ayrı knezlikler olarak yaşıyorlardı ama tek bir halktı ve hiçbir zaman kimse onları fethetmiyordu. Bazen diğer milletler ile savaşlarda yenik düşüyorlardı ama bir kez bile olsun özgürlüğünü kaybetmediler.

Onları fethetmenin kolay olmayacağını biliyordum. Yanılmadım da. Üç buçuk sene aldı bu. Ve Moğol atlarının toynaklarının altında diğer toprakları atmak için sadece bir sene.

- Ulakçı hararetle: "Ama gene de onları fethettiniz!" dedi.

- Evet. Korkusuz tümenlerimin karşısında dayanamadılar çünkü her knez kendini diğerinden daha güçlü ve daha akıllı sayıyordu. Ufak knezlikleri konuşmayacağım ama Vladimir-Suzdal Knezliği ve Galiçya-Volinya Knezliği iyi geçinirlerdi kim bilir seferimiz nasıl sonlandıracaktı… Ama biz büyük Cengiz Han’ın torunlarıyız ve bizimle Moğol savaş tanrısı Sülde... Galiçya-Volinya Knezliği şehirleri ateşe verip Lehlerin, Macarların ve Oğuzların topraklarına girdik. Sonradan ne olduğunu sana anlattım zaten. Elbette ki malikânelerinde daha uzun zaman dayanabilirdik ama arkada kalmış Orusutlar da her zaman aklımdaydı. Münhezim intikamı düşler, ben de onu bekliyordum, arkadan vurmasını bekliyordum, çünkü Orusutuların nasıl savaşabildiğini görmüştüm. Deşt-i Kıpçak’ta ve Harezm’de hükmetmek kolaydı çünkü yerli ahali bizim gibi göçebeydi. Burada ise Macar, Leh ve Bulgar topraklarında her şey başka türlü oluyordu. Bunu hepsini görünce biraz daha geciksem fethedilen memleketlerin halkları birleşirler ise tümenlerimin onları yenemeyeceğini anladım. Arkamda Altın Orda vardı, gücünü, kudreti ve şanı tehlikeye atılamazdı. Sanki korkularımı doğrulamak için Bulgaristan’da ve Moldova’da Nogay’a karşı isyan başladı. Ögeday’ın öldüğü zaman orduma Deşt-i Kıpçak’a dönmeyi emrettim.

- Ulakçı: “Demek oluyor ki bütün Doğu’yu korkuya düşürmüş Moğol kılıcı diğer ulusları korkutmadı mı? diye sordu.

Batu Han şaşkınlık ile oğluna baktı:

- Bizden bütün Doğu’nun korktuğunu kim söyledi sana? Evet, Moğol savaşçısı zalimliği ile fethedilen ulusları dehşete düşürüyordu ama zaman geçiyordu ve köleciliğe ölümü tercih edenler çıkıyordu. Fethedilen devletlerin hükümdarları, knezleri, zadegânı bize itaat etti. Bunu da halkına yaptırmayı çalışıyorlardı ama eski savaşçıların hikâyelerinden ayaktakımının şehirlerini ve köylerini nasıl savunduğunu biliyorsun. Her yerde böyleydi: Harezm’de ve Rus’ta, Deşt-i Kıpçak’ta ve Kafkasya’da. – Batu Ulakçı’nın gözlerine baktı. – Kıpçak Boşpan Batır hakkında duymuşsundur her halde? Cüretinde sınır tanımazdı. Bizden nefret eden yiğitleri ile birlikte Moğol müfrezelerine saldırdı ve hayvanları kaçırırdı. Orda’da büyük fesat çıkardı. O zaman Mengü’ya ordunun lüzum gördüğü sayısını almasını ve bana Boşpan’ı ölü veya diri ulaştırmasını emrettim. Mengü iki yüz yelken gemisini donattı. İtil’i ağzından pınarbaşlarına kadar geçti ve sonunda savaşçıları itaatsiz Batır’ı tuttu. Mengü: “Başını eğ! Dizini çök”, diye emretti. Boşpan: “Deve değilim ben ki dizime geleyim, başım da düşmanların karşısından eğilmez”, diye cevap verdi. Böyle bir cüret ile kudurmuş Noyanların biri Batır’ı ikiye kesti. Tüm yiğitlerini koyunları gibi boğazladılar. Boşpan öldürülmüştü ama ben biliyorum: eskisi gibi çoğunun gönüllerinde isyan kıvılcımı yanıyor. Şimdi de tekrar Orusutlara dönelim. Birleşmeyi başarırlarsa, bir sıraya dururlarsa o zaman ne yapabileceğini görürsün! Şu anda gücü birbirinden kopuk ama korku yok artık. Bizim tarafımızdan yakılan Ryazan’dan Yevpatiy Kolovrat’ı hatırlıyorum. Onu ölü görmüştüm… Vaktinde etrafında bin yedi yüz savaşçı topladı. Onlar farklı knezliklerden giderilmemiş intikam hırsı ile geldiler, cesur ve hızlı parslara benzerdi. Binlerce askerlerim Orusutuların karla örtülü ormanlarda kaldı. Moğollar Yevpatiy Kolovrat ve adamlarının hakkında efsaneyi yazmışlar. Orusutların kanatlarının, her savaşçısının ise yüz asker ile dövüşme kabiliyetinin olduğunu anlatıyordu. Bu böyleydi… Ülkeyi fethedip halkını yeneceğine inanma. Uyanık ol. Daha kısa bir süre önce Çernigov Knezi Andrey ordumuz için atları vermek istemeyip onları başka bir yere sürdü. Suçu ıspatlanamadı ama ben knezlerden hiç biri böyle davranmaya cüret etmesin diye onu ölene kadar çubuklar ile dövmeyi emrettim. Galiçia Knezi Daniel Romanoviç ise… Boyarlar Moğollara yardım etmeye karar verdiği için atalardan kalma mal varlığını talan etti, topraklarını aldı kendileri ise haşarı atların kuyruklarına başladı… Fethedilen topraklar kazandaki su gibi kaynıyorlar… Tver’deki isyan, Boyan ve Jeku komutanlığında İtil kıyıları boyunca göç eden Bulgarların arasındaki memnuniyetsizlik… On bin Moğol savaşçı ayaklanmış Buhara’yı itaate getirirken başlarını verdiler. Sen hatırlamıyorsun, o zaman dünyada yoktun… Ama böyle bir şey oldu ki askerlerim Kafkasya Lezgilerinin ve Çerkeslerinin boyunlarını eğdiremeyip geri çekilmek zorunda kaldı… Zor zamanda Altın Orda’yı yönetmek için kalıyorsunuz evlatlarım. Orda güçlü, büyük ama mülkiyetindeki toprakları huzursuzdur. Açık zihne ve demir ele ihtiyacı var… Şimdi söyle: düşmanlar ile çevrili olup başka türlü davranabilir miydim? Tek ben ve bana en sadık olan noyanlar fethedilmiş toprakların tutamayacağımızı anlıyorlardı. Düşman her yerdeydi. Kadınlar bile savaşçı olup korkusuzca ölüme gidiyorlardı. Görünüşe göre Macarlar bozguna uğramıştı, şehirleri yakılmıştı, ekili tarlaları da çiğnenmişti ama Moğol kılıcından kurtulmayı başaran savaşçılar, esnaf, ekinciler aklını kaybetmiş ve sanki hayata değer vermekten vazgeçmiş gibiydi. Hayaletler gibi orman girilemeyen yerlerinden çıkarlardı intikamını alıp hiçbir iz bırakmadan kaybolurlardı. Lanka adlı bir kız tarafından yönetilen bir müfreze başımıza çok bela getirdi. Moğollar ona Kuralay güzeli derlerdi. Bu, Çernhaze şehrinin altındaydı. En iyi Sübedey Bahadır Noyanımı bu müfreze ile mücadele etmekle görevlendirdim. Sübedey’ı tilki gibi kurnaz ve akıllı, kaplan gibi gözü pek ve hunhar biliyordum. Tümenleri Lanka’nın savaşçılarını kuşattı o da ellerimize düşmemek için Moğol ciritlerine atladı. Sübedey Bahadır bana kellesini getirdi. Lanka ölü bile gerçekten çok güzeldi. O zaman böyle bir kadının korkusuz bir bahadırı doğurabileceğini düşündüm ama savaş savaştır ve düşman düşmandır… Güvenilir insanlar, Altın Orda’nın gücünü değerlendirip fethedilen ve Moğol kılıcı değmemiş olan devletler bizimle mücadele etmek için ittifak görüşmeleri yapmaya başladı. Şimdi anladın mı Ögeday’ın ölümünden yararlanıp tümenleri neden geri çevirdim?

- Evet, dedi Ulakçı. – Ama ikinci görevimi söylemeyi unuttunuz…

- Batu Han: “Hayır.” diye itiraz etti. – Altın Orda tahtı ait olan kişi her şeyi son saatine kadar aklında tutmalı.

Ulakçı farketti: babası süzülen kartalı dikkatle izliyor, ölümün sönük sisi ile bürümüş gözlerinde de bazen kuşun haşmetli uçuşu ile hayranlık kıvılcımları tutuşuveriyor.

- Şimdi, dedi Batu, - şimdi ikinci görevini söyleyeceğim. Hatırlıyor musun, Kıpçak atasözünü söylemiştim: “Hayvanları elde eden değil onları yetiştiren akıllıdır.” İşte, düşmana saldıran ve onu yenen değil ondan itaat elde eden ve ona ustalıkla itaat gem dizgini atan akıllıdır. İkinci görevin: “Fethedilen düşman halkın olmalı. Sonuna kadar onu kendine ait etmeyi başar.”

Ulakçı'nın içinde birdenbire bir cüret uyandı, babasına şimdi konuştuğunu o zaman neden yapmadığını sormak istedi ama hanın daha herşeyi söylemediğini fark etti. Batu oğlunun ne düşündüğünü anladı:

- Kendim neden öyle davranmadığımı mı sormak istiyorsun? Bunu yapmalıydım ve yapabildiğim kadar yapıyordum. O kadar ulus ve memleket fethedildi. Babam Cuci o Cengiz Han’ın verdiği dört bin Moğol savaşçı ile bunu yapabilir miydi ki? Seferlerime Karakurum’dan askerler katılırdı ama onlar ile hiçbir zaman Altın Orda’yı kurmazdım. Ömür boyu fethedilen halkların gücünü kendi gücüne dönüştürmeyi çalışıyordum. Bunu Maveraünnehir’de <Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri arasında kalan tarihi bölge.> ve Horasan’da, Harezm’de ve Deşt-i Kıpçak’ta yapmayı başarabildim. Diğer sayısı daha az olan birçok halkın erkekleri de askerlerim oldu. Bugün bütün Altın Orda onlara dayanıyor. Onlara kendi noyanlarımı verdim, onlar da Moğollara benzer oldu.

- Belki onlara benzemeye başlayan biziz? Ataların topraklarından o kadar uzaklaştık ki…

- Batu Han düşünceli düşünceli: “Belki…” diye kabul etti. - Derinlik içine çeker… Onlar çok… Ama Altın Orda’nın sahipleri biz Moğollar kalıyoruz, elimiz de dizginleri hala sıkıca tutuyor. Böyle devam edene kadar, iyi işler ile veya korku ile onları istediğimiz yere geçmelerini zorlarız. Zafer için güç ve silah, yönetme için kurnazlık ve maharet lazım. Kıpçaklar şunu boşuna iddia etmiyorlar ki: “Yumuşakça konuşursan yılanı bile deliğinden dışarıya çıkmaya ikna edebilirsin. Kaba konuşmaya başlarsan Müslüman bile kendi dininden vazgeçer”. Zorlamayı yumuşaklık ile düzlemeyi bil o zaman fethedilen ülke güç ile alınmış kadın karın olduğu gibi itaatli olur. Üçüncü görevin ikinciden çıkıyor.

Ulakçı başını eğdi.

- Dinliyorum büyük han…

- Orusutlara karşı harekete geçmeden önce Moğollar, İbir Sibir’e, Kuzey Çin’e ve Orta Asya’ya, Kıpçak steplerine ve Kafkasya’ya karşı savaş ile gitti. Dünya kurulalı beri, büyük Cengiz Han’ın yolunda karşılaşmış olduğu halklara karşı gösterdiği zalimlik görmedi. Yiğit askerleri kimseye acımıyordu. Düşman herkes sanılıyordu: kadınlar, yaşlılar, çocuklar. Hiçbir canlıya merhamet edilmiyordu. Dedem amansızdı.

Ama herşey başka türlü olsaydı bozkır ve dağ kocaman alanlarında dağıtılmış sayısız Moğol kabileleri birleştirebilir miydi, arasındaki yüzyıllar süren düşmanlığın kökünü kazıp onları erki sınırsız ve özgür tek bir millete dönüştürebilir miydi bilmiyorum. Torunlar Cengiz Han’ın yaptığını hiçbir zaman unutmazlar. Biz de torunları herşeyde dedemize benzemek isterdik: biz yıkardık, yakardık, öldürürdük. Kurt yavrusu ona sürüde öğretileni yapmadan duramaz.

Batu Han durakladı, yorgun argın gözlerini kapadı. Onun için konuşmak zordu. Hastalıktan basılmış göğüs hızlı ve kesik kesik solumadan kısılarak silkeniyordu. Nihayet zayıflık ile baş edip şöyle söyledi:

- Sana sıradaki görevini söylemeden önce uzun konuşuyorum. Uzaktan başlıyorum çünkü deneyimimin kaynaklarını bil istiyorum. Bilge sözler sadece deneyim ile doğrulandığı zaman kalbe düşer. İşte sonrasını dinle. Tavşan yılında (1219) Cengiz Han’ın cesur Cebe ve Sübedey Noyanları Azerbaycan’ı ve Gurcistan’ı kana boğup, bu devletlerin gökyüzünü yangın yerlerinin ateşi ile aydınlatıp Kafkasya dağlarının eteklerinde yatan dağ boğazlarından bozkırlara çıktı. Burada Moğol tümenlerinin yolunu Alan ve Kıpçak kabileleri kesti. Cebe ve Sübedey hileye başvurdu. Kıpçaklara büyükelçileri gönderip onlara şöyle demeyi buyurdular: “Sizinle kan kardeşleriyiz. Moğollar da siz de göçebesiniz. Alanlardan çekilin biz de size dokunmayacağız.” Kıpçaklar dinledi ve Alanlara ihanet edip gitti. Tümenlerimiz Alan ordusunu yeryüzünden silip süpürdü sonra Kıpçaklara yetişip onlara kanlı kıyım düzenlediler. Deşt-i Kıpçak engin bozkırlarına yol açılmıştı. Bu toprakların hakkında Babam Cuci şunu dedi: “hava burada güzel kokuyu saçıyor, su bal gibi tatlı, sulu çimen ise atı başı ile gizler.” Kıpçakların bölük müfrezelerini bozkırın güney sınırlarında takip ederek Moğollar ilk defa Orusutlar ile karşılaştı. O zamanlar Orusutlar ve Kıpçaklar sağlam bir ittifak içindeydi. Bozkır sakinleri, çoğu zaman Orusut kızları, knezler ise Kıpçak kızları ile evlenirlerdi. Korkudan titreyen Köten Han damadına Galiçia Knezi Mstislav Udalıy’ya sadık adamını aşağıdaki sözler ile gönderdi: “Bugün Moğollar bizden bozkırlarımızı aldı ama yarın şehirlerinizi alacaklar.” Köten Mstislav’dan yardım istiyordu. Harmankibe’de savaş kurulu için Orusut Knezleritoplandı. Onlar bizi tanımıyorlardı, gücümüzü bilmiyorlardı. Knezler Köten’in ricasını duydular ve bize karşı harekete geçmeyi karar verdiler. Ama onlar orduyu toplamadan önce kurnaz Sübedey Orusutların planlarını zaten biliyordu. O zaman o ilk savaşın arifesinde davrandığı gibi davranmaya karar verdi. Knezlere ulağı gönderdi: “Sizinle değil Kıpçaklarla dövüşmek niyetliyiz. Onlar çok kez topraklarınıza akınlar düzenlediler. Onlar sizin ve bizim düşmanlarımızdır. Kıpçaklardan intikam almak için bize engel olmayın.” Ama Orusutuların knezleri bu hileye kanmadı. Kortuk ada yakınındaki silahlı güçler (Druzhina) <Kortuk ada - Khortytsia> Dinyeper’dan geçip Kıpçaklar ile birleştirler. İlk savaş başarısızmış gibiydi Moğollar için. Cebe ve Sübedey geri çekildiler. Orusutlar ve Kıpçaklar peşine düştüler, ama yorgunluk bilmeyen Moğol süvarisi kolaylıkla gitti onlardan. Sekizinci gün Cebe ve Sübedey tümenlerini Kalka nehri yakınında durdurdular. Burada da gerçekleşti efsanelerin anlattığı savaş. Büyük Cengiz Han’ın savaşçıları mağlup ettiler çünkü şuunu biliyorlardı: geri çekilecek bir yer yok, arakada dost olmayan halklar ile harabe topraklar. Üstelik sayımız çoktu ve biz birdik. Orusut ordusunda ise knezlerin arasında kavgalar yatışmıyordu, Kıpçak savaşçılarının da Moğolların onlara düzenlediği hunharca kıyımı hala aklındaydı. Köten Han, ordunun kalan kısmı ile Macar topraklarına kaçtı. Orusut silahlı güçlerinden sadece on savaşçısının biri Knezliğine döndü. Sadece Harmankibe şehri bu savaşta on bin ekrek kaybetti. Zaferinden sarhoş Cebe ve Sübedey tümenlerini İtil Bulgarlarına sürdü. Ama onlar açık savaşa baskınları ve pusuları tercih ederek onu kabul etmediler. Sayısız savaşlardan yorgun düşmüş Moğollar bir gün yeniden İtil kıyılarına dönmek için geri çekilmek zorundaydı. Zekinin kurnazlığı, sıcak kırmızı kömürlerin üzerinde yürümekte değil, onlara sadece sıcaklığı düştüğü anda basmaktadır. Daha önceden Cuci Maveraünnehir’in bir kısmına ve Kıpçak bozkırlarının doğu topraklarına sahip oldu. Şimdi bütün Deşt-i Kıpçak Moğollara aitti. Cengiz Han’ın dokuz kuyruklu beyaz bayrağı batı sınırlarında temelli yerleşiklik kazandı. Cuci Han bilgeydi. Bu toprakları ebedi olarak kendi malını yapmak istedi. Cuci Sarı Keñgir nehri kıyılarında karargâhını kurup gereği yokken Kıpçakları yok etmeyi bıraktı. Cengiz Han’ın diğer oğlu Çağatay fethedilen halkları insafsızca kılıcından geçiriyordu ise Cuci sülüğe benzerdi: acıtmadan fethedilenlerin kanı emmiyordu. Çağatay’ın Otrar’ı, Buhara’yı, Semerkant’ı yerle bir ettiğini, döktüğü kan derelerini görmüş Kıpçaklar, kendi hâkiminin karşısında onun bilge ve adil olduğunu sayarak saygı ile eğilmeye başladılar. Hile ile kandırılmış halk direniş güçlerini kaybetti. Büyük başını taşlara vurup bayılmış balığa benzerdi. Kıpçaklar gitgide alışıyordu Moğollara. Cengiz Han, Cuci’nin yaptığını öğrenince oğlunu anlamadı. Hilesi, Dünya Sarsıtıcısına güçsüzlük gibi geldi. Ateş ve kılıç ile hükmetmeye alışık, Cuci’nin işlerini vasiyetlerine bir aykırılık olarak algıladı. Söylentiye göre Cengiz Han oğlunu öldürmeyi emretti. Bunun doğru olup olmadığını hala bilmiyorum. Ama bu doğru olabilir. Onun tarafından kurulmuş Moğol devletinin azameti için Cengiz Han hiç kimseye acımazdı. Cuci öldü ama yaptığı artık değiştirilemezdi. Bize daha kısa bir süre önce düşman olan şimdi ise bizden pek çok şey edinmiş halkı Moğolları bıraktı. Babasının ölümünden sonra Dünya Sarsıtıcısı Cuci’ye ait olan topraklarını iki kısmına böldü. Harezm’i ve bütün Deşt-i Kıpçak’ı bana verdi, sık ormanlar ile kaplanmış, sayısız nehirler ve göller ile kocaman diyarı İbir Sibir’i ise büyük ağabeyim Ordu’ya ait oldu. Benim yardımım ile ağabey on yıl sonra han karargâhı olarak Şangi Tara şehrini ilan etti ve Mavi Orda’yı düzenledi, ben ise Beyaz Orda’nın namağlup sancağını kaldırdım…

Gün ölüyordu. Güneş yeryüzünün kenarına iniyordu ve mavi pus bozkır uzakları kaplıyordu. Büyük İtil’in yüzeyi altın ve kan ile oynaşıyordu ve Orda’nın başkenti Saray’ın altın çatıları gün batımı güneşinin altında sıcaklıkla yanıyordu.

- Bizim Beyaz Orda’mız Altın Orda’ta dönüştü…, sessizliği bozdu Ulkaçı.

Batu Han başı ile işaret etti:

- Evet. Orusutlar ona Altın Orda derler. Sadece Doğu halkları Kıpçaklar, Bulgarlar onu hala Beyaz sayıyorlar. Ben kendim ikinci adını beğeniyorum… Onu duyduğum an bana devletime büyük Cengiz Han’ın kutsal dokuz kuyruklu beyaz Sülde’nin <Sülde - sancak (Moğol.).> aksi düşüyormuş gibi geliyor. Bu da çok güzel… Altın olduğu yerde de yakınında her zaman ihanet ve hainlik vadır. Bu her zaman böyleydi. Bazen Ordu’ma Beyaz demekten korkarım çünkü bana bu sözcük kötülüğe ve nefrete neden olur gibi görünüyor bana... Ve ölüm... Ulakçı biliyordu: Moğol Noyanları da, sıradan savaşçılar da kötü ruhlara inanıyorlar, kehanetlere ve önsezilere inanıyorlar, ama bunun, yüzünde hiçbir zaman kimse şüpheyi ve korkuyu görmemiş babası büyük Batu Han ile hiçbir ilgilisi yokmuş gibi görünüyordu ona. O da inanıyormuş…

- At yılında (1235), yeniden konuşmaya başladı Han, Moğollar bütün Kafkasya'yı kendi egemenliğine tabi kıldı, İtil Bulgarlarını bozguna uğrattı, Başkurt, Mordvin topraklarını itaata getirdi ve aşağı Dinyeper ve İtil bölgelerine ele geçirdi. Büyük kurultayda Moğol tümenlerinin ileri batıya Orusut topraklarına sürülmesine karar verilmiştir. Laşkarkarşı <Laşkarkarşı – sefer reisi.> olarak ben tayin edilmiştim. Kurultay kararına göre Cengiz Han soyunun her dalı sefere katılmak üzere birer oğul ve mevcut her on savaşçıdan ikişer savaşçı tahsis etmeliydi. Yüz kırık bin savaşçı sancağımın altına toplandı. Cengiz Han’ın torunlarından bana tümenleri ile birlikte Ordu, Güyük, Bori, Baidar, kadan ve Kaydu katıldı. Tam bir yıl sonra sefere çıktık, daha bir yıl sonrda da Orusut topraklarına girdik…

Batu Han düşünceye daldı. Geçmişin görüntüleri önünde geçiyordu. Bir an için yanında oğlu oturduğunu ve devamını beklediğini unuttu.

- Mutlu günlerdi, birden kısık bir sesle söyledi o. Geçtiğimiz yer fethedilenlerin gözyaşlarından tuzlu oluyordu, rüzgâr ise kan kokuyordu. Sefere başlarken ordumu böldüm. Bir dalı İtil’i geçip Suzdal’a harekete geçti, öbürü ise Ryazan tarafında katı, üçüncüsünümn ise Voronej Knezliği’ni zaptetmesi gerekiyordu. Üç yıllık bir sürede güney ve doğu Orusut topraklarını ele geçirdik. Harabede en büyük şehirleri bulunuyordu: Harmankibe, Ryazan, Voronej, Vladimir, Suzdal, Çernigov… Fethedilmemiş sadece Novgorod ve Pskov kaldı. Ormanlar ve bataklıklar yolumuzu kesip oraya duvar yıkıcı araçlarını ulaştırmaya imkân vermediler. Bu toprakların ele geçirilmesinden vazgeçmedim ama önce tümenlerime istirahat vermeye karar verdim çünkü zaferimiz kolay olmadı. Ele geçirilmemiş bazı kalaler kaldı. Smolensk te bize itaat etmedi. Ve biz Cengiz Han’ın bizi bu gibi durumalarda nasıl davranacağımızı öğrettiği gibi davrandık. Zaman gelir ve bu şehir her tarafı çevrili gene de bizim olacağımızı bilerek ondan uzak durduk. Ordumda köle ihtiyar Rumey vardı. Bana sonradan onun sefer hakkında gizlice notları aldığını söylendi. İşte bu Rumey’in ne yazdığını dinle: “Bu kadar cinayet işlemiş Moğol savaşçılarının kalbi nasıl dayanabilirdi? Ordunun yolu cesetler ile kaplıydı. Moğolları tapınakları yakarlardı, canlı herşeyi yok ederlerdi…”

Batu Han yavaşça güldü. Yüzü kırışmış, gözleri ağır göz kapaklarının altında saklandı:

- Moğol savaşçılarının kalbi nasıl dayanabilirdi?.. Kana açtık ise ve başkaların topraklarına neden gittiğimizi bilmiyorduk ise neden dayanmasın? Zafere giden yol her ne kadar zalim olsa da her zaman doğru yoldur. Diğerlerin tapınakları bize ne için gerek? Kendi tanrılarımız var ve onlar bize kazanmaya yardım ediyorlar. Başkaların enginlik olmayan ve geniş duvarları sakinlerini cüretkârlar ve güçlülerden kurtaramayan şehirleri bize ne için gerek? Büyük Cengiz Han şöyle öğretiyordu: tüm halklar Moğolların yaşadığı gibi yaşamalı çünkü bizim âdetlerimiz ve törelerimizden daha iyisi yoktur. İnsanlar vahşi hayvanlar gibi özgürlüğü bilmeli, Tanrı’nın ve yerin emrettiği gibi yaşamalı ve hâkimi olmak için yaratılmış olan tek bir kişiye itaat etmelidir. Evet. Büyük dedemiz böyle öğretiyordu… İşte seferimizi bitirdiğimiz ve vatanımıza dönmeden önce büyük bayarama toplandığımız zaman benim ve Güyük’ün arasında düşmanlık başladı. Babası Ögeday büyük han ama o kendisi tafracı ve hasetlidir. Kahramanlıklar ve şan her zaman yanından geçiyordu çünkü ister akıl olsun ister cesaret onun ayırıcı niteliği değildi. Bayramda, ben, bütün ordunun reisi olarak şarap tasını ilk kaldırmalıydım. İşte o zaman haset ile eziyet çeken Güyük ve Bori konuşmaya başlad: “Batu bizden evvel nutuk söylebilir mi ki ve şarap içebilir mi ki? Onun ve tüm sakallı karıları yere düşürüp iyice ayaklar ile çiğneyip ezme vakti gelmedi mi? Neyin ne olduğunu bilsinler!” Bu ikinin tarafında Cengiz Han’a hizmette büyük yararlıklar göstermiş olan Yeloçidey Noyan’ın oğlu Argusun da söz aldı. Görüyor musun oğlum büyük Cengiz Han’ın torunları nasıl oluyormuş? Düşmana karşı biz birlikte gidiyoruz ama şanı ve başarıyı paylaşma vakti gelince herkes sadece kendini düşünüyor ve bunun için herşeye hazırdır. Ben bilgece davranıp onlara kötü bir şey yapmadım. Sonra babaları Ögeday ve Çağatay Güyük’ü ve Bori’yi sert bir şekilde cezalandırdılar. Argusun da payını aldı. Fakat… Gözlerin daima kesin olsun… Bunu sana gelecek için anlattım şimdi ise konuşmaya yeter çünkü bazıları artık bu dünyayı terk etti. İyi de kötü de onlar ile birlikte gitti…

Bu sefer Batu Han uzun bir süre için sustu, Ulkaçı ise sessizliğini bozmaya cesaret edemedi. Babasının yüzünün her zamankinden daha da çok sivrileştiğini, gözlerinin ise akşam gökyüzündeki süzülen kartalı ayrılmadan izlediğini görüyordu.

Ürkütücü hanın aklına birden Kırım’da tutulan ihtiyar bir denizci ve uzak ülkeler hakkında hikâyesi geldi. İhtiyar anlatıyordu ki gemide biri ölecek ise yamyam köpekbalıkları bunu hissediyordur ve avına ulaşana kadar rahat bırakmıyorlar. Birden böyle bir fikir geldi ki kara kartal bunca gün gelmiyordu çünkü biliyordu Batu’nun vakti daha dolmadı. Bugün ise… Bunun için yani ne de olsa o son saatinin geldiği için ta geceye kadar uçmuyor ve saldrımaya çalışmıyor olmasın mı? Belki bu ondan oğlunu almış uğursuz kuş ölümün yaklaştığını hissediyor…

Yüreği acıdan ürperdi. Hayır! Böyle olmamalı! Sadece kuzgun leş ile beslenir ama bu kartal… Avını canlı alır… Bunun gerçekleştiği zaman gücü yetsin de…

Batu Han derin derin içini çekip çevresine baktı. Çok güzeldi akşam toprağı, mavimsi kır bir pus ile kaplanmış uzaklık ta esrarengiz görünüyordu ve kendisine çağırıyordu.

Han yerin güzelliğini nadir fark ettiğini düşündü. Her zaman ve her yerde aklı fikri düşmanlara karşı zafer, dünya fethi hayalindeydi. Bir de birinin eli tahtına uzanmasından korkardı…

Nihayet Ulakçı sessizliğe dayanamadı:

- Baba siz Cengiz Han’ın şanı artmışsınız. O kadar çok iyi şey yapmışsınız…

Batu Han ürperip oğluna baktı:

- İyi şey mi diyorsun? İnsanları öldürerek, şehirleri yakarak iyi mi yapıyordum?.. Ben, o kadar memleket ve ulus zalimliğim ile şahlandırmış…, Han sustu. Ve birden güz suyu gibi sönük su gibi gözlerinde alev aksileri dört dönmeye başladı., Haklısın, dedi Batu sert bir biçimde., İşediğim iyi bir fiildir. O Tanrı’nınmemnun eder. Büyük dede ile kurulmuş hanlığı memnun eder. Fiillerim onun ve bütün evrendeki Moğolların şöhretini kazandırdı. Ve madem böyle ise demek ki bu iyiliktir… Sana çok az diyeceğim kaldı. Sözüm ömrüm gibi de sonuna geliyor… Yakında ağabeyin Sartak Altın Orda tahtına çıkacaktır… Benim isteğim ile o Aleksandr Nevski Novgorod Knezi ile Anda <Anda - kan kardeş.> oldu. Şimdi o Orusutların en güçlü knezidir. O cesur, yüreklidir ve başkalarına erişilmez olanı görmeyi bilir. Ona Tanrı teveccüh gösteriyor ve onu diğerleri dinliyor. Onları neden kan kardeş yaptığımı sorarsın? Ben söyleceyeğim. Orusutlara karşı seferden sonra Güyük ile düşman olduk ve Karakurum’da babasının tahtına çıktığı zaman benimle hesabını görmek istedi. Elinin altında yüz bin mert Moğol savaşçıdan fazlası vardı. O zaman, iki ateş arasına düşünce, Orusut Knezlerinin kendime karşı garez uyandırmamak gerektiğimi anladım. Güç ile fethedilmiş onlar sadece Altın Orda’ya vuracağı zamanı bekliyorlardı.Cebe ile Sübedey’in Orusutlara karşı harekete geçtiği zaman Aleksandr Nevski de aynı duruma düşmüştü.Novgorod’a ve Pskov’a bir yandan tümenlerimiz diğer yandan Livonia nişanının haçlıları tehdit ediyorlardu. Almanlar, Baltık Denizi yakınındaki ormanlarında yaşayan halkları fethettiler, aynı şeyi de Orusutlara yapmak istiyorlardı. Ancak öyle oldu ki Aleksandr onları Neva Nehri’nde yenilgiye uğrattı, bizim tümenlerimiz ise Legnica şehri yakınında Leh Knezi ile tutulan Leh ve Alman gönüllü milis erleri ve Alman şövalyeleri bozdular. Bir yıl sonra Almanlar tekrar Novgorod’a ve Pskov’a karşı harekete geçti ve yeniden Peipus Gölü savaşında zafer Aleksandr’ın oldu. Dövülmüş dövüşmekten vazgeçmez. Haçlılar Orusut sınırlarında duruyorlardı ve Novgorod Knezleri yardımı aramak zorunda kaldı. Tanıdığın düşman tanımadığın dosttan yeğdir. O yıllarda Orusut Knezliklerine seferleri artık durdurup onları haraca bağladık, Almanlar ise Orusutları köle yapmak ile tehdit ediyorlardı. Aleksandr Nevski babası Yaroslav Knezi Karakurum’a Güyük Han’a yardım almak ümidiyle görüşmeler için yola koyuldu. Güyük’ün uzak görüşlülük diye bir ayırıcı niteliğinin olmadığını söylemiştim. Knez maiyet erkânı Boyarlarından birinin curnalına göre Turakine Hatun Ögeday’ın dulu Yaroslav’ı göndermeyi emretmişti. İşte o zaman iki oğlu Aleksandr Nevski ve Andrey Yaroslavoviç Orda’ya geldi. Bu ittifak bana yararlıydı. Sartak Aleksandr’ın an dası oldu.

- Sartak Hıristiyanlığı kabul etti…,olumsuz bir biçimde dedi Ulakçı.

- Din nedir? Halkı yönetmekte ve onu dizgin altında tutmakta yardım eden bir araçtır. Dinin sana hanlığın kudretini korumaya ve artmaya yardım ettiğini görüyorsan gerekli olanı kabul et. Büyük dedemiz bilgeydi. O diyordu: “Kimin daha büyük olduğunu Allah’ın mı yoksa Hıristiyan Tanrısının mı ben bilmiyorum. Ama onlar gerçekten büyük ise o zaman ikisi de bana yardım etsin.” Sartak’ın Hıristiyan olmasına Berke’nin Müslümanlık’ı kabul etmesine ise karşı değilim. Öyle olsun. Ben başka şeyden korkuyorum. Fazla uzak bir birinde bu dinler ve eğer oğullar onların fazla gayretli takipçileri olurlarsa ve onları ne için kabul ettiklerini en önemlisini unuturlarsa arasında düşmanlık başlayabilir. Bu Orda’yı zayıflatır…

- Baba, böyle bir şey olabilir mi?, endişe ile sordu Ulakçı.

- Evet. Ama olmamalıdır. Din tahtın yanında sadece vezir olarak olmalıdır. Orda’yı Sartak yönetecektir. Tanrı, Karakurum’da bizim yardımız olmadan beyaz koşmada kaldırılmış Mengü’nün canını koruduğu takdirde öyle olur. Tahta oturmak bir, devleti yönetmek başka. Bizim dedemiz Cengiz Han dünyayı fethetmeyi hazırlanırken üç şeye inanıyordu. Birincisi: tek güçlü eller yüz Moğol kabilesini birleştirebilir, tümenlerini sürülen ülkeler ise hiçbir zaman arasında anlaşmazlar. İkincisi: Moğollardan daha güçlü ve daha cesur savaşçı yok bütün dünyada ve hiçbir halk onlara karşı göğüs germez. Üçüncüsü ise: bütün evrende kendisinden daha bilge bir hükümdar yoktur, öbürleri ise sadece ayaklarındaki küllerdir. Cengiz Han kendisinin söylediğine ne kadar inandığını bilmiyorum. Çoğu kez bozkır kurdu gibi kurnazdı ve başkalar inansın diye sözler söylüyordu. Ama hem dostlar hem düşmanlar, sayıca az bir halk olan Moğolların bütün Asya’yı, Çin’i ve yüzlerce başka ulusları nasıl fethetmeyi başardığını tam olarak hala anlayamıyorlar. Bazırları, bunu, savaşları, önce kimse yapmamış bir biçimçe sürdürme beceri ile öbürleri ise Cengiz han ordusunda düzenlenmiş demir düzeni ile açıklıyorlar. Galiba bu doğrudur. Moğollar, sayısı onlardan aşkın olan yılmaz Orusutları ve Gucıyanları başka türlü yenebilir miydi ki? Bunun üzerinde uzun süre düşünüyordum ama gene de zaferlerimizin en önemli sebebi büyük Cengiz Han’ın ürkütücü kılıcı işaret ettiği ülkelerin bizim ile savaşa hazırlı olmadıklarıdır. Biz gençtik ve Tanrı bize tüm Moğol kabilelerini tek bir yumruğa toplamayı başaran bir kişiyi gönderdi. O hedefi belirtti ve zalimliği savaşçının esas onuruna dönüştürdü. Cengiz Han’ın gözü çevrik olan ülkeler ise uzun zaman önce kurulmuştur, içinde de iktidarı isteyen ama yönetmeyi bilmeyen çok kişi vardı. Hırgürü, çekişme ve nifak sokmaya çalışıyordu. Yeni devletin daima genç kaplanı andırdığı adet olmuştur: o sataşmayı sever, eski ise yıpranmış zayıf düşmüş arslana benzer ve sadece postunu nasıl kurtarabileceğini düşünür.

- Baba, Orusutların ve Gucıyanlarıncesaretini abartmıyor musunuz?..

- Hayır, kesinlikle söyledi Batu Han., Hayat beni düşmana saygı duymayı öğretti, gerçekten mertliğe sahip ise. Bunu yüksek sesle hiç söylememiştim ama her zaman hatırlıyordum. Düşmanın korkak ise o zaman zaferin değeri yüksek mi ve şanın kaçan tavşanları yok etmekten artar mı? Biz, Moğollar, halkları ölümü köleliğe tercih eden topraklarında daima en çok zalimdik. Kendi ululuğumuz ve gelecek güvenliğimiz için onlara acımazdık. Sen, oğlum, tüm fetihlerimizin geçmişini ve gerçeğini bilmelisin. Ağaç ne kadar yüksek olursa kökleri de o kadar derindir. Altın Orda’nın gelecek azametini düşünmelisiniz, bunu için ise geçmişin özünü anlamalısınız. Ona kamçı ile keskenen gelecekten cop darbesini alır. Hatırında olsun bu. Zafer hatrına herşey yapılabilir. Sana üçücü görevini verme vakti geldi. Dinle onu ve aklında tut: “Sefere çıkmadan önce kafasının üstünde kılıcı geçirmeyi düşündüğün düşmanın gücü ve kudreti hakkında herşeyi öğren. Ve eğer onu yeneceğin zamanın henüz gelmediğini anlarsan, kandır, bu millet ile ahbap ol ama düşman olduğunu unutma.”

- Demek…, Ulakçı şaşkınlık içinde babasına baktı., Demek, Aleksandr Nevski Knezi’ni de Sartak’ın kankardeşi bu sebepten dolayı yapmışsınız?

Batu Han’ın gözleri darlaştı:

- Evet. Şimdilik ne Novgorod’a ne Pskov’a elimizi sürdük… Henüz vakti gelmedi… Aleksandr Knezinin düşmanımız olduğunu biliyorum. Ancak hedefe ulaşman gerekiyorsa bütün yollar iyidir. Düşmanlarının birleşmesine izin verme, gözün açık olsun. Sartak’ın Aleksandr’ın kankardeşi olmaya karar verdiğini öğrenince ben buna karşı durmaya başlamadım. Aleksandr Nevski güçlü bir knezdir… Artık o Orda ile sağlam bir biçimde bağlanmıştır ve diğer knezler ona karşı kimisi şüphe ile kimisi kıskançlık ile davranırlar. Birlik uzun bir süre onlara gelmez.

- Ama Aleksandr knezi oldukça akıllıdır ki…

Batu gözlerini kıstı. Gözlerinde soğuk öfke dolu kıvılcımlar parıldadı:

- Ben sana başka bir şey mi dedim? Büyük zaruret onu bu davranışa itti. Knez, kavisliMoğol kılıcının Novgorod ve Pskov topraklarına inmeyeceğinde emin olmak istiyor, en azından Alman şövalyeler tarafından ona bir şey tehdit etmediğini hissedene kadar. Sartak belki herşeyi anlamıyor ama Aleksandr leriye bakıyor. Bir birimizden korkuyoruz, onun için Orda ve Knez arasındaki dostluk yangından canlarını kurtarılan kurt ve vaşak dostluğuna benzer. Tehlike geçer ve öbürünün boğazına ilk yapışan kim olacağı henüz belli değil… Galip ve mağlubun arasında gerçek bir dostluk olamaz. Orusutlar, sadece şimdi başka çare olmadığı için hamiliğimizi arıyorlar. Gerçi knezlerin arasında kendi çıkarı için herşeyi yapmaya hazır olanlar da vardır… Ben her zaman onları hor görüyordum ama Orda menfaatine onlar hiçbir zaman kendinden soğutmuyordum… Fitne soksunlar, kan döksünler, onlardan kimin kazanacağı ise önemli değildir. Senin için bir kez daha tekrarlacağım: Orusut topraklarının tarafına bakınca gözün açık olsun ve savaş atının daima eyerlenmiş olması gerektiğini aklında tut. Orada, onlara ateş ve kılıç getiren insanlara hiçbir zaman dost olmayacak insanlar yaşıyorlar.

Batu Han durakladı, yüzünün üzerinden birleşmiş avuçlar ile geçirdi.

- Sana üç öğüt verdim. Birincisi büyük atamız Cengiz Han’dan geliyor. İkincisini deden Cuci kendine kılavuz edindi. Üçüncüsü bana aittir. Her birimiz zamanın ne emrettiğini yapıyorduk ve Moğollar şanı sönmedi aksine göklere ulaştı. Demek ki biz doğru yaptık. Öğütlerim sizin için kural olursa Altın Orda çadırı sonsuza dek durur.

Batu Han ümit dolu bir bakış ile oğluna baktı ve gözlerini görmedi.

- Bir süre sonra: Git, git, dedi yavaşça. Söylebileceğim herşeyi söyledim sana…

 

 

***

 

Ebedi gökyüzünün altında ebedi hiçbir şeyin olmadığını nasıl bilsin ki Batu? Byüyük dedesi Cengiz Han’ın yaşadığı gibi yaşıyordu, düşünmeyi de sadece aynı şekilde biliyordu. Atanın gölgesi ondan uzaklığı kapatıyordu, onun için sadece yakınındakini tanımak ve görmek mümkün olduğu sönen gününün alaca karanlıkları ile kaplanmış bozkırda yürüyen süvariye benzerdi.

Batu, bozkırın ebedi olacağına ve mağlupların ebedi olarak kalacağına inanıyordu. Han olunca bile sıradan bir göçebenin nefret ettiğini ve hor gördüğünü nefret ederdi ve hor gürürdü, onun için de Altın Orda için geleceğini hazırlanan şeyi göremiyordu. Yakında hayattan ayrılmak zorunda kalacağını bilerek torunlara bilgeliği vasiyet ettiğine inanıyordu, ama aslında onlara sadece bozkır haydudunun kurnazlığı bırakıyordu. Batu, böylece sonsuza dek kalacağına inanıyordu: diğer halklar toprağı sürecekler, ekmeği ekip yetiştirecekler, ipeği dokucaklar, demiri ve altını elde edecekler, şehirleri inşa edecekler, onun torunlarına ise geçip kavislikılıcın yardımıyla bol hasatı toplamak nasiptir. Fethedilen halkı hor görerek Moğol onun ne düşündüğünü bilmek istemiyordu. Ama Batu’yu kim öğretebilirdi ve ekmeğini alın teriyle kazanan insanoğlunun büyük sırrını kim açabilirdi? Pulluk üzerinde eğilerek ve ellerinde ılık buğday başağını ezerek insanların sadece ekmeği değil ileride nasıl yaşayacaklarını da düşündüğünü nasıl bilsin ki? Şehirleri inşaa ederek, yere sağlam bir şekilde tutularak insan kendi yarını yaratıyor, çocuklarının geleceğini ve böylece kendi halkını da düşünüyor. Göçebenin atının, adı yaratıcılık olan ve sahibinin artık ne anlayabilecek ne kavrayabilecek ama şaşkınlık ile geriye dönüp bakınca arkasında aynı bin yıl öncesi gibi boş, rüzgârlardan ve güneşten boz, nadide köhne, bütün atalar birlikte oraya getirdikleri herşeyin yabancı olduğu ve kan koktuğu için dipsiz bir uçurum gibi bir türlü zenginlikler ile dolduramayacağı yurtalar ile bozkırı görecek acayip bir pekentin önünde durduğu vakti gelir. Eseri olan Altın Orda ile gurur duyarak Batu, zaten ta doğuşunda ölümün koyulmuş olduğunu düşüncelerinde bile kabul edemezdi.

Güneş düyanın kenarına dokundu. Artık Batu Han’ın Orda’ya dönme, kara kartalın ise kendi yuvasına yatıya uçma vakti gelmişti. Ama ikisi de bir şeyi bekliyorlardı. Gün batımı güneşi ile aydınlatılmış baştanbaşa kırmızı elbiseler ile han sanki kan ile dökülmüş gibiydi. Kurganın tepesinde hafifçe kamburlaştırmış kafasını omuzlarına çekmiş oturuyordu ve uyukluyormuş gibi görünüyordu. Kartal haşmetli haşmetli gökyüzünde süzülüyordu ve her daire ile daha da aşağı yere iniyordu. Batu kuşun uçuşunu görmüyordu ama bedeni gelecek çarpışmanın beklentisi içinde titriyordu ve tostoparlak büzülüyordu. Son savaşına hazırdı ama birden korkuya benzer bir duyguya kapıldı. Böyle bir şeyi han hiçbir zaman bilmezdi. Onun, çok kez tümenlerini düşmanlara karşı sürenin, çok kez yakın ölüm duygusunu yaşayanın tüyleri ürperdi. Ve sadece önüne geçilmez intikam isteği Han’ın kendine hâkim olmaya yardım etti. İçinden Tanrı’ya yatakta ölmek zorunda kalmadığı için, Moğol savaşçısına yakıştığı gibi elinde kılıç ile olduğu için şükür etti.

Aniden siyah yayılmış gölge yerin üzerinde geçti ve rüzgârın katı sağanak hanın yüzüne vurdu. Batu başını kaldırıverdi. Külrengi, kanını akıtmış yüzü ölüm beyazlığı ile doldu. Kartalın çil göbeğini, altına almış çelik ile çalan cırnaklı pençelerini… Onların birinde ipek kaytanda altın levhayı gördü. Batu Han yanlış olamazdı. Bir zamanlar evcilleştirmiş ve daha iki yıl önce onunla kurt avladığı kartalıydı. Deli gözler ile izliyordu han yeni hamle için irtifa alan kara kuşu, hayalinde ise gözün alabildiğine uzanan ilk kar ile örtülü bozkır ve boğazların karanlık çöküntüleri ile uzak dağlar doğdu. At büyük bir hızla gidiyordu, yüzüne dondurucu rüzgâr vuruyordu, eyerin kaşında gözleri kapatan deri bir külah ile tam o kartal oturuyordu.

Batu Han, sürücülerin müzmin ağarmış canavarı kaldırdığını hatırladı, o da en sevdiği av kuşunun kafasından külahı koparıp ipek gibi mavi semaya attı. Hanı gerisinde bir yerde eşlik eden Nökerlerin biri davulbaz diye deri bir davula birkaç kere vurdu.

Sonradan yüze rüzgâr ve müthiş bir at koşusundan şarap gibi mesteden sevinç vardı.

Kartal kurdu aldı ama Batu Han’ın atı bırakıp koşar adımla yere serilmiş canavarın yanına kılıcını kalbine saplanmak için geldiği zaman artık geçti. Kuş kurdun göğüsünü yırtıp kalbini sökmüştü.

Batu kudurmuştu. Kartalın sahibinden atik davranma hakkı yoktu. Han öfkede kamçıyı kaldırdı…

Ömrü boyunca kuşun soğuk kıpırtısız gözleri, beyaz karda açılmış kocaman siyah kanatlarını ve hayvanın ayazda tüten parçalanmış göğsü hatırında kaldı. Kartal tiz bir çığlık attı ve göğe yükseldi. Bir daha sahibine dönmedi.

“Senden nefret etmeye başlayan dosttan daha korkunç bir düşman olamaz”, fısıldadı Batu. Bir de o anın onu neyi öğrettiğini oğluna anlatamayacağını düşünmesi için zaman vardı. “Dosta dost, düşmana düşman ol, dostu kırma, düşman ile dost olma…” Kartal kanatlarını kapatıp taş gibi aşağıya atıldı.

Batu Han kılıcı kaldırmaya başardı… Kesilmiş kanadı ile kartal yere yıkıldı. Han ona doğru bir adım atıp acımasız kan çanağı gibi kuş gözlerini ve içindeki zaptolunmaz bir öfkeyi gördü…

Batu, son bir defa alınmış intikam sevincini hissetmek üzere kılıcı düşmanı olmuş dostunun göğsüne saplanmak için kaldırdı ancak bedeni itaatsız oldu, gün batımının kanı ile dolmuş gökyüzü de başına çöktü. Bilinmeyen bir kuvvet büyük Batu Han'ı acımasızca yere düşürdü...

Ertesi sabah gün ağarırkenayılmadan hayattan ayrıldı ürkütücü Batu Han. Kader ve acı gözyaşlarından yiğit Noyanların ve sıradan savaşçıların gözleri bulutlanıyordu.

Cengiz Han’ın torunları, her hangi dinden olurlarsa olsunlar Moğol adetlerini kutsal bir şekilde yerine getiriyorlardı. Han nerede ölürse ölsün onu ataların toprağında gömmek zorundalardı. Ancak Saray’dan Karakurum’a varan yol fazla uzun, onun için geleneği bozmaya cesaret edemeyince yakınları şu şekilde yapmaya karar verdi: iki siyah tabut yapıldı, birine han elbiseleri ve silahları konuldu ve tamamen siyah giyimli iki yüz savaşçı siyah atların üstünde ataların vatanına halkların büyük fatihinin ruhunu götürerek Moğol bozkırlarına yola çıktı. Altın ile süslenmiş öbür tabuta Batu Han’ın teni, değerli sihalar, içinden şarap ve kımız içtiği altın tasları konuldu.

Altın pırıltısı kimseyi ayartmasın, düşmanlar da ona hakaret etmesin diye Batu’nun bedeni olan tabutu gecenin ileleyen saatlerinde en yakın insanlar yüksek sık orman ile kaplanmış İtil kıyısına götürdüler. Burada onu toprağa verdiler. Gene de Moğol geleneğini yerine getirerek Batu Han’ın mezarının başında mezar anıtı konulmadı. Yumuşak toprağa genç ağaçlar dikilmişti. Birkaç yıl muhafaza ormanı, ona yaklaşmaya veya onun üzerinden uçup geçmeye çalışan her canlıyı yok ederek seçkin Telengitler müfrezesi koruyordu. Batu Han’ın mezarındaki ağaçlar boylana ve kimse artık Altın Orda büyük hanın nerede yatacağını tanımayana kadar öyleydi.

 

 

***

 

Babasının ölüm acı haberi Sartak’ı yolda yakaladı. Hıristiyan olduğu için müfrezeden Orusut savaşçısına gece gündüz ölünün ruhuna duaları okumasını emretti ama kendi atını geriye çevirmedi.

Moğol bozkırı büyük hanı Mengü Sartak’ın babasının ölümüne rağmen Karakruum’a kurultay için geldiğinden memnun olup onu Altın Orda hanı olarak onayladı.

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Tavşan yılı kışı (1255), ona Altın Orda hanı unvanını getirdiği yıl, Sartak Saray Batu şehrinin Gülistan Sarayı’nda geçirdi. Emrindeki topraklar sakindi ve sonbahardan başlayarak yeni han tüm kaygıları bırakıp din işleri ve Orusut Knezlikleri ile ilişkilerin sağlamlaştırması ile uğraşmaya başladı.

Sartak Novgorod Knezi Aleksandr Nevski ile kankardeş olduktan ve Hıristiyanlığı kabul ettikten beri çok şeyi değişti. Novgorod’a gittiği zaman kiliseleri ve katedralları ziyaret ederdi, Orusutların yaşam tarzını dikkatle izliyordu.

Hıristiyanlık inancı, görkemli törenleri, şatafatı ile genç hanın hoşuna gidiyordu. Altın Orda’nın esas dayanağı olan emrindeki halk Kıpçaklar İslam’a bağlılardı ama bu Sartak’ı rahatsız etmiyordu. Göçebeleri zamanla Hıristiyanlık’a döndürülebileceğine inanıyordu. Onun emriyle esir olan Gosset adlı bir Alman usta aşağı İtil bölgelerinde Sümerkent diye küçük bir şehrinin yakınlarında kiliseyi inşa etti. Hanın beklenilenin aksine Kıpçaklar bunu umursamadılar ve vaftiz töreni gerçekleşmeye acele etmiyorlardı. Sadece zadegânın bir kısmı ve han soyunun bazı üyeleri Sartak’ından örnek aldılar.

Genç hanı bu şaşkına çevirdi ama bundan pek müteessir olmadı. Herşeyin vakti sırası var olduğunu düşünüyordu. Sartak kimseyi zorlamaya kalkışmadı. Ortodoksluk hoşuna gidiyordu ama tutarlı bir Hıristiyan da denemezdi ona. Tüm Moğollar gibi eyerde yetişmiş, çocukluktan beri şamanlara ve tabiplere inanan Sartak, din ile konulan pek çok gücünün üstünde olan koşulları ve mükellefiyetleri hemen can ile kabul edemezdi. Böylece Hıristiyan olduğu halde otuz yaşında altı hanıma sahipti. Onlardan iki Moğol soyundandı, üçü Kıpçak soyundan ve biri Alan’dı. Hepsi ona çocukları doğruyordu ama onlardan hiç biri yaşamadı. Ulakçı’nın büyük oğlu yedi yaşındayken, Sartak’ın Hıristiyanlık’ı kabul ettiği yıl attan düşerek öldü. Diğer çocuklar bir veya iki yaşına gelince bilinmeyen bir hastalıktan ölüyorlardı. Kıpçaklar, anlaşılan hanının üzerinde bir lanet var diye arasında fısıldaşıyorlardı. İki hanımı Budist, üçü Müslüman kendi ise Hıristiyan olduğu halde başka türlü nasıl olabilir ki? Ana babası farklı tanrılara tapıyorsa çocuklar nasıl yaşayabilir ki? Eğer iki deve sürtüşmeye başlarlarsa arasında bir sinek ölür, bebeğin ruhu için ise tanrılar kavga ediyorsa o zaman onlardan birinin lanetinden mutlaka çocuk ölür.

Bu söylentiler Sartak’a ulaştı, o da yedinci hanımı almaya karar verdi: bu sefer Hıristiyan olanı. İşte burada ilk defa o yeni dinin özellikleri ile karşılaştı.

Bir gün Novgorod’da konuk olduğu zaman gözüne asil bir Orusut soyundan olan on altı yaşındaki Nataşa adlı bir kız ilişti. Yüreği oynadı. Beyaz yüzlü, mevzun, uzun kumral saç örgüsü, şefkatli mavi gözlerinin açık bakışı ile hemen hanın gönlünü fethetti. Ana babasının özel bir sevinci olmasa da rızasını gösterdiler. Hem büyük Batu Han’ın oğlunu kim reddedebilirdi ki?

Burada da kiliseye müdahale etti. Hıristiyan âdetine göre Sartak’ın ve Nataşa’nın nikâhı kıyılması gerekiyordu. Novgorod metropoliti Daniil şöyle söyledi: “Büyük Batu Han’ın oğlu, isteğin bizi sardı. Altın Orda’nın dayanağı, bizim için değerlisin ama Hıristiyan için en değerlisi onun inancıdır. Bizim kurallarımıza göre Mesih'e inanan kişinin sadece bir hanımı olabilir. Ve eğer Nataşa kızı sana hoş ise ve kendine almak istiyorsan önceki hanımlarını bırak. Sadece o zaman nikâhınızı kıyacağım.”

Sartak harın metropoliti razı etmeye çalışıyordu, tehdit ediyordu ama o katıydı. Han, Daniil’in omuzlarına pahalı samur kürkü attı, gümüş eyerin altında atı hediye etti, altın paralara garketti.

Metropolit: “Verdiğin her şey kutsal kilise için bağışın olsun lakin önceki hanımlarını bırakmadan önce senin nıkahını kıyarsam Tanrı beni lanetler.” Deyip hediyeleri kabul etti.

Genç han, metropolitin talep ettiği gibi davranmak mertliğini gösteremedi. Herşeye kadir olmasına rağmen Sartak Orda’nın birliğini dağıtmak istemeyerek, hanımlarının akrabaları tarafından intikamdan sakınarak, zaman kollamaya karar verdi.

Sağduyu kazandı gibi görünüyordu, ama Orusut kızına karşı uyanmış tutku kalbi yakıyordu.

Ne yapacağını, sonradan nasıl davranacağını bilmeyip bir gün karargâhta farklı görevleri yerine getiren Koyak Rumey’e müracaat etti.

- Söyle, rica etti Sartak, Hıristiyan inancını yaratan azizler bütün ömrü tek bir kadınla mı geçiriyordu?

Koyak, hanın ona neden müracaat ettiğini kolayca sezdi. Dudaklarında belirmiş kurnaz bir tebessümü çabukça söndürüp ciddiyetle şöyle söyledi:

- Evet. Azizler kanuna sımsıkı bağlı kalıyordu. Ayrıca Hıristiyan inancının tüm takipçileri ilk eşi hayatta olduğu sürece veya onu boşanmamış halinde yeni bir eşi almaya izin verilmiyordu. Ancak Tanrı'nın isteği ile insanların üstünde haşmetli iktidar verilmiş olanlar… Han, İmam Nureddin Harezmî ile Ortodoks papazların arasında çıkmış tartışmayı duymadı mı acaba?

Sartak Rumey’a sorar gibi baktı.

- Bu tartışma Güyük Han’ın sarayında babanın büyük Batu Han’ın aleyhinde olmaya karar verdiği zaman oldu.

- Dinliyorum seni Rumey.

Koyak aklına getirmeye çalışıyormuş gibi gözlerini kıstı.

- Bu iş böyle oldu… Güyük’ün, sizin gibi de vaktinde Hıristiyan inancını kabul ettiğini herkes biliyor. Fakat o öfkeciydi ve yanında İslam’a bağlı olanları tahammül etmezdi, onun için de başka dinden olanları var gücüyle takip ederdi. Bahsettiğim tartışma da Müslümanları rezil etmek için düzenlenmiştir. Hepsini anlatmayacağım, bu bir bilgelik, nüktecilik, bilgi yarışmasıydı. Tartışma uzun ve tilki kuyruğu gibi karışıktı. İşte şöyle… Hıristiyanlar: “Muhammed nasıl bir insandı? Anlatın onu.”, diye imama sordular. Nureddin Harezmî: “Muhammed, Allah’ın tarafından dünyaya göndermiş son peygamberdir. Azizlerin reisidir. İsa peygamber şöyle buyurdu: “Yüce Rabbim, benden sonra gelen peygamber için iyiliği esirgeme…”, diye cevap verdi. O zaman Hıristiyanlar: “Sadece ruhu günahsız olan ve gözünü kadınlara çevirmeyen aziz sayılabilir… Muhammed peygamberin ise dokuz eşi vardı… Nasıl ermiş sayılabilirdi ki?”, diye sordular. İmam apışıp kalmadı: “Davut peygamberin doksan dokuz eşi, Süleyman’ın ise üç yüz üstelik bin cariyesi vardı. Buna ne dersiniz?” Hıristiyanlar: “Davut ile Süleyman peygamberler değilller krallarlardır.”, diye itiraz ettiler. Tartışma uzanıyordu, uzun bir yaz gününde bozkır yolunun sonunun gözükmediği gibi tartışmanın sonu da gözükmüyordu. O zaman Ortodoks papazlar hileye başvurdu. Onlar Güyük Han’ı, Müslümanlara dua okumasını yani tüm kurallara uygun olarak namaz kılmasını emrettiğini rica ettiler.

İmam Nureddin Harezmî, tartışmada bulunan İşanlarından biri ile namaz kılmaya başladı. Hıristiyanlar elden geldiğince onlara engel oluyorlardı: çimdikliyorlardı, onların seccadesine eğildiği zaman kafalarına vuruyorlardı. Ama namaz kılanlar imanında güçlüydülar ve başladığı şeyin tamamlamasına hiçbir şey engel olmamalıdır yoksa cehenemme girilebilir diye Muhammed peygamberin sözleri son süre ile duasını bitirdi. Bu şekildeydi… Ertesi sabaha Güyük Han yüz binlik ordu ile Kıpçak bozkırlarına babasına karşı harekete geçti… Üç gün sonra kanlı kusmaya neden olan bilinmeyen bir hastalık ile yakalanıp öldü. Müslümanlar o zaman: “Güyük Han dinimiz ile dalga geçmeye izin verdi. Muhammed peygamber onu cezalandırdı…”, dediler. Tabii ki tartışmadan dolayı ölmedi han…

Sartak son sözleri kulak ardı etti. Kurnaz Rumey ona gerekli bir fikri verdi. Gerçekten Davud’un doksan dokuz karısı, Süleyman’ın ise üç yüz ve bin cairesi vardı ise o, Altın Orda’nın hâkimi daha bir karıyı niye almasın? Metropolit Daniil Rumey’den işittiğine kulak verip Orusut kızı ile nikâhını kıymalıdır. Bu sefer de razı olmaz ise…

Sartak’ın gözlerinden kötü bir ışıltı geçti, eli kılıca uzadı.

- Git, dedi Koyak’a, Yüzbaşı Sırmak yola çıkmaya hazırlansın…

Ama Sırmak kendi girdi. O esmer tenli, geniş omuzlu ve göğüslü bir savaşçıydı. Bozkır tilkisi karsak postu ile bezenmiş boriki, yakası su samuru kürkü ile bezemeli boz deve tüyü kısa çapanı, fötr çorapları onun Kıpçak soylarından birine ait olduğunu kelimesiz söylüyorlardı.

Sırmak’ın yanında yüzü sarı kuru bir adam vardı. Aynı yüzbaşının elbiselerinden hatasız olarak Kıpçak olduğunu teşhis edebildiği gibi yabancının elbiselerinden aşağı İtil bölgelerinden geldiğini anlaşılabiliyordu.

Sartak kendi düşünceleri ile o kadar meşguldü ki yabancıya dikkat etmedi.

- Atları eyerle, diye emretti. – Novgorod’a gideceğiz. Orusut kızı Natalya için.

Yüzbaşı kolluyordu.

- Ey hünkârım…

Ancak şimdi han görebildi yabancıyı:

- Dinliyorum…

Yüzbaşının getirdiği adamınyakasına yapıştı, o da Sartak’ın karşısında dize geldi. Görünüşü tamamen korkuyu ve itaatı ifade ediyordu.

- Kim bu?

- Berke Han’dan kaçan adamdır.

Hayattan ayrılırken büyük Batu, Cengiz Han ile vasiyet edilmiş âdete göre arazilerinin çoğu onunla seferlere çıkan akrabalara yönetimine verdi. Onlar uluslarını bağımsız olarak yönetiyorlardı ama yanı zamanda Altın Orda hanının buyruk altına giriyorlardı. Oluşmuşgeleneğe göre onlar ulus sahibi olarak adlandırılırdı ama Hülagû İran’ı ve Irak’ı fetettiği zaman emir olarak adlandırılmaya başladı. Sadece Türk kabileleri onlara hanlar demeye devam ediyorlardı.

Batu’nun küçük kardeşi Berke böyle hanlardandı. Karargâhı, Sarıkum <Sarıkum, şimdiki Volgograd’ın yakınında bulunan bir yerleşim yeridir. Şimdi bu yerin adı Tsarevo gorodişe (Kurgan).> şehrinin yakınında İtil kıyısında Aktübe tepesinde yerleşikti.

Kara kışlar Berke’yi küçük bir sarayı kurmak zorunda bıraktılar. Soylular da ondan örnek aldılar: ahşaptan, tuğladan ve taştan evler ortaya çıktı. Aktöbe’de Altın Orda’nın ana karargâhı ile aynı Saray ismi taşıyan bir şehir oluştu.

Berke’nin güçlü bir ordusu vardı, Batu’dan sonra da o her zaman Orda’da birinci şahıs sayılırdı.

- Neden kaçtın?,diye, kaşlarını sertçe burun kökünde birleştirip sordu Sartak. – Kimsin sen ve adın ne? – Ben Sarı Böke, telaşlı telaşlı söyledi savaşçı. – Moğol Bargut soyundan. Babam Esu Böke korkusuzSübedey Bahadır’ın özlük muhafızlarının amiriydi. Berke Han’ın yanında Sulgişı <Sulgişı,namaz kılmak için han için su ve havlu hazırlanan bir köledir.>vazifelerini yerine getiriyordum

- Bize köle gerek yok!..,diye sabırsızca sözünü kesti Sartak. – Söyle: neden kaçtın?

Savaşçı başını eğdi.

- Berke Han büyük Cuci’nin oğlu ve benim hünkârım… Ben onun kölesiyim. Ve ona itaat etmek zorundayım… Ama o Müslüman ben ise Hıristiyanım… Din onu öyle etkilemiş ki her geçen gün daha hunhar ve zalim oluyordu. Ağzından Allah'ın adı düşmüyor, elinden ise kan. Ben dayanamadım... Özellikle son yaptığını...

- Ne yaptı o?

- Bir hafta önce Muhammed peygamberin isteğini ileri sürerek dördüncü karı olarak Novgorod’dan Orusut kızı aldı…

Uğursuz bir önseziden Sartak’ın kalbi sıkıştı.

- Bu kızın adı ne?,diye sordu yüksek sesle.

Savaşçı alnını kırıştırdı.

- Na-ta-li-ya…, onun için yabancı olan bir ismi güçlükle telâffuz ederek dedi o.

Hanın benzi attı, savaşçı ise Sartak’ın halini fark etmeden devam ediyordu:

- Onu saraya getirdiler, Berke onu kökenler ile kırbaçlamayı emretti ve zorla Müslümanlık’ı kabul ettirdi. Kız öyle bir bağrıyordu ki, öyle bir ağlıyordu ki… Müslümanların uyguladığı şiddetlere dayanamayıp size kaçtım…

- Götürün onu!, Sartak yüzbaşıya seslendi. - Gözüm görmesin onu!..

O günden beri önceden de Berke’yi pek sevmeyen Sartak ona kin başladı. Babasının dili yumuşak ve sinsi kardeşinden intikam alma yolları aramaya başladı.

Daha yedinci ile sekinzinci yüzlar arasında Maveraünnehir’in ve Deşt-i Kıpçak’ın güneyinde İslam merkezlerioluşmaya başladı. Orta Asya’nın Semerkant ve Buhara gibi şehirlerin ahalisi farklı dinlere bağlılardı, onun için de İslam burada ciddi bir direniş ile karşılaşmadı. Farkedilmeden Müslümanlık burada egemen din haline geldi ve tüm kâfirlere karşı acımasız bir zulüm başladı.

On üçüncü yüzyılında, Moğolların Harezm ve Deşt-i Kıpçak topraklarına geldiğinde,İslam burada artık temelli yerleşti. Küçük Hıristiyan cemaatleri var olmaya devam ediyordu lakin günleri sayılıydı.

Gerçi Moğollar Cengiz Han’dan örnek alarak farklı dinlerin temsilcilerini aynı biçimçe karşılıyorlardı. Dünya Sarsıtıcısının emriyle tüm mezheplerin temsilcileri vergilerden muaf tutulmuştur.

Dünya Cengiz Han'ın ürkütücü adını duymadan önce Moğolların arasında Hıristiyanlık oldukça yaygındı. Moğol soylarıncaHıristiyandı. Cengiz Han’ın torunlarından çoğu karıları bu soylardan alıyordu, çocukları ise Hıristiyanlık kurallarına göre yetiştiriyorlardı. İşte bu yüzden Harezm ve Deşt-i Kıpçak Hıristiyanları Moğolların şahsında himaye görmüş oldu.

Kereyler (Keraitler) soyundan olan kadından doğmuş ve anne sütü ile birlikte Hıristiyan vasiyetleri emmiş Karakurumlu Güyük Han’ın yönetim zamanlarında sıradan destek Müslümanların azgınca ve uzlaşmaz baskısına dönüştü. Güyük sadece iki yıl saltanat sürüyordu ama Orta Asya, Ermenistan ve Gürcistan Hıristiyanlarının sağlam bir birliğinin oluşması için yeterliydi.

Ondan sonra han tahtına çıkan Mengü dinlerden hiç birini yeğ tutmuyordu. Yönetimi zamanında Müslümanlar ve Budistler kendilerini daha güvende hissettiler. Batu Han’ın oğlu Sartak’ın Hıristiyan olduğuna da Mengü hiç dikkat etmedi. Hiç tereddüt etmeden Sartak’ın Altın Orda tahtına çıkmasına rızasını gösterdi.

Berke’ye karşı olan kinden kör olmuş genç han onunla mücadeleyi başlatmaya karar verdi. Semerkant’ta Hıristiyan çoktu, dindaşları onu destekleyeceğini biliyordu. Müslümanlara karşı ortak bir hareketi hazırlamak için oraya adamlarını gönderdi. Planları büyüktü: Sartak zamanla Semerkant’ı Hıristiyanlık’ın ana karargâhına dönüştürmeyi hayal ediyordu.

Fakat Müslümanlar da aylak oturmuyorlardı. Takımı yavaş ama büyüyordu. Harezm ve Maveraünnehir topraklarında din mücadelesi güç kazanıyordu, yayılıyordu.

Ama genç hanın dikkatini çeken sadece güney toprakları değildi. Aklı, giderek daha da sık Orusut Knezliklerine dönüyordu. Giderek daha da sık Orda’nın batısında ve kuzeyinde bulunan toprakları düşünüyordu…

Yanıkaradan daha korkunçtu Moğolların Kiev Knezliği istilâsı. Ölen insanların sayısı hesaplanamazdı, şehirler tahrip oldu, sürülü tarlaları karapazına ve peline bürülüyd, köleciliğe sürülenlerin inleyişi yeryüzünde yayılıyordu.

Rus Knezlikleri Altın Orda’nın arazisinde değildi. Moğollar onları ağır bir vergiye tabii tuttu, bu da yavaş ve ıstırap verici bir ölüm ile eşitti çünkü ödemek için hiçbir şey yoktu: tarlalar verimsiz oldu, Moğollar hayvanlarını kaçırdı, savaşlarda geçindiren erkekler öldü.

Ama Moğol yağmacılıklarına ve şiddetine neden olan sadece keder ve yeis değildi. Kin olgunlaşıyordu, itaatsizlik büyüyordu. Rusya’da hayatı ve inancı korumak için mücadeleden başka bir çare olmadığını anlıyorlardı. Altın Orda sadece haraç almıyordu ama müfrezelerinin ayrı şehirlere ve knezliklere akınları düzenlenmediği bir yıl yoktu.

Kendine ev kurmaya başlar başlamaz, zanaatçiler ve toprak süren insanlar faaliyete geçer geçmez yeniden izbeler alev alev yanıyor, kan akıyor ve çok cefa çekmiş memleketin üzeride inilti var. Tek bir güzergâh vardı, tek bir yol: ya kazanmak ya ölmektir.

Rus toprağına göz diken sadece Moğollar değildi. Almanlar ve İsveçliler de tetikte fırsatını bekliyorlardı. Pskov ve Novgorod toprakları onlar için lezzetlilokmaydıçünkü Kuzey Avrupa’yı doğu ülkeler ile bağlayan yollar tam burada geçiyorlardı.

Orda ile fethedilmemiş Rus knezliklerinin çevresindeki çemberi daha da daralıyordu. Komşulardan yardım istemek anlamsızdı: Moğollar tarafından yağmalanmış onlar kendileri de çaresiz kaldılar.

Böyle bir zamanda çıktı tahta Altın Orda hanı Sartak. Bunu kullanarak Aleksandr Nevski Knezi kardeşine elçilerini gönderdi. Altın Orda’ya Danil Boyarı gitti. Elçilerin vazifesi kolay değildi, Orda’nın tümenlerini kuzey rus şehirlerine sürmeyeceğine dair Sartak’tan teminat almaktır. Ürkütücü komşuya dönüp bakmadan tüm güçleri Almanlar ile mücadele etmek için toplama imkânı verirdi bu. Daha Aleksandr Knezi emrediyordu: Novgorod’un ve Pskov’un Orda’ya ödenen haraçtan en azından geçici muafiyeti elde etmek.

Kış ortasında Novgorod elçiliği ağır hediyeler ile Altın Orda’ya harekete geçti. Günlerce süren tipiden sonra ormanlar beline kadar karlar içinde kaldı. Kürtünler ile yığınmış çökek haline geldi. Kısa bir don çözülmesinin yerini pek şiddetli soğuklar aldı. Kar köreşesi o kadar dondu ki onu ne insan ne hayvan kırabilirdi. Rus şehirleri ile Orda’nın arasında ulaklar ile açılmış patikaları buz kabuğu tuttu.

Endişe ile ve surat asarak bakıyorlardı elçiler kar kefeni ile örtülü toprağa. Epey zor bi vazife düştü onlara: Aleksandr Knezinin niyetlenmiş olduğu şey için hanın rızasını eldeedebilecek mi? Memlekete dönmek hiç mümkün olacak mı? Knezin hanın kan kardeşi olduğu neye yarar ki? Rus elçileri, altındaki yer sanki derin bir çukur açmış gibi, yolda kaybolduğu çok kez olmuştu. Sinsidir tatarlar ve aklında ne olduğunu kimse bilmiyor.

Orda elçileri törenle karşıladı. Bozkırda şehirde uzak Orusutları hanın özlük muhafazalarından Telengitler kuşattı. Azgın, tam gözlerine kadar çekilmiş tilki malahayları ile onlar elçilik karavanına yaklaşmayı cesaret eden herkesi kırbaçlarlardı.

Sartak Han ta kendisi soylu Boyarı karşılamak için Gülistan Sarayı’ndan çıktı. Başında yumuşak tüylü susamuru tımağı vardı, omuzlarına pahalı kastor kürküatılmıştı. Han misafirleri silahsız karşıladı, bununla büyük saygı ve güven göstererek. Sadece geniş altın kuşakta fiil kemiğinden sap ile altın kında küçük bir hançer asılıydı. Onunla han hiç ayrılmazdı.

Gelenlerin arasından Sartak knez akrabasını hemen tanıdı. Danil uzun boylu, sağlam yapılıydı, dikkatli mavi gözlerinin keskin bir bakışı vardı.

Acele etmeden Han süvarilere doğru saray basamaklarından inmeye başladı. Onun göründe elçiler hızlıca attan indiler. Çevik Telengit savaşçıları sessizce dizginleri eline alıp atları bağlama kazığına götürdüler. Hana yaklaşınca Orusut elçileri âdetin gerektirdiği şekilde yere kadar eğildiler.

Danil ile Sartak Moğol âdetine göre misafir göğüsünü göğüsüne bastırarak selamlaştı.

- Hoş geldin, Boyar, söyledi han.

- Nazik sözleriniz için teşekkür ederim Altın Orda büyük hanı, deyip Danil eğildi. – Biz kankardeşinin Büyük Novgorod Knezi Aleksandr Yaroslaviç’in sözünü sana iletmek için uzaktan geldik.

- Sartak gülümsedi.

- Knezin sözü onu dışarıda dinlenecek kadar kısa değildir sanırım. Gel misafirim ol…

Han Danil’in koluna girip elçilerin ve muhafazaların eşliğinde saraya doğru gitti.

Bir an için Sartak huzursuz oldu. Birinin kin dolu gözlerinin ensesine baktığını hissetti. Han ani başını çevirdi. Ve hemen onunla göz göze geldi. Genç Boyarın maiyet erkânında hanın çoktanberi ve iyi tanıdığı bir insan vardı. Onu başka birine benzetmek mümkün değildi. Zaman sanki acıyordu bu insana: uzun boylu, damarlı, derin karışıklar ile kesilmiş yüzü ile o bir bakıştan aklında kaldı. Sartak yanlış olamazdı. O Svyatoslav’dı. Ve farkında olmaksızın han aniden zamanın sisi ile kapılmış geçmişi hatırladı. O olayların Svyatoslav ile hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünüyordu ama yine de…

Cengiz Han’ın orduları çiçekli Harezm topraklarına istila ettiği yıl Otrar naibi yani şehrin hükümdarı Muhammed harezmşahın kuzeni Kadır Han Ulançık oldu. Otrar ürkütücü, iyi tutulmuş bir kale teşkil ediyordu. Naibin buyruğu altına iyirmi bin savaşçı giriyordu.

Ve Cengiz Han’ın genelde yaptığı gibi tümenlerini güçlü düşmana sürmeden önce oraya ticari kervanı gönderdi. Kılığını değiştirmişdört yüzden fazla savaşçı Muslüman casus tüccarlarına eşlik ediyordu.

Otrar pazarlarında bir birinden korkunç söylentiler dolaşıyordu. Gelen tüccarlar, insanları,tanımadıkları Moğollar ile korkutuyorlardı, herekese acımasız olduğunu ve artık Harezm topraklarını kan içinde bırakmak için geldiğini anlatıyorlardı. “Onlara dayanacak bir güç yoktur”. Savaşçılar ve tüccarlar fısıldadıyorlardı.

Kadır Han naibi şehre gelen kervanın tam olarak sıradan bir kervanın olmadığını çabukça sezdi. Onun emriyle gece savaşçılar tüm casusları kılıçtan geçirdiler. Sadece biri kaçmayı başardı.

Başına gelenleri öğrenince Cengiz Han’ın öfkesi başına sıçradı o da Muhammed harezmşahına “karargâhına elleri ve ayaklarına zencir vurmuş Kadır Han naibinin göndermesi” talebiyle ulağı gönderdi.

Muhammed akrabasını ele vermeyi cesaret edemedi. Ardı arkası kesilmeyen çekişmeler ile sarsılan Harezm’de zadegân onun davranışı anlamıyordu, emri altında güçlü bir ordu olan Kadır Han kendisi de öyle kolay kendini yakalatmazdı. Hükümdar emrindeki kişiyi sadakatı için cezalandıramazdı.

Harezmşah, Moğol elçilerini katletmeyi emretti. Karşılığında Cengiz Han tümenlerini sürdü. Çağatay ve Ögeday oğullarına Otrar şehrini yıkmayı, büyük oğlu Cuci’ye aşağı Seyhun bölgelerinde bulunan şehirleri ele geçirmeyi emretti.

Aynı yılın sonbaharında Moğollar Otrar duvarlarında durdular. Kadır Han naibi biliyordu, ne ona ne şehir sakinlerine merhamet olmaz, onun için de sonuna kadar savaşma kararı aldı.

Altın ay dayanıyordu muhasara edilmiş şehir ve kim bilir ihanet olmazsa ileride nolurdu. Muhasara arafesindeki bir gece önce Harezm tarafından şehir yardımına gönderilen Karaş Batır öncülüğünde göçebeler ölümü önceden sezerek kale kapılarının açtılar ve bozkıra gittiler.

Moğollar ihanetten yararlanmayı başardılar. Bu sefer şehirde, dar küçük sokaklarda ve çarşı meydanlarında kanlı çatışmalar başladı. Sakinler mezbuhane bir şekilde savaşıyorlardı. Her ev, her avlu kaleye döndü.

Eşit değildi güçler. Gittikçe azalıyordu şehir savunucularının sayısı, Moğol savaşçılarının sayısı ise hesaplanamazmış gibiydi. Kandan sarhoş, zengin bir avın beklentisiyle yanan gözleri ile onlar çelik disipline uyarak ısrarla ileri gidiyorlardı.

Silahı tutabilenler Kadır Han naibinin sarayına sığındı. Her bir yandan ateşe veren şehir alev alev yanıyordu. Siyah duman kümeleri güneşi bürüyordu, dayanılmaz sıcaklıktan kıvrıyordu, yapraklar ağaçtan dökülüyordu ve arıklar kuruyordu.

Oklar bitince ve kılıçlar körleştiği zaman Otrar son savuncuları sarayın çatısında savaşmaya devam ediyordu. Hizmetçi kadınlar ağır fırınlanmamış tuğlaları getiriyordu savaşçılar ise onları düşmanların kafalarına atıyorlardı.

Nihayet Moğollar kuvvetten düşmüş, yaralarından can çekişen Kadır Han’ı yakalamayı başardılar. O yerde sürükleyerek Ögeday’ın büyük oğlu Güyük’a çekildi.

- Halis muhlis asker çıkmışsın, o söyledi. – Moğollar yürekliliği takdir etmeyi bilirler. Ölümden önce dile benden ne dilersen.

- Tek bir isteğim var, naib cevap verdi. – Domuz somaklarınızı görmeden ölmek isterim.

Güyük kılıcı sıyırıp Kadır Han’ın başını kesti.

Cengiz Han’ın oğullarının yüce emriyle Moğol savaşçıları ele geçirmiş şehri on gün boyunca yağma hakkı aldılar. Götüremeyeceği her şey ateşe verilirdi. Dev ateşlerde bütün Doğu’ya tanınmış Otrar kütüphanesinden paha biçilmez kitaplar alev alev yanıyordu, yüzyılların bilgesi yok oluyordu, küle dönüyordu. Rüzgâr ile su yıkmayı tamamladı ve bir zamanlar çok güzel, zengin ve güçlü şehir yerle bir oldu.

Otrar’ı zaptetmekten sonra Moğol ordusu bölündü. İki siyah kanat gibi Harezm üzerinde yayıldı. Onların biri korkunç bir gölgesi ile Semerkant’ı ile Buhara’yı, öbürü ise Kıpçak şehri Sığanak’ı kapladı.

Daha kısa bir süre önce yemyeşil olan vahaları çöle dönüştürerek Moğol tümenleri yaşayan her şeye ölüm getirirlerdi. Acayıp motifler ile bezenmiş saraylar ve tapınaklar yıkılırdı; bir zamanlar binlerce insanın susuzluğunu gideren temiz ve duru su hazneleri cesetler ile yığarak doldurulurdu. Vahşi bozkır merhameti bilmezdi ve ölüm çığlıklarına sağırdı.

Yedi gün ve gece dayanıyordu düşmanların baskısına kale şehri Sığanak. İnatçı direniş ile kudurmuş Moğollar tüm sakinlerini kestiler.

Evet, böyleydi… Bunu, o seferlere katılma ve yaşlılığa kadar yaşama kısmeti olan babam ile eski savaşçılar anlatıyordu.

Sartak bir daha Svyatoslav’a bir göz attı. Savaşçının yüzü ifadesiz idi, sadece dikkatli ve soğuk gözleri gür kaşlarının altından kötü niyetle bakıyordu.

Orada, Harezm harabesinde,Kara Böke adlı bir insanın yıldızının doğacağını ve Svyatoslav ile görüşmesinden sonra Orusut topraklarında batacağını kim tahmin edebilirdi? Gerçekten bu fani dünyada her şey olabilir ve her şey oluyor.

Tam orada, Harezm’de Kara Böke’nin yıldızı doğdu… O zaman sadece on sekiz yaşındaydı. Kısa boylu, sağlam yapılı diğer savaşçıların arasında birden hemen ayrılaştı. Ayrıca ne efsanevî kuvveti ile ne korkmazlığı ile değil, tehevvürü ve zalimliği ile ayrılaşırdı. Kızların ırzına ana babasının gözlerinin önünde zorla geçerdi ve biri arka çıkmaya ya da mani olmaya kalkışırsa itaatsıza çakal öfkesi ile saldırırdı. Özel, sadece Moğollara bilinen bir tekniği kullanarak Kara Böke boyun omurgalarını kırardı ve kurbanın boğazından oluk gibi fışkıran kanın altına avuçlarını koyup onu içerdi.

Zamanında Batu Han’ın ordusuna düştüğü oldu, onunla birlikte Orusut Knezliklerine giderdi, Almanlara karşı savaşlara katılırdı. Onun zalimliği hakkında Moğol savaşçıları bile yavaş sesle konuşurlardı. Batu Han Kara Böke’yi farkedip onu yüzbaşı olarak tayin etti.

Askerin Altın Orda’ya karşı olan özverili sadakatı Sartak’ın hoşuna gidiyordu. Kara Böke genç hanın gölgesi, sağ kolu oldu. Ve hanın vaftiz edilerek Hıristiyanlığı kabul ettiği zaman o da sahibi ile birlikte Hıristiyanlığı kabul etti. Ancak yeni din Kara Böke’yi değiştirmedi. Eskisi gibi katı yürekli ve hunhar idi.

Ama Kara Böke’nin bir davranışı Moğol Noyanları ile savaşçılarının tavırlarını görenleri bile silktirdi.

Bu olay, sayısız Moğol sürülerinin hayvanlarının körpe otların tadını öğrendiği, göllerin ve nehir kollarının üzerinden sıcak ülkelerden gelen kazların ve kuğuların altın ve gümüş trompetleri çalmaya başladığı bahar oldu. Kıtlık kışı geçirmiş Orusutlar ekime başladılar. Moğol savaşçılarının küçük bir müfrezesi Orusut köylerinden bahar vergi tahsilinden sonra Ordu’ ya dönüyordu.

Müfrezenin önünde siyah aygırın üstünde Kara Böke geliyordu. Üstünde siyah demirden pusat ve aynı miğfer vardı. Yıllar ile şişmanlamış Kara Böke uzaktan büyük siyah bir parçaya benzerdi. Müfrezenin ardından, Orusut köylerinde alınmış ya da zorla alınmış şeyler ile yüklenmiş ağır iki tekerlekli kağnılar yavaş sürünüyordu. Yükünün esası kürk hayvanı derileriydi. Kurt, tavşan, tilki, kunduz ve sincap postları balyalara özenle bağlanmıştı ve fena havadan örtünmüştü.

Yol tanıdıktı, korkulacak kimse yoktu, savaşçılar da rahatladı, ağır tilki tımaklarını çıkartıp başlarını sıcak bahar güneşine uzattılar.

Müfrezenin gölü dolandıktan sonra biraz yan ormanın kenarında küçük bir köy açıldı. Uzun keten bezinden gömleklerle Orusut erkekleri ile avratları karasabanlar için siyah tarlarlar üzerinden gittiklerini gözüküyordu. Manzara alışmış ve tanıdıktı.

Aniden Kara Böke atını durdurdu. Gölü kucaklayan sık kamışlıklarından çocuk bir grubu fırladı: yedi ile dokuz arasında yaşlardaki bir erkek ile birkaç kızdan oluşun bir gruptu. Üzerilerinde büyüklerin de giydiği beyaz gömlekler vardı. Neşeli hayhuy sessizliği bozdu. Çokcuklar eteklerinde bir şeyler taşıyordu: anlaşılan göl kıysında toplanmış kuş yumurtalarıydı.

Ama işte onların biri Moğol müfrezesini fark etti ve canhıraş acı bir çığlık kulaklara vurdu. Avlarını bırakıp çocuklar köye doğru koştular. En önde sık altın sarısı saçlı uzun bacaklı zayıf bir kız koşuyordu.

Kara Böke çocukların arkasından bel bel bakıyordu, sonra gözlerinde merak kıvılcımı tutuşuverdi. Topukları ile atını vurdu, eyer kaşına kapanıp peşlerinden koştu.

Kızcık son çabaları ile koşuyordu. Bazen dönüp bakardı ve kocaman mavi gözlerinde Kara Böke sadece dehşeti görüyordu. Kudurmuşcasına kızı saçlarından tutmaya çalışırken sırıtıyordu ama o sıyrılıyordu, kovalama da yeniden başlıyordu.

Sonunda güçleri kaçak kızını bıraktı. Bir kere düştü, ikincikere de. Kara Böke sonunda onu yakalayınca attan atlayıp onu sırt üstü çevirdi, kızcığın teni ihtilaç içinde titremeye başladı, kafasını geri etti ve aniden gevşedi, uzandı.

Çokcukların çığlığı tarlada çalışan erkekler duyunca gölün kıyısında bir felaket olduğunu anladılar.

Ellerine ne geçtiyse alıverip insanlar çocukların yardımına koştular. İlk gelen kızın babası Svyatoslav’dı. Kehanet dolu kalbi ona güç vermiş gibiydi. Ama artık çok geç olmuştu. Kara Böke’nin sadece arkasını görüp gene de onu tanıdı. Çok iyi tanırlardı bu civar Orusut köylerinde bu korkunç siyah adamı.

Konuşacak bir şey yoktu. Ağır bir sessizlik içinde ölü çocuğunun üzerinde duruyorlardı insanlar. Cinayet intikamı talep ediyordu. Çaresizlik insana neler yaptırmaz? Ağır avuçları yumruk haline geliyordu, gözleri de nefretten parlıyordu.

Svyatoslav üstünden gömleğini çıkartıp ona kızının bedenini sardı, ellerine aldı. Sonra kin dolu gözlerini toplanmış olanları gezdirdi:

- Gidin... Çalışın... Ben Batu Han kendisine gideceğim.

Kimse yolunu kapatmadı, onu tutmaya cesaret etmedi. Veda olarak ta bir şey söylemediler. Herkesin tek bir fikri tek bir isteği vardı ama onları gerçekleşme zamanı henüz gelmemişti.

Bilmiyordu Kara Bökekara işini yaptığı zaman büyük Batu Han’ın maiyeti ile üç gün önce yakın göllerden birine göçmen kuşları avına geldiğini.

Bütün gün gidiyordu savaşçı han karargâhına. Kocaman güneş sanki derdini bilerek dünyanın kenarına durup ormanları ve vadileri endişe verici kırmızı ışık ile doldurdu. Han karargâhının çadırları, Svyatoslav onları sonunda görünce bu ışıktan sanki üstüne kan sıçratılmış gibiydi.

Savaşçı sadece bir an için durdu. “Her gün ölmektense, acı ile düşündü o, hemen olsun bu daha iyi.” Svyatoslav, pantalonun kırmalarında saklanmış bıçağı el yordamıyla bulup, bir şey olursa hızlı çıkartmak için kalçaya daha yakın çekti ve ileri bir adım attı.

Han Nükerleri, Svyatoslav’ı sıkı bir çember içine alıp onu Batu’ya getirdiler.

Avından yeni dönmüş han çadırının yanında duruyordu.

Korku olmaksızın uzanmış kollarında çocuğun vücudunu tutarak yaklaştı ona Svyatoslav. Kuru, yeis ve acı dolu gözleri ile hanın yüzüne bakarak başına geleni anlattı. Batu Han’ın yüzü katılaşmış eli de hançere uzandı. Telengitlerine el işaretle Kara Böke’yi bulup getirmelerini emretti.

Nükerler çeviklikle çadırın önünde hanın seyyar tahtını koydular. Kara Böke’nin getirileceği beklentisi içinde Batu Altın Ordu’da konuk olan Tibet Laması büyük Karakurum Ögeday Han’ın şifacısı Sakiya’yi çağırmayı emretti. Ve çok yaşlı bir adam ona yaklaştığı zaman şunu rica etti:

- Orusutun bize getirdiği kızın neden öldüğünü öğren ve bize söyle.

İtaat göstererek Lama yerlere kadar eğildi.

Dört Telengit Kara Böke’yi mızrakların uçları ile itererek Han çadırına süre süre getirdiler.Moğol savaşçısı yan bakıyordu.Siyah yüzü tümden karardı ve sadece beyaz dişleri kindar ve yırtıcı bir şekilde kısılıyordu.

- Ellerini bileklerinden kıskıvrak bağlayın!, emretti Batu.

Nükerler, Kara Böke’yi yere devirip ve kollarını arkasına büküp bileklerinden sımsıkı sıkıştırıp ham deri kayışları ile bağladılar.

Çadırdan Sakiya Laması ve Svyatoslav çıktılar. Han tahtının etrafında insanlar toplandılar ve herkes yeni gelişmelerin bekletişiyle soluk almadan ya Batu’ya ya Orusutun tuttuğu kızın arkaya tılan kafasına bakıyorlardı.

- Peki kız neden öldü?, kaşlarını çatarak sertçe sordu han.

- Kalbi parçalanmış, ya büyük han.

Batu gözlerini diz çökmüş Kara Böke’ye çevirdi. Böylece han savaşçısını boşuna kırmış oluyordu. Onu, en sadıklardan birini bir Orusut kızının ölümü için rezil edip cezalandırmaya değer miydi?

Batu yine Lamaya doğru döndü:

- Demek Orusut, kızının üzerinden hakaret işlenmiş olduğunu iddia ederek yalan mı söylüyormuş?

Hanın kırpmayan gözleri daraldı, bakışı da yılan bakışına benzedi. İnsanlar dondu, başlarını indirdiler, sadece Svyatoslav öylece cesurca ve korkusuzca Batu’ya bakıyordu.

- Hayır. O doğruyu söylüyor, diye Lama sessizlikte düşürdü. – Taciz ölü bedeninin üzerinde edilmiştir…

Sağanak gibi yavaş bir soluk kalabalığın üzerinde gelip geçti. Moğol adetlerine göre Kara Böke’nin yaptığı büyük bir cürüm sayılırdı.

Kendisi hiç kimseye merhamet göstermeyen, yıkılmış düşmanların bedenlerinin üzerinde ziyafetleri düzenleyen ve kemiklerinin ağır tahtaların altında çatırdamasını ve kırılmasını kayıtsıca dinleyen Batu Han sarardı.

Bakışı Kara Böke’de dondu:

-      Büyük şıfacı Sakiya doğru mu diyor?

-      Evet, Kara Böke hırıldadı. Suratını korku yüzburuşturması bozdu. - Ama ben çocuğunun ruhuna eziyet etmiyordum ya büyük han! Ölü vücut için fark etmez ki...

Sartak’ın aklına iğrenti duygusunun o an bütün varlığını kapladığı geldi.

Babasının kardeşi Mengü’ya dönüp şunu sorduğunu hatırladı:

- Bu insan için nasıl bir ceza uygun görüyorsun?

Zalimliği ile meşhur Mengü cevabını geciktirip sonra şöyle söyledi:

- Bu Moğol savaşçısına gölge bırak bir cinayettir. Ama Kara Böke Orusutların feth edilmesi için çok şey yaptı ve onun için ceza yumuşatılabilir. Yüz kere kırbaçvurmak…

Batu Han küçük kardeşi Berke’ye baktı:

- Sen ne dersin?

- Müslüman inancına göre böyle bir insan ölümünden sonra sonsuza dek ateşte yanmalıdır zira çocuğun ölü bedeninin üzerinde taciz etti. Böyle bir cinayet affedilmemelidir. Bin vuruş olsun.

Batu, gözlerini toplanmış insanların yüzlerinin üzerinde gezdirdi. Tahtının etrafında duran Noyanlar ve savaşçılar insan ölümlerine alıştı, kan onları korkutmuyordu, kalpleri de başkaların ıstıraplarına acımayı bilmezdi. Ama Kara Böke’nin davranışı mubah ötesindeydi. Herkes her ne dinden olursa olsun, her hangi Tanrıya taparsa tapsın bunun bir suç olduğunu anlıyordu. Bundan dolayı insanların suratları asıktı.

- Sen ne isterdin?, ansızın Batu Svyatoslav’a soruverdi.

- Onu bana ver, Orusut hala hanın yüzünden gözlerini ayırmadan dedi.

Batu düşünceye daldı. Mengü haklı. Fethedilen halkın çocuğunun yüzünden Orda’ya ömür boyu sadakatle ve içtenlikle hizmet eden savaşçının canını almaya değer mi?.. Evet, korkunç bir davranışta suçludur. Belki Berke’nin tavsiye ettiği gibi mi yapsak, bin vuruş tayin etsek te mutluluk için ümit etsin? Tanrı onu koruyorsa Kara Böke hayatta kalır. Ama böyle bir kararı kalabalık adil görür mü? Yüzlerinden belli: savaşçılar idam hükmü bekliyorlar. Saftır ve budaladır halk. Milyonlarca masum insan yok edenebilir ama bir kere hakça davrandın mı herşey unutulacaktır ve affedilecektir. Adı Sayın Han aidl han olacak. Bir yüzbaşının hayatı yüzbinlik halkın fikrini değmez mi?

Batu doğruldu ve başını kaldırıp Svyatoslav’a doğru baktı.

- Senin dediğin olsun Orusut.

Kalabalık coştu.

- Şan olsun! Batu Han adaletli handır!

- Sayın Han!, diye bağırmaya başladılar.

Kara Böke, dizlerinin üzerinde Batu Han’a sürüne sürüne yaklaşmayı çalışarak ileri atıldı ama Telengitlerin keskin mızrakları ğöğşüne dayandı. Korku ve öfke içinde tahtın kaidesinde yalvarış sözcükleri haykırarak yuvarlanıyordu ama hanın bilgeliğine övğüyü tekrarlayan kalabalığın böğürtüsünden çığlıkları duyulmuyordu.

Svyatoslav kızın cesedini yere koyup Moğola doğru gitti. Muhafızlar, ona yol vererek önünden iki yana açıldı. Orusut Kara Böke’yi saçlarından tuttu ve elinde ince bıçak ağzı parıldadı. Moğol’un kocaman siyah kafası yere yuvarlandı…

Svyatoslav bıçağı saklayıp kızının bedenini kaldırdı ve kimseye bakmadan uzaklaştı. Savaşçılar kalabalığı saygıyla açıldı.

Batu Han, babasının küçük erkek kardeşinin oğlu baş veziri Sauk’a döndü.

- Durdur onu!, buyururcasına emretti. – Atı ve kızı için fidye ver.

Batu’nun damadı Tülin Bahadır Altın Orda’nın en cesur büyük kumandanlarından biri, hanın kararı ile memnun kalıp onay işareti olarak başını eğdi ve alçak sesle şöyle dedi:

- Sayın Han! Adaletli han…

Sözleri duyuldu ve savaşçılar kalabalığı yeniden bağırmaya başladı:

- Batu Han Sayın Han’dır!...

Kararlarında kesin, acımayı ve merhameti bilmeyen Batu orduda saygıyı korumak için adil insanmış gibi davranmayı bilirdi. Cesur Kara Böke’yi kaybetmek istemiyordu, ama ne yaparsın ki anlaşılan Tanrı’nınisteği budur.

- İyi hatırlıyor Sartak o olayı. Şimdi ise Svyatoslav’a bakarak zamanın bu insanın üzerinde hiçbir gücü yok olduğunu düşündü. On beş yıl geçti ama o eskisi gibi sağlam ve kuvvetli, sadece saçları ve sakalı sık bir aklık içinde. Demek Svyatoslav şimdi Aleksandr Knezinin ordusundadır madem sefaret ile geldi ise. Gittikçe daha çok Orusut fethedilmemiş Novgorod bayraklarının altında toplanıyorlar.

Şu an Svyatoslav’ı düşenerek Sartak Rus elçiliğini karşılayan kalabalıkta gölün kıyısındaki o uzak olayları onun gibi iyi hatırlayan daha birinin olduğunu bilmiyordu. O siyah Kara Böke’nin küçük erkek kardeşiydi. Sartak’ın sarayında bakaulun yani yiyecek ve içecek yöneticisinin görevlerini yerine getiriyordu. Her şeyi hatırlıyordu, o da Svyatoslav’ı tanıdı ama elmacık kemikleri çıkık bronz yüzünde hiçbir kası oynamadı sadece gözlerinde kötü kurt ışıltıları bir an için yanıp hemen söndü.

Onlar saraya girdiğinde Sartak şunu dedi:

- Saygıdeğer elçiler bugün iş konuşmayacağız. Büyük Altın Orda’nın hanının misafirlersiniz…

Orusutlar hanın isteği ile rızalarını göstererek eğilip selam söylediler.

Sartak sert somurtuk yüzlü kişiye doğru başını çevirdi.

- Baş vezirim karşı değil sanırım?

Adam baş işareti ile tasdik etti. O ta Batu Han’ın veziri görevlerini yerine getiren meşhur Sauk idi. Altmışını çoktan aştı ve bir zamanlar pürüzsüz yuvarlak yüzü buruşuklar içinde kaldı. Büyük Cengiz Han’ın torunlarından en büyüğüydü ve bu nedenle Altın Orda’nın işlerine özel bir etkisi vardı. Moğolların Orusut topraklarına seferi sırasında Sauk’un babası Kulkan ayrı bir orudusunun başındaydı. Tümenleri Kolomna şehrini zaptetti ama savaş sırasında Orusut okundan öldü.

Cengiz soyunun âdetine göre şehir ablukası sırasında soyundan biri öldüğü takdirde korkunç bir intikam alınmalıdır. Burada da âdetinden dönmediler. Bebeklerden tirit gibi ihtiyarlara kadar Kolomna’nın tüm sakinleri kılıçtan geçirilip öldürülmüştür.

Babasının intikamını almaya devam etme arzusu Sauk’un hal ve gidişi ile ömür boyu yönetiyordu. Batu’nun baş veziri olduktan beri Sauk Orusutları ile sadece kavisli Moğol kılıçlarının dili ile konuşmasının gerektiğini tekrar edip duruyordu. “Bahadırlar kavgalı olduğu sürece birleşmezler. Yağmala devlet hiçbir zaman sana dost olmaz. Dostluğu güç hissedildiği sürece ararlar. Sana karşı çıkmalarını istemiyorsan kuderitini daha fazla artır, zalim ve acımasız ol”, yorulmadan tekrarlıyordu Sauk.

Orusut misafirleri için genç kısrağı kestiler, şarap ve taze köpüren kımız dolu deri torbaları sabaları getirdiler. Tanınmış Kıpçak tayşısı Sulungut öykücü kendine dombıra çalarak eşlik ederek toplanmış insanlara büyük Cengiz Han’ın hayat hikâyesini anlattı.

Taycıgut soyundan insanların genç Cengiz Han’ı öldürmek istediği zaman onu kurtaran Torgan Şire hakkında gırtlaksı hırıltılı bir ses ile şarkı söylüyordu. Ayrıca sıradan bir Moğol, Temuçin’in, büyük Cengiz Han olup ona Moğol bozkırlarından Selenge Irmağı’na kadar uzanan Mekitlerin topraklarını hediye verdiğini ve örme zırh gömlek giymeye izin verip Tarhan ünvanı tayin ettiğini da anlattı <Cengiz Han’ın savaşçıları ne örme zırhları ne cebeleri giyerlerdi.> ne de başlığa kartal teleklerini takarlardı <Başlıktaki kartal telekleri iktidar işareti olarak kabul edilirdi>.

Dünya Sarsıtıcısının cömertliği büyüktü onun için Torgan Şire gelecekteki suçları için dokuz af bağışladı.

Hikâyeci dombıra tellerine vuruyordu gözleri de iham ve inanç ile ışıl ışıl parlıyordu. Orusut elçileri için anlatıyordu o Cengiz Han’ın, Sartak’ın dedesinin babasının hayatını, Dünya Sarsıtıcısının iyilik için iyilik ile ödemeyi nasıl bildiğini anlatıyordu.

Altay, Kuçir ve Seçey Beki Noyanları onun altın tahta çıktğı zaman ettiği yemini anlatarak tüm kabilelerin ve halkların Büyük Cengiz Han’a karşı itaatı ve sadakatı hakkında konuşuyordu hikâyeci:

- Düşmana karşı hareket edersek eğer

Sarayına senin için en güzel kızları getireceğiz

Füsunkârhatunları da getireceğiz,

Seçkin, boyunları ince olan Ahal Tekeleri,

Bozkırda en hızlı olanları getireceğiz.

Ava çıkarsak eğer o zaman bütün dünyayı dolaşıp

Senin için elde edeceğiz ve eyerine terkiye asacağız

En renkli hayvanları, siyah postlu samurları elde edeceğiz.

Yeminimizi bozarsak eğer

Bizi, nankör kölelerini

Sönmiş ateşin yanında bırak,

En sevdiğimiz eşlerimiz ve çocuklarımız ile ayır.

Şarkı söylemeyi bitirip hikâyeci zafer ve onur dolu gözlerini etrafa gezdirdi. Görünüşü ile Orusut elçilerine onlarca yıl önce yaşayan insanların da sadık olduğu gibi büyük Cengiz Han’ın toruna Sartak Han’a dürüst ve sadık olmaya tavsiye veriyormuş gibiydi.

Bunu tüm toplanmış olanlar anladılar.

Sauk hikâyecinin söylediği sözlerini içinden onayladıysa Svyatoslav ise daha fazla somurttu. Böyle birağırlamalarısevmezdi, han karargâhının havası kendisi dayanılmaz görünüyordu. Nefretini zor saklayarak Svyatoslav, kurt ve kastor kürkleri, tilki malahayları ile giyinik, yağdan parlayan yüzleri olan insanlarabakıyordu. Kibirli; mağrur bir biçimde davranıyorlardı kendilerini pahalı kürkleri giyinmiş, silahlar ile yüklü, altın ile süslenmiş Moğollar. Bunların hepsi şu anda borusuz sobalar ile ısıtılan külübelerinde açlıktan ölenlerden, perişan Rus toprağında gücünün üstünde olan boyunduruk altında inleyenlerden alınmıştı.

Yemek Svyatoslav’ın boğazından geçmiyordu, şaraptan ve kımızdan da sarhoş olmuyordu.

Halini sadece Sartak değil keskin gözlü Sauk ta fark etti. “Orusutlardan ne kadar nefret ediyorsam o kadar da onlar benden nefret ediyorlar, diye birdenbire anlaşılmaz bir endişe ile düşündü o. – Anlaşılan yollarımızın kesişireceği zamanı gelir…”

Orusutların gelmesi vesilesiyle verilen ziyafet sona eriyordu. Cengiz Han’ın sadık noyanlarının yeminine ne yanıt verdiğini okumak için dombrayı bir kez daha eline aldı Kıpçak hikâyecisi Sulungut:

- Düşmanın elinden aldığınız avı

Bana getirmeyin size kalsın.

Avda elde edilen samurları ve kurtları

Bana vermeyin. Siz alın.

Gece yarısı oldu. Torgutlar denilen gündüz koruyan muhafızlar,Koptegullar denilen han ailesinin huzurunu gece vaktinde gözetleyen savaşçılarına yerini bıraktı. Güneşin ilk ışınlarına kadar hiçbir canlı saraya yaklaşamayı cüret edemezdi. Keşikten denilen muhafız birliği mensubunun kılıcı ve oku Altın Orda hükümdarının iradesine uymamaya cesaret eden herkesin canını alırdı.

Cengiz Han’ın vefat ettiğinden beri kırk yıl geçti ama torunları eskisi gibi göstermelik bir biçimde nasihatlarına uyuyordu.

Sarayın korunması ve düzenin sürdürülmesi için Orda’da keşiktenlerden yani nöbetçilerden özel bir tümen oluşturulmuştu. Cengiz Han şöyle öğretiyordu: “Önceden emrimizde sekiz yüz Koptegul ve yedi yüz Torgut vardı. Keşiktenlerin tümeni eğitmeyi emrettik. Noyanın ve binbaşının oğlu, yüzbaşının ve ırgat başının oğlu ve halktan olan herhangi sıradan bir savaşçı nöbetçi olabilirdi. Bunun için askerlik sanatını iyi bilmelidir ve yüzü alımlı olmalıdır. Binbaşının oğlu yanında on arkadaşını ile küçük erkek kardeşini, yüzbaşının oğlu ise beş arkadaşını ile erkek kardeşini, üstbaşının oğlu veya sıradan bir insan da üçer arkadaşını ile erkek kardeşlerini getirmeli. Keşikten olmayı isteyen herkes önceki görevinde at veya silahı almalı. Savaşçıların keşiktenlere katılmayı kimsenin engelleme hakkı yoktur.”

Cengiz Han’ın nöbetçisiolan herkes üzerine büyük yükümlükler alırdı ama büyük ayrıcalıklar da ona verilirdi. Dünya Sarsıtıcısı şöyle öğretiyordu:

“Kimsenin Keşiktenden daha üstünde oturma hakkı yoktur. Kimsenin yanından geçerken adını söylememe hakkı yoktur. Keşikten tarafından muhafa edilen eve ya da çadıra girmeye ondan izin almadan kimse cüret edemez. Yanından geçerken onunla herhangi bir şey hakkında konuşmak yasaktır. Nöbetçiye, koruduğu yerin kişi sayısını sormak yasaktır. Keşiktenin izni olmadan gezen kişi tarafından tutuklanabilir hatta itaatsizlik ettiği takdirde öldürülebilir. Sıradan noyanlar ve yüzbaşılar er nöbetçisinden önemlice bir mesafede oturmalı.”

Cengiz Han’ın Ordasının dayanağı daima orduydu, içinde en iyisi ve en sadıkları ise Keşiktenlerdi. Onlar hana dış ve iç düşmanları ile mücadelede güvenli bir cop olarak hizmet ediyordu.

Cengiz Han: “Benden sonra tahta çıkacak torunlarım ve torunlarının torunları bana altın heykeli kurmak istiyorlarsa Keşiktenleri kendi gözlerini gibi korusunlar zira onlar her zaman kendi hayatından daha çok beni koruyorlardı”, diyordu.

Batu’nun Altın Orda hanı olduğu zaman büyük dedesi vasiyet ettiği gibi davrandı. Sadık muhafızlar tahtı kuşattılar. Yalnız Keşiktenler değil Telengitler olarak adlandırılırdı.

Uzun yolda ve şerefine Sartak tarafından düzenlendiği ziyafetten yorgun düşmüş Orusut elçileri odalarına geçirildi. Danil kalacak odanın kapısında sıyırılmış kılıç ile Telengit durdu. Boyar soyundu ve kocaman kaplan postunda yapılmış yatağa girmek üzereyken kapı açıldı ve elinde meşale ile Sartak’ın müsteşarı Koyak Rumey girdi. Alev yansımaları oda duvarlarını kaplayan halılara oynaşmaya başladılar ve onların karmaşık desenleri ha renkler ile dolarak ha sönükleşerek esrarlı bir ışık ile oynamaya başladılar.

Rumey hiç konuşmadan eğilip selam verdi.

Danil kollayarak girene bakıyordu, Koyak’ın ne söylediğini bekliyordu.

- Şimdi büyük hanın emri ile sizin için bir kızı getirirler.

Boyar şaşkınlıkla kafasını kaldırdı.

- Kız mı?

- Eski Moğol âdetine göre saygıdeğer bir misafir geldiyse her zaman öyle yaparlar…

- Ama Hıristiyan inancı yasaklıyor bunu. Büyük han Sartak Hıristiyan değil mi?

Rumey’in ince dudaklarına hafif bir tebessüm dokundu ama yüzünü hemen gölgede sakladı.

- Hayır, diye konuştu. - Han Moğol’dur…

Sartak Hıristiyanlığı kabul edip eskisi gibi Moğol adetlerine uymaya devam ettiği nereden bilsin ki boyar? Altın Orda’nın yeni hanının içinde her türlü şey karışıkmış. Şahsında hem Cengiz Han’ın payen vasiyetlerine derin bir sadıklık hem Hıristiyanlığın kurallarının ile dogmalarının iyi bilgisi birleştirmişti. İşlerinde ve davranışlarında her zaman onlara göre hareket ederdi...

Danil, Koyak’a han hakkında daha ayrıntılı olarak sorup soruşturmak istiyordu ama Rumey artık kayboldu ve arkasından kapanmış kapı yavaşça çarptı.

Çok geçmeden kocaman boydan bir Telengit içeriye ipek gibi sevecen ve çiçek gibi güzel yaklaşık on iki veya on üç yaşındaki bir kızı itti.

Ta Cengiz Han ile kurduğu düzenine göre saray muhafızları sadece askerlik hizmetini taşımıyordu. Telengitlerin görevi Orda’da çeşitli törenlerin düzenlenmesini, hatta han karargâhını gıda malzemeleri ile sağlamasını da kapsıyordu. Han akrabaları dışından saraya bağlı olan erkeklerin ve kadınların kaderi onların elindeydi. Tam bu yüzden Sartak’tan emri aldıktan sonra muhafızların amiri han mutfağında çalışan dul kadının tek bir kızını kendi takdirine göre kullandı.

Kızı itip Telengit elini göğsüne basıp konuşmadan boyara eğildi ve kapının arkasında kayboldu.

Kız inanılmaz güzeldi. Bahar ot çöpü gibi ince, beyaz yüzlü, deve yavrusundaki gibi kocaman gözleri, gece gibi kara saç örgüleri vardı. Yaş dolu gözleri korku ile boyara bakıyordu.

Danil sessizce ona yaklaşıp elini sırtına koydu. Kızın zayıf teni titremeye başladı. Yüzünü elleri ile kapatıp gürültüyle ağlamaya başladı.

Kızı şefkatle iterek boyar onu kapıya yaklaştırdı.

- Korkma. Sana dokunmayacağım, diye zorlukla Kıpçak sözlerini seçerek konuştu o.

Fakat kız görünüşe göre onu duymadı. O hala hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu.

Danil kapıyı açıp Telengite şöyle dedi:

- Geri dönsün. Kadın istemiyorum.

Ertesi gün Sartak Han müzakere etmedi. Orusut elçilerine hızlı rahvan atını, zağar sürüsünü göstermek ve isabetli okçu savaşları ile övünmek istiyordu. Bu yüzden ava girişti.

Orusutlar şafak sökerken kaldırıldı. Bu sene kış sert karlı çıktı ve han sürülerinin yanına Kıpçak bozkırının tümünden kurt sürüleri toplanmış gibi görünüyordu.

Sürülerin korunması için özel olarak ayırılmış savaşçılar yırtıcı hayvanlara hiçbir şey yapamazdı. Kar atların toynaklarının altında çöküyordu, kurtların da kovalamadan kaçmak için zamanı vardı. Sadece pek hızlı ve çevik zağar köpekleri ve mahir okçular boz rengi haydutlar ile başa çıkmaya yardım edebilirlerdi.

Akşam geç döndüler Orda’ya yorgun avcılar. Şansları yaver gidiyor: av büyüktü. Müzakerelerin sabah başlayacağına dair han ile anlaşıp Orusut elçileri kendilerine ayrılmış odalarına çekildiler.

Danil yatağa girer girmez dünkü Telengit gene odasına deve yavrusu gözlü kızı getirdi.

Dünkü gibi ağlamıyordu sadece endişe ile ve ürkek ürkek kapıya dönüp bakıyordu. Boyar şunu anladı: kız bir şey söylemek istiyor. El işaretleri ile onu kendine çağırdı.

Orusutun karşısında korkusunu aşarak kız ayak uçlarına basarak ona yaklaştı, tam yüzüne doğru eğilip ve sıcaklıkla şöyle fısıldadı:

- Yarın sana servis edileceği raşıyayı yani şarabı içme.

Danil sadece “raşıya yani şarap” anladı. Genellikle Moğol hanlarının içtiği şarabın adı olduğunu biliyordu. Kalp aniden şöyle fısıldadı: kız onu uyarıyor. Boyar kötü bir önseziden donakaldı.

- Ne dedin? Tekrar eder misin?..

Kız Orusutun dilini anlamadığına şaşırdı. Gözleri yeisten karardı ama aniden içinde bir kıvılcım tutuşuverdi ve sözlerine el işaretleri ile eşlik ederek tekrar fısıldamaya başladı:

- Yarın şarap ile yani raşıya ile ikram edileceksin, diye kız boyarın göğsüne parmak attı. - Ama sen içme. – Başını sallamaya başladı ve tası kendinden nasıl ittiğini gösterdi. – İçersen eğer…, diye kız birleşmiş avuçlarını içeceği içer gibi ağzına yaklaştırdı. – Ölürsün! Canını verirsin…, diye kız ölen insanı tasvir etti.

Danil anladı.

- Şarap yani raşıya.., diye kızın endişeli yüzüne büyük bir dikkatle bakarak tekrarlıyordu.

- Evet! Evet!

Boyar minnet ile gülümsedi.

- Teşekkür ederim…, ve saçlarını okşadı. – Şimdi git.., Danil kapıyı gösterdi.

Kız çeviklikle ve sessizce çıkışa doğru fırladı.

İnsanların hatta tüm ulusların hayatlarında gözle görülür bir yer her zaman şaraba ayrılıyordu. Tarih, devletin, uyrukluları şaraba fazla düşkün olduğu için küllere döndüğü ve sonsuza kadar yeryüzünden kaybolduğu birçok örnek bilir. Kudretli ülkeler kendinden daha kuvvetsiz olan komşularının topraklarını zaptederek silah ile yapılan şiddet ile birlikte her zamanki zulümden başka şarabı da getirirlerdi. İşgalciler istediğini silah ile alamayıp insanları kendilerine din, gelenekler ile ve gene de şarap ile itaat altına alıyorlardı. Devlet yapısı oluşmamış uluslar için şarap dehşetli bir felaketti. Bunu Cengiz Han iyi anlıyordu. Şunu biliyordu: düşmanı yenmek için demir bir disipline sahip olmak yeterli değildi. Bunun dışında, çokuluslu Ordası’nın savaşçılarının aklını ve duygularını ısıtacak ve dumanlacak başka bir güç olmalıdır. Bu nedenle Dünya Sarsıtıcısı talan etmeye, kadınların ırzına geçmeye ve sürekli içmeye izin veriyordu. Kendisi de şarabı severdi ve onu kullanarak çoğu zaman sınır bilmezdi. Bir keresinde karargâhtabirkaç gün süren sarhoş bir sefahat, az kaldı hanın ölümü ile bitecekti, o zaman onun müsteşarı Şıgi Hutug acı ile şöyle dedi:

- Ya büyük han, dünyada senden üstün gücünün olduğunu önceden bilmiyordum…

Müsteşarın sözleri ile incitilmiş Cengiz Han başından boriki çıkartıp onu tahta koydu ve karşısında alçaktan eğildi.

- Benden üstün sadece şapkamdır, diye kibirle söyledi o.

- Hayır, diye itiraz etti Şıgi Hutug, senden üstün şaraptır.

Belki bu konuşma belki de sonraki olaylar birdenbire değiştirdi Cengiz han’ın yaşam tarzını. Şaraba karşı ölçülü oldu ve aksine yapanları gaddarca cezalandırıyordu.

Ögeday’ın ile Çağatay’ın Muhammed Harezmşah’ı yenişinden sonra ordusu neredeyse öldürülüyordu. Harezm’in başkentini zaptedip ve saray şarap mahzenlerini bulup Moğol savaşçıları sarhoşluğa kapıldı. Cengiz Han’ın oğulları, noyanları, erler bir hafta, iki hafta bilinçlerini kaybedene kadar içiyorlardı. Yüzlerce şaraptan sersemleşmiş Moğollar Harezm’in hayatta kalan sakinleri tarafından katledilirdi.

Bunu öğrenince Cengiz Han öfke topuklarına çıktı. Harezm’e, öğütülmüş kükürt ve pamuktan oluşan Çin tozunun <Çin barutu.> aracığıyla şahın şarap bodrumlarını patlatan özel bir müfreze gönderdi.

Böylece Moğol ordusu kurtarılmıştı.

Tarihçiler, Cengiz Han’ın, oğulları bütün avı kendine benimsediği için gazaba geldiğini iddia ediyorlar. Ama anlaşılan mesela sadece bundan ibaret değildir. Dünya Sarsıtıcısını, çocukları ayyaşlığa kapılıp harezmşahın bozguna uğratılmış ordusuna yetişip tamamen yok etmeyi beceremediği korkuttu.

Tam bu olaydan sonra sözlerini yazmayı emretti:

“Sarhoş insan sağır ve kördür, aklı ve telâkkisi yoktur. Bilgilerinin ve yeteneğinin bir değeri yoktur. Rezaletten başka bir şeye ulaşmaz. Sarhoşluğa yatkın olan hükümdar büyük amelleri yapamaz. Şaraptan sersemlemiş ordu komutanı savaşçıları yönetmezler. Sarhoş Noyan oku nereye yolladığını ve hedefe isabet edip etmediğini anlamaz.

İçmemek mümkün değilse o zaman en fazla ayda üç kere keyfini çıkartmak gerekiyordur. Bir kere içmek iyidir. Daha iyisi hiç içmemektir. Ama içmeyenler zor rastlanır…”

Dünya Sarsıtıcısının gelecek kuşakları elinden geldiğince görevlerini yerine getirmeye çalışıyorlardı ama fethedilen ve bağlı devletlerin uluslarına içmeye yasaklamıyorlardı. Aksine zihinlerini ve duygularını dumanlamak için şarabın tükenmesini her türlü teşvik ederlerdi.

Güyük Han zamanlarında şöyle bir vaka yer aldı. Han İmam Nüreddin Harezmî’ye şunu sordu:

- Şarap yorgun düşmüş olana yorgunluğunu almaya yardım eder, mutsuzun acısını azaltır, ruh halini ve moralini yükseltir. Temiz darı ile buğday ve tatlı üzüm tanelerinden hazırlanır. Eğer Muhammed peygamber gerçekten insanları seviyorsa ve mutluluğunu düşünüyorsa o zaman izleyicilerine neden içmeyi yasaklanıyor?

Nüreddin Harezmî ise şöyle yanıttı:

- Çok zaman önce uzun yoldan yorgun düşmüş sahib peygamberinin izleyicilerinden biri istirahat için yalnız bir kadından kalmaya karar verdi. Genç dul onu eve sokmadı. O şöyle dedi: “Eğer bende gecelemek istiyorsan üç şarttan birini yap. Ya benim koynuna gir ya beş yaşındaki oğlumu öldür ya da bir bardak üzüm şarabı iç.”

Peygamberin takipçisi şöyle düşündü: “Kadın ile yatarsam günaha girmiş, masum çocuğu öldürsem cinayet işlemiş olurum. En iyisi ben bir bardak şarap içeyim ve bundan hayatta zevk alırım ve sevinç gelir.”

Kadına son şartını yerine getirmeye söz verdi. Kadın onu eve aldı. Fakat peygamberin takipçisi şarap içip sarhoş olunca kadının yatağına girdi ve çocuğunu öldürdü. Ne yapmaz ki sarhoş?

O zamandan beri Muhammed insanları severek Müslümanlara şarap içmeyi yasaklandı.

İşte bu şekildeydi.

 

 

***

 

Ertesi sabah Orda’da Orusutelçileri ile müzakereler başlanmıştır. Novgorod Knezliği’nin zor vaziyetini hesaba katarak Sartak Han iki yıl boyunca Orusutlardan şuleni <Şulen, hayvan sayısı vergisidir.>, yamanı <Yaman, kişi ve hayvan sayısına göre alınan su vergisidir.> ve undanı <Undan, faytoncu geçindirme vergisidir.>, yanı sıra avarizi yani hasat vergisini almamayı kabul etti. Vergilerden, Aleksandr Nevski Knezi’ni destekleyen diğer knezler de muaf tutuluyordu.

Almanlar Novgorod’a doğru hareket ettiği takdirde Altın Orda’nın Knezine yardım edip etmeyeceğine dair Sartak kesin olarak bir şey söylemedi.

Bunun belli nedenleri vardı. Cengiz soyunun büyükleri olumsuz olarak bakıyordu Orusutlar ile olan ilişkilerine. Hem Nogay’dan hem Sauk’tan hem Bahadır’dan hem Mengü’den hem Temür’den sakınmak zorundaydı. Onlar, Orda’nın daha dün düşmanı olanlara yardım etmemek gerektiğini düşünüyorlardı.

Orusutlara yardım konusunda nihai karar ile acele edilmeyebilirdi. Alman şövalyeleri Novgorod’a doğru harekete geçerlerse o zaman Orusut Knezleri ile birleşme gerekliliğinde mutabık olmayanları daha kolay ikna edilebilirler. Novgorodluları fethedip Almanlar Altın Orda ile yüz yüze gelebilirler, bu düşman da güçlüdür ve çıkarları şüphesiz Moğolların menfaatleri ile karşı karşıya gelecek. Bu kanıtı Sartak Han gelecek için muhalifleri ile mücadele durumunda alıkoymaya karar verdi.

Orda’nın yarınını düşünmek zorunda kalıyordu. Hanlık hala kuvvetli ve sağlam gözüküyordu ama Kafkasya ve Azerbaycan artık ondan ayrıldı ve bu toprakları Cengiz Han’ın diğer evladı Hülagû yönetiyordu. Sartak Kırım’ı ve Horasan’ı ele geçirmek isteyenlerin çok olduğunu biliyordu. Ne olacak, beş, on ya da yirmi yıl sonra durumlar nasıl gelişecek? Altın Orda Orusut Kuzey Knezlikleri ile irtifağı reddetmemelidir. İç düşmanlar ile mücadele için onların yardımı gerekli olabilecek.

Orusutlar ile müzakereler sırasında Sartak, onun Novgorod ile irtifağa karşı olan sadece Sauk ve Bahadır değildir. Svyatoslav da bunu sevmiyordu ama eski savaşçı kendini ele vermemek için her şey yapıyordu. Onu anlamak zor değildi. Moğolların memleketine nasıl korkunç bir yıkımı getirdiği gören bir insan onlar ile birliği arabilir miydi? Sadece büyük bir zaruret Orusutları buna tahrik ediyordu: sınırda Alman şövalyeleri duruyorlardı ve kötünün iyisini seçmek gerekiyordu.

Sadık insanlardan Sartak Han Svyatoslav’ın Novgorod’da basit millet tarafından büyük saygı gördüğünü ve Aleksandr Knezine etkisi olduğunu biliyordu.

Bu Sartak’ı tedirgin ediyordu.

Büyük Cengiz Han şöyle öğretirdi: “Düşmanın yarın dostun, dostunun ise düşmanın olacağına dair bir kuşkun varsa dostun dost, düşmanın düşman olduğu sürece onlardan vazgeç.”

Bilgece bir fikirdir. Fakat ata tüm fethdilmiş memleketlerin tek hükümdarıydı ve bugün her anda boğazı kesmeye ya da bardağın içine zehir dökmeye hazır olan yakınlarından korkmak zorunda kalmıyordu.

Müzakerelerden sonra yola çıkan elçilerin şerefine ziyafet düzenlenmiştir. Sarayın odalarında alçak dairesel masalar konuldu, üstünde Altın Orda’nın övünebileceği her şey ile dizinmiştir. Tahta tabaklarında et yığınları duman veriyorlardı, kepçelerde kımız ile torosun yani Moğol şarabı köpürtürlerdi, gümüş taslarında şarap ve raşıya servis edildi.

Şeref yerinde hanın sağında baş müşaviri Sauk, solunda ise Danil boyarı oturuyordu.

Ta Cengiz Han ile kurduğu geleneğe göre saray bakaulu Sartak’a yaklaşıp ona getirilmiş tabaktan bir et lokmasının tadına baktı sonra ise tasından bir yudum şarap içti. Hanın, yemeğinin ve içeceğinin zehirli olmadığından emin olması gerekiyordu.

Sartak ilk altın kadehini kaldırıp sonuna kadar içti. Aynı şeyi maiyeti de yaptı. Sadece Orusut elçileri kadehlerinden yudumlamayıp onları masaya koydular.

Han şaşırdı. Daha dün Orusutlar zevk ile şarap içiyorlardı, çok içiyorlardı ve sarhoş olmuyorlardı, bugün ise... Neden sakınıyorlar? Ya da bakaul sadece onun bardağından olan şarabı tattığı için mi içmiyorlar? Fakat aynı şey de önceki günler de oldu… Demek bir sebebi vardır. Misafirlerin sahibe güvendiği kötüdür.

- Ne oldu?, somurtup sordu Sartak. – Misafirler neden şarabımızın tadına bakmak istemediler?

Han Danil boyarına bakıyordu. O yanıtı yetiştiremedi. Svyatoslav kadehini yavaşça kaldırıp ve dikkatli bir şekilde şarabı dökmemek için onu Sauk’un karşısında koydu.

Moğol savaşçılarının âdetine göre buzu torosunu içmeyi tercih eden vezir Orusut savaşçısının ne istediğini anladı. O acele etmeden kadehi aldı.

Sartak’ın aklından Orusutun doğru hesaplamış olduğu bir fikir geçti. Şarap zehirli ise eğer bunu pekâlâ Sauk yapabilirdi. Vezir Novgorodlulara sevimsizliğini saklamıyordu.

Ama Sauk yüzü ile oyanamadan kadehini kaldırdı.

- Gençliğimden beri Moğol içeceği torosuna alıştırıldım, Kıpçak şarabını hiçbir zaman sevmiyordum, dedi. – Ama misafir böyle istiyorsa…,diyerek vezir kadehi dudaklarına yaklaştırdı.

Han aniden hızlıca elini uzattı.

- Bekleyin… Raşıyayı kullanmadığınızı biliyoruz… - Sartak’ın gözleri toplananların yüzlerinin üzerinde dört dönmeye başladı. Hayır, anlaşılan Sauk’un bir suçu yok kadehi bu kadar cesurca aldıysa eğer… Şarabın masadan tamamen kaldırılmasını emredilebilirdi ama o zehirli değilse bile Novrogolulara kuşkularından hatalı olmadıklarını ve şarabın zehirli olduğunu düşünmek için neden olurdu. Hainlikteen önemli şüphehana düşer.

Eğer Sartak, o an bakaulunun yüzünü görseydi her şeyi anlardı. Kardan beyaz dondu o arkasında.

Hanın gözleri girişin bekçisi olan Telengitte durdu. Onu eli işareti vererek çağırdı.

- Gel buraya. İç, Sartak gözleri ile kadehe işaret etti.

Ürkmüş, han ellerinden lütfu kabul ettiği için mutlu savaşçı kadehi özenle iki eli ile alıp ona yapıştı.

Orda’da hiç kimse hanın emrine aykırı davranmaya cüret edemezdi ama Telengit aniden içmekten vazgeçti. Yüzü şaşkın ifadeyi aldı.

- Büyük han, dedi. – Müsade edin ki daha fazla içmeyim, ben Müslümanım ve…, diye Telengit sözünü bitiremedi. Yüzünü acı bir yüzburuşturma çarptı, kadeh titremeye başlamış ellerinden düştü, o da beceriksizce bir yana düştü, yere yıkıldı.

Çınlayan bir sessizlik han odalarını kapladı. Yüzlerce göz şimdi Sartak’ın nasıl davranacağını ve ne söyleceğini bekleyerek ona bakıyordu. Hanın burun kanatları titriyordu, gözleri daraldı, eli titremeyi gizlemek için hançere uzadı.

Sartak bir tek kelime söylemedi. Masanın başından kesinlikle kalkıp salondan çıktı. Han, birinin Novgorodlular ile arasını açmak istediğini anladı. Anlaşılan çok yıl önce Turokin Hatun Güyük Han’ın annesinin Karakurum’da Aleksandr’ın babası Yaroslav Knezini yolladığını unutmamış tek o değildi. Tam o zaman Güyük’ten hem Aleksandr hem ağabeyi Andrey yüz çevirip ve Batu Han’a geldiler.

Biri bunlarınn hepsini hatırlıyordu ve bir keresinde yer almış olayı tekrarlamak istiyordu. Ama kim?

Han emriyle saray muhafızlarının tümü, şarap içeren kaplara şöyle ya da böyle erişime sahip olabilen herkes kontrol edilmişti. Arayışlar boşunaydı. Saray bakaulunun şaraba kuçelaba diye zehirli çiçeğin suyunu döktüğünü görmüş Kunduz isimli bir kız ile annesi hayatları için endişe ederek susuyorlardı.

Şarabı kimin zehirlediği ve Orusutları bunun hakkında kimin uyardığı iki soru Sartak’a eziyet ediyordu. Demek ki Orda’da birlik yoktur, sarayda bile her anda ölümünü isteyecek olanlar vardır. “Olayda Sartak’ın parmağı mı var yoksa? Orusutları sevmiyor ama neredeyse bana zarar etmek mi istiyor? Eğer şarabın zehirli olduğunu bilseydi Sauk onu içmeye göze almazdı. Vezir tilki gibi kurnazdır ve onun için felakete sürükleyici kadehten vazgeçmek için bir oyunu bulurdu, bir bahane uydururdu…”

Şarabı tatmış genç Telengit bir gün ile bir gece baygın yattı. Saray hekimi ağzın içine bitkisel karışımları ve sütü dökerek şöyle konuştu: “Talihi varmış ki bu kadar az içti. Sonu yakındı.” Demek ki bir yerlerde kindar ve sinsi bir düşman vardır. Burada ise Orda’da gerektiği zaman isteğini gerçekleştirecek insan gizlenip vaktini bekliyor. Altın Orda tahtına çıkacak olanın her zaman düşmanları vardı. Güçlü, zengindir Orda ve kıskanç kişi için lezzetli lokmadır.

Sartak uzun uzun düşündü ve yerine geçmek için ümit edebilecek tek kişi Berke Han’ın olduğuna karar verdi. Belki komplo ipi ona doğru uzanıyordur. Ama Orda’da onun adamları yokmuş gibi, bir zamanlar ondan kaçmış bakaul hariç ama o Berke’den nefret ediyor üstellik sarayda yaşadığı yıllar boyunca, birçok kez hanı zehirlemek için fırsatı vardı.

Kuşkulandıran Berke’nin de çoktan Aleksandr Knezi ile iyi ilişkileri sürdürmesiydi.

 

 

***

 

Baharın gelmesi ile Sartak Han maiyeti ile birlikte Saray şehrini terk etti ve Cayla’yadoğru göç etti. Toprağın biraz kuruduğu ve Sartak’ın ırmağın kıyılarına döndüğü zaman büyük Mengü Han’ı getirmek ve ondan Altın Orda’nın işleri ile ilgili tavsiye sormak için Karakurum’a gitti.

Pek eskidenberi âdet olduğu gibi büyük Cengiz Han’ın torunları ile yönetilen ulusları geçerken karargâhlarını ziyaret edilirdi. Görmek istemediği tek Berke idi. Hanın gönlünde düşmanlığın yerini babasının erkek kardeşine nefret aldı, kuşkular ise kesin oldu.

Sartak’ın malikânesinin yanından geçtiğini öğrenince gazaba gelmiş Berke yüz nüker ile birlikte Altın Orda’nın hanı kervanına Yayık Nehri üzerinden geçidinde yetişti.

- Cuci’den sonraki kuşaklarından Orda’da ben en büyüğüm!, öfkesini zor gizleyerek söyledi. – Neden beni başkaların karşısında rezil ediyorsun ki, neden Karakurum’da büyük Mengü Han ile neyi konuşacağına dair benimle danışmak için bana uğramadın?

Sartak gözlerini Berke’ye dikti.

- Gerçekten Cuci’nin soyundan kişililerin arasında siz en büyüksünüz… Ama siz Müslümansınız ben ise Hıristiyanım… Sizin gibi bir Müslümanın yüzüne bakmak büyük bir günah olurdu…

- Öyle mi!, Berke nefretten irkildi. – O zaman elveda!

Semaya işaret parmağını kaldırdı ve üzerinde iri bir pırlanta olan yüzük çarpıcı bir biçimde parıldayıverdi. Sartak’ın bakaulu korku içinde gözlerini avuçları ile kapattı.

- Elveda!, diye Berke tehtid ile tekrarlayıp Nükerin ona yaklaştırdığı rahvan ata bindi.

Sartak cevap vermedi. Berke’nin müfrezesi titreyen bozkır serabında ortadan kaybolana dek uzun uzun arkasından bakıyordu.

Aynı gün han kervanı ile ona eşlik eden bin cesur Telengiti Yayık Nehri’nin üzerinden geçtiler, Sartak ta atını İrtiş Bozkırlarına doğru yöneltti.

İki gün sonra onlar Irgız kıyılarına ulaştı ve bir gün kalmaya karar verdiler. Sartak fenalaştı, kanlı ishali başladı. Han yanında hekimi almadığı için pişman oldu. Her geçen saat daha da kötü oluyordu. İki gün sonra ayılmadan Altın Orda hanı Hıristiyan Sartak vefat etti.

Sartak ile görüşmesinden sonra karargâhına dönmüş Berke Han’ın burnundan düşen bin parça idi. Attan inip Nükere dizgini atıp çadırına girip altın ve değerli taşlar ile bezenmiş kayışını çözdü kader ifadesi olarak onu boynuna atıp şöyle bağırdı:

- Ya! Allah! Muhammed peygamberin dini adilse o zaman öfken ve intikamın onu lekeleyen vefasız Sartak’ın başına gelsin!..

Han uzun uzun ve karargâhın yakınlarında olan insanlara duyulduğu bir biçimde yüksek sesle beddua ediyordu.

Allah isteğini gerçekleşmeye acele etmiyormuş gibi görünüyordu. Bir gün geçti, bir gün daha ve bir gün daha… İşte şafak vakti elinde siyah sancağı ile karargâhın üzerinden ulak geçti. Şöyle bağrıyordu:

- Millet! Altın Orda hanı Sartak vefat etti! Vay halimize!..

Berke’nin ağlayıp sızlamaları duyan Müslümanlar aralarındna şöyle konuşurlardı:

- Şahımız,Hakk’ın gerçek takipçisidir. Allah onu duyup Sartak’ı cezalandırdı. İntikam oldu!

Berke bundan sonra Altın Orda tahtına çıkacak zamanının geldiğinde kesinlikle emindi ama büyük Karakurum hanı Mengü onu yeniden geçip han olarak Batu’nun küçük oğlunu Ulakçı’yı tayin etti.

Yarım sene bile geçmedi ki genç han ziyafetlerden birinde zehirli şarabı içtikten sonra vefat etti.

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Sartak Han’ın eski bakaulu Sarı Böke İtil’in dik kıyısında duruyordu. Aşağıda derinde yüce ve sakin nehir yuvarlıyordu, dalgalarını tıkız burulmuş bez parçaları halinedürüyuordu. Mavi gökyüzünün altında gözün alabildiği kadar parlak renkler ile bozkır yayılıyordu. Serin rüzgârdan yüksek Sorguç otları yere eğiliyordu. Siyah şimşekler gibi pek hızlı kırlangıçlar ya semanın dipsiz maviliğine yükseliyor ya ta suya kadar düşüyorlardı. Sarı Böke büyük İtil’in dalgalarına gözü ayırmadan bakıyordu. Gönlü büyük bir sevinç duyuyordu ama Moğolun hareketsiz endamına bakarken o anda içinde nasıl bir duygular fırtınası kudurduğunu kimse tahmin edemezdi.

Bir hafta önce en soylu ve saygıdeğer insanlar Berke’yi beyaz koşmada kaldırdılar, o Altın Orda hanı oldu. Eski aziz hayali gerçekleşti.

Yeni han Sarı Böke’ye hemen adamı gönderdi. Bakaula gelen Telengit saygıyla şöyle fısıldadı:

“Büyük Han, erkek kardeşi Batu’nun bir zamanlar öfkesinin en kızışık anında Altın Orda’nın yiğit ve sadık savaşçısını bahadırı Kara Böke’yi cezalandırmayı emrettiğini söyledi. Ruhunu sakinleştirme zamanı geldi ve bunu için merhametimiz ölenin küçük erkek kardeşi tek erkek kardeşi Sarı Böke’ye yönelsin. Telengitin gözleri haset ile yandığını düşünüyorum, han seni aymak yöneticisi yapar ya da binbaşı olarak tayin eder.”

Sarı Böke’nin ince dudakları anılardan gülümsemede yayıldı, çekik gözleri küçücük yarıklara dönüştü, yırtıcı bir şekilde dişlerini gösterdi ve yavaş çatlak sesle gülmeye başladı.

…Batu Kara Böke’yi Orusutun insafına bıraktı… Hayır, Sarı Böke hiçbir şey unutmadı: o bunak yaşlı bir kadın değildir. Erkek kardeşini bin vuruşla cezalandırmayı teklif eden Berke idi, ayrıca hatası için Kara Böke bir Müslüman olarak sonsuza dek cehennemde yanacağını söylüyordu. Peki, bin vuruş cehennem değil mi ki? Hayır, Berke’nin gösterdiği hiç acıma değildir… Peki, Sartak o zaman erkek kardeşini ne kadar hor görüyordu? Bunların hepsini unutmak mümkün müdür?

İntikam anını on yıldan fazla beklemek zorunda kaldı… Hayır, Kara Böke’nin yararlıkları için çağırmıyor onu han. Kardeşinin Otrar ile Harmankibe’nin zaptı sırasındaki kahramanca davranışları çoktan unutulmuştur… Cengiz Han’ın torunları sadece kötü şeyler iyi hatırlarlar… Kara Böke’nin kahramanca davranışları hakkındaki sözleri Telengit içindir, hanın iyiliği hakkında söylentileri insanların arasında yayılsın diye. Bugünkü yaralıklar için Berke Han sadık kölesini mükâfatlandırmalıdır. Memleketleri altı ay içinde dolanılmayacak Altın Orda’yı alıp onu altı günlük geçidine eşit bir ulusun hükümdarı yapmaz mı? Yapar. Çünkü Sarı Böke büyük han sırrını biliyordur…

Eski bakaulun beti aniden benzi atmış, gülümseme dudaklarından kayboldu içi ise korku ile doldu. Sarı Böke yerin titrediğini, bozkırın üzerinde korkunç bir uğultunun yayıldığını duydu. Ansızın kafasını çevirdi. Uğultu yayılıyordu, büyüyordu ve Moğol’un alışık kulağı toynakların patırtıları yakaladı. Sarı Böke’nin gözleri dehşetten genişledi. İtil’in dik kavsından tam ona doğru sayısız at sürüsü çok hızlı gidiyordu.

Eski bakaul, kendini, kösteklenmiş atların otlandığı ve yurtasının durduğu ingin yere attı. Orada karısı ve iki küçük oğlu vardı. Ama yol kesilmiş çıktı. O taraftan, tozu, semaya kadar yükseltip endişe verici bir kişneme ile havayı sarsarak canlı bir akın geliyordu. SarıBöke, ileride hiçbir zaman ne dizgini ne saç kemendini bilmeyen ve her türlü kurtla kolaylıkla başa çıkan Berke’nin koyu benekli aygır sürüsünün çok hızlı koştuğunu farketmeye yetişti…

Artık sadece kendini kurtararak Sarı Böke tekrar uçuruma doğru koştu ama kudurmuşçasına koşan atlar yakındı ve kurtuluş yoktu. Moğol dizlerinin üstüne düştü, yüzünü avuçları ile kapattı…

Berke’nin geniş göğüslü uzun yeleli aygır onu demir toynakları ile vurdu. Sarı Böke’nin bedeni sürünün ayaklarının altına yuvarlandı…

Daha bir süre önce Moğolun durduğu yerde iki negir gibi Berke Han’a ait olan iki yarı vahşi at sürüsü buluştu. Onlar sayısızdı. Bir birlerini göğüs ile yıkarak, ısırarak azgınlıkla kişniyorlardı aygırlar. Kısraklar pofurduyorlardı, kaybolmuş aygırların acındırıcı sesler bozkırın üzerinde uçuyordu.

Sonra sürülerin ikisi de sakinleşti ve sonsuz bir akın ile yavaşça batıya aktı. İlerlemeleri uzundu. Ancak gün batımından önce buluştular at çobanları. Onlar attan indiler, selamlaştılar ve kucaklaştılar.

Sürülerin çok hızlı geçtiği toprak toza döndü ve hiçbir şey daha az bir süre önce burada yurtanın durduğunu ve insanların yaşadığını anımsatmıyordu.

Başkaların dikkat etmediğini tek han baş at çobanı Salimgerey farketti. O anda atların İtil’in kavsından canlı akın gibi öne fırladıkları zaman ona, yüksek nehir uçurumunda küçücük insan şekli görünüp kaybolmuş gibi geldi.

Bunu kimseye anlatmadı ama sabah uçuruma gitti. Salimgerey’i onun keskin kartal gözleri yanıltmadı. Dün insanı görür gibi olduğu yerde toz haline kadar ezilmiş yerde at çobanı küçük bir hançeri gördü. Attan atlayıp onu aldı. Vahşi atların toynakları mükemmel Şam çeliğine ve sıvama ufak elmas bir sapa bir şey yapamadılar.

Salimgerey, Berke Han’ın sayısız sürülerini ta İtil’in kıyısı boyunca sürmesini neden emrettiğini aniden sezmeye başladı.

Hançer sapını süsleyen taşların parlak oynaşını hayran hayran seyrederek neşesiz neşesiz şöyle düşündü: “Anlaşılan Berke Han senden korkardı sahibini sürüleri ile ezmeye karar verdiyse eğer. Kurnazdır han, sinsidir, zalimdir eğer hoşuna gitmeyen kişi için böyle bir ölümü kurduysa. Boşuna demiyorlarmış: han her zaman kırk bilge kişiden daha akıllıdır.”

Birkaç gün sonra Salimgerey hançeri Berke Han’a sundu. “Eşya pahalıdır, ancak hanlara layıktır, dedi. – Onu İtil’in kıyısında buldum, sürülerin geçtiği yerde…”

Han çekik gözlerini kısıp büyük bir dikkatle at çobanına bakıyordu. Çok yıl önce Sarı Böke’nin eline geçen ve kullanımı anlattığı hançerini tanıdı. Demek ki bakaul artık yok. Onunla birlikte Berke’nin sırrı da gitti. Sonsuza dek. Herkes için. Allah büyüktür! O herşeye kadirdir.

Han at çobanını değerli hediye için teşekkür etti sonra ise veziri çağırıp Salimgerey’i yüzbaşı olarak tayin etmesini söyledi.

 

 

***

 

Altın Orda hanı olup Berke Saray şehrine Batu Han’ın sarayına taşınmak istemedi. Karargâhı hala ona ait aymağın toprağında Sarıkum’dan dokuz fersah <Fersah, altı kilometre uzunlukta bir ölçüdür.> mesafesinde olan küçük bir şehir Aktübe’de bulunuyordu. Fakat Orda’nın resmi başkenti eskisi gibi Saray Batu kalıyorduysa da Altın Orda kurucusuna öykünerek han karargâhını da Saray olarak adlandırmayı emrediyordu. Tahta çıktıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri de yaldızlı minareli bir cami kurma emriydi.

Batu gibi Berke de iri bir beden yapısı ile sivrilmiyordu: orta boylu, kuru ve hareketliydi.

Cengiz Han’ın çoğu torunlarına gibi dedesinden ona da hınç, haset, zalimlik ve kararlarda cesaret geçti. Aynı büyük atası gibi de duyguları ve niyetlerini gizlemeyi bilirdi. Erkek kardeşi Batu’nun tersine Berke gölgede kalıp işleri başkaların elleri ile yönetmeyi tercih ederek hiçbir zaman açıkça intikam almıyordu.

Onun teşvikiyle Mengü Karakum’daki büyük Moğol hanlığının hükümdarı olduğu yılda bir gecede Moğol zadegânından Çağatay’ın büyük oğlu Bori ile birlikte yetmiş beş kişiyi kılıçtan geçirmeyi emretti. Bunda, Ögeday’yin ve Çağatay’ın torunlarının artan etksininden sakınan Berke’nin nasıl bir röl oynadığını kimse bilmiyordu.

Berke, açıkça hareket etmek için zamanın henüz gelmediği düşünüyordu. Hem ne için? Boşuna demiyorlar Allah işitmek istersen fısıltıyı bile duyar.

Uzağa gidiyordu Berke’nin sinsi niyetleri. Ögeday’yin ve Çağatay’ın tüm torunlarını yok etmek, Cengiz soyu ağacındaki bu iki kocaman dalı ebediyen kesmek için fırsat kolluyordu.

Ama bütün niyetleri zamanında Batu Han karıştırdı. Orusut ve diğer yakınlarda Batı’ya doğru olan topraklarına sefere giderken yanında Çağatay’ın orta oğlu Baidar’dan doğmuş genç Alguy’yu ile Ögeday’ın oğlu Haşı’dan doğmuş on sekiz yaşındaki Kaydu’yu aldı.

Berke özellikle onda gelecekteki ana rakibini tanıyan cesur ve cüretkâr Alguy’dan nefret eder ve korkardı. Ölümüne haristi ama Batu Han’ın düşmanı olma korkusu aklına koyduğunu icra etmesini ertelemeye zorunda bırakıyordu.

Berke her zaman büyük Mengü Han tarafından saygı görüyordu. Bir gün ricası üzerine han kurultayın açılmasını bile Müslüman duasından başlatılmasını söyledi. Bu akrabaya büyük güven işaretiydi çünkü Mengü kendisi sadece atası Cengiz Han’ın taptığına taparak hiçbir dine bağlı değildi.

Berke’nin ihtiyatlılığı, kurnazlığı her zaman onun Dünya Sarsıtıcısının gelecek kuşaklarının en önde gelenlerin arasında olmasını mümkün kılardı. Harezm’in ele geçirilmesi, Kıpçak bozkırlarının fethedilmesi ve Orusutlara karşı seferlerde kendini fena göstermedi. O hiçbir zaman tümenlerinin başında savaşa atılmazdı ama arkasından da kalmazdı. Kimse yüzünde bir korku görmedi. Gerçi Moğolların arasında Nogay’ın yararlıkları ile ünlü olduğu gibi o ünlü değildi lakin ona emanet edilmiş orduyu her zaman akıllıca yönetirdi.

İşte şimdi Berke’nin ellini aşkın olduğu zaman o nihayet Altın Orda tahtına çıktı. Yıllanmış aziz bir şey gerçekleşti. Her şey çok kez düşünülmüş gibi görünüyordu ama gene de… Hangisinden başlamak gerekiyordu? İyi bilindiği gibi tahta çıkmak bir yönetmek başkadır.

Altın Orda tahtında oturmak ejderhanın sırtında oturmaktan farksızdır. Az becereksiz, ihtiyatsız oldun mu o da seni yere atar, yırtıcı ağzı ise daha yeni hükümdarını hemen yutar.

Bir kökten doğdular Batu ve Berke fakat buna rağmen birbirlerine az benzerlerdi. Birincisi kartala benzerdiise ise eğer ikincisi daha çok şahini andırırdı. Uçuşu ile de farklılardı, avı da her biri sadece kendine ait olanı alabilirdi. Batu diğer ulusları fethetmeyi bilirdi Berke ise yalnız onları itaatının altında tutmayı hayal ederdi. Kapmak, Altın Orda mülklerine bir şey eklemek için kollarını iki yana açar açmaz şimdilik daha sıkı tuttuğu dökeceğini, yıkılmaya başlayacağını hisseder gibiydi.

Dışarından kalan her şey Batu Han’ın döneminde olduğu gibi aynı görünüyordu: Orda topraklarında barış egemendi, halk ise fethedilmişti. Ama sadece öyle görünüyordu. Kâh bir yerde kâh başka bir yerde Moğol hanları ile kurduğu düzenlere karşı çıkan insanlar baş gösteriyorlardı. Ayrıca şaşılacak şey, onlar yalnız kalmıyorlardı: müfrezelerinin sayısı hemen artıyordu, güç ve kudret kazanıyorlardı. Demek oluyor ki halkın itaatı aldatıcıydı. Berke benzeri eylemlerin Orda için ne kadar korkunç olduğunu iyi anlıyordu. İnsanın aklında,bir kere görüldüğüyüz kere duyulduğundan daha iyi kalır, o yüzden isyancılara karşı kásten zalimdi ve onlardan hiç biri hanın lütfuna ve merhametine bel bağlayamazdı.

Kuvvetli ve kudretli Altın Orda üzerinde sanki ardı arası kesilmeyen bir endişe ve yakın felaketin ya da fırtınanın beklentisi yayılmış gibiydi. O zaman bunu az kişi hissedebilirdi ama herkes seferlere çıkmaktan ve başkasının malı ile heybeleri doldurmaktan vazgeçen göçebenin her geçen yıl nasıl yoksullaştığını görüyordu; herkes korkunç bir kırıp geçirmeden sonra Orusut şehirlerinin yeniden nasıl yükseldiğini ve kalabalık olduğunu görebiliyordu. Ne fethedilmiş topraklardan haraç ne Orda’dan geçen tüccar kervanlarının vergileri Batu ile kurduğu devleti perçinleyebilirdi çünkü her şey sadece han hazinesine gidiyordu ve ordunun güçlü kalması için harcanıyordu. İslam bile tüm dogmaları ve hükümdarlarına köle itaatı öğretileri ile sadece almaya ama başkalara hiçbir şey vermemeye alışık fakir bir milleti birleştiremezdi.

Asillik değil ama gönüllü olarak kendini sadece Orusut topraklarından harç ile sınırlıyordu Berke. Ona, bir göçebeye anlaşılmaz ve esrarengiz geliyordu ondan her şeyi alındıktan sonra ölüp gitmemiş, serseriye dönmemiş aksine görülmemiş bir inat ile şehirleri yüzselmeye devam eden ve toprak süren halk. Esrarlı ve kapanık görünüyordu sınırları uzakta kuzeyde kara ormanların ve Moğol atlarının battığı geçit vermez bataklıkların arkasında bir yerde kaybolan Orusut memleketi. Göçebe sezgisi Berke’ye anlaşılmaz olandan uzak durmasının gerektiğini söylüyordu: düşman hiçbir zaman güçlü olmasın diye ve knezlerin aralarını bozmak için sadece akınları gerçekleştirmeye yeterliydi sonradan ise her şey Büyük Tanrı’nıniradesindedir.

Batu Han’ın ölümünden sonra haleflerinin zayıflığını hissedip kafalar oynatmaya başladılar, Harezm’i ve Horasan’ı Ögeday ile Çağatay haleflerinin tarafına çektiler. Azerbaycan’ı ise belli etmeden Hülagû kaptı.

Kudretli Altın Orda’dan önceki büyüklüğünün sadece sefil parçaları kalabileceğini düşündüğünde Berke Han korkmaya başlardı. Ejderhanın üstünde sadece kafalarından her birine çürümüş olanın yerine yenisini, gem kayışları takmayı, dizginleri ise demir ellerine almayı başabildiği takdirde oturmak mümkün olabilirdi. Orda topraklarına uzanan ellerin kesilmesi gerekiyordu. Bunu yapmak kolay değildir ama başka çare yoktu. Tahta çıktığında iktidarsız kalmak için bunca yıl mücadele etmiyodu ki.

Tepenin yamacında durarak ve ihtişamı ve güzelliği ile Müslümanların ve yeni başkentinin misafirlerinin gönüllerini fethedilecek yeni caminin kurulduğunu seyrederek Berke bu şekilde düşünüyordu.

Onun inşa eden ünlü usta Rumey Kolomon’du. Uzun zaman önce ta Hülagû’nun yiğit ordusunun Ermenilerin toprakalrına girdiği zaman esire düştü. Berke onu akrabasından dilenerek istedi. Ta o zaman harikulade bir camiyi yükseltmeyi hayal ediyordu ama Kolomon emrine itaat etmedi. “Ben Hıristiyan’ım, dedi, - ve yabancı bir tanrı için evi inşa etmek bana yakışmaz.”

İnatçıydı usta, birkaç kez kaçmaya çalışıyordu, onun için de Berke onun zincirlere vurulmasını istedi. Ancak şimdi Altın Orda hanı olduğunda o Berke’nin aklına geldi ve Kolomon’un yanına getirilmesini söyledi.

- Bütüm Müslüman dünyasından eşi olmayan bir cami inşa edersen seni azad ederim, han ustaya dedi.

- Han doğruyu mu söylüyor?, diye sordu Kolomon.

- Evet, han iki kez tekrarlamaz, sözlerini de geri almaz.

Rumey özgürlüğü özleyip düşünceye daldı.

- Peki, nihayet dedi o. – İnancımı seviyorum ama özgürlüğü daha çok…

Bu konuşma Berke’nin aklına şimdi Kolomon’u görünce geldi. Beline kadar çıplak, adaleli, güneşten bronz, sarı sakalını öne çıkarıp Rumey siyah bir tahtada çizilmiş çizmi inceliyordu. Etrafta karıncalar gibi tuğlaları ve tahtaları sürükleyerek köleler kaynaşıyorlardı.

Kolomon biraz döndü han da ayaklarındaki ve ellerindeki zincirleri gördü. Berke’nin dudaklarına kötü niyetli alaylı bir gülümseme dokundu. Eh, böyle yapmak zorunda kaldı, aksi halde lanet kâfir tekrar kaçmayı deneyebilir. O sadece kırık yaşında, daha güç doludur aklında ne olduğunu da kimse bilmiyor.

Berke, aşağıda olup bitenleri izleyerek hareketsiz bir şekilde duruyordu. Yüzü ifadesizdi. Aynı hareketsiz ve sessiz hanın düşüncelerini bozmaya cüret etmeyerek arkasında maiyet erkânı duruyordu.

Yeni hanın düşünecek birçok şeyi vardı. Yeni caminin inşa edilmesi Altı Orda’sını kazandıramaz ama gene de doğru yaptığına inanıyordu. Cami güç sembolüdür ve insanlar bunu sever.

Berke tam bir kapalı kutuydu. Planları ve düşünceleri hakkında en yakın insanlarının bile haberi yoktu. Aklında kurduğu korkunçtu o yüzden han sırrını kimseye tevdi edemezdi.

Altın Orda devdir. Cengiz Han ile kurulmuş tüm çarlığının üçüncü kısmını kaplıyor ve hala onun dönemindeki gibi Karakurum’a bağlıdır ve her adımı orada oturan han ile uyumlaştırmak zorundadır.

Zamanında Dünya Sarsıtıcısı Moğol çarlığının iç yapısını etraflıca düşünmüştür. Onu uluslara böldü onların her birini de dört oğludan birine yönetimine verdi. Sonra her ulus oğullarının oğullarının malı olan aymaklara bölünür. Büyük kağanın kesin vasiyetine göre aymaklar uluslara, hepsi birlikte ise Karakurum’daki büyük hana itaat etmeliydi.

Çoktan ayrıldı hayattan ürkütücü Cengiz Han, gelecek kuşakları ise onunla kurulmuş düzeni sadakatle uyguluyorlardı. Her yıl uluslar fethedilmiş memleketlerden toplanmış tüm harcı, seferlerde ele geçirmeyi başardıkları her şeyi Karakurum’a gönderiyorlardı. Sadece Karakurum büyük hanının avı dağıtma ve kimin ne alacağına dair karar verme hakkı vardı. Kurultayın desteğini kazanmış her şeyi kendine alıp yeni seferin hazırlanması için tek birine verebilirdi.

Karakurum’da beyaz koşmada kaldırılan büyük ve kudretliydi.

Cengiz’in üçüncü oğlu Ögeday han olunca babasının yaptığını gerçekleştiremedi. Fakat Moğol çarlığını koruyabildi ve seferlere Batu, Güyük, Bori, Hülagû, Baidar, Mengü, Kaydu ve Nogay yiğit kurt yavruları göndererek sınırları genişletti.

Karakurum tahtına Güyük’ün çıktığı zaman talih sanki Moğollardan yüz çevirmiş gibiydi. Yabancı memleketlerdeki şanlı savaşların yerine iç anlaşamazlığı, adavet ve sinsilik geldi.

Bugün Moğol büyük hanı olarak Mengü kabul edilir ama atasında olduğu gibi o demir bir iradeye sahip değildir. Onun için iki erkek kardeşi, Cengiz Han’ın küçük oğlunun Tuli, Kubilay iki kurt yavrusu ve Hülagû artık dişlerini gösteriyorlar. Birincisi, Kuzey Çin’i fethetti, ikincisi de, İran’ı, bugün değilse yarın Hülagû bütün İran’ın ilhanı olur, zaman gelir de Kubilay kendi kendini Çin imparatoru olarak ilan eder…

Büyük Cengiz çarlığının dağılacak vakti yakındır. Peki, Altın Orda için de bağımsız olma zamanı gelmedi mi? Ne zaman kadar onun topraklarından gelen zenginlikler Karakurum’u besleyecek? Böyle devam ederse Orda her zaman güçlü ve kudretli kalabilecek mi?

Büyümeyen yılan ejderha olmaz; kaidesi altın ile sağlamlaştırmamış bir taht er ya da geç sallanır, her isteyen de ona sahip olur.

Bundan böyle ona bağımlı olan Orda’nın bağımsızlığını düşünüyordu Berke Han, bu da onun en gizli ve en yakıcı düşüncesiydi. Kimseye ondan bahsetmeye cüret etmiyordu çünkü Mengü’nün sert huyunu bilirdi.

Cengiz Han’ın ahfatından biri buna ilk cesaret edeceğini beklemek gerekiyordu, ancak ondan sonra…

Berke’nin çekik gözlerinin gözbebekleri aniden genişlediler, karardılar, sarı, geniş yüzü ise kızardı. Maiyetine doğru döndü:

- Buraya Kolomon kölesini getirin.

Nükerlerden biri acele acele tepeden aşağıya fırladı.

Nüker tarafından acele ettiren Rumey acelesiz tepeye tırmanmaya başladı. Ustanın yavaşlığı hanı kudurtuyordu ama görünüşe göre sükûnetini koruyordu.

Kolomon bağımsız duruyordu. Handan yaklaşık yirmi adımlık bir mesafede birdenbire durup yüzünü kaldırdı.

- Berke Han, dedi, çevik ve hızlı olmam için zincirlerim fazla ağırdır. Durduğun yere yaklaşamam çok zaman alır, ben de ayaklarına düşerim. Bunu zaten yaptım say/ yapmış olduğumu düşün. Dinliyorum…

İtaatsız Rumey hiçbir zaman hana “büyük” demiyordu. Bunun için birçok kez kırbaçlanmıştı, derin bir çukur içine yani zindana atılmıştı ama hiçbir şey ustayı yıkamadı.

Berke susuyordu, öfkeden kara gözler ile Kolomon’a bakıyordu. Rumey şunu söyledi:

- İntihar, Hıristiyanlarda korkunç bir günah sayılır. Beni kılıcın vurursa kendimi mutlu bir insan bilirim çünkü ölüm köle olmayı bırakmak için en iyi yoludur…

Han sözlerine yanıt vermedi, cüretkâr bir meydan okumayı kabul etmedi. O şunu sordu:

- Caminin temelini taştan döşemeni söyledim, sözümden neden çıkıp onu tuğladan yapıyorsun? Cami çökebilir…

Rumeyin mavi gözlerinde gülümsemeler bir an için görünüp kayboldu.

- Her şey Allah’ın gücündedir. Adına kurulmuş olanı neden yıksın ki?..

Berke aniden yavaş konuştu, bu da öfkesinin onu boğduğuna işaretti.

- Altın Orda hanı tarafından inşa edilmiş bir cami ebediyen durmalıdır…

Kolomon, Berke’nin öfkesini görmezden gelip başını salladı.

- Tapınaklar ve camiler hükümdarların emriyle kurulduğu için değil onları bilgili insanlar inşa ettiği için uzun zaman duruyorlar. Ganç (alçıtaşı ve kil karışımı) harcına konulan pişmiş tuğla taştan sağlamdır…

- Demek emrimi yerine getirmek istemiyorsun?.., imalı sordu han.

- Budala bile akıllı bir emri yerine getirir ama budala bir insanın sözleri en akıllıyı bile şaşırtıyorlar, meydan okuyarak söyledi usta.

- Demek oluyor ki benden daha akıllısın?

Kolomon yanında dursaydı küstahlığınınyüzünden kelesi muhakkak uçurulurdu. Korkuda Nükerler, müsteşarlar, Noyanlar handan geri geri çekildi. Hükümdarını tanırlardı, sessiz bir öfkeye kapılmış kılıcı ile yanında olan herkesi vurabileceğini biliyorlardı.

Han öfkeye hızlı ve ansızın kapıldığı gibi aynı şekilde de sakinleşti.

Kolomon gülümsedi.

- Neden gülüyorsun Rumey?, sordu Berke.

- Beddualarınız duyunca memleketimde anlatılan bir mesel aklıma geldi…

- Peki, anlat bize onu, nazikçe müsaade etti han.

Rumey mavi gözlerini kıstı:

- Bir gün teke yüksek bir uçuruma tırmanıp kurdu azarlamaya başladı. Söylemediği söz kalmadı. Ama zaman geçti ve teke sakinleşti. O zaman kurt konuşmaya başladı “Sana ulaşamadığım için bu kadar cesursun teke ama daha her şey değişebilir…”

Berke içindeki yeniden tutuşuvermiş öfkeyi zorla yatıştırabildi.

- Rumeye git, Nükerlerden birine sert bir şekilde dedi, - ve onun kelesini al…

Ve aniden han ustanın yüzünün nasıl beyazlandığını ve gözlerinde korkunun parladığını gördü.

Berke kahkaha ile güldü:

- Ölüme hazır mısın Rumey?

- Esire düştüğüm günden beri ona hazırım han. Ölüm, payıma düştüğü işkencelerden kurtuluştur… Ama caminin inşasını kim ikmal eder?

Berke düşünceye daldı. Ona Sauk eğildi:

- Büyük han, cüretkârgavurun hayatını koru. Cami buna değerdir. Azameti adını gelecek nesillere taşır…

Han, Kolomon’un başının üzerinde kavislikılıcını kaldırmış olan Nüker’i durdurarak elini kaldırdı.

- Gözlerinde Rumey ilk defa korkuyu gördüm. Bu iyi bir şeydir… Sana hayatını bağışlıyorum. Ona yüz kamçı vuruşu atın.

Berke dönüp uzaklaştı. Ustanın yüzünün nasıl aydınlandığını ve göğsüden rahat bir nefesin çıktığını görmedi. Yürürken han Rumeyin muhtemelen aklını kaybetmiş olmasını düşünüyordu. Oysa ölüm gerçekten onun için kölelikten kurtuluş olurdu. O Hıristiyandır, peki o halde son sözleri neden cami ile ilgiliydi? Müslümanların moralini güçlendirmek, adımın şöhreti kazandırmak için ona ihtiyacım var. Rumey ise onun cesaretini mazur görmeyeceğimi çok iyi biliyordur ve caminin inşaatı tamamlanır tamamlanmaz onu her halde ölüm bekler. Han ustayı anlamadı. Havası bile kan kokusu ve tahrip etme hırsı ile dolu vahşi bozkırda büyümüş olan, dünyada, vücudu ağrıdan sızladığı halde bile gönlü harikulade bir çiçek ile açılabilen başka insanların olduğunu nereden bilsin ki. İnsanın büyük bir hedefinin olduğunda ve yaratma imkânı alındığında vecd hali yabancısı olduğu bir duyguydu…

Salimgirey, Hana yerlere kadar eğilerek selam verip acele ile yaklaştı.

- Büyük han, Berke’ye gözlerini kaldırmadan fısıldayarak dedi, - Barakşı Hatun on nüker kadını ile Kumbel'i geçti.

Han başını kaldırıverdi. O hala Rumey hakkındaki düşüncelerin egemenliğindeydi. Berke Barakşı Hatun’un nereye doğrulduğunu kolayca sezebildiği halde ümit ile şunu sordu:

- Geziye çıkmış olabilir mi?

- Salimgirey daha aşağıya eğildi.

- Adamlarım da müfrezesi dağ geçidinden inmeye başlayan kadar böyle düşünürlerdi. Kadınlar silahlı ve büyük ihtimal İran’a, Hülagû Han’a yol alıyorlar.

Barakşı Hatun Batu’nun dul eşi, Altın Orda’nın son hanları Sartak ile Ulakçı’nın annesi, Alşın soyundan Tatar’dı ve İslam’a bağlıydı. Sakin, diğerler için neredeyse silik biriydi fakat azgın bir düşmanlık vardı onun ile Berke’nin aralarında. Onları ayıran inançtı ama daha çok iktidar kavgasıydı.

Sartak’ın ölümünden sonra Karakurum’daki Moğol büyük hanı isteğiyle Altın Orda hanı Ulakçı oldu. Daha on yedi yaşına girmemişti onun için de aydınlık zihni ve ileriye bakma yeteneğini göz önünde bulundurarak Naibe olarak Barakşı Hatun tayin edildi.

Genç hanın ansızın öldüğü zaman ve Berke’nin nihayet onu beyaz koşmada kaldırıldığına ulaştığı zaman Barakşı Hatun işlerinin kötü gittiğini anladı. Berke’nin huyunu çok iyi bilerek Han eşi kurtuluşunun olmayacağını anlayarak her anda ölümü beklerdi. Moğollar kırgınlıkları affetmezlerdi, rakipleri tahammül edemezlerdi.

Vaktinde Batu Han’ı Berke’yi katletmekte ikna etmediği için çok kez pişman oldu. Oğulların intikamını alma, Altın Orda’nın üzerinde iktidarın geri alma isteği hareket gerektiriyordu.

Barakşı Hatun İran’a Hülagû Han’a sadık insanı yolladı. O da Berke’ye karşı kin ile tahrik edilmiş ve onda rakibi ve düşmanı görerek himayesi altına ihtiyar hatunu kabul etmeye razı oldu.

İşte şimdi Barakşı Hatun koşuyordu. Berke, böyle bir sonucu görmemiş olsaydı Berke olmazdı onun için de han eşi sürekli takip edilirdi. Salimgirey’in mesajı onun için beklenmedik değildi.

- Peki…, dedi han, yüzündeki deri de gerginleşti. - Dindaş Hülagû’da yardım aramaya karar verdi… - Aniden Salimgirey’e döndü: - Yüzlük ordunu alıp onu yakala. Kelesini görmek istiyorum…

Sauk silkindi:

- O Sayın Han adil Batu’nun dul eşidir… O senin akrabandır. Nasıl onu öldürebilirsin? Gitsin… Ne zararı verebilir san bir kadın?..

Berke eski müşavire bakışı bile çok gördü:

- Bugün ona acırsam o zaman yarın Hülagû ile birleşip o bana acımaz… Gidin ve dediğimi yapın!..

Sauk sesini çıkarmadı. Hanı çok iyi tanırdı, Berke’nin akıl öğretmesiyle Mengü’nün Karakurum’da Ögeday’in ile Çağatay’ın hemen hemen yüz torunu kılıçtan geçirdiğinde sinsiliği aklındaydı. Altın Orda yeni hanının kalbi taştandır, Barakşı Hatun onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.

Berke aniden sıkıntılı bir sessizliğini bozdu:

- Millet beni sadece camileri inşa eden iyi bir han olarak bilmesin…Sert olduğumu bilsinler ve adalet adına öz kardeşim büyük Batu’nun eşinin kelesini almayı emrettim… Cengiz Han’ın vasiyetini aklımızda tutmalıyız: “Halk hükümdarına sadace ondan korktuğu zaman saygı duyar…”

Ertesi gece geniş yüzlü, kaşsız Moğol hanın karşısında yere kadar eğilip ona doğru içinde Barakşı Hatun’un kelesi sarılmış ipek bir mendili uzattı…

Berke ölünün yüzüne bakıp tespihi yavaş yavaş çekerek gerçek Müslüman gibi dua okudu ve kafasını han akrabalarından birinin öldüğü zaman usulden düzenlenen tüm törenler ile gömmeyi emretti. Daha bir düşmanı intikam buldu…

Başka şeyi düşünme vakti geldi, hanı diğer kaygılar kapladı. Sarsılmış Altın Orda’nın kuvvetlendirilmesi, kudretli ve ürkütücü, büyük Batu’nun döneminde olduğu gibi edilmesi gerekiyordu. Berke kardeşinin şanını kızkanıyordu, kızkanıyordu ve aklına koyduğu herşeyi nasıl başardığını anlamaya çalışıyordu.

Maveraünnehir’i fethederken Cengiz Han ciddi bir direniş ile karşılaşmadı. Ardı ardına Semerkant ve Buhara düştüler, birçok kaleler Moğollar ile savaşmayı bile çabalamadan kapılarını açıyorlardı. Otrar ve Sığanak uğraştırdılar ama sadece Hocent şehri kahraman savaşçıymış gibi vahşi ordanın yolunda mertçe savaşmak için çıktı.

Moğolların tümenleri Seyhun Irmağı’nın yukarı kesimlerine ulaştığı ve Hocent’i muhasara ettiği zaman şehir emri Temür Melik kale kapılarını açmadı. O pehlivan yapılı, esmer güzel yüzlü, cüretkâr ve cesur biriydi. Kalede savaşçı azdı, Harezmşah tarafından yollanmış göçebelerin süvari ihanet etti, ta sabah şehri terk etti ama emir adamlarının korkusuzluğuna ve sadakatına inanıyordu. Savaşçılar ile birlikte sürekli şehir duvarlarında bulunurdu, oktan atardı, saldıranlara taş fırlatırdı.

Birkaç şehir zaptetme girişiminden sonra Moğollar yeni güçlerin gelmesi beklentesiyle hücmünden vazgeçtiler. İranlı tarihçi Cuveyni Temür Melike hakkında yıllar sonra şöyle yazar: “Temür Melik gerçek bir kahramandı. “Şahname” destanının karakteri olan Rüstem bahadırı bu çağda yaşasaydı şayetonun seyisi olabilirdi.”

Moğolların ve şehir savuncularının güçleri eşit değildi. Felakete sürükleyici vakti geldiğinde de Temür Melik sağ kalan savaşçılar ile birlikte Hazar taş içkalesine sığındı. Saray küçük bir adada Seyhun’un ortasından duruyordu. Buraya düşman okları ile Çin kuşatma makinalarından taşlar değmezdi.

Başarısızlık, Hocentlilerin sebatlılığı ile içerlemiş Moğollar Otrar’dan, Buhara’dan, Semerkant’tan elli bin esir süre süre getirip onlara adaya köprüyü inşa etmeyi emrettiler.

Toprak dolgu köprü için taşları nehirden üç fersah mesafesinden alıyorlardı. Yorgun argın, açların ve yırtık insanların sonsuz dizisi gecen gündüz dağdan kıyıya hareket ediyordu.

Fakat Temür Melik Moğollara planını tamamlamaya izin vermedi. Her gece on iki kayık savaşçılarını geçide ulaştırıyordu onlar da zaten inşa edilmiş olanı yıkıyorlardı. Moğolların ateş okları koşmalar (kumaş) ile örtülü, balçık ile sürülmüş kayıklara hiçbir şey yapamazlardı.

Adada kıtlık başladı, o zaman Temür Melik savaşçılarını kayıklara bindirdi ve Seyhun’dan aşağıya gitmeye karar verdi.

Korkunçtu bu sefer. Nehrin iki tarafında onları süvari birlikleri takip ediyorlardı ve nehrin yatağının dar olduğu yerlerde kayıkları ok yağmuru yağdırıyorlardı.

Temür Melik’in savaşçıları gittikçe azalıyordu, Cent kalesinin yakınlarından ise onlara yeni bir imtihan bekliyordu. Cuci’nin emriyle Moğollar öküz derilerini şişirdiler, onları ağaç gövdeleri ile bağladılar ve Seyhun’u sağlam yüzer bir köprü ile ikiye ayırdılar.

Kıyıya inip Temür melik küçük bir müfreze ile Kızılkum Çölü’nün kumullarına gitti. Fakat kovalama devam ediyordu. Düşmanlar, yaralar kan revan içinde kalmış batırı yakaladı. Onlar üç kişiydi, o tek kaldı. Saksaul çalısının altında yatarak artık hareket edecek güçü olmayan Temür Melik Moğollara seslendi:

- Üç kişisiniz ve benim üç okum var! Yaşamak istiyorsanız geri dönün!

Yiğitliği ile hayretler içinde kalmış her hâlde ölüme mahkûm olduğunu düşünerek savaşçılar müşavere edip gittiler.

Fakat Temür Melik ölmedi. Harezm’e ulaşmayı başardı. Muhammed emriyle Urgenç’i savunan ordunun başına geçti. Burada da yiğitliği hakkında efsaneler anlatılırdı.

Harezm’in mahkûm olduğu anlaşılınca Temür Melik şah oğlu korkusuz Celâleddin ile birlikte üç yüz savaşçının eşliğinde Horasan’a gitti.

O uzak yıllarda böyledi. Yıkık, mağlupların kanı içindeki Hocent’i Cuci on beş yaşındaki Berke’ye hediye etti. Erkek kardeşi Berkecar ile birlikte Cuci’nin Müslümanlığı kabul etmiş karılarından biri Hanikey Begim Bekrinki tarafından büyütülüyordu. Burada sürekli bilgili âlimler ile çevrili İslam’ın gayretli izleyicileri oldular.

Zaman gidiyordu. Berkejar Suzak’ın hükümdarı oldu, Berke ise babasının tavsiyesi ile Hocent’i üvey anasına Hanikey Begim’e bırakıp onunla Kıpçak bozkırlarına gitti.

İşte şimdi Berke’nin Altın Orda büyük hanı olduğu zaman düşünceleri giderek daha sık Hocent’e, Buhara’ya ve Semerkant’a dönüyordu.

Altın Orda’yı yeniden güçlü ve büyük yapmayı ve tüm toprakları ve halkları İslam sancağının altında birleştirmeyi hayal eden Berke’nin kendi planları vardı. Hülagû gibi düşmanları ile hesaplaşmaya sadece İslam’ın yardım edebileceğine inanıyordu.

Niyetlendiği ertelenmezdi. Ama nereden başlanmalı? Orda’nın esas ordusu Kıpçaklar, Tatarlar, Bulgarlar, Oğuzlar, Alanlar ve Moğollar ile fethedilmiş diğer göçebe kabileleri oluşuyordu. Bu göçebe kabileleri gerçek Müslümanlardan zor sayılırdı. Ne camileri ne medreseleri vardı. Aralarında İslam’ın gerektirdiği gibi beş vakit namazı kılanlar azdı. Zor, neredeyse imkânsız böyle insanlardan inancın savuncuları yapmaktır.

Hayır. Maveraünnehir şehirlerinden başlaması gerekiyordu. Buradaki sakinlerin çoğu gerçek Müslümanlardı. Burada camiler ve medreseler inşa ediliyordu, âlimler, müridler, imamlar ise milleti sağlamca ellerinde tutuyorlardı.

Berke, adına şöhret kazandırmak ve dünyaya Cengiz Han’ın torunlarının aralarında İslam’ın ümidi ve dayanağı olan tek kendisinin olduğunu göstermek istiyordu. Han, tarafına din adamlarını çekmeyi, onları, Altın Orda şehirlerinde kendisinin tarafından inşa edilmiş camilerde hizmet etmesi ve göçebelerine İslam kanunlarını öğretmesi için Deşt-i Kıpçak’a çağırmayı ummuyordu.

Belli bir zamana kadar gerçek niyetlerini gizlemek için Berke Han Buhara’ya, şehrin büyük tanrıbilimciler ile tanışmak ve onları han himayesinin altına almak için gideceğini ilan etti.

Yolculuk için daha bir sebep vardı ama şimdilik han ondan bahsetmiyordu.

Maveraünnehir’in fethedilmesinden sonra Cengiz Han oğulları ile torunlarının arasında esir edilmiş zanaatçileri paylaştı. Cuci de payını aldı.

Buhara’da yaklaşık beş bin Orda’ya ait olan altın kuyumcusu, demirci, ev ve cami inşaatçısı yaşıyordu. Böyle insanlar Hocent’te ve Benakent’te de vardı. Ürettiği her şey, işlerinin bütün ücreti Orda hazinesine gitmeliydi. Ama son yıllarda altın akını azaldı, Berke de bunun kanunen ona ait olması gerekenin bir kısmını gizleyen Çağatay ile Ögeday’ın torunlarının araya girmeden olmadığınıdan kuşkulanıyordu. Böyle bir şeyin affedilmemesi gerekiyordu.

Bir sonraki yılın sonbaharı on binlik bir ordusunun refakatinde Berke Han Buhara’ya geldi.

Hana yaraşır şerefi ile batı kapılarında onu görünüşü Aceme benzeyen şehir darguşısıMusabek karşıladı. Sırnaylar ve karnaylar çalııyordu. Bu seslere alışık olmayanlar horulduyorlardı, Kıpçak atları şaha kalkıyorlardı.

Selamlaştıktan sonra Musabek Berke’nin karşısında bir kez daha yere kadar eğilgi:

- Büyük han sizi ve yiğit savaşçılarınızı şehir dışında kurduğumuz karargâha geçirmeye müsadece edin…

Berke somurttu:

- Şehir saraylarında bize yer yok mu?

Darguşı duraksadı:

- Şehir var saraylar ama, büyük han…

- Konuş’, mütehakkimane emretti Berke.

Musabek başını kaldırıp delici koyu gözleri ile hanın yüzüne baktı.

- Şehir sakin değil… Geldiğinizi öğrenince şehir halkı dünden beri kazandaki su kaynarcasına kaynamaya başladı. Özellikle Altın Orda’ya ait zanaatçiler ve esnaf.

- Neden memnun değiller?

- İnsanlar, kazanılmış her şey Altın Orda’ya gittiğini söylüyorlar… Karıları ve çocukları geçindirecek bir şey yok… Şöyle diyorlar: “Han ya bize merhamet etsin ya bizi kesmeyi emretsin.”

Berke’nin yüzü öfkeden çarpıldı.

- Kıyıma mı hasret kaldınız!.., hınçla fısıldadı. – Onlar beni korkutmak istiyorlar. Ve sen bana şehir dışında mı kalmayı tavsiye ediyorsun?..

- Köpekleri kızdırmaya ne gerek var?..

- Hayır!, dedi Berke. – Atımı çevirmeyeceğim! Onlara hükümdarını karşılamayı öğreteceğim! – Salimgirey’a dönüp şunu emretti: - Kervanı sür!

Hanın boğazında öfkesi fıkır fıkır kaynıyordu, fışkırıyordu.

Yavaş yavaş sürükleniyordu şehir kapılarına kervan. Hanı çevreleyen ışıltılı örme zırh gömlekler ile koyu kızıl sarı atlar üstünde savaşçılar uzun mızrakları kullanıma hazır hale getirdiler.

Yoğun alacakaranlık şehri bürüdü. Çağıltılı arıklardan nemli bir serinlik geliyordu ve karanlık bahçelerde bülbüller ötüyorlardı. Gökyüzünün siyah kadifesinde büyük püskül püskül yıldızlar parladı.

Alayın önünde Musabek darguşı ve Salimgirey yüzbaşı gidiyorlardı.

Tüyler ürpertici, alışılmadık bir sessizlik sardı süvarileri. Berke huzursuz oldu. O bozkırcı biri şehir darlığından hep nefret eden ve onları sadece şiddetli savaşlar anlarında bilen, büzüldü. Belki darguşının sözünü dinleyip şehre girmeyi yarına kadar ertelemek mi gerekirdi?

Şehir meydanına giden sokakta aniden dönemeç çıktı, Berke de birdenbirelikten ürperdi bile, atın dizgini gerdi. Sokak insan doluydu. İnsanlar sessiz duruyorlardı ve başlarının üzerinde binlerce boğucu duman çıkartan meşaleler alev alev yanıyordu. Alev yansımaları yüzlerde, kıyafetlerde dört dönüyordu ve ondan kalabalık ağır ve ürkütücü bir şekilde sallanıyormuş gibi görünüyordu. Alışılmadık ve dehşet vericiydi han için bu tablo.

Muhafızlar Berke’nin çevresinde sıkıştı, kından kavislikılıçları sıyırıp onları başlarının üzerinde kaldırdılar. Kızıl alev yansımaları ağızlarda oynaşmaya başladı.

Kalabalık sessizdi, geri çekilecek bir yer yoktu. Tek itidal kurtarabilirdi o an Altın Ordalıları çünkü şehir dar küçük sokaklarında savaş için açılamazlardı. Bilinmezliğe doğru hareket etmek kalıyordu ve kendini yenip Berke dizgini hızla çekti, atını ileriye yolladı.

Hana yol vererek kalabalık sessizce açıldı. Atlar endişe ile horulduyorlardı, yaşlı büyük gözleri ile insanlara yana bakıyorlardı, binlerce ateşlerin kanlı tutuşmalar göz bebeklerinde oynaşıyordu.

Artık endişe değil dehşet Berke’yi tamamen kapladı. Şunu anladı: kalabalıkta biri nara atar atmaz canlı nehir kendisini de sıyırılmış kılıçlı Nükerleri de ezer. Savaş olmaz. Her şey bir anda biter.

Ama insanlar susuyorlardı. Kervan ana meydanına çıktı ve her şey geçmiş gibi göründüğü zaman yan sokaktan yeni ateşli nehir boşanıp yolunu kesti.

Salimgirey ile Musabek hana endişe ile dönüp bakarak atlarını durdurdular.

Aniden kalabalıktan beyaz kıyafetler ve başında mavi çalma ile uzun boylu zayıf biri çıktı.

Berke, yaşamış korku ve öfekeden bunalarak ona doğru atını sürdü.

- Ne istiyorsun? Altın Orda hanının yolunu kesmeye kim cesaret etti?, tehdit ile sordu.

- Büyük han!, beyaz giymiş adam korkusuz yüzüne bakıyordu. – Milletin senden üç ricası var…

- Söyle…

- Hanlar, tanrılar değiller ki ömür boyu insanı esir tutsunlar. Katili bile belli bir süreye mahkûm ediyorlar veya kelesini alıyorlar… Her şeyin bir sınırı vardır… Moğollar tarafından esir alınmış ve Cuciler evine verilmiş birçok esnaf artık yaşlandı ve önceden yaptıklarını yapamıyorlar. Birinci rica: onları azad ver. Onlar özgür doğdular o zaman köle olmadan ölsünler.

Berke artık kendine hâkim oldu. Rica önemsizdi. Gerçekten ihtiyarlardan ne yararı var…

- Peki, dedi. – Onları özgür edeceğim…

- Halkın ikinci ricası…, adam bir an için sustu. – Burada Altın Orda’ya ait neredeyse beş bin demirci, kakmacı, debbağ var. Cengiz Han deden onları köle yaptığı zaman çoğu gençti. Onlar çoktan aileler kurdular ama adamaların kazançlarının tamamını aldığı için hep fakirlikte yaşarlar: doymuyorlar, elbise de alamıyorlar. Büyük han insanlar kazançlarının sadece üçüncü kısmını alınmasını rica ediyorlar…

Berke’nin gözleri kısıldı:

- Diğer hanlara ait esnaf neyi taleb ediyor?

- Aynısını…

Berke kalabalığa baktı. Birçok şeherli coplar ile donanmıştı.

- Böyle mi talep ediyorlar: ellerinde sopalar ile mi?

Mavi çalmalı adam gözlerini kaçırmadı:

- Söz konusu hayat olunca eline sopadan başka bir şey de alınabilir…

Han gene kalabalığa baktı. Alev yansımaları insanların sert bronz yüzlerinde, gözlerinde oynaşıyordu. “Böyleler her şeyi yapabilirler”, diye düşündü Berke ve korku yeniden yüreğini sıktı.

Berke, hayatı boyunca Altın Orda aleyhine isyanları çok gördü, bastırmasına kendisi katılırdı ama böyle halk nefreti ile yüz yüze ilk defa idi. Ricayı reddetme arzusu vardı ama cüretkârlıkla davranmak için Altın Orda tahtında kendini henüz bu kadar sağlam hissetmiyordu. Vakti kazanmak, kendine gelmek gerekiyordu, sonradan ise…

- İnsanların üçüncü ricası… Kölelerinin çocukları özgür Mülümanların çocukları gibi medreseyi ziyaret etme ve okuma yazma öğrenme hakkı alsınlar.

Berke her şeyi beklerdi ama bunu değil. Moğolların alfabesi yoktu. Ama büyük Cengiz Han’ın kendi yenilmez bir devletini kurduğu zaman Moğol sözcüklerini Uygur alfabesinin harfleri ile yazmasını emretti. Bu şekilde torunlarına tahsis edilen Dünya Sarsıtıcısının yaşamı ve kahramanlıkları tarihi “Altın Kitap” ta yazılıyordu. Okuma yazmayı sadece Cengizliler ile Moğol soyluları öğrenebilirdi. Burada ise Buhara’da çılgın kalabalık, ayaktakımı “mavi kan” ile eşitlemek istiyordu.

- Olmaz öyle bir şey’, sertçe dedi han.

Kalabalık ansızın ona doğru hareket etmiş gibi geldi ona. Atlar endişe ile kişnemeye başladı.

- Biz düşüneceğiz…, birdenbire söyledi Berke. – Yarına saraya gelmelisin, biz de kararımızı yazdıracağız, mavi çalmalı adama deyip kamçı ile atı vurdu.

At şahlandı ve süvarinin isteğine itaat ederek kalabalığa doğru atıldı…

 

 

***

 

Ertesi sabah mavi çalmalı adam saraya yol aldı. İnsanlar onu sokaklarda durduruyorlardı yalnız gitmemesi, bozkır kurduna inmaması için ikna ediyorlardı. O da şöyle cevap veriyordu:

- Her şey olabilir. Her şey Allah’ın elindedir… Lakin yalnız mı gideceğim ya da on kişi mi olacağız hiçbir şey değişmez hanın kötü bir niyeti varsa eğer. Onunla birlikte on bin savaşçı ve hiçbir şey kararını değiştiremez. Gereksiz kurbanlar ne için lazım? Bana vazifemi yerine getirmeye düştü ve ben onu yerine getireceğim…

Mavi çalmalı adam hayatı iyi tanırdı. Yılgın, mutsuz halkı kazanmak zordur. O büyük bir okyanusa benzer ama onu sallandırmak için rüzgâr gerekiyordur. Altın Orda hanının gelmesi insanları harekete getirmiş gibi görünüyordu. Ama han kin beslediği olsa da ricaları yerine getirmeyi vaat etti ve yanılmazlığına inanç milleti sakinleştirdi, gönül ağrısı dinmiş gibi görünüyordu.

Gene de Buhara halkı ilk defa itaatsizliği gösterdi. Dün Berke’nin gözlerinde herkes korkuyu görüyordu ve hanın bu geceyi, insanların sert yüzlerini ve gözlerindeki ürkütücü alev yansımasını sonsuza kadar hatırlayacağını biliyordu.

Kırık yıl çiğniyorlardı Moğol atları bu toprakları ve halk fatihin kamçısının karşısında başını eğiyordu. Gece olayları şunu gösterdiler: ne istediğini henüz cesaretle olmasa da ama kesin olarak bilerek insanlar gelecekte de haklarını savunmaya devam ederler. Altın Orda’nın gücü büyüktür ama o da bir fikir ile birleştirilmiş halkı yenemez. Sadece zaman lazımdır.

Mavi çalmalı adam hanın kaldığı saraya korku olmadan gidiyordu. Şunu biliyordu: dünkü olaydan sonra ne saklanmayı ne şehirden kaçmayı başarır. Bütün gece evinin etrafında darguşının adamları nçber tutuyorlardı, her adımını izliyorlardı. Ama gerçekleşecek olan her şey rağmen gerçekleşir…

Mavi çalmalı adamı saryada bekliyorlardı. Telengitler konuşmadan üstünü arayıp Berke’nin oturduğu salona geçirdiler.

Han girenin yüzüne uzun uzun ve dikkatli dikkatli bakıyordu. Ansızın şunu sordu:

- Hıristiyan mısın?

Adam içinden Berke’nin dünkünden bambaşka gözüktüğünü söyledi. Gözlerinde korku yok, yüzü mütehakkim, sert, sesi ise emindir. Şaşıracak ne vardı ki? Bugün güç onun tarafındaydı. Han ile birlikte Altın Orda’dan gelen savaşçılar sarayı kuşattılar, sokaklarda Musabek’in atlı müfrezeleri dolaşıp insanları avlulara sokuyorlardı.

- Hayır. Ben insanım.

- Belki sen Müslümansın, ha?

- Hayır.

- Peki. Maden ne Hıristiyan ne Müslüman değilsen o zaman insan ol, inci tespihi yavaş yavaş çekerek alaylı gülümseme ile söyledi Berke. Dün yaşanan anlaşılan belleğinden tamamen silinmedi ve içini yakıyordu, bir çare istiyordu. – Dün şöyle dedin: “Hanlar tanrılar değil…” Tanrıyı andıysan demek ki inanıyorsun ona, değil mi?

- Evet, inanıyorum…, dedi mavi çalmalı adam. – Tanrımın adı haktır.

Berke’nin yüzü sessiz bir gülmeden titremeye başladı.

- Belki tanrının nerede bulunduğunu söylersin?

- Kaymak sütte çözündü… Hak ta aynı şekildedir. O her yerde: gökte, yeryüzünde, benim içimde ve onun içinde…, adam, hanın arkasında duran Telengite işaret etti.

- Peki, benim içimde o var mı? Ne düşünüyorsun?, han alay ile mavi çalmalı adam baktı.

- Bilmiyorum…

- Ama ben biliyorum.. Benim hakım benim gücümde, inancımdadır… Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed onun resulüdür. Ben ise peygamberin izleyiciyim ve işinin korucusuyum…

Mavi çalmalı adam yavaş bir sesle gülmeye başladı. Kara güzel bıyıklarının altından nemli bir şekilde beyaz, düz, inci gibi dişleri parıldadı.

- Büyük han doğruyu diyorsa, dedi, - o zaman İsa’yi ya da Musa’yı tercih etmesi gerekiyordu. Onlar Muhammed’den daha kuvvetliler.

Berke’nin tespihindeki inciler daha hızlı oynaşmaya başladı.

- Kim dedi bunu sana kâfir? Muhammed’den daha güçlü bir aziz yoktur. O Allah'ın yeryüzündeki elçisidir. Musa da peygamberdir, Muhammed’in küçük erkek kardeşidir. Musa’nın adım attığı yer denizin dibi açılırdı. İsa ölünü diriltebilirdi, Muhammed’in Allah’a dua ettiği yerde dağlar taşlara, taşlar da küllere dönüşürdü. Bunlar, Allah’ın kutsal oğlunun yüzünü görmek istediği için oluyordu. O en güçlü peygamberdir. Kimse ondan güçlü olamaya cüret etmez…

Adam başını salladı:

- Bu dünyada her şey olabilir… İsa güçlü olsaydı çarmıha gerilmiş olmazdı.

- Çalma takıyorsun, anlamlı anlamlı söyledi han, - ama sen galiba Kuran’ı okumamışsın ve bilgili âlimler ile sohbet etmemişsin. İsa’nın da Allah’ın oğlu olduğunu biliyorum, onun değil bambaşkasının çarmıha çivilenmiş olduğunu da biliyorum.

- Öyle mi?, adam hafifçe gülümsedi.

Berke alaylı gülümsemeyi farketmedi. Akıl öğretmeyi, İslam’a bağlılığını, bilgilerini göstermeyi severdi.

- Dinle beni kâfir, dedi han. – İsa’nın yaptığı mucizeleri için kâfirler onu Allah ile bir tutmuşlar. Musa’nın yanlıları Cuitler kıskançlıktan yanarak ona avlıyorlarmış. Bir gün düşmanlardan saklanarak İsa bir evde gizlenmiş. Cuitlerin yaklaşmasını duyup aziz semaya uçmuş. Düşmanlar ona benzer bir adamı yakalamayı başarmışlar. Bu insanı işte onlar taşlar ile vurup çarmıha gerilmişler.

Mavi çalmalı adam gözlerindeki alaylı gülümsemeyi gizleyerek şunu söyledi:

- Demek oluyor ki İsa kendi yerine bir masumun parçalanmasına izin verdi… Tabii ki eğer tanrıya benziyorsan niyetlediğin her şeyi gerçekleşebilirsin… Muhtemelen bu yüzden İsa şarap içerdi, değil mi?

- Hayır. Şarabı yanlışlıkla içti, muhatabına bıraktığı izlenim ile memnun Berke onur ile söyledi. Elleri acelesiz tespih çekiyordu. Kudüs yolunda aziz İsa susamış. Bağa girmiş ve orada su aramaya başlamış. Sonunda toprak kabı görmüş. İçinde suya benzer bir sıvı varmış, İsa da onu içmeye başlamış. Sıvının tadı acımsı ve ekşimsi çıkmış. O zaman İsa kübe bunun neden öyle olduğunu sormuş. Köp ise birinin iğneyi çalıp onu bakır para olarak sattığını anlatıp yanıt vermiş. O para bağ sahibinin eline geçmiş o da kübü satın alarak onu tüccara vermiş. Bundan dolayı küpteki suyun acırak bir tadı var. İşte görüyor musun kâfiriğnenin çalınması ile ilgili küçük bir günah suyu sinsi şarap haline getirmiş. Peygamber Muhammed İsa’da daha bilgeydi onun için bize vasiyetlerini bıraktı: birbirine kötülük yapmamak, şarap içmemek, zengiler ise her zaman fakirlere acımalı ve yardım etmeli. Kutsal Kuran’ın beşinci süresi böyle diyor…

Çalmalı adam başını yere kadar eğdi.

- Şimdi anladım ya büyük han dün halkın taleplerini neden kabul ettiğinizi. Siz her şeyde peygamber Muhammad’dan örnek alıyorsunuz…

Hanın elindeki tespih durdu. O sanki yeniden yeryüzüne dönmüş gibiydi. Çekik dar gözlerinde öfke alevi cayır cayır yandı.

- Hayır!, diye bağırdı. – Dün ben kimseye bir vaatte bulunmadım!

- Ama sözlerinizi büyük han insanlar duyorlardı…

- Hangi insanlar? Kalabalık! Onlar insan değiller benim kölelerimdir! Biliyor musun kâfir Kuran’da diyor ki zorlama ya da tehdit ile alınmış vaadin bir geçerliği yoktur!

Çalmalı adamın yüzü ölgün bir solgunluk kapladı. Sakin ve yavaş bir sesle şunu dedi:

- Yani dün siz korkuyordunuz? Demek ki Altın Orda hanını bile titretecek bir kuvvet varmış…

Berke gaddarca gülmeye başladı:

- Benim adımdan titrecekler!.. Sonsuza dek!..

Han gümüş zili kapıp hızlı bir şekilde onu sallamaya başladı. Kapı açıldı, eşikte berke’nin özlük muhafızı Telengitlerin yüzlük ordusunun komutanı Salimgirey belirdi.

Han parmağı ile çalmalı adamın tarafına işaret etti.

- Onu, kutsal Buhara’da fesat çıkardığı ve ayaktakımını bana itaat etmemeye çağırdığı için ölüme mahkûm ediyorum! Bu kâfirin kanı sarayımın duvarlarını terzil etmesin! Onu şehir dışına götürüp kelesini al! Bedeni çakalların gıdası olsun!

Berke mavi çalmalı adama dik dik baktı ama onun yüzü sakindi.

Han, konuşma sırasında birkaç kez geyik boynuzundan ustalıkla yapmış çakçayı (tütün kutusu) çıkardığını aniden hatırladı.

- Bu adam ile sohbeti unutmamam için onun çakçasını bana getirirsin…

Salimgirey konuşmadan eğildi, kından kılıcı sıyırıp onunla çalmalı adamı acele ettirerek onu çıkışa sürdü.

Berke gözlerini kapattıp uzun süre hareketsiz oturuyordu. Huzur ona yavaş yavaş dönüyordu, parmaklarının titremesi dindi, öfke yatıştı.

Han el çırptı. Eşikte vezir gözüktü:

- Semerkant’tan gelen Müslümanlar girsinler…

Geri geri çekilerek vezir kapının arkasında kayboldu. Bir süre sonra salona beyaz çalmalı insanlar girdi. Yere kadar eğilerek onlar hanın oturduğu kürsüye yaklaşıp ayaklarını altına çemreyerek yere indiler. Onlardan şişman kırmızı yüzlü biri güzel kadifemsi bir sesle duayı okumaya başladı. Bitirdiğinde herkes birleşmiş avuçları ile yüzünden gezdirdi. Berke de gerçek Müslüman gibi aynı el hareketi yaptı.

- Âmin!

Bir müddet sonra dua okyan hüzünlü bir sesle şöyle konuştu:

- Saygın Altın Orda hanı geçen yıl içinde iki yakın insanınızı kaybetmişsiniz: Sartak Han’ı ile ulakçı Han’ı. Huzur içinde yatsınlar… Taziyelerimizi kabul edin…

- Sağ olun saygın insanlar. Her şey herşeye kadir Allah’ın isteği ile olur… Biz mi derde homurdanacağız?,deyip duraksadı. – Bana iş için mi geldiniz?

Sözü, kumlarda yetişmiş eğribüğrü saksaul ağacına benzeyen kara bir adam aldı.

- Saygın Berke Han, diye yavaş gıcırtılı bir sesle konuşmaya başladı. Keder dolu kalpler ile geldik size. Yanlılarınız Müslümanlar Semerkant’ta kâfirlerden korkunç şiddetler yaşıyorlar. Payımıza düşmeyen aşağılamalar kalmadı!.. En son, onlar inancımızı kabul eden bir delikanlıyı ateşe verdiler. Şehir darguşısı Hıristiyanları destekliyor ve tüm haklarımzı bizden aldı. Sizi adil bir han ve gerçek bir Müslüman olarak tanıyarak size himayenizi istemeye geldik… Bizi kâfirlerdenkurtarın.

Berke kaşlarını çattı:

- Kâfirler ile başa çımak için yeterince gücünü yok mu? Yoksa Semerekant’ta Müslümanlar inancını savunmasını unuttular?

- Sayımız çok…, han söyleşinde gizli manayı yakalarak Semerkantlı söyledi. Ama Altın Orda nasıl bakar buna? Şimdiye kadar kimse ve hiçbir zaman takdir sözlerini söylemedi bize yardım etmeye de çalışmıyordu…

O doğruyu sözlüyordu, Berke de bunu biliyordu.

Hıristiyanlık Semerkant’ta buraya Moğollar gelmeden çok önce temelleşti. Samanîlerin ile Karahanlıların torunları onu himaye ediyorlardı. Ayrıca Müslümanların her zaman destek bulduğu Harezm’in çökmesi İslam’ın izleyicilerini kaybetmesine neden oldu. Gelen Moğollar ise dinlerin hiçbirini tercih etmiyorlardı. Bunların hepsi Hıristiyanların işine yarıyordu, cemaati de güçlendi. Güçlü olan güceniklikleri hatırlamayı ve yenildiği düşmandan intikam almayı sever. Çoğu vaktinde Hıristiyanlığı kabul eden Cengiz Han’ın torunlarının desteğini sağlayıp kelise Müslümanların zulüm düzenledi.

Hanın sustuğunu görürken Semerkantlı yeniden konuşmaya başladı:

- Hıristiyanlı delikanlı inancından vazgeçip camiye geldi… Muvafakatiyle sünnet yapılmıştı, Kuran’a el basıp peygamber Muhammed’in sadık takipçisi olacağına ant içti… Hıristiyanlar şehir darguşısıne bunların hepsi zorla yaptığımızı söyleyip şikâyet etti. Darguşı delikanlıya önceki dinine dönmesini söyledi ama o reddetti çünkü Allah kalbini hak nuru ile aydınlattı… O zaman Hıristiyanlar onu yakalayıp ateşte yaktılar…

Han yüzünü buruşturdu. Böyle ayrıntılar onu ilgilendirmiyordu.

- Hangi sözü bekliyorsunuz?, sabırsızlıkla sordu. – Nasıl bir yardım?

- Hıristiyanlar çoktur…, kaçamaklı bir biçimde söyledi Semerkantlı.

Berke düşünceye daldı.

- Allah’ın adı ile herşey affedilsin… Sizinle sıradan insanların kıyafetlerini giymiş savaşçılarım olacak…

- Allah yardımcın olsun ya büyük han… Bunu en iyisi Pazar günü yapmaktır, kâfirlerin keliselerinde toplandığı zaman…

- Amin!, dedi han.

Yankı gibi tekrarladılar ardından Semerkantlılar:

- Amin!..

Aynı gün Berke sarayda şehrin tüm soylu insanları, bilgili âlimleri, müridleri ve Buhara camilerinin Karisini kabul etti. Onlara Altın Orda’dan getirilen cömert hediyeleri dağıtıp han günü bitmiş sayıp istirahata gitti.

 

 

***

 

Yeryüzüne gecenin çöktüğü vakit Salimgirey hanın emrettiğini yerine getirmek için yanına birkaç Telengiti alıp mavi çalmalı adamı şehir dışına sürdü.

Dar, zifiri karanlığa bürünmüş şehrin küçük sokakları esrarengiz ve gizemli gözüküyordu. Darlığa alışkan olmayan bozkırcılar korkuyorlardı. Ama Salimgirey, sanki sezgi ile tilki inlerine benzer çıkmazların ile sokaklar dolambacında yolu sezermiş gibi emin adımlarla yürüyordu. Ama bir süre sonra savaşçılar kendilerini şehir kapılarında buldular.

Salimgirey durdu, düşündü, sonra Telengitlere döndü:

- Peki. İleriye benimle gitmeyebilirsiniz. Kâfir ile kendim hesabını görürüm. Geri dönün.

Yüksek şehir duvarından dar hilal gözüktü, onun sönük esrarengiz ışık içinde kalmış kerpiç evleri mezar anıtlarına benzer oldu. Dar küçük sokaklarda karanlık daha da yoğun oldu.

Hayali ay ışığı ile büyülenmiş Telengitler ikircim içinde duruyorlardı. Yalnız dönmekten korkuyorlardı, daha da korkunç çalılıklarda, ücra ve sapa sel yarıklarının yamaçlarında çakalların hıçkıra hıçkıra ağladığı, boğuk bir sesle ürüdüğü şehir kapısından çıkmak gözüküyordu.

- Dönmeye razıyız… Ama yolu nasıl bulacağız?.., Telengitlerinden biri dedi.

Salimgirey cesaret verici bir şekilde gülmeye başladı:

- İyi bakın… İşte orada caminin minaresi görünüyor. Bu sokakta giderseniz doğrudan ona çıkarsınız. Orada savaşçılarımız var. Onlar size saraya yol gösterirler.

Hanın özlük muhafızını şahsen tanıyan bekçiler ona dar küçük kapıyı açıp şehirden saldılar.

Salimgirey ile mavi çalmalı adam şehir duvarlarından yeterince uzaklaştığı ve onları artık kimsenin duyamadığı zaman onlar söz birliği etmişlercesine durdular.

- Ne gerek vardı bu kadar uzağa gitmeye Salimgirey?, acı ile söyledi mavi çalmalı adam. – Karanlık bir sokakta bir yerde beni kesmek daha kolay olmaz mıydı?

- Sen ünlü bir âlimsin, Tamdam. Han da bunu biliyor. Eğer seni şehirde bir yerde öldürseydik yarın bunu bütün millet konuşurdu. Han senin nerede ve nasıl öldüğünü kimse bilmesin istiyor.

- Han bilgedir…, neşesiz gülümsedi Tamdam. – İki kurt yavrusunun, Muhammed Tarabi’nin <Muhammed Tarabi, köpek yılı yani 1238 yılındaki Semerkant’taki ayaklanmanın lideridir. Ayaklanmanın bastırması sırasında Moğollar on bin savaşçı kaybettiler.> iki öğrencisinin bir gün böyle karşılacağını kim bilerbilirdi? Ve birinin öbürünün boğazını keseceğini…

Salimgirey yanıt vermedi. Dostlar uzun bir süre konuşmadan duruyorlardı, titreyen ay ışığının sürünmüş tarların, derin sel yarıklarının üzerinde nasıl yayıldığını, süzüldüğünü seyrediyorlardı.

- Bunca zaman neredeydin?, diye sordu Salimgirey.

- Önce Bağdat'a kaçtım ama oraya da Moğollar geldi. İntikam hırsından dolayıhuzurlu yaşamıyordu, ben de buraya Buhara’ya döndüm…

- Vakti boşuna kaybetmiyormuşsun… Elâlem, birçok kitabın bilgeliğini kavradığını, Kuran’ı ezberden bildiğini ve şariatın tüm kanunlarından haberin olduğunu söylüyor…

- Öyledir…

- Kıpçak bozkırlarına kaçtım malum. Orada beni kim tanıyabilirdi? Göçene kuşlar hariç. Bir at çobanıydım ve yıllardır atları otlatırdım. Bugün hanı ta kendisini koruyan yüz Telengitin yüzbaşıyım…

- Çok şey başarmışsın…, alay ile söyledi Tamdam. – Böyle bir itibarı kazanmak için ne kadar kardeşlerin kanı akıttın?

Salimgirey başını kaldırıverdi:

- Neden bunu söylüyorsun? Ellerim temizdir. Onları kana bulama vakti henüz gelmedi. Ve o kan kimin olacağını sen bilirsin.

Arkadaşlar uzun süre sessiz kalıyorlardı. Salimgirey aniden Tamdam’a elini uzattı:

- İleriye gitmeceğim. Al bunu, işine yarar. Yolun epey zor ve uzundur. – Ay ışığının altında sönük bir biçimde altın ışıldadı.

Tamdam tereddüt edip sonra paraları aldı:

- Teşekkür ederim…

- Bekle, deyip Salimgirey yüzünü arkadaşının gözlerini görmeyi çalışarak onun yüzüne yaklaştırdı. – Kurt olduğumu düşünme… Hanların Kıpçakların ile Uyguların ne kadar kanını döktüğünü hatırlıyorum… Hocamızı ve bize vasiyet ettiği unutulur mu?.. Haydi, elveda!

- Bekle… - Tamdam elini salimgirey’in omzuna koydu. – İşte sana çakça. Onu hana götür, yoksa ölümüme inanmaz. Uzun zaman önce onu bana Bağdat’ta esir bir Kıpçak ihtiyarı yaptı. Çok uzun zaman önce… Memleketine o kadar hasret duyuyordu ki…

Dostlar kucaklaştı ve kısa bir süre sonra tamamen beyaza bürünmüş Tamdam’ın endamı hayali ay ışığında eridi.

 

 

***

 

Kötü bir haberin kuş kanatları vardır. Müslümanların Semerkant’taki tüm Hıristiyanları katledikleri kısa bir süre sonra tüm büyük ve küçük şehirlerde öğrenildi. Eloğlu farklı şeyler söylüyordu. En azılı İslam izleyicileri seviniyorlardı; zihni, Allah’a inancı ile henüz bulanmamış olanlar ölenlere teessür duyuyorlardı çünkü Hıristiyanlar ile Müslümanlar bir kanın milletiydi. Mısırın halifesi Berke’de peygamber Muhammed’in gerçek izleyicisini görüp ona pahalı hediyeler ile elçisini yolladı.

Berke Han soluğunu tuttu. Semerkantlı Müslümanları yüksek sesle övmüyordu ama kınama sözleri de söylemedi. Han olayların nasıl gelişeceğini bekliyordu.

Buhara’da daha bir hafta geçirdikten sonra Altın Orda’ya dönmeye karar verdi. Gezi onu tatmin etmedi. İçi rahat değildi. Burada öğrendiği her şey onu sevindirmiyordu. Cengiz Han’ın büyük imparatorluğu sarsıldı. Dünya Sarsıtıcısının torunlarının işlerini ve davranışlarını garez ve rekabet yönetiyordu. Maveraünnehir’de, Horasan’da ve Doğu Türkestan’da Çağatay’ın ulusunun Karakurum’dan ayrılma yanlıları güç kazanıyorlardı Bu da bir süre geçtikten sonra Tülay’ın torunlarının karşına çıkacaklarının anlamına geliyordu.

Mengü’nün Karakurum’da Moğolların büyük hanı olduktan sonra Cengizlilerin arasındaki düşmanlığı arttı. Çağatay ile Ögeday’ın çocuklarının arasında özellikle şiddetliydi. Cengiz Han’ın vasiyetine göre evlatlarından biri yanlış bir işi veya cinayeti işlerse onu tüm Cengizliler yargılamalıydı. Fakat Dünya Sarsıtıcısının vasiyeti unutulmuştu. Güçlü olan yargılardı. Böylece Ögeday’ın torunları Cengiz Han’ın küçük kızı Altan Begim’i katlettiler, babası ölümünden sonra Karakurum’da Moğolların büyük hanı olacak olan Şıramun’un yerine ise onlar beyaz koşmada Güyük’ü kaldırdılar. Ölümünden sonra Batu Han Mengü’ya Moğolların büyük hanı olmaya yardım ettiğinde aleyhine Çağatay’ın oğlu Esu Monke ayaklandı. Lakin Çağatay’ın oğlu Mutigen’den doğmuş torunu Kara Hülagû Mengü’nün tarafını aldı. Yeni hanı Kadan ile Kutan’ın oğullarından doğmuş Ögeday’ın torunları da desteklediler.

Domuz yılında (1252), Cengiz Han’ın torunlarının Noyanların mahkemesine gelip toplandıklarında Mengü düşmanlarını zalimce cezalandırdı. Sadece Şıramun’a aman verdi ama ona da sonuna kadar inanmadı. Üç yıl sonra Şıramun’u onun emriyle nehirde boğmuşlar. Mengü hiç yargılamadan Şıramun’un annesi Barakşı Hatun’u ile Güyük Han’ın dul eşi Oğul Gaymış idam etti. Çağatay’a ait ulus Kara Hülagû’ya verdi o da önceden bu ulusu yöneten Esu Monke’nin karısından kurtulmka için onu at sürüsü ile ezmeyi emretti.

Büyük Cengiz Han’ın ölümünden hemen sonra torunlarının arasında kıyım başlandı. Hanlar ile hükümdarlar birbirinin yerini hızlı alıyorlardı. Hançer ile zehir iktidar savaşında ana silah haline geldi. Ama Cengiz Han’ın soyunun sayısı çoktu onun için düşmanlık onlarca yıl durmuyordu, her zaman zehirlenecek ve kesilecek biriler vardı.

Fethedilmiş halklar için en zordu. Kendini şu ya da bu ulusta temelleştirmeye çalışarak Cengizlilerin tarafından birbirine gönderilen onlardı.

Berke Han Orda’ya döner dönmez siyah süvari Karakurum’dan Moğol büyük hanı Mengü’nün koyun yılında (1259) sonsuza dek hayata gözlerini yumduğu haberi getirdi. Kırk bin kişi cenazesi için geldi, iki bin beyaz yurta Moğol bozkırında belirdi. Cenaze, Cengiz Han ile vasiyet edilmiş tüm kurallara uyarak mükemmeldi. Mengü, defin ile ilgili herkesi öldürülerek toprağa gizlice verildi. Mezarın üzerinden, hanın gömdüğü yerin sonsuza kadar gizlenmesi için binlerce at sürüsü koşup geçti.

Ögeday’ın ölümü Cengizlilerin arasında adavetinbaşlandığına neden olduysa Mengü’nün hayattan gitmesi ise Cengiz Han ile kurulmuş imparatorluğun bölünmesine işaret oldu.

Maymun yılında (1260) emsali görülmemiş bir şey oldu. İlk defa iki büyük han ortaya çıktı. Onlar Tüli’nin oğulları Çin’deki Kubilay ile Karakurum’daki Arık Böke oldu.

Bir kazan iki koyun başı için dardır. Çok şiddetli bir adavet başladı yeni hanların arasında. Onların seçildiği kurultayda en nüfuzlu ikiCengiz Han’ın soyunun temsilcisi Hülagû ile Berke yoktu. Bunun için belli sebepleri vardı.

Tüli’nin orta oğlu Hülagû,Mengü’nün iradesini yerine getirirken bu yıllar içinde İran’ı ile Irak’ı fethetti, Mengü ise onunla fethedilmiş tüm memleketlerin ilhanı ilan etti. Hülagû Hıristiyandı onun için Arık Böke’ye destek vermeliydi ama durumlar Karakurum’un onun yardımına bel bağlaması gerekmediği bir şekilde gelişti. Baybars Memlûkleri ordusunu yenilgiye uğrattı ve Suriye’ye sefer başlattı. O arada Gurcistan çarı Büyük David ilhanın aleyhine isyan çıkardı.

Hülagû Gürcüler ile hesabını gaddarca gördü.

Ama memleketlerinde huzur yoktu. Düşünmek ve zor zamanda arkasını yaslanabilecek sadık bir müttefiği aramak gerekiyordu. İlhanı korkutan Gürcüler değildi. Mısırın Memlûkleri güç alıyorlardı. Onların elebaşısı Baybars haçlılar ile başarıyla harbediyordu ve Hülagû’nun kendi itaati altına almayı çalıştığı Suriye’yi bırakmak istemiyordu.

İlhan giderek daha sık Çağatay’ın ulusuna ümit ile bakıyordu. Altın Orda’ya gelince Hülagû’nun kuvvetlenmesinden korkarak ilişkilerini Baybars ile güçlendirmeye çalışıyordu. Berke Azerbaycan’ı kaybetmek istemiyordu ama Hülagû’ya açıkça karşı çıkmakta hala tereddüt ediyordu. Anlaşılan o da neye yanaştığını biliyordu çünkü Irak’ta bulunan Berke’nin birkaç akrabasını göndermekten korkmadı.

Berke tek bir düşünceye verdi kendini: Altın Orda’ya önceki kuvvetini ile ihtişamını geri vermektir. Ve dış düşmanları ile hesap görmek için fırsat kollayarak şimdilik iç işleri ile uğraşmaya karar verdi.

Altın Orda’nın başkenti Berke’nin niyetlerine göre güzelliği ile hem dostları hem düşmanları çok büyük bir izlenim bırakmalıydı, kudretini ile zenginliğini göstermeliydi.

Berke Rumeyin nasıl çalıştığına hiddetlenmişti. İnşaat çoktan, hanın Orda’nın mutlak efendisi olduğundan hemen sonra başlandı ama caminin sadece yarısı tamamlanmıştı. Kolomon galiba mahsus acele etmiyordu. Onu cezalandırmak gerekirdi ama Berke’nin hazır yapılmış olanı incelediğinde memnun kaldı. Cami güzelliği çarpıyordu. Usta mermeri, Ermeni dağlarından olan camsı mavi taşları, Semerkant gök mavisi boyasını, beyaz gança oymasını maharetle kullandı. Caminin duvarları motiflerin oyunu ve boyası ile Acem halısını andırırdı.

Han sabırsızlıkla cami inşaatının bitmesini bekliyordu. O ona tüm Müslümanları birleştirmeye yardım eder, İslam’ın savunucusu namını kazandırır. Berke, altın minarelerin insanlara dünyanın yarısına sahip olan Orda’nın intişamına inandırarak güneşin altında nasıl parlayacağını artık hayalen görüyordu.

İtaatsız Rumey nasıl acele ettirilir? Belki vatan hasreti dinmiş ama galip ihtimalle işlerin tamamlandıktan sonra da Berke’nin onu bırakmayacağını, ona özgürlüğü vermeyeceğini tahmin ediyormuş.

Kolomon ise gerçekten bunun garip olduğu halde inşaat ile acele etmiyordu. Hangi usta hayalinin gerçekleşmesini görmeyi hayal etmez? Kolomon istisna değildi. Ama onu başka türlü davranmaya zorunda bırakan sebepler vardı. Altın Orda hanı sıradan bir Rumeyin, esirin, kölenin düşüncelerini nereden bilebilirdi…

Saraydan çıkıp Berke atını yeşil kamış duvarı ile çevrili küçük bir bozkır gölüne doğru yönlendirdi. Orada kuğuları yaşıyorlardı.

Güzel kuşları hayran hayran seyretmek için her sabah gelirdi buraya han. İnsan ve hayvan kanını kolayca döken Berke kuğularını taparcasına severdi. Seyretmesi ona güven ve huzur verirdi.

Kuğular evcildi. Havalar soğumadan özel sıcak bir mekânda tutulurdu baharın gelmesi ile ise bu göle bırakılırdı. Kimse bu kuşlara ateş etmeyi veya korkutmayı cüret etmezdi. Bunu özel atanmış adamlar nezaret ediyorlardı. Muthiş bir ceza beklerdi sözünden çıkanı.

Günlerin birinde geç gelen bir sonbaharda gölde nöbet tutan oğlan evine gitti. Gece karın yağacağını ve soğuğun bastıracağını kim bilebilirdi?

Kuğular uçmayı bilmiyordu. Ve sabah mutadı üzerine han göle geldiğinde yarı diri buz kesilmış kuşları gördü. Berke’nin öfkesinin sınırı yoktu. Emriyle iki nüker çırçıplak kalana kadar soyunup bedenleri ile buzu kırarak kuğuları kıyıya çıkardılar. Onları elbiselere sarıp Nükerler kuşları han karargaına getirdiler. Sıcaklıkta kuşlar canlandı, han kendi ellerinden onları besledi. Aynı gece kuğulara atanmış oğlan dayaklardan can verdi.

Orda’da Berke’nin kuşları sevdiğini bilirlerdi ama kimse hanın kuşlara tapındığını tahmin bile edemezdi. Ruhu onlara aitti.

Berke, dedesi Cengiz Han’ın Çin şehirlerinden birini fethedip torununa bu evcilleştirmiş kuğuları hediye ettiğinde on bir yaşındaydı. Kuşlar neredeyse yavrulardı. Cengiz Han: “Kuğular, kutsal kuşlardır. Onlar her zaman seninle olsunlar. Kimseye onları incitmeye izin verme.” Dedi Berke’ye.

Dedesinin sözlerinde bir sırrı vardı ve onunla kapılmış Berke vasiyetini sadakle yerine getiriyordu. Seferlere çıkmak gereken zamanlar kuğulara en güvenilir kişi atanırdı. Hiçbir zaman ve hiç kimsenin hizmetini ödemeyen han koruyucu insana ağır hediyeler veriyordu…

Çoktan yok hayatta Cengiz Han, çoktan terk etti bu dünyayı babası Cuci. Kendi de artık altmış yaşına geldi ama vaktin hükmü kuşlara geçmezmiş gibi onlar hala güzellerdir hala gölün üzerinde gümüş borularının sesine benzer haykırışları duyulurdu. Her geçen sene daha da bağlanıyor kuğulara han. Onu her zaman kuşların bu kadar uzun ömrü şaşırtıyordu.

Bir gün han Orda’da kuş avcısı olarak bilinen kusbegiyi yanına çağırıp şunu sordu:

- Söyle bana kuğuların ömrü kaç yıldır?

- Yüz yetmiş ile yüz seksen arası, diye cevap verdi ihtiyar.

- Peki, kaya kartalı?

- Onun ömrü insanınki gibi kısadır yani yetmiş ile seksen yıl arasında.

Berke şüphe ile kusbegiye bakıyordu:

- Güçlü kaya kartalı zayıf kuğulardan neden daha az yaşar ki?

- İhtiyar hafifçe gülümsedi:

- Berkut hunhar ve kana susamıştır. Kurbanı zayıftır. Kuğular ise çiçek taçyaprakları, otlar ve temiz su haznelerinin dibinden çıkarılan beya kökler ile beslenir…

Kusbeginin yanıtı hanın hoşuna gitmedi:

- Belki o zaman kuğuların neden öldüğünü bize söylersin?

İhtiyar ömrünün uzun yıllarından solmuş gözleri ile Berke’ye baktı.

- İnsanın okundan, hayvanın dişlerinden, yırtıcı kuştan ya da kahrıdan…

- Kuşun ne kahrı olabilir ki?

Kusbegi başını salladı:

- Büyük han kuğunun bir eşi olmadan yaşamayacağını bilmiyor mu? Halk bunun üzerinde şarkı bile yazdı. Dinle ya büyük han…

İhtiyar kısık çatlak bir sesle şarkı söylemeye başladı:

- Kuğu uzun zaman yaşayabilir gölde,

Eşi ile sevinç içinde yaşıyorsa eğer.

Mutsuz yaşlanıp ölür o,

Dostunu erken kaybederse eğer.

Dedesi Berke’ye bu kuşları hediye ettikten beri hemen hemen elli yıl geçti. Son yıllarda Cengiz Han’ın açmadığı sırrına ermiş gibi görünüyordu. Kuğular sadece bir hediye değildi. İki beyaz kuş Berke’nin kaderi oldu. Onlar yaşayana kadar hanın korkacak bir şeyi yok.

Her ne olursa olsun herşey geçer, tüm mihnetler gider. Bunu düşündükçe Berke hayatı ile kuşların hayatı arasındaki mucizevi bağına daha çok inanıyordu.

Kuğulara hayranlıkla bakarak han savaşları, düşmanları, intikamı unutuyordu… Kim bilir belki onlar ona kalbi aydın ve temiz olduğu, aklı ise dökülen kandan sarhoş olmadığı uzak çocukluk zamanını hatırlatıyorlardı. Belki kuşların ebedi gençliği teselli ediyordu, uzun ömürleri ve her ne kadar erişilmez görünse de tüm dileklerin gerçekleşmesini vaat ederek yakın yaşlılığı kandırıyordu. Kim bilir?..

Acele etmeden atın dizgini indirip bugün göle gidiyordu Berke. Arkasındna bir adım bile geri kalmadan onu sadık Nükerleri takip ediyorlardı. Ansızın han süvariyi gördü. Dikkatle bakıp gözlerine inanamadı. Karşıdan güzel bir rahvan atın üzerinde, samur ile benzemiş borik denen atlas beresi takmış, kırmızı kadifeden kamzolu giymiş genç bir kız gidiyordu.

Kız hanı tanımadı. Anlaşılan acele ediyordu ve karşısına çıkan süvarilere bakmaıd bile. Han onun genç temiz yüzünü, deve yavrusundaki gibi büyük ve koyu gözlerini görebildi. Kızın al dudakları gülüyordu, muhtemelen güzel bir şey düşünüyormuş.

Berke’yi kadınlar artık nadir heyecanlandırırdı ama genç süvari kızının güzelliğinden hanın kalbi tutkuyla ve çok hızlı atmaya başladı.

- Kimin kızı bu?,kime kızdığı anlaşılamayacak bir şekilde sordu han.

Nükerlerden biri Berke’ye yaklaşıp saygıyla şöyle dedi:

- Sartak Han’ın sarayının mutfağında uşaklık eden kadının kızıdır bu. Adı Kunduz’dur.

- Hizmetçinin kızı mı?, han daha çok somurttu. – O zaman kim ona rahvan atı ve böyle elbiseleri verdi?

- Bu çok kısa bir süre önce oldu ya büyük han. Bunu Nogay Han yaptı. Kunduz’un annesi eşlerinden birinin uzak bir akrabasıdır.

Berke alayla gülümsedi. Han eşlerinin uzak akrabaları kendilerini mavi kanlı soyundan geliyormuş gibi davranmaya başladılar.

- Bir anne bir genç kıza canı istediği yerlerde dolaşmaya izin verir? Evli değil mi o?

- Hayır, büyük han. Ama o nişanlı.

- Kocası kim olacak?

- O Danil, büyük knez Aleksandr Nevski boyarı ile nişanlıdır.

Han somurttu ve Nükerin yüzüne dikkatle baktı:

- Bir şey karıştırmıyor musun?

- Hayır, nüker eyerde büküp sesini alçalttı: - Sartak Han’ın sarayında hizmet ediyordum. Beyaz koşmada kaldırıldığı yıl Orda’ya Danil geldiydi…

- Ben bunu biliyorum…, sabırsızlıkla sözünü kesti Berke.

- Bu kızı hanın emriyle gece genç boyara götürüyordum. O zaman on üç yaşındaydı. Muhtemelen Danil hoşuna gitti… Giderken Sartak Han’dan Kunduz’u eş olarak istedi…

Herşeyin farklı bir şekilde olduğunu nereden bilsin Nüker. Danil, kıza hayatını kurtardığı için ona iyilik ile karşılık vermek istedi. Gerçek sebebi Sartak Han’a açıklamayıp Danil, Kunduz büyür büyümez onu Novgorod’a bir süre misafir kalmak için göndereceğini rica etti. Han, kızın boyarın hoşu gittiğini düşünerek razı oldu. O yüzden Danil’in ayrıldıktan sonra Kunduz’u her isteyeni Sartak reddediyordu.

Orda’nın kudreti Batu Han’ın ölümünden sonra sarsıldı ve Cuci’nin torunlarından her biri yakında zamanda her iki taraf için de öldürücü olan mücadeleyi öngörerek güçlü bir müttefiğin desteğini kazanmaya çalışırdı. Büyük Novgorod böyleydi.

Bundan dolayı Nogay eşinin kızın annesi ile olan uzak akrabalığı hatırladı, bundan dolayı ona hediyeler gönderiyordu. Kunduz Novgorod boyar hanımı olabilirdi ve faydalı gelebilrdi.

Nükeri dinlerken Berke başka bir şey düşünüyordu. Ve aklına koyduğunun gerçekleştirilmesi için Novgorod ile ittifak onun işine yarayabilirdi. Onun için çok güzel olsa bile bir Kıpçak kızının yüzünden Aleksandr Knezi ile ilişkilerini bozmaya değmezdi.

- Bu yüzden kendini böyle davranıyor…, alaylı bir gülümseme ile söyledi Berke. – Ama eğer kırmızı tilki gibi koşuşursa muhakkak ona avcı bir ak çıkar…, han Nükere döndü. – Bak kıskanç kargalar onu gagalayarak öldürmesinler. Kendi gözbebeği gibi sakınmalıdır. Orda sözünü Orusut Knezine verdiyse bile tutmalıdır…

- Daha geç değilse…, ürkek ürkek dedi Nüker.

Han birdenbire başını kaldırıverdi:

- Devam et…

- İnsanlar, onun her sabah camiyi inşa eden Kolomon Rumey’egittiğini söylüyorlar…

- Ne için?

- Bilmiyorum…

Berke başka bir şey sormadı. O mu büyük han olan sıradan bir Nükere soru soracak? Sarayda hemen bugün ona Kunduz ile Kolomon hakkında olup biten hatta olacak herşeyi anlatacak insanlar vardır. Bir an için gözünün önüne kızın mutlu yüzü geldi.

Bu sefer Berke inşa edilen camiye İtil tarafından yaklaştı. Yüzelerce köle sahilde kaynaşıyorlardı, balçık yoğuruyorlardı, taşları yontuyorlardı. Gördükleri ile etkilenmiş han atını bıraktı. Cami duvarı renklerin gökkuşağı ile parlıyordu. Renkli desenler harikulade bir bezek halinde örüldü, bakışları üzerine çekiyordu. Kolomon ustanın eserinde inanılmaz aydınlık ve bayramlık bir şey vardı. Han benzer bir şeyi nerede gördüğünü ıstırap verici bir şekilde hatırlamaya çalışıyordu ama olmuyordu. Sonra birdenbire aklına ataların vatanında mavi Kerulen kıyısındaki uzak çocukluğunda gördüğü ilkbahar çayırlığı geldi. O zaman yeryüzü aynı şekilde renklerin gökkuşağı ile parlıyordu ama burada bu gökkuşağı bir insan yarattı. Ve bu acayip bir şeydi…

“Ya büyük Allah, ustaya bu harikayı zamanında tamamlamak için güç ver!, diye düşündü Berke. – Bütün dünyada aynı güzelliğinde bir cami olmayacaktır!”

- Berke Han! Duvar yazısı hoşunuza gidiyor mu?

Han silkinip sese başını çevirdi. Çok yakında Rumey Kolomon duruyordu ve ona bakıyordu. Saçları ve sakalı neredeyse ustanın yüzünü kapacak kadar uzadı. O zayıftı, sürekli güneş altında olmaktan esmerdi ve sadece mavi açık ve temiz gözleri parlak korkutucu ışığı saçıyordu.

Berke duygularını saklayamıyordu onun için şöyle dedi:

- Hoşuma gidiyor…

- Hoşunuza gidiyor iyidir demek…

Rumeyin sesinde hana alaylı bir gülümseme işitildi.

Duygularını gizleyemediği için hoşnutsuz Berke somurttu ve kuru kuru şunu sordu:

- İşini ne zaman bitireceksin?

- Son bahar…, sakin sakin dedi Kolomon.

- Peki.

Berke atın dizginlerini çekti ancak birkaç adım gittikten sonra camiye bir daha göz atmaktan kendini alamadı.

Gördüğünden hanın nutku tutuldu. O sadece Kolomon’nun yüzünün yavaş yavaş ölesiye bir sönüklük ile dolduğunu farketti.

Berke acele acele attan indi, camiye doğru birkaç adım attı sonra önceki yerine döndü. Ve sanki gözlerine inanmıyormuş gibi avucunu yüzünde gezdirdi. Hayır. Gözleri onu yanıltmıyordu. Görüntü kaybolmadı.

Duvarda desenlerin örgüsü içinden rahvan atın üzerinde kız endamını görebildi. Han yanılamazdı. O Kunduz’du. Yüzüne dikkatli dikkatli baktı aynı tebessüm, gözlerindeki aynı mutluluk, elbiseler ve at bile bugün gölün yolunda kız ile karşılaştığında gördükleri ile aynıydı.

Tekrar ve tekrar Berke gidip dönüyordu büyülü yere. Kunduz’un görüntüsü kâh kaybolurdu kâh görünürdu. Bir süre önce kız rahvan atın üzerindeydi ama şimdi artık sadece renklerin parlak bir ışıltısı var.

Hanın dudakları sessizce kımıldıyorlardı. Mucizeler hakkında çok duyduğu oldu. Yedi kubbeli enfes İran camisini de bilirdi. Orada eğer tam merkez kubbesinin altında durursan ve bir söz söylersen kalanların hepsinde yankı onu tekrarlanır ama yerden çekildin mi yanıtın ölüm sessizliği olacaktır bağırmaya başlarsan bile.

Dünyada birçok gizem ve harika vardır ama bugün gördüğü gibi daha duyduğu olmamıştı.

Usta sırrının daha yakın zamanda orataya çıkmayacağına ümit ediyordu. Başka türlü böyle bir şey için cesaret edemezdi. Anlaşılan öngörünün ta kendisi hanın bugün burada olduğunu istemiş. Gizemli bir heyecan kapladı Berke’yi. “Herşey Allah’ın iradesindedir…”, diye inançla düşündü o.

Kolomon hareketsiz duruyordu ve sadece gözbebekleri kararmış büyük gözleri hanın her hareketi ayırmadan takip ediyordu. Berke bir tek kelime söylemeden ata yaklaşıp zor eyere bindi…

 

 

***

 

…Dünyada sevgiden daha güçlü bir duygu yoktur. Onun uğruna bir ödlek kahraman olabilir, okuma yazmayı bilmeyen bir insan ise fevkalade şiirler yazabilir.

Kolomon, Kunduz’u ilk defa bahar güneşinin yeryüzünü ve gözyüzünü erittiği, Deşt-i Kıpçak güzel kokulu otlarının ise artık dize kadar yükseldiği ve rüzgârın bozkırdan onların mest edici ve duygulandırıcı kokusunu estiği zaman gördü.

İki atlı Telengit Kolomon Sarayı sokaklarında hızla koşturuyorlardı. Usta her zamanki gibi tüm gün cami inşaatında geçirdi şimdi ise zindanına dönüyordu.

Rumey yoruldu ve telengitlerin arada bir bağırdığına rağmen yavaş gidiyordu. Bahar gecesinin güzelliklerine ilgisizdi: ne nemli karanlık gökyüzündeki yıldızların neşeli birbirine göz kırpması, ne tozlu dar küçük sokaklara kesif gölgeleri atan hayali ay ışığı. Kolomon tamamen düşüncelerinin hâkimiyetindeydi. Gün içinde yaptıklarını yavaş yavaş gözden geçiriyordu, inşa edilen camiyi düşünüyordu. Ustanın ayaklarındaki zincirler yavaşça ve hüzünlü hüzünlü şıngırdıyordu.

Rumey birdenbire iki kadının nereden çıktığını farketmedi. Onlar ona doğru gidiyorlardı o da fikirleri ile meşgul kayıtsızca yüzlerinde gözlerini gezdirdi. Zincirlerinin şıngırtısına aniden kız saç örgülerine içine geçirmiş gümüş sikkelerinin melodik bir çıngırtısı eklendi.

- Merhaba ağa.

Kolomon şaşkın bir şekilde başını kaldırdı. Ses derin ve şefkatliydi. Rumey yoldan geçenlere dikkatli bir biçimde baktı. Ay ışığı parlak ve açıktı, o da kadınların yüzlerini kolayca görebildi. Biri artık genç değildi, geçmiş güzelliğin izleri ile öbürü muhakkak sesin sahibi olan genç ve güzeldi. Ustanın gözleri yanılamazdı.

Kız uzun boylu, mevzun ve büyük gözlüydü. İki ağır neredeyse yere kadar uzanan arkasına atılmış saç örgüsünde her adımı ile melodik bir biçimde çınlayan gümüş sikkelerinin iplikleri içine geçirmişti.

- Merhaba…, şaşkın şaşkın söyledi Rumey.

Kadınlar geçti ama o hala Telengitlerin biri onu kamçılana kadar ile arkalarına bakıyordu:

- Git, git...

Kolomon ileri atıldı ama gözlerinin önünde ısrarla ışıldayan mehtap ile dolmuş kızın yüzü, kuş teleklerinden sorguç ile başlığı borik, ağır saç örgüleri duruyordu… Rumeye kız tarafından ona atılmış bakışta hayranlık varmış gibi geldi…

O geceden beri huzur Kolomon’un terk etti, işe ilgisi kayboldu, uykusuz gecelerde kafasında doğmuş motifler söndü ve ucuz çakma gibi geliyordu. Yaptıklarına saatlerce bakabilirdi ve tatminsizlik ateşi içini yakıyordu. Ustaya boyalar sönük olmuş ve eserinden hayat gitmiş gibi geliyordu. Böylece uzun zaman sürüyordu cami inşaatındaki çalışma donmaya başladı ve Kolomon giderek daha sık yeise kapılırdı.

Yaz sonuna geliyordu. Soğuk rüzgarlar Orusut topraklarının karanlık ormanlarından İtil kıyısına esiyordu. Nehirdeki su yoğun oldu ve uçurumların altındaki longuzları artık dibine kadar görülemezdi. Yakın sonbahar gibi hüzünlü ve somurtkandı Kolomon usta.

Bir gün her zamanki gibi güneşin ilk ışınları ile Rumey camiye geldi. Gördükleri ona rüya gibi geldi. Koyu boz dondan bir at üzerinde gümüş ile benzemiş eyerde o acayip mehtaplı bahar gecesi karşılamış kız oturuyordu.

Kolomon gözlerini ona dikti. Kırmızı erkeçsakalından kamçı sapı ile eyer kaşına dayanıp samur borikli başını bir yana attı ve hayranlık dolu caminin duvarındaki motifleri inceleniyordu. Merak kızı o kadar sarmış ki Rumeyin ayaklarındaki zincilerin şangırtısını duymadı bile. O da onun güzelliğinden hayretler içinde kaldı ve onu rahatsız etmemek ve korkutmamak için bir adım atmakta tereddüt ederek durdu.

Ansızın sağan uçuşu gibi pek hızlı aydınlanma Kolomon’un beyninden geçti. Artık neyin eksik olduğunu ve ne yapacağını biliyordu. Cesur fikirden kalbi katıldı ama onu söndürmeye unutmaya artık gücü yoktu. Usta neyi göze aldığını biliyordu, onun için, kudretli Berke Han’ın esiri için bunun nereye varacağını biliyordu ama gene de…

- Merhaba kardeşim…, yavaşça söyledi.

- Merhaba…

Kunduz silkinip döndü. Yüzü mahcubiyetinden kızardı. O Kolomon’u tanıdı.

- Kim yaptı bu harikayı?, kız sordu.

- Ben...

Kolomon sonusuza kadar onu aklında tutmaya çalışır gibi büyük bir dikkatle gözleri ayırmadan Kunduz’un yüzüne bakıyordu.

- Caminin tümünü ne zaman tamamlayacaksınız?

Rumey birdenbire gülmeye başladı ve sık sakal ile bürümüş yüzünde sadece düz beyaz dişleri parıldadı.

- Ne zaman emredersen…

Kunduz işkilli işkilli bakıyordu ustaya.

- Böyle olmaz, aniden kesinlikle ve kararlılıkla başını salladı ve ondan gece gibi kara saç örgülerinin içine geçirmiş sikkeler aynı gümüş zilleri gibi çınlamaya başladı. – Bunu bugün yap, hemen şimdi!..

- Haklısın. Böyle olmaz…, mahzun mahzun dedi Kolomon ve gözlerinde hemen çılgınca cüretli pırıltılar yanıp söndü. – Ama gerçekten işi hızlı bitirmemi istiyorsan o zaman buraya her gün aynı saatte gel.

Kunduz bağımsız olarak omuz kaldırdı:

- Ne için?

- Şimdilik söyleyemiyorum… Ama caminin tamamlanmış halini bir an önce görmek istiyorsun değil mi?

Kunduz’un yüzü sakindi ve Kolomon’a aniden şimdi rahvan atı kamçılayıp İtil kıyısından uzaklaşacak, hayatından sonsuza dek gidecek gibi geldi.

- Gel!, coşkuyla rica etti Rumey. – Bu çok gereklidir. Bütün Sarayın daha uyuduğu ve sadece kölelerin ağır işine koyulduğu zaman gel!..

Ustanın sözlerinde bir muamma saklıydı ama onlarda kızı inandıracak bir şey de vardı. Ayaklarındaki kalın, ağır zincileri gördü, parlayan, bahar gökyüzü gibi mavi gözlerini gördü ve şöyle söyledi:

- Peki. Ricanızı yerine getireceğim…

 

 

***

 

O günden beri Rumey usta yüzünü canlı su ile yıkamış gibiydi. İlham kapladı onu ve derin sessiz sevinç gözlerinde parlıyordu. Kunduz artık her gün gelirdi.

Kalp emrin ötesindedir ve her görüşme ile kızı giderek daha çok Kolomon çekerdi. Henüz sevginin ne olduğunu bilmiyordu o yüzden içinde oluşmuş duyguya direnmiyordu.

Ama bir gün Kunduz sevdalandığını anladı ve korktu. At onu uçurumun ta kenarından götürüyormuş gibi geldi ama eyerde kalmak, tutunmak gücü yoktu.

Kolomon harika bir adamdır, büyük bir ustadır ama onun tanrısı başkadır, onun inancı farklıdır. Onu ona verirler mi ki? Üstelik o bir köledir, bu da Orda’nın kanunlarına göre insan değildir. Bir kölenin hayatı hayvan canından daha ucuzdur. Hiçbir Müslüman ona onay sözlerini söylemez, annesi kabul etmez. Ataların kanunu ihlal etmekten daha korkunç ne olabilir?

Kunduz bunların hepsini düşünmekten korkuyordu, Rumey hakkında düşünceleri kendinden kovuyordu ama onlar davetsiz gelip huzur vermiyordu, eskisi gibi tasasız bir hayat sürmeye mani oluyordu.

Kız bir anda Kolomon ile sık buluşmalarının ikisi için tehlikeli olduğunu sezmeye başladı. Biri duygularını öğrenirse felaket olabilir.

Ama kalp atalarının geleneklerini bilmek istemiyordu ve gece gündüz onu İtil kıyısına çağırırdı. Kunduz sevdiğinin elleri ile yapılmış harikulade motifleri görmeden artık tek bir gün bile geçiremezdi.

Sevgi ve güzellik aklı daima mağlup ederdi. Artık ustaya gitmeyeceğine yemin ediyordu ama gün doğar doğmaz Kunduz acele acele ata binerdi. Artık Kolomon, bu güçlü, hareketlerinde keskin, iyi kalpli adam olmadan hayatı düşünemediğinde itiraf etmekten korkuyordu.

Camiye her zamankinden daha erken geldiği o gün de öyleydi. Güneş daha doğmamıştı kıyıda da kölelerin ve onları gözetleyen Telengitlerin dışında kimse yoktu.

Kunduz eyerden hafifçe atlayıp ve rahvan atı ince bir ağaca bağlayıp Kolomon’a sevinçli sevinçli gülümsedi.

Usta özenle onu ellerinden alıp camiye götürdü. Duvarların birinin resmi hemen hemen tamamlanmıştı, yapı iskelesi kaldırılmıştı. Kunduz Rumeyin bir şey için çok endişe ettiğini görüyordu. Elini bırakıp hızlı ve coşkun duvarın yanından geçti sonra bir bakışla onu tamamen kapsayacak bir mesafe için ondan uzaklaştı.

- Gel buraya!, diye çağırdı Kunduz’u.

Kunduz usulca yaklaşıp yanında durdu.

İlk güneş ışınları duvara çarptı ve masalsı bir güzelliğinde renkler onun üzerinde oynaşmaya başladı. Onlarca defa bu tabloyu görmüştü ve şaşkınlık ile Kolomon’un ondan ne istediği ve buraya neden getirdiğini anlamayarak ona döndü.

- Baksana!.., sabırsızlıkla fısıldadı Rumey. – Bak! Şimdi mucize gerçekleşecek!..

Kunduz bakıyordu. Ve güneş ışınlarını bir anda yerinden oynatmış gibiydi sanki: boyalar donuklaştı, soldu ve gizemli desenin motiflerinin arasından başı dönecek ve göğsünden hayret haykırışı çıkacak bir şey gördü.

Kunduz kendini rahvan atın üzerinde gördü. Resim kocaman duvarın tamamını alıyordu ve kız yanılamazdı. İlk defa kendini dışından görüyordu: mutlu yüz, ağır saç örgüleri ile gururla kaldırılmış baş ve tıpkı canlı gibi rahvan at resimden yere basmaya hazırmış gibiydi.

Kunduz gördüklerine elleri ile dokunmak için gayriihtiyari bir adım ileriye attı ama harikulade resim hemen kayboldu, duvarda da renklerin parlak ışıltısının dışında başka bir şey yoktu. Şaşkınlıkta geriye çekildi ve hemen o an resmi yeniden gördü.

Kız yüzünü Kolomon’a doğru çevirdi. Bakışında hayranlık ile niyaz vardı.

- Nedir bu?,diye zor duyulucak bir şekilde sordu.

Rumey elini omzuna koydu:

- Yavaş kız! Yavaş! Kendine hâkim ol. Bunu senden başka kimse tahmin etmemeli bile…, Kolomon’un konuşması telaşlı ve tutarsızdı. – Böyle bir harikayı ömür boyu yapmayı hayal ediyordum… Bunu gelecek için saklıyordum… Ama sen geldin… Şimdi buraya her gün gelmeni senden neden rica ettiğim anlaşıldı mı? Bu resim sadece bu yerden ve sadece güneşin doğduğu zaman görülebilir… Güneşin konumu gökyüzünde değişir değişmez hiç kimse bu yerden bile senin gördüğünü görmez!.. Sadece insanlara sıcaklık ile ayndınlığı veren büyük ve iyi güneş ışınları ile görünmez renkleri açar, onların dünyaya görünmesini sağlar.

Kunduz hala kendine gelemiyordu:

- Böyle bir şey nasıl yapabildin?

- İnsan aklı sınır tanımaz.

Ben çok az bir şey yaptım, İskender Zülkarneyn zamanında yaşayan bir âlimin sırlarının birini keşfettim… Kolomon bir anda sustu. Tam onlara doğru köleleri gözetleyen Telengitlerinden biri geliyordu. – Sonra sana herşeyi anlatacağım. Rumey delici gözleri ile kızın gözlerine baktı:

- Kunduz! Seni görmek istiyorum! Bugün il yıldızlar yanar yanmaz göle gel! Birkaç altın sikkem var, bu geceyi muhafızdan satın alacağım!.. Ben bekleceğim!..

- Tamam. Ben geleceğim, yavaş ana kesin bir şekilde dedi kız.

Saraya döndükten sonra Berke kimsenin kendine gelmemesini emretti ve uzun zaman yalnız oturuyordu. Gördüklerin üzerinde düşünceleri ona huzur vermiyordu. Şok geçti ve herşey acele etmeden düşünülebilirdi.

Bir şey yapılmalıydı. Ama ne? Sinsi Rumey Müslüman inancının insanların, hayvanların ve kuşların resim yapılmasını yasakladığı bilerek gene de onu kandırdı.

Eğer biri bugün gördüklerini sezinlerse Müslümanlar, kâfire böyle kutsal bir şeyi tahkir etmeye izin veren handan yüz çevirirler.

Cami güzeldir. Berke, uzun ömrü boyunca farklı halkların memleketlerini ziyaret ettiğine rağmen benzer desenleri ve renkleri hiç görmemişti. Bir anda böyle bir fikir geldi aklına: belki kimse hiçbir zaman öğrenmez desenin altında insan resminin saklandığını, belki Rumey ustanın kurduğunun yıkılması gerekmiyordur. Ya da sırrın keşfedildiği yerde bir şey inşa etmeyi mi emretsem?

Ama hemen sonra tereddütlerin yerine kuşku geldi. Ya bu ustanın tek sırrı değilse? Kim bilir kâfirin aklında ne olabileceğini?

Kan hanın yüzüden gitti bunu düşündüğü an. Hayır! Tek bir çıkış yolu vardı, o da Rumeyin o duvarda yaptığı bütün resmi yok etmekti ve onun hanın iradesine boyun eğdirmekti.

Gözün önünde bir anda şaşırtıcı derecede net ve açık bir biçimde rahvan atın üzerinde güzelin görüntüsü geldi. Böyle bir şeye el zor kaldırılırdı. Ama niye, niçin usta bu delice bir davranışa cesaret etti? Telengit bugün hana bir şeyi ima etti ama o yılanın vücudunu suda saklayıp sadece kafasını gösterdi. Peki, sorun nedir?

Berke Rumeyi düşünüyordu ama gözlerinin önünde kız hayali duruyordu. Çoktan kapılmamıştı heyecana kalbi ve genç bir bedene sahip olma arzusu uyanmamıştı. Nükerlere onun bulunmasını ve hemen saraya getirilmesini emredebilirdi ama bir şey tutuyordu hanı bundan…

O zaman ustaya ne yapılması icab eder? Bir köle özgür, genç, Şolpan sabahyıldızı gibi güzel bir kızı sevmeye cesaret etti…

Han gümüş zili kapıp onu çalmaya başladı.

Odaya acele ecele Yüzbaşı Salimgirey girdi.

- Rumey ustayı getir buraya.

- Baş üstüne, büyük han.

Bir süre sonra sıyırılmış kılıçlar ile savaşçılar saraya Kolomon’u sürükleyerek getirdiler ve onun hanın odasına ittiler.

- Bizi yalnız bırakın!, diye emretti Berke.

Savaşçılar çekildiler. Han uzun uzun ve dikkatli dikkatli ustanın düşüncelerini okumaya çalışır gibi ona bakıyordu. Rumeyin yüzü hareketsiz ve soluktu. İri ter damlaları yüksek alnında parlıyordu.

Kötü niyetli bir gülümseme Berke’nin dudaklarına dokundu.

- Anlat, diye emretti.

- Neyi Berke Han?

- En azından camiyi ne zaman bitireceğinden başlayalım?

- Söylemiştim… Sonbahar.

- Peki. Şimdi söyle bana duvarda bu kızı neden çizdin?

Kolomon hızlıca başını kaldırdı.

- Ben seviyorum onu!

- Peki ya o seni?

- O da seviyor…

Hanın yüzü çarpıldı ama kapıldığı öfke ile başa çıktı ve eskisi gibi sakin bir sesle şunu söyledi:

- Onun nişanlı olduğunu bilmiyor musun?

- Bunu biliyorum. Ama insanlar birbirini seviyorsa bunun bir anlamı var mı?

Rumeyin cüretkârlığı, onun inatçı ve cesur yanıtları Berke’yi çıldırıyordu:

- İnancınız farklıdır. Kız Müslüman’dır…

Usta gözlerini gizlemiyordu:

- Bütün dünyanın tapındığı en büyük din sevgidir…

Hanın yüzü benzi attı ve sivrileşti. Müthiş öfkenin tanıdık hali kendisini kapladığını ve boğazına yaklaştığını hissediyordu. Rahatlanır rahatlanmaz onu istila eder, gözlerini kanlı bir sis perdesi ile örter ve o zaman…

- Biliyor musun… dinimiz… insanları çizmeyi yasaklıyor… Berke kramp girmiş boğazından zorla kelimeleri çıkarıyordu.

- Ben onu seviyorum… Ve bunu ifade etmek için başka yolum yoktu. Sözlerimi anlamıyordu ve onlardan korkardı çünkü sözler yalan söyleyebilir.

- Sonra…

- Sonra? Kendi resmi gördüğünde o ona herşeyi anlattı. Kunduz, benim için bunun nasıl bir tehlike olduğunun oldukça farkındadır. Korkmadıysam demek ki sözlerim yalan değildir. En yüce dine göre korkunç bir günah işledim. Kız, benim onun kendi hayatımdan daha çok sevdiğininin farkına vardı. O da kabul etti…

Hanın dudaklarının kenarlarında köpük oluştu, dar gözleri ise ufak yarıklara dönüştü.

- Kabul mü etti?

- Evet. Benim olmayı kabul etti, Kolomon aniden diz çöktü. – Büyük han hayatımda hiçbir şeyi ve kimseden rica etmemiştim… Sevgimin uğruna kendim diz çöktüm… Tek bir şey rica ediyorum… Özgürlüğümü istemiyorum… Sonsuza dek köle kalayım, sizin için binlerce güzel cami inşa edeceğim, yeter ki Kunduz’un karım olmasına izin verin…

Berke’nin eli yanında duran hançere kaydı.

- Peki, kız bir kölelin karısı olmayı kabul eder mi?

- Evet, büyük han o da sizden bunu rica ediyor…

- Demek söz verdiğin gibi camiyi tamamlacayaksın, değil mi?

- Sözümü tutacağım büyük han.

Berke’nin yüzü aydınlandı. Gümüş zili çaldı ve kapıda hemen Salimgirey belirledi.

- Kolomon usta ile anlaştık… Hanın dudakları tebessümde yayıldı ama gözleri gülmüyordu hala kötü niyetli ve soğuktu. – Onu bahsettiği kiz ile birleştirmeye karar verdim tabii eğer sözünü tutup ta caminin inşaatını bu sonbahar tamamlarsa. Öyle değil mi Rumey usta?

- Evet, Kolomon bütün bedeni ile ileriye atıldı.

- Şimdi emrimi dinleyin, Berke’nin yüzünden gene kan gitti, - cami duvarındaki yaptığı resim için onu yüz vuruş ile cezalandırın. Karısı olarak Müslüman bir kızı istediği için hadım edilmesini emrediyorum. Tüm bunların kız ve tüm kölelerin huzurunda gerçekleştirilmesi icab eder. Ardından, anlaşmaya uyarınca Rumeyi kız ile birleştirmeyi.

Kolomon sendelemeye başladı. Yaşadığı o korkunç dünyanın geleneklerini bilirdi, Altın Orda hanı kararından asla vazgeçmez.

- Daha iyisi ben burada kesmelerini emret! Ne için lazım bana hayat?.., boğuk bir sesle rica etti Rumey.

- Hayır, buyurcasına söyledi Berke. – Hayatın bana daha gereklidir. Camiyi tamamlamalısın…

Gece korkunçtu. Neredeyse on bin köleyi Berke Han maydanhana şehrin ana meydanına sürüp toplamayı emretti. Köleleri sıkı bir çember içine ellerinde sıyırılmış kılıçlar ile atlı Telengitler aldı. Zincire vurulmuş Kolomon yüksek bir iskelede muhafızlar ile çevrili duruyordu ve herkes onu görebiliyordu. İskelenin köşelerinde dev, insan boyundan koyu kırmızı ateşler alev alev yanıyordu ve onun alevi endişe verici akisleri ile kölelerin genişleşmiş gözbebeklerinde, Telengitlerin dar kılıç namlularında oynaşıyordu.

Gece, şehrin ana meydanına çekip yaklaştırmış gibi görünüyordu, kara ve ağır gökyüzü de tam yere kadar inip burada toplanmış insanların başlarına çökmeye hazırdı.

İki muhafız Kunduz’u getirip onu iskeleye sürükleyerek çıkardılar. İnleyiş benzer yavaş bir homurtu meydanın üzerinden yayılıverdi. Kız çok güzeldi. Soluk yüzü, kapalı gözleri, siyah bir dalgaya benzeyen omuzlarına dağılmış saçları…

- Dinleyin! Dinleyin! Bunu herkes bilmelidir!, diye bağırdı han münadisi, bronzdan gibi kocaman bir Moğol. – Altın Orda hanı çok saygın Berke’nin emriyle Rumey köle caminin meskeninin duvarını berbat ettiği için yüz vuruş ile cazelandırılıyor.

Cellat, uzun boylu zayıf, ta gözlerine çekilmiş tilki malayında adam elini kaldırdı.

Kolomon’u gözetleyen Telengitler ustayı iskeleye düşürdüler…

- Bir, iki, üç…

Meydanda, sessizlik içinde donmuş insanların başlarının üzerinden havayı yararak değnek ıslıklanmaya başladı. Sessizliği sadece vuruşları sayan münadinin düz ve serinkanlı sesi bozuyordu:

- Dört, beş, altı…

Ateşlerin koyu kırmızı alevi karanlıktan kaşları öfkeli öfkeli çatan kölelerin sert yüzlerini kapıp iskelenin üstünde kımıldıyordu. Endişeli endişeli kımıldayan akislerinde Kolomon kölesinin kanı siyah görünüyordu.

- Elli… altmış bir…, diye sayıyordu münadi.

Ve ansızın keskin bayan sesi meydanın üzerinde yükseliverdi. O Kunduz’un sesiydi:

- Millet! Canlarım! Kurtarın onu! Bu büyük usta Kolomon’dur!

Kalabalık iskeleye doğru sallandı ama hemen geri çekiliverdi ve yeniden ağır bir sessizlik içinde dondu.

- Doksan, doksan bir…, diye düşüyordu kölelerin başlarına serinkanlı sözler.

Telengitler Rumeyi kolun altından tutup onu iskeleye koydular. Ustanın sırtındaki deri parça parça sarkıyordu. Kan revan içindeydi.

- Dinleyin! Dinleyin!, diye yeniden bağırdı münadi. - Altın Orda hanı çok saygın Berke’nin emriyle kâfir Rumey karısı olarak Müslüman Kıpçak kızı Kunduz’u almak istediği için hadım edilmesi icap eder. Hanın bilge kararı gerçekleştirilsin!

İskeleye beyaz çalmalı molla çıktı. Elinde bıçak ışıldadı.

- Köleden elbiseleri koparın, sırt üstü yattırın ve sıkıca tutun, diye emretti Telengitlere.

Kunduz sallanmaya başladı, göğsüne başını düşürdü.

- Bu fahişenin kafasını kaldırın!, diye kızı tutan Telengitlere bağırdı cellat. – Mustakbel kocasının nasıl harem ağası olacağını görsün!

Ve ansızın amirane güçlü bir ses düştü iç karartıcı sessizliğe:

- İnsanalar! Böyle bir şiddete katlanır mı ki?! Yoksa insan olduğunuzu unuttunuz mu?

Herkesin başları sese çevrildi. Uzun boylu tamamen siyahlara bürülmüş adam iskelden az ötede duruyordu. Yüzü ta gözlerine kadar şal ile kapalıydı. Kimse o an onun Berke Han’ın özlük muhafızlarından Yüzbaşı Salimgirey’in olduğunu akıllarından geçiremezdi bile.

Kalabalık heyecanlandi, huzursuzca homurdamaya başladı:

- Rumeyi azad edin!

- Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir!

Böylece tavuk yılında (1261) Altın Orda başkenti Saray Berke’de kölelerin isyanı başladı. Üç gün kan döküyordu ve evler yanıyordu. Berke Han sarayına sığınıp bozkırdan yardımına Laşkarkaşı Nogay’ın tümenlerini çağırdı.

Köleler sebatla direniyordu. Şunu biliyorlardı: merhamet olmaz onun için onların her biri bu savaşta on savaşçı değerindeydi. Her ev, her kerpiç duval küçük bir kaleye dönüşmüştü. Çılgına dönmüş, çoğunukla silahsuz insanlar öfekede süvarilere evlerin çatılarından atlarlardı.

Nogay’ın savaşçıları ile geriletilen köleler İtil kıyısındaki tamamlanmamış camiye sığındılar. Oklar artık yoktu, onlar da taşlar ve tuğlalar ile saldırıları püskürtmek için duvarları çözerlerdi.

Üçüncü gece han ordusunu yenemeyeceklerini anlayarak köleler tam müfreze bozkıra yarıp kurtulurlardı, İtil’i yüzerek giderlerdi.

Han intikamı dehşet vericiydi. Sağ kalan herkesi Berke şehir dışına edilmesini emretti, savaşçılar da esirleri kılıçlar keserlerdi, atlar ile çiğnerlerdi…

Han zaferini kutluyordu ama içine düştüğü korku geçmiyordu. İlk kez uzak Semerkant ya da Buhara’da bir yerlerde değil, burada ta büyük Batu Han ile kurduğu zamanlardan beri sarsılmaz bir biçimde duran Altın Orda’nın kalbinde ayaktakımı baş gösterdi. Anlaşılmaz bir şey oluyordu, Berke ise ileride ne yapacağını bilmiyordu.

Köleler ile hesabın görüldüğünde han Nükerleri kuğularının sağ olup olmadığını öğrenmek için göle gönderip Rumey ustayı ve Kunduz kızı arayıp bulmayı emretti.

Kuğular isyan sırasında zarar görmemişti ama ne Rumey ne kız dirilerin ne ölülerin arasında yoktu.

…Gündüz sık ormanlarda saklanarak Kolomon ile Kunduz kaçak kölelerin küçük bir müfreze ile geceleri Tan Irmağı’nın <Tan, Don Irmağı’dır.> tarafına giderlerdi.

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

IV

 

Cuci’nin küçük oğlu Bual’dan doğmuş Tatar’ın tek oğlu Nogay Batu Han’ın Avrupa’ya doğru harekete geçtiği zamanlarında yirmi yaşına girmişti. O cesur ve öfkeciydi. Ne dedesi Bual ne babası Tatar seferlerde ün salmadılar, han unvanına ulaşmadılar. Cengiz Han ile kurulmuş düzene göre onlar Orda’nın tüm işlerine katılırlardı ama seferlerden sonra huzur dolu yaşamın güzelliklerini tatmak için mutlaka kendi ulusuna dönerlerdi.

Tatar’ın Doğu Avrupa’dan döndükten sonra son ulusu Kırım memleketi oldu. Karargâhını ise Kefe şehrinde kurdu.

Orusutlara ve Uğurlara karşı seferler sırasında Nogay’ın emri altında Moğol Hadarkinleri ve Mangit süvarilerinden oluşan tümenler vardı. İkisi de pek iyi savaşçı, mükemmel okçu olarak meşhurlardı. Hadarkinler, onun dışında Cengiz Han’ın vasiyetlerinin titizlikle yerine getirilmesi ile kendini gösteriyorlardı ve onunla koyduğıu çelik disipline sadakatle bağlı kalıyorlardı. Soyunun reisi Münir Kuran vaktinde emir olduğu ve Cengiz ordusunun sağ kanatını yönettiği yersiz değildi.

Nogay’ın tümenleri yenilmeyi bilmezdi. Bu sebepten Batu Han onunla fethedilmiş Bulgaristan’da ile Moldova’da naibi <Naib, vekildir.> yaptı. Ama Moğolların ana ordusunun İtil kıyılarına döndükten sonra iki tümeni ile kalan Nogay fethedilmiş halkları uzun zaman itaatta tutamadı. Durumlar öyle gelişti ki iki sene sonra seyrekleşmiş ordusunu babasının ulusu Kırım’a getirmek zorunda kaldı. Tatar artık ölmüştü, ulus ise hakkıyla Nogay’a aitti.

Fakat büyük Batu Han farklı hüküm verdi. Nogay’ın Saraya gelmesini emretti ve bütün Altın Orda ordusunun laşkarkaşını yaptı.

Nogay emrine itaat ederdi ama doğal ihtiyatlılığı, geleceği önceden görme becerisi ona sadık olan Hadarkin savaşçılarının büyük kısmını babasının ulusunda bırakmaya zorunda bıraktı onu. Seferlerde yağma yoluyla elde eden her şeyi onlara bıraktı ve üstelik her birini hazinesinden ödüllendirdi.

Hareketinden yararı Nogay yıllarca sonra, Altın Orda hanı Toktay ile mücadeleye girişmek istediği zaman hissetti. Moğol savaşçıları iyiliğini unutmadılar. Hepsi bir gibi, onlar sancağının altına gelip bağlı ve güvenilir bir dayanak oldular. Ta o zaman Kırım’da meskûn Handarkinler ile Mangıtlar Nogay olarak adlandırılırdı. Ayrıca Altın Orda tahtında oturanı değil hükümdarını Nogay’a han payesini verirlerdi.

Batu öldükten sonra Orda’da hanlar değişirlerdi ama Nogay eskisi gibi laşkarkaşı olarak kalıyordu çünkü cesarette ve basirette eşi yoktu. Sıradan savaşçılar ona cömertliği ve adaleti için değer verirlerdi ve onun için canını vermeye hazırlardı.

Güç daima elinde büyük ve vefalı ordusu olanın tarafındadır. Berke büyük Batu Han’a benzemezdi. Batu kudretli Altın Orda’yı kurmayı başardı. Berke ise onun sağlam olmasını korumaya, Cengiz Han’ın diğer evlatlarına ağabey ile fethedilmiş memleketleri çalmaya izin vermemeye çalışırdı. Muazzam şöhret düşkünlüğü, gizli, uzun erimli planları onu Hülagû ilhanı, Çağatay’ın torunları, Kubilay ve Arık Böke ile yakın düşmanlığını düşündürürdü.

Batu Han’ın yaptığını gerçekleştirmek ona nasip olmadığını anlamayarak Berke, büyük Cengiz Han zamanlarında gibi bir zamanlar tek başına dedesine ait olan tüm memleketlerin yeniden yer alacak büyük bir devleti düşünürdü. Ayrıca bütün bu imparatorluğu Karakurum değil Altın Orda yönetmeliydi.

Niyetlerini yalnızlıkta uzun uzun ölçüp biçerek Berke birdenbire Nogay’dan sakınmaya başladı. Ne dedesinin ne babasının han olmadığından ne oldu? Hanlık, Cuci’nin büyük oğullarının yazgısıdır. Cengizlilerin kanunu böyledir. Ama kim şimdi Dünya Sarsıtıcısı ile kurduğu düzenlere uyuyor? Tarafında güç olan herkes kendi kanunlarını emreder. Bunun örneği Kubilay’dı. Ordusuna dayanarak Cengiz Han’ın sayılı torunlarından ilk Karakurum’dan ayrılıp kendi hanlığı kurmaya cesaret eden o değil miydi? Büyük dedesi zamanında böyle bir hareket için onu acımasız bir ölüm beklerdi ama şimdi? Dönekleri cezalandıracak kimse kalmadı. Nogay kendini Cengiz Han’ın Altın Orda hâkimi olmak için layık bir torunu sayıp bir gün tahta el uzatmayacağını kim garanti edebilir ki? Ordu asıl onun elindedir, o da ona bağlıdır.

Hayır. Nogay’ı başından savmak icap eder. Ayrıca bu ne kadar hızlı gerçekleştirilirse o kadar iyidir. Berke şunu anlıyordu: şimdi onu laşkarkaşı unvanından edip göndermek hem zor hem tehlikelidir. Nogay fazla nüfuz sahibidir onun için onunla açık düşmanlığa cesaret etmek korkunç bir şeydi.

Peki, ya Orda için Azerbaycan’ı ile Şirvan’ı geri almak için onu Hülagû Hanlığına sefere yollasak? Savaş savaştır. Her şey olabilir. Zafer Nogay’ın olursa Altın Orda daha güçlü olur ve o zaman rakipleri nasıl baştan savunmayı düşünmek için geç değildir. Nogay yenilgiye uğrarsa eğer onu laşkarkaşı unvanından etmek için bahane çıkar.

Berke, kuvvetli ve acımasız Hülagû üzerinde zaferi ihtirasla hayal ederdi ve aynı zamanda Nogay’da nefret ederdi.

Gözler birbirilerine iftira atamasın diye Tanrı aralarında burnu yarattı. Kubilay ile Arık Böke kardeşler arasında Allah engel koymayı unuttu, onun için zamanla Tülay’ın oğullarının arasında kocaman bir çukur oluştu. Adı hasetti. Aynı şekilde iktidar ile nam, dedesinin tahtı düşüne kapılmış Cengiz Han’ın diğer torunları, Kubilay’ın ataların kanunu ilk bozan olduğunu ve kurultayın kararı olmadan kendini han olarak tanıttığını bahane ederek bu çukuru uçuruma dönüştürerek onu gayretle derinleştirlerdi.

Herşey ebedi semanın altında karıştı. Dünya Sarsıtıcısının gelecek kuşakları damarlarında akan bir kanı unutup düşman oldular.

Kubilay tarafına Ögeday’ın oğlu Kadan, Temüge Oçihan’ın oğlu, Cengiz Han’ın küçük erkek kardeşi Taguşar geçtiler. Ellerinin altında, bir zamanlar darbelerinden Kuzey Çin çöktüğü, sayılı mücadelerde çelikleşmiş, itaata alıştırılmış yiğit bir ordu oldu.

 

 

***

 

Fakat Arık Böke’nin de güvenilir ve ürkütücü müttefikleri vardı, ünlü Baidar’ın evlatları, Çağatay’ın oğlu Alguy. Harmankibe’nin zaptına ve Polonya topraklarının fethetmesine katılmıştı. Arık Böke’nin tarafında Ögeday’ın torunu Kaydu çıktı. O gözüpek bir savaşçıydı, birçok seferlere katılmıştı. O zamanlar Doğu Tien-Şan’daki Mekrin aymağının sahibiydi.

Güçler eşit gibi görünüyordu. Ama böyle sadece görünüyordu.

Karakurum tahtında oturan Arık Böke, ismen ona itaat eden Altın Orda’nın güvenilir bir müttefik olduğunu iyi anlıyordu. Berke Han ayrılmayı çoktan hayal ediyordu ve sadece onun için elverişli hal ve şartları bekliyordu.

Tülay’ın büyük oğlu Kubilay’ın ile en küçük oğlu Arık Böke’nin orduları Ongin Irmağı’nın kıyılarında buluştu. Tanrı kardeşlerden en küçüğünden yüzünü çevirdi, tümenleri bozguna uğratılmıştı, kendisi Arık Böke ise Yenisey’e Kırgız kabilelerine kaçtı.

Karakurum’u ele geçirip ve orada küçük bir orduyu bırakıp zafer ile kanatlanmış Kubilay kendi evine Şandu şehrinin ana karargâhına Çin’e döndü. Kısa bir süre içinde buraya Arık Böke’nin mutemet adam itiraf etmeye geldi. Kubilay, kardeşinin öfkeci huyunu, fısıldamalara ve dedikodulara kulak kabartma meyelani bildiği için Arık Böke’yi affetti.

Fakat talihli Kubilay’dan nefret eden ve onunla mücadelede sancağını Arık Böke’yi yapan Cengiz Han’ın diğer torunları orduyu topladılar ve Karakurum’a saldırıp onu zaptettiler.

Arık Böke daha kısa bir süre önce aman dilediğini unutup bu sefer zafer kazanmaya ümit ederek tümenlerini güneye ağabeyinin malikânelerine doğru sürdü. Seçkin Keşikten kıtalarından oluşan Kubilay’ın meşhur süvarisi onları Gobi Çölü’nün kenarında durdurdu ve yeniden Arık Böke’nin ordusunu tam bozguna uğrattı.

Kubilay sonsuza kadar Karakurum’daki Moğol büyük hanından kurtulabilirdi fakat o ağabeyinin koşan tümenlerini takip etmeye süvarisine izin vermedi zira bir zamanlar Cengiz Han’ın sancağını kaldırdığı ve Moğolların kudretinin doğduğu toprağına Moğolların kanının serpilmesini istemiyordu. Bunun yerine Kubilay Karakurum’a besin maddelerini göndermeyi yasakladı. Orada ise daha kısa bir süre önce ayakları ile ekmek ile yağ üzerine bastığı yerde kıtlık başladı.

Bu olayların arifesinde Arık Böke’nin karargâhınaErgene Begim Kara Hülagû’nun dul eşi, Çağatay’ın eski ulusunun hükümdarı geldi. Karakurum’dan uzun ve zor yolculuk boş tecessüs için yapmadı. Ergene Begim Arık Böke ile ittifağı arıyordu. İç hesaplaşmaların yangını her sene giderek daha çok alevleneceğini ve Cengiz’in dokunmadığı hiçbir torununun kalmayacağını çok iyi anlıyordu. Ne pahasına olursa olsun ulusu hakkını saklı tutmak istiyordu. Ona ise zaten iki hunhar rakip Berke ile Hülagû hırslı hırslı arada bir bakıyordu, kendileri için talihli vaktini bekliyorlardı. Güvenilir, güçlü bir müttefik gerekiyordu ancak etrafında, yakınlardaki memleketlerde ya hasımlar ya kendisinden daha güçlü komşudan payları ile ilgili kararını kalpleri durur gibi olurcasına bekleyenler oturuyorlardı.

Karakurum’un desteğini kazanmaya çalışarak Ergene Begim Arık Böke’ye eğer Berke ile Hülagû tümenlerini Kubilay’ın yardımına sürmeye karar verirlerse oğlu Alguy’u ordu ile Doğu Türkistan’a göndereceğine ve onun onların yolunu keseceğine dair söz verdi.

Fakat Hülagû galiba kardeşlerin arasındaki mücadeleye şimdilik bulaşmak istemiyordu. Er ya da geç bunu yapmak zorunda kalacağını bilerek o acele acele İlhanlığını kuvvetlendiriyordu. Tecrübe, çok yakın zamanda onun esas düşmanı Altın Orda’nın olduğunu söylüyordu, onun için de tüm gücüyle Berke ile Alguy’nun aralarını bozmaya çalışıyordu.

Lakin Kara Hülagû’nun dul eşinin Karakurum’da müzakere yaptığı sırasında Alguy, daha sonraki olaylarının nasıl gelişeceğini beklemeden tümenlerini birçok güvenilir ve vefalı adamları bulunduran Kaşgar’a sürdü, burada ordusunu kuvvelendirip kendini Doğu Türkistan hanı olarak ilan etti.

Yeni han büyük bir hız ve enerji ile hareket ediyordu. Onun emriyle kuzeni Nikpey Oğlan beş bin askerlik bir müfreze ile Seyhun ile Ceyhun nehirlerinin arasındaki karasularına istila etti. Neredeyse savaşmadan teslim oldu ona Maveraünnehir’in ana şehirleri Buhara ile Semerkant.

Berke’den uzun zamandır pek hoşlanmayan Alguy, Hülagû’nun tavsiyesine uyarak Altın Orda ile herhangi bir ilgisi olan herkesi kılıçtan geçirilmesini emretti. Kurtulmayı başaranlar ise mal mülkünü ve hayvanlarını bırakıp korkuda Maveraünnehir’den kaçtılar. Bu Berke’yi Arık Böke şahsında müttefiği aramak zorunda bıraktı.

Berke ile Arık Böke arasındaki ittifak gözü olan herkese kısa ve istikrarsız gibi görünüyordu. Büyük alanlar onları ayırırdı, üstelik Altın Orda’nın Karakurum’dan sonsuza dek ayrılmak için sadece bir fırsat beklediğini tahmin etmek zor değildi.

Kuvveti olduğunu hissederek Alguy ileriye gitmeye ve hareketleri ile Karakurum’u artık desteklemeceğini ilan etmeye cesaret etti. Maveraünnehir’i fethedip yeni han zaptedilmiş şehirlerin emirlerini idam edilmesini emretti, vergi toplayanlardan mutaden Arık Böke’ye gönderilen hazineyi aldı. İşlediği için intikamından korkmadan Alguy Hülagû’dan engel olmayacağına dair sözü alıp tümenlerini Harezm’a ve Afganistan’a doğru sürdü.

Tüm bu olaylar o kadar hızlı gelişti ki Altın Orda kendine gelemedi, daha kısa bir önce diğer Cengizlilerin arasında silik olan Alguy’nun şaşırtıcı cüretkâr hareketlerden apışıp kaldı.

Berke Han kudurmuştu. Bunun Altın Orda’nın daha sonunun olmadığını anlıyordu ama çözülüş çok uzakta bir yerde değildi. Orda’nın topraklarını düşündüğü şekilde yırtılmış, diğer Cengizliler ile kenarlarında kesilmiş kocaman boğa derisinin koyun derisine dönüşebilecek vakti yakındı. Tüm mülkiyetindeki topraklarları kendini sadece Deşt-i Kıpçak bozkırı ile sınırlarsa eğer çökme kaçınılmazdır. Uçsuz bucaksız bozkır ama toprakları ancak otlar doğurur, ekmek, altın, ipek te alanıcak bir yer olmaz. Zenginlik giderse demek kuvvet te kalmaz.

Yeni müttefikler lazım, onlar da Orusutlar olabilirdi. Onlar şimdilik itaatliydi ancak bir göçebenin hiçbir zaman tam olarak anlamadığı yerleşik orman halkının ne düşündüğünü, neyinplanladığını kim bilebilirdi?

Han, yaşlılığın amansızca yaklaştığını, arzuların ile imkânların gittikçe daha sık birbirilerine uymadığını hissediyordu. Uzak gelecek için bir şey kurmak için zaman yoktu artık. Ayrıca yıllarca üzerinde iktidara susadığı Altın Orda’yı bırakacak kimse yoktu. Berke’nin çocukları yoktu.

Birkaç gün sonra Berke han meclisi topladı. Orda’nın sınırları giderek daha huzursuz oluyordu, ulakların getirdiği endişe verici haberler ise bazen birbirine aykırıydı ve ondan daha çok korkuyorlardı.

Berke her şeyde büyük dedesinden örnek alırdı, meclisi de genelde sadece onunla önceden alınmış kararı açıklamak için toplatırdı. Bu kurala Batu da her zaman uyurdu.

Han meclisi yeni sarayda toplandı.

Parlak kırmızı Acem halısı ile döşenmiş podyunmda altın kürsüde Berke oturuyordu. Sarı Çin altından altın desenleri ile işlemeli elbiseleri hanın yüzünün sarılığı daha çok vurguluyordu. Saf altından yapılma ve pagodanın en şerefli yere konulmuş Budda’yı andırıyordu.

Salonda saygılı bir sessizlik vardı. Kürsüye daha yakın Cengizliler oturuyordu: Şeybani’nin oğlu Berhudar, Nogay laşkarkaşısı, Kulki’nin oğlu Sauk, Cengiz Han’ın küçük erkek kardeşi Hasara’nın torunu Congatbay. Sonra Noyanlar, emirler ve han meclisinelütfedip de davet edilmiş diğer zadegân yerleşirdi.

Berke toplananların üzerinde gözlerini uzun inceleyici bir biçimde dolaştırdı.

- Allah’ın iradesine göre ben Altın Orda’nın hâkimi Berke Han Meclisi açıyorum. Âmin, deyip kavuşturulmuş avuçlarını yüzünde gezdirdi.

Toplananlar bekleyiş içinde donakaldılar. Han şöyle konuştu:

- Bugün Altın Orda’nın birçok mühim ve ertelenmez işi vardır. Güneye Hülagû Han Cuci soyundan gelenler Berkencar ile Bilgütay oğlanları ve onların insanlarını kesip bütün İran ile Azerbaycan’ı ele geçirdi.

Doğuda da işler daha iyi gitmiyordur. Arık Böke ile Kubilay’ın savaşı başlattığından beri Maveraünnehir’de, Horasan’da ve Harezm’de durumlar bizim lehimize gelişmedi. Önceden Orda’ya karşı saygısızlık göstermediği Alguy, meşhur Baidar’ın evladı Çağatay ulusundan Ergene Hatun’u kovup kendini han olarak ilan etti. O Maveraünnehir’i ile Horasan’ı zaptetti, şimdi ise tümnleri Alguy’nun ayaklarına haremz’i atmaya hazırlar. Buhara’daki ve Semerkant’taki Naiblerimizi ile vergi toplayanlarımızı kılıçtan geçirmeyi cesaret etti. – Berke sustu, şiş şiş göz kapaklarının altından iğneli göz bebeklerini toplananların üzerinde gezdirdi. – Siz, en iyilerin en iyileri, en korkusuzların en korkusuzları ne dersiniz, kudretli Altın Orda bu hakaretleri sineye mi çeksin yoksa itaatsızlara karşı kılıcı mı sırısın? Belki sizlerden biri düşmanları cezalandırmak için başka bir yol gösterir?

Kimseye hana cevap veremedi. Kapı açıldı ve salona Salimgirey girdi. Meclisin gidişi bozmak korkunç bir suç sayılırdı. Buna, han için bir tehlikenin olduğu ya da ulağın çok mühim bir haber ile dörtnala geldiği takdirde sadece özlük muhafızlarının amiri cesaret edebilirdi.

Herkesin yüzbaşının ne diyeceğini bekliyordu.

- Konuş, Berke’nin kaşları burun köküsünden kavuştu, gözleri ise Salimgirey’in yüzüne dikildi.

O eğilerek selam verdi:

- Kötü haberler büyük han…

- Emrediyorum, konuş!, tekrarladı Berke. – Burada her şeyi bilebilecek olanlar toplandı.

- Karakurum’daki büyük Moğol hanı Arık Böke karargâhımıza bir şey bildirmeden Orusutların memleketine Şelkene Baskak komutanlığının altında müfrezeyi gönderdi. Savaşçılar Orusutlardan genellikle Orda’ya gönderilen haracı talep etmeye başladılar. Orusutlar itaatsızlık gösterdiler ve Şelkene Baskak müfrezesini kuşattılar. Ulak, müfrezeye yıkılışın tehdit ettiğini söyledi.

- Peki, yaşlı kurt Şelkene hala hayatta mı?, heyecanla sordu Berhudar.

- Demek oluyor ki evet, dedi Salimgirey, Orusutlara ıstırap çektiriyorsa eğer.

Berhudar yüzbaşının lafını ağzına tıkamak istiyordu. Cengizlinin konuştuğun zaman karışmak ona mı düştü ama Berke birdenbire amirane elini kaldırdı.

- Karakurum için hiçbir haraç yok, kesinlikle dedi han. Ulak, Orusutlara müfrezeyi tamamen kesebişeceğini iletsin. Diri bana sadece Şelkene Baskak lazım. Bunu kendin izle, yüzbaşı. Şelkene Baskak kürsünün ululuğu için çok şey yaptı, ben de onun Moğol bozkırlarına sağ dönmesini istiyorum.

Meclis üyeleri susuyorlardı. Berke’nin emri Karakurum ile tam bir kopmanın anlamına geliyordu. Herkez bunu uzun zamandır bekliyordu, bozuşukluk kaçınılmazdı, ama gene de olan herkes için beklenmedik gibi göründü.

Berhudar Cuci’nin torunlarından en büyüğü hakkını kullanarak şöyle dedi:

- Büyük han, bu kararı almakla Cengiz Han’ın ana vasiyetini bozuyorsunuz…

- Biliyorum ve aklımda tutuyorum bunu, kuru kuru dedi Berke.

- Böyle davranmak şart mı?

- Evet. Altın Orda’nın refahı için bu gereklidir.

Berke’nin bakışı yirmi yaşındaki Ülketay Noyan’a düştü. O, zamanında cengiz Han’ın oğlu Ögeday’ı yetiştiren Calairlerin emiri Kadan atabekin torunuydu. Babası Alcetay Ögeday’a sadakatle hizmet ederdi ve dürüstlüğü ve doğruluğu için emir unavanı ile ihsan edildi. Kurultayın beyaz koşmada Karakurum’da büyük Moğol hanı olarak Tüli’nin oğlu cesur Mengü’yü kaldırdığı sene Alcetay intikamdan korkmadan Cengizlilere şöyle dedi: “Her biriniz zamanında büyük Cengiz Han’ın vasiyetlerine uyarınca Ögeday’ın ahfatından herhangi bir canlı yaratığı han yapacağınıza dair ant içti. Bilindiği gibi, bir inek bile bu yaratığın basacağı yerde otu yemeye cesaret edemez, bir köpek ise izini koklamaya cüret edemez. Siz ise bugün yemini bozmuşsunuz.”

Kubilay ona şöyle bir yanıt verdi: “Evet, biz yemin etmiştik… Ama dedenin kaknunları ilk bozan Ögeday inenleriydi. Cengiz Han şöyle derdi: “Eğer torunlarımdan biri bir suç işlerse veya kanunlara saygı duymaktan vazgeçerse o zaman böyle bir kişiyi sadece torunlarım birlikte toplanıp yargılayabilirler.” Ögeday soyu ise kimseye sormadan Çağatay’ın torunu Altalu oğlanı katletti. Eğer senin için yeterli değilse daha fazla anlatacağım… Ölürken, halefi, küçük oğlu Şaramun’un yapmasını isteyen Ögeday kendisi değil miydi? Burada da soyundan gelenler beyaz koşmada Güyük’ü han olarak kaldırmakla kanunu ihlal ettiler.”

Bu asıl gerçekti, Alcetay da susmak zorunda kaldı.

Bu o zaman bu şekildeydi. Ayrıca şimdi Ulketay’a bakarak Berke, Cengizlilerin artık çoktan büyü dedesi ile kurulmuş düzenlere uymadığını düşündü, ama gerektiği zaman onları işine geldiği bir şekilde yorumluyorlar. Peki, kendi ulus, kendi hanlık, kendi çıkarlar daha yakındır.

Karakurum’dan ayrılmaya karar verdikten sonra ne pişmanlık ne de vicdan azabı çekiyordu Berke. Aksine, bu kararı alıp ve ilan edip o rahatlık hissetti. Artık gizli azaplar, ikircim yoktu. Bundan sonra Altın Orda tüm kararları kendi başına ihtiyatsızca Moğol büyük hanından dilenerek istemeden almadan verecektir. Ve de artık üretimin ile itaat altında halklarından toplanmış haracın bir kısmını merkez karargâhına yollamaya gerek yok.

Alınmış kararın doğruluğundan emin Berke meclis üyelerine hitap etti:

- Söyleyin bana, Moğolların büyük hanı şimdi kimdir: Kubilay mı Arık Böke mi? Onlar kendiler bu soruya cevap veremiyorlar. O zaman belki ikisine de mi haraç gönderme vaktimiz gelmiş? Hayır. Altın Orda bundan böyle kimse ile avını paylaşmaz. Hülagû’ya ve Alguy’a kılıç kadırmamız gerek ve bu nedenle askerimizi beslemek için biz kendimiz ele geçirilmiş topraklarından aldığımız sığır ile ekmeğe ihtiyaç duyacağız. Tümenleri donatmak ve cesur ve yiğit olanları ödüllendirmek için bize altın ve para lazım.

Meclis üyelerinin çoğu onaylarcasına başlarını salladılar, hanın bilgeliğini takdir ederek konuşmaya başladılar. Ve sadece Berhudar ile Sauk bir tek kelime söylemediler. Burada onlar en ihtiyarlardı ve Dünya Sarsıtıcısı ile kurulmuş imparatorluğun parlaklığını ve azametini iyi hatırda tutuyorlardı, Cengizlilerin arasında barışın egemen olduğu ve bir hedefin birleştirdiği zamanı da aklında tutuyorlardı. Eski askerler anlıyorlardı: şimdi Altın Orda’nın Karakurum’daki Moğol büyük hanlığından ayrıldığı zaman Moğol devletinin adası sallanmaya başladı ve Cengiz Han’ın beyaz dokuz kuyruklu sancağı artık hiçbir zaman etrafında güçlü ve tek bir orduyu kurmaz. Yakın felaketin önceden sezmesi havada uçuşuyordu. Altın Orda, Karakurum’un ana dayanağı ondan en zor zamanda yüzünü çevirdi. Lakin anlaşılan böylesini kader ile önceden belirlenmiştir zira dünyada yer alan her şey Allah’ın iradesindedir.

Bugün meclis uzun sürüyor. Hülagû’ya karşı Nogay’ın komutanlığının altında iyirmi bin askerin yöneltme kararı alındı, on binlik ordusunu ise Alguy’a karşı Berke kendisi sürecektir. Deşt-i Kıpçak aullarına ve göçebelik alanlarına ulaklar halka han kararını bildirmek, Kıpçakları, Mangutları, Bulgarları ve Altın Orda tarafından fethedilmiş diğer kabilelerin yiğitleri sefere çağırmak için dörtnala koştular.

Aynı gün akşam saraya nüker koşarak geldi ve Berke’nin ayaklarında yerlere kapanıp şöyle bağırmaya başladı:

- Yan büyük han! Size kötü bir haber getirdim!...

- Buraya ne zaman biri iyi haber ile gelir?, hınçla attı han, yüzünü de donuk bir sönüklük doldurdu, kötü bir ön sezme kalbini sıkıştırdı. Konuş. Ne oldu?

- Kuğularınızın biri öldürülmüştü!

İnançlı Berke ürperdi ve darbeden gerileyivercesine irkildi.

- Aramak! Suçluyu aramak! Onu, dünyada olabilecek en korkunç bir ölüme vereceğim!

Ancak aramalar nafileydi.

Kuğunun ölümü ile Berke’nin gönlünde karışık sızlayan bir endişe yerleşti. O önseziye benziyordu, yaşamaya, düşünmeye, hareket etmeye mani oluyordu. Bu kaderin bir işaretiydi, ama ne işareti, neden uyarıyordu? Belki Tanrı kendisi hana kutsal kuğuların biri öldüyse demek ki Berke’nin niyetlenmiş seferlerden biri başarısız olacağını söylüyuordu? O halde bir çıkış yolu bulmak gerekiyordu.

Han da buldu onu. Kendi yerine Alguy’a karşı giden ordu elebaşı olarak genç Noyanı Ülketay’ı tayin etti.

Bilge Berhudar hanı nazikçe uyarmaya çalıştı:

- Ülketay fazla gençtir. Daha iyirmi yaşında… Böyle bir işe gücü yeter mi?

Berke itiraz etti:

- Babalarımız emrimiz altına tümenleri teslim ettiği zaman senle biz kaç yaşındaydık? Ülketay gençtir ama onun savaşta yararlık gösterme büyük bir arzusu vardır. Ben ona inanıyorum…

Seferler için hazırlanma Orda’da eskiden beri kurulan düzenlere uyularak yürürdü, bu yüzden herkes ne yapması gerektiğini bilirdi, görevini de sürünceme olmadan ve gecikmeksizin büyük bir gayretle yerine getitirdi.

Berke hala her sabah kamış gölüne gelirdi ve uzun uzun yalnız kuğunun kasvetli ötüşlerini dinlerdi.

Yaklaşan felaket duygusu geçmiyordu. İnsanlar hanının her adımını dikkatle izliyorlardı ve onu anlamıyorlardı. Tüm Cengizliler gibi o hiçkimseye acımazdı ama neden o zaman han ölmüş kuğuya bu kadar üzülüyor ve hasret çekiyor? Sahiden yıllar mı Berke’nin kalbini yumuşattı?

Hayır. Hanın kalbi hala eskiden olduğu gibi kalıyordu ama şiddete susamış olan tüm Cengizlilerden daha çok asıl Berke’nin olduğunu kimse tahmin etmiyordu. Sadece onun ağabeyi Batu’nun sahip olduğu askeri becerileri yoktu yoksa çoktan toprağı çöle çevirir, içinde kan ırmağını akıtırdı.

Nogay ile Ülketay’ın tümenleri ile birlikte sefere çıktıktan bir hafta sonra, Salimgirey yüzbaşının Orusut topraklarına gezisi sırasında vekilliği eden sarı nüker hana kötü bir haber getirdi.

- Büyük han!, dedi o. Maveraünnehir’den ulak, Alguy ile Hülagû’nun onlara karşı başlatılmış seferi öğrenir öğrenmez Altın Orda’ya ait tüm zanaatçileri Buhara’nın şehir duvarlarının dışına kovulmasını emredip eşleri ve çocukları ile birlikte onları kılıçtan geçirdiğini bildirdi.

Haber hakikaten kötüydü ama Berke’nin gözleri kinci kinci parıldadı. Buhara’ya gezisi aklına geldi, gece, ona, Altın Orda büyük hanına talepte bulunmaya cesaret eden binlerce insanın başının üstündeki huzursuz ve endişe verici meşale ışığı aklına geldi. O zaman dar toprak boğazları gibi sokaklarda kapıldığı korkuyu hatırladı… İsyancılar cezasını buldular. Üzücü olan tek şey bu kıyımı kendisinin düzenlemediğidir.

Hanın sustuğunu görürek sarı nüker olan herşeyin önemi ona ulaşmadığını düşündü ve şöyle dedi:

- Onlar galiba bunu Altın Orda’nın harcı alınacak kimse olmasın diye yapmışlar, değil mi?

- Evet, öyledir, kayıtsızca kabul etti Berke. Zanaatçiler zaten Alguy’nun hükümdarlığı altındaydı. Onlardan yararı Altın Orda son zamanlar görmedi… Yakında zamanda birçok yeni kölemiz olur. Çok yakında…

Salimgirey ise o sırada atları ezerek Altın Orda’nın sınırlarından gittikçe uzaklaşıyordu. Hanın verdiği görevi yerine getirdi: Orusutlara Şelkene Baskak’ı öldürmeye izin vermedi. Lakin ona dünyada yaşamaya izin vermek için onu kurtarmadı. Artık genç olmayan ancak eskisi gibi kuvvetli ve geniş omuzlu, gür çatık kaşları ile Baskak önceden de olduğu gibi fethedilmiş halklara dehşet saçmaya devam ediyordu. Moğolların arasından bile gaddarlığı ile ayrılırdı. Şelkene Baskak’ın vergi toplayanların çıkageldiği yerde izbeler alev alev yanardı, kadınlar ile çocuklar çığlık atarlardı, canlı ve itaatsız olan her şey küllere dönerdi. Salimgirey, böyle bir isanın yaşamaması gerektiğini düşünüyordu. Fakat vakit kazanmak gerekiyordu.

Nihayet, her tarafta acele acele koşuşan Moğol müfrezeleri ile karşılaşabilecek Orusut topraklarını geçtiği zaman Salimgirey askerlerinden birini Berke’yi yerine getirilmiş göreve dair bilgilendirmek üzere Saray’a yolladı.

Aynı gece, Yüzbaşı Şelkene’yi sık ormana götürüp onu kılıç ile kesti. Şafak sökerken Salimgirey’e sadık olan kişilerden oluşan müfrezesi atlarını Kafkas Dağları’na doğru çevirdi. Yüzbaşı biliyordu, onun dönme haberi ile kandırımış Berke’nin ne olduğunu yakın zamanda sezmez ve adamları peşinden yollayana kadar müfreze artık uzaklara gider.

Salimgirey kaçışa hemen cesaret etmedi. Fakat durumlar, Orda’da daha fazla kalmak tehlikeli olduğu yönde gelişiyordu. Hanın adamaları, köleleri isyana kaldırmış siyaha bürünmüş adamı sebatla arıyorlardı. Henüz kimse onun Salimgirey olduğunu sezmiyordu ama halka her gün giderek daha sıkı bağlanırdı ve de o, hanın özlük muhafızlarının yüzbaşı bunu diğerlerden daha iyi görüyordu.

Semerkant’tan orada mollalara, işanlara ve hanlara karşı çıkan, halkı aldatan ve talan eden bir topluluğun baş gösterdiğine ve bu memnun olmayanların başında Tamdam adlı bir kişinin olduğuna dair söylentiler geliyordu. Salimgirey onun kim olduğu ile ilgili açıklamalara ihtiyaç duymuyordu.

Yüzbaşının pişman olduğu tek bir şey vardı, eski niyetini yani Berke Han’ı öldürmek gerçekleştirmediğidir. Ama anlaşılan her şey Allah’ın iradesindedir.

Salimgirey, Berke’nin onu sadece Şelkene Baskak’ı getireceği için beklemediğini henüz bilmiyordu. Halka kapandı. Hanın adamları artık yüzbaşıya işaret ettiler ve kölelerin isyanı ve Kolomon ile Kunduz’un firarı işinde onun parmağı olduğunu onaylacak kişileri buldular.

Altın Orda doğusunda yer alan topraklarda yangın ortalığı kasıp kavuruyordu.

Kubilay’dan yenilgiye uğrayıp ve ağabeyini hiçbir zaman yenemeyeceğini anlayıp Karakurum’daki Moğol büüyk hanı Arık Böke tümenlerini başka bir sözünden çıkan Alguy’a sürdü. Ordunun başında Kara Böke Noyanı ile rahmetli Mengü Han’ın oğlu Asutay vardı.

Önceden dil avcıları tarafından haber verilmiş Alguy ansızın Kara Böke’ye Sum Gölünde saldırdı. Savaşta Noyan kendisi öldü, ordusu ise bozkırda dağıtılmıştır.

Kolay zafer ile memnun, ihtiyatlılığı unutup Alguy sefer çadırlarını bulanık ve hızlı İli Nehri kıyılarında uzun bir istirahat için kurmasını emretti.

Dikkatsizliği için Alguy ağır cezalandırılmıştı. Asutay önderliğindeki Karakurum ordusunun ikinci kanadı pek hızlı gece yürüyüşünü gerçekşetirip deliçay gibi Alguy’nun kampı saldırdı. Han zor kurtuldu. Küçük bir müfreze ile o Doğu Türkistan’a firar etti.

Düşmanları ile uzun süreli mücadelede ilk başarıdan coşmuş Arık Böke kendisi yeni ordu ile geç sonbahar İli çukurluğuna, burada kışı geçirip Alguy’nun bozgunu tamamlamak ve kaybedilmiş malikâneleri Karakurum’un emri altına geri almak için geldi.

Arık Böke öfkeciydi ondan da kararları her zaman hesaplı değildi. Burada dik başlı İli kıyısında Kara Böke’nin ordusundan sağ kalanların üzerinde hükmü icra etmeye başladı. Acımadan birçok Noayanı onları tüm başarısızlıklarında suçlayarak hayattan etti.

Moğol büyük hanının böyle bir zalimliği görünce seferin başlangıçta ona iltihak etmiş göçebe kabilelerinin emirleri kışın gelmesi ile çeşitli bahaneler ile onu terk etmeye başladılar.

Bu seneki kış sert çıktı. Derin karlar İli Çölünü bürüdü, yemini her türlü koşullarda elde etmeye alışık Moğol atları bile arıklaşmaya başladı. Don çözülmesinin yerine müthiş soğuklar ile kasırga şiddetinde rüzgârlar geldi. Arık Böke’nin ordusundaki vaziyet her gün giderek daha zor hale geliyordu. Yerli halkın elinden Moğollar için yararlı olabilecek her şey alınmıştı ama bu da kurtarmadı. Bahara kadar ordusunda at hemen hemen kalmadı. Atsız Moğol artık savaşçı değildir, almak isteyen herkesin kolay avdır.

Büyük Cengiz Han’ın dokuz kuyruklu beyaz sancağının altına tüm Moğolları topladığından beri Moğolların ordusu hiçbir zaman böyle bir acınacak, içinden çıkılmaz duruma düşmemişti. Arık Böke Kubilay’dan aman dilemek zorunda kaldı ve galibinin insafına teslim oldu.

İkinci kez Kubilay erkek kardeşine merhamet gösterdi. Arık Böke’nin ve rahmetli Moğol büüyk hanının Mengü’nün oğlu Asutay’ın hayatlarını bağışladı, orduda lider olan kalan Noyanların ise kesilmesini emretti.

Doğu Türkistan’a kaçan Algu yeni orduyu toplayıp karısı olarak kendisi tarafından Çağatay ulusundan kovulmuş Kara Hülagû’nun dul eşi Erkene Hatun’u alıp Kubilay Han’a itaatlığını gösterdi ve böylece kendi üzerinde iktidarını kabul etti.

Talih ve şans Çağatay ulusunun yeni hükümdarının yüzüne güldüğünde Ülketay’ın ordusu Deşt-i Kıpçak bozkırlarında kışı geçirip Aşağı İtil bölgelerinden Sığanak, Otrar ve Suzak şehirlerinin tarafına hareket etti

Ona karşı Kubilay hamisinin güvenilir desteğini hissederek tümenlerini Alguy sürdü...

 

 

***

 

Kara haber Berke’nin kulaklarına sabah, abdestini alıp namazı kıldıktan sonra ulaştı. Yaralar içinde, yorgunlukta siyah ulak Altın Orda’nın ordusunun üç günlük savaşından sonra bozguna uğratılmış olduğunu, cesur Ülketay’ın ise savaş meydanında can verdiğini söyledi. Cüretkârlığın misillemesi olarak Alguy Altın Orda’ya ait Otrar şehri yakıp tahrip etti.

Ülketay’ın yenilişi Berke’nin hırslı planlarına ağır bir darbeydi. Herşey onun planladığı gibi başlamıyordu. Askerleri coşturmak, onları gelecek zor meydan savaşları için hazırlamak için en azından küçük bir zafer gerekliydi.

Belki bunu Tanrı kendisi istemiş? Sevdiği kuğu sebepsiz ölmedi ki. Bu yukarıdan bir işaret değil miydi?

Berke biliyordu: ilk kara haberin ardından kervandaki develer gibi diğerler de gelir. O yanılmadı.

Kısa bir süra sonra Alguy’un Yedisu bölgesini, Doğu Türkistan’ı, Maveraünnehir’i, Harezm’in yarısını ve Kuzey Afganistan’ı istila ettiği öğenildi.

Arık Böke ile Asutay’ın gönüllü olarak teslim olduktan ve Kubilay’dan bağımlığını kabul ettikten sonra Altın Orda ve Hülagû ilhanlığı hariç Cengiz Han’ın imparatorluğunun tüm toprakları ona ait oldu. Bundan böyle Moğolların asıl büyük hanı Kubilay oldu.

Kara düşünceler Berke’ye huzur vermiyordu. Düşman sayısı azaldı ama kalanlar daha çok güç ve kudret kazandı. Doğuda, Kubilay. Güneyde, Hülagû. Onların dış düşmanı çoktur ama Altın Orda da herkes için arzulanan bir avdır. Gerçi, artık Batu zamanlarında olduğu gibi değildir, o azameti yoktur: komşular lezzetli lokmalar ile çerezlenebildi, en zengin ve kalabalık toprakları dişleye dişleye kopardılar, ama gene de… Berke, ileride güçlü bir orduyu kuracağından emindi. Karnını iyice doyurmaya alışık ağız ve cömertçe almaya alışık el ziyanları kabul etmez.

Berke’yi başka bir şey rahatsız ediyordu. Kubilay’ın kendisini Çin İmparatoru olarak ilan edeceğine dair söylentiler geliyordu. Ondan sonra kim ona, Çin’de Moğolların büyük hanına, bundan böyle, onun Cengiz Han’ın kendisine benzettiğini ve dolayısıyla Moğol atının toynağının bastığı tüm toprakların kendisine tabi olduğunu beyan etmeye mani olur? Böyle bir şey gerçekten yer alırsa ne yapılmalıdır?

Hülagû da kuvvetli ve kurnaz kurttur. Acımasızca ve kararlıkla ayaklanmış Gurciler ile hesabını gördü o. Üstelik liderliğini Baybars eden Mısır Memlûkleri’nin üzerinde hâkim olursa o zaman bütün dünya Kubilay ile Hülagû’nun arasından bölünmüş olur. O zaman sıra Altın Orda’ya gelir.

Ancak şimdi, Orda’nın üzerinde bulutların yoğunlaştığı zaman Berke ilk defa han olmak ne kadar zor olduğunu anladı. Şöhrete düşkün, sadece şanı heyal eden o korkuyla Altın Orda’nın bayrağını düşürse gelecek kuşakların, Dünya Sarsıcısının torunları Cengizlilerin ne söyleceğini düşündü.

Gücüne göre bir copu seçmeyen mutlaka onu kendi kafasına düşürür. Onunla da böyle bir şey olmaz mı? Altın Orda tahtına boşuna tırmanmadı mı?

Uzun yıllar boyunca keskinleşmiş zekâ çıkış yolu arıyordu, hiç olmazsa bir kaçamak yolu açmaya çalışıyordu ama hepsi boşunaydı.

Son zamanlarda Berke her zamankinden daha sık korunan gölü ziyaret etmeye başladı. Burada düşüncelerden hiçbir şey alıkoymuyordu, kimse huzurunu ve yalnızlığı bozmaya cesaret edemezdi. Han insanları sevmezdi o yüzden hiçbir zaman dostluğu aramazdı ve hiçkimseye danışmazdı. O biliyordu: bozkırda kimseye sonuna kadar inanılmaz. Eğer zengiliği ve şöhrete ulaştıysan, dikkatli ol, çünkü etrafta sadece arkadaş postuna bürünen haset edenler ve düşmanlar vardır.

Bir gün, her zaman gibi göle gelip han hayretler içinde kaldı. Ayna gibi yüzeyde bir değil üç kuğu yüzüyordu. Onların nereden çıktığını han anlayamıyordu. Geçen yılki yavruları dönmüş, yalnız kuşu belada bırakmamış olmasın mı? Eğer bu böyle ise, o zaman Cengizlilerin, kanı birisanların arasında, bu zor zamanda onu destekeleyen biri çıkmaz mı? Hayır, güvenilir bir müttefiği aramak lazım. Tüli Han’ın üç oğlu olsun ama Cengiz Han’ın torunları çoktur, ayrıca Berke’ye olduğu gibi, kardeşlerin işlerini sevmeyenler de olur.

Hemen Ögeday’ın torunu Kaydu aklına geldi. Cuci soyundan olmamasının ne önemi var? Batu Han ile birlikte o zaman daha delikanlı Orusutlara karşı seferlere çıkardı. O cesur ve zeki bir savaşçıydı. Son yıllarda Çin ile Uygustan’ın arasında yer alan topraklarına sahipti. Kaydu, Cengizlilerin iç hesaplaşmalarına müdahele etmemeye çalışıyordu, ama tüm olayları büyük bir dikkatle izliyordu, çünkü onun ulusunun yanında Çağatay ulusu yer alıyordu ve de Alguy’un kuvvetlemesi ona da aynı şekilde sorunlar ile tehdit ediyordu. Kaydu’nun ordusunun dayanağı, Bekrinler ve ona tabi olan topraklarda göçebelik eden Kıpçak soylarıydı: Usunlar, Duğlatlar, Albanlar, Sıbanlar.

Kaydu Alguy’a baş eğmeyi ister istemez, bu da kaçınılmaz bir biçimde olmalı, eğer o kendisine layık rakiplerin yok olduğunu hissederse.

Kaydu’ya hemen güvenilir bir adamı göndermek ve onu kendi tarafına temayül etmeye çalışmak gerekiyordu.

Berke her zaman alametlere inanıyor. Bu üç kuğu da… Belki kader kendisi ona bir çare gösteriyordu? Sağlam bir ittifak gerekiyordu. Kendisi, Kaydu… Peki, üçüncü kim?

Üçüncüyü Berke uzun zamandır düşünüyordu, ta Altın Orda tahtına oturmaktan önce. İslam’ın bayrağı olmaya hayal ederek o büyük bir dikkatle Mısır’da olanlaır takip ediyordu. Memlûkler onun dayanağı olabilirlerdi. Onlar Müslümanlar ve Hıristiyanları destek eden Hülagû ile sürekli düşmanlıkta bulunuyorlar.

Eğer Baybars ile müttefiğin kuvvetlendirmesi başarıyla sonuçlanırsa o zaman ne Hülagû ne Alguy Altın Orda ile Memlûklerin karşısında dayanabilirler.

Berke’nin gölde üç kuğuyu gördüğü gün onun için neşeli bir gün oldu. Saraya döner dönmez Kaydu’dan elçiler geldi. Başlarında, ulus hükümdarının kızı, on sekiz yaşındaki Kutlun Şaga vardı. Korkusuzluğu ile askeri kahramanca davranışları hakkında efsaneler dolaşırdı. At üzerinde oturmayı ve ok kullanmasını öğrendiği zamandan beri Kutlun Şaga babasına tüm seferlerde sürekli eşlik ederdi. O güzeldi ve Moğollar ona Angriam yani ay gibi aydın adını verdiler.

Kutlun Şaga bekârdı ve dedikoducular Kaydu’nun onu sadece kızı gibi sevemdiğini iddia ediyorlardı.

Ziyafetten sonra, han ile Kutlun Şaga’nın yalnız kaldığındao gelişinin amacını anlattı ona. Kaydu, Alguy ile mücadele için yardım istiyordu.

Sabah Berke yanına jaurınşı <Jaurınşı, koyun kürekkemiğinde fal baka bir kâhindir.> çağırdı ve Kaydu’nun falına bakmayı rica etti. O, Kaydu’nun Algu’ya karşı hareketinin başarılı olacağını söyledi.

Bir hafta sonra, Kutlun Şaga, Çağatay ulusu ile sınırdaş olan Altın Orda’nın topraklaırnda askerlerin tümeni oluşturma hakkını alıp Berke’nin karargâhını terk etti. Ordunun ve ağır hediyeler ile yüklü kervanın başında Aygirim babasının ulusuna yola çıktı.

Kutlun Şaga’nın gittikten sonra daha bir hafta bile geçmeden Berke’nin karargâhına Mısır’dan elçiler geldiler.

Müzakerelerde, Baybars’ın sadece Hülagû’ya hareket edeceğini değil ama bütün Müslüman âleminin kâfirlere karşı gazayı, kutsal savaşı ilan edeceği kabul edildi. Bu savaşın beyaz sancağı Deşt-i Kıpçak topraklarında İslam’ın gayretli savuncusu Berke Han olacaktır.

Her şey mükemmel gidiyordu. Berke’ye yeniden kendi gücünden emin olma duygusu döndü, Altın Orda’nın vaziyeti de ona artık o kadar zor ve çaresiz gelmiyordu. Sadece dış değil ama iç düşmanlarını da düşünme vakti geldi. Han, birinin ona Salimgirey’in, Kolomon’un ve Kunduz’un kelesini getitirdiği takdirde cömertçe ödüllendirileceğini ilan etmesini emretti.

O sırada kaçaklar giderek Altın Orda’nın malikânelerinden daha uzağa gidiyorlardı. Müfrezesi her gün giderek büyüyordu, farklı milletlerden kaçak köleleri ona katılıyorlardı.

Alguy’nun mülkiyetlerinden üzücü haberler geliyordu. Yeni han, Memlukların Altın Orda’ya sefaretini öğrenince Müslümanlar ile zalimce hesabını gördü. Uzun zamandır Cengizlilerden kimse böyle bir katliamı düzenlememiştı: sadece etişkin erkekler değil kadınlar da, süt çocukları da toptan öldürmüştü.

O sırada Alguy’nun karısı Ergene hatun öldü, o da ölümünün suçlusu Müslümanların olduğunu beyan etti.

Haberler üzücüydü ama Berke’yi onlar sevindiriyordu. Alguy’nun ne kadar çok kötülük yapıyorduysa o kadar çok Müslüman, handa tek ümidini ve dayanağını görerek Altın Orda’nın himayesini arıyorlardı.

Ancak boşuna inanıyordu Alguy kudretine. Güçlü rüzgâr bile yönünü değiştirir, yolu fırtına keserse eğer. Bu fırtına, Tarbagatay Dağlarında kendi sırasını sakin sakin bekleyen Kaydu oldu. O anlıyordu: ona ait ulusu kaybetmemek için hareket etme vakti geldi.

Kaydu cesur ve uzak görüşlü bir savaşçıydu. Batu ile müşterek seferler onun için boşuna geçmedi, büyük handan çok şey öğrendi ve benimsedi. Üstelik Mengü Han zamanlarında Karakurum’daki uzun hizmeti, onu olaylardan anlamayı, Cengizlilerin entrikalarını çözmeyi öğretti. Kaydu, çok kısa bir süre sonra eğer bir şey yapılmayacaksa Alguy ile Kubilay’ın hırslı ellerinin mutlaka ulusuna uzanacağını iyi anlıyordu.

Kaydu’ya ait topraklarda ilk yıllarında, hatırında Cengiz Han’ın altın dönemi, oğlu Ögeday’ın şanlı seferleri, Moğolların daha bir olduğu ve Dünya Sarsıtıcısının birbiriyle iç hesaplaşmalı  savaşa girmeye cesaret etmediği zamanda Mengü Han’ın makul yönetimiolan birçok savaşçı ve Noyan yerleşti. Moğol büyük hanlığının yüceliğinin çöktüğünü, bir zamanlar demir disiplin ile birleştirilmiş Moğol soylarının ise kâh bir kâh diğer Cengizlinin tarafını tuttuğunu izlemek onalara acı veriyordu.

Kaydu’nun Alguy ile savaşa hazırlarken onlardan yardım istediğinde sancağına daha silahı tutabilen herkes toplandı, tutamayanlar ise çocuklarını ve otrunlarını yolladılar. Orduya Bekrinler, uygurlar ve Kıpçaklar geldi. Kısa bir süre içinde Alguy ile Kubilay’a göğüsleyebilen güçleri toplayabildi. Birçok eski savaşçının olduğu ordu Cengiz Han’ın vasiyetlerine kutsal bir şekilde uyuyordu ve reisinin peşinden sonuna kadar gitmeye hazırlardı.

Kaydu tümenleri zekice ve akıllıca yönetmeyi bilirdi. Kısa boylu, geniş ve elmacık kemikleri çıkık yüzlü, yaşına rağmen hala sağlam, o, tipik Moğol çehresini koruyup annesinden bir şey kapmamış gibi görünüyordu. Kaydu’nun ne sakalı ne bıyığı vardı. Sert bronz çenesinde sadece dokuz kıl vardı, o da onları sürekli okşamayı severdi.

Babası Kâşi ayyaş olup şaraptan ölmüş. Kaydu kendisi ise kımızı bile içmezdi. Tüm oğullar ile torunların içtiği Ögeday soyunda bu çok seyrek raslanan bir olaydı. Karakter olarak Cengiz Han’a benzerdi. Her zaman açık zihni vardı, her işi de Kaydu duygusal atılımlara güvenmeyerek uzun uzun ve soğukkanlılıkla ölçüp biçerdi.

Dede babası gibi orduyu kamplara bölüp her birinin başında oğullarından birini koydu. Başkalara Kaydu güvenmiyordu. Kubilay’ın yolunu kesen kampın başında ikinci oğlu Orus vardı, Altın Orda sınırlarında üçüncü oğlu Baykagar duruyordu, dördüncü oğlu Sarban Hülagû’ya göğüs germeliydi. Kaydu kendisi ilk evladı Şapar ve küçük kızı Kutlun Şaga ile birlikte Alguy’nun ordusu ile görüşmeye hazırlanmaya başladı.

İyi haberler rüzgâr gibi Altın Orda’nın güney ve doğu ufuklarından kara bulutları dağıtıyordu. Berke Han, Allah’a ona bulunduğu lüftü için şükrederek büyük bir kurbanın sunmasını emretti: birçok çeşitli hayvan kesilmişti ve Orda karargâhı için görülmemiş bir toy <Toy, bayram, ziyafettir.> düzenlenmişti.

Hayat gökyüzüne benziyor. Kâh mavi ve aydın ama aniden bulutlar bürüyüverip gözlerden güneşi saklar, rüzgâr da hemen soğuk olur, ufukta ise şimşekler çarpar ve boğuk gök gürültüsü inlemeleri gelir.

Orda’da Kaydu’nun zaferi ve Nogay’ın başarıları münasebetiyle sevinç gürültüsü biter bitmez köpüğe batmış atın üzerinde süvari Rostov, Yaroslavl, Suzdal ve Velikiy Ustüg Orusut şehirlerinin isyan ettiğine dair tehditkâr bir haber getirdi. Ne Karakurum’a, ne Altın Orda’ya, ne Hanbalık’tan <Hanbalık, Pekin şehridir. Moğolca, Hoiyuv şehridir.> Kubilay Han’a sakinleri haraç ödemek istemiyordu.

Ulak şunu dedi: “Yangın, orusutların bütün memleketine yayılabilir.”

Haklıdır sanırım. Orusutların itaatsızlıkla Berke ilk defa karşılaşmıyordu ve her zaman iradelerini uzun bir süre için kırılmaya çalışırdı. Ama aynı zamanda dört şehrin ayaklandığı henüz olmamıştı. Burada gerçekten büyük bir yangın başlayabilir ve onunla başa çıkmak zor olur.

Orda’da Orusutlardan tüm kalbiyle kim nefret ediyor? Topraklarına cezalandırıcı Moğol kılıcı ile kimi göndermek lazım? Berkencar’ı mı? Ama o hasta ve bu işe şimdi gücü yetmez. Belki Batu’nun davrandığı gibi mi yapmak gerekiyor, knezlerin arasını bozmak? Onurlu knezlerin kurulmuş kapana kolayca düştüğü artık kaç sefer oldu?

Tüm hanların dönemlerinde Altın Orda en çok Orusutların birleşmesinden korkardı. Her sene giderek daha sık birbirinden kopuk toprakları birlikte toplamayı ve menfur boyunduruktan kurtulmayı hayal eden insanlar ortaya çıkarlardı. Sıradan halk Orda’ya hizmet etmeye hazır knezlere itaat etmeyi reddederlerdi.

Orusutların hayatı zor ve çekilmezdi. Yıkıcı akınlardan sonra Baskaklar gelirlerdi. Orda’da bu göreve en zalim, en acımasız savaşçılar atanırdı. Kelle vergisinden hariç bağlı knezlikler hasadın onuncu kısmını ve el edilen kürklerin yarısını vermek zorundaydı. Eğer biri talep edileni veremiyorduysa o zaman vergi toplayan, borçlunun gelecek sene faiz ile ödemesi üzerine Orda hazinesine gerekeni kendisi yatırırdı. Borçlu bu sefer de zamanında borcu ödeyemiyorduysa o zaman onu kölelik beklerdi. Bazen vergi tahsili yerli halktan güvenilir kişiler aracığıyla gerçekleşirdi. Böyle insanlara Orusutlar Besermenler (imansızlar) derlerdi, Kıpçaklar ise onlara Kırmanlar <Kırmanlar, tam olarak anlaşılmayan bir adtır. Kökünü “kıru” yani kesmek (toplayanların zalimliği kastediliyordur) Kıpçak sözcüğünden alabilir veya öşrün tam harman yerinden (kırman”, harman yeridir) alındığı içindir.>adını verdiler.

Moğol büyük hanı Mengü’nün hükümdarlığı sırasında vergi ile harç tahsilinin düzenlemesi için Orusut topraklarına Pısık Berke adlı bir kişi gönderilmişti. Kurnaz ve kindar o bir zamanlar Yelüy Çutsay adlı bir Çinli’ye Ögeday’ın baş müsteşarına hizmet ederdi.

Pısık Berke tüm Orusut Knezliklerinin nüfus ve hayvan sayımı yapamaya karar verdi. Aynı şeyi özgür Novgorod’dan da talep etti. Sartak Han’ın hükümdarlığı sırasında vergi ile harçtan muaf kılınmış Novgorodlular karşı durdu. Ama durumlar onların lehine gelişmiyordu. Sınırlarda hala Alman şövalyeleri duruyorlardı ve Karakurum ve Altın Orda ile bozuşmak tehlikeliydi. Boyarların baskısı altında Novgorod sayımı yapmaya karar verdi.

Orusut şehirleri hoşnutsuzluk ile fıkır fıkır kaynıyordu. Baskak Kitak, Müslümanlığı kabul etmiş eski keşiş İzosim’in yardımıyla karargâhını Yaroslavl’de kurup Orusutların boğazındaki vergi ile harç ilmiğini gittikçe daha sıkı sıkıyordu. Köleler katar katar Buhara, Semerkant ve İstanbul esir pazarlarına geçti.

İşte şimdi şehirler ayaklandı. Uzun bir süre düşünüyordu Berke bastırmaya kimi göndereceğini. Seçim Saukауa düştü. Han Orustulara karşı nefretini biliyordu onun için eski müsteşarın her şeyi gerektiği gibi yapacağından emindi.

 

 

***

 

Beş binlik ordu Büyük Rostov duvarlarına şafak sökerken yaklaştı. Orusutlara Moğol kılıcının ürkütücü gücünü göstermesi gereken yolundaki ilk şehirdi.

Sefer çadırlarının kurulmasını emredip Sauk biraz kestirdi, beyaz çadırından yeniden çıktığında da güneş artık şehrin kilise kubbelerinin üzerinde var gücüyle oynaşıyordu.

O an Sauk yetmiş yaşındaki bir ihtiyara hiç benzemiyordu. Hareketler hızlı oldu, gözleri açık ve genç bir biçimde bakıyordu. Nihayet, Orusutlardan tümüyle intikam alabilecek gün gelmişti.

- Buraya Kablan Noyanını çağırın!, emretti Sauk.

Çevik nüker kavislihançeri kınına sokup emrini yerine getirmeye koştu.

Sauk düşüncelere dalıp önündeki şehre bakıyordu. Ama uzun bir süre bu günü beklemek zorunda kaldı. Dah dün Orda’da ondan daha sakin ve silik bir adam yoktu. Çoğu, han müsteşarı unvanını da Sauk’un tamamen raslantı sonucu olarak aldığını düşünürlerdi. Hana bir tavsiye verirken o hiçbir zaman sesini yükseltmezdi, ayrıca eğer Berke kabul etmiyorduysa ya da memnuniyetsizliği gösteriyorduysa hemen susardı. İnsanlar, bazen, Sauk için hanın nasıl bir karar alacağı hiç fark etmediğini düşünürlerdi ama bu hiç böyle değildi. O sadece düşüncelerini gizlemeyi iyi öğrendi, içinde ise bütün ömrü boyunca ufak umut ışığı sönmeyerek yanıyordu.

Sauk Cengiz Han’ın torunlarına aitti, peki, onlardan kim iktidarı hayal etmiyordu, halkları yönetmeyi, yeni toprakları fethetmeyi ve durmadan talih ve şan ışınlarında yıkanmayı hayal etmiyordu?

Daha on yedi yaşında Sauk bu amacın neredeyse ulaşılmaz olduğunu anladı. Babası Kulkan Kolomna Orusut şehrinin ele geçirilmesi sırasından can verdi. Annesi, Kulan Hatun, Cengiz Han’ın en küçük karısıydı. Ne soyunu ne kabilesini hatırlıyordu. Daha büyük eşlerden gelen Cengizlilerin hiç kimsenin ona yol veremeceği belliydi; ayrıca Orda’da annesi tarafından, gelecekteki taht mücadalesi sırasında güvenebilecek akarabaları yoktu. Babası hayatta olsaydı…

Çok kısa bir süre içinde Sauk, diğer Cengizlilerin arasından kendini göstermeyi yardım edebilecek özel becerilerin olmadığını anladı. Ama gizli hayal gene onu bırakmıyordu ve içini yakıyordu. Ve gene babasını düşünüyordu ve Orusutlar hayatını almasaylardı her şey başka türlü olacağına inanırdı. Babası korkusuz savaşçıydı. Böyle anlarda Sauk Orusutlardan öfkeli bir biçimde nefret ederdi ve onları, planlarının ve ümitlerinin çöküşünün tek suçlusu sayılırdı.

Yıllar geçtikçe içinde yeni bir duygu oluştu: babasının ve kendisinin intikamını alma arzusu. Bunun için Orusut topraklarına seferlere katılma her fırsatını kullanırdı. Ama doğuştan yoksa komutan becerileri nereden alınır? Üç defa Sauk savaşçı müfrezelerinin başına geçmişti ama hiçbir defasında başında başarı yıldızı yanmadı. Üç defa sadece hızlı at onu ölüm ilmiğinden kurtarmıştı.

Batu ve diğer Cengizliler Sauk’un savaşlara ve akınlara yönelik becerisizliği görerek, içine kapanıklığını ve suskunluğu hesaba katarak onu Orda karargâhında müsteşar olarak bırakmaya karar verdiler.

Bu daha bir yenilgiydi, kudret ve ihtişam son ümitlerinin yıkılışıydı. Hışım ve yeis istila etti Sauk’u. İçinde her şey fıkır fıkır kaynardı, diğer Cengizlilerin her sözünde ve davranışında alaylı bir gülümsemeyi görürdü ama on kendine hakım olmayı bilerek yeni görevden oldukça memnunmuş gibi gösterdi. Sadece Orusutlara karşı kinini saklayamıyordu, o yüzden her fırsatta hanlara onları yok etmeyi tavsiye ederdi.

Şimdi ise itaatsız Orusut şehrine bakaraken Sauk aniden Novgorod elçilerinin Orda’ya, Sartak Han’a gelişini net olarak hatırladı. Lanet kâfirler babasını öldürdüler, onlar da kendisini de takip ediyorlardı. Tam o zaman, sarı sakallı Svyatoslav ile ikram edilmiş bir kupa zehirli şarabı az kaldı içecekti. Sauk, şarabın zehrili olduğunu bilseydi ona hiçbir zaman dokunmazdı. Ama her şeyin suçlucu Orusuttu, onun gözleriydi. Nasıl bir kin dolu bakışla bakıyordu eski savaşçı Moğollara! Hareketinde bir meydan okuma vardı, mütekabil nefret ile tutuşup Sauk, onu hiçbir zaman terk etmeyen korkuyu yenip kupayı aldı.

Bugün her şey başkadır. Korku yok. Arkasında her el işaretine, her sözüne itaat etmeye hazır beş bin yakındaki meydan savaşından ve gelecek avından parlayan gözleri ile yiğit asker var. Yaşlılıkta da olsun ama Orusut topraklarında ölmüş babasının kanlı yasını tutmak onun elinde olduğu vakti geldi. İtaatsız şehirleri çiğnecek, onları küllere dönüştürecek ve Altın Orda’ya zıt gitmek için onlar artık asla küllerden doğmazlar.

Sauk bir anda, bir zaman eline sarı sakallı Svyatoslav Orusutunun geçerse iyi olacağını düşündü. Orusutlardan neden bu kadar nefret ettiğini söylemek zorunda bırakırdı. Ona o zehirli şarap kupasını hatırlatırdı…

Hızlı koşudan soluk soluğa kalmış, kavislihançer ile tangırdayarak çadıra büyük ve şişman Kablan Noyanı yaklaştı.

Sauk şöyle dedi:

- Bizi sefere gönderirken büyük Berke Han şehri yıkmadan önce Orusutlara ne istediklerini sormamızı emretti. Yüz asker alıp onlara var. Eğer istedikleri bizimkiler ile uyumlu olmadığını sayarsan o zaman Orusutlara, bizimle harbetmek için kale kapılarının dışına çıkmalarını söyle. Kabul etmezlerse şehri yakmak, kendileri ise korkunç ölüme vermek ile tehdit et.

- Emredersiniz…

Kablan Noyan askerlerine hemen gitmeye kalktı.

Ancak öğlen döndü.

- Emrettiğinizi yerine getiridm…

- Konuş. Dinliyorum

- Yarın bu saatte Orusutlar şehirden çıkarlar.

Bir an için Sauk korktu. İçinde bir yerde bu meydan savaşını istiyordu ve ondan korkuyordu çünkü hatırında gençliğinde aldığı acı dersler aklındaydı.

- Onlar bize itaatlığını göstermek istemediler mi?

- Hayır., Kablan Noyan büyük ve ağır başını eğdi. Knezin nerede olduğunu öğrenemedim. Onlara yakın insanlar ise yakalandı ve kuyuya atıldı. Ayaktakımı isyan ediyor. Hepsini Rostislav adlı bir papaz yönetiyor, müsteşarı ise Novgorod’dan Svyatoslav. Kardeşler olduğunu söylerler. Ayaklananlar Kitak’ı zencirlere vurdular, inancımız kabul eden İzosim’i idam ettiler. Şehirliler şöyle dediler: “Kitak’ı istiyorsanız o zaman alın onu ama ne harç ne vergi size artık vermeyeceğiz.”

- Başka ne diyorlardı?

- Onlara Besermenleri asla göndermemizi talep ediyorlardı.

- Peki, sen ne dedin onlara?

- Ben, böyle bir şey olmaz diye cevap verdim. Kitak’ı azad etmelerini, isyanı bitirmelerini emrettim… Bunu yapmazlarsa eğer onları ölüme vereceğiz.

- Onlar sana ne cevabı verdiler?

- Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir., Kablan Noyanı duraksadı. Onları hiçbir şey durdurmaz diye düşünüyorum…

- Düşman çok mu?

- Hayır. Sadece şehirliler ve yakındaki köylerden geleneler. Ellerine ne geçtiyse onunla silahlılardır…

- Sen ne teklif edersin? Nasıl davranmalıyız?

- Şimdi yapabileceğimizi neden erteleyelim? Şehir hücmü başlatmak gerekir. Yoksa kim bilir başka şehirlerden yardım alıyorlar mı? Bugünkü Orustular dünkü değiller. Ben gördüm bunu. Soyunmuş olan korkmaz ve mutlaka suya girer. Orusutların korkusu yoktur bu nedenle oyalamamak lazım.

- Öyle olsun, kurumlu bir tavırla kabul etti Sauk. Fikirlerimi bildin.

Gırtlaksı çığlıklar yayılıverdi Moğolların kampının üzerinde. Koşuşmaya, yüpürmeye başladı insanlar. Telaşla ve keskin bir sesle kişnelerdi atlar.

- İleri!, diye emretti Sauk. Büyük Cengiz Han’ın aruahdenilen ruhu bize yardım etsin!

Hücum azgın ve kısaydı. Kızıl ayın siyah Orusut ormanlarının üzerinde yükseldiği zaman şehir kocaman bir odun yığını gibi alev alev yanıyordu. Ama gece de kıpkırmızı alevden aydınlanmış ta şafak sökene kadar demir demire değerek çalardı, oklar ince ince keskin çığlıklar koparırdı, atlar kişnelerdi ve savaşanların azgın sesleri uzak yıldızlara uzaklaşırdı.

Şehir sakinleri Moğollara karşı dayanamayacaklarını görerek Kitak’ı ve diğer esirleri öldürdüler. Hayatları için korkmadan sonuna kadar dövüşüyorlardı zira ölümün artık onların köle olmaktan vazgeçme tek bir imkânı olduğunu biliyorlardı.

Şafak sökerken yakalanabildiği herkesi Moğollar şehir ana meydanına sürüp topladılar. Etrafta izbelerin yerinde siyah odun yığınları tütüyordu ve yangının pis kokulu dumanı akçıl sabah gökyüzüne yükseliyordu.

Yaralar, kanlar için kalmış insanlar birbirine sımsıkışık sokulup ve müthiş insanüstü yorgunlukta başka bir şey görmedi yüzlerinde Sauk.

O at üzerinde oturuyordu ve Orusutlarda en azından bir olsun korku göstermesini görmeye çalışıyordu ama o yoktu bu da Moğolu çıldırıyordu.

Sauk’un gözleri iki uzun boylu sarı sakallı ihtiyarın yüzlerinde durdu. Açık ak başlar, durduğu kalın ve sağlam yapılı boy bosları sıradan şehirlilerin olmadığını söylüyordu.

Sauk dikkatle baktı. İhtiyarlardan biri ona tanıdık geldi ve atın dizgine dokunup ona yaklaştı. Kamçının ucu ile esirin çenesini kaldırdı.

Hayır, Sauk yanılamazdı. Bu, meydan savaşının arifesinde hatırladığı Svyatoslav’dı. Soluk ihtiyarlık dudaklarına tebessüm dokundu:

- Görüyor musun, Orusut, biz yine görüştük...

İhtiyar savaşçının tamamen bereler içinde şişmin yüzü kıpıdamadı.

- Görüyorum. Demek, kısmetmiş...

Sauk Svyatoslav’ın kin besleyen ağır bakışına dayanamadı ve gözlerini ondan aldı.

- Şimdi kendin ellerin ile yaptığına bakacaksın. Orusutları öfkelendirdin. Onlar bunun için hayatları ile öderler. Böyle her zaman ve Moğollara karşı çıkmaya cesaret eden herkes ile olacak.

Svyatoslav bir şey cevap vermedi. Sauk hızlıca atını çevirip intikamını gerçekleştirmek için önceki yere gitti.

Gürbüz askerler kalabalıktan esirleri, eline ilk geçeni sürükleyerek çıkarıyorlardı. Czayı Sauk kendisi kesiyordu.

- Kes, diye atardı.

Atlı cellat, artık genç olmayan ama kudretli yapılı bir Moğol kınından kavislihançeri sıyırıp üzenginde yarım kalkıp esiri germe ile omuzdan bele kadar yarıyordu.

Kaplan Noyanı her çevik vuruştan sonra gözlerini kısardı ve takdirini göstererek memnun memnun dilini şapırdatırdı.

Bazen değişiklik olsun diye Sauk şöyle emrederdi:

- Moğol usulu ile öldürün.

Bu sefer cellatların rölü diğer savaşçılar gerçekleştirirlerdi. Hükümlüyü kapıp yüzükoyun yere atıp topuklarını ensesine bükerlerdi. Kısa bir çığlık, kırılmış omurganın kütürtüsü ve cansız beden bir yana sürükleliyorlardı.

- Kesin...

- Moğol usulune göre öldürün...

Sauk’un kısa sakin emirleri mahkûm insanlara düşerlerdi.

Sauk büyük sevinç duyuyordu. İşte bu, babasına ve kendi başarısız hayatına layık bir intikamdır. Lanet Orusutular! Önceden Moğol hanlarının cezayı kesitirirken sadece görüyordu bugün ise o kendi onu gerçekleştiriyordu. Titresinler! Onunla Mmahsus hayatta bırakılacak olanlar başkalarına intikamını anlatsınlar ve gelecek kuşaklarına “Sauk” adını iletsinler. Orusutlar, Tanrı’nınta kendisinin onlara köle olma kaderini hazırladığını, her itaatsızlığı için hayatı ile ödeşeceklerini kabul etmeliler, sonsuza kadar hatırlamalılar. Moğolların kudreti büyüktür, kalpleri ise taştandır, ne acıma ne merhamet duygusunu bilirler.

Ceset yığını büyüyordu. Meydanın üzerinden yangının pis kokusu ve sıcak insan kanının kokusu uçuşuyordu.

Sıra kardeşlerin ihtiyarlarına geldiğinde Kablan Noyanı Sauk’a eğilip şöyle dedi:

- Bunlar isyan kışkırtıcılarıdır. Rostislav ve Svyatoslav...

- Biliyorum., deyip Sauk duraksadı. Şehrin ele geçirilmesi sırasında kaç askerimiz öldü?

- İki bin...

Sauk yüzünü buruşturdu:

- Bu ihtiyarlardan kimin yaşı daha küçük?

- Rostislav... O altmış yedi yaşında...

- Onları yan yana koyun.

Askerler Sauk’un emrini yerine getirdiler. O da kardeşlerin yüzlerine uzun uzun dikkatli bakıyordu.

- Küçük kardeşini çok mu seviyorsun?, aniden sordu o Svyatoslav’a.

- Evet...

- Peki...

Sauk düşünceye daldı. On iki yıl önce Beşbalık’ta olan olayı hatırladı.

Uygur emiri Baurçin inancına göre Hıristiyan olup, Ögeday’ın hanımlarının biri Oğul Gaymış emrine itaat ederek Uygurların meskûn olan memlektelerde Müslümanların büyük kıymını düzenlemeliydi. Muhammed peygamberin izleyicilerin reisi Seyfüddin bunu öğrendi. Ama ne yapabilirdi? Sadece bir mucize Müslümanalrı kurtulabilirdi. Allah’ın iradesine göre de o gerçekleşti.

Baurçin, Oğul Gaymış’ın ta kendisinden emrin doğrulamasını bir daha duymak için Karakurum’a gitmeye karar verdi ama o zaman büyük hanı olarak Mengü ilan edilmişti. Seyfüddin, yeni Moğol hâkiminin dinsel hoşgörüsünü bilerek emirden erken davranıp yalvararak hanı Müslümanlara arka çıkmaya razı etti.

Baurçin Karakurum’a gelir gelmez yakalanıp zindana atılmıştı. Emir, Oğul Gaymış her şeyi itiraf edene kadar uzun bir süre kurduğunu itiraf etmiyordu. Akıbeti belliydi.

Mengü Han kendisi Baurçin’e idam hükmü verdi. Onu, daha kısa bir süre önce yönettiği Beşbalık’ta, herkesin gözlerinin önünde idam edilmesini emretti.

O-o-o! Sauk hala o zaman gördüğünü unutamıyor. Sadece Moğol, cesur ve acımasız savaşçı böyle bir şey icat edebilirdi.

Yakışıklı, endamlı, esmer çehreli Baurçin’i zincirlere vurulmuş halde idam yerine getirdiler. Münadi halka Mengü Han’ın iradesini bağırdı:

- Uygur emiri Baurçin’i cinai kasıt için Beşbalık’ta kesmek, gönül ve beden ile büyük han Mengü’ya sadık olan Müslümanları idam etmek. Bunu bıçak ile keserek ona en yakın insan yapmalı. İdamı gerçekleştiren onu yerini alır.

İki asker, Baurçin’i idamın gerçekleşeceği tepeye koydular. Ve hemen o an kalabalıktan genç siyah bıyıklı, yüzü emire çok benzeyen bir asker çıktı. O, öz kardeşi Urkenjem’di. Han sözlerini bağırmış münadi ona bıçağı uzattı. Cellatlar Baurçin’i iskeleye devirip ellerini ile ayaklarını bağladılar.

Urkenjem koyunu kesmeye hazırlanırmış gibi kardeşinin yanında bir diz çöküp münadiye beklenti içinde baktı. O başıyla işaret etti. Urkenjem acele etmeden sakin sakin Baurçin’in yüzüne eğilip büyük bir bıçak ile boğazından çarptı. Sonra üstünün tümüne kan sıçratılmış halde ayağa kalkıp kin dolu ve donmuş gözleri ile gene münadiye baktı. O, kölelerin ellerinden emirin iktidarını sembolize den kırmızı çapanı alıp onı katilin omuzlarına attı, başına da sansar kürkü ile işlenmiş boriği taktı.

Moğolların zalimliğine alışık insanlar böyle bir şey ilk defa görüyorlardı. Kalabalık sarsıntı içinde susuyordu ve sadece birkça emin olmayan ürkek ses şöyle bağırmaya denedi: “Şanın büyüsün emir!”

Yeni emir cellatlara kardeşin cesedini alsınlar diye işaret etti ve koşumunun tümü gümüş ile süslenmiş siyah rahvan ata binip Nükerlerinin başında şehre gitti.

Evet, bu tür şey unutulmaz. Sauk, o anlar sanki bir zamanlar görüdüğünü yeniden yaşamış gibiydi.

- Seninle tanışıyoruz, dedi o Svyatoslav’a. Sartak daha hayatta iken bir dastarhanın başında oturduğumuzu hatırlıyor musun? Bunun hatrına sana hayatı bağışlamak isterim. Fakat suçun ağırdır ve seni cezalandırmamak mümkün değil., Sauk duraksadı, gözlerini Svyatoslav’ın yüzüne dikti. Kendi ellerinle küçük kardeşi boğmalısın. O nasılsa her halde öldürülecektir. Eğer söylediğim gibi yaparsan sözüm söz hayatta kalırsın...

Yaşlı asker başını önüne eğip uzun bir süre susuyordu. Bulanık bir gözyaşı yel yanığı, yıllar ile kesilmiş yüzün üzerinden yuvarlandı.

- Öyle olsun, yavaş bir sesle dedi o. Askerlerine ellerimi çözmelerini emret.

Sauk’un gönlü büyük bir sevinç duuyordu. Böyle bir şeyi Orusutlar henüz görmemişlerdi, bilmiyorlardı. Bu günü sonsuza dek akıllarında tutsunlar. Fani dünyada başka türlü olabilir mi ki? Kim bir başkasının, hele ki bir mahkûmun uğruna canını vermeye cesaret eder? Can korkusu öz kandan daha değerlidir. Bu kanuna, Cengizliler bile, Tanrının ta kendisinin parmağı ile işaret edilmiş insanlar uyarlardı.

Korkunç bir intikamı düşündü Sauk Svyatoslav için. İnsanlar, ona, kardeşin öldürmesini asla affetmezler ve Tanrı ile ona ayrılan tüm yıllar boyunca bu, bir zamanlar güçlü savaşçı kendi halkı içinde dışlanmış olarak dolaşır.

Ölümden daha korkunç sadece yüzkarası olabilir. O, hiçbir şey ile yıkanmaz: ne davranışlar ile ne de sözler ile. O zaman şartı yerine getirip Svyatoslav yaşasın ama bundan böyle açık bir gün onun için karanlık bir gece olur, her hışırtı da onu, tıpkı vahşi bir hayvanı gibi orman sıklıklarına, insanlardan, yollardan ve patikalardan uzağa sürer. Canlı ölü, itaatsızlığı sadece düşünmeye cesaret eden herkese dehşet salarak Orusut memleketinde dolaşmaya başlar.

Sauk’un gözleri intikam ateşi ile yanıyordu.

- Çözün onu!, emretti o Nükerlere.

Onlar acele ederek emrini yerine getirdiler.

Aynı şekilde hala başını kaldırmadan, kıllı kementten morarmış ellerini yavaş yavaş ovarak duruyordu yaşlı savaşçı Sauk’un karşısında.

- E, ne duruyorsun!, sabırsızca dedi o.

Svyatoslav başını hızlıca kaldırıverdi. Bir an için iki ihtiyarın Orusut ile Moğolun gözleri buluştu. Birdenbire Svyatoslav ileriye fırladı. Attan düşen Sauk’un kırmızı çapanı kuş kanadı gibi havada pırıldadı.

Her şey o kadar hızlı oldu ki tek bir asker ne yerinden hareket etmeye ne elinden hançeri almaya yetişemedi. Sonunda atılıp Orusutu Sauk’tan aldıkları zaman her şey bitmişti. Korkunç bir şey oldu. Moğol, hareketsiz bir biçimde nemli, at toynakları ile perişan edilmiş yerde, çiğnenmiş ezilmiş gırtlak çıkıntısı ile yatıyordu.

- Yoldan! Çekilin yoldan!, kocaman aygırının göğsü ile Svyatoslav’ın üstüne yürüyerek bağırdı Kablan Noyanı.

Korku içinde ellerini yüzüne siper ederek Nükerler bir yana çekiliverdiler. Kavisli Moğol hançeri sabah güneşinin ışınları içinde azgın çığlıklar kopardı, keskin bir şekilde parıldadı...

 

 

***

 

Altın Orda’nın büyük hanı büyük bir sevinç duyuyordu. Nogay’ın tümenleri düşmanın direncini kolayca yenerek giderek daha fazla Azerbaycan’ın içlerine doğru ilerliyordu. Birkaç hafta içinde Kablan Noyanı Orusutlar ile hesabını gördü: itaatsız şehirleri yaktı, topraklarını kan ile doldurdu. İli Nehrinin yukarı kesimlerinden karargâha sevgili Kutlun Şaga geldi.

Yiğit askerler hanın namını yeni zaferler ile şöhret kazandırdığında han değilse kim sevinsin?

Han kötü bir ruh halini bilmemelidir çünkü tüm sevinçler gökyüzünün iradesi ile tek ona aittir. Kan dökülsün, yangın yerlerinde köleler ağlasınlar! Peki, bundan ne olacak? Gerçek Moğolun kalbi kan ile gözyaşlarını görünce sevinmeli.

Kayıplar da hiç önemli değil. Onun için zaferi kazananlardan çoğu ölmüşse bile! Şehit düşenlerin dünyada bir yerde ardından ağlayanların var olduğunu düşünmek neye yarar ki? Onların yerine diğerler gelirler: genç ve güçlü, onlar da hana sadakatle hizmet ederler ve her arzusuna ve emrine itaat ederler.

“Şehit düşenler unutlur ama zaferler yüzyıllar boyu kalır”, korku ve kuşkuları bilmeyen büyük Cengiz Han böyle derdi. Başka türlü olsaydı Moğollar asla en kuvvetli bir millet olmazdı.

Berke yeni zaferlere açtı o yüzden Kutlun Şaga’nın gelişi onu hem sevindiriyordu hem üzüyordu. Yeni güç ile genç bayana tutuşuvermiş duygu, onu, babasına Alguy ile savaşında yardım etmek için, hemen onun ulusuna gönderme arzusu ile sürekli içinde mücadele ediyordu.

Ama ihtiyatlılık bu sefer Kutlun Şaga’yı terk etmiş gibiydi. İli’nin yukarı kesimlerine Berke Han’ın verdiği ordusu ile geldiği zamana kadar geç olmuştu. Kendini gönül maceralarına verili burada çok şey değişti.

Zamanında Kaydu’dan yenik düştüğü şöhret düşkünü ve öfkeci Alguy buna boyun eğemiyordu. Yeni orduyu kurup Buhara ile Semerkant’ın emiri Musabek onu düşmanına sürdü.

Gene sarı İli Nehri’nin kıyılarında muharebe yer aldı. Hafif engebeli, kızgın güneşten sarı düzlükte rekipler buluştu. Arazi, Kaydu’nun Kıpçak süvarisinin hareketine elveriyormuş gibiydi ama son muharebelerde seyrekleşip artık önceki tehditkâr gücü göstermiyordu, Kutlun Şaga Berke Han’dan gelen yardım ile dönmez oldu.

Geri çekilmek geçti. Allah'ın iradesine güvenerek Kaydu tümenlerini Alguy’un orudusuna karşı sürdü...

Muharebe uzun değildi ama sıcaktı. Kaydu bozguna uğratılmış ordunun kalanları ile selametlerini kaçmakta bulmak zorunda kaldı.

Burada da Cengiz Han’dan inenlerin münakaşasına olay karıştı. Sıcak günlerin birinde Alguy kalp sektesinden ani vefat etti.

Çağatay ulusundaki çok şiddetli iktidar mücadelesi yenilenen gayretle patlak verdi. Yeni galipler artık Kaydu’nun ötesindeydi. Orduyu toplayıp ve akrabaları ile acımasızca hesabını görüp rahmetli Ergene Hatun’un oğlu Mübarek Şah kendisini yeni han olarak ilan etti.

Bu sırada Berke’den uzun zaman sabırsızlıkla beklenen yardımı alıp Kaydu orudusunu kuvvetlendirdi ve Yedisu bölgesi’nin nihai fethine başladı.

Hayat kervanı dur durak bilmeden ileri gidiyordu. Yeni patikaları da, yeni istikametleri seçiyordu kendine insanlar için anlaşılmaz ve esrarengiz Kader isimli bir kervanbaşı.

Domuz yılı, çekişmeler ve Cengiz Han’ın torunlarının arasındaki adavet yılında Çağatay oğlu Mutigen’den doğmuş Esen Tübe öldürülmüştü. Çocukları, Barak, Momun ve Basar ise bu sırada Çin’de Kubilay Han’da yetişiyordu. Aralarında en zeki ve en cüretkârolan Barak idi.

Büyük han Kubilay, Mübarek Şah’ın izinsiz, rizası olmadan Alguy’nun tahtının üstüne oturduğundan hoşnutsuz Barak’a Çağatay’ın ulusuna gidip kendinden menkul han ile birlikte yönetmesini emretti. Kubilay’ın elçisi Mübarek Şah’ın karargâhına gelip yeni hanın burada temelli yerleşmiş olduğunu ve ortak yönetim söz konusu bile mümkün olmayacağını görünce o bilgece davrandı: ziyaretinin gerçek sebebini gizleyip ve duygularına hâkim olup Mübarek Şah’tan yönetime Seyhun kıyılarında yayılmış babasının eski aymağı mütevazı bir şekilde istedi.

Çağatay’ın ulusunun yeni hakımı arkabasının ricasını merhametlice yerine getirdi. Barak ise, aymağa gelince bilge Kaydu gibi etrafında gayretle sadık adamları, akrabaları ve yakınları toplamaya başladı.

Belli etmeden yavaş yavaş o nüfuzlu Noyanları kendi tarafına çekerek güç biriktiriyordu. Barak’ın hareketleri ile tedirginleşmiş Mübarek Şah’ın karşısına çıktığında o Hocent’in yakınlarında hana karşılaştı ve sebatlı muharebede onu mağlup etti. Mübarek Şah kendisi esire alınmıştı. Han unvanını bir yıldan daha az bir süre taşıyıp iktidarını kaybetti ve tahtı Barak’a devretmek zorunda kaldı.

Ulustaki tüm zenginlikler ve bütün iktidar artık Barak’a ait idi. Diğer Cengizliler gibi o da onu kimse ile paylaşmaya niyetli değildi. O yüzden artık korku ve gereken hürmet olmadan bakıyordu yakında olmuş hamisine o tarafına.

Barak’ın yaptıklarını dikkatle izleyen Kubilay fazla ileri gitmiş akrabasını haddini bildirmeye, beklenmedik ve hızlı kalkışı için kime borçlu olduğunu hatırlatmaya karar verdi.

Moğolistan’ın bir kısmını da ihtiva eden Kuzey Kıbrıs’ın büyük hanının aziz hayalinin gerçekleşmesi için Çağatay’ın ulusuna giren toprakları itaat altında tutması gerekiyordu. Kubilay zamanla büyük Cengiz Han’ı egale etmeyi: Moğollar ile fethedilmiş tüm toprakları güçlü ve kuvvetli tek bir elin altında toplamayi ummuyordu. Bu sebepten de Barak’a doğru seçkin Moğol savaşçılarının altı binlik müfrezesini yolladı.

Fakat yeni han tehlikeden korkmadı ve otuz binlik ordusu ile karşısına hareket etti. Kubilay ile yollanmış müfreze meydan okumayı kabul etmedi ve mülkiyetindeki topraklarına geri çekildi. Kubilay intikamı ertelemeye karar verdi. Çin’deki olaylar onu bir süreliğine batı sınırlarında olanlardan uzaklaşmak zorunda bıraktı. Başarısından mutlu Barak ise Hotan şehrini harap edip tümenlerini Maveraünnehir’e çevirdi.

Hayat ona, huzur ve sükûn içinde geçiyormuş ve sadece başarılardan ile sevinçlerden oluşuyormuş gibi geliyordu. En yakındaki komşularından en büyük ve en güçlü Altın Orda idi ancak Berke Han anlaşılan malikânelerinde sakin sakin oturuyordu ve Çağatay ulusuna tehdit etmeye niyetli değildi. Kendi işleri ile meşgul olan ne Kubilay ne Hülagû artık Barak’ın işlerine müdahele gerişiminde bulunmadılar. Fakat huzur sadece dış huzuruydu.

Ulustaki iktidar kavgası sürerken Kaydu bütün Yedisu bölgesini zaptetti ve Barak’a ait topraklarına sımsıkı yaklaşıp Talas Irmağı’nın kıyılarına kadar ulaştı. Bu artık bir tehlike idi. Kolay zaferlerden coşmuş yeni han Kaydu’nun tümenlerine karşı harekete geçti.

Jeltoksan ayının ortasında <Jeltoksan, Aralık ayıdır.> orduları Talas’ın kıyısında toplandı. Kaydu kendisi hasta idi, muharebeyi de oğullarından biri yönetiyordu. Talih ondan yüzünü çevirdi. Savaşçıların büyük bir sayısını kaybedip geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Barak ta bozguna uğratılmış düşmanın takibine devam edemedi. Birdenbire kudurmuşçasına esen buz gibi soğuk rüzgârlar geldi, soğuklar bastırdı, Maveraünnehir ile Harezm’in bereketli ılık kışlarına alışık tümenleri de Yedisu bçlgesini terk etmek zorunda kaldı.

Barak, yazın gene Kaydu ile buluşmak ve tehlikeli komşu ile sonsuza kadar hesabını görme tam güveni ile ulusuna dönüyordu. Ama planlarının gerçekleşmesi nasip değilmiş. Barak’ın her gün gittikçe daha güçlü ve kuvvetli olmakla tedirginşelmiş Altın Orda Kaydu’nun yardımına elli binlik ordusunu gönderdi. Sert koşullara alışık, dayanıklı bozkır atlarının üzerinde ordunun esas kuvvetlerini oluşturan Kıpçaklar ile Alanlar Çağatay ulusunun topraklarına doğru harekete geçti. Tecrübeli büyük kumandan Altın Orda hanının kardeşi Berkenjar onları sürdürüyordu.

Nogay Azerbaycan’ın fethini hemen hemen tamamladı. Kara bürünmüş Orusut şehirleri ormanlarında saklandı ve sonsuza kadar Orda’ya itaatsızlığını gösterme düşüncesinden vazgeçmiş gibilerdi. Gene de Berke zaferin mesteden sevinci tatamadı.

Tümenleri Barak ile muharebeye hazırlarken hanın orta karısı öldü, o da genç hanımı, deve yavrusundaki gibi büyük ve çok güzel gözleri olan güzel Akcamal’ı aldı. O, Kıpçak bozkırlarının açıklıklarında dolaşan hesapsız at sürülerine sahip Argın soyundan bayın kızıydı. Berke iyi haberlerin beklentisi içinde yaşıyordu.

Ama bela artık başının üzerinde uçuşuyordu, Altın Orda hanı da onun çok yakın olduğunu bilmiyordu.

 

 

***

 

Moğolların hakkında ilk defa bir şey duyduğu zaman Kolomon sadece on yaşındaydı. Babası, meşhur Rumey ustası manastırlarının birini inşa ettiği Ermeniler ülkesinde yaşıyordu.

Korkunç söyletinler şehirler ile köylerin üzerinde dolaşmaya başladı. Pazarlarda, şaşkınlıktan ağızlarını açıp ve gözlerini fal taşı gibi açıp insanlar, kısa yeleli atların üzerinde güneşin doğduğu taraftan çok hızlı giden yabani süvarilerin hakkında hikâyeleri dinlerlerdi.

Söylentiler, güya sağanaklar ile getirilmiş hızlı vehayal meyal idi. İnsanlara onlara şaşırırdı ama ürkütücü savaşçıların derin boğazları ve vadiler ile yarılmış topraklarına geleceğine kimse inanmıyordu.

Kolomon’un babası hala manastırı inşa ediyordu, oğlan da günlerce yanındaydı. Babası duvarlara resim yaptığı boyaların harikulade oynaşması onu büyülüyordu ve taş yontucuların maharetle ve ustalıkla nasıl çalıştıklarını uzun uzun izleyebilirdi. Babası oğluna çizgilerin uyumunu öğretirdi ve çocuğa ne bilmek istediği her şeyi keşfetirirdi.

Ama bir gün gizemli Moğollar Kafkasya Dağları’nın eteklerinde ortaya çıktı. Söylentiler de artık söylentiler olmaktan vazgeçip korkunç bir gerçek oldu.

Sübedey ile Cebe Noyan tarafından sürdürülen Moğol tümenleri Harezm’den Kuzay İran’a geçtiler. Sırayla, Har, Kum, Zencan, Kazvin şehirleri alev alev yanmaya başladı. Fatihlerin zalimliğinden korkmuş Hamedan sakinleri Moğollardan çok büyük bir haraç verip kurtuldular.

Süvari için yeterince yem bulunduran Rey şehrinin yakınında kışı geçirip Moğollar baharın gelmesi ile Azerbaycan’a girdiler. Burda onlar ciddi bir direniş ile karşılaşmadılar ve atlarını Gürcistan’a döndürdüler. Gürcüler ile Ermeniler yabancılara karşı birleştirilmiş yirmi binlik ordusunu çıkardılar. Gürcistan çarı Laşa ve Atabek İvane onları yönetiyordu.

Ani şehrinin yakınında kıyasıya bir muharebe gerçekleşti. Burada da Moğollar en çok sevdikleri yönteme başvurdular. Cebe beş binlik müfrezesi ile pusuda yattı ana darbeyi ise üzerine Sübedey aldı. Muharebenin sonucu belli gibi görünüyordu: Moğollar yüz geri ettiler. Yalnızca Gürcülerin ile Ermenilerin savaş düzenlerinin ihlal edildiğinde Sübedey’ın süvarileri onlara yeniden yüzlerini çevirdi, cephe gerisine ise Cebe’nin kıtası vurdu.

Ağır kayıplara uğramış Laşa ile İvane geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama ne Gürcüler ne Ermeniler yıkılmamıştı.

Savaş Tanrısı Sülde Moğollardan henüz yüzünü çevirmedi ama artık yakınlarda bir yerde bela dolaşıyordu. O zaman bilge Sübedey onu önsezermiş gibi zengin av ile yüklü ordusunun kuzeye döndürmesini emretti.

Şamahı’yı tarip edip Moğol tümenleri Derbent şehrinin yakınında durdular. Zaptedilemez, dağda kurulmuş kale onların Kıpçak bozkırlarına yolunu kesiyordu. Ta beşinci yüzyılda Sasanilerin hükümdarlığı sırasında inşa edilmiş Derbent artık Şirvanşahlar’a ait idi. Kale iyi tahkim edilmişti ve boşuna “Demir kapıları” olarak adlandırılmıyordu. Yanından ne güneye ne kuzeye tek bir kişi bile geçemezdi.

Cephe gerisinden Gürcülerin ile Ermenilerin kıtaları ile geriletilen Moğollar tuzağa düşmüş oldular. O zaman onlar elçisini Derbent hükümdarlarına yolladılar. Dostuluğu ve barışı rica ediyorlardı Sübedey ile Cebe, demir kapılarından geçme hakkı için bol ücreti teklif ediyorlardı.

Derbentliler tereddüt etti. On en soylu insan Moğollara müzakerelere başlamak için gittiler. Sübedey’in emri ile onlar yakalanmıştı ve onların biri kalanların gözlerinin önünde kılıçla öldürülmüştü.

Sağ kalanlara dolaşık yolu göstermesi emredilmişti. Aksi takdirde onların hepsini ölüm beklerdi.

Dağ sarplarında, gözle zor görülür patikalarda, tam bir yenilgiden kaçınarak Moğol tümenleri Kuzey Kafkasya topraklarına çıktı. Sübedey ile Cebe’nin ordusunun yolu, onların vatan Moğol bozkırlarına, Onon ile Kerülen kıyılarına dönene kadar uzun ve kanlı idi...

İstila genç Kolomon’u etkilemedi. Ailesi, Moğolların zaptedilemediği Ani şehrinin kalın duvarlarının arkasın siperlendi. Ama çok az yıl geçti ve o gene korkunç olaylara tanık oldu, gene kan akıyordu ve güneş yangın yerlerinin dumandan siyah oluyordu.

Kolomon o zaman artık on sekiz yaşındaydı. Bu sefer bela onu yanından geçmedi. Babasını Harezmliler yakaladılar, köleliğe sürükleyerek götürdüler, annesi öldü.

Kolomon yalnız kaldı ama o artık ustalığın sırlarına erdi ve inşa etmeyi bilirdi. Aynı babası gibi o monastırları ve kiliseleri kurardı.

Gürcülerin ile Ermenilerin topraklarının sınırları sakin değildi. Kısa aralıkların yerine sıcak çatışmalar gelirdi ve büyük bir fırtınanın yaklaştığını giderek daha çok hissediliyordu. İnsanlar sürekli bir korku içinde yaşıyordu, yakın felaketin gölgesi siyah kanatlarını Kafkasya Dağları’nın üzerinde artık açtı.

Kısa bir süre içinde, Sübedey ile Cebe’nin Kıpçak bozkırlarından döndükten sonra yetmiş iki yaşında büyük Cengiz Han vefat etti. Günlerinin sayılı olduğunu hissederek ölümünden bir yıl öncesinde Dünya Sarsıtıcısı, halefi, üçüncü oğlu Ögeday’ın olması için iradesini dile getirdi.

At yılında (1235) yeni Moğol hanı Cengiz Han’ın tüm torunları büyük kurultay için topladı.

Dünya Sarsıtıcısının işine devam etmesine ve korkusuz Moğol tümenlerinin Orusut topraklarına ve Doğu Avrupa’ya sürmesine karar verilmişti. Ana kuvvetlerini Batu Han yönetiyordu. Moğol ordusunun öbür, Curmagun’un komutanlığının altındaki dalı yeniden Kafkasya’yı fethetmeliydi.

Kurultayın kararı ile Batu’nun laşkarkaşı yani bütün ordunun başkanı rütbesi teyit edildi. Curmagun ise laşkarkaşı-tama oldu.

Sefer bittikten sonra onun sonsuza kadar fethedilmiş topraklarda kalması gerekiyordu. O yüzden onunla birlikte giden askerler yanlarına ailelerini alırlardı. Curmagun’un ordusunun peşinden kağnılardan ile yüklenmiş develerden oluşan kocaman ağırlık hareket ediyordu.

Onun emri altında kırk bin süvari, dört tümen vardı. Curmagun ile birlikte Cengiz Han’ın küçük hanımı Altınay Begim de sefere gitti.

Büyük han Ögeday laşkarkaşı-tama’yı şöyle öğütledi: “Sen her zaman bize saf sarı altını, altın desenler işlenmiş ipeği, ay incisini, kırmızı mercanları, uzun boyunlu atları ve bozca kahverengi Narları, yoğun yünlü Haçidetskiy develeri ve yük eşeklerini, yanı sıra hafif yükü taşıyabilen luusitskiy eşekleri gönder.”

Ertesi sene, maymun yılında Curmagun büyük bir kervanın eşliğinde kadınlar ve çocuklar ile birlikte Kafkasya’ya ulaştı.

Atropatena’nın yakınında Celâleddîn’nin ordusunu bozguna uğrattı. Harezmlilerin elebaşısı öldürülmüştü.

Altı uzun yıl aldı Jurmangun’dan Kafkasya’yı nihai olarak fethetmek. Mezbuhane bir şekilde direniyorlardı yeni istilaya Gürcüler, Ermeniler, Azerbaycanlılar, Alanlar, Osetler, Çerkesler. Her şehir kale olurdu ve uzun bir süre Moğollara boyun eğmezdi.

Böyle muharebelerden birinden sonra Kolomon’un hayatı beklenmedik biçimde değişti. Yirmi üç yaşındaydı fatihin kıllı kementinin onu eyerden kaptığında.

Ta Cengiz Han ile kurulmuş kanuna göre tüm esirler torunlarının aralarında dağıtılmıştı. Kolomon Mengü Temür’e düştü, yolu da Altın Orda’ya uzandı. Kuzey Kafkasya, Dünya Sarsıtıcısının vasiyetnamesine uyarınca artık Altın Orda’ya ait idi.

Moğollar atlarını Küçük Asya’ya döndürdüler. Muharebelerin büründe Curmagun yaralanmıştı, işitmesini kaybetti ve kısa bir süre içinde öldü. Yeni laşkarkaşı-tama Karakurum’un emriyle Baycu oldu. Kararlıkta ve zalimlikte öncekinden aşağı kalmıyordu. İradesine itaatli tümenler Rum Sultanlığı Selçuklular harekete geçti.

Emir II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kilikya Ermeni Kralı ile ortaklaşa, Yunanlar, Araplar, Franklar, Ermeniler ve Kürtlerden oluşan dev iki yüz binlik ücretli bir orduyu topladı. Düşmanlar Karin ile Ersincan şehirlerinin arasında buluştu. Otuz bin Moğol süvarisi inanılmaz bir şey gerçekleşmiş gibiydi: emirin ordusunu bozguna uğratılmıştı ve Rum Sultanlığı var olmaktan vazgeçti. Kadim kervan yolunda duran başkenti, pürsıhhat Kseriya şehri talan ve tahrip edilmişti.

Her şeyi gözleri ile görmüş ve halkını kurtarmayı isteyen Kilikya Kralı I. Hetum gönüllü olarak Moğollara boyun eğdi, büyük bir fidye verdi ve Baycu’nun ilk talebi üzerine ona ordu ile yardım etmeyi üstendi.

Domuz yılında (1256) Kafkasya ile İran, Cengiz Krallığının üçüncü büyük ulusunun hükümdarı olarak Tüli’nin üçüncü oğlu Hülagû tayin edilmişti.

Kısa bir süre içinde acıklı habergeldi: uzak Moğol bozkırlarında Mengü Han öldü. Cengiz Han’ın bıraktığı vasiyetleri Hülagû’ya cenaze törenine katılmak için hemen Karakurum’a gitmesini emrediyordu. O da böyle yaptı. Ordunun başında ise yokluğunun sırasında Ketboğa Noyan’ı koydu.

Mısır ordusunun başına olan Memluk Kutuz bunu anı kendisi için elverişli saydı ve Ayn Cumit çukurunda Ketboğa’nın ordusunu bozguna uğrattı.

Sonuna kadar zafer sevincini tatamadı. Mısır’a döndükten sonra, kendisini sultan olarak ilan etmiş eski köle Baybars Kıpçağı tarafından kılıç ile öldürülmüştü.

Yeni sultan ile dostuluğu Altın Orda hanı Berke arıyordu. baybars Müslüman idi, kâfirler ile gaddarca hesabını görürdü, üstelik bu da en önemlisi idi, o Hülagû’nun düşmanı idi.

Hülagû’nun saltanatı zalimdi. Ardı arkası kesilmeyen savaşları sürdürürdü ve bütün ağırlığı fethedilen halkların omuzlarına düştü. Gücünün üstünde olan haraç, seferlerine katılım sürekli hoşnutsuzluğa ve Moğollara karşı sık eylemlere yol açardı. O sürekli itaatsızlara karşı kıtaları göndermek zorunda idi. Yeni ulusun sınırları sakin değildi: Baybars saldırmak için fırsat kolluyordu.

Tam bu zaman Berke, Cengiz Han’ın vasiyetnamesine uyarınca Kafkasya’nın Altın Orda’ya ait olması gerektiğini herkese ilan edip Nogay’a yirmi binlik ordu ile Azerbaycan topraklarına girmesini emretti.

Kuzey Çin hanı Kubilay kardeşinin sıkıya geleceğini anlayarak Hülagû’nun yardımına otuz binlik orduyu yolladı.

Bunların hepsini Hülagû, Kunduz ve Salimgirey nereden bilsinler ki? Atlar onları Azerbaycan tarafına götürüyordu, onlar da kin besledikleri Altın Orda’da giderek uzaklaştıklarında kesinlikle emindiler. Çok yakında Berke’nin elini onalara ulaşamayacağı topraklar başlayacakmış gibi görünüyordu. Nasıl bilebilirler ki...

 

 

***

 

Kafkasya, İran, Irak ve Suriye topraklarına hâkim olan İlhan Hülagû, birçok güzel şehri gezdiği halde onlardan tek birinde bile olsun yerleşmeye heveslenmemişti. Onun tüm hareketlerinden Moğol olduğu anlaşılıyordu.

Kışın bütün yanındakileriyle bozkırlara göç ederdi, yazın ise çiçekli dağlar arasındaki vadilere çıkardı; orada da herhangi bir ırmağın kıyısında beğendiği bir yer seçip, ana karargâhının yurtalarının kurulmasını

Her işte dedesinin tüm vasiyetlerine titizlikle uyan Cengiz Han’ın tek torunuydu.Ayrıca, İran’a hâkim olan Hülagû sülalesinin torunlarından hiçbiri Moğol geleneklerine uymamaya cesaret edemezdi.“Hatun” adını bile sadece hükümdarların büyük karılarının taşıma hakkı vardı, iktidarı da onlardan doğmuş çocuklar tevarüs ederlerdi.Cengiz Han’dan başlayarak bütün ahfatı ilk eşlerini sadece Tatar, Konurat, Nayman, Kerait ve Oyrat soylarından alırlardı.Bu evliliklerden doğan çocukların ayırt edici özelliği zekâsının cevval oluşu ve yiğitliği idi.Konurat soyundan gelen Cengiz Han’ın eşinden Cuci, Çagatay, Ögeday, Tüli doğdular.Bu soyların kanı Ordu, Batu Han, Mengü, Hülagû, Kubilay, Arık Böke, Mengü Temür’ün damarlarında da akıyordu.

Nayman Noyan Buka Temür’ün kız kardeşi Ergene Hatun Cagatay’ın en çok sevdiği geliniydi. Kocası Kara Hülagû’nun ölümünden sonra uzun bir süre ulusu yönetmişti.

 

 

***

 

Fare yılı yaz başında (1264) Hülagû Orda’nın çadırlarının Tebriz şehrinin yakınlarında pek çok temiz ve buz gibi soğuk pınarların olduğu yerde kurulmasını emretti.

İlhan için zor zaman geldi. İki yandan iki güçlü el gibi boğazına Baybars ile Berke Han uzanıyorlardı. Her ikisi de tek bir hayal ile yaşıyorlardı: en kısa zamanda Hülagû ile hesabını görmek. Tabi olan topraklar da tedirgin idi. Halkın hoşnutsuzluğu büyüyordu, isyanların kızıltısı da giderek daha sık han yurtasının duvarlarının üzerinde savururdu.

Hülagû ödlek onluktan değildi. Bütün ömrü boyunca iktidar için savaşıyordu. Ellerinde sağlam bir sopa, güçlü ve sadık ordu olduğu sürece hiç kimse ve hiçbir şey hanlığı ciddi bir şekilde sallandırmayacağını biliyordu. Bu sopanın sadece yönetmesini bilmek gerekirdi. Son olaylar, ilhanın bu sopanın kullanmasını unutmadığını gösterdi.

İlhan rahatsızdı. Hastalık vücuduna iki senden daha fazla bir süre öncesinden yerleşti ama o ona yenilmemeye ve yatağa yatmamaya çalışıyordu, işlerden çekilmiyordu.

Erken ilkbaharda Hülagû, Kuzey Kafkasya tarafından gelen Nogay’ı karşılamaya hazırlanan orduyu ziyaret etti. Burada genellikle Kubilay’ın ona yolladığı askerler bulunuyordu. Kendi orudusunu erkek kardeşi Dokuz Hatun’un komutanlığının altına verdi. Onlar Baybars’a göğüs geriyorlardı.

Altın Orda’nın ordusunun laşkarkaşısı Nogay, Azerbaycan’ın topraklarına zamanında Sübedey ile Cebe’nin geldiği yolla gelmedi. Nogay, hızlı tümenlerini Derbent’e doğru Hazar Denizi’nin kuzey sahili boyunca sürdü.

Hülagû, Altın Orda’nın laşkarkaşısının böyle bir şeye cesaret edeceğini beklemiyordu. Zira bir zamanlar demir kapılar az kaldı Gürcü çarı tarafından geriletilen Moğol ordusunun yıkılış yeri olacaktı.

Fakat Nogay tam bu şekilde davrandı. Kış soğukları sırasında Derbent Nehri’nin buzu üzerinde askerlerini Şirvan geçidinden geçirdi ve ilhanın ilk, henüz küçük kıtalarını bozguna uğrattı.

Nogay’ın hareketleri Hülagû’yu uyanık olmaya sevketti: böylece sadece tecrübeli ve kararlı bir savaşçı davranabilirdi o yüzden ona karşı büyük orduyu harekete geçirdi.

Ama Nogay Denbent’i ele geçirip muharebeye girişmeye acele etmiyordu. Onu neyin tuttuğunu tahmin etmek zordu. İlhan, laşkarkaşının Altın Orda’dan takviyeyi beklediğine hükmetti ve yeni bir hata yaptı. Dağlarda savaşmaya alışık ve bilen askerlerin bir kısmını: Gürcüleri ile Ermenileri oğlunun yardımına yolladı. O zaman Nogay mahsus bu anı beklemiş gibi tümenlerini Hülagû’nun ordusuya karşı sürdü. Askerlerine, Derbent’te uzun oturuşun süresi içinde yaya muharebesinin ile şehir duvarlarının hücmu sürdümesi öğretilmişti o yüzden işte Nogay karşısına çıkan küçük kalelerin direncini kolayca yıktı.

İlhan için, ek ordusu olmadan Nogay’ın ileri gitmeye cesaret edemeyeceğini düşünerek hata yaptığının farkına varmak acıdır. Düşmana karşı acele ederek kendisi de harekete geçti ama artık geç olmuştu. Laşkarkaşının pek hızlı tümenleri artık Şirvan’ın dağ eteğindeki düzlüklerine ulaştılar, bu da Nogay’ın süvarisinin, ağırlıklı olarak yaya askerlerden oluşan Hülagû’nun ordusuna karşı yeniden üstünlük elde ettiğinin anlamına geliyordu.

Büyük tecrübesine rağmen Hülagû ilk muharebeyi kaybetti,ancak zamanında yardımına yetişen ordu onu tam bir yenilgiden kurtardı.

Yorgun ve kızgın döndü karargâhına ilhan. İlk defa böyle bir yenilgiye uğramıştı ve ilk defa ona, ordusunun eski gücü olmadığına dair acı düşünler gelmişti. Önceden o, Moğollar, Kıpçaklar, Türkmen Selçuklular ve Ceyhun kıyılarından diğer milletler gibi göçebe halklardan oluşurdu. Onlar güvenilirlerdi. Fethedilmiş yerli halklar ise hiçbir zaman iktidar için güvenilir bir dayanak olamazlar.

Hülagû, yarınnın endişesinin giderek onu daha çok kapladığını hissetti. Aklından tüm Noyanları geçiriyordu. Aralarında yeteneği, bir zamanlar kendisi memleketleri ve halkları fethetmeyi öğrendiği Sübedey ile Cebe’nin yeteneğine eşit olan tek biri bile bulunamadı.

Sarıca, Buralgi, Zagan var... Fakat Cengiz Han’da ya da Ögeday’da olduğu Noyanlardan uzaklardı. Noyanlar dağları yıkabilirlerdi ve taşları toza dönüştürebilirlerdi. Curmagun öldü, Baycu da artık yok.

Baycu Noyan... Onu öz dili öldürdü. Bir zamanlar tümenleri Bağdat’a sürerdi, sonra bütün İran’ı titretti. Bunu Gürcülerin ve Ermenilerin elleri ile yaptı ama bütün şanı, bütün başarıyı kendisine almak istedi.

Bu, Hülagû’nun ve tüm Cengizlilerin onuruna dokunuyordu.

İlhan, Noyan’a haddini bildirmeye çalışıyordu ama her şey boşuna idi. Sonra ise Hülagû’ya Baycu’nun şu sözleri ulaştı: eğer isterse o zaman bütün ordusu peşinden gelir ve ilhanın Orda’dan hiçbir şey kalmaz. Sabrı taştı. Hülagû Noyanın öldürülmesini emretti.

Sadece şimdi birdenbire geç kalmış bir fikir geldi: Baycu, belki de bunu sölememiş olabilir. Belki, gıpta edenler ona iftira atmış olabilir? Ama o zaman düşünmek için vakit yoktu çünkü askerler gerçekten Baycu’yu severlerdi, o laşkarkaşı-tama idi ve cömertlik ile emrindeki Noyanların kalplerini fethetmeyi bilirdi. Ceza gerçekleşti.

Şimdi, Nogay’ın herangi bir gün Şemaha duvarlarının altında ortaya çıkabilecek bu çetin zamanda nasıl da gerekliydi Baycu, bu da Kafkasya’nın büyük kısmı artık onun ellerinde olduğunun anlamına gelirdi ve onu bir zaman geri almaya mümkün olup olmadığını kimse tahmin etmeye girişmezdi.

Bir zamanlar onunla birlikte Kerulen kıyılarından gelen kırk binlik ordu Seferler ve muharebeler seyrek oldu. Moğolların çoğu eşleri olarak yerli kadınları aldı ve buradaki usullere göre yaşamaya başladılar.

Kubilay Han yardıma üç tümen verdi ama içinde asıl Moğol çok mu? Olanların da, kimi Nogay’a karşı kimi Baybars’a karşı gönderip bölünmesi gerekti.

Hastalık giderek daha sık belirleniyordu, Hülagû da artık Nogay’ı tutan ordunun başına kendisinin yerine kimin tayin edebileceğini düşünüyordu.

Uzun uykusuz geceler aklında Noyanlarını geçiriyordu, içinden her birinin meziyetlerini tartardı ve karşılaştırırdı. Elebaşı tecrübeli, kurnaz ve durumlar nasıl gelişirse gelişsin hızlı ve kararlıkla hareket etmeyi bilen olmalıdır. Şimdi Baycu çok işine yarardı...

Hülagû aniden oğlu, tümenbaşı Adak’ı hatırladı. İçine kuşkular düştü: cezalandırılmış babasının intikamı hırsı onu yakmıyor mu, ilhan ile tümüyle ödeşebilecek anı beklemiyor mu? Hemen de Hülagû kendini avuttu çünkü şunu biliyordu: hızlı yükseliş, büyük merhamet, şerefi ve şöhreti hayal eden insanın gönlündeki her yangını söndürür. Cengiz Han’ın torunları, insanlarda en yaralanabilir yerleri bulmayı bilirlerdi, dünkü düşmanları en sadık ve vefalı adamlara dönüştürmeyi bilirlerdi.

Çadıra Hülagû’nun en sevdiği hanımı, Dokuz Hatun girdi. İlhan, gayriihtiyari olarakl akıcı yürüyüşüne, esmer diri yüzüne hayran hayran bakmaya başladı. Babası Tülli Dokuz Hatun’u eş olarak aldığında o sadece on üç yaşındaydı. O zamandan beri otuz yıl geçti ama Dokuz Hatun güzelliğinden ve büyüleyiciliğinden bir şey kaybetmedi.

İlhana yaklaşıp ayaklarında diz çöktü ve telaşla yüzüne bakıverdi:

Büyük Han, kendini kötü mü hissediyorsun?

Hülagû yorgun bir şekilde eli yüzünde gezdirdi. Son zamanda hastalık gerçekten giderek daha sık ona kendini hatırlatırdı. Sabahları başı dönerdi ve kötü bir halsizlik bütün vücudunu kaplardı. Şefkatle Dokuz Hatun’a bakıp neşesiz neşesiz gülümsedi:

- Galiba, güç bana artık hiçbir zaman dönmez...

Dokuz Hatun ilhana gözlerini ayırmadan endişeli endişeli bakıyordu.

- Eğer hastalığını üzerime alabilseydim bunu düşünmeden yaaprdım...

Hülagû bu kadına inanıyordu. O ona hiç yalan söylemezdi. Tüm zorlukları ve mihnetleri onlar her zaman ikiye paylaşırlardı.

- Sen hastalanmamalısın..., yavaşça söyledi ilhan. En iyisi Orda’da hakkında yeni bir haber var mı diye anlat?

- Zaman daha bize karşı merhametlidir, diye söyledi Dokuz Hatun. Her şey eskisi gibi kalıyor. Savaşçıların kıtası dağlarda Altın Orda’dan kaçan Kıpçakları yakaladı. Aralarında Rumey, meşhur ustanın olduğunu söylüyorlar. O sarayları ve tapınakları inşa etmeyi biliyor. Hanımı ise...

- Kim dedi? Kendisi mi?

- Hayır. Onu bilen insanlar ortaya çıktı.

- Neden Berke Han’dan kaçtılar?

- Rumeyi anlamak kolay, vatanı özlüyordu, kadını da. Aşk dünyanın öbür ucuna götürebilir. Kıpçaklara ise kendin sor...

- Peki. Onlara çıkacağım.

Dokuz Hatun kurnazca gülümsedi:

- Büyük han yaşlanıyor... Kadın hakkında hiçbir şey sormadı...

- Geçti o zamanlar, somurtup dedi Hülagû.

İlhan, konuşmasında her zaman ölçülü ve kısa idi ama bugün yüzüne dikkatle bakarak Dokuz Hatun çökük gözleri, oyuk yanakları görünce Hülagû’nun gerçekten çok hasta olduğunu ve dünyevi zevklerin onu pek ilgilendirmediğini anladı. O yüreğinden hükümdarına acıdı.

Hülagû omuzlarına çapanı atıp çadırdan çıktı.

Esirler sıkışık küçük grup halinde duruyorlardı ve ilhanın ayağı girişte serilmiş parlak halıya bastığında onları koruyan Nükerler kılıç kınının vuruşları ile esirlere diz çöktürdüler. Hülagû’nun Dokuz Hatun’a kadın hakkında hiçbir şey sormadığına rağmen boz kazların sürüsünde beyaz kuğuyu gibi ilk tam onu gördü. İlhan, gözlerini diğerlerin yüzlerinde kaygısızca kaydırdı ve hemen Rumeyi ayırdı. Rumeyin ayırt edici özelliği geniş kaslı omuzlar, ince yüz idi, tüm esirler gibi Kıpçak elbiseleri giyinmiş olsa bile.

Hülagû’yu birden öfke kapladı. Bütün hayatı boyunca kendi hanlarından kaçan adamlardan nefret ederdi. Bu tür insanlar hiçbir işte ve hiçbir zaman güvenilmez idi. Onlar önceki sahibine ihanet ettiler, demek ki yenisinden de aynı kolaylıkla vazgeçerler. Kaçaklar, ilhanın fikrine göre yeryüzünde dolaşmamalı. Zor kısmet mi, vatan hasreti mi ya da başka bir şey mi, her ne olursa olsun, onları hanından gitmeye neyin tahrik ettiği muhim değildir.

Hülagû, Berke’den nefret ederdi ama sonuçta o bir handı. Hükümdarına ihanet etmekten daha alçakça ve korkunç ne olabilir? Yarın kaçağın ona sığınağı ve himayesini verene kin beslemeyeceğinden ve göğsüne hançer saplamayacağından kim emin olabilir? Esirler ölmelidir. Onların hepsi. Cengiz Han böyle vasiyet ederdi.

Hastalığın Hülagû’ya azap verdiği kadar o da etraftakilere karşı aynı derecede asık suratlı ve hoşgörüsüz davranırdı. Artık eskisinden daha sık öldürme emirleri verirdi. Başkaları öldürerek ilhan kendi günleri uzatıyormuş gibiydi. Yakın ölümünü bilerek dünyada kalan herhangi birine iyilik yapmak isteyen ve hayatta iken inandığı tanrıdan af dileyen tek bir Cengizli henüz olmamıştı. İlhana da böyle bir şey oldu. Başkaları öldürerek onların canları ile başucunda duran kendi ölümüne fidye verip kurtulmaya çalışıyormuş gibiydi.

Hülagû tekrar kadına baktı. Çiğnenmiş toprağa düşen siyah, şaşılacak kadar uzun saç örgüleri iki ipek parlak kurdeleye benzerdi. Böyle saç ögrülerini, ilhanın, güzelliği ile meşhur olan uzun boyunlu Acem kadınlarında bile gördüğü olmamıştı.

Hastalık içinde geçen uzun günleri boyunca ilk defa aklında aniden şehvetli bir düşünce uyandı: “Bu saç örgülerini elime bursaydım keşke!...”

Birdenbirelikten Hülagû gözlerini bile kapadı. Gönlünde bir şey oynadı ve esirlere ileride ne yapılacağına dair bir emir vermeden dönüp, genellikle emrinde olan Orda’nın işleri ile ilgili kararlar bağladığı çadırlara doğru yürüdü.

Girişte duran nüker ilhanın önünde fildişi ile işlenmiş oyma kapılarını açtı. Hülagû, birbirine bağlı üç çadırdan hızlıca geçip halılar ile serilmiş kürsüye oturdu.

Ama El Eltebir vezirine göz atıp şöyle buyurdu:

- Adak Noyanı çağırsınlar.

Üçüncü çadırdan ikinciye geçidinde duran nüker şöyle bağırdı:

- Adak Noyanı içeri alın!

Muhafızların sesleri birbirine ilhanın buyruğunu iletirlerdi:

- Adak Noyan girsin...

Adak, kısa boylu, neredeyse kareli omuzlu, yassı hareketsiz yüzünde seyrek, yeni çıkmaya başlayan sakal ile asıl bir Moğol’du. Hülagû ordusunda binlik başındaydı.

İlhana meydan okuma onu korkuttu.

Sonuçta, Hülagû, babası Baycu’yu infaz emrini vereli sadece üç yıl geçti. Gerçi genç noyan hiçbir suçluluk duygusu hissetmiyordu. Bir Moğola yakıştığı ve babası öğrettiği gibi o dürüstçe ve sadakatle hizmet ederdi. Ve çok kısa bir süre önce muharebelerin birinde askerlerin yıldıkları ve yüz geri etmeye hazır oldukları zamanda onlara ilham ve kazanma umudunu geri vermeyi başardı. Bu olaydan sonra her şeyi kendi gözleri ile görmüş ilhan noyana altın saplı hançeri hediye etti.

Ama yine de Hülagû’nun ne düşündüğünü tahmin etmek zordu. Ama son zamanlarda babası ile arkadaşlık ediyordu ama bu onun idam etmesi için engel olmadı. İlhanın gönlü aynı tilki ini gibidir. İçinde birçok kıvrım vardır ve kimse düşüncesinin nereye döneceğini söyleyemez.

Hülagû’nun oturduğu kürsüne büyük bir hızla yaklaşıp Adak bir dizini çöktü ve elini göğsünün üstüne bastırıp başını eğdi:

- Büyük han, emrinize uyarak geldim...

Hülagû genç noyanı inceleyerek konuşmuyordu. Kafası eskisi gibi eğiliydi ve sanki kılıcı indirmek kolay olsun diye mahsus uzatılmış gibi yanık kısa boynu açılıyordu.

Bekleme pozunda dondular Hülagû’nun her bir yanında vezir El Eltebir ve elinde açık kalın bir kitap ile kâtip.

Nihayet ilhan sessizliğini bozdu:

- Adak Noyan, bize dargın değilsin değil mi?

- Hayır, değilim, büyük han...

Hülagû düşüncelere dalıp başını salladı:

- Böyle olmalı zaten. Bu dünyada her zaman başını omuzlarında taşımayı bilmeyen çok insan var. Kime gerek onlar o zaman? Onların biri baban Baycu oldu...

Adak, ilhanın sözünü nereye götürdüğünü anlamayarak susuyordu. O ise içini çekip devam ediyordu:

- Sen galiba baban gibi değilsin. Son muharebede korkusuzluğunu ve ruh ve beden ile bize ait olduğunu gösterdin. Böyle bir sadakat...

Hülagû aniden sustu. Ayakları, onları mangaldaki korlara koymuş gibi alev alev yanmaya başladı. Böylece hastalığın sıradaki nöbeti yaklaşıyordu. O her zaman böyle gelirdi. İlhan, ateşin öğleye kadar ayaklarından yükselip bütün bedenini kaplayacağını ve bilincinin ile aklının bulanacağını biliyordu. O zorla kendine hakim oldu. İşler için daha zaman vardı o yüzden Hülagû sözüne devam etti:

- Böyle bir sadakat için seni tümenin başına tayin etmeye karar verdim. Şu andan itibáren on yiğit savaşçının sorumlusun, ilhan sırayla başını ya vezire ya kâtibe çevirdi. Bunu yazılmasını emrediyorum.

Adak Noyanın gözleri ışıldadı. Kından kılıcı sıyırıp dizden kalkmadan namluyu öptü:

- Hangi sözler ile size teşekkür edeyim, ya büyük han! Daima dürüstçe ve sadakatle size hizmet etmeye yemin ediyorum!..

Hülagû genç noyana dikkatle baktı. Hayır, o yanılmadı. Bu adam gerçekten sadakatle hizmet eder. Emrin altına bir tümen veriliyorsa asıl Moğol için babasının ölümü ne demek? Bu, öncekinden tamamen farklı bir yaşamdır. Bu, onur ve şandır, hiçbir şey ile karşılaştırılmaz insanların üzerinde tatlı iktidar duygusudur.

Adak Noyanın yanakları mutluluktan alev alev yanıyordu.

Hülagû elini kaldırdı.

- Peki, dedi. Şimdi emir Adak Noyan ikinci emrimizi dinle. Moğol ile Kıpçak askerlerden oluşan tümeni alıp Nogay’a karşı çıkacaksın. Tüm kıtalarımızı birleştirip Şamahı’nın yakınında o gelinceye kadar bekleyeceksin sonra onu savaş alanından kaçmak zorunda bırakacaksın.

Adak ilhanın gözlerine gözü yılmadan baktı:

- Emrinizi yerine getireceğim ama bir ricam var.

- Söyle.

- Kıpçakların yerine yerli halktan savaşçıları almaya izin verin.

İlhan kaşlarını çattı:

- Neden?

- Kıpçaklar Müslümanlardır. Bağdat’ın zaptı ve Baybars ile muharebeler sırasında onları görmüştüm. Onlar mertliği kaybediyorlar ve gereken gayret olmadan savaşıyorlar. Nogay’ın ordusunun hemen hemen tamamı Müslümanlardan oluşuyor...

- Ben seni anladım, dedi Hülagû. Senin dediğin olsun. Şimdi git. Savaş Tanrısı Sülde seni terk etmesin.

Adak nükerlerin eşliğinde çadırdan ayrıldı, Hülagû ise daha uzun bir süre düşüncelere dalıp, ateşin sıcak ayaklarından yavaşça ve amansızca gittikçe daha yukarıya yükseldiği hissederek oturuyordu.

Zaman geçiyordu. Ve ateşin bütün bedenini kaplayacağına ve aklının bulanmaya başlayacağına kadar o kadar çok zaman da kalmadı. İlhan El Eltebir tarafına baktı.

- Buraya kaçakları getirin.

 

 

***

 

Çadır ferahtı, tozlanmış, yırtık pırtık giysiler içinde, kıllı kement ile bağlanmış elleri ile esirler de girişe koyuldu. Her tarafından onları sıyırılmış kılıçlar ile suskun sert nükerler kuşattı.

Sadece Kunduz’un elleri çözülüydü. O, masalsı saç örgülerini elleri ile tutarak çadıra girdi. İlhan kendisi de, burada toplanmış noyanlar da kıza gözlerini ayıramıyordu.

Göçebelik sırasından Kunduz çok zayıfladı, yüzü karardı ama bu da onun inanılmaz doğal güzelliğini gizleyemezdi.

Yan, ipek perdesi ile kapanmış girişinden sessizce Dokuz Hatun çıkıp bir kenara çekildi. Dikkatli gözleri kâh Hülagû’nun yüzünü kâh genç kadının yüzünü inceliyordu. Bir an için gözlerinden kıskançlık kıvılcımı yandı ama sonra hemen söndü. Yumuşak bir tebessüm onun dolgun güzel dudaklarına dokundu.

- Büyük han, saygıyla söyledi Dokuz Hatun, siz bu kaçak kızın kaderini belirlemeden önce onunla konuşmak isterdim. Buna müsadeniz olursa şimdilik kızı yanıma götüreceğim...

Hülagû hafifçe gülümsedi. Dokuz Hatın bir kurmuş, ricasını geri çevirmek için de bir neden yoktu.

- İstediğin gibi olsun...

- Gidelim, deyip Dokuz hatun Kunduz’u elinden tuttu.

Kız, umutsuzluk içinde Kolomon’a bakarak yerinden oynamadı.

O belli belirsiz başıyla işaret etti.

- Peşimden gel, buyurcasına emretti Dokuz Hatun, sesinde de sabırsızlık duyuldu.

- Git, diye fısıldadı Salimgirey. Olması gereken olacak...

En baştan, özgür hayatlarının bittiğinde, pusuya, Moğolların ellerinde düştüğünde kaçaklar her şeyde Salimgirey’i dinlemeye anlaştılar.

Ağır saç örgülerini elleri ile tutarak Kunduz itaatli Dokuz Hatun’un peşinden gitti.

Çadırda ürketen bir sessizlik vardı, kubbeli çatının deliğinden gelen ışık ta aniden ağır ve sönük oldu.

İlhan, Salimgirey’in reisi olduğunu tahmin ederek ona göz dikerek baktı.

- Anlat. Kimsin? Nerelisin?

Salimgirey saygıyla başını eğdi.

- Altın Orda’da yüzbaşıydım, sessizce dedi. Kereit soyundanım. Soyumuzun reisi Saica’nın size hizmet ettiğini öğrenince, ya büyük han, onun askeri olmak istedim.

Hülagû, işittiğini onaylarcasına başını sallamaya başladı.

- Bu kişi de, Salimgirey başıyla Kolomon’a işaret etti, Rumey’dir. O eşsiz bir usta, inşaatçıdır. Curmagun Noyan’ın Gence şehrini ele geçirdiğinde o esarete düştü, sonradan da Mengü Temür’e verildi ve köle olarak Altı Orda topraklarına yollandı. Hangi köle azad olmayı hayal etmiyor? O yüzden de kaçtı. İnsanlar, Gence’de inşa ettiği kilisenin hala tamamlanmadığını söylüyorlar...

İlhan canlandı:

- Bu gerçektir. Bu kiliseyi görmüştüm.

Hülagû’nın gözlerinden aniden bir ışıltı geçti. Daha kısa bir süre önce düşündüğünü hatırladı, etrafında Hıristiyanları birleştirmek, onları tahtın ana dayanağını yapmak.

İlhan gözlerini kısıp Kolomon’a araştıran bir bakış attı:

- Sen inşaatını tamamlayabilir miydin?

- Evet, büyük han.

- Sana hayatını bağışlıyorum. Bunun için vaadini yerine getireceksin.

Rumey’i unutmuş gibi bir süre sustuktan sonra Hülagû kaşlarını gene çatıp şunu sordu:

- Diğerler neden kaçtı?

- Onlar dağ sakinleri ve zamanında aynı şekilde esarete düştüler, Salimgirey dedi.

İlhan esirlerin yüzlerine dikkatle baktı. Onların hepsi Kıpçak kıyafetlerini giymiş olmasına rağmen aralarında Gürcüleri ile Ermenileri kolaylıkla tanıdı.

- Ama ben buarada Kıpçakları da görüyorum...

- Bizimle Altın Orda’dan beş savaşçı var. Onlar artık Berke Han’a hizmet etmek istemediler.

Hülagû tiksintiyle yüzünü buruşturdu.

- Demek onlar için zor mu oldu? Peki, Hülagû İlhan’a kaçarak onlar burada göbeklerini büyüteceklerini ve yumuşak halılarda beyaz tenli kadınlar ile leş gibi yatacaklarını mı düşünüyorlardı?

Salimgirey ne yanıt verebilirdi ne de itiraz edebildi. Hülagû başını hızlıca kaldırıverdi.

- Herkes kararımı duysun. Sen, Salimgirey’e baktı, savaşçı olmak için Saice’ye acele ediyordun. Arzun yerine getirilsin. Hülagû, gözlerini Kolomon’a kaydırdı. Sen kilisenin inşaatını tamamlayacaksın. Gence’de Hıristiyan çoktur. Onlara hediyemiz olsun bu. Gürcüleri ile Ermenileri yanına alacaksın. Onlara kil ile taşın kullanmasını öğreteceksin.

İlhan, ateşin giderek bedeninin daha yıkarıya yükseldiğini hissederek sustu. O artık belline kadar ulaştı ve kısa bir süre sonra midesinde yanmaya başlamalıydı.

- Kıpçakları öldürün!, diye aniden bağırdı. Herkes için örnek olsun bu. Kendi Han’ına karşı nankör olanlar er ya da geç onları barındırana da ihanet ederler.

- Büyük Han!, Salimgirey bağırdı. Onlar iyi savaşçılardır. Onları benimle gönderin, onlar da muharebede ilk olurlar ve adınıza şöhret kazandırırlar.

- Onları öldürmerin!, diye ekledi Kolomon. Benimle birlikte kiliseyi inşa etmeye gönderin!

Ya da alaylı bir gülümseme ya da acı bir yüzburuşturma Hülagû’nun yüzünü çarpıttı. Hasta bedenini yakan ateş içinde taşkın öfke duygusunu uyandırıyordu. Onu, emrinde yüz binlerce insan olan ilhanı ölüm bekler, ne için bu beş Kıpçak dünyada kalacakmış? Benden erken ölsünler! Kendi ölümü başkaların canlarının pahası ile savuşturmak mümkün olsaydı Hülagû düşünmeden dünyada yaşayan herkesi yok ederdi.

Ve aniden sessizliği yumuşak imalı bir ses bozdu:

- İlhan ikidir bir şeyi tekrarlar mı hiç?

Bu, El Eltebir vezir’in ağzından düşen sözlerdi. Ve herkes için Kıpçakların akıbetinin belli olduğunu anlaşıldı.

Hülagû ise aniden şunu sordu:

- Sizinle birlikte olan o kız kim?

Kolomon bir adım ileriye attı ve hemen o an muhafızların ellerinde namlular parıldadı. Rumey elimde olmayarak geri geri çekildi.

- O Kıpçak. Benim karım.

- Peki., ilhan bir şeyi dikkatini toplayarak düşünüyordu.

- Kız karargâhta kalacak. Onu ancak kiliseyi inşa etmeyi bitirdikten sonra görürsün.

- Ama neden, büyük Han?

- Berke’den kaçmayı başarmışsın. O yanında olursa benden kaçmaya sana ne engel olur?

Kolomon başını eğdi. Hanlar ikidir tekrarlamazlar...

 

 

***

 

Dokuz Hatun’un çadırında köleler ve hizmetçiler Kunduz’u çevrildi. Han eşi ona yemek getirilmesini emretti ama kız hiçbir şeye dokunmadı.

Dokuz Hatun onu büyük dikkatle inceleniyordu.

- Vatan bozkırları terk edip yabancı topraklarına Rumey usta ile kaçmışsın... Neden?,diye sordu.

Kunduz ona bakıverdi. İçinde, aydınlık buz taneleri eriyormuş gibi gözyaşları duruyordu.

- O beni seviyor! Ben de onu seviyorum!

Dokuz Hatun anlıyormuş gibi gülümsedi:

- Nasıl sevmesin... Böyle saçları olan kızı her erkek sever. Onların hepsi olağanüstü olana düşüklerdir... Ben bunu biliyorum...

Han eşi birdenbire elini uzattı, kölesi de arzusunu tahmin edip Dokuz Hatun’un avucuna bıçak koydu.

İkidir parıldadı geniş ağız ve ağır siyah saç örgüleri bahar çayırlığı gibi parlak bir halı ile serilmiş yere düştü.

Kunduz, köleler, hizmetçiler şaşırıp susuyorlardı.

Sessizce adım atarak eski köle yaklaştı, saç örgüleri kaldırıp çadırdan götürdü. Derisi buruşmuş elleri, saçlar canlıymış gibi ipeğini okşuyordu.

- Neden?, gözyaşları içinde boğulacak gibi alçak sesle sordu Kunduz. Neden bunu yaptınız?

Dokuz Hatun’un dudaklarında kötü bir tebessüm dondu.

 

 

***

 

Cengiz Han hayatta iken bütün ordusu sağ ve sol iki kanada bölünmüştü. Sağ kanada batı topraklarında yaşayan savaşçılar, sol kanada ise doğu aymaklarından olan savaşçılar ait idi.

Bu kurala uyarak Altın Orda’nın ordusu da düzenlnemişti. İtil kıyısındaki savaşçıları ile Cengizliler sağ kanada giriyordu, bütün sol kıyı ve ta Mevarünnehir’e kadar topraklar sol kanadı oluşturuyordu. Birincisinin komutanı Nogay sayılırdı, ikincisini Berke’nin küçük erkek kardeşi Berkencar ve Tuki’nin oğlu Mengü Temür yönetiyorlardı.

Yeni toprakların fethinde genellikle onlara daha yakın bulunan kanat iştirak ederdi ve sadece çok büyük seferlere iki kanat ortaklaşa çıkarlardı. Batu Han’ın ölümünden sonra Orda batıya büyük seferlere çıkmaya hiç cesarete etmemişti ve onun için Kafkasya’yı geri alamaya karar verildiği zaman Hülagû’ya karşı Nogay’ın komutanlığının altında sağ kanat çıktı.

Bu dönem Altın Orda’da Nogay’dan daha akıllı noyan yoktu. Cengiz Han ile düzenlenmiş kanunlara göre han iktidarını tevarüs etme hakkı yoktu ama Cengizlilerin arasından itibarı büyüktü.

Batu’nun oğullarının ölümünden sonra bundan böyle Altın Orda’nın hükümdarı kimin olacağına karar verildiği zaman Nogay Berke’nin tarafını kabul etti, bu da tartışmanın sonucunu belirtti.

Noyan Berke’nin hanın gerektiği birçok niteliklere sahip olmadığını biliyordu ama diğer adayların ondan daha az meziyeti vardı. Bu da onun seçimini belirtti.

Berke’nin Karakurum’un iradesine aykırı olarak han olduktan hemen sonra aynı derecede ne Nogay ne yeni han unutamadığı bir konuşma gerçekleşti.

İkisi de Altın Orda’nın geleceğini düşünüyorlardı ama fikirleri farklıydı.

Yurtada yalnız oturuyorlardı, kımız içerek sohbet ediyorlardı.

- Orusutları ne yapmayı düşünüyorsun?, diye sordu Nogay. Eskisi gibi knezlerini birbirlerine karşı kışkırtacak ve halktan tilki ve tavşan postları mı toplayacağız? Yoksa başka fikirlerin var?

Berke, yurta tonozunun dileğine düşen altın toz tanelerinin güneş ışınlarında oynaştığına hayran hayran bakara susuyordu.

- Bak, sesinde belli belirsiz bir tehdit ile dedi noyan, Orusutlar, Kıpçaklar gibi göçebe halkı değildir. Adetleri de, yaşam tarzı da, hepsi farklıdır. Orusutlar kalabalıktır, onlar bir yerde yaşamaya alıştılar, onları itaat içinde tutmak ta zor olur. Tüm knezlikleri birleştirmeyi başaracak adamı olursa il avı Altın Orda olabilir.

- Diyeceğin var mı?

- Hansın, sözünü duymak isterdim...

- Ben bunu düşünmüyordum. İlk sen söyle...

- Peki., Nogay gözlerini kıstı, düşünceye daldı. Çin’e giren Kubilay gibi Orusutların topraklarına girip onları yönetmelisin.

- Onlara gidip Altın Orda’yı kaybetmemi mi istiyorsun?, şüpheli şüpheli sordu Berke. Kubilay’a olan bana da mı olsun istiyorsun? Bugün Çin’i vardır ama Büyük Moğol Hanlığı artık yok... Üstelik niyetlerimizi öğrenince Orusutlar bunu istemezler.

- Orda hiçbir zaman savaşçılarını muharebelere yollamaktan korkmazdı..., öfkeli öfkeli dedi Nogay. Ne de olsa başka türlü de davranılabilir. Orusut topraklarının aymaklara bölünmesi lazım, Moğol savaşçıları da onları yönetirler. Onlar ile birlikte Orusut topraklarında aileleri ile savaşçılarımız göçebelik etsinler.

- Bunu yapmak zordur... Küçük müfrezeler kolay yok edilebilir...

- Evet, kan olacak. Fakat Moğollar boyun eğdirmeyi ve hükmetmeyi bilirler. Yeni savaşçıları gönderirsin. Büyük atamız Cengiz Han’ın dokuz kuyruklu beyaz sancağı Moğollara şanı ve mutluluğu getirdi, sert bir şekilde dedi Nogay. Bu nedenle onların her biri bu sancağın altında ölürse kendini mutlu sayar.

Berke kendisini kaplamış öfkeye zor hâkim oluyordu:

- Bu senin fikrin! Ama zamanında Argusun Huurçi’nin Cengiz Han kendisinin gözlerinin içine bakarak neyi söylemekten korkmadığını unuttun.

Dünya Sarsıtıcısının bir sonraki kuşaklarından bu olayı kim bilmiyordu? Nogay da biliyordu bunu.

Doğuya seferlerden birinde Cengiz Han Korelilerin topraklarını fethedip ve kendi zevkleri için inanılmaz güzelliğe sahip olan fethedilmiş hükümdarın kızını alıp Moğol göçebelik alanlarını tamamen unuttu. O zaman vatan bozkırlarından yanına şarkıcı Argusun dörtnala geldi.

- Hanımlarım, oğullarım ve bütün halkım sağ mı?, diye sordu Cengiz Han ulağa.

Argusun Huurçi da ona şarkı olarak yanıt verdi: - Hanımların ile oğulların sağ! Ama biliyorsun sen bütün halkının nasıl yaşadığını! Hanımların ile oğulların sağ! Ama biliyorsun sen halkının ne düşündüğünü! Deriyi mi kabuğu mu yiyor aç ağzıyla! Ama biliyorsun sen halkının ne kadar diri olduğunu! İhtiyacı olursa suyu da karı da içer susamış ağzıyla! Moğollarını, adetlerini ve hayatı bilmiyorsun sen!

Nogay’ın gözlerinden Berke onun Argusun’un sözlerini hatırladığını naldı onun için ayrı bir zevk ve sinsice bir sevinçle şöyle söyledi:

- Büyük ata bize torunlarına verdiği Moğolların hepsine vermedi. Hayatı hiç bilmiyorsun ve Moğolların tekrar ölmek isteyeceğini bilemezsin.

Hanın söylediği büyük bir hakaretti ve Nogay’ın yüzü bembeyaz oldu.

- Bak han!, artık kendini tutamayarak öfkeli öfkeli dedi noyan. Bunu yapmazsan yarın geç olabilir. Onlar üzerimizde hükmetmek için buraya gelirler.

Berke Nogay’a hem inanıyordu hem inanmıyordu. Ondan da ona karşı öfke birikiyordu ve Nogay’ın böyle konuştuğunun sebebi tüm Moğolların muharebeleri hayal etmesi olduğunu düşünüyordu.

- Teklif ettiğin şeyi gerçekleştirmek mümkün değil.

- Peki, sence ne yapılmalı?

- Ben Batu’dan daha akıllı değilim, kaçamaklı bir biçimde dedi Berke, onunla açtığı yolda gideceğim. Orusutların topraklarına gitseydim bile bu Orda’yı zor kuvvetlendirirdi...

Nogay güvensizlikle ve şaşkınlıkla bakıyordu hana. Berke’yi ezgin ve kararsız görmeye alışık değildi.

- Seni anlamıyorum han...

Berke’nin gözlerinden kötü ışıltılar geçti, göz bebekleri de genişledi ve karardı.

- Etrafına bak! Moğol kılıcının artık Batu zamanlarında gibi göz kamaştırıcı bir şekilde parıldamadığını görmüyor musun? O hayattan gittikten beri çok şey değişti. Fethedilmiş halklar güçlü ordumuzdan hala korkarlar ama bizden, Moğollardan artık korkmuyorlar. Cengiz Han ve Batu zamanlarında Moğol ürkütücü ve anlaşılmazdı, şimdi ise Orusutlar ve diğer milletler de hakkımızda her şeyi, nasıl yaşadığımızı, nasıl dövüşmeyi bildiğimizi biliyolar. Düşmanın anlaşılır olduğu zaman ise o artık korkutamaz, iradeyi ezmez. Ancak daha güçlü olduğu sürece ondan korkarlar. Büyük Rostov, Suzdal ve Tver, Yaroslavl ve Ustüg Orusut şehirleri ondan isyan etmedi mi? Ögeday ile Çağatay Buhara’yı yeryüzünden sileli çok geçti ama burada da çok kısa bir süre önce ayaktakımı başını kaldırmaktan korkmadı. Bunu benim gibi yakından kendin görseydin... Gece... Sert yüzler, itaatsız gözler ve meşalelerin kanlı ışığı..., Berke anlattığını yeniden yaşıyormuş gibi duraksadı. Hülagu’ya karşı Tbhis’teki Büyük Davut ile Küçük Davut Knezlerinin komutanlığının altındaki Gürcülerin isyanı, peki?.. Peki, karargâhımızdaki son olaylar? İtaatsızlıların koyunları kesercesine acımasızca kılıçtan geçirilmesini emrediyordum!..

- Sen doğru yapıyordun, dedi Nogay. En iyi düşman ölü düşmandır.

- Ben de öyle düşünüyorum. Ama neden o zaman bir çalkantı diğerin ardından geliyor? Neden onlar giderek çoğalıyor? Eski yüzbaşım Salimgirey hakkında duymuşsun... Dehşet onu kaplamış olmalı gibi görünüyor çünkü on bin itaatsız kölenin yok edilmesini emrettiğimi kendi gözleri ile gördü. Fakat sadık insanalar beni Salimgirey’ın etrafında Orda’nın düşmanlarını topladığı hakkında bildiriyorlar...

- Yakalanmasını emret!.. Ve herkes kelesinin atının ayaklarının altına yuvarladığını görsün! Ancak korku insanları itaat altında tutabilir.

- Böyle yapacağım zaten..., düşünceli düşünceli dedi Berke. Ama korku ile zamanı nasıl durdurulabilir?

Nogay hanın neden bahsettiğini anlamak istiyordu. O büyük dikkatle yüzüne bakıyordu ama Berke’nin yüzü gizemli kalıyordu.

- Altın Orda’nın yüceliği ile ilgilenmek yerine çok fazla düşünmüyor musun?, sabırsızca dedi.

Berke başını salladı:

- Tüm düşüncelerimiz Allah’tandır... Zaman... Bazen o bana uçsuz bucaksız azgın bir denize benzermiş gibi geliyor. Deniz ise en kuvvetli bir kaleyi yıkabilir ve en yüzek sahili yıkabilir... Birçok şeyi anlayamıyorum... Daha da az şeyi anlatamıyorum... Cengiz Han’ın korkusuz tümenleri kavisli Moğol kılıcı, keskin ok, ağır bir soil ve sokan kamçı ile sayısız halkı fethettiler. Fethedilmiş olanlardan gerektiğimiz her şeyi alıyoruz eyerden inmeden onların üzerinde hüküm sürüyoruz... Ama zayıflamak ve ölmek yerine onlar yıktığımızı ısrarla yeniden kuruyorlar, sığır otlatıyorlar ve toprak sürüyolar, demir elde ediyolar ve ondan kılıçlar dövüyolar. Söyle, benim yiğit noyanım fethedilmiş olanlar Batu’nun komutanlığının altında onları atlarımızın toynakları ile ezdiğimiz zaman gençliğimizde olduğundan daha zayıf olmadı, değil mi? Böyle değil mi? Ayaktakımı giderek daha sık ayaklanıyor, peki itaatsızlık gücün göstermesi değil mi? Bazen bana hem Orusutların hem Bulgarların hem Maveraünnehir sakinlerinin onlardan almaya alıştığımızı bize vermekten vazgeçeceği zamanlar geleceğini geliyor. O zaman Altın Orda yeniden onları ezebilecek mi, bugün sahip olduğu kuvveti her zaman olacak mı?

- Seni zaten Orda’nın kuvveti ile ilgilenmek için boyaz koşmada kaldırdılar, sinirle dedi Nogay. Hanın akıl yürütmeleri pek hoşuna gitmedi. Tüm zamanlarda insanın yanında haksızlık ve şiddet bulunuyor. Bunlar ebedidir. Bilge ol, kurnaz ol, onlar da Altın Orda’nın çadırının düşmesine izin vermezler.

- Pulat kılıcı bile sürekli taşa vurulursa körleşirmiş...

Nogay öfkesine zor hâkim olabiliyordu. Han ile konuşmasında zaten kendine çok fazla şey müsade etti. Başka biri olsaydı cüretkârlığı için çoktan kelesi ile öderdi ama Berke her zaman Nogay’a diğerlere göre daha fazlasına izin verirdi, konuşması da yabancılar olmadan gerçekleşiyordu. Nogay’ın öfkesi için bazı sebepleri vardı. İlk defa aniden hanın için sanki iki tamamen farklı kişinin olduğunu fark etti. Onların biri Orda’yı Moğolların alıştığı gibi yönetiyor: o acımasızdır, kan dökücüdür, kimse ondan aman dileyemez; aniden Nogay’ın karşısından açılmış öbürü ise kararsızdır, korkutulmuştur ve bir Cengizliye layık olmayan şeyler konuşuyor.

- Büyük Orda’nın yüceliğine inmayarak yönetilebilir mi ki!, öfke ile bağırdı Nogay. Han ben olsaydım!.. Bütün dünyaya Altın Orda’nın ebediyen durması için neye ihtiyaç olduğunu gösterirdim!

Berke tatlı tatlı gülmeye başladı. Gözleri yeniden dikkatli ve soğuk oldu, yüzü ise sertleşti. Hayır, son zamanlarda Nogay’a boşuna güvenmiyordu. “Han ben olsaydım...” Noyan çok fazla hayal etmiyor mu? Bunun tartışmanın en kızışık anında söylenmesine rağmen... Bu şekilde sadece bir noyanın düşünmediğini biliyordu. İktidarını tüm Cengizliler hayal ediyor...

Berke Nogay’ın gizli planlarının olduğundan şüpheleniyordu ama ne kendisi ne de noyan yıllar geçtiğinde Dünya Sarsıtıcısının bir sonraki kuşaklarının aralarında han olma hakkı mücadelesinin birçok can götüreceğini, Deşt-i Kıpçak bozkırlarını kan ile dolduracağını ve Altın Orda’nın çadırının, kalıntıları ile zaptedilememesine ve sonsuzluğuna inanan herkesi gömmerek sonsuza dek yıkılmasının sayısız sebeplerinden biri olacağını o zaman dahabilmiyorlardı, tahmin edemiyorlardı bile.

- Sen, Nogay, “han ben olsaydım” demiştin..., yavaşça ve sertçe söyledi Berke. Benim iktidarımın zamanında duracak o. Cengiz Han dedemin yolundan beni şaşırtacak bir kuvvet yok. Moğol’un adı eskisi gibi fethdilen halklara dehşet salsın diye gerektiği kadar kan dökeceğim.

O gün Berke ile Nogay birbirinden hoşnutsuz bir şekilde ayrıldılar.

Han noyana garez oldu, Nogay da Berke’nin cüretkâr bir davranışa asla cesaret edemediği ile kanıklanan hanlardan olduğunu anladı. Noyanın fikrine göre Altın Orda’nın hanı olmaya layık adamı Cengizlilerin arasında aramak lazımdı.

Hülagû’ya karşı çıkan ordu komutanı olarak tayinini Nogay sevinç ile karşıladı. Komşulara, Altın Orda’nın eskisi gibi kuvvetli olduğunu ve kendisine ait topraklarına sahip çıkabileceğini gösterme vakti gelmişti. Ayrıca içten içe şöyle bir fikri eriyordu: etrafında Berke ile mücadeleye girmesinin gerektiğinde dayanılacak Cengizlileri toplamak. Nogay kendisi hanlık üzerinde hak iddia edemiyordu. Ama her işte sözünü dinleyecek ve sürekli sana danışacak birini han neden yapılmasın? Özellikle büyük ümitleri Batu Han’ın torununa ve torununun oğluna Tuday Mengü’ya ile Tülay Böke’ye bağlardı. Öfkeci, bazen tertipsiz Tuday Mengü Nogay’ı severdi, onun için de ona kolaylıkla kapıldı. Her şeyde noyana itaat ederdi ve tutarlı, daha akıllı Tuli Böke...

 

 

***

 

Kaçakların kaderinin belli olduğu gün ilhan Hülagû hasta oldu. Her zaman gibi krizi olunca aklı bulanık oldu ve kendisi çadırında yatıyordu. İlhanın hayatını koruyan hekimler ile nükerlerin dışında girmeyi hatta ona yaklaşmayı kimse cüret edemezdi.

Orda’daki bütün hayatı Hülagû’ya güçleri dönene kadar El Elteber’in emrindeydi. İlhanın emrini yerine getirerek o hemen Kolomon’un muhafızların eşliğinde arkadaşları ile Gence’ye gönderilmesini buyurdu. İdam hükümlü Kıpçaklar ellerinden ve ayaklarından bağlanmıştı ve siyah yurtaya atılmıştı. Hanın iyileşmesini beklemek zorundalardı. Onları idam cezasına çarptırarak onların nasıl öldürülmeleri gerektiğini söylemedi. Kişinin cezalandırma şekline Moğollar çok önem veriyorlardı, onu da ilhan söylemeliydi.

Vezirin ilgisini Salimgirey çekti. El Eltebir onun sıradan bir insanın olmadığını hissetti, onda bir şey aynı zamanda hem kuşkulandırıyordu hem çekiyordu, o nedenle ona nasıl davranacağını düşünerek Salimgirey’e şimdilik Orda’da kalmasını buyurdu.

Salimgirey, Kunduz’un han eşinin aulunda bulunduğunu biliyordu, oraya giremeyeceğini de biliyordu. Birkaç düzine yurtadan oluşan aul karargâhın yanında mavi gölün kıysında duruyordu ve mevcut düzenlere göre ilhanın özlük nükerlerin tarafından titizlikle korunuyordu. Ona yaklaşmayı çalışan herkesi muhakkak ölüm beklerdi. Aulun kendisinde de sürekli yüzü buruş buruş kindar harem ağaları acele acele koşuşuyorlardı.

Ama Salimgirey’e ilhanın karısı gerekmiyordu, ona sıradan bir köle Kıpçak kızı Kunduz gerekiyordu. O da şansa zar atmaya karar verdi, göle gizlice sızdı ve başarı ümidi ile kamışlarda saklandı. Kölelerin buraya su için oldukça sık geldiğini görüyordu.

Zaman eziyetli geçiyordu. Güneş artık yuvarlanarak gökyüzünün ikinci yarısına geçti ve sıcak değildi ama göle kimse gitmiyordu.

Bütün ümidini kaybedip Salimgirey sığanaktan çıkıp Orda’ya dönmeye karar verdi. Aranıyor olması pekâlâ mümkündü, uzun yokluğu şüpheleri uyandırır.

Fakat tam o anda patikada suya doğru elinde güğüm ile yaşlı bir kadının indiğini gördü. Korkutmamaya çalışarak Salimgirey ona yavaşça seslendi:

- Apa... Anne... Korkma benden... Sadece birkaç söz dinle...

Köle birdenbirelikten durdu. Yüzü korkuya kapılmış ve şaşkındı.

- Anne, kız kardeşim ile görüşmemi sağla, ona veda sözleri söylemek istiyorum! Bugün Dokuz Hatun kendine yeni bir köle aldı. Onu gördün mü? Uzun saçlı Kıpçak kızı!..., heyecanla ve duraklaya duraklaya konuşuyordu Salimgirey.

Kadının dudakları oynadı:

- Onu biliyorum ama sana nasıl yardımcı olabilirim bilmiyorum...

- Onu buraya getir!... Ona sadece birkaç söz söyleceğim!..

Köle başını salladı:

- Bunu yaparsam beni neyin beklediğini bilmiyor musun?

- Biliyorum anne... Ama senden çok rica ediyorum! Senin hiç ne kız kardeşin ne erkek kardeşin olmadı mı? Az mı kahır çektin başkasının kahrını anlamak için? Onu artık asla göremeyebilirim...

Kadın uzun bir süre konuşmuyordu, yüzü kederliydi. Ama yine de korku, itaatli olma alışkanlığını onu karar almasından alıkoyuyordu.

Sonunda kararsızlıkla şöyle söyledi:

- Ben deneceğim... Her şey Allah’ın elinde...

Suyu doldurup kadın yavaş yavaş aula doğru ağır ağır yürüdü.

İhtiyar köle korkuyu yenip Kunduz’u getirdi.

Kız, Salimgirey’in saklandığı kamışlara atıldı ama Salimgirey amirane bir sesle onu durdurdu:

- Suya doğru git. Güğümü çalkalıyormuşsun yap ve benim tarafıma bakma...

Kunduz itaat etti.

- Şimdi dinle. İlhan, Kolomon Gence’deki kilisenin inşaatının bitirene kadar seni ona geri vermeceğine dair koşul koydu. Kolomon hepsini hızlı yapmaya söz verdi. Ben ise idam hükümlü Kıpçakları azat etmeye çalışacağım ve dağlara gideceğiz. Anlaşılan böylesi kader ile belirlenmiş ki yeryüzünde bize insan hayatı için yerimiz yok. Her yerde kötü, Altın Orda’da da, Hülagû’nun ilhanlığında da..., acıyla konuşuyordu Salimgirey. Taş ile baykuşu mu vurmak, baykuşu taşa mı vurmak hepsi bir. Ölür baykuş. Bize de böyleyiz, boyun eğersek canlarımızı kurtaramayacağız. Tarabi gibi veya Boşman gibi tüm hür insanaları etrafımda toplayacağım ve hanlardan intikam almaya başlayacağım.

- Peki, ben?, içi yanarak sordu Kunduz. Neden beni burada yalnız bırakıyorsun?

- Kolomon’un azat olana kadar Orda’da kalmalısın. Belki ilhan sözünü tutar, siz de insan gibi yaşarsınız... Benim yolum ise belirsizdir ve tehlikele doludur. Kim bilir yolumda ne olabilir? Burada kal. Seni bırakmayacağız. Her şey düşündüğüm gibi olursa o zaman uzağa gitmeyeceğiz. Burada işim var...

Salimgirey’in gerçekten işi vardı. Han çadırında, Hülagû onları sorguladığı zaman bir kişiyi gördü. Çok tanıdık geldi Salimgirey’e o insan. Aklında birden eski ama unutulmamış bir şey su yüzüne çıktı, uzak şimşek balkları gibi hayatının bir parçasını aydınlattı.

O zaman Salimgirey on üç yaşındaydı... Cengiz Han’ın kıtalarından biri soyunu takip ediyordu. Moğollardan kurtularak soy Doğu Türkistan’ın dağlarına gitti ama burada da kara buluttan kurtuluş yoktu. Moğollar sığırı, yurtaları aldılar, birçok insanı kılıçtan geçirerek öldürdüler. Salimgirey kendisini de hazin akıbet beklerdi ama kaçmayı başarabildi.

Soluk soluğa dağın yamacındaki kurtarıcı ormana koştuğunu hatırlıyordu, peşinden ise atın ağır toynak patırtısı duyuluyordu. Dehşet içinde Salimgirey dönüp dönüp bakıyordu ve başının altında kaldırılmış kavislikılıç ile büyük siyah süvariyi görüyordu. Bu peşinden koşan Moğol müfrezesinin elebaşısı Taybulı idi.

Sadece sık orman ona kaçınılmaz ölümünden siper oldu... Ama Moğol’un yüzü zaman bile ve Salimgirey’in payına düştüğü zor şeyler siper olamazdı.

Hülagû’nun çadırında Taybulı’yı tanıdı, kan sesi de şimdi intikamı talep ediyordu.

Salimgirey nerede olursa olsun, hangi muharebelere katılırsa katılsın gözleri her zaman düşmanı arardı. İşte şimdi ise hedef yakında gibi görünüyor.

Uygunsuz durumda kaplayan hatırları kovup Salimgirey sadece şimdi Kunduz’un artık güzel saç örgülerinin olmadığını farketti.

- Saçlarını neden kestin?

- Ben değil... O..., kızın gözlerinden iri gözyaşları damlamaya başladı.

- Kim?

- Dokuz Hatun... Uzun saçlı kızlar erkeklerin hoşuna gittiğini söyledi...

Salimgirey küfrü bastı.

- Zaman gelir ve ben bu pis kadını eyer enlemesine atacağım!, öfke ile söyledi. Üzülme. Baş sağdır, saçlar ise daha uzanır.

Gözyaşları yüzüne bulaştırarak Kunduz gülmeye çalıştı:

- Sahi mi?

- Tabii. Kolomon ile sizin bayram toyunda gene harika saçların olacak.

- Ne zaman olacak bu toy?

- Olacak. Saçlar da hızlı uzanır, Kolomon da yakında kiliseyi bitirir...

- Tanrı sözlerinizi işitsin...

- Hoşça kal Kunduz...

***

 

Güneyde gün hızlı ölür. Güneş Dünya’nın kenarına dokunur dokunmaz yeryüzüne karanlık düştü ve elmalar gibi iri yıldızlar gökyüzünün dipsiz derinliğinde ışıldamaya başladı.

Salimgirey, Orda’daki hayatın durgunlaştığını dinleyerek uzun bir süre şivak (achnatherum) çalılıklarında yatıyordu. Sıra ile yurtaların yakınındaki akşam yemeği pişirildiği ateşler sönerdi, köpek havlamaları duyulmaya başladı ve ara sıra bozkırdan at sürülerini gözetleyen savaşçıların gırtlaksı çığlıkları gelirdi. Ilık rüzgâr sağanaklar ile eserdi.Şivak (achnatherum)ın dorukları kuru kuru ve esrarlı esrarlı fısıldardı.

Salimgirey sabırlıydı. Esir Kıpçakları bulunduran siya yurtah Orda’nın ta kenarında duruyordu ve yıldızların pırıldayan sıvı ışığı ile aydınlanmış karanlıkta bile kubbesini iyi görüyordu. Gün içinde at toynakları ile perişan yeryüzü uykuya dalıyordu. Etraf tamamen sessiz olduğunda Salimgirey çalıdan çalıya sürüne sürüne geçmeye başladı. Kulağı ile toprağa kapanarak yurtanın etrafında esirleri koruyan savaşçının yürüdüğünü duyuyordu.

“Kim o, bu kişi?, diye düşündü Salimgirey. Belki, annesinin tek oğlu? Ama savaşın kuralı budur. Onu öldürmesen beş arkadaşım can verir. Bu savaşçı, ilhanının emrine itaat ederek tanımayan insanları düşman sayıyor. Benim için ise düşman o ve tam, düşünmek değil itaat etmeye alışık olduğu içindir.”

Hülagû ilhanlığına giden yol uzundu. Salimgirey’in derin sel yarığının dibinde bir yerde yakılan gizli ateşlerin yanında ısınarak birçok şeyi ölçüp biçmek için zamanı vardı. Saray Berke’de köleleri kaldırıp doğru mu yaptı? Kolomon’un kurtuluşu için on bin kölelin ölümü fazla büyük bir bedel değil mi?

Salimgirey aniden meselenin hiç Kolomon’da olmadığını anladı. Rumey ile olay sadece bahanedir. Mahmud Tarabi Buhara’da insanları peşinden çağırdığında onu, yabancı fatihler ile yıkılmış insanların köle olmadıkları ve dünyada özgürlük diye bir kavramın olduğunu hatırlamaları gerektiğine inanç yönetiyordu. Bunu unutan kişi köle olur; bunu aklında tutan kişi kölelikte bile insan kalır.

Salimgirey’in gözlerinin önünde aniden Saray Berke’deki o korkunç gece belirledi. Zincirleri yeni çıkartılmış yaşlı bir köle gördü. O, ellerini havaya yüksek kaldırarak duval diye toprak duvarının kretinde duruyordu, meşalelerin titreyen ışığı ile aydınlanmış buruş buruş yüzü de çok güzeldi. Adam şöyle bağrıyordu:

- Millet! Görüyorsunuz, ben özgürüm! Yüz yıl zinciler içinde yaşamaktansa bir gece insan olmak daha iyidir!

Salimgirey o geceyi sık sık rüyasında görürdü. Öldürülenlerin cesetleri ile yağdırılmış sokakları görürdü, can çekişme çığlıklıları ve kılıçların şangırtısı duyardı. O zaman tanımayan bir kölelin mutlu yüzü ortaya çıkıyordu...

Uzaktan gelen toynak patırtısı Salimgirey’i uyanık olmaya sevketti. Siyah yurta artık yakındaydı, o da hareket etmekten korkarak yere kapandı.

Yaklaşmış süvari nöbetçiye seslendi:

- Hey, sen uyumadın mı burada?

- Hayır.

- Bak. Sakın uyuyakalayım deme. Esirlere bir şey olursa toprağın üzerinden senin kelen yuvarlanır...

- Biliyorum..., savaşçı iç geçirdi. Onlara ne olacak? Elleri ve ayakları bağlı...

- Gece karanlık..., dedi süvari. Ay doğar doğmaz yerine geçecek birini göndereceğim.

- Kim onlar, bu insanlar?, sordu savaşçı.

- Kıpçaklar. Hanına ihanet ettiler, ilhanımızın kanı da onunla bir...

Büyük Cengiz Han’ın torunları, birbirlerinden nefret ettiği halde ihaneti afetmezler.

- Evet, onların suçu korkunçtur. Afı olmaz...

- Gözünü dört açın! Orda’da birçok Kıpçak vardır ve onların arasında esirlerin akrabalarının olup olmadığını kim bilir. Her türlü şey olabilir.

Süvari atını döndürdü ve yavaş yavaş uzaklaştı. Kısa bir süre içinde toynak patırtısı kesildi.

Salimgirey yavaşça bıçağı çıkartıp bedenini yerden sessizce ayırıp yurtaya doğru fırladı.

Birkaç dakika sonra yıldız ışığında gölgelere benzeyen altı kişi karanlıkta eridi. Hala aynı sağanaklar ile rüzgâr esiyordu ve şivak (achnatherum)ın ince sapları birbirlerine sürtüşüyordu, hışırtısını kaçakların ihtiyatlı adımları boğuklaştırıyordu.

 

 

***

 

Çok az gün geçtiğinde Hülagû ilhanlığında meskûn olan halkların arasında, dağlarda Moğol müfrezelerine saldıran hür insanların ortaya çıktığına dair söylentiler dolaşmaya başladı. Halka dokunmuyorlar, incitmiyorlar, ama hanın vergi toplayanları onlardan merhameti bilmıyorlar.

Haber, Kunduz’un kulağına ulaştığında kızın sevinci sınır tanımazdı. Demek Salimgirey hayatta ve niyetlediğini gerçekleşmiş, bu da zor köle kaderinden yakın kurtuluşu vadediyordu.

Sadece Hülagû İlhan’ı hür insanların hakkında haber hiç etkilemedi. Büyük ve kudretli olan o mu sersesi bir sürüsünden mi korksun? Vezirine itaatsızların yakalanması için müfrezeyi göndermesini emretti sadece, olayı da hemen unuttu.

Orda, alışılmış yaşayışını sürdürüyordu. Bilmeyen birine, bozkırda serpilmiş sayısız yurtaların rasgele yere ve kimin nerede istediği gibi kurulmuş olmaları sanabilir. Ama büyük Cengiz Han ile kurulmuş düzenlere uyan biri, Orda’nın siyah toza kadar çiğneye çiğneye berbat edilmiş bozkır parçasını terk ederek yerini değiştirdiğinde yeni fötr şehrini belli bir düzen içinde kururdu.

Ağır iki tekerekli kağnılar katarları cayırdıyorlardı, sonsuz ağır yüklü yaygaracı ve kindan deve kervanları yürüyorlardı. Katı, sıkı hörgüçlerin arasında kadınla ile çocuklar oturuyorlardı.

Çok az zaman geçtiğinde ve bu görünüşe göre rastgele hareketten ve koşuşmadan aniden yurtaların birinci sırası ortaya çıkıyordu. Onlar en büyük ve beyazdı ve ilhana tahsis edilmişti: saray yurtası, elçiler ağırlama yurtası, vezirlerin gündüz oturduğu yurta, sonra han eşleri için tahsis edilmiş yurtaların sırası geliyordu. Daha ilerisinde nükerlerin, noyanların ve askerlerin meskenleri yerleştirilmişti. On sıraya kururdu Orda şehrini.

Ayrıca eğer han Hıristiyan olursa o zaman kilise yurtasına ve papazların yaşadığı yurtalara da yer ayrılırdı. Orda’nın hükümdarı İslam’a bağlı olursa cami yurtaları kurulurdu...

Hülagû tek bir şeyde bozkır kurallarından vazgçeti, eşlerini Orda’dan ayırdı ve onlara kendi ayrı bir aulu kurmaya izin verdi.

Bu sene de böyleydi. İlhan eşleri, kendilerine, ana karargâhının yakınında, küçük yeşil vadinin geniş kısmında, gölde yer seçtiler.

En büyük ve en güzel yurta büyük hanım Dokuz Hatun’un yurtasıydı. O, beyaz bir dağa benzerdi ve kırmızı kadifeden harikulade bir bezek ile süslenmişti. Ondan iki adımlık mesafede mavi kadifeden bezek ile süslenmiş ikinci karısının yurtası yerleştirilmişti, daha ilerisinde, yeşil desenler içinde üçüncü karısının yurtası...

Yurtaların sahipleri istediği yerde konulduğu Kıpçak aullarından farklı olarak Moğollar onları batıdan doğuya bir sıraya dizerlerdi.

Kadın aulunda erkeğe nadir rastlanılır. Sadece zaman zaman yurtadan yurtaya yürürken tiz sesi ile kölelerden birine emir vererek bir harem ağası koşarak geçer. Burada ilhan kendisinin muhafızlar eşliğinde çıkageldiği akşamları bile aulda tam düzen egemendi. Hülagû karılarından biri ile kendini zevklere verdiği sırada nükerler harem ağalarının gözetimi altında olurlardı ve onlara ayrılmış yerinden bir adım bile uzaklaşma hakkı yoktu. Sadece deli olan kadın auluna girmeye cüret edebilirdi.

Bu günler hiçbir şey huzurunu bozmazdı. Hala gün batımından önce akşam ışınlarından altın toz bulutu kaldırarak suvarma için göle büyük at sürüsü hızla geçerdi. Akşam sessizliğinde hayvanların açgözlülükle, burnundan soluyarak su içtikleri, aygırın, sürüne düzen vererek hasetle ve azgınca kişnediği duyulurdu.

Kunduz endişe ile bu seslere kulak kabarıyordu, kalbi de Kolomon’a, bu kadar ansızın kaybetmiş özgürlüğe olan hasreti sıkışıyordu. Sonbahar yaklaşıyordu. Serinliğin çoktan gelmesi gerektiğine rağmen günler hala sıcaktı, bozkırdan esen rüzgâr ise yakıcı sıcaklığı ve çiğnenmemiş otların kokularını getiriyordu.

Kunduz rahatsızdı. Köleler için olan yurtada zayıflamış, sessiz, etrafında olup biten her şeye ilgisiz bir halde yatıyordu. Bastıran uyku bilnci dumanlanıyordu. O an Dokuz Hatun yurtasında neyin olup bittiğini bilseydi kalmak ve kuş gibi oraya uçmak için gücü bulurdu.

Dokuz Hatun o sırada ilhanın diğer karıları ile çevrelenmiş oturuyordu. Lambalarda yerin siyah su parlak parlak alevleniyordu, yağdan şişmiş harem ağası gözleri yarı kapalı ve bütün bedeni ile sallayarak ince sesi ile “Sal Sal” diye eski bir efsaneyi anlatıyordu:

- Sonra fil üzerinde canavar çıktı,

Ayakları da yerde sürükleniyordu...

Aniden kapı yavaşça geniş açıldı, sıyırılmış kılıçlar ile askerler yurtaya zorla girdi.

Kadınların biri hafifçe çığlık kopardı.

- Yavaş! Herkes kendi yerinde kalsın, buyurcasına emretti kara bıyıklı savaşçı.

Dokuz Hatun göğsüne atlas yastığı bastırarak halıya yüzükoyun düştü. Savaşçı ona doğru bir adım attı.

- Saç örgülerini kestiğin Kıpçak kızı nerede?

Han eşi ya korkudan ya inatçılığından susuyordu.

- Sana son defa soruyorum!

Yurtanın fötr duvarının arkasında ok ince bir ıslık çekti ve ona delik açıp savaşçının ayaklarına düştü. Dışarıda çığlıklar, kılıç şangırtıları duyuldu.

Eğilip Dokuz Hatun’u kolundan hızlı çekti:

- Kalk. Bizimle gideceksin.

Han eşi karşısında soluk ve yarı çıplak duruyordu.

- Giyin!, diye bağırdı savaşçı dışarıdaki seslere endişe ile kulak kabartarak.

Dokuz Hatun aniden gülmeye başladı. Muhafızların yabancıların artık farkettiğini ve kurtuluşun yakın olduğunu anladı.

- Ben de sonuna kadar soyunmaya emredeceklerini sandım...

- Zaman gelir ve belki bu sözleri de duyarsın. Şimdi ise gidelim..., savaşçı onu kabaca omuzundan tutup boğazına bıcak ağzını dayandı. Haydi!

Dokuz Hatun, yeisin savaşçıyı her şeye itebileceğini, yardımın da henüz uzakta olduğunu anladı.

- Sana Kıpçak kızını vereceğim, kısık sesle dedi, keksin ağzıya yan bakarak.

- Artık çok geç. Bizimle geliyorsun...

Dokuz Hatun ansızın itaat etti. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalma arzusu onu kapladı.

İki savaşçı han eşini kollarından tutup çıkışa doğru sürükleyerek götürdüler.

Kara bıyıklı diğer kadınlara döndü:

- Sıranız bir sonraki sefer gelir... Şimdi gideceğiz ama sizlerden biri bağırırsa artık bir daha güneşi görmez!

Keskin çığlıklar koparak korku içinde hamur parçasına benzeyen harem ağası yerde yuvarlanıyordu.

Savaşçılar kayboldu. Gürültülü toynak patırtısı bozkırda eridi ve sadece kovalamanın gırtlaksı çığlıkları ile demir şangırtısı takip edilen ve takipçinin kısa bir teke tek savaşta kapıştıklarında yankı ile gece karanlığından geliyordu.

Salimgirey’in savaşçıları kovalamadan siperlenebilecek dağlara ve karanlık dar boğazlara kaçarlardı. Cüretkâr, görülmemiş bir iş işlediler.

Salimgirey, Kunduz’un yardımına nasıl geleceğini uzun uzun düşünüyordu. Karar beklenmedik bir sırada geldi.

Suvarma için genellikle göle sürüklediği han atları, gündüz dağ eteğindeki tepelerde otlanırdı, Salimgirey’in savaşçıları da fırsatı kollayıp at çobanlarını bağladılar ve kılıklarına girerek akşam suvarması için atları kendiler sürdüler.

Atların hararetini giderdiğinde onları alışılmış yola yöneltmek yerine han hatunları oturduğu aula döndürmek fazla güçlük çıkarmadı. Tedirginleşmiş muhafızlar, yarı vahşi yılkı çökmüş karanlıkta yurtaları devirmesin ve sakinleri ezmesin diye karşısına atıldı. Bunu da fırsat bildi Salimgirey.

Kunduz’un yardımına gelemedi. Savaşçıları fark edildi ve çabuk uzaklaşmak zorunda kaldılar. İşte o zaman başka çare görmeyince Salimgirey ilhanın gözde karısı Dokuz Hatun’u rehine almaya karar verdi.

Orda’da öyle bir şey hiç olmamıştı. Kadın auluna dörtnala gelen nüker müfrezesi hiçbir şey yapamadı. Gece örttü Salimgirey’in cüretkâr savaşçılarını, rüzgâr da atlarının toynakları ile kaldırımış tozu götürdü. Suçluların ve suçlu olmayanların kelelerinin kesilmesini emrediyordu kudurmuş han.

Bir hafta sonra Orda’ya yaralar içinde bir Moğol savaşçısı dörtnala geldi. Muhafızlar onu hemen Hülagû’ya getirdi. İlhanın ayaklarında yuvarlanarak, hayatının bağışlanmasını yalvararak, savaşçı dağlarda müfrezisine eşkıyaların saldırdığını anlattı. Onlar, kararlaştırılmış yerde Dokuz hatun’u Kunduz adlı Kıpçak kızı karşılığında geri vereceklerini ilhana iletilmesini emredip sadece onu bağışladılar.

Öfke Hülagû’yu boğuyordu ama seçenek yoktu. Kendine hâkim oldu. Dokuz Hatun’un eksiliğini çok hissediyordu, üstelik emrindeki halkların, güçsüzlüğünü ve zayıflığını konuşacaklarına izin vermezdi. Zaman gelir ve onurunu kırmaya cesaret edenleri ağır cezalandıracak. Şimdi ise haydutların talebini kabul etmesi gerekiyordu.

İlhanın emriyle dört nüker Kunduz’u kararlaştırılmış yere götürdüler.

 

 

 

 

***

 

Dokuz Hatun’u bırakmadan önce Salimgirey şunu söyledi:

- Serbestsin zira karşımızda bir suçun yok ama ilhana söyle ki böyle zaman gelir ki hesap verecek. Dökülen kanın kefareti ancak kan ile ödenebilir...

Han eşi karşısında güzel, biraz şişmanlamış duruyordu. Kızıl etli dudaklarına gülümseme dokundu.

- Bunu ilhana ileteceğim... Ama beni fazla erken serbet bırakmıyor musun?

Salimgirey hor görerek yüzünü çevirdi.

- Boşuna acele ediyorsun Savaşçıların gücenebilirler. Canları sılılır...

Salimgirey etrafta duran savaşçılara baktı. Onlardan biri aniden kızardı, gözlerini yere indirdi, diğeri siyah bıyıkları ile oynatmaya başladı ve iri dişleri tebessümde gösterdi.

- Git!

- Peki... Ferman senin... Burada ilhan sensin...

Dokuz Hatun atına yaklaşıp hafifçe neredeyse üzengiye dokunmadan eyere havalandı.

İki kadının atları patikada buluştu, her biri de diğerinin gözlerine baktı.

Dokuz Hatun’un bakışı cüretkâr ve neşeliydi, Kunduz’un ise yorgun ve kederliydi.

Salimgirey Kunduz’un atının dizgibi kendi aldı ve eyerden inmesine yardım etti.

Kız yüzünü göğsüne sokuldu, omuzları da titremeye başladı.

- Ağlama, yavaşça dedi savaşçı. Ağlamaya gerek yok. Herşey iyi olacak... Yakında Kıpçak bozkırlarına döneceğiz.

Kunduz Salimgirey’den çekilip korku ve ümit içinde gözlerine baktı:

- Peki, Kolomon?

- Ağlama kız..., tekrarladı Salimgirey. Herşey iyi olacak...

 

 

***

 

Salimgirey’in bildiği şeyi Kunduz nereden bilsin. Sevgi ve insanın kendini sonuna kadar verdiği iş ona kanatlarına sahip olmaya yardım eder. Bu kanatları da insana güvenilir bir şekilde hizmet eder hangi bela başına gelirse gelsin.

Uzun kölelik yılları Kolomon’u yıkmadı. Önceden yaşamaya yardım eden işti, şimdi ise sevgi geldiğinde dünya harikulade renkler doluydu, zaman da sonsuz ve her şey baştan başlatılabilecek gibi görünüyordu.

Hülagû’nun Kunduz hakkında söylediği sözler sıcak, diri kalbe bıcak gibi çarptı: “Onu, ancak kiliseyi inşa etmeyi bitirdiğinde görürsün.”

Bunu ilhan istediyse dünkü köle ne yapabilirdi? İtaatsizlik ölüm demekti. Ama Kolomon’un artık sevgisi vardı ve onun için yaşamaya değerdi. Yapılacak şey sadece çalışmak, inanmak ve beklemekti.

Kolomon ne ile uğraşırsa uğraşsın, hangi işi yaparsa yapsın, han nükerleri onu Gence’ye getirdiğinden beri gözlerinin önünde ısrarla Kunduz duruyordu. Yüzünü, dağ boğazlarından gelen gün ağarmadan önceki sislerde görürdü, rüyalarına girerdi.

Rumey cansiperane çalışırdı, her boşuna kaybedilmiş an ona sonsuz gibi geliyordu. Ancak işin hızlı tamamlanması aziz kavuşmayı yaklaştırabilirdi.

Duyarlı kalbi Kolomon’u uyarıyordu: “İlhana inanma”, ama zayıf bir ışık ile yol gösteren bir yıldız ile pırıldıyordu umut.

Kiliseleri inşa etmeyi severdi. Duvarları ancak desen ile süslenmeye izin verildiği Müslüman camiden farklı olarak kilisede çok şeye müsadece verilirdi.

Kolomon her zaman insan yüzlerini çizmeyi severdi. Fırçasının altından çıkmış azizlerin çehreleri bile, bazen, şaşırtıcı biçimde, bir zamanlar hayat yollarında karşılaştığı ve aklında kaldığı gerçek insanların yüzlerini andırırdı.

Gene Saray Berke’de gibi Kolomon’u Kunduz’u çizmek fikri kapladı. Rumey deli değildi ama gene de aniden kapıldığı ayartma ile başa çıkamıyordu.

Hıristiyan tapınağı tonozlarının altında Müslüman bir kızı yerleştirirse kutsal bir şeyi tahkir etmiş olacağını biliyordu. Ceza ağır olacaktı. İlhan mutlaka kiliseyi görmeye gelecektirve muhakkak Kunduz’u hatırlıyordur, o zaman...

Kolomon artık sunağın işlemini yapmaya başladı. Azizleri hızlı ve alışılmış bir biçimde çiziyordu ve sadece Meryem Ana’nın tasvir edilecek yer hala boş kalıyordu.

Akıl Rumey’i uyarıyordu, korkunç ceza tablolarını çiziyordu, fırçayı sıkıştıran eli ise sadece kalbe itaat ederek hazırlanmış duvara uzanıyordu.

Gün gittikçe işlerin tamamlanması ve son kararın alınması gerektiği vakti yaklaşıyordu. Bir gün akıl kalbi susturdu. Fırça astarlanmış duvara dokundu...

Kilisenin kutsallaştırılması ilhan kendisi teşrif etti. Asık suratlı ve dalgındı, hastalık kendini giderek daha çok hissettirirdi, Hülagû da sonunun yaklaştığını hissediyordu. Rumey’in yaptıklarını şöyle bir gözden geçirip onun bir avuç altın para ile ödülendirmesini emretti.

Artık at üzerinde, dizgini çekmeye hazır halde ansızın aklına bir şey gelmiş gibi Kolomon’a doğru döndü:

- Bana hiçbir şey sormak istemiyor musun Rumey? Ben hatırlıyorum ve sözümü tutacağım..., deyip Hülagû müstehzi müstehzi güldü. Karın sağ ve salim ama sen onu şimdilik göremezsin. Yakında yiğit tümenlerim Mekke’ye girerler. Bu İslam yuvasında Hıristiyan kilisesini inşa ettikten sonra sevgilin ile yeniden birleşmeye hiçbir şey engel olmaz.

İlhan arkasını çevirip atını sürdü. Kolomon bağırarak peşinden atıldı ama Hülagû’ya eşlik eden nükerler Rumey’i yol tozuna fırladılar.

Sayesinde Kolomon’un bütün bu süre boyunca yaşadığı inanç yıkıldı onun yerine de ümitsizlik geldi. Yaşamak istemiyordu. İlhanın söylediği ümit bırakmıyordu. Sadece Altın Orda’dan birlikte kaçtığı arkadaşları o günler ona ölmeye izin vermediler.

Kolomon ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu.

Ama Hülagû gittikten sonra bir hafta bile geçmeden Nogay’ın çevik tümenleri kasırga gibi Gence duvarlarına vuruldu ve onları yıkıp şehre girdiler. Muharebe kan dökücüydü ama kısaydı. Şehirliler mezbuhane dövüşüyorlardı ama düşman çoktu. Gri bozkır tozu ile kaplanmış elbiseler içinde süvari akını öldürerek, talan ederek, tecavüz ederek şehrin dar sokaklarında yayıldı.

Köleler ve şehirliler ile birlikte Kolomon yeni inşa ettiği kiliseye sığındı.

Zayıflamış derince çökük gözleri ile Rumey azgınlıkla dövüşüyordu. Çaresizlik yönetiyordu hareketlerini. Sıradaki oku kiliseyi kuşatmış düşmanlara atarken Kolomon ömrü boyunca taptığı Tanrı'nın meskeni meskenini koruduğunu düşünmüyordu. Şuanda Rumey kendini ve payına düşmüş mutluluk günleri de aynı şekilde yanında olan Kunduz’u savunuyordu. Sadakatle, temiz ve açık bir şekilde bakıyordu Kunduz ona sunaktan.

Siyah yelekli ok Kolomon’un göğsüne saplandı. Acıyı hissetmedi ancak birdenbire üserinde tapınağın çınlak tonozu dönmeye başladı, o da yer taş levhalarında yatarak Tanrı’nın ürkütücü gözlerini gördü ve beyaz kanatlı melekler korkutulmuş kırlangıçlar gibi mavi kübbenin altında kendini oradan oraya atmaya başladı.

Duvardan birdenbire Kunduz ayrıldı, Kolomon’a yaklaştı, diz çöküp avuçları ile gözlerini kapadı.

Kilisenin, meşe ağacından olan ve kenarlarına demir şerit geçirilmiş kapısına Moğol koçbaşıları düzenli olarak güm güm vuruyordu... Tiz ve dehşetli bir sesle atlar kişniyorlardı...

Altın Orda’nın rlli binlik ordusu ile Kaydu’nun yardımına gelen Berkencar, ağır hastalandı.

Cengiz Han’ın kanunları böyle bir şey öngörüyordu. Değerli zamanı kaybetmemek için tümenlerin temsilcileri birlikte toplanıp kendilerini kaderin iradesine vermeliydi ve kura çekmeliydi. En talihli olan bütün ordunun laşkarkaşı oluyordu.

Ama bu sefer kuraya başvurmak gerek yoktu. Seyhun’un aşağı kesimlerinde göçebelik eden Mengü Temür, Berkencar’ın hastalığını duyunca ordunun hizmetine bin süvarilik müfrezesi ile geldi ve hasta kardeşi Altın Orda hanının ellerinden orduyu aldı.

Muharebe Sayram şehrinin yakınında gerçekleşti, Mengü Temür ile Kaydu’nun müşterek güçleri ile bozguna uğramış Barak ta Maveraünnehir’in içlerine doğru kaçtı.

Ama galipler onu takip etmedi. Otrar’a kadar gelip onlar durup orduyu dinlendirmeye karar verdiler.

Hocent’e yerleşip Barak hummalı bir biçimde yeni orduyu toplamaya başladı. Silah gerekiyordu ama o yoktu. O zaman Müslüman din adamlarının tavsiyesine göre kıyım ile tehdit ederek Barak, Buhara ile Semerkant zanaatçilerden onun için gereken her şeyi yapmalarını talep etti.

Mecburi ianeler ve yağmacılıklardan yorulmuş zanaatçiler başka bir çareyi görmeyip kabul ettiler.

Avlularda ve şehir sokaklarında demirci ocakları alev alev yanmaya başladı. Gündüz ve gece işler durmuyordu, çekiçler örslere vurularak çınlıyorlardı ve kırmızı demir çeliğe dönüşerek içinde su olan kapların üzerinde buram buram buharlar kaldırarak cızırdıyordu.

Ve yeniden, önceki yıllardaki gibi şehirlilerin ağızlarından birdenbire Tamdam’ın adı çıkageldi. Buhara ile Semerkant karıştı. Fısıltı bazen bağırtıdan daha korkunç olur.

 

 

***

 

Kaydu, tümenlerini Otrar’ın yakınında durdurup ısrarla zaman uzatıyordu, Maveraünnehir topraklarına girmek için acele etmiyordu. Noyanlar onu acele ettiriyordu, şimdi Barak’ın ordusunu kaybettiği zaman sonsuza dek hesabını görmek için en elverişli zaman olduğunu söylüyolardı.

Kaydu sesini çıkarmıyordu. Bunu ona Mengü Temür de tekrarlayıp durmaya başladığı zaman o şöyle söyledi:

- İleride ne yapmamız gerektiğini Altın Orda hükümdarı Berke Han söylesin. Kaydu Berke’nin düşüncelerini sezmiş gibiydi. O da istiyordu kendi topraklarına dâhil etmeye Maveraünnehir’i ama korkuyordu.

Şimdiye kadar sürdüğü savaşları hiçbir Cengizli yargılamazdı. Berke sadece Dünya sarsıtıcısının iradesini yerine getiriyordu, Cuci’nin vasiyetnamesine göre ulusuna ait olan topraklarını kendine geri alıyordu. Maveraünnehir’e tecavüz etmek Çağatay ulusuna el uzatmak anlamına geliyordu. Bu hana birçok belalar ile tehdit ediyordu.

Kuzey Kafkasya, Şirvan ve Otrar’a dek topraklar tarafından geri alınmış ve gene Altın Orda’ya aittir.

Berke, Batu Han’ın yapmayı başardığı asla yapayacağını anlıyordu. Ama Altın Orda’nın azametini düşürmemek te kolay değildir. Bu da başarıyla gerçekleşti. Altın Orda’ya ait topraklar yeniden uçsuz bucaksız oldu ve hanın kalbi neşeli neşeli atması için bir neden vardı.

Orusut şehirleri de sakindi. Orada hala Moğol zalimliğinden insanlar kendine gelemiyorlardı. Peki, eğer Orusutlar sonunda baş kaldırmaya cesaret ederlerse o zaman Orda’nın atları eskisi gibi hızlı savaşçıları da kılıcı ve katı yay kullanmayı unutmadılar.

Sessizlik hanı sevindiriyordu ama gönlünün derinliğinde bir yerde sürekli anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Batu Han’ın davranışının esrarengizliği ona eziyet veriyordu. Bu bilge ve deneyimli savaşçının Harmankibe topraklarında temelli kalmaya neden cesaret edemeğine bir cevap arıyordu ama bulamıyordu. Orada yüksek otlar ve temiz sular var ve her şey hem Moğol hanlarına hem yiğit savaşçılara yeterdi. Ama Batu Han bu topraklarda Cengiz Han’ın dokuz kuuruklu beyaz sancağını saplamayıp Kıpçak bozkırlarına döndü. Neden?

Moğol tümenleri kazandı ve o zaman onlara göğüs gerecek bir güç yoktu. Ya Batu Orda’sının geleceğini endişe ediyorsa, ya kimsenin göremediğini görüyorsa?

Berke, bunu düşündüğü zaman rahatsız oluyordu. İlginç bir sır Batu’nun davranışında görülüyordu ona.

Nogay, Orusut topraklarına girmesi, onun kendi yapması, Orusutların ise Moğollara dönüştürmesi gerektiğini söylüyor. Bunu söylemek kolaydır. Ama Nogay Batu’dan daha akıllı mı ki? Hayır. Berke, en azından her şeyde Batu Han ile gösterdiği yolu izlediği ve ondan şaşmadığı için kendisinin Nogay’dan daha akıllı olduğuna inanıyordu.

Batu, Orusutları dışarıdan yönetmeyi öğretiyordu, bir de amansızca yönetmeyi. Böyle yapmak lazımdır zaten.

Orda’ya tüccar kervanları ile gelen sadık adamlar, Alman şövalyelerinin, Orusutların batı ve kuzey topraklarını itaatı altına almak için gene Novgorod’a ve Pskov’a sefere çıkmaya hazırladıklarını bildiriyorlar. Bunun hakkında knezler gerçekten mi hiçbir şey bilmiyorlar? Biliyorlarsa eğer o zaman neden susuyorlar? Kendilerinde bu kadar eminler mi gerçekten ve eski düşmanlarından hiç mi korkmuyorlar?

Bu sessizlik hana şüpheli geliyordu. Ama eğer Orusutlar gene de yardım isteyeceklerse o halde ne yapılmalı?

Bu işte Berke tereddüt etmiyordu. Knezlere yardım etmek gerekiyordu zira hangi avcı başkasına kızıl tilkiyi bırakır, gönüllü olarak haraç vereninden kim vazgeçer?..

Nogay dil avcısına surat asarak yan bakıyordu. Yırtık pırtık derviş elbiseleri ile giyinmiş, yüzüne kül bulaşmış olan, zayıf ve kara, o, onun önünde duruyordu, saygıyla eğilip şöyle konuşuyordu:

- Kaçaklar dağlarda saklanıyorlar. Her biri keskin nişancı, herkes de kar parsları gibi yiğittir. Fakirlere ilişmezlerdi ve sadece harç toplayanları izliyorlardı... Sayısı bilmiyorum ama at toynaklarının bıraktığı izlere bakılırsa kaçak çok.

- Git. Senin ödüllendirmesini emredeceğim, dedi Nogay.

Dil avcısı gittiğinde şimdi ne yapacağını düşünerek uzun uzun yalnız oturuyordu.

Kurnaz ve cesur Hülagû’yu yenen Nogay haydutlardan korku duymuyordu. Ama gene de belli tedbirlerin alınması gerekiyordu. Uzun savaşçı hayatı bounca böyle bir şeyle ilk defa karşılaşmıyordu. Hiçbir şey Moğollar ile fethedilmiş topraklarda kurulmuş düzeni sarsamazdı ama itaatsızların ortaya çıktığı zaman onlar kılıcı tutan elindeki kıymığa benzerlerdi. Sürekli irkilme ve kaşıntıyı hissetmemek için onlardan kurtulmak gerekiyordu.

Geçen yıllardan Nogay, cezayı gören ruhlarda dehşet yerleşsin diye cezanın korkunç olmasının gerektiğini biliyordu. Bu nedenle itaatsızları yakalamak üzere beş yüz savaşçıyı göndermeye karar verdi.

Salimgirey’in fethedilmiş topraklarda ancak kısa bir süre kalacağını bilmiyordu Nogay. Kaçaklar Kıpçak bozkırlarının yöne gidiyorlardı.

Yiğit savaşçı niyetlediğini yerine getirdi. Hülagû’nun çadırında gördüğü kişi gerçekten Taybulı çıktı. Zamanında Salimgirey’in soyunu kılıçtan geçirip öldüren oydu. Uzun zamandır arıyordu o, kin beslediği noyanla buluşmayı ve sonunda, noyanın, avcılıkla eğlenmek için yurtalarını kurduğu nehir kıyısında onu yakaladı.

Yanında sadece en cesur ve sadık kırık savaşçıyı alıp Salimgirey gece Taybulı kampına saldırdı.

Muharebe uzun değildi. Saldırıyı beklemeyen noyanın savaşçıları yurtalardan yarı çıplak fırlıyorlardı, burada ise onları kılıçlar ile oklar bekliyordu.

Salimgirey aradığını gördü. Sönük ay ışığı içinde Taybulı yurtasının yanında duruyordu ve kılıcı sallayıp bir şey bağırıyordu.

Salimgirey noyanu dörtnala bastı ve yaradana sığınıp kafasına şokpar diye ucunda kalın olan kıse bir sopayı indirdi.

Vuruş sesini duymadı ama dönüp baktığında Taybulı’nın büyük bedeninin yumuşakça yere çöktüğünü gördü.

İntikam alındı, Salimgirey de savaşçılarına uzaklaştıklarını bağırdı. Artık burada yapılacak bir şey yoktu.

Noyanın savaşçıları atları bulup binene kadar Salimgirey’in süvarileri artık uzaktaydı.

Birkaç gün sonra müfreze sıradağları aşıp Nogay’ın tümenlerinin durduğı Altın Orda mülkiyetindeki topraklara çıktı.

Bir ırmağın dereleri topladığı gibi Salimgirey’in müfrezesi de, mevcudu dağlarda saklanan Osetler ve Çerkesler ile artarak gün gittikçe daha büyük oluyordu.

Vatanı kaybeden savaşçılar, her yerde ölüm ya da kölelik beklediği insanlar Moğol müfrezeleri ile karşılaştığında mezbuhane dövüşüyorlardı. Kaçaklar ürkütücü bir güce dönüştü ve onların ortaya çıktıkları yerde yerliler onlarla ekmeği ve eti paylaşırlardı, gizli patikalar gösterirlerdi.

Kunduz Kolomon’un ölümünü öğrenince müfrezede kaldı. Artık onda önceki müşfik ve ürkek bir kızı tanımak zordu. Erkek giysilerine giyinmiş at üstünde herhangi bir savaşçıdan daha kötü durmuyordu, keskin ot atardı ve Moğollar ile tüm çatışmalara katılırdı.

Kunduz’un artık sevdiği yoktu o yüzden onun için öz evi Salimgirey’in müfrezesi oldu.

Her geçen gün yüreği katılaşırdı ve daha fazla intikam isterdi. Payına düşmüş, sevdiğini almış tüm belalarından Kunduz Berke Han’ı suçlu tutuyordu.

Sadece Salimgirey ile samimiydi, ancak o, uzun sürmeyen mutluluğunu görmüş olan Kunduz’u anlayabilirdi. Salimgirey de onu elinden geldiğince teselli ediyordu.

Bilmiyordu o, belanın artık izinden yürüdüğünü. Nogay ile gönderilmiş savaşçılar ısrarlar arıyorlardı kaçakları, onlar ile görüşmekten kaçınmak ta imkânsızdı. Yiğitlik ve maharet bakımından düşmanlar birbirilerinden aşağı kalmıyorlardı ama takipçilerin sayısı daha çoktu ve güç gücü yıkıyordu.

Birkaç sefer müfreze çemberi yarmayı başarıyordu. Ama her defasıyla giderek Salimgirey’in daha az savaşçı kalıyordu. Onların hiçkimse aman için ümit etmiyordu, onun için de kendini takipçilerin ellerine vermektense ölmeyi tarcıh ederdi.

Günlerin birinde, her şey sonunda geçmiş gibi göründüğünde müfreze pusuya düştü. Sıkıştıran düşmanların saldırısını omuz omuza püskürtüyorlardı Salimgirey ile Kunduz ama kızın atı ansızın şaha kalktı. Salimgirey’in en son görebildiği şey atın boğazına saplanmış ok ve Kunduz’u sarmış kıllı kementlerin siyah yılanlarıydı. Yardımına yetişmek için kendine yol açmayı başaramadı.

Yakaladığı savaşçı bayan çıktığında Moğolların şaşkınlığı büyüktü.

Müfrezenin reisi Tuday Mengü Kunduz’un yüzüne dikkatle bakarak güzelliğinden hayretler içinde kalıp dilini şapırdatarak şöyle tekrarlayıp duruyordu:

- Böyle güzel kız da ölebilirdi! Vay vay! Savaşçı kızı! Onu kendime beşinci karı olarak alacağım. Bana oğulları korkusuz savaşçıları doğurur...

Ama Nogay muhteşem esir kızını öğrenince onu Tuday Mengü’den aldı.

- Onu Berke Han’a göndereceğim, dedi. Pahası olan her şey hükümdarımıza aittir. Böyle bir güzellik binlerce altın sikkeye değer.

- Kızı bana ver, yalvararak razı etmeye çalışıyordu Tuday Mengü, ben kendim de her kime olursa olsun bu bini öderim!

Ama Nogay kararlıydı.

Berke Kunduz’u tanıdı. Ve yeniden onu ilk defa gün ağarırken güzel rahvan atın üzerinde gördüğü zaman gibi gönlünde arzusu uyandı.

Kıza, yağlı yağlı parıldayan gözleri ile bakarak han şöyle dedi:

- Allah büyük! Her nerede olursan ol, nereye kaçmaya çalışarsan çalış O yeniden seni bana geri verdi. Böylece ebedíyen olur...

Kunduz konuşmuyordu. Berke, kızın gönlünde ona karşı ne kadar kinin biriktiğini bilseydi hemen onun idam edilmesini emrederdi.

Han, küçük karısı, Argın soyundan bayın kızı Akcamal’ın çağırılmasını buyurup ona şöyle emretti:

- Esir kızı yanına al ve sana kız kardeşin olsun. Dolanmalarda geçirilen zaman içinde o nasırlaştı. Bir kadının bilmesi gerekenleri ona öğret...

“Zaman gelir, düşünüyordu Berke, onu karım yapacağım. O bunu istemez ise ne olur ki? Büyük Cengiz Han şöyle öğretirdi: “Düşmanın gücünden olduysa onu öldürme, daha iyisi ona hakaret et.” Altın Orda’nın itaat ettiği kişiye her kadın boyun eğer. Vakurlaşsın, başka çaresi olmadığı düşüncesine alışsın. Akcamal’a da aynı şey olmuştu. Şimdi ise o itaatkârdır...” Akcamal’ı düşündüğünde hanın kalbini tatlı bir gevşeklik kapladı.

Şirindir küçük karı. Yüzü aldır, teni ise beyaz ve ince bir sazlık gibi esnektir. O da karı olmak istemiyordu.

Argın bayı, sayısız at sürülerinin sahibinin ailesinde en küçüktü. Şımarık ve neşeliydi Akcamal... Ama zaman geldi...

Kız nasibi tay kadının nasibine benzermiş. Tay bir yaşına gelince yular takılır. Kız büyünce kimeşek diye beyaz başlığı takmak zorunda kalır. Bu zaman itibaren de tüm yaramazlıkları ve bütün ciddiyetsizliği rüzgâr uzağa götürüyormuş gibi kaybolur.

On altı yaşında Akcamal kimeşek takmak ve Berke Han’ın karısı olmak zorunda kaldı.

Direndiği ve ağladığı neye yarar? Babası, Berke’nin öfkesinden korkarak kızını kement ile bağlayıp Akcamal’ı onu arzuyalayan birine yolladı.

İyi hatırlıyordu Berke Akcamal’ı ilk defa gördüğünü. O zaman Mavi Orda’nın hükümdarı erkek kardeşi Ordu’nun misafirdi. Avcılıktan dönerken susuzluğu gidermek, kımızı kana kana içmek için Argınların zengin auluna uğradılar. Burada da göründü gözüne kız.

- Onu bana ver, rica etti Berke erkek kardeşini.

Ordu baya şöyle dedi:

- Altın Orda hanının ricasını duydun mu? Onun istediği gibi yap. Kızı vermezsen...

- Son dediği söylemeyebilirdi. İki hanın iradesine ve arzularına zıt gitmeye kim cüret edebilirdi?

Böylece Akcamal Berke’nin dördüncü karısı oldu.

Zaman geçiyordu ama hanı sevemiyordu. Teni ona aitti ama gönlü itaatsız ve özgür kalıyordu.

Berke bunu hissediyordu ve bazen öfke onu sarardı ama Akcamal’ın kederli güzelliğine hayran hayran bakmaktan vazgeçemiyordu.

Kunduz’u genç karısına emanet ederek Berke, Akcamal’ın bundan daha neşeli olacağını düşünüyordu. Başka bir şeye niyetledi han.

Zamanında, onu getirdiğinde, önceden dostlukta ve barışta yaşayan diğer karıların aniden birbirileri ile kavga etmeye başladığını ve onu Akcamal’a kızkandığını hatırlıyordu. Şimdi ise Berke kıskançlık ile rakibine tutuşmasını istiyordu. Malum Akcamal bir kadındır, kalbi de, yerine başkası gelirse kaygısız ve sakin kalamazdı. Kıskanmaya başlar, hanın sevgisini ve teveccühünü kazanmaya çalışarak ona nasıl çektiğini farketmez.

Günler geçiyoru ama Berke’nin ümidi doğru çıkmıyordu. Her sabah hana bayan yurtalarında ne olup bittiğini bildiren küçük vezir Akcamal ile Kunduz’un sadece kavga etmediklerini değil aksine ahbap olduklarını anlatıyordu.

Han, vezirin ona yalan söylemediğini biliyordu ama aynı zamanda ona inanmak istemiyordu. Güzel bir kadının öbürünü kıskanmaması gibi bir şey mümkün değildi. Galiba, Akcamal, Kunduz’un hanın sıradaki karısı olup olmadığına sadece kayıtsızmış gibi görünmeye çalışıyordu.

Bir gün her zamanki gibi nükerlerin eşliğinde han sazlık gölüne geldi. O seneki yaz yağmurlu çıktı ama güz sakin ve ılık, renkli elbisler içinde geldi. Uzak ormanlar altın ve kızıl renklerde parıldamaya başladı, bozkır bile kuru ve boz görünmüyordu aksine yumuşak renkleri parlak bir halıya benzerdi. İnce gümüş örümcek ağları altın renkli sabah ışınlarında yavaşça alevleniyordu.

Gölün ayna gibi yüzeyinde yalnız kuğu yüzüyordu. Bazen güzel ince boynunu yaz içinde rengi atmış dipsiz semaya uzatırdı, kasvetli feryadı da su üzerinde, esrarengiz bir şekilde hışırdayan kamışların tüylü süpürgeleri üzerinde uçuyordu.

Yazın, yalnız kuğunun yayında çıkagelen kuşlar sıcak diyarlara uçtu. Onlar vahşi ve özgürdü ve kuvvetli kanatlara sahipti.

Berke’yi, kendisi için kutsal olan kuşun yalnızlığı korkutmuyordu. Orda’daki işler iyi gidiyordu ve planladığı gerçekleşti. Tüm Cengizliler, tarafına hırsla ve gıptayla bakan herkes Altın Orda’nın eskisi gibi kuvvetli olduğunu ve kendisine kılıcı kaldıran her birini cezalandırabileceğini hissettiler.

Tuhaf, ama kuğunun hüzünlü çığlığı Berke’nin gönlünde hüznü değil hoşnutluk ve sessiz sevinç duygusunu uyandırıyordu.

Han kulak kesildi. Kamışlardan bir yerden kulağına yavaş insan sesleri geldi.

Berke, seyrek kamış duvarının arkasında kimlerin olduğunu seçmeye çalışarak üzengi üzerinde ayağa kalktı. Onlar Akcamal ile Kunduz’du.

Kadınlar ona doğru yürüyorlardı, ötede ise onlardan geri kalıp önemlice bir mesafede hizmetçi kızları ağır ağır yürüyorlardı. Alayın en sonunda han eşlerinin muhafızlarından nükerler yürüyorlardı.

Akcamal’ın başı düşük indiriliydi, Kunduz’un yüzünü ama han iyi görüyordu. Tatlı bir pembelik aydınlatıyordu yanaklarını, yoldaşına hararetle bir şeyler anlatıyordu. O gayriihtiyari olarak genç kadının endamına hayran hayran bakmaya başladı.

“Neye seviniyor?, aniden öfkeyle düşündü Berke. Şimdi ona karım olma vakti geldiğini söyleceğim ve yüzüne neyin yansıyacağını bakarım.”

Han atının dizginini hafifçe çekip yürüyenlerin yolunu kesti. Birdenbirelikten kadınlar ürperip durdular.

Berke yavaşça ve kötü niyetle gülmeye başladı. Kunduz’un yüzünden yapışkan ve soğuk bakışını ayırmadan şöyle söyledi:

- Yarın karın olmamı istiyorum.

Kunduz’un iri ve güzel gözlerinde ya da sevinç ya da gurur pırıltıları yanıp söndü. Başını eğdi.

- İradene itaat ediyorum, ya büyük han...

Berke, ince esnek endamını bir kez daha göz gezdirdi. Kunduz onun için arzulanandı.

- Yurtalara dönün, kurumlu bir tavırla dedi han. Ayrıca, tüm hazırlıkları yapması gereken onları yapsınlar...

Berke’nin yüreği sevinçten ve gururdan silkinirdi. İtaatsız Kıpçak kızı artık ona teni ve gönlü ile aitti.

 

***

 

Küçük kuru müftü Şarafutdin kocaman beyaz çalmada şeref yerde Berke’nin ayaklarında otururdu.

- Genç kızın rızasını sorma vakti geldi, yaltaklanarak dedi.

İki Kıpçak savaşçısı yere kadar eğilip Kunduz’un yanına koşup yaklaştılar.

Kadınlar ile çevrili yurtanın sağ tarafında oturuyordu, başına da inciler ile ilemeli beyaz ipek bir başörtü atılmıştı.

Şarkı söyler gibi hep bir ağızdan savaşçılar âdete göre söylemesi gereken sözleri söylediler:

Şahadet ediyoruz, şahadet ediyoruz. Biz buna değeriz. Geleceğin şafağında Han arzuladığını gözlüyor...

Savaşçılardan biri Kunduz’a gümüş kupasını uzattı, onu kabul ettiğinde savaşçılar tekrar tek ses olarak şunu sordular:

Ay yüzlü Kunduz, Altın Orda hükümdarı Berke Han’ın karısı olmayı kabul ediyor musun?

Kunduz kupaya dudakları ile dokunup sessizce başıyla onayladı.

Berke, ters yanan bakışını ayırmadan kadını izliyordu. İtaatlığı giderek daha çok hoşuna gidiyordu.

Savaşçılar geri çekilip durması gereken yerde durdular.

Müftü Şarafutdin acele etmeden Kuran sayfalarını hışır hışır karıştırmaya başladı; bu olaya uygun on yedinci süreyi bulup heceleri uzatarak uluma ile onu okudu. Sonra Kuran’ı kapatıp tüm toplananlarda göz gezdirdi ve avuçlarını birşetirip onları sarı buruş buruş yüzünde gezdirdi.

Törenli olaya katılan herkes müftünün hareketini tekrarladı.

Bayram toyunun vakti geldi. Gece geç saatlere kadar şenlik ateşleri yanıyordu, kazanlarda güzel kokulu koyun etinin yığınları pişiriliyordu, solan sonbahar otları kokulu beyaz kımız ise kupalarda köpürüyordu.

Toyda sadece Akcamal yoktu. Berke de, misafirlerin üzerinde göz gezdirerek, kinci bir zevkle, Akcamal’ın yüreğinin rakibine karşı kıskançlıktan azap çekeceğini ve parçalanacağını sayarak haklı olduğunu düşündü.

Gece yarısından sonra karılar ve nükerler hanı, bundan böyle Kunduz için Berke’nin diğer karılarının yurtaları ile bir sırada kurulmuş olan yurtaya geçirdiler. Karbeyaz yurta Çin rengârenk ipekler ve ilkbahar çayırlığı gibi parlak İran halıları ile süslenmişti.

Han yeni karısının meskenine girdi. Kunduz Berke’ye yerden selam vererek ona doğru kalktı.

Yurta kapısının arkasında, Altın Orda büyük hanının ve yeni eşi güzel Kıpçak kızının hayatlarını ta şafağa kadar korumak için sıyrılmış kılıçlar ile iki nükerin durduğunu duyuldu.

Kunduz Berke’nin omuzlarından sırma kumaştan çapanını, siyah samur kürkü ile işlenmiş boriğini saygıyla çıkarıp girişte astı. Konuşmadan, tek bir kelime söylemeden, görünüşünün tamamıyla itaatlığı göstererek hanın ayaklarından çizmeleri çekip çıkarttı.

O da sevinerek ve aynı zamanda işkilli işkilli kadını izliyordu.

Sessizce basarak Kunduz şeref yerde karbeyaz kuştüyü yatak yaptı, Berke’nin ellerinden kuşak aldı, kandillerde ateş söndürdü.

- Her şey yaptım, ya büyük han. Yatın.

Kunduz’un sesi titriyordu ve kırılıyordu.

Anlatılmaz bir endişe, korku birdenbire hanı kapladı. Kapının kanatlarının açıldığını duydu ve bağırmak, muhafızları çağırmak istiyordu ama birinin elleri onu arkasından tuttu ve pürtüklü ağır avuç ağzını tıkadı.

Yurta kubbesinden giren sönük ışıkta boğazına dayanmış hançerin parıldadığını gördü. Korkudan çılgına dönüp bütün bedeni ile atıldı ama yere yıkılıp halıya devredilmişti.

Dövüş sessizlikte sürüyordu. Sadece insanların kesik kesikli nefes alıp vermeleri duyuluyordu. Ve yakında Berke, üstüne yığılmış tenlerin ağırlığın altında artık hareket edemiyordu. Ağzına tıkaç sokulmuştu ve mendil ile sağlamca bağladılar.

- Başlayın, yavaşça söyledi kadın sesi. Yakında gün ağarır...

Berke dehşet içinde Akcamal’ın sesini tanıdı.

Han, birinin pantalonundaki bağları çevik bir hareketle çözdüğünü, alaylı bir ses ise şöyle fısıldadığını duydu:

- Böyle bir işte acale edilmez. Yoksa yanlışlıkla başka bir şeyini keserim...

Berke ıstırap verici bir acıyı hissetti. Var gücüyle atıldı ama karanlıkta görünmez insanlar onu sıkı tutuyorlardı. Hanın çılgın gözleri, sadece üzerinde eğilmiş insanın ay ışığından sönük yüzünü görüyordu.

Sonunda insan kısık bir sesle fısıldayarak şunu rica etti:

- Yanık koşmayı verin. Kan dursun diye serpmek lazım.

Ayağa kalktı.

- Tamamdır. Elim hafiftir. Hızlı iyileşir. Şeref yerde bir tane ile de oturulabilir... İkincisini ise köpeklere atın.

- Peki, köpekler yemek isterse..., karanlıkta görünmeyen biri insana beyaz bir kumaş parçasını uzatarak gülmeye başladı.

- Şimdi bağlayın onu, emretti Akcamal.

Berke birdenbire kendisinin üzerinde eğilmiş kadın yüzünü gördü ve onda zorla Kunduz’u tanıyabildi.

- Şimdi tıkaç ağzından çıkartılacak. Ama eğer bağırmaya cüret edersen seni keseceğiz. Adil ceza yerini buldu. Vaktinde Akcamal’ı seven genci hadım etmek isteyen sen değil miydin, Kolomon Rumey’e de yapmak istediğin bu değil miydi? Acı ne demek olduğunu daha iyi anla diye seni öldürmemeye karar verdik. Beni iyi dinle... Sana ne yaptığımızı kimseye söylemeceğiz, Kunduz’un sesinde alay duyuldu. Millet Altın Orda tahtında aygırın değil de bir iğdiş atın oturduğunu öğrenirse senden yüzünü çevirebilir...

Biri mendili çözdü ve ağzından tıkacı çıkardı. Yumuşak halı havı adımların sesini bastırıyordu, bütün vücudu acıdan kıvranıp duran Berke yurtada yalnız kaldığını hemen anlamadı.

Bunu nihayet anladığında tiz ve müthiş bir sesle bağırdı.

Yanıtı sessizlikti.

 

 

***

 

Salimgirey’in savaşçıları, korkunç intikamını alıp atlarını acele acele kamçılayarak karargâhtan uzağa gidiyorlardı. Onlarla birlikte Kunduz ile Akcamal vardı. Çoktan kaçabilirdi Orda’dan Kunduz ama öfkeci yüreği öcü talep ediyordu, o da hemen İtil kıyısındaki ormanlarda saklanan Salimgirey’in müfrezesine gitme arzusunu yendi.

Çoğu Orda savaşçıları için Berke, Tanrı tarafından verilmiş iktidar sahibi olan hükümdar idi, hayatına kastetmek te korkunç bir suç sayılırdı. Ama intikam ondan alınabilirdi.

Kunduz Akcamal ile hızlı ahbap oldu ve hizmetçi kölelerinden derdini öğrendi. Ve bir gün o, Berke’nin Orda’ya peşinden gelen delikanlıya ne yaptığını anlattı, intikam planı doğdu.

Dünyada, altın parıltısından kör olmayacak insan yoktur. Boşuna denmiyor, aziz bile hak yolundan şaşar onu görünce.

Akcamal, gerdek gecesinde Kunduz’un yurtasını koruyacak savaşçılara rüşvet vermeyi başardı. Kalan Salimgirey’in adamlarının işi idi.

Şimdi de onlar müfrezeye dönüyorlardı. Onlarla birlikte Berke Han’dan yüzünü çeviren savaşçılar da gidiyorlardı. Akcamal’dan aldıkları altını saklayıp, önceden hazırlanmış atlara binip o gece Altın Orda karargâhından giderek daha uzağa Horasan, Harmankibe, İrbit tarafına, orada özgür ve sakin hayatı bulmaya ümidiyle gidenler de oldu.

Zordu Moğol savaşçılarının hayatı uluslarda ve belki o yüzden Cengiz Han ile fethedilmiş topraklarda her zaman hıyanet, fesat ve ihanet çok vardı. İyi işlere cimriler idi hanlar, noyanlar ve bekler.

Sonsuz seferlerde ve akınlarda ölüm savaşçıların başlarının üzerinde durmaksızın uçuşurdu. İleride dülman okları ve mızrakları beklerdi, arkasında ise, geri çekilirsen eğer, noyanın özlük muhafızlarının ellerinden ceza. Seferde elde edilen ganimetin hepsi er ya da geç onların ellerine geçerdi. Muharebede yiğitliği ve korkusuzluğu gösterdiysen bile öldürdüğün düşmanın silahı ve atı her zaman sana ait olmaz. Buna ancak noyan ya da han karar vermeli.

Savaşçıların, vatan uluslarında kalan ailelerinin nasibi de zordu. Hayvanlar ve servet güçlülerin ellerinde idi. Han lehine toplanan mecburi ianelerden yorgun argın düşmüş bir aileyi bir deve, kısrak ve on koyun geçindirebilir miydi?

Seferden döndükten sonra bir Moğol savaşçısının ailesini bulmadığı kaç sefer olmuştu. Haraçların ödenmemesi için han adamları onu köleliğe satarlardı, çocukları da alırlardı. Moğol savaşçısı diğer halklara kölelik getirirdi, kendisi de köle idi.

Bu nedenle bazen hayatın verdiği sıkıntılara katlanamayıp çoğu hanlarına ihanet ederdi, altın uğruna ele verirlerdi veya adeta kaçarlardı, çeteler halinde toplanıp hem halı hem suçlu olanları talan ederdi.

Bu serseri çetelerinin aksine Salimgirey’in müfrezesine intikamcılar, belaların nereden geldiğini iyi anlayanalr gelirlerdi. Burada, hanlardan nefret edenler ve özgür hayatı hayal edenler vardı.

Müfrezenin mevcudu neredeyse bin kişiydi ama Altın Orda’ya ne yapabilirdi, büyük gökyüzünde küçük bir bulut? Bulutların gökyüzü ve kan ile gözyaşları gövdeyi götüren yeryüzünü kapatacak, yıldırımların ateşli oklarının ciz diye sokacak vakti henüz uzaktı. Ama Salimgirey mücadele etmeye devam ediyordu...

 

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

V

 

Bozkır milletikendini bildi bileli şöyle adet oldu: soyların ve kabilelerin arasındaki tüm kavgalar ve çekişmeler otlaklar yüzünden olurdu. Sürülerin rahat olduğu yerde göçebe sahibi de kendini mutlu hissederdi.

Moğolistan bozkırlarından tümenleri sürdüğü Cengiz Han da bütün dünyayı kocaman bir meraya dönüştürmeyi hayal ederdi. Bunu için şehirleri harap ederdi ve toprak sürmeyi, onu bahçelerle süslemeyi ve ekmek yetiştirmeyi bilen halkları yok ederdi.

Yeni arazileri fethedip onları aymaklara ve uluslara bölürdü ve çocuklarına, torunlarına ve sadık noyanlarına dağıtırdı.

Bundan dolayı her seferinde anlaşmazlık ve hırgür çıkıyordu. Cengiz Han zamanında fakat hiçkimse memnuniyetsizliğini sesli ifade etmeyi veya sesini yükseltmeyi cüret edemezdi. Ürkütücü hâkimin hayattan gittiğinden beri her şey başka türlü oldu. Vasiyetlerine göre ulusları ve aymakları ancak han dağıtabilirdi ve bundan böyle Cengizlilerinden kimin payına neyin düşeceği ancak Moğol tahtına kimin oturacağına bağlıydı. İşte bu yüzden azgın ve çok şiddetli oldu Cengizlilerin sayısız gruplarının arasında “kendi hanı” için mücadele.

Büyük bir iktidarına sahip olurdu her biri aymakla ve ulusla. Her canlı ona itaat etmek, şehirler ve köyler ise haraç ödemek mecburdu.

Aymağı, muharebelerde kahramanlığı gösterdiği ve han tarafından farkedildiği her noyan yönetime alabilirdi ama ulus ancak Cengiz Han soyundan olan birine ait olabilirdiü hangi soy dalına ait olduğu da mühim değildi.

Aynı şeyi Cengiz Han’ın ölümünden sonra Karakurum’da, yeni hanın seçilmesi gerektiğinde de uygulamaya başladılar. Tahta, hem rahmetlinin çocukları hem soyundan her biri aynı hakka sahiplermiş gibiydi. Ama güçlü olan, emirlerin ve noyanların arasında en çok yanlısı olan, arkasından en çok savaşçı olan kazanırdı.

Sürekli rekabet Cengizlerin tek dalına güçlendirme imkânını vermiyordu, aynı zamanda da yeni hanı çevresindekilerin fikrine kulak vermek zorunda bırakıyordu, onu emirlere ve noyanlara, ulusları yönetenlere bağlı kılardı. Dünya Sarsıtıcısı tarafından kurulmuş devlette tüm Cengizliler aynı hakka sahipmiş gibi ve refah ile ortaklaşa ilgileniyorlarmış gibi görünüyordu. Ama böylesi ancak görünüyordu.

Aynı şey uluslarda da yer almaya başladı. Karakurum’a olan bağımlılığını her sene giderek daha az hissederlerdi ve işlerini hallederek büyük Moğol hanına giderek daha az dönüp bakarlardı. Altın Orda istisna değildi.

Ölmüş hanın tahtına oğullarından biri oturmaya hazırlanıyordu ise mücadeleye kardeşleri ve hatta kardeşlerinin çocukları girerlerdi.

Batu Han’ın ve oğulları Sartak ile Ulkaçı’nın ölümünden sonra Ulakçı’nın annesi Barakşı Hatun hanı, Batu’nun oğlu Tukan’dan doğmuş torunu Tuday Mengü’yü yapmaya karar verdi.

Fakat Altın Orda’ya giren aymakların sahipleri noyanlar ve o zamana kadar devlette büyük itibara sahip olan Müslüman tüccarları başka türlü düşünüyorlardı. Batu Han’ın kardeşi Berke’yi desteklediler.

Mücadele kısa ama azgındı. Barakşı Hatun Hülagû’dan yardım istedi ama o uzaktaydı ve büyük Moğol hanı Mengü’nün sözü bile Altın Orda’da onu duymak istemeyen biri duymadı.

Cuci’nin torunları kurultayda toplanıp Berke’yi beyaz koşmada kaldırdılar.

Yeni han tüm Cengizlilerin yaptığı gibi yaptı. Barakşı Hatun ve ona yardım edenlerin çoğu dâhil olmak üzere düşmanların keleleri yuvarlandı.

İyi hatırlıyordu Berke o günleri. Sabırlı ve arzulanan avın beklentisi içinde saklanan bozkır kurdu gibi kindar olan o, amacına uzun zaman yürüyordu.

Kardeşini de nasıl kıskanırsa kıskansın, zamanında Batu’nun davrandığı gibi davrandı. Asıl bir göçebe gibi karagahı olarak Altın Orda topraklarında bulunan önceki şehirlerden hiçbirini yapmak istemedi çünkü orada emirlerin ve Müslüman olmayan gelenekleri destekleyen darguşıların nüfuzu çoktu. Her şey başarılı kardeşini hatırlatan Saray Batu’da da yaşamak istemedi. Berke Han ana karargâhını ona ait olan aymağa, İtil’in ağaşı kesimlerine taşıdı.

Burada, Orusut topraklarına, Kafkasya’ya ve İran’a, Batu Avrupa’ya ve Karakurum’a giden kervan patikalarının kavşağında Saray Berke şehrini kurmaya karar verdi.

Cömert topraklar vardı etrafta. Yüksek otlar burada her bahar yüselirdi, kamış gerdanlıkları içinde suyu berrak göller de semanın maviliğini yansıtırdı. Burada hem insanlar hem hanın hesapsız sığır sürüleri de rahattı.

Berke Han’ın yönetimi başarılı gelişiyordu. Sartak ile Ulakçı ona yol vererek hızlı bir şekilde öldüler. Altın Orda’nın gücünü ve kudretini pekiştirerek birçok toprak ona geri döndürdü. Yeni ve eski şehirlerde, zanaatçilerin güzel kumaşları, pahalı halıları, kapları imal ettiği ve silah dövdüğü karhane denilen atölyeler inşa edilirdi. Giderek daha çok tüccar gelirdi Altın Orda’ya. Şimdi de böyle bir şey oldu...

O korkunç gece hakkında tek bir düşünceden han öfkeden dişerini gıcırdatırdı.

Berke kudretli İtil’in kıyılarını severdi. Aymağının daha Kuzey Kafkasya bozkırlarında olduğu zamanlarında bile yaz için buraya göç ederdi. Şimdi ise Berke bahara zor etti.

Garip bir tedirginlik hanın kalbinde yerleşmişti. Aynı yerde uzun zaman kalamıyordu, parlak renkli bozkır da, üzerinde alçak bulutlar asılıymış gibi ve sonsuz ağır yağmurlar yağıyormuş gibi ona donuk ve gri gözüküyordu.

İki yüz Türkmen Nar devesinden ve gıcırtılı ağır kağnılar furyasından oluşan kervanı sürekli yerini değiştirerek bozkırda amaçsızca dolanırdı.

Orusut topraklarından endişeli haberler gelirdi, Novgorod’da ve Pskov’da durumlar sakin değildi. Livon nişanı, Altın Orda’nın haraç verenlerine istilaya hazırlanarak yeniden bir kıpırdanma başladı.

Berke olup bitenin bütün önemini anlıyordu ama ona hâkim olan kayıtsızlık hareket etmesini engelliyordu.

Ancak bir kere, gücenilir adamdan Salimgirey’in müfrezesinin olduğunu öğrenince donuk gözlerinde hayat ışığı parıldadı.

Dil avcısı, yüzü iri çiçek hastalığının yara izleri içinde kalmış yaşlı bir Kıpçak, hanın gözlerine bakmamaya çalışarak yavaş sesle şöyle konuşuyordu:

- Müfrezenin mevcudu bin kişidir. Onların başında, ya büyük han, eski yüzbalın Salimgirey. Onu tanıdım. Kaçakalrın arasında, ya büyük han, karıların Akcamal ile Kunduz...

- Git..., diye emretti Berke. Yüreği göğsünde deli gibi atıyordu, o da onu bir türlü sakinleştiremiyordu.

Han artık kendisine şiddetin kimin uyguladığını biliyordu, bu da artık işin yarısıydı. Orda için bin savaşçılık müfreze ne demekti? İstemek yeterdi ve itaatsızların küllerini rüzgâr bozkır üzerinde yayılır.

Berke, müfrezenin aranması için tümenin harekete geçme emrini vermeye artık hazırdı ama kaçakların ölmeden önce halka şimdiye kadar kimsenin bilmediğini açıklayacaklarına dair korkusu onu tuttu.

Akcamal da, Kunduz da ve o geceki olaylar ile ilgisi olan herkes sözünü sıkı tutuyorlardı, hanın hadım edildiğindenhala hiçbir canlının haberi yoktu. Eğer bu böyle olmasaydı söylentiler gene de Berke’nin kulaklarına ulaşırdı, dedikodu ise bu haberi rüzgâr gibi Cengizlilere ait tüm uluslara yayardı.

Demek, acele etmeye gerek yoktu. Hadımı bilen herkes ağzını açamadan hızlı ölmeli. Gerçek Moğol sabırlı olmayı ve tetikte beklemeyi bilir.

Salimgirey’in müfrezesinin yakınlığı kölelerin arasından çalkantılara yol açabilirdi, onun için de hanın yapması emrettiği ilk şey korumayı güçlendirmekti.

Az değildi başına buyruk olmayan insan Altın Orda’da. Moğollar, yeni toprakları ele geçirerek sadece esirleri yâd ellere satmıyorlardı ama çoğunu Orda’nın içinde bırakıyorlardı. Köleler, inşa etmek, sığır otlatmak, bir çiftliğin çeşitli günlük işleri yapmak için gerekliydi.

Batu Han döneminde ve Berke’nin yönetiminin ilk yıllarında köleler genellikle hizaralar diye özel kerpiç kalelerinde birlikte tutulurdu. Özel muhafızlar sabah onları işe götürürdü, gecenin gelmesiyle ise konutlarına kitlerdi.

Ama isyandan sonra, Orda’da önceki asayişi yeniden kurmak için Berke’nin on bin köleyi katletmek zorunda kaldığında mevcut düzenleri değiştirdi.

Han, birlikte toplanmış kölelerden korkmaya başladı. Bu sebepten fesattan sonra sağ kalan herkesin noyanlar ve ona yakın insanların arasında bölünmesini, hizaraların da tahrip edilmesini emretti. Artık kölelerin her biri kendi sahibinin yanında yaşardı. Burada uyuyorlardı, deriyi işliyorlardı, ayakkabı dövüyorlardı, yurtalar için koşmaları yuvarlıyorlardı.

Salimgirey’in müfrezesinin Orda karargâhının yakınında ortaya çıktığına dair haber kölelere de ulaştı. Çoğu geçen isyanı hatırlıyorlardı ve müfrezeye katılmaya, özgürlüğe çıkmayı çalışmaya hazırdı.

Bunun hepsini Berke kendi adamlarından biliyordu. Sezgisi ona er ya da geç müfrezesinin kadrosunu yeni insanlarla tamamlamak Salimgirey’in köleleri azat etmeyi çalışacağını söylüyordu. Bunu nasıl yapmak istediğini öğrenmek kalıyordu. Köleler iyi bir yemdi. Ve eğer her şey hanın planladığı gibi olsaydı, itaatsızların işini bir darbe ile bitirebilirdi. Onlarla birlikte mezarına Berke için korkunç sırrı sonsuza dek giderdi. Müfrezeden hiçbir kişi hayatta kalmamalı. Hiçbiri...

Yaşanmış rezlik düşünceleri hanı ne gündüz ne gece bırakmıyordu.

Sık sık gün ağarmadan tamamen yapışkan ter içinde kendi çığlığından uyanırdı, sonradan da genişçe açılmış deli gözleri ile karanlığa dikkatle bakarak uzun bir süre uyuyamıyordu.

Salimgirey’in savaşçılarının ona taciz edip yurtadan kaybolduğu gece kimse çığlıklarını duymamıştı ve imdadına gelmemişti. Ancak sabaha yakın Berke ellerini ve ayaklarını bağlayan kıllı kementlerden kurtulabildi.

İnsanların geldiğinde de Berke kimse bir şey anlatmadan hekimi çağırmalarını emretti. Maiyet erkânından hiçbiri hana Kunduz’un ile Akcamal’ın ve yurtayı koruyan savaşçıların nereye kaybolduğunu sormaya cesaret edemedi.

Arap hekimi Berke’yi muayene edip hanla göz göze gelmemeye çalışarak şunları söyledi:

- Yapılmış olan mahir biriyle yapılmıştır... Ancak bir hekimin ya da mollanın gücünün altındadır böyle bir şey... Düşünmekten bile korkuyorum...

Berke hekime işaret vererek yanına çağırdı, yaklaştığında da onu boğazından tutup öfke dolu tıslayan bir fısıltıyla şöyle söyledi:

- Düşünme o zaman! Düşünmemeye çalış! Hiçbir canlı olayı bilmemeli. Dilin snaa ihanet ederse de senin için gökyüzünün bile sarsılacak bir ölümü bulurum! Anladın mı beni?

Hekimin beyazlaşmış dudakalrı bir şeyler fısıldıyordu.

- Eğer yeniden sağlıklı olmama yardım edersen cömertliğim sınır tanımaz..., cezbedici bir şekilde ekledi Berke.

Birkaç gün hekim hanın yanından ayrılmıyordu, kaynamış ot ve kök şifalı sularını içeriyordu, pansumanlarını değiştiriyordu.

Bir gün, Berke’nin kendisini daha iyi hissettiği ve oturabildiği zaman yanına Arap’ı çağırdı.

- Sorunumdan kimseye bahsetmedin mi?, Diye sordu.

- Hayır, büyük han. Kuran üzerinde yemin edebilirim...

- Gerek yok..., dedi Berke. Sana inanıyorum... Orada ne konuşuluyor?, han kapının tarafınabaşıyla işaret etti.

- Kimse tahmin etmiyor bile. Sıradan bir hastalığınız var zannediyorlar...

- Bu iyidir, düşünceli düşünceli söyledi Berke. Peki, seni cömertçe ödüllendirmek için söz vermiştim... Sözümü tutacağım...

Han, elini, canlı renklerde desenler ile işlemeli halı motifli çantaya uzatıp içinden bir avuç altın para çıkardı.

- Al... Hanın eli cömerttir...

Berke sikkeleri bir yığın halinde ayaklarında döktü.

Hekimin gözleri genişledi, o da, hana doğru arık ve bükük sırtını uzatıp acele acele altın üzerinde eğildi.

Berke’nin elinde bıçak parıldadı, iğnesi de Arap’ın korumasız sırtına, kırılmış kanada benzeyen çıkık kürek kemiğinin altına kolayca girdi...

 

***

 

Birkaç gün sonra Berke yeniden Orda’nın işleri ile ilgileniyordu. Her şey eskisi gibi kalmış gibi gözüküyordu, kimse de ondan herhangi bir değişikliği farketmedi.

Ancak Berke kendisi içinde her şeyin alt üst olduğunu biliyordu. Birdenbire şunu anladı: dünyevi sevinçler artık onun için erişilmezdir. Güzel bir kadını görünce artık kalbi heyecanlanmaz ve harı geçmiş kanı damarlarında akmaz. Karıların herhangi birinin onun için sonunda bir halefi doğacağına dair son bir umut sonsuza dek öldü. Yaşamın anlamı bundan böyle birdi: olabildiğince uzun bir süre han kalmak, insanların üzerinde hükmetmek ve iktidar ile mest olmak. Bu düşünce Berke Han’ın ruhunu kuvvetlendiriyordu ve görünüşe göre aynı kalmasını sağlıyordu.

Ancak ara sıra iradesi dışında canlı önceki hayat onunla kendisi için uydurmuş dünyaya istila ederdi ve huzur hanı terk ederdi, gönlü de kendini oradan oraya atmaya ve ateş ile yanmaya başlardı.

Eskisi gibi, kimse onun hadım olduğundan şüphelenmesin diye Berke bazen karılarını ziyaret ederdi.

Bir kez onlardan birinde gece geçirdi. Kadın henüz gençti, vücudu sağlamdı, okşamaları bir zamanlar hanın hoşuna giderdi ve içinde arzusunu uyandırırdı.

Ama şimdi bunun anısı bile öfkeye ve tiksintiye neden oluyordu.

- Ben yoruldum, dedi Berke. Onun için de seni istemiyorum.

Kadın sesini çıkarmadı. Hükümdarın sözü, kanundur. Sadece bunu daha önce söylediğini ve muhtemelen bir sonraki sefer de aynı şeyi tekrarlacağını düşündü.

Şafaktan az evvel han uyandı. Yanındaki yatak boştu, eli de tenin sıcak göbeğinin yerine soğumuş kumaşa değdi.

O sessizce kalkıp yavaşça basarak yurtadan çıktı. Dolu ay bozkırı büyülü parıldayan ışığa boğuyordu, uzakta da mahalle görünüyordu. İtil’den yumuşak ve ılık rüzgâr kesik kesik esiyordu.

Berke aniden telaşlı bulanık bir fısıltı, sonra yavaş kısık inlemeleri duydu. Büyük bir hızla ve gürültü etmeden yurtanın arkasına fırladı ve şaşırıp kaldı.

İki devenin arasında tam yerde karısı yatıyordu. Han kadının yüzünü görmüyordu, ancak beyaz, ay ışığı içinde kalçaları hareket ediyordu ve gözlerinin önünde hafifçe sallanıyordu. Üzerinde, genç Bura devesi gibi çıkıp kurulmuş, hanın huzurunu koruması gereken nüker eğildi.

Berke deli ve genişlemiş gözleri ile olup bitenleri izliyordu, sonra gözleri yurtaya dayanmış savaşçının mizrağında durdu. Yavaşça onu alıp başının üzerinden havaya yüksek kaldırıp şiddetle tam istediği yere fırlattı.

Hayattan saklanmak mümkün değildi. Her gün o hana kendini hatırlatırdı, o zaman da o ayrı bir gayretle Orda’nın işleri ile uğraşmaya başlardı.

Berke tahtın üzerinde görünüşe göre sakin oturuyordu ama içinde deliliğe yakın öfke kasıp kavuruyor, hanın aldığı kararları da hızlı ve sert idi. Bu tür günlerde ölüm hükümlüsü çok olurdu.

İktidar... Şan... Bunlar Berke’ye hayata bağlanmaya yardım ediyordu ama tekrar ve tekrar aklına o kokunç gece geliyordu, yorulmuş yüreği de öce açtı. Fani dünyada ta ölüm saatine dek düşmadan intikamını düşünmeyen tek bir Cengili olmamıştı. Han da her gece rüyasında intikamı görmeye başladı...

Alışılmış, yüzyıllar boyunca oluşmuş düzeni bozarak ve yıkarak Moğollar, Kıpçak bozkırına büyük değişiklikler getirdiler. Onlar gelmeden önce ne göç yolları ne yazlık otlakları ne kışlak yerleri bir aileye ya da aula ait olamazdı. Her soy istediği yerde göç ederdi. Kimse kervanın yolunu kesmeye cüret edemezdi. Bozkır büyük ve engindi. Moğolların ortaya çıkışıyla bozkır birdenbire dar oldu. Fatihler onu aymaklara böldü. Bundan böyle bir zamanlar özgür soylar yeni hâkimlerine boyun eğmek zorundalardı zira hem gönülleri hem bedenleri, ailelerinin bütünü ve hayvanları ile birlikte artık onlara aitlerdi. Aymak yöneticisi göç yollarını, kışlaklar ve yaz otlamaları için doğal sınırları belirlerdi. Emirnamesine göre her soy han ordusu için belli bir savaşçı sayısını ayırmak mecburdu.

En iyi arazileri hükümdarlar aldılar ve maiyetine hediye ettiler. Ulusların sınırları, Moğol kanunlarına uygun olarak kesinlikle uyuluyordu ve eğer herhangi bir soyun her şey eskisi gibi bırakmaya kalkıştığı, itaatsızlığı gösterdiği takdirde onu ağır bir caze beklerdi.

Yıllar geçiyordu fakat Moğol hâkimlerinin fikrine göre Deşt-i Kıpçak’ta temellenmesi gerek sessizliğin ve itaatliğin yerine bozkır, Moğol atının toynağının bu toprağa ilk bastığında gibi çalkanmaya devam ediyordu.

Mecburi ianelerden fakir haline gelen insanlar kavisli kılıcın ve kıllı kemendin ilmiğinin ulaşamayacağı toprakları bulma ümidiyle hükümdarlarından kaçarlardı. Ama Moğollar her taraftaydı, o zaman da kaçaklar Salimgirey’in mğfrezesine benzer müfrezeler halinde toplanmaya başladılar. Birlikte en azından kendi hayatı korunabilirdi. Yağmalayanlardan, tecavüz edenlerden, öldürenlerden nefret insanları birleştirirdi.

 

 

***

 

Salimgirey’in müfrezesi ile hesabını görmeye karar verip Berke, yazlıktan ana karargâhı Saray’a her zamankinden daha erken döndü.

Burada da onu hem sevindirdiği hem üzdüğü haber yakaladı.

Hülagû İlhan öldü. Altın Orda’nın bir düşmanı eksik oldu. Bu akıllı ve her zaman tehlikeli bir düşmandı. Görünüşe göre sevinmek gerekiyordu ama Berke’yi birdenbire boğuk, sızlayan bir hüzün kapladı. Her şeyin er ya da geç sonu geleceğini anladı. Ve onun ölümü de birini sevindirecek vakti gelir. Hülagû ile ortak şeyi çoktu. Her biri, cesetlerin, kanın üzerinde yürüyerek sadece uluslarını kudretli etmek, olabildiğince çok halk fethetmek için yaşıyordu. Akıbeti ise dünyada yaşayan herkesin gibi acıklıdır. Her şeyin tacı, bedeninin ve beyninin küllere döneceği ve seninle birlikte sonsuza dek ikbalperest niyetlerinin gideceği bir avuç bozkırdır.

Hülagû, hiç olmazsa dünyada devamını bıraktı. Peki, Berke tahtını kime verecek? Ondan sonra kim gelecek ve kudretli Altın Orda atını hangi tarafa yöneltecek?

Yenilmez bir güç hanı artık giderek daha sık kamış gölünün kıyısına çekiyordu.

Yaz artık ikinci yarısına geçti, tohuma kaçmış otlar da bozkır rüzgârına eğilerek selam veriyordu, ılık ve mesteden o da yeşil dalgaları leylaki bir pusa bürünmüş dünyanın kenarına sürüyordu.

Berke, daha önce hiç olmadığı gibi yaşamak istiyordu. Genellikle bunu düşünmüyordu. Sadece yaşıyordu ve kaderle onun için tahsis edilen yılların yakında kesilmeyeceğinden emindi.

Bu sene genç kuğular yaşlı ve yalnız kuşa gelmediler. Han aniden kendisinin de aslında bu dünyada yanlız olduğunu hissetti. Başkalar soyunu devam ettirmek için doğdular, o ise, demek oluyor ki, bir süre Orda’nın altın tahtında oturmak ve iz bile bırakmadan hiçliğe gitmek için doğmuş.

Tahta hâkim olmak mutluluktur, peki o zaman neden gönül, en sıradan bir savaşçıya ulaşılabilir olan şeyi yani giderken sözünü ve umutlarını bırakılabilecek bir oğlu özleyerek kendini oradan oraya atıyor?

Berke gözlerini ayırmadan göle bakıyordu. Sakin dalgalar kıyıyı kaplayıveriyordu, kamışları karıştırıyordu, uzun ve esnek saplarını sallandırıyordu.

Beyaz çıkık göğsü ile dalga sırtlarını yararak tam hana doğru yanlız bir kuş yüzüyordu.

Berke’nin hatırladığı kadarıyla kuğular hana asla yaklaşmazdı. O, ileri ne olacağını merakla bekliyordu.

Kuş ise geröekten ondan korkmayı düşünmüyordu. Kıyıya yüzerek yaklaştı ve karbeyaz boynunu uzatıp başını nemli kuma koydu.

Han kuşa doğru bir adım attı, elini uzattı ve şaşırıp dondu. Kuğunun gözleri tam insan gözleri gibiydi, Berke içinde hüznü ve acıyı gördü.

Kuş ansızın kanatları ile şiddetle suya vurdu ve acı boğuk çığlığı gümüş boğazından çıktı.

Han irkildi. Kuğunun hareketsiz bedeni ayaklarında duruyordu.

Yüzünü avuçları ile kapatıp acele acele lafını şaşırarak dua okumaya başladı...

O gün Berke gölde her zamankinden daha fazla zaman geçirdi. Cengiz Han’ın ona hediye ettiği kutsal kuşlardan son kuşun ölümü onu sarstı.

“Bu son mudur sahiden?, diye çaresizlik içinde düşünüyordu. Hayatının ipliğinin yakında kopacağına dair Tanrı’nınişareti, uyarısı mıdır acaba?”

Sonra çaresizliğin yerine aniden hınç geldi. Han kadere boyun eğmek istemiyordu. Günleri sayılı olsa da hala Altın Orda’nın hanıydı, onun için başka bir sevinç yoksa da o zaman bu sonuna kadar en büyük sevinci olsun.

Daha iktidar ve on binlerce insan üzerinde hükmetme hakkı var, üstelik bir yerlerde, güneşe ve mavi semaya sevinerek intikam alınmamış düşmanlar dolanıyorlar.

Her şey Allah’ın elindedir ama o yaşadığı sürece Orda onun sözünle yaşayacak ve hanın istediği olacak.

Hınç ve korku güya solucan Berke’yi içinde kemiriyordu, bedenini kurutuyordu. Çıkık elmacık kemiklerindeki sarı cildi eskiden daha çok gerginleşti, hanın gözlerinde ise titrek hummalı bir parıltısı belirledi.

Ruhu bedenini terk ettiğinde kimse onu hatırlamasa da şimdi Salimgirey, Akcamal ve Kunduz ile hesabını görmeliydi. Onların canlı canlı yüzülmesini emredek korkunç bir ölüme verecek.

Bir gün Berke çadırına Tuday Mengü’nün çağırılmasını emretti.

Kısa boylu, geniş göğüslü noyan hanın karşısında saygıyla duruyordu. Ona bakarak Berke aniden ne dedesi Batu’ya ne babası Tukan’a benzemediğini düşündü. Cesur svaşçı Tuday Mengü aynı zamanda asabi, dilini tutamayan, bazen de adeta geveze oluyor.

Geleneksel selamlaşmadan sonra han şöyle söyledi:

- İtil’in yukarı kesimlerindeki ormanlarda çok fazla kaçak köle toplandı. Başlarında eski yüzbaşımız Salimgirey. Onlarla birlikte Kafkas Dağları’nda esir aldığın kız Kunduz...

Tuday Mengü’nün yüzünde tebessüm yayıldı:

- İkisini de iyi tanıyorum. Ama Kunduz’un kız olduğunu kim yemin edebilir...

Berke hırçın hırçın kaşlarını çattı:

- Seninle konuşmak istediğim bu değil...

Noyan hanın öfkesini farketmeyerek çekik gözlerini kısıp gülmeye başladı.

- Tabii ki o kız değil ama gerçek bir peri... Gözlerin nuru... Ah, neden Nogay noyanı dinledim...

- Beni dinle..., sertçe sözünü kesti Berke. Köleler Altın Orda için fazla tehlikeli olmaya başlıyorlar. Orduyu alıp onlara karşı çıkacaksın. Dil avcıları sana inine yol gösterecekler. Kölelerin hiçbiri diri gitmeyeceğini sağlayacaksın...

- Kunduz’u ne yapacağım?

- Öldür, acımasızca dedi han. İtaatsızların arasında küçük karım Akcamal da var. Onu da öldür.

Tuday Mengü üzüntülü üzüntülü dilini şapırdattı:

- İki güzeli en için öldürmek gerekiyor? Onları istemiyorsan, ya büyük han, bana ver...

- Öldür, diye tekrarladı Berke. Kadınları istiyorsan tüm karılarımı alabilirsin...

Tuday Mengü olmaz anlamına başını salladı.

- Yaşlı kadınlar neme lazım? Kendim ninelerim az mı?

Başka kimseye Berke huzurunda böyle konuşmaları sürdürmeye izin vermezdi. Ama o noyanı iyi tanırdı ve bunların hepsi boş lafların olduğunu biliyordu. Hanın istediğini Tuday Mengü’den daha iyi kimse yerine getirmez. Köleler ile başa çıkmak kolay olmayacak. Onların biri, noyanın ellerine sağ düştüğü takdirde kendilerine ne olacağını biliyorlar.

- Güzellere kapılma, diye tekrarladı Berke.

Tuday Mengü ansızın ciddi oldu:

- Deli değilim aklım başımdan gitsin. Her birini atın kuyruğuna bağlayacağım...

Deli değil... Cengizlilerin arasında tam böyle bilinirdi Tuday Mengü. Kimse mağluplar ile böyle ince ve zalimane hesabını görmeyi onun gibi bilmezdi, bu kişinin döktüğü kadar kimse kan dökmezdi.

Tuday Mengü ordusu Salimgirey’in ordusuna ertesi gün batarken sefer açmalıydı bugünkü akşama sadık adamlar hazırlanan saldırıdan uyardılar.

Salimgirey, noyan ile görüşmesinden kaçınmamaya karar verdi. Büyük Cengiz Han zamanlarından beri Moğolların nasıl davrandığını iyi bilirdi. Gitmeye, saklanmaya çalışırlarsa bile Tuday Mengü geri dönmez izlerin peşinde ta dünyanın kenarına kadar olsa yürür.

Çökmüş gece Berke planladığı her şeyi bozdu. Novgorod’dan beklenmedik bir sırada Danil boyarı başında elçilik teşrif etti. Elciler ivedi iş ile geldiler o yüzden han onları hemen kabul etti.

Novgorod’un ve Pskov’un üzerinde yeniden bulutlar toplanıyordu, Alman şövalyeleri yeniden şanslarını denemeye hazırlanıyorlardı.

“Altın Orda Sartak Han ile verilmiş vaatlerini hatırlıyorsa, diye dedi Danil, o zaman bize ordu konusunda yardım etsin.”

Berke Orusutların gelişine hazırdı. Uzun zaman ve çok düşünüyordu o ne yapacağını Almanların Novgorod ve Pskov’a harekete geçtikleri takdirde. Onlara boyun eğmek, zengin haracı ödeyen Orusut topraklarını kaybetmek demekti. Orda, birine kendisinden yağlı lokmayı almaya izin verecek kadar güçsüz değildir.

Han Tuday Mengü’yü çağırdı.

- Kararımı değiştirdim, dedi. Köleler ile başka biri hesabını görecek. Senin yolun ise Orusut topraklarına düşer...

Noyan sevindi:

- Emret, ya büyük han. Köleler ile başka biri uğraşsın. Yoksa Allah korusun güzeller gözlerimi sisle kapatırlar, kalbim de yumuşar...

Tuday Mengü’nün gevezeliğini dinlemeyerek Berke şöyle devam ediyordu:

- Novgorod ve Pskov topraklarına gidip Orusutlara Almanların demir süvarisini yıkmaya yardım edeceksin...

Hanın şaka edecek havada olmadığını görünce noyan şunu sordu:

- Ne zaman harekete geçmemi emredersin?

- Şafak vaktinde.

- Baş üstüne.

 

 

***

 

Şolpan’ın sabah yıldızı daha gri gökte henüz sönmemişti, ama Tuday Mengü’nün te ordusu Rus toprakları tarafına yönelmişti bile. 

Salimgrey Noyanın (köy muhtarı) yapacaklarını düşündükçe endişeleniyordu. O, savaşa hazırlıklıydı, saldırı bekliyordu, Moğollar ise İtil’in sahillerinden uzaklaşıyordu.

Salimgirey bir tuzak kurulmasından şüphelendiği için Kunduz’un başta bulunmasıyla Tuday Mengü’nün arkasından küçük bir ordu gönderdi. Noyanın niyetini öğrenmek lazımdı.

Öğlen saatlerinde Salimgrey’in karargâhına bir atlı savaşçı geldi.  Kunduz Tuday Mengü’nün ordusunun çam ormanıyla çevrili gölün kenarında dinlenmek için durduklarını haber verdi. Düşmanlar atlarına su verip karşı sahile otlamak için sürmüşler. Bu da noyanın yarın sabaha kadar gölde kalacağı demekti.

Salimgrey kendisi savaşı başlatmak istemiyordu, çünkü güçler eşit değildi, ama gece saatlerinde düşmanın dinlendiği zaman baskın yapabileceği cazip fikir onu rahat bırakmıyordu. Kendi ordusuna küçük küçük gruplarla Moğolların karargâhlarına yaklaşmalarını emretti. 

Salimgirey’in ordusu Moğolların onların çok yakında bulunduğu farketmemeleri için  sık ormanda saklandılar. Savaşçılar son kes bir daha savaştan önce silahlarını kontrol ettiler, atlarının eyer kolanlarını çekip sabitlediler.

Salimgirey gizlice orman kenarına gelip Moğolların karargâhına yaklaştı. 

Eski zabit savaşın kolay olmayacağını hemen anlamıştı – Tuday Mengü’nün emri altında on binden fazla savaşçı vardı.  Tecrübeli ve savaşa hazır atlı savaşçılar onun daha dün köle olan, ellerinde kılıç bile tutamayan bin savaşçısına karşı duruyordu.

Ama noyanın karargâhına beklemedikleri bir anda saldırmanın faydası var mı? Nasıl olsa kötü silahlanmışların öfkesi ve nefreti böyle bir gücü yenemez. Moğollar birlikteyken onları yenmek mümkün değil.

Acaba Tuday Mengü’nün aklındaki neydi? Ne yapmayı düşünüyordu? Niye tuhaf davranıyor, müfrezeyi aramak yerine niye uzaktaki Rus topraklarına geçmeye hazırlanıyor?

Cevapsız bu sorular Salimgirey’i rahat bırakmıyordu. O, tumenin (12-14 yüzyıllarda Moğol ve Tatarlarda on bin savaşçıdan oluşan ordulara verilen isim) at arabalarının sefer için hazır olduklarını, kervansız, sökülüp takılabilinen yüklenmiş yurtaları (bir çeşit göçebe çadırı) görüyordu, her savaşçı başına iki tane yedek at vardı. Moğol ordusunun böyle bir hazırlık yapması ordunun hızlı hareket etmesi gerekltiği demekti, hızlı ve...uzak sefere...

Aniden Salimgirey arkasında yavaş hışırtı duyduğunda sarsılıp döndü. Aşağı eğilmiş, sık çalıda saklanarak ona taraf Kunduz geliyordu.

- Ne oldu? – diye o telaşla sordu. 

- Saray  Berke’den bizim adam geldi. Hanın fikrinin değiştiğini söylüyor. Rusların ricası üzerine Tuday Mengü  onların topraklarına saldıracak düşmanı yenmelerine yardım etmek için Novgorod’a (Rusya’da bir şehir ismi) gidiyor.

Salimgirey geniş ve rahat bir nefes aldı.

- Bak, - Moğol karargâhına işaret ederek o dedi. – Biz onlarla baş edemeyiz, beklemedikleri bir anda bassak bile. Onların sayısı çok fazla...

Kunduz gözlerini kısıp yüzlerle ateşin tüttüğü, insanların koşuştuğu gölün alçak kumsal sahiline bakıyordu.

- Yazık,- o dedi.- İki gruba ayrılsaydılar keşke. Ben Tuday Mengü’yü kendi atının kuyruğuna bağlardım... – Kunduz’un gözlerli kinle doldu. – İnsanlara ne kadar acı verdi o adam... Şimdi başka bir fırsat beklemek lazım...

Uzun süre ikisi de sustu. Güneş ormanın arkasında batıyordu, uzun gölgeler tunç çam ağaçlarının arasından toprağa bakıyordu. Orman sakinleşti, hava kapanıktı. Moğolların ateşlerinden lacivert duman havalanıyordu, rüzgar bu dumanı uzun dolaşmış saç gibi gölün üzerinden Rus topraklarına götürüyordu.

- Ben ne yapılacağını biliyorum, - aniden Kunduz dedi. – Belki şimdi şansımız olmadı, ama biz yaşamaya devam ediyoruz ve hareket etmeliyiz. O elini Salimgirey’in omzuna koydu. Gidelim buradan, düşündüklerimi anlatayım...

 

 

***

 

Gün ağarırken Tuday Mengü’nün ordusu telaşsız seferlerine devam etmek için hazırlnanıyordular. Kuş uçuşu gibi pek hızlı hareket ediyordular. Gece gündüz, durmadan sadece kısa sürelik uyku için, hayvanlarını yedirmek için Moğollar Kuzey tarafa Rus topraklarına taraf ilerliyordular.

Salimgirey’in kafası başka işlerle meşguldü. O gece ordusu eski durağına döndü, Kunduz aklındaki fikrini anlattı. Fikri çok basit ve güvenilirdi, Salimgirey fikri beğenip onaylamış, hemen gerçekleştirmeye başlatmıştı.

Birkaç gün sonra Berke’ye kendi savaşçısını gönderdi, hana bunları söylemek için ‘Bizim ordumuz büyüktür. Sendeki kölelerin hepsini serbest bırakmazsan, sana baskın edip şehrini yıkacağız’.

Bu kadar sert bir talep için çok iyi bir fırsattı, zaman doğru seçilmişti.

Nogay’ın Altın Orda’sında vazife gördüğü zaman orduda yaklaşık otuz bin savaşçı vardı. Berke noyanın ne kadar kurnaz ve kararlı huylu olduğunu bildiğinden dolayı hep onun tahtını alabileceklerinden korkuyordu. Bu yüzden Nogay’ın Hülâgü seferinden dönüşünden sonra o zamanki vazifesinden uzaklaştırıp Orda’nın topraklarında büyük alan verip oraya gönderdi.

Berke artık barış olduğunu düşündüğünden yeni komutan tayin etmedi, ve yanında sürekli ordunun bulunmamasını emretti. Bundan böyle şehri savaşçı orduları koruyordu, savaşçılar aşiret tarafından üç aylık süre için seçilip gönderiliyordular. Bir tümeni (12-14 yüzyıllarda sayısı on bini geçmeyen Moğol ordusuna verilen isim) geçmiyordu.

Şimdi, Ruslar yardım istediklerinde Tuday Mengü işte bu tumeni götürdü.

Berke, Tok  Böke Noyana karagahı korumak için hemen yeni ordu göndermesini haber vermek için kendi ulağını gönderdi, ama o orada yoktu, Saray  Berke’de gönüllü asayiş ekibi üyelerinden başka hiç kimse yoktu, savaşçılar yoktu. Salimgirey Kunduz’un tavsiyesiyle bu fırsattan yararlanmak istedi.

Köleler Salimgirey’in talebini öğrendiklerinde heyecanlandılar. Berke han öfkeliydi, ama mecbur kalıp köleleri bırakmaya karar verdi.

Orduya yeni savaşçılar eklendi. Salimgirey kendi insanlarını İtil’dan yukarı götürdü, çok geçmeden izleri geniş bozkırda kayboldu. 

Sonra gri, soğuk, keskin, dikenli, rüzgarlı sonbahar geldi. Bir gün kar yağdı ve bir daha erimedi.  Selimgirey’in ordusu başka bir oduyla karşılaştı, diğer ordunun başına bahadır Jagan geçmişti. İtil’de kışlamaya karar verdiler, burada atlar için otlaklar vardı, ve böylece ilkbaharı beklemek mümkündü, avcılıkla karınlarını doyuruyordular. 

Kışın başında Salimgirey ve Akcamal  karı koca oldular...

 

 

***

 

Beyaz kefenle örtülmüş, içinden rüzgarlar esen derin uyku içinde Kıpçak (Kazak) bozkırı yatıyordu.

Aynı zamanda sıcacık yerde, uzun kış görmeyen Maveraünnehir’e kuvvetleniyordu, Barak han güçleniyordu.

Zanaatçılar Hocent’e, Buhara’ya, Semerkand’a onun ordusu için silah hazırlıyordu. Altın Orda’nın güçlenmesinden, vahşi göçebelerin yeni baskılarından korkan insanlar, Barak’ın yeni tumenlerinin iyice silahlandırması için ellerinden geleni yapıyordular, kendi hükümdarları başka hükümdarlardan daha merhametli   görünüyordu.

Barak ordusunun güçlü olduğuna inanarak savaşçılarını Otrar  tarafa gönderiyordu, ama Kaydu’nun tumenleri ile büyük bir savaşa girişmeye karar veremiyordu. 

Bunun için sebebi vardı. Seyhun’a yakın bir yerde sanki büyük bir ejderha gibi Altın Orda’nın Mengü Temür komutanlığı altında elli bin süvari saklanıyordu.

Altın Orda’nın ne düşündüğünü bilmediği için Barak, Kaydu’dan çok bu ordudan korkuyordu.

Her şey her an değişebilir, bu yüzden hep dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekti.

Beklenmeden Kaydu’dan başta noyan Kıpçak (annesi Kudan, babası Ugedey) ile elçiler geldi. Onlar şöyle dedi:

- Biz hepimiz Cengiz Han’ın torunlarıyız, kendi aramızda kavga etmek bize yakışmaz. Kıpçak bozkırları ve Maveraünnehir’e enginlikleri her kese yeter. Bu toprakları parçalamayalım.

Barak sevincini saklayarak konuşana hak verdi. Birbirilerine baskı etmemeye karar verdiler, gelecek sene ise tüm kuşakları toplayıp kurultay (Moğollarda toplantı) yaparak aralarındaki anlaşmazlıkları çözecekler.

 

Berke bu anlaşmayı kışın ortalarında öğrendi. Çagatay’ın ve Ugedey’in aralarında yaptıkları bu anlaşma Altın Orda için pek de iyi değildi.

Sarayında noyanları toplayan kızgın Han konuştu:

- Mengü  Temür neyle meşgul? Ben ona beş tumeni niçin verdim? O Ugedey’in ve Çagatay’ın kurt yavrularını birbirlerine karşı kışkırtmalıydı, onları zayıf düşürüp Maveraünnehir topraklarını almalıydı. Ama o, hakir, alçak, korkak ise sıcakta uyukluyor!

Berke, Mengü Temür’ün kamargahına hemen ordu göndermeye karar verdi, bu ordu noyana Seyhun’un sahilindeki görevini hatırlatalı, Altın Orda’nın hanının öfkeli sözlerini söylemeliydi.

Bu sene kış her zamankinden farklıydı. Şiddetli kar fırtınaları hiç durmuyordu, Moğol atları rüzgara karşı yürüyemiyordular, rüzgarın basıncına dayanamayıp diz çöküyordular.

Sıcacık ilkbahar geldi. Güneş birkaç gün içinde Deşt-i Kıpçak’ın dağlarına rüzgarın eserek getirdiği karları eritti. İlkbahar suları denize dönüştü. Yayık, Irgiz, Turgay Çöl ırmakları taştılar.

Bu erimeler bittikten sonra toprak eski haline dönmeye başlamıştı ki, aniden, bitmek bilmeyen bardaktan boşanırcasına yağmurlar yağıp her tarafı bataklık etti, atlar bataklıklarda batıyordu.

Berke’nin elçileri zorla Mengü Temür’ün karargahına ulaştılar. Çagatay’ın ve Ugedey’in torunları arasındaki arkadaşlığın güçlendiğini ve bu arkadaşlığı onların kısa süre içinde bozabilmeyeceklerini anladıklarında hayal kırıklığına uğramıştılar. Mengü Temür’ün bunca zamandır karargahında raahatça oturmasının, hiç bir şey yapmamasın sebebini onlar bilmiyordu. Noyanın özel sebepleri vardı, hedeflerini de kendisi seçerdi.

 

 

***

 

Mengü Temür’ün hareketsizliği sinirine dokunarak canını sıkmış olduğu Berke Han tüm kışı endişe içinde geçirdi.

O, toprağın kurumasını, İtil’nın sahillerinin yeşillenmesini zor bekledi. Taze su ile sulanmış ilkbahar bozkırları günden güne daha çok çiçek açıyordu. Bozkırın üzerindeki gök yüksekte ve uçsuz bucaksızdı. Göllerin ve ırmakların kenarları sayısız kuş katarlarından karanlığa çevrilmişti. İtil’in çalılığında ise genç yapraklar arasında aşktan deliye dönmüş bülbüller ötüyordular. 

Günlerden bir gün Berke Rus topraklarından yeni dönen Tuday Mengü’yu ve Tuday Mengü’nün oğlunu Tıktay’ı çadırına çağırdı. Noyanlar içeri girdiğinde han kendini tutamayıp onlara hayran hayran bakıyordu. İkisi de genç, endamlı, hızlı hareketli erkekti. Üzerlerindeki giyisi Cengiz Han’ın zamanında Moğol savaşçılarının giyimi gibiydi. Üzerlerinde çekmen (Kafkasya halkında hırka ismi), hırkanın üzerinden kemer bağlanmış, kemerden kılıç asılı duruyordu, ayaklarında yumuşak Moğol çizmeleri, kafalarında borik (Moğol şapka türü), şapkanın kenarı sarı tilki kürkü ile bağlanmıştı.

Berke bu iki noyanların bu dünyada en çok silahları ve atları sevdiklerini biliyordu. Onların kılıçlarının ve hançerlerinin kınları ve sapları altın ve gümüş ile süslenmişti, değerli taşlarla ışıl ışıl yanıyordu. Siyah ve sıcak atlarının eyerleri, dizginleri, üzengileri ve kolanları beyaz temiz gümüş ile işlenmişti. 

Genç noyanlar gürültü yapmayı, tartışmayı çok severdiler, bu yüzden Cengizliler onların kavgacı olduklarını söylüyordular.

Birbirilerini selamladıktan sonra Han Tuday Mengü’nün ve Toktay’ın oturmalarını rica etti.    

Noyanlar tahtın alt kısmına serilmiş yumuşak tüylü Pers halısına oturdular, Doğu kültürüne uygun ayaklarını altlarına alıp, dinlemeye hazır olduklarını bildirdiler.

- Sizin şu an kaç savaşçınız var?

- Emire göre her birimiz kendisi ile beş bin savaşçı getirdi, - tetikte olan Toktay Han’ın gözlerine bakarak cevap verdi. 

- Tamam.  Söyleyin onlara her an, günün her saatinde sefer için hazır olsunlar. Ben kendim onları götüreceğim...

Tuday Mengü öne çıktı:

- Seferimiz uzağa mı?

Sözünün kesilmesini sevmeyen Berke kaşlarını çattı.

- Hayır. Düşmanın yüzünü görmek için sadece iki gün gerekecek. Öğrendiğimize göre, kaçak köleler grubu şu an İtil’nın sağ sahilinde bulunuyorlar, Siyah ormandalar. Biz onların çevresini sarıp ormanı yakacağız...

Tuday Mengü neşeli neşeli güldü:

- Demek ki, aralarındaki o iki güzeli de diri diri kavuracağız!..

Toktay Noyan’ın sözlerine hiç bir cevap vermedi. Yüzünde ciddiyet ifadesi vardı:

- Boşuna ormanı niye yakalım ki? Kölelerin sayısı iki binden fazla değildir, bizim cesur savaşçılarımız sorunsuz onların üstesinden gelirler.

Berke olmaz anlamına başını salladı:

- Bizim savaşçılarımız at üstünde savaşmaya alışkınlar, orman yiğitliklerini ıspatlamak için iyi bir yer sayılmaz. Kölelerin arasında fazla Rus ve Bulgar var. Onlar ormana alışkınlar, yaya olarak savaşmayı biliyorlar, lazım olduğunda herhangi bir örtme kolun yanından gizlice geçmenin yollarını iyi biliyorlar. Söylediğim gibi yapacağız. Ateş savaşçıların yapamayacaklarını yapacak.

- Tamam, öyle olsun,- diye noyanlar teklifi onayladılar.

- Gidin, sefer için hazırlıklığınızı yapın. Bu gün Siyah orman tarafa Çin hava-yakıt karışımı ile doldurulmuş otuz tane tulumla kağnılar gönderilsin.

Tuday Mengü’ye ve Toktay Han’a baş eğdiler.

 

 

***

 

Siyah orman İtil sahilleri boyunca uzanıp gidiyordu. Kocaman meşe ağaçları, uzun güzel çam ağaçları, karbeyaz renkli akağaçları dallarını birbirine sararak geçilmez sık orman kurmuşlar.

Salimgirey’in ordusu bu siyah ormanın karanlıklarına saklanıp Rus ve Bulgar topraklarından haraç toplayan Moğol ordularına ve kervanlara baskın ediyordular.

Savaşçılar sık ormanın arasından iki atlının geçebilceği dar yol açtılar, bu yolun sonu bozkır enginliğine çıkıyordu, aynı yolla da geri karargâhlarına dönüyordular. 

Salimgirey burada uzun süre kalmayı planlamıyordu. Kaldıkları yer rahattı, ama gidiş geliş yolu geniş değildi. O bozkırın tümden kuruması, ırmakların eski haline dönmesini bekliyordu.

Kışın tanıştıkları genç bahadır, özgür kipçak ordusunun elebaşı Cagan, Salimgirey’i bozkırın içine çağırıyordu, Yayık’nın sahiline, Han karagahından uzak bir yerlere. Orada ona yakın olan kipçak kuşakları göç ediyordu, onlara güvenmek mümkündü, kaçakları teslim etmezdiler. 

Salimgirey bundan sonra ne onun ne de onun insanlarının rahat hayat sürmelerinin mümkün olmayacağını biliyordu. Er geç birileri hana onların nerede saklandıklarını haber verecek, ve Orda’nın acımasız uzun eli onlara uzanacak. 

Duraksız, uzun süren yolculuktan, sürekli çarpışmalardan ve kovalamalardan sonra insanların hiç olmazsa kısa sürelik dinlenmesi gerekti. Gizli bir hayal daha vardı: belki orduya yeni savaşçılar katıldı ve ordu daha büyük güce sahip oldu.

Berke’nin noyanları uygun zaman seçmesini iyi biliyordular.

Casusların verdikleri habere göre on bin Moğol savaşçısı gece yarısı Siyah ormana gelmişler. Kaçakları her taraftan ortaya aldılar. 

Hava-yakıt karışımının nasıl kullanacağını iyi bilen, Berke hana çalışan Çinliler rüzgarın hangi yöne esdiğini hemen belirleyip tulumların içindekini gerekli yerlere döktüler.

Ateş binlerce yılan gibi tüm ormanda kayıyordu, sık ormanı ışıklandırdı. Kırmızı hava hortumları kıvırcık dallı çam ağaçlarının tepesine kadar yükseldi.

İlkbahar suyuyla sulanmış genç ağaçlar ateşe teslim olmak istemiyordu, ama ateş çok güçlü idi.  Rüzgar dönüp dolaştı, uğuldadı, göklere kadar kargaya benzer lapa lapa kül parçaları yükseldi. Sanki meşale gibi yanar dal gibi uçuşuyordu.  Onların arkasından ise ateş silindir gibi yuvarlanıyordu, yuvalarını kaybeden, ağaçların tepesindeki kuşlar endişeli endişeli bağırışıyordu.

Ateş karargâha yaklaşıyordu. Bir tek İtil’in yakınları şimdilik sakindi. Savaşçıların bir kısmı Salimgirey’in emriyle kadınları ve çocukları alıp ırmağa taraf yönlendiler. Geride kalan savaşçılar ise korkmuş atları bulup eyerlemeye çalıştılar, yakıcı duman neredeyse tüm karargâhı kaplamıştı. Bir tek yol açıktı – İtil’e giden yol. O taraftaki sessizlik korkutuyor ve kuşkulandırıyordu, ama başka çıkış yolu yoktu, Salimgirey ırmağa taraf hareket etmeyi emretti.  Yakan rüzgar insanların yüzünü kurutuyor, gözleri yakıyordu, ateş gökleri komple sarmıştı. Yıldızlar söndü.

- Suya! – diye Salimgirey bağırdı. Her kes suya! Sağ kalanlarla karşıdaki sahilde buluşaçağız!

Sahiller dikti, ateş yüzünden gözleri yanan atlar kişneyerek suya atlıyordular. Onların arkasından savaşçılar silahlarını suya atıp, üzerlerindeki elbiseyi çıkarıp kendileri de suya atlıyordu. Sahilde savaşçıların suyu geçmelerini beklemek için yalnızca Salimgirey ve otuz savaçşı kaldı.

Irmağın güçlü akışında kaybolmamak için insanların bazıları atların yelelerinden, bazıları kuyruklarından tutmuştu. İtil’de gündüzmüş gibi her taraf aydındı, yalnızca uzaktaki kurtarıcı sahil karanlığa gömülmüştü. 

Berke, intikam almasını iyi biliyordu. Onun emriyle daha karanlık basmadan binlerce savaçşı Tuday Mengü’nün emri altında İtil’in karşı tarafına geçip, Siyah ormanın yüksek çalılıklarında saklanmıştı.

"Hiç bir köre bozkıra gitmemeli",- Han noyana dedi. Böyle olması için Tuday Mengü’nün elinde gelen her şeyi yapacağına emindi.

Kaçaklar kurtulacaklarına inanmayarak sahile ulaşır ulaşmaz onlara saldırıverdiler, birileri kafalarına kalın sopalarla vuruyordu. Yere düşen cesetleri ise mızrakla delip, öldürdüklerinden emin olup, Moğol savaşçıları ölüleri suya atıyordular.

***

 

Etrafında savaşçılarla birlikte Berke İtil’in yüksek sahilinde duruyordu. Savaşçıları tarafından yakılmış orman alev alev yanmaya başladığında Berke’nin gözleri sevinçle dolmuştu.

O, sahilde kendini oradan oraya atanları, koşuşturanları, keskin sesle kişneyen atları, İtil’in suyunun kandan ve ateşten kırmızı olmasını görüyordu.

Han’ın yüzü hareketsiz ve yakındaki ateşten pembe olmuştu. Kalbi sevinçle doluydu. Nihayet geceleri onu rahatsız eden, uzun zamandır hayal ettiği şey gerçekleşmişti.  

Duşmanlarını yıkmayı başarmıştı. Bundan fazla sevinç olabilir miydi, intikam almak istediklerini ayaklar altına almayı başarmaktan büyük sevinç olabilir mi?

Berke’nin rezaletine şahit ve sebep olanlar gözü önünde ölüyordu. 

Han, kemerinden asılı olan sayga boynuzundan sıkıca tutarak, gözünü o manzaradan almadan, hiç bir şeyi kaçırmamaya çalışarak o anı ebediyen hatırlamak için ateşi seyrediyordu. 

Aniden eskide olan, unutulmuş bir şeyi hatırladı. O zamanlar Berke yirmi yaşlarından biraz fazlaydı, bir gün ırmağın sahilinde durup duman ve ateş içinde insanların koşuşmalarını seyrediyordu. Ama o zaman orman değil, muhteşem Rus şehri Harmankibe yanıyordu.

O zamandan beri ateş manzarası Berke için bir sevinç ve yücelik kaynağı olmuştu.

Han aniden belki de bu ateşin onun hayatındaki son zafer ateşi olduğunu düşündü, ve bir daha zafer sevincinden kalbi duracakmış gibi duyguları yaşayamayacaktı.

Hareketsiz yüzü titredi. Sol kulağındaki sekiz gramlı pırlanta sallandı, dişsiz ağzını kıstı, sanki gülümsüyor gibi, sırma kumaştan dikilmiş hırkasını giydiği omuzları kamburlaşmıştı, Berke’nin arkasında artık ölüm duruyordu. Ama han kendini kenardan görmüyordu ve bunların farkında değildi.

Berke, gün ağarana kadar, daha dün Siyah orman olan yerden son ateş kaybolana kadar, yüksekteki sahilde bekledi. 

Büyük İtil sahildeki kanı, ölenlerin cesetlerini alıp götürdü, ama Berke’nin kalbine bir ağırlık çöktü. Keşke her zaman yangın, ateş olsaydı, her taraf, tüm dünya alev alev yansaydı, insanlar bağırışsaydı! Ama bunu muhteşem Altın Orda’nın hakimi, büyük han  bile yapamazdı.

Salimgirey’in yanında kalan savaşçılar yakıcı ateşte boğulmamak için yüzlerini ıslak mendillerle bağlamış, yavaş yavaş atlarla dar sahilden geçmeye çalışıyor, ormandan açık bozkıra çıkmak istiyordular. Uçurumun siyah gölgesi ve dumanla kaplanmış bulutlar sayesinde kaçakları fark etmek olmuyordu. Tehlikeyi atlattıklarını anladıklarında uçurumun tepesine tırmanmaya başladılar. Aniden Salimgirey sarsıldı, karşısında, ormanın kenarında küçük atlı grubu gördü.  Sabahın alacakaranlığında Salimgirey atlıların arasında Berke hanı hemen tanıdı. Hanın yanında ondan fazla savaşçı yoktu.

Akılına hemen çözüm geldi. Kaderin kendisi onu kanlı hanla karşılaştırdı, böyle bir fırsatı kaçırmak olmazdı. Salimgirey hanın yanındaki onu koruyan savaçşıların tecrübeli ve güçlü savaşçı olduklarını iyi biliyordu, ama onun savaşçılarının sayıda üstün olmaları büyük fırsattı. 

- Atlara binin! – diye o bağırdı. Arkadaşlarımızın ölmelerine sebep olanlardan intikamımızı alalım!

Atların toynaklarının uğultusundan yer titredi, saldıranların hırıkltılı çığlıkları öfke dolu uluma gibi duyuluyordu.

Salimgirey direniş göstereceklerini bekliyordu, ama Berke Han onu koruyan savaşçılarına bir şeyler söyledi, kamçısı ile atını kamçılayıp, atın yelesine sıkıca sarılıp, hızlı bozkıra taraf götürüldü. Han’ın kendini tehlikeye atmamasına karar verdiği, onları anlaştıkları, savaştan sonra Siyah ormanda Moğol savaşçılarının toplandıkları yere kandırıp götürmek istediği anlaşılmıştı.

Salimgirey’in savaşçılarının atları bir gün önce uzun ve zor gece geçiren Altın Orda’nın savaşçılarının atları kadar çok yorulmadıkları için hanın savaşçılarının atlarına kolayca  yetişiyor, coplarla ağır şiddetli darbeler indirip atlıları eyerlerden düşürüyordular. Yalnızca tüm kipçak bozkırında ünlü olan Berke’nin atı Aktanger büyük bir hızla sahibini tehlikeden uzaklaştırıyordu. Han’ı ısrarla Salimgirey ve Başkir bahadırı Galimzyan takip ediyordu. Bahadırın atı mükemmeldi, halk arasında ona ‘uşkur’ diyorlar. Kısa mesafeli at yarışlarında bu at kuşlara bile yetişebiliyordu, ama uzun mesafeli yola gücü yetmiyordu. Bu yüzden Galimzyan atının tüm gücünü kullanarak Berke’ye yaklaşmayı başardı. Atın dizginini atıp okunu aldı.  

- Ok atma! – diye Salimgirey bağırdı. Onu sağ olarak ele geçirmeyi deneyelim.

Başkirin ne yapacağını düşünmesi zaman kaybettirdi, atı gittikçe yavaşlamaya başladı. Çok geçmeden Salimgirey bahadırı geride bıraktı. Artık yalnızca kendisi hanı takip etmeye devam ediyordu. Hanı ne pahasına olursa olsun tutmak isteği ona güç veriyordu, sanki onun Türkmen atı argamak da sahibinin sabırsızlığını, coşkunluğunu ve istediği hissediyordu. Neredeyse ayaklarını toprağa basmadan at bozkırda uçuyordu.

Yavaş yavaş kaçak ve takipçinin arasındaki mesafe azalıyordu. Takip hızından oluşan rüzgar gözlerden yaş akııttırıyordu. Salimgirey hanın boynuna kemendin ilmiğini atmak için üzengi üstüne kalktı, ama o an Berke başını çevirdi ve genç savaşçı gibi ok attı. Demiri bile delen kızıl ok Salimgirey’in göğsüne saplandı ve Salimgirey’i arkaya attı. O başını arkaya atıp, ağrıdan çarpılmış ağzı ile soğuk rüzgarı hissediyordu, gözlerinin en son gördüğü manzara güneşin doğacağı yerden sabah şafağının al renkli çizgisiydi.  

 

 

***

 

Zaferle ilgili düzenlenen törendre oturan Berke hayatın fani olduğunu düşünmeye devam ediyordu.

Onun her şeyi vardı: şanı şöhreti de, altını da, insanlar üzerinde iktidarı da, ama han özellikle bu sabah bunların hepsinin aldatıcı ve geçici olduğunu hissediyordu. Onu gururlandıran, varlığının anlamını gördüğü şeylerin hepsi geçiciydi, sönüyordu, bunca sene yaşadıklarından yorulan kalbi artık eskisi gibi sevinip kederlenemiyordu. Alıştığı gibi yaşamak, alıştığı gibi davranmak, alıştığı gibi hareket etmekten başka bir şey kalmamıştı. 

Acaba bunca şeyi gerçekten yaşamış mıydı, hayat boş ve acımasız mı?

Ona baş eğen köleleri cezalandırdığı gece içindeki telaşı Berke artık hissetmiyordu. Tavşan yılıydı (1255)...

İran’daki ulaklar endişeli haberler getiriyordular. Hülâgü ölmüş, ama onun mirasçıları Kafkasya’daki kayıpları ile uzlaşmak istemiyordu. İşte o zaman Berke yanına Nogay’ı çağırıp, düşmana Altın Orda’nın gücünü ve büyüklüğünü hatırlatmak için yine tumenlerle birlikte Muganskaya bozkıra sefer etmeleri gerektiğini  emretti.  Fakat ilhan Abak korkmayıp karşılarına büyük ordu gönderdi.

Savaş Kura’nın sahilinde başladı, ama bu kez gökler Nogay’a karşı merhametli değildi. O savaşta yıkıcı yenilgiye uğradı, kafasından yararlandı ve bir gözü kör oldu.

Altın Orda’nın kalan kısmı aceleyle Şirvan’a çekildiler.

Nogay’ın tumenlerinin ölüm haberi Berke’yi sarsıttı. Üç yüz bin savaşçı alıp kendisi de başlarında olmakla beraber noyanına yardıma gittiler. Ama hatta bu, ilhan Abak’ı düşüncesinden vazgeçtirmedi, barışmayı düşünmüyordu. Sanki içinde bir öngörü vardı. Savaş olmadı. Altın Orda’nın büyük hanı yoldayken kalp krizinden öldü.

Sacaşçılar Berke’nin cesetini karargaha getirdiler. İlk kez hanı Kerulen ve Onon bozkırlarının yani Han’ın uzak Vatanın törelerine göre gömmediler. Berke müslümanların lideriydi, kendisi de Hazreti Muhammed Peyğamberi’nin dinini kabul etmişti, Saray şehrinin batısında, bir düzlükte gömüldü. Mezarının üzerine sayısız at kemikleri değil, islam dininin şartlarına göre siyah taştan mezar diktiler ve bu mezarın üzerinde altınla adını ve cenazelerde Kuran-i  Kerim’den okunulan bir sure yazdılar.  

Altın Orda’nın geçici hükümdarı Berke’nin güçsüz ve hasta küçük erkek kardeşi Berkencar oldu.

Ordunun sahip olduğu tüm topraklarda yas günü ilan edildi.

Ertesi yılın ilkbaharında Saray  Berke’ye kurultay için Cuci’nin torunları geldi. Uzun süren tartışmalardan sonra Altın Orda’nın yeni hanı Mengü  Temür seçildi.

Ama bu kez de fırsat noyan Nogay’ın yanından geçti. Muhteşem Cengiz Hanın torunları ve torun oğulları, onun enerjisinden, iktidarından ve sert huyundan korkup kendi rahatlıkları ve huzurları için biraz daha sakin, daha yumuşak huylu ve uyuşkan olan Mengü Temür’ü  tercih ettiler. 

Altın Orda için yeni dönem başlamıştı, ama bu dönem pek parlak değildi, Orda’nın geleceğini karanlıklar bürümüştü.

Berke Han, Batu’nun yaptığı gibi yapmadı yani Orda’ya yeni topraklar eklemedi, ama han olduğu süre boyunca ona kalan miras toprakları cesurca korudu.

Gerçek Moğol , her şeyde Muhteşem Cengiz Han’ın kurallarına, vasiyetine uyuyordu, Cuci’nin torunlarından hiç biri onun yaşadığı sürece altın tahta oturmak istemedi.

Dedesi gibi, Berke noyanlar ve emirler arasında ortaya çıkan davaları kendisi çözüyordu. Hiç kimse kendi sorununu veya hedefini gerçekleştirmek için hana yakın olan insanların yardımı ile çözmeye çalışmıyordu. Çünkü bu yolu seçenleri ölüm bekliyordu.

Cengiz Han vasiyet etmiştir: "Binlerce veya yüzlerce tumenin lideri yalnız ve yalnız her şeyde hana baş eğen, itaat eden biri olabilir. Yılın başında ve sonunda o yıl içinde yaptığı her şey hakkında rapor vermelidir. Keyfince davrananlar, hiç bir şey yapmayıp dinlenenler, veya yaptıklarını, sık kamışlara atılan, sudaki taş veya ok gibi  saklayanlar yok olmalılar. Orda’nın başında böyle liderler olamaz".

Berke Han, bu vasiyetin dışına çıkmıyordu. Her kesin de onun emrine itaat ettiği için Altın Orda’nın savaşçıları Batu’nun hanlığı zamanındaki gibi çelik disipline uyuyordu. Hatta hiç kimsenin emrine baş eğmeyen dikbaşlı ve kızgın huylu Nogay da Berke’ye karşı çıkmıyordu.  

Savaşçı yiğitliği yeteneği sayesinde Berke, değil Altın Orda’yı güçlendirdi, hatta zenginliğini artırdı. O, ticaret, zanaat işleri ile kendisi ilgileniyordu, onun hükümdarlığı altında olan topraklarda yaşayan hiç kimsenin vergi ödemekten kaçmasına izin vermiyordu.

Hain, kurnaz, uzak görüşlü Berke bu hayatı terketti. Hiç bir falcı ve kahin Altın Orda’nın ve onun gelecek hanı hakkında, gelecektek haber vermeye cesaret etmiyordu...

 

 

***

 

Kaydu ve Barak düzenlenen kurultayda anlaştılar , bu anlaşma domuz yılında oldu (1269).

Talas’ın sahiline bu törenli olaya katılmak için yalnızca Çagatay’ın ve Ugedey’in torunları değil, toplanan Cengizlilere Altın Orda’nın hanı Mengü Temür’ün sözlerini söylemek için Cuci’nin oğlu Berkencar da gelmişti.

Bayram töreni yedi gün sürdü. Sekizinci gün Kaydu’nun yurtasına  (bir çeşit göçebe çadırı) toplanan Cengiz Han’ın torunları buraya toplanmalarının sebebini konuşmaya başladılar.

Bu kez de diğer seneler gibi barış ilan edildi, Cengizliler eski kavgaları unudup birbirilerine yardım ederek fethettikleri topraklarda beraber hüküm sürmek ve yönetmekle ilgili konuları konuştular.

"Altı kişi birbirine dargınsa, hepsi kaybeder, hepsi elindekileri birer birer kaybeder. Ama beraberlerse onları yıkacak hiç bir güç olamaz",- diye Kaydu fikrini bildirdi.

Toplananların hepsi söylenenlere katıldılar.

Bu kurultayda Han’ı özel beyaz döşeğe oturtmadılar, ama bu onun verdiği kararları etkilemedi. Bugünden sonra Orta Asya’da Kaydu’nun lider olmasına hiç kimse karşı çıkmadı. Çagatay’ın emri altına Maveraünnehir’in üçte ikisini verdiler. Üçüncü kısmını ise oy birliği ile Mengü Temür’ün ve Kaydu’nun emrine, beraber yönetmelerine verdiler.

Altın Orda bir zamanlar onun sahip olduğu Almalık, Tokmak, Merke, Kulan, Akırtobe, Taraz, Saudkent, Kumkent, Şolap, Kurgan gibi şehirlerini geri aldı.

Böylece bir zamanlar Cengiz Han tarafından oğulları arasında bölüştürdüğü topraklara onların torunları yeniden sahip oldular. 

Kurultayda Buhar’da ve Semerkand’da yaşayanları yeniden kölelere ve zanaatçilere bölmeye karar verdiler, her grubun başında duracak, vergi toplayacak sorumlu birinin seçilmesi gerekti.

Kurultay her zamankinden farklı olarak barış yoluyla bitti. Buraya gelenlerin hepsi birbirilerine sadık kalacaklarına yemin ettiler, ve anda olmaya karar verdiler (anda kan kardeşi olmak demektir). Cengiz Han’ın torunları aynı tastan şarap içtiler, aynı tabaktan yemek yediler. 

Şimdi Mengü Temür’ün iki sene önce elli bin kipçak süvarisini ile Maveraünnehir’e götürme sebebinin, ne kadar bilgeli olduğunu her kes anlamıştı. Bugün o, kan dökmeden, Göklerin merhametini kaybetmeden istediği her şeyi elde etti. 

Kaydu’ya ve Barak’a pek güvenmeyen Altın Orda’nın hanı ne olur ne olmaz diye Buhara’daki ve Semerkand’daki yerlerini korumak için, tumenlerinden birinin bu şehirlere yakın, Çagatay’ın sınırlarına yakın bir yere yerleşmesini emretti.

Bu kurultayda Barak, ihtiyatlı bir şekilde kendi auluna Horasan ve Afganistan topraklarını eklemek istediğini söyledi; Cengizlilerin çoğu bu ricaya karşı çıkmadılar – yeni savaşlar onların sahip oldukları topraklardan uzak bir yerlerde başlamalıydı, demek ki endişe için sebep de kalmazdı.  

Barak’ı Kaydu hararetle destekliyordu. O, bu toprakların sahibi olan Hülâgü’nün torunları ile savaştığında Barak’ın ordusunun zayıf düşmesini ümit ediyordu. Güçlü komşu, kardeş bile olsa, tehlikeliydi. 

Ertesi sene insanlar tarafından desteklenen Barak\  tümenlerini Horasan’a taraf hareket ettirdi. Ama Kaydu tarafından yardım için gönderilen kipçak savaşçıları savaş arifesinde karargâhı terkettiler.

İlhan Abak Barak’ı yenilgiye uğrattı, Barak yanında beş bin savaşçı ile zorla Buhara’ya koşup saklandı.

Barak’ın geri çekilmesi o kadar çabuk ve plansız oldu ki, takipten kaçtığı zaman attan düşüp omurgasını zedeledi, ayakları tutuldu.

Barak’ın işlerinin kötü olduğunu, yeni ordu toplayamadığını gören, şimdiye kadar bir kelime etmeyen Çagatay torunları kıpırdamaya başladılar. Baraka’nın durumu zordu. Umutsuz kalan Barak yine kardeş komşudan, Kaydu’dan yardım istedi.  .

O, yine yardım etmeye hazır olduğunu söyledi, ve yirmi binlik ordusuyla Seyhun’un orta kesimine taraf yönlendi. Ama pek hızlı gitmiyordu, sanki savaşçıları atları değil, yavaş yürüyen öküzleri eyerlemişti. Kaydu bekliyordu. Onun için kimin kazanıp kimin yeneceği önemli değildi. Ordusundaki savaşçılar yeniydi.

İnanılmaz bir şey oldu. Yürümeyi bilmeyen Barak yeni topladığı ve tecrübesiz ordusu ile bu savaşı kazandılar.

Artık Kaydu ile bir işi kalmamıştı, ona tumenlerini geri çekmesini söyledi.

Fakat Kaydu bunun için buraya kadar gelmemişti, geri dönmeyi düşünmüyordu. Harekete geçme zamanı yaklaştı. Emeksiz kazanç çok yakındı, hiç bir Cengizli böyle bir fırsattan vazgeçmezdi, hatta bu fırsattan yararlanmak için kardeş dediği insandan bile vazgeçmeye hazırdı.

Kızıp kavga etmek çin bahane bulmak çok kolaydı.

Kaydu, Barak’ın onun (yani Kaydu’nun) insanlarının kurultayda karar verildiği gibi vergi toplamalarına engel olmasıyla suçladı.

Kaydu’nun tumenleri o gece Barak’ın savaştan sonra yorulmuş savaşçılarını ortaya aldılar. Barak sabah şafağını göremedi, hayatını kaybetti.

İnsanlar farklı farklı şeyler konuşuyordu. Kimi emirin kalbi ihanete dayanamayıp durmuş, kimisi ise Kaydu’nun adamının emiri zehirlediğini söylüyordu.

Gerçek sebebi kim söyleyebilirdi ki? İnsanlar bir şeyi iyi anlamıştılar artık – Cengizliler ansızın ve çabuk ölüyorlar. Buna artık her kes alışmıştı...

 

***

 

İnsanların söylediklerine rağmen Kaydu Barak’ı görkemli gömmeği emretmişti, çünkü Cengiz Han soyuna ait olan herkes doğru dürüst gömülmeyi hakediyordu. Moğol törelerine göre gerekli olan her şeyi yapıp sonra Kaydu kendi bildiği gibi yaptı. 

Ölen tarafından baskı görmüş her Çagatay torunu Barak’a ait  malından aldılar. Mubarek şahın eşi Kaydu’nun gözleri önünde Barak’ın eşinin kulağından altın küpeleri çekip aldı, ama Kaydu daha  onun kardeş dediği ile bir yatağı paylaşan kadının hakarete uğramasına karşı çıkmadı. Nerdeyse bir sene geçmişti ki, Kaydu’nun göğsü Barak’ın göğsüne değdi, altın topraklarda kanları birleşip artık ebedi kardeş oldular...

Kaydu kendi ordusunu Barak’ın savaşçıları ile birleştirip güçlü oldu. Daha han seçilmeden Kaydu ürkütücü ve güçlü olmayı başardı. Bundan böyle ona ait olan topraklar doğuda Çin hanlığı Kubılay’dan kuzeydeki ve batıdaki Altın Orda’nın sınırına kadar ve güneyde Hülâgü’nun ilhanlığına kadar uzanıyordu.

Kaydu artık zor durumunda ona defalarca yardım eden Altın Orda’ya öfke dolu bir nefretle bakıyordu.

Berke’nin defininden sonra Mengü  Temür adaletliğini ıspatlamayı başardı, kipçakların arasında durumu sağlamdı. Ama Han bunun ebedi olmadığını iyi biliyordu. Kipçaklar büyük bir güçtü, ama onların Moğollar tarafından fethedilmiş bir halk olduğunu unutmamak lazım, ve her zaman tetikte olmak lazım. Mengü  Temür Nogay’ın tavsiyesini iyi hatırlıyordu, aynı tavsiyeyi Berke Han’a da vermişti: Rus topraklarına girip, Rusları Moğol yapmak. Acaba bu kadar akıllı Nogay fethettiği milletlerin büyük bir göl, Moğolların ise bu gölde bir avuç tuz olduğunu anlamıyor mu? Yumruk bir kez açıldımı tuzdan eser alemet kalmaz, erir.

 Han alaylı gülümseyerek, Nogay’ın tavsiyesini dinleseydi, Rus topraklarını ordusuyla bassaydı, belki de bir sene sonra vaftiz edilmiş olmazdı, o ve savaşçıları Rus giyimi giymezdi?

Kaydu’dan çok Mengü Temür’ü Altın Orda’nın batısındaki topraklarda geçen olaylar telaşlandırıyordu. Eğer bozkırdaki kipçaklar baş kaldırıp kendilerinin bir halk olduklarını düşünmeye başladılarsa, o zaman Rus topraklarındakiler daha fazlasını yapabilir, çünkü onlar hayvan otlatmaktan başka daha çok şey biliyorlar. 

Moğol süvarisinin Rus topraklarını  çiğneyip, şehirlerini yaktıktan beri yaklaşık kırk sene geçti. Eskisi gibi Rus Knezlikleri birleşemiyor, eskisi gibi knezler arasında tartışmalar ve kavgalar yaşanıyor, bu olaylar Moğollar için büyük fırsattı. Son zamanlar Tverskoy ve Moskova knezlerileri hakkında konuşulmaya başladı. Ama bu knezlikler de birleşmeyi düşünmüyor, eski konuları, davaları açıp kavga ediyordular.

Mokova’da knez Aleksandr Nevskiy’in oğlu Daniil oturuyor. Acaba kafasında neler kuruyor? Babasının ismini kullanarak etrafında Rusları toplamayacak mı acaba? Diğer knezlikler sanki kendi topraklarıyla Moskova’yı Altın Orda’dan saklamışlar, ve Moskova günden güne güçleniyor; bu şehirden pek çok ticaret yollarının geçtiği için, şehirin zenginliği  artıyor.

Eğer Moskova Tver knezliği ile birleşirse diğerleri de birleşmek istemez mi? O zaman Altın Orda Kaydu’yu unutmaya mecbur mu kalacak? Ruslara tumenlerini yeniden mi gönderecek? Tüm bunlar Mengü Temür’ü rahatsız ediyordu. Zaman değişti, onlarla savaşmak artık zor, Batu  Han’ın zamanındaki kadar kolay değildi.

Ama zenginlik ve şöhrete aç olanlar yalnızca Cengizlilerin arasında değildi. Rus knezleri eskisi gibi kendi aralarında anlaşamıyordular, gözlerinde sık sık açgözlük ve haset ateşleri tutuşuveriyordu. Rus topraklarında bu gibi duygular varken Altın Orda rahat olabilirdi. Yalnızca dikkatli olmak lazım, gerekli zamanda fırsattan yararlanmak, karışmak lazımdı.

Cuci, Batu, Berke... Her Han kendisinin ondan önceki handan daha akıllı ve daha uzak görüşlü olduğunu zannediyordu. Hepsi kendi yolunu arıyordu, ama Cengiz Han’ın ordusunu kurduğu tekerekli izlerden hiç biri dönemedi. Çok yakında Mengü Temürbu yolun tek doğru yol olduğunu anladı. Yenilmiş halka hakim olmak, onları dizgin altında tutmak, yalnızca büyük atanın öğrettiği gibi mümkündü. Bunun için altın ve güçlü ordu lazımdı.

Tüm dünyayı fethetmeyi planlayan Cengiz Han yendiği halkardan tumeni için lazım olacak her şeyi alıyordu. Si ve Sya devletlerinden demir aldı, bu demirlerden savaşçıları için kılıçlar yaptırdı, Çinlilerin elinden barut, duvar ve metal makinelerini aldı. Böylece onun ordusu en güçlü ordu olmuştu. 

Altın Orda da güçlü bir ordudur. Ama savaşçıların hana baş eğmeleri için daha zengin, cömert olması, savaşta cesaret gösteren her kese hediye vermesi lazımdı.

Cengiz Han tüm savaşları kazanıyordu, uzun zaman yıkıcı baskın görmeyen şehirleri bile. Ugedey Han’ın bilgece danışmanı Yelyuy Çuçay söylüyordu: "At üstündeyken fethettiğin toprakları eyerde kalarak yönetmek mümkün değil".  Altın Orda soyulmuş yerleri yine yine soydukça kendisi zarar görmeden kalmıyordu.

Mengü  Temür Orda’nın iş işleri ile ilgilenmenin zamanı geldiğini düşünüyordu.

O, yendiği halkın, zanaatçilerin, tüccarların ödeyecek vergi fiyatını artırdı. Bundan böyle hayvan sayısına, ektiği tarlaya, av ettiği hayvan sayısına, tuttuğu balık sayısına, kestiği ağaç sayısına ve döverek yaptığı nal sayısına göre vergi toplanacaktı.

Ama para olmadan vergi ödemek çok zordu. Para lazımdı. Moğol atlarının ayakları bastığı yerlerden toplanan paraların hepsi Altın Orda’ya gidiyordu.

Mengü Temür kendi parası olan ülkenin eksiksiz bir ülke olduğunu biliyordu.  Bu yüzden Berke hanın başladığı işi devam etmeye karar verdi.

Ordu, ilk altın kuruşlarını Bulgaristan’da yaptırdı. Berke müslümandı, bu yüzden madeni paralarda onun hükümdarlığından otuz sene önce ölen An Nasrattin Allah’ın profil resmi olmasını emretti. Tüccarlara An Nasrattin’in resmi olan parayla ödediğinde islam dinini yücelttiğini düşünüyordu.

At yılında (1258) Hülâgü Bağdat’ın duvarlarına yaklaştığında her şey değişti. 

Hülâgü’nün savaşçıları duvarlardaki gediklerden karınca gibi şehrin sokaklarına döküldüler. Kıyım ve soygunlar başladı.

Bağdat halkı teslim olmuyordu. İşte o zaman daha dün Moğollara şehrin dervazesini açmak istemeyen Mustasim halife ilk merhamet isteyenlerden oldu.

- Eğer halkını direnmemesi için ikna etmeyi başarırsan sana karşı merhametli olacağım,- diye ilhan dedi.

Mustasim itaat etti. O, dini bütün müslümanlara şunları söyledi:

- Bu Allah’ın isteğidir. Direnmeyi bıraksanız Moğollar size dokunmayacaklar...

Bağdat’ın sakinleri halifelerinin sözlerine inandılar. Silahlarını teslim ettikten sonra Moğollar diğer fethettiği halklara davrandıkları gibi bunlara da aynı davrandılar. Şehir  dışında, açık bozkırda hiç kimseye acımadan kıyım yaptılar.

Toprak öldürülenlerin kanın daha kurutamamıştı ki, Hülâgü Mustasim’e dedi:

- Biz senin soyunun misafirleriyiz. Zenginliklerini göster bakalım.

Korkudan titreyen halife, Moğolları kenarlarına demir şerit geçirilmiş bir siyah kapıya getirdi. Hülâgü’nun savaşçıları kapıyı kırıp, içindeki depolardan altınla dikilmiş tüm elbiseyi, dinarlarla, incilerle, değerli taşlarla dolu sandıkları dışarı taşıdılar.  

Çıkardıkları her şeyi ilhanın ayağı altına taşıdılar, ama o göz ucuyla bile bakmadı. Hülâgü kaşlarını çatmıştı. O, Mustasim’e dedi:

- Şimdi bize halifenin altının göster.

- Yemin ederim ki...

- Yemin etme! – diye Hülâgü öfkeyle bağırdı. Ben sana Bağdat halifelerinin yüzyıllar boyunca topladıkları ve sakladıkları altınların nerede olduklarını soruyorum?

Noyanlardan biri Mustasim’in boğazına kılıcının keskin ucunu dayadı.

- Hadi!.. Söyle! Yoksa benim savaşçılarım kendileri arayıp bulacaklar. Onlar köpek gibi altının kokusunu hemen alırlar. Eğer sensiz bu işi yaparlarsa o zaman sen hayatına karşılık hiç bir şeyle ödeme yapamazsın. 

Halifenin yüzü çalmasının renginden beyaz oldu.

- Orada...- titreyen parmaklarıyla sarayın yanındaki gök renginde küçük bir su haznesine işaret ederek dedi.

Moğol savaşçıları hemen deri tulumlarını alıp havuza yaklaşıp suyu boşaltmaya başladılar. Beyaz kumlu dibi gördüklerinde en sabırsızları kazmaya koyuldular. Kısa süre içinde Hülâgü’nun ayakları altında altından dağ oluşmuştu, savaşçılar yeni altın çıkarmaya devam ediyordular.

İlhan’ın yüzü taş gibi sakindi, yalnızca küçük gözlerinde kızıl altının aksisi farkediliyordu.

Bağdat halifeliliğinin çöktüğünü öğrenen büyük Moğol hanı Mengu, Berke’ye An Nasrattin’in resmi olan kalan tüm paraları eritmesini emretti. Bundan böyle Altın Orda parayı bir tek onun izni ile basabilirdi.

Dıştan itaat ettiğini gösteren Berke ona sadık olan müslümanlara An Nasrattin’in resmi ile para basmaya devam etmelerini söyledi. Bu büyük bir sırrdı ve sadece Almalık’ta, Hocent’te ve Otrar’da bastırılıyordu, ama artık gümüşten ve bakırdan yapılıyordu. 

Altın Orda çoktandır Karakorum’dan ayrılmıştı, kendi parasını bastırmaya başlamakla Mengü  Temür özgür bir devlet lideri olduğunu ıspatlamak istiyordu.

Artık Büyük Moğol Hanlığı yoktu. Hanlığın son hükümdarı Arik  Böke ölmüştü. Koyun yılında (1271)  Kıbılay kendini Çin imparatoru ilan etti, başkent için Hanbalık’ı seçti, yeni devlete Yuan ismini verdi.

Hülâgü kendi ilhanlığını kurdu. Orta Asya’da Kaydu hükumet ediyordu. Altın Orda’nın başında ise Mengü  Temür bulunuyordu.

Altın Orda’nın hanı uzun süre parasının nasıl olacağına karar veremiyordu, yeni dinarlarda kimin resminin olması gerektiğini bilmiyordu. Belki Ordunun kurucusu olan Batu Han’ın, yoksa Orda’yı güçlendiren Berke’nin mi?

Hayır. Orda’nın altını hükümdarın ismini göstermelidir, her kes dinarlarda  büyük hanın Mengü Temür’ün yüzünü görmeliydi.

 

 

***

 

Mengü Temür’ün yüz ifadesi  sıkıntılıydı. Biraz önce onun yurtasından birinci vezir Katay çıktı, vezirin söyledikleri Mengü Temür’ün aydın iç dünyasını bulandırdı. 

Vezir hoş olmayan haber verdi. Söylentiler dolaşıyordu, Mengü  Temür kendisi de duymuştu, ama duyduklarına önem vermiyordu, inanmak istemiyordu. Katay, Uljatay’ın (Han’ın küçük eşi) Han’a Abaş ile (onun ikinci eşi Kutub Hanım’dan olan oğullarından biri) ihanet ettiklerini söyledi. 

Moğol hanları için oğullarından biri hanın eski eşlerinden biri ile evlenmesi gayritabii değildi. Bazen olurdu, oğlu öldükten sonra  hanlar da kendi gelinleri ile evleniyordu, ama ihanet etmek her zaman her kez tarafından mahkum ediliyordu.

Mengü Temür artık genç değildi, ama buna rağmen vezirin ona söyledikleri onu öfkelendirdi.

Kendine hakim olmasını iyi bilen han dıştan sakin görünüyordu, ama kaşlarını çattı, gözlerinde kötü parıltı belli oluyordu.

O bir anlık Uljatay’ı ve kendi oğlunu Abaş’ı göz önüne getirdi. Siyah öfke aklını kararttı. Hayır, o, böyle bir şeye izin veremezdi!

Mengü  Temür gözüne gelen görüntülerden kurtulmak istiyordu, ama yere uzanmış güzel kadının beyaz vücudu ve kısa kollu ve göğüslü oğlu Abaş hep gözünün önündeydi...

Han elini çırptı. Kapıda nükerlerden biri göründü.

- Söyle muzalim bana gelsin.

Nüker gitti, hemen esmer yüzlü bir savaşçı içeri girdi, bu savaşçı karargahta muzalimin görevlerini yapıyordu. Muzalim hanın özel görevlerini yapan kişiye söyleniyor.

Mengü Temür’ün elleri titriyordu.

- Yaklaş bana,- savaşçıya emretti.

O sessizce yumuşak halının üstünde ileri adımlayarak hana yaklaşıp baş eğip selamladı ve emri bekledi.

- Abaş yarınki şafağı görmemeli,- diye Mengü Temüryavaş, ama buyururcasına, gözünü muzalimin yüzünden çekmeyerek dedi.- Anladın mı beni?

- Anlıyorum ve itaat ediyorum, büyük han...

Savaşçının yüzü duygusuzdu.

- Çık.

Adam Mengü Temür’den uzaklaştı.

Hanların hiç biri emrini yerine getirecek özel kişilere yaptırdıkları emirlerin sebebini açıklamıyordu. Hiç kimsenin hükümdarın gizli düşüncelerini bilmesi gerekli değildi. Han sırrı muzalimin başı üstünde duran her an vurabilecek bir kılıçtır. Muzalim bir yerlerde gereksiz bir şeyler konuştuğunda bu kılıç onu nerede olursa olsun bulup görevini yapıyordu.

Mengü Temür’ü  verdiği emrin nasıl gerçekleşeceği ilgilendirmiyordu. Muzalim düşünüp kendisi nasıl uygun görecekse öyle yapacak. Han’ın emrini ne pahasına olursa olsun yerine getirecek.

Nüker yurtanın kapısını açtı, içeri Uljatay girdi. Mengü  Temür şaşırdı. Küçük eşi sanki onun sözlerini dinlemiş gibi, olup bitenleri biliyormuş gibiydi. Yurtanın içi aydındı, han kadını iyi görüyordu.

Mevzun endamlı, yüz çizgileri ince, yüksek göğüslü kadın Mengü Temür’ün önünde durup gülümsüyordu.

Oyrot emirinin Buga – Temür’ün kızı, Cengiz Han’ın küçük  kızı Çiçigan’ın doğurduğu kız her zaman istediği gibi davranıyordu, hanın diğer eşlerinin yapamadıklarını bu kız yapıyordu.

Mengü Temür’e iki erkek çocuk ve iki kız çocuğu doğurdu, han Uljatay’ı çok seviyordu.

İşte şimdi de, ona bakarak Mengü  Temür kalp atışlarının hızlandığı hissediyordu. Aklına kötü fikir gelmişti: "Abaş ölsün. Ondan başka dokuz oğlum daha var, tahtı her zaman birine bırakmak fırsatım olacak".

Uljatay’ın yüzü aniden öfke ve kapris ifadesini aldı:

- Büyük Han, sen acaba gerçekten mi yaşlandığını ve benim altını bakıra değiştiğimi düşünüyorsun?

- Ne diyorsun sen? – hırıltılı bir sesle Mengü  Temür sordu.

- Ben senin Katay vezirini söylüyorum. Bu adam artık çoktan insan değil, solucan gibi kıvrıla kıvrıla sürünüyor...

- Ne yaptı sana?

- Aramızı açmak istiyor, bizi birbirimize düşman kılmak istiyor...Kalbi kötülüklerle dolu...

Han inanmayarak hafifçe gülümsedi. Uljatay’ın ne öğrendiğini nereden bilecekti ki?

Vezir hanın onuruna saygı gösterdiği için sadece eşinin ona ihanet ettiğini söyledi, ama bu sabah Uljatay’ı ve Abaş’ı beraber sevişirken yakaladığından bahsetmedi.

Mengü Temür eşinin bu günü telaşlar içinde geçirdiğini bilmiyordu. O vezirin hana gördüklerini anlatmadan önce Abaş’ın onu öldürmesini ümit ediyordu, ama Katay’ın Mengü Temür’ün yurtasından çıktığını, arkasından muzalim savaşçının oraya girdiğini gördüğünde mutlu son olmayacağını anlamıştı. Harekete geçmek lazımdı. Bu yüzden o hanın yanına gelmişti.

Uljatay’ın gözlerinde sert ve buyururcasına duygular vardı. 

- İkimizin mutluluğumuzu ve huzurumuzu bozmamak için sana söylemek istemiyordum...Söylesene, bir kez bile olsa ben seni aldattım mı?

Mengü  Temür devamını bekliyormuş gibi susuyordu.

Aniden Uljatay neşesiz gülümsedi:

- Galiba kipçaklar doğru söylüyor...güzel kadına çapkın çapkın bakmayan ve kımız içmeyen  erkek yok...

Han kuşkulanmaya başladı. Acaba Katay da güzel kadınların yanından sessiz geçemeyenlerden mi? Ama o artık ihtiyar. Hala bunu mu düşünüyor? Peki kötülüğünden Uljatay ve Abaş hakkında böyle konuştuysa ne olacak?

- Senin eşin olduğumdan beri seni utandıracak hiç bir şey yapmadım, adını kirletmemek için elimden geleni yaptım... Bir kez daha sormak istiyor, büyük han, sana yalan söylediğimi hiç gördün mü?

Mengü  Temür kadının haklı olduğunu düşündü. Onun yüzüne vuracak hiç bir hatası yoktu. Ama yine de Uljatay’ın sorusuna cevap vermiyordu, kısmış gözleriyle kadının yüzüne bakmaya devam ediyordu.

- O zaman bil. Dün senin o solucan vezirin onu ısıtmamı, onunla yatmamı istedi. Teklifi reddetseydim veya sana ısrarlı isteklerini söyleseydim, o zaman...Aniden Uljatay gülümsedi, dolgun dudakları hafiften aralandı, inci gibi beyaz dişleri gözüktü.- Ama ben korkmadım. Çünkü senin bana olan güveninden emindim. Vezirin tehditlerine de inanmadım. Hanın eşi hakkında kötü konuşmaya hiç kimsenin hakkı yok, hatta eğer onun bir suçu varsa. Han’ın ve onun hanımının sırrları kutsaldır. Altın Orda’nın adına gölge düşüren birisi acıma duygusunu veya merhameti hakediyor mu?

Uljatay bir anlık sustu, sonra aniden kafasını kaldırıverdi, yüzünü genç mutlu bir gülümseme aydınlattı.

- Ey büyük Han, bunların hepsini sana senden gizli sırrım, sakladığım hiç bir şey olmadığı için ve senin bunları bilmen için anlatıyorum. Bu konuşmayı unutalım...- O Mengü Temür’e yaklaştı, han kadının sıcacık nefesini hissetti, kadın fısıltıyla: -Özledim seni!.. Çok oldu bana gelmeyeli!..Unutma beni, hükümdarım benim!..

Cevabı beklemeden Uljatay yurtaya girdiği hızla da yurtadan çıktı.

Gece olduğunda Mengü  Temür küçük eşinin yurtasına gitti.

Kadın çok sıcaktı, elleri ince, vücudu esnek ve ipek gibiydi, sanki İtil dalgasıydı.

Han kendisinin de küçük eşinin özlediğini his etti.

Hanım’ın sırrı Han’ın sırrıdır. Hanın sırrı ise Altın Orda’nın sırrıdır...

Gün ağardığında, sevgiden ve okşamadan yorulan Mengü  Temür uyumuştu, kendi yurtasında ise Abaş değil, Katay vezir öldürülmüştü. 

O günden beri hanın emrinde olanların hiç biri Uljatay hakkında kötü düşünmüyor, kulakları hana haber verecek kötü şeyler duymuyordu. Altın Orda’nın karargahına eski huzur ve barış döndü.

Artık Uljatay Mengü Temür’ü görmek için hiç bir fırsatı kayvetmiyordu, han da belli etmeden gözleriyle eşine bakıp, onun ne kadar güzel olduğunu, onunla yalnız kalıp vücuduna dokunup ona sahip olduğunu düşünüyordu, bu düşünceler Han’ın kafasını dumanlandırıyordu.

Anlaşılan, ihtiyar Katay bu dünyada herhangi bir bilgelikten kadınların büyüsünün daha güçlü olduğunu bilmiyormuş.

Bir gün Uljatay han yalnızken yanına geldi. Mengü  Temür eşinin ona birşeyler söylemek istediğini anladı.

Uljatay’ın beyaz ince elleri hana bir bardak kımız uzattı. 

- Bana bir şey mi söylemek istiyorsun? – diye Mengü  Temür sordu.

- Evet,- gülümseyerek kadın cevap verdi.- Babamın aulundan dünürler geldiler. Bizim kızımız Kurt – Fuci’yi kardeşim Tautay’ın küçük karısı olarak istiyorlar.

Mengü  Temür gözlerini kıstı. Tautay Uljaytay’ın en büyük abisi, babası Buga  Temür’ün ölümünden sonra Oyrat soyunun yeni emiri olarak seçildi.  

Ak sakalını okşayarak han dedi:

- Dünürlerin gelmesi çok iyidir. Marya koyunsuz, inek boğasız, kısrak aygırsız, dişi deve erkek devesiz olursa, kuzu, dana, tay, deve yavrusunu nereden alacağız? Moğol kızı evlenmese yeni savaşçıları nereden bulacağız? Tautay emir çok iyi düşünmüş. Ama ondan ne erkek deve, ne boğa, ne de aygır olur. Onun Moğol yapma seneleri geçti artık, fazla yaşlı. Bu yüzden Kurt   Fuci’nin onunla evlenmesine izin vermiyorum. O sultan Korman Soyurgotmış’ın eşi olacak.

- Duyduğuna göre, sultan hasta,- Uljatay ihtiyatla itiraz etti.

- Olsun. Ben Kurt   Fuci için başka bir eş bulurum. Aniden Mengü  Temür gülmeye başladı. Sence onu Rus knezlerinden birine versem, oğullarımdan birine de Rus gelini alsam nasıl olur?

Uljatay şaşkınlıkla Mengü Temür’e bakıyordu. Han’ın söylediklerinin şaka mı, yoksa gizli bir düşünce mi olduğunu anlamak zordu.

O zamanlar Mengü  Temür kader onun kızının hayatını istediği gibi planlayacağını bilmiyordu. O Rus knezinin eşi olmayacak, sultan Korman Soyurgotmış’a verilecek. Bir sene sonra sultan ölecek, Kurt  Fuci ile Uljatay’ın kardeşlerinden biri Sabılmış evlenecek. Üç sene sonra ölüm onu da yakalayacak. İşte o zaman kısmette yazılan gibi, - Altın Orda’nın hanının kızı, Mengü Temür’ün bir zamanlar kızıyla evlenme tekliflerin geri çevirdiği, altmış yaşlı Tautay’ın eşi olacak.

Kurt  Fuci’nin ihtiyardan üç oğlu olacak, üç Moğol. Gerçi bazıları Tautay’ın baba olmasında aulun genç savaşçılarının yardım ettiklerini söylüyordu.

 

 

ALTINCI BÖLÜM

VI

 

Zaman ve ölüm ne basit savaşçılara acıyordu, ne de Cengiz Han’ın torunlarına acıyordu, dünyayı titreten Muhteşem hanı da diğer savaşçılar gibi aldı zaman. Cengiz Han soyunun hayat apacı, dallı budaklı ve güçlüydü, yüzlerce torun oğlu, fethedilen topraklara ve halkların hükümdarı oldu. 

Mengü  Temür Altın Orda’nın hanı olduğunda Cuci’nin tek torun oğlu Nogay idi.

Fare yılındaki (1240) Batı Avrupa’ya Batu Nogay’ın komutanlığı altında yapılan büyük seferden itibaren Nogay tüm savaşlara katılmıştı, ve onun tumenleri bir kez bile yenilmediler. 

O, dedesi gibi her zaman ve her şeyde Cengiz Han’ın tavsiyelerine ve vasiyetine uyuyordu, farklı halklardan oluşan ordunun ona itaat etmesini sağlayarak güçlü bir güce sahip olmaktı isteği ve hedefi.

Nogay, her şeyi dünyayı titreten hanın bıraktığı gibi tutmaya çalışıyordu. Amele çavuşundan yüzlük lideri, yüzlükten binlik, binlik liderinden ise tumen başkanı sorumluydu. 

Cengiz Han şunu öğretmişti: "Savaş zamanı onluktan bir savaşçı bile kaçarsa, bu onluktan olan diğer dokuz savaşçı idam edilecektir. Eğer onluğa sorumlu olan yüzlük yiğitlik gösterirse, ama onluktan birisi korkaklık gösterirse, o zaman o yüzlük de idam edilecektir.

Onluktan biri düşmanın eline geçerse, diğer dokuz arkadaşları onun yardımına koşmuyorsa, onu kurtarmıyorsa, o zaman onların hepsi ölümü haketmiştir. Aynı şey onlukla olsa, onlardan sorumlu olan doksan savaşçı yardıma gelmeseler, onların hepsi öldürülecektir".

Bunların hepsi Cengiz Han’ın vaziyetiydi.

Sorumlu olanlara karşı Cengiz Han daha amansızdı, kurallar daha sertti. Sıradan savaşçılar korkaklık  gösterdiğinde veya arkadaşına yardıma gelmediklerinde kendi hayatıyla ödüyorduysa, onluktan, yüzlükten, binlikten sorumlu olanlar yönetmeyi başaramadıklarında, diğerlerine örnek olamadıklarında değil kendi canı ile, kendi aileleri ile birlikte idam edilmeli idiler.

Her zaman ve her yerde tek ceza ölüm cezasıydı. Cengiz Han’ın savaşçıları diğerlerini öldürmek için doğmuştu. Ama öldüremedikleri durumda ve ya görevlerini yetercesine  iyi yamadıkları durumda kendileri öldürülüyordu.

Rus topraklarındaki ve Batı Avrupa’daki seferden sonra Moğolların çoğu Kuzey Kafkasya’nın ırmaklarının, İtil’in ve Tana’nın aşağı kesiminde yerleştiler.

Aul liderleri, ordusundaki savaşçıları her zaman onların sahip oldukları topraklarda yaşayan halkın arasından seçiyordular. Nogay, bu konuda şanslıydı, çünkü onun alunda çok Moğol yaşıyordu. Onlar Cengiz Han’ın döneminde yaşadılar, o dönemdeki kurallara  saygı duyarak büyüdüler, şimdi de kendi çocuklarına, torunlarına aynı kurallarla yaşamayı öğretiyorlar. Onlara göre bu kurallar gerekli ve önemliydi.

Krım seferi sırasında Nogay’ın eşlerinden birinin öz kardeşi ölmüştü – hadarkin soyunun emiri Makur Kuran’ın oğlu. Nogay, onları kendi ordusuna birleştirdi. Hadarkinler gerçek Moğollardı, onların ayırıcı niteliği cesur olmaları, ve itaat etmeleri idi.

Güçlü ordusu sayesinde Nogay kendini özgür hissediyordu, bu duygusunu da diğer Cengizlilerin anlamasını sağlıyabiliyordu. Onun üç oğlu da beraberce arka arkaya verip çelik disiplinle tumenleri yönetiyordu. Her an babalarının herhangi bir emirini yerine getirmeye hazırdılar. 

Nogay kendini hiç bir zaman han olarak tanıtmıyordu, ama onun sorumlu olduğu auldaki tüm sorunları çözmek için ne meclis kuruyor, ne de Altın Orda’nın yardımını istiyordu, hepsini tek başına çözüyordu.

Özellikle özgürce Mengü Temür’ün zamanında davranıyordu. Yeni han buna karşı hoşnutsuzluk yaratmıyordu, hatta görmezden geliyordu, çünkü Nogay’ın aulunun eskisi gibi Altın Orda’nın toprakları olduğunu düşünüyordu. 

O zamanlar Mengü  Temür başka işlerle meşguldü. Onun emri üzerine Yayık’a ırmağının yukarı akışına doğru yeni şehir Sarayçik kuruluyordu. Orda’nın içinde, sınırdan uzak sık sık anlaşmzalıklar, kavgalar çıkıyordu. Han o sırada para basma konusunu çözmeyi düşünüyordu.

Mengü Temür’ün Nogay ile kavga etmek istemediğinin başka bir sebebi daha vardı. Maveraünnehir’de ve Horasan’da Kaydu güçleniyordu, Altın Orda’nın sahip olduğu kölelerin ve zanaatçilerın ödedikleri vergi parasının bir kısmın alıyordu.

Böyle bir şey Batu’nun zamanında, veya Berke hanın zamanında yaşansaydı, Altın Orda bu durumu kabul etmez katlanmazdı, hemen tumenlerini baskı için gönderirdi, ama Mengü  Temür Kaydu’dan korkuyordu. Yenilmekten korkuyordu, Ordudan elinde kalanları da kaybetmek korkusu onu durduruyordu.

Haincesine Barak’ı öldürüp, eski düşmanı, İran’nın ilhanı Abak ile arkadaşlığını güçlendirip, onun emri altında olan topraklarda güçlü hanlık kurdu. Güneyden gelebilecek tehlikelerden kendini korumak için, ünlü kızını Kutlun  Şagi’yi Abak’ın torunu Gazan’a vereceğine söz verdi.

Mengü  Temür tumenlerini Kaydu’nun üstüne sürse Abak’ın yardıma geleceğini biliyordu. İlhan hemen bu fırsatı kullanıp Azerbaycan ve Kafkas tarafından Altın Orda’nın sırtını bıcaklayacaktı.

Kaydu’dan korka korka Mengü  Temür dikkatli dikkatli ve endişeyle Nogay’ı gözetliyordu.

Nogay her sene kışın savaşçılarıyla birlikte avcılığa çıkıyordu. Avcılık üç – dört ay sürüyordu, büyük alanları kaplıyordu.

Cengiz Han’ın zamanından bu gibi avcılıklar sefere, savaşa hazırlık anlamına geliyordu. Avda savaşçıların dayanıklığı, sabırla zorluklara dayanmaklar: yağmur ve kar zamanı yerde yatabilmek, uzun süre yemeksiz kalabilmek, gözü keskin ve dikkatli olmak, her zaman komutanların emrini yerine getirmek gibi alışkanlıklar öğretiliyordu. 

Bazen Mengü  Temür Nogay’ın Altın Orda’dan ayrılıp kendini özgür hanlık ilan etmek istediğini düşünüyordu. Ama Nogay her zaman Cengiz Han’ın vasiyetinin taraftarıydı, herhalde beraberliği bozmak istemezdi.

O zaman Nogay ne yapmayı düşünüyor? Acaba hedefi büyük mü? Altın Orda’nın hanı mı olmak istiyor?

Böyle düşünceler Mengü Temür’ün moralini bozuyor, içini karartıyordu, hanın canı canına sığmıyordu.

Evet, zaten şimdiye kadar Cengizlilerden fırsat bulan hiç kimse tahta oturma şansını kayetmek istememişti, hepsi Altın Orda’nın hanı olmak istiyordu. Ama Mengü Temür, Nogay’ın bu amacı güttüğünü düşünmekle hata yapıyordu.

Nogay yalnızca ordunun bilgece ve başarılı komutanı değil, ayrıca geleceğe bakmayı biliyordu. Arkasında çok fazla insan duruyordu, çok insan ona yardım ediyordu. Kurultayların seçtiği hana el kaldırmak  Cengiz Han’ın kutsal vasiyetini bozmak demekti. Böyle bir şey yapmayı düşünen karşılığını bulur.

Hayır, Nogay’ın hedefi han olmak değildi. O her zaman güçlü kalmak istiyordu, bir kısmın değil, tüm Altın Orda’nın onun sözünü dinlemesini istiyordu. Tahta kim oturuyorsa otursun, ama bir karar vermek istediğinde ilk onu hatırlamalı, onun tavsiyesini sormalıydı. Nogay’a göre o, bunu hak ediyordu. Ondan fazla Altın Orda’nın güçlenmesi ve büyümesi için kim ne yapmıştı ki? Ayrıca, o Cuci’nin torunlarından en büyüğüydü, onun her sözü – altın değerindeydi.

Onun rızası olmadan Altın Orda’nın tahtına kim oturabilir ki? Nogay’ın düşüncelerine göre böyle bir şey olamazdı. 

Ama Nogay yalnızca istemekle olmadığını biliyordu. Yalnızca güçlü orduyla ve Cuci torunlarının çoğunun desteği ile han olmadan Altın Orda’da sayılmazdı.

Bunun için ona faydalı olabilcek her kesi kendi tarafına çekiyordu. Harcamalarda cömertlik yapıyordu. Kimisini aldatıyor, kimisini tatlı diliyle ikna ediyor, kimisini korkutuyor, diğerlerini ise cömertliği ile satın alıyordu.

Cuci’nin torunları sık sık onun auluna misafirliğe geliyordu.

İnek yılında (1277) Nogay kendi auluna Tuday Mengü’yu misafirliğe davet etti. Nogay, bir zamanlar onunla birlikte ilhan Hülâgü’ya karşı savaşmak için Azerbaycan topraklarına gitmiştiler.

Aula seyahat uzaktı. Nogay’ın karargahı bulunan Moldovyalıların topraklarından geçen Kehreb ırmağının bereketli vadisine varmak için büyük Tan ve Uzi ırmaklarını geçmek lazımdı. Ama eyerde doğan Moğol savaşçısı için yolun uzun ve ya kısa olmasının önemi var mıydı?

Bu sene yaz yakıcıydı, hemen hemen yağmur yağmıyordu, bu yüzden Tuday Mengü’nün kervanının geçtiği topraklar zamanından önce sararmıştı.

Kehreva vadisi misafirlerini serin hava ve yeşil çayırlarla karşıladı. Etrafında yüksek olmayan, ormanlarla kaplanmış, dağlar vardı, ilkbahar yağmurları ve Uzi ırmağının suyu toprağı öyle suluyordu ki, toprakları hiç bir sıcak güneş korkutamazdı. 

Bu bereketli, kış görmeyen topraklar Nogay’a aitti. Yalnızca Aralık ayında buraya biraz kar yağıyor, hemen eriyor. Burada hem insanlar, hem hayvanlar rahat yaşıyor.  

Nogay, gerçek göçebe gibi aul sorumlusu olduğunda şehirler kurmaya kalkışmadı. Kışın da, yazın da, Moğollar atalarının adetlerine göre kurulan yurtalarda yaşıyordu.

Tuday Mengü’nün karagaha gelmeden iki gün önce Nogay değerli misafiri Batu Han’ın torununu karşılamak için başta küçük karısı kipçaklı Gibadat Begüm olmakla ordu gönderdi. Ordu hızlı koşan ve süslenmiş  atlarda kızlardan ve erkeklerden oluşmuştu.

Tuday Mengü Nogay’ı şaşırttı. Sıcak kanlı, neşeli, hemen cavap veren, şaka kaldıran bu savaşçıyı şimdi böyle görmeye alışmamıştı. 

Şimdi onun önünde tam bambaşka bir insan duruyordu. Belki de, dıştan eskisi gibi aynıydı, Nogay’ın hatırladığı gibiydi, ama huzursuz gözleri, keyifsiz hali, hasta gibi gözükmesi ona özgü değildi, yüzünün rengi kaçmış, yanakları çökmüştü.

Nogay, Tuday Mengü ile bir şeyler olduğunu tahmin  etti, ama soruşturmaya kalkışmadı, misafirleri dinlenmeleri için onlar için ayrılmış yurtalara götürmelerini emretti.

Tuday  Mengü, aklını kaybetmiş gibi gözüküyordu. Tuday Mengü’ye eşlik eden Kebek – tayşi korkunç sırrı Nogay’a açtı.

Tuday Mengü’nün ortanca eşi Tatar emiri Ture Kutluk’nun kızı, Batu hanın birinci eşi Barakşi Hatun’un akrabasıydı. 

Bir zamanlar akıllı ve kurnaz Barakşi Hatun Cengiz Han’ın torunlarıyla akrabalık bağlarını güçlendirmek için, onu on beş yaşlı Tuday Mengü ile evlendirdi.

Arka arkaya çok sene Ture Kutluk’nun kızı ölü çocuklar doğurdu. Öfkeli Tuday Mengü eşini annebabasına göndermekle tehdit ediyordu, neredeyse tehditini yapacaktı ki, eşi, Tuday Mengü’ye yarım elmanın yarısı gibi benzer erkek çocuk doğurdu.

Tuday Mengü, mutluluk oğlunun yanından geçmesin diye dedesi Batu’nun ismini oğluna koydu.

Çocuk sağlıklı ve neşeli büyüyordu. Cesur ve kararlı bir çocuktu. Ok atmada, kılıç oyunlarında yaşıtlarını kolayca yeniyor, hep birinci oluyordu.

Tuday Mengü’nün sevinci sınırsızdı. O oğlunun büyük dedesi gibi başarılı olmasını, kahramanca davranışlarını tekrarlayabileceğini hayal ediyordu. Bu yüzden daha yedi yaşından kendiyle birlikte oğlunu gittiği tüm seferlere götürüyordu. Bu kez de Nogay’ın auluna gelirken oğlu Batu’yu yanına aldı.

Tuday Mengü’nün keravanı suyu bol Uzi ırmağından sallarla geçmek istediklerinde felaket yaşandı. Yaşadıkları felaketten önce Uzi Irmağının sahilinde bir gün dinlenmeye karar vermiştiler.

- Baba,- Batu dedi,- buralarda yaban domuzları yaşıyormuş. Ben onları hiç görmedim, ama çok görmek istiyorum.

- Benim oğlumun bunu şimdi yapmasına gerek var mı? – diye Tuday Mengü itiraz etti. Sen böyle bir hayvan avlamak için daha küçüksün, onunla karşılaşmak ise çok tehlikelidir. Yaban domuz çok güçlüdür ve kolayca öfkeleniyor. 

- Ben istiyorum, ben hiç bir şeyden korkmuyorum...- kaşlarını çatarak öfkeli öfkeli Batu dedi.

Çocuğa onun atabeki (öğretmeni ) Aycu arkaya çıktı. Aycu, tangut emiri Lu- Şidurgu’nun oğluydu, uzun boylu, esmer savaşçıydı:

- Bırak baksın. Biz yanında olacağız. Gelecek savaşçı korkunun ne olduğunu bilmemeli.  

Tuday Mengü bir süre düşündü. Tehlikeyi önceden sezmişti sanki, karar veremiyordu. Oğluna yaban domuzun tehlikeli olduğunu söylediği için kendi kendine kızıyordu. Başka bir sebep düşünmesi lazımdı. Şimdisi ise Moğolun hiç bir şeyden korkmaması gerektiğini ilk çocukluğundan duyan Batu yaban domuzu görmekte ısrar ediyordu.  

- Tamam,- istemeyerek Tuday Mengü dedi. – Git. – sonra Ayca’ya dönerek, ekledi: - Batu’ya dikkat edin. Kovaladığınız hayvanların diğer taraftan kaçmalarını sağlayın.

Atabek baş eğdi.

Genç Batu ve ona eşlik eden savaşçılar ırmağa taraf yönlendiler, uzaklarda uzun sık kamışlar gözüküyordu.

Biraz geçmeden ani anlaşılmaz bir korku hissi Tuday Mengü’yu sardı. O, hemen atına atlayıp oğlu gittiği tarafa hızla atını sürdü. 

Uzun, sınırsız kamışların yanı çok sakindi. Yeşil ince kızböcekleri süpürgeden süpürgeye hopluyor, kuşlar ötüyordu. Ne Batu’nun, ne de onunla birlikte giden savaçşıların sesi duyuluyordu.

Tuday – Mangu üzengi üzerine kalktı, kamışların hareketlerinden gidenlerin nereye yöneldiklerini tahmin etmeye çalıştı, ama başarısız, aniden keskin ve canhıraş bir çığlık onu kulağından vurdu. O, tüm gücüyle kamçısı ile atını kamçıladı...

At kocaman göğüsü ile kamışları açıp Tuday  Mengü’yü küçük bir orman alanına getirdi. Tuday Mengü’yü orada gördüğü manzara sarsıttı, kanı dondu. Yerde karnı deşilmiş halde Batu yatıyordu, yaban domuzu toynaklarıyla delikanlının karnını eşik deşik etmiş, sarı köpek dişlerini göstererek, tehdit edici pozda çocuğun başının üstünde duruyordu.

Kamışların sesini duyduğunda yaban domuzu atlıya taraf atıldı.

Tuday Mengü daha çevikti. Eyerde bir az eğilip, ağır of çekip, kılıcı ile vahşi hayvanı öldürdü. Hayvanın başı bir tarafa yuvarlandı, güçlü kocaman gövdesi ise kısa ayakları ile tıpış tıpış birkaç adım daha yürüyüp, çalılıkta yıkıldı.

Öfkeden ve acıdan deliye dönen, dudaklarını ısıran Tuday Mengü kılıcı ile yıktığı hayvanı parçalamaya devam ediyordu.

O, Batu’yu korumaları lazım olan savaşçıların nasıl geldiklerini, onların özürlerini, mazaretlerini, çocuğun onlardan kendi cesaretini kontrol etmesi için kaçtığını anlatmaya çalıştıklarını duymuyordu.

Tuday Mengü’nün kalbi dayanamıyordu, boğulmaya başladı, bembeyaz, acıdan ve çaresizlikten çarpılmış yüzünü savaşçılara çevirdi.

Atabek Aycu hükümdarın yüzünü gördüğünde kılıcını kenara atıp elleriyle yüzünü kapattı.

Tuday Mengü savaşçıları sorup soruşturmadı. Onları, oğlunun cesedinin yanında kılıcı ile öldürdü, savaşçılardan hiç biri korunmak denemesi bile yapmadı, hiç biri bağırmadı, hiç biri merhamet istemedi.

Keravandakilerden hiç kimse Tuday Mengü tarafından öldürülen savaşçıların ölümünü haksız görmedi. Çocuğun onlardan kaçması mazeret mi, niye çocuğu aramaya gitmediler? Niye onlardan uzaklaşmasına izin verdiler?

Belki de Batu’nun ölümü kaderle ilgili, ama o yalnız olmasaydı, uyuyan hayvanı uyandırıp korkutmasaydı, hayvan kendisi durduğu yerde onu öldürmezdi. Muhteşem Cengiz Han’ın torunu koruyan, onu korumak için gerekiyorsa kılıcını erki sınırsız Gök’e karşı bile kaldırmalı.

O günden beri Tuday Mengü’nün aklı derin ve karalık kuyuya daldı. O, hiç kimseyle konuşmuyor, yurtada yalnız başına oturuyor, gözlerinde bulanık perde vardı, bazen ise o perdeler açılıyor, soğuk ve parlak oluyordu.

Üçüncü gün genç Batu’yu yüksek ırmak sahiline gömdüler, kervan yola çıktı, Nogay’ın auluna.

Sabahleyin, Tuday Mengü’nün geldiğinden iki gün sonra, Nogay onun başına gelen felaketi öğrendikten sonra derdini paylaşmak için teselli edecek sözler söyledi.

Noyan başını salaldı, ama kalbi hala dilsizdi, duyduklarından soğumuş kalbi ısınamadı. Bir hafta sonra ancak kendine geldi. Ama artık o, başka biriydi. Neşesini, yaşama sevincini kaybetmişti, eski Tuday Mengü ölmüştü, yenisi doğmuştu – dertli, asık suratlı, hayata ve hayattaki sevinçlere ilgisiz olan biri.

Kendisi az konuşuyordu, çoğunlukla Nogay’ın anlattıklarını dinliyor, onun söylediği her şeye hak veriyordu. Çok geçmeden geri dönmeye hazırlandı.

Nogay, Tuday – Mnegu’ya cömertçe hediyeler verdi, en azından biraz teselli etmek için bir teklifte bulundu: "Aulumdaki kızlardan beğendiğini al götür".

Ama Tuday Mengü hayır anlamına başını salladı: "Bir dahaki seferde alırım".

Nogay kederlendi. Tuday Mengü’nün durumu kötüydü. Teklifi reddederek hiç bir Moğolun yapmayacağını yapmış oldu.

 

 

***

 

Tuday Mengü gittikten sonra, Nogay’a Altın Orda’nın hanının emir sözleri geldi, sözleri hanın oğlu Toktay ulaştırdı.

Büyük Han Nogay’ın Kaydu’ya karşı sefere çıkmaya hazır olmasını söylemişti.

O, ulağı saygıyla dinledikten sonra dedi:

- Büyük hana onun emrini yerine getirmeye hazır olduğumu söyle. Ama Batu’nun zamanından beri Maveraünnehir’e ve Horasan’a  sefer için o topraklara en yakın bulunanlar gidiyor. Benim ise başka düşüncem var. Eğer büyük han Mengü Temür, kendi tumeni ile Kaydu’ya karşı gitmeye karar verirse, işe hemen ilhan Abak karışacak. Çünkü Kaydu onun torunu Gazan’a kızı Kutlun  Şaga’yı vereceğine söz vermiş. İşte o zaman ben Altın Orda için lazım olacağım. Kış geldiğinde, ırmaklar donur donmaz, ben tumenim ile birlikte alıştığım yolla, yani Derbent’ten ve Şirvan’dan Abak’ı karşı çıkıp, arkasından darbe vuracağım. Gök, bana ve savaşçılarıma karşı merhametli olacaksa biz kazanacağız, böyle yapsak Kaydu için ders olmaz mı, Orda ile barışmak istemez mi?

Noyan’un söyledikleri Toktay’ı ikna etti, o, bilgece Nogay’a hak verdi. Ertesi gün, Toktay duyduklarını babasına ulaştırmak için Deşt-i Kıpçak tarafa yola çıktı.

- Ben Gazan’ın eşi olmayacağım,- diye Kutlun Şaga dedi. Hafiften gülümsedi, babasına korkmadan ve neşeyle bakıyordu.

- Niye böyle bir karar verdin, Angiar’ım benim? – diye şaşkın şaşkın Kaydu sordu. O, kızını kendi ismiyle nadiren çağırırdı, çünkü ona Angiar isminin daha çok yakıştığını düşünüyordu: Angiar Gök’ün hediyesi demekti.

- Gazan benden küçük. Hem ben yabancı yerde yaşamak istemiyorum. Biliyorsun, ben özgür olmaya alıştım...

Kaydu yerici ifade ile başını salladı.

- Senin bana harika bir aul hediye ettiğin halde niye İran’a gideyim ki, ne gereği var? Çu ırmağı onun topraklarını suluyor. Hayvanlar var, emrim altında bulunan kipçaklar bahçeler yetiştiriyor, ekim yapıyor.

- Ben sana zengin aul verdim... – Kaydu kabul etti. – Ama yarını düşünmek lazım. Tümeni Tarbagataysk dağlarında bulunan, Zaysan’ın sahilinde bulunan kardeşin Urur, sık sık savaşçılar Çin’den, bizim soylarımızın hayvanlarıalmak için geliyorlar. Bunu boşuna yapmıyorlar. Kubılay savaşa hazırlanıyor, onun savaşçılarına karşı çıkmak hiç kolay olmayacak. Ben sana yalnızca misafirlik için gelmedim, savaşçılarından bir kısmını alıp Urus’a götürmek istiyorum...

- Sen niye korkuyorsun,baba?! – Kutlun – Şaga’nin gözleri parladı.- Az mı düşman yendşk? Eğer birileri kalkıp sana baskı yaparsa, biz onları da yeneriz! 

Kaydu kızına cevap vermedi, uzun süre sustu, sonra dedi:

- İran çok uzakta değil...Sen biliyorsun, benim doğduğum yer buralardan çok uzakta. Hatta hızlı doğanın bile mavi Kerulen’a yetişmesi için birkaç gün gerekecek...Ama ben başka yerlere gidip o toprakları almaktan korkmadım. Ayrıca, Gazan ilhanı Abak’ın torunudur, o öldüğünde yerine Gazan’ın babası Argun geçecek. Bunun ne zaman olacağı kısmete bağlı...

- Peki benim babam kim?! – meydan okur gibi Kutlun   Şaga güldü. – O, Maveraünnehir’in, Semireçya’nın, Horasan’ın, ve Doğu Türkistan’ın hükümdarı değil mi?!

Kaydu ısrarla tekrar etti:

- İşte bu yüzden senin Gazan’ın eşi olman lazım.

- İşte asıl bu yüzden ben onun eşi olmayacağım,- Kutlun  Şaga itiraz etti. – Sana bir şey daha söyleyecektim...

Kaydu başını kaldırıverip, kızının gözlerine baktı. Kızı gözlerini yere indirmeden dedi

- Ben hamileyim...

Bu haber Kaydu için ağır bir darbeydi.

-          Kimin çocuğu?

-          Emir Abdekul’ün...

Han dişlerini gıırdattı. Abdekul Kuzey Çin’den daha yeni gelen uygurdu. O, uygur idikut’un oğluydu, yazması okuması vardı, yabancılarla konuşmayı biliyordu, bu yeteneklerinden dolayı Kaydu onu kendine yaklaştırmıştı.

Ama o, hanın yaptıklarına böyle mi  karşılık verdi?! Altı ay önce hanın kendisi onu Kutlun Şaga’ya aulun nüfusunu sayım etmek için yardıma ve vergi toplamasını düzenlemesi için göndermişti. 

Kaydu yakışıklı ve endamlı savaşçının kızına yardıma gitmesinin sonunun böyle olacağını bilemezdı.

- Seneler geçiyor, baba...- üzgün bir sesle Kutlun  Şaga dedi. – Ne zamana kadar yatağımda yalnız başıma yatıp, annelik duygusunun ne olduğunu hissetmeyeceğim? Olan oldu artık...Gazan’ın müslüman olduğu söyleniliyor, onun dininin kurallarına göre evlenmeden hamile kalan kadın büyük günah yapmış oluyor.

Kaydu başını eğdi, uzun süre düşündükten sonra dedi:

- Senin yaptığın bu hareket Orda’ya şıklık mı verecek düşünüyorsun?!

- Beni Abedkul’e ver. – kararlı karalı Kutlun Şaga dedi. – Verirsen hiç kimse hakkımızda kötü konuşamaz.

Kaydu kızının istediğini yapsaydı bile insanların dedikodularından, arkalarından konuştuklarından kurtulamayacklarını iyi biliyordu. Her kes güçlü ve ünlü Kaydu’nun kendi kızını basit bir idikutun oğluna vermedinden şüphelenir. Hayır. Kutlun  Şaga yalnızca Gazan yakışır. Gazan’ın soyu şimdi İran’ın, Azerbaycan’ın, Irak’ın, Rumınya’nın hükümdarıdır. Belki de çok yakında Gazan kendisi ilhan oldu. 

Kutlun Şaga Abdekul’in emir olduğunu söyledi. Kaydu parmağıyla işaret etse, Abdekul hemen kaybolur.

Kaydu ağır ağır düşünüyordu. Abak’a verdiği sözü tutmalıydı. Ona kızının Çinliden hamile kaldığını nasıl söyleyebilir ki? Cengiz Han’ın torunları bu gibi durumlarda fazla düşünmezler. Kutlun Şaga’nın ölmesi lazımdı. Ölenleri ise evlendirmiyorlar, Abak’a da hiç bir şey açıklamaya ihtiyaç kalmazdı. Soyu bu rezaleti öğrenmez. Cengiz Hanın torunları zor sorunları hep ölümle çözüyorlar. Şimde de çare ölümdü.

Kaydu kızının öldüğünü düşündüğünde sarsılıyordu. 

Hayır! Böyle bir şeye o izin veremezdi. Boşuna Çagatay ve Udey’in torunlarının arasında onun en akılıı ve an kurnaz olduğunu düşünmüyorlar. Zaman ona yardım edecek, neyi ve nasıl yapacağını söylecektir, şimdilik ise...

- Tamam,- Kaydu kızına dedi. – İstediğin gibi yapacağım ...

Kutlun Şaga babasını kucakladı:

- Bu sözleri bana söyleyeceğini biliyordum.

- Başka tür yapabilir miydim, benim Angiar’ım, Göklerin bana hediyesisin sen? – derin nefes alarak dedi.

- Üzülme, babam benim Kutlun  Şaga’nın yüzü sevinçten ışık saçıyordu. – Senin için harika bir hediye hazırladım.

Kaydu kızına baktı.

- Berke Han’ın ona itaat etmeyen on bin savaşçıyı öldürme emrini verdiğini hatırlıyor musun?

- Evet.

- O karışıklığın sebebinin Rum’dan gelen usta inşaatçı olduğunu biliyor musun?

Kaydu başını salladı.

- O zamanlar Saray  Berke’den diğer kölelerle birlikte bir kipçak kızı Kunduz da kaçmıştı.

Kaydu alnını kırıştırdı.

- Bunu da duydum. Güzel kız olduğunu söylüyorlar, öğle mi?

- Evet. Yüzü de, vücudu da güzeldi. Ama en güzeli saçlarıydı. Öğle saç hayatımda görmedim...Sen kendin göreceksin şimdi.

Kutlun  Şaga el çırptı. Yurtaya hizmetçi girdi.

- Uzun saçlı kadını ve onun oğlunu buraya getir.

Hizmetçi sessizce baş eğdi, geri geri yürüyerek yurtadan çıktı.

Kutlun Şaga babasına dönüp:

- Kadınların ve çiçeklerin güzelliğini zaman alıyor. Kuduz’un gençliği geçti, ama saçları eskisi gibi. Belki de özellikle o saçları yüzünden erkekler onu her zaman sevdi. Kipçak kızını Hülâgü’ya kıskanan Toguz Hatun onun örüklerini kestirdi, ama saçları yine de büyüdü. Berke han da onu gördüğünde aynı duyguları yaşadı galiba. Qama o, kadının çekiciliğiini ve güzelliğine sahip olamıyordu. İlk gecede kipçak kızını kaçak köleler kaçırdılar. Hatırlıyor musun Berke kaçakların saklandığı İtil’nın yanındaki Siyah ormanı yakmak için emir vermişti? Kunduz da oradaydı, ama kendini ve oğlunu kurtarmayı başardı.

- Peki sana nasıl gelmiş?

- Savaşçılarım onu Altın Orda’dan Almalık’a giden kervanda bulmuşlar. Geride kalan sorularını kendisibe sor. Onu senin için sakladım...

Kultun Şaga yedi yaşlı Akbergen’in Kunduz’un oğlu olmadığını bilmiyordu, bu erkek çocuk İtil’nın sahilinde Tuday Mengü’nün adamları tarafından o korkunç gece öldürülmüş Salimgirey’in ve Akcamal ’ın çocuğuydu.

Kunduz Almalık’a değil, Buhari’ye gitmeyi planlıyprdu. Kolomon bu dünyayı terkettikten sonra, dünya sanki renkliğini kaybetmişti. Onunla kaçmayı başaran diğer kadınlar Deşt-i Kıpçak’a kaderlerini bulmaya gittiler. Kunduz ise Yayık’ın sahilinde fakir küçük bir aulda kaldı. Akberen’e oğlum diyor, yırtılmış giyisi giyer, insanlara hayvanlara bakmalarıında, kısrakları sağmaklarında yardım ediyordu. İnsanlar onun deli olduğunu düşünüyordu, yemek veriyordular.   

Ama böyle uzun zaman süremezdi. Özgürlüğün tadını tadan o hayatı bu hayata artık değişmez. Uzun kış geceleri boyunca, fakir yurtada barınak bulan, Kunduz eski hayatını hatırlıyor, geleceğini düşünüyordu. Akbergen’in büyümesi, güçlenmesi, eyerde oturmayı öğrenmesi lazımdı. Gerçi zaten o sene gidecek yeri de yoktu.

Bozkır sakindi. Zaman zaman yakınlarda bir yerlerde barımçat haydutların ortaya çıktıkları söyleniyordu. Onlar önlerine gelen her kesi soyuyor, hem zenginlerin, hem fakirlerin hayvanlarını kaçırıyordular. Kunduz böylelerinde nefret ediyordu.

Aulda dinlenmek için duran dervişlerin getirdikleri haberleri dört gözle bekliyordu.

Yanlarından uzak topraklardan geen kervanlar geçiyordu, ama her yerde sakindi. Yalnızca kendi aralarında hanlar zaman zaman kavga eder, birbirilerinin topraklarını almaya çalışıyordular. Akbergen büyüdü, artık Kunduz’a yardım ediyordu – ilkbaharda kuzuları otlatıyordu.

Ama bir gün senelerdir beklediği haberi duydu. Kervancılar Buhara’da durumların yine sakin olmadığını fısıldıyordular. Tamdam grubunun geldiklerini, Moğolları kovmaya çalışıyordular. 

Bu ismi Kunduz iyi tanıyordu. Geceleri Salimgirey’in korkusuz Mahmud Tarabi hakkında, arkadaşı Tamdam hakkında, Buhari’nin zanaatçilerini Moğol hükümdarlarına karşı kışkırtanlardan anlatıyordu. Kunduz Salimgirey’in Tamdam’ı kurturduğunu da biliyordu. Artık aulda kalmaya gücü kalmamıştı. Kunduz kervanbaşiye (kervan sorumlusu) onu da Buhari’ye götürmesi için yalvardı.

Yol yakın değildi. Deşt-i Kıpçak’tan başlıyor, Moğol dağlarından geçiyor, Aral’ı dolanıyor, sonraki yol ise Buhari’ye götürüyordu. Şu vadisini kervanın geçmemesi mümkün değildi.

Daha biraz önce bu topraklar Altın Orda’nın idi, ama artık Kaydu buraların hükümdarı olmuştu. O, Mengü Temür’ün kaybettiklerini unutmayıp, er geç savaşçıları ile toprakları geri almaya gelecek. Casuslardan korkarak Kaydu geçen tüm kervanları kontrol etmeyi emretmişti. 

Kervanbaşi Buhara’da durumların sakin olmadığını bildiği için kurnazlık yapıp Almalık’a yönlendiğini söyledi.

Kutlun Şaga Kunduz’u hiç bir zaman görmemişti, ama nasıl biri olduğunu tahmin ediyordu. Yine saç örgüleri suçluydu. Kunduz saçlarını hep kesiyordu, ama yine de çabukcauzuyor, eskisi kadar güzel  ve sık oluyordu. Saçlarının yolda engel olmaması için, Kunduz saçını beline bağladı.  

Kutlun  Şaga yalnızca savaşçı değildi, aynı zamanda kadındı, bu yüzden Kunduz’u hemen farketti.

Eğer insan ya zenginse, ya yiğitse, ya çok akıllı veya saçları güzelse, bozkır göçebelerin arasında bu haberi her kes biliyor demek.

Rahvan atta oturarak, onun hakkında hangi kararı verceklerini bekleyen Kutlun Şaga dikkatle Kunduz’u gözden geçiriyordu. Kadının yüzünde eski güzelliğini izleri vardı, ama önemlisi saç örgüleri ...Bu örgülerden Kutlun Şaga gördüğü kadının kim olduğunu hemen anlamıştı...

- Örgülerini çöz...- o, emretti.

Kunduz susyordu.

O zaman Kutlun  Şaga nükerlerden birine emretti:

- Sen yap.

Kısa boylu, çarpık bacaklı nüker eyerden inip kadına yaklaştı.

Ellerini kadına uzatır uzatmaz Akbergen Moğola atladı. O, çocuğu kolayca bir kenara itti. Çocuk yere düştü, ama hemen ayağa kalktı. Nüker kamçısının sapı ile çocuğa birkaç kez kafasına ve yüzüne vurdu. Akbergen’in yüzü kan oldu.

Kunduz çocuğa taraf koştu, dizlerine çöküp kendi vücudu ile çocuğun vücudunu kapadı. Sonra at üzerinde oturan Kutlun  Şaga’ya dönüp, dedi:

- Durdur köpeğini! İstediğini ben kendim yapacağım!

Hızlı bir şekilde Kunduz sık örgülerini çözdü, ömrüleri iki sihay yılan gibi tozlu yere kadar uzadılar.

- Demek ki, o Kunduz sensiz?

- Evet. Ama benim ve oğlumun suçu ne? Niye benimle köleymişim gibi davranıyorsun? Yoksa saçlarım uzun olduğu için mi?

Kutlun  Şaga hafifce gülümsedi. O, bozkırda söylenilen her şeyi biliyordu.

- Keşke suçun bir tek bu olsaydı...- Sonra nükere dönüp emretti: - Kadınla çocuğu Orda’ya götürün, güvenilir insanların eline verin... Kutlun Şaga kötü bakışla kervanbaşiye baktı. – Siz kimsiniz? Yolunuz nereye?

- Ben tüccarım, - o, sakince cevap verdi. – Ticaret işleri yapmaya iznim var benim. Sizin babanız Kaydu bunu biliyor...

- Söylediklerini nasıl ıspatlaya bilirsin?

Karavanbaşi aceleyle göğsünden ipek mendil çıkardı. Heyecandan elleri titriyordu, zor sıkı düğümü açıp gümüş bir plaka çıkardı – payszu.

- Bu payszuyu bir zamanlar bana büyük han Ugedey verdi...Kutlun  Şaga’nın gözlerinin içine bakarak dedi.

Payszu daha Cengiz Han’ın hanlığı döneminde ortaya çıkmıştı. Altından, gümüşten, bakırdan, deöirden ve tahtadan yapılıyor. Üzerlerindeki resimler de farklı oluyor: dişlerini gösteren aslan kafası, veya sakin oturan aslan, uçan doğan ve s... her paysza sahibine berlirli bir hakk veriyordu: ya Moğolların sahip olduğu tüm topraklarda serbest sefer, ya satılan mallardan vergi parası ödememek, ya at almak ve s...

Payszların görevleri faklıydı, her Moğolun payszın taşıdığı anlamı bilmesi gerekti.

- Biliyorum,- kervanbaşi yine dedi, - payszam altından değil, sadece gümüşten, bu yüzden sizin aulunuzdan geçirdiğim malların vergi parasını ödemeye hazırım.

Kutlun  Şaga’nın yüz ifadesi yumuşadı. Tamam, o dedi. – Benim nükerlerim mallarınızı kontrol edip, gerekeni alacaklar...Ondan sonra yoluna devam edeceksin.

Kutlun  Şaga rahvan atını çevirip karargaha sürdü. Toz kalktı, onu koruyan nükerler de ardından gittiler.

Bir süre sonra iki savaşçı Kunduz’u ve Akbergen’i bozkırdan götürdüler. Güneş batıyordu, ama onlar acele etmiyordular, hükümdarlarının karagahı yakındaydı zaten , yüksek olmayan tepelerin arkasında.

Kunduz bozkırın adetlerini ve kanunlarını biliyordu, bu yüzden kendi kaderini önceden biliyordu. Kutlun  Şaga ile karşılaşma iyi bir şans sayılmazdı. Çare mucizeye kalmıştı, ama Kunduz çoktandır mucizelere inanmıyor. Hayatında  gereğinden fazla dertler yaşandı, göz yaşları döküldü, sevincinin ömrü ise çok az sürüyordu:  Kutlun Şaga çok şey biliyor, akıllı, onu kandırmak mümkün değildi.

Kunduz aniden artık yaşamaktan bıktığını hisetti. Kaydu’nun kızı onunla ne yapacağını umursamıyordu artık. Yalnızca çare aramaya yanında Akbergen idi, çünkü onu tüm kalbiyle sevmişti, kendi oğlu gibi kabul etmişti.

Kendini küçük düşürmek, merhamet yalvarmak yararsız. Kunduz, Cengiz Han torunlarının alçalma sahnesi gördüklerinde kalplerinin taş olduğunu biliyordu, gözleri ise daha fazlasını görmek istiyordu. Bu yüzden kendine ve Akbergen’e çare bulacağına umudunu kaybedip layık bir şekilde ölmelerine karar verdi.

Sabahleyin keyifsiz, sessiz nükerler Kunduz’u ve Akbergen’i beyaz on iki kanatlı çadıra götürdüler. Kunduz’un kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, telaştan gözleri karardı, onu serin yarı karanlık çadıra ittiklerinde uzun süre hiç bir şey göremedi.

Nihayet gözleri yine görmeye başladı.

Kutlun Şaga tör yerinde yarı yatar durumda uzanmıştı, uzandığı yere beyaz keçe sermişler, Kutlun  Şaga büyük kuştüyünden yapılmış yatsığa dayanmıştı.

- Otur.

Birisi arkadan Kunduz’un elinden çekip girişteki kamıştan örülmüş halıya oturttu.

O, ilgisiz bakışı ile çadırı gözden geçirdi, duvarın yanında bezekler ile süslenen renkli sandıklar vardı, üstünde ise renk renk yastıklar vardı. Çadırda çok genç kız ve kadın vardı. 

Kunduz’dan gözünü çekmeyen Kutlun  Şaga emretti:

- Bunlara kımız verin. Herhalde dünkü yağlı kuırdaktan (yemek ismi) sonra susamışlar, - Kaydu’nun kızın sesinden alay ettiği belli oluyordu.

Yaşlı, yorgun yüzlü bir kadın kasede biraz kımız çalkalayıp, tahta kepçe ile iki büyük bardağa döktü. Sonra Kunduz’a ve Akbergen’e uzattı.

- Sağ ol, teyze, - Kunduz yavaş sesle dedi. Bardakta bir yudum kımız içip bardağı önüne koydu.

- Bakıyorum, pek susamamışsız. – Kutlun  Şaga aiden kalkıp erkekler gibi oturdu ayaklarını altına aldı. – Şimdi bana Berke handan kaçmanın sebebini anlat bakayım, karısı olmak istemiyor muydun yoksa? Bir kız için bu şeref değil mi?

Kunduz kafasını kaldırdı:

- Benim kalbim başkasını seviyordu. Berke han beni sevdiğim adamdan ayırdı. Bundan sonra ben onun karısı olamazdım?

- Ama o, Altın Orda’nın Hanıdır.

- Gönül ferman dinlemez,- Kunduz dik kafayla söyledi.

- Böyle bir kalbi koparıp atmak lazım.

Kunduz hafifce gülümsedi. Susmak lazımdı, ama kalbi nefretle doldu, kalbini susturamayıp dedi:

- Evet, ben hanı sevmiyordum. Ama onu seven kadınlar vardı. Ama onların o kalplerini köpekler bile yemezdi.

Kutlun Şaga’nın güzel yüzünün benzi attı, burun delikleri vahşice oynadı.

- O kadınların kim olduklarını söyle bakayım bana.

- Büyük Kaydu’nun kızının bunu benden iyi bilmesi lazım...

- Bu sözlerin için senin gözlerini kör etmek lazım!

Kunduz sessizce güldü:

- En iyisi Toguz  Hatun’un yaptığı gibi siz de örgülerimi kesmeyi emredin...

Kutlun  Şaga gözlerini kıstı, gözlerinde intikam ateşi gözüktü. 

- Hayır. Ben senin o güzel saçlarını bozmayacağım. Yarın babam gelecek, ve ben seni ona hediye vereceğim. Ama eğer saçlarını kestirirsem...

- O beni yine de alacak, - Kunduz onun sözünü kesti. – ihtiyar kadını bile reddecek Moğol yoktur...

- Kıs o dilini! – aniden Kutlun  Şaga bağırdı. – Yoksa kanını döktüreceğim! Keşke seninle bozkırda karşılaşsaydık!..

- Ben hazırım,- cüretle Kunduz dedi. – Bana at ve silah versinler.

Nükerler, kadınlar, kızlar, öadırda olan her kes soluğunu tuttu. Kipçak kadını görülmemiş cüret gösteriyordu. O, hanın kızına teke tek savaş ilan etti. Korkusuz Kaydu’nun kızı ne cevap verecek? O, kendisi zaten savaşçı, korkusuz savaşçıydı.

Kutlun  Şaga gözlerini kapattı, aniden sakince sordu:

- Senin mi çocuğun?

Kunduz’un kalbi oğlunun başına gelebilecek beladan sıkıştı.

- Evet.

- Ama senin kocan yok. Kimin çocuğu?

- Söylemiştim... Sevdiğim biri vardı...

Kutlun  Şaga aniden gözlerini açtı, yanağında kırmızı lekeler gözüktü.

- Demek ki, oğlun göz bebeğin kadar değerli senin için...Sen şimdi ya ayaklarıma kapanıp özür dileyeceksin, etmezsen nükerlerime oğlunu kendi gözlerinin önünde boğazını kestireceğim!

Birisi offladı, çadıra sessizlik çöktü. Kutlun Şaga cevap bekliyordu.

Kunduz Kaydu’nun kızı söyledikleri tehdidi gerçekleştireceğini biliyordu, ama Akbergen’in yaşaması lazımdı. Onun hayatı ta ilk günlerinden zor geçiyor, ama Kunduz’un kalbi bir kadın kalbiydi, bu yüzden bir gün bu çocuğun mutlu olabileceğine inanıyordu. 

- Düşünmen çok sürdü! – fısıltı ile Kutlun Şaga dedi. Saldırmayı düşünen bir yılan gibi tüm vücuduyla öne çıktı.

Kunduz ağladı. Çocuğu kucakladı, onu yalnızca alçalarak koruyabileceğini anladı, başka çaresi yoktu.

- Allah seni de bir gün benim şimdi ağladığım gibi ağlatsın...hıçkıra hıçkıra ağlayarak Kunduz dedi.

Kutlun Şaga yerinden fırladı.

- Ayaklarıma! Ayaklarıma! – öfkeden boğulan Kutlun Şaga bağırarak Kunduz’a taraf koştu.

- Büyük Kutlun Şaga’nın çizmelerini öp...- neredeyse duyulmayan sesle kımız döken yaşlı kadın dedi. – Öp! ... Öpsen o seni affeder, oğlun da yaşayacak!..

- Gerek yok, anne, yapma! – aniden Akbergen bağırdı. – Bırak ben öleyim en iyisi!..

Çadırdakiler kendi aralarında fısıldamaya başladı.

Kutlun Şaga sanki kendine geldi, gözlerindeki öfke kayboldu, o, merakla ve şaşkın şaşkın çocuğa baktı:

-          Bak sen...demek ki sen böyleymişsin...kurt yavrusu!

***

 

Kaydu ve Kutlun Şaga nükerlerin Kunduz’u ve Akbergen’i getireceklerini bekliyordular.

- Ben onu sana veriyorum, baba,- Kutlun Şaga dedi. –  Ama çocuk bende kalacak...

- Sen bilgesin, - gülümseyerek Kaydu kızına dedi. – Bu kurt yavrusundan cesur savaşçı yapabilirsin...

Çadırın girişindeki perde çekildi, içeri giren nüker dizi üstüne çöktü, babayla kızın oturduğu yere yaklaştı.

- Bela!.. Tutsaklar kayıp, kaçmışlar! Onları koruyan nüker, yurtada boğazı kesik halde yerde!

Kutlun  Şaga’nın gözleri büyüdü.

- Takib edin! Kaçakları bulun! Ya ölü, ya diri, ayaklarımda olmalılar.

Bozkıra gönderilen ordular iki gün sonra elleri boş geri döndüler.

Kunduz ve Akbergen sanki küçük taş gibi derin, siyah kuyuda kayboldular.

 

 

***

 

Koyun yılında (1271), Barak’ın öldüğü sene, Maveraünnehir’e şehirleri zor günler yaşıyordu. Hanların sürekli kendi aralarında savaş yapmalarından, hep ölüm ve ailelerini kaybetme korkusu ile yaşamaktan, yersiz yurtsuz kalmaktan büyük ve küçük şehirlerin nüfusu yorulmuştu.  

BuharA’nin ve Semerkand’ın zanaatçileri Barak’ın öldüğünü, onun bütün topraklarının bundan böyle Kaydu’nun olduğunu öğrendiklerinde yeni kıyım olacağını düşünüp şehirlerini güçlendirmeye başladılar.

Ama Kaydu merhametliğini gösterdi. O yeni halkının kanını dökmedi, bu hareketi insanlara umut verdi. Çaresizliğin yerine küçük de olsa umut geldi.

Tam bu zamanda Buhara’ya Tamdam geldi. O, ve onun adamları insanlara umutlanmamalarını söylüyordu, çünkü hiç bir hükümdar merhametli olmuyor. Her şeyin eskisi gibi devam edeceğini söylüyordular: soygunlar, saldırılar, kan dökmeler

Zaman geçiyordu, her şey Tamdam’ın söylediği gibi olmaya başlamıştı. Buhara’da, Semerkand’da ve Hocent’de ve diğer şehirlerde onun taraflıları çoğalıyordu.

Kunduz ve Akbergen zor Buhara’ya ulaştılar. Geldikleri bu yol uzun ve çok tehlikeliydi. Yalnızca burada Tamdam’ın arkadaşlarının arasında nihayet Kunduz kendini mutlu hisetti. 

 

 

***

 

Altın Orda’ya ait olan Çu Irmağın vadisini eline geçiren Kaydu, Mengü Temür’ün hangi tepkiyi göstereceğini bekliyordu. Ama Han susuyordu, kayettiği toprakları geri almak için hiç bir şey aypmıyordu.

Bundan cesaretlenmiş Abak ilhan Kuzey Kafkas’ı Altın Orda’nın elinden almayı denemek istedi. Bu topraklarda hiç bir tarafa başarı getirmeyen birkaç küçük çatışmalar yaşandı.

Mengü  Temür dıştan sakin gözüküyordu. Zamanla Nogay daha da güçlenmişti, işte Altın Orda’nın Hanını endişelendiren buydu. Nogay kimseye bir şey sormuyor, kendisi sınırdaş olduğu ülkelerle ve halkalrla görüşmeler ve anlaşmalar yapıyordu.

Mengü  Temür Kaydu’dan ve Abak’tan çok Nogay’ın diğer aullara olan etkisinden korkuyordu.

Rus toprakları da endişelendiriyordu. Sık sık oraya itaat etmeyenleri sakinleştirmek için savaçşı orduları gönderiliyordu.

Knezler eskisi gibi kavga etmeke, tartışmaya devam ediyordu, ve birbirilerini aşağılatmak için, eski ve yeni kırgınlıklar için hesaplaimak için Altın Orda’dan savaçşı ordusu istiyordular.

Mengü  Temür ricaları reddetmiyordu. Novgorod knezi Vasiliy Yaroslaviç Litvanya’ya gitmeye karar verdiğinde Mengü  Temür ona hükümdarı Turaytemir ve Altınov noyanları olan iki tümen verdi.

Moğolların serfer ettiği toprakların hepsi zor günler geirdi, Litvaya, Rus toprakları ve s.

Yılan yılında (1281) Mengü Temür’ün boğazı şişti. Önce o, buna önem vermemişti. Ama çok yakında her kes Altın Orda’nın hanını ölüm götürmeye gelmişti. Kısmette ne yazılıydısa o da oldu. Sonbaharda, Deşt- i Kipçak’ta bitmek bilmeyen yağmurlar baladığı zaman, han bu dünyayı terketti.

Nogay’ın çabasıyla Altın Orda’nın yeni hanı Tuday Mengü ilan edildi. Yaşlı noyana, Cucilerin torunlarından son kalan noyana kimse karşı çıkmadı,

Batu Han’ın hanlığından başlayan, Mengü Temür’ün ölümüne kadar süren kırk sene içinde Altın Orda sarsılmaz ve yenilmezdi.

Bilgece Nogay Tuday Mengü’yü Han olarak seçtikten sonra Altın Orda’yı başka kader beklediğini tahmin etmiyordu. Altın Orda’nın son günlerine kadar Cengiz Han’ın torunları arasındaki savaşlar, kavgalar, altın taht için mücadeler bitmedi. Onların ana silahları amansız kıyım, gizli cinayetler ve zehirdi...

 

 

***

 

Tuday Mengü Altın Orda’nın tahtına at yılında (1282) oturdu. Bayram töreni yedi gün sürdü. Kımız ırmak yerine akıyordu, törene katılan her kes yiyebildiği kadar et yedi.

Yedinci gün Cengizliler, emirler ve noyanlar yeni hanı dinlemek için çadırda toplandılar.

Konuşması anlaşılmazdı ve çok az sürdü, toplananlar her kes kendi kafasına göre yorumladılar.

Kaşlarını çatarak, Tuday Mengü toplananlara yan bakarak dedi:

- Ben han seçmekle iyi yaptınız. Yaban domuzları çok olmaya başladı, ama artık onlar merhamet görmeyecekler.

Büyük han başka hiç bir şey görmedi, gelenler kendi aullarına gitti. Han’ın "yaban domuzu" dediğinde ordakiler Altın Orda’nın düşmanlarından, Altın Orda’ya ihanet edenlerin merhamet görmeyeceklerinden, sert hükümdar olacağından bahsettiğine karar verdiler.

Altı ay sonra han müslüman oldu, ulaklarını Orda’nın tüm topraklarına gönderip, karargaha tüm emirlerin, noyanların, ve Cengiz Han’ın torunlarının toplanmasını emretti.

Bir tek Nogay gelmedi.

- Onu bekleyecek miyiz?diye noyanlardan biri sordu.

Tuday Mengü üzgündü, yüzü asıktı, gözleri pırıldıyordu.

- O hala yaşıyor mu? -  han büyük sarı dişlerini göstererek giliyor gibi yaptı.

Yaşlı Nogay Tuday Mengü’nün davetiti kabul etmiş olsaydı, buraya gelseydi, hanın bu söylediklerini affetmezdi.

- Beni dinleyin,- o emretti. – Sizi buraya uzun süredir beklediğimiz zamanın yaklaştığını haber vermek için topladım. Önümüzdeki senenin ilkbaharında, kaöışlarda yaşayan domuzlar  yavru doğurduklarında, sizin hepiniz beşer bin savaşçı ile benim karargahıma gelmelisin.

- Ey, büyük han, fikrini söylesene? Kılıçlarımızı kime karşı kaldıracağız.

Tuday Mengü şüpheli şüpheli soruyu sorana baktı.

- Bu sorunun cevabını bir tek ben biliyorum,- sert bir biçimde cevap verdi, artık soruyu hiç kimse tekrar sormaya curet edemedi.

İlkbaharda hanın emrini yerine getirecek olanlar kendi aralarında tartışıyor, tahmin etmeye çalışıyordular. Tuday Mengü ne düşüniyordu? Yoksa yine Rus topraklarına mı sefere gönderecek?

Bunu her kes ta hmin ediyordu, çünkü Rus topraklarında şaşılacak şeyler olup bitiyordu.

Mengü  Temür ölmeden birkaç gün önce pereyaslavsk knezi Dmitriy Aleksandroviç Altın Orda’dan ordu rica edip, kendi savaşçılarıyla gorodesk knezi Andrey Aleksandroviçi yıktı.

Knez Andrey yeni hana Tuday Mengü’ya gelip onu incitene şikayet etti, Tuday Mengü’nün ona verdiği bir iki bin savaşçı ile Dmitriy’in şehirlerini ve köy mezarlıklarını yaktı. 

Han’ın Nogay’a hakaret ettiği onun kulağına ulaşmıştı. Bu hakaretş yaşli Cengizli affedemezdi, hemen Altın Orda’nın karargahına yola çıktı.

Nogay kurnazdı, kabindeki öfkenin kimsenin anlamasını istemiyordu. Bu yüzden, kaygısız bir yüz ifadesi ile Tuday Mengü’ya sordu:

- İlkbahara ordunun toplanmasını niye tayin ettin?

- Yaban domuzlarını avlayacağım,- anlamsız anlamsız önüne bakarak güldü. – Onlar pis yaratıklar. Muhammed Peyğamberi onların etlerini yememizi yasaklamış. Onları öldürmek için ben müslüman oldu.

Duyduklarından şaşıran Nogay Tuday Mengü’yu dinlemeye devam ediyordu, Tuday Mengü ise anlatıyordu:

- Ben İtil’in, Tana’nın, Uzi’nin kamışlarında yaşayan pis ve üğrenç yaratıklardan bahsediyorum... – O, kendi yüzünü Nogay’ın yüzüne yaklaştırıp, sordu: - Sence Altın Orda’nın savaşçıları o pisliklerin hepsini öldürebilecek mi?

Korkusuz sık sık ölümle göz göze gelen Nogay, yavaş yavaş geri geri yürüyerek Tuday Mengüİ’nun yurtasından çıktı.

- Batt –u - u! Batu – u - u! – aniden han inlemeye başladı, yüzü içindeki acıdan çarpılmış gibi oldu. – Lanetli domuzlar!.. Onlar benim oğlumu öldürdüler! O, Batu!...

 

 

***

 

Altın Orda’nın büyük Hanı Tuday Mengü aklını kaçırdı. Artık her kes bunun farkındaydı. Bu olaydan sonra Cengiz Hanın torunları arasında barış bitti.

Nogay Mengü Temür’ün ortanca oğlu Toktay’ı han yapmak istedi, ama diğer Cengizliler buna karşı çıktılar, Tuday Mengü’u tarafı Tuli Böke’yi seçmek istediler.

Açık savaşta istediğini elde etmenin zor olacağını bilen Nogay çoğunluğun seçimi ile memnun kalmış gibi  gösteriyordu. Kimin han olacağı onu ilgilendirmiyordu, ama yeni han kimin sayesinde han olduğunu hatırlamalı, onu dinlemelidir. Bu görev için de Toktay Nogay’a göre en iyi seçimdi.

Hayır, Nogay yenildiğini kabullenemedi. İyi bir fırsat beklemeye karar verdi, istediğini yapmak için kullanacağı yöntemler önemli değildi. Gerekirse kan bile dökülecek.

Han olduğunda Tuli Böke Nogay’ın onun için düşman olduğunu unutmadı. Onların arasında sessiz, diğerlerinin görmediği savaş başladı. Saklı olanın aığa çıkması için fırsat lazımdı. Ve bu fırsat bulundu.

Daha o zamanlar, Tuday Mengü’nün aklı başındayken, Nogay’ın ricası üzerine Rus şehri Kursk’a Moğol Ahmet’i kendi baskakı (temsilci ve vergi toplama sorumlusu) tayin etmişti.

Bu insan canavardan korkunçtu. Onun kalbine ne merhamet, ne acıma duyguları özgüydü. Çevresine farklı knezliklerden kaçan hırsızları ve soyguncuları, Altın Orda’dan kaçak kipçakları ve barımçatları  toplamıştı. Onlara vergi toplama görevini vermişti. Onlar Ahmet’e sadıktılar. Bu ordu hiç kimseye acımıyordu, ne arazi sahiplerine, ne ekincilere, ne tarlacılara acıyordular. 

Kursk knezi Oleg ve Lipesk Knezi Svyatoslav Altın Orda’nın Hanı Tuli – Böke’nin insanlarıydı, onları Ahmet’in şiddetinden koruması için yardım istiyordular. 

Başka bir zaman han knezleri dinlemezdi bile, ama Ahmet Nogay’ın adamıydı, Cuci’nin torun oğluna Orda’nın gerçek sahibinin kim olduğunu göstermek için iyi bir fırsattı.

Tuli Böke’nin knezlere ordu ayırdı, Ahmet’in etrafındaki hırsızları öldürmeye izin verdi.

Knezler iki kez baskakı kırıp yıktılar. Baskak Nogay’ın auluna kaçmaya mecbur kaldı. 

Açık savaş için artık sebep vardı. Kendi oğulları Kete ve Cokte başlarında olmakla Nogay beş bin savaşçılarını itaatsiz kneze karşı gönderdi.

Savaşa başlamadan Oleg Orduya Tuli  Böke’ye kaçtı, Svyatoslav ise Voronej ormanlarında saklandı.

Yirmi gün Nogay’ın ordusu Kursk topraklarını soydular, çok insanı öldürdüler, bazılarını köleliğe aldılar. Ölüm dirim savaşı başladı. Gök Nogay’a taraf merhametliydi. İki sene içinde o, tüm düşmanlarını öldürdü. Toktay’ın kardeşleri Alguy, Mulakay, Togarşi, Kadan, Kudıkan hayatlarını kaybetti. Alguy ve Tuli Böke savaş sırasında öldü. Diğerleri ise farklı farklı öldü: kimisi attan düşüp, kimisi kımız içip, kimisi karın ağrısından, kimisi ise kendi yatağında boğazı kesilip ölmüştü.

Sevinç bağırışlarıyla Altın Orda’nın yeni han Toktay ilan edildi.

 

 

***

 

Kaydu bir zamanlar Maveraünnehir’in zengin olan ve çiçeklenen şehirlerini hatırlıyordu. Ama zamanla atölyeler boşalıyor, zanaatçiler karınlarını doyurmak için yer arayarak tüm dünyayı dolaşıyor, tarlalar yabani otlarla kaplanıyor, ırmaklar kuruyordu. Toprak boşalıyordu. 

Kaydu’yu insanların hayatı ve kaderi ilgilendirmiyordu, onu ilgilendiren hazinesine gelen karın azalmasıydı. Cengiz Han’ın hanlık zamanı geçmişte kaldı artık, fethedilen halklara hükümdarlık yapmak lazımdı. Fakir devlet – fakir han demektir. O zaman kim ondan korkacak, kim ona baş eğecek?

Uzun süre düşündükten sonra durumu iyileştirmek için Kaydu Maveraünnehir’in yeni emiri olarak öldürülen Barak’ın oğlu Tubu’yu tayin etti. 

Han yanılmadı. Tudu başarılı kumandanmış. Ayrıca bilgece hükümdardı. O vergileri düzene koydu, zanaatçileri ve tüccarları  teşvik etti, köylüleri soymayı yasakladı.

 

On sene geçmeden Maveraünnehir’de  işler iyiye gitmeye başladı, hanın geliri yükseldi.

Tubu yalnızca reforma ile ilgilenmiyo ve Mavi Ordu ile savaşıyordu.

Mavi Ordu özgür ordu sayılıyordu, ama aslında Altın Orda’ya bağımlıydı. Sorumlusu Bayan’dı, babası Tokay  Temür – Cuci’nin ortanca oğlu. Onun hükümldarlığı kuzeni Kuyrçuk han olmak isteyene kadar sakin geçiyordu. Kaydu’nun ve Tubu’nun yardımı ile Bayan’ın ordusuna hücum etti. Bayan kipçak bozkırına kaçtı.

Devirilmiş han yarım için Altın Orduya müracaat etti. Toktay’ın zaten çok işi vardı, ama yine de ona ordu verdi.

Şimdi ise Kuyrçuk’un kaçma zamanı geldi. O Kaydu’nun ordusunda saklandı. Toktay kaçağı ona vermesini talep etti, ama Kaydu bu ricayı reddetti.

Bayan han kendine güvenilir müttefik aramaya başladı. At yılında, Kubilay’ın ölümünden sonra, Çin’in yeni imparatoru Temir’e elçileri ile arkadaşlık teklifi gönderdi. Ama Temir ancak altı yıl sonra ona ordu gönderebildi. İnek yılında (1301) büyük savaş başladı, savaşta Kaydu öldü, Tubu ağır yaralandı.

Hülâgü’nün ilhanlığında da büyük değişiklikler oldu. Abak öldü, tahta yerine Gazan geçti.

Cengiz han’ın imparatorluğu için endişeli on dördüncü yüzyıl başladı. Hayattan imparatorluğun en yiğit torunları Batu, Mengü, Kubılay, Hülâgü, Ordu, Kaydu gibi kahramanları gitti. Büyük hanın kurduğu devlet dört büyük parçalara ayrıldı: Altın Orda, Çin imparatorluğu, Hülâgü ilhanlığı ve Orta Asya’ya. Torunların en son yaşayan, Cengiz Han’ı hatırlayan yetmiş sekiz yaşındaki Nogay idi.

Toktay Nogay’a ihanet etti. Altın Orda’da yerini sağlamlaştırıp onun tahta oturmasını sağlayan büyük Cengizliye itaat etmemeye başladı.

İşte o zaman uzun sürdüğü hayatında Nogay ilk kez han olmak istedi. Çengiz Han’ın doğrudan  torunlarından yalnız kaldığı için onun buna hakkı vardı.

Yaşlı Cengizli acele ediyordu. Alıştığı gibi – bekleyip yavaş yavaş düşmanlarını kaldırarak bu problemi çözmek için zamanı çok azdı.

Sanki senelerdir içine biriktirdiği şiddet, öfke delindi. Nogay tumenlerini açık savaşa hazırlamaya başladı. İlk yaptığı şey, - Toktay’ın erkek kardeşi Tok  Böke’nin yönettiği Kırım’ı talan etti. 

Ama Toktay da bu çatışmanın en önemli olacağını ve yenilenin merhamete şansı olmayacağını anlıyordu.

İlk savaş fare yılında (1300) Tana’nın sahilinde geçti. Nogay düşmanını parçaladı ve bu olay ona umut verdi. Ama bunun daha kesin zafer olmadığını biliyordu, ama Altın Orda’nın tahtına ilk adım yapılmıştır.

Bir sene sonra, yazın sonlarında, bozkırlarda otların sararmaya başladığında, kuşların yaz olan ülkelere uçup gittikleri zaman onlar yine Tana’nın sahilinde karşılaştılar.

Atalarının altında ebedi uykuda yattıkları topraklarda son savaşta Nogay’ın ve Toktay’ın tümenleri karşılaştılar. Hatta Cengiz Han bile hayatında böyle bir savaş, bu kadar sayıda savaşçı görmemişti. Bozkır bir tarafından diğer tarafına kadar atlılarla dolmuştu. Çılgına dönmüş atlar kişniyor, kılıçlar şangırdıyordu, belayı haber veren kargalar tozdan göke kadar yükselen tozdan kör olup toprağa kan birikintisine düşüyordular. Yaralıların initliteli ve bağırışları duyulmuyordu. Bu savaş yedi gün sürdü.  

 Müslüman vakayinamesini iddiasına göre bu savaşta Toktay’ın tarafından altı yüz bin savaşçı vardı. Nogay’ın ise iç yüz elli bin savaşçısı katılmıştı.

Toktay Orda’ya döndüğünden sonra sanki bu savaşı unutmak için büyük bayram töreni düzenletti.

Her şey olması gerektiği gibi oldu: ilk en hızlı at geldi, en güçlü savaşçı tüm rakiplerini yendi, en isabetlisi ise oku ile direğin tepesindeki plakayı tutan ipi kopardı.

Tüm yarışmalar bitti gibi görünüyordu, tepelerde binlerce heyecandan gözleri yanan insan en önemli bir şey için toplanmişlar.  

Kalubeladan beri, kipçakların Moğolları tanımadıkları zamandan beri, Allah dua etmedikleri, Namaz için yüzlerini kutsal Kabeye çevirmedikleri, kendi tanrılarına taptıkları dönemlerde Deşt-i Kıpçak’ın en güzel kızları arasında yarışmalar düzenleniyordu.

Her güzen bu yarışmalara katılamazdı. Her soyun ihtiyar heyeti en beceriklilerini ve en cesurlarını seçiyordular. Bayram töreni günü tayin edildiğinde bozkırın her köşesinden insanlar bu temaşayı seyretmek için geliyordu.  

Çırçıplak kalana kadar soyunmuş kızlar birer birer sahneye çıkıyordu. Yapacakları üç ödevleri vardı. Ödevlerini başarıyla yapabilenler halktan ve handan üç isteklerinin gerçekleşmesini istiyordular. Bozkır kurallarına göre bu dilekler ne kadar zor olursa olursun hanın gerçekleştirmesi lazımdı.

Tüm hazırlamalar bittikten sonra, Deşt – i  Kipçak tepesinde heyecandan nefesini tutup hareketsiz kalan insanlar temaşayı bekliyordu, Han Toktay yurtasından çıktı, azametle fil kemiği, altın ve diğer değerli taşlar ile süslenmiş  tahtına oturdu. Tahtın olduğu yerden biraz aşağıda üç önemli hakim oturdu: doksan yaşlı baş hakimTube Bey, yetmiş yaşlı ikinci hakim Sube Bey ve kırk yaşlı üçüncü hakim Bala Bey.

Han elini sallayıp yarışmanın başlamasına izin verdi.

Özel kurulmuş yurtadan birer birer ortaya çıplak kızlar çıkmaya başladı. Uzunbacaklı, mevzun endamlı, beyaz tenli, uzun siyah örgülü, hepsi birbirinden güzeldi. Onların gözelliklerin hayran kalan toplanan insanların nutkuları tutulmuştu. O kadar sakindi ki, kuşları ötmeleri duyuluyordu.

Kızların hepsi gerçekten çok güzeldi, ama güllerin bile arasında eşidi olmayan özeli oluyor. Bu yarışmada da öyle oldu. İnsanların bakışları b2ir kızın üzerindeydi. Onun o uzun, neredeyse yere toprağa kadar uzanan siyah saçları olmasaydı, onun beyaz martı olduğu düşünülürdü. O, dairenin içinde dolaştıkça çıplak vücudu sanki her tarafa doğaüstü ışık saçıyordu. Ama kızın büyük dipsiz gözlerinde hafif ışıkla keder ışıldıyordu bu kederi saklamak için kız uzun siyah kipriklerini indiriyordu. 

Bu kez hakimler zor yarışmalar düşünmüştüler. Kızlar atın kementi ile yere çakılan kazığı dişleri ile çözmeli, içinde taş bulunan havaya atılan takkeyi okları ile vurmalı, sonra ise elleri ile tutunmadan eyerlenmemiş, uzun kementli, dairede hızla koşan atın üstünde oturmaları lazımdı.

Tüm yarışmayı başarı ile bitiren galip oluyor.

Daha ilk dakikadan toplanan her kes martıya benzeyen kızın tarafındaydı. Onun her başarısına bozkır seviniyordu. Han Toktay’ın kendisi bile gözlerini bu güzelden alamıyordu. Tüm vücudu ile öne çıkmış ateşli gözleri ile kızı izliyordu.

O an hiçkimse o kızın kim olduğunu, hangi soydan olduğunu, isminin ne olduğunu ne biliyor, ne de merak ediyordu. Çıplak vücudun güzelliği insanların aklını çalmıştı. Bozkırın her tarafında insanların sesleri duyuluyordu.

Martıya benzeyen kızın ismi ise İnkar  Ayım idi, o, Nogay’ın küçük kızı idi. Toktay’ın zaferinden sonra o bir kipçak ailesinde köle olarak yaşıyordu.

Bir tek o, yarışmanın üstesinden geldi. Bayramın sorumlusu kızı hana yaklaştırdı, han sabırsızlca sordu:

- Söyle, bakalım, güzel kız, benim yapacağım üç isteğini.

Kız başını kaldırıverdi, korkusuz Toktay’ın gözlerine baktı. Etrafta yığışan insanlar heyecanla kızın ne söyleyeceğini bekliyordu.

- Birinci isteğim...- İnkar  Ayım kurnaz kurnaz gülümsedir,- Han Toktay benimle evlensin! – dedi.

Her kes çok şaşırdı.

Han heyecandan kurumuş dudaklarını yaladı, içini saran büyük sevincini saklayarak, dedi;

- Tamam, öyle olsun. Ben atalarımızın kutsal geleneğini bozamam. İkinci isteğin nedir?

- Söyle bana, ey han, bir insan babasını öldürdüğü kız ile aynı yatağa yatabilir mi?

- Hayır,- diye han sert cevap verdi.

- O zaman han, benim eşim bana babamın hayatını bağışlasın...Nogay’ın hayatını, tabii düşman oku hala onu öldürmediyse.

İnsanlar susyordu, Han’ın ne cevap vereceğini bekliyordu. Toktay ordakilere baktı.

- Tamam, öyle olsun,- o yüksek sesle dedi. – Şimdi üçüncü isteğini söyle.

- Başka isteğim yok! – İnkar  Ayım dedi.

O gün han, güzelin ilk isteğini gerçekleştirdi – kız onun eşi oldu. Ama ikinci isteğinin gerçekleşmesi kısmet değildi. Nogay’ın hayatı kendi yoluyla devam ediyordu.

Seneler sonra, Toktay’ın ölümünden sonra, bozkır kurallarına göre İnkar  Ayım Toktay’ın küçük kardeşi ile evlendi. Ondan çocuğu oldu, İnkar  Ayım Altın Orda’nın meşhur hanı Uzbek’i emzirdi büyüttü.

 

 

***

 

Yaşadığı onca sene sonra ilk kez Gök Nogay’a merhametli olmamıştı, savaş tanrısı Suldye de ona yardım etmemişti. Yanında on yedi savaşçı ile o Başkurt topraklarına kaçtı.

Şans insandan bir kez yüzünü çeviriyorsa, demek ki artık sık sık çevirecek. İkinci gün, Nogay savaşçıları ile İtil Irmağı’ndan geçtiğinde Rus ordusu ile karşılaştılar. Rus ordusu Altın Orda’nın tarafındaydı, savaştan dönüyordu.

Çatışma uzun sürmedi. Ak saçlı kahramanın, son gerçek Moğolun, bu topraklara Cengiz Han’ın emri ile gelen Nogoy’un başı atların ayakları altına yuvarlandı.

Artık Toktay için Altın Orda’nın hükümdarı olmasına engel olan yoktu. Büyük ve bilgece hana yakışan gibi Toktay kendi kafasına göre tüm toprakları aullara böldü, bu aulları ise kazanmak için yardım edenlere verdi.

On bir sene sonra, domuz yılında (1312) Toktay Han hayatı terk etti, Altın Orda’nın üzerinde güç ve şan şöhret vadeden altın güneş vardı. Ama Toktay’ın ölümünden sonra bozkırın üstünde siyah bulutlar gözüküyordu, şimşek sessiz oklarını bulutlara saplıyor, buran ve fırtına koparıyordu.

 

 

İlyas Esenberlin

 

Altı Başlı Aydakar

Altın Orda

 

 

İkinci kitap

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Kanatları semanın yarımını kapsayan kocaman ejderhaya benzeyen bir bulut yükseliyordu ufukta. Güneş korku içinde durakaldı, kuşlar sustu, çiçekler ve yeşillikler  soldu ve sert bir rüzgâr, uğursuz bir hışkırtıyla bozkırı kenardan kenara dolaştı.

Kararmış gümüş külçe misali gölün üzerinde küçücük dalgalar koşuşturuyordu. Ejderha- bulut göğüsüyle,  güneşin diskine çarpıp, dumanlı, mavimsi sise dönüp kıvrıldı. Bozkırların derinlerinde kurtlar hıçkıra hıçkıra, uzun uzun,  ulumaya başladı.

Gölün yüzeyinden, göğe doğru, uğultuyla, sallana sallana yükseldi kasırga, kararmış sular çekildi ve Özbek Han, nihayet, kendini gördü  ve kendi sesini duydu.

Ellerini yüzünün önünde tutarak, o kısık sesle duasını okuyordu. Yanında, sağ tarafında, yüksek mevkte-tahtta Altın Orda’nın yeni Hanı, bir müddet önce  vefat etmiş Toktay’ın oğlu Yolbasmış, ondan sonra emir Aksak Timur, ondan biraz aşağıda da,  Han’ın baş veziri Kadak oturuyordu.

Büyük bir felaket getirdi Özbek’i ve akrabası Aksak Timur’u Orda’ya, ta Urgenç’ten.  Domuz yılında (1311) Toktay Han vefat etmişti.  Ve eski geleneklere göre, onlar, gerekirse ta dünyanın öbür ucuna gitmeliydiler vefat edenin akrabasına başsağlığı sözlerini söylemek için.

Özbek,  duanın son sözlerini söyledikten sonra herkes ‘’amin’’ demeliydi. Aksak Timur, aniden, hızlı bir hareket yaptı. Kısa, tiz bir ıslık sesi duyuldu, sanki çadırın serin alacakaranlığının içinde bir kırlangıç uçtu ve  vezir Kadaka’nın başı kırmızı İran halıya düşmüştü.

Özbek onu çok yakından gördü. Yaşlı gözleri ve hala hareket eden dudakları sanki bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Özbek’in eli hemen sol uyluğa, kılıca fırladı. Yolbasmış geriye çekildi, fakat çok geçti. İnce, çelik bıçak parladı ve Han'ın başı halı üzerinde yuvarlandı.

Özbek ayağa fırladı, kendine hâkim olamadan, dişlerini sıkıp, kafasız, kıvıran vücuta birkaç darbe daha vurdu. Perişan bir bakışla çadırı gözden geçirdi. Duvarların beyaz keçesi kan içindeydi. Özbek Aksak Timur’a baktı. Emir sakince kılıcını mavi ipek mendille sildi ve kına koydu.

Sanki güçlü, yapışkan elleriyle bir adam Özbek’in boğazını tuttu, öyle gelmişti ona. O, tüm vücuduyla kendine çekti onu, kurtulmaya çalışıyordu. Ağzı bağırmada açıldı, ancak,  boğazında sadece korkunç, boğuk bir çıngırak çıktı.

Bu çıngırak da Han’ı uykudan uyandırdı. Gözleri çılgın çılgın bakıp, düşmanı arıyorlardı etrafta. Bedeni titriyor, eli ise halının başlığında saklı olan kılıcı arıyordu. Çadırın çatısındaki deliklerden içeri süzülen, oklar kadar ince olan güneş nurlarının içinde, altın renkli toz zerreleri uçuşuyor, ince duvarların arkasında ise, Altın Orda’nın Büyük Han’ın uykusunu koruyan telengitlerin ayak sesleri duyuluyordu.

Özbek, alnından terini sildi, sessizce duasını okudu ve ellerini birleştirip yüzünden geçirdi.

Lanet olası rüya. On seneden daha çok geçmişti aradan. Daha ne kadar zaman gerek ki, o korkunç olayların unutulması için? Fırtınalar çölü kapsıyor, şiddetli güneş otları yakıyordu, ama hafıza, herşeyi eskisi gibi hatırlıyordu. Sanki herşey dün olmuş gibi, sanki zamanın, hafızanın  üzerinde  hiçbir gücü yok.

Neden o zaman başsız bir vücudu parçalıyordu o peki? Yolbasmış zaten ölüydü ya. Hem, onlar hiç düşman değildiler ki. O Han tahtı olmasaydı keşke! Keşke! Ne var ki paylaşılmayacak, birbirini çocukluktan beri bilen  ve se ven iki kuzen arasında? Ama vakit geldi ve aralarına Altın Orda’nın tahtı girdi. İkisi de Cengizlilerdendi ve kaderlerinde, hayatlarını birbirine düşmanlık besleyerek, savaşlarla geçirmek vardı.

Yolbasmış’ı sinsice öldürdükten sonra, o, bir an bile pişmanlık duymamıştı olup bitenlerden dolayı. Bunu istiyordu Han ve ne yaptığını çok iyi biliyordu. Onu bambaşka bir şey endişe ediyordu. O an, o korku nerden çıktı ve neden ölü bir Hana elini kaldırdığını anlayamıyordu.

Özbek anıları kovmaya çalışırken, onun, uykudan daha yeni kalkan beyni,  iradesine itaat etmiyordu. Rüzgârda çim dalgalar misali, zaman akıp gidiyordu geriye ve göz önüne sonsuza dek hafızadan kayıp olmayacak geçmişi getiriyordu. Çocukluktu bu. Gökyüzünün, dünyanın ve insanların kocaman göründüğü zaman...

Günlerden bir ilkbahar gününde, Mengü Temür’ün ortanca oğlunun, Toktay’ın ve küçük oğlunun,  Toğırılşı’nın köyleri, yazlık için mekân seçerken, koca İtil’in yalısında buluşmuşlardı. O zamanları Toktay daha Han değildi ve kimsenin onun geleceğinden haberi yoktu. Bundan dolayı da, iki kardeşin ve onlara ait olan köyler arasında huzur vardı, güneş ikisi için de aynı şefkat ile parlıyordu. Özbek  ve Yolbasmış akrabaydı. Onlar ikiside altı yaşrındaydılar. Bütün günlerini birlikte geçiriyorlardı: yengeçler üzerinde yarışlar düzenliyor, kuşları yakalamak için tuzaklar kuruyorlardı. Onlar savaşçı olmayı hayal ederlerdi. Aynı ataları Cengiz Han gibi, cesur ve acımasız olmayı istiyordu. Bundan ötürü, tuzaklarına düşen her ne olsa olsun, sonunda onu öldürüyorlardı. Bir gün, avları sıradan bir serçe olmuştu. Özbek hemen yanına koştu ve zaferliği ifade eden bir cığlıkla kafasını kopardı kuşun, sonra da kanlı tüy yığını havaya fırlattı.

Bir mucize gerçekleşti ve başı koparılmış serçe, kanatlarını hızlı-hızlı çarparak, bozkırın üzerinde uçup gitti. Şaşırarak bakıyorlardı uçan serçenin ardından, ta o buğdaygillerin çalılıklarında kaybolmayıncaya kadar. Özbek ve Yolbasmış kuşu çok aramışlar, ama bulamamışlardı.

Olan bitenler ikisini de çok şaşırttı. Gizemli bir şeyler vardı sanki. Kuş nereye kayboldu?  Neden, hayatında ölmek varken o hala yaşamaya devam ediyordu, bir de başsız haliyle?

Özbeki saran korku, içinde, henüz sonuna kadar anlaşılmayan bir fikir taşıyordu: düşmanı öldürmek, öldüğüne inanmadan parçalara doğramak gerek. Belki de, bu, beyinde kalıplaşmış, uzak ve unutulmuş gibi gözüken anı, cansız yatan Yolbasmış’ı parçalamaya devam ettiriyordu Özbeke.

Özbek Han kadere inandığı için, vicdan azabını çekmiyordu. Eğer ki, Sema istemeseydi, elinden, kuzenine kaldırdığı kılıcı düşerdi, Yolbasmış da hayırlısıyla Orda’ya yönetmeye devam ederdi. Herşey Allah’ın elindeydi. Sadece O, kaderlerimize hâkim olandır. Herşey önceden yazılmışsa, ne gerek var ki vicdan azabına?

 Ve Özbek Han teselli oldu. Kader! Kim karşı çıkabilir ki? O mukadder degil miydi Karabay savaşçısıyla olup bitenlere?

Bunlar çoktan olanlardı. Özbek artık delikanlılık çağındaydı ve her Cengizli gibi savaşlara katılıyordu.  Nogay’ın korkusuz tümenleri Kafkasya kalelerinden birini kuşatmışlardı. Onu, Gazan’ın ilHan savaşçıları savunuyordu. Kale,  dik bir yamaca üzerinde duruyordu ve Altın Orda’nın askerleri bayağa uğraşmışlardı. Yüksek duvarların arkasından saldıranlara, Çinli mancılık makineler yardımıyla atılan kocaman taşlar uçmaktaydı.

Askerler, yamaçta bir mağarayı bulmuşlar ve Özbek, ona eşlik eden telengitlerle beraber, mola vermek için sığındılar. Mağara çok geniş ve yüzksekti, çatıdaki delik ise onu çadıra benzetiyordu. Telengitler, eti kavurmak için ateş yaktılar. Özbek duvarın yanındaki halı üzerinde yatmak için yayıldı. Buraya, yeraltına, savaş sesleri çok kısık geliyordu. Birkaç bin askerin, saldırı esnasında,  kaynaşmış üfürüm sesi duyuluyordu sadece. Bazen de, topraklar titriyordu, mağaranın yakınlarında büyük taşlar düşerken.

Birdenbire, mağaranın çatının deliğine kara ve yuvarlak bir sey düştü, yere çarptı ve dışarı yuvarlandı. Özbek ayağa kalktı,  onun insan kafası olduğunu farketti. Telengitlerden birisi, onu yakından görmek işin mağaradan çıktı. Az sonra geri döndü.

-O, siyah sakallı Karabay’ın kafası, dedi telengit. Belli ki, Çinli makineden atılan taş kafasını boğazından ayırdı ve buraya uçurttu...

-Karabay’ı tanıyordum, dedi Özbek. Cesur bir askerdi. Ruhu şadolsun.

Telengitler e vet der gibi başlarını salladılar. Onlardan çoğu da tanıyordu ölü askeri.

Mağaranın çatısı titredi,  orada bulunanların üzerine küçük taşlar düşmeye başladı. Özbek, kalenin duvarlarının etrafında neler olduğunu çıkıp öğrenmek için ayağa kalkttı. O tek bir adım attı,  kocaman bir taş, zavallı Karabay’ın kafası bulunduğu yere düştü,  mağanın girişini kapattı.

Telengitlerin yüzlerinde şok ve korku yansıyordu. Böylesini daha görmemişlerdi. Ölüm, bir insana iki kere gelmişti. ‘’Sadece kader böylesine bertaraf olabilir’’, diye, batıl bir korkuyla düşünmüştü Özbek kendi kendine. Acaba, kendisi kaderin bir aleti olarak kullanılmış olmamış mıydı, Yolbasmış’ı öldürmeye düşünürken? Madem ki, her şey istediği gibi olmuş, Göklerin kendileri ona el tutmuş olmasın?  Evet, sadece kader, Altın Orda tahtında kimin oturup oturmayacağına karar  verebilir. Her ama her şey önceden belirlenmiş!

Özbek Han’ın düşünceleri, onu yine, kuzenini öldürmeye kalkıştığı zamana götürdüler.

Yolbasmış’ı Han yapan vezir Kadak’tı. Geriye sadece, Toktay’ı anma merasimini düzenleyip, sonra ise kurultayı toplayıp, herşeyin Büyük Cengiz Han’ın yasasına göre olduğunu kanıtlamak kalıyordu. Kurultay, zaten tahtta bulunan bir insan için ne anlam taşıyabilirdi ki? Kim karşı çıkabilirdi? Dostlar da, düşmanlar da hava atarak sevinçten: ‘’Yaşasın yeni Han’ımız’’, diye bağırırlar. Kim ki, başka bir tepki göstermeye cesaretlenirse, sabaha çıkmaz. Han’ın elleri uzundu,  vasiyetini yerine getirmekten onur duyan birileri,  yanında her zaman vardı muhakkak. Inat eden veya sadece memnun olmayanları boğarlar, ya da avcılık esnasında, aniden, attan düşübilir, omurgası kırılmış halde onu çöllerde bulabilirlerdi bir gün. Cengizliler kendi tartışmalarını böyle hallettiriyorlardı.

Özbek de, o zamanlar memnun olmadığını belli etmedi. Kuzenine beslediği kıskançlığını derinlere saklayıp, sadık dostu Kutluk Termür  ve askerleriyle Orda’ya, yeni Hana başsağlığı dilemek için yola çıkmıştı. Bozkırların böyle bir geleneği vardı. Ama bir şeyi farklı yapmıştı Özbek: o, askerlerini Orda’ya götürmemiş, onlara oranın yakınlarında sığınmalarını emretmişti. Özbek’in  ve Aksak Timur’ün gelmelerinin asıl amacı yerine ulaşınca, Yolbasmış’ın  ve Kadak’ın kafaları ayaklarına düşünce de,  sadık askerleri çıktı,  Orda’yı kuşattılar. İki hafta sonra, bütün emirler, bekler ve noyanlar yeni Hanlarına itaat edip, onu, geleneklere göre, beyaz halıya oturtup, taşıdılar.

Zaman, İtil’in suyu misali, de hızlı ve şiddetli, de sakin ve görkemli, akıp gidiyordu.

Özbek’in Altın Orda tahtına oturduğundan yedi sene sonra, At Yılında (1318), o, İran’a ilk saldırısını yaptı. Hiç acele etmeden, tittiz hazırlanıyordu ona Han. Bundan dolayı, tümenlerin hareketleri, önünde ne varsa yıkıp geçen fırtınaya benziyordu. Her binicinin ikişer atı vardı. Uzun süren avlarla yetişmiş ve sertleşmiş askerler yorulmayı bilmiyorlardı. Bir attan diğerine binerek, gün içerisinde uzun mesafelerin üstesinden gelebiliyorlardı. Çoğu örme zincirli zırh ve miğferliydi. Beklerin, emirlerin ve noyanların atları ise gümüşle süslenmişlerdi.

Ordunun en önünde de, Altın Orda’nın beyaz bayrağının altında o geliyordu- Özbek Han. Çok rahat ve mutlu hissediyordu kendini kırmızı, kalın yeleli atın üstünde oturarak. Genç bedeninin içinde kanı kaynıyordu, kurumuş gaga burunlu yüzü sıkı ve güzeldi.

Özbek’in tümenlerinin hareketleri çok hızlıydı. Çok geçmeden, sarı bucaksız Deşt-i Kıpçak geride kaldı, ardından geniş ve sessiz Tan’ı geçerek, onlar Derbent’e çıktılar.

Demir kapılar büyük bir misafirper verlikle Han’ın önünde açıldılar. Yerel soylu Müslümanlar, din kardeşlerine hiçbir direniş göstermediler. Özbek Han bekleniyordu, bundan ötürü, Altın Orda’nın gelmesi, ilHan tarafından, devletin sınırlarını korumak için görevlendirilmiş olan Emir Taramtaz için sürpriz olmamıştı.

Çılgın bir akışla girdi Özbek’in ordusu demir kapılardan Şirvan ovasına, önünde bulunan az sayılı müfrezelerinin üzerinden geçerek. Gökler, Han’ın ilk saldırısında ona yardım ediyordu, şans da onu hiç terketmiyordu. Birkaç gün sonra, Altın Orda’nın beyaz bayrağı Kura’nın yalısında dalgalanıyor, çok kolay zafer ve büyük bir ganimet elde ettikleri için sevinen askerler, kendi çadırlarını yeşil ve serin bir vadide kuruyorlardı.

Berke gibi, Özbek Han da gayretli bir Müslümandı. Karargahın çok yakınlarında, Müslümanların sufiler tarikatın yurdu - Hanaka bulunduğunu öğrenip, onlara, başlarında Aksak Timur’ün kardeşi Saray Kutluk’la birlikte kendine yakın adamlarını gönderdi. Dervişler, Han’ın elçilerini büyük bir onurla karşıladılar. Hanakanın şeyhi Allah’a niyaz ederek, ondan İslam’ın destekçisi olan Özbek Han’a uzun ömürler, ordusuna da,  kafirler  üzerinde zaferler elde etmelerini diledi.

Ancak, güzel bir ziyafet ve ikramlardan sonra, misafirler gitmek için hazırlandıkları vakit, şeyh, çaktırmadan, Saray Kutluk’a, ordunun tarikata çok hakaretlerde bulunduğunu şikayet etti. Sözleri terbiyeli, yüzü şefkatli görünüyordu, ama gözlerin derinlerinde, gür kaşlarının altında gizli, sert, kaba ışıklar alevlendi. Kısık bir sesle, eğilerek şeyh diyordu ki:

-Özbek Han’ın yiğit askerleri birçok adamlarımızı yakaladılar, otuz bin tane koyunlarımızı kaçırdılar. Hatta, aralarında, Muhammed Peygamberimizin vasiyetlerini unutup, camiyin ve Allah’ın kullarının mülkiyetine tecâvüz ettiler. Büyük Han adaletini göstersin de, bizden alanları geri versinler askerleri. Allah onu ödüllendirir ve saltanatın mutlu günlerini uzatır.

-Dediklerini Hana iletirim, ey bilge şeyh, dedi Saray Kutluk.

 ve Hana iletti. Altın Orda’nın Hanı çok öfkelendi. Onun, Azerbaycan toprakları için, ordunun ne kadar savaşlar ettiğini bildiğinden dolayı, bu topraklarda gü venilir bir desteğe ihtiyacı vardı ve bu, örümcek ağı gibi, bütün şehri ve köyleri saran tarikattan daha iyi desteği verecek kim bulunabilirdi ki? Bu topluluk gerçekten de çok güçlüydü. Hanakadan gelen sessiz, imalı sözlere, hürmet ve korkuyla sıradan bir çiftçi de, zengin bir tüccar da kulak asıyordu.

Özbek, topluluğa koyunları geri verme emrini verdi ve kefaret simgesi olarak, at başı boyutlarında gümüş külçe göndermişti. Askerler arasında, Allah’ın kullarının evlerine ve camilere kötü niyetle girenler de bulunuyordu. Onlardan birinin kafasını uçurtup, kulaklarında ip geçirerek başkasının boynuna asmışlar.

Han’ın özel korumasından olan telengitler, onları çadırlar arasından geçirdiler ve çok sayılı ordudan her asker, bu ikisinin yaptıklarından birşey yapmaya kalkışınca onu neler beklediğini görebiliyordu.

Bu da yetmedi, Özbek Han, ordunun sag ve sol kanat liderlerine elçileriyle emir gönderdi. Emirde şunlar yazılmaktaydı: ‘’ Her kimse, dervişlerden güçle veya çalarak, mallarını, mülkünü elde etmeye kalkışırsa, yakalanıp ceza için müridlere teslim edilecektir. Hiç kimse Hanakanın sakinlerine veya oraya sığınanlara taciz edemez. Eğer ki, her kimse, askerlerden birinin işlediği suçu hakkında malümat olup da onu paylaşmazsa, suçluyu barındırırsa, kendisi de suç ortağı olup cezalandırılacaktır’’

İran için At Yılı zor bir sene olmuştu. Korkunç fırtınalar esiyordu onun üzerinde, gökten sular akışıyordu, nehirler bankalardan taşıyıp, evleri yıkıyordu. Haçlılar da sefere çıkmışlardı. Suludzu soyundan gelen emir Çöpanbek, adamlarından çoğunu kayp ettiğinden dolayı, onların ordularına zorla karşı çıkıp direndi. Bölgenin diğer sınırlarının da huzuru kaçmıştı.

Özbek Han için bu gayet olumlu bir ortam idi. İlk zaferlerle kanatlanıp, havalara uçtuğu için, dikkatsiz davranıyor, karşısında, en zor anda bile tüm gücü toplayıp, karşı çıkabilen, çok güçlü ve tecrübeli düşman bulunduğunu unutuyordu. Han, cesur Nogay’ın neden bu topraklara defalarca dönüp, onları Altın Orda’nın mülkiyeti olarak elde tutmak çalıştığını hiç düşünmüyordu.

Dikkatsizce ve eğlenerek geçiriyordu Kura yalısında zamanı Han’ın askerleri, ta ki, onlara doğru on tane tümeniyle Gazana’nın torunu Ebuseit yaklaştığını duymayıncaya kadar. Özbek Han’ın fethettiği topraklarda, ondan habersiz, nerden çıktıkları belli olmayan, çok güçlü düşman ordusu ortaya çıktığının haberi onları daha da çok sarstı.

Kuşatmadan korkan Han, gücü toplayıp,  karşı çıkmaya denemeden, askerlerine geri çekilme emrini verdi.

Kaçıran malları ve mülkü bırakıp, Özbek Han’ın askerleri çabucak Derbent’e yol aldılar. Bu gidişleri, daha çok panik kaçışa benziyordu, kaçağa da, cesareti olan herkes darbe vuruyor, tecrübeye göre.

Özbek Han’a, bu ani yenilme ağır geliyordu. Öfkeden ve çöllerin tozlarından simsiyah olan Han, memleketine, Deşt-i Kırçak’a tekrarlıyordu: ‘’Benim günüm de gelecek! Bu rezilliğin hesabını soracağım! Benim de günüm gelecek!’’

 

 

***

 

Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin!’’, diye geçmekte Muhammed Peygamberin hadislerinden birinde. Fitne, Toktay Han Altın Orda’nın tahtında bulunduğu sürece uykudaydı, ondan sonra gelen Özbek Han da, sonuna kadar ona uyanma fırsatını  vermedi. Çok dikkatlice takip ediyordu bir sürü Cengizlileri ve her tür itaatsizliği de kökünden söküp atıyordu. Ne Özbek Han’ın öncesinden, ne de sonrasından Altın Orda böylesine birliği, refahı  ve gücü hissetmemişti. Muazzamdı onun toprakları. Orda’ya, Dinyeper’den doğuya kadar, Kırım’la  ve Bulgarla birlikte Güneydoğu Avrupa, Aşağı  ve Orta Volga, Güney Urallar, Derbent’e kadar Kuzey Kafkasya, Kuzey Harezmşah toprakları, Seyhun’un alt akışının toprakları  ve onun kuzeyinde yalan Aral Denizi’nden Sarısu  ve İşim nehirlere uzayan bozkırlar aitti.

Daha önce olduğu gibi, Altın Orda’nın başından bu yana, onun sınırlarında  ve eteklerinde, toprak  ve su için savaşlar hiç dinmedi, fakat ordunun içi barış  ve huzur doluydu. Özbek Han’ın topraklarında geçen tüccarlar şöyle diyorlardı: ‘’Bu topraklar o kadar sessiz  ve huzurlu ki, toygarlar koyunlarının sırtında yuvalarını örebiliyordu bile’’.

Altın oOrda çok güçlü bir orduydu, bundan dolayı, ona bağlı olan halk, Han’ın emirlerine  karşı çıkmayı düşünmeye bile cesaret edemiyor vergilerini düzenli ödüyorlardı.

Altın Orda’nın uçsuz bucaksız yolları sessizdi, daha demin rahatlıkla, cezasız, tüccar kervanlarını  ve yolcularını soyabilen çete, sığır hırsızları kayboldu. Özbek Han döneminde Ürgenç’ten çıkan kervan, Kırım’a üç ay içinde ulaşabilirdi. Tüccarlar, korunmasız, uzun yolculuklara gitmeye cesaret edebiliyordu,  her nerde olursa olsun, eğer ki, ücret ödenmişse, çukurlarda bile onlara konaklama  ve yiyecek sunuluyordu.

Orda, huzurunu sadece askeri gücüne borçlu değildi. Şehirlerde zanaat gelişmekteydi, çiftçiler korkusuz topraklarına çıkabilirlerdi  ve kimse onların su aktığı kanallarını bozmuyordu. Bunun sebebi, Özbek Han döneminde çiftçilerden alınan  vergilerin azaldığı için değildi. Tıpkı eskisi gibi vergiler büyüktü ve atölyelerde kazanılan, tarlalarda yetişenlerin büyük bir kısmının Han’ın kasasına gidiyordu, fakat, başların ucunda kılıçla, mallarına açgözlülükle baktığı için merhamet bilmeyen düşman olmadığını bildikleri için, hayat onların için tamamen başka hayattı. Hayatları için korku  ve endişe kayboldu, insanlar da kendilerini az olsun da, bereketli olsun, diye mutlu hissediyordu.

Asıl zenginliği Orda’ya ticaret getiriyordu. Dünya’ya barış geldi  ve tüccarlar doğudan batıya kadar, her şehre yol aldılar. Büyük İpek Yolu Deşt-i Kıpçak’tan geçiyordu. O, dünyanın her tarafından gelen tüccarların  ilgisini çekiyordu.

Daha Toktay Han’ın döneminde, o Kırım’ı akrabasına Yanci’ye  verdiğinde, Kefe  ve Sudak şehirleri büyük ticaret merkezlerine dönmüştü. Usta Cenevizli tüccarlar Altın Orda hükümdarları ile barış içinde yaşamayı başarabiliyordu. Kefe’ye  ve Sudak’a Çin’den ipek, Hindistan'dan değerli taşlar, inci  ve mercan dolu kervanlar geliyordu. Orusut tüccarları buraya samur, kunduz, sansar derilerini, bal  ve balmumu getiriyor, göçebeler ise Karadeniz marinalarına derileri  ve yünü getiriyorlardı. Bütün bunlar Akdeniz ülkelerinde talep ediliyordu. Buna karşılık olarak da onlar, kumaş, çini, bronzlaşmış deri, cam, altın  ve gümüş mücevherleri gönderiyorlardı.

İpek Yol’unun Altın Orda  ve ona bağlı olan ülkeler için önemini abartmak mümkün değildi. Bu yolla  sadece mallar degil,  bu yolla Batı’ya Arap cebiri  ve dokuzuncu yüzyılda, Otar şehrinde yaşamış olan,  "Aristotel’in mantığı üzerinde yorumlar"  yazmış olan büyük bir bilim adamı Abdimansur Farabi’in çalışmaları, Buhara’lı İbn Sina’nın tıp kanunları, Doğu’nun büyük bilim adamların  ve düşünürlerin Al Biruni, Ar Râzî, Ali ibn Abbas tarafından elde edilen bilgiler gelmekteydiler. Doğu ise Demokritos’un, Platon’un, Aristotel’in, Ptolemi’nin, Öklid’in  ve Arşimet’in felsefi  ve bilimsel risaleleri tanıdı.

İpek Yol’unu sadece tüccarlar kullanmıyordu. Onlarla birlikte, uzun  ve tehlikeli yola, dünyanın sınırsızlığını  ve büyüklüğünü görmek isteyen insanlar da çıkıyordu. Onlar, diğer ülkeler  ve halklar hakkında doğru bilgileri taşıyor, dünya çapında dağınık bilgilerin kırıntıları topluyorlardı.

On yedi sene Kubilay Han’a venedik Marco Polo hizmet etmiş ve sayesinde, Koyun Yılında (1247) M. Sanudo tarafından çizilen haritada Gürcistan, Çin  ve Derbent meydana çıktı. Gene onun  verilerine göre, Kaplan Yılında (1254), P. Medici tarafından hazırlanan harita üzerinde Sumatra  ve Bengal tevdi edilmişti. Büyük  venedikin, İpek Yolu boyunca yaptığı yolculuğu hakkında yazdığı kitap, iki yüz yıl sonra Kristof Kolomb’a, Amerika'nın keşfine yol açmış olan yolculuğunda yardımcı olmuştu.

Büyük İpek Yolu bereketli Çin ovalardan başlıyordu. Dallarından biri Güney Çin Denizin kıyısında,  Quanzhou’ya gidip, sonra da deniz boyunca Saba’ya kadar uzamaktaydı. Burdan da, Andoman Denizi  ve Bengal Körfezi’nden, Malaymur  ve Quilon’a, sonra da Arap Denizi’den İran şehri Ormuz’a uzamaktaydı.

Bir başka dalı, Hanbalık’tan başlamak üzere, Büyük Moğol Han ulusunun dağlarından, çöllerinden  ve Deşt-i Kıpçak’tan geçip, İran kıyı şehirlerine doğru uzamaktaydı. Sınırsız ovalara çıkıp, akımlara ayrılan büyük bir nehir misali bu yolun da, Hanbalık şehri gibi başı  ve dört akımı vardı. Birincisi, Büyük Moğol Han ulusundan, Kaşgar  ve Kerman’dan geçip Hürmüz’a çıkmakta, ikincisi, Kabul’e, Sultaniye’ye  ve Tebriz’e gitmekteydi. Fakat Altın Orda için en büyük önem son iki kervan yolları taşımaktaydı. Aynı ötekiler gibi, başını Hanbalıktan alıp, bunlardan biri Almalık’tan, Ürgençten, Saray-Berke’den geçip Azak-Tana’da sonunu bulmakta, diğeri de,  Harezmşah’tan, susuz Usyurt yaylasından geçip, Hazar Denizin kıyısında bulunan İran şehirlere çıkmaktaydı.

Özbek Han’dan önce birkaç tüccardan başka kimse bu yolları kullanmaya cesaret edememişti. Bu toprakların susuzluğu  ve huzursuzluğu kervabaşıyı başka yolları seçmek mecburüyetinde bırakıyordu. Altın Orda’nın içi ne kadar huzurdolu,   sakin olsa, bu yollar da o kadar canlı oluyordu.  Bu refahın sonu asla gelmeyeçekmiş gibi görünüyordu, de veler kendi yavaş  ve acelesiz yürüyüşle, Asya kapsamında sonsuza kadar yürüyecek, kervancıların gırtlak çığlıkları bozkırın ince tozuna karışıp, titreşen ısı pusuda kaybolmaya sonsuza dek devam edecek gibi geliyordu.

Ama her şeyin bir sonu vardır. At Yılında (1354) Osmanlı İmparatorluğu Çanakkale'yi işgal edip, Akdeniz’e giden tek kapıyı kapattılar.

Aradan birkaç on yıl daha geçti  ve Aksak Timur, Altın Orda’nın Hanı Toktamış’ın tümenlerini yenerek, İpek Yolu’nun ikinci dalını kesti. Dikilmiş büyük ağaç kurudu. Daha demin buralardan kervanlar geçiyor, insan sesleri duyuluyordu, şimdi ise terk edilmiş tarlalar, tahrip köyler kalmıştı. Altın Orda'nın güçlü  ve zengin başkenti Saray Berke şehri,  kül içinde yavaşça ölüyordu. Aksak Timur ona hiç acımadı.

 Dönemin güçlü deniz ülkeleri İspanya  ve Portekiz,  Hindistan  ve Çin zenginliklerine ulaşmak için başka yollar aramaya başladılar. Onlar yolları bulmuşlardı,  günler geçtikçe Büyük İpek Yolu’nun şöhreti unutulmuştu. Bir tek elyazıları  ve efsaneler, bize o dönemin şaşırtıcı  ve çelişkili, derin hakikat  ve renkli kurgu dolu hikâyeler getirebildi.

Özbek Han döneminden, İpek Yolu’nun sonuna kadar iki yüz yıl vardı  ve hiçbir kâhin bu üzücü kaderi önceden tahmin bile edemezdi. Ama şimdilik, bu yollardan, peşpeşe, sayısız kervanlar geçiyor, inanılmaz zengin tüccarlar da, Altın Orda’nın  vergi toplayıcısından kendi gerçek gelirlerini gizlemek için, paralarını yol kenarlarında gömüyorlardı.

Tüccarlar zenginleştikçe, Altın Orda da zenginleşiyordu. Özbek Han’ın en sevdiği tüccarları - Müslüman tüccarlarıydı. Bu sevgi de, onlardan Altın Orda’nın hazinesine gelen altından kaynaklanmış değildi, üstelik. Bambaşka bir nedenle,  o, tüccarlardan en önemli olanlarını teşvik edip, kendine yakınlaştırmaya çalışıyordu. Onlar, Han’ın gözleri  ve kulakları olmuştu. Avarelerden daha iyi, başka devlette, ulusta, şehirde olup bitenlerin farkında kim olabilir ki? Birilerinin dilini açığa çıkarmak için, tüccarlar gerekli olanları yapıp, para  ve hediyeler bağışlıyordular, çünkü biliyorlardı ki, Özbek Han önemli bir haber karşılığını cömertçe öder.

 

Huzur  ve barış zamanlarında, tüccarlar Hana casusluk yapıyorlar, gerektiğinde de, ordusuna silah  ve atlar getiriyorlardı. Sarayların  ve camilerin inşaatı için kıymetli taşlar, köleler için yiyecek  ve giyim getirme hakkı onlara aitti, onlar sayesinde dünyanın farklı yerlerinden en pahalı halılar, altın  ve gümüş takılar, Hint çayı  ve Çin ipeği getiriliyordu.

... Hançeri bir kenara bırakarak, Özbek Han ayağa kalkıp, halı üzerinde sessizce adım atarak çadırı dolaştı.

Rüya bir türlü unutulmuyordu. Artık korkutmuyordu da, fakat Han, nedense, kendini bir tuhaf hissediyordu. Dünya, gerçekten, bir insanı tamamen mutlu hissettirtmeyecek kadar adaletsiz mi?

Han, aniden, geçmişleri hatırlaması bir tesadüf olmadığını anlamış. Tüm bu on iki yılın içinde Han, tümenlerinin yeniden Şirvan yaylaları boyunca dolaşacaklarını, düşmanların Kıpçak süvarinin önünde titreyerek kaçtığının hayalini kuruyordu.

O bir Cengizliydi, onlar da rezilliği asla affetmezler. Peşpeşe çekilen ordunun askerleri ardından, Orda’ya ait olan Kafkasya topraklarına Çöpanbek’in tümenlerinin gelişi gibi bir rezalet unutulabilir mi? Emir, insanları öldürüyor, hayvanları çalıyordu, Özbek Han da hiçbir direniş göstermeden, Kıpçak bozkırların derinlerine kaçıyordu.

Altın Orda, geçmiş kırgınlıkların intikamını almak için, çoktan gücünü toplamış, hazırdı, ama birşeyler bu planları yerine getirmek için Özbek Han’a engel oluyordu. Önceden,  Kıpçaklı Akbari’nin yönetimi altında bulunan Maveraünnehir’de fitne yayılmıştı  ve Han, bu fitnenin, onun topraklarına geçebilme korkusundan seferini erteledi. Sonra, Orusut beyliklerde de huzur kaçmıştı. Böyle de geçiyordu seneler.

Büyük Cengiz Han, kırgınlıkları kimsenin yanına bırakmamayı öğretiyordu. Onun vasiyetini yerine getirebilme yollarını düşünme zamanı gelmişti. Özbek Han bilge bir adamdı. Zaman ona, güçlü bir orduya sahip olmak, başarı için az olduğunu göstermişti. Sefere iyice hazırlanmak, düşman hakkında bilgi toplamak, uygun bir an yakalayıp da güçlü  ve acımasızca davranmak gerekiyordu.

Han, kalın pelerini omuzlarına attı  ve yavaş yavaş çadırdan çıktı. Sabah daha yeni başlıyordu. Güneş, sivriuçlu dağların üzerinde yükseldi. Kayaların kırışıklıklarında derin gölgeler yatıyordu, bu nedenle kayaların ışıklı tepeleri  ve sırtlarları beyaz görünüyorlardı. 

Hafif bir rüzgâr esince, Han’ın burun delikleri ıslak yosun  ve tuz kokusunu yakalayıp titretediler. Çok yakınlarda, alçak tepelerin arkasında Karadeniz vardı. Özbek Han’ın vücudundan soğuk bir ürpenti dalgası geçti  ve o, göğüsünü açık bırakan pelerini daha sıkı sardı.

Kırım’a, yeni sarayın  ve camiin inşaatını kontrol etmek için geldiğinden yedi gün geçmişti. Han, inşaat için seçilmiş olan yerden, bu işi yöneten Müslüman tüccarları Savut  ve Davut kardeşlerden çok memnundu. Ağabey-kardeş çok güzel yer seçmişler. Özbek Han onu beğenmişti.

Deniz çok yakındı. Gözleri kapatıp onun güçlü nefesi, dalgaların, kıyıdaki hışırtılı çakıl taşlarının üzerine yuvarladıkları duyulabiliyordu. Güneyde,  koyu mavi yumru Karadağ yükselmekteydi, doğuya bakınca da, büyük bir ticari şehir Kefe’yi görmek mümkündü.

Han’ın Saray Berke’ye geri dönme vakti gelmişti, fakat o acele etmiyordu. Yakın günlerden bir gün, Hanbalık’tan ipek taşıyan tüccar kardeşlerin kervanı geçecekti. Mallarla birlikte, tüccar kılığına girip, Han’ın gü vendiği bir insan da denizi geçip gelmekteydi. O, Han’ın adından memlüklarla müzakere etmek için Mısır’a gitmişti. Kendi gizli büyükelçiliğinden Özbek Han’ın çok beklentisi vardı.

Bu güveniler kişi, ticari konulardan daha çok Altın Orda’nın  ve Mısır’ın Müslümanların birlik olmaları hakkında konuşmalıydı. Tıpkı Berke gibi, Özbek Han kendini, Deşt-i Kıpçak’ın  ve ona ait topraklarının İslam simgesi olmayı hayal etmişti. Güçlü bir Müslüman devletin desteği olmadan,  ki o zamanlar Mısır öyle bir devletti, bunu başarmak zor olurdu.

Memlüklerle ittifak, Han için, İran ordusu kendi tümenlerini Altın Orda’ya yollamayı cesaret ederse, arkadan vurulmuş olacaklarında emin olmak demekti. Ortak din ile birleştirilmiş  ve ona tabi olan Altın Orda daha da güçlü olacaktı.

Özbek’ten önce gelen bütün Hanların arasında, galiba tek Özbek kervanlarını onun topraklarından geçiren tüccarlardan  vergi toplamak pek de gü venilir bir iş omadığını anlayandı. İran her an Büyük İpek Yolu’nun bir dalını kesip, Altın Orda’nın hazinesi de ona gelen altının bir büyük kısmından mahrum kalırdı. Bunu önlemek için Han, İran topraklarını  ve kıyı kasabalarını ele geçirmek istiyordu. Böylece, Altın Orda’nın refahını, Han’ın da tahtını hiçbir şey tehdit edemezdi. Bu nedenle de, İran ile muzaffer bir savaşa ihtiyacı vardı, İlHan Hülagû’nun torunlarının büyük düşmanı olan memlüklerden başka kim daha iyi müttefik olabilirdi ki?

Göçebe bir Han için, deniz yollarının sahibi olma hayali çok cesur bir hayaldi. Ama Özbek başarıya inanıyordu. Mısır'daki memlükler ile ittifak sonuçlandırılırsa, bu birliğe karşı çakabilecek güç bulunamaz. Altın Orda  ve Mısır bütün dünya halklarını  ve ülkelerini titretirler. Herşeyi, sadece orduyla  ve güçle çözebilme zamanının geçtiğini Özbek farkediyordu. Onun topraklarında yayılmış olan İslam dininde, insanları birleştirebilen  ve itaat etmeye mecbur edebilen gücü görüyordu Han. Bu konuda da, bütün dinleri eşit gören Cengiz Han’ın örneğini takip etmemişti. Daha gençlik çağındayken, biraz tereddüt edip sonra da İslam dinini kabul etmiş, çocukları Tanıbek  ve Canıbek doğduklarında da onları sunnet etmişti. Özbek onları okutmak için medreseye yollamıştı, orada ak sakallı âlimler onlara Arapça’yı öğretim Kur’anı okutuyorlardı.

Bu yolu seçtikten sonra Özbek Han,  emirleri, noyanları, bekleri  ve hatta nükerleri de, kendini takip etmelerine zorladı. Hz. Peygamber Muhammed’in tarafından kurulan yasalarını ihlal eden herkes, kafirlerden sayılarak ve olüme layık olurdu. Sadece, günde beş vakit namaz kılan  ve oruç tutan biri, Han’ın merhametine nail olabilirdi.

İmamlar, müftüler, kariler, müridler  ve tüccarlar Özbek Han’ı çok dindar görür  ve onun yaptıklarını herkese anlatır,  Hz. Muhammed Peygamber’in vazifesini hakkıyla devam ettiren biri olarak tanıtırlar onu.

İslamın yayılması, Moğolları  ve Kıpçakları daha da yakınlaştırdı. Asırlar boyu kalıplaşmış olan Moğol asillerin, yaşadıkları kuralları çöküyordu. Bazen de, Müslüman bir Han’ın döneminde, hayatını kurtarmak için, Büyük Cengiz Han’ın vasiyetlerinden vazgeçmek gerekiyordu.

İslam dini ile birlikte Deşt-i Kıpçak’a Arapların  ve Farsların büyük bir etkisi altında kalan yeni kültür de geldi.

Geniş bozkırlarda, Kıpçakların ataları Sakların  ve Sarmatların, onlara bıraktıklarından başka birşey bilmedikleri, höyüklerde bekçi olarak uykusuz nöbetler tutan Obatas adlı taş putların, insanlar ise giyimlerini dağ koyunu argalinin boynuzlarına benzeyen dYesünlerle süsledikleri bir yerde, Kur’anla, tesbihle, türbanla beraber, coşkulu, rengârenk Arap  ve İran halıları, pahalı silahlar da piyasaya çıkmıştı. Arap alfabesiyle birlikte Deşt-i Kıpçak’a ‘’Bin Bir Gece’’, ‘’Dört Derviş’’ , ‘’Zarkum’’, ‘’Sal Sal’’ gibi kitaplar, efsaneler  ve hikâyeler de gelmişti.

Yavaş ama emin adımlarla, Kıpçakların hayatlarına evlilikle, cenazeyle, sünnetle  ve İslamın şartlarıyla alakalı Müslüman gelenekleri de girmekteydiler. Altın Orda’nın şehirlerinde,  mavi kubbeli, uzun minareli, antika Arap yazılarla süslenmiş camiler kuruluyordu. Bozkır  ve Moğol asaletin çocukları için medreseler açılıyordu. Peygamber Efendinin halifesi Osman’ın tarafından yazılmış olan Kur’an mealinde şöyle diyordu: ‘’Hükümdar ne kadar güçlü olursa olsun, kendisi Kur’andaki emirleri  ve şartları gerektiği gibi yerine getirmiyorsa, halkını, Hz.Muhammed Peygamber’in yolunu takip etmelerine zorlayamaz’’.

Özbek Han Altın Orda’nın en gayretli Müslümanı olmuştu. O, herşeyi Peygamberin sünnetine göre yapmaktaydı. Han, kendine dört eşi  ve cariyelerin yaşayacakları bir harem inşaa etti. Hz.Muhammed Peygamber’in emir ettiği gibi, günde beş kere namaz kılıyor, hatta, namazın vakti gelince, askerlerine savaşı durdurup, namaz kıldırtıyordu.

Nevruz Bayramı gelince de, bütün Mart ayı Özbek, gayretli bir Müslüman olarak oruç tutuyordu. Şafak vaktinde yemeğini yiyip, güneşin batımına, gök yüzünde ilk ürkek yıldızın görünmesine, müezzinin  uzun minareden üç kes hüzünlü sesle uzata uzata ‘’Allahu ekber!’’, yani ‘’Allah büyüktür’’ demediğine kadar gün boyunca ağzına haşhaş tohumu bile almıyordu.

Böyle bir Han’ın sözünü halkı nasıl dinlemesin ki? Onun değil de kimin sözü en adaletli  ve kıymetli olabilirdi ki?

Özbek Han’ın hassas kulağı, uzakta toynakların sesini yakaladı. Biri, taşlı yolun üzerinden onun karargâhına doğru sürüyordu. Han, çekik gözlerini kıstı  ve bekledi. Bir müddet sonra, kapıda beyazlara giyinmiş, başında beyaz türbanlı biri göründü. Aniden, kapının arkasında saklanmış olan iki uzun boylu telengit, onun yolunu mızraklarla kestiler.

Özbek Han, adamın dediklerini duymuyordu, fakat telengitler onu bırakıp yol  verdiler.

Han dikkatlice baktı. Şimdi tanımıştı onu. Çadıra yaklaşan vefat etmiş Candiğer Sultan’ın oranlarının imamı idi.

Özbek’e yaklaşmadan, bir mızrak boyu mesafe kalınca, imam geniş sırtını önünde eğdi ve böyle yaklaştı Han’a.

-Seni selamlıyorum, büyük Han, diyerek imam elini göğsüne koydu. Akıllı gözleri Özbek’e aşadan yukarıya bakıp Han’ın havasını tahmin etmeye çalışıyorlardı.

-Misafirim ol, dudaklarıyla gülümseyip dedi Han. Güneş daha yeni yeni gökyüzünde yolculuğunu başlamışken, buralara geldiğine göre, belli ki, önemli bir iş için geldin.

-Duru görüsün, ey büyük Han...

-İlk namazın vakti geldi. Peygamberimizin vasiyetini yerine getirelim, sonra da seni dinlerim.

Hizmetçileri Han’a ipek halıyı getirdi, imam ise kendi halını heybe çantasından çıkardı.

 

 

***

 

Çadırda başbaşa bulunuyorlardı. Hizmetçiler yatağı toplamışlardı, imam yavaş yavaş tesbih çekerek, Han’a, İslamın direğine, gelmenin sebebini anlatıyordu. Gerçekten önemli bir işti, çünkü Cengizlilerle alakalıydı.

Tok Buğa’nın oğlu Candiğer Sultan, küçük eşi olarak kendine Acar’ı aldığında, o on beş yaşındaydı. Küçük, saf  ve nazik kızın içinde kadın daha uyanmamıştı. Hayata saf  ve masum bakıyordu. Fakat sultanlar, kızları kendisine eş olarak güzelliğine hayran hayran bakmak için seçmiyorlar.

Geniş göğüslü, şişman Candiğer, ilk gecelerinde onu halıya atarak, kırılgan vücudunu, sabaha kadar sevişerek eziyor  ve kırıyordu. O geceden sonra kızın kalbini inanılmaz bir korku sardı. Bir ay ateşle yataklarda yattı, zayıfladı, yakınları onun ölümüne bile hazırlanıyorlardı.

Acar bir daha kocasını görmemişti. O, soğuk bir sonbahar gününde, kurt avına çıkıp, attan düşüp, omurgasını kırdı. Kaderine teslim olan Acar, buna sevinmeli miydi, yoksa üzünmeli miydi bilemiyordu.

Cenaze yılı geçti, kış da geçmişti. Toprağın, sularıyla otları cömertçe içirten mevsim gelmişti  ve Acar, geçen seneden kalmış çimenlerin üstünde başını kaldırmış bir çiçek misali açmıştı.

Gözlerindeki eski teslimiyet kayboldu, onun yerine pırıntı  ve parlaklık geldi, sanki gözlerine ay bakıyordu. Daha demin ince bir kamış gibi görünen Acar’ın bedeni yuvarlandı ve artık, onun bir kadın olduğu görünüyordu.

Onun olgun güzelliğini, ilk vefat etmiş Candiğer’in ağabeyi Adilkerey fark etmişti. O, altmışlara yakındı ve eski savaşçının mantığı küllere karışmış,  ruhu da sönen ateşe dönmüş olması gerekti, fakat, yaşlı adamın gençliğin dönülmez birşey olduğunu unuttuğu zaman olanlar olmuştu ona. Baharın hafif rüzgâr esintisi onun batık yanaklarına  ve sayısız alın kırışıklarına dokunmuştu sanki. Adilkerey yeniden genç olmak istedi.

İşte o zaman, o, imama gidip, kardeşin eşini estediğini izah etti. Şeriat onun tarafındaydı. Kurallara göre, bir Müslüman  vefat etmiş kardeşinin dul eşini kendine karı olarak alabiliyordu.

Adilkerey cömert bir insandı. İmamla konuya girmeden önce ona samur ceket  ve bir avuç altın sikkeler hediye etti. İmam hediyeleri kabul etti ve ciddi bir yüz ifadesiyle Kur’anın sayfalarını çevirmeye başladı.

- Evet, dedi nihayet. Şeriata göre, sen yengenle izdivaca girebilirsin. Ben sizin nikâhınızı kıymaya hazırım... Ama onun da razılığı lazım. Hz.Osman’ın ‘’Kur’anın maeli’nde’’ dul kadın kocasının akrabalarında kimi seçeceğini kendisi karar  verir... Eğer ki Acar kardeşlerden başka birini istemese, o zaman o senindir.

-O başkasını istememeli, öfkeyle dedi Adilkerey. Ben onların büyükleriyim, bundan dolayı da ben karar  veririm.

-Dedikleriniz adaletli, dedi imam. Fakat Candiğer Sultan’ın beş kardeşi daha var... Onlar küçük... İsteğine karşı çıkmazlar bence.

Şeytani bir tebessüm doğdu Adilkerey’in dudaklarında.

-Denesinler bakâlim!

-Öyle, belli belirsiz kaydetti imam. Senin büyüklüğün dillere destan, elin küv vetli... Ama gene de, Peygamberimizin emirlerine aykırı olmasın diye, dul kalan kadına sormamız şart...

 -Ya kabul etmezse, inat ederek sordu Adilkerey.

-Neden kabul etmesin ki,  soruya soruyla cevap  verdi imam.

Adilkerey düşündü, bir o yana, bir bu yana baktı  ve istemeden kabullendi;

-Çağırsınlar onu...

İmamın gönderdiği adam Acar’ı bulamamıştı. Adilkerey sinirli sinirli evine döndü. Arzu ateşine kapılmış yüreği, bir an bile beklemelere dayanmaya tahammül edemiyordu. Nerden bilsin ki, Acar’a sahip olma isteği başına gelecek dertlerden.

Bu arada, genç kadın saraydan uzaklarda, yemyeşil bir bahçede Candiğer’in küçük oğlu Erke Kulan’la oturuyordu. Güzel yapılı, yakışıklı bir gençti o,gözleri sevgi  ve mutlu bir gençlik ışığıyla parlıyordu.

Acar’ın  ve Erke Kulan’ın dudakları birbirine değdiğinden, aralarında yakılnık olduğu andan çok zaman geçmişti. Aysız bir gece iki se ven kalbi sarmış, rüzgâr ağaçları öyle sallıyordu ki, kuşlar bile duymasın diye onların sıcak fısıltılarını  ve kesilen nefeslerini.

Aşk tutkusundan herşeyi unutmuştu iki sevgili. Biri vefat etmiş kocasının oğlunu öptüğünü, diğeri babasının karısını okşadığını. Aşkın gücü sonsuz, ama sırları tutamıyor o, bu da aşkın zayıf tarafı.

Adilkerey’in imamdan döndüğü gün Acar  ve Erke Kulan’ın sırrını öğrenmişti. Öfkeden titreyerek, nükerlerine, âşıkları bulmalarını emretti. Nükerler hükümdarların emirlerini yerine getirmelerini iyi biliyorlardı. Çok bekletmeden, Acar  ve Erke Kulan kıllı iplerle bağlanmış, sultanın ayaklarının altına atılmıştı.

Adilkerey imamı getirmeleri için adam yollamıştı. İmam gelince de dedi ki:

-Bu ikisi zina işlemekle suçlanıyorlar! Onları suçüstü yakaladılar! Ölmelerini istiyorum, çünkü şeriatın şartlarına karşı geldiler! Onlara cezalarını  vermeme izin  ver, çünkü yaptıklarından sonra yaşamayı haketmiyorlar! Onları, at kuyruğuna bağlamalarını emreteceğim!

İmam korkuyu  ve ne yapacağını bilmediğini gizlemek için gözlerini kapattı. Kuru parmakların arasından su akar gibi yavaş yavaş tesbih taneleri aktı.

Sultana eğildi.

-Erke Kulan ,Cengizlilerdendir, sessizce söyledi o. Ona karşı benim sözüm adaletli olabilir mi bilmiyorum... İslam dinin direği  ve umudu olan Özbek Han sözümü onaylar mı? Altın Orda’nın Büyük Han’ı yakında Kırım’a gelecek... Biliyorum, kalbiniz öfkeyle dolu, ama beklesek? Cengizlilerin kaderine Cengizliler karar  verir...

Adilkerey derin derin baktı imama. Gözleri kas vetliydi, intikam alma arzusu ne kadar büyük olursa olsun, sultan imamın tavsiyelerine kulak asmayı münasip olduğunu düşündü. Han’ın düşünceleri etraftakilere her zaman gizli  ve anlaşılmaz geliyordu. Onları dile getirmesini beklememiz daha iyi olmaz mı?

Öfkesini zor tutan sultan, dişlerini sıkıp emretti:

-Suçluları zindana atın. Onlarla ne yapacağımıza karar  verelim.

Sessiz, taş yüzlü nükerler, kınlarla darbe vurarak, Acar’ı  ve Erke Kulan’ı ayağa kaldırıp saraydan sürükleyerek çıkardılar.

Hayatında çok şeyi görmüş bilge imam Cengizlilerle dikkatli olmak gerektiğini biliyordu. Damarlarında acımasız  ve sinsi putperest Cengiz Han’ın kanı akıyordu. Şimdi İslam dini onları ayaklarından, kollarından bağladıysa da ne yazar? Acar  ve Erke Kulan bir suç işlediler. Müslüman yasalarına göre, ü vey anne  ve oğlu arasındaki münasebet affedilmez bir suç olarak kabul edilir  ve ölümle cezalandırılır, fakat Moğol soylular için bu tür ilişkiler sıradan bir şey olarak karşıladıklarından çok mu zaman geçti ki? Bundan dolayı, olup geçenlerin hakkında Özbek Han’nın ne düşündüğünü öğrenmek mühimdi.

İmam yaşlı bir adamdı. Ömür boyu Hz. Muhammed Peygamberin sünnetine göre yaşamış ve haddini aşanlara karşı merhamet göstermemişti. Ama şimdi, gizli bir his ona dikkatlice davranmasını söylüyordu. Büyük Özbek Han’ın Kırıma gelişi bir tesadüf olamazdı. O kadar uzun yolu, sadece sarayın inşaasını kontrol etmek için yapmış olamazdı. Onun gözünün önünde bir Cengizlinin cezasını  vermeye uygun olacak mıdır? Acaba, ateş birilerin kanatlarını yakmadan ev vel onu söndürmeyi çalışmakta fayda var mı?

Ne yapacağını bilmeyen imam adamını Acar’a yollamış. Kadına, kimseye duyurmadan: ‘’Hayatta kalmak istiyorsan, Adilkerey’in karısı olmayı kabul etmen gerek’’, olduğunu söylenmesini söyledi. ‘’Ben de, Erke Kulan’la işlediğiniz günahı kapatma yollarını bulup, sultanın öfkesini merhamete çevirebilirim’’.

İmamı hayal kırıklığına uğratan cevabı getirdi elçisi. Acar dedi ki: ‘’Erke Kulan’a olan aşkım çok büyük. Onu hayatım söz konusu olsa da bırakamam. Omuzlarımıza kederli bir yükü kaldırdık, kaderimizde ne varsa razıyız’’.

İşte bu sebeple imam, Han’ın Kırım’a gelişininden birkaç gün sonra huzuruna gitti. İşte bu sebeüle şimdi Özbek Han’ın yanında oturuyordu.

Hikâyeni anlattıktan sonra, imam Hana baktı. Yüzü kararmıştı,  bu da hiç hayırlara işaret değildi. İhtiyar, âşıkların cezasını  vermeye cesaret etmediğinde doğru yapmış olduğunu düşündü. Hanlar kartallara benzerler. Onlar, başkaları için gizli olan şeyleri görürler, bundan dolayı da daima akıllıca kararlar  verirler.

Özbek Han halıdan ayağa kalktı  ve çadırı dolanmaya başladı. Biraz sonra imamın önünde durdu, imam da Han’ın önünde eğildi.

-Gidebilirsin, değerli imam efendi. Bize gelmekte iyi ettin. Sana, kararımızdan haberdar edecek  ve suçlularla ne yapacağını söyleyecek adamımızı göndeririz.

İhtiyar şaşırmış vaziyette çadırdan çıktı.

Özbek Han uzun zaman bir noktadan gözünü ayırmadan baktı, fakat düşündükleri imamın dedikleri değildi. Han’ın düşünceleri çok uzaklardaydı. O, imama hemen tavsiye  verebilirdi, fakat erteledi. Şüphesiz, Acar da, Erke Kulan da ölüme layıktı. Delikanlı Cengizlilerden olsa da ne değişir ki? O, Özbek Han, Altın Orda’daki İslam dinin direği, kimseyi istisna etmemeliydi. Eğer ki, İslamın şartlarına karşı oğlu öz gelseydi bile, şeriata göre davranırdı. Yarın Han kararını imama bildirecek. Şimdi ise, bütün halk karakırını heyecanla beklesin. Bekleme ne kadar uzun sürerse, halk için Han’ın sözün ağırlığı da o kadar büyür.

Özbek ellerini çırptı. Çadıra, sessizce bir telengit girdi  ve Han’ın önünde emri bekler gibi dikildi.

-Yoldan haber var mı? Kervan uzaklarda mı?

-Elçi daha gelmedi, hükümdarım...

Han elini salladı  ve telengit kayboldu. Özbek, üzerinde kılıcın  ve Hançerin asılı olduğu kemerle kuşanmış  ve çadırdan çıktı.

Güneş yükselmişti. Buralardan görünmeyen deniz, tepelerin ardından sert sert gürleniyordu.

Özbek Han gözleri çadırın alacakaranlığından göz kamaştıran, güneş ışığına alışıncaya kadar biraz durdu, sonra da ağır ağır denize doğru yürüdü. Tepeye çıkar çıkmaz, onu çok yakınlarda gördü. Kocaman,  kıyısız, pırıl pırıl pullu, deniz, sakin sakin, yeşilimsi-mavi dalgalarıyla sahilin kumlarını örtüyordu. Han serin, tuzlu rüzgârda derin bir nefes aldı  ve gri bir kireçtaşın üzerine oturdu. Gözlerini kısarak, Özbek, uzaklarda beyaz noktaları farketti. Denizin üzerinde de mavi göklere doğru yükselen, de ışıktan parlayan denize kendini bırakıp uçuşan martılardı bunlar. Özbek Han uçmalarını seyrediyordu, aklı ise sabahtan, kâbustan uyandıktan sonra düşünenlere geri döndü gene.

Altın Orda. Bütün yaptıkları, düşündükleri, herşey onun içindi. Özbek Han zaten Altın Orda’dan daha güçlü, daha büyük bir devlet olmadığını sağladı  ve endişeye bir nedeni olmaması gerek gibiydi. Öfkesinden korkarak, Altın Orda’ya kılıcını uzatmaya kimse cesaret edemiyordu. Bu sonsuza kadar hep böyle kalacaktı.

Özbek Han hüzünle gülümsedi. Hayatta hiçbir şey sonsuz değil ve bunu kendisi çok iyi biliyordu. Güneş bile belli bir saatte doğup, ona ayırılan vakitte, Yaradan’ın belirdiği yolu geçerek, sonunda kaygılı kırmızı renkle ışıldayıp dünyanın öbür ucunda söner. Onu bir an zir vede tutabilecek hiçbir güç yoktur. Devletlerle de durum aynı. Özbek Han İran kıralı Darius’u, Büyük İskender’i  ve atasını Cengiz Han’ı hatırladı. Onlar büyük devletleri oluşturan büyük hükümdarlardı. Ama zaman geldi, şöhretin zir vesine ulaşıp, bir yıldız misali parıldayıp, bunların her birinin devleti hızla aşağı yuvarlanıp paramparça oldu  ve sürtüşmenin ağırlığı altında eski ihtişamlarını gömdüler. An gelir ve kaderin aynısı  Altın Orda’nın başına da gelecek.

Özbek Han bunların olacaklarını biliyordu, onun için gelecekten korkuyordu. Allah’a isyan edilmez, ama çok da kısa zaman ayırmış O ona. Daha dün gibi, Han Yolbasmış’a kılıcını kaldırdı  ve Altın Orda’nın tahtına oturdu, ama ilk günkü gibi, o Han olduğu an gibi asıl hedefi çok uzaktı. Devleti güçlü, sadık askerleri sınırları koruyor, ama memnun değildi Han, çünkü önemli olan şey hala gerçekleşmedi.  ve ne zaman gerçekleşeceğini Özbek Han’ın kendisi bile emin olup diyemiyordu.

Kuzenin ölümünü göze alarak, Özbek Han Altın Orda’nın sınırlarını Kıpçak bozkırlarından Bağdat’a  ve Şam’a kadar aşmak, Ma veraünnehir’in zengin şehirlerini de Ordu’ya bağlamayı hayal etmişti. Fakat yapabildiği tek şey, Ordun’un düşmanlarına, aralarında birleşmelerine engel olduğuydu. Orta Asya’nın hükümdarları iyiydi, ama o, Kaydu dönemindeki güce sahip değildi artık. Ma veraün’ehir'de Kebek Han vardı, Horezmşah’ta da - Aksak Timur, Horasan’ı da Cagay’ın torunları yönetmekte. Afganistan da, İran da, Kafkasya da, Irak da, Suriye de kendi hayatlarını sürmekte, itaat etmek gerekenlere de itaat etmekteler.

Özbek Han’ın gözleri soğudu. Gözlerini ayırmadan dalgalanan denize bakıyordu. Hayatın denize benzer olduğu geldi aklına. Gizemli  ve anlaşılmayan şeylerle dolu olduğunu, her insan da dalga misali, onun sonu olacak kıyıya ulaşma hedefin peşindeydi. Her dalga yerine başka bir dalga gelecekti.  ve bu sonsuza kadar böyle devam edecek.

 

***

 

Camiin önünde geniş bir meydan vardı, fakat o bile bütün gelenleri sığdıramıyordu. Çok kalabalıktı, insanlar birbirinin boyunlarına nefes alıp  veriyorlardı. Herkesin gözü darağacın iki döngüsü üzerinde asılan yüksek ahşap platforma dikiliydi. Koca kulaklı, iri yapılı, dönük gözlü cellat kürsüde ağır ağır yürüyüp, güçlü, kıllı eliyle kemerleri çekip kotrol ediyordu.

Cellat bekliyordu, seyirci de bekliyordu. Meydanda sessiz bir uğultu duruyordu. İnsanlar kısık sesle konuşmaya çalışıyorlardı, fakat o kadar kalabalıklardı ki, kafaların üzerinden rüzgâr fırtınası gelip geçiyor gibi geliyordu.

Kırım’da büyük bir olay gerçekleşmekteydi.  Vefat etmiş Candiğer Sultan’ın küçük karısı Acar’ın  ve küçük oğlu Erke Kulan’a kaderleri söz konusuydu. Bu ikisi şeriata karşı çıkıp, Hz. Muhammed’in Müslümanlara emir ettieklerini ihlal etiiler. Herkes bilir ki, böylesine ağır bir günahın cezası ölümdür, fakat son sözü Altın Orda’nın büyük Hanı Özbek Han diyecek. Dindar Müslümanlar için bu olay değil mi? Adalete düşkün olan kalpler için bu bir bayram, değil mi?

Ceza  verilecek yerin bulunduğu kaldırımın karşısında daha bir tane kaldırım kuruldu. Onun üzerine Han’ın oturduğu tahtı bulunmakta. Özbek Han’ın sağında meclis üyeleri  ve asil askerler, solunda ise başlarında Kırım imamıyla Müslüman din adamları: işanlar, mollalar, müridler oturmaktalar.

Telengitler, Acar’la Erke Kulan’ı getirip, Özbek Han’ın tahtı bulunduğu kaldırımın önüne dizlerinin üzerlerine atılmışlar. Gençlerin elleri arkadan at kıllı iplerle bağlıydı.

Merakla yüzlerine bakıyordu Özbek Han. Acar da, Erke Kulan da kaderlerini biliyorlardı. Ama tuhaf,  gözlerinde korkuyu göremedi Han. Ölüm anında bile yüzleri çok güzel, kendileri de çok sakindiler. Nasıl bir güç onlara ölümü gururla karşılamak için destek oluyordu? Yoksa gerçekten de aşk herşeye kadir mi?

Uzaklardan imamın sesi geldi:

-Herşey hazır, saygıdeğer Han’ım...

Hala kendi düşüncelere dalmış olan Özbek başını salladı. Birdenbire bir Arap kitabında okuduğu satırlar aklına geldi: ‘’İnsanın yaşadığı mutluluklar onu gençleştirir, keder ise yaşlatır  ve ömrünü azaltır’’. Özbek asla yaşlanmaz gibi geliyordu, çünkü gençliğinde hiç keder bilmez, bütün hayalleri gerçekleşiyordu, mutluydu. O, en güzel kadınlara sahipti, nefret ettiği herkesten kolayca kurtulurdu, şahin ile tilki avını se verdi, birçok kes tümenlerin önlerinden gelirdi. Mutlu olmak için, ebediyen genç kalabilmek için insana ne gerek? Özbek yirmi yaşındayken Altın Orda’nın tahtına oturdu... Neden yaşlılık geldi o zaman? Ki sürekli hayatın anlamını düşünüyorsan o geldi demek.

Bir an, Özbek Han, bedeni değil de, ruhu eskimiş olduğunu farketti. Belki de yaşadığı mutluluklar gerçek degildiler. Peki, şöhret, saygı, altın taht, kadınlara sahip olma  ve güç gerçek değilseler, gerçek olan nedir o zaman?

Yine uzaklardan Hana imamın sesi duyuldu:

-Tamam, dedim... Acar  ve Erke Kulan korkunç bir suç işlediler  ve şeriata göre cezalarını çekecekler. Erke Kulan Cengizlilerden olduğu için kanı dökülmemeli, onun için o da, Acar da asılacaktır. Bu karak Müslüman din yasalarına göre çıkarılmış, onu onaylamanızı istiyoruz, saygıdeğer Han’ım...

Hala düşüncelerin etkisinde kalan Özbek Han imama baktı. Onun gözleri Hanı izleyip parlıyordu.

‘’Karar adaletli, diye düşündü Özbek. Adalet kimseye kıyak yapmamalıdır. Tek o zaman halk bir olur, İslam dini de – ebedi’’.

Özbek, meydandaki halkın heyecanla beklediği sözü söylemek için elini kaldırdı, ama o an Adilkerey’in öfkeli  ve hırıltılı sesi duyuldu:

-Karardan memnun değilim... Acar sürtük... Ama  benim evlenme hakkım var. Ağabeyim onun başlık parasını ödedi... Kadını doğru yoldan çıkaran erke Kulan’ı assınlar, ağabeyimin eşi de şeriata göre bana ait olmalı...

Özbek Han gülümsedi  ve dikkatle Adilkerey’e baktı.

‘’Hayat ne garip, diye düşündü Han. Adam, öz ağabeyin oğlunun ölümünü sırf kadına sahip olmak için istiyor. Şu an sultanın diliyle daha çok şehvet mi, yoksa intikam arzusu mu konuşuyor? Belki de, kadını hayatta bırakarak sultan onu ömür kelam aşağılatmak  ve eziyet etmeye düşünüyor? Böyle de olabilir’’.

Özbek Han Acar’a  ve Erke Kulan’a baktı. Kararı dinleyip onlar yine sakin kalıyorlardı. Han, genç kadının cezadan vazgeçip, Erke Kulan’sız, bir tek onun hayatının bağışlanmasına  nasıl bakacağını merak etti.

- vefat etmiş kocasının ağabeyinin dediklerini duydun mu, kadın? Eğer Adilkerey Sultan’ın karısı olmayı kabul edersen sadece Erke Kulan ölecek...

Kadın, hayır der gibi kafasını salladı.

-Bizi molla birleştirmese de ne yazar? Biz çoktan karı koca olmuşuz bıle. Erke Kulan’ı asla terk etmeyeceğime söz  verdim. Acar’ın yüzü titredi. Gözlerini kapadı. Bizim tek bir isteğimiz var, büyük Han... Madem, dünyada beraber yaşamak kederimiz değildi, anılmamızdan sonra bizi bir mezara gömün...

Meydanda bir gürültü geçti. Kimse böyle bir cevap, böyle bir istek beklememişti.

-Ben karşıyım, yine hırıltıyla söyledi Adilkerey.  Bu kadına ben sahip olmalıyım! Eğer o kabul etmezse, ben onu, vahşi kısraklarla yaptığım gibi, zorla evcilliştiririm.

Bir şeyler Özbek Han’ı kendisi tasarlamış olan oyunu devam etmesine itiyordu.

-Ağabeyin oğluyla ne yapâlim peki? Onun da hayatını bağışlasak mı?

-Hayır!, diye bağırdı sultan ve yüzüne kanlar geldi. O şeriata karşı çıktı. O ölmeli. Hatta, benim elimden ölmeli, çünkü o beni rezil etti, babasının onurunu lekeledi!...

Özbek Han bir daha Adilkerey’e gerçekten de ağabeyin oğlunu kendi elleriyle öldürebilecek mi acaba sormak istedi  ve bir an, korkunç hatıralar göz önüne gelmiş, söyleyecek sözleri de boğazında takılıp kalmıştı. Sultan dediklerini yapacağını anlamıştı Han. Kendisi Yolbasmış’ı, kuzenini öldürebilmiş ya.

Kafası karıştığını gizlemek için Han başını imama çevirdi  ve o, Özbek’in bir yanıt beklediğini anladı.

-Sultan Adilkerey’in isteği şeriata göre değerlendirilecektir...

Meydandaki halk nefes almadan susuyordu. Han’ın kararını bekliyorlardı.

Özbek gözlerini kapattı  ve kendine tekrar etti: ‘’Sert olmalıyım! Sonuna kadar sert!’’. Sonuçta, böyle ölüm şeriat gereksinimlerini karşılıyordu  ve sultanın talebini kabul etmesi islamın temellerine karşı olacaktı. İnsanlar, Han’ın eli ağır olduğunu, dine karşı suç işleyenlere merhamet etmediğini görmeli de, hükümdarların bilgeliğini ise daha sık görmeliydi. Suçlunun nasıl öleceği fark eder mi ki? Oysa yıllar geçer  ve Özbek Han’ın bilgeliği efsanelerde  ve masallarda yüceltilir.

 ve karar kendi kendi doğdu:

-Yüksek mahkemenin kararı yerine getirilmelidir... Öyle... Fakat Adilkerey’in talebini de gözardı edemeyiz. Özbek Han sustu. Yüzü görkemli  ve sakindi. Erke Kulan ölümü onun elinden görsün. Üç kez suçlu atın üstünde onun önünden geçsin, üç kez de okla onu vurmaya hakkı var. Eğer Adilkerey’in oku Erke Kulan’a isabet ederse, şeriata göre o Acar’ı eş olarak kendine alabilir. Kadın da, sözünü bozmamış olur, sevdiğinin ölümünü görüp, bu Allah’ın yazmış olduğunu kadere kabullenecek. Eğer ki, Adilkerey’in okları erke Kulan’a zarar  vermeseler... Özbek bir an sustu, insanlar da tepelerin ardında,  öfkeyle dalgalanan denizi duydular.

Biri dayanamadan bağırdı:

-O zaman ne olacak?

İnsanlar konuşmaya, tartışmaya başladılar.

-Yaşamaya hakkı yok!

-Adilkerey harika bir okçu. Yüz adım mesafeden koşan turnayı gözünden vurur!

-İlk oku Erke Kulan’ın kalbine saplar!

 ve yine bir ses başkaların üstesinden gelip:

-Erke Kulan’la ne olacak, ey büyük Han’ım?

Millet sustu  ve Han’ın bulunduğu kürsüye yaklaştı sanki.

-O zaman, bir daha sordu Özbek. Herşey kadir olan Allah’tır. Eğer o, ‘’günahkarlarımızın’’ hayatta kalmasını istese, kimse ona zarar  veremez.  ve o zaman Acar  ve Erke kulan karı koca olurlar.

Meydandaki herkes şaşırdı:

-Ey bilge Han!

-Adaletli Han!

-Allah ömrüne ömür katsın!

Özbek Adilkerey’e döndü:

-Kabul mu, sultan?

Onun yüzü soldu, yanakları sıkışmıştı.

-E vet, kararın adaletli  ve Allah’ı hoşnut edicidir, Han’ım...

-Erke Kulan, diyecek bir şeyin var mı?

Erke Kulan gözünü sevdiğinin gözünden ayırmıyırdu, sonra da yüzünü Özbek’e döndü:

-Bir isteğim var, ey büyük Han! Acar’ı yoluma koysunlar. Kaderimi Allah’a teslim ederek o an önümde onu görmek istiyorum...

-İstediğingibi olsun, merhametle kabul etti Han.

Emri beklemeden, seyirciler alanı boşalttılar. Askerlerden biri acele edip Erke Kulan’ın yanına atını getirdi.

-Al onu, dedi yiğit. Belki de o sana uğur getirir. Atım kuş gibi hızlı, kim bilir, belki de senin kaderini geçebilir.  Eğer şans sana gülerse, at sana hediyem olsun...

İki telengit Acar’ı meydanın öbür ucuna götürdüğünden sonra Erke Kulan’ın ellerini çözdüler. Sultan’ın korumalarından biri Adilkerey’e sıkı Moğol yayını uzattı.

Özbek Han elini kaldırarak:

-Sözümü bitirmedin. Suçlu atıcının önünden yüz adım mesafede atla geçecek.

Adilkerey’in yüzü titredi.

-Ben o iti iki kat mesafeden bile vururum...

-Başlayı, diye emretti Han.

Kendisine hediye edilen beyaz atın üzerine rahatlıkla binip, Erke Kulan,  yavaş yavaş meydandan çıktı, insanlar ise sessizce onu izledi.

Belli bir mesafeye uzaklaşınca, Erke Kulan durdu  ve işareti bekledi. Hâkim nihayet  işaret gösterdi. Biraz bekleyip Erke Kulan ata tapanlarıyla darbe vurdu  ve o, hızla ilerledi. At harikaydı. O yere savrulmuştu bir beyaz şahin misali, şimşek gibi koşuyordu.

Çekik gözlerini kısıp, kaşlarını indirerek, Adilkerey anı kolluyordu. Binici, sultanın bulunduğu yere kadar geldiğinde, ıslık sesine benzer bir ses çıkarark demir uçlu ok yaydan çıktı.

Dalgaların kıyıya vurulduğuna benzer bir ses sardı meydanı:

-Vurdu-u-u!

Oysa binici atlamaya devam ediyordu. İnsanlar okun eyerin ön topuzuna isabet ettiğini, yiğidin de sag sâlim kaldığını farkettiler.

Sevdiğine yaklaşınca da Erke Kulan Acar’ı öpmek için eğildi.

Meydandaki sessizlik kayboldu. Seyirci öfkeleniyordu. Semaya doğru tartışanların öfkeli çığlıkları yükseliyordu, kuşlar bile korkudan meydandan uçmadılar.

 ve hâkim yine işaret  verdi, atı da, yine, Erke Kulan’ı hızla kaderine doğru götürdü.

İkinci ok yaydan çıktı  ve eyerin arka topuzun beyaz yongaları her yöne sıçradı.

İnsanlar birbirini dinlemeden bağırışıyorlardı. Bazıları olup bitenlerde kaderi görüyor, bazıları Adilkerey’in bunları, kendisinin ne kadar usta atıcı olduğunu göstermek için, mahsus yaptığını, üçüncü oktan da Erke Kulan’ın kurtulayamayacağını diyordu.

Sultan susuyordu. Yüzün rengi attı, terler içindeydi. Üçüncü atış için o gü vercin tüylü oku seçti ve gözlerini sıkıp bekledi.

Manzara Özbek Han’ı heyecanlandırdı. Tahtın kollarını beyaz parmaklarıyla sımsıkı tutarak, bütün vucüdunu öne doğru eğerek kanlı akıbeti beklemekteydi. Toynakların şiddetli sesi meydanı sardı  ve o umutsuz an, dayanılmaz acı  ve keder dolu bir çığlık insanların kulaklarına duyuldu. Kimse sultanın attığı okun sesini duymadı. O çığlık insanları sanki uykudan uyandırdı  ve merhamet yaşları gözlerini doldurdu.

Aniden sessizlik doldurdu ortalığı. İnsanlar gözlerine inanmıyordu. Yiğit  ve eli bağlı olan genç kadın kayboldular. Beyaz bir kuş misali bozkırlarda beyaz bir at ilerliyordu. Acar’ı önüne alarak Erke Kulan Han’ın topraklarında uzaklaşıyordu. Kısa bir süre sonra da, boğucu titrek pusu kaçakları içinde sakladı.

Özbek Han’ın yüzü bembeyaz oldu. Kimseye bakmadan tahtına çıktı, ellerini yüzünden geçirerek, sessizce dedi:

-Allahu ekber! Allah büyüktür!

-Atı! Hemen atı getirin! Kaçakları yakalamalıyız,  sinirle bağırıyordu Adilkerey.

-Dur, sultan!, diye Özbek emretti. Yoksa sen, deli adam, Allah’ın yazdığı kadere karşı mı çıkıyorsun? O merhametini gösterdiği insanlarının hayatlarını bağışladım...

Meydan sevinçten ağlıyordu. Çığlıklardan  ve zımbalamalardan büyük bir toz bulutu yükseldi göğe doğru,  o maviden loş griye döndü.

Özbek Han insanlara dağılmalarını emretti  ve çadırına çekildi.

Ertesi gün, şafak vaktinde Han’ın sabırsızca beklediği kervan gelmişti.

 

 

***

 

Harezmşah Altın Orda’nın hayatında önemli rol oynamaktaydı. Özellikle Özbek Han döneminde etkisi ayrı büyüktü. Kuru toprak misali Altın Orda, ona itaat eden halklardan en iyisini, en güzelini kendine alıyor, emiyordu. Bozkır halkların eski gelenekleri her sene yenileşiyordu. Şehirlerde göçebeleri şaşırtacak,  masallardaki gibi süslenmiş saraylar  ve mavi minareli camiler manzarası açılmaktaydı.

Farklı ülkelerden Altın Orda’ya tüccarlar  ve sanatkarlar gelmekteydi, fakat hepsinden daha çok o Kırım’la  ve Harezmşah ile bağlıydı. Kırım'da, Rum  ve Irak, Mısır  ve Şam kültürlerden bir sentez oluştu. Harezmşah ise Çin  ve Hindistan, İran  ve Maveraünnehir kürtürlerini birleştirdi kendinde. Üstelik o, Orda’ya daha yakın bulunmaktaydı, dolayısıyla, göçebelerle iletişimi daha sık  ve yakındı.

Saray Berke  ve Saray Batu’yu Rum’dan, Kafkasya’dan, Mısır’dan  ve Rusya’dan ustalar getirilip inşaa etse de, inşaatı Ürgenç şehrinden Harezmşahlılar kontrol etmekteydiler.

Özbek Han olduktan sonra, Altın Orda’nın başkenti olarak Saray Berke’yi seçti, ismini de Saray el-Cedid (Yeni Saray) diye koydu. Öncülleri takip ederek, ismini yüceltmek için Özbek Han yeni sarayların, camilerin  ve medreselerin kurulmasını emretmişti. O, ona ait olan başkent Ürgenç’e benzesin diye istiyordu. Boyaları  ve bina dekorasyonu için eşsiz güzellikte fayaslar Medine’den  ve Harezmşah’tan getiriliyordu.

Saray Berke’nin ziyaretine gelen tüccarlar  ve sanatçılar için manastırlar, Hanlar  ve kervansarayalar yapıldı. Tüccarlar kendi ticaret işlerini yapıyor, esnaf ise, kimin ne yeteneği varsa, eli neye yatkınsa, o işi yapıyorlardı. Artık başka memleketlerden getirilmiş değil de, öz mallar daha çoktu Altın Orda’nın çarşılarında. Sanatkarlar çanak çömlekleri, altın  ve gümüş takıları, kalay aynaları  ve bakır sürahileri göçebelerin zevklerine göre yapıyorlardı.

Fakat, Özbek Han, sadece esnaf  ve tüccarları toplamıyordu Altın Orda’da. Harezmşah’tan buraya devlet yönetme üzerinde eğitim gören âlimler de geliyordu. Özbek Han onlara inanıyor  ve Altın Orda’nın kentlerine yönetici olarak tayin ediyordu. Böylece, Azak Tana [1] şehrini Ürgençli Muhammed hoca Al-Harezmşahı yönetiyordu. Altın Orda’nın bekleri, emirleri, noyanları Harezmşahlı Müslümanların medreselerinde  ve Hanlarda sık sık gelen misafirlerden oldular. Bilgeli insanlarla sohbet edip onları şaşırtan  ve hayata dahi bakışlarını değiştiren şeyleri öğreniyorlardı.  Harezmşahlıların sık konukları Özbek Han’ın bizzat kendisi de idi. Özellikle, bilge şeyh Nomodan’ı ziyaret etmeyi se verdi.

Altın Orda’nın Harezmşah’la bir araya getirme sürecinde önemli bir röl, Özbek Han’ın Ürgenç’teki valisi Aksak Timur’e aitti. Kararlı  ve cesur biriydi. Zamanında, değil Özbek Han’a Han olmasında yardım etmek,  o, Cengiz Han’ın torunları tahtı elde etmek için kavga ettiklerinde,  hiç acımadan on iki emir  ve sultanın cezalarını kesmişti. Aksak Timur sürekli Özbek Han’ın dini duygularını ısıtır, kendisi de okuma yazmayı bilmiyor olsa da, Han’ın karargâhına Ürgenç âlimler tarafından veya yabancı âlimler tarafından yazılmış olan kitapları göndermekte çok hassastı. Emir Altın Orda’ya en güzel, en iyisini yolluyordu. Herkesten şüphelenen Özbek Han Kutlu Temür’ü  çok se ver, onunla görüşmekten mutluluk duyardı.

Geçen sene emir hastalandı  ve her zamanki gibi, bu kez orduyu ziyaret edememişti. Üstelik Özbek, Aksak Timur’ün toprakların huzuru kaçmış olduğunu duymuştu. Han, emirden emin olduğu için, dedikodulara önem  vermedi, çünkü bülüyordu ki, eğer de birşeyler olursa, Aksak Timur huzuru bozanlarla yapacağını iyi bilir  ve kısa süre içinde Harezmşah’ın düzeni yerine gelir. Fakat Özbek’i, nedense, endişe terketmiyordu. Han mektupları sevmezdi. Bügün gelen kervanbaşı da, Özbek’in güvendiği birkaç kişiden biriydi. Sözü altın değerindeydi.

Han’ın kervanı sabırsızlıkla beklemesine bir neden daha vardı. Onu kalbinin derinlerinde saklıyordu, ama elinde değildi, hatıralar göz önüne geliyor, morali bozuluyor, tedirgin oluyordu. Onun Han olduğundan biraz sonra gerçekleşti olay. Özbek az bir müddete Harezmşah’a gelmişti. Günlerden bir gün, avdan döner, Ceyhun kıyılarından geçerken, geceye Tama soyuna ait köyde kalmıştı.

Han daha genç  ve delikanlıydı. Arzu  ve isteklerini içinde tutmak istemiyordu. Gecenin bir saatinde, köyün aksakallılarından birinin kızını beğenip, onun çadıra gizlice girmiş, kızın direncine rağmen ona sahip olmuştu. Genç Han geceden memnun kalarak, şafakta, gitmeden önce, kızı kendine küçük karısı olarak alacağını,   ve yakın zamanda onu istemeye geleceğine söz  vermişti.

Zaman huzursuz bir zamandı. Han daha tahtına yeni oturmuştu, Altın Orda’sı da Cengizliler arasında olup biten entrikalar  ve çatışmalardan sarsılıyordu. Aşktan daha çok tahtı düşünmek gerekti. Seferler  ve şavaşlarla Özbek  verdiği sözü unuttu.

Unutmamış olan bir tek kızdı. Kısa zaman sonra kızın hamile olduğu haberi gelmiş ona. Sabırla, Hanı rahatsız etmekten korkarak, o istemeye gelmelerini bekliyordu hala.

Zaman ilerliyordu  ve kızın hamile olduğunu bütün köy öğrenmişti. Akrabaların öfkesi sınırsızdı. Bu gerçekten büyük bir utançtı. Babası öfkeden kızı öldürecekti, fakat öfkesi yatıştıktan sonra,  kızı,  annesinin köyüne gönderilmesini emretti.

Belli bir müddet geçti aradan  ve dünyaya bir oğlan çocuğu doğdu. Vucüdü sıkı yapılı, sesi de çok yüksekti. Akrabaları çocuğu Handan olduğunu öğrendiklerinde onu öldürmeye kalkışamadılar. Genç kadın için ayrı çadır kurup, ayrı soba yaktılar. O çok güzel bir kadındı. Kocasız çocuk doğurmasına rağmen, birçok erkek onunla evlenmeye hazırdı, fakat o kimseyi yanında görmeyi istememişti.

Han bunları üç yıl sonra öğrenmişti. Fakat koskoca Han, kocasız çocuk doğuran kadını kendine eş olarak alamıyordu. Çocuk kimden olduğunu bilse de, ne ki? İnsanlara anlatamazsın ki. Han’ın adı lekelenmemeli, temiz kalmalıydı, onu anarken, insanların yüzlerinde kötü niyetli bir gülümseme değil hayranlık  ve korku olmalı.

Özbek herşeyi Aksak Timur’e anlattı, kadına  ve çocuğuna sahip çıkmasını emretti. Emir, Han’a oğlunu görsün diye gizli görüşme düzenlemiş. Çocuk Özbek’e inanılmaz benziyordu. Duygulanan Özbek, annesine, oğlan biraz büyüyünce saraya alınacağını, orada cesur bir savaşçı olarak eğitileceğini soylemelerini emretti.

Alaycı bir gülümsemeyle kadın Han’ın sözlerine tepki  verdi. Ama ataların bir sözü: ‘’Söz  vermek, işin yarısını yapmaktır’’, diyordu. Belki de, bu kez Han,  sözünü tutar.

Aksak Timur’ün sayesinde annesiyle çocuğun hiçbir sıkıntısı olmamıştı. Çocuk sağlıklı  ve güçlü büyüdü  ve insanların ona yiğit diye hitap ettikleri çağına gelmişti artık. Bu sonbaharda Özbek onu Orda’ya alacaktı, fakat Harezmşah’tan üzücü bir haber gelmişti: çocuk aniden ölmüştü. Aksak Timur bunun sebebi hastalık olduğunu söyledi.  ve ilk defa Han, emirin sözüne inanmamıştı. Şüpheleri neden kaynaklandıklarını bilmiyordu. Ama olup bitenlerin arkasında bir sır olduğunu hissediyordu.

Özbek çocuğu bir defa bile kucağına almamıştı, oğlu ondan çok uzaktaydı, fakat kan bağının sesi gerçekleri öğrenmesini istiyordu. Han, çocuğun ona benzemesini farkettiği andan beri, onun başka şeylerde de babasına benzemesini hayal ediyordu.

Bilinmezlik Hanı rahat bırakmıyordu  ve o, Harezmşah’a, gizlice, gü vendiği, Yakup adlı adamını gönderdi. Bu da, Han’ın kervanı sabırsızlıkla bekletilen sebeplerden biriydi.

 

 

***

 

Kefe’yi geçerek, üç yüz de deven oluşan, Çin kumaşlarla, Hint çayıyla, Harezmşah’ın kehriban,  kuru üzümle  ve kuru erikle yüklü kervan onu, yelkenleri açıp, mallarla denize çıkmak için ticaret gemilerin bekledikleri Sudak’a yol aldı.

Kervana her zamanki yoluyla gitmesini emrederek, Yakup dört askeriyle birlikte atını Eski Kırım’a, Han’ın karargâhına çevirdi.

Burda onu bekliyorlardı  ve onurla karşıladılar.

Bozkırın tüm geleneklerini yere getidikten  ve ikramların tadına baktıktan sonra, Yakup soruları beklemeden herşeyi anlatmaya başladı.

Boşuna güvenmezdi ona Han. Tüccarın dikkatli, zeki gözleri, başkalardan gizli olanları görmüş, kulakları da sesli söylenilenlerden çok daha ötesini duymuştu.

Acele etmeden o, Özbek Han’a Harezmşah’ın huzurunun kaçmış olduğunu anlattı. Çarşılarda esnaf, çiftçi  ve tüccarlar Aksak Timur hakkında eski saygı  ve onuru göstermeden konuşuyorlar. Son zamanlar da Aksak Timur insanları yolsuzluğa getirdiği için köleler isyan de etmeyi başladılar. Ürgenç’te bir savaş gerçekleşti, Aksak Timur de zorla başa çıkmayı başardı asilerle. Kölelerin lideri Akberen adlı âlimdi.

Han sabırsızlıkla Yakup’un lafını kesti:

-Onu yakaladılar mı?

-Hayır. Bu tür insanlarının yakalanması zordur.  Köleler saklanmasına yardım ettiler.

Özbek sıkıntıyla kaşlarını çattı.

Aksak Timur hasta, ihtiyatla dedi tüccar. Belki de, hastalık olmasa, herşey bambaşkaca olurdu...

-Hasta olduğunu biliyorum, diye terslendi Han.

-Emir hasta, tekrarladı Yakup. Ama orduyu,  İran’a yapacağınız sefere hazırlıyor...

-Ne zaman başlamayı düşünüyor?

-Aksak Timur emrinizi bekliyor...

-Peki. Kendisi seferde iştirak etmeyecek mi?

-Hasta olan biri tümenleri yönetebilir mi? Yakup bunları Hanı kızdırmamak için çok yumuşak şekilde söylüyordu. Harezmşah’ın huzuru kaçtı. Halk, fırtına öncesi deniz gibi kas vetliydi. Böyle zamanlarda emir, ona ait topraklardan uzak olmaması gerek...

Özbek uzun süre sustu. Yüz ifadesi sertleşti.  ve, nihayet konuştu:

-Bana gerçeği söylemelisin. Oğlum neden öldü?

Tüccar gözlerini indirdi.

-Neden susuyorsun?

-Söyleyecek bir şeyim yok... Hiçbir şey bilmiyorum... Fakat çoçuğun ölümü sıradan bir ölüm değil. Halk onun için cöktau yazdı- sagu türküsü. Nedensiz yapılmaz bunlar. Onu sadece onurlu biri öldüyse söylerler  veya insan kendi ölümüyle değil de başka şeyden ölürse-hastalıktan ya da kılıçtan...

Han öne eğildi:

-Söyle onu bana!

Yakup Özbek Han’ın yüzüne bakmayı cesaret edememiş.

-Ben sadece başını hatırlıyorum, dedi o. Ama celeplerimden biri biliyor onu...

-Sadece başı olsa da dinlemek isterim,  emrederek söyledi Han.

Tüccarın alnı ter ile kaplandı, yüzü bembeyaz olmuştu.

-Tamam, erteleyerek dedi o. Türkü annesiyle oğlun dialoğundan başlar...

-Söyle, setrçe emretti Han.

Heyecandan titreyen Yakup sessizce söylemeye başladı:

Anne

Söyle, oğlum, ne yapayım?

Kadere nasıl direneyim?

Tanrım tek oğlumu almak isteriyor,

Sadece ona hizmet etsin artık diyor.

Oğlu

Yaradan birçoğunu almıştı Hani,

Hizmet etmek için onlar yeter ya.

Öbür dünyaya taşınmak istemiyor canım,

Burda yakınımı, dostumu bırakmaya.

Anne

Üzme canını, birtanem benim,

İnsanlardan seçmiş demek Tanrı seni.

Cennet güzelinden birini  verir sana,

Günahsız gidip, çıksan huzuruna.

Oğlu

Günahsıza dünya da güzel geliyor,

Ruhum ona bir türlü doyamıyor.

Cennet kızı güzel olabilir,

Ama çağdaşımla kıyaslanmıyor.

Anne

Büyüktür, Adil  ve Kadir Allahım,

Asla üzüp de kırmaz oğlum.

Git de öfkelendirme sen onu,

Açar sana cennet kapılarını.

Oğlu

Nasıl gideyim oraya, canım annem,

Bütün yakınlarım burda kalır...

Cennet benim neyime yarar,

Yüzünü bir daha göremezsem eğer.

Anne

Ah, bitanem, ne yapayım ben,

Semada yıldızım sönmüşse.

Seninle beraberce gidelim,

Yalnızlık nedir bilmezsin, güzelim.

Oğlu

Deme öyle, güzel anam.

Birşey uydur  ve kal sen burada...

Belki de, acır bana Yaradan,

Kalırım ben seninle dinyada...

Yakup, başını eğip sustu. Kurnaz tüccarın türküyü sonuna kadar bilmemesi mümkün değildi. Özbek’in karşısında hissetiği korku,  rol yapmaya zorluyordu onu.

Han, Yakup’un türküyü bitirdiğini farketmemişti. Yüzü daha da sertleşti. Artık oğlunun ölümünde biz sır olduğundan emindi. Tuhaf bir türkü... Neden oğlu cennete gidecekmiş  ve neden bunu istemiyormuş? Allah tarafından Müslümana hazırlanmış olanlardan vazgeçmesinin nedeni ne olabilirdi? Neden o cenneti bu günahkar dünyaya değişsin ki? Özbek kendine sorular soruyordu, ama cavap bulamıyordu. Bu türkü boşuna yazılmış olamaz...

-Bestecisi kim, tereddütle tüccara bakarak sordu Han.

-Türküyü halk söylüyor, dedi Yakup.

-Halk, Özbek’in gözleri kızgınlıktan parlıyordu. Peki, Allaha  ve peygamberine Muhammed’e inanan bir halk onu neden söylesin? Bu cahillerin türküsü  ve onun bestecisi var... Olmalı...

Han cavap bekliyor  ve tüccarın gözünün içine bakıyordu. Tüccarın yüzü ölün döşeğindeki insanların yüzü kadar bembeyaz oldu.

-Kimse, herşeyi tamamen bilmiyor, büyük Han’ım... Türküyü Ürgenç’te kölelerin ayaklanmasını yöneten ulen Akberen yazdığı söyleniliyordu bir ara...

Özbek ellerini sımsıkı yumruklara dönüştürdü.

-Yakalayın! Ne olursa olsun yakalayın onu! Kafasını uçurtun!

-Ölümü haketti, diye kabul etti Yakup. Köleleri ayaklandırmayı casaret eden...

-Bu türküyü yazmış olduğu yeterli... Tek bunun için o, çakallara yiyecek olmalı! Onun türküsünü söyleyen insanlar Hz.Muhhammed Peygamberimizin sözleri yalan olduğunu düşünebilirler! Bir Müslüman, ölümünden sonra onu ya cennet, ya cehennem beklediğine inanmalı. Cenneti hayal etmeli, dünya hayatını da ona adamalı. Bu İslam'ı dayandığı temel taşlarından biridir  ve hiç kimse onun dibini kazamayı cüret edemez!

-Sözlerin çok doğrudur, büyük Han’ım!, diye kabul etti Yakup. Senin intikamından bu zavallı nereye saklansın ki... Aksak Timur’ün elleri uzundur, tehlikeli  ve tatsız sohbetten uzaklaşmak için tüccar şunu ekledi: ‘’Karargâhınıza getirdiğim hediyelere bakmak istemez misiniz?’’

-Hayır, sert bir tepki  verdi Özbek. Onun aklı başka şeylerle alakalıydı. Yarın Ordu’ya gideceğim. İran’la, kızılbaşlılarla savaşa hazırlık yapma zamanı geldi...

Han’ın konuyu değiştirmesine sevinen Yakup şunu bilertti:

-İran’ın kıyı şehirleri Altın Orda’ya ait olması güzel olurdu. Bir zamanlar şöyle bir deyim duymuştum: ‘’Başkası tok olmasından, Kandıbay yesin daha iyi’’. Biz tüccarlar için de öyle. Altınlarımız senin olabilirken, büyük Han’ım, neden onları İran’a  verelim ki? Senin topraklarını kervanlarımızla terkederken, kendimizi hiç huzurlu hissetmiyoruz. Malları geçirmek için ödediğimiz ücret bile bizi şiddetten korumuyor.

Özbek sadece dudaklarıyla tebessüm etti, yüzü hiçbir duyguyu ifade etmiyordu.

-Büyük İskender demişti: ‘’Bütün ordu geçemediği yerde, altınla yüklü eşeklerim geçer’’.

-Bedelini çok pahalı ödüyoruz ama... Müslüman tüccarları işinde şans diliyorlar, büyük Han’ım...

-Tamam, dedi Özbek... Adamın yol için hazır mı? Gü venilir biri mi?

-Evet vergici...

-Ona diyeceklerim var, gelsin. Mısır’daki emlüklere götürmesi gereken mektup var.

Yakup Han’ın önünde eğilerek çadırdan çıktı.

 

 

***

Domuz Yılında (1335), acımasız Ocak soğukları gölleri  ve nehirleri sardıkları zaman, Özbek Han’ın planı gerçekleşti  ve tümenler Derbente yaklaştılar.

Her askerin ikişer atı vardı  ve her biri sefere hazırdı. Elde edilen kalelere zaman kaybetmeye istemeyen Han, askerlerine atların toynaklarını keçelere sarmalarını emretti ve tümenleri kolayca buzlamış nehirden geçebildiler.

Domuz Yılın kışı çok soğuk olmuştu. Demir Kapıları korumakla görevlendirilmiş olan İranlıların grupları, soğuklara alışmış olan Deşt-i Kıpçap askerlere karşı ciddi bir direniş gösteremediler.

Semadaki güçler yardım ediyordu Özbek’e. Seferin arifesinde İran’ın ilHanı Ebuseit  vefat etmişti. Cengiz Han döneminden sonra bir gelenek haline gelen varislerin arasındaki çatışmalar başlamıştı. Bu da Han’a planını gerçekleştirmesinde yardımcı olmuştu.

Acele etmeden, ciddi bir direnişle de karşılaşmadan, Özbek tümenlerini Şirvan’ın derinlerine doğru götürüyordu. O Kura Nehrin kıyısında durdu. Nehrin sağ kıyısında İran laşkarkaşı Arpakaun liderliğinde bir ordu bekliyordu onları.

Bu bereketli topraklara bahar da gelmişti  ve Kura Nehrin suları azalmadıkça geçiş hakkında planlamak anlamsızdı. Sadece sabırla beklemek kalıyordu.

Çamurlu, şiddetli bir akış, baş büyüklüğünde olan taşlardan sesli sesli akıp geçiyor, her iki tarafın askerleri de birbirlerini sopalarla tehdit ederek, zaman zaman da karşı tarafa oklar atarak eğleniyorlardı. Savaşa daha çok vardı, bahar ise dolu dolu dünyayı dolaşıyordu artık.

Altın Orda için aldıkları pozisyon pek te başarılı değildi. Özbek yakında bunu farketti. Kıpçak süvarinin geniş alana ihtiyacı vardı, burada da o yoktu. Beklemenin her günü İranlılara güç katıyordu, askerlerin sayısı artıyordu. Dağlardan inen İran askerleri sinekler gibi sırnâşık  ve rahatsızdılar.

Özbek düşünmelere daldı. Kura Nehrin su düzeyinin artması olmasaydı, o Arran’ı çoktan elde etmiş olur, düşmana daha güçleşmeye imkân  vermezdi. Şimdi ise durum onun lehine değildi. Ama kader olaylara müdahale etti. Harezmşah’tan Aksak Timur’ün  vefat ettiğinin haberi geldi. Geriye çekilmek için harika bir baHaneydi.

Askerlerine emirin ölümü onu kederlendirdiğini göstererek, Özbek tümenlerine Deşt-i Kıpçak’a geri dönmelerini emretti. İran’a ilk seferindeki gibi  sarılmış  ve yenilmiş olma korkusu Hana elini çabuk tutmasını hatırlatıyordu. Harezmşahşah’ta, Aksak Timur’ün ölümünden sonra biri çıkıp da, bu topraklara sahip olup, onları Altın Orda’dan ayırmayı cesaret edebilmenin korkusu geri çekilme nedenlerinden bir tanesi dahaydı. Fitne zamanında insanların üzerinde gücü  ve otoritesi olan bir emir çıkı veriyor illa ki. Böyle bir insanı yoldan çekmek de hiç kolay olmuyor.

Harezmşah sosyeteleri çoktan Orda’ya göz koymuşlar zaten. Tek acımasız  ve güçlü Kutlık Temür o insanları yönetebiliyor  ve itaat ettirebiliyordu.

Ayın altında olan hiçbir şey ölümsüz değil. Kim bilir ki, belki de, İran’a sahip olmaya çalışırken, Altın Orda Harezmşah’ını kaybedebilirdi.

Altın Orda’nın refahı Harezmşah’a bağlı, onun için, böyle bir zamanda bozkırlarda Asya yaban eşeğin arkasından koşmak yerine, tasmadaki tayı korumak daha iyi olmaz mı?

Yazın ortasında, Özbek’in tümenleri rahatlıkla Derbent’i geçip, öz bozkırlarına yol aldılar.

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

Saltanatın her yılı boyunca Özbek, Orusut topraklarında olup geçen olaylarını dikkatle  ve endişeyle izliyordu. Orusut knezlerin arasında birlik yoktu, fakat birşeyler Han’ı yine de korkutuyor  ve şüphelendiriyordu.

Özbek tahtına oturduğu yıl, Büyük Vladimir Knezliğin Knezi Tverli Aleksandr idi. Hiç sıcak bakmıyordu o Altın Orda’ya  ve Ora’nın denetiminden kurtulmak için uygun fırsat kovalıyordu. Pars Yılında (1327), Özbek sıradaki İran seferine çıkmak için hazırlanırken, Tver ayaklandı. Seferi ertelemek mecburiyetinde kaldı Han.

Altın Orda için bu zor dönemde onun tarafını Moskova knezi, ileride İvan Kalita diye adlandırılacak İvan Daniloviç aldı. Han’ın tümenleriyle birlikte Moskova raflarıda Tver’e yol aldılar. Teşekkürünü bildirmek için, ayaklanmadan bir sene sonra, Özbek İvan’a Büyük Vladimir Knezi unvanını  verdi  ve Orusut toprakların  vergilerini toplama işini ona emanet etmişti. Bu vakitten sonra Orda’yla Rusya arasında, görünüşte iyi barışçıl ilişkiler kuruldu. Galiba, İvan Daniloviç’ten başka hiç kimse, nefret ettikleri boyunduruğu çıkartma zamanı henüz gelmediğini anlamıyordu. Önce, Rusya’yı güçlü  ve zengin yapmaları, bitin gücü elinde tolamaları gerekti. Özbek Han’ın gü veninden yararlanarak, İvan Knezi Moskova knezlikleri güçlendirmeye koyuldu,  bazen nezaketle, daha sık da gücü kullanarak komşu knezleri ona itaat etmelerine zorluyordu. Acımasız bir şekilde adamları köylülerden  vergi topluyordular. Çünkü hem Altın Orda’nın Han’ına para  vermeli, hem kendi kasalarını da unutmamalıydılar. Moskova gitgide güçleşiyordu, bunu gören komşuları da, gururlarını itaata değiştirerek onunla dost olmayı çalışıyorlardı.

 vergileri ödemek ne kadar ağır gelse de,  Altın OrdA, Rusya topraklarına savaşla artık eskisi gibi sık gelmiyor,  şehirler yanmıyor, kanlar akmıyordu. Göreceli bir barış vardı Rusya topraklarında. Ordu’nun önünde başını yere kadar eğiyordu kurnaz knez İvan Kalita, fakat işini de çok iyi biliyordu.

Rusya’daki sessizlik Özbek’e Çağatay ulusunda olup bitenleri dikkatle izlemesine imkân  veriyordu. Kaydu’nun ölümünden sonra, bir yılın içinde, yıllarca topladığı her şey, bir avuç kuru toprak misali dağılmıştı. Maveraünnehir, Yedisu Bolge, Doğu Türkistan... Her birin artık bir hükümdarı vardı ve kimseye itaat etmeyi istemiyordu.

Tavşan Yılı (1303), Tuba sayesinde, Çağatay’ın Hanı Kaydu’nun büyük oğlu Şapar olmuştu. Dört sene sonra da, oranın Hanı olarak kendini onu oğlu Künçek ilan etti. Saltanatı çok sürmedi. İki sene sonra, o, çoğu Cezgizliler gibi aniden öldü. Bir zamanlar Mengü Han tarafından öldürülen Bori’nin torunu Toluy’un yıldızı da çabuk söndü. Onu Tuba’nın oğlu Kebek öldürmüştü.

Çatışmadan yararlanan, bir zamanlar tahtından devrilen Şapar, yine Han olmayı istedi. O orduyu toplayıp, Kebek’e yürüdü. Savaş İli Nehrin kıyısında gerçekleşti  ve Şapar’ın tamamen yenilmesiyle sona erdi.

Sonsuz savaşlardan sarsılan Maveraünnehir  ve Doğu Türkistan perişan haldeydi. Halk isyan ediyordu. Etrafta hırsızlar dolaşıp,  yerli sakinlerinden savaş eden Cengizlilerin alamadıklarını çalıyordu.

O zaman da, Kebek Han olmayı cesaret edemediğinden Cengizlileri kurultaya topladı. Çağatay  ve Ügedey torunları toplandı. Han olarak Tuba’nın büyük oğlu Yesün Böke seçilmişti. Böylece, Kaydu’ya ait olan topraklar yine Çağatay torunlarına döndü.

Yesün Böke sağlam bir adam çıktı. Cengizlileri kendisine itaat etmesine zorlayabildi. Pek de münakaşa etmek için münasip bir zaman değildi. Giderek, doğu ulusun topraklarına Çinlilerin seferleri sıklaştı.

Yesün Böke’nin Yuan krallığıyla başa çıkmak için müttefiklere ihtiyacı vardı  ve o, adamını Altın Orda’nın tahtına yenı oturan Özbek Han’a yolladı. Fakat Özbek cevap  vermekte acele etmedi. Onu, kendi topraklarında uzak olan Çinlilerle savaş ilgilendirmiyordu.  ve ancak birkaç yıl sonra, o Yesün Böke ile birlikte İran’a sefer etmeyi kabul etti. Fakat noyan Yasuar’ın iHanetinden dolayı sefer başarısız geçti. Altın Orda  ve Çağatay’ın ulusu arasındaki zayıf ittifakları kopmuştu.

At Yılında  (1318) Yesün Böke  vefat etti. Onun yerine, Tuba’nın ikinci oğlu Kebek geçmişti. Yaptığı ilk şey, karargâhını Tyan-Şan eteklerinden Maveraünnehir’e taşımaktı. O Karşi şehri inşaa etmeyi emretti  ve burdan ona ait topraklarda yönetimini çaşladı.

Yaşam tarzıyla  ve inancıyla moğol olsa da, yeni Han Müslümanlara hiç zulm etmedi. Din onu ilgilendirmiyordu.

Özbek Han da onlara oldukça farklı davranıyordu artık. Tavuk Yılında (1321) o yeni Müslüman ismini aldı  ve Sultan Muhammed Özbek oldu.  Ve bu ismi Allah’ı hoşnut edecek şekilde yüceltmek için o, büyük Zengi atanın isteği üzerine, kendileri için tek doğru yol Hz.Muhammed Peygamberin yolunu daha seçmeyen halkları müslğman yapmayı karar  vermişti. Maveraünnehir’de bunlardan daha çok vardı. Bunun için, orduyu toplayarak,  Kebek Han’a önceden sebeb-i ziyaretini bildirerek, Özbek Maveraünnehir’e yol aldı.

Kebek Özbek’e izin  vermek zorunda kaldı. Koskoca Altın Orda’ya karşı çıkacak gücü yoktu.

İranlılar, savaşta Altın Orda’nın askerlerini, Hanların ismiyle ‘’özbekliler’’ diye adlandırıyorlardı. Zamanla askerlerin kendileri de bu lakaplarına alışmışlardı. Han’ın planladıkları kolayca hayata dönüşüyordu.  Arkasında kocaman ordu vardı ve yeni Müslüman olmuş Maveraünnehirlileri de önce ‘’özbekliler’’, sonra da sadece ‘’özbekler’’ diye adlandırıyorlardı.

Kebek Han’ın budizm imanlı kardeşlerinden biri, Özbek’in karşısında kolay geri çekilmesini affedemeyip, onu uyurken boğdu. Tahta, Kebek’in yerine Yelşigitay geçti. Doğu  ve Batı arasındaki iletişimin güçleştiği dönemdi. Eskiden beri, İpek Yolu’n kervanlarıyla birlikte katolik misyonerler de yola çıkıyordu. Onların sayelerinde, moğol seferlerinden serbest kalan Avrupa’ya, uzak  ve gizemli doğu ilkelerin vahşi  ve zâlim hükümdarları hakkında bilgiler yayılıyordu.

Daha Kebek’in saltanatı döneminde, Tebriz’de  venedik büyükelçisi Marko da Molin şefesine yazdığı mektupta İran’dan geçen kervan yolları tehlikeli olmaya başladığını, Müslümanlar da yabancı dinli tüccarlara daha da hoşgörüsüz olduklarını kaydetmişti. Bu durumdan endişelenen papalı Kuriya, Altın Orda’da  ve Çağatay ulusunda kendi etkisini güçleştirmeye karar  verdi. Bunun için, İran krallığında, Hindistan’da, Maveraünnehir’de, Horasan’da  ve Türkistan’da yeni kiliseler kurulacaktı. Doğu’ya bir sürü misyoner yol aldı.

Maveraünnehir’in yeni Hanı Yeşilgitay Müslüman olmadığını  ve daha çok Hıristiyanlığa yakın olduğunu bilen Papa XXII. İoann, Semiskant’ın (Semerkand’ın) yeni piskoposu olarak, birkaç kez Doğu’yu ziyaret eden Tomazo Mangazolo’yu seçti.

Bu dönemde, Durra Temür’ün yönettiği Yedisu Bölgesi  ve Doğu Türkistan Maveraünnehir’e itaat etse de, aslında, onun kontrolünden çoktan çıkmıştılar. Çağatay ulusun sınırları gerilemişti. Tomazo Mangazolo Yeşilgitay’ın kalbine çabucak yol bulmuştu. Hıristiyan topluluğu Maveraünnehir’de yine ayrıcalığı kazanabildi  ve destekçileri bile bulabiliyordu.

Altın Orda’nın şeyhi Seyid ata, yapılan bu kıyakları görüp, Yeşilgitay’ın cezalandırılmasını istedi. Fakat Yeşilgitay bu fani dünyayı, Altın Orda’nın Han’ın öfkesi onu cezalandırmadan önce terk etmişti.

Onun yerine, kardeşini Müslümanlara karşı çıkamadığı için kardeşini Kebek’i boğmuş olan budist Termaşin geldi  ve Haktan geçmiş günahlarına aff dileyip Müslümanlığı kabul etmişti. Cemiyet kardeşinin öldürmesini affederek, ona yeni isim koydu- Alaaddin. Herşey yerine dönmeye başlamıştı.

Alaaddin şöhret sahibi olma hayalindeydi. O, sanki Yedisu Bölgesi  ve Doğu Türkistan onun ulusuna ait olduğunu unutmuş gibi, saltanatın dönemi boyunca hiç ziyaret etmemişti oraları. Ama bir komutan olarak tarihte kalmak için Hindistan’a sefer yapmıştı.

Kibirli, halk onu konuşsun diye herşeye hazır olan Alaaddin,  Moğolların geleneklerinden  ve Cengiz Han’ın vaziyetinden gitgide uzaklaşıyordu. Halkın  ve sosyetelerin ondan memnun olmadıklarından yararlanarak Durra Temür’ün oğlu Bozan, Alaadin’e karşı halkı ayaklandırdı. Alaaddin Gazan şehrine kaçmıştı, fakat yolda Balhin emiri Cangi tarafından yakalandı, o da onu Bozan’a teslim etmek için sabırsızdı. Halkı ayakladıran lider, mahkûmla ne yapacağını çok düşünmeden karar  verdi. O bizzat kafasını uçurdu  ve kendini Çağatay ulusun Han’ı olarak ilan etti.

Bozan Müslümandı, fakat bu ona, gerek aynı kandan olan Cengizliler de olsa, düşmanlarıyla acımasız olmasına engel olmamıştı. Yeni Han’ın saltanatı çok sürmemişti. Köpek Yılında (1334) İl sularında boğulmuştu, tahta Tuba’nın torunu Jenkişi oturmuştu. Hayatını korumak sebebiyle  ve akrabalarında uzak olmak için o, karagahını Almalık’a taşıdı. Han Müslümanlardan nefret ediyor  ve korkuyordu, bunun için, Almalık’taki karargâhının kapıları Hıristiyan misyonerlere daima açıktı. Bundan çok sene sonra Bazinyan poskoposu Covanni Marinolli kroniliğinde şunları kayd edecek: ‘ ve sonra biz Almalık İmparatorluğun merkezine geldik. Araziyi satın alıp, kuyu kazıp bir kilise inşaa ettik. Birkaç sene önce, burda Mesih İsa adına piskipos  ve onun altı öğrencisi ölümü kabul etmesine rağmen, kimseden korkmayıp, biz kilisemizi açtık  ve hizmetimize başladık’.

Katolikler de Almalık’ta kendilerini rahat hissediyorlardı, ama Müslüman şeyhleri de uyumuyorlardı. Mücadeleleri çok açık  ve şiddetliydi. Karşılıklı şiddet, gizemli cinayetler sıradan bir iş hali almıştı. Çin’e giderken Başpiskopos Nikolas Almalık’ta kalıyordu. Papanın elçileri Frantsisko Raymondu,  Ruf  ve Lavretiy, Kankişi’ni onu uzun zamandır rahatsız eden hastalıktan iyileştirip, onun küçük oğlunu vaftiz etmeyi ikna etti, adını da İoann koydular.

Dini çekişmeler çok şiddetliydi Almalık’ta, ama taht mücadeleleri daha da şiddetli  ve kan dökücüudü. Çağatay  ve Ügedey torunları sanki delirmişlerdi. Onlar birbirini öldürüyor  ve sonsuz savaşlar sürdürüyorlardı. Maveraünnehir, Yedisu Bölgesi ve Doğu Türkistan harap olmuştu. Zanaat da geriliyo, alanlar çimenle kapalıyordu. Halk, akıllarını  ve mallarını kaybetmesinler diye Hanları kim olduklarından  ve dini ne olduğundan hebersizdi.

Çatışmaların birinde Cenkişi’nin hayatı sona erdi, tahta ise Ügedey’in torununun torunu Ali Sultan oturdu, ancak, bir middet sonra onu Kenjek’in torunu Muhammed Bolta öldürdü, onu da Yusuf’un oğlu Kazan öldürmüştü.

Çağatay ulusun tahtı için Cengizlilerin savaşları çok yıllara uzamıştı.  ve daha kimsenin, beşikte demir eliyle önünden asi başlıları eğdirecek  ve adını korkuyla söyletecek biri yatıyordu-Timur.

Aksak Timur’un toprakları kanlara boğacak zamana kadar daha çok vardı. Şimdi ise onu yeterince Cengizli sultanlar, bekler birbirirni takip edip da öldürerek boğuyordu. Farklı din bayrakları altında bu huzur bilmeyen topraklarda yıldırım misali acımasız çatışmalar çıkıyordu...

 

***

Moğolların eğik kılıcı hüküm sürdüğü her yerde halk isyan ediyordu. Öfkesini içine saklıyor  ve itaatkâr görünüyordu halk, fakat öyle bir an gelir ki, halk vahşi, yabani hayvana benzeyip, aniden arka ayaklara kalkıyor  ve nefreti her yolda duranı sarıyordu. Han’a itaat etmekten vazgeçiyor  ve yargıçları da dinlemiyordu. Halk sürekli aşağılama  ve kafalarını kaybetme korkusunu yaşadıkları için adaleti talep ediyordu.

Yöneticilerin asi halkı durdurmak için farklı yöntemleri vardı. Eğer ordu onları taraflarında ise, katliam düzenleniyordu. Han gücün yetmeyeceğini hissediyor olsa ise halka sonsuz vaatler  ve sözler  veriyordu.

Domuz Yılında (1335), Harezmşah’ta köleler  ve esnaf ayaklandı. Maveraünnehir’le kıyaslamak gerekirse, bu topraklarda yaşam daha katlanılırdı. Aksak Timur’un yönetmesi acımasız olsa da, cezgizliler arasında çatışmalara izin  vermiyordu. Herşeye rağmen, Hanlığın içi öfkeden kabarıyordu. Cengizlilerin yönettikleri her yerdeki gibi, güneş sadece zengin  ve soylular için parlıyor, çiftçiler  ve esnaf gibi basit insanları ısıtmıyordu bile.

Harezmşah eskiden beri köle ticaretiyle meşhurdu. Ürgenç’in pazarlarında Moğol atın toynakların bastığı her yerin kölesini satın almak mümkündü. Burda kızıl sakallı Orusutlar, karakaşlı kıpçakları, renkli takkeli Maveraünnehirlileri  ve yüksek tüylü kapaklı Türkmenleri satıyorlardı... Burda, Ürgenç’ten canlı mallar Çin’e, Mısır’a, Hindistan’a  ve Roma’ya gidiyordu.

Harezmşah pazarlarında en çok köleler Domuz Yılında ortaya çıktı. Huzursuz bir dönem olduğundan dolayı, canlı malları almak için Mısır’dan, İran’dan  ve Roma’dan tüccarlar gelmemişti. Çin’den  ve Hindistan’dan gelen tüccarlar da sadece genç erkekleri  ve güzel kadınları seçip aldılar. Alıcısı çıkmayan köleleri de sahipleri aç tutuyordu. Dünün esnafları, çiftçileri, savaşçıları, onlarca, yüzlerce açlıktan  ve hastalıklardan ölüyordu. Bu sene Harezmşah pazarlarında satılmamış kölelerin sayısı yüz bin köle etmişti. Onlarda bazıları yerden kalkamayacak kadar güçsüzleştiler.

Tam bu zamanlar Ürgenç köle pazarında esmer yüzlü, mavi elbiseli  ve türbanlı, İranlılara benzeyen biri çıktı. O hiç Kıpçak Akberen’i andırmıyordu. Kimse onun ne geçmişini, ne de şimdiki hayatını bilmiyordu. Bu toprakları, fitne döneminde, daha çocukken terk etmişti. Çocuk belleği Buhara’daki yangınların duman kokusunu  ve sokaklarda yatak isyancıların cesetlerini saklıyordu. O zamanları ü vey annesi Kunduz da ölmüştü. Babasının dostu Tamdam, Han’ın intikamından kaçmayı  ve çocuğu da kurtarmayı becerebildi. Çok yerleri gezip dolaştıtan sonra Bagdad’da geşdiler.

Gurbette hayat zormuş. Tamdam Müslüman medreselerinden birinde öğretmenliğe başlamıştı. Çocuğu, başkalarını kendi oğlu olduğuna inandırarak ona okuma  ve yazmayı öğretti.

Akberen çok zeki öğrenci çıkmıştı. Herşey ona kolay geliyordu. Yıllar geçti  ve o ilahiyatçı âlim hutbesine kadar yükseldi. Yaşlı Tamdam, ölü döşeğinde genç adama Altın Orda’da o dönemde olup bitenleri  ve gurbete kaçışların sebebini anlattı.

-Ben ölünce, dedi Tamdam, sen memelekete dönmelisin. Hayat böyle kurulmuş, insan doğduğu yere dönmelidir. Sen eğitim gördün  ve çok akıllı kitap okudun, bundan dolayı senin yerin Bağdat’ta değil, memleketin olan Deşt-i Kıpçakta. Vasiyetimi yerine getireceğine söz  ver.

Akberen sözünü tuttu. Öğretmenin ölümünden üç yıl sonra Altın Orda’nın topraklarındaydı.

Genç âlim Harezmşah’ın şehirlerini dolaşırken, kalbi sıkışıyor, yüzü kararıyordu. Adaletsizli  ve kaosu görüyordu etrafında. Çocukluk çağındaki gibi, halk adalet nedir bilmiyordu.

En çok da Akberen’i Ürgenç’in köle pazarı şaşırttı. O, kerpiç duvarların altında yatap ölü köleleri, daha ölmeyenleri de insanlara değil, onların gölgelerine benzediğini gördü. Onlara yardım etme fırsatı var mıydı ki? Kendisi, bütün sahip olduklarını yanında taşıyabilen bie fakirdi. Onları ne doyurabilecek,  ne de, çullar yerine giysi giydirebilecekti. O an, öfkeden sarsılan Akberen, Harezmşah’ın hükümdarı Aksak Timur’un yazlık karargâhına yol aldı.

Emir, Cengiz Han’ın diğer torunları gibi, yazda sarayını terk eder ve çadıra yerleşirdi. Karargahı için güzel, yeşillik dolu, temiz dağ nehirli, yaylalı bir yer seçiliyordu. Eskiden beri, Moğollarda bir gelenek haline gelmiş olan bir şeydi bu.

Eğer korumanın kaptanıyla konuşurken, soysuz âlim tesadüfen gizemli  ve esrarengiz: ‘Bağdat’tan  geldim.. .Harezmşah’ın hükümdaruna diyeceklerim var’ cümlesini söylemeseydi, hayatta Aksak Timur’u görme şerefine nail olmanın hayalini bile kuramazdı.

Emirin morali bozuktu. Dün gece karaciğeri sızlıyor, uyku  vermiyordu. Tabibin şişmiş sag tarafına koyduğu sıcak Tabanan pideler bile ağrıyı kesmediler. Sabah, emir meşe kabuğunun kaynatmasını içti, faka ondan sadece ağzında acı bir tat kalmıştı.

Başka zamanda Aksak Timur kimseyi yanına almazdı, ama bu kez, de hafifleşen, de şiddetleşen acıdan çekişince, korumanın kaptanından, Bağdat’tan gelen birini işitince de, belki, konuşmak acıyı biraz da olsun unutmasına sebep olur diye düşünmüştü.

Kaptan, çadırın girişini kapsayan renkli perdeyi çekti  ve âlimi içeri aldı.

Akberen, çadıra girince eğildi. Başını kaldırdığında da, sağında  ve solunda kılıçları hazır şekilede duran iki adamı gördü. Alacakaranlığa daha yeterince alışmamış gözleri, çadırı destekleyen kalın tahtayı gördü. Tahta gümüş yılanlarla süslenmiş parlıyordu.  ve tek bundan sonra da emiri görebildi.

Beyaz yastıklar üzerine dirseğini yaslamış, kıpkırmızı halı üzerinde yatıyordu Aksak Timur. Uzun, sarkık bıyıklı yüzü sarı  ve somurtkan görünüyordu.

Ne kadar da sakin olmayı çalışsa da Akberen, kalbi hızla çarpmaya başladı. Âlim heyecanıyla başa çıkabildi  ve artık hiç endişe etmeden çadırı gözden geçiriyordu.

Emirden başka, çadırda onun küçük karısı Sakip Camal  ve Akberen’in duyduklarından bile tanımadığı bir adam vardı.

O adam Müslümandı. Bunu âlim hemen anlamıştı. Görgü kurallarına yakışır gibi, o Aksak Timur’dan biraz aşağıda oturuyor, elinde de inanılmaz güzellikten, siyah incili tesbih tutuyordu.

Bir şeyden kesin emindi: bu adam soylu biri olmasa da, illa ki zengin  ve akıllı biriydi. Akberen, o adamın ona dikkatle baktığını  ve incelediğini fark etti.

-Esselamün aleyküm, dedi âlim.

-Aleyküm esselam, diye cevap  verdi adam.

Emir susuyordu.

Çadırı sessizlik sardı. Kimse, bunun emirin merhametine mi, öfkesine mi gösterge olduğunu tahmin edemezdi.

Sadece, Aksak Timur’un sag tarafında bulunan Sakip Camal’ın ahşap kâsede, gümüş kepçeyle kısrağı karıştırdığı duyuluyordu.

Yüzünden  ve giysiden, Akberen onun Kıpçak kızı olduğunu anlamıştı. Genç kadının üzerinde payetle işlemeli kırmızı tunik  ve alt genelinde çift fırfırlı uzun beyaz elbise vardı. Başında, saçını kapata, inci  ve mercanla süslenmiş, tunik gibi kırmızı, ‘saukele’ diye adlandırılmış külahı vardı. Ayağında, deriden kırmızı renkli, maviyle süslenmiş, içigi diye adlandırılmış ayakkabı vardı. Ellerinde, çadırın alacakaranlığında sönük parıldayan değerli taşlı altın  ve gümüş yüzükler vardı.

Akberen’i asıl şaşırtan Sakip Camal’ın yüzüydü. O, inanılmaz temiz  ve taze görünüyor,   âlime sözlerine göre, bozkırda yeni açan çiçeğe benziyordu.

Emirle sohbete geçmek için gücünü toplayan Akberen, üzerinde kadının kısa  ve hızlı bakışlarını hissetti.

-E, söyle bakalım, kimsin, nerden geldin, diye uzun süren suskunluğu kesti Aksak Timur.

Gözleri dikkatle âlimi inceliyor, eli sanki kendi kendine sağ tarafını okşayarak acıyı dindirmeye çalışıyordu. Hangi rüzgâr attı seni Bağdat’a?

-Rüzgârdan yuvarlanan çalı topağı değilim... Akberen’in dudaklarına görünmeyen bir tebessüm dokundu. Benim memleketim Kıpçak bozkırlarıdır. Ben burda doğdum. Çocuk iken tüccarlar beni Bağdat’a götürdüler, şimdi ise döndüm... Adım Akberen.

Sakip Camal başını hızla çevirdi  ve yiğitin yüzüne baktı.

Daha Irak  ve Süriye’deyken, Akberen, emir Altın Orda’nın direği olduğunu duymuştu. Şimdi ise, onun güçlü kişiliğine  ve sarı yüzüne bakarak, Akberen, Aksak Timur’un tebası için bir de baş belası olduğunu anlıyordu. Ondan ne iyilik, ne de adalet beklenilir. Hatta, onun küçük karısı için, parmakları yüzük dolu olsa da, hayat hiç güzel olmadığını düşünmüştü.

Emirin yüzü acıdan titredi  ve o yine sağ tarafını okşamaya başladı. Bir müddet sonra yüzü aydınlandı.

-Kıpçaklar senin akrabalarındır... Böylece, ben senin amcan sayılırım. Bende de Kıpçakları kanı akıyor. Belki de, bu tüccar Yakup da senin yakından akraban olabilir,  Aksak Timur parmağıyla adama işaret etti.

Akberen ‘hayır’ der gibi başını salladı  ve dedi:

-Tüccar hakkında bir şey söyleyemem... Ama sizin hakkınızda... Sıradan bir Kıpçak hiçbir zaman Hanların akrabası olamazdı...

-Sen konuşmayı biliyorsun, diye emir kaşlarını çattı. Zamanı gelir, kim akraba, kim değil öğreniriz... Şimdi ise sebeb-i ziyaretini açıkla.

Sakip Camal Aksak Timur’a gümüş kâsede, köpüklü kısrak sütü uzattı. Emir yavaş yavaş yudumladı.

-İki şey getirdi beni size, Akberen cesaretini toplamak için durakladı. Eğer izin  verirseniz, Ürgenç’te, çocuklara okuma  ve yazmayı öğretmek, Allah’ın sözüne eğitmek için medrese açmayı isterdim.

-Devam et...

-İkincisi, diyen Akberen’in sesi boğuk geliyordu. O, heyecanıyla zor başa çıkıyordu. Dün Ürgenç’in köle pazarındaydım. Kalbim acıyla doldu...

-Seni o kadar endişelendirecek ne gördün orada, saygıdeğer âlim, diye soran Aksak Timur’un sesinden alay havası duyuluyor, gözleri soğuk bakıyordu.

Akberen, emirin alay etmesini fark etmemiş gibi davrandı.

-Pazarda yaklâşık on bin tane köle vardı... Birçok uzak ülkelerden gelen tüccarlar artık uzun  ve tehlikeli yola çıkmaktan korktukları için, köle fiyatları düştü. Sahipleri, kölelerin artık beslemelerine harcadıkları parasını bile etmiyor olduklarını söylüyorlar... Onları artık beslemiyor, giymiyorlar... Birçoğunu Allah yanına almış, diğerleri de ölüm sırasını bekliyorlar. Fakat köleler de insanlar...

-Peki, benden ne istiyorsun, sertçe sordu Aksak Timur. Askerlerime köleleri yok etmelerini mi emredeyim?

-Neden onları öldüresiniz ki, hüzünle karşı çıktı Akberen. Onlar yakında kendileri ölecekler, zaten.  Siz, onlara serbestlik  verebilirsiniz... Dünkü köleler çiftçilik  veya demircilik yapabilirler. Onların arasında iyi askerler var  ve onlar Altın Orda’ya hizmet edebilirler...

-Köleler hakkında nasıl konuştuğuna bakılırsa, sen de onlardan olmak gereksin. Neden o zaman âlimlerin giydiği mavi türbanı giydi? Belki de, senin yerin onları arasında?

Aksak Timur’un acısı dinmiyor, öfkesi  ve tedirginliği aklını dumanlıyordu.

-Harezmşah’ın hükümdarı olarak size geldim, istikrarlı  ve sakin sesle dedi Akberen. O, çadıra boşuna geldiğini anlamıştı, fakat geri çekilmek için artık çok geçti. Hz.Muhammed Peygamberimiz bize yakınlara şefkat etmemizi öğretti. Eğer, köleler serbest bırakılamıyorsa, o zaman, sahiplerine onlarla iyi geçinmelerini, her gün beslemelerini  ve ellerinde olduğuna göre giysi  vermelerini emredin. Yoksa...

-Ne demek istedin, Aksak Timur’un gözleri bir an parladı.

-Yoksa zavallılar ölür, demek istedim.

-Sanki başka bir şey demek istedin gibi geldi bana  ve uyarmaya çalışır gibi parmağını salladı emir. Ama uzun bir yerden geldiğin için, bu kez senin saçma konuşmalarını affediyorum. Yollarımız bir daha hiç karşılaşmasa iyi olur... Kölelerle nasıl geçinileceğini, onlara sahip olanlar daha iyi bilir.

Akberen, gitmek için ayağa kalktı. Ümit ettikleri hiç bir zaman gerçekleşmezdi. Kurt koyuna acı duymaz, onun acısını hissedemez. O ayağa kalktı  ve eğildi.

-Bekle, diye Aksak Timur âlimi durdurdu. Neden ilk isteğine nasıl cevap  vereceğimi öğrenmeden gidiyordun?

Akberen sessizce bekliyordu.

-Evet, dinle şimdi. Kölelerin refahını düşünen bir kişiye çocuklar emanet edilemez. Kıpçak çocukları kurtlar gibi acımasız  ve merhametsiz büyümeliler. Tek o zaman onlarda Altın Orda’nı yükseltebilecek askerler yetişebilir. İlim insanların kalplerini yumuşatıyor. Şimdi  ve her zaman şans, kurtlar gibi başkalara acımasız olanların tarafında olur. Köleler için seslerini yükseltenler ise zayıf insanlardır. Eğer, ben sana medrese açmayı izin  verirsem, çocukların geleceklerine yararlı olacak ne öğretebilirsin onlara? Herşey anlaşıldı mı, âlim?

Akberen’in yüzü bembeyaz olmuş. Eğilerek emirin çadırından çıktı.

Aksak Timur’un huyunu bildikleri için, ne Sakip Camal, ne de Yakup bir kelime bile söylemediler.

 

***

Nereye gittiğini bilmeden ilerliyordu bozkırın tozlu topraklarından Akberen. Emirin karargâhını  ve huzurunu uzun mızraklarla koruyan nukerler çok arkada kalmıştı. Semalarda, gümüş zerrelerin yere döker gibi tarla kuşu ötüyordu. Fakat âlim kuşun türküsünü duymuyordu. Öfke  ve güçsüzlük boğuyordu onu, gözleri kanla örtülüydu.

Akberen Aksak Timur’a gitmeden önce bunun zaman kaybı olacağını biliyordu, fakat kalbin derinlerinde hafif de olsa bir umut vardı, mucizeye inanmak istiyordu. Hanlar sihirbaz değildiler ki, mucizeler yaratmazdı. Bunu, uzun sohbetlerde Tamdam ona anlatmıyor muydu? İhtiyar insanın mutluluğun sadece onun elinde olduğunu demiyor muydu?

Yavaş yavaş o kendine gelmişti  ve gözlerin önünde inanılmaz renkler  ve cennet seslerle dolu bir dünya açıldığını fark etti. Akberen, mücadece etmeden bir şeyi elde edemeyeceğini  ve geriye kalan ya ölmek, ya da kazanmak olduğunu anlamıştı. Güçlü birini yenmek için zayıfları toplamak  ve onları yenilmez hale getirmek gerekti. Onlardan çoğu Altın Orda’yı dolaşıyordu!  Kölelerden başlamak gerekti. Ürgenç’in esnafı onlara el tutmayacak olamaz. Halk, emirin adaletsiz  vergi toplamasına isyan ediyor. Bu iki güç bir olursa, onlar Aksak Timur’a karşı çıkabilirler  ve Allah isterse, zaferi de elde edebilirler. Burda, Harezmşah şehirlerinden yangın Deşt-i Kıpçak bozkırlarını  ve Maveraünnehir’i sarabilir. Bu yangını bir tutuşsun. Altın Orda ne kadar güçlü olursa olsun, öfkelenmiş halkına karşı direnemez. Çok çekişen  ve yorulan halk şimdi kuru bir kamış misaliydi. Bir kıvılcım  ve rüzgâr yeterliydi ateş için.

Akberen, aniden, emirin küçün karısını Sakip Camal’ı hatırladı. Bu genç  ve güzel kadın ona tanıdık geliyordu. Âlim onu daha önce hiç görmediğinden emindi. Peki, onu âlime Hangi güç düşündürüyordu, neden âlim adını söylediği zaman o aniden başını ona çevirdi  ve derin derin baktı. Belki de, bu kadını rüyasında görmüş olabilirdi, çünkü hayatta hiç karşılaşmamışlardı. O on iki yaşındayken Tamdam onu Bağdat’a götürdü. Hafıza karşılaşmayı unutup da, kalp hatırlıyor olabilir mi? Peki, o zaman nerde onu görmiş olabilirdi?

Akberen Sakip Camal’ın iri  ve temiz gözlerini hatırladı. O, bu gözleri tanıyor olduğuna yemin edebilirdi. Belki de, ü vey annesi Kunduz’un gözlerine benzetmişti. Hayır. Burda bir sır saklıydı.

Akberen, güneşin daha doğmamış, süt beyazı bir sisin de daha kaybolmamış, uzaklarda turnaların çığlıkları duyulduğu ıssız bir bozkırın ortasında duruyormuş gibi hissetti.

Sakip Camal... Bu ismi nasıl unutabilirdi ki? Sisler çekiliyor  ve Akberen, yirmi yıl önce olup bitenleri hatırlamaya başlıyordu. Önünde geçmişler açılmıştı sanki...

Küçük, kısa, örgülü saçlı esmer bir kız... Akberen onu çok iyi tanıyordu. O zamanlar, Kunduz’un ölümünden, kölelerin ayaklanmasından sonra, Berke Han’ın intikamından kaçarak, Tamdam Irak’a yol aldı. Kısa bir yol değildi  ve Seyhun’un alt akışının kıyısında bulunan bir köyde gecelemeye kalmışlardı.

Hüzünle karşıladı onları Kıpçak köyü. Dertliydi o. Aksakalların birinin yedi yaşındaki kızını yılan ısırmıştı. Kızcağızın gözlerine ölüm görünmeye başladı bile. Bunu öğrenen Tamdam Akberen’i yanına alarak aksakalın çadırına yol almışı. Her havare gibi, o birçok şeyi görmüş, öğrenmiş  ve biliyordu. Bozkırın gri yılanın ısırmanın tedavisini de biliyordu.

Üç gün boyunca Tamdam kızın yanından ayrılmamıştı. Dördüncü günü ise kızcağız gözlerini açtı  ve dünyayüzüne yeniden baktı. Konvülziyonlar vücudu artık sarsmıyordu.  ve yaşamak istiyordu yeniden.

Kervan, ona yolda katılmış olan birini bekleyemezdi.  ve o yoluna devat etti.

Dert çadırı terk ettiğine sevinen baba, Tamdam’ı üç gün daha misafir olarak kalmasını ikna ederek, sonra da, kervana yetişebilmeleri için, onlara atlarını  vermeyi söz  vermişti. Tamdam  ve Akberen kalmıştı.

Üç gün geçirdi Tamdam küçük Sakip Camal’ın yanında. O daha yataktan kalkmıyordu, Tamdam da ona masallar  ve öyküler anlatıyordu. Köyün aksakalı, olup bitenlerde Allah’ın takdirini görüyor  ve çoçuklar da büyüyünce, kaderlerini birleştirmeyi yemin ediyordu.

İşte o zaman Akberen Sakip Camal’ın bakışını hafızasına saklamıştı. O dünyanın öbür ucunda sözlüsü olduğunu unutmuyordu, fakat yıllar kızı başkaların ellerine  vermiş, yirmi yıllık olaylar da ona bir hayal gibi geliyordu.

 Ve işte bugün... Geçmişler geri dönmüş  ve Sakip Camal’ın karışık bakışıyla bakmıştı ona. Demek ki, o da çocuklukta olanları hatırlıyordu. Peki, ne değiştirilebilir di ki o, onun sözlüsü Harezmşah’ın emiri Aksak Timur’un eşi olduktan sonra? Kim Hana yok diyebilirdi ki, kim onun önüne çıkıp itaat etmemeye cüret edebilirdi ki?

Emire duyduğu nefret Akberen’i kendinden aldı. Vucüdu titredi. Ruhu intikam istiyordu.

Âlim Ürgenç’e ulaştığına kadar güneş batmış, gün bitmişti. Bu gece o kölelerin liderleriyle görüştü  ve sabaha kadar sohbet etmişti...

Sakip Camal’ da uyuyamıyordu bu gece. O Aksak Timur’un yanında yatıyor, aklı da bambaşka yerlerde dolaşıyordu. Geçmiştekileri düşünüyor, kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Yanında acıdan inleyen, de oraya de buraya savrulan, Aksak Timur de uyuyamıyordu.

Onun herşeyden şüphelenen huyunu bildiği için, Sakip Camal sakin yatıyor, uyuyor muammelesini yapıyordu. Gözlerin önünde ise geçmişin hatıraları kare kare değişiyorlardı. O çocukluğunu zor hatırlıyordu. Kocası olacak çocuğun yüzünü nerdeyse unutmuştu, çünkü o geceden sonra o hiç gelmedi köylerine. Sadece Akberen ismini iyi hatırlıyordu Sakip Camal.

O Akberen o muydu, yoksa sadece isim mi aynı idi, kadın bilmiyordu. Fakat, karşılaşmaları eski külleri yakmıştı. Gene de, her şey Allahın elinde. Demek ki, olduğu gibi olmalıydı.

Sakip Camal’ın evine yeni bir bela gelmişti. Harezmşah’ın bozkırlarında o dönemde şiddetli bir ruzgar fırtınası gibi dolaşıp yayılan kolera hastalığı annesini  ve babasını ondan aldı. Allah küçük kıza merhamet etti. Sonra da genç kız, korunmasıyla birlikte topraklarından geçen Aksak Timur’a rast geldi  ve o onu eş olarak kendine almayı arz etmişti.

Kim emirin arzularına karşı çıkabilirdi ki? Hiç gereği var mı ki? Sakip Camal’ın ne istediğini  ve kabul edip etmediğini kimse sormuyordu. İnsanlara da, olup bitenler, yetim bir kızın başına gelebilecek en büyük mutluluk olduğunu düşünüyordu.

Sakip Camal için ise olup bitenler bir kâbus gibi geliyordu. O, kocaman  ve şişman Aksak Timur’da korkuyor  ve nefret ediyordu. Fakat erkek gücü Aksak Timur’u daha terk etmemişti ve kadın, farkına varmadan onunla geçiren gecelerden zevk almaya başlamıştı. O artık ona çirkin görünmüyordu, çünkü onun tutku anında nasıl biri olduğunu biliyordu.

Kadın, hayatında bir şeyleri değiştirmeyi çalışmıyordu bile. O kocanın isteklerine  ve kaprislerine itaat ediyordu.

Aksak Timur onu diğer eşlerinden ayrı tutuyordu, bütün kalbiyle ona bağlıydı. Onu ipeklere giydirmiş, altınlarla süslemiş  ve hemen hemen bütün geceleri onun çadırında geçiriyordu.

Sakip Camal ona çocuk doğurmamıştı, fakat o buna kederlenmiyordu. Diğer eşlerinde çocukları zaten çoktu, Aksak Timur’un, küçük karısının güzel fiziğini  ve cildin güzel rengini,  hamile kalmayıp kaybetmemesi hoşuna bile gidiyordu hatta.

Her şey, emir hastalanmayıncaya kadar iyi gidiyordu. O artık altmışlarını geçiyor, hastalık  ve zaman onu tedirgin ediyor, gücünü alıyordu. O artık eski tutkuyla sevişmiyordu. Genç  ve güzel, hedefler dolu, bedeni aşka muhtaç olan Sakip Camal bir boşluk hissetmeye başladı.

Karı kocanın yatakları serinleşiyordu. Artık arzuları bir değildi  ve onlar birbirinden uzaklaşmaya başladılar. Aksak Timur, onun ölümünden sonra Harezmşah’ı kim yönetecek, diye, bu acımasız, nefret dolu dünyada bırakacak çocuklarını düşünüyordu. Sakip Camal da yaşayabilecek en güzel anların eskide kaldığını anlıyordu. Aksak Timur gider  ve kimse onun bedenini okşamazdı. Onun, yaşamak için bir neden olabilecek çocuğu bile yoktu. Sakip Camal mutluluğunun gerçek olmadığını fark etmişti. Ne altınlar, ne de pahalı giysiler ona, başka kaderi seçip, elde edebileceklerini  veremezdi. Köylerinde yaşayan başka kız arkadaşlarınki gibi. Onun  ve Aksak Timur’un aralarında olanlar aşk değildi. Tutku gözlerini bulutlamıştı, gerçek yaşama nedenlerini ondan gizlemişti.

İşte bunun için Akberen adını duyunca kalp hızla çarpmaya başlamıştı. Sanki başka bir hayat var olduğunu hatırlatan, geçmişlerden gelen sese benzeyen bir şeydi bu.

Genç iken Aksak Timur savaşlarda çok yaralanıyor  ve canı şimdikisinden daha çok acıyordu, fakat nedense,  o zamanlar o çabucak iyileşmeyi istiyordu, şimdi ise o hayatta soğumuştu. Eşine sırtını dönüp Allaha, derin  ve sakin uyku nasip etmesi için dua etmeye başladı...

Sabah, tek başına kalarak, Sakip Camal çadırına Adilşah’yı çağırdı. Genç adam, Kıpçak kadın Bubeş’ten olan Özbek Han’ın nikâhsız oğluydu. Han’ın emriyle Aksak Timur kadını  ve oğlunu karargâhına almıştı.

Sakip Camal Bubeş’i gençlik çağlarından beri tanıyordu. Eskiden, onların iki köyü yaz caylyaularda buluşuyorlardı, bundan dolayı, arkadaşının oğluna küçük kardeşi gibi davranıyordu.

-Aynalayın! Canım! Sen ne kadar da büyümüşsün  ve artık sır saklayabilirsin, dedi Sakip Camal.

Genç adam diyeceklerini merak edip, lafını kesmeden sadık sadık bakıyordu onu sürekli koruyan ablasının gözüne. Sakip Camal durakladı. Aniden tareddüt etmeye başladı: sırrımı emanet etmeli, yoksa etmemeli miyim? Ama başka seçeneği yoktu. Kadın, Adilşah’dan daha iyi bu isteğini kimse yerine getiremeyeceğini biliyordu.

Çadırda ikisinden başka kimse olmadığını bildiği halde, Sakip Camal kısık sesle konuşmaya başladı:

-Dün karargâhta mavi türbanlı adamı gördün mü?

Adilşah başını sallayarak:

-Evet. Onu daha önce, Ürgenç pazarında da görmüştüm. Onun buraya uzak bir ülkeden geldiğini söylüyorlar. O âlim...

-Doğru, diye kadın da başını salladı. Yarın nükerlerle Ürgenç’e gidiyorsunuz. Bu adamla görüşmeye çalış... Ona mektup yollayacağım... Ama unutma: bundan kimsenin haberi olmamalı... Mektubu biri öğrenirse, ikimizin de kafalarımızı uçururlar...

Genç adam, ciddiyetini belirlemek için büyük adamlar gibi başını sallayarak:

-Emrettiğiniz gibi yerine getireceğim...

Sakip Camal rahatlıkla nefes aldı. Her şey olacağı gibi olsun. Onun başka seçeneği yoktu. Sadece birine güvenerek, Akberen’i Ürgenç’in gürültülü  ve renkli kalabalığı içinde bulabilirdi.

 

***

Adilşah pazarda kendini çok rahat hissediyordu. Görmek istediğini görüyor, kulakları sadece duymak istediğini duyuyorlardı. Belli etmeden nükerlerden ayrıldı  ve âlimi daha önce gördüğü yere, esnaflara yöneldi .Önsezi onu aldatmamıştı. Çok yakında Adilşah aradığı kişiyi gördü.

Âlim kovacı ustanın dükkânında, sahibiyle yeşil çay içiyordu. Açık avucunun içinde eskilikten yarıklar içinde beyaz bir kâse-piyala vardı. Esmer  ve yüksek alnın üzerinde ter boncukları parlıyordu.

-Esselamün aleyküm,  heyecanlı gözlerini âlimin gözlerinden ayırmayan Adilşah selamlaştı.

 O şaşırmış, daha önce hiç tanımadığı delikanlıya bakıp, selamına cevap  verecekken, eline kâğıt parçası kaydı. Hiçbir şey sormadan, âlim geçen insanlara sırtını dönerek mektubu gözden geçirdi:

‘’Çocukluğumda benim sözlüm olmuş olan Akberen adında bir oğlan vardı. Peki, siz kimsiniz?’’

İmza yoktu, fakat tahminler Akberen’i şaşırttı. Mektup Sakip Camal’dan, sadece o onu yazabilirdi. Akberen’in yüzünün rengi soldu. O ustanın gözüne baktı, usta da, sanki istediğini anlayarak,  dükkânın içindeki küçük kapıya işaret etti.

-Bekle beni, delikanlı, dedi âlim. Birazdan dönerim, dedi  ve Akberen kapının arkasında kayboldu.

Sadece iki kişinin sığabilecek küçücük bir odada, alçak masanın üzerinde o mürekkep  ve kamış kalemi gördü. Adilşah’ın getirdiği mektubun üzerine sadece iki kelime yazdı: ‘’O benim!’’

Dükkâna dönerek, âlim gizlice mektubu delikanlının avucuna koydu.

-Onu seni gönderene  ver, heyecanla sesi kesilerek demişti. Eğer o yeniden kendini hatırlatmak isterse, buraya gel. Ben olmasam, bu adam alır mektubu, diyerek, Akberen kel  ve çekik gözlü dükkân sahibini gösterdi. Ona, bana güvenebileceğin kadar gü venebilirsin.

-Tamam, ağay, aygıyla fısıldadı Adilş  ve mektubu göğsüne, cübbesinin arkasına saklayarak, kalabalığa karıştı. Nükerler Adilşah’ı sert karşıladılar.

-Nerelerdeydin, delikanlı, ocağın dumanında füme olmuş gibi yağız bir nüker öfkeyle sordu.

-Sizi kaybettim, suçunu anlayarak hesap  veriyordu Adilşah. Yüzü hala heyecandan yanıyordu. Burası çok kalabalık...

-Pazarda uyanık olacaksın, diye mırıldadı nüker. Gelecek sefer seni beklemeden gideriz...

Adilşah karargâha döndüğünde, mektubu Sakip Camal’a  verip, o da mektupta yazılan iki kelimeyi okuduktan sonra, güçsüzlüğünden halıya oturup yüzünü elleriyle kapattmıştı. Sakip Camal ağlayacağını mı, sevineceğini mi bilmiyordu. O böyle bir cevabı bekliyordu, fakat yine de onu şaşıtmıştı cevap.

-Gel buraya, diye Adilşah’ı çağırdı o. Çekinerek ona yaklaşınca da delikanlı, Sakip Camal ona sarıldı  ve küçük bir çocuğu okşar gibi sert saçlarını okşadı. Teşekkür ederim, kardeşim! Sen bana sevinç getirdin.

Adilşah gözlerini indirdi:

-Sizin her emrinizi yere getirmeye hazırım...

Bu günden sonra Sakip Camal delikanlıyı Ürgenç’e göndermek için birçok neden buluyor, delikanlı için de nükerlere pazarda her zaman onlardan geri kaldığını anlatmak gitgide zor oluyordu.

-Bir gün başına büyük dertler açacaksın, tehditle dedi o Adilşah’a, emirin öfkesi korkunçtur...

Nükerin gözünden, Ürgenç’ten döner dönmez delikanlının Aksak Timur’un küçük eşinin çadırına koştuğu da kaçmamıştı.

Sakip Camal artık kendini tutamıyordu. Akberen’e karşı hissettikleri onu daha derinlere çekiyordu, her seferinde sabırsızlıkla bekliyordu sevgilisinden mektubu.

Kimse felaketin yakınlarda dolaştığını bilmiyordu. Yağız nüker, Adilşah’ın pazarda kimi aradığını  ve bunu Aksak Timur’un küçük eşin emriyle yaptığını biliyordu.  Ama ihbarda bulunmak için daha çok bilgiye sahip olmak gerekti, çünkü Aksak Timur sadece sözlere inanmaz, böylece ödüllendirmek yerine nükerin kafasını uçurtabilirdi.

Herşeyin bir sonu vardır. Mektuplar artık iki sevgiliyi tatmin etmiyor  ve onlara bütün korkuları göze alarak, Ürgenç’in eteklerinde, kerpiç bir kulübede görüşmeye karar  verdiler.

 

***

Akberen bakıyor  ve gördüklerine inanamıyordu. Küçük pencereden odaya ay bakıyordu. Onun gümüş ışığı Sakip Camal’ın çıplak vücuduna yansıyordu.  Kadın gri bir halı üzerinde yatıyor, onun küçük  ve sıkı göğusleri henüz açmamış beyaz güllere benziyordu.

Âlim, Sakip Camal’ın tutkudan geniş kalçaların nasıl hareket ettiğini seyrediyor  ve otuz kusur yaşına kadar hiç böyle bir zevk  ve tutku yaşamadığını düşünüyordu. Kadınları vardı. Ama onlar, tesadüfen karşılaştığı sıradan kadınlardı. Bu kadın ise onu büyüledi, dünyada bu küçük kulübeden  ve ruhunu dolduran mutluluktan başka hiçbir şey yok gibi geliyordu ona.

Akberen yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı  ve kömür karası iri gözlerin içinde ay ışığını gördü. Kadın ellerini uzattı  ve onların boynunu sardıklarını hissetti. Nefes almak zordu. O, sadece, defalarca gördüğü Sakip Camal’ın tutkudan divane olmuş gözlerini  ve titreyerek savrulan vücudunu görüyordu.

-Sensiz nasıl yaşayabiliyordum, bir ara sonra dedi Sakip Camal. Sesi  ve nefesi kesiliyordu.

-Ben de kendime bunu sormuştum, duraklayarak cevap  verdi Akberen. Sordum, fakat cevabı bulamadım... İki insan birbirini bu kadar mutlu yapabileceğine inanmıyordum...

-Keşke bu mutluluk ebedi olsa!

-Ona kim engel olabilir ki? Kaderin Aksak Timur’un elinde olabilir, fakat kalbin ona ait değil ki...

Sakip Camal içini çekti:

-Eğer sen beni arkandan çağırsan, en uzun yoldan bile korkmadan, herşeyi bırakıp giderdim...

Akberen yorgun yorgun elini yüzünden geçirdi.

-Sana inanıyorum. Ama benim için bu hiç kolay olmayacağını sen de biliyorsun. Han’ın elinden annem  ve babam ölmüştü. Onun kılıcı ü vey annem Kunduz’un ölümüne sebep oldu. Vatanından uzak, gurbette Tamdam da ölmüştü. Bunlar unutulur mu? Binlerce zavallı insan onları serbestliğe kavuşturacak yolu göstermemi bekliyor. Ancak ayallerim gerçek olunca mutlu olabilirim.

Sakip Camal Akberen’e sarıldı  ve o, göğüsünde onun sıcak nefesini hissetti, yalvaran fısıltısını duydu:

-Mutluluğumuz bize yetmez mi? Bizi ne Aksak Timur, ne de başka biri bulabilir! Uzak seyahat için herşeyim hazır!

Gözlerini kadının gözlerinden kaçırarak, Akberen hayır der gibi başını salladı:

-Beni köleler bekliyor... Söz  verdim... Çekilmek için artık çok geç...

Sakip Camal hızlı bir hareketle Akberen’den uzaklaştı  ve alçak odayı sessizlik doldurmuştu. Ay artık pencereden bakmıyordu, her yer karanlıktı. Şafak çok yakındı...

Karanlık ilk bastığı an, yağız nüker kayısı ağacının altında saklanmıştı. Burdan emirin sarayını  ve ona giden yolları çok iyi görüyordu. Onun dikkatli gözleri, hem saraya giren, hem de saraydan çıkan herkesten haberdardı. Arife günü korumalara ölümüne nöbet tutmalarını  ve saraya kimseyi almamalarını emretmişti.

Üç gün önce gelmişti yağız nüker karargâhtan Ürgenç’e. Aksak Timur ona, genelde kışı geçirdikleri sarayı görmek isteyen küçük karısına eşlik etmesine emir  vermişti.

Sakip Camal Aksak Timur’a, kölelerin halılara  ve kışlık kıyafetlere nasıl baktıklarını kontrol etmek için saraya gitmek isteğini söylemişti. Belki de, bir başka zaman emir bir şeylerden şüphelenebilirdi, ama şimdi o bütün dünyaya kayıtsız baktığı için kolayca kabul etti. Aksak Timur’un her eşine layık olduğu gibi, küçük eşine de korunma  ve onların başlarına yağız nüker koyuldu. Sarayın nöbetçilerini değiştirerek, nüker askerlerine saraya, onun haberi olmadan,  kimseyi almamalarını emretti.

Gece olmuştu,  etraf sessizdi. Ürgenç sakinleri saraya yaklaşmadan geçerek, kapıda nöbet tutan askerlere ters ters bakıyorlardı. Yağız nüker Adilşah’ın Ürgenç’e gizemli seyahatlerini unutmamış  ve içinden bir ses onun emirin küçük eşin sırrını bu günlerde öğrenebileceğini söylüyordu. Eğer onun  ve mavi türbanlı adamın arasında bir münasebet varsa, o saraya girmeyi deneyecektir muhakkak. Kayısı ağacın altında saklanarak sabırla bekliyordu. O, sarayın duvarları arkasında Sakip Camal ile birlikte buraya gelen kadınların gülüştüklerini  ve birilerin dutar çaldığını duyuyordu. Her zamanki gibi  ve sakindi her şey.

Nüker, güneşin battığı an saraydan ince yapılı bir yiğit çıktığını  ve meydanı geçerek şehrin dar sokaklarında kaybolduğunu hatırladı. Ardından bakarak onun emirin yazda sarayın düzenini kontrol etmek için bıraktığı adamlardan olduğunu düşünmüştü. Askerleri, onun haberi olmadan sadece saraya kimseyi almamalarıyla birlikte, kimsenin çıkmasına izin  vermemeleri için uyarmak lazım, diye düşündü.

Gecenin yarısında şüphelendirecek bir şey fark etmeden, gardiyanları komtrol etmeye gitmişti. Sakip Camal’ın odasına giden kapının önünde nüker durakladı. Arkaları sessizdi.

-Han’ım efendi uyuyor mu, diye, emirin eşinin yatak odasının kapılarının önünde duran askerden sordu nüker.

O omuzlarını silkti.

-Han’ım henüz dönmemişler...

Nüker irkildi. Daralmış gözlerinde korku yansıyordu.

-Nereye gitti?

-Ben nerden bileyim?! Han’ın eşleri sıradan bir askere hesap mı  verecek? O erkek kıyafetini giymiş, daha aydın iken sarayı terk etmişti.

Nüker çılgınca askere atladı:

-Neden bana birşey söylemedin?

Asker yüzünü elleriyle kapatıp çekildi:

-Haberiniz bar diye düşünmüştüm... Han’ım gittiklerinde siz onun arkasından baktınız...  ve ben düşündüm ki...

Nüker askere ayağıyla karnına darbe vurdu.

-Alçak it! Düşünmüşmüş! Sen görürsün gününü!

Asker ikiye katlanmış karnını tutuyor  ve inliyordu.

-Yanında biri var mıydı?

-Hayır... Tek başına idi...

Nüker yardıma çağıracaktı, fakat Ürgenç’te, gece yarısında emirin küçük eşini, bozkırlarda işaretlenmiş tavşanı bulmak kadar imkânsızdı. Üstelik sarayda bu olayı duyan olursa, mutlaka Aksak Timur’a de ulaşır, o da nükerin hatasını asla yanına bırakmaz. Onu sıradan bir asker yapıp, olay kapansa iyi olurdu, aksi takdirde, Aksak Timur onun kafasını uçurtmalarını  veya ölümüne sopalanmasını emreder.

Nükerin en korktuğu şüpheler doğru çıkmıştı. Tabi ki de, Sakip Camal mavi türbanlı adamın yanına gitmişti. Fakat o, sonsuza kadar gitmiş olamazdı. Han’ım mutlaka saraya geri dönecek. İşte o an...

-Beni iyi dinle, pis çakal, boğuk sesle inleyen askere dedi nüker. Saraydan birinin bu olaydan haberi olursa seni kendi ellerimle öldürürüm.

-Dilim kurusun...

Zaten yağız olan nükerin yüzü daha da karardı. Kılıcını tutarak, sarayın dış kapısına koştu.

Sakip Camal şafakta döndü. Öfkesinden boğulan nüker, yüzüne bakmamaya çalışarak, sordu:

-Nerelere gitmiştiniz, Hanımım? Biz bütün sarayı alt üst ettik...

Sakip Camal gururla başını kaldırdı. Yüzü solgun, gözaltları mor görünüyordu.

-Sana ne? Bana bunu sormaya nasıl cüret edersin?

Nüker korkuyordu. Evet, emirin eşini koruyacaktı, ama yine de o onun Hanımıydı. Kadınların  vefasızlığının sınırı yoktur, kim bilir herşey onun için nasıl bitebilirdi. Hayatında kaç kere, bir kadın, erkeği beyazın siyah, siyahın da beyaz olduğuna inandırmış olduğuna şahitti. Ya onun da başına bunlar gelseydi?

-Sizi rahatsız etmek istemezdim... Ama emir bizzat sizi bana emanet etti. Ya bir şeyler başınıza gelseydi...

Sakip Camal bir an bu yağızın Aksak Timur’a onu ihpar ederse ne olur diye düşündü... Arkasından korkudan soğuklar geçti. Emirin huyunu çok iyi biliyordu. Gerçeği öğrenmedikçe rahat etmez. Bunun için her şeyi yapar.

Karar aniden çıkı verdi aklında.

-Emire nerde olduğumu kendim anlatırım, dedi Sakip Camal. Git, atların hazırlanmasını emret. Karargâha gidiyoruz.

-Emredersiniz, diyerek yağız başını eğdi  ve aceleyle atların hazırlıklı durdukları ahırlara koştu.

Sakip Camal nükeri düşünceli düşünceli izliyordu. O gözden gidince de,  dönüp, şehrin tozlu  ve dar sokaklarda kayboldu.

Gün boyu saray korumaları Ürgenç’in sokaklarında koşturarak, tüccarların, esnafın evlerini basarak Sakip Camal’ı arıyor, ama hiçbir yerde bulamıyorlardı. Kimse onu görmemiş, hakkında da bir şey duymamıştı.

Akşam, aramanın hiçbir anlamı olmadığını anlayıp, nüker ata fırlayarak, emirin karargâhına gelmişti. Aksak Timur’un ayaklarına kapanarak, aceleyle  ve tereddütle olanları  ve Sakip Camal ile mavi türbanlı adamın arasındaki münasebeti bildiğini anlatmıştı. Emir nükerin lafını kesmeden dinledi. Zayıf yüzünde sarılaşmış cildi gerilmişti, bir noktaya bakan gözlerinden ise bir şeyleri okumak mümkün değildi. Nüker hikâyesini bitirdiğinde Aksak Timur hareket bile etmemişti. Sessizlik ürkütüyordu. Nüker dikkatle emirin elini izliyordu. O kılıcını çıkaracak  ve korkunç şeyler olacak gibi geliyordu ona. Ama Aksak Timur susuyordu. Nükerin vücudu titriyor, gözleri bulutlanıyor, ağzı kramptan bükülüyordu.

Emir konuşmaya başladı. Sesi yumuşak  ve sakindi:

-Demek ki, sadece eşimi gözünden kaçırmakla kalmadın, onun nerde olduğunu da bilmiyorsun?

Nüker ne olursa olsun hayatını kurtarmak istiyordu. Korkudan dişlerin titrediklerinde zorla inledi:

-Han’ımın nerde olduğunu sadece bir insan bilebilir...

Aksak Timur öne eğilerek:

-Söyle, kim.

-Sizin pek sevdiğiniz Adilşah.

-O nerden bilebilir bunu?

-O eşiniz  ve mavi türbanlı adamın elçisiydi...

-Neden bunu söylemedin?

-Bu ilişki nereye gidecek öğrenmek istiyordum... Huzurunuza elim boş çıkmak istememiştim...

Aksak Timur’un elmacıklarının nödülleri hareket etmeye başladı.

-Seni bir daha görmek istemiyorum, diye ellerini çarptı. Çadıra iki asker girdi. Alın bunu. Ona beş yüz kamçı darbesi vurun. Bu benim ödülüm olsun...

Nüker korkudan bağırdı.

-Götürün, tiksinçle dedi emir. Tuzak kurmayı bilmeyen, kendisi ona düşer.

Yağız nükerin çığlıkları yatışmışken, Aksak Timur Adilşah’ın getirmelmesini emretti. Delikanlı bütün sorulara:‘bilmiyorum’, diye cevap  veriyordu. Ne tehditler, ne de iyi söz onun konuşturmuyordu.

-Peki, yorgunlukla dedi emir. Senin dilinii çözecek güç olmadığını mı düşünüyorsun?  Şimdi nükerlerin bütün giysilerini üzerinden çıkararak, en derin, en soğuk sulu kuyuya indirirler seni. Belki bunlar sana unuttuklarını hatırlatabilir. Öğrenmek istediğim çok bir şey değil: Sakip Camal’ın  ve o mavi türbanlı adamın arasında nasıl bir münasebet vardı.  ve en önemlisi- onları nerde bulabilirim?

Adilşah ağlıyor, ama susuyordu. Aksak Timur de tehdidini yerine getirilmesini emretmişti. Delikanlıyı kuyuda çok tutmadılar. Aksak Timur Adilşah’ın Özbek Han’ın oülu olduğunu unutmamıştı, fakat onu çıkardıklarında artık çok geçti. Delikanlı hastalandı, birkaç günden sonra da, kendine geşmeden  ve hiç bir şey söylemeden  vefat etti. Annesi Bubeş, kederden aklını kaybetti ve bir zarar getirmesin diye, yere dikilmiş kazığa bağlanmış zincire oturtmuşlar.

Aksak Timur soylu aileden gelen insanları onurla gömdükleri gibi, Adilşah’ı da oyle gömmesini emretti. Ama olup bitenlerin gerçeklerini gizlemeye başaramamıştı. Ürgenç’in pazarlarında, Harezmşah’ın küçük  ve büyük şehirlerin insanlar, emirin zâlimliğini konuşuyorlardı. Esnaf  ve tüccarların kerpiç evlerinin üstlerinde bir gece kuşu gibi ‘’Şahinin Ölümü’’ adlı sağu türküsü uçuşuyordu.

İşte onu Kırım’da Özbek Han’a söylemeye başlamıştı Yakup  ve öfkesinden korkarak zamanında durakladı. Hükümdarın kötü haberleri başka birinden duyması her zaman daha iyiydi. Kötü bir işte öncü olmak neye yarar? Kıpçak Yakup türkünün tamamını biliyordu, fakat sadece başını Han’a ulaştırmaya cesaret etti. Devamında ise türküyü ağlayarak zavallı anne söylüyordu:

Söyle bana, biricik oğlum,

Yaradan bizi neden erken ayırdı?

Belki de cennetine alacak seni.

Sonsuz onun, diyorlar, merhameti.

Oğlu cevap  veriyordu:

Semadaki Allah değil bizi ayıran, annem.

Dünyadaki emir öldürülmemi emretti.

Molla gökte cennet olduğunu söyledi,

Neden, peki, emir etmiyor oraya acele?

Adilşah’ın adına yazılan bu sağu türküsü, onun nasıl öldürüldüğünü, nasıl yaşamak istediğini  ve güneşi nasıl sevdiğini anlatıyordu.

Türküyü duyan Aksak Timur çok öfkelendi. Huzuruna bu türküyü yazan mavi türbanlı âlimi getiren her kim olursa mukafatı büyük olacağına söz  vermişti. Oysa Akberen’in nerde saklandığını söyleyecek, ona ihanet edebilecek bir insan bile bulunmadı Ürgenç’te.

Ürgenç’te kölelerin ayaklanması, bulutsuz gökte şimşek kadar şaşırtıcıydı. Kendi hastalığıyla meşgul olan Aksak Timur, kölelerin isyanların büyüdüğüne inanmıyordu. O çok yıllar devamında Harezmşah’ın yöneticisiydi  ve kimse ona karşı başını kaldırıp gözüne bakmaya  veya onun hoşnut omayacak sözü söylemeye cesaret edemiyordu. Kölelerin hoşnut olmadıkları neyi değiştirir ki?  Köleler, itaat etmek, onlara merhamet edip, yaşamalarına, nefes anmalarına, güneşe bakmalarına izin  veren hükümdarların emrettiğini yerine getirmek içinler. Böyle düşünüyordu Aksak Timur. Bundan dolayı, korkucak bir neden olmadığından emindi. Köleleri susturmak için bir kelimesi yeterliydi. Kanları her türlü yangını söndürebilirdi. Harezmşah’ın sakinleri, zülmünden korkarak,  kafalarını omuzlarına çekerek, gözlerini indirerek, her birin hayatı kervan yolların tozu değerinde olduğunu anlayacaktı.

Kendine güvenen Aksak Timur, ordusuna silahlarını  vererek, Özbek Han’ın İran’a seferine yardımcı olmaları için yolladı. Şehirde, sadece düzeni  ve karargâhı korumak için yetecek asker kalmıştı. Köleler bu anı beklemiş gibiydiler.

Şafakta, doğuda gökyüzü grileşmeye ilk başladığında, diğer sakinlerden daha erken kalkmayan, alışık olan su taşıyıcıları bile daha uyanmamışken hizarın güçlü kapıları insanlar sarsmaya başlamıştı.

Öfkeli  ve isyankâr insan akışıkapılardan şehrin dar sokaklarına girmeye çalışıyordu. En sabırsız olanlar da hizarın çit çamur duvarlarına tımanıp, gecenin içinde yatışan sokak tozlarına düşüyordular.

Atlar üzerinde,  muhafızlar, kölelerin yolunu kesmeyi çalışırken,  onlara doğru binlerce el uzanıyordu. Kılıçlarını bile çıkaramadan insanların çığlıklarından boğulup, Nehrin kıyılarından çıkan sular misali bu akışta kayboluyorlardı.

Zayıflaşmış, yalınayak, kirli, paçavra gibi elbiseler içinde köleler merhamet tanımıyordular. Bu zamanı çok beklemişlerdi. Akberen’in adamları, arife günü onlara törpü, demirci maşa  ve bıçaklar getirmişlerdi. Zincirlerden kurtularak, köleler kendilerini yeniden insan hissetmeye başkamışlardı. Açlıktan  ve hastalıklardan, bitkin vücutlarının damarlarında sıcak kanlar akmaya başlamıştı. Onlar yeniden yaşamayı, özgür olmayı istiyorlardı. Uzun bir geceden sonra, güneş ışığını gören  birinin yoluna kim engel koyabilirdi ki?

Binlerce ayağın damgasından şehrin üzerinde sarı, boğucu tozlar yükseldi. Çığlık atarak kükreyen köleler, sivri uçlu sopalarla, zincirlerle emirin kış sarayın önündeki meydana yol tutuyordular.

Daha dün acıdan kurtulmak için ölümü hayal eden insanlar, yine özgürlüğe kavuştular. Yakın zamanda onlarla ne olacağını, yeni bir günün doğacağını görebileceklerinden emin değildiler, ama kalpleri mutluluk doluydu. Özgür olmak için ölümü bile göze almışlardı. Birçoğu eskiden, kölelikten önce, asker  veya esnaf olduklarını, her özgür insan gibi aile  ve çocuklara sahip olduklarını hatırladılar.

Gürültüden uyanan şehir sakinleri de meydana acele ediyorlardı. Kimse ne olduğunu bile bilmiyordu. Kan kırmızısı bir gün doğdu Ürgenç’te. Meydan gitgide kalabalıklaşıyordu. Meydana bir grup biniciler çıktı  ve onlara yol  vermek için insanlar çekiliyordular. Onlardan biri, mavi âlim türbanlı, savaşçı kuşaklı, eğik kılıçlı olan elini kaldırdı.

Kalabalık çığlık attı:

-Bu o!

-Akberen!

-Arkadaşları da kölelere yardım etmişti!

-Aksak Timur onu öldürür!

-Kim kimi öldürür daha belli değil!

-Emirin askerleri yok!

Gürültü yatışıyordu. Bütün  gözler Akberen’e bakıyordu.

-İnsanlar, diye meydanı gözden geçirdi. Dostlarım! Her birimiz dünyaya sadece bir kere geliyor! İnsanı hayvanlardan ayırıp, ona akıl  veren, herşeyi yaratan Allah değil mi? Neden o zaman Han  ve emir sizi dilsiz hayvanlara çevirdiler? Nedeno caklarınızı yıkarak, sahip olduğunuz az birazını elinizden alarak, sizi koyunlarla eşit edip, pazara getirip, köleliğe satıyorlar? Siz, daha dün özgür olan insanlar, şimdi bu meydanda açlıktan yarımölü, çullar içnde duruyorsunuz. İnsan buna dayanabilir mi? Böyle bir kader size Allah çizebilir miydi?

İsyan dolu çığlıklar sardı meydanı:

-Doğru diyorsun, âlim!

-Köle hayatı dayanılmaz!

-Ne yapmamız gerek, onu söyle!

-Bizi Aksak Timur’a götür!

Akberen bağırışların yatışmasını bekledi  ve:

-Ben emire gitmiştim. Sizi açlıktan kurtarmasına  ve serbest bırakmasına yalvarmıştım. Aksak Timur beni kendi beyaz çadırından kovup, bir daha da huzurunu kaçırmaya cesaret edersem benim başımı uçurtacağını söyledi bana. Hepimiz insanız! Ama emirimiz sayesinde yarın her birimiz köle olabiliriz. Buna dayanmak mümkün mü? Sürekli korku içinde yaşanır mı? Hiçbir şeyden korkmamak, Aksak Timur’a  ve Altın Orda’nın Hanı Özbek Han’a insan olduğumuzu hatırlatmak için biz, bir elin beş parmağı, bir anneden  ve babadan doğan kardeş gibi birlikte olmalıyız. Fakat ellerimizde uzun mızraklar, keskin kılıçlar  ve sıkı yaylar olmasa, sesimizi kimse duyamaz.

Akberen’in gözleri parıldadı, kesik nefesi göğüsünü kabartıyordu.  ve atı bir kez daha coştu:

-Götür!

-Kılıcı nerde alabilirim, söyle!

Akberen elini kaldırdı  ve:

-Size silahları nerde alabileceğinizi gösteririm. Bundan sonra da emirle konuşacağız... Eminim, bu kez o bizimle konuşmayı ister, çünkü artık çoğuz  ve güçlüyüz! Beni takip edin!

Akberen attan atladı. Uzun boylu, ince, kalabalıktan herkesin üzerindeydi  ve herkes onun mavi türbanını görebiliyordu.

Kocaman insan toluluğu Ürgenç sokaklarında ilerliyordu. Âlim hızlı gidiyor  ve az sonra da köleler ona yetişmek, onları özgürlüğe kavuşturandan artta kalmamak için arkasından koşmaya başladılar.

Akberen köleleri, Aksak Timur’un tümenleri için saklı duran silahların  ve yiyeceklerin bulunduğu yere göyürüyordu.

Muhafızlar, öfkeli köleleri durdurmayı bile çalışmadan, korkudan kaçıyorlardı. Uzun bir geceden sonra biraz ışık gelmeye başlayan birilerıne karşı kim çıkabilirdi ki?

 

***

Hayat gerçekten tuhaf  bir şey. Ey Allahım, onu gerçekten sen yarattıysan, neden bu kadar herşeyi karıştırdın? Neden aşk  ve ihanet bir yolda duruyor, neden keder  ve mutluluk ayrı ayrı yürümüyorlar? Insana bunları çözmek için yeterince akıl  vermedin, bundan dolayı o, kendi kısacık hayatında ordan buraya savrulup kaybetmediklerini arıyor, aramadığını buluyordu.

Yağız nükerden, Sakip Camal Akberen’in yanına kaçmıştı. Âlimin arkadaşları onu her kimseden sakladılar. Bu ğünden sonra, genç kadır inanılmaz mutlu  ve o kadar da endişeliydi. Akberen, geceleri sık sık kölelerle  ve onun taraftarları olan şehrin sakinleriyle gizli toplantılara gidiyordu. Bazen, birkaç güne Ürgenç’e gidip geliyordu.

Sakip Camal onun için endişeleniyor, başı belaya gireceğinden korkuyordu. Bir müddet sonra korkusu tedirginliğe dönmüştü. Neden sevgilisi ondan başka birine ait olmalıydı? Neden kölelerin kaderleri kendi kaderlerinde önemliydi onun için? Kadın yüreği felaketin gelişini seziyordu. Sakip Camal Akberen’in yapacak olanlara inanmıyordu.  ve bunu Akberen’in aklına da sokmaya çalışıyor, ikisinin mutlu olacağı yolu seçip, onu da inandırmak istiyordu. Tehlikeli kadın zekâsı. İstediğini elde etmek için Sakip Camal sevgiye cömertti. Kısa  ve sıcak yaz geceleri Akberen’e sarılarak, kulağına geleceklerin hayalini fısıldayarak, Harezmşahşah’tan kaçmalarına çağırıyoedu. Sakip Camal, gizli bir yerde, hayatın sonuna kadar hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşayabilmek için yetecek kadar altınları sakladığını anlatıyordu.

Akberen onu dinliyor, aklı bambaşka yerlerde geziyordu. Sakip Camal’in gördüklerinden çok farklı şeyler görüyordu o. Ona, neden başladığı işi bırakamayacağını, çekip gidemeyeceğini anlatmaya çalışıyordu. Ama kendisi  ve Akberen için duyduğu korku onu kör ediyor,  sürekli aylı şeyleri tekrar ettiriyordu. Aşk onları hala birbirine çekiyor, ama uzaklarda, aşk dumanların arkasında ikiye ayrılan yol gözüküyordu. Renkler ne kadar parlak olursa, o kadar çabuk solurlar. Sakip Camal’ın Akberen’e duyduğu aşk, aniden başlandı, kuray çalı misali aşk ateşinde yandı, tutuştu, geriye sadece bir avuç külü bırakmıştı.

Sakip Camal geleceğini, kaderini daha sık düşünmeye başlamıştı. İlk önce kara düşünceleri bastırmaya çalışıyordu, fakat gitgide bu soğuk  ve ağır düşünceler aralıklar bulup, direnişine bakmadan kalbine giriyor  ve bütün huzurunu, mutluluğunu çalıyorlardı.

Günlerden bir gün, o geçmişi için, aşkı için ödediği  vebalini düşünerek, üzüldüğünü fark etmişti. Dünkü hayat imrana-cennet bahçesine benziyordu. Orası eğlenceli  ve huzur dolu bir yerdi, müzik çalıyor, gökkuşağı gibi rengârenk elbiseler parıldıyordu. Burası da, gri halıyla örtülmüş, çamurdan tabanlı,isli ocaklı fakir bir kulübeydi...

Sakip Camal Akberen’in, onu sevdiğini biliyordu. Ama bu ne değiştirir ki? Geleceklerini hayal ederek, onu yalnızlığın  beklediğini korkuyla anlamıştı. Başka türlü olbilirmiydi ki? Akberen’in seçtiği yol, onu er ya da geç yokuşa sürükler. Peki, o ne yapacak? O, kime gerek olacaktı,  kendine nerde sığınak bulacaktı?

Sakip Camal’ın içindeki her şey böyle bir sona karşı direniyordu. O sevgi  ve mutluluğu ararken, çıktığı yol onu sadece acılara  ve karanlığa götürebilirdi. Kadın çılgınca çıkış yolu arıyor, bulamıyordu.  ve o an, çaresizliğinden, Akberen’le son bir konuşma yapmayı karar  vedi.

Konuşma, gece, kölelerin ayaklanmasından bir gün ev vel gerçekleşti. Çamurdan yapılmış kulübenin içi sessizdi. Bir tek lambanın fitili çatırdıyor,  köşelerde ürketici, siyah gölgeler saklanıyordu.

Sakip Camal, Akberen’in planladıkları gün doğuşunda gerçekleşecekti. O her sesten irkiliyordu. Yüzünü Akberen’in yüzüne yaklaştırdı, gözleri yaş doluydu.

-Beni seviyor musun?

-Evet.

Akberen Sakip Camal’ı omuzlarında sardı  ve göğüsüne bastırdı. O demirin soğuğunu hissetti  ve giysilerin altında zincirli zırhın olduğunu anlamıştı.

-Aşkımız adına yalvarıyorum!, hıçkıra hıçkıra söylüyordu Sakip Camal. Son bir kere yalvarıyorum, gitme oraya! Kalbim senin öleceğini söylüyor! Ben Aksak Timur’u  ve askerlerini çok iyi biliyorum...

-Artık çok geç, dedi  ve başını salladı Akberen. Başka yol yok...

-Benim için! Mutluluğumuz için! Sakip Camal’ın sesi de çığlığa kadar yükseliyor, de fısıltıya kadar sessizleşiyordu.

Akberen onu kendinden uzaklaştırdı  ve ayağa kalktı. Oda sıkışık  ve alçaktı. O, nerdeyse, kafasıyla tavana değiyordu. Akberen duvara asılmış çamur lambanın yanına geldi  ve ateşini izlemeye başladı. Hareketinden lambanın ateşi sallandı. İnce, siyah kurum ipi havada asıldı. Yüzünde endişe edici gölgeler yürüdü.

-Orada binlerce insan, boğuk sesle söyledi o. Onlara ihanet edemem.. İhanetten sonra yaşayabilir mi insan?

Sakip Camal Akberen’in kararı kesin olduğunu anladı  ve umutsuzluğa kapanmıştı.

-Beni perişan ettin, diye bağırdı o. Senin için emirin sarayından, altınlarda, gümüşlerden, bir kâse kadar dolu bir hayattan vazgeçtim! Seni seviyorum! Ama bugün sen ölmek için gidiyorsun. Elimden son sahip olduklarımı alıyorsun...

Akberen başını indirdi. Oda sessizlikle doldu.

-Benim sarayım  ve altınım olsaydı eğer, ben de hiç düşünmeden aşkına feda ederdim onları...

-Yalan söylüyorsun!

-Hayır... Gitmem lazım...

Akberen odanın en uzak köşesine gidip, halının kenarını açarak, eğik Moğol kılıcın asık olduğu kuşağı çıkardı. Sonra Sakip Camal’ın yanına geldi, eğildi, saçını okşayarak:

-Sen beni bekle... Ben döneceğim...

O aniden başını kaldırdı  ve o, solgun yüzünü  ve nefret dolu gözlerini gördü.

-Gideceğini biliyordum... Bana yaptıkların için allah senin cezanı  versin...

Tek başına kalarak, Sakip Camal halıya serildi  ve öfkeyle yerlere vuruyordu. Sonra sakinleşti. Birdenbire Aksak Timur’u, onun kocaman vücudunu, güçlü ellerini hatırladı. Daha demin emirden nefret ettiğini unutmuştu. Akberen’e duyduğu nefret yeniden onu sardı  ve aklı oynamıştı. O hemen giyinip dışarıya çıktı.

Nereye  ve niçin gittiğini bilmiyordu Sakip Camal. Kocaman bir kazan altı misali, yıldızların parıldadığı, simsiyah gökyüzü görünüyordu üzerinde. Ayakları bileklerine kadar tozlar içindeydi. Gün boyunca güneşte ısınan çamur duvarlardan kuru bir sıcaklık geliyordu. Atlı muhafızların nasıl ona yaklaştığını bile duymamıştı. Biniciler etrafını sarmış, onlardan biri de yüzüne bakmak için eğilmişken, Sakip Camal, karşısında Aksak Timur’un askerleri olduğunu anlamıştı.

-Vay vay, dedi asker. Şaşırdığından mı, yoksa sevindiğinden mi.  Kaçak... Bu bizim  emirimizin küçük eşi...

O onu kabaca kendine çekti  ve atına attı.

-İleri, yiğitler, diye seslendi asker. Emire değerli bir hediye getireceğiz! Hükümdarımız cömert, vaat ettiği ödülü  vermeyi unutmaz!

Boğultan toz bulutlarını yükselterek, biniciler Ürgenç’in uyuyan sokaklardan ilerliyordu.

Çok yakında serin bir esinti değdi Sakip Camal’ın yüzüne  ve o, dar sokakların çok uzaklarda kaldığını anlamıştı. Askerler onu emirin karargâhına götürüyorlardı.

Askerler ayağına Sakip Camal’ı getirdiğinde, Aksak Timur uyumuyordu. O, yüzü kabarık halıya gömülü, korkudan hareket edemeyip yatıyordu. Sakip Camal’dan daha iyi kim bilebilirdi ki emirin huyunu. Aksak Timur çok acımasızdı  ve şimdi yerinden fırlayıp, kından kılıcını çıkarır  ve her şey biter, diye zannediyordu.

Emir, ayakların altında yatan kaçağa bakarak susuyordu. Çadırda bulunan nükerler  ve noyanlar da susuyordu.

-Geri döndün, emirin sesi sakindi.

Sakip Camal’ın bütün vücudu titredi

-Kaybolan kısrağı suçlamıyorlar. İyi misin?

Kadının vücudu daha da çok titriyordu.

-Kalk  ve bana yaklaş, diye, Aksak Timur ekollarını açtı. Korkma...

Çadırda bulunanlar gözlerine inanamıyorlardı. Kaçıp da emiri rezil eden kadını hiçbir şey olmamış gibi kabul ediyordu. Kimse gözlerine inanmıyor, kulakların duyduklarına da inanmak istemiyordu.

-Hadi kalk, sanki sabırsızlıkla dedi Aksak Timur.

Sakip Camal onun dinlemeyen ayaklarına kalktı  ve çekinerek emire doğru yürüdü... O, onu kocaman elleriyle sardı, bağrına bastı  ve Kıpçak geleneğine göre alnını kokladı.

-Siz gidin, gözlerini kaldırarak, şaşırıp kalan noyanlara sakince söyledi Aksak Timur. İhtiyacım olursa sizi çağırırlar...

Noyanlar, aralarında fısıldaşıp, omuzlarını silkip çıkıyorlardı. Kaçak ölümü hakediyordu, her zaman da bu böuleydi. En azından, Aksak Timur onun kamçıyla darbelenmesini emretmeliydi. Emirin hareketlerinde gizemli  ve tuhaf bir şeyler vardı.

Kapılardan, çadırda bulunanlardan sonuncusu çıktığında, Aksak Timur kolayca Sakip Camal’ı ellerine aldı, lambaları söndürmeden yatağa götürdü.

Herşeyin böyle olmasına, mutluluğuna inanmıyordu Sakip Camal. Emir hastalığından önce ona yaptıklarını yapmaya başlayınca da, o bir mucize olduğunu düşünmeye başladı. Hayatta kaldığı için mutluluktan soluğu kesiliyor, Aksak Timur’un sevgisine karşılık  veriyordu. O, hiçbir zaman bu çadırı terk etmemiş, olup bitenler de sadece bir kâbus olduğunu düşünüyordu.

Oysa emir hasta  ve zayıftı. Biraz sonra yoruldu  ve Sakip Camal onun boğuk  ve kesilen nefesini duydu.

Bundan sonra onlar uzun uzun susup yatıyorlardı. Sakip Camal yeniden korkmaya başlamıştı. Aksak Timur ona sarıldı  ve omuzlarını, bedenini okşamaya başladı.

-Şimdi anlat bakâlim, nerelerdeydin. Seni özledim...

Bu, sakin sesle söylenen sıradan sözler kadını telaşlandırdı. O tamamen emirin onu affettiğine inanmıştı. Ah, Allahım, kim aklına girdi de, o kaçmaya karar  verdi? Huzur dolu hayat, altınlar, neşe, yanında koskoca Aksak Timur - herşey eskisi gibi olacağını düşünerek kendine acımaya başladığından gözleri yaşla dolmuştu. Hiçbir şeyi gizlemeden, kocasına her şeyi: Akberen’i, hazırlanan kölelerin ayaklanmasını anlatmıştı. Emir lafını kesmeden, arada diliyle tıklayıp, dinliyor, Sakip Camal’ın de ona gü veni artıyordu. Nerden bilsin ki, Aksak Timur onu ayakların altında gördüğü an öldürülmesini karar  vermiş olduğunu. Sakip Camal’dan yüz kat suçu az olanı bile affetmeyecek biriydi Aksak Timur. O birşeyler öğrenmeyi kalkarsa, Sakip Camal da söylemeye istemezse,  kırbaçlasa da onu, inatçı Kıpçak kızı yine de susar. Emir da onu sevgiyle aldattı.

 

***

Sakip Camal’ın ihaneti köleleri sırtından vurdu. Sabah da, askerlerin silah  ve yiyecek depoları, ambarları darmadağın ederek, emirin karargâhına yol almayı karar  verdiklerinde, burda onları askerler bekliyor idiler.

Karargâh, iki sıraya dizilmiş, arkalarında Aksak Timur’un kalan ordunun saklanmış olduğu oran arabalarıyla kuşatılmıştı. Saldırmaya gelenleri bir bulut misali uçan oklar karşıladı. İnsanları kaybederek, geri çekilmeye mecbur idiler.

Aynı zamanda, Harezmşah’ın yollarıyla, emirin emriyle aymaklara, noyanlara Ürgenç’e yardım göndermelerini söylemek için atlara binip askerler ilerliyordu.

Akberen, karargahı kuşatmanın bir anlamı olmadığını anlamıştı. Biraz sonra Aksak Timur’un askerlerine yardım gelecek  ve köleler ölüme mahkûm kalacaklar. Kölelere Ürgenç’e dönmelerini emretmişti. Onlara biraz mola  verip, Harezmşah’ın  ve Maveraünnehir’in farklı şehirlerinde çıkmalarını sağlamak için binlere  ve yüzlere ayırmak gerekti. Akberen, her yerde onlara katılabilecek, destek edebilecek,  birileri bulunabileceğin biliyordu. Esnaf  ve çiftçiler zâlim hükümdarlara dayanamıyordu. Sonsuz  vergilerden  ve Cengizlilerin sürekli taht için mücadele etmelerinden bıkıp, onlar kölelere el tutarlar.

Oysa Aksak Timur Sakip Camal’dan çok şey öğrenmişti. Asiler, gruplara ayrılıp şehirlere dağılırsa, zamanla, bir çığ gibi,  onlar tehlikeli bir güce döner  ve kimbilir nasıl bitecek bu Altın Orda için.

Uzun bir ömür yaşamıştı Aksak Timur, çok kez tehlikenin gözüne bakmıştı, bunun için de, hiçbir koşulda başını kaybetmemeyi öğrenmişti. Sinsi  ve acımasız bir zekâya sahipti. Aksak Timur’un aklına, Ürgenç’te eğlenceler için tuttuğu filler geldi. Altı tane dev hayvan hint çobanların tarafından eğitiliyordu. Emir karargâha hemen çobanların başını çağırmalarını emretmişti.

Daha yaşlı olmayan, sıkı yapılı İranlı adam, Aksak Timur’u dinleyip, şaşkınlığını belli etmedi. Koyu renkli dışbükey gözleri sakin bakıyordu.

-İstediğini yapacağım, hükümdarım.  Bana sadece altı kova ılık su lazım olacak. Tentürü ben kendim hazırlarım...

-Şevkini cömertçe ödüllendiririm, dedi emir.

İranlı önünde eğildi.

 

***

Gecenin yarısından sonra, İranlı  ve adamları filleri kölelerin saklandığı hisara getirdiler. Aksak Timur’un askerleri, arkalarından sessizce ılık suyu getiriyorlardı. Hayvanlara onu  vermeden önce, İranlı adam suya, sadece onun neden oluştuğunu bildiği tentürü, deri tulumdan kovalara damlattı.

Hisarın içi sessizdi. Gün boyunca yorulan insanlar derin uykuda idiler. Sadece, sivri uçlu mızrakları ellerinde tutan muhafızlar uyumadan, şehirden gelen sesleri dinliyordular. Bir ara sonra filler rahatsız olamaya başladılar. İşte o an, İranlı adam kenara çekilip, askerlere filleri hisar kapılarına doğru kovalamalarını emretti.

Muhafız kölelerin gözlerine, gece hayaletleri, İblis misali, fillerin dev leşleri göründü. Birisi, tiz bir sesle bağırarak, mızrağı yakınlaşan canavarın vücuduna soktu. Onların liderleri inledi, hortumdan yüksek bir ses çıktı. Öfkesini  ve acısını bu kükremeyle belli etti. Onlarca oklar, ince ses çıkararak, gecenin karanlığından çıkıp hayvanların vuçutlarına isabet etti. Bunu Aksak Timur’un askerleri yapmıştı.

Filler delirmişti. Acıdan, İranlı adamın onlara içirdiği tentürden bağırarak ileri koştular. Hisarın kapıları çatlayıp çöktü. Altı tane dev hayvan, yollarında ne varsa yıkıp, yerde bulunan köleleri ezip, yksek çamurdan duvarların arasındaki alanda ordan buraya koşturuyorlardı.

Korku çığlıkları, ölenlerin inlemesi, kemiklerin kılımasından çakırtmalar hayvanların kükremeleriyle karışmıştı. Kan kokusu filleri sarhoş etti. Yerde yatanları onlar eziyor, kendine gelip kaçmayı kalkanları da hortumlara sarıp yerlere vuruyorlardı.

Birinin aklına arka kapıyı açmak geldi  ve bir sürü köle hisardan kaçmıştı. Ama burada da onları ölüm bekliyordu. Ürgenç’in dar sokaklarında saklanan Aksak Timur’un askerleri üstlerine oklar yağdırıp, eğik kılıçlarla kesiyorlardı. Ama kudurmuş olan insanları artık hiç bir şey durduramazdı. Ölümden kaçarak, kılıçların karşısına korkusuz çıkıp, emirin askerlerini atlardan düşürüyor, şehirden gidiyorlardı.

Ürgenç’te yeni günün doğuşu korkunçtu. Buralar, Moğolların soygunlarını  ve cinayetlerini hatırlıyor, fakat böyle zulmü daha önce görmemişti. Hisarın geniş meydanı ezilmiş insan cesetlerle doluydu. Sarı tozlar da kanla karışıp siyah çamura dönmüştü. Cesetlerin arasında, kocaman yumuşak gri kayalar gibi, hortumları kesilmiş, gövdeleri mızraklanmış, kirpi misali oklanmış filler yatıyordu.

Bu gece hizarda saklanmış olan on bin kölelerden, bu katliamdan sonra, nerdeyse yarısı kalmıştı.

Köleleri takip eden Aksak Timur’un askerleriyle mücadele ederek, onlar şehrin dışında toplanıp, Maveraünnehir’e yol aldılar.

 

***

Aksak Timur gittiğinden sonra, Sakip Camal tek başına kalarak dışarıya çıkmayı denedi, fakat çıkışta duran nükerler yolunu mızraklarla kestiler.

-Emir, Hanımın çadırdan ayrılmamasını emretmişti, sertçe dedi onlardan birisi.

Sakip Camal, eskiden yaptığı gibi, kızacaktı, dediğini yapacaktı, ama olup bitenler onu çok sarstı  ve o hiçbir şey söylemedi. O bu mucizeye inanamıyordu. Kocasından herşeyi bekliyordu, ama onun gösterdiği o tuhaf  ve korkutan iyimserliği değil.

Karargâhta, yokluğunda neler olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Belki de, öğrenip, birçok şeyi anlayabilir, nasıl davranacağını bilebilirdi.

-Söyle bana, diye Sakip Camal nükere, Bubeş, zavallı Adilşah’ın annesi, hayatta mı?

-O cadıya ne olabilir ki, ağzını alay edici sırıtmada bükerek cevap  verdi o. Galiba, Allah ona merhamet edip, aklını geri  vermiş. Gerçi, o şimdi bambaşka biri... Onu uzun süre ata bağlayıp sürüklediler, sonra da bıraktılar öylece...

-Onu buraya çağır, diyen Sakip Camal’ın sesi tedirginlikten çınladı.

Nüker ne yapacağını bilemeyip:

-Bilmem ki... Emir emretmemişti...

-Sana ben emrediyorum, diyen Sakip Camal’ın sesi sinirden daha da yüksek çınladı. Muhafızları sadece böyle kendisine itaat ettireceğini anlamıştı. Ben senin hükümdarına itaat edip karargâhı terk etmiyorum. Sen de bana itaat etmelisin, çünkü ben senin emirin karısıyım. Yoksa öyle değil mi? Kadının sesi ürkütücüydü.

-Öyle, Hanımım...

Nüker hala ne yapacağını bilmeden aynı yerde adımlıyordu. Emirin kaçak karısının sözüne itaat edip etmeyeceğini bilmediği için alnında ter boncukları çıkmaya başladı. Nıhayet, karar  verip, arkadaşına dedi:

-Git, buraya deli Bubeş’i getir...

-Emirimiz kafamızı uçurtur...

-Dediğimi yap,  sinirlenerek bağırdı nüker. Gerçi, kendisi de aynı fikirdeydi, fakat nasıl emirin eşinin sözüne itaat etmesin ki?  O kocasından kaçmış olsa da, kocası onu hala öldürmemişti. Kim bilir, aralarında olanlar nasıl biter. Deliden ne zarar gelir ki?

Bubeş’i tanımak mümkün değildi. Çiçek gibi açan bir kadından, yaşlı bir kadına dönüştü.  Şalın altından ağarmış saçlar sarı batık yanaklarına düşüyor, gözleri donuk  ve kayıtsız bakıyordu.

O Sakip Camal’ı tanıdı. Kadınlar kucaklaştılar.

Halıda oturup, sallanarak, Bubeş oğluyla neler olduğunu anlatıyordu. Kadının gözleri parıldıyordu  ve Sakip Camal, Adilşah’ın ölümünden sonra günler geçse de, onun acısı hiç hafifleşmediğini anlıyordu. Aksak Timur onu karargâhından uzaklaştırmalıydı. Kim bilir deli bir kadının aklından neler geçebilir. Galiba, emir Özbek Han’dan korkuyordu.

Uyku gelmiyordu. Gökyüzündeki gümüş pota demir kazığa döndü, yakında gün doğacaktı. O ise gözlerini bile yummadı.

Sakip Camal endişelendi. O tuhaf, anlaşılmayan sesler duydu sanki. O, yaldızlı ahşap kapıları açtı. Kesik insan mırıldası geldiğini duyuyordu. Ağır bir iniltiye benziyordu mırıldama. Sonra savaşın gürültüsünü,  demirin çınlamasını, sinyal oklarının seslerini duydu.

Sakip Camal’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Ürgenç’te neler olduğunu bilmiyordu, ama tahmin etmek hiç zor olmamıştı. Akberen’in hatırladı. En son gördüğü Akberen’i değil, yanına kaçtığı Akberen’i.  Şehirde olup bitenler, gerçekten, onun suşu muydu? Demek bunun için, onu okşayarak Aksak Timur detaylıca köleleri soruyordu!

Sakip Camal, Akberen’in öleceğinden emindi. Demek, onun ölümünde o suçlu olcaktı! O, beraber olamayacaklarını ilk anladığında onu terk etti!

Ağlamak istiyordu. İten, hıçkıra hıçkıra.

-Görüyor musun, kan... Gene kan! Bir nehir gibi akıyor!

Sakip Camal ellerini yüzünde çekti  ve etrafa baktı. Çadırda, ondan  ve Bubeş’ten başka kimse yoktu. Demek, bu ses deli kadına aitti.

-Neden kandan bahsediyorsun, çaresizce sordu Sakip Camal. Yapma...

-Kan görüyorum, der  ve Bubeş’in küçük eli, boynunda asılı küçücük kadifeden keseyi çekiyordu. Yakında sen onu görürsün...

 

***

Şafakta çadıra geri dönmüştü Aksak Timur.  Yüzü heyecandan yanıyor, batık gözleri parıldıyordu, ipek elbisesi kanlar içindeydi. Emir hasta olduğunu unutmuş gibiydi sanki.

Aksak Timur, üzerinden kanlı elbiseyi çıkarttı, nüker ayaklarında çizmelerini çekti  ve emir kendi onurlu yerine geçti. Yumuşak beyaz keçe üzerine oturdu.

-Neden susuyorsun? Neden bana layık şekilde, tebessümle  ve elinden bir kâse kımız ile beni karşılamıyorsun, Sakip Camal’ın gözüne bakarak sordu emir. Aksak Timur’un soğuk gözlerinde lambaların kırmızı ateşleri yansıyordu.

-Ben ne yaptım! Ben ne yaptım, diyen Sakip Camal, sallanarak kocasına adımladı  ve ona elini uzattı.

Aksak Timur Sakip Camal’ın göğüsünden setrçe iterek:

-Kımız  ver!

Sakip Camal ağlamaya başladı.

Sakip Camal’ın omuzun arkasından görünen Emirin önünde eğilerek, ona gümüş kâseyi uzattı Bubeş.

-Burada ne işin var? Seni buraya kim aldı, şiddetle sordu o.

Bubeş hiç bir şey diyemeden, Aksak Timur elinden kâseyi aldı, başını eğdi  ve açgözlülükle kımızı içti.

-Beni eşiniz çağırdı...

-Def ol  ve bir daha gözüme görünme!

-Emriniz olur, emirim...

Bir şeyler Bubeş’i duraklandırdı. O tereddütle yerinde duruyordu.

Aksak Timur’un gözlerin yuvalarından çıkmaya başladı  ve o yumuşak keçeler üzerinde uzandı.

Bubeş’in dudakları bir şeyler fısıldıyordu.

-Ne diyorsun, ne diyorsun sen, diye bağırdı Sakip Camal.

- Dua okuyorum. Allah’ın beni affetmesini diliyorum, sessizce, sanki tehdit ederek dedi kadın  ve başı dik çıktı çadırdan.

Sakip Camal çaresizce etrafa bakıyordu. Gümüş kâsenin durduğu, alçak masanın üzerinde, Bubeş’in boynunda asılı olan kadifeden kekesini gördü. Onu bağlayan kırmızı ipek ipi çözülüydü.

 

***

Sadık emirin ölümünü birkaç gün sonra öğrenmiş olan Özbek Han, yas tuttuğunu göstermek için boynuna kemeri astı, tümenlerine de atlarını Altın Orda’nın topraklarına yönlemelerini emretti. İran’ı yenmeden geri dönmüştü o Saray Berke’ye.

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Domuz Yılında (1335) İran’ın son il Hanı, cesur Hülagû’nün torunu İran Ebuseit  vefat etti  ve büyük münakaşalar  ve fitneler yayılmaya başlamıştı. Emirler  ve noyanlar, kamışların vahşi kediler misali taht için kavgalar ettiler. Dünyanın Sarsıtıcısı’nın topraklarında hep olduğu gibi, zemini su değil de kanlar suluyordu, bundan araziler kuruyor, buğday yerine acı adaçayı  ve dikenli çalılar büyüyordu.

Kervan yolları boşadı, Büyük İpek Yolu’nda daha az sıklılıkla çan sesleri duyuluyordu. Tüccarlar, huzursus, emirsiz, onları haydutlardan koruyabilecek biri olmayan topraklardan geçmeye cesaret edemiyorlardı. İnsanlar birbiriyle bozkırlarda  veya dağlarda karşılaşmaktan bile korkuyor, yatarken de erkekler kılıçlarını çaşlarının ucuna koyuyorlardı. Yaylar  ve oklar sığırlardan  ve ekmekten daha değerliydi.

Batı ülkelerle ticaret sona erdi. Ceneviz  ve  venedikliler, İran’da savaşların daha çok süreceğini görerek başka geçiş yollarını aramaya başladılar.

Çin’e  ve Hindistan’a kervanlar artık Altın Orda’nın topraklarından, Çağatay ulusundan, Pemir geçitlerinden  ve Hindukuş’tan gidiyordu. Bu yol kolay bir yol değildi.  ve Mavereünnehir toprakların da huzuru kaçmıştı. Tüccarlardan kimse, bir tarafa sorunsuz ulaşabilse, geri dönünce soyguna uğramayacağından, öldürülmeceğinden emin değildi.

Sadece Altın Orda birliği  ve gücü kaybetmemişti. Ama Orusut torpaklarından  ve Sibirya’nın İbirinden getirilen kürkler, ballar, balmumuları, tuvaller Çin’in rengârenk ipeklerin, Hindistan’ın pahalı ürünlerin yerlerini tutar mıydı?

Daha az sıklıkla geliyordular Deşt-i Kıpçak’a Hıristiyan misyonerleri, daha az ziyaret ediyorlardı Özbek Han’ın karagahını Papa’nın elçileri.

Kırım’ın toprakları da sakin değildi. Osmanlı Türkleri güçleşiyor, daha muhalif oluyorlardı.  Bizans’a sefer ettiklerinden sonra, Boğaziçi  ve Çanakkale’yi elde ettiler. Türkler ticaret gemileri için ve istedikleri devletler için Boğazı kapatmakla tüccarları tehdit ederek,  büyük  vergiler alıyorlardı.

 ve yine, defalarca, Özbek Han’ın düşünceleri İran’a dönüyordu. İpek Yolu’n üzerindeki ıssızlık, Altın Orda’nın bütçesini etkiliyordu. Altın nehir küçük bir dereye dönüşmüş, sikkelerin sesi azalmış, Han’ın gözleri daha nadir görebiliyordu deniz ülkelerin pahalı mallarını. Özbek Han Mısır’ın memlüklerinin desteğine çok muhtac olsa da, onlarla irtibatta bulunmak yıl yıldan daha zordu.

O, sabırsızlıkla  ve ümitle bakıyordu İran’ın tarafına. Emirler, Hülagû tarafından meydana getirilmiş ilHanlığı, aç köpekler koyun derisini parçalar gibi parçalıyorlardı. Özbek Han, uzun zamandan beri hayal ettiği Arran  ve Şirvan’ı, nihayet elde edebileceğini anlıyordu.

Savaşa midahale etme  ve İpek Yolu’nun yeniden en önemli ticaret yolu yapma zamanı gelmişti. Eğer planını gerçekleştiremezse, Osmanlı Türklerle anlaşabilme ihtimali vardı.  ve yeniden denizlerden yabancı gemiler gelecek, sonsuz kervanlar artık Saray el-Cedid diye adlandırılan Saray Berke’ye (Yeni Saray) yol alacaklardı.

 

***

Aksak Timur’u onurla gömdüler. Cenazesinde, zâlim cellatın öldüğünden emin olmak için, bütün Harezmşah’ın halkı toplandı. Bir an, nerden çıktığı belli olmayan dedikodu yayılmıştı: Aksak Timur’u Sakip Camal ile Bubeş zehirlediler diye.

Bunları Aksak Timur’un çocukları duymuş  ve kadının ikisini de zindana atılmasını emretmişlerdi. Yakında onlar biyamların karşılarına geçecek  ve Aksak Timur’un kasıtlı zehirlendiği kanıtlanırsa, Sakip Camal  ve Bubeş’i korkunç bir ceza bekliyor olacak.

Halk, kadınlara acıyarak isyan ediyordu. İsyanlarını duyan Özbek Han, Ürgenç’e elçi yollayarak Sakip Camal’ın  ve Bubeş’in serbest bırakılmasını emretti. İmamlar  ve mollalar Han’ın adeletini konuşmaya başladılar. Fakat bunun adaletle hiçbir alakası yoktu. Bu iki kadın gerçekten emirin ölümünden sorumluysa da, serbest olup da ne zarar getirebilirdiler ki Altın Orda’ya? Halk Aksak Timur’u Allah’ın cazası olarak görüp, ondan nefret ediyordu. Altın Orda’nın Özbek Han’ın bizzat kendisi kadınları serbest bıraktığı için çok seviniyordular insanlar.

Şeriata göre, ne Sakip Camal, ne de Bubeş yaşamayı haketmiyorlardı. Kocasına el kaldıran, ya da ona bir zarar getirmeyi düşünen bir kadın cezalandırılmalıydı.. Bunu Hz. Muhammed Peygamber ümmetine emretmişti. Peki, kim Sakip Camal’ın  ve Bubeş’in suçunu kanıtlayabilirdi ki? Onların suşlu olup olmadığına Allah karar  versin, Altın Orda’nın Hanı ise onlara özgürlüğü bağışeder, bunu gören halkı da adaletine inanırdı.

 

***

Allah uzun yol tayin edip, insanları yönetsin diye tahta oturtması birini  için, o insanın üç özelliği olmalı: akıl, irade  ve ilim. İlk iki özelliği Özbek Han’a Hakk hediye etmiş, üçüncüyü de kendisi elde etmişti. Daha çocukken Arap alfabesini, Fars  ve Türk dillerini öğrenmişti. Genç iken, Ürgenç’te yaşadığı  ve daha Han olmadığı dönemde birçok kitap okumuş, Dünya’nın  ve göklerin yapısı hakkında Doğu’da bilinen herşeyi öğrenmişti. Farklı ülkeleri ziyaret eden âlimler ona, o ülkelerin yapısını  ve tönetme şekillerini anlatıyorlardı. Cengiz Han’ın torunlarında en eğitim görmüşü Özbek’ti.

Diğer Hanlardan farkı, Altın Orda’nın hükümdarın devletin yapısına önem  vermesi, camiler, medreseler kurması, Saray el-Cedid’e âlimleri da vet etmesi idi. Sık sık tağanaka (istişareye) Altın Orda için önemli bir soruyu çözmek nedeniyle, onun emrinde bulunan emirleri  ve noyanları topluyordu.

Bu sefer de öyle oldu.

 

***

Başkentten uzaklaşmamak için yazlığa bu sene Özbek İtil’in yanına yerleşti. Altı beyaz çadırdan oluşan karargâhı, Nehrin kıyısına yerleşmişti. Tayın kolaylıkla üstesinden gelebilecek mesafede eşlerin çadırlarını kurulmasını emretti. Onlardan biraz uzaklarda oğulları Tanibek  ve Canıbek yaşıyor, onların arkasında ise emirlerin  ve noyanların köyleri buluyordu.

Bu bahar İtil çok olağanüstü görünüyordu. Mavi gök altında çadırlar duruyor, sayısız sürüler besleniyordu. Çimler binicinin eyerine kadar yükselmişti.

Yazlıkta hayat sakin  ve sessizdi. Akşamları, güneş höyüklerin uçlarına değerken, İtil’in dalgaları pembeleşirken, bozkırlardan, yırtıcı kuşlarla ya da bir sürü zayıf,  uzun ayaklı köpeklerle atlılar döndüğünü seyretmek mümkündü. Dün akşamki sulamadan sonra, geöerken taze çimleri koparıp çiğneyen, tokluktan parlayan gözlü atlar yükseliyordu İtil kıyılarından.

Han’ın  ve asaletin çadırlarından uzakta, sığırları besleyen, kazı, çujuk  ve jaya [2] hazırlaya, kurt[3] için sütü mayalayan, emirler rahat rahat sohbet edip, kar gibi beyaz, çimen tentürü kadar aromalı kımız için, kısrakları sağanlarının köyleri yerleşiyordu.

Han’a, emirleri  ve noyanlara hizmet edenlerin çadırlar gri keçedendi. Onların da kendilerine özgü hayatları, sevinçleri vardı. Akşam, gökyüzüne, gübreyle yakılan ocakların ateşinden gelen kıvılcımlar yükseliyor, Hanımlar kara, kül kazanların başlarında durup, birşeyler hazırlıyor, uzaklardan genç kızların kahkaha sesleri geliyordu.

Güneş kayboluyor, karanlıklar koyulaşıyor  ve fakirlerin gri çadırları görünmez oluyordu. Oysa Deşt-i Kıpçak adlı yeşil çimen denize inmiş martılar misali Han’ın beyaz çadırları, karanlıkta daha uzun uzun parıldıyordunlar.

Özbek Han’ın çadırında onun en yakın insanları bulunuyorlardı. Yarın, karargâhına Altın Orda’nın her tarafından, Han tağanağı için emirler, noyanlar, biyler  ve batırlar gelecek. Bozkırlar daha da kalabalıklaşacak, kölelerin işi çoğunlaşacaktı. Herkesi yedirmek  ve içirtmek gerekti, çünkü Han’ın cömertliği İtil kadar geniş olmalıydı.

Ama bunlar yarın olacaktı...

Özbek mavi ipeklerle örtülü beyaz, yumuşak keçelerin üzerinde oturuyordu. Lambaların ışıklarını yansıtan elindeki kehriban tesbihi altın gibi parıldıyordu. Han’ın omuzlarında, gümüş dYesünlerle işlemeli, hafif yeşil çapan vardı. Özbek’in sağ tarafında, yağız, kah verengi gözlü, uzun bıyıklı adam oturuyordu. Bu onun büyük oğlu Tanıbek idi. O kırk yaşlara yakın, iri yapılı, Kıpçak baylara benziyordu.Tanıbek çok zengin giyimliydi: üzerinde gelincik küklü mont, geniş gümüş işlemeli kuşak, ayaklarında kış çizmeleri vardı.

Onun yanında da, Han’ın küçük oğlu Canıbek oturuyordu. O otuzları geçmiş olsa da, genç yiğitler gibi giyiniyordu. Üzerinde dar ipek kemerle sıkıştırılmış hafif tunik, işlenmeli, kırmızı kadifeden pantolon, ayaklarında gutul adlı çizmeler, kafasında kırmızı fes. Giyim tarzı, Canıbek’in neşeli bir insan olduğunu söylüyordu. Dizine yaslanmış, dağgelinciğe benzeyen, Canıbek’in büyük oğlu Berdibek oturuyordu. O altı-yedi yaşındaydı. Büyük atası Cengiz Han gibi sarı saçlı, yüzü huzursuz, sinirli, gözleri iki yeşil buz sarkıtları gibi kırpmadan bakıyordular.

Han’ın sol tarafında Harezmşah’ın tüccarı Yakup oturuyordu. O yağız  ve porsümüştü. Çadırda bulunan kocaman  ve tok görğnen Kıpçak bayların yanında bitkin görünüyordu.

Yaşlı kadın köle, girişte yerleşerek, gümüş kâseleri kımızla dolduruyor, yakışıklı, hizmetçi delikanlı Han’ın misafirlerine onları dağıntıyordu.

Yakup konuşuyordu. Konuşması düzgün  ve telaşsızdı. Uzun hayatında deniz arkasındaki ülkeleri ziyaret edip neleri görüp duyduğunu, daha demin Mısır’a  ve Osmanlı Türklere mallar için giden adamın getirdiği haberleri anlatıyordu.

-Bilen insanlar anlattı: sırpların [4] krallıklarında korkunç vakıalar gerçekleşti. Uzun yıllar önce onların kralı Bulgar kralına savaş açmayı karar  verdi. Güney tarafından büyük Tuna Derya [5] Nehrine düşen İskar Nehrin kıyısında iki büyük ordu karşılaştı. Güçleri aynı, kimse zaferi elde edemeyeceğini anladıktan sonra bir anlaşma yaptılar aralarında. Sözlerine sadık olacaklarını ıspatlamak için, her biri kendi kıyısında birer kilise kurup, askerlerini ülkelerine çekmişti. Zaman geçti ve o kralın oğlu Stefan Duşan, tahta oturarak, Bulgarlara saldırıp, onları yendi. Askerleri Bulgar kralını esarete aldılar. Babası çok üzüldü  ve esiri saraya getirilmesini emretti. Onu onurlu bir yere oturtarak, krala olur olmaz yerlerde oturmak yakışmaz, dedi.

Oğlu babasına kızdı  ve sarayına geldi, Yakup durakladı, kâseden kımızı yudumladı, gözlerini, sanki dinleniyormuş gibi kapattı.

-Sonra ne oldu, diye sordu Özbek Han. Tesbihi dizlerindeydi. Tüccarı dinledikten onları unutmuştu.

-Sonra, hükündarım... Sonra... Oğlu, düşmana onur  verilmez diye bağırarak, topuzla Bulgar kralın kafasını ikiye ayırmıştı...

Çadırın içini sessizlik doldurmuştu. Herkes duyduklarını düşünüyordu. Canıbek bir an Berdibek’e baktı, oğlunun gözleri heyecanlı  ve sevinçli bakıyorlardı.

-Sonra ne oldu, sabırsızlıkla biri sordu.

-Kral, öldürülen kralı Aziz Yorgi’un kilisesine yerleştirilmesini emretti. Oğlu ise, babasının intikamından korkarak, başka ülkeye gitti. Babası ondan intikam almayı düşünmedi bile, fakat babasının ona karşı bir komple planladığından emin olan oğlu, gizlice saraya dönerek, kralı uyurken boğdu.

Çadırda oturanlar yargılar gibi çatırdadılar.

Aniden Berdibek’in yüksek sesi duyuldu:

-Baba, neden boğmaya kalktı ki? Keşke böyle öldürseydi,  çocuk hızla sağ elini uzatarak, Hançerle, dedi...

Canıbek’in gözleri karardı. Yanağına bir tokat atarak:

-Sen kötü bir çocuksun! Oğul babasını hiç öldürür mü?

Berdiber ağlamadı, sadece kavgaya hazırlanır gibi, inatla başını eğdi.

-Neden vuruyorsun? O babasını öldürmeseydi, tahta nasıl otururdu?

-Bu keratanın dediklerine bakın!

-Bırak onu, dedi Türe biy, düşünceli bakışla bakarak çocuğa. Nerden bilsin ki o, yakın insanı öldürmek bir günah olduğunu?

Kıpçak baylardan biri içini çekerek:

-Zaman şimdi böyle... Çoğu neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmiyor...

Han lafını kesti:

-Zaman, diyorsun? Gençlere, babalara çoçuklarını, çocuklara da babalarını öldürmek günah olduğunu biz anlatmalıyız...

Han’a, Türe’nin gözlerinde bir alay havası geçmiş gibi geldi. Acaba onu mu kastetmiş biy, acaba Yolbasmış’ı mı hatırlamıştı? Aradan uzun zaman geçse de kimse unutmamıştı. Eski hatıraları hafızasından kovarak, konuyu değiştirmeye çalışıp, Özbek Yakup’a yöneldi:

-Anlatmayı devam et. Allah katili cazalandırdı mı? Yoksa o kendini affettirebildi mi?

Yine Yolbasmış, yine kuzenin halıda yuvarlanan kafası göründü gözüne. Sırtından buzlar geçti. Ne kadar da yalvarmıştı Allaha, onu affetsin, olanları unuttursun ona, ne kadar insana hayat bağışediyordu, Göklerdeki onun amellerini görsün diye.

Sonuşta, bu olay uzak gençlik çağında gerçekleşti. İnsanlar, ölülerin gölgeleri rüya da  ve gerçeklikte ne sıklıkla geldiğini bilseydiler, Özbek’i çoktan affetmiş, suçlamayı düşünmezlerdi bile.

Yakup tüccardı. Allah ona kurnazlığı  vermeseydi, altın dinarlar yerine at kübresini tutardı ellerinde. Yakup kime  ve ne anlatılmasını çok iyi biliyordu.

-Kralın babasını  veya başka birini öldürmesi söz konusu değildi. Bu fani dünyada herşey olabilir... Ben âlim değilim, bana hakikatlere erişemem. Sadece bildiğimi  ve gördüğümü anlatıyordum. Kral tahta geçerek, dizgilerini tutamıyor, devletliğin faytonunu doğru yola yönlendiremiyordu. O de taşlardan sarsılıyor, de bataklıkta boğuluyordu. Halk da kralı Allah’ın cezalandırdığını görüp anlıyordu. Kral, Tanrı’nın ona kızdığını, bundan dolayı, bütün tuttuğu işlerinde başarısız olduğunu hissediyordu. Bunlara inanan kral, bütün kiliselerde  ve manastırlarda, Allah’ın onu affetmesine dua etmeyi emretti halka. Kral rahiplere sadaka olarak bir sürü altın, yeni kiliselerin inşaatı için araziler  vermişti. Babasının mezarına sık sık dua etmek için gidiyordu...

-Demek ki, Allah onu affetmemiş, diye, Yakup’un lafını Kıpçak baylardan biri böldü.

-Affettiğini düşünüyordum, Özbek Han’a bakarak, sanki eminmiş gibi dedi tüccar. –Bu olay uzun zaman önce gerçekleşmişti, fakat kral hala hayatta. Bundan sonra birçok kez Yunanlılara  ve Arnavutlulara seferleriyle gitmiş, zaferle dönmüştü.

Han rahatlıkla nefes aldı. Yakup’un anlattığı hikâyede o, sanki son yıllarda onuçekiştiren sorunun cevabını bulmuştu. Hayatı boyunca dindar bir Müslüman olarak, Peygamberin kanunlarına göre yaşamıştı Özbek. Demek, Allah onu da affetmeliydi.

-Bize Osmanlı Türklerden bahsetsene, diye rica etti Han. Güçleri neymiş, nerden geldi?

Tüccar eliyle ağarmış, ender sakalını okşadı.

-Bilgili insanlar bana herşeyi anlatmışlar... Güçleri, hükümdarlarına itaat etmelerindeydi. Topraklarında yaşayan herkes, Müslüman olsun olmasın,  onların yasalarına göre yaşamalı. Feth etmiş halkları da, kendi yaşadıkları gibi yaşamalarına mecbur bırakıyorlardı.

-Herşeyi detaylı anlat, diye emretti Özbek Han. Kim bilir, belki de, zaman gelir, biz de onlarla kılıçlarımızı çapramak zorunda kalırız.

-Emredersiniz, hükümdarım. Hiçbir şeyi gözardı etmemeye çalışırım... Osmanlı Türklerin askeri çok. En şaşırtıcı ise, ne kadar sefer etse etsinler, askerlerin sayısı azalmıyor. Herkes bilir: zaferi elde ettiren sefer bile asker kaybı yaşatır. Türkler çok zaman devamında, hiç durmadan savaş ediyorlar. Toprakları çoktan nüfussuz kalmalıydı. Bunu bildikleri için çok akıllıca davranmayı öğrenmişler. Başka toprakları feth ederek, sadece mallar, altınlar, gümüşler, pahalı kumaşlar hakkında değil de, askerlerin sayısının arttırılmasını da düşünüyorlarda. Esirleri öldürmüyor, onları Müslüman olmalarını mecbur ediyorlardı. Ben de, bazı yabacıların Türklerden bile daha dindar Müslüman olduklarına şahittim. Çoğu milletlerle de aynısı oluyordu. Sadece Gürcüler  ve Ermeniler inançlarına göre şimdilik yaşayabiliyorlar. Onlar kızılbaslılara [6] itaat etmek mecburiyetindeler.  Fakat kızılbaşlılar bile, onları nur yüzlü Peygamberimizin dinine çeviremiyorlar. Türklerin kanunlarına göre, savaşta onlardan biri ölürse,  hayatta kalanlar iki esiri Müslüman yapmalılar.

-Çok güzel anlatıyorsun, dedi Özbek Han. Peki, Türkler, onlara ait toprakları nasıl yönetiyorlar?

Hizmetkar, sessizce halının üzerinde adımlayarak, Yakup’a yaklaştı  ve kımız dolu kâseyi uzattı. Tüccar birkaç yudum içti  ve devam etti:

-Osman, Oğuz kabilesinin önderi, Selçukları savaşta yendiği zaman, bütün elde edilen toprakları kendine bıraktı. En çok gayret gösteren beylere o, geniş araziler  veriyor, suları, meraları, ormanları  ve av meknlarını ücretsiz kullandırıyordu. Ama bey bir suç işlerse sultanın gözünde, ona  verdiklerini geri alır, başkasına  verirdi o. Topraklar, nesilden nesile, babadan oğula geçmez, oralara bir zamanlar göç etmiş kabilelerin mülkiyeti değildi. Sultanın lehine yakalanarak bey, onun yanında, sarayında yaşamalıydı, sultan da ona ihtiyaçsız bir hayat sürmesi için yetecek maaş ödüyordu. Hükümdarına hizmetiyle sadık olduğunu ıspatlayabilen bey, ona  verilen arazileri geri alabilirdi. Sultan adamlarının kalplerine ümitsizlik kıvılcımı bile düşmesine izin  vermezdi. Sultanın merhametine umut eden, iki bine yakın bey  ve diğer soylular yaşıyordu sarayda. Bu insanları manzullar diye adlandırıyorlar. Osman’dan sonra tahta oturanlar da aynı şekilde davranıyorlardı. Bunun için Türk devleti çok güçlü olmuştu. Bu zamana kadar orduları hiç kaybetmemişti, çünkü hep bilgeli Osman’ın tavsiyelerine kulak asıyorlardı. Üstelik Sultan Osman, ondan önce kimsenin yapmadığını yapmıştı. Seferde esir alınan erkek çocuklarını askerlerine dağıtmıyordu. Mollalar onları sünnet ediyor, Müslüman yapıyorlardı. Sonra da, sultan onları tecrübeli askerlere, özel olarak inşaa edilmiş hisarlarda savaş sanatını öğrenmeleri için eğitime  veriyordu. Bir süre sonra sultan, kimsenin ne soyunu, ne kabilesini bilen, baba olarak Sultan Osmanı gören  ve sayan, korkusuz sadık bir ordu elde ediyordu [7]. Giyim, silah  ve yiyecek askerlere sultanın bütçesinden alınıyordu. Kaleyi koruyanların başında dizar ünvanını taşıyan soylular vardı. Yardımcıları çihanlar diye adlandırılıyordu. Her on askerin çaşında bir bulnu paşa vardı. Orduda hizmette bulunan herkes maaş alıyordu. Dizar-günde bir altın, çihan-dört günde bir altın, bulnu paşa-sekiz günde bir altın, sıradan asker-on günde bir altın. Demek ki, ister zangin olsun, ister fakir, herkesin refahı Sultan Osman’a bağlıydı. Bunun için Türk ordusu bir bütün, parmakları yumruğa sıkıştırılmış ele benziyordu. Kim böyle bir güce karşı koyabilirdi ki?

-Güzel anlatıyorsun, düşünceli şekilde dedi Özbek Han, Ama bunlar Sultan Osman saltanatı dönemindeydi. Peki, günümüzdeki Türkler nasıl yaşıyor.

-Osman’ın döneminde pek bir şey değişmedi. Şu an tahtta onun ğlu OrHan oturuyor. Oüul her şeyde babasına benzemez. Orhan arazileri beylere bir müddete değil, sonsuza dek  veriyordu. Ama her şeye rağmen, devleti güçlüydü, komşuları da yeni Handan bahsetmeyi korkuyorlardı.

-Orduların yapısı böyle olmalarına göre, Türkler pek zengin olmalı, - dedi Canıbek.

Yakup hayallere dalmış gibi gözlerini kapattı. Ona dağlar kadar altın dirhemler göründü. Diliyle dudaklarını yaladı  ve kâseden kımızı yudumladı.

-O memleketlerde olduğumda, saraya sürekli gelip giden, gü venilir tüccarlardan biri, sultanın kasasında, üç yüz bin askeri beş sene devamında ihtiva etmeye yetecek kadar altın var.

-Altın siyah yılana benzer... Askerlere maaş çdemek için sürekli seferler etmek, düşmanları yenmek gerekiyor, dedi Türe.

Özbek Han biin dediklerini sanki duymuyordu. Alnı gerildi, kaşları çatıktı.

-Söyle, tüccar, Osmanlı Türklerini altından başka ne birleştiriyor? Altın insana hayatı tehlikede olmadığı sürece gerektir. Kılıcı karşına getirirsen, herşeyi bırakır hayatını kurtarmak için. Sen neyi seçerdin: bir çuval altın üzerinde ölmeyi, yoksa onu düşmanlara  verip de hayatını kurtarmayı?

Yakup içini çekti. Tüccarın kıvrak zihni bu aşırıkları kabul etmiyordu. O, altınları kaybettirmeyecek, hayatını da kurtaracak orta bir çözüm arıyordu. Nihayet çözümü buldu  ve başını sallayarak:

- verirdim, galiba, hükümdarım...

-Görüyor musun, sen de, sultanın askerlerine  verdiği altınları, onları yenilmez yaptığını söylüyorsun...

-Hikâyemi bitirmedim...

-Devam et, seni dinliyoruz.

-Türkleri birleştiren bir güç daha var-Hz. Muhammed Peygamberin sünneti. Onlar için, dünyadaki bütün insanlar Müslümanlara  ve gâurlara ayrılır. Osmanlı Türkler seferlerini sadece toprakları  ve malları elde etmek için değil, aynı zamanda gâurları yok etmek için yapıyorlar. Savaşlarda cesur  ve korkusuzlar, çünkü inanıyorlar ki, ne kadar çok gâur öldürseler, o kadar yükselirler Allah katında  ve zamanı gelince, önlerinde cennet kapıları açılacak.

Türkler ölümden korkmuyorlar. Onların atlılarını ‘akndiv agus-coşkulu akış diye boşu boşuna adlandırmamışlar. Korku nedir, saraharak askerleri de bilmezler. Savaşta düzeni bozan  veya düşmana sırtını dönen herkes, kendi arkadaşları tarafından öldürülür.

-Türklerin topraklarında hiç yabancı olmaması mümkün değil, ama pek inanmamış gibi dedi Türe biy tüccara. Bizim Hanımız İslamın direğidir, fakat o da ruhlara tapan  veya Hıristiyan dinli birine Altın Orda topraklarında yaşamasına izin  veriyor.

Yakup, aynı fikri paylaşır gibi, başını salladı  ve:

-Size, oralarda yabancı dinli birilerin olmadığını söylemiş miydim, yoksa? Oyle birileri var, çünkü cahil insanların inançları iddialı olur, şeytanın şerri onlara, Peygamberimizden gelen ışığı görmeye izin  vermez. Başka Tanrıya tapan herkes için, sultan  vergileri iki kat arttırdı. Böyle biri demircilikle  veya zanaatla uğraşsa, kasaya bir de onların  vergisini öder. Sultan Osman adaletli olmayı çalışıyor, doğru yolu bulamayanlara karşı sabır gösteriyordu. Beylerinden de aynı tepkiker  vermelerini talep ediyordu. Geçen ordunun atların toynakları, Sultan Osman’ın topraklarında yaşayan gâurların ektiklerini ezseler, onlara kaybettiklerin masrafları ödeniyormuş. Böylece, yabancı inançlı birçoğu, adalet mey velerinden tadarak, bütün kalpleriyle hakikate ulaştıran yolu seçiyorlardı. Sultan Orhan da, babasının kurmuş yasalarına göre hareket ediyordu. Bir rivayette anlatılıyor:

Bir gün, gâur bir kadın, sultanın askerlerden biri sütünü içip, parasını  vermedi diye şikayette bulunmuştu. Hakikati öğrenmek için, sultan askerin karnını yarılmasını, içinde sütün bulunup bulunmamasının öğrenilmesini emretti. Kadın haklı çıkmış ve onu serbest bıraktılar. Bunlardan sonra, sultanın gittiği adil yoldan kim sapabilir ki? Kim ona itaat etmez ki? Her şeyde Hz. Peygamberin dediklerine göre hareket eden Osamn  ve Orhan, orduları  ve halkı, sultanların bir sözleriyle ölüme gitmeye hazır idi..

Özbek Han kaşlarını çattı  ve:

-Sen bize nasihat olacak hikâyeleri çok anlattın, ama sonra ne olacağınından bir söz bile etmedin.

-Ey, Büyük Han’ım, bana mı, aciz bir kula mı kalmış bunlardan hüküm sürmek, sordu Yakup, Han’ın gözleriyle gözleri buluşmasından korkarak, indirdi onları.

-O zaman, Osmanlı Türkler hakkında denizaşırı ülkelerdeki bilge insanlar ne diyor, anlat.

Tüccar aydınlandı. Artık ne dese de, kimse onu, Hanı öğretmeye çalışmakta onu suşlamaz. Yakup, kendini önemsesinler diye biraz sustu, kendini toparladı  ve dedi:

-Bilge adamların dedikleri çok. Ama hepsi, Allah Türklerin topraklarındaki düzeni bozmazsa, onlardan yüzünü çevirmezse, er ya da geç, Sultan Orhan ordusunu İran’a, ondan sonra da Kırım kıyısına yönletir, diyor.

Özbek Han, oturanlara baktı. Sanki onlardan, Osmanlıların güçlenmesi Altın Orda için nasıl tehlike taşıyor olduğunun farkında olup olmadıklarını soruyordu. Eğer tüccarın dediği gibi olursa herşey, Büyük İpek Yolu asla büyük olamaz, ağır arabalardan kalan izleri rüzgâr, kervanların izlerini de bozkır tozu doldurur. İran’a sefer ertelenemez. Türklerden önce gitmeliyiz.

Sabah, Altın Orda’nın her köşesinden gelen emirlerin, noyanların, biylerin  ve batırların İran topraklarına sefer etmeyi karar  verdikleri büyük Han istişaresi-taganak geçti.

 

***

Hayırlısıyla ölümden kurtarılarak, Sakip Camal  ve Bubeş Maveraünnehir’in yollarını dolaşıyor, Akberen’i arıyorlardı. İnsanların dediklerine göre, Aksak Timur’un takiplenmesinden kaçan kölelerin lideri, bin kişilik ordusuyla bayır vadilerde saklanıyormuş.

Sakip Camal Akberen’i ararken, o, onu nasıl karşılayacağını düşünmek bile istemiyordu. Çünkü kölelerin başına ne geldiyse, onun yüzünden gelmişti. Sakip Camal, Akberen’in huyunu, onu affetmeyeceğini bildiği halde, içinden bir sesi dinleyerek, yanıp kül olmak için ateşi arayan kelebek misali savruluyordu. Yakında anne olacak bir kadının içgüdüsü ona Maveraünnehir’in tozlu yollarını dolaştırıyordu.

Cizak bozkırlarda onlar Kıpçaklara  ve Moğollara rast geldiler. Burda kadınlar, Akberen’in ordusunun yok edildiğini, kalanların da kim nereye kaçtığını öğrenmişler. Kimse, kölelerin liderlerin hayatta olup olmadığını bilmiyordu.

Sakip Camal  ve Bubeş Kıpçakların köylerinde tam iki sene yaşamışlar. Burada, Sakip Camal’ın doğurduğu çocuğu ilk kez güneşi gördü. Burada ilke adımlarını atmıştı.

Bozkır halkları soya büyük değer  veriyor, karşılaştıkları zaman yedinci nesle kadar soyağaçlarını soruyorlardı birbirine. Üç-dört ay yanyana yaşayan insanları bazen ince bir ip bağlar böylece. Burada da öyle olmuştu.

Köyde gecelemek  veya mola  vermek için kalan avarelerden, Bubeş anne tarafından uysun soyundan gelen, Almalık’ta kalan akrabalarının var olduğunu öğrenmiş.

O tarafa giden kervanı bekleyip, kadınlar kervanbaşlarını onları da almasını ikna ettiler. Yol çok zordu. Sonu görülmezdi. Kervanın gecelemek için durduğu her gece, haydutların dolaştığı tehlikeli yola çıkan insanlar için son gece olabilirdi. Ama Allah koruyordu kervanı. Kervanbaşı da çok iyi biriydi. Kadınlara, sırayla gidebilmeleri, hörgüçleri arasında da iki yaşındaki Sakip Camal’in oğlunu sallayabilmeleri için bir de ve  vermişti onlara.

Günlerden bir gün, Almalık’a üç günlük yol kala, sabaha karşı kervanı atlılar dekolmanı hücüm etmişti. Kervacıların gecelik çadırlarını paramparça edip, onlara karşı direnmeye çalışanları öldürdüler. Sakip Camal oğluyla  ve Bubeş kurtulmayı başarabildiler. Küçük bir gölün kamışlarında bütün günü geçirip, ortalık sessizlenince, haydutların atlarından kalkmış tozlar ra yatışınca kendilerine bir sığınak aramaya yolaldılar.

 Ve yine, bir defa daha, kadınları fakirlerin köyü kabul etti. Kendileri haydutlardan korkarak yaşayan insanlar onlara barınak  vermiş, ellerinde ne varsa onlarla paylaşmışlardı.

Gecelemek için onları çadırına alan zayıf, boş gögüşlü ihtiyar, yağız ellerini ateşe uzatarak anlatıyordu:

-Yeryüzünde yaşamak korkunçtu. Ne Hanlara, ne Allaha gerekmez oldu insanlar. Yoksa neden birbirlerini öldürmelerine izin  versinler? Gökteki yıldızlar yüzünüze güldü  ve siz kurtulabildiniz. Kervanda yakalananlar ise Harezmşah’ın, Buhara’nın  ve Semerkan’ın köle pazarlarında satılacaklar. Her birimizin başına bunlar gelebilir, diyerek, ihtiyarın kansız dudaklarına acı bir tebessüm kondu. Gerçi, beni yakalamaya  ve satmaya kalkmazlar. Ben yaşlıyım... Beni sadece kılıçla parçalar, ya da mızrakla deşerler. Ocaktaki ateşin küçücük kıvılcımları sessizce yanışıyordu, koyu keçe duvarlarda, endişeri  ve huzursuz gölgeler yürüyorlardı. Genç olsaydım, diye bir kez daha tekrar etti ihtiyar. Altın Emel  ve Il nehirlerin kumlarını yıkarak, hükümdarımız için altın madenciligi eden insanlara katılırdım...

-Orada hayat daha kolay mı yoksa,  sessizce sordu Sakip Camal.

İhtiyar uzun bir hayattan yorgun gözlerini kaldırdı:

-Daha kolay değil. Ama insanlar, onların başlarına kimi koyduysa hükümdar, herkesi öldürüp özgürlüğe kavuştuklarını söylüyorlar. Hayatım için korkamadan özgür yaşamak isterdim...

-Bu insanların liderleri kim, heyecanla sordu Sakip Camal.

-Ben o insanı bir kez bile görmedim, kızım. Ama onun akıllı  ve cesur bir yiğit olduğunu söylüyorlar. Birkaç sene önce Ürgenç kölelerin önderi de oydu.

Sakip Camal  ve Bubeş aralarında bakıştılar.

Sabahtan onlar yola çıkmak için hazırlandılar. İhtiyar da hiçbir şey sormadı. Çadırı olmayan biri istediği yere gidebilir. Kadınlara yol için biraz kuru peynir-kurtu  verdi, Allah emanet edip yolcu etti onları.

Yazın bitiş vaktinde, bozkır çimenleri sarardığı, mavi adaçayın sapları kırılgan olduğu, toygarların türkülerini söylemedikleri, güneşe kadar yükselmedikleri zaman Sakip Camal  ve Bubeş, nihayet, o kadar ulaşmak istedikleri yerlere yaklaşıyorlardı.

Çok su akıp gitti sarı nehir İl’den bu zaman içinde. Yesün Temür Jekinşi Han’ı Hançerlemiş, Ali Sultan’ın onu hapsettiği sandıkta delirip boğulmuştu bu zamana kadar. Buraya, Yedisu Bölgesi’ne, Maveraünnehir’e sakıncalı gelenlere karşı şiddet kulanılmış olduğu hakkında haberler geliyordu.

Bilgiye sahip olanlar, Ali Sultan’ın emriyle, Müslümanlar Almalık’taki Hıristiyan kiliseleri yok edip, pazarlarda, sokaklarda, meydanlarda, Hz. Muhammed’in yolundan gitmeyen herkesi öldürüyor, evlerine  ve mallarına sahiplenmiş olduklarını anlatıyorlardı. Şehirde Avinyon’dan gelen misyonerler yok edilmişlerdi.

Hedefleri çok yakındı, fakat ayakları kadınları artık dinlemiyorlardı. Yorulmuş, ruzgardan  ve sıcaktan kurumuş  ve bitkin vücutları biraz rahatlık istiyorlardı.  ve yine Sakip Camal’ı  ve Bubeş’i yolda rastladıkları bir köy misafir etti.

Çadırın sahibi, henüz yaşlı değil, kambur adam, eşine, misafirlere et pişirmesini söyledi. Bu büyük bir cömertlik sayılıyordu. Uzun bir yolculuk devamında, sadece yolda rastladıkları çobanların ikram ettikleri kurta  ve ekşi sütlü ayrana alışan kadınlar ilk kez et yiyeceklerdi.

-Buyurun, değerli misafirlerim,-dedi kambur. Benim üç koyunum var. Onlardan birini kestim. Son zamanlar, bozkırlarımızda Ali Sultan’ın askerleri çoğunlaştı. Kalbim kötü birşeyleri sesiyor. Gün gelir, elimden herşeyi almaya çalışırlar, onlara karşı gelirsem de, durduğum yerde beni parçalarlar. Bu koyunları kendim yesem, Allah’ın gönderdiği misafirlerle de paylaşsam daha iyi olmaz mı?

Sakip Camal  ve Bubeş, bu cömert ikramlara sevinmeli mi, ev sahibiyle birlikte üzülmeli mi bilemediler. Onlar, açlılkarını belli etmemeye çalışıp yiyorlardı. Altın Emel’de neler olup bittiğini sormak istiyorlardı, fakat bu uzun yol devamında öğrendikleri dikkatlilik, uygun bir an yakalamalarını söylüyordu onlara. Evin Hanımı, kise adlı kâselere yağlı çorba suyu-sorpayı koydu. Sakip Camal, Hanımın gözlerinde, hayatında birçok şeyden geçen hüzünlü  ve kederli insanı gördü.

-İçin, canlarım...

Adam başını kaldırdı  ve gelen sesleri dinledi. Yüzü heyecanlı  ve endişeli görünüyordu. Bu an oturan herkes uzakta toynak sesleri duydu. Atlılar köye yakın bozkırlardan geçiyordular. Bir süre sessizdi ortalık,  sonra uzaklardan kulağa bir gürültü sesi duyuldu, sanki dünyanın öbür ucunda yavaş  ve tembel gök gürüldüyordu.

Çadırın sahibi, girişte asılmış olan ağır, ucu kalın sopa-soili aldı  ve dışarıya koştu. Sürekli tehlikelere alışan göçebeye, bozkırlardan gelen sesler çok şey anlatıyordu. Köye düşmanlar gelmekte.

Korkudan bembeyazz olan kadınlar, çadırdan çıkıp adamın peşinden koştular. Ama bu bir saldırış değildi. Birazdan onlar gürültüde koyunların bebelemelerini, atların, de velerin keşnemelerini ayırdılar. Bütün bunların üzerinden de, gece gece uykudan uyandırılmış kuşlar misali endişeli, içten insan sesleri duyuluyordu: kadınlar bapırıyor, çocuklar ağlıyor, karanlıkta yüzleri görünmeyen erkekler küfrediyordular. Sanki yabancı göçebeler ikiye ayrılıp köyü sarıyorlardı. Aniden, karanlıktan çıkan bir binici, çadırın yanındakilere doğru gelmeye başladı.

-Ey, iyi insanlar, boğuk sesle dedi o. İçecek bir şey  verin. İçimde tozdan  ve çığlıklardan herşey yanıyor...

Evin Hanımı çadıra koşarak girdi  ve elinde tahta kovayla çıktı.

Adam eğildi, nazikçe kovayı aldı  ve açgözlülükle, bir yudumla bütün suyu  içti.

-Sağ olun, iyi insanlar...

-Saygıdeğer, elinde soili sıkıştırarak seslendi kambur.  Bunlar nasıl oldu anlatsana. Nereden  ve nereye koşuyorsunuz, düşmandan kurtarılır gibi?

-Sizin haberiniz yok mu, şaşırmış gibi sordu yabancı adam. Bugün nukerler köyünüze gelip, Altın Emel’de madencilerin arasında  veba hastalığı yayılmış olduğunu söylememişler mi yoksa? Nükerler bütün köylerin sakinlerini haberdar edip, ölümle korkutup, Kegen  ve Narikol taraflara gitmelerini emrettiler. İtaat etmeyenleri o an kesip parçalıyorlar. Bir de, bize Altın Emel’den biri katılsa, hepimiz bu korkunç hastalıktan ölebiliriz, diye uyardılar. Her yabancı öldürülmeli. Bu gece Altın Emel köylerini ateşe  verecekler, Allahın yolladığı beladan kurtulmak için.

-Neden bize bunları hemen söylemedin?

Kamburun çadırının yanında, bu köyün az sayılı sakinleri toplandı.

-Sizin haberiniz olmadığını nerden bilebilirdim, dalgın dalgın dedi binici. Ali Sultan’ın nükeri ben miyim, kara haber  vereyim herkese... Az sonra, nükerler buraya da gelir. Ardımızdan geliyorlardı. Onlar size herşeyi anlatırlar...

Sözünü, çadıra yaklaşan birkaç atlılar kanıtladılar. Onlardan biri kırbacını çekip bütün gücüyle kambura vurdu.

-Siz neden hala çadırlarınızı toplamadınız, diye bağırdı o. Yoksa sizin için Ali Sultan’ın sözü it havlaması mı? Altın Emel’e  veba geldi, siz hemen burayı terk etmezseniz, yarın size cenaze yapacak biri bulunmaz! Hey, binici askerlerine seslendi. Bu tembel öküzlere yardım edin de, kirli çadırlarını yıkın! Belki bundan sonra biraz tezcanlı olurlar!

Önderlerin emrini tekrar etmesini beklemeden, nükerler köyü dolaşıp bütün çadırları kılıçlarla kesip, mızraklarla deştiler. Yoksulların çadırlarının konutları çıkırdayıp,  yıkıldıkları duyuluyordu.

Sakip Camal  ve Bubeş, çadırın sahibine  ve Hanımına eşyaları bohçalara bağlayıp de velere atmalarına yardım ediyorlardı. Yakılan ateş köyü aydınlattı. Gürültü azaldı. Köy göç etmeye hazırlanıyordu.

Biri Sakip Camal’in omuzuna dokundu. O endişeden ayağa kalkıp etrafa baktı. Yanında yüzünü dikkatle bakan genç bir nüker vardı.

-Sakip Camal apay, sizi tanıdım, sessizce dedi o. Hatırlıyor musunuz?

 ve o karargâhı hatırldı. Aksak Timur’un karargâhını. Yiğidin annesi karargâhta hizmet ediyordu, o da, Sakip Camal, sık sık çocuğa kuru kayısı, erikler  ve kuzu asıklarıyla ikramda bulunuyordu... Sonra annesi  vefat etti, çocuğu da akrabalarına, Buhara’ya götürdüler.

-Ben de seni hatırladım, hüzünle dedi Sakip Camal.

-Çok zayıflamışsınız... Bir şey mi geldi başınıza yoksa nükerin sesinde endişe duyuldu.

-Her şeyi anlatmak için çok zaman gerekir... Sen bana Altın Emel’de neler olduğunu anlar, en iyisi. Biz oraya gidiyorduk, şimdi de herkes orada  veba yayılmış diye söylüyor.

Yiğit onu elinden tuttu  ve çadırın arkasına geceyle ateş kıvılcımların kavuştuğu yere götürdü.

-Korkmayın... Altın Emel’de  veba falan yok... Ama orada yaşayanları bekleyenler her  vebadan daha korkunç. Altın kumları yıkayan insanlar ayaklandı  ve bu gece öldürülecekler. Bu Ali Sultan’ın emri. Onlara yakın köylerden yemek  verenler de öldürülecek. Sizi buradan, olacakları kimse görmesin de, zavallılara yardım etmeye kalmasınlar diye kovuyorlar...

-Ey, Yaradan, neden insanlara öfkeleniyorsun?

-Altın Emel’dekilerin yaklaşan felaketten haberleri yok, acele ederek dedi nüker. Sabaha karşı askerler etraflarını saracak  ve yurtlarını yakacaklar. Kaçmaya çalışanları...

-Neden insanları haberdar etmedin?  Kalbin yok mu yoksa?

Yiğit öaşını indirdi:

-Yapamadım... Yüzbaşı her attığımız adımımızı kontrol ediyor...

Sakip Camal’ın yüzünün rengi solgu.

-Bunu ben yaparım, dedi o. Bana atı bulabilir misin?

Yiğit sevindi:

-Tabi ki de! Ama bir günaha daha girmem gerek olur. Köylülerden birinden onu kaçırarak, dereden iki adım mesafede çalılar içinde saklarım onu...

-Git,-dedi Sakip Camal,-Allah senden, senin temiz yüreğinden razı olsun...

Dönerek herşeyi Bubeş’e anlattı.

-Kardeşim, sessizce dedi Sakip Camal. Bizi acı kaderimiz bağladı  ve uzun uzun yürüttü bir yoldan. Altın Emel’deki insanlara yardımcı olmak istiyorum... Akberen de orada... Oğluma anne ol... Köylülerle birlikte git. Allah bana yardım ederse, nerde olursanız olun, sizi bulacağım. Kadınlar kucaklaştılar. Bubeş sessizce ağlamaya başladı.

 

 

***

Şafak gri  ve uzundu. İltihaplanmış göze benzer ağır, kırmızı güneş zar zor kalkıyordu dünyanın öbür ucundan  ve kocaman siyah taşlar misali bulutlar arasında hareketsiz duruyordu. Güneş kara  ve yanmış toprağı görüp, belki de devam edemiyordu gökyüzündeki alıştığı yola. Bir de iki küle benzeyen insan figürlerini görüyordu o, Allah’ın sanki lanet ettiği toprakta yürüyorlardı onlar. Biri büyük, diğeri küçük biriydi. Her attıkları adımlardan yanmış çimenlerinden kalan küllerden küçücük bulutlar yükseliyor, sakin rüzgâr onları başka taraflara götürüyordu.

Bubeş nereye gittiğini bilmiyordu. Sakip Camal’ın oğlu elbisenin eteğini tutarak yanında yürüyordu. Gece, her köyün kabileleri nükerler tarafından bir araya getirilip, dar kervan yolunda karşılaşıp, herşey  ve herkes birbirine karıştığında, Bubeş çoçukla onlara sığınak  veren köylüleri kaybettiler gözlerinden. Başkaları da onları Altın Emel’den olabileceğine ihtimal  verip, yanlarına almıyorlardı.

Sabaha karşı kadın  ve çocuk yapayalnız kaldılar. Daha gece bozkırın nasıl yandığını, ateş tornadoların onu nasıl sartığını görmüşlerdi. Sonra bu yangınları rüzgâr aldı götürdü uzaklara, geriye de sadece ekşimsi mavi duman, bir zamanlar yeşil çalılıklar olan yerlerden geliyor, birileri ona yem  verir de, büyür kırmızı mutlu ışıklarla oynayağını hayal, eden sönük ateşler de oralarda saklanıyordu hala. Ama ortada, gelecek bahara kadar çıplak toprak kalmıştı. Bütün yol boyunca çoçuk bir an bile ağlamadı, kapris yapmadı, ekmek bile istemedi. Sessizce, küçük ayaklarıyla adımlayarak, Bubeş’i takip ediyor, büyükler gibi birşeyler düşünüyordu. Bubeş Sakip Camal’ı merak etti. Nerde o şimdi? Ali Sultan’ın askerlerin kurdukları sınırları geçebildi mi? İnsanları uyarabildi mi, yoksa cansız bedenini ateşler sardı mı? Ne sema, ne rüzgâr bunları anlatamıyordu.

Bu arada, Akberen isyancıları  ve ailelerini Doğu Türkistan taraflarına götürüyordu. Sakip Camal Altın Emel’lileri uyarabildi  ve Ali Sultan askerlerine sadece çadırları kaldı. İl nehirin vadisinde meydana gelen  veba hastalığı hakkındaki hikâyeler daha çok dolaştı halk arasında, ama kimsenin bir ölüye denk gelmemesi çok tuhaftı. Kıpçaklar çok yıllar devamında buralara sürülerini getirmitor, Ali Sıltan’ın askerleri de kimseye boş çadırlar yaktıklarını anlatmıyorlardı.

 

***

Altın Orda’nın toprakları yeşil çimenlerin küçücük mızraklara benzeyen filizlerle kapanmayı daha ilk başladığında, gökyüzüne kargalar, akbabalar, mezarcı kartallar yükselip, arkalarından da, vadilerden süzüle süzüle dünyanın bir ucundan öbüre kadar uzayan, inanılmaz uzunlukta, güneşte keskin mızrak uçların pullar gibi parlayan yılan sürünüp İran tarafına yol alıyorlardı. Uzun kuyruklu, kısa ayaklı, uzun yollara alışık atlar gidiyordu, üzerlerinde de mutlu  ve gamsız biniciler.Onları zafer,ganimet  ve İranlı güzeller bekliyordu. Kimse başarıcaklarından şüphelenmiyordu, çünkü korkusuz askerlerin önderi Özbek Han’ın bizzat kendisiydi. İslamın direği, kendi dörtyüz binlik askerli ordusuyla geliyordu. Han, ordunun önünde, uzun boylu, hızlı atın üzerinde gidiyor, rüzgâr beyaz bayrağını dalgalandırıyordu.

Han’ın sağ tarafında, şam çelikli kılıcı kının içinde duruyordu, solunda ise, sapı sarı fil kemiğinden yapılmış Hançer vardı. Eyeri altın ejderhalar  ve gümüş rozetler içindeydi. Eyerin sol tarafına demir kalkanı asılmış, Han’ın sırtında da,kartal tüylü  kırmızı oklar dolu sadak vardı.İri vucudunu kısa kollu zincirli zırh sımsıkı sarıyor, kafasını  altın çentikli siyah demir miğfer süslüyordu.

Han, askerleri gibi giyinmiş, savaşa her an katılmaya hazır idi. Hurşadan-silahtarından vazgeçti. Bütün silahları üzerindeydi. Batu Han  ve Berke buna yapmamış olsa da ona ne? O, Altın Orda’nın şimdiki hükümdarı  ve istediği gibi hareket eder.

Ondan önceki Hanlar asla ordunun önünde gitmezlerdi. Kenardan gidip, ordunun gücünü hayran hayran seyretmeyi tercih ediyorlardı. O, askerlerini arkasından götürdü. Herkes İslam’ın direği onlarla olduğunu  ve bunda da bir alamet görsünler diye.

Sefere çıkan her askerin, Han bütçesine alınan silahı, giysinin üzerinde zincirli zırhı  ve hızlı atı vardı. Han’ın her hareketine, her sözüne itaat etmeye hazır olan, hızlı  ve güçlü askerleri kim durdurabilir?

Ovalar  ve vadilerden süzülerek yılan-ordu geliyordu. Kafkasya eteklerine gitgide daha yakınlaşıyor, karşına çıkan herşeyi yıkıp geçiyordu. Güçlü vücuduyla sarıp, boğuyor, eziyordu. Özbek Han’ın arkasında, iki tarafında oğulları Tanıbek  ve Canıbek, onların arkasında da orduya sadık emirleri, noyanları  ve batırları geliyordu.

Yılan Yılında (1341) İran’a yılan - ordu sürünüyor. Her zaman, ta Moğol Hanların dönemlerinden bu yıl uğursuz  ve ağır bir yıl gibi biliyordu göçebeler için. Fakat Özbek Han o kadar kararlıydı ki, hiçbir şeyden korkmuyordu. Bu yıl düşmanları için ağır olsun.

 ve hakikaten, Allah yardım ediyordu sanki Hana. Han’ın sadık kulları ona, bahara kadar İran topraklarına bir damla yağmur yağmadığını, nauruz-Mart ayı, şilde-Temmuz ayına benzedi, çimenler  ve otlar sıcaktan tohum  veremeden kurumuş olduklarını duyurdular.

Olağandışı bir şey daha olmuştu: Nisanda Kafkasya dağların hiç erimeyen karları erimiş, Şirvan  ve Arran’a seller akmış, insanlara da beyaz, kuru dibin manzarasını açmıştı. Bahçe  ve araziler için su alınacak yer yoktu, agaçların yaprakları ufalanmış, buğday kulakları solmuş  ve yerlere düşmüştü.

Gizli bir korku  ve umutla, kimseyle paylaşmadan Özbek ilk çatışmaya hazırlanyordu. Belki de, artık Kuzey İran toprakları sonsuza dek Altın Orda’ya ait olcaktı. Kaç kere seferlere gitmişti o! Kaç kere yenilmiş, kaç kere yenmişti o! Ama yendiği vakit de, elde edilenleri tutamıyordu. Zamanı geliyor, tümenlere Deşt-i Kıpçak’a dönme emrini  vermek mecburiyetinde kalıyordu. Şimdi ise, Sadece Şirvan  ve Arran’ı feth etmek değildi Özbek’in maksadı.

Küçücük derecikten Büyük İpek Yolu’nu yeniden kocaman nehir yapmak için, Hazar Denizi’nin güney kıyısındaki şehirleri  ve kaleleri feth etmek gerekiyordu.

İran günden güne güçsüzleşiyordu. Eskiden koskoca, güçlü ilhanlık hiçbir düşmandan korkmadan kendine sahip çıkabiliyordu. Emirler, noyanlar  ve bekler, şimarık çocuklar gibi, Büyük Hülagû’nun topladığı herşeyi kendine çekip paramparça ettiler.

Giderek, saygısız bakıyorlardı İran tarafına Mısır memlükleri, Osmanlı Türkler de vahşi kurt bakışlarla fırsat kovalıyordular. Maksadına ulaşmak için Özbek Han acele etmeliydi. Onun süvarisi, daha demin su dolu olan nehirleri arkada bırakarak ilerliyordu, on günün içinde de Şirvan’ı  ve Arran’ı Han’ın ayakların altına sermişti.

Koskoca ordu Kura kıyılarında durakladı, Özbek seferleri başarılı geçtiği için Allaha şukredilmesini emretti. Binlerce koyun kurban edildi, askerler için bayram düzenlendi.

Ama Yaradan, galiba kabul etmemişti kurbanları  ve duymamıştı şükran kelimelerini. Kura’nın bulanık  ve ılık suyundan askerlerin mideleri hastalanmış, onlardan çoğunu da Tanrı yanına almıştı. Öz bozkırıların bol yeşilliklerine alışmış olan Kıpçak atları, güneşin yaktığı ovalarda kendilerine yiyecek bir şey bulamadıklarından zayıflamaya başladılar. Özbek’in askerlerin yerel sakinlerinden zorla aldıkları buğday bile durumu kurtaramadı.

Özbek Han, serinliğe kavuşma umuduyla tümenlerin Gürcistan’ın dağ vadilerin tarafına yönlendirilmesini emretti. Fakat güneş buralarda da ateşte tutlan altın külçe kadar çok sıcaktı, askerleri, otlar yerine, atları toynakları altında sıcak gri taşları gördüler.

Geceler bile serin değildi  ve iri yapılı Özbek Han’ın vücudu terler içindeydi. Çok kötü şeyler seziyordu Özbek Han. Bir an, kalbi dayanamadı,  sabaha karşı beyaz keçeler içinde ordan buraya savrulurken, durdu.

Altın Orda’yı tutan büyük iskeleti çöktü. Otuz yıl devamında onu yöneten müthiş Özbek Han ölmüştü.

Yeni Hanı’nı bekliyordu Ordu.  ve o bulundu.  Ölen kartalın yerine şahin yükseldi, Altın Orda tahtına Özbek Han’ın büyük oğlu Tanıbek oturdu.

 

***

 

Tanıbek’in tahta giden yolu hiç kolay değildi. Cengizlilerin artık bir gelenek haline gelmişti, sıradan bir olay arkasından kanlı çatışmaların çıkması. Yeni Hanı seçme arifesinde, seçimlere öyle ya da böyle etkisi olan bütün asalet iki uzlaşmaz partiye bölündü. Dışarıdan, Özbek tahtı kolay elde etmiş gibi gözükse de, ama Yolbasmış’ı öldürmeden önce o, belli bir desteğe başvurmuştu. Arkasında kimsenin durmadığı, sıradan bir katili acımasız  ve korkunç ceza bekliyor olurdu. Ancak, Özbek’in düşmanları susturabilen adamları vardı  ve o bu adımı atmaya karar  verdi. O zamanlar onun taraftarları emirler  ve askerleri, batırlar, Kıpçak kabilelerin temsilcileri  ve Müslüman tüccarları olmuştu.

Tanıbek Altın Orda’nın tahtına kan dökmeden oturabildi, ama onun arkasında da, Deşt-i Kıpçak’ın yaşadığı yasaları yazanlar vardı.

Zaman geçti, Cengiz Han’ın yaptığı gibi, Hanı seçmek için Kurultay’ın toplanılma günleri çoktan unutulmuştu.

Bundan böyle, onun uyguladıklarından sadece şimdi yarar getirecek, daha güçlü partiye yeni Han seçmesinde yasallık görünüşü  verebilecekler seçilip alınıyordu. Bu kez de öyle olmuştu. Özbek’in büyük oğlu Tanıbek’in, başka akrabalardan tahta daha çok hakkı vardı. Üstelik ona sadık olanlar, Özbek’in ölmeden önce, yanında dua okuyan kadıya, tahta Tanıbek’in oturmasını vasiyet etmiş olduğu dedikoduları yayılıyordu. Han’ın vasiyeti kutsaldı. Bütün halk önünde yemin edip Han’ın son sözlerini aktarak kadıya kim inanmaaya cesaret edebilirdi ki?

Tanıbek’i daha çok İran köklüler destekliyordu. Son yıllar onun etrafında tatlı sözlü, kurnaz İranlılar, zengin tüccarlar, nerdeyse Kırım’ı yöneten Cenevizler, Çerkesle, Alanların kralları, Bulgarların  ve Guzların soyluları dolaşıyorlardı. Özbek Han’ın büyük oğlunun etrafında onları farklı nedenler topladı, fakat hep birlikte onlar büyük bir güce sahiptiler.

Koyun Yılında (1331) Özbek büyük oğlunu İran Emiri Hüseyin’in oğlunun Şeyali’nin kızı Anuşirvan hatun ile evlendirdi. Yeni akrabalar arasındaki barış çok sürmedi. Özbek’in İran’a seferi onları düşman kıldı. Müslümanların geleneklerine göre, karı kocanın akrabaları aralarında savaş ediyorsa, koca ya karısını akrabalarına göndermeli, ya da karısı tamamen kocanın tarafını almalıydı. Anuşirvan hatun, ona memleketini özlettirmeyen İranlı muzâlimleri  ve tüccarları yanından kovmak istemiyordu. Tanıbek güzel eşini  ve onun dogurduğu oğlunu kaybetmeyi göze aldı. Bunu, ağabeyin güçsüzleşmesini isteyen Canıbek’in taraftarları gözden kaçırmadılar.

O an başlayan çatışmalara Ceneviz tüccarları karıştı. Onlar için İran ile Altın Orda arasındaki bağların koparılması sakıncalıydı. Bu iki devletin arasından Doğu pazarlarına kölelerin teslim edilme yolu gitmekteydi.  ve sadece Cenevizleri değil, Bulgarları  ve Çerkesleri de İran ile ilişkilerin kesilmesi endişelendiriyordu.

Özbek Han’a yakın insanlar, İran  ve Doğu ülkeler ile ticaretin sona ermesi Altın Orda için ne kadar zararlı olabileceğini anlattılar. O da İranlılara ne kadar nefret beslese de, kimsenin oğlu  ve gelinin işlerine girişmemesini söyledi. Bundan sonra Tanıbek’in İran’la  ve Kırım Cenevizleriyle ilişkileri daha da güçleşti.

Han’ın oğullarının taraftarları, görünüşte barışmıştılar. Ama bu sadece görünüşteydi. Onlar Özbek’in ebedi olmadığını anlıyorlar, ölümün onun yaşlı, eğik omuzlarının arkasında bulunduğunu biliyorlardı. Demek ki, çok yakında Altın Orda’nın tahtına yeni hükümdar oturacaktı. Kim acaba: Tanıbek, yoksa Canıbek mi?

Özbek’in ani ölümü ortalığı birbirine karıştı,  Deşt-i Kıpçak’ın  ve Harezmşah’ın Müslümanları bundan yararlanarak, herkesten önce Tanıbek’i Han olarak ilan ettiler. Sakil  ve ölçülü Canıbek yenildiğini belli etmeden, umutsuzluk onu kavgaya itmiş olsa da, ağabeyine bir kötü laf söylemedi bile. Kimsenin olup bitenleri kabul ettiğine inanmayacağını biliyordu. Bozkırın Hangi insanı taht için en sevdiğini, en değerlisini, gerekirse yakının hayatını feda etmez ki? Canıbek Cengizlilerdendi. Yeryüzünün Sarsıtıcısı’nın torunları asla kendi istekleriyle tahttan vazgeçmezlerdi. Ama şartlar uygun fırsatı kovalamak için sabırla beklemesine, halk önünde de hiçbir şey olmamış gibi davranmasına mecbur bırakıyorlardı onu.

Başkalardan gizli, derinlere gömülü taht hayali onu bir an bile terketmiyordu Canıbek’i. Sadece küçük eşine olan aşkı onu ayakta tutuyordu. Çerkes Canbike Hanımı Kafkasya dağlarından getirdiler. Güzel  ve genç kız hemen Özbek Han’ın küçük oğlu Hızırbek’e âşık olmuştu. Kalbiyle başa çıkmak çok zordu onun için. Kocasının küçük kardeşi güzel  ve neşeli bir yiğitti. Hızırbek de aşkına karşılık göstermişti. İkisinin işlediği günah korkunç olsa da, aşk yapacağını yapmaştı. Bu andan itibaren, kıskanşlığından yanıp kavrulan Hızırbek, ağabeyinden uzaklaşıyor, karşısında duyan suç duygusu nefrete dönüşüyordu.

Duygularına hâkim olabildiği ve çok akıllı olduğu için iki kardeşi de ondan nefret ettiğinden habersizdi Canıbek.

Hızırbek’in Canbike ile gizli buluşmalarını sadece bir kişi biliyordu-Hızırbek’in özel korumasından bir nüker. Zamanında onlara bir araya gelmelerinde yardım etmişti, şimdi de herşeyi Canıbek’e anlatmaya karar  vermişti o. Hızırbek’in,  hizmet için ödediği fiyat çok az geliyordu ona.

 

***

 

Canıbek yazlık için bu sene Yaik kıyısını seçti. Kışın çok kar yağmıştı, nehrin suyu çoğalmış, akışı hızlanmıştı. Uzaklara gitmeyi istemeyen Hızırbek de kendi köyünü yakınlarda kurdu. Eskiden o genelde Tanıbek’i takip ederdi.

Bozkır kocamandı. Üstelik iki kardeş birbirine rahatsızlık  verebilir mi?  Çin ipeği gibi, Deşt-i Kıpçak’ın masmavi gökyüzünün altında herkese yer yeter. Kardeşlerin köyleri arasında, at yarışı tapmak için yeterli olacak kadar yer vardı. Onlardan biraz uzaklarda, bozkırın daha derinlerinde Türe biye ait olan birkaç köy daha vardı. Canıbek’i Yayık kıyısına da vet eden de oydu.

Baharın eriyen suları nehire aktıkları zaman, bir gece içinde üzerinde uzun yeşil otlar yükseldi, bozkır da yeşil halıya benzemişti. Söğütler solup, kendi kah verenkli küpelerini nehrin hızlı  ve daha bulanık dalgalarına atmış, huş ağaçların üzerindeki yapışkan  ve sıkı tomurcukları güneşe doğru parıldayan küçücük yapracıklar halinde açtılar. Canibek’in köyü yazlığa geldiğinde, yeşil çimenler arasında ilk laleler görünmeye başlamıştı. Günden güne sayıları artıyordu. Bir an bozkırın tümünü kırmızı ateşe sarmışlar, rüzgâr da nazikçe onları okşayıp dalgalandırıyor, dünyanın öbür ucunda kayboluyorlardı.

Nehrin ovasında, kırık camlara benzer, sayısız göller vardı. Üzerlerinde dünyanın dört bir yanından gelen kuşlar ötüşüyor, kanatlarıyla nerdeyse çadırlara değip, kazlar uçuşuyordu. Sınırsız alanda kocaman evcil hayvanlar dolaşıyor, göz önünde büyüyor, kürkü kayganlaşıyor, parlaklaşıyor, tokluktan sakin gözlerinde beyaz bulutlar yansıyordu. Hayat insanlara iyi  ve şefkatli davranıyordu. Kimse, bu gamsız  ve sakin dünyada yakın zamanda kanların akacağını tahmin bile edemezdi.

Her sabah, başkaların uyanmadığından önce, Canıbek, kuşlar eğitimcisi - kusbegi ile birlikte göllere gidiyordular. Ortalık daha sakin  ve sessizdi. Sadece toygarlar, altın güneşin uyanışını görebiliyor, uzun mavi gökyüzü denizinde yapacakları seyahate hazırlanıyorlardı.

Sanki yeşil sular üzerinde, yavaş yavaş geziyorlardı atlar, ayakları soğuk  ve iri çiy tanelerden koyulaşıyor  ve parlıyordu. Gümüş  ve fil kemiğiyle işlenmiş eyerin üzerinde, Hindistan’dan denizdışı tüccarların getirdiği, kafasında deri kapaklı, tüyleri diken diken olmuş şahin oturuyordu.

Buğün, iki kusbegi eşliğinde, Canıbek ava çıkmıştı. Korumasını almamış, atların toynakların çıkardıkları sesler şafak sessizliğini bozmadığına seviniyordu. Güneş daha doğmamıştı. Çiçeğe benzeyen masum  ve kızıl şafak, gökyüzünde yapraklarını dağıtıp güzel bir gün vaat ediyordu.

Göl uyanmış, onu çeşit seslerle: ördeklerin vakvaklaşmalarıyla, gece beslenip de bozkırlardan dönen gri kazların gıdaklaşmalarıyla, gümüş düdüklere bembeyaz kuğuların düdükleşmesiyle, çamurcuk ördeklerin ıslık sesiyle başucundan uçuşmalarıyla karşılamıştı.

Kendine eşlik edenleri kıyının kenarında bırakıp, Canıbek atını kamışların içine yönlendirdi. Birazdan elleri  ve yüzü serinliği hissetti  ve o yakınlarda büyük bir balığın ağır ağır yüzdüğünü duymuştu.

Canıbek kamışların biteceğini  ve atın onu gri kum çabuğuna getireceğini, önünde gölün sessiz yüzeyü açılacağını biliyordu. Aniden, birşeyler onu gerdi. Gerçek miydi, yoksa ona mı öyle geldi bilmiyordu, ama çok yakın mesafede birisi sanki eliyle itilmiş kamış gibi hışırdadı.

Canıbek yayını hazırladı, atı da derhal durdu.

-Türe, korkmayın, titrek sesle biri mırıldadı. Eli kendi kendine kılıca doğru uzadı.

-Sizinle konuşmak istiyorum...

Yoğun çalılıklar içine dikkatle bakarak Canıbek seslendi:

-Çık  ve bana kendini göster. Seninle ancak o zaman konuşurum...

-Emredersiniz, Türe...

Kamışlar arasından yüksek, yağız yiğit çıktı.  Derin gözçukurların içinden gözleri endişeyle bakıyorlardı. Canıbek’e bu yiğidi Hızırbek’in adamları arasında daha önce görmüş gibi geldi.

-Söyle hadi, emretti o.

-Size düşman değil, dostum, yiğidin sesi kesiliyor  ve titriyordu. Sizi burda, korkunç bir sır açmak için bekledim, mırza...

Canıbek ihtiyatla bakıyordu yiğide.

-Dilim varmıyor... Ama yapmalıyım... Sizin küçük eşiniz sizi aldatıyor... O...

Canıbek’in yüzüne kanlar aktı.

-Kim o adam?

Yiğit duraksadı. O bu konuşmayı başladığına pişman olmuştu sanki.

-Söyleyemem... Kendi gözlerinizle görseniz daha iyi olur... Bu gece köye çoban kılıklı bir binici gelecek. Küçük eşinizin çadırına girecek... Geceler şimdi aydın, siz onu kolaylıkla tanırsınız... Hoşçakalın, Mirza, diyerek yiğit Canıbek’in önünde eğildi.

-Bekle, kendini eline alarak sabırsızca dedi o. Senden başka kim bunları biliyor? Kim sözlerin yalan olmadığını ıspatlıyabilir?

-Hiç kimse, Mirza. Hiçbir Allah’ın kulu... Kimseye bunu anlatmamıştım  ve size olan saygımdan kimseye de anlatmayacağım. Dilim boş laf etmeye alışık değil.

Canıbek düşünceli görünüyordu.

-Demek böyle ha...

-Biliyorum, dedi yiğit. Size getirdiğim haber karşılığında suyunşi - hediye  verilmez. Fakat belki de,  bir gün namusunuzu kurtarmak için yaptıklarımı hatırlarsınız...

-Eğer dediklerin doğruysa, sana cömertçe karşılığını  veririm, gözlerini yiğitten ayırmadan dedi Canıbek. Git...

O eğildi  ve kamışlarda kayboldu.

Kılıcık eğik eğrisi parladı, yiğidin başı atın ayakları yuvarlandı, ağır vücudu da yere düşmüştü. Yavaşça kılıcını kına koydu Canıbek. Yüzü sakin, gözleri üzülerek bakıyordu yatan cesede.

Gürültüden kokmuş ördek sürüleri yükseldi kamışların üzerinde. Canıbek şahininin kafasında kalpağı çıkardı  ve havaya attı onu:

-          İleri! Hadi!

Kuş siyah yıldırım misali göklere yükseldi. Canıbek atını hızlandırdı  ve o, uzun kamışları ezerek, onu kum yollarına getirdi.

Canıbek’in gözleri kısıldı, içlerinde heyecan kıvılcımları görünüyordu. Şahinin uçuşunu büyülenmiş gibi izliyordu. Canıbek yiğitten demin duyduklarını sanki unutmuştu. Öldürdüğü insanın kanı bile soğmamış olduğunu unutmuştu sanki.

Güneşin mızrak boyu yükseklikte yerden yükseldiğinde, Canıbek kusbegi eşliğinde köye döndüler. Davranışlarından kimse onun huzursuz olduğunu anlamamıştı. Her zamanki gibi, sessiz hizmetçinin gümüş tabakta ona koyduğu eti yemiş, birkaç piyala çay içmişti ardından. Hazırlanıp Türe’nin köyüne gitmek gerekti. Biy bugün onu bekliyordu. Ama gitmekten vazgeçti  ve biye elçi gönderip, ona görüşmeleri sağlık rahatsızlığı yüzünden ertelenilmiş olduğunu söylemesini emretti.

Çadırında kalıp, Canıbek yiğidin söylediklerini düşünüyordu. İnanmak istemiyordu. Ya gerçekse? Kimse Canbike’nin ihanet ettiğini bilmiyorsa, iyi. Büyük Cengiz Han’ın torununun sırrı kutsal olmalı.

Tek bir çıkış yolu vardı: Eski geleneklere göre, Canbike’yi ailesine yollayıp, herkese eş olarak artık ona gerek olmadığını göstermekti.  ve eğer ihanetini kimse bilmiyorsa, kimse onun hakkında kötü şeyler düşünmeye cesaret edemez. Özbek Han’ın oğlu doğru olanı nasıl görürse, öyledir. Ya yiğit iftira attıysa eşine?

Bütün gün çadırdan çıkmamıştı mırza. Net bir çözüm de sadece akşama doğru aklına gelmişti. Sonsuz şüphelerle kendine eziyet etmek neye yarar? Yiğit herşeyin bu gece olacağını demişti. Bir kere kendi gözlerle görmek, başkaların dedikodularını dinlemekten daha iyi olmaz mı?

Her yeri alacakaranlık sardığında, rüzgâr bozkırlardan adaçayın kokusunu getirdiğinde, Canıbek atını hazırlamalarınını emredip, yanına korumayı almadan, kimseye görünmeden köyü terk etti.

Gökyüzün dipsiz karanlığın içinde kocaman yıdızlar kırpışıyordu. Biraz sonra, gece aydınlanmış, uzak tepelerin arkasından kockoca kızıl ay topu göründü.

Eşlerin köylerine yakın Canıbek durakladı, atını bağladı  ve beslenmesine bıraktı onu. Kendisi de, eyere bağlanmış oklar dolu sadağı  ve yayı alarak, eşlerinin köyünün kurulduğu dağ eteğine tırmanmaya başladı. Tepelerde, erkeç sakalı bitkisinin kısa çalılıklarının arasında yere yattı Canıbek. Yayını çıkardı, kotrol etti. Kolçandan dörtyüzlü, şam uçlu, zincirli zırhı deşebilen oku seçti.

Beyaz höyüğüne benzeyen, ay ışığında iyi görünen Canbike’nin çadırı atılmış ok mesafesinde bulunuyordu. Kimse görünmeden ona yaklaşamazdı.

Sabırla beklemek kalıyordu. Gece uzundu. Rüzgâr, Hazar Denizi’nden bir sürü koyu, kabarık bulutları getirdi, onlar de altın ayı kapatıyor, de dağılıyorlardı. Dağın eteği sessizdi-köy uyuyordu.

Bir an Canıbek heyecanlandı. Onun hassas kulakları uzaklardan gelen toynak sesini duymuştu. Kulağını yere koydu. Yanlış değildi: binici aceleyle köye yaklaşıyordu. Canıbek’in dudaklarına inkam tebessümü değdi, eli yaya uzandı. O mükemmel bir nişancıydı.  ve eğer gelen onun beklediği adamsa, ölüme doğru koşuyordu demek.

Binici aniden göründü, üstelik mırzanın saklandığı yere çok yakın. Yere batan ayın ışığında o Canıbek’e siyah taştan yapılmış gibi büyük  ve iri görünmüştü.

Binici köye baktı, sonra atından indi, ona hafifçe tokat vurdu  ve serbest bırakarak, küçücük taşlara basarak dikkatli dikkatli köye inmeye başladı.

Canıbek adamın geniş sırtını iyi görüyordu. Köyün hiçbir köpeği ses çıkarmadı, mırza da adamın yabancı olmadığını anladı. Kim o peki  ve hakkaten Canbike’nin çadırına mı yol aldı?

Canıbek’in kalbi hızla çarpıyordu. Şimdi bile eşin ihanetine inanmak istemiyordu. Geceleri böyle gizli gizli yiğitlerin gelebilecekleri genç  ve güzel kızlar az mıydı köyde? Şüphe kalmadığında, Canıbek dizlere kalktı  ve oku kirişe yerleştirdi.

Adam küçük karısının çadırının önünde durdu  ve etrafa baktı. Mirza, üzerinde sıradan bir çapan  ve sivri uçlu şapka olduğunu iyi görüyordu. Şüphe yoktu: bu o çobandı. Canbike onu, koskoca Özbek Han’ın oğlunu, gerçekten de bir fakire mi değişti? Öfke mırzayı boğuyordu. Canıbek yavaş yavaş oku çekmeye başladı. Uzak da olsa, yabancının çadıra girdiğinde, Canbike’nin korkudan attığı çığlığı duyulacağına bir ümit vardı. O gerçekten de çadıra girdi, mirza da eşini gördü. Saçlarını acıp, ellerini uzatıp, o çobana doğru adımladı. Gümüş renkler kadını inanılmaz güzel yapmış, olağanüstü, cennet perilerine benzetmişti.

Çoban  ve kadın sarılamadı. Ok ıslık sesiyle yaydan çıktı, Canıbek ya acıdan boğuk bir ses, ya da olüm öncesi bir inleme duydu. Adam sallanıp, ezilen otlara yüzüyle düştü.  Şafağa yaklaşan bozkırda korkunç kadın çığlığı yayıldı. Köpekler havlamaya başladı, ayak  ve silah sesleri duyuldu - çığlığa koşan mafızlardı bu. Çadırlardan giyinmeden koşaraka çıkıyordular insanlar.

Canıbek vahşice gözlerini kıstı, biraz daha karınca yuvasına benzeyen köye baktı, gri deri altında elmacık kemiklerinde düğümcükleri oynuyordu.

Heyecanla aşağıya inmiş, atını çözmüş, ağır ağır üzerine çıkmış, ipleri çekmiş  ve kendi Orda’ya doğru yol almıştı.

Ay gözlerin içine ışık saçıyordu. Sonra o tepelerin arkasında kayboldu, her yer şafağa yakın karanlıkla doldu.

 

***

 

Özbek Han’ın saltanatı uzun sürmüş, Altın Ordada da bu süre içinde çok şey değişmişti. Eğer eskiden soylar arasındaki çatışmalara, hırsızlık  ve tecavüz, savaş  ve cinayet işlerine din adamları - şeyhler, kadılar, işanlar, kaziler bakıyordularsa, şimdi bu işlere Han’ın tayın ettiği biy hâkimleri bakıyor oldular.

Bozkırda hayat yavaş akıyor, değişimlere zor geliyor, iyişeyler de, kötü şeyler de bozkırda kuru çim gibi yuvarlanıp geçiyordu. Koskoca Deşt-i Kıpçak da, zamana karşı gelemiyor, ona karşı ne eski gelenekler, ne de insan ruhu koyabiliyordu.

Biylerin arkalarında soylular  ve büyük olmasa da orduları oldukları için, biylere emirler  ve hanlar da kulak asmaya başladı,  onları kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlardı.

Türe Biy iri bir vücuda  ve yumuşak bir sese sahipti. Kimse, adaleti arayıp ona gelene sesini yükselttiğini  veya ağır laflar ettiğini dumamıştı. Fakat kararlarında sert, hatta acımasızdı. Türe Biy gülmeyi se verdi. Böyle anlarda onun yüzü iyi  ve halktan olan insan ifadesini alıyor, kimse de karşısında acımasız  ve ciddi bir hâkimin oturduğunu tahmin bile edemezdi. Kimse onun fikirlerini daha bilmiyor, biriyle konuştuğunda neler düşündüğünü çözemiyorlardı. Eğer ki, Türe birinden intikam almayı düşünse, biyin hırsı karşısında hiçbir şey engel olamazdı. Bir çatışmaya bakarken  veya halka kararını seslendirirken, bir ilk önce kendini, kararın onun soyuna  ve kabilesine nasıl bir yarar getirebileceğini düşünüyordu. Allah onu belagat yeteneğiyle ödüllendirmiş, bunun için o her zaman hanı, kararının doğru olduğuna inandırabiliyordu.

Türe Biy hayatında, duruma göre hareket etmesini biliyordu. Özbek Han’ın yanında o, tüy yastığından yumuşak, köpekten sadıktı. Ondan daha iyi kimse Altın Orda’nın hükümdarının isteklerini yerine getiremiyordu. Yılan gibi gizlice Han’ın kalbine de yol buldu  ve onun en sevdiklerinde olmayı başarmıştı. Son yılları Özbek, ona iyi laf söyleyenlere, ona büyüklüğünü tekrar edenlere muhtactı. Türe Biy bunları biliyor, yeri gelince gerekenleri söylemede ustaydı.

Ölmeden önce Han, ona ‘’Sube Biy’’ unvanını  vermişti. Bu büyük bir onur  ve yükselişti. Bundan böyle, Türe Altın Orda’nın ikinci hâkim biyiydi. Ondan üstün sadece birinci biyin ‘’Tübe Biy’’ unvanını taşıyan Mangiliydi. Ona bu unvanını kazandıran nedenlerden biri, Deşt-i Kıpçak’ta yaşayan soy  ve kabilelerin Özbek Han’a destek olmalarıydı.

Dünyada hiçbir şey ebedi değil. Özbek Han öldü  ve kader yüzünü Türe’den çevirdi. O bunu hemen hissetti. Fakat koşullara boyun eğecek bir insan değildi biy. Altın Orda’nın tahtına yeni han oturdu  ve artık onun kalbini feth etmek için yol aramak gerekti. Türe karargâha bir kervan dolu hediyeler gönderdi, Han’ın oğluna kabilelerin en güzel kızını eş olarak  vereceğine söz  vermişti. Tanıbek hediyeleri kabul etti, oğlunun güzel kızla evlenmesine olumlu tepki gösterdi, ama Türe’ye karşı hissiyatını değiştirmedi.

Biy Tanıbek’le anlaşamayacağını, onun biyin tavsiyelerini dinlemeyeceğini anlamıştı. Altın Orda’nın hükümdarı el tutmayan bir biy neye yarar ki?

Biraz zaman geçer, kendi kabilesi bile güçsüzlüğünü hissedip sözünden çıkar, bu da alıştığı hayat düzenini bozar. İşte bunun için, kendini kurtararak da vet etmişti biy Özbek Han’ın orta oğlunu - Canıbek’i kendine.

Uzun bozkır yazıydı. Kim bilir, mırza görüşmelerde nasıl davranacaanibek’e yardım edilse, o han olsa? Bu fikir cesaretli, çekici  ve korkutucuydu. Tanıbek bunu öğrense, biyin kafasını uçurtur. Ama korkak asla istediklerini elde edemez.

Canıbek’in çobandan intikam aldığı günün sabahında, Türe  ve mirza görüştüler. Kimse onların dinlemesin diye, biy misafir örtüsü –dastarhanın köyün yeşil tepelerinde yayılmasını emretti.

Bozkır misafirper verliğin yasalarını ihlal etmemek için Türe konuya girmiyordu hemen. Mirzaya yağlı kısrak etini ikram edip, piyalasına bozkırın hoş, çimen kokulu kımızı koyarak, köyüne bir ‘’uzunkulağın’’getirdiği haberleri anlatıyordu.

Yavaşça konuları Orda’ya geçti. Türe, insanlarda kendi şeçtiği telleri oynatmayı iyi biliyordu. Boşuna dememişler: açık yaraya yumuşak ipek de dokunsa acır. Biy taht, Tanıbek hakkında konuşuyor, sesinden üzülme yargı duyuluyordu. Sözleri gelip Canıbek’in ta kalbine değdi. Türe’yi dinleyip, tahtın Özbek Han’ın oğullarından sadece ona ait olmasına inanmıştı. Altın Orda’yu, akraba bağların sınırlarını aşmaktan korkmayan, önüne çıkan hiçbir engelin karşısında durmayan biri yönetmeli.

Mirzayla  vedalaşırken, Türe Biy derin anlamlı bir şey dedi:

-Seni biri incitmeye kalksa, benim cesur yiğitlerin senin tarafında olacak.

Bu öylesine bir laf değil, cesaretle söylenen, Canıbek’in ağabeyine karşı gelmesinde destek sözüydü.

 

***

 

Canıbek Ordaya akşam geç saatinde dönmüştü. Ta uzaklardan görmüştü her çadırın önünde siyah atkuyruklu kutubun dikilmiş olduğunu. Bu, onurlu, Han soyundan gelen birinin öldüğüne işaretti.

Geleneklere göre, çadırın önünde onu ihtiyar aksakal üzücü haberi  vermek için karşıladı.

-Yazık, yazık, dedi aksakal. Bu gece birileri küçük kardeşini Hızırbek’i, eşinin -tokalın Canbike’nin çadırı önünde okla yaralayıp öldürdü!

Kanlar çekildi Canıbek’in yüzünden. Başını eğdi  ve dişlerini sıkarar sordu:

-Kardeşimin gecenin yarısında Canbike hatun çadırın önünde ne işi vardı?

Aksakal burulmuş ağır göz kapaklı gözlerini kapadı. Mirzanın ne kastettiğini anlamıştı. Hakikaten, ne işi vardı adamın kardeşinin eşinin çadırı yanında?

İhtiyar içini çekti.

-Hızırbek’in haradan geldiğini diyorlar... Belki de susamıştır. Ağabeyin eşinden bir kâse kımız içmeyip de kimden içecekti? Üstelik yolu onun çadırından geçiyorsa.

Canıbek, aksakalın her şeyi anladığını fark etti,  onun dediklerine kulak  vermek, Hızırbek’in ölümü bir intikam değil, önceden planlanılmış cinayet olarak kabul edilmesine yol açacağını anlamıştı.

-Suçluyu yakalamışlar mı?

-Hayır.

İhtiyarın sonbahar gökyüzü gibi soluk gözleri sessiz suçlama ile bakıyordular Canıbek’e. Ama aksakallar bile Cengizlilerin işlerine karışamıyordu. Mirza gerçekten de anlamıyor muydu insanların onun okunu tanıdıklarını, Hızırbek’in yakın adamları Tanıbek Han’a elçilerini göndermiş, suçlunun adını da söylemesini emretmişlerdi?

-Hızırbek’i ne zaman gömücekler?

-Yarın sabah.

El hareketiyle Canıbek aksakalı serbest bıraktı  ve onlarca insanların bakışları altında, dik kafayla, taş yüzle çadırına geçti.  ve sadece burda, tek başına kaldığında, mırza duygularına kapandı. Canıbek küçük kardeşini seviyordu. Belki de, ona asla el kaldırmazdı.

Ertesi günü, sabahtan, sadık nükerler eşliğindi, mırza kardeşinin köyüne, cenazeye gitmişti. Karşına çıkanlardan kimse onun gözüne bakmaya cesaret edemedi, kimse ona bir söz bile demedi.

Cenaze töreni devamında mirzanın yüzü sakin  ve asıktı, gözleri nemlenmemişti bile.

Ordu’suna dönünce, olaydan sonra Canbike’yle bir kere bile görüşmeden, küçük karısını ailesine gönderilmesiniemretti.

Endişeli günler uzuyordu. Canıbek, ağabeyi, Hızırbek’in ölümünü affetmeyeceğini biliyordu. O, intikam almak için mutlaka bu fırsattan yararlanır. Ama nasıl yapacağını sadece tahmin edebilirdi. Belki de Han, bir katili yollayacak yanına, belki de, köyünü teryüzünden silip da, omurgasını kırmak için askerlerini gönderir.

Hızırbek’in yedi gün duasından sonra herşey belli oldu. Han’ın karargâhından gelen adam dedi:

-Tanıbek çok öfkeli. O, kanı kanla sileceğine söz  verdi. Han, elçilerini köylere yollayıp ordu’yu toplamalarına emir  vermiş. Savaşa hazır olun, mirza.

Canıbek, geri dönüşü olmadığını anlamıştı. Geriye, ya sonuna kadar ileri gitmek, ya da ölmek kalıyordu. Tanıbek kardeşinin intikamını almıyordu, sadece halkın gözüne girme  ve rakibinden sonsuza dek kurtulma fırsatı düşmüştü eline. Kim katile el tutacak ki? Oysa intikam alanın tarafında herkes vardı.

Canıbek elçisini Türe biye göndererek iletti:

-Bana cesur askerlerini  verecektin...

‘’Uzunkulak’’ Deşt-i Kıpçak’ta kardeşlerin münakaşaları hakkında haberi yaymış, Türe biy de Canıbek’e askerler neden lazım olduğunu biliyordu.

Yeni ay daha doğmamış, İtil  ve Yayık Nehirlerin tepelerinde Tanıbek Han’ın  ve Canıbek mırzanın askerleri savaşıyorlardı.

Allah Canıbek’e yardım ediyor  ve yeni gün doğmadan, o zaferi elde etmiş oluyor. Yaralı, kanlar içinde Tanıbek, mırzanın askerlerinin ellerine düştü. O merhamet etmesini diledi Canıbek’ten, fakat kıskançlığın gri yılanı Canıbek’ik kalbinde başını kaldırdı, gözlerine zehiri tükürdü  ve o nükerlere ağabeyini öldürmelerini emretti.

Böylece, At Yılında (1342) Altın Orda’nın tahtına yeni Han oturdu. Deşt-i Kıpçak’ta kimseyi, oraya ağabeyinin kanını dökerek oturduğu şaşırtmadı. İnsanlar yeni Hanlarınıa az - Canıbek-Bilge Canıbek diye adlandırdılar.

 

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Altın Orda’nın Hanı olup, Canıbek ne gerçek anlamda onun hükümdarı olabildi, ne de şöhretine katkıda bulundu.

Eğer eskiden Orda’daki bütün işlerle Büyük Cengiz Han’ın torunları  ve soylu göçebeler ilgileniyordularsa, son on yılı devamında, işlere şehirlerin etkisi artmıştı. Bozkır kabileleri gib, her şehrin kendi ordusu vardı. Şehirliler sadece bozkırlardakilerin ihtiyaçlarını gidermiyor, onlara hangi durumda nasıl davranacaklarına tavsiyeler de  veriyorlardı. Şehir soyluların tavsiyeleriyle  verilmiş kararlar, sadece askeri ganimeti elde ettiren seferlerden daha yararlı sonuşlanıyordular. Ticaret kazançları savaşlardakilerde daha fazlaydı.

Canıbek’in saltanatında Altın Orda’nın başkenti Saray Berke - Saray el-Cedid sanki yeniden çiçek açmıştı. O, burada bol bol atölye, cami, medrese  ve sarayların kurulmasını emretmişti. Halk arasında: ‘Bizim az - Canıbek taştan şehir yaptı’, diye bir laf geziyordu. Altın Orda topraklarının her köşesinde islam yayılmıştı. Bundan böyle o Mangitlerin, Bulgar Tatarların, İtil kıyının Mordovinleri, Yayık’ın tepelerinden Başkurtların, Kafkasya’nın Çerkez kabilelerin,  Avarların, Lezgilerin, Osetlerin, Çeçenlerin, Alanların  ve Harezmşah’ın Guzların diniydi. Seyhun Derya’nın eteklerine göç eden Konırat  ve Kanglı soyları, Argın soyu, İşim’in kıyısından Kerey  ve Nayman soyları, Tobola, Uysunlar, Dulatı, Yedisu Bölgesi’nden Calairler de Müslüman olmuşlardı.

Şehirlerde putlar, kiliseler, monastırlar, gibrat Hananlar devrilmişti. Bundan böyle Altın Orda’nın halkı Hz. Muhammed’in gösterdiği yoldan gidiyor, kiliselerin kalıntılarında camiler kuruyorlardı. Doğu ülkelerden de, araplardan  ve farslardan, Hz. Peygamberin öğrettikleriyle beraber, Kıpçak bozkırlarına güzel efsaneler  ve masallar da geliyordu.

Daha dünkü göçebeler şehirlilere dönüşmüş, medreselerde sadece okuma yazmayı, Kutsal Kitabı öğrenmeyi değil de, bilim adamların astronomi, tıp  ve coğrafya çalışmaların üzerinde de eğitim alıyorlardı.

Canıbek Han’ın döneminde, Deşt-i Kıpçak kervan yollarında sık sık hocaya, mollaya  veya uzak Mısır, Şam, Jezir, Diyarbakır, Roma, İran  ve Bağdat gibi ülkelerden, şehirlerden gelen bilim adamlara rest gelmeye mümkündü.

Altın Orda’nın altın aylı beyaz bayrağı yüksek  ve dik duruyordu. Kimse aklından bile ona bir zarar getirmeyi geçiremezdi. Soylular Canıbek’in önünde başlarını eğip: ‘’Sen bilgesin! Senden daha güçlü Han yoktur’’, diyorlardı.  ve bunu herkes söylerken, yalan olduğuna pek inanılmazdı. Han şöyret ışığın altında bulunmayı seviyor, onu yükselten, ö ven sözlerden de keyif alıyordu.

Ama hayat bu, eğer bir insan ebedileşmeye kalkışırsa, zararını o görür, eğer ki ebedileşmeye kalkışan Han’sa, zararını bütün halkı görür.

Kafasını yüksek  ve dik tutan Canıbek, düşmanların olduğunu, ona çukur kazdıklarını,  hata yapıp o çukura, mızraklar üzerine düşecek anı bekliyorlardı.

Zamanında Canıbek’e Han olmakta yardım eden Türe Biy ona tuzak hazırlamıştı. Askerlerini ona  vererek çok şeye umutlanmıştı biy, fakat umut edilenlerden pek azı gerçekleşti.

Tanıbek’i yendiğinden sonra, Altın Orda’nın baş hâkimi yine de, Özbek Han tarafından ‘’Tübe Biy’’ makamına yükselen Mangili kalmıştı.  Baş  vezir Mahmud’un babasını da yanında bırakmıştı Canıbek.

Türe sanki yeniden etkilerini almıştı eline yeni Han’ın döneminde. O her zaman onun sözüne itimat emiş, değer  vermişti ona herkesten çok. Ama bunlar biy için yeterli değildi. Zamanında riske girerek, Allah’ın mübarek kıldığı Altın Orda’da ta üçüncü şahıs olmak istemiyordu o.

Yapmadığı kalmamıştı onun, Canıbek’e ‘Tübe Biy’’ makamını hakettiğini göstermek için, fakat Han görmezden geliyordu. Sahibin ayakları altında büyüyen küçük bir köpek gibi, Han’ın önünde kuyruğunu sallıyor,  gri keçe misali ayaklarına seriliyordu. Herşey boşunaydı. İşte o zaman Hana olan dargınlığı kalbinde öfkeye karıştı. O eskisi gibi onu memnun etmeye çalışıyordu. Kimse Türe’nin kafasındaki kara düşüncelerinden şüphe bile etmedi. Yavaş yavaş önemli biyleri Jagaltay’ı  ve Tayşı’yı kendi tarafına çekmişti. Türe’nin tavsiyesine uyarak Han, yüzbaşı olarak Kıpçak biylerden birini koymuştu.

Canıbek’in etrafını görülmeyen örümcek ağı sarıyordu, Türe de ondan sonra tahta kim oturabileceğini düşünüyordu. Aklı sık sık Canıbek’in oğlu Berdibek’te kalıyordu. Biy bu adamın kalbine kolayca yolu bulmuştu. Berdibek çakal gibi korkaktı, ama şöhrete açgözlüydü. Türe onun kalbine hırs zerreleri ekiyor, istediklerini açık açıktan elde etmekten, karanlıkta elde etmesi daha iyi olduğunu, düşmanı arkadan vurmak hiçte aşağılayıcı birşey olmadığını öğretiyordu onu.

Bilge Canıbek çevredekilerinin tatlı söylerini dinleyip daha da çok sarhoşlaşıyordu. Altın Orda’nın işlerini kendinden uzaklaştırıp, onları çözmeye Emirler Kuruluna bırakıyordu. Emirler Kurulu genel olarak Türe’nin adamlarından iberetti. Soylar  ve kabileler arasındaki munakaşalarını incelediklerinde, emirler onun istediklerini yapıyorlardı. Yaşlanmış ‘Tübe Biy’ Mangili onlara karşı çıkamıyor, susuyordu. Yavaşça  ve gizlice alıyordu aline bütün gücü ‘Sube Biy’

 

***

 

Günlerden bir gün, Canıbek Emirler Kurulu’nu topladı.  Yağız, kanca burunlu, üzerinde parçadan çapanı, farslara benzer, oturuyordu o tahtında. Tahtın altında, rengârenk halının üzerinde, kendine yakın, destekleyen, gü venilir insanlardan saydığı: tuygun gibi bembeyaz ‘Tübe Biy’ Mangili, geniş yüzlü, şişman Türe, av köpeği gibi zayıf  ve ince ‘tazı’ Jagaltay, tıknaz, sıkı yapılı  vezir Mahmud, solgun yüzlü, her zaman uyanık emir Kutluk Buka oturuyorlardı. Zengin  ve gösterişli giyinmişti herkes, yüzlerinde gurur  ve kibir ifadesi vardı.

Canıbek yakınlarıyla çoktan istişare etmekten vazgeçti, bu kez de onları, Kırım’dan  vendedik  ve Ceneviz tüccarlarla yaptığı anlaşmanın şartlarını yere getirme zamanı geldiğini söylemek için topladı. Domuz yılında (1347) Altın Orda onlara Çin’den  ve Rusya’dan gelen kervanları Mangışlak  ve İran topraklarına geçirmemeye söz  vermişti.

İran’da fitneler bitmiyor, bundan dolayı, öldürülmekten korkan tüccarlar kervanlarını Azak Tana  veya Kırım taraflarına çeviriyorlardı. Cenevizler bundan çok memnundular, Altın Orda’nın Han’ını da, bu yolu herkes için ana yol yapmasını ikna etmişlerdi. Bundan böyle, ipek  ve çay, samur  ve tilki kürkleri, bal  ve balmumu Azak Tana  ve Sudak’ta gemilere yüklenilip, boğazlardan  ve Osmanlı Türkler’den geçip, Akdeniz ülkelerine gönderiliyorlardı. Bundan Ceneviz tüccarları iyi kazanç elde ediyorlar, Altın Orda da kar kalıyordu bu durumda.

Saygıyla dinliyordular Hanı toplananlar. Canıbek’in bilgeliğine hayranlıklarını  ve onaylama sözlerini tam bildirmeye başlarken, salona hizmetçi girdi, Hana eğildi  ve sessizce dedi:

-Tahsir, Orda’ya büyük Cırau Asankaygı gelmiş...

Oturanlar hareket etmeye, bakışmaya başladılar. Bütün Deşt-i Kıpçak’ta Asankaygı’yı - Kederli Asan’ı bilmeyen yoktu. Ünlü hikâyeci. O bozkırlıların gururu, onururuydu. Her zaman onların üzüntü  ve sevinçleriyle, hayal  ve istekleriyle yaşardı.  Onun hikâyeleri, deyimleri ağızdan ağıza geçerdi. Yiğitler onları duyarak, en hızlı atlara binerek büyük cıraunun sözlerini başkalara da iletirdi.

Galiba, bu kez, mecliste bulunanlardan sadece Türe Biy buna sevinmemişti. Yaşlı adam insanları çok iyi görüyor, onların düşüncelerini, isteklerini bilebilitordu. Belki de, bu batıl inanç korkutmuştu biyi. Ya Cırau onun planlarını çözer de, herşeyi Hana anlatırsa?

-Nerde o şimdi, diye sordu Canıbek.

-O burda, sarayın önünde. De vesi Jelmay’dan demin inmiş.

-Han’ın yüzü gülüyordu.

-Hayattaymış bilge... Onu misafir odasına alın. Ben şimdi gelirim... Otoriter bir el jestiyle Canıbek, toplantının bitmiş olduğunu  ve herkes de serbest olduğunu bildirmişti.

Çoktan görmemişti o büyük cırau’yu. Saray Berke’yi yeniden inşaa etmeye başladıktan beri. O zamanlar Asankaygı demişti:

-Neden şehrini Orusut Krallığın yanında kuruyorsun? Pişman olursun...

Han, dediklerine gülmüştü  ve:

-Orda’ya haraç ödeyen Orusutlar ne yapabilir ki?

Cırau başını salladı  ve:

-Hanlara akıl  vermek benim gibi avarele düşmez, ama sen altın tahtta oturuyorsun, daha uzak bakmalısın. Sen fazla ögü venli  ve kibirli olmuşsun. Bu iki kuşun yanında da, kendi yuvasını ‘felaket’kuşu yapar...

O zamanlar Canıbek Cırau’nun sözlerine kulak asmadı  ve o kırgın terk etmişti orayı. Her ne kadar saygı duysa da cırau’ya Han, Orusutları bir zaman koskoca Ordu’ya karşı çıkabilecek güce sahip olabileceklerine inanmıyordu.

Şimdi de, Asankaygı’yla karşılaşmaya hazırlanırken, onun toy’da (düğünde), Deşt-i Kıpçak’ın derinlerine gitmeden önce söylediği seslenme türküsünü hatırladı:

Ey Han,  sana ben demesem,

Sen nerden bilesin...

Tavsiyemi kabul etmiyorsun.

Kıpkırmızı olup, kımız içiyorsun,

Ateş gibi yanıp, terliyorsun.

Sakin ol  ve dinle

Çin  ve Orusun arasında

Gamsız, sen şehrini kuruyorsun.

Yoksa görmüyor musun hiç?

Tavsiyemi dinle -

Başka toprakları seç.

Hızlı ayaklı Jirmay’a atlayıp,

Ben bulurum onları sana.

Senin halkın göç etsin oralara.

Eğer sözümü ki dinlemez,

Eğer bunları sen yapmazsan,

Şehrini alır elinden Orusutlar,

Acıyla ağlar eşler, çoçuklar.

Hayal değil gerçek olacak bunlar.

Biliyorum, inanmıyorsun, Han, bana...

Hayatta herşey olur, unutma.

Turna balığın da oldu sudan çıktığı,

Çamlarda kurmak için yuvasını.

Böyle söyler idi bizim atalar...

Sözümü dinle  ve inan,

Eğer ki kulağın sözüme kapalı,

Sana giden unuturum yolları...

Büyük Cırau’ya olan saygısından Canıbek onunla tartışmadı. Bilge yaşlılık da hata edebilir. Üstelik yaşlı insanlar korkunç kâbusları daha sık görürler.

Sonra gizli kurnazlıkla dedi:

-Dediğin gibi olsun, Asankaygı. İtil’den güzel Nehri, Sakistan’dan [8] da iyi bir yer bulabilirsen, halkıma oraya gitmelerini emrederim.

İşte büyük cırau da dönmüş. Bu kez tek başına değil de, sivridilli şeşen Jirenşe eşliğinde gelmişti. O ellileri geçmiş, ama tuygun gibi bembeyaz Asangaygı yanında genç şahin gibi duruyordu.

Büyük saygı ile karşıladı bozkırın sevilen adamlarını Canıbek. Önce o onların önünde eğildi  ve halhatır sordu. Mahsus misafirler için kesilen kısrak etinden yapılmış besparmak’ı yiyip, Canıbek’in küçük eşi Taydolla Hanım da gümüş kâselere kımızı koyduktan sonra, Canıbek dedi:

-Aksakal, demek siz Saray Berke’ye geri döndünüz. Demek, gitmek için koyduğunuz maksada ulaştınız? Yeni şehir kurabileceğim toprakları buldunuz mu? Demek ki, dünyada İtil’den güzel nehirler, Sakistan’dan güzel topraklar var, öyle mi?

Büyük cırau gözlerini indirdi, düşünceli  ve üzünlü görünüyordu.

-Soru sormakla acele etme, Han. Ben kendim nene gördüğümü, nerde olduğumu anlatırım, Asankaygı sustu. Yaşlı renksiz dudakları kıpırdıyorlardı. Sanki birşeyler fısıldıyor, ya da dua okuyordu.  Senin güzel şehrinde güneşe doğru yol aldım. Birçok gün sonra karşımda geniş, mavi ipek kurdele gibi bir nehir gördüm. Bu Nehrin adı - İrtiş idi. Onun iki tarafında yaşayan insanlar ‘’açlık’’ nedir bilmiyorlar. Çünkü o toprak yüksek  ve sulu çimenler büyütüyor, onları yiyen hayvanlar da, rutubetli yazın sivrisinekleri gibi çoğalıyorlar. Orası çok güzel bir yer, ama onun yakınlarında Çinler yaşıyor. Onlar da, senin büyük atan Cengiz Han kendi dokuz kuyruklu bayrağını yükselttikten itibaren bizim düşmanımız oldular.

Cırau kımızı yudumladı  ve devam etti:

- ve o an ben kendi atımı, etrafında durmadan yedi açık renkli kısrağın yürüdüğü, gecenin gökyüzüne dikilmiş olan Demir Kazığın [ 9] tarafına doğru çevirdim. Orada, Yesir [10] adlı güzel bir Nehri gördüm.  O yerde zayıflaşmış at altı günde şişmanlaşır, koyunlar ise, çimenlerin yüksek oldukları için, ayının sırtında yürüyen böceklere benzerler. Ama orada da şehir kurulamaz, çünkü etrafında ne orman var, ne dağ, topraklar da düşmanlar için açık. Atımı güney tarafına çevirerek, ben son kez cazip nehire, Yesir’e baktım. Adını Yesil - Hüzün Nehri koydum. O bana öyle gelmişti.

Han  ve toydan bulunanlar merakla dibliyordular Asankaygı’yı. Onlardan herkes cıraunun anlattığı topraklardan geçmişti: mavi İrtişi de, Yesir’in kıyılarını da görmüşierdi, fakat ihtiyar tanıdık yerleri türkü söyler, ya da masal anlatır gibi anlatıyordu.

-Sena ait toprakların güneyinde ben bir nehir daha gördüm- Seyhun Derya... Akışı hızlı  ve ürkütücü, sarı dalgaları koşan atlar sürüsüne benziyordu. İşte burası, yazlığa Kara Dağlara gidilirse,  yaşam için uygun oluduğu farkettim... Fakat şehir burda kurulamaz.

-Neden?-sordu Canıbek. - Oralarda düşmanlar nerden çıksınlar ki?

Cırau ağarmış başını salladı.

-Oralara düşmanlar hep gelmiş idiler. O topraklar sanki büyülü. Ataların dediklerine göre, uzun zaman önce oralardan güçlü Hunlar yaşıyorlardı. Seyhun-darya’yı iki boynuzlu Büyük İskender de ilgisiz bırakmadı, diyen Asankaygı durakladı. Senin atan Cengiz Han da tümenlerini Deşt-i Kıpçak’a o topraklardan geçirdi.

Oturanların hepsi başını salladı.

-Demek ki, ne Doğu, ne Kuzey, ne Güneydeki Altın Orda’nın görkemli şehrini kurabileceğim toprak yok, diye tebessüm etti Han. Saray Berke’de kalmak mecburiyetindeyiz...

-Koskoca İtil’in  ve muhteşem Yayık’ın suları kıyıları yıkayan bir toprak varsa, neden Han başka bir toprak arasın?-kaşlarını çatarak dedi Türe Biy.

Cırau dikkatle baktı ona.

-Acele etme... Sana bir bilmece soracağım. Onu bilirsen, senin bilge olduğuna inanır, sözünü dinlerim.

Biy alay eder gibi tebessüm etti. Asankaygı da bunu görmezden geldi. O ağır ağır ayağa kalktı  ve renkli halıyla örtülü odanın ortasına geçti. Etrafına baktı, halıya, ayakların önüne, kımızı içtiği gümüş kâseyi koydu  ve yavaş yavaş yerine geçti. Herkes sabırsızlıkla devamını bekliyordu.

-Bak, Biy. Halı - Altın Orda’nın toprakları, gümüş kâse de, bilge Canıbek Han’ın halkını yönettiği Saray Berke’dir. Sen halıya basmadan, Saray Berke’ye ulaşabilir misin? Düşün, Biy. Eğer de sen bana bunu nasıl yapılabileceğini söylersen, senin sözünü dinlerim.

Toplanılanlar bekleyerek Türe Biy’e bakıyorlardı. Bazılarının gözünde endişe, bazılarının da kin vardı.

Alçak alnını ter boncukları kaplamış, küçük gözleri hızlı hızlı dolaşıyordu. Sessizlik uzadı. Biraz daha bekleyerek cırau içini çekti  ve dedi ki:

-Hayır, sen asla bu bilmeceyi bilemezsin, diyerek herkese baktı. Belki de, aranızdan biri bunu bilebilir?

Karşılık olarak sadece sessizliği duydu. Biyler  ve emirler gözlerini kaçırıyordular.

-          Bekliyorum, dedi Asankaygı ve Hana baktı.

Canıbek ayağa kalktı.

-Kâseye ulaşabilirim...

Han duvara yaklaştı, halının kenarından başlayıp sarmaya başladı onu. Birazdan gümüş kâse elindeydi. Büyük Cırauya yaklaşarak ona kâseyi uzattı.

Asankaygı’nın yüzündeki ciddiyeti kayboldu.

-Şimdi sana neden şehrini devletin kenarında kurmamayı tavsiye ettiğimi anladın mı?

-Evet.

Canıbek yerine oturdu, Cırau ise Türe Biy’in tarafına döndü. O kas vetli  ve sinirliydi, yanaklarında kırmızı lekeler çıkmıştı. Daha önce biy böyle bir rezalet yaşamamıştı.

-Han’ın hüküm sürdüğü şehir, ona ait devletin kenarında bulunmamalı, çünkü er ya da geç, uygun fırsatı kollayarak aniden baskın yapabilecek düşman çıkabilir  ve Allah’tan başka kimse bundan sonrasını bilemez. Lidersiz kalan halk yok olur. Ama şehir Deşt-i Kıpçak’ın ortasında kurulursa, düşman görünmeden ona ulaşamaz, şehri fethetmeden önce, ona giden yollardan geçmeli, bu zaman içinde de Han kendi ordusunu toplayabilir, karşısına hazır olarak çıkabilir...

-Demek, Büyük Batu Han, diyerek Türe Biy ihtiyarın lafını kesti. Bayrağını İtil kıyısında yükselterek Saray Batu şehrini kurmaya başladığı zaman  Altın Orda’nın geleceğini düşünmemişti?

-Nedenmiş o, Cırau onu bağışlar gibi, tebessüm etti, sanki biyi değil de, küçük bir çocuğu dinlemiş. –Biliyordu. Batu sadece kısa zaman içinde onun kurduğu şehir yeni krallığın ortasında bulunacağına ümit ediyordu. Hayal ettiklerini gerçekleştiremedi, ama onun şanlı noyanların önderliğinde tümenlerin nerelere ulaşabildiklerini unutma. Saray Batu  ve Saray Berke bugün iki tohum misali kocaman tabağın kenarında bulunuyor ve her an düşebilirler. Asankaygı durakladı, yüzü ciddileşti, karışıkları daha da derinleşmişti. Çok yakınlarda, dağlarda saklı duruyorlar Orusut toprakları. Zaman gelir, zavallı civciv kartala dönüşür. Kim bilir, gün gelir de, Orusutlar bizim onlara yaptıklarımızın aynısını yapabilirler mi, dedi, Canıbek’e döndü  ve ona söyledi cırau: - Daha zamanın var, büyük Han’ım, dediklerimi düşün...

-Fakat düşmanlardan korunmuş, şehrimi inşaa edebileceğim bir yeri bulamadığını kendin söylemiştin.

-Ben böyle bir şey demedim, büyük Han’ım. Ben sadece Altın Orda’nın topraklarını doğu  ve batıda, kuzey  ve güneyde içirten nehirlerden bahsetmiştim. Aradığımı buldum. Bayrağını, bir zamanlar Cuci atanın karargâhı bulunduğu, Ulıtau dağının eteğinde yükselt. Bu dağlar Deşt-i Kıpçak’ın kalbinde, masallar diyarı Jeruyuk misali Sarıarka bozkırlarında bulunuyor. Oralarda, düşmanı durdurabilecek dağlar, sayısız hayvanları içirtebilecek nehirler  ve göller var.

Canıbek düşünmelere daldı. Yaşlı cırauya, koskoca Altın Orda’nın Han’ına, bozkırların kurdu misali taşralara sığınarak sakin hayatı aramak yakışık kalmayacağını nasıl anlatabilir? Onun başkenti sadece İtil’in kıyılarında değil, vazgeçimi imkânsız olan diğer Nehrin- Büyük İpek Yolu’nun kıyısında buluyordu aynı zamanda. Han karargâhını uzak Sarıarka’ya yerleştirirse, Altın Orda ne olacak? Evet, buralara düşman çok yakın, fakat Büyük İpek Yolu sayesinde Canıbek, sadece pahalı  ve değerli malları değil, Çin’de  ve Kırım’da neler olup bittiğinin, İran’ın neler planladığının, Osmanlı Türklerin atlarını nereye yönlendirdiğiin haberlerini de alıyor. Cırau Orusutlarla korkutuyor. Oysa onlar şimdi çok yakın  ve her an kılıçla korkutulabilirler. Buralardan gidilirse, onlar hemen dizginleri tutan Han’ın elinin zayıfladığını hissederler. Uzaktan atılan ok gücünü kaybeder, hedefi bile şaşar bazen.

Hayır. Asankaygı’nın tavsiyelerine bakılırsa, Orusut kralları, gerçekten de, birleşebilirler. İran artık korkmadan Kuzey Kafkasya topraklarını, Osmanlı Türkler de Kırım’ı ele geçirdirler. Bozkırlara, beslenmeye çıkan at yılandan korkmaz, çünkü çakmak gibi kuv vetli toynakları var. Altın Orda da güçlü  ve kuv vetli. Kimden korkacak ki? Yoluna çıkan herkesi tümenleri yok eder.

Üstelik hayattan saklanılır mı?  Zaman geliyor, bir devlet çöküyor, yıkıntılarında başka devletler kuruluyor. Güçlüler zayıflaşıyor, zayıflar güçleşiyor. Yaşlı cırau çok saf. Kim zamanı durdurabilir, kim Allaha karşı çıkmaya cesaret edebilir ki? Zaman, üzerine dizgin atılabilecek at değil,  Allah da ikna edilebilecek  veya tümenlerle ezilebilecek insan değil. Her şey oluruna varır.

Sessizlik uzadı,  Asankaygı’ya cevap  vermek gerekti.   ve Canıbek şöyle dedi:

-Tavsiyen için müteşekkirim, ata. Kalbime dokunabildiniz. Dediklerinizi mutlaka iyice düşünürüm...

Yaşlı Cırau’yu Han’ın kaçamak cevabı kalbini kırmış olduğu görünüyordu. Yüz ifadesi sertleşmişti. O Canıbek’i seviyor, ona iyilik istiyordu.

Bozkırın her kenarını dolaşarak, sürekli bir yerden bir yere göç ederek, Asankaygı Han’ın bilmediği, duymadığı şeyleri biliyordu. Kas vetli düşünceler geliyordu cıraunun aklına, kalbine de endişe girmişti. İnsanlar Türe Biy’in adını dillerden düşürmüyor, onu nerdeyse Han’ın adıyla eşleştiriyorlardı. Yaşlı cırau bu adamı çok iyi tanıyor, onun hırslarını  ve çakal kurnazlığını çok iyi biliyordu. Şimdi de o mağrur mağrur oturuyor ‘Tübe Biy’’ Mangili yanında, yanında oturması kurallara aykırı olmasına rağmen.

Mangili - yaşlı bir adam. O dikkatle her tarafa bakamaz, Canıbek’i tehlikelerden koruyamazdı bu halde. Onun için mi her işini Türe yapıyor acaba?

Asankaygı içini çekti, apır göz kapakları gözlerini kapadı  ve o sessizce konuşmaya başladı: - Taşa çok vurarsan kum olur. Zaman yıldan yıla zorlaşıyor, acımasızlaşıyor. Sinsi insanlarla o tahtını çevreler.

Mangili sarkık yaşlı dudaklarıyla bir şeyler çiğner gibi hareket etti, kah verengi derin karışıklarla kaplanmış yüzü, sanki cıraunun sözlerini duymamış gibi kayıtsız kalıyordu. Oysa, Türe yerinde huzursuzca kıpırdamaya başlamıştı.

-Asan ata, sinsice, iyi niyetli görünmeye çalışarak dedi o.Dediklerinizi anlamadık. Akıllı Han’ımız yanına sinsi insanları yaklaştırır mı hiç? Beyaz kuğu kargayla dost olmaz, kargaların arasında beyaz bir kuğuyu hayal bile edemeyiz...

Canıbek dikkatle cırauya bakıyordu. Yüzü gülüyor, gözleri ise kayıtsız  ve soğuk bakıyordu. Asankaygı böyle söylüyorsa, birşeyler biliyordur demek.

Cırau Han’la göz göze gelince,  gözlerinde küstahlık izi göründü. Sesi güçleşti, boğuklaştı, yaşlı kartalın çığlığına benzer oldu.

-Karga kuş değil,

Farelerin soyundandır o.

Kuğu korkusuz.

Dalgalar üzerinden geçiyor o,

Düşman dolu orası

Herkes ona karşı.

Vurup da kargaları,

Bir ezsek fareleri.

Hançerleri hizmetçiler keskinleştiriyor-

Yakınlarda felaket var,

Kuğu bunu bilmiyor

Dalgalarda yüzüyor.

Canıbek Türe Biy’in yüzünün nasıl solgunlaştığını, bakışında nefret nasıl parlayıp gergin bir tebessüme dönüştüğünü gördü.

Han sıkıntıdan kaşlarını çattı. Kötü şeyleri düşünmeye istemiyordu. Altın Orda çok güçlü, kendisi de kendini çok emin hissediyordu tahtında. Kim  ve nasıl bir kötülük yapabilir ki ona? Bu gelişte büyük cırau onun hiç hoşuna gitmiyordu. O Han’ın onun tavsiyelerine uymasını istiyordu. Bu Hanı tedirgin ediyordu. Asankaygı karga gibi kargış ediyordu. Bu yaşlılıktan olabilir belki? Canıbek lafı başka tarafa yönlendirmeye karar  verdi.

-Asan ata, sık sık hayatın anlamını düşünüyorum... Sizin aydın zekânız bana yardım etsin... Zamanında benim atam Cengiz Han dünyanın yarısını feth etmişti. Oysa başka biri gelip, aynısını yapsa, Cengiz Han’ın şöhreti ayın güneş ışığından söndügü gibi söner, adı gelecek nesillerin hafızalarından silinir... Şöhret bile ölümlü ise, zenginlik hakkında hiç bahsedilemez. O ellerde kir gibiyse, onu toplayıp biriktirme anlamı var mı? Elleri bir yıkadın mı, izi bile kalmaz. Dünyada ebedi olan ne o zaman?

Asankaygı oturanlara göz attı  ve:

-Han’ınıza nasıl bir cevap  verirsiniz, onun sadık hizmetçileri?

Bütün sohbetin devamında sessiz kalan Mangili canlandı  ve Cırau’ya döndü:

-Dünyada, bilmek istiyorsan eğer,

Akan sulardır ölümsüz,

Merdi venli dağlar,

Gökteki ay  ve güneş,

Temel olan topraktır ölümsüz...

Onun için tatsız bir konuşmanın, ateş gibi sönüp bittiğine, arkasından da kimsenin kubret atmadığına sevinen Türe Biy de devam etti:

-Ne kadar da doğru söylemiş ‘Tübe Biy’’... Herkes bir olup başlarını salladı, e vet der gibi.

Asankaygı gülümsedi:

-Sen ne dersin, Jirenşe, bıçak kadar keskin sözlü adam?

-Mangili biy çok güzel söylemiş, ama ben başkaca söylerdim:

-Buzlar kaplarsa suları,

Sular ölür.

Bulutlar kaplarsa dağları,

Dağlar ölür.

Güneş  ve ay ölüyor,

Dünyanın ucunda batarken.

Toprak bile ölüyor

Onu karlar kaplarken.

Hayatta her şey ölür,

Adı kalır insanın,

İyilikler yapanken...

 ve sanki Jirenşe’nin sözlerini devam eder gibi, sırtını doğrultup Asankaygı konuştu:

-Han, senin biylerinin

Aklı deniz kadar derin olsa,

Bakışları uçan kartalın kadar keskin olsa,

İyi bir tavsiye  verebilse onlar sana,

Halkın da isteklerini bir unutsa

Altın Orda’n ebediyen durur.

Adın senin ölümsüzleşir asırlarda.

Özbek Han’ın  vefat etmesinden yıllar geçti  ve o, Canıbek, Altın Orda’nın gücünü, zanginliğini  ve şöhretini olduğu gibi koruyabildi. Ama içinden bir şey ona, Altın Orda’ya göze görünmeyen bir tehlike yaklaştığını hissettiriyordu. Gitgide yakınlarından Moğol ürklü olanlar azalıyor, insanlar Cengiz Han’ın kurallarına gitgide daha az önem  veriyorlardı. Bir zamanlar feth edilen kabilelerden soylular tahta gizlice yaklaşıp, etrafını sarıyorlardı. Artık sarayda Kıpçaklara, Alşınlara, Kerelere  ve Naimanlara rastgelebiliniyordu. Hayatların tek sahibi  ve hükümdarları Cengizli Moğollar olan Cuci ulusu da artık yoktu. Yerel soylular arkasında kocaman bir güç vardı: Deşt-i Kıpçak’ta yaşayan kabileler  ve halkı. Bundan dolayı, onlar daha sık Han’ın işlerine karışıyor, tavsiyelerde bulunuyorlardı.

Evet, Mangili yaşlıydı. İşini çoktandır başaramıyordu artık, fakat Han onu değiştirmekle acele etmiyordu, çünkü Emirler Kurulu’mu Türe Biy’e destek  veriyor  ve ‘Tübe Biy’ olarak onun seçilmesini isterler. Canıbek, bu fikri ona, gizlice,  birinci eşi Tokay Toktı hatun  ve oğlu Berdibek de aklına sokmaya çalıştıklarını farkediyordu.

‘’Eğer Han ayıramıyorsa iyiliği  ve kötülüğü, sinsi insanlarla tahtını çevreler o...’’ Bunu Türe hakkında söylemiş bugün Asankaygı. Biy Berdibek’in etrafında ağını çoktan örüyor, arkadaşlarını da kendi kabileden bahadırları  ve bayları yaptı ona. Neden bunları yapıyor Türe? Tabi ki de, geleceğini düşünerek. Canıbek ebedi değil, onunla birşeyler olursa, Altın Orda tahtına, büyük ihtimalle, Berdibek oturur. Bu böyle, ama kendi ölümünü düşünmek istemiyordu o.

Han uzak, nerdeyse unutulan geçmişi hatırladı. Üç sene önce, yazlık için İtil’in orta akışı geçen yeri seçti. Yakınlarda Türe Biy de kalıyordu. İnsanlar çadırları kurarken, Canıbek sevdiği şahin ile kazlar avına, yardımcıları eşliğinde çıkmıştı. Yolculuk biraz uzadı, karagahına gece dönmüştü. Köye yaklaşınca, küçük bir ovada iki ata  ve onlara bakan genç adama rast gelmişti. Türe’nin hızlı atını kolayca tanıyabildi Han. Yiğite sormuştu o:

-Biy nerede?

O da korkudan titreyerek cevap  verdi:

-Bilmiyorum, büyük Han’ım. Yayan gitti köyünüzün tarafına...

Küçük eşinin Taydolla’nın çadırında kalarak, Canıbek yiğitlerine köyü tarayıp Türe biyi bulmalarını emretti. Aramalar sonuçsuzdu. Sanki yer yarılmış içine girmişti biy. Tek bundan sonra Canıbek, yiğitlerin onun birinci eşinin çadırına girmeye cesaret edemediklerini öğrenmişti. Ordaydı Türe.

Canıbek bunu önemsememişti. Türe’nin artık olgunlaşmış kadına âşık olduğu inandırıcı değildi, fakat birşeyler gerekti demek orda Türe’ye.

Daha sonra başka bir olay olmuştu. Tokay Toktı hatun, Türe’nin oğlu doğduğu sebebiyle yaptığı toya gitmiş, oradan da elinde, ona hediye edilmiş kaz yumurtası boyutunda altın külçe,  çoçuk yumruğu boyutunda da gümüş külçe getirdi. Bütün bunları Canıbek hatırladı  ve herşey yerine oturmuştu. Çoktandır Türe Biy Han’ın birinci eşini  ve oğlunu ikna edip kendi taraftarlarından yapıyordu. Demek Asankaygı haklıydı. Türe Biy tehlikeli olabilir, ona yeni makam  vermekte acele etmemek gerek. Altın Orda’nın güçlü vücudunda birlaç baş olmasına müsade edilemez, mümkün değil. Çünkü Cengiz Han’dan sonra olanlar gelir başlarına. Koskoca Moğol Hanlığı’nı çoçukları  ve torunları koyun deriyi kendine çeker gibi paramparça etmişlerdi.

Zayıflık gösterdin mi, yerli soylular, başlarında Türe Biy gibi birileriyle Han’ın elinin altından kayarlar. Şimdi Altın Orda barış içinde  ve sakin. Bunlar da ne kadar uzun sürse, o kadar dikkatli olmak gerek, o kadar ani olabilir felaket.

Huzursuzdu Altın Orda’nın etrafı. Fırtınalı denizde ada misaliydi o. Çatışmalardan kanlara batıyordu İran, Osmanlı Türkler komşularını kolaylıkla yeniyorlardı,  Ma veraünnehir’i artık Cengizliler değil, Mangitli, Barlaslı, Kanglı emirler yönetiyordu. Altın Orda’nın, gücü olan herkesin parça parça koparabilecek çürümüş deriye dönüşmesine izin vermemek gerekti.

 

***

 

Han ellerini açtı:

-Allah’ım, adaletini  ve merhametini göster!  Sadece sen Altın Orda’nın günlerini uzatabilirsin...

Asankaygı dikkatle mazarı inceliyordu. Yüksek mavi kubbe güneş nurlarından parlıyor, duvarlardaki beyaz Yesünler harika  ve gizemli yazılara benziyorlardı.

Canıbek de Cırau’nun yüzüne dikkatle bakıyordu. O onu buraya, Saray Berke’nin güneşin battığı tarafına, mazarı göstermek için bilerek getirdi. Asankaygı, Canıbek’in kendine inanılmaz güzellikte bir türbe inşaa ettiğini, onun eşi, benzeri bütün Deşt-i Kıpçak’ta bulunamayacağını herkese bildirsin diye. Han hayatta da, ölümde de büyük olmalı.

-Asan ata, mazarı beğendiniz mi?- dayanamadan sordu Canıbek.

İhtiyar cevap  vermedi  ve kambur kambur, yumuşak çizmeler içinde ayaklarını sürükleyerek mazara doğru ilerledi. Taştan merdivenden yavaş yavaş yeraltına indi. Ardından Canıbek  ve emirler geliyordu. Askerler meşaleleri taşıyorlardı.

Türbe, Han çadırı gibi genişti. Kırmızı taşla süslenmiş duvarlarında,  ateşten endişe edici gölgeler oynuyordu.

-Kimin için inşaa edilmiş bu mazaz, sessizce sordu Jitau.

-Dünyada ebedi olan insan yok, dedi Canıbek. Sesi boğuk geliyordu. Ben onu kendim için inşaa ettim.

-Yanlış yapmışsın, hüzünle dedi Asankaygı. Dikilmiş elbise giyilmesini ister, genç çağına gelmiş kız sevilmesini ister, inşaa edilmiş mazar...

Han ürpendi. Cırau, Canıbek’in mazarı inşaa ettikten sonra içinde doğan endişesini, korkusunu sanki duymuştu. Han bazen türbenin onu çağırdığını hissediyordu.

Canıbek, İslam dini, hayatta olan insana, önceden mezar hazırlanmasını iyi karşılanmadığını biliyordu.

-Hayattayken cesedimin nerede yatacağını görmek istedim, yorgun bir sesle dedi o. O, Asankaygı’yı buraya getirdiğinden pişmandı.

-Yanlış. Bâtıl  ve kibir. Yoksa sen, ölümünden sonra senden gelen neslin üstüne bir yığın taş dökmeyeceğini mi zannettin?                                                                           

-Nesil, acıyla itiraz etti Canıbek. Biliyorlar mı onlar ataların kemikleri nerede gömülü? Bunları akıllarda tutmak için vakitleri olmaz. Onlar taht  ve ser veti paylaşmaya başlarlar hemen. Kendiniz babanızın, Sabit’in mezarı nerede bulunduğunu biliyor musunuz, peki?

-Ben Han soyundan değilim. Ben biliyorum. Naaşı Kızıl Kum’da bulunuyor, mezarı da kumlara karıştı. Yapacak bir şey yok, Allah ne dilerse o olur. İnsan sürekli hareket eden kumları durduramaz.

Canıbek cıraunun sözlerini sanki duymuyordu.

-Batu’nun, Sartaka’nın, Berke’nin, Aksak Timur’un mezarları nerede? Çocukları mezarın yerine çamurdan bir baş taşı bile koymadılar. İtil’in dalgaları çoktan onların mezarlarını aştılar, kemiklerini de Hazar Denizi’ne götürdüler.

-Akıllı insan  vefat etmişlerin için kuru bir yer seçer, itiraz etti Asankaygı. Cuci Han’ın mazarı hala KaraHangir’de duruyor, dedi  ve durakladı o. Biz, göçebeler, atalarımızın mezarlarına her zaman baş taşlar koyamasak da, ölümün onları bulduğu yerde gömsek de, hayattayken iyilik yapanların isimlerini her zaman hatırlarız. Mezarlarda değil, kalplerimizde, hikâyelerimizde  ve türkülerimizde...

Cırau döndü  ve yeraltından çıkışa ilerledi.

Güneşin aydın ışığında insanlar göremiyordu. İtil’den, bebek avucu gibi yumuşak  ve sıcak rüzgâr geldi. Karanlık yeraltından sonra dünya başka bir güzel görünüyordu.

Bir el hareketiyle Han, onalar eşlik ede emirleri  ve noyanları durdurdu  ve cırauyla biraz yürüdü. Asankaygı ile başbaşa kalmak istedi, kimse onların konuşacaklarını duymasın diye.

Cırau aniden Canıbek’e dönüp baktı. Gözleri sert bakıyordu, Altın Orda’nın hükümdarından korkmadan.

-Halkın seni hatırlar mı diye soru soracaksın zannımca. Sana cevap  veririm. Sen, diğer hanlar gibi acımasız değildin  ve Deşt-i Kıpçak’ın barış  ve huzur içinde yaşamasını sağladın. Halkın, zamanında, seni ‘az-bilge Han’ olarak adlandırdı. Fakat bunlar eskidendi.

-Şimdi farklı mı davranıyorum?- kaşlarını çatarak Canıbek Cırau’nun lafını böldü.

Asankaygı bakışını üzerinden almadan dedi:

-Evet.

-Yargılanabilecek ne yaptım ki? Ben eski Canıbek’im.

-Hayır. Eski Canıbek adaletli olmaya çalışıyordu...

Büyük cırau sert  ve cesaret ile konuşuyordu. Boşuna ona ‘büyük’ dememişlerdi. Dürüstlüğüyle korkmama  ve düşündüğünü söyleme hakkını elde etti. Deşt-i Kıpçak’ta kimse ona el kaldırmaya, ya da hakaret etmeye cesaret edemiyordu.

-Ben adaletli değil miyim?

-Artık, her zaman değil.

-Öyleyse söyle bana, Asankaygı, nerede hata yaptım?

-Hatalarını saymak için Yaradan değilim, fakat bir tanesini, belki de en önemlisini söylerim. Neden alt ulusun emiri olarak Koşkarbay’ı koydun?

-Önceki emir, Abız, ulusu yönetemiyordu.

Cırau başını salladı.

-Sen bilmediklerinden eminsin... Abız iyi bir emirdi. Fakat onun, sen tahtının yanına oturttuğun bir düşmanı var...

-Kim o?

-Adı Türe Biy. Onların eski hesapları var. Sen de, bir tarafı, tilki adamı dinleyip, onun istediği gibi yaptın. Oysa sen, Han, Abız’a kendin terbiye  verdin, dürüst  ve sadık olmayı öğrettin.  ve bugün, onun gözleri kızgınlıktan yüzüne bakamıyorsa, bu senin suçun...

Canıbek itiraz etmeye istedi, ama Asankaygı ona fırsat  vermedi. Sesini yükselterek devam etti o:

-Olup bitenlerde bir yanlışın daha var. Halkın sayıp sevdiği Abız’ın yerine akraban sayılan Koşkarbay’ı koydun. O ondan önceki emirden ne daha akıllı çıktı, ne de başka bir özelliğe sahipti. Bundan dolayı, herkes bunu haksızlık olarak gördü. Kötü bir şey, iyi bin şeyi siler. Han’ın hata etme hakkı yok. Elbette, Abız emir olmadığı için ölmez, onu halkı seviyor  ve sayıyor. Üstelik kendisi de zengin.

Canıbek tedirgin olmaya başladı:

-Benim, Han olarak, istediğim ulusu, istediğim kişiye yönetmek için  verme hakkım yok mu? Üstelik Koşkarbay benim akrabam...

-Akraban olduğu için bunu yapmamalıydın. O hem akraban, hem de aptal... Kim böyle bir kararı adil  ve doğru sayar?

İkisi de sustu. Söyleyecek bir şey yoktu.

 

***

 

Beş defa İtilin alt akışından ılık rüzgârlar Deşt-i Kıpçak’ı saran beyaz kışın yorganını iritiyordu, beş defa büyüyordu bozkırlarda yüksek çimenler, Han sürüleri yavru  versinler, yumuşak sarı yağlı olsunlar diye. Eskisi gibi, Altın Orda’nın sınırlarından uzaktı Osmanlı Türkler, aralarında savaşıyordu İranlı emirler, sakindi Orusut Krallığın toprakları.

Maymun Yılında (1356) köye, Canıbek’in biricik oğlunun büyük toyuna, Altın Orda’da yaşayan bütün Cengizliler gelmişlerdi. Berdibek kızını İnnar Sübe Begim’i ünlü noğay biyin Hasan’ın otuz yaşındaki oğluyla, Mamay’la evlendiriyordu.

Toya, pahalı hediyelerle Kırım’dan, Azak’tan, Bulgar’dan misafirler gelmişti. Canıbek için en büyük mutluluk, toya onun öz halası Kunjak’ın, Moskova Knezi Yuriy Daniloviç’in dul karısının gelmesiydi.

Atını Han topraklarında bağladığından yirmi sene geçmişti. Kunjak altmışı geçiyordu. Kendisi iyi görğnse de, sağlıklı  ve hareketli olsa da, kim bilir ana topraklara onu bayram mı, yoksa yakın ölümü sezme duygusu mu getirdi?

Kunjak’ın Orusut topraklarına yolculuğu sıradışıydı. Salyangoz yılında, Altın Orda’yı Toktay Han yönettiğinde, Vladimir Krallığının tahtına oturmak için iki çok güçlü prens çatıştı: Tverli Mihail Yaroslavoviç  ve Moskovalı Yuriy Daniloviç. Her biri desten arıyordu  ve onun için Orda’ya gitmeyip de nereye gidebilirlerdi ki? Böylece, bir gün Saray Berke’de karşılaştılar.

İkisinden daha çevik Mihail Yaroslavoviç çıktı. Han onun dediklerine itimat etti, Yüriy Daniloviç’e ise bunlarla kabullenmek kalıyordu. İşte burada, Orda’da o genç kız Kunjak’ı, Özbek Han’ın kardeşini gördü. O zamanlar on beş yaşındaydı o.

Kırk yaşındaki prens kıza âşık oldu, Orda’yla da bağını daha da güçleştirmek için, cesaretini toplayarak Özbek Han’dan, Kunjak’ı kendine eş olarak istedi. Orusut topraklarda olup bitenlerini dikkatle izleyen, gü vendiği adamlardan Moskova’nın gitgide daha etkili olduğu öğrenen Özbek, isteğini kabul etti.

Aradan on beş sene geçti. Knezler arasında yine çatışmalar başlandı. Moskovalı Knez Mihail Yaroslavoviç’in Orda’yla dürüst olmadığını ıspatlayabildi  ve o zaman,  artık Han olan Özbek akrabasının tarafını aldı. Mihail Yaroslavoviç ihanet sebebiyle öldürülmüş, tahta da Yuriy Vladimiroviç geçmişti.

Ama Moskovalı Knez zaferinen yararlanamadı. Orda’dan döndüğünde onu Mihail Yaroslavoviç’in oğlu öldürmüştü. Moskova’nın knezi ondan sonra Kalita lakablı kardeşi oldu. Kunjak, dul kaldıktan sonra Orda’ya geri dönmeye istememişti. İki oğluyla beraber Moskova’da kalmış, ara sıra akrabalarına, İtil’in kıyılarına misafirliğe geliyordu.

İvan Kalita Özbek Han’ın kardeşine iyi davranıyordu. Onun saltanatı döneminde Moskova Knezliği güçleşti, sınırlarını genişletti. Altın Orda’nın sayesinde asi knezler kendine boy eğmelerini mecbur ettirdi.

İvan Kalita’nın seçtiği yol zordu. Boyarlar  ve küçük knezler onun eli altında bulunmayı istemiyordular,  o sert  ve acımasızdı. Ölümüne kadar düşmanların inadını kıramamıştı İvan Kalita. Moskova’nın tahtına oğlu Semyon oturduğunda, soylular, Aleksey Hvost önderliğinde ayaklandılar. Babası gibi, Semyon da itaat etmeyenlere karşı çok acımasızdı. Hatta kalmayı başaran düşmanlar yabancı memleketlere kaçtılar. Semyon, babasının mezarının başında ona yakın olanların toplanılmasını, onların ona sadık kalacaklarına yemin etmelerini emretti. Yaptıkları için ona ‘Gururlu’ lakabı taktılar.

Gururlu Knez olarak tanılıyordu, ama Orda’yla iyi anlaşıyor, Saray Berke’yi pahalı hediyelerle ziyaret etmeyi unutmuyordu. Litvanya Moskova’nın güçlenmesinden endişelendiğinden Canıbek’i Semyona karşı kışkırtmaya çalıştığı zaman, Semyon Hanı onun en büyük düşmanları Orusutlar değil de, Litvanya olduğuna inandırabildi.

Yılan Yılında (1353) Semyon aniden  vebadan  vefat etmişti. Yerine kardeşi İvan geçmişti. Yeni knez Orda’ya itaat etmekte acele etmiyordu. Bu durum Canıbek’i rahatsız ediyordu. Kunjak tam zamanında gelmişti. Han, İvan’ın neler planladığını  ve ileride ondan neler beklenilebileceklerini öğrenmeye istiyordu ondan. Kunjak, İvan’ın Orda’ya karşı kötü bir niyeti olmadığını anlatıp, Canıbek’i sakinleştirdi.

Şimdi de sık sık ticaret gemileri Karadeniz’de durduran Osmanlı Türklere endişeyle bakıyordu Han. En büyük tehlike yakın olduğunu hissediyordu. Maveraünnehir’de yerli Türk kökenli emirler güçleşiyor, on yedi yaşındaki Aksak Timur  kılıcının ne kadar sağlan olduğunu deniyordu...

Altın Orda’nı kuzey-doğu tarafları huzursuzdu. Mavi Orda’nın kurucusu Orda Han’ın torunları Canıbek’e itaatsızlığını ilan etmek için fırsat kolluyordular. Aralarında en gayretli emir Urus’tu.

Kimsenin gelecekten haberi yoktu, insan yarını göremezdi. Torununun, Hasan Biy oğlunun Mamay ile düğününü kutlarken, Han, bu zayıf, şahin burunlu, şaşı gözlü genç on sene sonra Altın Orda’yı ekmek gibi ikiye bölüp son darbeyi vuracağını aklından bile geçiremezdi. Canıbek nerden bilebilirdi ki, Mamay’a eşlik eden yiğitlerin zamanla onun sadık taraftarları olup da sinsi planını gerçekleştirmekte ona yardım edeceklerini?

Han toyda otururken,  kayıtsızca geniş omuzlu, yeni çıkan bıyıklı Hazvin’e, ciddi görünen Kara Bakaulı’ya, genç Cırau Azu’ya bakıyordu. Onların hepsi gençti  ve şöhrete, zanginliğe sahip olmak için herşeye hazırdılar. Pahalı hediyelerle dolu, doksan de veli kervanın başında, Mamay’ın babası Hasan Biy geldi toya.

Berdibek de, Han’ın kendisi de biyi saygıyla karşıladılar. Altın Orda’da yaşayan milletler kimi onun başı, kimi kuyruğu olsa, Kıpçaklar va Noğaylar onu iki kanadydı. Bir felaket olursa, kanadın biri kırılırsa, Orda bir daha asla yükselemez, güçlü olamazdı. Herhangi vahşi hayvan: koşan ya da sürünen onu yiyebilir.

Toy yedi gün sürdü.  Koyun eti dolu kazanların altındaki ateşler yanıyor, beyaz köpüklü kımız nehirler gibi akıyordu. Türküler bitmiyordu. İleride cırau olacak iki genç: Azu  ve Mahmud Deşt-i Kıpçak’ı  ve onun cesur askerlerini övüyordular.

Herşey, bozkırlarda gelenek haline gelmiş şekilde gelişiyordu: at yarışları, en güçlü savaşçılar arasında güreşler. Zamanı gelince de, genç Mamay’ın kervanı Azak taraflarına gitmişti. Geleneğe göre, kervan doksan de veden oluşuyor, her de ve, Berdibek’in damadına  veren pahalı hediyelerle yüklüydü. Mamay’ın genş eşi altınlarla süslenmiş eyerin üzerinde oturuyor,  beyaz atı onun kıyısız bozkırdan hafif hafif adım atarak götürüyordu.

Birkaç günden sonra, kendi kervanıyla Orusut topraklarına Kunjak da yol aldı. Canıbek ona çok hediyeler  vermişti, ama en büyük hediye, Canıbek’in ona, cariyesinin doğurduğu iki oğlunu  vermesiydi.

 

***

 

Caminin içi karanlık  ve serindi. Yükselişte duran Şeyh Muhittin Berday  güzel sesiyle dua okuyor, hutbeyi geçiriyordu Han için.

Canıbek şeyhi dikkatle dinliyor gibiydi, ama dediklerinin yarısı girmiyordu kulağına. Belki de, onun için okunan dualara alışmıştı, belki de ona başka birşey engel oluyordu. Uzun boylu, mavı gözlü, karalar içinde gümüş ipler gibi ağarmış siyah sakallı, yeşil ipek çapanda, başında mavi türbanlı şeyh çok güzeldi. Han ona bakıyor, Muhittin Berday’ın kaderini düşünüyordu. Şüphesiz, bir tek Allah devletlere  ve insan kaderlerine kadir olandır.

Hülagû torunlarından sonuncusunun, İlhan Ebuseit’in ölümünden sonra İran’ın kuzey tarafının yarısı emir Çopan’ın eline geçmişti. Şimdi oralarda onun torunu Melik Aşraf hüküm sürüyor. Halk emirlerin acımasızlığına alışıktı, fakat bu emir sadece sıradan insanlara değil, herkese karşı acımasızdı.

İHanetten şüphelense, yerlere soyluların kafaları yuvarlanıyordu. Sık sık Müslüman din adamlarının da.  Allah’a inanıp, kendierine de gü venip İran’dan âlimler  ve şeyhler kaçmaya başladılar. Ünlü hoca Şeyh Ganci Suriye’ye kaçmış, hoca Sadreddin Ardabili Gilan’a sığındı, İslamın dayanaklarından biri sayılan Muhittin Berkay Altın Orda’da, Canıbek’te sığınak buldu.

Zor günler başlamıştı İran’da. Han bunları Saray Berke’ye Tebriz’den, Serdahsa’dan, Baleykena’dan, Berdı’den, Nahçıvan’dan gelen tüccarlardan öğrenmişti. Onların her biri Hanı Melik Aşraf ile savaş başlatıp, en azından Arran  ve Şirvan’ı eline almasını ikna ediyorlardı. Aynı şeyleri sürekli üçüncü karısı, Şirvan’ın emirinin kızı Anuşirvan Hatun da söylüyordu Canıbek’e. Onlar beraber on beş sene geçirdiler. Anuşirvan Canıbek’e ne kız, ne erkek çocuğunu doğurmamış olsa da, Han onun çadırında kalmayı pek se verdi...

Canıbek’in düşüncelerini sessizlik böldü. Şeyh duayı bitirmişti  ve gözleri yarım kapalı, uzun ince parmaklarıyla tesbih çekiyordu.

-İnsanlar, sessizce başladı şeyh. Buğün size, duadan sonra  verilmesi gereken nasihatı  vereceğim. Acı  ve umutsuzluğumu belirtmek isterim. Onu Altın Orda’nın hükümdarı, güzel Hanı’mız Canıbek de duysun, artık Muhittin Berday’ın gözleri açıldı ve hızlı hızlı camide toplanılan insanların yüzlerinden geçiriyordu bakışlarını. Din kardeşlerimiz, gözlerinde yaş  ve duayla sana sesleniyorlar, büyük Han’ım! Onları kurtar! Onları Melik Aşraf’nın kılıcından kurtar.

Camiin için o kadar sessizdi ki, sanki içinde hiç kimse yoktu.

-Söyle, seni dinliyorum, şeyh.

Muhittin Berday ellerini semaya açtı:

-Ey, büyük Han, Melik Aşraf’ın, annesini köleliğe satan bebeğin isyanını duy, emirin, sevgilisini ölümüne kırbaçlanmasını emrettiği için ağlayan genç kızı duy. Senin akraba olduğun Şirvan’ı karanlıklar sardı. Karanlığın şeytanı Melik Aşraf Arran’ı kanlar içinde boğdu.  İran’ın üzerinde şiddetin kara bulutları duruyor, adalet güneşi onların arkasında kayboldu.  Bir zamanlar  verimli olan topraklar boşalmış, bahçeler solmuş, araziler otlar ile kapanmıştı, çünkü onlara bakan, sulayanlar, hayatlarını kurtarmak için buralardan kaçmışlardı. Müslümanın kalbi bütün bunlara kayıtsız kalamaz! Eşini, Anuşirvan Hatun’u almak için oralara gittiğinde güzelliklerine hayran kaldığın genç kızlar, şiddetten yaşlı kadınlara benzemiş: yüzleri karışıklıklar içinde,  kalpleri keder dolu.

Camidekilerden biri sessizce ağlamaya başladı. Şeyh’in gözünde de gözyaşları göründü. O bakışını Canıbek’ten çekmiyordu.

-Kara bulutları  ve evsiz kalan insanları görürken, taştan bir kalp bile kayıtsız kalamaz. Ah, İran’ım, mutsuz toprağım benim!

Canıbek dudağını ısırdı. Şeyh güzel konuşmaya ustaydı. Gelip, kalplerin tellerine dokunabiliyordu.

Senin baban, Özbek Han bilge bir adamdı, dedi o Canıbek’e. Gençliğimden bir olayı hep hatırlarım. Onun İran’a yaptıüı seferlerinden birinde askerleri Berdan Kulesi’ne yerleşmişlerdi. Han, huzuruna üç en ünlü âlimlerin getirilmesini emretti  ve onlara sordu: ‘Dünyada en önemli şey nedir?’ Âlimlerden biri: ‘En önemli şey zenginliktir. Zengin olursan, bütün insanların üstünde olursun. Onlar senin her isteğini yerine getirir. Altın saray istYesün, kurarlar, denize, mücevherleri bulmak için yollasan, bulurlar insanlar’, dedi. Diğeri: ‘Dünyada en önemli şey çocuklarındır. Kime zenginliğini bırakırsın, ne kızın, ne oğlun olmazsa?’, demişti. Üçüncü âlim de: ‘Zenginliğin de boş olur, çocukların da mutlu etmez seni, Allah sana mutluluğu  vermediyse’, dedi.

Babanın âlimlere dediklerini hatırlıyorum. O dedi ki: ‘Zenginliğin - elindeki buz parçasıdır. Neslin-hayatta bıraktığın bir izdir sadece. Mutluluk da, genç kıza benzer: gözünü dört aç, yoksa biri onu kaçırır. Dünyada en önemli olan şey biziz, bizden sonra dünyada kalan amellerimiz’. Özbek Han çoktan dünyayı terk etti, fakat onun, Altın Orda’nın şan  ve şöhretini yükseltmek için işlediği amelleri herkes hatırlar.-Şeyhin sesi yeniden güçleşti. - Sen, Canıbek Han, onun yerine geçtin  ve amellerinle babanın adını lekelemedin. Sen çok adaletlisin, ama seni Altın Orda’da olup bitenlerden başka hiçbir şey ilgilendirmiyor. Oysa din kardeşlerin acı çekip, senin yardımını bekledikleri Arran  ve Şirvan da var.  Sen onları Melik Aşraf’tan kurtar diye Allaha yalvarıyorlar. Allah semada, sen yerdesin. Babanın dediklerini hatırla: ‘Dünyada en önemli olan şey biziz, bizden sonra dünyada kalan amellerimiz...’’ Şanlı ordunla çık  ve karanlığın şeytanı Melik Aşrafı cezalandır... Senin bu amelini Müslümanlar unutmaz...

Caminin içi sessizdi. Herkes Han’ın cevabını bekliyordu. Ama Canıbek susuyordu. Şeyh, Altın Orda’nın gururlu hükümdarı adaletli  ve Hz. Peygamberin sadık takipçisi görünmek için, hemen onun dediklerine tepki  vereceğini zannetmişti.

-Biliyorum, herkes Melik Aşraf’tan korkuyor, Han’ın özsaygıya dokunmak ister gibi dedi Muhittin Berday. Ama emir sadece leş yiyen çakaldır... Altın Orda’nın Han’ı ise, kükremesi yarım dünyayı korkuya sokan aslandır...

Yine de cevap  vermedi Canıbek. Herkes ona bakıyordu. Hala yükseklikte durmaya devam eden şeyhin uzun figürü kamburlaşıyor  ve buruşlaşıyordu.

Canıbek aniden başını kaldırdı  ve herkese keskin bakışla göz attı:

-Görevimi yerine getireceğim, Allah’ın cezalandırıcı kılıcı olacağım... Şanlı askerlerim  Arran’ın  ve Şirvan’ın topraklarından geçecek...

Han döbdü  ve camiden çıkışa ilerledi hızla. Ardından maiyeti de çıktı. Türe Biy biraz durakladı  ve Berdibek’in kulağına fısıldadı:

‘’Vaktin yaklaşıyor, Berdibek oğlan. Bu sefer nasıl neticelendirilirse neticelendirilsin,  biy, Berdibek’in alev bakışından gözlerini kaçırarak sustu.

Berdibek Türe’nin dediklerini duymamış gibi başını çevirdi, dudakları sessizce fısıldadı:

-Ne olursa olsun...

 

***

 Canıbek, Altın Orda’nın uluslarında dağılan askerlerini bir araya getirmek kolay olmayacağını biliyordu, bundan dolayı, bu işi oğlu Berdibek’e emanet etmişti. O, bir ay içinde Saray Berke’nin duvarlarında, uzun  ve zor sefere hazır olan tümenleri toplamalıydı.

Altın Orda, rahatsız edilmiş kovan gibi vızıldıyordu. Savaşları sevmeyen, çatışmaların sarhoş edici mutluluğu tanımayan Canıbek hazırlıklara karışmamaya çalışıyordu.

Derbent Kapısı’nı geçerek, Altın Orda siyah azgın su akışı gibi Şirvan yöneldi. Savaşı açmadan önce, Canıbek Melik Aşraf’a adamını şu sözleri iletmek için yollamıştı: ‘Hülagû’nun İlhanlığı Cengizlilere aittir. İran’ı terk et  ve hayatta kalırsın’.

Emir dagururla: ‘Buranın tek sahibi var, o da benim’, diye cevap  verdi.

Bu sırada Şirvan  ve Arran topraklarında hava bozulmuştu. Rüzgâr Hazar Denizi’nden sisi getirmiş  ve o gri örtüyle vadileri  ve dağları kapadı. Canıbek bundan yararlanarak, orduyu Bişkin’den Berzent’e, Ardabil’e  ve Seroh’a doğru geçirdi. Ay ve  ve Şerebyan şehirlerin yanında Han durmalarını emretti tümenlerine.

Önden gönderilen askerleri, emir Muhammed Kuli  ve Şeraf Derbana önderliğinde bulunan Melik Aşraf’ın ordusu Ucan Kale’nin yanında toplandı.

Savaş için herşey hazırdı, ama birdenbire yere şiddetli yağmur yağdı, kocaman dolu taneleri de kamp çadırlarını delik deşik etmişti. Ancak sabaha karşı rüzgâr bulutları götürdü  ve dünyaya yorgun, kırmızı güneş baktı. Küçücük dereler şiddetli nehirler haline geldiler, Melik Aşraf’ın ordusu da geri çekilemez bir durumda kalmıştı.

Altın Orda’nın askerleri düşmana saldırdılar. İranlılar sonuna kadar direndiler, fakat çatışmaların ikinci gününde etrafları sarılmış, kurtuluş yolu kalmamıştı. Kaçış yolu yoktu.

Şenb-Bazanı Kulesi’nde saklanıp, savaşın neticesini bekleyen Melik Aşraf bunları duyar duymaz, bin beş yüz de veye  ve dört yüz eşeğe ser vetini yüklenilesini emredip, Sandabad tarafına doğru yol aldı. Ama gücü kaybedenlerin başlarına gelenler gelmişti onun başına. Emir’e yakın olan muzallimler onu yakalayıp, ser vetini aralarında bölüşüp, ou  ve ailesini Canıbek’e teslim etmişlerdi.

Han, Melik Aşrafı cezalandırma emrini  vermişti. O zaman yerli soylular  ve din adamları ondan, fenh edilmiş Arran  ve Şirvan topraklarını Berdibek’in yönetimine  vermesini istemişti. Bu istekleri Canıbek için de uygundu. Oğlunun karargâhından uzaklaşmasından daha iyi ne olabilirdi ki? Altın Orda’nın kenarında oturup, istediği gibi hüküm sürsün. Kâbusu yeniden hatırlamıştı. Onun gerçekleşmeyeceğinden artık emin olan Han, Kıpçakların kâbusun tilki pisliğiyle kıyasladıklarında ne kadar haklı olduklarını düşündü.

Büyük ganimet  ve Melik Aşraf’ın güzel kızı Sultanbakıt ile döndü Saray Berke’ye Canıbek. Kendini rahat  ve huzurlu hissediyordu Han. Hatta, bir kâbus gördüğü için türbesinin yok edilmesini emrettiği için pişmandı.

***

Boşuna pişmanlık duyuyodu türbe için Canıbek. Kâbusu hiçte tilkinin pisliği değildi. Kader ağlarını atıyorsa, er ya da geç seçtiği kurbanı tutar. Kaderin önünde Han da bir, sıradan asker de.

Seferden altı ay sonra, avdan üşütüp, Han hastalandı. İlaç için kullanmadıkları ot kalmamıştıştı tabiblerin, ama durumu kötüleşiyor, gitgide daha sık kendini kaybedyordu o. Orda’nın bütün gücü Türe Biy’in eline geçmişti. Han’ın bir daha yere basıp, eyerine oturmayacağından emin olan Türe, Berdibek’e elçiyi gönderdi şü sözlerle:‘Zamanın geldi’.

Müslümanlara yakışır şekilde Türe, efendisinincesedi  ve ruhunu düşünerek, eski türbenin yerinde yenisinin inşaa edilmesini emretti.

Canıbek’in son günlerini yaşadığından kimsenin şüphesi yoktu. Yakında, gecenin yarısında, biyin kapısını, Şirvan’dan on sadık askeri eşliğinde gizlice gelen Berdibek çalmıştı.

Ama Yaradan sanki karşıydı Han’ın oğlunun planlarına. Bu sabah Canıbek, kaç gündür süren hastalığın devamında ilk kez kendine geldi  ve başını yastıktan kaldırdı.

-Yarın emirler toplantıya gelsinler, - dedi o.

Han’ın ne diyeceğini kimse bilemezdi. Hizmetçisi kulağına Saray Berke’ye Berdibek’in geldiğini fısıldadı. Han, oğlunun iyi niyetle gelmediğinden emindi. Yoksa, neden saklansın ki?

Canıbek birinci eşinin, Berdibek’in annesi Tokay Toktı Hatun’un yanına çağırılmasını emretti.  Ona süpheyle bakarak, hastalıktan kansız kalan dudaklarını zorla harekete getirerek sordu:

-Oğlun nerede? Neden onun Orda’ya geldiğini söylemedin?

Yaşlılıktan şişmanlayan, çirkin bir kadın duruyordu Han’ın önünde,  o bir zamanlar ona âşık olduğuna, tenini okşadığına inanamıyordu. Kadının gözleri boştu ve Canıbek, onun için artık çoktan yok olduğunu anlamıştı. Bundan dolayı, Tokay Toktı Hatun oğlunun gelmesinin gerçek maksadını bilse de söylemezdi.

-Git, diye emretti Han.

Kadın sessizce odadan çıktı.

-Türe biy gelsin, emretti o.

Biy her zamanki gibi yanındaydı  ve hemen girdi odaya.

-Belki sen söylersin bana Berdibek’in Saray Berke’ye niçin geldiğini, dedi Han. Canıbek’in dudaklarında bir sırıtma göründü. SöylYesüne...

Türe’nin yüzü bembeyaz olmuştu. Berdibek onun evinde saklanıyordu  ve eğer Han bunu öğrenirse kafasını uçurtur.

-Haberim yok, hükümdarım, ama eğer...

Canıbek elini salladı  ve:

-Kötü köpek! Git  ve herşeyi öğren...

Türe heme hasta Han’ın odasından fırlayıp çıktı. Kementin döngüsü sıkıştı. Harekete geçmek gerekti, aksi takdirde geç olabilir. Biy, biraz ertelerse işi, ne olacağını iyi biliyordu. Yağdan parlayan yüzün üzerinde iri iri ter boncukları çıkmıştı. Eyere tırmanıp, atı kırbaçlayarak evine gitmişti.

Çok yakında, Berdibek  ve on askeriyle saraya dönmüştü Türe. Gardiyanlar yollarından saygıyla çekildi  ve odaya geçmelerine yol  verdiler. Biy Canıbek’in odasının kapılarını tekmeyle açtı. Yüzü solgun  ve kararlıydı.

-Büyük Han’ım, oğlunuzu getirdim,dedi  ve olgun dudaklarında haset bir gülümseme göründü.

Canıbek yatağa oturarak kaşlarını çattı. Gözleri test eder gibi Berdibek’e bakıyorlardı:

-Orda’ya beni uyarmadan neden döndün?

Berdibek babasının önünde, ondan özür dileyecek gibi eğildi  ve ansızın ellerini uzatarak onu boğazından tuttu. ‘Tıpkı kâbustaki gibi’, - düşündü Canıbek. O, oğlunun yapışan parmaklarından kurtulmaya çalıştı, ama başaramadı.

Son gördüğü şey, sanki duman içinde, net olmayan büyük cırau Asankaygı’nın yüzüydü...

Berdibek ayağa kalkınca, babasının hareketsiz vücudundan uzaklaşınca, sakin  ve sessiz Türe onun yerine geçti. O, bereleri gizlemek için Canıbek’in boynunu beyaz mendille sardı, sağ elin işaret parmagıyla çukurlarından çıkan gözlerini gözkapaklarıyla kapadı.

-On altı sene adaletli hüküm sürmüştü Hanı’mız... Ruhu şadolsun, diye mırıldadı Türe Berdibek’e bakmadan bile. Sonra da odayı terk etti.

Kapıda  vezirler, emirler, bekler duruyordu.

-Altın Orda’nın büyük Hanı, şahlı Canıbek  vefat etti, dedi biy. O havasızlıktan öldü. Hasta akciğerlerine hava yetmemişti.

Toplanılanlar başlarını eğdiler.

-Dünyayı terk ederken, Han’ımız tahtını Berdibek’e vasiyet etmişti. Bunu Han’dan duydum  ve buna ben, Altın Orda’nın yeni ‘Tübe Biy’i’ - Türe şahidim.

-Yaşasın Berdibek! Hayatı uzun olsun, diye emirlerden biri bağırdı.

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Boşuna Canıbek Han son günlerini endişe içinde geçirmişti. Zamanında koskoca, şimdi de çökmüş olan, kırık bir aynaya benzeyen Moğol Hanlığın her tarafında Türkler güçleşiyordu. Daha demin, Cengiz Han’ın tümenleriyle ezilip, Hana itaat edip, onlar kendi emirlerini makamlara yükselterek, gücü ellerine almaya çalışıyorlardı.

Osmanlı Türkler ellerine Akdeniz  ve Karadeniz topraklarını geçirmişti. Türk kabileler, gitgide daha ısrarla Altın Orda’nın Hanlarına kendi dediklerini yaptırttıyorlardı. Cangiz Han’ın torunlarının itaatından ilk Çağatay ulus çıkmıştı. Doğu Türkistan, Maveraünnehir  ve Yedisu Bölgesi’nde Türkler hükmediyordu. Etkileri özellikle Maveraünnehir’de hissediliyordu.

Zamanında, her Cengiz Han’ın torunu gibi, Çağatay’a da babasından miras olarak aileleriyle birlikte dört bin Moğol asker geçmiçşti. Askerler Calair, Barlas,  Kauçin  ve Arlat kabilelerin temsilcileriydi. Calair kabilenin köyü, Hocent şehrin yakınlarında, Seyhun Derya kıyılarında yerleşiyordu. Yıllar sonra kabilenin bir kısmı Yedisu Bölgesi’ne,  Aksu Nehrin vadisine, Alakol gölüne göç etmişlerdi. Barlaslar kendileri için Şahrizabz’ın yakınlarındaki Kaşkaderya’dan Cizak’a kadar bozkırları seçtiler. Arlatlar  ve Kauçinler Ceyhun Derya’nın kılarında yerleşmişlerdi.

Yıllar geçiyor, şartlar bu kabilelerin birleşmelerini mecbur bırakmıştı. Kabilelerin emirleri, ataları Cengizlilerle aynı şekilde bu toprakları feth ettiklerini iddia ederek tahta göz koymuşlardı. Soylular arasındaki munakaşalar yüzünden, Seyhun Derya’nın doğu kıyılarının, Yedisu Bölgesi’nin  ve Doğu Türkistan’nın toprakları harab oldu.

Eskiden Çağatay ulusu olarak adlandırılan topraklarını Cengizlilerden gelen derviş Halel, yönetmeye başladığında, müşlümanların etkisi büyüdü, Moğol göçebe kabilelerin üzerine ise onun öfkesi yağıyordu.

Moğollar böyle bir duruma kabullenmeyi istemiyorlardı. Maveraünnehir’den çıkıp, bir zamanlar Çağatay’a ait olan topraklarında onlar, ileride Moğolistan olarak adlandırılacak, Manglay Sube[11] adlı Hanlıklarını kurmuşlardı. O, Yedisu Bölgesi’nin güney kısmından, İssık-Kulya topraklarından, Doğu Türkistan’ın Kaşgar  ve Kuça şehirlerden oluşuyordu.

Kazan Han’ın ölümünden sonra, Moğol Beki Bolatşı, Kulçi şehrinden Aksu’ya, Moğol emirlerinden birinin oğlunu, on yedi yaşındaki Tuluk Temür’ü getirmişti. Fakat Bolatşı, delikanlının Tuba’nın oğlu Emel Hoca’dan doğduğunu  ve Cengiz Han’ın torunu olduğunu söylemişti. Daha önce onun ismini kimse duymamış olmasının sebebini bek, Tuluk Temür’ün babasının Emel Hoca’nın ölümünden birkaç ay sonra doğmuş olmasıyla açıklamıştı.

Moğol emirler Bolatşı’nın hikâyesine inanıp inanmadıklarını kimse bilmiyordu, fakat Cengiz Han’ın torununun ortaya çıkması onlar için çok uygundu. Onlar Tuluk Temür’ü beyaz keçenin üzerinde yükseltip, onu Manglay Sube’nin Hanı olarak ilan ettiler.

Tuluk Temür bekledikleri gibi çıkmış. O sert bir Han’dı.

Türk emirlerin arasındaki munakaşalardan yararlanarak, o yeniden Maveraünnehir’i kendi kanadı altına aldı.

Kaderin neler hazırladıklarını, kimin yolları  ve nerede kesişir kimse bilmiyordu. Kader mi, yoksa durum  ve koşullar mı veya zaman mı bu yıllarda Ma veraünnehir’de birbirine benzemeyen, farklı he vesli insanları: asi Akberen’in oğlu Asığat’ı, âlimi Ardak’ı  ve Aksak Timur’u bir araya getiren.

Üvey annesi Bubeş’in öldüğünde, Asagat üç yaşındaydı. Anne  ve babasının izleri, onların  Yedisu Bölgesi’nde kaçtıklarından sonra Doğu Türkistan’ın vadilerde kaybolmuştu. O zamanlarda fazlasıyla Altın Orda’nın yollarında gezen hırsızlar  ve serseriler çetesi yetimi bulup, onu Harezmşah’ın köle pazarında çocuksuz kervanbaşıya sattılar.

Böyle başlamıştı Asagat’ın yeni hayatı. Çocuk biraz büyüyünce, kervanbaşı onu yanına alıyordu  ve o Kaşgariya’yı, Kuşcu’yı, Altın Orda’nın başkenti Saray Berke’yi  ve birçok başka şehirleri görmüştü. Yirmi beş senedir Asagat kervanı tek başına Büyük İpek Yolu’ndan İran  ve İrak’a sürüyordu.

Bür gün, Bağdat’a sürülen köleler arasından o, açık renkli saçlı, mavi gözlü on yaşlarında bir çocuğu görmüştü. O bitkin bir haldeydi, kervanın ardından zor gidiyordu  ve sonuna kadar gidemeyeceği belliydi. Asığat zengin biri değildi, ama sahibi çocuğu ona satmasını ikna edebilmişti. Çocuk Orusut çıkmıştı, adı da Arseniy idi.

Bağdat’ta, belli bir ücret karşılığında, Deşt-i Kıpçaklı molla ile anlaşarak, Asığat Arseniy’i eğitim almak için medreseye  vermişti. Onun kim olduğunu  ve nerden geldiğini gizlemek için, çocuğa ismine benzeyen yeni bir isim  verdiler - Ardak.

Aradan yıllar geçti. Ardak çok akıllı bir çocuk çıkmıştı. Zekâsı hızlı  ve sivriydi. O kolayca sindiriyordu akıllı, bilge kitapları. Bağdat’a kervanla geldiğinde, Asığat Ardak’ı ziyaret ediyordu. Çocuk çoktan delikanlı olmuştu. O Arapça  ve Kıpçakça, Müslümanların Kutsal Kitabını ezbere biliyor, astronomi  ve matematik kitaplarını okuyordu.

Kıpçakların bir sözü vardı: ‘Felaketin kırk yüzü var’. Asığat’ın başına da bir felaket gelmişti. Kervanını hırsızlar basmıştı. Malları alıp, tüccarı öldürüp, hayatta kalan binicileri  ve kervanbaşıyı köle pazarında satmışlardı.

Asığat ucuz kurtulmuş sayılır. Onu Bağdat’tan biri satın aldı. Ardak bunları öğrendiğinde kederi sona ermiyordu. Genç âlim çok bilgiliydi, ama böyle insanların, hayatta her zaman olduğu gibi, hiç parası yoktu. Geri satın alamazdı onu, bunun için kaçmaya karar  verdiler.

Deşt-i Kıpçak’ın yollarını iyi bildiği için, Asığat sayesinde onlar takipçilerden kurtulabildiler.

 

***

Sevindirmeyecek bir şey gördü âlim Fergana vadisinde. Şehirler boş, esnaf dükkânlarını bırakıp dağıldı, çarşılar insansız kalmıştı. Alanlara bakan çiftçiler, Türk çobanları tarafından oturdukları yerlerinden kovuldu, daha dün buğdayların yeşillendiği, pamuk çalıların büyüdüğü yerlerde koyun sürüleri yürüyordu. Göçebelerin geniş alana ihtiyaçları vardı. Yetki de onların tarafında olduğu için, onlar yollarına çıkan herkesi yok ediyorlardı.

O zaman da, Ardak Semerkand’a yol almıştı. Ama burası da sakin değildi. Maveraünnehir’in bütünü, su kaynamaya başlayan kazana benziyordu. Çağatay torunları  ve Türk emirleri arasında kanlı  ve acımasız çatışmalar başlamıştı. Aksak Timur’un adını daha sın anmaya başlamıştı insanlar.

Altın Orda’da dilden düşmeyen üç isim vardı: Urus, Toktamış  ve Edige Bahadır. Onların her biri eşitti gücünde. Hiç biri kendini eşitlerden ilk olmak için daha göstermemişti. Fakat her biri kaderle seçilmiş, dünyaya gelme sebebi olan şeyleri yapacaktı.

Urus Cengizlilerdendi. Yeni girmişti yirmi taşlarına. Uzun boylu, tezcanlı, herşeye hazır olan Urus, en güzel çağındaydı.

Toktamış da Cengizliydi. Urus’tan on yaş küçük, yeni tüylenmiş, uçuşa hazır olan genç bir şahine benziyordu. Onun ilk eylem  ve amelleri, şahinin cesur  ve kararlı olacağını gösteriyorlardı.

Edige Bahadır Urus’tan tam on bir yaş küçüktü. Ataları Altın Orda’ya sadık hizmette bulunan Ak Mangit kabilelerden geliyordu onun soyu. Yaşına rağmen ismi Deşt-i Kıpçak’ta meşhurdu. Tıknaz, geniş gögüslü, gendini güreşte tanıttı. Fakat Edige’nin sadece kuvveti değil, aydın zekâsı da ilgi çekiyordu.

Canıbek’in  vefat ettiği sene, Urus, Altın Orda’nın Beyaz Orda ulusun hükümdarı olmuştu. Bundan daha çok yıl önce, Beyaz Orda’nın emirleri, kışlık için Otrar, Sauran, Jendi, Barçkent şehirlerin çevrelerinde kalıyorlardı. Yerli sakinler onlara alışmıştı. Ulusun hükümdarı Urus olduğu zaman da, Ulıtau dağlardan Aral Denizi’ne kadar yerleşip yaşayan Kıpçak göçebe kabilelerini bir araya toplayarak, Sığanak şehrini, problemsiz, karargâhı yapmıştı. Yerinde saplam oturduğundan emin olduktan sonra, Urus Saray Berke’yi daha az dinliyordu.

Berdibek Altın Orda’nın tahtına oturduğunda, Urus’un kafasına göre hareket etmesini görmezden geliyordu. Kuzeyde Bulgarlar, Başkurtlar, Mordovalılar hareket etmeye başlamıştı. Orusut topraklarından belirsiz, çelişkili haberler geliyordu. Han bunların içinde bir tehlike saklanıyor olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bunun için, Moskova’da İvan Karalın öldüğünü düyan  ve ileride krallığın güçleşebileceğinden korkan Berdibek, Vladimir Knezliğinin saltanatını Suzdal Knezi Dmitriy Konstantinoviç’e  vermişti. Herşey eskisi gibi görünüyordu. Altın Orda güçlü  ve sağlamdı görünüşte, ama içinden onu fitne adlı solucan kemiriyordu. Daha sık kılıçlarını çaprazlıyordu rakipleri tahta yaklaşmak, ya da tersine, ondan uzaklaşıp, Han’ın şüpheli bakışlarını üzerleriinde hissetmemek için.

 

***

Siyah, parlayan saçlı at sessizce süzülüyordu yüksek çimenler arasından. Sarı saçlı, güneşten kızaran hüzünlü yüzlü binici onu kırbaçlıyor, acele ettiriyordu. Bazen etrafa bakıp, çalıları geçiyor, okun uçabileceği mesafenin yarımına artta kalarak peşinden gelen öz gardiyanların atlarının toynak seslerini şüpheyle dinliyordu. Adam nükerlerine hem güveniyor, hem güvenmiyordu. Son zamanlarda o herkesten şüpheleniyordu, bundan dolayı gözleri sürekli dikkatle bakıyor, hareketleri yakınlarına tuhaf geliyordu.

Kendi gölgesinden kaçan bu adam kimdi? Nereye  ve neden acele ediyordu? Hızlı atlama ölümden kortarır mı hiç? Dünyada doğmamış mı o, bilmiyor mu kaderinde yazılanların atın koşmasından, okun uçmasından daha hızlı olduğunu?

Bütün bunları biliyordu Altın Orda’nın Hanı Berdibek, ama inanmıyordu. Aklını sanki ateşler, kalbini de gece gündüz terk etmeyen korkular sarmıştı.

Şimdi o, sadık nükerleriyle İtil’in alt akışına, babası Canıbek’in küçük eşi Taydolla’nın sekiz aylık bebeği ile göç ettiği yere döğru koşuyordu. Berdibek’in  ve çocuğun anneleri farklı, ama babaları bir, demek ikisinin damarlarında aynı, Cengizlilerin kanı akıyordu. Bebeğe bakmak için değildi acelesi. Sekiz aylık kardeşi çok çabuk büyüyor gibi geliyordu ona  ve bir müddet sonra Altın Orda’nın tahtına oturmayı ister. Berdibek onu, babasını, Bilge Canibek’i öldürerek ele geçirdiği halde başka birine  verebilir mi?

Bebek daha çok küçüktü. Olsun. Han, fakirin zengileşebileceğini, çocuğun da büyüyebileceğini çok iyi biliyordu.  ve o zaman... Hayır, ‘Tübe Biy’ Türe’nin sözüne kulak asmak lazım. Bu kurnaz adam yerin altını bile görebiliyor, boş boş konuşmaz.

Berdibek babasını boğup öldürdükten hemen sonra, Türe demişti ona:

-          Tahtın güçlü  veya zayıf olduğu, onun üzerşnde oturan Hana bağlı. Han’ın ölümü ise onun akrabaları  ve çocuklarının elinde. Tahtta huzurla oturmak itiyorsan, Özbek Han’dan gelen bütün soyu yok et. Tek o zaman huzurla uyayabilirsin.

Biyin sözlerini çok düşünmüştü Berdibek.  ve her zaman Türe haklı çıkıyordu. Onun sözlerinin hakikat olduğunu, kendisi babasını taht için öldürmüş olduğu kanıtlamıyor muydu?  Korku, siyah yılan misali Han’ın kalbine girip terk etmiyordu onu.

Yakında o toy için saraya on iki kuzenini, Özbek Han’ın küçük eşlerinden çoçuklarını: Tınışbek’i, Irınbek’i, Tuktıbek’i, Taytibek’i, Dauletbek’i davet etti. Hiç birisi toydan gidemezdi. Sabaha karşı, onları saraydan başsız halde çıkarmışlar.

Kötü amaçlı Berdibek tutarlıydı. Uzak bile sayılan her akrabası peşpeşe öbür dünyaya göç ediyorlardı. Her birinin ötekisinden ölümü farklıydı. Biri, av sırasında attan düşerek omurgasını kırıyor, diğeri zehirli kımızı içiyor, üçüncüsü tamamen kayboluyordu. Nihayet, öldürülecek kimse kalmamıştı. İşte o zaman yeniden Türe Biy çıktı karşısına. Ona, Canıbek’in küçük eşinin sekiz aylık oğlu olduğunu hattırlatmıştı o. Geri çekilecek yer yoktu. Bebeği öldürmek kalıyordu sadece.

Berdibek’in aklının kanlı duman içinden bazen: neden Türe tavsiyelerinde o kadar ısrarcı, diye bir soru geçiyordu. Han’ın bütün akrabalarını öldürse onun eline ne geçer? Biy artık genç değil, istediğini elde etmişti,  sakinleşmesi gerekiyordu. Berdibek şüpheleri kovuyordu aklından. Türe ona hep sadıktı. O değil miydi ona Han olmayı öğreten?

Dökülen kanlardan sarhoş olan Berdibek, Türe’nin planlarının gece kadar karanlık, düşünülecek kadar korkunç olduğunu nerden bilsin ki? Han’ın işlerinden sadece biyin haberi vardı  ve onun geleceğini düşünerek ona tavsiyelerde bulunuyordu Türe. Berdibek, çoktan demir yüzüğü burnundan geçirilmiş, kemente bağlanılmış, çekilen boğaya benzemiş olduğunu fark etmiyordu. Biyden saklanmak, kaçmak imkânsızdı. Tavsiye  verir gibi çoktan emrediyordu.

Bir gün, kâbuslardan bıkan Berdibek, akrabalarını öldürdüğünden haberi olan herkesi öldürmeye karar  vermişti. Türe biye baktı. Planını gerçekleştirecekken, öfkenin yerine bu adamın önünde hissettiği korku geçiyordu.

Bu kez de, Berdibek’in İtil’in alt akışına yolculuğunun arifesinde, onun yerine herşeye biy karar  vermişti. Davetsiz gelmiş saraya, kocaman göbeğiyle kapıyı açmış, Han’ın odasına girmişti. Küçücuk, yüzünde yağlardan görünmeyen gözleri Berdibek’e baktı. Türe adım atar atmaz siyah bir köpek yavrusu bacağına dişlerini batırdı. Beklenmediğinden, biy, nerdeyse düşerek kapıya çekildi. Han kahkaha attı. Türe’nin korkusu onu sevindirdi. Kocaman, şişman  ve kurnaz biy küçücük köpekten korkmuştu.

Sinirlenen Türe, şaşırdığını gizlemeye çalıştı, sırtından kırbacı çıkararak, köpeğe el kaldırmıştı. Köpek Han’a aitti. Onu kaparak telengit kapıdan koşarak çıktı.

Berdibek devam ediyordu gülmeye. Biy rahatsız olmuştu. O, Han’ın gülmesini sevmiyor, korkuyordu. Özellikle şimdi güldüğü gibi: yüzü karışıklıklar içinde, gözleri soğuk  ve kayıtsız.

-Demek gücü herşeye yeten biy de korkabilir?- dedi Berdibek.

-Tabi, diyerek Türe kendini eline almış  ve olanları şakaya çevirmeye çalışmıştı. Senin bacağına Han’ın kurt köpeği dişlerini batırsa, sen de korkarsın.

Bunun için gelmemişti biy Berdibek’e. Son zamanlada, onu Han’ın davranışları  ve hareketleri endişelendiriyordu.  Kıvırmalara  ve yalanlara alışık olan Türe, yaklaşan tehlikeyi hissediyordu. İzleri şaşırtmak,  Berdibek’e başka şeyleri düşündürtmek gerekiyordu. Onurlu yere, Han’ın yanına oturdu  ve dedi:

-Köpek daha yavru... Büyüyünce nasıl bir köpek olacak acaba? Bugün bacağı ısırıyor, yarın belki de boğaza yapışır...

Berdibek tetiklendi.

Türe bunu fark etti, ama belli etmedi. O devam ediyordu:

-Herşey, köpek yavrusuna neler öğretildiğine bağlı... Babanın küçük eşi Taydolla Hatun... Nasıl sütle emzer oğlunu? Ondan kurt yavrusu büyümez mi acaba? O, seni boğazlamak için bekleyecek zaman gelmez mi? Taydolla Hatun, muhtemelen, intikam peşindedir. O Canıbek’i çok severdi, sen ise...

-Kapa çeneni!-diye bağırdı Han. Gözleri sırlandı  ve o kurumuş dudaklarını yaladı. Gözlerinin önünde uzak, ama unutulmamış geçmişler gelmişti.

Olay, onun Şirvan’ın  ve Arran’ın hükümdarı olduğu sene gerçekleşmişti. Berdibek o zamanı iyi hatırlıyordu. O, Melik Aşraf’ın kafasını uzun sopaya bağlayıp, onu Tebriz’in baş camiin yanında dikilmesini emretmişti. Soylular, yeni hükümdarlarına, saygılarını bildirmek, pahalı hediyelerini  vermek için geliyordu. Canıbek’in başarılı seferi sebebiyle büyük bir toy hazırlanıyordu, fakat o, kendini kötü hissettiğinden Tebriz’de kalmayıp, atlarını Deşt-i Kıpçak tarafına çevirmişti. Kendi yerine, küzük eşini, Çerkes Kralın kızı, Taydolla Hatun’u bırakmıştı.

Bayramlaşma bittikten sonra, Berdibek Tebriz’den şehre yakın, bol çimenli Derkamazum bozkırlarına gidecekti, çünkü Kıpçak süvarisi açtı. Geleneğe göre, o babasının küçük eşiyle  vedalaşmalıydı. Taydolla Hatun Saray Berke’ye dönmek için hazırlanıyor, ama buna rağmen Berdibek’i sıcak karşılamıştı. O daha önce de ilgisini çekiyordu, şimdi ise, odanın alacakaranlığında kadın ayrı bir güzel görünüyordu. Uyanan arzusunu gizlemekte güçsüz kalan Berdibek Taydolla Hatun’a doğru adım attı, ona sarılmak için ellerini açmıştı. Fakat o, ince  ve esnek kadın kenara çekildi, duvarda asılı olan kırbaçı eline aldı  ve Han oğlunun ayakları altında bulunan halıya darbe vurdu.

Taydolla Hatun kavga çıkmasını istemiyordu, ama solgun yüzü öfkeli, iri kara gözleri daha da kararmıştı. Kendini zorlayıp, kadın gülümsedi  ve:

-Sizden genç olsam da, Müslüman kanunlara göre, babanızın eşlerinden biri olarak annelerinizden biri de sayılırım.

Berdibek kendine gelmişti. Kendisi korkak huylu olduğu için çok korkmuştu. Ya yapmayı istemiş olanları babası duyarsa?

-Özür dilerim, Han’ım, dedi o. Sizinle vadalaşmak için gelmiştim. Yollarımız ayrılıyor ve belki de uzun bir zamana. Altın Orda’nı toprakları geniş, bozkırlarının yolları uzundur...

Onlar biraz daha sohbet etmişler, aralarından hiç biri olup bitenlerin konusunu açmamıştı.

Hayır, Berdibek Taydolla Hatun’un yanında o rezalet anları, yaşadığı korkuyu unutmamıştı. Şimdi de hafızası o günü detaylı detaylı hatırlatmıştı. Öfkesi boğazında yumruk gibi duruyordu. Çerkes kralcığının kızı, onun ayağının altında bulunan halıya nasıl kırbaşla vurmaya cesaret edebilirdi? Altın Orda’nın olacak Han’ın ayağı altında! Beni kendine yaklaştırmamayı nasıl cüret edebilirdi?

Türe Biy Berdibek’i izliyor, okun tam yerine isabet ettiğini anlıyordu. Artık Han sadece bir şeyi düşünür. O, Allah’a  ve Taydolla hakkındanda ona anlatan Tokay Hatun’a teşşekur ediyordu. Biy, annesi bunu bir zamanlar, Taydolla’nın sekiz aylık bebeğin Berdibek’in hayatı için tehlikeli olacağına gerçekten inandığından yapmamıştı bunu. Bunlara sadece perişan olan Han inanabilirdi, o da bundan yararlanarak rakibinden intikam alıyordu.

Canıbek Tıkay Hatun’u eş olarak o on beş yaşlarındayken almıştı. O zamanlar o, temiz yüzlü, masum  ve güzeldi. Han genç eşler alsa da kendini, onu eskisi gibi se ver, bir tavsiye için ona giderdi. Böyle devam etmişti, ta ki genç Taydolla hayatlarına girmeyinceye kadar. Bundan böyle Canıbek’in kalbi artık ona ait değildi. Canıbek hastayken uykuda onu sayıklarken bunu çok iyi anlamıştı Tokay hatun. Kurumuş dudakları sırf rakibinin adını sayıklıyordu, sanki ona oğlunu doğuran eşini unutmuş gibi. Kendine geldiğinden sonra da, Taydolla’nın gelip gelmediğini soruyordu sürekli.

Onu sevmemek mümkün değildi. Genç, incecik, iri, kara gözlü, bulunduğu her yerden onun zil gibi attığı kahkahaları duyuluyordu. Damarlarında kanın soğumaya, uykusu sonbahara benzemeye başlamış olan Han nasıl âşık olmasın ki ona?

Erkeğin Taydolla’da beğendiklerini rakip kadın beğenemezdi, üstelik Tokay Hatun kızın Canıbek’i gerçekten sevdiğini görürken. Han’ın korkunç ölümü onun küçük eşini sarsmıştı.

Canıbek çoktan hayatta yoktu. Eskilerin unutulması, nefretin bitmesi gerekti, ama yapamıyordu bunları Tokay Hatun: o da merhameti bilmeyen, affetmeyen Cengizlilerdendi. Bir gün, genç kadını öldürmek için yanına katili gönderecekti, fakat kadının kendisi intihar etmeyi duyduğunda vazgeçti. Ölümü arayanı ölümle aşağılayabilir mi insan?

Canıbek’in ölümünden sonra, Taydolla’nın köyü Yayık’ın alt akışına göç etmişti.  ve ta bir sene sonra, İtil’in kıyısında görüşmüştü iki kadın. Hayat yeniden gülmüştü genç kadına  ve o yeniden mutluydu.

Tokay Hatun, çocuğun Canıbek’ten olduğuna inanamak istemiyordu. O süreyi hesaplamaya başladı  ve herşey uyuyordu birbirine. O an intikam alma isteği yeniden doğmuştu. Artık Taydolla saldırıya açıktı. Ya bebeğini öldürmek, ya da onları ayırmak gerekiyordu.

İşte o zaman yaşlı Han eşi kendine Türe Biy’i çağırmıştı:

-Duymuş muydun, saygıdeğer biy, bizim Hanı’mız Berdibek’in kardeşi doğduğunu?

Türe başını salladı, ama bu sebepten ne sevincini, ne de hüzününü belli etmedi. Tokay Hatun’un diyeceklerini bekliyordu. Yaşlı kadın onu asla boş laf için çağırmazdı yanına.

-Otuz yaşlarında erkek aile kuruyor, dedi Han eşi  ve içini çekti. Gözünü kırparsın, Taydolla’nın oğlu genç bir yiğit olur. Annesinin akrabaları acımasız  ve cesur Cerkeslerdir... Onu Altın Orda’nın tahtında görmeyi istemezler mi sence? Ya Berdibek’le ne olur, diyen Tokay Hatun’un yaşlılıktan bulanık gözleri kırpmadan Türe’ye bakıyorlardı.

-Haklısınız, Hanımım, haklısınız, diye kabul etti biy.

Belki de bu yüzden Taydolla evlenmiyordur, devam ediyordu Han eşi. Oğlu Han olursa... Evlilik sevinci böyle bir sevinçle kıyaslanır mı hiç?

Türe Biy, Tokay Hatun’un çok şeyleri gizlediğini iyi anlıyordu. Onu sekiz aylık bebek bu kadar korkutamazdı. Bebeğin büyüyüp, Han olmayı isteyinceye kadar, Kıpçakların dediği gibi: keçini kuyruğu göğe kadar uzar, de venin kuyruğu yere kadar. Üstelik onların  ve Berdibek Han’ın o zamana kadar hayatta olup olmayacakları da belli değil. Yarından duyduğu korku değil, sönüp bitmiş ateşin hala kalbini acıtan küller misali intikam isteği konuşturuyordu kadını. Yine de, Türe biy bugün duyduklarına çok sevinmişti. Kendisi bile farkına varmadan, Han’ın annesi Berdibek’in aklını nerele yönlendirilmesini gerek olduğunu, kendini nasıl koruyabileceğinin fikrini  vermişti ona.

Bunu Han’a anlatan Türe, attığı tohumun  verimli bir toprağa düştüğünü gördüğünde çok sevinmişti.

Berdibek’in gözleri soldu. O, sanki biyin göremediği birşeyleri görüyodu.

Taydolla’nın oğlunun öldürme düşüncesi onu tamamen kendinden almıştı. Türe Han’ın bu özelliğini iyi biliyordu. Şimdi ondan dilediğini isteyebilirsin, o farkına varmadan herşeyi kabul eder. Biyi Kırım ulusundan gerçekleşen olaylar çoktan endişelendiriyordu. Oralarda, onun planlarına engel olabilecek insanlar gitgide güçleniyordu.

-Büyük Han’ım, Mangıt biy’i Musa torununu Suyumbike’yi, zamanında deden Özbek Han’ın kafasını uçurmasını emrettiği Tver Knezi Aleksandr’ın oğullarından biriyle evlendirdiğini duymuştum.

-E ne olmuş yani?-Han’ın gözleri uzaklardaydı. O büsbütün düşüncelere dalmıştı. –Ben bunu onaylamıştım...

Türe içini çekti:

-Geçen sene de sen, büyün Han’ım, Kırım’ı Gıyaseddin Oğlan’ın hükümdarlığına  vermiştin. Oysa onun oğlunun Hacı Geray’ın kızını senin kızının kocası Mamay küçük eşi olarak kendine almıştı...

Han öfkeyle elini salladı. Türe Biy’in çoktan Kırım’a istekle baktığını  ve ona sahip olmanyı hayal ettiğini nereden bilsin ki Han. Biy uygun fırsatı kollayarak, bunu asla yüksek sesle söylememişti. Bu konuyu açmak için çok erkendi, çünkü Gıyaseddin Oğlan tahtında çok sağlam oturuyor, üstelik soyu Cengizlilerden geliyordu.

-Demek, Musa’nın torunları Litvanya krallarıyla akraba olursa, o zaman...

-O zaman ne olur, öfkeyle lafını kesmişti Berdibek.

-O zaman... Litvanya Krallığı, Tver Knezliği, Kırım  ve Saksin birleşebilir. Bu da büyük bir güç olur...

-Onlardan korkmalı mıyım? Altın Orda itaat etmeyen kabilelerle başa çıkamayacak kadar güçsüz mü kaldı?

-Herşeyin nasıl gelişebileceğini kim söyleyebilir ki, büyük Han’ım? Gücü güç kırar... Kırım’da Mamay güçlendi. Emirler onu dinliyor, emirlerini yerine getiriyorlar. Onlara bir de Osmanlı Türkler destek  verse, o zaman...

-Biz fareler avıyla mı meşgulüz, gözlerimiz yere mi dikili yoksa?-sinirlenip lafını kesti Berdibek.-Biz, Altın Orda’nın üzerinde yükselmeye cüret eden kara bulutu zamanında görürüz.

Haklısınız, büyük Han’ım, şüphe edici sesle dedi Türe. Fakat Musa senin çöpçatanın, Mamay ise kızının kocası...

-Ben, bana karşı kötü niyetleri olan en yakın insanlarımı yok etmemiş miydim? Altın Orda’ya karşı gelebilecek herkesin önünde kılıcımı her an kından çıkarırım.

-Büyük Han’ım, tehlikenin çok yakın olduğunu hissetmiyor musun yoksa?

Berdibek biyin dediklerine karşı sinirle elini salladı:

-Sence, başımı her çevirdiğim taf-rafta düşmanım mı var benim?

Türe lafı bitirmek gerektiğini anlamıştı. Berdibek bugün duyduklarını unutmaz. Geriye sadece beklemek  ve uygun zamanda kuru çalı çırpılara bir kıvılcım atmak kalıyordu.

-Öyle birşey demedim... Kırım Saray Berke’den uzak olsa da, senin gücün  ve kuvvetin eşsizdir... Budün senin en büyük düşmanın Taydolla’nın oğludur...

Han’ın yeşil gözleri kısıldı.

-Atların hazırlanmasını söyle, diye emretti o  ve titreyen elini kılıcın sapına koydu...

 

***

Kuş gibi uçuyor, yüksek çimenler arasına kocaman vücuduyla yatıyordu Berdibek’in atı. Gece çiyi de çıkmıştı çimenlerin üzerinde, atın yanları siyah  ve parlak olmuştu onun iri tanelerinden. Taydolla’nın köyü çok yakındı. Askerlerin hassas kulakları köpeklerin havlamasını duyuyor, burunları da yanan gübrenin kokusunu alıyordu.

Durmadan, saklanmadan, Han köyün en büyük çadırına yaklaştı, onun Taydolla’ya ait olduğundan hiç şüphe duymadan. Atından atlayarak, dizginleri peşinden gelen nükere  verdi, hızlı bir hareketle çadırın girişini kapatan işlemli perdeyi açtı...

Lamba pek aydın değildi. Genç kadın beyaz keçelerde dizlerin üzerinde oturup bebeğini emziriyordu. Berdibek’i görünce yüzü bembeyaz olmuştu. Anne yüreği Han’ın köyü boşuna gelmediğini, bir felaketin olacağını hissediyordu. Taydolla bebeğini sıkıca bağrına bastı, onun minik bedenini elleriyle kapadı.

Berdibek yavaşça yanına yaklaştı. Onun kocaman kara gözlerinde lambanın ışıkları oynuyordu. O kırbacı tutan elini uzatıp, tikşinçle sordu:

-Bu mu senin oğlun?

-O senin kardeşin, diyen kadının dudakları titriyor, yüzü eğriyordu.

-Kırbacın nerde, sordu Berdibek.

Taydolla soruy anlamamıştı:

-Hangi kırbaç?

-Senin beni tehdit ettiğin kırbaç.

Kadın başını eğdi:

-Affet beni, büyük Han...

-Ya affetmezsem?

Taydolla susuyordu.

-Benim kölem olursun...

-Evet...

-Bana bebeğini  ver.

Kadın bebeğine daha sıkı sarıldı.

-Neye gerek ki o size, büyük Han, dedi kadın. O, birilerin yardımına gü venemeyeceğini biliyordu.

-Berdibek güldü:

-Onu öldüreceğim.

Taydolla Han’ın genişleşmiş, deli gözlerini gördüğünde, onun merhamet etmeyeceğini anlamıştı.

-Allah aşkına! Oğluma dokunmayın! Sizin babanız bir, bir kan akıyor damarlarınızda!Beni öldür onun yerine!

-Sen bana hayatta lazımsın.

Berdibek kadına adım attı  ve bebeğini kucağından söküp aldı. Bebek yüksek sesle ağlamaya başladı. Han, minicik bedeni başının üzerine kadar kaldırıp, bütün gücüyle yere, ayaklarının altına attı.

Berdibek, Taydolla’nın vahşi çığlığını duymuyor gibiydi. Yüzü solgun duruyordu. Şakaklarında iri ter boncukları akıyor, kansız dudakları fısılddıyordu:

-Al, bunlar Han olmayı istediğin için, bunlar da...

Sonra Berdibek sanki kendine geldi  ve dedi:

-Kırk günlük dua yaptıktan sonra, seni yanıma alacağım.

Han döndü  ve sallanarak çadırdan çıktı.

Bağrına bebeğinin cansız bedenini basarak, Taydolla sabaha kadar çadırdan çıkmadı. Gözyaşları bitmişti, sadece dertli iri gözlerin parlaması kalmıştı.

Yedi gün duasından sonra, genç kadın  ve ona sadık olan adamlar ile birlikte köyden Yayık’ın alt akışı tarafına, Nauruz Muhammed köyüne gizlice kaçmıştı. Emir, Cuci’nin torunuydu. Bir zamanlar o Canıbek ile çok yakındı.

 

***

Bazen insanın amelleri iyi ya da kötü olup olmayacağı ona bağlı değildir. Elinde güç dizginlerini tutan insanın hayatı zordur. Herkes onun tahtının altına oturmak için çabalıyor, bazen kötü niyetlileri, güzel sözler  ve iltifatlar arkasından göremiyor insan. Kalbinde kibirin ‘’kara yılanı’’ yerleştiği, bundan dolayı gerçeği yalakalıktan ayıramayan hükümdarın haline yazık. Kendi büyüklüğünü düşündüğü için, her dedikoduya kulak  veriyor, kalbi şüphelerle kapalıyor,  kararları ani  ve adaletsiz oluyor.

Han Berdibek böyle biriydi, bunun için en yakınları, ona en çok yalakalık yapıp, yalan söyleyenlerdi.

‘’Babasını öldüren Han olamaz. Olsa bile bir yıl yaşayamaz...’’ Babasını boğarak öldüren Berdibek’in saltanatın ikinci yılıydı. Tahtta ne kadar çok oturduysa, o kadar az düşünüyordu Altın Orda’nın geleceğini. Kendi suçunu hatırlıyor, sürekli korku içinde yaşıyordu. Bundan dolayı ona şüpheli görünen herkesin kafasını uçurtuyordu.

Han’ın etrafında oturan yalakalar, onun adaletliğini dilden düşürmeden, otlakları elde etmeyi  ve sürülerini çoğaltmayı unutmuyorlardı. Ama Berdibek’in davranışlarında aptallığını gören, Altın Orda’nın, kökleri çürümüş ağaç misali çökmesinden korkanlar da yavaş yavaş güçleniyorlardı.

Şimdilik Berdibek tahtında gü venle oturuyordu, çünkü bir yandan Emirler Kurulu’munun başı Türe biy, diğer yandan da kızının kocası Mamay  ve onun güçlü Noğay Tatar ordusu vardı onu destekleyen.

Hangi kurt köpeği tek başına kurtlar sürüsüne saldırmaya cesaret eder ki? İşte bunun için, şimdiye kadar sakindi Altın Orda’nın içi, işte bunun için Hanı tahtından atmayı kimse cesaret edemiyordu. Herkes kendi kendine Saray Berke’de olup bitenleri izliyordu.

Oysa orda olup biten işler küçük  ve telaşlıydı. Her akıllı insan da onlara Altın Orda’nın Han’ın bakması yakışık kalmadığını söylerdi.

...Ciddi  ve karamsardı Berdibek’in yüzü. Huzuruna Türe biyi, Mamay’ı  ve Urak Batırı çağırılmasını emrederek, İran’a yapılacak yeni sefer hakkında bahsetti. Böyle bir adımı Altın Orda için değil, Ahicük Emire olan eski kızgınlığı bu kararı almasına kışkırtmıştı onu.

Ta Canıbek’in Arran  ve Şirvan’ı feth edip, onları Berdibek’in hükümdarlığına  verdiği zaman, Berdibek, öldürülmüş Melik Aşraf’ın meşhur, değerli taşlarla işlenmiş, inanılmaz güzellikte olan kaftanı Marandu şehrinde bulunduğunu duyduğunda, oraya Ahicük emiri yollamıştı. Emir, kaftanı bulup, Berdibek’e getirmeliydi.

Ahicük gitmişti. Ama bu sırada Canıbek’in hastalığı hakkında haber geldi, Berdibek ona hediye edilmiş toprakları bırakarak, tahtı kaçırmamak için Saray Berke’ye gitmişti.

Emir, bulması gereken kaftanı buldu, ama onu Berdibek’e yollakta acele etmemişti. Tebriz’e gelip, etrafına sadık adamlarını toplayıp, kendini Arran  ve Şirvan’ın sultanı ilan etmişti.

Şimdi de, üç yıllık olayları hatırlayarak, Berdibek telaşlandı. Babanın fethettiği toprakları geri almak için değil, gözünün önünde duran Melik Aşraf’ın değerli taşlı, meşhur kaftanı için gidecekti bu sefere.

Han, yanına çağırdıklara, ordunun hazır olup olmadığını, dediklerini kabul edip etmediklerini sormuyordu. Kaftanla birlikte, Berdibek Ahicük’tan, Melik Aşraf’ın oğlu Temürtas’ın öldürülmüş olduğu için geri ödeme alacaktı.

Zamanında, Berdibek Saray Berke’ye Temürtas’ı  ve onun ablası Sultanbahit’i rehine olarak getirmişti. Fakat geçen sene ikisi de kaçmayı başarmıştı. Kardeşler zorla Ahlat şehirine kadar gelmiş, Hızırşahtan sığınak istemişlerdi.

Temirtas, Arran  ve Şirvan’ı eline geri almak için, etrafında babasına, Melik Aşraf’a sadık olanları toplamıştı.

Bunu duyan Ahicük, orduyu hazırlayıp Ahlat şehrine gitmişti. Boşuna dememişler: ‘’ Her şeyden önce kendi hayatın’’, diye. Hızırşah, sultanın intikamından korkarak, Temürtas’ı alıp, Ahicük’a teslim edilmesini emretti. Melik Aşraf’ın oğlunun kafasını Tebriz’e mızraka dikilmiş halde getirdiler.

Hararetle, parlayan gözlerle bakıyordu Han önünde oturan Türe, Mamay  ve Urak’a.

-Temirtas Altın Orda’nın rehiniydi. Ahicük bulu bildiği halde, bana geri  vermesi yerine onu öldürdü. Şimdi kaçak için ödeme yapsın, ablası Sultanbahit’i  ve Melik Aşraf’ın kaftanını geri  versin. Eğer bunu yapmazsa, siz Ordu’nun tümenlerini İran’a yönlendirirsiniz.

Yanında bulunanlar susuyordu. Delirmiş Hana ne diyebilirlerdi ki? O, anlattığı saçma şeyler hakkında değil de, İran’ın Altın Orda’ya Büyük İpek Yolu için gerek olduğunu anlar mıydı? Özbek Han’ın  ve Özbek’in dönemlerinde olduğundan çok farklı olmuştu Ordu. Bunu Berdibek hariç herkes görüyordu. Kızıl başlı İranlılara direnebilecek bir ordu kurmak pek kolay bir iş değildi, çünkü ulusların emirleri, yaklaşan fitneleri hissettikleri için, farklı neden  ve sebepler bulup, yiğitlerini Hana göndermeme yollarını arayacaklar.

-Değer mi, büyük Han’ım, küçük sebeplerle İran’a sefer etmeye? Belki, uygun biz zamanı beklemekte fayda var, tereddütle dedi Urak.

Berdibek’İn elleri huzursuzca hareket etmeye başladı, ince parmakları sanki kaybolmuş ipi arıyorlardı.

Mamay, Han’ın öfkesiniyumuşatmak için sordu:

-Eğe Ahicük Temürtas için ödeme yaparsa, Sultanbahit’i  ve değerli taşlarla işlemeli kaftanı geri  verirse, biz savaşı açacak mıyız, açmayacak mıyız?

-İran bize ne gerek o zaman?

Mamay kaşlarını çattı. Yine, eski, gizli fikir gelmişti aklına. Han kendinde değil  ve onu terketmeyi ciddi şekilde düşünmenin zamanı gelmişti. Bunun için Kırım’ı  ve Sakistan’ı ayırıp, yeni devletin Hanı olarak ilan etmek gerekti kendini. Geriye orduyu toplayıp, Altın Orda’nın tahtına oturmak kalır. Kocaman boğanın ayaklarında biri olmak yerine, küçük ama özgür buzağ olmak daha iyi olmaz mı? Zaman gelir, buzağ boğaya dönüşür.

Kayıtsız  ve güzeldi Mamay’ın yüzü. Kimse onun şu an düşündüklerini tahmin bile etmiyordu.

-Hemen adamımızı Acüka yollamalıyız, ciddi şekilde dedi o.

-Doğru diyorsun, diye kabul etti Han.

Urak  ve Mamay, nihayet, gittikleri vakit, Türe sinsice dedi:

-Bu iki noğay batırı sözde de, işte de birlikte hareket etmeye hazır...

-Onlar akraba, diye itiraz etti Berdibek. Şaşırılacak ne var ki bunda?

-Ordu’yu korkusuzca yönetmek için, buna müsade edilmemeli. Orduları olan, aynı düşünen iki emir her an düşmanların olabilir.

Berdibek kendisi de bunu iyi biliyordu, fakat inatla başını salladı, karar  verme hakkı sadece ona ait olduğunu hatırlatır gibi.

Türe biy Hana yaklaştı, gözünü yüzünden ayırmadan dedi:

-Noğay batırları aralarında birleşirse, ölümün onlardan olur, Han.

Birçok şeyi önceden görebilirdi kurnaz biy, fakat bu kez yanılmıştı. Ölüm zaten geliyordu Berdibek’e, ama başka birinden.

 

***

Irınbek’in oğlu Keldibek açık tenli, kahverengi gözlü idi, iki damla su gibi benziyordu Altınodru’nun  vefat etmiş Hana, Canıbek’e. Hayatta herşey olur. Onun babası Özbek Han’ın orta oğluydu nede olsa.  Bazen, insanlar torunun büyük büyük dedesine benzediğine de rast geliyorlardı. Ama burada başka bir mesele vardı. İnsanlar arasında, Keldibek Canıbek’in oğlu olduğunun dedikodusu yürüyordu. Rüzgâr olmazsa, otlar hareket etmez. Belki de herşey gerçekten öyleydi, çünkü bir uzun zaman önce, Irınbek Aksak Timur ile sefere gittiği vakit, Canıbek, eşi Ay-Kortka çadırının sık sık gelen misafiridi. Irınbek seferden dönmemişti, fakat bu durum genç kadına çocuk doğurmak için engel olmamıştı. Genç  ve güzel Ay-Kortka uzun süre dul kalmamıştı. Aradan bir sene bile geçmeden, Mangışlak’tan emir Taykoca onu eş olarak kendine alıp, Hazar Denizi’nin kıyısına götürmüştü.

 ve şimdi, yirmi beş sene sonra, Keldibek Altın Orda’ya dönmüştü. Saray Berke’de, tahtta Berdibek oturuyor, ona akraba olan, Özbek Han’ın soyundan gelen herkesi öldürüyordu. Delikanlı, zavallıların arasında olmayı istemediği için Jaik’in alt akışının taraflarında, uzak akrabalarının yaşadığı yerde saklanmıştı.

Akrabaları Keldibek’i çok sucak karşılamışlardı. Onlar ona mera için arazi, sığırları, çadırları  verip, kendine ait köyde yaşamayı bile izin  verdiler. Sadece dış görünüşü değildi babasına benzediği Keldibek’in. O, ondan zekâyı, cazibeliğini miras olarak almıştı. Çok yakında, delikanlıya, Berdibek’in zâlim hüküm sürmesinden memnun kalmayanlar ellerini uzattılar.

Günlerden bir gün, Nauruz Muhammed’in düzenlediği bir toyda Keldibek Taydolla ile karşılaştı. Bu karşılaşma ani idi, çünkü genç adam onun buralarda bulunduğunu bilmiyordu.

Misafirler çoktan gelmiş, alçak masalara, genç kısrak etinden yapılmış beşparmak çoktan koyulmuş, kımız nehir nehir akıyordu. Ne dersin? Nauruz Muhammed şenlikleri seviyordu, eşleri de biri birinde güzeldi. Keldibek onlara baka baka hayran kalmıştı. Ama çadıra genç kadın girdiği zaman, o, geleneksel ‘’Selamün aleykum!’’, dedi  ve dilini yutmuştu sanki.

Çok güzel görmüştü o, ama bunun gibisiini ilk kez görüyordu. Taydolla, daha demin büyük bir acı yaşadığına rağmen çok güzeldi. Gençlik gençliğini yapıyordu, bedeni ince  ve esnek, dudakları, hayatın kırmızı şerbeti ile dolmuştu.

Bedibek’in gözünde emirin eşlerinin güzelliği solmuştu. Nadir bir mücevher gibi parlayan ışık yayıyordu etrafına Taydolla. Bakışları karşılaştıkları an, genç adam ondan başka bir şey düşünemiyordu artık. O, genç kadın ile başbaşa kalmak istiyordu, ama toyun sonuna kadar böyle bir fırsat olmamıştı.

 ve tek misafirlerin köylerine dönmek için atlara bindikleri an, Taydolla kendisi geldi Keldibek’in yanına. Galiba o, onun Canıbek’in oğlu olduğunu bilmiyor, onu  vefat etmiş Han’ın kuzeni zannediyordu.

-Kaynım [12], dedi Taydolla. Seninle konuşabilir miyim?

Onun sesinden, Keldibek’in kalbi titremeye başladı, tatlı uykuya dalıyordu o.

-Korkunç zamanlar geldi. Yakın insanlar bile birbirinden korkmaya başladı. Kimse, yarına çıkabileceğinden emin değil. Bu yüzüğü al, dedi Taydolla  ve parmağından gümüş yüzüğü çıkardı. O sana, dünyanın bir köşesinde zavallı bir kadın, Berdibek’in öldürmüş olduğu, ağabeyin eşi yaşadığını hatırlatsın.

Keldibek, daha gitmeyen misafirlerin onları dinlediklerini fark etti. Hakiki bir erkek  ve savaşçı olup, yanlış bir şeyler söylemeye izin  vermemişti kendine. Bir kadın, elinden yüzüğü çıkararak bir erkeğe hediye ediyorsa, ona gü vendiğinin, kalbi onun için açık olduğunun göstergesidir bu.

-Hatırlayacağım, kararlı bir şekilde dedi Keldibek ve acele etmeden atını yürüttü.

Kimse, delikanlının kalbinde neler olduğunu tahmin etmiyordu. Kimse, bu an en çok istediği şey, atını çevirip, Taydolla’nın güzel  ve hüzün dolu yüzünü görmek olduğunu bilmiyordu. Ama o kendini zorlayıp, atını kırbaçlayarak, bozkırlara yol aldı.

 

***

Dört arzu insanın davranışlarını değiştirir, dört arzu, hiç sönmeyen ateş misali onun içini ısıtır. Dünyaya geldiğinde, insane mutlu, zengin  ve sevilen olmak ister. Şöhreti de hayal etmişti Keldibek. Mutluluğu, er ya da geç, Berdibek’i yenerek oturacağı altın that şeklinde görüyordu.  ve, eğer bugüne kadar bütün arzuları buna bağlı olsa, bugünden beri hayatına, Taydolla’ya duyduğu aşk da girmişti. O, genç kadınla görüşme fırsatı arıyordu. Arayan da bulur.

Yine, aniden, onlar Nauruz Muhammed köyünde karşılaştılar.Bozkırın geleneklerine gore, Kendibek lafı uzatmadan, Taydolla’ya duygularını açıkladı.

Kadın, sanki bu konuşmayı bekliyordu. Yanakları pembeleşti, o Keldibek’in yüzüne baktı.

-Ben de sana ilk bakışta âşık olmuştum, dedi Taydolla.  Ama seninle evlenemem, çünkü yemin etmiştim…

-Kime  ve ne yemini etmişsin?

Kadın sustu.

-Kendime yemin ettim. Bundan böyle, yalnız  Berdibek’i öldüren adamla evlenebilirim ben.

-Ya onu başkası öldürürse?

-Onu sen öldürmelisin.

-Ya Allah bunu benim yapmamı istemezse?

-Demek, o bizim aşkımıza karşı, inatla dedi Taydolla.

-Ama sen bana âşık olduğunu söyledin!

-E vet. Ama Berdibek’I ölü olarak görmek için kendimi  ve aşkımı kurban olarak getirebilirim!

Berdibek inatçı kadınla tartışmak,  onu ikna etmek işe yaramaz. Üstelik Han’ı ölü görme arzuları  aynı idi.

-Tamam, dedi o. Sen mutlu ol diye herşeyi yaparım.

Ah, ne kadar da zor olur planları gerçekleştirmek!  Ama başlamak gerekti artık. Keldibek’e Hanla savaşında destek olmaya hazır olan bir sürü insane var etrafta. Erteleme yenilmeye dönüşebilirdi, çünkü bozkırlarda insanlar sahiplerini sık sık değiştiriyor, belli bir ücret karşılığında bildiklerini anlatırlar.

Han’ın karargâhına gece yarısında gizlice girip onu öldürmeye mümkündü, ama o zaman, durumdan yararlanarak, Altın Orda’nın tahtına başka daldan gelen Cengizlilerden biri oturabilirdi.

Hayır. Berdibek’i gündüz öldürülmesi, herkesin bilmesi ve kimin tarafında gücün oduğunu görmeleri gerek. İşte o vakit, Keldibek’in kararlı  ve cesur bir insane olduğunu görerek, ona birçok emir, biy  ve bekler destek olur.

Nasıl hareket edeceğine karar  vererek, Keldibek Hana tuzak kurmaya başlamıştı. Onun, silahlı askerlerden oluşan ordusu karargâhın yanında dolaşıyor, onu avdan  veya yoculuktan gelmesini bekliyorlardı.

Berdibek yaklaşan tehlikeyi sesiyordu. O kendi köyünü nerdeyse hiç terk etmiyordu. Terk etse de, birçok askerleri eşliğinde yapıyordu bunu. Keldibek, intikamı ertelemek mecburiyetinde kalıyordu. Ama hayat bu:kaderden kurtuluş yok. Ne  kaçabilir, ne  dağlarda, ne denizlerin derinlerine saklanabilirsin ondan.

Berdibek, Taydolla Han’ım Hauruz Muhammed’in köyünde saklanıyor olduğını duymuş. Gözünün önüne yine güzeller güzeli Taydolla gelmişti. Onun hasta beyninde iki arzu doğmuştu: ona sahip olmak  ve ıntikam almak. Bilinmeyen bir güç acele ettiriyordu Berdşbek’I ve o atının hazırlanılmasını emretti.

Bozkırda haberler en hızlı kuştan daha hızlı uçuyor. Yakında Nauruz Muhammed, köyüne Han’ın önderliğinde ordu yaklaştığını öğrenmişti.

Emir, zamanında Taydolla’ya sığınak  verdiğinde neye imza attığını çok iyi biliyordu. Fakat Berdibek’ e duyduğu nefret ihtiratı yenmişti. Şimdi ise bir seçenek kalmıyordu. Han kadını alır, köyü harab eder, emiri de öldürür.

Nauruz Muhammed acilen, Keldibek’e elçiyi gönderip, ona şunları iletmesini emretti: ‘’Hanı bozkırda karşıla  ve öldür. Bird aha böyle bir şansın olmaz’’. Kendisi ise, iyi bir sonuca umit etmeden, eşleriyle  ve çocuklarıyla birlikte, adamlarına Berdibe’in gelmesinde kendisine, onun ava çıktığını söylemelerini emredip Jaik’in kamışlarında saklandı.

Elçinin getirdiği haber ani ama arzuladığı bir haberdi Keldibek için. Han’ı çalılar içinde olan vadinin derinlerinde karşılamaya karar  verildi. Burada saklanılabilir, görünmez kalabilinirdi.

Saldırma ani oldu. Han’ın askerlerinin birçoğu silahlarına dokunamadan, kafalarına sopa  ve eğik kılıçlar darbeleri vurmuştu. Çatışma uzun sürmemişti. Kudurmuş atlar, üzengilerde sıkışıp kalan ölü askerleri korkunç kişnemeyle bozkırlara sürüklüyordular.

 

***

Atını,Tulparkok’u kırbaçlayarak çatışma alanından kaçıyordu Berdibek. Bozkırda Tuplpankok’un eşi benzeri yoktu. Her hangi kaçış ona vız gelirdi. Ama eyerinde, kalemi kırılmış olan adam oturuyordu.

Ön ayağıyla dağgelinciğinin çukuruna çarparak, Tupankok yere düştü. Eyerde uçarak çıkan Han, yuvarlanıyordu çalılıklar arasında, ellerini kanlara yaralayıp, elbisenin parçalarını çalıların dikenlerinde bırakıyordu. Ayağa kalkar kalkmaz, üzerine Keldibek’in geniş göğüslü atı atladı ve Berdibek yine yere düşmüştü. O, elleriyle yüzünü kapatmaya çalıştı, ama üzengiler üzerine duran Keldibe, gücü ne varsa başına güneşte parlayan kılıcı vurmuştu. Berdibek’in sarı saçlı kafası yere çarptı  ve kenara yuvarlandı. Han’ın iri, yeşil, soğuk gözleri dumanlıydı…

Bir asker atlayıp geldi, atından indi, yerde yatan başı saçlarından tutup kaldırdı ve hurjuna koymadan once, Han’ın göz kapaklarını  parmaklarıyla kapadı.

Bütün yakın  ve uzak köylere, Altın Orda’nın Hanı Berdibek’in ölümünü haber  vermek için elçiler gönderildi. Küçük bir dinlenmeden sonra, Keldibek  ve askerleri Saray Berke’ye yol aldılar. Onların karşına  yanlarına almalarına yalvaran askerler, emirler, biyler  ve bekler çıkıyordu. Herkes saygılarını ve yeni Hana sadık hizmet etmelerine hazır olduklarını bildiriyorlardı.

-Han’ın başını sadece Han uçurtabilir. Keldibek Han olamaya layık, diyorlardı onlar.

Yeni Hanı karşılamak için, şehirden bozkıra biyler Türe  ve Mangili de çıkmıştı. Daha dün Berdibek’e sadık olan insanlar, bugün usandırıcı şekilde onun nasıl eziyetler  çektirdiğini, yeni, adaletli Hana nasıl sevindiklerini bağırıyorladı.

En onurlu  ve saygıdeğer emirler, Keldibek’i iki yandan koltuklarına alarak, onu Altın Orda’nın tahtına oturtmuşlardı.

 

***

Hayatta, halkın başına, şansın yanlış bir adama gülümseyip, onu yükseltmekten daha büyük bir felaket gelemez. Dert  ve acıların sayısı olmaz o halk için ve kimse onlara yardım edemez, çünkü hükümdarları sadece şöhretini  ve refahını düşünür.

Keldibek, aniden, değişti, tanınmaz oldu. Önceki mutlu, zeki  ve kararlı yiğitten bir şey kalmadı. Altın Orda’nın tahtına oturduktan sonra o, sürekli etrafını gözleyen akbabalara benzedi. Öldürdüğü Berdibek gibi, yeni Han leş ile beslendi, herkesin ona komple kurduğunu, hakkında konuştuğunu zannediyor, şüphelendiklerini hemen öldürüyordu.

Bundan böyle Keldibek, ona yüksenmesinde yardım eden emirleri duymuyordu. O, onların hepisinin onu öldürmeyi düşündüklerini zannediyordu. Uzak ve hiç gerekmez geliyordu ona artık,  daha dün aşkını ilan ettiği Taydolla.

Aniden ve buna hiç sebep olmamışken sallanmıştı Altın Orda, çatlamıştı onu tahtı. Berdibek’in döneminde ayrı ayrı emirler Altın Orda’dan çıkma teşebbüsleri yapmış olsalar, şimdi ise Ordu’nun her tarafında fitne yayılıyordu. Keldibek itaat etmeyi istemeyenlerle başa çıkmaya çalıştı, ama başaramamıştı. Emirleri etrafında toplayıp, onların destekleriyle halkı bir arada tutmak yerine, o onları birbirine kışkırtıyordu.

Ağır kılıcı kaldırıp tutamayan her kimse kendini yaralar.

İlk emir Mamay hissetti Han’ın zayıflığını. Zamanında Canıbek Kırım’ı Cüci’nin çocuklarından birine, Tokay Temür’ün hükümdarlığına  vermişti. Altın Orda’nın tahtına Berdibek oturduğu vakit, Mamay o ulusu kendine isteyebilmişti ondan. O, kendi genel karargâhını Azak Tana’dan Kırım’a taşıdı ve yavaş yavaş İtil’in alt kısmının topraklarını eline geçirmeye başlamıştı. Keldibek Han olduğu zaman da,  Mamay o kadar güçlenmiş ki, nerdeyse Altın Orda’nın bileşimden çıkmıştı.

Altın Orda’da birçok şeyde Cengis Han’ın yasalarına uyuluyordu, bunun için, Dünyanın Sarsıcısı’nın soyundan gelmeyen kimse kendini Han olarak ilan edemezdi. Bundan dolayı, onun razılığıyla Han, Cüci’nin torunlarından biri-Abdolla olmuştu. Devleti, ordunun itaat ettiği insanı yönetir. O da Mamay’ın elindeydi.

Hedefine ulaşma isteğiyle Mamay, Altın Orda’nın Hanı kim olursa olsun, Kırım’ın  ve Sakistan’ın ondan ayrılmasına karşı geleceğini anlıyordu, bu nedenle, ona destek olabşlecek güçlü taraftarları aramaya başlamıştı Mamay. Kızıyla evil olan kral Olgerd’in yönettiği Litvanya’yı hatırlamıştı.  Orusutlarla bağını güçleştirmek için, Mamay Nijgorod prensi Dmitriy Konstantinoviç’e, daha çok genç olan Dmitriy İvanoviç’in elinden Vladimir Krallı’ğını almaya yardım etti.Yavaş yavaş, gizlice hazırlanıyordu Mamay Saray Berke’ye  seferle gitmeye.

Altın Orda’da iç çatışmalar artıyordu. Cüci’nin soyundan gelen, Tuga’nın oğlu Bulat Temür, Bulgar Tatarlarla birleşip, İtil’in üst kısmını işgal ettiler. Siban’ın soyundan gelen Togaybek kendine Mordova’yı itaat ettirdi, hatta, kendi paraları pastırmaya başlamıştı. O, Altın Orda’ya haraç ödeyen Ryazan şehrine seferiyle gitti, fakat Orusut askerşne yenilmişti.

Harezmşahşah da sakin değildi. Koyun derisi her tarafa çekilse, onun her yanı çatlamaya başlar, Hangisinin kopacağını da kimse bilemez. Kuzey Kafkasya Lezginlerin de huzuru kaçmıştı, onlara kızgın olan Moskova Krallığı birşeyler planlıyordu.

Siyah bir örtü kapatmıştı sangi Keldibek Han’ın gözlerini. O hiçbir şeyi görmek istemiyordu. Onun tahtının altı bile sakin değildi. Etrafında bulunan emirler, gükümdarların tarafından öldürüleceklerinden korkarak ikiye ayrıldılar. Bir grubun başında Türe biy, diğerin Hacı TarHan, Hacı Çerkes  ve Nauruz Muhammed duruyordlardı.

Türe biy, önceki Han döneminde olduğu gibi, Keldibek tarafından da sayılıyor  ve seviliyordu. O, ona emirleri birbirine kışkırtmayı öğretti, ama herkesi aynı mezar çukuru beklediğini unutmuştu biy.

Bir gün, Han Türe’yi huzuruna çağırdı  ve dedi:

-Dün çadırıma Mangili gelmişti. O bana, Berdibek’e sadık emirlerini öldürmeyi senin öğrettiğini, senden kurtulsam, eski Hana benzeyeceğimi söylemişti.

Aynı gece, çadırdan çıkan Mangili kayboldu. Birkaç gün ise, onu köyden uzak bir vadide bulmuşlar. Yaşlı biyin omurgası kırıktı. Keldibek Mangili’nin düzgün bir şekilde, layık olduğu onurla gömülmesini, mezarın başında mazarın koyulmasını emretti.

Han gençti, ama altın tahtı kaybetme duygusu zekâsını geliştirmişti. Ona gerekmeyen bir insanı kendisi değil de, başkasının öldürmesi hoşuna gidiyordu. Birkaç gün sonra, Keldibek karargâhına, Mangili’nin kardeşi, Caraka’nın oğlu, hırslı  ve şımarık Sofı’yı da vet edip, Türe biyi de çağırmıştı.

Hiçbir şeyden haberi olmayan biy sakince Han’ın karargâhına girdi. Burda outran Sofı’nın gördüğü zaman, onun, yaşlılıktan kazanın dibine benzeyen  yağız yüzü bembeyaz olmuş, gözleri, korkmuş iki fare misali çukurlarında ordan buraya dolaşıyorlardı. Türe’nin selamına cevap  verip, Han dedi:

-Sofı, senden menun değilim. Konuşmamızın şahidi saygıdeğer aksakal Türe biy olsun…

Sofı ürperdi, vücudu gerilmişti hemen. O, Keldibek’in memnun kalmadıklarını neler bekliyor olduğunu çok iyi biliyordu.

-Büyük Han’ım, işlediğim bir suçu hatırlamıyorum. Ne sözle, ne bir hareketimle size üzmedim…

Han yavaşça başını salladı, dudaklarını kıpırdattı:

-Beni değil, hayırse ven Mangili biyi üzmüştün. Sen çok zamandır yanında yaşamış, ihtiyarın da sana birçok bilge şeyi öğretmiş olduğunu söylüyorlar…

-Ona kötü birşey yapmadım…

Keldibek içini çekti, yüzünde pişmanlık ifadesi vardı.

-Sen, onun akrabasısın. Bir bu nedenle  vefat edene saygı duymalısın. Neden şimdiye kadar onun ölümünün intikamını almadın?

-Onu kimin öldüğünü bilmiyorum.

-Katşl karşında oturuyor,-sıkılmış bir şekilde dedi Han. –Mangili’yi Türe öldürdü.

-Büyük Han’ım, çaresizlikten seslendi biy, fakat Keldibek ona konuşma fırsatını  vermemişti.

-Katil Türe, ısrarla tekrar etti o. Bunu ben, Altın Orda’nın Han’ı diyorum sana. Mangili bana bir sırrı açıkladı, ben de onu sadık saydığım Türe ile paylaşmıştım. O ise, sırf kendi karını düşündüğü için, askerlerine saygıdeğer  ve onurlu bir insanı, Mangili’yi öldürmelerini emretti, diyerek, Han Türe’ye döndü. Yoksa ben yalan mı söylüyorum?

Biy diz çöküp, Keldibek’e elini uzatıp, merhamet diliyordu.O, Han’ın yalan söylediğini söyleyemezdi, çünkü bu, Mangili’yi öldürmekten daha ağır bir suç olurdu.

-Affet beni, büyük Han’ım!

Ama Keldibek Türe’yi sanki duymuyordu. O, gözünü Sofı’dan almıyordu:

-Sana, intikam almak için izin  veriyorum.

Sofı biyin üzerine atladı, onun ağarmış sakalını tutu  ve başını geriye çekti. Bıçar çok loş parladı…

Han, tahtında oturup, olanlara sakince bakıyordu. Sofı, önünde kanlı elbiseler içinde duruyordu.

-Bir bak, Sofı, tiksinçle dedi Keldibek. Ne kadar da kara  ve pis kan akıyordu Türe’nin damarlarında. Yiğitlerine, bu yaban domuzun cesedini keçeye sarıp, gece buralardan uzaklara, bozkırlara götürmelerini emret.

 

***

Han’ın morali çok iyiydi. Düşmanlarını yolundan, başka insanların elleriyle kollayca kaldırıyordu. Günden güne, tahtın yanında kimseyi uzun zaman devamında tutulmaması gerek olduğuna daha çok inanıyordu. Çünkü er ya da geç, tahtın altından bakan biri, kendisi de Han olmayı ister.  İnsanlar gelip gitmeli. Altın Orda’nın hükümdarının ayakların altındaki paspas olmayı isteyen, yağlı bir kemik için hizmet etmeye hazır, dalkavuklukla gözlerinin içine bakmayı hayal eden birileri her zaman bulunur.

Sofı Türe biyi öldürdükten sonra bir aydan fazlası geçmemişti. Keldibek’in, basitliğiyle onu hayran eden fikir gelmişti aklına. Türe’nin son düşmanı olduğu olamazdı. İlla başka düşmanları da var bir yerlerde. Sadece iyi düşünüp, her emirin dediklerini  ve yaptıklarını bir kere daha gözden geçirmek gerekti. Fazla sessiz oturuyorlardı uluslarında Nauruz  ve Hacı Çerkes. Sakinlik de kötü birşey. Sakin insanlar ani karar alır.

Ne kadar çok düşündüyse Han emirlerini, o kadar çok şüpheleniyordu sadıklıklarından. Onun hasta hayal gücü birbirinden korkunç resimler çiziyordu aklında ve çok yakında o, kendisinin ayatı tehlikede olduğuna iyice inanmıştı.

Nauruz Muhammed’I  ve Hacı Çerkes’i karşılaştırıp, birbirine kışkırtmak gerekti. Özellikle Nauruz Muhammed korkunç geliyordu Keldibek’e. Emir, zamanında, ona tahta oturmakta yardım etmişti. Demek o gücünde emin ve kimbilir, yarın başka birini Han yapmayı ister mi, istemez mi.

Keldibek bir an, Taydolla’yı hatırladı. Bütün bu zaman boyunca onu düşünmemiş, şimdi de düşünmezdi belki, eğer Nauruz Muhammed onu kendine dördüncü eş olarak almasaydı. Zamanında, ona aşkını, Han’ın bizzat kendisi ilan ettiği halde, emir buna nasıl cüret eder?  Neden o Keldibek’ten izin almadı?

Han gerçeklerden uzak değildi.Yakın  ve sadık insanlara karşı olan adaletsizliği gören Nauruz Muhammed, Keldibek’e, Han olmakta yardım ettiği için günden güne daha çok pişmandı.

Ordu’da sürekli kanlar aktığından, Han’ın etrafı çatışmalarla meşgul olduğundan  yararlanarak, emir gizlice gücü biriktiriyordu, çünkü Han’ın acımasız eli bir gün ona ulaşacağını iyi biliyordu. Nauruz Muhammed, kendisi gibi Keldibek’in hüküm sürdüğünden menun kalmayan emirlerde destek arıyordu kendine. Ordu’da böyle insane çoktu. Buna ilk olarak da Hacı Çerkes tepki  verdi.

Emir, Han’ın onların ikisini de Saray Berke’ye çağırdığını duyduğu vakit,onun insanları birbirine nasıl kışkırttığını iyi bildiği için, Hacı Çerkes’I uyarmak için elçiyi gönderdi. Ayrıca, Han’ın kaldırılmasını ertelememeyi öneriyordu. Hacı Çerkes Nauruz ile aynı fikirdeydi, hatta Keldibek’i kendisi öldürmeye hazırdı. Şimdiden, emirlerin el birliği yapmalarında, ilerideki olacak düşmanlık gizleniyordu. Her ikisi rakibinden üstün olmayı, tahta birinci gelip, Han olmayı istiyordu.

Hacı Çerkes Ordu’ya, Nauruz Muhammed’in oraya ulaştığından daha erken gelmişti. Han onu çok sıcak karşıladı ve başbaşa kaldıklarında dedi:

-Beni, Nauruz Muhammed’in, ona  vermediğim toprakları kendi ulusuna katması endişelendiriyor. O, aynısını senin topraklarınla yapacağını da söylüyorlar. Bu tür dedikodular gerçek olabilir, çünkü emir sinsi  ve acımasız.

Hacı Çerkes, bunların gerçekten olabileceklerini biliyordu. Emirler, zayıflamış komşudan alabileceklerini almaktan çekinmiyordu, ama şimdi, herkes gibi Nauruz Muhammed de  bunları düşünecek halde değildi. Herkes gizli bir istekle bakıyordu Altın Orda’nın tahtına.

Hacı Çerkes, Keldibek’in sözüne inanmış muammelesini yaptı.

-Eğer Nauruz, gerçekten böyle bir şey planlıyorsa, dedi o. Onu öldürürüm.

Keldibek sevindi. Düşmanları, onun alıştığı oyuna kolayca geliyordu.

-Nauruz Muhammed gelince, onun yüzüne bakarak söylerim bunları ve sen dediklerimin gerçek olduğunu kendin de görürsün.

-Onu kanlar içinde boğarım, öfkeyle dedi o Hacı Çerkes. Eğer, tabi sizing izniniz olursa, büyük Han’ım.

Emirin üzerinden heyecanla yanan gözlerini almadan, Keldibek fısıldadı:

İzin  veriyorum. Sinsi olan cezalandırılmalı.  ve o, ellerini yüzünden geçirdi.

Han’ın kalbi mutluluk doluydu. O herşeyi unutmuştu. O iki emirin ölmüş olduğunu düşünüyordu.

Keldibek Nauruz Muhammed’in Ordu’ya gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu.  ve, nihayet, o sarayda göründü. Han onu tahtta, yayın kirişi kadar gergin halde oturup karşıladı.

Han’ın genelde misafirleri ağırladığı salonda Hacı Çerkes’ten ve ona eşlik eden iki batırdan başka kimse yoktu. Özel korumasına bile çıkmalarını emretti.

NAuruz Muhammede tek bir, uzun boylu, yağız, derin, sarkan kaşlar altından saklanan gözlü asker eşlik ediyordu.

Misafirler eşikten girerek eğildiler.

-Misafirlerime çok sevindim,  boğuk sesle dedi Keldibek. Yaklaşın.

Nauruz Muhammed  ve asker tahttan yanına yaklaştılar.

-Esselamün aleyküm, dedi emir ve bozkır geleneklerine gore elini uzattı Hana.

Keldibek soğuk sırıtışla cevap  verdi tokalaşmasına. Nauruz Muhammed ardından gelen askere yol  vererek kenara çekildi.

Belirsiz bir endişe sardı Hanı, ama ellerini uzatmıştı artık  ve geri çekmeye yetişemedi. Demir parmaklar bileklerini sıkmıştı. Keeldibek fırladı, bapırmaya istedi, bu sırada Nauruz Muhammed üzerine atlayıp, boğazını tuttu, tahtının arkasına bastırdı.

Birazdan, herşey bittikten, Han’ın vücudu gevşedikten sonra, emir onu yere bıraktı.

-Bitti, dedi o fısıldayarak ve etrafına baktı.

Hacı Çerkes  ve ona eşlik eden askerler, aynı şekilde, sakin oturuyorlardı yerlerinde.

-Amin, dedi Hacı Çerkes.

-Amin, yankı gibi tekrar etti askerleri.

Baskıcı bir sessizli sardı odayı ve onu ilk Hacı Çerkes kesti:

-Keldibek’i kaldırın, daha düzgün oturtun onu tahta…

Askerleri emrini yerine getirmeye koştu, emirin kendisi ise yavaş yavaş kapıya yaklaştı, onu açtı  ve yüksek sesle bağırdı:

-Hana gelen herkes girsin…

Kapının arkasında bu sözleri bekliyorlardı sanki. Aceleyle emirler, bekler, baylar  ve biyler giriyordu. Tahta bakıp, kolayca neler olduğunu anlıyor, gereksiz sorular sormadan tahtın altına oturuyorlardı. Toplanılanlar güzel giyilmişti: altın  ve gümüş kemerlerle kuşaklanmış pahalı kaftanlar, kafalarında  keseden yapılmış, samur kürkü ile süslenmiş  şapkalar vardı….

Hacı Çerkes oturanları dikkatle gözden geçirdi:

-Dünyadan, yakın insanlarımızın kanını döken Han, Keldibek gitti… Sakin  ve usulca oturuyor tahtında son defa, emirin sesi güçlendi, daha emin oldu. Allahın cezasını tahttan kaldırın, onu bir kenara yatırın  ve birşeyle örtün…

Askerler acele ile emir yerine getirmeye koştular. Ölmüş Hanı koltıklarına alarak, onu odanın en uzak kenarına sürüklendirip, parçadan kaftan ile örttüler üzerini.

-Bence, dedi Hacı Çerkes, tahta oturmaya Nauruz Muhammed layık. Aranızda bana itiraz edecekler var mı?

Öyle birileri bulunmadı. Toplanılanlar hepsi bir gibi başlarını salladı  ve aralarında konuşmaya başladılar.

Acele edip, sürüklenip, sanki ondan önce birileri Altın Orda’nın tahtına oturacağından korkar gibi çıktı öne Nauruz Muhammed.

Toplanılanlar aceleyle yerlerinden kalkıp,önünde eğiliyorlar, küçük adımlarla yaklaşıyorlardı tahtın durduğu kürsüye. Öne en yaşlı  ve saygıdeğer emirler çıkmıştı.

-Saltanatınız mübarek olsun, büyük Han’ımız, dediler onlar hep birlikte.

Nauruz Muhammed,  bıyıkların altından nezaketle gülümseyerek başını sallıyordu.

Hacı Çerkes Nauruz Muhammed önünde eğildi.

-Halkı senin seçilmiş olmandan haberdar etmeye izin  ver., büyük Han’ım…

-Öyle olsun!-önemle kabul etti yeni Han.

Emirler onu, Altın Orda’nın tahtına layık gördüler, ama tahtın kendisi lanetliydi galiba ve ona her sahip olan mahkûmdu.

Aradan bir sene bile geçmeden, Hacı Çerkes, Nauruz Muhammed’i yakalanılmasını emredip, onu  ve Taydolla’yı, tümenlerini Altın Orda’ya yönlendiren Sasi Bugi’nin oğlu Hızır’a teslim etmişti. Sasi Bugi mahkûmların öldürülmesini emretti. Onun yardımıyla tahta Hacı Çerkes’in kendisi oturmuştu. Aynı müddet sonra Hızır’ı onun kendi oğlu, Temür Hoca öldürmüştü. Fakat o, öncülerinden daha  şanssızdı. Beş hafta sürdü Temür Hoca’nın saltanatı. Çünkü o sene, Kaplan Yılında (1362),  Mamay Kırım’ın Hanı Abdolla’yı yapmış  ve Altın Orda’ya, kocaman ordusuyla sefer etmişti.  Temür Hoca İtil bozkırlarına kaçmıştı, ama burda, bozkır yolunda birilerin eli onun hayatının ipini yırtmıştı.

Geçen beş sene içinde, Canıbek’in ölümünden sonra, Altın Orda’nın tahtına sekiz Han oturmuş, her biri de öncekini öldürmüştü. İç mücadelede çoğu emirler, bekler  ve biyler ölmüştü. Halk, devamlı soygunlarda harab olmuş, kanlar su gibi akıyordu Deşt-I Kıpçak’ta. Mamay, akbabalar misali Altın Orda’nın başkentine saldırıp, onu soyup yakmıştı.

 

 

ALTINCI BÖLÜM

 

Şahrizabz’ın biyi, Barlas kabilesinin başı Tarağay, düşünde, bir dağın teğesinde durduğunu, etrafı gece olduğunu, ne yıldıların, ne de bir ışığın olmadığını görmüştü. O üşüyor  ve korkuyordu. Bir an, eline birinin kılıcı koyduğunu hissetmiş.Tarağay kılıcı yükseltip, ne gücü varsa karanlığa vurmuştu. Bir mucize oldu-yıldırım ışıkları etrafa dağınarak aydınlandı her yer. Bir yerden,  beyaz at üzerinde, beyaz giyinmiş, beyaz türbanlı adam çıkmıştı. O dedi: ‘’Biy Tarağay, senin eşin hamile. O, yakında sana bir oğlan doğuracak. Oğlan büyüyünce bütün dünyayı yönetecek’’.

Beyaz atın binicisi, Hızır Gali Assalam idi.

Sabah, biyin rüyasını korkunç Kazagan Han öğrenmişti. Kendi hayatı  ve tahtı için korkarak, nükerlerine, Tagaray’ın bir yere gittiğinde, karısını alıp, karnına taşlar basmasını emretti. Oysa, evliyanın bahsettiğini çocuk sapasağlam doğmuştu. Sadece biraz topallığı, annesinin karnındayken yaşadığı acıyı gösteriyordu.

Efsaneye gore, böyle gelmişti dünyaya, acımasızlığıyla Dünyanın Sarsıcısı Cengiz Han’ı bile geçecek Tarağay biyin oğlu Topal Teymur.

Birçok insan Teymur’un doğuştan topal olmadığını, Ma veraünnehir’in yollarında onu haydutlar basmış, çatışma sırasında bacağını yaralamışlar, bundan böyle bacağı kurumaya başlamış, sağ elinde de bişrkaç parmak eksşk olduğunu bildikleri halde, kimse işanların  ve mollaların dediklerinden şüphe duymuyordu.

Teymur Fare Yılında (1336), baharın kökek (Nisan) ayının dokuzunda, Şahrizabz’tan batıya doğru bir buçuk farsah mesafede,Hoca İlçar köyünde   doğmuştu. Kimse bu olayı önemsemedi, çünkü şeriatın izin  verdiğine gore, dört karılı  ve cariyeli soylu Müslümanların ailelerinde sık sık doğardı bebekler. Kimseyi, Tagaray’ın oğlu olup olmadığını  ilgilendirmiyordu. Fakat Teymur kendine ilgi kendisi çekmiş ve adını tekrarlanılmasını zorlamıştı.

Kazagan Han öldüğü zaman, Ma veraünnehir’de fitne yayılmıştı. Teymur yirmi yaşlarındaydı. Cesur  ve kararlı, o etrafında evsiz, gecelerini vadilerde, büyük yolların yanında geçirmeyi tercih eden topladı ve komşu Türkmen köylerine baskın yapmayı başlamıştı.

Teymur çadırları soyuyor, kadınları kaçırıyor, at sürülerini çalıyordu. Ama bir gün kader ondan yüzünü çevirdi. Küçük bir müfreze ile birlikte  Türkmen soyu Tekejaumıt’tan atları çalmayı karar  verdi. Ama birisi ona iHanet etmiş ve Türkmenler tuzak kurmuştu onun için. Baskının başarısız olduğunu gören Teymur, adamlarına geri çekilme emrini  vermişti. Bir avuş buğday gibi dağılmıştı onlar bozkırda, Türkmenlerin kimin ardından koşacaklarını şaşıracaklarına ümit ederek. Oysa onlar baskı hakkında önceden uyarılmış oldıkları için, askerin sayısı çoktu. Her hırsız peşinden  ikişer-üçer yiğit koşmuştu. Bozkırın üzerşnde ağır sopalar- soiller uçuşuyor, hırsızlar düşüyordu eyerlerinden.

Tek Teymur şimdiye kadar şanslıydı. Bütün Ma veraünnehir’de meşhur tulpar Aktanger onu takipçilerden kaçırıyordu. Takipçiler çoktan peşlerini bırakmış, sadece bir tek binici inatla geliyordu arkaşarından, ama nihayet o da bırakmıştı peşlerini. Teymur atını durdurdu ve rahatlıkla içini çekti. Ama sevinci çok erkenciydi. Yakın vadiden yeniden çıkmıştı binici ve kovalama devam etmişti.

Takipçisine dönüp bakan, Teymur onun siyah atını, siyah kaftanını  ve beyaz küklü şapkasını görmüştü. O an Teymur onunla yüz yüze gelmekten kaçamayacağını anlamıştı.

Yüksen çalılar vadisinde atını çevirip, soili başının üzerinde yükseltip onu türkmene attı. Ağır sopalar binicilere bir zarar  vermeden havada buluştular.  ve yine, uzun atlamadan yorulat atlar birbirine doğru koştular. Bu kez türkmen saha hızlı çıkmıştı. Üzengilerin üzerine durarak o, gücü ne varsa düşmanına vurmuştu soili. Teymur’un bedeni gevşedi  ve o atından düştü. Binicisini kaybeden at bozkırlara koşmuştu.

Asığat  ve Ardak istemeden çatışmaya tanık olmuşlardı. Yüzksek çalıların gölgesinde saklanıp, onlar kuyunun yanında dinleniyorlardı. Daha yakında kervanbaşı  ve âlim Bağdat’tan beraber geldikleri  kervanlarını kaybetmiş, iki yiğitin soil çatışmalarını görünce, görünmez kalmayı tercih etmişlerdi.

Türkmen attan atlayarak, dizginleri eyerine koydu ve hareketsiz yatan düşmanın yanına yaklaştı. Çatışmadan kızaran yüzü nemliydi, kürklü şapkanın altından iri ter damlaları akıyordu yanaklarına doğru. Türkmen yatanı ayağıyla sırtına çevirdi, yavaşça kından Hançerini çıkarmıştı.

Ardak dayanamadı. Çalılardan çıkarak, ellerini başının ğzerinde yükselterek bağırdı:

-Merhamet! Merhamet!

Yiğit ürperdi ve hemen kendini eline aldı önünde iki silahsız adamı görünce.

-Kimsiniz  ve nerden geliyorsunuz, diye sordu o, göz ucuyla bakarak yabancılara.

-Merhametli ol, batır. İstediğini yapmadan önce bizi dinle, dedi Asığat. Biz âlimiz. Bagdat’tan geliyoruz. Hayatı zaten saç telinde asılı birini öldürmekte ne hacet var? Belki de o, o kadar günahkar değildir…

Türkmen yüzksek sesle  ve vahşice kahkaha attı:

-Siz, bunun kim olduğunu biliyor musunuz? Bu, Tarağay biyin oğlu, haydut Teymur. Çok dert getirmişti o türkmen köylerine! Böyle bir insan yaşamayı hakediyor mu, diye yiğit yine Teymur’un hareketsiz vücuduna eğildi.

-Öldürmeyin onu, diye yalvardı Ardak. Şeriat, kanın dökülmesine hacet olmadığı yerde, bunun yapılmaması gerektir, diyor. İntikam alındı…

Bırak onu, Allah bildiği yapsın onunla.

-Boşuna onun için dileniyorsunuz, âlimler. Fakirlerden son koyunlarını  veya atlarını çalan, sinsi  ve kalpsiz insanı öldürmek günah mı?  Bu kutsal bir amel ve Allah beni affeder…

Gereksizce dökülen kanlar affedilemez, -inatla tekrar ediyordu Ardak.

Yiğidin tereddüt ettiği görünüyordu.

-Siz âlim adamlarsınız, Kur’an  ve şeriatı biliyorsunuz.  Ama doğuştan kör olan biri hak yolunu bulabilir mi? Ben size dinleyip, bu soyguncunun hayatını Allaha teslim edebilirim…Ama yılanın, ilk önce onu üşürken bağrında ısıtanı ısırmış olduğunu bilmiyor musunuz…

Hayatta iyilikten  ve hoşgörüden daha iyi şey yok. İnsanlar iyilik yapıncaya kadar yeryüzü çökmez. Sen de iyi birşey yap. Eğer düşmanın  hayatta kalma şansı olursa, belki de hakkın nuru onu aydınlatır ve kalbi yumuşar.

-Bilmiyorum. Yılan hep yılan kalır. Onu ikiye bölsen bile…Sizin isteğinizi Kabul ediyor, onun hayatını Allahın iradesine bırakıyorum.  Hoşçakalın.

Türkmen kuş gibi uçarak eyerine oturdu ve atı az sonra tepelerin arkasında kayboldu.

Asığat yerde yatan Teymur’a yaklaştı. O baygındı.

-Biliyor musun Ardak, onun yüzü acımasız insane yüzüne benziyor. Belki de biz, gerçekten, boşuna onun tarafını aldık?

Âlim hayır der gibi başını salladı:

-Her ne olsa da, gereksiz yerde  kanların dökülmesine ne gerek var? Türkmen hakiki bir batır. Eğer dünyadaki her insan kan dökseydi, dünya  çoktan kanlara boğulurdu.

-Hakkında o kadar şey söylediğimiz insan yaşıyor mu acaba?

Asığat Teymur’a eğildi, avucun içini dudaklarına koydu:

-Galiba nefes alıyor.

Teymur’u koltukların arasına alarak, Asığat  ve Ardak onu kuyuya götürdüler. Başındaki kanayan yarayı Ardak soğuk suyla yıkamış, sadece onun bildiği yaprakları yaraya koyarak yumuşak bir bezle sardı.

İki gün geçirdiler onlar kuyunun yanında Teymur’u iyileştirerek. O de kendine geliyor, de yine baygın düşüyordu. Bedeni ateşle yanıyordu. Ama genç  ve sağlam  organizması hastalıkla başa çıkabildi, tömürü geçmiş, nihayet konuşmaya başlamıştı. Yolu çıkma zamanı gelmişti.

Ardak Ürgenç’e gitmeye karar  verdi, Asığat   ve Teymur ise aynı yere gidiyorlar, onun için bozkırda Teymur’un atını bularak, onlar beraber gitmeyi karar  verdiler Şahrizabz’a.

Gitmeden önce, gür kaşlarını çatarak, Teymur Ardak’a dedi:

-Teşekkür ederim, âlim. Sen beni hayata döndürdün ve insanın nasıl yaşaması gerektiğini anlatmışsın. Senin tavsiyelerinden faydalanırım.  ve eğer yallarımız bir gün yeniden bizi bir araya getirirse, borçta kalmayacağımdan, senin iyiliğinin karşılığını  verebileceğimden emin olabilirsin.

Başına geldiklerinden sonra Teymur çok değişmişti. Yaklâşık bir ay hastalığından sonra, bir gün camiye gelip, meşhur şeyh Şarafatdin’in dualarını  ve hutbesini uzun uzun dinlemişti. Bu günden sonra o artık soygunlukla uğraşmıyordu. Bambaşka fikirler  dolaşıyordu kafasında. Yıllarr sonra, o: ‘’Hak yolunu bana iki insan göstermişti: tesadüfen karşıma çıkan âlim  ve şeyh’’, diye tekrar etmeyi sevmişti.

Tuhaf, ama Teymur’un kafasında herşey çok değişmişti. Bambaşka, tamamen karşıt yolu seçmişti o kendine. Ardak  ve Şarafatdin ona hayırse verlik  ve insanse verlik hakkında bahsettiği halde, o taciz  ve kan yolunu seçti. Giderek daha sık iştşraka ediyordu o iç çatışmalarda, kendine emirlerden bir takım kurarak ve onun başına geçerek.

Kaplan Yılında (1362)  vefat etmiş  Kazagan Han’ın torunu Hüseyin ile birlikte o Türkmenlere seferle gitmişti. Sefer başarısız geçmişti. Murgaba kıyısında Türkmenler ordularını yenip, onları esir aldılar. İki ay Hüseyin  ve Teymur MaHan köyünün zindanında geçirmişti, ta ki, bir zamanlar Kazagan Han’la arkadaşlık eden  yerli emir Alibek onları serbest bırakmadıkça. Onlarn açlıktan  ve susuzluktan nerdeyse ölüyor,  Ma veraünnehir’e zar zor ulaşıp,  emirin gazabından korkarak Şahrizabz’ın çevresinde saklanıyordular. Aksak Timur’ün ablası Turgan hatun onları bulup, kendi köyüne götürmüştü. Fakat Teymur kaçak olmayı istemiyor ve çok yakında Semerkand’a gidiyor.

Kimse Semerkand emirinin kalbine nasıl yol bulduğunu, ama yakın bir zamanda o, onun ordusunun başında duruyordu. Hısain ile birlikte komşu ulusa baskın  düzenlemişlrdi. Askenleri çatışmayı kazandı, kendisi ise bacağından  ve elinden yaralanmıştı. Bundan sonra lakabı Topal Teymur olmuştu.

İnsanın kaderini bazen koşullar çizer. Teymur biraz erken veya geç doğsaydı, belki de onun yıldızı hiçbir zaman parlamazdı ufukta.Görünmez bir toz tanesi olurdu ve unutulurdu, ama aklı olgun olduğu yıllarında, Ma veraünnehir çatışmalardan çatlıyordu. Birçok emir, sonsuz savaşlar sürüyordu toprak  ve su, şöhret  ve şehirler için. Onlardan sedece birkaçı güçlü ordusuyla övünebilirdi, herkesin başarılı bir öndere ihtiyaçları vardı.

Teymur, Kazagan Han’ın torunu Hüseyin’in kız kardeşiyle evliydi. Bunu için akrabasını ma veraünnehir’in hükümdarı yapmak istemişti. Emirler buna karşıydı, fakat Teymurun elinde, kimseyi  dinlememe hakkını kazandıran güç vardı. Acımasız  ve kararlı, o Ejderha Yılında (1364) hedefine ulaşmıştı. Bundan böyle, Ma veraünnehir Hüseyin’e aitti. Teymur’un kendisi de onu sağ eli, ordusunun önderi olmuştu.

Tam bu dönemde kader Teymur’u yeniden Ardak ile karşılaştırdı. Semerkand’a giden tozlu yolun üzerinde, muhafızlar âlimi itaat etmeyi istemeyen emirlerinden birinin casusu olduğunu zannedip, yakalamışlar. Ardak, askerler onu ayaklarının altına bıraktıkları, kurt kürkü üzerinde oturan  adamın, Asığat’la birlikte ölümden kurtardıkları adama ne kadar benzediğine şaşırıyordu.

Teymur âlimi hatırlamıştı. O kalktı, ellerini sıkan kemeri kendisi kesti  ve sarıldı Ardak’a.

-Yollarımızın kesişeceğini demiştim, dedi o. Görüyor musun, sözüme sadığım, senin benim için yaptıklarını unutmadım.

Âlimin önünde, kendine gü venen, kendinden emin olan, onların bozkırlarda rast geldikleri adama benzemeyen biri duruyordu. Bu, soyguncular çetesinin önderi değil, bütün Ma veraünnehir’in ordusunun sahibiydi.

-Senin arkadaşın beni terk etmedi, dedi Teymur.  Ben onu bakaul yaptım.Hayatımı kurtaran insandan başka kime emanet edebilirdim yemek  ve içecekleri ve kapıda duran nükere dönerek emretti:- Asığat’ı çağırın…

 

***

Derin geceye kadar oturmuşlar Topal Teymur, âlim Ardak ve eski krvanbaşı Asığat.  vedalaşma zamanı gelince de, Teymur Ardaka’a altın dinarlarla dolu deri kılıfı uzattı.

-Bu, senin iyiliğin karşılığı,dedi o.

Âlim karşılık olarak elini uzatmadı. Sadece dikkatle baktı Teymur’un gözünün içine:

-Yaptığım iyiliklerin karşılığında üzrec almıyorum. Üstelik, o kadar altını ben ne yapayıp?

Teymur şaşırdı:

-Onu reddeten insanı hayatımda görmedim.

-Ser vet, insane endişe getiriyor, kalbini huzursuz bırakıyor. Ben, huzurlu bir hayat ve seninle arkadaş kalmak istiyorum.

Teymur gü venmiyor gibi gülümsedi.

-Dünyada huzur olan bir yer var mı?

-Galiba, yok, diye Kabul etti Ardak. Ama huzuru kaybetmek gerekirse, değer bir dava uğruna sadece. Tek insanların işleri, onları mutlu olmaları buna değer.

-Ama altınsız, bir tek iyi amellerle onlar mutlu olmaz.  verdiklerimi al ve dinarları istediğin gibi harca.

Ardak duraksadı. Nihayet, altınlar dolu kılıfı aldı. Teymur’un son sözleri hoşuna gitmişti. Elinde o kadar  yetki olan bir insan çok iyi amel işleyebilir, eğer isterse tabi, eğer bir zamanlar kuyunun  yanında Teymur’a söylenilen sözler, iyi tohumlarla  verimli bir toprağa düştüyse.

Âlimle  vedalaşırken Teymur dedi:

-Sen Semerkand’a gidiyorsun. Ben, sana eşlik edecek, kaderin kötülüklerinden koruyacak askerlerimi  veririm yanına.  ve eğer bir gün yardımım gerekirse, istediğini yapmaya her zaman hazırım. Sen bana hayatımı bahşettin, hayatım da dünyanın bütün mücevherlerinden üstün, Topal Teymur’un gözleri parladı. Git. Yolun açık olsun…

Çadırdan çıktıklarında, Teymur, Ardak  ve Asığat uzun sure suskun kalıyordular. Yıldızlı gece sarmıştı yeryüzünü. Asker kampı uyuyordu. Yalnız sönmüş ocaklardan  gelen ekşimsi gübre dumanı, yerin üstünde gezerek, burun deliklerini gıdıklıyordu.

-Bence, dedi Ardak, Teymur’u kurtardığımızda, Allahın hoşnut kaldığı bir amel işledik.

Asığat uzun sure sessiz kaldı:

-Bilmiyorum. Ben senden daha uzun zaman dünyada yaşıyorum ve hiç bir şey söyleyemiyorum bu konuyla ilgili… Teymur tatlı konuşlmalara usta, ama nedense, son zamanlar türkmen batırın: ‘’sadece zaman gösterir onun nasıl insane olduğunu’’, dedikleri geliyor aklıma.

Kazagan Han Ma veraünnehir’i yirmi yıl devamında yönetti. Kurnazlığı  ve acımasızlığı sayesinde, emirlerin ona itaat etmelerini sağlamaya başarıyordu. O, onun topraklarında yaşayan göçebe kabilelerin soygun  ve barımtı yapmadan yaşayamıyor olduklarını iyi biliyor, bundan dolayı, ara sıra, ordusunu  Great’a  ve Harezmşah’a baskın yapmaları için gönderiyordu. Genelde, ordusu büyük bir ganimet ile dönüyor ve uluslar yine huzurlarına kavuşuyordu.

Kazagat Han’ın ölümünden sonra, yerini oğlu Abdolla geçmişti. Yeni hükümdar, karargâhını Semerkand’a taşımıştı. Bu durum Türk göçebe kabilelerinin emirlerini rahatsız etmiş, Abdolla’nın ölümü ile neticelenmiş fitneler sebep olmuştu.

Bundan yararlanan Moğolistan Hanı Aksak Timur, Ma veraünnehir’in şehir  ve köylerine birkaç baskın yapmıştı. Fakat, bu zaman kadar emir Hüseyin  ve Topal Teymur da güçlenmişti. Koşom  ve Karşı şehireri feth ederek, genel karargâhların yerini Bahl’ı yapmışlardı. Ma veraünnehir’in Semerkand  ve Buhara gibi büyük şehirleri, onların etkilerinin dışında kalmıştı. Bu iki şehir aralarında çoktan münakaşa ediyorlardı. Eski Hanların  veya emirlerin iki şehirden birini kendi karagahı yapsa, diğerinde, hükümdardan memnun kalmayanlar toplanıyordu.

Şimdi de durum aynıydı. Tek fark, bu sefer, hem Buhara’da, hem Semerkand’ta nefret ediyorlardı yeni hükümdardan. Her iki şehir İslam merkeziydi, Hüseyin ise din adamlarını kendi tarafına çekemiyordu. Bunu için, mollalar, âlimler, imamlar uygun fırsat bularak, esnafın akıllarına yeni hükümdarına karşı saygısız olma düşüncesini sokuyorlardı.

Bunda da, Hüseyin’in bizzat kendisi suçluydu. Acımasız  ve özgü venli o, karalarını  verirken, aklına hiç danışmazdı. Üstelik, onun cimriliğinin  ve açgözlülüğün sınırı yoktu. Doğu’da,  sıradan halka  ve soylulara  saygıya, sadece zenginlik  ve şıklıkla gözleri kör eden hükümdar ilham  verebilirdi. Hüseyin ise, sıradan bir nüker giyiniyor, sık sık kıyafetinde yamalar da görünüyordu. O hiçbir zaman kimseye hediye etmezdi, belki de bu yüzden, hükümdarların yaptıkları hediyelere alışan Müslüman din idaresi Hüseyin’i se vemiş, düşmanlarını tarafını almışlardı.

Ardak Semerkand’a kalbi hüzünlü gelmişti. Topal Teymur ile görüştükten sonra huzuru kaçmıştı. Onun bir şey deuip, başka şey düşünmüş olduğunu hissediyordu. Bir de Asığat’ın  tereddütleri vardı… Onlar da korkutuyordu onu.

Şehrin içi, yüksek, çamur duvarlar arkası endişe doluydu. Kalabalık, rengârenk pazarda, farklı dilleri konuşan insanelar arasında, Hüseyin hakkında denilen kötü sözleri duymak mümkündü. Sürekli  vergilerden usanan, molla  ve imamlar tarafından kışkırtılan halk, ellerine Hançer alıp, kederlerine sebep olan her kimsenin karşısına çıkmaya hazırdı.

Burda da, yayılmış karaağacın gölgesinde bulunan küçücük çayHanede Ardak, ilk defa Teymur adını duymuştu.

Yaşlı, seyrek ağarmış sakallı adam, kâseden çayı yavaş yavaş yudumlayıp, Hüseyin’in en yakın yardımcısı, Topal Teymur’un  hayata doğuşunu anlatıyordu. Ardak meraklandı, içindeki heyecanı gözlemeye çalışarak dinlemeye başladı.

-Tarağay biyin orta eşi Takine hatun gebe kaldığı vakit, rüyasına evliya Hızır Gali Assalam gelmişti. O gebe kadığını bilmediği için, ona oğlan çoçuğu bahşetmesini istemişti evliyadan.

‘’Tamam, dedi Hızır Gali Assalam, istediğin gibi olsun’’.  ve kadına, taştan yapılmış gibi sıkı vücutlu, gül yapraklarından daha narin yürekli bebeği uzattı.

Büyük bir sevinçle aldı bebeği Takine hatun  ve göğüsünü yaklaştırdı. O uzun zaman memeyi bulamıyordu, buna kızan kadın, onun taş poposuna tokat attı  ve acıdan ağlamaya başladı. Annesinin gözyaşlarını gören bebek de ağlamaya başlamıştı. O, uzun sure hiç durmadana hıçkıra hıçkıra ağladı, çünkü yüregi gül yapraklarındandı ve sürekli, çiy damlalarla kapalmış tomurcuk misali, kalbi acı çekenlere karşı merhametle doluyordu.

‘’Oğlunu beğendin mi?’’, sordu evliya.

‘’Hayır,-dedi Takine hatun, bana, gözyaşları o kadar yakın bulunan bebek gerekmiyor. Başkasını  ver’’.

Hızır Gali Assalam içini çekti ve ona başka bebeği  verdi. Bu çocuğun kalbi taştan, vücudu her insanın vücudu gibiydi.

Takine hatun ona meme  verdi, o da, önceki gibi uzun sure bulamamıştı onu. Öfkelenen kadın yine cazalandırdı bebeği. Fakat, bu bebek ağlamadı, acıyı hissetmedi bile.

‘’İyi bebek  verdin bana, evliya Hızır Gali Assalam!’’- diye bağırdı Takine hatun.

Kimse ona cevap  vermemişti. Evliya kaybolmuştu. O an, ağlamaya bilmeyen oğlu olacağına sevinen kadın kahkaha atmıştı.

İhtiyar, çaycıya boş kâseyi uzatarak düşünmelere daldı. Sanki hikâyesine devam etmeyecek gibi geliyordu.

-Sonra ne oldu?- ihtiyarı korkutmamaya çalışarak sordu Ardak.

-Sonra?- o başını  kaldırdı ve âlimin gözleri, ihtiyarın uyanık gözleriyle karşılaştı. –Sonra,sabaha karşı, ahlaksız kadın, büyücüye rüyasının tabirini sordu. O da anlattı: ‘’Rüyada ağlıyorsan-sevineceksin, seviniyorsa-ağlayacaksın demek’’.

İhtiyar soluk dudaklarıyla birşey çiğner gibi hareket etti, çaycının elinden taze kok çay dolu kâse aldı, biraz duraklayarak tamamladı:

-Büyücü, Takine hatunun doğuracak olan oğlunun her sıradan insanın olduğu gibi, ok  ve kılıca karşı savunmasız, ama taştan  bir  kalbi olacak. Kendisi asla ağlamaz, ama başka insanları acıdan  ve kederden inleyip ağlatır.

Ardak, Topal Teymur ile sohbeti hatırladı. O, dediklerini, elinde aniden koskoca ordu eden insanın kendini birşey zannedip övüneme  ve  boş laf zannedip, önemsemedi. Gücünden sarhoş olan insane ne demez ki. Zaman gelir, gözlerinden duman perde iner, akıl kazanır.

-İnsan mutlu olmak için yaratılmış, dedi Ardak.

Teymur gülümsedi. Gür kaşları bir araya geldi, aralarında derin bir karışıklık göründü.

-Dünya cehennemsiz olamaz. Evliya Borık efsanesi bunu demiyor mu, dedi Teymur ve herkese dikkatle baktı. Allahın sevdiği kulu, ondan cehennemi yok etmesini istediğini hatırlıyor musunuz?

Toplanılanlar sessizce Teymur’un dediklerini dinliyordu.

-Bilmiyor musunuz? O zaman anlatayım… Çok gün devamında hareketsiz, yemeden, içmeden  duruyordu evliya Borık, Allahta cehennemi yok etmezse adım bile atmayacağını söyleyerek. Allah sevdiği kulunun ne kadar inatçı olduğunu biliyor, onun o yerde taşa dönmemesi için isteğini kabul etti.

Arzusunun yerine geldiğini gören evliya, kafasını dik tutarak, ayakların götürdüğü yere gitmişti. Ama yolculuğu uzun sürmedi, daha az da yaptıklarının sevinci sürdü. Birinin ağır sopası Borık’ın sırtına vurdu.

Evliya acıdan bağırarak merhamet diliyordu. Ama siyahlar içinde kocaman adam onu darbelemeye devam etmişti.

‘’Suçum ne? Neden acı çekiyorum?’’

‘’Suçun büyük, dedi dev adam. Sevincine kapanıp, dünyada en kusal olan şeyin, ekmeğin üzerine basıyorsun. Etrafına bak, sen ekmeklere basıyorsun, kalbinde Allahın gazabından korkma duygusu yok. Herkes, geriye dönüp bakmadan, dünyada korkacakları birşey olmadığı için istediğini yapsa ne olur, bir düşün’’

Borık etrafına baktı ve kibirinden buğdayları ezdiğini fark etmediğini gördü. Evliya insanları çok iyi bildiği için korkmuştu. O, insanın yaptıklarından kormadığında yeryüzünde neler olacağını düşünmüştü.

‘’Allahım, diye bağırdı o. Hata yaptım. İnsanı, hayatta suçunu hissettirmeden bırakmamak gerek! Siz insanların korktuğu cehennem yeniden olsun!’’

Teymur sustu  ve, hikâyesinin insanlardaki etkisini izledi.

-Şimdi, insanın korkusuz yapamayacağını anladınız mı?-iddia ile sordu.

-Ben öbür dünyadaki cehennemden bahsetmedim, itiraz etti Ardak. Ben, insanların fani dünyadaki zor hayatları hakkında bahsetmiştim…

Teymur’un burun delikleri hareket etti.

-Cehennem, öbür dünyadan daha çok bu dünyada gerekiyor. Eğer dünyanın hükümdarı bir gün ben olsam, herkese, cehennemin nasıl olacağını gözteririm. Halk korku içinde tutulmazsa, itaat etmez. Ben herkesi ürpermeyi, önümde baş eğmeyi mecbur ederim.

Şimdi de, Teymur’la sohbeti hatırlayarak, Ardak onun boş laf söylemediğini anlamıştı. Kalbinde saklı onanları dillendiriyordu o. İhtiyarın da bugünkü Teymur hakkındaki hikâyesi bir tesadüf değil.Topal Teymur’u Ma veraünnehir’de çok iyi tanıyorlardı. Halk onun hakkında böyle efsaneler uydursa, demek felaket çok uzaklarda değil. Demek, bir sürü kitap okuyan Ardak yanılmıştı? Teymur gerçekten de acımasız ve büyük felaket uçuyor mübarek Ma veraünnehir’in şehirleri  ve köyleri üzerinden.

Âlim çay Haneden çıktı ve uzun sure, amaçsız geziyordu şehirde. İnsanlar kötülüğe karşı ne yapabilir, nasıl direnebilir?

Gençlik çağında, daha köle iken Ardak, insanların İran’da nefret ettikleri şahlar  ve beklere karşı nasıl ayaklandıklarını görmüştü. Korkunç bir manzaraydı. Sokalardaki bir sürü insan, fırtına esnasında Ceyhun Nehrine benziyordu. İnsan Nehri yolunda ne varsa yıkıp geçiyordu. Ellerinde sopa  ve Kurakler ile öfkeden çıldırmış insanlar  sarayları  ve soyluların evlerini yıkıyorlardı. İsyancılar arasında bir elinde kutsal Kur’an, diğerinde eğik kılıç olan  din adamlarını: hoca, molla, mürid, âlimleri de görmek mümkündü…Böyle bir gücü ne durdurabilir ki zanneder insane. Ama onu sinsi  ve kurnazlık durdurup ezebildi. Demek bu,isyan yolluyla gitmek yanlış olur. İnsanları bir araya getirip, onlardan güçlü bir yumruk yapabilecek baika bir şey de olmalı…

Ardak Mekke’yi hatırladı…O zamanlar o medreseyi bitirip, hacını yapıyordu. Orda da görmüştü sayısız insanları. Ama onlar silahsızdı ve buraya, Hz. Muhammed’in doğduğu yere, kutsal Kabe’ye niyaz etmek için gelmişlerdi.

Sabah, güneşin ilk nurları meydana ışık saçtıkları zaman, baş caminin minaresinden muezzinin uzatma sesi geldi:

-Allahu ekber! Allah büyüktür!

On bin insan bir gibi diz çöktü namazda. Onu bitirdiklerinde, imam  Kur’anın otuz beşinci suresini ‘’Yasin’i’’ okudu.  ve yine, minareden insanların üzerine, uzun  ve hüzünlü ses yağdı:

-Alla-a-a-ahu ekbe-e-e-r!

İnsanlar avuçlarının içlerini yüzlerinden geçiriyorlar, ayağa kalkıyorlardı. Ardak’ı gördükleri şaşırtmıştı. Herkes, sanki bir olup kutsal taşın tarafına yönlenmiş, önlerine saş ellerini uzatarak, gözlerinde yaş ile, hıçkıra hıçkıra ilerlediler.

Belki de burda kötülüğü yenebşlecek iyi gücü aramak lazım. Allahın adı! O birleştirir insanları!  Onları yönlendirmek gerek, düşmanlarını göstermek gerek ve tek o an dünyaya adalet gelir.

Bu günden başlayıp Ardak, Semerkand’ın din idaresiyle yakın olma yollarını aramıştı. Ona, birçok kutsal kitaplarını bşlen âlime bunu başarmak zor olmadı. Burda, Ardak aradığını bulmuş gibiydi. İmamlar, işanlar, kadılar, molar Hüseyin  ve Topal Teymur’a karşı halkı ayaklandırma fırsatını çoktan bekliyordular. Özellikle genç âlim Hurdek Buhari ile yakın olmuştu Ardak. Her ikisi de,İslamın kutsallığının yardımıyla nefret ettikleri hükümdarlara karşı savaş açabileceklerine, sonra da çiftçiye de, esnafa da, göçebeye de iyi davranacak adaletli bir hükümdar seçebileceklerine içten inanıyorlardı.

 ve olaylara yine kader müdahale etti.

Ma veraünnehir’de olup bitenleri dikkatle izliyordu Moğolistan Hanları. Yılan Yılında (1365) İlyas Hoca Han, tümenlerine Hüseyin’e ait olan topraklara gidip, şehirlerini soymalarını emretti.

Memir (Mayıs)ayının ikisinde, Çirçik Nehrin kıyısında iki ordu bir araya gelmişti. Uzun  ve kanlı çatışmadan sonra, geriye kalan askerlerini kurtararak, Topal Teymur ordusuna geri çekilme emrini  vermişti. Çekirge sürüsü gibi Semerkand tarafına yol almıştı İlyas Hoca’nın tümenleri, yollarında ne varsa soyarak. Bir kez daha, Şahrizabz’ın yanında  onları durdurmaya çalışmıştı Teymur, ama yenildi ve Hüseyin ile birlikte Horasan’a gitmişti.

Savunmasız çıkmıştı Ma veraünnehir’in şehirleri  ve köyleri.  Semerkandlılar, göçebe orduların ne kadar korkunç olaylara sebep oabileceklerini bilerek, şehrini kendileri korumaya karar  vermişler. Önderleri olarak onlar, yerli sakinlerden Maulane-zade Samarkandi, Maulane Hurdek Buhari ve pamuk temizleyicisi Naddar Abubakir Kele vedi’yi seçtiler.

Atölyelerde sabah akşam iş kaynıyordu: örslere çekiçler vuruluyor, fırınlar yanıyordu. İnsanlara silahlar yetmiyordu, bunun için sanatkarlar  ve esnaf onlara kılıç, Hançer, oklar için uçlar yapıyorlardı.

Felaket başka memleketlerde gelşnce, eski kızgınlıklar unutuluyor, daha dün acımasızca insanları soyan soylular bile korkutucu geşmiyordu. Halkın savunma istekleri vardı, ama silahlar yetmiyordu. Bundan dolayı, Önderler Kurulu’mu Hüseyin’e elçilerini gönderip, ya gelmesini, ya da onlara silah  vermesini söylemeye karar  verdi.

Seçim RRdak’a düştü. Üç gün, hiç durmadan, atlarını koşturarak, geri çekilen ordunun izlerini takip edip gidiyorlardı elçiler, onu ta Ceyhun’un öbür tarafında bulmayıncaya kadar.

Emir Hüseyin karargâhta yoktu ve onları Topal Teymur karşılamıştı. Hiç sevinmeden, dikkatle dinliyordu o âlimin dediklerini, sonra da sordu:

-Demek, şehir sakinleri, ellerinde silah olunca karşı çıkabileceklerini diyorsun?

-Deniz damlalardan ibarettir, dedi Ardak. Herkes ayaklanınca, yer sarsılacak. Halk şimdi, yoluna çıkan her dağı yok edebilecek kocaman dalgaya benziyor…

Teymur düşünmelere daldı. O, Semerkandlıların ondan  ve Hüseyin’den nefret ettiklerini biliyordu. Moğollar gelmeseydi, biriktirmiş oldukları güçleri öz hükümdarlarına karşı çıkardı. İyi ki halkın öfkesini başkalara çevirebiliriz. Moğollarla savaşsınlar…Sonra ne olacağını zaman gösterir.

-E vet, duraklat,yıp devam etti Teymur. Düşmana yenmeyi başarırsanız, bütün Ma veraünnehir bunu unutmaz…Kalbim sizinle, ama kendi kendime orduya birşeyler emredemem. Emir Hüseyin yanımızda değil, onun nerede olduğunu kimse bilmiyor. Aramalar uzun sure alabilir, yani, sizzler için yapabileceğim tek şey-silah  vermek. Onları alın ve İlyas Hoca’nın tümenlerini yoke din.

Ardak Teymur’un kurnazlığını görüyordu, ama başka çareleri yoktu. O, Teymur’a ordusunu Semerkand’ın yardımına götürmesini emredemezdi. Ama silahlara da cimriydi Teymur. On beş de veden oluşan kervana, çatışmalardan sonra toplanılan hırpalanmış, künt kılıçları yüklediler.

Ardak’ı yolcu ederken, Asığat kaşlarını çatıyor, gözlerini kaçırıyor  ve içini çekiyordu.  VEdalaşma zamanı gelince, o âlime sarıldı  ve fısıldadı:

-Kendine iyi bak...Topal Teymur’a türkmen batırdan hayat bağışlamayı isteyince korkunç bir hata yapmışız. Bu insanın kalbi taştan…

Ardak ürperdi. Bu sözleri o çayhanedeki ihtiyardan duymuştu. Devletin her tarafında hükümdarları hakkında insanlar aynı şeyleri söylüyorsa, onlar doğrudur.

 

***

Ardak ne kadar acele etse de, sşlah götüren kervan şehire yetişemedi zamanında. Moğolların tümenleri Semerkand’ı girmişlerdi. Bir zamanlar onu kocaman, sağlam duvarlar koruyordu, ama Cengiz Han’ın  askerleri buraya geldiklerinden sonra, Semerkand’ın güçlenmeleri yerlerde yatıyordu, duvarlar da delik deşik olmuşlardı. Yaklaşan düşmanı bekleyen yerli sakinler, becerebilecekleri kadar yeniden yükseltmeye çalışmışlardı yıkıkları. Onların en büyük güçleri, kendilerini koruma, kadınlarını  ve çocuklarını ölümden  ve kölelikten kurtarma isteğiydi.

Düşman ciddi bir direniş beklemiyordu. Teymur’un ordusunu mahfeden tümenlere karşı ne yapabilirler ki kötü silahlanmış çiftçiler, esnaf  ve sanatkarlar?  Baskına hazırlanmak için Moğollar iki gün sarf ettiler sadece. Bu zaman içinde de çok şey değişmişti. Şehrin Yöneticiler Kurulu’munda, düşmanın saldıracağını beklemeden, onun şehrin duvarları yanında karşılamaya karar  verildi. Ardak da zaman kaybetmiyordu.

Şehre girmeye care olmadığını görerek, âlim silahları, harap edilen  köylerden kaçan çiftçilere dağıtmıştı. Artık onun önderliğinde büyük  ve mutlu ordu vardı. İnsanların eğitim almadıklarından, kılıçları  ve yayları kötü kullandıklarından ne ki?

Daha dün barış içinde topraklarıyla meşgul olan insanların, şehir sakinlerin  ve Moğolların çatışmaları esnasında onları sırtından vurduklarında öfkeleri sınır tanımıyordu. Düşman saldırıyı beklemiyordu. Onların, Semerkand’ın yardımına koşan emir Hüseyin  ve Topal Teymur’un askerleri olduklarından korkan İlyas Hoca’nın tümenleri geri çekilmeye başladılar. Korkudan kaçan batırı kadın bile yenebilir. Ma veraünnehir’in sakinleri tarafından takip edilen Moğollar kendi sınırlarına çekilmişlerdi.Böyle bir şey görmemişti daha antic Semerkand. Eğitimli askeri, bilge emirleri  ve önderleri olmadan, halk zaferi elde etmişti. Sakin hayat dönüyordu şehire.Yeniden sanatkarların atölyeleri  ve tüccarların dükkânları açılmıştı, çarşı meydanından yeniden farklı dilli sesler geliyordu.

Fakat refah sadece gözdeydi. Moğolların saldırdığı zamandaki gibi Semerkand’ı Maulane-zade Samarkandi, Maulane Hurdek Buhari  ve Naddar Abubakir Kele vedi yönetiyordu. İlk ikisi din adamlarıydı. Onların hükümdarlarına bakma alışkanlığı Ardak’ı  Hüseyin’e  ve Topal Teymur’a gönderip: ‘’Düşman yenildi. Emirlerimiz nasıl tavsiyede bulunur?’’, sözlerle elçi olarak gönderilmesini mecbur etti.

Topal Teymur ordusuyla Bahl’a geri döndü.  Hüseyin, Moğolların zaferi elde ettikleri takdirde Hindistan’a kaçmaya hazır saklanıyordu Şiberta’da.

Semerkand’ta halkın zaferinin haberi korkutmuştu Teymur’u. Moğollar gitmişti, ama nasıl davranacaktı şimdi  kendi gücünü anlayan, birçok şeyi değiştirebildiğine inanan halk?

Birkaç günden sonra, Hüseyin ile görüşen Teymur, nihayet, Ardak’a cevabını  vermişti.

Maulana-zade Samarkandi’ye hediye olarak pahalı, parçadan dikilmiş kaftan, kılıç  ve mızrak gönderilmişti. Sözde, emirlerin, onlara ait şehrinin düşmanının üzerinde  zafere sevindiklerini,   ve Semerkand’ı Maulane-zade başkanlığında Kurulu’mun alınacak kararına göre yönetilmesine izin  verdiklerini iletmeye emredildi.

 ve yine, defalarca yaptığı gibi, Ardak’ın kalbine şüphe tohumunu ekti Asığat.

-Emirlere inanma, dedi o. İki güçlü  ve cimri insanın Semerkand gibi zengin bir şehirden o kadar kolay vazgeçtiğini nerde gördüm? Onlar sadece, özgürlüğe kavuşan atı dizginlemek için uygun zamanı bekliyorlar. Dikkat edin!  Zaman gelir, onlar şehrin duvarlarına, üzerine kement takmak, üzengilere ayaklarını koymak  için,dayanırlar.

Korkunç sözler söylüyordu Asığat, ama ne Hüseyin, ne de Teymur uyarıcak  veya şüphelendirecek bir şey yapmıyorlardı. Şehre döndüğünde, onu yöneten emire dediklerini iletti.

Kış gelince Ma verağnnehir barış  ve huzurlu olmuştu. Teymur ordusuyla Karşi şehrine gitmiş, Hüseyin ise, eski geleneğe göre Ceyhun’un kıyısına, Salı Saray’a göç etti.

Sessizdi Ma veraünnehir…Ama tükeniyordu sessizlik Semerkand’ta. Halk istediğini elde etmiş,   ve kendine önder seçtikleri insanlar zorluklarla sınanmış birileri idiler gibiydi. Fakat, galiba dünyanın düzeni bu ve gücü elde eden herkes kendini tutamıyordu. Kurulu’mun kararları gitgide adaletsizleşiyordu. Üç hükümdar daha az düşünüyordu onları yükseşten halkın isteklerini. Aralarında da anlaşamıyorlardı. Tavsiyelere de kulak  vermiyorlardı.

 ve aniden, ilk baharda, Semerkand’a, gök gürültüsünden daha korkunç bir haber geldi: Topal Teymur’un  ve Hüseyin’in tümenleri birleşip, Ceyhun’dan geçerek, yavaş yavaş şehire yaklaşıyorlardı.

Kafalarına göre hareket etmenin misillemesinden korkarak, akılları aydınlandı, eski kızgınlıkları unutturdu ve onlar yine Ardak’a, Topal Teymur’a gidip, seferinin sebebini öğrenmesini emrettiler.

Ardak, karargâha ne Hüseyin’in, ne de Topal Teymur’un orada olmadıkları, ava çıktıkları  zamanında gelmişti.

Âlimi endişeli Asığat karşıladı.

-Gelmeni bekliyordu, dedi o. Yarın ordu yola çıkacak ve Semerkand’a varmayıncaya kadar durmayacak. Teymur böyle emretmiş…

Ardak’ın yüzü soldu:

-Neden öyle birşey yapıyor? Şehir itaat ediceğini belli etti. Eğer hükümdarları cezalandırmak istiyorsa, bu kadar büyük bir orduya ne gerek var?

-Söz konusu hükümdarlar değil, itiraz etti Asığat. Onları, yanlarına katilleri göndererek öldürebilirdi…Semerkand’ta Topal Teymur’un da, Hüseyin’in de çok düşmanı var… Yerli sakinler onlardan nefret ediyor…Moğolları yenerek, onlar emirlerden korkmuyorlar artık. Kim itaat emeye istemeyenlerle, asilerle yanyana yaşamayı ister? Teymur dönünce, seni, halkı uyarmaman için, gözaltına alır. Kaçmalıyız…Bu tek çıkış yolu!..

Zaman kaybetmeden, iki arkadaş atlara binip Semerkand’a yol aldı. Teymur, bakaul’un kaçışını, Ardak’ın onu beklemediğini öğrendikte çok öfkelendi. Emir, iki arkadaşın şehir sakinlerini yaklaşan felaketle uyarmaya koştuğunu anlamıştı.

Semerkand’a giden yolunun tozunun sarı bulutunu yükselterek, en sadık nükerler gidiyordu hızlı atlar üzerinde. Yazın kısa gecesi bittiğinde, sabaha doğru, nükerler kaçakları Teymur’un çadırına sürüklendirip getirdiler. Elleri bağlıydı, boyunlarında  döngü kementler vardı.

Ağır, iyi bir şeyler vaat etmeyen bakışla baktı çatık kaşlar altından Ardak’a  ve Asığat’a Topal Teymur. İlk kez böyle bakıyordu onlara.

-Belki bana karargâhtan neden kaçtığınızı açıklarsınız, diye sordu o.

-Bunu neden yaptığımızı bilmeseydin, arkamızdan adamlarını yollar mıydın, meydan okurcasına dedi Ardak. Biz Semerkand’a acele ediyorduk…

Teymur’un dudaklarında hafif bir tebessüm göründü. Kaçakları kınıyor, ya da onlara acıyor mu, anlaşılmıyordu.

-Gerçeği söylediniz…Herşey öyle…Fakat, siz bana iHanet ettiniz ve bunun için öldürülmelisiniz. Ama, zamanında benim için yaptıklarınızı hatırladığım için, sizing herHangi bir isteğinizi yerine getirmeye hazırım. Tk bundan sonra sizing kafalarınızı uçutmalarını emrederim…Son bir isteğin var mı, diye Teymur Ardak’a baktı.

-Bir tek…

-Söyle hadi…

-Bir zamanlar arkadaştık, şimdi ise yüzüne tükürmek geliyor içimden. Allah seni kahretsin! Ölümden korkmuyorum.

Teymur’un yüzü ciddi  ve düşünceliydi. Ardak’ın sözleri onu sanki etkilememişti. O başını salladı:

-Seni aptalca sözlerine kırgın değilim. Bir zamanlar hayatını kurtaran insanların öldürülme emrini  vermek çok zor. Ama, onlar yoluna dikilmiş, senin  dünyaya, evrenin hâkimi olmak için geldiğini anlamaya istemiyorlarsa, yapacak bir şey yok.

Ardak Teymur’un soğuk, gaga burunlu yüzüne, çukurların derinlerine saklı koyu gözlerine bakıyor ve korkuyla, Topal Teymur’un dediklerinin boş laf olmadığını, boş yere tehdit etmediğini,çoktan kararlar  verdiğini, bilerek, aklının  ve acımasız kalbinin dediklerini yapıyor olduğunu anlamıştı. İnsanlara bunlar anlatılsa keşke, keşke onları bekleyen felaketlerden uyarılmış olsalar, ama yapacak birşey yoktu. Ardak, Teymur’un ellerinden kaçış olmadığını biliyordu.

Teymur, iç karartıcı bakışını Asığata çevirdi.

-Üç sene, masama koyduklarını yiyordum. Sana teşşekürümü bildirmem gerekti…

Asığat hüzünle gülümsedi:

-Sen teşekkür etmeyi bilmezsin. Sen sadece senin için yapılanlar karşılığında bir ücret ödeyebiliyorsun… Teşekkür etmek için insanın kalbi olmalı… Ben yaşlı biriyim, bunun için hiçbir şeyden korkmuyorum…Öldür beni, çünkü senin kara amellerine tanık olmayı istemem… Sen onları muhakkak işlersin, ben de, seni kurtardığım, başka insanların kederlerine sebep olduğum  için vicdan azabı çekerim.

-Böyle bir şey benden daha kimse istememişti.  Bütün bu üç sene devamında benim nasıl biri olduğumu biliyordun. Şimdi dediklerim sana şaşırtıcı mı geldi yoksa?

-Senin kalpsiz biri olduğunu biliyordum,dedi Asığat. Fakat kalpsiz insane çok, ben de, senin sadece onlardan biri olduğunu zannetmiştim. Senin ölümün böyle bir takdirde ne  verebilirdi dünyaya? Ama şimdi, sen Semerkand’ı yok etmeye, ordaki insanları öldürmeye karar  verdiğinde, yanıldığımı anladım. Sen, insane şeklini almış şeytansın. Şimdi, seni zahirlemediğim için pişmanım…

Teymur düşüncelere dalar gibi başını salladı.

-Yolunu seçerek, sonuna kadar git, sessizce, sanki kendine söyler gibi dedi o. Emirin yüzü solmaya başlamıştı. O, kaçakların boyunlarına sarılan iplerin uçlarını tutan nükerlere baktı. Boğun onları, sakince, sesini yükseltmeden dedi Topal Teymur.

Nükerler emrini yerine getirirken, emir hareketsizce, başını hafifçe eğerek duruyor, sakin  ve görkemli yüzü sanki taştan yapılmıştı.

 

***

Teymur’un  ve Hüseyin’in tümenleri Semerkand’a gece yarısı, onları kimse beklemediği vakit girmişler. Önceden şehire yollanılmış adamları, askerlere, şehrin Yönetim Kurulu’na girenlerin evlerini göstermişlerdi. Onları tutukladılar, şehirden çıkarıp, Kangili’n vadisinde, kılıçlarla kesip parçalamışlardı. Teymur saygılı bir soydan geldiği ve zamanında, Moğollarla savaştan sonra elçileri gönderip, ondan ne yapacağını sorduğu için, sadece Maulana-zade Samarkadi’ye merhamet etti.

Cengiz Han’ın döneminden beri, Semerkand’ın sakinleri, Topal Teymur’un gerçekleştirdiği  vahşi katliam gibi birşey görmediler. Şehrin sokakları kanlar içindeydi. Ne ihtiyara, ne de çocuğa merhamet edilmiyordu.

Yakın zamanda, aniden  ve gizemli şekilde ölmüştü emir Hüseyin. Köperk Yılında (1380) Topal Teymur Maverannehir’in hükümdarı olmuştu.

 

***

Farklı  yollardan geliyor insanlar iktidara. Bazılara miras olarak kalıyor, bazılara arkadaşları yardım ediyor, bazıları da insane öldürerek, kan aktırarak elde ediyorlar onu. Hile  ve kurnazlıktır silahları böyle insanların. Kılıcın da, okun da yerini, dalkavukluk  ve köşeden sırtlara Hançeri sapma yeteneği tutuyor.

Topal Teymur da böyle biriydi. Ama şehrin başka emirlerin sahip olmadıkları bir özelliği daha vardı onun. Teymur soyarsa, acımadan soyar, şehirleri küllere kadar yakardı, katliam yaparsa, insanlar onun ne kadar korkunç olduğunu nesilden nesile aktaracaklar.

Ma veraünnehir’in yeni hükümdarı dünyaya şaşırtmak  ve korkutmak istiyordu. Yenilmiş olanları öldürerek, Teymur’un ermine göre, askerler kesilmiş kafalardan höyükler dikiyorlardı.

Teymur, şöhretinin göklere ne kadar hızlı yükselirse, o kadar çok insanı o öldürebildiğinden, o kadar çok şehri yok edebildiğinden emindi. Teymur, atının ayaklarının altına bütün yeryüzünü sermek istiyordu, bunu için sık sık: ‘’Düyada yaşayan halklar, onları iki insanın yönetmesini haketmiyorlar’’ diye tekrarlıyordu.

O kanlar döküyordu, ama en önemli işleri onu daha bekliyordu. Hüseyin’in yerini alarak, Ma veraünnehir’in bütün emirlerin ona itaat etmeleri için elinden geleni yapmıştı. Göçebeler arasında, asil soydan gelmekten daha değerli şey yoktu. O, sık sık  aklın, askeri kahramanlığın  ve cesaretin yerine geçebiliyordu. Bunu  için, Teymur’un emriyle, onun sadık adamları, insanlar arasında, onun atalarının, Cengiz Han döneminde, Dünyanın Sarsıcısı’ndan aymakları  ve ulusları yönetme hakkını elde ettiklerinin dedikodusunu yayıyorlardı. Fakat, buna kimse inanmamıştı. Teymur’un durumu istikrarsızdı.Ma verağnnehir’in hükümdarı oydu, ama başka emirleri arasında, soyu ondan üstün olanlar, Cengiz Han soyundan gelenler var olduğuna kadar, onu yönetme hakkı yoktu. Her an, savaşı başlamak için yeterli güce sahip olup, onlar Teymur’a karşı gelebilirdi.

İşte o zaman, Teymur, Hüseyin’in dul karısı, Gazan Han’ın kızı İnkar Begim ile evlenmeyi karar  verdi. Cengiz Han’ın soyundan gelenlerle akrabalık, onu kendine gü venini arttırıyordu. Han’ın kızının kocası, emirden daha üstündü, onun bir güçlü ordusu varsa, kendini gürhan bile ilan edebilirdi. Arkabalık bağları Çağatay torunlarını Topal Teymur’a destek olmalarını mecbur bırakmıştı.

Geriye sadece, İnkar Begim’in eşi olmayı Kabul etmesi kalıyordu. Eski kocasının ölümüne sebep olan insanlar yatağı paylaşmayı ister mi o?

Hüseyin daha hayattayken, Teymur, İnkar Begim’in onun hoşuna gittiğini farketmişti ve sık sık ona sahip olma duygusu doğuyordu içinde. Ama o zamanlar, emir ordusuyla birlikte dünyanın en güzel kadınında daha çok lazımdı ona ve o kolayca içinde bu arzuyu susturabiliyordu. Yalnız bir gün, onlar yanlışlıkla başbaşa kaldıkları an, Teymur İnkar Begim’e kendi arzusunu dile getirdi. KAdın güldü.

-Hüseyin senin düşündüklerini öğrenirse, nükerlerine ikinci bacağını kırmalarını emreder.

Kibirli Teymur, onu saran öfkeyi zorla dindirdi. O, İnkar Begim’in dedikleri kalbine değmemiş muammelesini yaptı, ama içinde ona karşı öfke  ve kızgınlık hissediyordu. Teymur unutmamayı  ve affetmemeyi çok iyi biliyordu.Ayrıca, kadının çıplak göğüslerini ezerek  ona sarılacağının zamanların geleceğine yemin etti.

Hedefine ulaşarak, Ma veraünnehi’i elde ederek, Teymur, belli bir müddete unutmuştu İnkar Begim’i. Gizlice, sinsice kışkırtıyordu o, Hüseyin’e karşı, geleceği belirleyen insanları. Teymur, Çağatay’ın torunları Hüseyin’in dedesini Abdolla’yı, karargâhını Buhara’ya taşımak istediği için ne kadar sevmediklerini iyi hatırlıyordu. Cengiz Han atalarının rehberliğinde göçebe hayatına alışan onlar: ‘’Abdolla bizden ser vetini gizlemeye, onu kalenin duvarlarında saklamayı çalışıyor. Bozkırcılara bunlar yakışır mı?’’, diyordular.

Abdolla’yı öldürdüler. Şimdi de, aynısını yapıp, Hüseyin karargâhını Bahl’a taşıdığı zaman, onu dedesinin kaderi bekliyordu. Teymur da, bunun en kısa surede gerçekleşmesi için elinden geleni yaptı.

Şimdi ise, Ma veraünnehir artık ona aitken, Teymur yine İnkar Begim’I hatırladı. Artık intikamla birlikte evlilikten çıkan karı düşünüyordu. Dul, ona emirler arasında yükselmek için gerekti. Ama onu evlenmeye nasıl mecbur ederdi? İnatçı kadın bu kez de üzerinden gülü geçebilirdi. Ama o, elinde iktidar dizginleri tutan Teymur bu kez onu affedemezdi, çünkü reddekme ile birlikte başkalara üzerinden alay etme imkânını  verirdi. Şanslı insan herşeyi yolda bulur. İnsanlar kulağına, İnkar Begim’in gizlice, çocukluğunda arkadaşlık eden yiğitle görüştüğünü getirdi. Haftada bir, o köyüne gelip, beyaz çadırına giriyordu. Sadece bir ana Teymur’un aklını başından almıştı kıskançlık ve hemen yerini sinsi bir plana  verdi. Şimdi anlaşılıyordu, zamanında İnkar Begim’in neden o kadar ikna edilmez ve artık genç olmayan Hüseyin’e sadık olduğunu göstermeye çalıştığı.

Yanına, daha haydutluk döneminde sınamış olduğu iki sadık adamını alarak, Çarşamba arifesinde o, gizlice İnkar Begim’in köyüne yol almıştı. Atlarını vadiye beslenmeleri için bırakan Topal Teymur, nükerleriyle birlikte  tepeye tırmandı. Burdan, dulun köyü vet emir derenin kıyısındaki yirmi çadır çok iyi görünüyordu. Parlak dolunay büyülü bir ışık saçıyordu. Etraf sessiz  ve sakindi.

Gecenin yarısından sonra, bir avuç küçük elmaslara benzeyen Ülker burcunun yedi yıldızı Temürkazık-Kutup Yıldızı etrafını dolaştıktan  ve  gökyüzünde yükseldikten sonra, İnkar Begim’in çadırından, baştan ayağa kaftana sarılmış insan çıkıp, hızlıca dağ geçidine doğru yürümüştü. Yürüyüşten, onun kadın olduğu tahmin edilebilinirdi. Ardından yavaş yavaş kocaman kurt köpeği geliyordu.

Tepede saklanılanlar gözlemliyordu. Gece yarısı, bozkırda kadının ne işi var, ne arıyordu o siyah çatlağa benzeyen dağ geçidinde?

Beklemeler uzun sürmedi. Yakında kadın göründü. Teymur gözlerine inanamıyordu.  Keskin gözleri onu aldatamazdı. Dağ geçidine inc e ve zayıf bir insane indi, ondan ise kocaman  ve şişman biri çıktı.

Topal Teymur gülmeye başladı.

-Bakın, dedi o yoldaşlarına. Bir kaftanın içinde ikisi saklanmış. Çok iyi başarıyorlar. Ayakları bile aynı şekilde basıyorlar.

Geniş, kısa boyunlu, savaşçı vücutlu nüker şaşırmıştı.

-Dünyada, kadından daha kurnaz bir varlık yok…Şeytanın bile böyle bir şekilde çadıra yabancı birini geçirmeye aklına gelmezdi…

-Zamanı, dedi ikinci nüker, sarkık bıyıklarını okşayarak.

-Hayır, dedi ve eliyle uyarıyor gibi bir hareket etti Teymur. Gözlerinde sönük  ve meşumca parlıyordu ayın ışıkları. Çadıra girip, işlerini yapsınlar…Sonra ise…

Ay kırmızı ışıkla sarılıyor, yere yaklaşıyordu. Şafak vaktiydi.

-Şimdi ise zamanı,- sessizce dedi Teymur  ve gür kaşlarını çattı.

Üçü de sessizce tepeden inip, İnkar Begim’in çadırına ilerlerdiler. Önlerine kurt köpeği çıkmıştı. Ensesi dikenlendi, salyadan nemli olan beyaz  dişleri göründü.

Uzun bıyıklı nüker ona elini uzatarak birşeyler dedi ve kopek şuçunu anlar gibi kuyrugunu salladı. Teymur, bu iş için yanına kimi alacağını biliyordu. Nüker, biz zamanlar Hüseyin’in özel korumasındaydı ve bu köye sık sık gelmişti.

Kimse Topal Teymur’a, İnkar Begim’in çadırına yaklaşmaya engel olmamıştı. Hüseyin’in ölümünden sonra, eşlerinin köyleri iyi korunmuyor, onları koruyan bir iki  asker de bir yerlerde uyuyordu.

Çadıra girişi kapatan perdeyi çekerek, Teymur içeri girdi. Yanan lambanın ateşi hareket etti ve duvarlara gölgeler fırladı.

Teymurun gördüklerinden soluğu kesilmişti bir an. Tore-onurlu yerde, beyaz tüylü yatakta  İnkar Begim  ve genç yiğit aşk yaşıyorlardı. Bedenleri çıplak  ve terden parlıyordu.

Teymur’un  taş yüzünü kırmızı lekeler kapadı, fakat yüzünde bir kas bile hareket etmedi. Yavaş yavaş, sanki istemiyor gibi, girişin sağ tarafında duran sandığa oturmuştu o.

Yiğit korkarak yerde yatan giysilerine koştu. Elleri titriyor, deli gibi bakıyordu gözleri Teymur’a.

-Acele etme, küçümseyerek dedi Teymur. Giysilere artık ihtiyacın olmaz…Alın onu, dedi  ve yolcularına döndü. Yaptıkları için hakettiği yerini bulsun.

Yiğit herşeyi anlamıştı. O İnkar Begim’e bakkıyordu. Gözlerinde hüzün  ve çaresizlik görünüyordu.

-El veda, sessizce dedi o.

Nükerler yiğidi ellerinden tutup çadırdan sürüklediler. Gözünü almadan bakıyordu Teymur İnkar Begim’e. Çıplak oturuyordu buruşuk yatağın üzerinde ve o farkına varmadan hayran hayran bakıyordu ona. Yuvarlak bronz omuzlar, sıkı, kah verengi, çıkıntılı memeli gögüsler, uzun bacaklar…

-Giyin, emrtti Teymur. İnkar Begim başını kaldırdı. Gözleri kuru kuru parlıyordu. O, aşağılayıcı şekilde ona baktı, yavaşça yatağından kalktı, çıplak olduğundan utanmadan, acele etmeden, kışkırtıyla kalçalarını sallayarak çadırda adımlayarak, askıda asılan elbisesini aldı.

Çadırın duvarlarının arkasından bir çekişme sesi duyuldu, sonra da kocaman bir şey yere düştü.

Kadın çıkışa fırladı. Pozisyonunu değiştirmeden, Teymur önüne ayağını çıkararak, ona engel olmaya çalıştı.

-Otur, sert şekilde dedi o. Şimdi buraya istediğini getirirler…

İnkar Begim kararsızlığından durdu ve dışarıdan gelen sesleri tereddütle dinledi. Aniden Teymur’a döndü:

-Neden bana, sanki karınım gibi emirler  veriyorsun?! Ben Han’ın kızıyım, kocam da emir Hüseyin idi.

Şeytani bir sırıtma göründü onun dudaklarında.

-E vet. Şimdilik karım değilsin, ama olacaksın.-O durakladı.-Sen karım olacaksın…yaşamak istersen eğer…

Çadıra girişi kapatan perde açıldı ve uzun bıyıklı nüker göründü. Uzatılmış olan elinde yiğidin kafasını tutuyordu.

İnkar Begim öne fırladı ve onun yüzüne bakmıştı, sanki aklından onu tutmak için.

-Senden intikamımı alacağım, boğuk bir sesle dedi o. Kadının gözünde nefret  ateşi yanıyordu.

Sessizce  ve affeder gibi gülümsedi Teymur  ve uzun bıyıklıya emretti:

-Size şimdilik ihtiyacım yok. Şunun bedenini  ve kafasını götürün, tiksinçle el hareketi yaptı. Onu, çıktığı dağ geçidine bırakın. Cesedi kurda kuşa yem olsun.

Uzun bıyıklı önünde sessizce eğildi  ve kayboldu.

Teymur  sandığın üzerinden kalktı, yavaş yavaş, yaralı bacağına topallayarak İnkar Begim’ila n yanına geldi. Kıpbacın sapıy çenesini kaldırdı ve dikkatle yüzüne baktı.

-Şimdi de yatağı yeniden yay  ve soyun, sessizce  ve emreder gibi dedi Temur.

Kadın ondan uzaklaştı. Onun olgun dudakları titredi.

-Gözlerin burda olanları gördükten sınra nasıl yapabilirsin bunu?!

-Kalbim demirden olduğunu duymamış mıydın? Emrettiğimi yap. Teymur aynı şeyi iki kez tekrarlamazdı…

 

***

İnkar Begim tehditini yere getirmemiş, Topal Teymur’dan intikamını alamamıştı.Buna gücü yetmediği için değil. Onun Cengiz Han’ın , kadınların erkekleri acımasız olduğundan sevdikleri ve onlara destek oldukları soyundan geldiği için.

O unutulmaz geceden birkaç gün sonra, Teymur İnkar Beğim’I karargâhına getirilmesini emretti.

-Sen benim eşim olmalısın, dedi o. Molla gerekenleri yapsın.

-Kabul ediyorum, emin olarak dedi kadın ve itaat ettiğini gösterircesine güzel başını eğdi. Senden bu sözleri çoktan beklemiştim, saygıdeğer gürhan…

Teymur gözlerini kıstı, eliyle onun yüzünü okşadı.

-Gürhan, yavaşça terkar etti o. Gur-Han…Gur-Han…

Çağatay torunlarının desteğiyle, bir sene sonra karargâhını Semerkand’a taşıdı. Yine bu sene, Tavşan Yılında (1375), koruma  ve desteği için, Tokay Temür Han’ın soyundan gelen, Uz-Temir’in torunu, Mangışlak’ın hükümdarı Toy Hoca’nın Konırat kabilesinden Kotan Kunçak soyundan gelen kadından oğlu Toktamış gelmişti ona. Altın Orda’nın ileride olacak Hanı, Urus’un intikamından kaçıyordu.

 

 

YEDİNCİ BÖLÜM

 

Urus Han, gri gözlü, uzun boylu biri, bütün vücuduyla öne eğilerek, gözünü kırpmadan Mangışlak’ın emiri Toy Hoca’ya bakıyordu.

-Demek, Altın Orda seferle gitmek luzumsuz olduğunu düşünüyorsun?

Toy Hoca’nın yuvarlak yüzü sertti:

-Şans bize gülmez...

-Kim sana bunu dedi, aşağılayıcı şekilde sordu Han. Yoksa sen kötü bir rüya mı gördün?

-Rüya değil beni dikkatli davranmaya mecbur eden. Hayalci Kazi-zade Rumi, Keyvan [13] yıldızı ufukun kenarında bulunmuş olduğunu söyledi.

Urus Han güldü.

-Biz de tavsiye vermesi için Kazi-zade Rumi’ye başvurmuştuk. O da, ufukta kanlı Bagram [14] yıldızı göründü, seferimiz başarılı geçeceğini söyledi.

Toy Hoca uzun süre sessiz kaldı ve nihayet, inatçı başını aynı şekilde tutup, kaldırmayarak dedi:

-Özbek ve Canıbek Hanlar tarafından kurulmuş Altın Orda’nın yapısını tahrip edince eline ne geçer?

-Yenisini yaparım.

-Omuzların böyle bir yükü kaldırabilir mi? Sen, Ma veraünnehir’deki genç arslanın temeği olmayasın.

-Topal Teymur’un? Senin düşmanın Altın Orda değil, Teymur’dur. Kılıcına onun için keskinleştir, çünkü o, kendi kılıcını senin için keskinleştiriyor. Çok yakında Teymur Horasan’ı ve Harezmşah’ı da eline geçirir ve o an, gözünü, sarı nehir Seyhun’un kıyısında duran şehirlere koyar, emir sustu. Ben dedim. Sonra, duymadım deme. Askerlerimi de sana vermem.

-Neden, diyen Urus’un sesi öfke doluydu. Askerlerin kime yardım edecek? Mamay’a mı?

Emir aniden başını kaldırdı:

-E vet. Eğer Mamay Altın Orda’nın Hanı olmayı başarsa, Topal Teymur’un durdurabilir. Dağlarda Orusutların hareket ettklerini duymuyor mususnuz? Ordu’ya haraç ödemeyeceklerini ilan edecekleri zaman çok yakın. Sadece Mamay onları durdurup, itaat etmelerine mecbur edebilir.

-Demek sen, Altın Orda’nın bana değil de, Mamay’a ait olmasını istiyorsun?- daha da öne vücudunu eğerek sordu Urus Han.

-Benim istediğim... Toy Hoca lafını bitiremedi. Urus’un elindeki Hançer parladı...

Babasının Beyaz Ordu’nun karargâhında öldüğünü öğrenen Toktamış, Urus’un gazabı ona geçecek zamanını beklemedi. Derin bir gecede, gizlice Semerkand’a, Topal Teymur’a kaçmıştı.

Teymur Semerkandı kendi baş karargâhı yaptığı günlerde, dünyada yaşayanlardan kimse, antik şehrinin büyük Tamerlan’ın dönemi bittiğinde nasıl bir yer olacağını tahmin edemezdi. Köleler daha olağanüstü türbeyi, Registan’ı kurmamıştı, daha durmamıştı sıcak güneşin altında, baharın gökyüzüyle kendini kıyaslayan, Teymur’un  mavi, parlayan kubbeli türbesi Gür Emir.

Fatihlerin atlarının defalarca ezip geçtiği, her defasında da, anka kuşu misali küllerden, kalıntılardandan yeniden doğan Semerkand’ın görünüşü basit ve sadeydi. Onun kuzeydoğu tarafında, eskisi gibi, bir zamanlar Semerkand’ın yerinde duran Afrasiab şehrin kale duvarlarının kalıntıları görünüyordu. E vet, Doğu’dan bütün Müslümanlar Şohizindan türbesine geliyordu, Hz. Muhammed’in küçük kardeşi Kusam ibn Abbas için. Efsanelere göre, o, Ma veraünnehir’e, yedinci asırda, İslam dinini yaymak için gelmişti. Fakat sinsi gâurlar, vaizin namaz esnasında kafasını kestiler... Şüphesiz, Allah herşeye kadirdir. O, eline kesilmiş başını alıp, cennetin imram yoluna giden derin kuyuya indi. Bütün camilerin mollaları, onun hala orada yaşadığını söylüyorlar.

Kusam ibn Abbas’ın türbesinin yanında, eski, yüksek minareli cami ve Semerkand’ın merkezi bulunuyordu. Ona altı sokak gidiyordu.

Teymur, hükümdarın büyüklüğü onun amellerinde olduğunu anlıyordu. Halk itaat etsin diye, onu zenginlik ve şıklıkla kör edeceksin, şaşırtacaksın. Bunu için, hükümdarın yerleştiği şehir akıl almaz güzellikte olmalı, her onu gören, onun inanılmaz güzel olduğunu demeli.

Bütün hayatı boyunca, kılıcını kime kaldırdıysa Teymur, ilk önce o halkın esnafını, kurucuları topluyor, onları Semerkand’a yolluyordu. Peşpeşe yükseliyordu burada sarayla ve camiler, türbeler ve medreseler. Çok yakında da, bütün Doğu’da Semerkand’tan daha güzel ve görkemli bir şehir bulunamaz oldu.

Topal Teymur’un adı, o daha kırk yaşlarına ilk girdiğinde bütün dünyaya yayılmıştı. Hükümdarları, Topal Teymur’u düşününce, yüzleri bembeyaz olmayan, Allaha uykusuz geceler boyunca dua edip, o Teymur’un vahşi gözünden onların topraklarını korumasını dilemeyen devlet yoktu.

Çok, farklı kabilelerden, milletlerden gelen kadın görmüştü Teymur, ama onun demir kalbi bir tek Bibi Hanım’a aitti. Teymur, o on beşinci baharını gördüğünde aldı kendine eş olarak. Kimse, bu zarif kadının, acımasız Teymur’un kalbini nasıl feth ettiğini anlamıyordu. Belki de işin aslı, onun, adını duyduğunda bütün dünyanın titrediği bir insanı se vebildiğinde gizli idi.

Teymur kendi tümenlerini, Moğolları feth etmek için Kaşgar’a götürdüğü yılı, Bibi Hanım, onun dönüşüne kadar, dünyada eşi benzeri olmayacak yeni camii kurmaya karar  vermişti. Bunu yapmak için elinde her gereken şey vardı: hem altın, hem usta köleler. Bir tek insan yoktu-camiin nasıl bir şekilde olacağını icat edecek. O zaman, o, huzuruna, bir zamanlar Teymur’un Semerkand’a getirdiği, İranlı usta Cusup Şirazi’nin çağırılmasını emretti.

O, sakin, yavaş, kırkı geçen bir adamdı. Başında büyük beyaz türbanı vardı. Zayıf, gaga burunlu yüzünü de, kalın, kınayla boyanmış sakalı süslüyordu.

Bibi Hanım’u dinleyip, Cusup Şirazi düşüncelere daldı.

-Tam olarak anlayamadım, Han’ımım, nihayet dedi o. Nasıl görmek isterdiniz camii? O, Buhara’da ve Semerkand’ta kurulmuş olanlara benzemeli mi, yoksa hoşunuza daha çok memleketimde, İran’da kurulmuş olanlar mı gidiyor?

Bibi Hanım hayır der gibi başını salladı:

-Hayır, cami insanların gördüğü hiçbir camiye benzememli. Dünyada büyük Teymur’un eşi benzeri olmadığı gibi, onun adına kurulmuş olan camiin de eşi benzeri olmamalı. Güzelliğiyle göz kamaştırıcı olmalı.

Usta başını saygıyla eğdi.

-Sizin istediğinizi kuramam.

-Neden, soran Bibi Hanım’un yüzü şüpheli bir ifade aldı. Mucizeler yaratabildiğini söylüyor insanlar oysa ki.

-İnsanlar abartabiliyor, Han’ımım...

Usta kurnazlık yapıyordu. Elinden gerçekten de çok şey geliyordu, ama o hayatta kalmak istiyordu. Kim bilir, inşaa ediceklerinden güçlü ve zâlim Teymur memnun kalır mı. Sadece bir şeyden emindi kızıl sakallı İranlı adam: emir memnun kalmazsa, onun çaşsız cesedi çakallara yem olur.

-İstediklerinizi yapamam, diye tekrar etti usta. Ama sanatta benden daha üstün olabilen insanı tanıyorum.

-Kim o ve nerde bulabilirim onu, sabırsızlıkla sordu Bibi Hanım.

-O Semerkand’tan. Adı Ali. O da İranlı...

-Onu bana getirsinler.

-Han’ımım, o bir köle. Hizar’da, kocanın esirleriyle birlikte yaşıyor.

Ali, onu Bibi Hanım beklediği odaya girdi  ve diz çöktü.

Kadın dikkatle ve kuşkuyla bakıyordu genç köleye. Dizlerin üstünde oturduğu halde bile, onun uzun boylu ve zayıf olduğu belliydi. Eskimiş özbek kaftanı, güçlü vücuda dar geliyordu. Bibi Hanım, farkına varmadan, kölenin göğüsü kaslı ve brozlaşmış olduğunu kaydetti kendisi için.

-Sen gerçekten de camiler kurabiliyor musun, diye sordu kadın.

-E vet, diye başını kaldırmadan cevap verdi köle.

-Seni neden çağırdığımı biliyor musun?

-Büyüklerin, dünyayı yönetenlerin düşüncelerini nerden bileyim?

-Bana bak, azametle emretti Bibi Hanım.

Onun derin ve koyu gözleri parladı, yağız yüzünde güzel bir tebessüm göründü.

-Neden gülüyorsun, kızarak sordu Bibi Hanım.

-Karşında sabah yıldızını görüp, tebessüm etmek günah mı?

-Seni buraya, sözlerini dinlemek için çağırmadım. Benim sana dediklerimi dinle.  Güzelliği, insanların daha önce gördükleri camilerin güzelliğinden daha üstün bir cami kurabilir misin?

-Kurabilirim, düşünmeden dedi köle.

-O zaman sana emrediyorum...

-İşmin karşılığında ne alacağım, cesaretle sordu köle.

-Özgür olacaksın...

O sessiz ve gizemli güldü:

-Bu çok az, Han’ımım. Ömrümün sonuna kadar köle kalmaya hazırım...

-Eğer bunlar senin için az ise, istediğini al...

Bibi Hanım sınıyor gibi bakıyordu ona. Gizli bir anlam duyuldu ona sözlerinde, ama o yeniden, ciddi şekilde konuşmaya devam etti:

-Camii kurarım... Dünyada güzellikten daha değerli birşey yok... Ücreti sonra konuşuruz...

Çamurun karıştırma sırrını  ve hat sanatını, kerpiç üretimini  ve renkli çinilerin yapılışını bilen bin tane köle Ali’nin yardımına  verilmesini emretti Bibi Hanım. Olacak camiin yerini İranlı adam bizzat kendisi seçti. Bu yer, yüz altmış yedi adım uzunluğunda ve yüz dokuz adım genişliğindeydi. Ustanın planına göre, meydanın merkezinde, mavi kubbeli büyük bir cami, yanlarında da iki tane küçük cami yükseltilecekti. Baş camiye, sadece, kocaman, renkli çinilerle, Kur’an süreleriyle süslenmiş Peştak adlı kapıdan geçerek ulaşmak mümkündü. Yüksek duvarın iki yanından, her gün, şafakta ve gün batımında, güzel sesli muezzinler, Kadir ve Adil Allahın adıyla Müslümanları namaza çağırmaları için, dört, yirmi metreli minare kurulmalıydı.

Bibi Hanım’un, usta Ali’ye inşaatı emanet edip, onu ilk kez kontrol etmek için geldiğinde, aradn bir sene geçmişti. Gördükleri onu şaşırtmıştı. O, renkli çinilerle ve gizemli şekilde iç içe giren dYesünli duvarlar arasında uzun uzun yürüdü. Güzel Arap yazısıyla her yerde Kur’andan süreler yazılıyordu. Çok az iş kalmıştı. Peştak ve iki yan cami hazır, mavi kubbeleri parlıyordu. Bir tek baş camiin kubbesi yoktu.

-Hayal ettiğimi gerçekleştirdin, dedi Bibi Hanım ustaya. Bu cami büyük Teymur’a layık. Baş kubbeyle acele et.

Ali asice kadına baktı, onun koyu gözleri meydan okuyordu:

-Senin istediklerini yapamam, Han’ımım. Çünkü...

-Neyin eksik?

-Aşkın.

Bibi Hanım şaşırdı, yağız yanaklarına kan fırlamıştı. Hayatta kimse onunla böylesine açık ve samimi konuşmaya cesaret edememişti.

-Aşkım mı, sordu o.

-E vet, dedi usta. Omuzları aniden çöktü. Seni ilk gördüğüm an sevmiştim! Sana olan aşkım, bugün gördüklerini yapmama yardımcı oldu. O, benim hayâlimi kanatlandırıyordu. Beni anlar mısın bilmem, ama iş sona gelince, onu bitirmeme tek senin aşkın yardım edebilir. Hayâlim, güneşli bir günde susuz kalan çiçek gibi soldu, ellerim ise güçsüz.

-Benim kime ait olduğumu unuttun mu?

-Biliyorum! Ama ölüm Teymur’dan korkmaz! Senin için her an ölmeye hazırım!

-Ölürsün, eğer baştan çıkan aklın geri dönmezse. Sana bir hafta veriyorum, eğer işini devam etmezsen...

Bibi Hanım aniden döndü ve onu bekleyen nükerlere doğru ilerledi.

 

***

Topal Teymur Maverannehir’e hâkim olduğunun beşinci senesiydi. Komşu topraklar da ona itaat etti, adı şöhretin zir vesindeydi, askeri kahramanlığı da, iki ucu sivri kılıç misaliydi, ebedi mavi kalan gökyüzüne doğru kaldırılan. Kimse, hiçbir zaman Topal Teymur’un gizli planlarını, atını yarın nereye çevireceğini, acımasız tümenlerin Hangi toprakları sarsacağını bilmitordu.

Kader ufukta kavaşçının yıldızını yaktığında, o sefer yapmaktan usanmaz, kılıcına kında paslamayı vermez. Moğolları tamamen yok etmeye karar vererek, ordusunu Doğu Türkistan ve Yedi Nehir’e çevirdi.

Toktamış’ın Urus’tan kaçarak Semerkand’a geldiğinin haberini yolda duymuştu. Kendi yerine orduyu yönetmeye ona sadık olan generalleri: Muhammedbek’i, Abbas emiri ve Aktemir batırı koydu, kendisi ise, öne elçiyi yollayarak Semerkand’a yol aldı.

Topal Teymur acımasız ve zâlimdi, ama bunlar ona, birkaç adım öne bakarak, olayların gelişimini tahmin etmeye engel değildi. O, Altın Orda’su er ya da geç onun düşmanı olacağını anlıyordu. Ma veraünnehir’i ciddi birtehlike bekliyor. Güçlü komşular onu, Horasan’ı ve Harezmşah’ı ele geçirme fikrinden vazgeçtirebilir, koskoca Teymur’u tehdit edip, onu kendi topraklarında sakin ve uslu oturmaya mecbur edebilirlerdi. Buna, Ma veraünnehir’in hükümdarı izin veremezdi. Urus Han tarafından öldürülen Mıngışlak’ın emiri Toy Hoca’nın oğlu Toktamış onun büyük umuduydu. Kibirli Toktamış, Beyaz Ordu’ya fitne yayabilirdi. Ona askerlerle ve silahlarla yardım edilirse de, onun babasının katiliyle savaşı uzun sürebilir, düşmanı güçsüzleştirebilirdi.

 

***

Bibi Hanım çok sıcak karşılamıştı Toktamış’ı. O, Teymur’un gizli planlarını biliyordu, bunun için, kaçak sıkılmasın diye, onun eğlendirilmesini emretti. Nerdeyse her gün şahin avı ve başka etkinlikler düzenleniyordu.

Toktamış uzun boylu, geniş gögüslü bir yiğitti. Yüksek alnın altından, dünyaya akıllı kah verenkli gözlerle bakıyordu. O, sakin, dalgın, bazen de gizemli biri görünüyordu. Sakin görünüşü arkasında, belli bir zamana kararlı, intikamcı, hızlı ve hırslı biri saklanıyordu. Bütün kararlar arasında en doğruyu seçme yeteneğine sahipti.

Bibi Hanım onun için düzenlediği eğlencelere dalarak, Teymur’un karargâhında neler olup bittiğini dikkatle izliyordu. Zaman geçiyor, o, Semerkand’a kaçmakla çok doğru bir karar  verdiğinden emin oluyordu.

Kader, bazen de kör bir talih, insan hayatı adlı halıyı diker. Burda, Teymur’un sarayında, talih Toktamış’ı Kunayım Jupar Begim adlı kız ile karşılaştırdı. O, güzel ince bir kızdı, gri gözleri gü venle bakıyordu dünyaya. Genç kız, Teymur’un da geldiği Burlas soyundandı.

Toktamış onunla at yarışlarında karşılaştı ve onların kalpleri birbirine  el uzattı. Bibi Hanım bunu fark etti ve gençlere engel olmamıştı. Bir gün, av sırasında, onlar, küçük bir nehir kıyısında, gür çalılar içinde kayboldular. Atlarını bağlayarak, onlar ilk defa zevk dereden bir avuç mutluluk içtiler. Burda, genç kız Toktamış’a, Topal Teymur’un bir hafta sonra Semerkand’a geleceğini söyledi.

Topal Teymur’un karargâhına dönüşü, masallardaki Samruk kuşun yuvasına dönmesine benzedi. Onun yakın gelişinin hav-beri çarşılar, meydanlar ve tozlu sokaklarda yayıldı. İnsanlar endişeliydi. Merhamet ya da gazap beklenilir uzun bür aradan sonra acımasız hükümdarlarından? Bunu ne sıradan bir insan, ne astronom tahmin edemezdi. Teymur’a yakın insanların kalplerinde bile kuşku vardı.

Bibi Hanım da endişelendi. Aceleyle kurulan camiye yol aldı, gördükleri de onu çok öfkelendirmişti. Baş kubbe daha hazır değildi. Ali usta, Peştak’ın tozlu yola attığı gölgesinde dalgın oturuyor, ya da uyuyordu.

Öfke içinde Bibi Hanım kendi atını ustanını üzerine döğru yönlendirdi. O korkuyla başını kaldırdığında, Bibi Hanım bağırmıştı:

-Hükümdarım bir hafta sonra gelecek, kubbe ise hala hazır değil! Belki de başını omuzlarında taşımaktan yoruldun?

-Daha önce demiştim... Kubbe, benim arzumu yerine getirmeyinceye kadar hazır olmaz, inatla dedi usta. Hiç olmazsa seni öpmeme izin ver. Bu bana yeni gücü kazandırır...

Bibi Hanım öfke içindeydi. Usta ne emirlerini dinliyordu, ne ikna oluyordu. O an, o gücü ne varsa kafasına kırbaçla darbe vurdu.

Usta sessizce güldü:

-Senin darben benim için okşama.

Bibi Hanım, ona eşlik eden nükerlere döndü:

-Alın köleyi ve zindana atın. Orada, cellatın onun saçma hayatına son vereceği zamanı beklesin!

Bibi Hanım huzuruna Cusup Şirazi ustayı çağırılmasını, ona da, Ali’nin yapmayı reddettiğini yapmasını emretti.

-Camii gördüm, düşünceli şekilde dedi Cusup. Bu gerçekten de harika bir yapı. Ama sana yardım edemem, Han’ımım. Her ustanın kendi sırrı, fikri var.  VE buna başkası karışırsa, iyi bir sonuca varılamaz. Birinin başlayıp, başka birinin bitirdiği iş ahengi kaybeder. Benim size tavsiyem: Ali’yi, kubbeyi bitirmesi için ikna etmeye çalışın. Belki de, zindanda zaman geçirdikten sonra ikna olur...

Bibi Hanım huzuruna Ali’nin getirilmesini emrettiğinde akşamdı.

-Başının uçurtulmasını emrederim, sessizce dedi o. Yarın, bütün halk, kafanın yuvarlanacağını görür.

Senin elinden ölüm benim için mukafattır. Sana âşık olduğumda, beni neler beklediğini biliyordum, dediğinde, ustanın gözleri çılgın bir ışıkla yanıyordu. Bibi Hanım, onu ne mukafatla, ne tehditle ikna edemeyeceğini anlamıştı.

O, aniden, tıpkı onu gördüğü ilk günüi, kölenin güzel olduğunu farkettiği an gibi, öfkesiz baktı Ali’ye. Ali’nin güçlü, kocaman elleri, kaslı,  bronz göğüsü vardı... Bibi Hanım, onu saran heyecana kendini vererek, gözlerini kapattı ve sessizce dedi:

-Yanıma gel...

 

***

 

Teymur Semerkand’a iyi bir ruh hali içinde dönüyordu. Aklı, Toktamış’la yapacağı sohbet ile meşguldu. O, Beyaz Ordu’nun kaçağına ne diyeceğini, sonradan nasıl davranacağını biliyordu.

Yolculuğun birkaç günün içinde, Teymur bütün Orta Asya’da bilinen şeyh Ahmet Yesevi’nin en sevdiği öğrenciyi, Saidahmed ata ile karşılaştı.

-Bana nasıl haberler ile geldin, sordu Teymur. Allahın izniyle bana ait olan topraklardan uzun zaman uzak kalmıştım, bunun için herşeyden haberim olmalı.

-Semerkand’ın içi sakin  ve huzurlu, gürhan’ım. Herkes sabırsızlıkla senin dönüşünü bekliyor. İnsanların yüzleri, senin yakınlarda görebileceklerinden ay gibi parlıyorlar. Eşiniz, saygıdeğer Bibi Hanım, onurunuza güzel bir cami inşaa edilmesini emretmiş.

Saidahmed ata söze çok usta olduğu için camii anlatmıştı.

Teymur’un dudaklarına mutlu bir tebessüm dokundu.

-Camii Cusup Şirazi mi inşaa etti, diye sordu o.

-Hayır. Onu İranlı  köle  Ali kurdu.

-Nerden çıktı o? Kim onu buldu?

-O, senin esir aldığın ustalar arasındaydı. Onu Bibi Hanım’un bizzat kendisi bulmuştu.

Teymur’un yüzü sertleşti ve o Seidahmed atadan başka birşey sormadı.

Şehrin kapılarının önünde gürhanı binlerce insan karşıladı. Yüksek kalelerden, Teymur’u selamlayan karnay  ve surnayın boğuk  sesleri geliyordu.  Ama o, saray gitmekle acele etmiyordu. O, Seidahmed ataya, ona yeni camiye kadar eşlik etmesini emretti. Kas vetli, eyerinde bir yanıyla oturan Teymur sokaklardan geçiyordu.

Camiin yanında atından indi ve dizginleri nükerlere bırakarak dedi:

-Akşam namazın vakti geldi. Onu yeni camide kılalım.

Teymur görkemli Peştak’ın kapılarından girdi ve sanki daha önce defalarca buraya gelmiş gibi, emin şekilde mihraba-namaz kılınan meydana doğru yürüdü.

Kaşların altının derinlerinde saklı gözleri camii inceliyordu. Saidahmed ataya dönerek sordu:

-Namazı abdestsiz kılsak günah olmaz mı? Biz yolcuyuz ya...

-Hayır, hükümdarım, başını sallayarak dedi Seidahmet ata. Niyeti iyi olan insanın günahlarını affeder Allah.

Niyazını bitirerek, Teymur camii  uzun uzun geziyor, elleriyle sıcak mavı duvarlarına dokunuyordu. Sonra düşünce ile sordu:

-Sadece âşık olan bir insan böyle bir mucizeyi yaratabilir. Gözleri acımasız oldu, yüzü sertleşti. Teymur, ona eşlik eden  vezire döndü:

-Ali ustanın kafasını uçurtmalarını emret. Akşam üstü ise onu saraya, Bibi Hanım’un odasına getirsinler.

Normalden daha fazla topallayarak camiden çıktı  ve eyerine oturdu.

Gece, Bibi Hanım’un odasına gelince, Teymur uzun uzun bakmıştı eşinin güzel yüzüne.Yarıçıplak oturuyordu o yatağın üzerinde. Teymur ise ona dokunmakla, sevişmekle acele etmiyordu.

Nihayet Teymur dedi:

-Bana çok güzel bir hediye yaptın. Cami gerçekten de inanılmaz güzel. Ona benzer birşey daha görmedim. Bundan böyle o senin adını taşısın. Ben böyle istiyorum...-o durakladı.-Ustayı böyle bir cami kurmasını ben, önünde herkesin titrediği insan, bile mecbur edemedim. Galiba, korku mucizeler yaratamaz. Eskiden ataların söylediği: ‘’On bin cesur askerle ile komutanları feth edemediği kaleyi, altın yüklü eşek  ve âşık bir kadın kolayca feth eder’’, doğruydu. Sen Ali ustayı ikna edebildin...Senin sırrın da bu...Bu sır yüreğine yük olmasın diye, ustanın kafasının uçurtulmasını emrettim...

Teymur’Un gözleri acımasız  ve dikenliydi. O, ellerini çırptı. Sessizce kapı açıldı, aradan muhafız göründü. Uzanmış ellerinde bezle örtülmüş tabak tutuyordu.

-Git bak, emretti eşine Teymur.

Tabağı tutan muhafıza yavaşça yaklaştı Bibi Hanım ve işaret parmağıyla ustanın beyaz alnına dokundu.

-Gördün mü?!

-E vet,-sert şekilde dedi kadın yüzünü kıpırdatmadan bile.

Teymur elini salladı ve muhafız, arkasından saygıyla kapıyı kapatarak  kayboldu.

-Şimdi de onu unutalım, yorgun bir şekilde dedi Teymur.Gürhan’ın eşi, günahlar içinde  günahsız, yalanlar içinde dürüst kalabilmeli...Anladın mı? Şimdi de lambaları söndür...

Topal Teymur Cengizlilerden olmadığı için kendini Han olarak ilan edemiyordu. Hüseyin emirin dul karısıyla evlendikten sonra, kendini gürhan olarak adlandırdı ve bundan memnundu. Bu makam onu başka emirler arasında yükseltiyor, ardında duran güçlü ordusu, onları Ma veraünnehir’İn yeni hükümdarına itaat etmelerine mecbur bırakıyordu. Kıpçak bozkırlarında, Türk göçebeler onu gürhan değil de, eş sesli ‘’göregen’’-uzak bakabilen anlamına gelen  kelimesiyle adlandırıyorlardı. Farslar, adına ‘’langu’’-‘’topal’’ kelimesini ektiler. Biraz değişmiş haliyle Teymur’un adı Ruslara  ve Batı Avrupalılara ulaşmıştı. Buralarda onu Teymurlan-Topal Teymur diye adlandırıyorlardı.

Zor  ve karışık oluyor Doğu hükümdarın yükselişi, gittiği yolu da her zaman kanlar içindedir.

Emir Hüseyin’i o, onun kardeşi Kaygusar’ın elleriyle öldürdü, sonra da, Kaygusar’ın yakınlarına, onu öldürmelerine izin  vermişti. Şimdi de, Toktamış ile karşılaşmalarına hazırlanan Teymur, aynı planı kuruyordu. Toktamıştan daha çok, onun babasının, Toy Hacı’nın katili olan Urus’un ölümünü kim isteyebilirdi ki? İşte bu yüzden, Toktamış için sıcak  ve samimi bir karşılama hazırlanıyordu.  O, Teymur’un onu beklediği odaya girdiğinde, Teymur ayağa kalktı, göğüsünü göğüsüne değdirerek, onunrlu bir yere, yanına oturttu.

-Semerkand’a seni getiren yok kolay mıydı, batır oğlan, diye sordu Teymur.

Soru gelenek bir hal almıştı. Kendi hayatını kurtarmak isteyen kaçağın yolu nasıl olabilirdi ki?

Toktamış tebessüm etti:

-Hayattayım, Allaha şükür...Demek, benim, öz topraklarımdan  hırsız gibi gece yarısında kaçmamda da bir hikmet var Ona göre....

Onlar uzun uzun sohbet ettiler. Kimse nelerden bahsettiklerini bilmiyordu, ama konuşma bitince, Teymur, huzuruna emirlerin, beklerin  ve komutanların çağırılmasını emretti.

-Evimizde onurlu bir misafirimiz var. Onun gelişini kutlamadan önce, size diyeceklerim var...Şahin yuvasında saklanılan serçe, şahin kısıtmalarından kurtulur. Toktamış serçe değil, gözü kan dolu şahindir. O bize, gücü toplayıp kanatlarını kırmak için gelmedi. O bizim dostumuz, düşmanımızın düşmanıdır....

-Sözlerin doğrudur, gürhan,diye kabul etti toplanılanlar.

-Beni anladığınıza sevindim. Teymur herkese dikkatle baktı, herkes gözlerini indirdi. Toktamış, bizde kendini, memleketşnde hissettiği gibi özgür  ve güçlü hissetmeli. Bunun gerek olan herşeyi ona  veririz.

Bunları diyerek Teymur, misafirin omuzlarına, her cabini altın  ve değerli taşlar ile doldurarak  pahalı kaftanı attı. Sonra da Toktamış’a şam kılıcı uzattı.

-Toktamış için ayrı bir çadır koyup, ona sığır sürüsü  versinler,diye emretti  vezirine Teymur. Bundan başka, ona Beyaz Ordu’nun baş şehrini, Sığanak’ı  ve Ortar ile Sauran’ı  vereceğiz.

Kadınların odalarına giden kapı açıldı, gürhan’ın nükerleri içeri bayrağı  ve ‘’daulpaz’’davulunu getirdiler.

Toktamış Teymur’u tebessümle dinliyordu.

-Bana kılıcı, bayrağı ve daulpazı  verdiniz, dedi o. Fakat, Sığanak, Ortar  ve Sauran Urus Han’a ait.

-Bugün- e vet, ama yarın senin olacaklar.

-Nasıl?

-Urus Han’dan onları alacaksın.

-Yanımda sadece iki yoldaşım var...

-Elinin altında Ma veraünnehir’in güçlü ordusu var. Yarın, Calair soyundan gelen askerlerin olacak.

Teymur ne yaptığını çok iyi bilitordu. Ma veraünnehir’i yönetmeye başladığı ilk günlerden, Çağatay torunlarını taraftarları yapmayı becerdi. Kendisi ait olduğu Barlas soyu da destekliyordu onu. Bir tek Calairler gürhana ters bakıyordu, sanki birleyler bekler gibi. Onları da Beyaz Ordu’ya götürecek Toktamış’ın önderliğine  veriyordu o.

-Başka bir arzun var mı, diye sordu Teymur.

-Hayır. Benim için yaptıklarınız paha biçilmez.

Teymur kaşlarını çattı:

-Senin bir arzun daha var, ama nedense bana onu söylemeyi istemiyorsun...

Toktamış suçlu şekilde başını eğdi.

-O zaman ben kendim söylerim. Atı gurbette bağsız, adamı da ona sadık olacak eşsiz tutamazsın. Ma veraünnehir’in toprakları sana yakın olmalı. Beğendiğin bir kız var olduğunu biliyorum. O Kunayım Jupar Begimdir. Yanılmadıysam ve sen ona gerçekten sahip olmak istiyorsan-al onu.

-Bunu sormaya cesaret edemiyordum...

Teymur oturduğu yerden kalktı.

-Akşama kadar herkes serbest. Buğün misafirimiz için düzenleyeceğimiz toya, gençleri birleştirmek için imam gelsin. Ama unutma, Teymur Tıktamış’a döndü, Kunayım Jupar Begim kardeşimin kızıdır...

-Sizinle akraba olmak benim için büyük bir onur, samimiyetle dedi Toktamış.

Kimse, kendi değişken yollarında kaderin ona hazırladıklarını tahmin edemezdi. Aradan yıllar geçer, iktidar uğruna savaşan, böyle bir onurla yeni akrabasını  ağırlayan Teymur, Toktamış’ın düşmanı olur, Toktamış da, rüyalarında gürhan’ın boğazını kestiğini görür.

 

***

Kaplan Yılında (1362), Beyaz Ordu’nun Hanı olan Urus, karargâhının merkezi olarak Sığanak şehrini yaptı. Güçlendiğini hissederek, büyük bir istişareye emirleri, bekleri, biyleri  ve farklı kabilelerin aksakallarını çağırdı. Urus Han çok cömertti. Her birini, makamına  layık hediyeyle onurlandırdı.

İstişarenin söz konusu Altın Orda’ya sefer etme idi. Herkes fikrini paylaştı. Altın Orda’da olup biten iç çatışmalardan yararlanarak, onu dizlerinin üzerine koymaya, eskiden olduğu gibi Beyaz Ordu’yla birleştirmeye ve yeni Hanı seçmeye karar  verilmişti. Han da Urus olmalıydı. Bu karara karşı bir tek Toktamış’ın babası Toy Hoca çıkmıştı. Urus Han da onu öldürdü.

Urus Han akıllı bir hükümdardı. O, birkaç adım ileri bakabiliyordu. Ma veraünnehir, Horasan  ve Harezmşahşah- bütün bunlar sınırsız Deşt-i Kıpçak yanında küçük görünüyordu. O, Altın Orda’yu şimdi kanatlarının altına almazsa, onu komşular paramparça edip, zamanlar güçlenebilirler. İşte o an, onun için bunlar nasıl bir tehlike taşıyacağını kimse bilemezdi.

Altın Orda’yu yenebilecek güçlü bir orduyu hazırlamak için, Urus birkaç yıl harcamıştı. Hazırlıklar bitince, o, kendi askerlerini Yer Kosay, Yer Kokşe, Karakesek, Yer Sain, Yer Targın  ve Narin Ulı Şori önderliğinde Jaik tarafına göndermişti. Kısa bir süreçte onlar, karşılarına gönderilmiş Altıonrdu askerlerini yenmişlerdi. Saray Berke’de Altın Orda’nın Hanı Aybek Han  vefat etmiş, yerine onun oğlu Kari Han geçmişti.

Bir sene daha geçtiğinde, Urus Han, aynı sabırsızlıkla, yavaşça İtil’in tepelerine yükselip, Saray Berke’yi ele geçirdi. Bir zamanlar güçlü Altın Orda artık onun ellerindeydi. Fakat ata daha sağlam oturmak vardı. Bunun için Kırım’a ve Sarkistan’ın bir kısmına hâkim olan Mamay, Altın Orda’nın eskiden beri  vergi ödeyenler: Bulgarlar, Mordovalılar, Başkurtla da itaat etmeli idiler.

Mamay bu dönemde şöhretinin zir vesindeydi. Şans yüzüne gülüyordu, bunun için Urus Han onunla savaşmaya cesaret edemiyordu. İtil’in  ve Kamı’nın üst kısımlarına da şimdilik gitmemeye, feth ettiği topraklarda daha sağlam oturmaya karar  verdi.

Tam bu zamanda, Semerkand’a, Teymur’un ona  vermiş olduğu orduyla, Toktamış’ın Sığanak’ı, Otrar’ı  ve Sauran’ı feth etmeye gittiğinin endişeli haberi gelmişti. Topal Teymur’un eli, Mıngışlak’ın vefat etmiş emirinin oğlunu yönlerdiriyordu.

Urus, Ma veraünnehir’i hafife aldığının farkına varmıştı. O işleriyle meşgul olduğu vakit, oralarda güçlü bir düşman doğmuştu. İşte şimdi onların ilgi alanı bir araya geldi. Teymur’un Toktamış’a kendi ordusunu  vermiş olduğu, gürhan’ın güçlendiğinin ve  savaşın kolay olmayacağının  göstergesiydi.

İzciler endişeli haberler getiriyorlardı.  Toktamış Sığınak’a gidiyordu. Beyaz Ordu’yu korumak için acele dilmeliydi.

Urus Han, Ordu’da Toktamış ile savaşı açmamak, onun saldıracağını beklemek emriyle bıraktığı Kutluk Bugi’nin orta oğluna elçisini gönderdi.

 

***

Urus Han zamanı uzatmaya çalışıyor, Toktamış da acele ediyordu. Yakında, Kutluk Bugi’nin  ve Toktamış’ın güçleri birbirine karşı Otrar’dan güneye doğru bozkırda çıktı. Çatışma ertelenemezdi.

Şafakta davullar çalındı, uyanan bozkırda karnayların hüzünlü  ve boğuk sesleri yayıldı, binlerce atın  uğultusu yerleri titretiyordu.

Kutluk Bugi zaferi elde edeceğinden emindi. Yüksek tepeden savaş meydanı iyi görünüyordu. Her asker önderini görebiliyordu. Kutluk Bugi’nin üzerinde, havada beyaz bayrak dalgalanıyordu. Kendisi, en sivri uclu oklardan korkulmayacak  zincirli zırha giyinmişti. Sadece kalbinin bulunduğu yerde küçücük, ‘’kader’’  veya ‘’göz’’ diye adlandırılan delik vardı.

‘’İnsanın hayatı da, ölümü de bir tek Yüce Allahın elinde,-diyordu Hz. Muhammed.-Vücudunu zırhla kapatarak ölümden kurtulmak, Allahın takdirine karşı gelmektir. Bunun için, ölüm alnında yazılmışsa, okun  veya mızrakın ucu gelip bu deliği bulsun ve Allahın takdiri yerine gelsin’’. Eğer insan, düşman olsunolmasın, bu ‘’gözden’’ vurulup öldürülüyorsa, onu Allahın seçtiği kulu olarak sayıyorlar ve onurla gömüyorlar.

Kutluk Bugi, ona  verilmiş vaktin daha sona ermeyeceğinden emin olduğu için sakindi.

Diğer tepede Toktamış duruyordu. Yanında oynayıp atlayan koyu gri renkli atı savaşa katılmak istiyordu.  Toktamış’ın üzerşnde zırhı yoktu. Başını  sivri uclu demirden miğfer süslüyor, göğüsünü  ve sırtını sadece iki demir plakalar koruyordu. Atletik yapılı nüker üzerinde, Teymur’un yeşil bayrağı tutuyordu.

İki at çığı, ilk başta yavaşça, sonra hızla koşmuştu birbirinin üzerine. Sarı tozlar gökyüzünü kapatmıştı. Etraf, insanların birbirini uzanmış mızrak mesafesinde görebilecek kadar kararmıştı. Kılıçların, ağır sopaların kalkana vurmasından gelen sesler, insanların acıdan inlemeleri, atların kişnemeleri duyuluyordu.

Şansın kime güldüğünü anlamak zordu. Sadece öğleye yakın, tozlu bulutlar inmiş, Beyaz Ordu’nun askerlerinin Toktamış’ın nükerlerini yeniyor olduğu görünmüştü.

Kutluk Bugi, düşmanın ürperdiğini görünce, nükerleriyle beraber, zaferi yakınlaştırmak için, savaş meydanına yaklaştı. Etrafta, gölgeler gibi koşuşuyordu biniciler: birileri kaçıyor, diğeri kovalıyordu. Aniden, geri çekilenlerden biri üzengiler üzerine kalktı ve gergin yayını çekti.

İnce bir ses çıkarark uçtu ok ve Kutluk Bugi’nin kalbine, zırhındaki ‘’göze’’ isabet etti. Hızla koşan atından Beyaz Ordu’nun önderi düştmüş ve atın ayakları altında ezilmişti.

Beklentilerine rağmen, Toktamış’ın yenilmesi Teymur’u üzmedi. Onurla karşıladı onu gürhan ve yeni orduyu kurmak için gereken herşeyi: altın  ve silahı  verdi.

Aradan bir sene geçmeden  rakipler yine bir araya geldi. Bu kez Sauran’a yakın bir bölgede. Beyaz Ordu’yu Urus Han’ın büyük oğlu Toktikiya yönetmişti.   ve yine ordunun büyük kısmını kaybederek kaçıyordu Toktamış savaş meydanından.

Onu hızlı atı kurtarmıştı. Seyhun’un kıyısına yaklaştığında, Toktamış elbiselerini çıkarmış, atının kuyrugunu tutarak karşı kıyıya yüzmüştü.

Elbiselerini bıraktığı yere Kazanbaş batırın önderliğinde takipçiler geldikleri zaman o çok uzaklardaydı. Batır harika bir okçuydu. Attığı oku Toktamış’a isabet etti, ama, galiba  bu insanın hayatının sona erecek vakti daha gelmemişti. Ok, sudan görünen Toktamış’ın kafasına değil de, atının kuyruğunu tutan eline vurdu. Parmakları güçsüzleşti ve Toktamış Seyhun’un bulanık sularının dalgalarında kaybolmuştu.

Kazanbaşı batır gözlerinin keskinliğinden emindi, bundan dolayı, atını nehirden çevirdi. Oysa Toktamış boğulmamıştı. Son gücünü kaybederek, kıyıya çıkabildi  ve kanlar içinde dikenli cida çalıların arasına düştü. Yarayı sarabilecek birşeyi yoktu, çünkü üzerinde hiçbir şey kalmamıştı.

Şavaşta kurtarılabilen, Seyhun’u daha başarılı şekilde yüzerek geçebilen askerler, kendi önderlerini yarıölü halde çalılar arasında buldular. Onlar, ona  kuru elbiseler giydirip, iyileştirici otları içirtip hayata döndürdüler.

Bu sefer de Topal Teymur’un neler düşündüğü anlaşılmıyordu. Toktamış’ı Buhara’da karşılamıştı. Taştan yüzü, Toktamış’ın yenilmesiyle alakalı hiçbir üzüntü ifade etmiyordu. Toktamış’a pahalı hediyeler  vererek, ona Semerkand’a gitmesini emretmişti.

-İnsanlar, senin şahin tarafından pasaklanmış serçe olarak tanımasına izin  vermemelisin, sırıtarak dedi o. Gürhan Teymur’la birleşmiş insan, kaybettikten sonra bile kendini kazanan gibi hissetmeli.

Topal Teymur’un gülmek için nedeni vardı.  Urus Han Toktamış’ı yendi, ama kendi eliyle kendine mezar kazmaya başlamıştı. Ma veraünnehir’de Topal Teymur’Dan başka kimsenin bundan haberi yoktu. Urus’un çevresinden bir bek tarafından gönderilen gizli elçi, iHanetten şüphelenerek Han’ın asletle başa çıktığının haberini getirmişti. Birkaç suzçsuz emir de kafasını kaybetmişti.  Cezalandırılanların arasında Kumkent’in beki Kutlukkiya da vardı.

-Üzücü bir haber getirdin sen bana, dedi Teymur elçiye. Demek, Urus Han, Aruaha-kıllı Baba Aziz’in ruhundan bile korkmuş?

-Hayır. Han Toktamış’ı yendikyen sonra sadece azizlerin ruhlarından değil, Allahtan bile korkmuyor galiba.

-Cesur adamdır Urus. Çok cesur, belli belirsiz dedi Teymur.

Müslümanlar, Kumkent’in hükümdarı Kutlukkiya’nın üç nesli Altın Orda’ya sadık bir hizmette bulunuyorlardı. Bekin uzak atası, Bayz Mangitler soyundan gelen, halk arasında kıllı  Baba Aziz diye tanınan Baba Tuklis Mekke cami türbesinde şeyhti. Ölümünden sonra onu evliyalar arasına kattılar. Onun oğlu Seidnakib, Özbek’in döneminde Altın Orda’da şeyhti. Bizzat kendisi Hanı Müslüman etmişti.

Topal Teymur haklıydı. Çok yğkseklere elini kaldırdı Urus Han Kutlukkiya’yı cezalandırarak. Böylece baltayı ayaklarına düşürebilirdi. Yine bu gece, Buhara’ya, Kutlukkiya’nın oğlu Yediye koşarak geldi ve Topal Teymur’dan yardım istedi.  Bu adamın adı Deşt-i Kıpçak’ta meşhurdu, bunun için Teymur, saygın bir soydan gelen birini karşılamaya layık olduğu şekilde, onurla karşılamıştı onu.

-Seni yanıma ne getirdi, diye sordu gürhan. O, Yedige’nin cavabını biliyordu, ama yine de diyeceklerini bekliyordu. Sakin bir hayat istiyorsan, sana sığırları, çadırları  ve kadınları  veririm. Eğer mücadelenin peşindeysen, burda da sana yardım edebilirim.

Yedige inatla başını salladı:

-Babanın kanı intikam isretken, sakin bir hayat düşünülemez. Urus’un yanına, benim kız kardeşim Akmagit Ayım Bike ile yaptıklarını bırakır mıyım?!

-Urus kardeşine ne yaptı?

-Onu, bir köle gibi ayağını, elini bağlayıp, eyere atarak, Urus’un küçük oğlu Temür Malik’in kçyüne götürdüler.O, benim kardeşimi zorla kendine küçük eş yaptı.

-Kızgınlığın büyük. İntikama hakkın var, düşünceyle dedi Teymur.-Ama buna gücün yeter mi? Seçtiğin yolda sonuna kadar giderbilir misin?

-Gidebilirim, Yedige’nin gözler çılgınca parlıyordu.Andolsun, kader bana Urus Han’ı  ve onun oülunu öldürmeye engel olamaz. Eğer ki bu işi benden önce biri yaparsa, o zaman onun oğlunun oğlunu öldüreceğim!

Yedigey’i  kışkırtır gibi Teymur dedi:

-Yeminin korkunç. Erkeğe  ve savaşçıya layık... Ama zaman, kimin kılıcı daha saplam olduğunu gösterir.

-Nefes aldığım sürece intşkamı alacağım, diye, Yedige durakladı. Urus’un Ma veraünnehir’e naskın hazırladığından haberin var mı, gürhan?

-Hayır. Ama bunu düşünmüştüm.

-Yakında sana Han’ın adamları gelip Toktamış’ı teslim etmeni isterler...

-Gelsinler, kayıtsızca dedi Teymur, onları çoktan bekliyorum.

Yedige Topal Teymur’un aldatmamıştı. Yakında Bhara’Ya Urus Han’ın Kepek Mangit  ve Tulujan Batır’ın önderliğinde Büyükelçiliği gelmişti.

Elçiler bağımsız  ve küstahça davranıyorlardı. Onlar Urus Han’ın sözlerini iletiyorlardı:

‘’Toktamış benim oülumu öldürdü, sen ise ona sığınak  verdin. Toktamış’ın elini  ve ayağını bağlayarak dümanımı bana  ver. Bunu yapmazsan eğer, büyük bir savaş çıkacak’’.

Teymur kısa  ve saygısızca cevap  verdi: ‘’Serçe şahinden söğütta saklanır. Toktamış bende sığınak buldu. Sana onu teslim etmem. Kan istiyorsan, ben hazırım’’:

Elçiler gece için Buhara’da kalmamışlardı, gürhan’ın masasından yemeklerin tatlarına bakmamışlardı. Onlar hemen geri dönmüşler.

Ya Urus Han’ın, ya d a Topal Teymur’un adını unutturulacak acımasız bir çatışma bekliyor olduğu açıktı. İkisine dünya dar gelmişti.

Kazan (Ekim) ayının sonunda, Ejderha Yılında (1376), Otrar’ın yakınlarında, bozkırda, iki zapyedilemez duvar misali Teymur’un  ve Urus Han’ın orduları karşılaştı.

Geceleri, çatışmalar arasında et pişirmek için askerler ocak yaktıklarında, gökyüzündeki yıldızlar sönük görünüyordu bunca ateşler arasında. Yüz binlerce asker getirmişlerdi savaşa Urus Han  ve Topal Teymur.

Kış soğukları yaklaşıyordu, bunun için, savaştan sonra hayatta kalan askerlerin köylerine dönüp, ısınsınlar diye evlerinde, munakaşa çabuk bitirilmeliydi.

Her iki ordunun esas gücü süvarileriydi. Fakat Teymur’un, ok  ve mızrakları ustaca kullanan Taciklerden  ve Özbeklerden oluşan grupları da vardı.

Anlaşarak ara  verdiklerinden sonra iki gün geçmişti ve nihayet, müşlümanlar için kutsal olan günde, cumada, Teymur askerleriyle Urus Han’ın ordusunun üzerine gitmeye karar  verdi.

Akşam namazını kılarak, Ma veraünnehir’in askerleri, sabah yeni güç ile kalkmak için uykuya daldı.

 Gece yarısında, bozkırda aç kurt gibi rüzgâr ulumaya başladı. Kuzeyden, dondurucu yagmur damalaları  ve kar dolu ağır bulutları getirmişti o. Uzun süre doğmamıştı gün, doğduğunda da, rüzgâr, insanları ayaktan düşürünceye kadar şiddetlendi, yağan kardan hiçbir şey görünmüyordu.

Yazlık elbiselere giyinmiş askerlerin birçoğu, soğuktan titriyor, gübre ocakların yanında ısınmaya çalışıyorlardı.

Teymur da, Urus Han da savaşı başlatmanın bir anlamı olmadığını anlıyorlardı. Ne süvari, ne de askerleri, çamurlu, ıslak karla kapanmış yer üzerinde savaşamazdı. Her ikisi, Allahtan, havanın düzelesini yalvarıyordu, ama bulutlarla kapanmış gökyüzü dualarını geçirmiyor, onlar Allaha ulaşmıyordu.

Hiç durmadan, bir ay devamında bozkırın üzerinde soğuk rüzgâr esiyordu. O, bulutları götürüp, gökyüzü aydınlandığı zaman, etraf dondu, bozkırın sulu zemini onu saran buzlardan parlıyordu.

Savaşın sözü bile olmaz. İlk Urus Han geri çekilmeyi emretmişti. Aynı emri Topal Teymur da  vermişti. İki güçsüz kalan kocaman yılanlar misali bozkırın farklı taraflarına yönlendiler onlar. Ama Teymur, sonunda bile düşmanı ısırmasaydı Teymur olmazdı.

Daha güçleri olan, beş yüz binici, atlarının toynaklarını keçelere sararak, Urus’un geri çekilen ordusuna saldırdılar. Fakat Beyaz Ordu’nun g-Hanı uyanıktı  ve direnebildi. Birkaç yiğit savaşçılarını kaybederek, askerler takımı Teymur’un ordusuna geri döndü. Bu savaş esnasında, düşmanın mızrakın ucu Urus Han’ın oğlu Temür Malik’in bacağını derinden yaralamıştı.

Sıcak günleri bekleyip, bozkırlarda yeniden karşılaşmak için inlerine çekilmişti iyi yılan.

Topal Teymur gerçekleşecek savaş alanından uzaklara gitmemek için, Keş şehrinin yakınlarında tümenleriyle kışlık için durdular. Burası sıcaktı, atlar da bahara kadar beslenebilirdi ayaklar altındaki otlar ile.

Urus Han genç değildi.  Geri dönerken, kendini kötü hissetti, orduyu Karakesek batırın önderliğinde bırakarak Sığınak’a yol aldı. En iyi tabipler  ve büyücüler kalbindeki boğucu acıyı kovmaya çalışıyorlardı, ama boşuna. Sığınak’a gelişinin üçüncü günü Urus Han ölmüştü.

Eşlerinin  ve on tane oğlunun acısı büyüktü. Onlara ait olan her köyden ağlama sesleri geliyordu. Beyaz Ordu bahara kadar başsız bir vücut misaliydi. Emirler, Urus’un Hangi oğlunun Han olacağını tartışıyorlardı. En büyük oğlunu, Toktiya’yı beyaz keçeler üzerinde yükselttikleri zaman, Teymur, avını bekleyen kurt gibi, tğmenlerini Keş’ten yola çıkararak, Beyaz Ordu’nun hazırlıksız ordusunu paramparça etti. Toktiya bir müddet daha bozkırı dolaşarak orduyu yeniden kurmak istedi, ama aniden hastalandı  ve öldü.

Kolay  ve çabuk elde edilen zaferinden mutlu olan Teymur, bunun onuruna büyük toy düzenledi. Tam bu yerde, çiçek açan bozkırın ortasında Toktamış’ı Han olarak ilan edilmesini emretti. Bundan böyle, Beyaz Ordu ve onun bütün toprakları yeni Hana aitti; bundan böyle o, Deşt-i Kıpçak’ın hükümdarıydı. Eski hayali gerçekleştiğine sevinen  Teymur, Toktamış’a Kanıkuklen adlı müthiş  ve hızlı atı hediye ederek dedi:

-Onun üzerinde her düşmana ulaşabilirsin. At hayatını kurtarır...

Galiba, Allah Teymur’a öngörme yeteneğini  vermişti. O, sanki önceden biliyordu Toktamış’ın başına geleceklerini.

Teymur Semerkand’a, Yılan Yılının (1377) başında dönmüştü. Ardından kapıyı kapatmadan Deşt-i Kıpçak’tan elçi gelmişti:

-Bayaz Ordu’nun emirleri, sözde Toktamış’a itaat etmeyeceklerini söyleyip, yeni Hanı seçerek, ona karşı komple düzenliyorlar.Han Urus’un küçük oğlu Temür Malik olmuş.

Kıpçak Bozkırı ne kadar sınırsız olursa olsun, iki Hana dar geliyordu o. Temür Malik orduyu toplayarak, aniden Toktamış’a saldırdı ve onu kaçmak mecburiyetinde bıraktı. Hızlı Kanıkuklen sahibini ölümden kurtarmıştı.

Toktamış yine Semerkand’a gelmişti. Devamlı başarısızlıklardan bıkan o, sefil va ssuskun görünüyordu. Topal Teymur’un ona davranışı görünüşte değişmemişti, ama mağlup biri sürekli suçluyu arar. O, Teymur yanında daha çok asker bıraksaydı, Temür Malik ona saldırmaya cesaret edemeyeceğini düşünüyordu.

Toktamış’ın çaresizliği ne kadar derin olsa olsun, gürhana kızgınlığını söyleyemedi. Bu günden sonra, kızgınlığı ateş külleri gibi yanıyordu Toktamış’ın içinde, onu dumanlara sararak.

Teymur Toktamış’a yardım etmeyi reddetmedi. Ama Ordu’nun topraklarına, iHanet eden emirleri cezalandırmak için askerlerini göndermeye acele etmiyordu. O, önce eline Horasan, Harezmşahşah  ve İran’ı geçirmeye, sonra da  eskiden Cüci ulusu olan Ordu’nun işlerine dönmeye karar  verdi.

Toktamış, eskisi gibi Topal Teymur’a gerekti. O, er ya da geç, onu Altın Orda’nın Hanı yapar ve Toktamış hayatının sonuna kadar ona sadık kalacağını düşünüyordu.

Tek birşeyi gözardı etti kurnaz  ve şüpheli gürhan:Toktamış Cengizlilerdendi,  Dünyanın Sarsıcısı’nın torunları da asla, onlara iktidar mücadelesinde yardım eden kimseye karşı minneddarlık  ve sadakat hissetmiyorlardı.

Teymur’a karşı nefret gitgide büyüyordu Toktamış’ın içinde. Gürhan’ın Toktamış’ın düşmanı olması için, Toktamış’ın Beyaz Ordu’dan  kaçtığından biraz sonra gerçekleşen olan neden olmuştu.

Teymur büyük bir av düzenlemişti. Cengiz Han döneminden bir gelenek haline geldiği gibi, ona yüzlerce insan katılmıştı. Askerler birkaç gün içinde bütün canlıları bir araya getiriyor, meynanın etrafını sarıyor, önceden seşilmiş kementin düğümü sıkışınca,  kurdun  ve geyikin yanyana koştuğunu görebilirdi insanlar. İşte bu zaman buralara maiyetiyle, koşumları gümüş  ve değerli taşlarla süslenmiş güzel atların üzerinde, geliyordu gürhan. Avı başlatmak şerefi Hana aitti.

Eğer Cengiz Han döneminde bu tür avlar, askerler tembellikten şişmanlamasınlar, sefer hayatının zorluklarına alışsınlar diye yapılıyorsa,  elde edilen hayvanların eti de avda iştirak eden herkes arasında paylaşilıyor idi ise, Teymur’un döneminde bu avlar sadece eğlence için düzenleniyordu, bunun için, Han’ın maiyetine kadınlar  ve müzisyenler eşlik ediyorlardı. Etraf neşeli, gürüntülü  ve saçmaydı. Rengârenk kıyafetler merasimi baharda Caylau’ya yol alan kervana benziyordu.

Sadece tecrübeli bir göz, avcıların birbirine karışmadıklarını, burda, uzun yıllar devamında oluşmuş bir hüküm sürdüğünü görebilirdi. Teymur’a yakın, Ma veraünnehir’in en asil emirleri: Tuman Temür, Urungi Temür, Biyasiddin TarHan, Bahti Hoca  ve başkaları bulunuyordu. Bir dağ gibi duruyorlardı Cangi soyundan gelenler. Toktamış, Ma veraünnehir’in Hanı Muhammed’in yanında geliyordu. İkisi de sadece sözde Han idiler. Muhammed’in kendi toprağı, ona itaat eden halkı var gibiydi, ama gerçekte, onun yerine gürhan Topal Teymur yönetiyordu. Toktamış’ın ise ne toprağı, ne halkı, bir tek makamı vardı.

Av üç gün sürmüştü. Üç gün askerler ile oluşturulmuş meydana gürhan  ve emirleri giriyor, yaydan ordan buraya koşan tilkilere, geyiklere nişan alarak egzersiz yapıyorlr, atları evcilleştiriyorlar, bozkır kurtlarını sopalarla vuruyorlardı. Tek dördüncü günü meydanın sınırları açıldı, av esnasında hayatta kalan hayvanlar  kendilerini kurtararak bozkırın çukurlarına  ve dağ geçitlerine koştular.

Keyifli dönüyordu Semerkand’a Topal Teymur. Boğuk sesle ağlıyordu karnaylar, uzatıyordu melodisini zurna. Atının ayaklarının yanında, gürhan’ın evcilleştirdiği kurdu, Koksemser koşuyordu. Teymur onu sadakati için seviyordu. Birkaç sene ev vel, aynı şekilde, avda, savaşçılar kurt  inini buldular. Beş kurt yavrusu vardı içinde. Onlardan bir tanesini Topal Teymur kendisine alarak, diğerlerinin öldürülmesini emretmişti. Kurt yavrusu gürhan’ın yanında büyüdü, eti onun elinden yemeye alıştı, sadece ona itaat ediyordu. Nükerlerden daha çok kurduna gü veniyordu Teymur. Hayatı tehlikede olduğunu düşündüğü vakit, yanına Koksemser’i alıyordu. Kocaman hayvan her an uyanıktı ve sahibinin yardımına koşmaya hazırdı. Bu avda da Koksemser kendini gösterdi. Dört bozkır kurdu onun dişinden ölmüştü.

Görünüşte, bu sıralar Teymur’un avla meşgul olduğu gelebilirdi. Gizlice çevresindeki emirleri, bekleri  ve batırları izliyordu. Birkaç kez, gözü, bir zamanlar ona Beyaz Ordu’dan gelen  emir Yedige’nin üzerine düşmüştü. Kılıcın sağlamlığını onun bıçağı gösterir, batırın da -amelleri.

Teymur avı hatırlamıştı. Onlar uzun süre kocaman, güçlü bir kurdu takip ediyorlardı, ama o, takipçilerden kaçıyor, sopalarının darbelerinden kıvrılıyordu. Nihayet, o erkeç sakalının çalılarında saklandı. Etrafını sararak, avcılar, onun bulunduğu yeri tahmin ederek yaklaşmaya başlamışlar.

Yedige Teymur’un yanında gidiyordu. Onlar, nerdeyse aynı zamanda kurdu gördüler. Hayvan, şıçrama pozisyonunu alarak, saldıracağı anı bekliyordu. Çıplak dişlerinden yerlere sarı köpük düşüyordu, ensesinin kılları diken diken olmuştu.

Teymur darbe vurmak için soili kaldırdı. Fakat hayvan ondan önce davrandı. Kurdun güçlü  ve büyük vücudu yer üzerinde uçtu. Teymur’a değil, o an ona daha yakın Yedige’ye  saldırmıştı hayvan. Sıçraması o kadar güçlüydü ki, hayvanın  ve Yedige’nin göğüsleri birbirine çarpmıştı. Yedige kurdu boğazdan tutmayı başardı.

Batırın altındaki at, korkuyla horluyor, yerinde dönüyordu, Yedige’n parmakları ise daha sıkı tutuyordu yırtıcı hayvanın boğazını. Teymur batırın yardımı koşmuyordu. Hatta, başka emirler yaklaştığı vakip, el hareketiyle onları durdurdu, mücadeleye karışmalarına izin  vermemişti.

Tüm vücuduyla öne eğilerek, Topal Teymur ateşle yanan gözlerle izliyordu insan ile hayvanın çatışmasını. Sonunda kurdun vücudu hareket etmiyor, dili  bir taraftan çıkmıştı. Yedige hayvanın başının üzerinde kaldırarak bir kenara attı.

-Övgüye layıksın, dedi gürhan.

Teymur övgü sözlerine cimriydi, bunun için  söyledikleri büyük bir mukafatttı.

Yedige, kendi elleriyle boğduğu  hayvadan derisini ayırıp, Teymur’un eyerine onu sarınca, gürhan kendi kendine: ‘’Bu adam cesur  ve cömert. Zamanla ona ihtiyacım olur’’, dedi.

Semerkand’a giden yol kısa değildi. Yolda Toktamış’ın  ve Yedige’nin köylerinden geçmek kerekirdi. Göçebelerin eski geleneğine göre, onlar sıcak mevsimleri şehirden uzak, bozkırlarda,ataları yaptığı gibi, çadırlarda geçiriyorlardı.

Düşüncelerine dalan Teymur, ona yaklaşan Toktamış’ı farketmemişti.

-Saygıdeğer gürhan’ım, dedi o. Köyüm çok yakınlarda. Dinlenmek ve bir piyala kımız içmek isterseniz, benim için büyük bir şeref olur.

Teymur güneşe baktı. O daha yüksekti, gün ikinci kısmına daha yeni geçiyordu ve gürhan kabul etti. İşte burada, Topal Teymur’u Toktamış’ın düşmanı yapan olay gerçekleşmişti.

Atlar, yakınlarda görünen köye döndüklerinde, daha önce sakince  gürhan’ın atının ayakları altında titreyen Koksemser endişelendi  ve gerildi.

İnsanlar, kurdun her zaman kurt kaldığını biliyordu, fakat dört sene önce olup bitenlerden ne bilsinler ki? O zamanlar Koksemser daha yavruydu, Toktamış’ın eşi Kunayım Jupar Begşm ise daha Teymur’un sarayında yaşıyordu. Bir gün genç kız Bibi Hanım’un odasında oturuyordu. Kimse, kurt yavrusunun ona nasıl yaklaştığını ve oynayarak uzun saçını çektiğini farketmemişti.

Ani olduğu için, Kunayım Jupar Begim çığlık attı, dönüp baktığında, onu korkutan  ve canını acıtan Koksemser’e vurdu. Kurt yavrusu ciyaklamadı, kenara çekilmedi. O, büyük bir kurt gibi atlayacak pozisyonu aldı, dişlerini çıkardı  ve homurdandı.

-Küçücük, ama korkutucu, dedi Bibi Hanım gülümseyerek. Boşuna vurdun ona. Koksemser nede olsa kurt.

Kunayım Jupar Begim kendisi de pişman olmuştu. Kurt yavrusu onun hoşuna gitmişti. O, cebinden bir parçacık irimşik-tatlı kurutulmuş peyniri çıkararak hayvana  vermişti. Ama ilk kez kurt, ondan ikramı kabul etmedi, kenara çekilip, gergin şekilde genç kızın elini izledi. Bu günden sonra koksemser bir daha hiç oynamamıştı Kunayım Jupar Begim ile. Onu uzaklarda görür görmez, karşılaşmaktan kaçmaya çalışıyor, öfkeli gözlerini kaçırıyordu.

Genç kız da, kurt yavrusunun onu sevmediğini hissediyordu. O büyüyünce de, kalbindeki korku da büyüyordu.

Toktamış Kunayım Jupar Begim’i eş olarak kendine aldıktan sonra, o daha az gelmişti saraya ve kurt ile arasındaki munakaşayı unutmuştu. Şimdi de, Teymur kendi maiyetiyle Toktamış’ın köyüne yol aldıklarında, Koksemser’in gerginliğini kimseyi rahatsız etmedi.

‘’Yabancı köpeklerinin kokusunu alıyordur, diye düşündü Teymur.Vay onların haline...’’  O, hurşiye-köpekçiye, kurdu bağlamasını emretmeyi istedi, ama geç kaldı. Koksemser öne fırladı, kocaman  ve uzun vücudunu uzatarak köye koştu. Kısa kulakları kocaman alınlı kafasına sıkı basılıydı.  Toktamış’ın kalbi, bir felaketin olacağını söylüyordu ona. Atını kırbaçlayarak o, kurdun peşinden atladı, ama geç kalmıştı. Bir kâbus gibi, damarlarında kanları durduran manzarayı görmüştü...

Köyün kenarında, misafirleri karşılamaya çıkan insanlar duruyordu. Önlerinde de, elinde bir yaştaki oğluyla birlikte Kunayım Jupar Begim duruyordu. Bütün hızla kurt kadının üzerine atlayarak boğazına yapıştı. Renkli yorgana sarılı bebek annesinin elinden düşerek kenara yuvarlandı. Hırıltıyla, salyasına boğularak, kurt yerlerde yatan kadının hareketsiz vücudunu parçalamaya devam ediyordu. Toktamış kılıcını çıkararak hayvana vurdu. Koksemser’İn başı kenara yuvarlandı. Toktamış attı çevirip, eyerden atlayarak eşinin  ve oğlunun yanına koşmak istedi, ama ona yaklaşan Teymur seslendi:

-Dur! Onlara yaklaşma!

Gürhan’ın özel hekimi Akşaş-beyaz sakallı, çıkıntılı kaşların altında saklanan akıllı bakışlı ihtiyar geldi.

-Bana, Koksemser’le neler olduğunu anlatın. O asla insanın üzerne atlamaz, kanın tadını bilmezdi.

Hekim atından inmeden, kadının  ve kurdun cesetlerine eğildi. Kenarda sessiz  ve hüzünle bebek ağlıyordu.

-Gürhan, nihayet dedi Akşaş, Koksemser’in ağzı kanlı köpükler içinde, ölü bedeninin kılları hala diken diken, ayağı da kramptan hareket ediyor. Bu kuduz işaretidir. Koksemser’e o av sırasında, vahşi kardeşleriyle çatışırken bulaşabilirdi.

-Teymur başını salladı:

Bunu düşünmüştüm. Kurt söz dinlerdi...Kadın yaşıyor mu?  ve şimdi ne yapacağız? Alan ve kuduz hayvanın salyasının değdiği herşey ateşe atılmalı. Bu hastalığın ilacı yok ve o çabucak yayılıyor.

Eşine  ve oğluna fırlamaya hazır olan Toktamış acele ediyordu.

-Dur, aptal, diye bağırdı Teymur. Bu lanetli yere, kurdu öldürdüğün kılıcı at. Onun üzerinde kanı var!

Toktamış kılıcı yere attı.

-Saygıdeğer gürhan’ım,zorla öfkesini tutarak dedi o. Oğlumu almak istiyorum...

Teymur’un gözleri iki dar yarığa dönüştü.

-Bütün Ma veraünnehir’in başını belaya sokmamı mı istiyorsun?! Atına otur  ve git! Gözlerin şimdi olacaklarını görmemeli!Nükerlerine dönerek emretti: Bir kısmınız etrafta yanabilecek herşeyi toplasın, diğeri köyün göçmesi için hazırlıklara yardım etsin. Bunların hepsi ateşe  verilmeli! Derhal!

-Gürhan, diyen Toktamış’ın sesinden çaresizliği duyuluyordu. Oğlumu almama izin  ver.

-Hayır, sertçe dedi Teymur. Emrettiğim gibi yapacaksın. Toktamış’ın gözünde yaşları görünce, şeytanca güldü: Erkek ol, Han! Senin büyük atan Cengiz Han hiçbir şeyin, çocuklarının ölümlerinin önünde bile durmadı.

Gürhan atını çevirdi  ve yavaşça, kenarda duran Höyüğün yanına gitti.

Toktamış çılgınca Teymur’un geniş sırtına bakıyordu, kalbinde, hiçbir zaman, hiçbir şeyle söndürülmeyecek nefret yangını ateşleniyordu. Toktamış’ın beyaz dudakları şunu fısıldıyordu: ‘’Bana iktidar gerek! Bana iktidar  ve...güç gerek! Senden daha güçlü olacağım!  ve o zaman!..’’

Teymur atını höyüngün tepesinde durdurdu. Etrafını maiyeti sardı. Herkes sessizce aşağıya bakıyordu. Orada kalan askerler, her yerden kurumuş çalıları, kucak dolusu kurayi-bozkır dikeni taşıyorlardı. Farklı sesli gürültü çıkararak, köy göç ediyordu yerinden.

Bir kazık çalı çırpısı üzerinde, hafif mavimsi bir duman göründü ve aniden, güneş ışığında beyaz görünen ateş sarmıştı trajedinin geliştiği yeri. Toktamış gözlerini, elleriyle de kulaklarını kapatmıştı. O, oğlunun hüzünlü ağlayışını duyuyor, sanki öğrendiği tek kelimeyi: ‘’koke’’- ‘’baba’’ söylüyordu.

Bozkır, ateşten simsiyah olduğunda, Teymur atının dizginlerine değdi.

-Koksemser için üzüldüm, dedi gürhan. O sadık bir dosttu...

Teymur’Un  ve Toktamış’ın bakışları karşılaştı. Toktamış’ın gözleri kuru  ve cansızdı.

Ma veraünnehir’in kısa kışı geçmeden, Topal Teymur’a Beyaz Ordu’da gizli elçi yollanılmıştı. O, Temür Malik’in gamsız bir hayat sürdüğünü, Müslüman kanunlarına iHanet ederek, içki içtiğini söyledi. ‘’Eğer Beyaz Ordu’yu ele geçirmek istiyorsan,-dedi elçi,-tümenlerini onun topraklarına yönlendirmenin tam zamanı,çünkü onların ordusu aymakamlarına ayrıldı, emirleri, bekler  ve batırlar da kendi hayatlarını yaşıyor’’.

Topal Teymur bu anı beklemişti. Ma veraünnehir’in ordusu, her zaman sefere hazırdı. Hiç düşünmeden, gürhan  ve Toktamış Ordu’nun baş şehri, Sığınak’a yöneldiler.

Çatışma üç gün sürdü. Sekizinci günü şans Topal Teymur’un yüzüne güldügünde de, Beyaz Ordu’nun askerleri hayatlarını kurtarmak için kaçmaya başlamıştı.

Sığınak’ı yerleştiğinde, Teymur yeniden Toktamış’ı Han olarak ilan etti. Artık, gelecek sene tümenlerini Harezmşah’a yönlendirmesine kimse engel olamayacağından emindi. Yeni Han, yükseltilmene minnettar olduğu için, yerinde uslu   ve sessiz oturup, gürhan’ın iradesini kendi iradesinde üstün sayacaktı.

Teymur nerden bilsin ki, Toktamış’ın şöhret isteği sınırsız olduğunu, onun çoktandır Beyaz Ordu’yu sadece  gücü toplayıp, kaplan misali kocaman, ama artık yaşlanmış ‘’Altın Orda’’adlı boğanın sırtına atlayacağı yer yapmayı hayal ediyor.

Ama Toktamış’ın da herşeyden haberi yoktu. Onun düşündüklerinin aynısını yapmak için Kırım’ın hükümdarı Mamay da hazırdı.

Moskova kralları etrafında daha demin  dağınık olan beylikleritopluyordu. Altın Orda’nın gücünü sonsuza dek yok etmek için,  üzerinde cezalandırıcı bir el yükseliyordu.

Değişmeler  ve büyük savaşlar  rüzgârı Deşt-i Kıpçak’ın topraklarına eğiyordu yüksek otları, inleyerek, nedensizce çöküyordu dağ çalılıkları arasında dev ağaçlar. Hassas bir kalbe sahip olan, geleceği görebilenler, geceleri korkunç, keHanet rüyalar görüyorlardı.

Yazın son günlerinden birinde, büyük cırau Asankaygı-Hüzünlü Asan, yalnız duran tepeye çıktı. Bir zamanlar bu tepeyi kudretli  kayalar süslüyordu, ama zaman onları küle çevirdi. O sıcak  ve koyu bir yumruya oturdu  ve bozkıra baktı.

İhtiyar çoktan yüz yaşını geçmişti. O, uzun kar yağışından sonraki toprak kadar beyazdı, dünyaya  ve insan amellerine bakmaktan yorular gözleri ise yaşlanıyordu.

Asankaygı, hayatının ipi yakınlarda kesileceğini, kimsenin ebedi yaşamayavcağını biliyordu. Son kez, Jelmay adlı de vesinin üzerinde  Altın Orda’nın topraklarını ve onun kalbi- sınırsız Deşt-i Kıpçak’ı dolaşmıştı. Asankaygı ana bozkırına bakıyor, onu tanıyamıyordu. Onun gençlik  ve olgunluk çağlarındakisinden çok farklıydı.

Aynı insanlar: Kıpçaklar, Oğuzlar, Karlukiler çıkıyordu karşısına  ve selamlıyordu onu, ama çok farklı geliyordu ona insanların yüzleri, gelenekleri, alışkanlıkları. Bir zamanlar özgürce göçebe hayatı süren soylar, artık buralara Moğolların getşrdşkleri kurallarına göre yaşıyorlardı. Bütün ulus bir tek insana-Hana itaat ediyordu.

Kendileri, bir zamanlar korkunç bir yangı gibi Deşt-i Kıpçak’tan geçen cesur Moğol  noyanları  ve askerleri nerdeydi? Bir kâşık tuz misali, onlara ait halklar erittiler onları. Artık atalarına, Kığçaklara benzemeyen çocuklarda, sık sık Moğol  özellikleri görünebiliniyordu: yüksek elmacık kemikler  ve kısık gözler.

Asankaygı gözünü almadan bozkıra  bakıyordu. Dünyanın mavi ucunda, kalelerin kurularak yok edilip, çirkin yıkıklara dönüyorlardı. Zaman rüzgârı karamsar serapları götürüyor, yenilerini yaratıyordu. Böyle bir kader beklemiş olamsın sakın Altın Orda’yu?! Acımasızlığın üzerinde kurulmuştu o. Acımasızlık halkların itaat etmelerini mecbur bırakıyordu.

Bütük cırau Cengiz Han’ın vasyetlerinde birini hatırladı. Kendi askerlerine karşı bile acımsızdı Dünyanın Sarsıcı’sı. O şöyle diyordu: ‘’Tok at uzun atlamaya dayanmaz. Tok av köpeği tşlkiii anlayamaz. Savaşa giden asker açolmalı. O zaman o acımasız  ve öfkeli oluyor, acımadan düşmanları yok ediyordu’’.

Artık Cengiz Han kadar acımasız olan Topal Teymur bile, savaştan önce tok olmalarına kadar yediriyordu askerlerini, bazen de onlara şarap da  veriyordu. Ama şimdi, daha sık asker bekine, bekemirine iHanet ediyordu. Her Altın Orda’nın yeni Hanı  babalarının, kardeşlerinin, çocuklarının kanlarından yükseliyordu tahta...

Asankaygı düşüncelerinden uyanarak kendine geldi. Uzaklara bakarak gözlerini kıstı. Kervanın çan sesini duyduğunu znnetmişti. Oysa bozkır  sessiz  ve kimsesizdi. Büyük İpek Yonu ölmüştü ve artık kimse eski Deşt-i Kıpçak’ın huzurunu bozmuyordu.

Büyük cırau ürperdi. Uzaklardaki gök gürültüsü duyulmuştu kulağına. Ona doğru yüzünü kaldırdı ve rüzgâr esintisi, başındaki ağarmış, seyrek saçlarını dağıttı.

Asankaygı yavaşça ayağa kalktı.  Dünyanın dört bir yanından kara bulutlar sürünüyor, içlerinden, Orusutların doğru kılıçlarına benzeyen büyük, kör edici yıldırımlar düşüyordu Altın Orda’nın topraklarına.

 

 

 

 

İlyas Esenberlin

Altı Başlı Aydakar

 

Altın Orda

Üçüncü kitap

 

 

Birinci bölüm

 

Cuci ölümünden bir sene önce, muazzam ulusunu oğularının arasında bölerken, Batu’nun ve Ordu’nun topraklarının sınır üzerinde olan bozkırları beşinci oğlu Şiban’a verdi. Tobol nehri’nden başlayan mülkiyetindeki topraklar Irgiz ve Emba nehirlere kadar yayılmıştı.  Yeni ulusun yönetiminde önce Şiban’ın, sonra da sülalesinin olduğuna rağmen, ulus  Atın Orda’ya itaat etmeye devam etti, ve hep  onun bir parçasıydı.

Aksak Timur sayesinde Beyaz Orda Hanı olmuş Toktamış, Altın Orda tahtını ele geçirmek için, Şiban’ın toprakların üzerinden  geçmeliydi. Toktamış bunun kolay olmayacağını anlıyordu,  en çok ta, Orda’da  itibar gören bu ulusun soyları   hanlık başında  yabancıyı görmek istemezlerdi.

Toktamış hedeflerine ulaşmakta inat ve şöhrete düşkündü. Önündeki mücadele bile korkutmazdı onu. Tüm yollar mızrağın sivri ucu ile keskin kılıçla açılacaktı  hayallerinde. En çok ta Aksak Timur’un yardımına umitleniyordu. Timur düşündü ki, Toktamış hedeflerine ulaşmasına rağmen, sadık ve itaatkâr kalır, böylece  Altın Orda’nın tetik tetik  hareketlerine  beklemeye gerek kalmaz, ve nihayet kendi işlerine bakmaya bir fırsat bulunur onun için.

Koyun yılında(1379), bozkırda otlar kuruduktan sonra “karanlık ülkelerinin” ruzğarları daha sık gelmeye başladı; ince, çınlayan buz, gece göleklerin üstünü  kaplıyordu, Toktamış ise ordusunu Altın Orda sınırlarında yığıyordu. Başarabileceğine emindi. Toktamış’ın ellerinde büyük bir güç olduğunu anlar anlamaz, Ak Orda soyluları bağlılığını ona bildirmek istediler. Han bayrağının  altına Kazanşı-batır, Alibek, Muhammed Oğlan ve diğer emirleri geçti. Bahadırlar ve Kudayberdı, Daulet, Narik, Irgiz, Koblandı, Uak, Şuak ve Monbura soylarından olan Kıpçak bozkır beyleri de onlara katıldılar. Soylular, kım daha güçlü ondan yanadır - bozkırın kuralı budur.

Az bir zaman önce bahadırlar ve emirlerin çoğu Urus Han’ın karşında başlarını eğiyordu, şimdi ise  Toktamış hükümdarları olmuş, yarın ise savaş meydanında daha başarılı birisine destek olabilirler. İhanet değil, bu bir hayat kuralıydı, çağın gereklerine uymasıydı.

Toktamış, Aksak Timur’un ona güvenmesinden emindi, ama Maveraünnehir’in kurnaz ve sinsi  hükümdarı gene de Emir Edige ile  Mangıt soyundan  on bin askeri yolladı. Toktamış’ın Edige’ye karşı tutumu zordu. Hem güvenilir, hem güvenilmez biriydi. Güvenmemek için öz nedenleri vardı. Vaktiyle Toktamış babası Kutlukkiya’nı, Temür Malik’ni desteklediği için,  öldürmüştü. Aynı akıbet, Edige’nin  yiğeni olan,  Temür Kutluk’nu bekliyordu, o da bir zamanlar Toktamış için tuzak kurmaya çalıştı. Genç ve düşüncesiz emiri tam vaktinde kaçması kurtarmış oldu. Ak Orda Hanı çok iyi hatırlıyordu bunu. Şupheleniyordu.  Ya suskun ve gururlu Edige de unutmamışsa? Ya intikam almak için doğru zamanı bekliyorsa? Bu gibi olaylar çok kez oldu bozkırda.

         Bir yandan güvenmekte de faydası vardı: ikisi de Altın Orda’dan kaçtı, ikisine de Aksak Timur destek oldu,  ikisi de intikam ve iktidar peşindeydi... Kader aynı yollara duşürmüş onları. Gerçi, Edige, han olmak iştediğini göstermemişti hiç, ama  eğer başarılı olursa, Altın Orda’nın en güçlü ve etkili insanların arasına girmeye hazır olduğu belli oluyordu. Pekâlâ, bunlarla ilgilensin. Av bölünme vaktinde en lezzetli yeri götürme hevesi, av peşinde hareket eden  bozkır kurtları bile birleştirir, eski yaralarını unutturur. Bu nedenlerden dolayı, Han Edige’yi sürekli yanında tuttu, hatta bazen daha yakın olabileceklerini düşünürdü.

         Toktamış’ın eşleri ve caireleri toplam on dokuz oğlan ve yedi kız doğurdu ona. Edige’yi  intikam hakkından mahrum etmek için, kan akrabası olarak ona bağlanmaya karar verdi, küçük Canike kızısını  Edige’ye “tokalı”(en kuçuk eşi) olarak verdi. Ancak bütün bunlar gerçekleşene kadar,cesaretli ve yiğitli Edige kadar savaşta önderlik etmekte daha yetenekli birisinin olmamasına rağmen,Toktamış damadını Altın Orda askerlerin başına geçirtmeye pek acele etmedi. Han düşündü ki, bunu yapmak hiç geç olmayacak, elbette zamanla da doğru çıkar  yol bulunur.

         Sanki gönülsüz, yavaşça, ve kendi yolundan Altın Orda askerlerinin nadir sayısı az müfrezelerini sile sile, Toktamış’ın ordusu ileriye gidiyordu. Toktamış tümenleriyle karşı tarafına geçmeden, suyu berrak Yayık’nın kıyısında kış geçirmeye emretti. Han  Altın Orda baş ordusu ile savaşmaktan korkmazdı. Kazanacağına inanıyordu, lâkin Saray Berke’den sadık insanlarının getirdiği bilgiler savaşmaktan kaçınmak daha faydalı olduğunu göstermekteydi. Şimdi o, önünde duran Mamay adlı duşmanını mağlup edebilirdi, ama gelecekteki Aksak Timur ile mücadeleri için, ordusunun sayısını ve gücünü saklamalıydı. Mamay Rus knezikleriyle savaşmaya hazırlanıyordu, ve Rusları mağlup etse  de, kendisi mağlup edilse de, her bir durumda, az kuvvet kullanarak kurtulabilecekti ondan. Hem başarılı, hem başarısız mücadeleler asker hayatlarını ister, ister ve alır hep. Demek, sabırlı ve sebatlı olmak gerekir...

 

 

***

         Kefesı eğilmiş, arkasına ellerini kavrayarak, Mamay kasvetle yurtada(göcebe çadırı) dolanıyordu. Korkutucu ve kuşkulu haberler geliyordu her bir taraftan. Onun asıl duşmanı Toktamış gücünü biriktirmiş oldu, Ordu’ya en çok haraç veren Rusya kaynamaya başlayan büyük kazana benzemiş artık. Durum endişelenecek ve iyice düşünülecek bir durumdu. Mamay’ın, at kullanmaya oğrendikten bu zamana kadar, sefere ve ya baskına katılmayan bir sene bile geçmedi. Hayat sıcaklığı, soğukluğu, zafer almak ve zafer kaybetmek ne olduğunu iyi bilirdi. Ve kader bir gün  alıştıklarından mahrum ederse onu, ölüm gibi olur o gün Mamay için. Uluslarının yönetilmesi hiç bir zaman kolay olmadı, tehlikenin ve ihanetin hangi taraftan gelebileceğini tahmin etmek zordu, ancak gençlik ve doyumsuz hüküm sürme arzusu çok yardım etmişti ona. Eskiden imkânsız birşey yoktu onun için. Buğün ise  geçmişin tüm yorgunluğu üzerine düşmüş oldu galiba. Mamay bunların nedeni - yaklaşan yaşlılık olduğunu itiraz etmeye korkuyordu. Düşünürdü ki, son zor yıllar ve başarasızlıklar - herşeyin nedenidir.

         Hayatın başlangıçı ne kadar mükemmeldi! Mamay sekiz yaşındaki kendini hatırladı, iki ağızlı kılıç gibi her bir işte sıcak ve seriydi. O zamanlarda Berdibek’in kızıyla ilk kez evlendi o, Berdibek, şanlı ve güçlü Canibek Han’ın oğlusuydu, kızın adı ise Hanım Begüm’dü...

         O zamanda Azov hükümdarı Hazbin bizzat kendisi kız istemeye gitti. Ve nogaylıların hasiyeti düşmemesi için, kız istemeye giden her birisini  donu aynı; siyah renkli, koşumu beyaz gümüş ile dekore edilen, rahvan atlarının üstüne oturtmaya emretti. Mühteşem bir zamandı,  ve önündekileri yaşam Deşt-i Kıpçak yolu gibi sonsuzdu. Bozca kahverengi insanlarından oluşan ve hediyerele yüklenmiş kervanın başında Hazbin’in kendisi oturuyordu. Sağ taraftan torunu Karabakul, sol taraftan korku nedir bilmeyen ünlü okçu Kasturik Mirza, yanındaki adam  da tüm noğay bozkılarda şarkı okuyucu Azu-Cırau olarak tanınıyordu.

         Ey, zaman! O kervan gibi bozkırın üzerinden geçip, yakıcı sıcağının mavimsi pusunde kaybolan zaman, nerdesin?

         Mamay  gözlerini kapattı, ve o an çoktan unutulmuş hatıralar geldi aklına, herşey o ğün olduğu gibi çok netti.

Yeryüzünün kenarında Saray Berke görünür görünmez, gök gibi mavi mescitlerin kubbeleri, gökyüzüne yükseltilmiş keskin mızraklara benzer,üstünde altın hilâllerle minareler gün ağarmasında gözüktü. Azu-Cırau rahvan atını durdurdu ve gögşüne sokulan dombrayı çalmaya başladı.

 

-          Merhaba, Altın Ordam!

Sen yüksek gökyüzünde parlayan ay gibisin.

Bizi koruyan taş kaleye benzer,

Ruhlarımızın mükemmel bir sarayısın...

 

 

Bu şarkının kaderinde - bozkırın her bir yerinde yayılmak varmış, Mamay’ın kaderinde de: Altın Orda’yı  ele geçirme, korkunç Batu gibi tahtta oturup, sonu görünmeyen mülkiyetindeki  toprakları, sayısız usulları, orduyu hükmetmek zaptedilmez bir şekilde hayal etmek varmış.

Yıllar geçti üstünden,  dünyanın ne kadar değiştiğine hâlâ inanılmıyor.

Köpek yılında(1346)  Mamay Altın Orda’nın olacak han Berdibek’nın,  sabah şafağı kadar güzel, kızısını Saray Berke’den götürdü. Ancak, ne Hanım Begüm ile beraber ellerine geçen köleler, ne pahalı hediyeler, ne de koyun ve at sayısız sürüleri neşelendirirdi kalbini. Değerli olan tek şey – Cengizlilerle arasındaki akrabalığı. Sanki kader Mamay’ın yüzüne de güldü. Her geçen gün Altın Orda topraklarında yaşayan nüfüsün arasında itibarı güçlenmekteydi.

Zaman geçtikçe en azgın akımlar bile soğulur. Bir zamanlar Cuci torunları, hayatlarını kurtarmak için, Berdibek’ni bıçakladı. Şimdi ise kendileri yılan kaynağına benzemiş oldular. Altın Orda dibisinde korkunç ve acımasız taht mücadele yer aldı. Berdibek öldükten sonra, on sekiz yılın içinde on iki han tahtı denedi, lâkin  onlardan her birisi iki seneden fazla tahtta oturamadı; kimisi zehirlendi, kimisi de bıçaklandı.

Orda nüvesi kavgalardan sarsılmaya başladı. Kudretli Orda parçalanıyordu. Orda’dan parçasını koparmaya becerebilen her birisi kendini han sanıyordu.

Faala, iktidara ve şana doymayan Mamay da boş durmadı bu yıllar. Cengizli olmadan o taht üzerine hak iddia edemiyordu, ama Hanım Begüm’ü almaya gittiğinde, gördüğü Orda haâlâ gözünün önünde duruyordu. Özellikle büyük ve güçlü Altın Orda’nın sembolu Saray Berke şehri etkiledi onu, gün gece hayallerindeydi. Planlarının uygulamasında her  bir tesadüfün yardım edebileceğini bilerek, zamanını harcamadan, Kırım’ın  bağımsız hanlık olduğunu ilân etti. Sonra da herşeyin yolunda gitmesi için Pars yılında(1362), Cuci soyundan gelen Abdullah’ı han etti. Sadece kör göremezdi hanlığın başında Abdullah’ın olmadığını, çünkü tüm iktidar Mamay’ın elindeydi Kırımda. Kimi güçlüyse - yenen odur. Maveraünnehir’de taht Cengizli Huseyin’indi,  o Aksak Timur ise orduyu yönetirdi. Kendi kuvvetini toplamış, Mamay tümenlerini Haci Çerkes’e doğru sürdü, böylece Haci Tarhan şehri tüm topraklarıyla Mamay’ın ellerine geçti.(1)

Bundan böyle, Kırım bozkırlarından başka aşağı Dinyeper, aşağı Don, aşağı İtil de Mamay’ın yönetimdeydi.  Göcebe insanlar bu diyarlara Sakistan derlerdi.

Tüm bunlar gerçek... Ve olan oldu. Bu olayların olduğundan beri çok vakit geçmedi galiba, ama nice şeyler oldu bu kısa vakitte... Amacına varmak - oldukça yakın gözüküyordu, sanki son bir adımla Altın Orda ayaklarının altında olacak. Zaman akımı ne kadar aldatıcıdır, neler olabileceğini kim tahmin edebilir ki?..

Mamay içini çekti. Daha da kudretli  olabilmek için, en önemli mücadelelerde kaybetmemek için çok çabalamıştı. Herşey düşünülmüş, hazırlanmış, her bir adım planlanmış.Mamay’ın güçlü bir müttefiğine ihtiyacı vardı, ve o müttefik Litvanya büyük Knezi Olgerd şahsında bulunmuştur. Bu ittifak çok yararlıydı. Birkaç Rus güney knezikliği kendisine itaat ederek,  son yıllarda iyice güçlenen Litvanya, Mamay’a karşı çıkan Rusya’yı durdurabiliyordu. Üstelik ordusu çok güçlüydü ve tabi ki, kurnaz Mamay  duşmanlarına karşı mücadelede, durum zor olduğunda, Litvanya’dan yardım alabileceğine umuyordu. Ve herşeyi düşünen Mamay ittifağı güçlendirme sebebiyle kıymetli eşi Hanım Begüm’den doğan Akbike’yi Olgerd ile evlendirdi.

Her şey harika olucağına benziyordu: Mamay’ın tümenleri Saray Berke’yi almak için kakltı, Altın Orda başkenti kazanıldı, Haci Temür Han oldürüldü, ama İtil’in kıyısında tutunamadı bir türlü.  Kader Mamay’a alay ediyormuş gibiydi. Bunun sebebi Kutluk-Timurdu Mamay’a karşı olanların desteğiyle, Kırım Hanlık sınırlarına kadar kovaladı onu. Yeni sefer oldu, yeni  zafer oldu , ve yine ardından başarısızlıklar oldu.

Kısır döngüye dönüştü Altın Orda. Çok yakın görünen o, Mamay elini uzattığı vakit, avcıya bir kaç parlak tüy bırakan kuş gibi, uçup kayboluyordu. Mamay Orda ile meşgulken, dünya aynı yerinde durmadı.  Güneş her gün doğduğu için,dünyada yaşayan  insanlar da yarını düşünürdü. Rus knezikler haraç vermekten vazgeçti, Mamay şaşkınlıktan yıldırımla vurulmuş gibiydi. Hiç olmamış bir olay. Ama o umudunu kaybetmemişti, evet: Saray Berke’ye daha ulaşmamış, ama tek bir adımla hayaline kavuşabiliyordu. Zaten  sıradan askerler, çevredeki batırlar, herkez çoktan ona Han demeye başlamış.

Mamay kendini  zor tutabildiği için, hızlı hızlı çadırda yürüyordu. Onun saş  eli kılıç tutamağına düşmüş, boyundaki damarlar şişmiş sinirlenmekten.Rusların haraç vermeye istemediklerini duydukça, öfkesi topuklarına çıktı. Bu öfke buğün daha da büyüdü, Begiç’in yenilgiye uğraması sebebiydi.

Üzerinde dizlerini çöken ulak haberlerini anlatıyordu, ama Mamay’ın kulağına bu sözler ulaşmamış oldu. Askerleri yenilmiş, Begiç kendisi de öldürülmüş – anlaşılan budur. Şiddetli öfkenin içinde felâkete dönebilecek acayıp bir telâş uyandı. Mamay’ın hayatı baştan sonuna kadar mükemmel değildi. Onunla tartışan Cengizlilere bir çok kez yenilmişti, ama bu başka bir konudur. Taht kavgalar korkutmazdı onu. Derler ki: “el kırılması gömlek kolunun içinde bilinmez,  Kefenın yarılması kalpağının altından görünmez”. Nasıl olsa da, bir süre sonra, yeni askerleri toplamış Mamay hesaplaşıordu duşmanıyla. Rusya ise daha zordu. Rusya tüm kneziklerini birleştirerek, sınırlarını kapatabilir, ve eğer öyle bir gün gelirse, başkalarının emeğini kullanarak yaşayan, göcebe Altın Ordan devleti tüm gücünü kaybeder. Yazın  yağmursuz aylarında sıcaktan kurumuş otlar gibi olucak o.

Bunu anlayan ve buna engel olmaya çalışan Mamay, Rus halklarına birleşmeye ve güç toplamaya  imkân vermemek sebebiyle, yıkıcı müfrezeler gönderirdi oralara. Arapşa Oğlan Nijniy Novgorod seferinden beri unutulmamış daha, olukça başarılıydı sanki... Karşısında ittifak içinde örgütlenen  Vladimir, Pereyaslavl, Yüryevsk, Muromsk, Yaroslav, Novgorod-Suzdal alaylarının olduğuna rağmen, Arapşa duşmanını kandırabildi. Pyan Nehri’nde duşmanlarını çembere alarak, çoğunu kılıçtan geçirdiler, çoğu da nehirde boğuldu. Arapşa Nijniy Novgorod’u aldı, civar köylerini talan edince, yakıp gitti. Ertesi yıl geri döndü ve daha önce başladığını bitirdi, Arapşa’nın yolunda Ryazan bölgesi de yıkıldı. Mamay’ın amacı Moskova’nın Nizhniy Novgorodlı’lara destek gösterdiğini bildiği için, Dmitri İvanovich Grandük’nü korkutmaktı, kendi Kefesına göre hareket etmesi için cesareti kalmasın. Ne olur ne olmaz diye, bir sene sonra Mirza Begiç’in ordusu gönderildi,Han’ın planlarında Rus grandükleri tamamen yıkmaktı. Umulan sonucu  verılmedi, malesef.

-          Dur, - dedi Mamay ulağa, - Baştan anlat...

Toz ve yorgunluktan benziküle benzemiş yüzünü kaldırdı ulak.

-          Emredersiniz, Han’ım!

Ulağın anlattıkları tutarsız ve karışıktı bazen, ama Mamay, tecrübeli asker olduğu için, olaylarını çözdü.

Korkmamışlar Rus Grandükler. Önceki yenilmeleri işlerine yaramış sanki.Dmitri İvanoviç korkmadı, Altın Orda’nın hâlâ güçlü olduğunu anlar anlamaz yeni mücadeleye hazırlıklar başlattı. Ona sadık adamları, Mirza Begiç’in tümenlerle yönelik yapar yapmaz, hakkında bilgi verdiler. Moskova Grandük’ü ta kendisi büyük bir ordu ile saldırganı karşılamış. Rusya kenarında Ryazan topraklarında duşmanı karşılamak üzere karar  alındı.Rus ve Altın Orda alayları Voja Nehri’nde tam yaz biterken karşılaşmışlardı. Rus ordusu alçak teperlerde yerleşti. Ordunun önünde Grandük’ün kendisiydi, onun sol tarafında - Daniil Dmitriyeviç Pronskiy Knez’in  alayları ile; sağ tarafında da - Andrey Olgerdoviç Polotskiy Knez’in alaylarıydı.Voja Nehri’nin sağ kıyısını kullnmaktan başka bir çaresi yoktu: kıyı düşük, sel yargılı, küçük yarlıydı, ve bundan dolayı süvarileri tam güçle çevrelerinde hareket edemiyorlardı. Ama Mirza kendi kuvvetine çok güvenmişti, üstelik ikisinin  de  savaşa hazırlıkları aynı seviyedeydi.

           Bir birinin  sabrını ve ruh cesaretini sınayan duşmanlar, nehir üzerinden bir kaç gün boyunca sadece ok attı birine birine. Nihayet, 11 ağustos şiddetli sele benzer

Begiç askerleri gün batımına yakın bir vakitte Rus ordunun ortasına saldırma başlattı.

           Büyük alay dayanmaktan daha fazlasını yaptı: sayesinde Altın Orda süvarileri ezildi. En baştan sefere katılmayan Knezlerin kalanı bu gece yardım etmeye geldi, ve öylece geceye yakın Mirza’nın ordusuna son verildi. Mirza’nın kendisi savaş meydanında can verdi, kurtulan Orda’lılar ise Allah’a ve atlarının hızlı ayaklarına canlarını teslim ederek ve tüm elde eden malları bırakıp, kaçmaya yol aldı.

           Begiç’in başarısızlığı Mamay’ı çıldırttı. Olan cesasız ve intikamsız kalmamalıdır. Her ne pahasına olursa olsun, Rusya  Voja Nehri’nde tesadüfle kazandığını sanmalı, Orda’ya hâlâ itaat etmeli; yenilmek yakışmaz Mamay’a. Mamay ellerini çırpınca, muhafızları ulağı çadırdan çıkarttı, bundan sonra tüm komudanlar meclise çağırıldı. Han’ın emri zor ve katiydi: hiç geçiktirilmeden Rus topraklarına sefer açıp, haddini bilmez rusları  cezalandırmaktı. Mamay’a itiraz etmeyi kim cesaret edebilir ki?En yakın Ryazan topraklarına girip, yakmaya  talan etmeye başlar başlamaz, ruhu cesaretsizliğe  şupheye kaplanacağını, daha ileriye gitmeye korkacağını tahmin edemezdi ki bu emri verirken ... Bunun nedeni, Oka Nehri’nde onunkinden daha güçlü bir ordunun durmasındndan haberdar olmasıydı...

 

 

***

           Mamay son dönemde olan başarısızlıkları, bir birinin ardından gelen talihsizlik gibi tanımak  isterdi, ama asker tecrübesi oyle demiyordu...Güçlü müfrezeleri kontrole  göndermek artık yetersizdi, hata sayılırdı. İleriye giderek, ürkütücü ordudan ölümden korkar, cesaretlerini kaybeden, savaşmaktan vazgeçen bir avuç asker kalmış. Cengiz Han’ın muhteşem İmparatorluğu parçalandı. Büyük Orda’nın her yerinde bu gibi sıkıntıların var olması kaderdir. Tüm uluslar, uyanmış gibi, isyan etmeye başladı.Bir zamanlar muazzam İlhanlığından Kulag’a sadece Doğu İran kaldı, Kore ve Çin cumhuriyetleri Cengizlilerini tanımayı  reddetti. Suyu bol bahar nehire benzer Rusya sınırlarından çıkıyordu.

           Tek bir çıkar yolu vardı. Şu haddini bilmez insanları yeniden titretmek için, Batu Han’ın Büyük Seferi tekrarlamalıydı. Güçünü biriktirmek lazımdı. Tek şansı – güçlü ve sert darbedir. Güç toplamak için hazırlanmak gerekir.Bu fikirle yaşıyordu artık Mamay, başka ne varsa bu hayatta ikincildi onun için. İlk önce Litvanya Yagaylo Grandük’e gizlice büyükelçilerini gönderdi. Rus toprakları üzerinde sallanan, Dmitri İvanoviç’i rahatsız ederek, Orda’ya karşı  ordu toplamaya engelleyen güçlü ve güvenilir müttefik lazımdı ona. Rusya Litvanya’nın şahsında dost görmüyordu, tabi Mamay’ın işine yaradı bu ve Yagaylo çok bekletmedı onu, Moskova’ya karşı asker hareketlerıni kabul etti. Ryazan Oleg İvanoviç Knezik’i de uzun sürmeyen kandırmalardan sonra yenik düştü. Mamay’ın tehditlerinden korkardı. Altın Orda boyunduruğun altında yaşayan Ryazan topraklarının hali zordu. Moskova ile de pek geçinmeyendi, Rus knezikliklerinin  içinde baş yerinde olmak isteyen oydu, her Orda seferinde ilk savaşan da oydu. Orda kiminle savaşıyor önemli değildi, tüm tümenleri seferlere giderken Ryazan’dan geçiyordu, bu yüzden yangınlar hiç sönmezdi orda, yangın yerler soğumazdı, Ryazan toprağında insan sayısı azalmıştı. Tver knezikliki de hep yaraşırdı Moskova’yla. Mamay’ın casuslarının sözlerine göre, orda yaşayan insanlar Dmitri İvanoviç’in bayraklarının altında olmak iştemiyorlarmış.

Mamay’ın tüm görüşmeler bitti, ve Orda’nın yanda olan kneziklerle, tüm tatar ve kıpçak gücuyle birlikte sefere çıkmaya karar verdi. Erken bahardan itibaren ordular onun başında toplanmaya başladı. Yürüyerek ve atların üstünde geliyordu Müslüman besermenleri, İtil’in kıylarında yaşayan Kırımlı: Burtaslar, Çerkesler, Alanlar, Ermeniler ve İtalyan fraglar. Han’ın kendisiyle tayın edilen insanlar gelenlerini sayıyordu ve , onlarca, yüzlerce, binlerce bölünüp, tecrübeli komutanların altına veriliyordu. Seferin başına yakın  Mamay’ın yüz elli bin süvari ve yaya askeri vardı.

           Alışılmamış ve ikili nitelikte duygulara kaplandı Mamay bu günlerde. Bir yandan zafere inanç, bir yandan aniden gelen kuşku ile korku vardı. Ebedi birşey yoktur bu ani dünyada. Orda değişti, Rusya güçlendi.  Zaman dalgaları  farklı dönemlerde yaşatıyor gibiydi onu. Korkularının kökenleri nerden geliyor biliyordu: akrabalar çadırda bir birine girerken, komşuda neler oduğunu göremezler. Cengizliler Altın Orda’yı bölerken, bozkır yılanlar gibi sarılışırken, Rus knezikler oldukça güçlendi. Onların topraklarında da huzur yoktu, orda da kan döküldü, ama ordaki insanların hatırlarında kavgalardan başka kaymaç ve aç gözlü canlarının sahibi, sınırsız bozkırlardan gelen duşman vardı. Güç güçle infisah edilir. Bunun için bir çıkar yoluna ihtiyacı vardı. Ve bu çıkar yol - birlikti...

Moskova’nın tahtına İvan Daniloviç Kalita çıktıktan sonra rüzgar yönü değişti sanki. Yavaş yavaş Altın Orda ile oyunu başladı, gurur göstermekten daha çok saygılı davrandı, maksadı - etraflarını incelemekti. Ve Moskova’nın ebedi duşmanı Tver Kneziklik’i Özbek Han’ın kardeşi olan Çöl Han’ın baskılarına karşı çıktığında,İvan Kalita beklemeden Saray Berke’ye vardı.

Ordan orduyu ve itaatsız Tver’i cezalandırma emriyle geri döndü. Şuphesiz ve acımadan emrini yerine getirdi. Tver Knezik’i Aleksandr Mihayloviç Litvanya’ya kaçtı. Daha sonra geri döndü, ama bu sefer Tver halkı korkaklığını affedemedi. Boyarlar ise daha kuvvetli İvan Knezik’e hizmet vermeye tercih etti, onun şahsında koruyucu ve destekli bir hükümdar gördüler.

İvan Kalita kırk yıllık duşmanını yıkmak sebebiyle Katedral Çanı Tver’den çıkartıp Moskova’ya götürmeye emretti. Bu çan çok önemliydi, onun sesiyle millet meclise toplanmış oluyordu.

Tek başına hüküm süren eğemen knez olmaya hemen nasip olmadı. Özbek Han İvan Kalita’nın çabalarını göz önüne aldı, aynı zamanda onun yükselmesini isteyen o değildi, bu yüzden ona sadece Novgorod’la Kostroma’yı verdi. Suzdal Knez Aleksandr Vladimiroviç Vladimir’i, Nijniy Novgorod’u, ve Gorodets şehrini aldı.  «Tüm Rus topraklarının sahibi» olarak tanınması için yıllardır bekledi İvan Kalita.

Grandük’ün Orda’ya gelmelerini hâlâ Mamay’ın aklındaydı. Tatlı konuşmalarla  Hanı da,  hanımlarını da, vezirlerini de, emirlerini de hediyelerle memnün etmeye başarabildi o. Onun gibi mecburi ianelerle hazineyi ikmal eden knez yoktu. Saltanatlığında tıs bile yoktu, ona tabi tüm topraklarında sessizlikti. Knezlerden Orda’ya ondan daha sadık knez yok gibi görünüyordu. Han’ın tek sözüyle, ortaya çıkan itaatsızlığın yerine gidip, ceza vermeden ve altınla gümüş getirmeden geri dönmezdi.Haraçlarının bir kısmı kneze ait Kremlin mahzenlere gidiyordu ama, ve tabi ki Orda hükümdarları bilmiyordu bunu. 

İvan Kalita Rostov Kneziklik’ni kendine itaat ettikten sonra, küçük köylerle kasabalarını satın alarak, topraklarını genişletmeye başladı. Öylece, kısa süre içinde Ugliç, Galiç, ve Beloozero bölgelerle tabiiyetine geçti. Kurnaz ve kotlukçu Knez hanların desteğini kendisi için kullandı, ve Mamay ancak şimdi bunu farketti. Hakimlik yaptığını sanan hanların kendileri  farketmeden Knez’in yardımcılarına dönüştü.

Bir zamanlar  Berke Han Orda’yi kuvvetlendirmek için, onu İslam merkezi etmeye çalıştı. Ama ne yazık ki, Altın Ordulularından hiç kimse İvan Kalita’nın aynı şey yaptığına dikkat çekmedi: Kalita Metropolit Vladimir’dan dalgavukla ve tehditlerle Skva şehire geçirtti, öylece Skva ortodoksluğun merkezine dönüştü. Rus topraklarında tuhaf şeyler olmaya başladı. Zaman «sessizlik zamandı», tatarlar hıristiyanları öldürmekten, Rus toplaklarını zaptetmekten vazgeçti, öylece Ruslar kederlerden , birçok zorluklardan,ve zorbalıktan kurtuldu. Bunu hissediyormuş gibi,  İvan Kalita’nın şiddetli olmasına rağmen, köylüler, kasabalarda yaşayanlar, hizmet eden boyarlar ellerini ona çekti. Knez kavgaları yatıştı, köyler ve ekili tarlalar yanıyor değildi artık, acıdan ağlayan sesler duyulmazdı Rus topraklarında.

Semyön İvanoviç Gururlu ve İvan İvanoviç Kırmızı oğluları babalarına çektiler. Özbek Han  Semyön’u şerefle ağırladı ve diğer Rus knezlerini hükümün itaatına geçirtip, Grandük  olarak tayın etti  onu. Kalita halefi katı ve yetkili bir hakimdi, ona karşı çıkan bile yoktu. Hem Semyön, hem abisi de sık sık gelirlerdi Orda’ya. Keşke bilseydiler bunların neye dönüşebileceğine! Mamay kendi elleriyle öldürürdü yılanları, bilge Özbek Han’ın gözlerini açıp, kendi elleriyle neler yaptığını gösterirdi. Ama herşeyin böyle olucağını kim bilebilirdi ki?

Knez Semyon’un ölümünden sonra, Orda İvan İvanoviç abisine diğer knezler üzerinde yönetmenlikten başka, mahkeme hükm etme hakkını buyurdular.

                     Ama Moskova knezlerin hayatları sadece yüzeysel sıkıntısızdı. Orda  meselelerin yerine Litvanya ile ilgili sorunlar çıktı. Birkaç kez Litvanya, İsveçlilerle, Novgorod boyarlarla ve livon şovalyelerle mücadeleye girdiler onlar, Moskova boyarlara da son vermeye gerek kaldı. İvan Kalita’dan daha önce işgal edilen Lopasnya topraklarına karşi, Knez Semyön Protva üzerindeki Borovsk’ı ve Vereya’yı aldı.Moskova Vladimir ve Kostrom knezikliklerini iyice dizgin altında tutuyordu.

Kırmızı Knez İvan İvanoviç vefa edince, Moskova’nın sonu gelicek gibiydi. Knez kendinden sonra  düzgün bir miraşçı bıraksaydı bir umut olurdu. Büyük oğlu, Dmitri dokuz yaşındaydı, küçük oğlu İvan ondan daha da küçüktü. Moskova boyarlarının başında Metropolit Aleksiy durdu. Orda bu zamanlar çok karışıktı, birde büyük hükümdarlığın yaftayı Nijniy Novgorod-Suzdal Knezi Dmitri Konstantinoviç’e ait oldu. Tver ile Ryazan da Moskova’ya karşı çıktı.

         Hükmetmeye alışık Ryazan boyarları rahat edemediler. İki sene bile geçmeden, hazinelerini kullanarak, İvan Kalita’nın torunu Dmitri İvanoviç için Orda’dan bu yaftayı satın aldılar. Knez Dmitri Konstantinoviç bastırıldı. Knez Dmitri Vladimiroviç erginlikyaşına gelip, Vladimir kneziklik’in tahtında sağlamlaştıkça, Dmitri Konstantinoviç’ın  Yevdokiya kızısı ile evlendi. Var olan kavgalar bu evlenme ile hemen sona erdi.

         Genç Knez kısa bir sürede kendini kararlı ve faal olarak gösterdi. Dedesi gibi itaatsızlık göstermeye kalkanlarını acımasızca  ve hemen bastırırdı. Litvanya Knezi Olgerd Tver Knezi ile birlikte iki kez Moskova’yı almaya denedi, ikisinde de vazgeçmek zorunda kaldı, öylece Tver ile arasındaki anlaşmazlıkları Dmitri İvanoviç’in kendisine çözmeye imkân verdi. Ve knez Mihail hükümdarlığına geçmek tam hazır olduğu vakit, Dmitri İvanoviç büyük bir ordu ile karşısına çıkmış. Moskova’yla yardımcı olarak tüm gücünü toplayan Suzdal, Rostov, Yaroslav, Belozer, Starodub, Bryansk, Tarus Knezleri Tver’e karşı çıktılar. Moskova’ya destek gösterenlerden Smolensk, Çernigov ve Litvanya’ya tabi olan diğer knezler vardi. Rus toprağı böylesini  hiç görmedi. Uzun yıllardır böyle birlik görmedi. Tver Knez’in Litvanya’dan ve Orda’dan sürekli yardım istemesi herkezin kızgınlığına yol açtı.

                     Tüm Rus topraklarının karşısında duduğunu gören Tver Knezi Moskova egemenliğini kabul etti ve, gerekirse, tatarlarının karşısında savaşmaya söz verdi, bu zor durumunda ne Orda ne de Litvanya yardım edemedi ona.

         Yakında Dmitri İvanoviç Novgorod cumhuriyeti ile barış ve savaş günlerine sağlam bir ittifak kurdu, bundan sonra da onu kabul etmeyen Ryazan Kneziklik’i de acımasızca cezalandırdı. Kısa  süre içinde İtil üzerinden geçen tüm ticaret yolları Moskova Knez’in ellerine geçti, ve Nijniy Novgorod Knezi bile rus topraklarının üstünlüğünde Moskova’yı tanıdı.

Voja Nehri’ndeki Begiç’in yenilmesi zamansız ve yersizdi. Savaşçılarını coşturan zaferlerdir, bunu Mamay kadar kimse bilemez. Şimdi Ruslar kendi gücün farkındalar ya, onları yenmek daha zor olur. Han, Ruslar birleşirken, aralarındaki kavgalarla meşgul olduğu için kendini kınıyordu. Yedi yıl önce, Orda’ya haraç göndermeye reddetiği vakit, Dmitri yok olmalıydı.Şimdi sırtında itaatkâr knezler olsa, Toktamış’tan korkmadan karşısına mücadeleye çıkabilirdi ve mutlaka zafer onun olacaktı.

         Ama birşeyin bir daha gelmesi için kendini suçlandırmak yetersizdi. Şimdi Batu Han’ın büyük seferlerini tekrarlamak için tek gereken kendine güven ve güçlü orduydu.

         Mamay, noyanlarla mirzalarını kurultaya çağırarak, seferin sonbaharda başlayacağını ilân etti. Bundan başka askerlerine ait önemli bir haberi vardı: « Bundan böyle aranızdan hiç kimse ekin biçmeyecek, Rus “ekinleri” için hazırlanınız!»

         Mamay’ın niyetlerini Moskova Grandük’ü Dmitri İvanoviç erkenden keşfetti. Orda Begiç’in yeniliğini kabul etmeye istemez, bunu herkez anlıyordu; Mamay’ın aniden saldırmaya deneуceğini bilerek, Knez Don kolu’daki Voronej Nehri’ne adamlarını gönderdi. İşgal haberi Moskova’ya temmuzun başında geldi. Dmitri İvanoviç acele ederek  anlaşma haberi ile bağlı tüm knezlere  ulaklarını göndemiş. Moskova acelalece ordu toplamaya başladı. Rusya  kendini bukadar güçlü ilk kez hissetti, ilk kez tatar saldırgısını yansıtmaya hazırlanmaktaydı, ilk kez boyunları Orda’nın eğri kılıçlar altına koyacak değildi. Rus toprak üzerini  tehlikeli çanların sesi sardı, orman ve bozkır yolları knezin savaşçılara, köylülere ve zanaatçılara doldu, hepsi Moskova’ya yol tutuyordu. Herkes kanın döküleceğini biliyordu, çünkü Rusya eskisi gibi bir müfreze olarak gelmiyordu savaşa, tüm asker gücünü toplayarak geliyordu. Dmitri İvanoviç Knezi Orda seferine  çıkmaya emir verene kadar, bayraklarının altında savaşçılarla kuzeni Serpuhov-Borov Knezi Vladimir Andreyeviç, Bryansk, Roslavl, Belozer, Taruss, Kaşın, Novosil, Rostov, Obolen, Moloj, Muromsk Knezleri durdu. Kolomna, Vladimir, Yuriev, Kostroma, Moskova, Serpukhov, Pereyaslavsk Dmitrov, Mozhaiskii Zvenigorodsk, Ugliç, Vladimir, Suzdal, Rostov Pereyaslavl boyarları asker valileri ile geldi. Moskova’nın ordusunda Litvanya beyleri bile vardı. Dmitri Mihayloviç Bryansk knezi ile Trubçevsk knezi sayısı az ama güçlü askerlerle geldiler, Polotsk Andrey Olgerdoviç knezi ile Beyaz Rusya geldi.

         Bir Rus bayrak altında bu kadar asker toplantığının hatırası yoktu. Eskiden savaşa sadece eğitimli askerler katılabilirdi, şimdi ise ne  demirci, ne çomlekçi,  ne de çiftçi gibi adamlar kaldı. Onların çoğu elinde kılıç bile tutmadı, var olmayan birşeydi onların için, sefere de kimisi tırpan ile, kimisi orman sahibi  ayı avında kullandığı araç ile geldi. Tver, Smolensk ve daha bir çok knezik kendi alaylarını yardımlarına göndermemesi ile ordu çok öfkelenmişti. Çünkü onların yardımıyla Dmitri İvanoviç ordusu en az üçte bir kat büyümeyecekti, çok iyi bir yardım edeceklerdi. Ancak yardıma gelmeyen knezlerin umudu  hâlâ Mamay’dı, o kazanıp, Moskova’yı yok etse, Ordanın lütufta bulunacaklardı. Bu vakit Rus topraklarının her ucundan Moskova’ya gelen insanların sonu yoktu... Gündüz gece demirci ocakları yanıyordu, örsle çekiçlerin çan sesleri  etraflara yayılıyordu. Mızrak ve ok üçları, kılıçlar, örme zırh gömlekler, kalkanlar ile yüklü arabalar Kolomna, Tula, Ustüjna sarsan orman yollarının üzerinden geliyordu. Dmitri İvaniviç ona yakın knezleri için toplantı yaparak, 15 ağustos Kolomna’da Uspenye ( hıristiyan bayramı) bayramına tüm savaşçılarını toplamak istediğini ilân etti. Mamay Moskova Knez’in hazırlıklarını dikkatli dikkatli izliyordu. Tabi ki, rusların arasında onun ihbar eden casusları vardı.

         Don Nehri’ne yaklaşınca Mamay ordusunu durdurdu. Burdan Mamay büyükelçisini  Dmitri İvanoviç Knez’e gönderdi.Mamay’ın  Moskova’ya yaklaştığından Knez’in haberi vardı, tabi ki Mamay da bunun farkındaydı, ama kim bilir, belki kendisiyle getiren o muthiş güç onları korkutur ve bu yeniden itaat etmeye zorunda ettirir. Bu yüzden, Mamay onlardan savaşmaktan vazgeçip, aynı şekilde haraç ödemeye  söz vermelerini istedi, bunu büyükelçisi bildirecekti.

         Mamay ret yanıtı aldı. Ancak yakın zamanda Dmitri İvanoviç’in sadık adamı Zahariy Tütçev  büyükelçisi ile  Mamay’a yol açtı. Han’a pahalı hediyeler, altınlar, gümüşler getirdi. Knezin büyükelçisi çok akıllı birisiydi. Mamay, Litvanya ve Ryazan  arasındaki ittifak hakkında Moskova’ya gelen haberlerin gerçek olduğunu ögrendi . Çok geç olmadan Dmitri İvanoviç’e elçisini göndermiş.  Demek Ryazan Knezi Oleg İvanoviç, Mamay’ın tarafına geçtiğini, gerek olduğu vakit Litvanya Knezi Yagaylo ordusuna katılıp, Moskova’ya arkasından saldıracaklarını bildirdiğinde yalanı yoktu.

         “Kişneyen atların sesi ile şana doldu Rus toprağı. Kolomna’da tromplet, Serpuhov’da zilli tefler çalınıyordu. Büyük Don’un kıyısında Rusya bayrakları var. Veliki Novgorod’da çanlar çalıyor... Tüm knezler Dmitri İvanoviç için bir araya geldi...”

         Moskova Knezi’nin bayrağı altına buğün gelen, herkes hem Ryazan milletini, hem Ryazan Knezi’ni kaba kelimelerle anıttı. Gücünü toplayan tüm Rusya kin edilen Orda’yı nihayet yenmek için  dargınlıklarını unutmuş oldu. Oleg ile Mamay’ın  bağlanması hem boyarlar için, hem sıradan askerler için   utanç bir ihanetti. Bu davranış çirkin bir davranıştı. Soylu insanlardan geliyordu.Asalette Moskova Knezi ile yarışabilirdi o, çünkü Ryazan knezlerin kurucu Yaroslar Mudrıy(Bilge) torunu Yaroslav Sviatoslavoviç’ti.

         Herkesin kendi vucuduna yakın kendi gömleği vardır. Ancak böyle akıl yürütmeler neyle tamamlanıyor herkes çok iyi bilirdi Rusya’da. Çekik ve açgözlü Orda önünde olan herkesi tek tek soyuyordu. İşte ozaman gömleği değil, hayatta nasıl kalabileceğini düşünmek gerekir.

         Gururlu ve inatçı Oleg İvanoviç gerçekten mı kendini diğerlerinden daha zeki olduğunu ve Mamay’ı aldatabileceğini düşünüyor? Acaba Ruslara ihanet ederek  kendi knezliğinde felâketi aktarmak mı istiyor? Eskiden kalmış kinler oyunu olamaz mı bu?  1237 yılında Batu Han Rusya’ya seferinde ilk sınırda olan Ryazan Knezik’e saldırmıştı, ve o an knezlerden hiç birisi yanıt vermemiş, yardıma gelmeye acele etmemiş... Ryazan’ın kendisi duşmanıyla baş başa savaştı ve bu güçler eşitsiz bir savaşta binlerce askeri can vermiş. Yıllarca rüzgâr ıssılaşmış kanla yıkanmış Ryazan toprağının üzerinden o askerlerin küllerini göklere götürdü. 

         Rus insanın belleği çok iyidir. Ryazan halkı o karanlık günlerde neler yaşadıklarını çok iyi  hatırlar, Knez Yüriy İgoreviç’in acımasız ölümünü unutmamışlardı. Bundan böyle  Rus kuzey knezliklere çok ters baktılar,  bu hatıralar Ryazan  knezlerinin sadece kendilerine güvenerek, sadece kendilerinin içinde işlerini çözerek yaşamalarını, sadece akıllarına ve mucizelere ummalarının nedenini anlatır.

         Ne zaman daha Altın Orda elleri başkalarına ulaşabilir, Ryazan toprakları ise tam o ellerinin yanı başındaydı; ve sadece Han değil – her yandan gelen savaşçıları her istediğini yapabiliyordu. O savaşçılarının gelmelerini kesmek çok basitti, ancak her zaman bir tehlike vardı: Han’ın ordusundan bir saç bile düşerse, Han ne yapar... Yorumsuz...Ryazan Knezik’nin hâli zormuş.

         Tüm bu olanlar hem basit savaşçılarının, hem Moskova Knez’in yardımına gelen knezlerin dilindeydi. Sadece Knez Dmitri İvanoviç, onu kınamadan haklı çıkarmadan da, sessiz kalıyordu; okadar sessizdi ki – sanki söküp atmış onu kalbinden.

         Hepsi bunlar bir yandan acayıp, bir yandan anlaşılmazdı. Sonuçta Moskova’yla bir olup, Orda’dan kurtulmasını ilk isteyen Ryazan olmalıdır. Tüm Rusya nefret ediyordu Orda’dan, Ryazan milletinin nefreti yüz kat daha fazla olmalıdır.

Tabi ki, Moskova Ryazan ile arasında kendi sorunları vardı. Uzun yıllar boyunca Lopasnya’yı bölemiyordular. Ancak bu sorunlar iç sorunlardı, ve knezliklerin yıkımına yol açmadılar.

Oleg İvanoviç kendisi de ne kadar işin içinden sıyırılsa da, ne kadar kurnaz olsa da, Orda’dan nefret ediyordu. Bazen sabrı bittiğinde gizleyemiyordu nefretini. Misal, 1365 yılında Orda Hanı Togay, baskın yapıp, Ryazan’i yaktı. Oleg İvanoviç o zaman Pronsk ve Korelsk savaşçılarını çağırıp, Togay’ı Şışevsk ormanında yakaladı ve tüm ordusunu acımasızca katletti.

Ne kadar düşünürsen düşün, Ryazan tek başına yenemezdi , topraklarına gelip zorbalık, talan etmekten vazgeçtiremezdi asla. Knezlikler ancak birleşirken büyük bir güç olabilirlerdi. Ve bunu görmek isteyen herkes gördü. 1370 yılında Litvanya Olgerd Knezi Orda tümenleri ile bir olup Rusya’ya gelmiş, ancak  o vakit önünde Moskova ve Ryazan alaylarını görmeseydi, korkup kaçarmıydı, barışmak istermiydi?

Ama tam bir birlik knezlerin arasında hiç olmamıştı. Hem Dmitri, hem Oleg gençti. Her birisinin arkasında akıl hocası - boyar vardı, sayelerinde bir birinin kıdemını tanımak istememişlerdi. Bundan başka Kolomna ve Lopasnya üzerindeki anlaşmazlıklar de sustu, de yeniden alevlendi. Bu günler Oleg’in hainliğini Kremlin’den konuşanlardan birisi bir zamanlar azgın ve gururlu Ryazan halkının delirip, bir birine: «silah ve pusat almayın, ürkek ve zayıf Moskovalıları bağlamak için sadece ip ve kemerlerini alın» - dediklerini anlattı.

Skorpişevo’da Moskova ve Ryazan savaşçıları baş başa geldikçe bu konuşmaların neyle bittiğini hatırladılar: « Boşuna Ryazanlılar iplerini ve kemerlerini salladılar,külçe gibi yıkıldılar, domuzlar gibi öldürüldüler,ve Rabbi’nin izniyle Dmitri İvanoviç kazandı, Ryazan Knezi ise kalan savaşçılaryla koşa koşa kaçtı».

İnsanlar hatırlarken ancak  kötülükleri hatırlatmadılar, iyi birşeyler de vardı hatırlarında:

Bir zamanlar Pyana Nehri’ndeki savaşta Arapşa’nın karşısında Moskova’lılar Ryazan’lılarla beraber hareket etmişlerdi,  beraber de  acı çekmişlerdi. Sonra yine beraber Voja nehri üzerinde Begiç’i cezalandırdırıp kovmuşlardı.

Daha ileriye bakan akıllılar pek konuşmazlardı, konuşmak yerine Dmitri İvanoviç’in yaptıklarını, emrettiklerini gözetlmeye çalışırlardı. Ryazan Knez’in savaş hileyi hazırladığını fısıldayanlar da vardı. Mamay’a destek olmadığını, savunmasız Ryazan topraklarını terk etmemek için Moskova tarafına geçmediğini söylüyorlardı.

Dmitri İvanoviç mucadele yerine gelene kadar, Oleg Han’ın tilki aklını tatlı konuşmalarla kandıracakmış, sonra Ryazanlılar geldiğinde beraber bir sancağının altında hareket edeceklermiş.

Moskova Dmitri İvanoviç Grandükü sessizce kalmaya devam etti, ve Ryazan Oleg Knezi’ne engel olmaya hiç çalışmamıştı. Engel olabilirdi ama.

Knezlerin neler düşündüğünü kim bileibilir ki? Kim söyleyebilir? Rusya topraklarında her  şey bir birine karışmıştı.

Moskova Knezi güneşli ve sakin bir gün alaylarını Kremlin’den çıkarttı. Nikolsk, Frolovsk, Konstantino-Eleninsk kale kapılarından güçlü bir nehir gibi, insanlara dolu Moskova sokaklarına dökülmüş ordusu. Kadınlarının kocaları mücadeleye giderken, «son öpücükle» vedalaşmaları âdetti, çünkü herkese geri dönmek  nasip olmaz, bu sefer de farklı değildi,ve herkes bunu anlıyordu. Bu sefer çok kan dökülecekti, çünkü Orda’nın ne kadar savaşçısı varsa, okadar topladı yanında, Rusya halkı da Orda’dan bıkıp, birlik ne olduğunu öğrendi.Herkes farkındaydı ki, yenilen hayatta kalmayacaktır. Şehrin ticari tarafını geçer geçmez Dmitri İvanoviç’in ordusu üç bölüme ayrıldı. Ordu Grandük alaylarıyla Serpuhov yolundan gitti, Belozer knezleri Bolvanovsk yolundan, kalan ordu Braşevsk yolundan sefere gitti. Kolomna'daki «Kız alanı’nda» alaylarını teftiş etti, her birisine baş komutanı tayın etti. Tüm ordu onlarca, yüzlerce ve binlerce bölündü.

Rus ordusu beklemeden sefere çıktı. Alaylar Oka nehir üzerinden yürüyordu batıya doğru, Lopasnya nehri’nin döküldüğü yerine yol açtı. Yolda giderek Dmitri İvanoviç’e yavaş yavaş diğer knezler ve boyarlar katılıyordu, onların aralarında bir saraylı Timofey Vasilyeviç Yemelyanov oldu.

Tecrübeli ve cesur atlar üzerinde savaşçılardan oluşan  istihbarat birimleri uzak sınırsız bozkıra gidip geliyordu, etrafları gözetlemek için.Onların hedefi, Mamay’ın nerde olduğunu ve neler yaptığını öğrenmekti.

25 ağustos Oka Nehri’nden güney tarafına geçiş yaptıktan sonra, Moskova Knezi ordusunu Don’a taşıdı.  Her taraftan yürüyerek yada at üstünde gelen yardımcılara yol göstermek sebebiyle geçit yerinde az sayesinde savaşçılarıyla Velyaminov kalmıştı.

Dmitri İvanoviç’in davranmasını çoğu anlamiyordu. Ordu için planlanan yol Ryazan’dan geçmiyordu, bu kadar büyük ordusu varken, Ryazan topraklarından geçip, Oleg İvanoviç’i kendi tarafına çekmekte faydası vardı, öylece  arkaları korunmuş olurdu. Ancak bundan başka Knez’in hareketlerinde gizli bir anlamı vardı. Artık Ryazan ve Litvanya orduları  birleşmek isteler de, yapamazlardı.

Büyük bir dikkatle  olsa da Rus ordusun yürümesi derhaldi. Bozkır derinliğe önünde giden müfrezelerden iyi haberler geliyordu: Mamay bu kadar hızlı geleceklerini beklemiyordu. Moskova ve Orda casusların arasında sık sık başlanan çatışmalar yaklaşan mücadelenin alametiydi.

6 eylül Dmitri İvanoviç ordusunu Don kıyısında durdurdu.

Moskova Knez’in Don’u geçme kararını almak ne kadar zor olduğunu, bu konuda ne tartışmalar yaşadığını, Mamay ancak bir kaç gün sonra öğrenecektir. Dmitri İvanoviç sancağının altında olanlara şöyle konuştu:

-          Bu yüzsüzlerinin karşına çıkıp hiç bir şey yapmadan geri dönmekten, hiç gitmemek daha iyidir. Buğün gidelim, Don’u bugün geçelim, ölsek de toprağımız için öleceğiz.

 

Toplantı yapıp, bir gecede Büyük Don’un üzerinden köprüler kuruldu, nehir geçitler de bulundu. Eylül 7 tüm Rus askerler Don güney tarafındaki  Nepryadva Nehri’nin Don’a döküldüğü yere geçti. Geçtikleri vakit Rus alayların ardından knez’in emriyle köprüler alev alev yanmaya başladı. Eğer mağlup olsalar, geri dönüş olmayacaktı.

 

 

***

Gözlerini kısıp kısıp, egilerek önünde olan ingin ovaya bakıyordu Mamay. Burdan, Kırmızı Tepeden sönük pırıldayan Don kavsıya güzel bir manzara açılıyordu. Rusların ateşe verdiği köprülerden siyah siyah sutünler yükselmiş oldu. Kuzeyden gelen rüzgâr o sutünlerini kesip, tatarlarının tarafına aktırmış oluyordu.

Sonuna kadar Mamay sandı ki, Ruslar Don’u geçmeye cesaret edemez, son anda merhamet ister,başlarını eğerler. Şimdi ise durum şuphesizdi: çok kan dökülecek. Rusların kacacak yol yoktu: arkalarında suyu bol Don vardı, sağ taraflarında  - hızlı Nepryadva, sol taraflarında – Smolka nehri’ydi.

Öyleyse daha iyi!Rus knezler kendi kendilerini ölüme hazırladılar. Bir defasında son vereceğim onlara. Bozkır şarkıcılar bu Han’ın kahramanlığını yıllarca göklerine çıkartacaklar, Batu Han kadar ünlü olacaktı hayallerinde.

Mamay’ın gönlünde bir an kuşku uyandı, ama hızlı bir şekilde sıkıntı ve öfkeye dönüştü. Ryazan Knezi Oleg nerde kalmış? Litvanya Knezi Yagaylo da hâlâ yoktu. Tamam, olsun!Mamay Moskova Knezi’ne son verdikten sonra, Ryazan topraklarına da gelir, hain Litvanya knezi de unutulmaz! Hanlar affetmez! Daha önce olduğu gibi tüm yeryüzü korksun Orda’dan...

Kırmızı Tepe’den Rus alayların hazırlanması iyice görünmüştü. Akşam güneşi yeryüzünün kenarına oldukça yaklaştı ve pembe sis bozkırın üzerinden süzüldü.

Mamay’ın deneyimli asker gözleri Rusların yüz bine yakın süvari ve piyade var olduğunu kolayca anladı. Demek Ruslara sayıca üstündü.

Büyük bir merakla gözletti Han Moskova Knez’in mücadeleye hazırlanmasını: ordu merkezinde büyük bir alay vardı, ileride öncü ve normalde arkada duran, nöbetçi alay duruyordu. Nöbetçi alayın yerini yedek alayı aldı. Sağ ve sol taraflarına sağ ve sol kolu alayları yerleşti.

           Hiç acele etmeden yaygarasız diziliyordu ordu. Mamay dinliyordu. Seslerinin uğultusu rüzgarla yetiştiren dalga gürlemesi gibiydi. Bu ürkütücü sesler bozkırın üzerinden geçip, Kırmızı tTepe’nin eteğinde sona eriyordu.

           Yineden Yagaylo ve Oleg hakkındaki kötü düşünceler aklına geldi. Sinsi gavurlar birşey planlamışlar...Oleg tamam, onunla anlaşıldı. Orda’dan korkuyor, öz Ruslarından da korkuyor ama. Litvanyalı neden geçikiyor acaba? Ruslarının ölümü tek hayalidir, ruyalarında da görüyordur bunu. Öyleyse, neden acele etmek yerine,  alaylarını Moskova ordusu’ndan uzak tutuyor? Ruslar ve Altın Ordalılar olacak mücadele yerinden bir günlük uzaklıkta yerleşmiş olduğunu casuslar anlatmış Mamay’a. Litvanya’lı Grandük oyun oynamaya mı kalktı? Bu gerçeğe benziyordu. Hem Rusya’dan, hem Orda’dan nefret ediyordu. Yagaylo’nun asker gücü az değildi. Belki de mücadelede kazananın bitkin olduğunu kullanıp, birden saldırır, öylece ikisinden de kurtulmuş olur.

           Güneş yeryüzüne dokundu ve birleşip, sonsuz duvara benzeyen Rus savaşcılarıınn kırmızı kalkanları sonbahar ovada daha iyi gözüktü. Korkak su çulluklarının keskin ve kasvetli çıglıkları parlak akşam gökyüzünde yayıldı. Akşam namazı vakti geldi. Mamay’ın ordusunda varolan herkes Müslümandı.  Mekke’ye doğru yüzlerini çevirip, dizlerini çoktüler. Bir anda yüz binden fazla  sıcak ve telâşlı dua gökyüzüne uçtu. Allah onları anlayamadı galiba, bu yüzden yüzünü çevirdi onlardan. Ama bu son akşam ne Han, ne de basit savaşçı bunu biliyordu...

 

 

***

           Gece erken geldi. Sonbaharca soğuk bir geceydi, sayısız yıldızlar parlıyordu gökyüzünde. Gece yarısından sonra mirzalarını, beylerini gönderip, Mamay koyun kısa gocuğe iyice sarılıp dışarıya çıktı.Gece telâş esen bir geceydi. Rus tarafı ise sessizdi, ve birdenbire Han, mucizeye inanmak istedi, Moskova Knezi’n ordusu sessizce kalkıp, Don’un karşı tarafına döndüğüne inanmak istedi...Ama tabi ki, bu sadece hayaldi,öyle birşey olsaydı keşfetçiler çoktan bu iyi haberi getirirlerdi.

           Han arkasına baktı. Ordugâh telâşa kaplandı. Karanlıkta bile insanların aşağıda koşuştuklarını, atlıların bir yere acele ettiklerini, araba tekerleğinin gıcırdamasını sezebildi Mamay.Ateşlerinin aralıklı pırıltılar geceyi hafifçe aydınlattı. Burada herşey tanık ve mutattı. Bozkır savaşçı mücadelenin önünde ölümü düşünmez, gelecek günün iyi bir ganimet getireceğini düşünür. Cengiz Han’ın zamanlırandan beri böyleydi, ve Allah onlara yarın zafer lütfederse, hep böyle olacaktır.  Ölenler çabuk unutulur, bozkır avı seven, Büyük Han’dan şüphelenmeyen yeni yiğitlerini orduya hediye eder.

           Yarın şafak vaktinde savaş başlar, ve Mamay kazanırsa, Toktamış gibi birisi yok olur onun için. Kader yeryüzünden alıverir onu,ve Altın Orda’nın tek hükümdarı Han Mamay olur. 

           Mamay yine Rusların tarafına baktı. Anlaşılmayan bir güç çekiyordu onu mücadele olacak yerine, daha doğrusu kan dökülecek yerine.Kulikovo meydanı derler ona Ruslar. Otlar, canlı ne varsa her şey, ve hatta toprak at toynaklarının ve insan ayaklarının altında kalır yarın.   Küle döner. Bol bol kan dökülür. Ve yıllar geçse de üstünden, sadece cılız bodur otlar, ölü kemikler ve Kefetaşlar olacak bu topraklarda. Gögüşündeki kısa gocuğu tutarak, Mamay yavaş yavaş tepeden inmeye başladı. İki dev boylu muhafız sessizce takip etti Han’ı.

           Aniden Mamay düşündü ki, yarının zaferi için tüm yeryüzünü kül etmeye gerek olursa eğer, bir an bile düşünmeden savaşçılarına yapmaya emir verir o. İktidar uğruna, Altın Orda tahtı için oğullar babalarının canlarını alıyordu. Peki ozaman bu yüz binlerce kendi ve diğer asker hayatlarının değeri yok mu?

           Aniden Mamay donakaldı. Uzaktan yaklaşan at ayaklarının sesleri geldi gibi. Mamay durup beklemeye başladı. Ellerinde mızrakları sıkarak donakaldılar tülengitleri de. Yükseklikte yıldızların arasında hüzünlü ve uzun uzun bağırıyordu baykuş. Bir an belirsiz bir gölgeleri, sonradan da fısıldayan insan  seslerini farketti o. Arkasına bakmadan, Mamay sessizce elini uzattı, ne istediğini tahmin eden tulengit eline yayla yelekleyen ok koydu.

           Mamay her zamanki gibi şiddetle  kirişini çekti. Tiz ıslıkla  karanlık seslerini yakaladığı yere uçtu oku. Han bir çığlık, inleme, topuk seslerini bekledi, ama etraf hâlâ sessizdi. Han rahatça  nefes aldı. Demek yanılmıştı... Ve  tehlikenin kalmadığına rağmen, bu gece sessizlikte aniden rahatsız ve yalnız  oldu. Mamay birden kendine ne için geldiğini sordu, cevap bulamadı. Karanlıkta görünmez Rus ordusuna sırtını döndü ve acele ile çadırına dönmek için, tepeye tırmanmaya başladı.

           İki sene sonra ölümünden önce bu geceyi, karanlıktaki gölgelerini, faydasız atılan oku hatırlaycağını bilmiyordu o. Bir tüccarın hikâyesi hatırlatacak ona bu geceyi: savaşın arifesinde Moskova  Dmitri İvanoviç Grandükü ve Dmitri Bobrok-Volınets yeryüzü onlara ne anlatacak diye çöle çıktılar. Kulaklarını yeryüzüne sokup, Rus ve Tatar kadınlarının çığlıklarını duyunca, bir çok kişinin dönemeyeceğini anladılar. Zaferin yakın olma işareti gönderilmişti o gece. Gerçeğe  hem benzer hem benzemezdi bu hikâye...

           Çadırın tam ortasında yakılmış ateşinin üzerinde bükülüp, yarın için sabırla bekleyen, tek başına uzun sonbahar gecesi boyunca oturmuş olacaktır.

           İçi geçmiş olduğunu farketmedi o. Gözlerini açtığında şafak geldiğini farketmedi. Güneşin sönük ışığı sızıyordu çadırın içine. Mamay acele ile sokağa çıktı.

           Aşılmaz bir sis kaptı etraflarını, ne gök ne de yer gözüktü. Han’ın başı döndü, ve düşmemek için o ellerini uzattı.

           Aşağıdaki tepenin eteğinde herkes çoktan uyanıp, gürültülü oturuyordu. Hissedilmeyen yanık kokusu nemli sis perdesi içinden geliyordu, savaşçıların yemek vaktiydi.

           Mamay Rusların tarafına endişe ile baktı. Orası hâlâ sessizdi, ama bu sessizliğin sahte olduğunu anladı Mamay. Sisin kalın siyah örtüsü seslerini boğuyordu.

           Ellerini çırparak, Mamay habercilere mırzalarını, biylerini, yiğitlerini çadırına çağırmaya emretti.

           Mücadelenin yaklaşması oldukça heyecanlandırıyordu. Mamay’ın hareketleri sertleşmiş, daralmış, gözleri soğuk ve keskin bakıyordu. Bütün gece onu ezen şüpheler ve kaygılar aniden kaybolmuş.

           Toplantıları bu sefer kısa sürdü, çünkü her birisi ne yapmak gerektiğini bilirdi.

 

 

 

***

           Ruslar da çoktan uyandı. Alaylar, akşamdan ayırılmış yerlerine geçiyordu, sıralara dizilıyordu.

           Rus taraftaki Büyük Don’dan rüzğar esti ve sis perdesi tatarlarının tarafına çekildi. Kulikovo Meydanı açıldı. Nihayet gökyüzünde sonbahar güneşi, ve o güneşin soğuk ısıtmayan ışınların içinde çiyden ıslak sivri üçlü rus miğferler gözüktü.

           Zurnalarının, borularının,davullarının yüksek endişelen sesleri etraflara yayıldı. Duman oldukça uzaklaştı Rus alaylarından, ve, nihayet, Kırmızı Tepe’nin eteği açıldı. Onun yamaşlarlarından tehditkârca ve yavaş bir şekilde Mamay’ın asıl gücü - süvariler iniyordu. Manda derinden yapılmış siyah zırh giyinmiş savaşçılar siyah atların üzerinde oturdu. Altın Orda ordusunun merkezinde Ceneviz piyade idi. Uzun mızrakları önünde gidenlerin omuzlarına koyup, sıkışık saflar halinde gidiyordu orda Rus tarafına.

           Moskova Dmitri İvanoviç Grandükü birdaha ordusuna baktı. Tüm alaylar mücadeleye hazırdı, ve her birisinin baş üstünde rüzgâr sancağı esiyordu.

           Herkezin gözün önünde Dmitri İvanoviç Knez giyislerini ve zırhı çıkararak, genç Mihail Brenk boyara verdi, kendisi de basit savaşçının elbisesini giydi.

-          Boyarlar, Knez sancağın altına durup, kazanmaya çalışın! Bana da savaşçılarımın ardında olmak yakışmaz.

Dmitri İvanoviç’in iradesine itaat ederek, Mihail altın kaplama knez zırhı giydi, ve  yaldızlı siyah sancağının altına durdu.

Ordunun birileri knezi vazgeçtirmeye çalıştılar.

-          Ordunun en önünde durma, arkada, geride – nerde istersen dur, ama önünde durma!

Knezin yüzü solgun ve sertti. Etraflarına bakınca o binlerce onu seyreden göz gördü. Yüksek sesiyle dedi ki:

         «Kardeşler, duşmanın karşısında ğüçlü olalım, - deyip nasıl arkalarınızda durabilirim! Kendimi gizleyemem, pusuda bekleyemem, hem sözlerim, hem işlerim işine yarasın istiyorum. Gerekirse de, canımı feda edeceğim, diğerlerine de örnek olsun bu!»

         Dmitri İvanoviç atını çekti, ve etrafındaki savaşçılar önde gelen alaya geçmek için yol açtı ona.

         İki büyük güç bir ok uçuşu mesafede bir birine karşı durdu. Bir tepenin üstünden, defne atının üzerinde oturarak, Mamay Kulikovo Meydanı’nda olduklarını izledi. Yıpranmış kahverenkli yüzü şu an geçirimsizdi ve hiç kimse gönlünde neler geçtiğini tahmin edemezdi.

         Han ise aniden korkuya kapıldı. Kötü hisler kalbini sıkıyordu. Batıl korkuya dayanan birisi gibi iyi birşey olmadığını hisetti. O böyle birşey hiç yaşamamıştı. Cüret ve cesaretle güdemlenirdi hep. Şimdi korkulacak birşey yok gibi görünüyordu, savaşçıkların sayısında daha üstündü, hem de Moskova Knezi arkasında Don’u bırakıp, kendi kendine tuzak kurdu. Mamay onun hızlı süvarilerin karşında durabilecek güç yok olduğuna inanıyordu, hem de Rus süvarilerini cesur Cenevizler bir anda yok eder, onları bozkırla ormanın bulunduğu yere getirmesinde bir sebebi vardı. Han Rus piyadenin kuvvetini bilirdi, bu yüzden lâyık birisini karşılarına koydu.Mamay darılmış, gözlerini kısıp kısıp dikkatle izliyordu meydanda olanlarını. Şimdi eski âdetlere göre, ordularının en güçlü savaşçıların arasında mücadele başlanacaktı.

         Beklemek zordu. Han kimi çıkaracak biliyordu. Çelubey Bahadır’ın hayatında çok mücadele gördü, hiç birisinde yenilme acısını tatmadı. Ve bugün ne olursa olsun yenilemezdi. Çelubey’ın zaferinden daha iyi bir ilham olamazdı. Herkez kader alameti ile Allah’ın iradesini görücek bunda. Altın Orda saflarından bir atlı keskin çığlıkla açık yerine çıkıp, atını dizginledi ve dedi ki:

-          Hey, Kaltalı İmam torunu(2),  bahadırımla savaşmaya cesaret edeni  Hâlâ görmedim! Neyi bekliyorsun? Yoksa korktun mu?!

Mamay atlının yüzünde Keneges  sülalesinden gelen atılgan ve kavgacı Kencanbay’ı tanıdı.

Rusların cevabını tam duymadı Mamay. Bahadır aniden atını çevirip Altın Orda ordusuna koştu. Rus alayları telâşlandı iyice. Önde duran yaya askerler parlak kırmızı kalkanlarını açıp, keşiş cubbeyi giymiş bir atlıya yol verdi. Büyük, geniş omuzlu, tipik sakallı bir Rustu. Büyük ağır Kefesında koyu renkli basit bir miğfer vardı, elindeki -  kısa saplı bir şişti.

Faha önce Moskova’da olan mirzaların birisi tanıdı onu:

-          Peresvet bu. Rus Sergey Radonejskiy baş  mollanın adamı o.

Bu isimler tanık geldi Mamay’a. Hatırladı ki, Moskova’da yaşayan ona yakın bir Bulgar tüccar  anlatmıştı onu. Bu Troits-Sergiyevli Sergiy Radonejskiy zamanında Knez Dmitri İvanoviç’i ve ordusunu Altın Orda savaşı karşısında hayır duasını verdi, o da, kurallara uymayan bir şekilde silâh kullanma izin verip, bahadır Peresvet ile Oslyabya’yı verdi kneze.

Han vahşice sırıttı. Aynı zamanda gözünün önünde siyah bir at üzerinde ordusundan bir savaşçı ayrıldı.

-          Çelubey! Çelubey! Çeluuuub-e-e-ey! – meydan yankılandı...

Altın Orda Bahadırı, keçeden yapılmış yeleği üzerine  sert file zırh gömleği, başına bir demet kuş tüyü ile düşük siyah miğfer giymişti.

Savaşçılar da atlarını şahlandırarak, aynı yerde dönerek mücadeleye hazırlandılar. Meydanı sessizlik kapladı, herkez nefes almadan ne olucağını bekliyordu, Mamay sandı ki, sonbahar yakıcı güneşi bile durdu bir yerde. Aniden esrarengiz bir emrine itaat ediyormuş gibi, bahadırlar bir birine doğru atlarını attı. Atların yelelerine yakın eğilen rakipler, ellerinde keskin mızraklarla, dirseklerini yanlarına bastırıp, rüzgârdan daha hızlıydılar. Bir an atlar çarpıştı, bir birini demir kadar sert, toynakla vurmaya yada ısırmaya kalktı onlar, sonraki an bir birinin göğüşüne mızrak sokup, süvariler eyerlerden atıldı. Peresvet atı binicini kaybettikten sonra Rus alayların tarafına kaçtı, Çelubey atı ise tiz kişneyerek kimseye ait olmayan yerinde dört atmaya başladı. Ölesiyle yaralanan hayvan çığlığa benzer binlerce savaşçıların acılı kükremesi gökyüzüne uçtu, ve yansıyarak yeryüzünün üzerinde dağıtıldı. Kara sele benzeyen Altın Orda süvariler öncü müfrezeye atıldı. Saldırma korkunç bir saldırmaydı. Kasırga şiddetinden  seyrekleşmiş gibiydi, ama Rus piaydeler bir an bile çekilmedi. Rus mızraklarının keskin uçları tatar atların karınlarını deşiyordu, daha da mızrakla el açmak imkânsız olduğu zaman, kılıç yada topuz kullanıyordular. Pusatı ezikler içinde, kan revan içindeki yüz ile Moskova Dmitri İvanoviç Knezi herkez gibi savaştı. Ve her bir savaşçısı buna tanık olabildi.

           «Savaş meydanı sert ve acımasızdı, su gibi kan aktı, iki taraftan da sayısız ölü düştü.Öldüren sadece silahlar değildi, at ayakları altında kalanlar vardı, bazıları darlıktan bu mahşerde boğuldu, çünkü bukadr güç sığınamıyordu Don ve Meça arasındaki Kulikovo Meydanı’nda», - öyle yazar sonra o mücadelenin şahidi vakanüvis.

           Mücadele ise oldukça güçlendi ve gökyüzüne kadar ulaşan toz bulutlardan dolayı güneş  kayboldu. Rus alaylarının umutsuz direnişe rağmen, altın işlemeli siyah bayrağı altında pahalı knez kıyafetlerinde duran Mihail Brenko’nun yerine tatarlar oldukça yaklaştı. Şimdi o kılıcını çıkararak, duşmana doğru bir adım atmak zorunda kaldı. Bir an knez bayrağı kimisin kılıcıyla kesilip düştü, o an da Altın Ordu’lularının knez sandığı binici, fıkırdayan ırmağın içinde batmış gibi, kayboldu. Vladimir’den, Suzdal’dan Timofey Vasilyeviç Velyaminov’un savaşçıları, gönül erlerden oluşan büyük alayın yardımına geldi. Ve şimdi yineden mücadele üzerinde knez bayrağı kaldırıldı.

           Kırmızı Tepe’den Mamay mükemmel görüyordu ki, savaşçıları ileriye taşınmış olmasına rağmen, Rus ordu merkezi  sağlam duruyordu. Ve sonra, hâlâ yüzünü ifadesiz tutarak, merkezin sağ tarafında duran Rus alaylara saldırmaya emretti. Kayalık kıyıya yıkılan şaft gibi, süvarileri ölülerini ve yaralanlarını meydanda bırakıp, Kırmızı tepenin eteğine çekiliverdi. Mücadelenin sürme vakti bir kaç saat oldu artık,ama kimin ordusu zafere daha yakın belli değildi halâ. Mamay bunun bu kadar uzun devam edemeyeceğini biliyordu. Savaşçılar yorgun, susuzluktan bitkin, ve hatta küçük bir alanda Ruslar başarılı olsa, en kötüsü meydana gelebilir... Altın Orda atlı savaşçının geriye dönüp bozkırlara kaçmak imkânı var, Rusların ise geri dönüşü yok – arkalarında Don Nehri. Ya ölüm, ya da zafer...

           Heyecanını artık gizleyemeyen Mamay savaş akışını değiştirmeye heveslenme nedeniyle ardında duran Kencanbay’e yüzünü çevirdi.

-          Rus ordusunun sol kanadına saldırmanı istiyorum! Allah yardımcın olsun! Ya zafer getireceksin bana, yada ölüceksin!

-          Emredersiniz Han’ım! – Bahadır atını şahlandırdı, ve tepeden aşağıya  Han’ın öz muhafız biriklere ait onu bekleyen en yetenekli savaşçıların olduğu yere gitti. Cetlerin ruhlarını yardıma çağıran çığlık ile, ellerinde eğri kılıçları, bir birinin ardından atlı süvarileri dörtnala koştu. Deri atlar kuşlar gibi uçuyordu, ve bunu gören herkes Rusların durabilmeyeceğini anladı.

Uzun zamandır beklenen an işte budur. Çok az vakit geçer,  Moskova Knez’in alayları savaş meydanından kaçacaktır, oysa savaştan kaçanı hiç bir güç durduramazmış.Mamay ise tek Rus savaşçıyı hayatta bırakmama emir düzenleyerek,  kan içinde batan bir şölen verecektir. Yollarında şehirleri ezen, ekenleri berbat eden, özverili tümenler tüm knezliklerden geçer, ve yineden zayıf ve itaatkâr Rusya Altın Ordu tahtının dibinde yalan olur. Dev toz bulutun içinde Mamay Rus ordusunun nasıl dayanamayıp Nepryadva Nehri’ne çekilmeye başladığını gördü. Ruslar daha kaçacak değildi, ama zaten belliydi ki, bu sonuç onlara yazılmış.Moskova Knez’in yedek alayı gözlerinin önünde eridi. Rus savaşçıları görünmemiş oldu.  Altın Orda süvarileri onları yutmuş oldular sanki.

Mamay ellerini göğe açtı. Onun tümenleri Dmitri İvanoviç ordusunun cephe gerisine ulaştı artık. Artık savaşın sonucunu hiç birşey değişteremezdi. Bu Kırmızı Tepe’nin üstünde onun yanında olanlarının gözlerine bakmak için geriye baktı. Ama garip olan şu ki, bu sevinç onların yüzlerinde yoktu.

– Allah’a bin şükür! – diye, bağırdı o. – Knez Dmitri zorunda...

Mamay lafını bitiremedi bile. Nükerlerinden birisi ellerinde kamçısı ile Kulikovo Meydanı’na doğru  uzattı. Adamın dudakları titremişti.

Mamay hızla geriye baktı. Gördükleri aklını şaşırttı, gözlerini bir kara duman kapadı. Kendine geldikçe Mamay, Yeşil Meşe ormamından Rus süvarisinin açılıp savaşçılarını çepeçevre sardığını gördü.

Saldırma okadar ani ve güçlüydü ki, Altın Orda’lılar dayanamadı. Son zamanlarda Rus alayları sıkıştıran müfreze bölünmeye zor kaldı. Kurtulmak için Nepryadva Nehri’ne dönen o müfrezenin  yarısı savaşmaya denemeden bile, nehrin hızlı sularında ölümünü buldu.Yolunda Ceneviz piyade’yi ezen diğer yarısı direniş göstermeden Kırmızı Tepe’nin tarafına koştu.

Delice korkan  Mamay gözlerini dört açıp bakıyordu olduklarına. En korktuğu şey gerçek oldu. Altın Orda süvarilerin kaçışı yeni bir güç verdi Ruslara, ve artık bir tek sol kanadında değil, merkezde de, sağ tarafta da Moskova alayları Orda savaşçılarını geriye döndürmüş oldu. Atlılar kaçan Ceneviz piyade’yi kılıçlarından çıkartıp, hayatlarını kurtarmaya çalıştı. Kardeş kardeşiyle öldürüldü.

İtidalı Mamay’a ihanet etti. Boğularak, bükülmüş ağzıyla bağırıyordu o, aklında bir sürü soru vardı: bu takviye nerden geldi? Knez Dmitri’yin ormanda on bin savaşçı sakladığından neden kimsenin haberi yoktu? Neden kimse uyaramadı onu?

Moskova alayları tüm Kulikovo Meydan’ın üzerinde sürdü Altın Orda alaylarını. Kırmızı Tepe’nin üstünde açıkça yalvarışlar, demir çınlaması, atlarla ezilenlerin çığlıklari, inlemeleri duyulmuştu. Mamay artık kazanmasını değil, nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Tüm güçüyle kamçıladı atını Mamay, ve tümenlerini terkedip, hızlıca savaş meydanından kaçtı.

« Ve tatar alayları koşup kaçtı, Rus alayları ise döverek ve kılıçlardan çıkararak, takip etti onları.Küçük bir takımla Mamay kaçıp  gitti.» - yazar sonra Rus vakanüvisi. 

         Bundan sonra hayatının sonuna kadar Mamay bir cevap bulma nedeniyle, bu Kulikovo    Meydanı’nda olan mücadeleyi düşünecektir. Kader neden yüzünü çevirdi ondan?

Kefe’deki sarayının karanlık odalarını dolaşırken, tulengitlerinin her gelen adımını korkuyla beklerken, o savaşta kendi gördüklerini hatırlayacaktır. Ancak Bulgar tüccardan duydukları tüm olanlara ışık saçar.

         Moskova Knezi Dmitri İvanoviç’i Altın Orda’nın karşısına çıkmasına tahrik eden yeis ya da zaferinden düşüncesiz emin olma değildi. Her şey düşünmüş Rus Knezi, her şeyi gözüne almış. Bu savaş meydanı da geri çekilmek imkânsız olduğu için seçildi onunla. Bu pusudaki alay tesadüfle oluşturulmamıştır.Bu katliam acımasız olucak biliyordu, çünkü Altın Orda savaşçılarının cesaretinin sonu yoktu. Kuvvetler eşitse iyidir, ama knezin çok daha az savaşçısı vardı, bu yüzden asker kurnazlığına başvurdu. Pusudan doğru bir anda çıkmak için sabırla bekledi. Alayın başına da Serpuhov Knezi Vladimir Andreyeviç ve Dmitri Mihayloviç Bobrok-Volınts gibi akıllı ve tecrübeli insanlarını koydu. Savaşan, yaralanan kardeşlerinin yalvarışlara rağmen, saatlerce zorla sabredip beklediler onlar. Toz içinde zor görünen güneş öğle vakti olduğunu belirler belirlemez Knez Bobrok bağırdı:

-          Çok az kaldı! Vaktimiz geldi! Cesaretli olun, aslanlarım!

Rus süvarisinin ormandan çıkışla, çok yakın olan zaferin ellerinden kayıp gittiğini hatırladığında, iktidarsız öfkeden Mamay’ın dişleri sıkılıyordu. Tüccar Rusya’daki insanlar Kulikovo meydan’ındaki Yeşil Meşe ormanın Rus alaylara barınak olabilmek için tek gecede bittiğini söylüyorlarmış. Ayak takımı! Her şeyi uydurmuşlar! Kaç kez Han’ın gözleri bu ormana çevrildi, ancak pusu alayı orada gizlenmiş olabilmesi aklına bir kez bile gelmedi. Keşke herşeyi yeniden başlamak mümkün olsaydı! Ama zamanı geri döndürmek mümkün değil ki. İstese de artık mücadelede ölen savaşçılar canlanmaz ki,yeni seferler oluşturulmaz ki...Mamay’ın anlamadığı tek şey: Ruslara cesaret veren kaynağı nedir? Bu soruya cevap bulmak nasip değilmiş. Göcebe, sefere çıktığında, cesur ve yorulmaz çünkü ganimet alacağını ummuyor; Rus savaşçısı ise kendisine ait olanları vermemek için ölüyor bugünkü günde. Sığıt tutmayan tüm ulusların üzerine hor bakan bozkırlılar, insanların «Vatan toprağı» ne olduğunu öğrendiklerini nerden bilebilirdi? Mamay’ın kendisi eyerin üzerinde büyüdü, ve o bozkır olan her yerinde rahattı. Sadece savaşırken ve yemek yerken terlerdi Mamay, bu yüzden konuşmalarında «ter içinde batan toprak» kelimesi yoktu. Bir kez bile karasabanı elinde tutmadı, toprağı ekmek tahlille döllenmedi. Bir yerden kovulan o, sığır için bol ot olan her yerlerde kolayca memleket bulabiliyordu. Çok düşündü Mamay, ancak cevaplarını bulamadıkça daha da çok nefret ediyordu Ruslardan ve kaderi lânetliyordu.

Ama tüm bunlar zamanla oldu. Şimdi ise arkasında hâlâ takip eden ayak sesleri vardı ve başının üzerinde ince tizle rus oklar uçuyordu. Ancak Voronej Nehri’nden sonra takip etmeye bıraktılar. Yavaş yavaş zayıf akarsular gibi küçük savaşçı birimleri ve kurtulanların grupları katlanıyordu Mamay’a.  Acele ile kaçıyordu Mamay Kırım taraftaki göcebe aullara. Bir kere bozkır serabından Kencanbay’ın savaşçı müfrezeleri ortaya çıktı. Bu sefer Mamay ondan ya ölüm ya zafer getirmek istediğini unutmuş gibiydi. Ona hayat bağışladı.

Mamay etrafında olanlara bakmadan  ordusunun başında yola devam ediyordu. Mücadelede yaralanan savaşçılar tek tek can veriyordu, ama Mamay’ı bu pek rahatsız etmiyordu. Zayıflamış, benzi kül gibi, omuzları çökülmüş, o eyerinde oturmuştu; ve, sanki, ne soğuk sonbahar ruzğârı, ne hafifçe ve saatlerce gökyüzünden yağan yağmurları hissederdi o.Aşağı Dinyeper’de duran öz auluna giden yolun sonu yok gibi görünüyordu. Bu yolunda ölenleri anmaktan sonra, Mamay feshetti.

Öz yurtanın bir köşesinde çekilip ve tundık’ı( yurtanın tonozundakı dumanın çıkması için bir delik) kapatıp, yemeğe dokunmadan bir kaç gün yattı. Nihayet, sevdiklerine gösterildiği zaman, yüzü hâlâ kasvetliydi, ama gözlerindeki ifadesinde amirane göründü. Bu da Mamay hayata dönüyor demektir.

İlk yaptığı şey: ulağını Eski Kırım’a göndermesiydi, orda bir zamanlar onunla Han olarak tayın edildiği Gıyaseddin Muhammed oturuyordu. Ulak Han’a  mücadelenin akışını, kaç kişinin öldüğünü, kaç kişinin yaralandığını anlatmalıydı.

Bu Mamay’ın hareketi  yenilmesine rağmen, hâlâ güçlü olduğunu ve itaat etmeye zorunda kalmadığını Han’a gösterecekti. Han ayrıntıları bilmek istiyorsa eğer, kendisi buraya gelsin. Bundan başka Mamay ona itaat eden soyların atalarını ve noyanlarını toplantıya çağırdı. Bozkırın kuralları katiydi, zayıflık gösteren ufak bir işaret felâkete dönüşebilirdi.Mamay bunu çok iyi bilirdi. Hükümdarın kırık kanatlarını farkeden her birisi,en sadık olanı bile hemen terkeder onu. Altın Orda tek Hükümdarı olmak, uluslara ve hanlıklara Cengizlilerle bölünen toprakları kolunun altında toplamak hedefe ulaşması okadar yakındı ki...Savaşta yenilgiye uğramasaydı...

Mamay’ın sadık adamları Toktamış’ın  Kulikovo Meydanı’nda olanları öğrenip, ordusuyla önceleri Mamay’ın itaatında olan İtil Nehri’nin üzerindeki topraklara girdiğini anlattı. Mamay butün hayat boyunca savaştıkları için, Toktamış  mücadelesiz savaşsız sahip oldu. Mamay bunları düşünmemeye çalıştı. O Herşeyi değişterebileceğine ınanıyordu hâlâ o, keşke var olanları kaybetmese, gücünü biriktirse. Bunun için zaaf göstermek yoktu. Mağlup olup ta herkes bunun bir kaza olduğunu düşünse başka, mücadeleyi reddedip kendine acı hissetirmek bam başka. Eskisi gibi eli sağlam, konuşması amirane, hareketler kararlı olmalıdır.

Toktamış’ı unutmak faydalı olur şimdi. Daha önce mağlup edildiğin insanı yenmekte  yükseldiğin kadar kimsenin gözünde yükselemezsin. Rus kneziklere doğru dikkat çevirmek gerekir demektir. Ruslar birlikte güçlü olduklarını göstermişler, ancak hep birlikte olabilirler mi?

Tam olarak kendine gelemeden, Mamay yeni seferi düşünmüş oldu. Toplantının nedeni buydu yani. İktidar - kolçaktaki şahin gibidir. Eğer onu akıllıca kullanabilirsen, ganimetinde ne vahşi kurt, ne kırmızı tilki kalmaz. Becereksiz olursan kuşun demir pençeleri sadece bezek kalır, ve ganimetin yerini leş alacaktır.

Mamay hükümdar olarak akılsız değildi. Duşmanını yenmeye bildiği için insanları tabi kılabiliyordu.

 

 

***

 

Emirlerle ve soy atalarla birlikte Gıyaseddin Han gelmişti. Cuci’nin beşinci oğlu Şiban soyundan Bastemir Sultan’ın(Toğrılca) küçük oğlusudur o. Geniş omuzlu, uzun boylu, görünüşte güçlü Gıyaseddin’in ruhu zayıftı, özellikle Mamay’ın önünde cesaretini kaybederdi. Bir birine bağlı iki yurtanın içinde Mamay’a itaat eden göcebe soyların en asil insanları toplandı. Pahalı kıyafetlere giyinen emirler, bahadırlar, beyler Mamay’ı ve Gıyaseddin’i bekleyerek oturdu. Nihayet yurtaya girdiklerinde toplananlar kalkıp, iki büklüm selam verdi Han’a ve hükümdarlarına, ona da çoktan Han derlerdi. Mamay ve Gıyaseddin en şerefli yerlere oturdular. Kırım müftüsü güzel kadife sesle Kulikovo Meydanı’nda Altın Orda’nın ölen savaşçılar  için dua okudu. Başlarını eğip, gerilimli sessizlikte dinledi toplananlar Allah’a gönderilen sözlerini, ve müftü sustukça ellerin avuçları yüze sürdüler - bu bir keder ifadedir.

-          Kahramanlarımız bizi duysun...

-          Allah rahmet eylesin...

-          Mekânları cennet olsun...

Sessizce yurtaya esmer yüzlü Kasturik  Emir geldi ve girişinde durdu. Gözleri Mamay’ın gözleri ile buluştu.

-          Dediklerimi yaptın mı?

Kasturik baş sallayarak tasdik etti.

-          İçeriye getirin onu.- emretti o.

Dört nüker yurtaya zencirlerin içinde güçlü bir adamı getirdi. Adamın kalın gür sakalı bağrına kadar uzanmıştı, yüzünde yara izleri vardı, bir gözünü de mavimsi göz lekesi kapatmıştı. Burda toplananlarının çoğu şaşi İvan’ı çok iyi tanıyordu.Altın Orda ile işlem gören Rus tüccardı. Ancak  Mamay’ın göz kulak olduğunu bilmiyorlardı, Orda hükümdarı tüccarın Moskova ile Ryazan hakkındaki malümatları  sınamaktan sonra büyük ölçüde ona güvenir oldu. Moskova Knez’in ordu sayısı hakkındaki bilgilerini tam da ondan almıştı Mamay seferden önce, ve o, «Dmitri İvanoviç’in Kulikovo meydanın dışında savaşçıları yok», - kesinlikle bildiriyordu. Mücadele kalabalıkta şaşi İvan’ın kaybolmasını farketmemişti, sadece tesadüfen geri çekilme sırasında Altın Orda müfrezesi tüccara rasladı ve bağlayarak getirdi onu.

Sessizlik uzadı. Mamay eskiden güvendiği insana dikkatli dikkatli bakıyordu. Bir an yenilmesinde  sadece onun suçlu olduğunu düşündü. Doğruyu söyleseydi – böyle olmazdı. Mamay ordusunu başkaca çevirirdi. Öfkesiyle başa çıkmak için, Mamay zorla söyledi:

-          Peki, Şaşi İvan, Altın Orda’nın elleri uzun olduğunu bilmiyor muydun? Şu ilmikle yaban atlarını bile tutuyoruz. Ne kadar iyi gizlenirsen gizlen yakalayacak seni, bilmiyor muydun bunu? Şimdi muhtemelen her şeyi anlatacaksındır bize...

Esir şişmiş yüzünü kaldırdı.

-          Neyi duymak istersin?

-          Tahmin etmelisin sen... – Mamay çok yavaş konuştu.Öfkesi hâlâ boğuyordu onu. – Neden aldattın beni? Neden Yeşil Meşe ormanında Moskova Knez’in savaşçılarının saklandığını söylemedin?

İvan’ın kurumuş dudaklarında soluk bir gülümseme göründü.

-          İstemedim...

Mamay tüm vucudu öne verdi. Yalanlara, yalvarışlara-herşeye hazırdı o...Ama bu gibi cevabını beklemezdi.

-          Sen istemedin mi!.. Belki de Ryazan Knezi Oleg de istemedi, ve bu yüzden bana ihanet etti!?

Oleg’le Mamay’ın ortaklığı İvan’ın sayesinde oldu. Gizli talimatları ile Orda ve Ryazan arasında bir kereden fazla gitmişti. Bu yüzden bunu sorması boş değildi.

Esir başını salladı.

-          Hayır, Knez Oleg sana değil, Rus toprağına ihanet etti. Onu da ben aldattım. Her ihanet eden  korkak olur...Ben ona: «Dmitri İvanoviç ordusunun bir kısmı arkada kaldı ve sen Altın Orda ile bağlanırsan, Ryazan yakılmış olur», dedim. Bu yüzden Oleg yardım etmekle acele etmedi. Öz izbesi yanarken niye senin sarayı kurtarmaya koşsun ki? Bu gerçek olmasaydı, Moskova Knez ile hesaplaşma imkânını kaçırmazdı. İhtilafları yıllanmış ve müthişti...Knez Oleg köpek gibi...Aldatıldığını farketti mi, hemen Dmitri’den öcünü almak ister.  Moskova ordusu Kulikovo Meydanı’ndan dönüş yoluna çıkarken, onun adamları Don üzerinde inşa edilen köprüleri söktü, ormanlarda Moskova’lıları tutup, soyuyorlardı...

-          Oleg’in amacı neydı?

-          Bilmiyorum. Belki de savaştan sonra kendine gelir gelmez Dmitri İvanoviç’i takip etmeye başlarsın sandı...Herşey olabilir. Moskova Knez’in asker sayısı yarıdan daha az kaldı. Sen Oleg’in umitlerini boşa çıkardın ya...Şimdi de  kuyruğunu kısan dövülmüş köpek gibisin...

-          Kapa çeneni! – bağırdı yanında duran nüker ve kamçı ile Kefesına vurdu.

Mamay’ın yüzü karardı. Onun aklına deli bir fikir geldi: belki de gerçekten bozkırda dağıtılan orduyu biriktirip Moskova Knezi’ni sırtından vurmakta fayda var. Belli ki, saldırıyı beklemez o şimdi.

Şaşi İvan darbeyi faketmemiş gibiydi, belki de hırpalanmış vucudu acıyı hissetmez oldu artık.

-          Sana güvenmekte yanıldı Oleg... Şahin sanırdı seni...

Gözlerini ayırmadan baktı Mamay eserine. Uzun zamandır düşündüyordu o Ryazan topraklarına saldırmayı, Oleg’i cezalandırmak için. Ama Şaşı İvan Ryazan Knez’in Moskova Knez’den intikam alma hikâyesini ne amacla anlattı ki acaba? Belki de Mamay’ı kandırmakla Ryazan’ı baskından kurtmarmak niyetinde vardır. Karar vermekten önce tüm bunları düşünmek icap ederdi. Şimdi Oleg gibi sadakatsız müttefiki kaybetmeye değmezdi.

-          Ama Ryazan Knez’in çabaları nafiledir... Günleri sayılıdır...Dmitri İvanoviç hiç birşeyi unutmaz... Bugün değilse yarın Knez Oleg ölümüne kavuşur.

Yine de İvan muammalı konuşuyordu. Sözleri doğruysa, savaştan dönüp neden Ryazan’i bitirmek yerine, yaptıklarına gözlerini kapatıp, ordusunu dağıttı.

-          Bekle sen, - sabırsızla cevapladı Mamay, - ben onlarla sonra ilgilernirim... Sen neden bana ihanet ettin söyler misin? Ya da verdiğim altınlar sana az geldi?

-          Çok cömerttin.. – Esir ayak değiştirdi ve sessizlikte zincirler usulca şıngırdadı. – Ama iki şeyi bilmiyordun sen...

-          Neden bahsediyorsun?

-          İlk: altınla bir altın tahtı, hatta mutluluğu satın alabilirsin, ancak insan kalbini asla alamazsın...sevdiklerine, öz topraklarına ait sevgi satılmaz ki...

-          Sana tamamen güvendiğimi mi sandın? – istihfafla sordu Mamay.

-          Öyle düşünmedim. Beğiç, Karabakul, Kasturik, tayın ettiğin Gıyasiddin Muhammed gibi yakın insanlarına güvenmezken, bana – Rusa mı güvenecektin?... Ve ikinci: sefere katılmama yasaklanmadığına çok şaşırmıştım. Bana güvenmediğini o  zaman farkettim.Ben Moskova Knez’i korkutayım diye beni korkutmak niyetlendin. Yanımdan geçen tümenlerine baktığımda gerçekten çok korkuyordum. Atlarının toynakları altından kaldırılan tozdan dolayı  gökyüzü alçak ve gri olmuştu... Bunları Dmitri İvanoviç’e anlattım. Ancak ne o, ne de yanındakiler korktu. Rus ordusundaki her savaşçının Kulikovo Meydanı’na gelme nedeni koyun ve at sürüleri ellerinizden almak için değil, zırh ile elbise ölülerin üstünden çıkartmak için değil, yaşamak içindir... Ve özgür yaşam için ölmeye hazırdılar onlar... Ölümle ölümü durdurmak... – Esir bir an için durakladı. Gözleri yarı kapalı, gücünü toparlamaya çalışıyordu. – Sana niye bunları anlatıyorum öğrenmek ister misin? Hayatlarını kurtarmak için anlattığımı düşünüyorsundur. Öyle değil ama. Biliyorum ki, sizin âdetlerinize göre benim gibi duşmanlar hayatta kalmaz. Ben artık konuşamıcağım, ama eminim ki, adamlarından birisi illâhi anlattıklarımı ağzından kaçırır; ve Rusya’daki herkes kendi vatanıma ihanet etmediğimi oğrenecektir...

Mamay  anlattıklarını kulak ardı etmiş  gibi oldu...

-          Nasıl olsa da, kaderini belirlemeden önce daha birşey öğrenmek istiyorum... Senden başka bana hizmet eden diğer Ruslar da vardı, ama onlardan hiç kimse Knez tasarımları konusunda uyarmadı beni. Onlardan hiç birisi gerçekten mi altınlara tamah olmadı?

Sessiz ve kesik sesle esir güldü.

-          Böyleleri her zaman bulunur. Ancak Dmitri İvanoviç akıllı davrandı. Knez Vladimir Andreyeviç Serpuhovskiy ile Dmitri İvanoviç Bobrok - Volınts dışında kimse bilmedi plânlarını. Savaşın arifesinde, gece vakti gitti o ordusu ile Yeşil Meşe ormanına. Ne diğer knezler, ne de basit savaşçılar nereye gittiğini bilmemişti. Bu yüzden Rus savaşçılar seninkilerinin karşısında kimsenin yardımına umut etmeden, sadece kendine güvenerek sonuna kadar savaştı. Ondan dolayı da etraflarına bakmadan tümenlerin baskısı altında yıkılmadılar.

-          Demek, pusuda bekleyen savaşçılardan senin haberin de vardı?

-          Ben kahin değilim ki, Knez’in düşüncelerini okumayı bilmiyorum...

-          Bilseydin ne olurdu?

-          Söylemezdim. – kesinlikle cevapladı esir.

Mamay buna makaraları koyuverdi.

-          Demek, Knez Dmitri sana da güvenmiyordu?

-          Bilmiyorum... Belki de bana güvenmemekle haklıydı. Ya işkenceye uğramış olsaydım? İnsan neye dayanabilecek bilemez ki... Benim bir şeyden haberim yoksa, ateşle yaksalar bile, söyleyemem ki...Belki de, benden gerçeği sakladığında , ruhumu ihanet günahından kurtarmış oldu.

Mamay düşünceye daldı. İvan’ın söyledikleri geride kaldı. Nehirdeki sular, gökyüzündeki kaçan bulutlar geri döndürülmez ya, aynen öyle tüm bu olaylar geri döndürülmez. Olan oldu. Şimdi en çok Ryazan Knezi Oleg ilgilendiryordu onu. Moskova’nın karşısında durabilmek için, güçlü Ryazan ordusuna ihtiyacı vardı. İvan’ın anlattıklar gerçek olabilir, belki bu sefer de aldatmaya çalışıyor, söyledikleri gerçeğe benzese de. Oleg Moskova’nın duşmanıysa, Knez Dmitri neden onu ezemıyor? Ortaklarsa, neden her ince durumda «hain» kelimeyle sövüyorlar onu? Burda da sadece iki knezin arasında olan sır saklanmış olabilir, çünkü onların her birisi Mamay’ın yenilgesinden sonra yerinde durmayacağını biliyordu, intikamın peşinde illâhi baskınlar düzenleyecektir. Bu da olabilir.

Mamay Knez Oleg’i hatırladı. Uzun boylu, kumral sakallı o insanları iaate almayı biliyordu, ve en önemlisi – ikbalperest ve şöhrete düşkündü. Onunla her buluştuğumda, Oleg’den daha fazla hiç kimse Moskova Knez’den nefret edemez gibi gözüküyordu. Moskova ile mücadelede Oleg yardım edemezse kim edebilir ki? Hiç kimse... Peki neden ihanet etmiş oldu? Neden Kulikovo Meydanına gelmedi?

Mamay başını eğip düşüncelere daldı. Her şeyın nerden başladığını iyice hatırladı.

Kendi adamı gönderen ilk Oleg’dı, ve o, Knez’in adından Ryazan topraklarını harap etmemenin karşısında Altın Orda’ya Özbek Han dönemindeki miktarda haraç ödemeye teklif etti. O vakit Mamay hiç bir sözleşmesiz Ryazan’dan her istediğini alabileceğini bildirmek istemişti, ancak aniden Moskova’ya karşı Knez Oleg’i kullanmak fikri geldi aklına. Keşke Oleg’in ikili oyun oynadığını bilseydi. Aksi halde, Kulikovo Meydanı’ndan dönerken, zafer sarhoşluğu içindeki alaylarını neden göndermedi eski ihanetçı duşmanına? Ayrıca casusların sözlerine göre, Moskova Knezi Ryazan topraklarından geçerken orda yaşayanlara her türlü kötülüklerden yapmak ve onları ezmek yasaklamıştı.

Kesinlikle ihanet etti Oleg. İçinde öfke doğup, boğazına öfke düğümlendi. Zorla kendine geldi.Tek bir şey tuhaftı: Oleg’in hain olmadığını ve Moskova Knez’i ile uyum içinde hareket ettiğini halklarına neden bildirmiyorlar ki? Tüm Rusya’da Ryazan Knez’i lanetliyorlar, Dmitri ise sessiz kalıyor...

Çok yakında Cenevizler Kefe’de boğazını kesecek, ve Mamay eski Orda Han’a dönüşecek, bunları ve bundan sonraki olayları nerden bilecekti ki?

Kimsenin anlamadığı birşey olur. Moskova Dmitri İvanoviç Grandük’ü  Knez Oleg ile ebedi birlik anlaşmasını yapacaktır,  gururlu Knez Oleg ise onu büyük abi olarak tanıdı. Bundan başka Dmitri İvanoviç Vladimir Serpuhovskıy’e Kulikovo Meydanı Savaşı’ndan sonra cesur lakabını takacaktır, ve Knez Oleg’i ona eşit görecektir. Şanlı ünlü Vladimir Serpuhovskiy bir hainin ona eşit gördüklerine sessiz kalması tuhaf olmaz mı? Yani demek, başkaların bilmediklerini biliyordu o, ve bu mücadelede Oleg onun için duşman değil, hemfikirdi.

1381 senesinde Ryazan onunla Knez Dmitri İvanoviç’in Moskova topraklarının arasındaki sınırlarını katı tanır; hain Litvanya ile Orda’nın karşısında bir olmaya söz verdi. Hainlerini affetmeye, hatta ittifak sonuçlandırmaya kabul etmeyen Rusya’da harika şeyler oluyordu. Ve kısa süre sonra Orda ile Ryazan Knez’in yolları çapraz olucak bilmiyordu.  Öyle bir gün gelicek ki, Altın orda yeni hükümdarı Toktamış, ondan öncekilerin tasarımını gerçekleştirmeye karar verip, yeniden itaat ettirmek için Rusya seferine başlayacaktır. Bunları ilk öğrenen Knez Oleg olacaktır, Dmitri İvanoviç’e bildirmek için sadık insanlarını ona gönderdikten sonra, kendisi  itaat göstermek ve sadakatla hizmet etmek öneriyle Toktamış’a gider. Rusya’da Oleg’in adı çıkmış olduğu için, ve herkes onu duşman ve hain olarak tanıdığı için, Toktamış inanacaktır ona.Ordu toplamak için Pereyaslavl-Donetskiy’e uzaklaşan Dmitri İvanoviç peşine mı, Moskova’ya mı savaşçıları göndermeye düşünen Toktamış, Nijniy Novgorod Vasiliy ve Semyon Knezlerini dinlemez ki.  Oleg’in kendisi Moskova’ya kısa yolu göstermeye kalkar, böylece hakkındaki kötü şöhret artmaktadır. İki kez hain olduktan sonra,iyice  lânetlendi Rusya’da. Böylece Dmitri İvanoviç’in ordu topladığı yerden Oleg Altın Orda’lıları uzaklaştırmaya çalıştı, onların haberleri yoktu. Kalın Kremlin duvarları ve toplarıyla süvariler için zaptedilmezdi.

Eğer Nijniy Novgorod’un Vasiliy ve Semyon Knezler’i Han’la görüşmeler yapma nedeniyle kentlilere kale kapılarnı açtırmasalardı, Toktamış tek başına asla yapamazdı.

Çok geç, intikam almaya imkânsız olduğu zaman öğrendi Oleg’in sinsizliğini Mamay. Toktamış ise daha erken anladı, ve Vladimir Serpuhov’un ordusundan bozkırlara kaçtığı yolunda öfkesini Ryazan topraklarından çıkartıyordu.

Knez Oleg’in işi zordu. Rus topraklarının haini değil, casus olarak duşmanın ordugâhında susup, yermeye dayanmalıydı. Millet acımasızca cezalandırmasını istiyordu, ama ne Dmitri İvanoviç, ne de yanındakileri kılıçlarını kaldırmadılar ona, böylece bir kelime bile etmeden başkalardan gizlenen birşeyi bildiklerini kanıtlamış oluyorlardı.

Ve boyarlarının baskısı altında,çaresizlik içinde, ne yaptığını anlamadan, Ryazan Knez’i Moskova seferine çıktı, Dmitri İvanoviç bu cürete cüretle cevaplamanın yerine, Troitsk manastır’dan Oleg’e bilge Sergiy Radonejskiy’i gönderdi. Neyi konuştu bu iki kişi kimse bilmiyor. Ancak Ryazan boyarları aniden sakinleşti ve knezliklerin arasında ebedi barış kuruldu.

Yine acayıp bir şey oldu. 1387 senesinde dedikodulara rağmen, Moskova Knez’i  Sofya kısızını Oleg’in oğlusu Fyodor’la evlendirdi. Fakat yine de, Ryazan Knez’in üstünden ağır ihanet iftirasını kaldırmak için bir kelime bile etmedi.

Ne konuştu knezler düğünün sonrasında acaba? Hâlâ Orda’yı konuşuyorlardır, çünkü o hâlâ güçlüydü ve aç çekik Altın Orda bakışları Rusya’daydı, doğru anı beklemekle Rus sınırların yakınında dolaşıyordu.

Bunu öğrenmeye Mamay’a nasip değilmiş. Çadırda otururken ölümünün yaklaştığını bilmiyordu. Ryazan Knez Oleg’i düşünüyordu o şimdi, keşke ihanet etmeseydi, tüm bunlar olmazdı, keşke... Şimdi ise  iktidarsız öfke ve intikam arsuzu tüm varlığını kaplamış oldu...

Mamay’ın düşüncelerini tutsaknın kısıklı sesi kesti.

-          Senden bir ricam var, hükümdar Mamay...

Mamay gözlerini kaldırdı.

-          Hayattan yoruldum ben...Adamların bana daha fazla eziyet etmesin... Emret ki, birisi bıcak saplantısıyla nefesimi kessin.

Bir an Mamay’ın öfkesi boğazını kavradı, başarabildi ama.Dudakları kötü bir gülümsemeyle oynadı.

-          Bugün ilk kez bana gerçeği söyledin ya... İstediğin gibi olsun...

Nükerler, el işaretine itaat ederek, koltuklarının altına tutsağı alıp, yurtadan çıkarttılar onu. Mamay yanındakilerin yüzlerine dikkatle ve uzunca baktı, sanki düşündüklerini tahmin etmeye çalışıyormuş gibi...Onların sadakatına güvenilir miydi? Mamay vucudunu öne doğru verdi.

-          Yeni Rusya seferine başlayacağız! – Buyururcasına dedi o. – Bunun için topladım ben sizi bugün. Batu Han döneminden beri kılıçı kaldıran her birini atlarının altına atti Altın Orda, bu yüzden  hakaretlerini unutmamalıdır. İtiraz istemeden her biye, her bahadıra, her emire tek tek getirecek savaşçıların sayısını ve yerini anlattı.

-          Bahadır Kencanbay nerede? – sonuçta sormuş o.

Altın Orda’nın tüm işlerinden sorumlu yağız Sakip Tura oturduğu yerden kalkıp eğildi.

-          Bu sabah onu toplantımıza davet etmek için gönderdiğimiz ulak geri döndü. Kencanbay ve Argın soyundan gelen Karahoca bir hafta önce aullarını toplar toplamaz  Toktamış’a gittiler.

Mamay gözlerinde yanan ateşini zorla söndürebildi. Tatsız bir haberdi. En yakın adamları bırakmaya başladılarsa artık korkusundan itaatında olanlardan ne beklenebilir ki? Bu sonunun bir başlangıçtır. Rüzgâr çarpışları altında çürümüş yün gibi diğer  soylar terketmeye kalkar onu. Çürüme kokusu bozkırlının hassas burnuna mı geldi acaba?  Toktamış!  Allah kahretsin onu! Allah’ın intikam kılıcı düşsün üstüne!  Bir an için unutturmaz kendini...Bahadırların kaşması tehditkâr bir uyarıdır.

Toplananlara şaşkın ve telâşlı olduğunu belli etmemek için Mamay şöyle dedi:

-          Tamam, olsun. Bu pis hain Kencanbay ile Karahoca’nın ihanetlerine matemli olmayalım. Savaşçıların atları hazırlansın, kılıçlar da bilensin. Kartallar gibi Rus knezliklere saldıracağız. Bugün Kulikovo Meydanı’nda zafere mest oldukları için dikkatsizler. Bu da bizim için bir şans. Bir daha aynı hataları tekrarlamak yok, eskisi gibi yenilmez savaşçı olarak bilsinler bizi!

Bir çok şeyden haberi yoktu onun o zaman. Kader uyarıcı işaret göndermek istemedi ona, zihnini aydınlatmadı...Artık geleceği duman perdesiyle kapanmıştır ondan. Rusya seferine hazırlanmakta düşüncesizdi.

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Aniden arkasına dönüp, Edige Han’ın sarayından dışarı fırladı. Toktamış için eski yoldaşı gururlu Edige’nin öfke içinde gittiği netleşti. Han bahadırın yüzünü görmedi, ama  sırtı sert ve doğrulmuş, başını dik tutmuş olduğuna göre, Ediğe’nin öfkelenmesi şaka değildi. Toktamış gülümsedi. Peki, bunun için üzülmeye değmez ki...Ayrıca bu işin böyle biteceğini tahmin etmişti zaten, çünkü bu adım düşünceyle atıldı.

Aksak Timur’un desteğiyle Ak Orda’nın  hükümdarlığa geçtiğinden beri, kızgın demir kadar Altın Orda’nın tek sahibi olma hayali yakıyordu onu. Güçünü ve geniş kapsamlı niyetlerini hissediyormuş gibi, ona bağlı bozkırlarda dolaşan soyların biyleri, mırzaları, bahadırları, emirleri ellerini  uzattı ona.Han ama Mamay ile mücadele açmaya acele etmemişti.  Korkusuzca karşısına çıkmak için yeterince büyük bir orduya sahipti,üstündü, acımasızdı...

Kanatlı bir peri masalı gibi Mamay’ın yenilmesi hakkındaki haber kulaklarına ulaşır ulaşmaz, Toktamış’ın tümenleri Saray Berke’ye doğru taşındı, ve itirazsız ışgal etti onu. Yazısız kanuna göre, Altın Orda başkentine sahiplenen kendiliğinden tüm Orda’nın hükümdarı sayılırdı. Han denilmek Han olmak değildir, Toktamış bunun farkındaydı. Mamay yenilgiye uğradığına rağmen, bir zamanlar Altın Orda’ya ait  topraklarının büyük bir kısmına sahipti. Kırım, Kuzey Kafkasya, aşağı Dinyeper ve Don hâlâ ellerindeydi. Onun topraklarda Haci Tarhan, Kefe,Azak gibi ticaret kentleri duruyordu. Bu şehirlerin sayesinde Mamay’ın hazinesi altınlara doluyordu, ve bu az zaman sonra hem Rus knezliklerle, hem Toktamış’la mücadeleye devam edebilmek için gücünü geri kazanacak demektir. Altın Orda’yı sadece kendisine bağlamakla, Han Berke  ve diğer bozkır ünlülerin döneminde olduğu gibi, tüm nesilleri bir avucun içinde birleştirmek için, geçikmeden Mamay’ı ortadan kaldırmak icap ederdi. Toktamış duşmanın zayıf ve güçlü yönlerini iyi bilirdi, bu nedenle onunla karşılaşmak için iyice hazırlanıyordu. Bir konuda Mamay’dan üstündü – Kulikovo Meydanı’nda yenilen o değil ve her şeye yeniden başlamak zorunda değildi o.  Ama bunun daha açık ve korkutucu bir  tarafı vardı – mücadeleyi Mamay değil, Altın Orda kaybetti. Ruslar Orda’nın karşısına çıktı, ve Altın Orda ordusunun başında kim durduğu önemli değildi. Demek, Mamay’ı yok etse de, erken ya da geç tümenlerinin ayakları altına atmak için, Toktamış Rusya ile karşılaşacaktır. Mamay’ın yerlerine sahip olmak -  başa belâ bulmak demektir. Kencanbay’la Karahoca’nın Mamay’dan kaçtığını duyar duymaz, Toktamış onları sarayına getirmeye emretti. Kencanbay’ın, bir zamanlar Kumkent’te yakın yerlerinde göcebelik eden ve sadece on beş yıl önce şimdi Mamay’ya tabi olan yerlerine giden Keneges soyundan geldiğini biliyordu. Çocukluktan beri bir birini tanıdıkları için, Edige ile arkadaş olduklarını da biliyordu.

Bozkır âdetlerindeki mutat selâmlardan sonra sadece Edige’yi bırakarak herkezi reddetti.

-          Aslan bahadırlarım, - başladı o, - Kulikovo Savaşı hikâyesini  herşeyi kendi gözleriyle gören, sizden duymak istiyorum.

Anlatmaya Kencanbay başladı. Toktamış dikkatle, lafını kesmemeye, tüm olanları gözünün önüne getirmeye çalışarak, dinledi onu. Amacı - Mamay’ın nerde hata yaptığını anlamaktı. Bahadır nihayet sustukça Han sordu:

-          Yani yenilginin asıl nedeni neydi?

Kencanbay tereddütle, herşeyi açıklamak değer mi düşünüyormuş gibi, Toktamış’a baktı. Sonra yavaşça söyledi:

-          Bence bu Rus kneziklerle savaş başlamakta hatalıydı.

Han kaşlarını çattı. Belli ki, cevabı hoşuna gitmedi.

-          Neden?

Düşüncelerini toparlıyormuş gibi, bahadır sustu. Toktamış dayanmadan, kendisi başladı:

-          Rus knezikler o kadar güçlendi ki, Altın Orda korkunç değil onların için artık, demek istediğin bu mu?

-           Kuvvetli bir adam bile hastalığa yakanırken güçsüz kalır. – kaçamaklı cevapladı Kencanbay.

Toktamış bu sözlerle ne demek istediğini anladı: Altın Orda’yı aralarındaki kavgalar parçalıyor.

-          Mamay, savaşçı sayısı konuda üstündü. Ve bundan başka kendine eşit bilmeyen süvarileri vardı. Hünerli ellerinde herşeyi yok edebilecek kadar... – sabırsızla söyledi Han.

-          Bütün bunlar doğrudur. Ama Knez Dmitri Vladimiroviç’in, pusuda bekleyen,  alayı vardı; Mamay’ın haberi yoktu ondan...

Edige başını salladı:

-          Bence en büyük hatası budur. Duşmanın karşısında daha az güce sahip olan savaşçı hile icat eder. Rusların savaşçı daha az olduğunu bile bile, Mamay bunlara tedirgin olmalıydı, knez’in hilelikle kazanmasaına engel olmak için. Duşmanınızın her zaman kendinizden daha güçlü olmasını kabul ederek, asla gözlerinizin gördüklerine inanmayacaksınız. Ve savaşçılarınıza, duşmanınızın sizden daha zayıf olduğunu asla söylemeyeceksiniz, çünkü bu onları dikkatsiz eder ve cesaretlerini alır. Zamanlar değişir. Mücadeleye tüm var olan ordu hemen atılmaz ki.Ordunun başında duran aksiliklerin ve feleğin sillesinin her an çıkabileceğini göze almalı. Mamay bunu düşünerek, yedek olarak yeterli savaşçı sayısını bıraksaydı, on binlik Rus alayı mücadelenin sonucunu belirleyemezdi.

Toktamış Edige’ye düşünceli baktı. Her sözü doğruydu...  Boşuna mı savaşçılar saygıyla ve istekle tüm emirlerini yerine getiriyor? Onun gibi birisi Altın Orda ordusunun tek kadadını yürütmete ne kadar daha kabul eder ki? Bir gün her şeyin üstüne el kaldırmak istemez mi? Aklından konuşursak, Toktamış’ın var olan ordusunun komutanı – Laşkarkaşı olmaya hak ediyor. Ama bunu ona lâyık görmek tehlikelidir. Kendisinden gibi emin olmak gereklidir, bunun için Edige’yi denemek lazım.

-          Mamay başka yolu seçtı, - söyledi Kencanbay. – alıştığı gibi yapmış.Rusları ezmekle hemen yok etmeye isteyen o, mücadeleye tüm gücünü attı...

-          Tüm düşman ordusu önünde dursaydı, böyle yapmak doğru olabilirdi. – itiraz etti Han.

Kimse itiraz etmeye denemedi bile.

-          Zaferden onu uzaklaştıran daha bir hatası vardı, - dedi Kencanbay. Litvanya Yagaylo ve Ryazan Oleg Knezler’le ittifağında sert göstermemesinden dolayı, savaş meydanına gelmediler yardım için. Oysa her birinin ordusu çok güçlü.

-          Gâvurlar! – homurdandı Edige. – Başka birşey beklenmez ki onlardan!

-          Beni başka birşey ilgilendiriyor... Duşman savaşçılar ellerinde mızraklar omuz omuza duruyorsa eğer süvariler alt edemez onları, Mamay bunu bilmiyordu mu...

-          Biliyordu.

-          Bu sefer de duşmanın üzerine atılırken hemen tüm ordusunu atmamıştı. Öz ordusunu turnalar uçuşu şeklinde dizdi, ve  onun ucuna beş yüz örme zırh gömleklerle korumalı atlıdan oluşan müfreze koydu. Atların  bile gögüşleri demirle koruluydu. Müfrezesi Rus ordusunda gedik açmalıydı. Kısa sürse de, az olsa da... Takozun büyük hızla açılan kanatları  dağıtılan alaylarını sarıp, yok edecekti onları. Ama Ruslar dayanabildiler. Bir çok asker atlarını kaybetti, yaya bozkırlı savaşta yenemez. Gögüş gögüşe Ruslar gibi kimse savaşamaz... Belki de daha erken biterdi her şey, ama bizim sayısı daha çoktu. Mamay duşmanını pusuya çekmek için ordusundan çekilmesini istedi, ama onlar Mamay’ın ordusunu takip ederek, düzlerini bozmadılar.Knez Dmitri Mamay’ın her adımını tahmin ediyormuş gibiydi, sanki o savaşın akışını belirliyordu. Mamay öz muhafızlarını gönderdikçe savaş meydanına, her şey değişmişti sanki. Sanki kader yüzümüze gülümsemiş oldu. Orda olduğum için, kendi gözümle gördüm her şeyi. İşte o zaman pusuda bekleyen alay harekete geçti, ve hiçbir şey savaşın sonucunu değiştiremezdi...

-          Mamay nasıl inanır knezin savaşında tüm var olan ordusunu kullandığına? – sordu Edige.

-          Ben onun davranışları için sorumlu olmak zorunda değilim...

-          Sen neredeydin Kencanbay bahadır? – alay etti Edige.

O başını kaldırdı. Gerçekten Deşt-i Kıpçak’ta en cesur bahadırlarından birisi sayılırdı ve ok atmakta eşi yoktu.

-          Biz Mamay’a güvendik.

Toktamış Mamay’a göz ucuyla baktı.

-           Muhtemelen umitlerinizi boşa çıkardığı için bıraktınız onu?

Bu zamana kadar sessizce kalan Karahoca söze karıştı:

-          Sayın Han, atalarımızın topraklarına geri döndüğümüzde kötü olan nedir?

Kencanbay dargınlığını gizleterek şunları söyledi:

-          Biz nogayların arasında daha fazla kalmamaya karar verdik.Bizi takip eden insanların kaderleri endişeliyor bizi. Talihsizlikle takip edilen Han mutlaka sefalet ve mutsuzluk uçuruma uluslarını düşürür. Ruslardan intikam almaya hayal etti o. Kendi gözlerimle gördüm ve eminim ki, bu sefer de şans terkedecek onu. Zamanı kollamak lazımdır. Ama ona bunu söyleyemeyiz...

-          Demek Mamay yeni Rusya seferine hazırlanıyor? Nerden bu  gücünü alır ki?

Toktamiş’ın asıl merak ettiği şey buydu. Onu sormak üzere bahadırları saraya getirtti. Savaş ayrıntılarıyla okadar ilgilenmedi aslında. Mamay’ın tasarımları, kaç asker toplayabilmesi, Mamay’ın itaatındaki soyların ona tutumu hali  daha önemli oldu. Mamay’ın şimdi sahip olduğu toprakları Altın Orda yeniden kazanamazsa,asla eskisi gibi olmayacaktır.

Sakistan’la Kırım’ın topraklarında yaşayanların nüfüs sayısı çoktu.  Toktamış’ın ne kadar altına ihtiyacı olursa, Cenevizler okadar hazinesine koyabilir, onlar da savaşçılarına zırhla silâh verebilir, bilhassa esnafları  çok güzel silah üretebilir. Altın Orda Canı Bek Han’ın döneminde güçlü olduğu gibi olursa, işte o zaman Rusya’nın sırası gelir. Toktamış kazanacağından emindi. Sonra Aksak Timur’un sırası gelir. Ona karşı kalbindeki nefret yumuşak külle örtülü kömür gibi gönlünü yakıyor oldu.Timur, Altın Orda tahtına oturmak yardım etmiş olsa bile, zor zamanlarda bir sürü yardım etmiş olsa bile, bir Cengizli basit emir itaatında asla yürümez, Altın Orda ise küçük bir Hanlık değil ki, Maveraünnehir’in koynunda kalmak için. Dısarıdan birisi yönetemeye onu cesaret etmesin. Altın Orda hanların arasındaki kavgalardan kurtulmakla biraz vakit geçsin bozkır dişi kurt gibi güçlü Orda olacaktır. Sonra işte duşmanları kuyruklarını kısıp kaçar dört bir yana.

 Mamay’ın avantajlarından kusurlarından anlayan iki bahadırın onun topraklarında bulunması sevindirdi Toktamış’ı, pek belli etmedi ama bunu.  Rakibini yenmek için gereken ne varsa herşeyi onlardan öğrenecek işte. Edige onların konuşmalarını dikkatle dinledikçe yüzü gittikçe somurtuk bir ifade alıyordu. O da nefret ediyordu Mamay’dan, o da yenilmesini hayal ediyordu, ayrıca başlayacak mücadeleden uzak kalmaya niyetlerinde yoktu. Aynı bir milletinin dökülecek kanın düşüncesi canını acıtmayktaydı. İktidar mücadelesinin her zaman zalim ve acımasız olduğunu çok iyi bilirdi Edige. Ama şimdi, Toktamış’ın sarayında otururken, yıllar sonra gelecek kuşağının böyle bir sorun kalmayacak tahmin edemiyordu bile Edige. Nogay alayların başında İtil Nehri taraflarından kanla bağlı Kıpçakları kovacak ve onlar Parlak Yayık bozkırlarında yerleşene kadar  rahatlanamıcaklar.

Öfkesini zorla tutup, Edige Kencanbay’ın gözlerine bakarak söyledi:

-          Han Toktamış yenilirse bu sefer nereye kaçacaksınız?

Bahadırın yüzü soldu.

Ben ana topraklarıma geldim! Onlar burda Altın Orda’da! Sen bize bakma, kendini düşün!

Son sözlerin söylenmesinin gizli bir nedeni vardı. Kencanbay Edige’nin bir zamanlar Altın Orda’dan Aksak Timur’a kaçmasına ima ediyordu. Bahadırın harınlığı Edige’nin hoşuna gitmemiş. Çocukluktan beraber büyüdular onlar, ama Ediğe emirin oğlu olduğu için, oyun ve kavgaların favorisi oydu. Herkes, Kencanbay dahil, itaat etti ona. İtaat olduğu yerde ise  dostluk nefret ile duşmanlığın yanında yaşıyor. Tüm bunlar bir zamana kadar gizlidir... Kencanbay kendisi de Deşt-i Kıpçak’ta bahadır olarak tanınıyordu, bu nedenle de artık Edige’den bağımlı olduğunu hissetmedi. Ama  zehin çevikli ve akıllı çocuk olduğu için Edige’ye bey denmesi boş değildi herhalde. Hiç bir şey olmamış gibi, nazik davranmaya çalıştı, ve dedi ki:

-          Evet, yalnız gelmedin, halkınla geldin...

Ama  kelimelerin yumuşaklığı Kencanbay’ı etkilememiş, kızgınlığı geçmemiş. Öfkeden gözleri kızarmış, vucudu gerginleşmiş, belli ki tehevvür ve şiddet içini kemiriyordu.Neredeyse yirmi yıl görmedi Edige Kencanbay’ı. Çocuklukta bile Kencanbay küçük kurt gibiydi. Diş itaat altında güçlü karakter, alınganlık, yolundaki engelleri göze almadan hedefine ulaşma hevesi. Edige istemsiz gülümsedi. Uzun süredir aklına gelmeyen, unutulan birşeyi hatırladı...

O zamanlarda ikisi de yeniyetimdi, yiğitler olacaktı. Giderek evde oturmak istemezlerdi, atlarına oturup avcılığa gidiyorlardı. Öyle oldu ki, bir kez hızlı akan dar nehir kıyısında dinlenirken Kencanbay ve  öz soyundan  Kokcaldı koşan tilkiyi gördü. Kencanbay’ın yayı yoktu yanında, onu almaya gitti ve gelene kadar tilkiyi arkadaşı vurdu. İşte o zaman Edige Kencanbay’ın öfkeli halini tanıdı.

-          Tilki bana ait olmalı, çünkü ilk ben onu gördüm. – tekrarlıyordu o.

Kokcaldı avını ona vermek istememiş. Ve Edige’ye onları yargılasın diye gelmiş.

-          Öyle olsun. – dedi Edige. – bizimle gelen çocuklardan birisi tilkiyi alıp, başının üstünde tutsun.Kencanbay onu gördüğü an tilki nerede durduysa, çocuk orda durmalı. Eğer tilkini başına vurabilirse, av onundur, yoksa tilki Kokcaldı’nın hakkıdır... Ama daha bir şartım var... – Edige durakladı. Eğer okundan çocuk ölmüş olursa, ailesine fidye vereceksin.

-          Kabul ediyorum ben!

Edige gözlerini kıstı.

-  Bak... Bunu yapmadan önce iyice düşün. Ya çocuğun ailesi kana kan almak isterse. Kellen gidecek.

- Ben herşeye hazırım! – Kencanbay deli gibi bakıyordu.

İsabet ettirmiş değildi. Tilki onun oldu. Ve şimdi bu olayı hatırladıkça, Ediğe onun hedefine ulaşmak için herşeye hazır olucağını düşündü.

           Edige ile Kencanbay’ın arasındaki gergin ipi Toktamış’ın gözlerinden kaçınamadı. Edige’yi aşağılamak için daha elverişli bir an bulunamazdı belki. Han güzel Sadat Begüm eşinin sözlerini hatırladı, her fırsatta derdi ki ona: «Edige’den kurtulmalısın. Bakışlarında kötü niyetlerini görebiliyorum. Ona rahmetli eşinin kızını vermek istiyorsun, ama o adam kara düşünüyorsa eğer, bu evlenme seni kurtarmış olamaz ki. Belki de Han olmak istiyor...» . Herşeyin bir kısmeti var... Demek kader tesadüfle buluşturmadı bu sarayda onları.

Toktamış nazikçe Kencanbay’a ve Edige’ye baktı.

 

-          Edige’nin sözlerine kızmayın lütfen, - dedi o, - vakti gelince, neden öyle konuştuğunu anlayacaksınız... Ben halkınızla ata topraklarınıza döndüğünüzden hayli memnünüm, ve bu yüzden herhangi toprak bölgesini seçebilirsin, yolunuz uzaktı,halkınız da çok sıkıntı yaşamış, bu nedeniyle soylarınız iki sene hazineme vergi ödemekten muaftır. Ve daha bir şey... – Toktamış derin düşünüyormuş gibi davrandı. – Bundan böyle sen Karahoca ve sen Kencanbay hep yanımda olucaksınız. Bundan sonra siz Kudayberdı, Koblandı, Şuak, Uak, Şori iki Daulet ailelerine egemen olacaksınız. Onlar benim desteğim, Altın Orda onlara dayanır. Toktamış’ın söylediklerini duyar duymaz, Edige benzi kül gibi oldu. Bu görkemli konuşmalarla neler örtbas etmeye çalıştığını iyi bilirdi Edige. Her sayılan bahadırlardan birisi Edige’nin kendisiyle seçilmiş alayın başında hareket ediyordu. Birlikte onların hepsi Orda sol kanadının ordusu idi. Demek bu tayınla Kencanbay laşkarşı oldu ve tüm ordu ona itaat edecektir artık, tabi Han hariç. Ama Edige Altın Orda için kaç senedir o kadar çabaladı ki, tüm bunlar sadece ona ait olmalı kesinlikle. Daha acımasız intikam kendini sever noyan için bulmak zor olurdu.

Toktamış, Edige aniden kasvetli oldukça, her şeyin doğru hesaplanmış olduğunu  fark etti. Ve daha fazla noyanu aşağılayarak, intikam zevki almak için, ona yüzünü döndürerek sordu:

 

-          Edige, sence kararım doğru mudur?

Noyanın  yüzü halsiz cansızdı, ama kendini gelip, kararlı bir sesle sakince söyledi:

-          Sayın Han  benden tavsiye isteyerek lütfetti... Bilgeliknin sonu yoktur... ihsan ettiklerinizin daha fazlasını hak ediyor Kencanbay...

Edige yavaşça halının üstünden kalktı, giderken de alışılmış olduğu gibi,Han’ın üzerinde yerlere kadar eğilmeden, sadece hafifçe başını eğdi. Toktamış’ın dudaklarından kinci bir gülümseme uçtu.  Odada bunaltıcı boğan sessizlik vardı, sanki ordan ölüyü çıkartmışlar gibi. Kötü hisler, yaptığı eylemin ne kadar doğru olduğu hakkındaki kuşkular doğdu gönlünde, ama o kolayca kovdu onları. Sonuçta Edige’yi küçük düşürmek isteyen bir tek o değildi, Sadat Begüm de istiyordu onu. İkisi de aynı zamanda yanılmaz ki. Kaderin sesi onları yönetmiş olmalıdır. On sene önce neler olduğundan nerden haberdar olur ki Toktamış? Bunu Edige ile Sadat Begüm anlatabilirdi, ama onlar yapamazlar bunu asla, çünkü hemfikirler bir gün duşmana dönüşürsa bile kendilerini korumak için muamma tutabilirler.

Toktamış’ın geçmişe bakma imkânı olsa, görmüş olurdu...

           Gece kavuşurken, ay yeryüzünün öbür ucuna acele ederken, pembe yanaklı şafağa soluk yorulmuş yüzünü göstermemeye çalışan, atlı en sadık nükerlerin eşliğinde çalkantılı Ceyhun Nehri’nin kıyısından geçiyordu. Şafak vakti oldukça yaklaştı ve yolcular daha da çok acele etmeye başladı. Nehirden soğuk çok üşüyen bir rüzgâr esiyordu, kıyıdan parçalanmış taşların suya düşmesi duyuluyordu.  Edige olgun otuz yaşındaki adamdır. Yüzü güzel, kambur burunlu, dikkatle öne bakan gözlere sahiptir. Uzak yola çıkan bozkırlılar gibi atın üstünde biraz yan oturuyordu. Ara sıra  kimsenin  fark etmediği gülümse dokunuyordu dudaklarına, ve o anlarda kamçıyla atı vurarak hızlandırmaya çalışırdı onu.

           Edige önünde onu bekleyenin kim olduğunu çok iyi bilir. Mangit soyundan Sidak Biy’in kızısı dilber Sadat Begüm’le kararlıştırılmış yerde kıyı çalılıklarında görüşecek. Beş ay önce büyük bozkır bir düğünde görmüş o onu. Aşk her şeyi yapabilir. Bir birini bulabildiler, yeniden karşılaşmaya anlaştılar. Ama savaşçının kaderi zordur. Edige o zamanlarda Aksak Timur’un hizmetindeydi, ve acele işler sözünü tutmaya engel oldu ona. Sadat Begüm çok güzeldi. Kızların, yetişmiş elma gibi bir dokunuştan ayaklarının altına düşme vakti var ya. İşte Sadat Begüm bu yaştaydı. Buluşma ile geçikmek yakışmazdı. Emire döner dönmez, onun kulaklarına bir haber ulaştı: Sidak Biy kızını Toktamış’la evlendirecekmiş... Sadık insanların sayesinde kıza karşılaşmak istediğini bildirdi, ilk kez olduğu gibi, kız kabul etti. İşte atlının yolu buraya geliyordu, bu buluşmaya acele ediyordu o.

           Kararlıştırılmış yere yakın Edige atını nükerlere emanet etti, kendisi de çalılıklardan nehire geçti. Sadat Begüm aldatmamış onu. Bekliyordu. Yeryüzü hâlâ alacakaranlığa sarılmıştı, ama Edige uzaktan tanıdı kızı. Yumuşak alacakaranlıkta kızı şebnemle yıkanmış çiçeğe benzetti onu. Elleri bir araya geldi, o anda arzuya kaplanmış bir birilerin sıcak vucutlarını hissetmişler. Bahadır kızın kırılgan omuzlarını tüm kuvvetiye kavradı, kız acıttığını söylemedi bile, o an Edige anladı ki, kız onun olacak...

           Onlar güneş parıldamaya, orman uyanmış kuşların ötüşe dolmaya başladığında yerin üstünden kalktılar. Sadat Begüm’ün yüzü soluktu, dudaklar ısırılmış,gözleri ise sessiz göller gibi huzurluydu.

           Edige aniden soğuk ve asık suratla baktı dilber kıza. Sözleri ağır ve keskindi:

-          Kiminle buluştun benden önce?

Sadat Begüm’ün gözünde telâş gözüktü, ancak o hızla söndürdü onu ve usulca gülümsedi.      Bahadırın yüzüne bakarak, söyledi o:

-          Beğenmedin mi beni?

-          Ben öyle demedim...

-          O zaman niye soruyorsun bunu? Eğer  beni istiyorsan atının üzerine oturt ve yurtana götür.

Suratı asık Edige sustu.

Sadat Begüm aniden başını kaldırdı. Saçlarına dikilmiş altın ve gümüş paralar usulca çınladı.

-          Tamam! Bilmek istiyorsan!...Ben sadece Toktamış’la oldum!..

-          Nasıl olmuş bu? – bahadırın sesi çatladı.

-          Bu dört ay önce oldu...

-          Halk, başkasının çocuğunu büyüttüğümde alay etsin mi istiyorsun?

-          Ama ben hamile değilim!..

Edige yüzünü çevirdi ve yolu seçmeden çalılıklardan geçip gitti. Gözleri acıyla dolu bakıyordu Sadat Begüm arkasından. Bu sondur. Onun karısı olmayacak artık, biliyordu. Bahadır ihaneti unutmak için fazlasıyla gururludur.

Ama bir birinden kopmak nasip değilmişti. Toktamış’la evlenmesi bile engel olmadı ona, imkânları olduğu vakit  gece bulusuyorlardı yıllardır. Sevdiği insanın sıcak kucaklamaları hayal eden aşık  kadını durduracak bir engel yoktur. Ve bu engel ne kadar zor olsa, hedefine ulaşmakta kadın okadar atılgan ve cesur olur.

Edige ile uzun sure yakın olmazsa, aklını kaybetmeye başlıyordu. Her geçen gün sonsuz, ağır, renksiz bir yük gibiydi.

Diğer erkekler ilgilendirmezdi onu, kimsenin sevişmeleri yanan ruhunu ve aşka susamış bedenini dindiremiyordu.

İşte bu zamanlar Toktamış’ın ilk karısı ölmüş, ve bozkır âdetlerine gore, onun yeri Sadat Begüm’e geçti. Ya senelerin geçmesi, ya asıl ev hanımın yeni durumu Sadat Begüm ’e daha ihtiyatlı ve dingin etti. hâlâ özlüyordu Edige’yi, ama şimdiki ona sevgi sakin ve akıllı elle içine atılınan odunlarının bir ocağa benzer oldu. Ama Edige’nin, Toktamış’ın ilk şimdi rahmetli olan eşinden doğan kızısı Canike ile gizlice buluştuğunu duydukça sağduyu yine bırakmış onu. Her zamankinden daha da fazla arzuladı bahadırı.

Bir kere sıcak yaz gecesi Edige’nin ve Sadat Begüm ’ün aulları çok yaklaştı bir birine, buna dayanmadan, buluşmayı hayal eden bayan kendisi gönderdi güvendiği adamı ona.

Gün batımında derin kurumuş sel yarığın dibinde buluştular onlar. Edige bu kadar kasvetli ve suratsız bir kez bile olmadı onunla. Sevdiğine sarılmak için, sıcak gögüşünü hissetmek için, ona doğru koşup ellerini açtı, ancak Edige itirdi onu.

-          Bekle, - kötü gizlenen öfke ile söyledi o. – Artık buluşmamayalım. Sen biraz vakurlaşmalısın. Bozkırdaki randevulara gelmek için bu kadar genç değilsin.

Sel yarağı karanlıktı, ve Sadat Begüm bir an Edige’nin ağzından kelimeler değil korkutucu soğuk yılanların düştüğünü sandı. Bu yılanlar gögüşüne sine sine yaklaşıp, boğazını sarıp, nefes aldırmamakla boğuyordu onu. Ölü gibi yüzü benzi kül oldu.

-          Bunu nasıl söyleyebilirsin?.. – kadının sesi titredi. – Sen sadece Canike’yi tercih ettiği için diyorsun öyle. Sen bana ihanet ettin!..

-          Kötü bir şey mı var bunda? – terbiyesizce sordu Edige. – Oynak Canike senden kötü mü? Senden sıkıldım artık! – geçmişteki dargınlığını unutmamış gibi, ekledi o.

Göğşünü yırtan iniltiyi dindirmeye çalışan Sadat Begüm boğazını sardı.

Bahadır da kadına bakmadan bile dönüp uzaklaştı. Arkasına bakmaya kaldı, patikadan sel yarığının dik yamacına nasıl tırmandığını,kalçasında sallanan eğri kılıcını nasıl tuttuğun izliyordu...Kulaklarında da hâlâ yüksek sesle son kelimeleri çınlıyordu: «Senden sıkıldım!..»

           Terk edilmiş kadından daha acımasız duşman olamaz, o sözleri canıyla ödeyeceğini bilmiyordu Edige. Sırf ihanet intikamını almak için, yılan gibi derisinden çıkabilir. Han’ın en sevdiği eşi çok şey yapabilirdi. Yükseklikte sel yarığının kenarında Edige’nin güçlü vucudu son kez göründü, Edige’nin tütreyen soluk dudakları ise ardından fısıldadı:

-          Bekle, Edige Mirza, sözlerini yanına bırakmayacağım!..

İşte tüm bu olanlarını Altın Orda’nın yeni Hanı nerden öğrenebilir ki? Döğruyu bilenlerden birisi en sevdiği eşi Sadat Begüm ile sadık ve cesur Edige emiri hakkında anlatmaya kim cüret edebilirdi ki?

 

 

***

Kalka nehri büyük değildir. Kardeşleri Büyük Don  ile Heybetli İtil kadar büyük olmasa da, kader, diğer ünlü nehirlerinin gömediği şeyi, ona lâyık görmüş, hem de iki kere. 11 haziran 1223 yılı(koyun yılı) Kalka kıyılarında başında Bahadır Cebe ile Sübedey Moğol tümenler Rus ve Kıpçak birleşik ordusu ile karşılaştı. Burda yad diyarlarda ilk zaferi kazanan onlar, Altın Orda  kurucusu Batu Han’a ait hunhar tümenlerine Rusya’ya yol açtı.

           O şiddetli savaşından sonra  bir yarım yüzyıl geçmişken, kader tam da burda buluşturdu Altın Orda Hanı Toktamış’ı ve Kırım’ın hükümdarı Mamay’ı. Güçlenen sağlamlaşan Rusya’yı kaybetmiş ikisi de, artık  «Altın Orda asıl hükümdarı kim»  çözme zamanı geldi. On binlerce cılız yeleli atlar üstünde savaşçılar karşındaki nehir kıyılarına yavaş yavaş yaklaştı. Nisan ayı sona eriyordu. Erken kurumuş toprağından yaş gür otlar çıkmış oldu, ve daha soluk renkli ilk çiçekler başlarını bol parıldayan güneşe uzattı. Hiç birşey korkunç olaylarını belirtiyor gibi değildi.

           Mamay asık suratla çevrelerde göz gezdiriyordu. Ruhu hayli sıkkın ve huzursuzdu. Mücadelerden önce hep hissedilen  kararlılık ve  kendine güven bir fırtına gibi uçup gitti. Suç lânetli Ruslarda idi, Kulikovo Meydani’ndaki olaylar gün gece takip ediyor oldu onu. Bundan başka Mamay’ı telâşlandıran askerlerinin heyecan azalması, anlaşılan o ki, rusların tehevvürü ve ölüm nefesinin yakınlığı hâlâ unutulmamıştı, ve herkezanlıyordu ki, ikinci kez mücize olmayabilir, hızlı atlar bile yardım edemez.

           Mamay’ın kendisi de mücadeleye isteksiz gidiyordu. Toktamış’la savaşma zamanı henüz daha gelmediğini hissediyordu o. Mamay sessiz kalırsa eğer, iktidarını yok eden yeni Altın Orda Hanı saldırmaya cesaret edemez düşünmüştü. Rusya savaşında hayatta kalanlarının korku unutmaları, yeni mücadele hareketler öğrenmeleri için, daha sakin bir seneye ihtiyacı vardı. Toktamış ile karşılaşmasını düşünmeye bile korkardı. Önce yaşanan rezaletinin kefaretini ödemeli, eski iktidar gücünü aynı yere getirmelidir.  İşte o zaman... Ama Toktamış bekleyecek değildi. Boş oturmaktan yorulan askerleri, ganimet ve duşman kanı peşinde, ruyalarında at yarışları, kılıç çatışmaları, şaha kalkan atların horlamalarını görüyordu. Bu savaşçıların isteğiydi... Ama Hanları daha ileriye bakıyordu. Mamay’ı yineden güçlendirmekten korkuyordu, öyle olsa savaşın sonucunu önceden kestirmek zor olur. İşte bu yüzden Toktamış tümenlerini Kırım Han’ın mülkiyetindeki topraklara sürdü, Mamay’ın duşmanın karşısına çıkmaktan başka bir seçeneği kalmadı ki. Yıllar önce olduğu gibi, Moğol ve Kıpçak lehçesinde Kalka kelimesi dile getirmiş oldu. Mamay’ın yüreğini yeyis kaplamış olduğuna rağmen, hâlâ mücadele olmayacak diye bir umudu vardı. Çoğu zaman mücadele arifesinde iki ordu, anlaşmadan, her biri yana gitmiş oluyordu. Her elebaşı yaptığı hareket için bir açıklama kolayca bulabiliyordu, ve hiç kimse onun doğruluğundan şuphe etmeye cesaret edemezdi.

           Bir zamanlar yılan tarafından ısırılmış insan çizgili ipten bile korkar; son mücadelede yenilen askerin içine kuşku düşer sonrasında. Mamay’ın ordusu Kalka kıyılarına ulaşır ulaşmaz Mamay Toktamış’a ulağını şöyle sözlerle gönderdi:

-          İkimizin de yüz bin askeri var. Yarın çoğu canını verir. Ölüm nedeni biz oluruz. Uzun süren anlaşmasızlığı çözmek için, tabi sen korkmuyorsan eğer, düelloya çıkmak daha iyi olmaz mı? Altın Orda ve zafer  kime ait olma kararı Allah’ın ve kaderin ellerinde olsun. Orduların ikisi de kazanana itaat etsin. Altın Orda yeni hükümdarı de şöyle bir emir versin: askerler diş duşmanlara mızraklarını açsın ve öncelikle Rus kâfirlere.

Bozkır hükümdarlarının âdetinde yoktu böyle konuşmak. Onların görevi hükm etmek ve askerlerin akıbeti hakkında düşünmek yoktu. Bu yüzden Mamay’ın davranışı anlaşılmaz ve yabani idi. Ulağı Toktamış’a göndermesinde amacı neydi,kimse bilmiyordu. Belki zafere inanıyordu, belki ölümün yaklaşmasını hissederek şerefle gitmek istemişti; kaçarken bir vadide öz hain nükerle öldürülmüş bulunmak yerine bu daha iyiydi.

Mamay’ın adamları Toktamış ordugâhına geldiğinde, han yarınki mücadeleye hazırlanan ordu muyaneden yeni dönmüştü. Edige, Kencanbay, ve Urushoca bahadırlar yanındaydı.

Toktamış ulaklarını çadırın içine davet etmeden, dışarıda herkezin önünde konuşturdu onları. Kasturik yüzü kâğıt gibi soluk, kelimesi kelimesine Kırım hükümdarının sözlerini iletti. Çevredekiler soluğunu kesti. Çatık kaşlarının altından Edige Han’ın cevabını bekleyerek, merakla izliyordu onu. Aniden Toktamış ile Edige’nin gözleri bir araya geldi, ve o Edige’nin düşüncelerini anladı. Dehşetli garez alevlendi içinde, zorla kendini tutabildi o: «Sence, kırgın bahadır,bu düellödan vazgeçecek miyim? Hayat çok güzel!.. Sen beni tanımıyorsun!» Bir an Mamay’ın teklifini değerlendirmekte faydası var gibi geldi, çünkü ellerinde güç var halâ, ve gençliğinde olduğu gibi eyerinde sıkıca ve güvenle oturmuştu... Toktamış hemen bu arzusunu bastırdı ama.

Kasturik’e azametle bakarak söyledi:

-          Mamay bozkır kuralları bilmiyor mu? Han  sıradan birisiyle  düelloya giremez.Ben Cengizliyim, o da düşük kökenli birisi, unuttu mu? Sıradan birisin kellesini sıradan birisi alır, hanın kellesini han alır. Okumun isabeti ile kılıcımın ne kadar keskin olduğunu öğrenmek istiyorsa eğer, kan tarafından bana eşit bir Cengizliyi göndersin, meselâ, Kırım Hanı Muhammed Gıyaseddin’i göndersin.

Gülümsüyor gibi oldu Edige. Toktamış’ın böyle davranacağını biliyordu, çünkü o asla Mamay’ın kılıcının altına Kefesını koymaz. Gıyaseddin Muhammed de korkak olduğu için, mücadeleye girmeye cesaret edemez, kılıcını çıkarmadan ölür o.

           Kısaca Edige’ye bakıp, söyledi o:

-          Eğer Mamay gücü ile ne yapacağını bilmiyorsa, o zaman benim Emir Edige ile savaşsın. Kökenleri aynıdır. Herkes atalarının kim olduğunu hatırlamalıdır. Bu sözler bir tek ulaklar için söylenmemiş, aynı zamanda Edige’yi bir daha aşağılamak için söylenmişti.

Toktamış onurlu Edige’nin öfkelenmesinden küstah cevaplayacığını bekliyordu, ama o sadece başını eğip, kılıcını kından ortaya çıkartıp yerine koydu, ve böylece efendisinin isteğini yapmaya hazır olduğunu göstermiş oldu.

-          Mamay’a söyleyin ki, yarın gün doğuşunda ben tümenlerimle harekete başlayacağım ve yolumda duracak hiç kimseye acımam!

Kasturik bir kelime bile etmedi. Zorla başını eğerek, o döndü ve tepeden aşağıya inmeye başladı. Ona eşlik eden bahadırlar vedalaşırken yerlere kadar eğilip, aceleyle gittiler.

Vahşice gözlerini kısıp, sessizce arkalarından baktı, sonra da sessizce nükerlerine emretti:

-          Saygısızlık için Kasturik’e yetişip kellesini almalısınız. Sözlerimizi bu iki bahadır Mamay’a iletecektir.

Nükerler Toktamış’ın emrini yerine getirmeye acele etti, ancak Kasturik, üzerinde asılan tehlikeyi hissediyormuş gibi, atına atladı ve kamçıladı onu.

Mamay’ın ulağına nükerlerinin yetişemeyeceğini görerek, Toktamış Kencanbay’a bağırdı:

-          Senin Okun onu yakalasın! Elimizden kaçmamalı!

Kencanbay yayını çekti. Keskin bir ucu ile ince ok Kasturik’in peşinden uçtu. Toplananlar dörtnala koşan bahadırın başından borik( kazaklarının baş giyimi) düştüğünü gördü, kendisi ise yarasız uzaklaştı.

-          Ünlü tetikçi Kencanbay tutturamazmış, - istihkar ile söyledi Toktamış.

Kencanbay’ın daha dün sırt sırta savaşan bahadırı öldürmeye eli kalkmamış olduğu için isabet etmediğini nerden bilecekti Toktamış?

 

 

 

 

***

 

           Güneşin kırmızı gözü yerüzünün kenarında yavaş yavaş gösterildi, endişe ile parıldaması savaşçıalarının ruhlarına ölüm korkusunu yerleştirmiş oldu. Sabah rüzgârı pürüzsüz uçuşunu durdurup, ve alçak bahar otlarında saklanmak için yere düştü.Çok az vakit sonra  binlerce at ezer onu, savaşçılar ise nihayet eğri kılıçlarını çaprazlayarak, günlerce işkence eden korkularını unutur, çünkü artık tek arzuları hayatta kalmaktır. Bunun için başkalarının hayatlarını alacaklar, ve hiç kimse savaşsız sefersiz yaşamı bu anda bile düşünemez ki. Savaşçıların asıl görevi savaşmaktır – çok eski kimsenin hatırlamadığı zamanlardan geliyor bu fikir. Ne için ve kimin karşısında savaştıklarını hükümdarları söylemelidir... Daha yakın zamanlarda Han söylüyordu ki: «Yabancıları öldürelim, aksi takdirde onlar bozkırımıza gelip, otlaklarımızı suvatlarımızı yok edecekler, çocuklarımız karılarımız kaçırılmış olabilir». Bugün Kalka kıyılarında duşman olarak aynı dilde konuşan, ayni tanrıya inanan, ancak farklı hanlara itaat eden ve farklı soylara ait savaşçılar karşılacaktır. Toktamış’ın sırtında Kıpçaklar ve âdetlerini kabul eden Moğollar, Mamay’ın sırtında Nogalinlarının adını alan bozkırlılardır.

           Yaydan çıkan ok  geri dönemez, aynı zamanda bir birine karşı hürya eden iki ordu durdurulmaz olur. Toktamış, üstünde parlayan zırh ve yaldızlı sivri tepeli miğfer ile, dikkatle müfrezelerin kaydırılmalarını izliyordu. Tüm savaşçılar mücadeleye hazır olduğunda, elini kaldırdı, ve o an başının üzerinde siyah boğa başı ile üstünde beyaz bayrak çıkartıldı. Karnaylar hırladı, zurnalar seslendi, davullar vuruldu, tüm bunlar atların horultusunun nedeni olmuş.

           Mücadelenin arifesinde Mamay kendini hâlâ Altın Orda hükümdarı sanıyordu – ordusunun üzerinde altın saçaklı sarı bayrak  yükseliverdi. Aynı şekilde çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık adamlar az sonra bir birine karşı hürya edecekti.

           Herşeyleri birdi: silâhlar da, düşünceler de. Her bir savaşçının eğri kılıcı, bir mızrağı, bir yay ile keskin oklara dolu sadakı vardır. Sol kolunda dirseğe yakın koyun ya da deve derine kaplanmış, bükülmüş asma dalından bir kalkan asık, kuşağında ise  kenarlarına demir şerit geçirilmiş başlıklı topuz var.

           Nihayet Toktamış, ellerini göge açtı, dua ediyormuş gibi avuçarını yüzüne sürdü,ve,tüm vucuduyla gerilerek, yüksek sesle bağırdı:

-          Savaşçılar! Allah bizimle! İleri!

Tümenler ilk önce tırısa kalktı, sonra sıralar hızaya gediğinde atlar kendileri hızlandı, bir dakika sonra kara kükreyen şaft hızla bozkırda götürüldü, ve onu durduramayacak bir güç yok gibi görünüyordu. Ama bozkırın başka tarafından Toktamış’ın şiddetini karşılamaya hazır diğer bir şaft göründü. Kulikovo Meydanı’nda yaptığu gibi, ordunun önünde Ceneviz piyadesini koydu, ordunun kenarlarında ise süvariler yerleşti.

           Sarsıldı inledi yeryüzü, demir şandırtı mücadelenin başlanmasını ilân etti. Atlar kişnedi, ve savaşçılar delirmiş gibi, bağırdı:

-          Aruah! Aruah! Cetlerin ruhu!

-          Karahoca!

-          Kencanbay!

-          Mamay!

-          Toktamış!

Öfkeli ve korkmuş oldukları için, cetlerinin ruhlarını ve tanrını yardıma çağırarak, hükümdarlarının adlarını tekrarlayarak, adamlar bir birini kesiyordu, saplayıp vuruyordu.

Toz bulutun içinde kayboldu savaş meydanı, şimdilik kazanacak tarafını tahmin edebilecek birisi bulunamazdı. Savaşçıların çoğu atlarını kaybetti artık ve onlar göğüş göğüşe dövüşmeye başladı artık. Kanlı başlar toprağa düşüp yuvarlanıyordu toprakta, parmaklarında sıkıca sıkılmış kılıçlarla kesilmiş eller düşüyordu, atlarının ayakları altında adamlar, bükülmüş parmakları ile bir birinin boğazlarını arayarak, dövüşüyordu. Sadece öğleye yakın, toz bulutu biraz dağılmışken, belli oldu ki,Toktamış’ın ordusu Mamay’ın ordusunu  geriledi. Kader Mamay’a gülüyor gibiydi. Bu sefer, Toktamış’ı yenmeye isteyen Mamay, Moskova Knezi Dmitri İvanoviç’in Kulikovo Meydanı’nda yaptığını tekrarlamak istedi: bozkır küçük yarlarında Mamay bir kaç bin atlı sakladı, ama onlar kaçan ordunun yardımına gelene kadar  çok fazla vakit geçti. Göcebe savaşçı kaçmışsa, artık durdurulmaz. Mamay,Moskova Knezi ile savaşta önemli ne olduğunu hiç anlamamıştı. Ruslar yağmacılık için değil, ve Knezleri için altın taht bulmak için değil çıkmışlardı. Onlar - vatanını, evini, çocuklarını, karılarını terzilden ve esaretten korumak için çıktı. Geri dönüşleri yoktu. Tasarlarını sadece zafer gerçekleştirir, rezaletten ise sadece ölüm kurtarabilir. En önemlisini Mamay anlamamış. Toktamış, Aksak Timur’un hizmetinde hep yaptığı gibi, tüm tümen gücüyle saldırdı ona.

Deliye dönen Mamay kaçan savaşçıları durdurmak için o yandan bu yana atıyordu kendini. Ancak şimdi ölüm korkusu hükümdar korkusundan daha güçlüydü. Atlarını kamçılamakla, var olan ne varsa her şeyi bırakıp, atlılar bozkıra kaçtı. Fakat Mamay’a tekrar ordu toplama imkânı vermek  için gelmedi Toktamış. Kazananlar, Han’ın emrine göre, kaçanları takip edip, yakaladıkça eğri kılıçlarla kestiler, mızraklarla saplayıp vuruyorlardı. Bütün bozkır ölülerle örtülmüştü,ölülere tökezlenmiş, kan birikimlerde kaydıkları için, atlar bile hareket edemez oldu.

Savaşanlarının hiç birisi güneşin yolunu bitirdiğini fark etmemiş bile. Yine kırmızı ve uğursuz yeryüzüne yaklaştı o, ancak şimdi gökyüzünün batı kenarındaydı. Yeni Han kazandı, ve Altın Orda’yı, Batu’nun döneminde güçlü ve büyük olduğu gibi, yapmak için hiç bir şey engel olamaz gibi görünüyordu. Güneş gitti, ve artık gece yeryüzünün üstüne siyah yas örtüyü dösemiş oldu.

Toktamış, tepenin üzerinden savaşçıları düşenleri bitirdiği meydanına bakarak, Kencanbay’ın inanacak gibi olmayan ama korkutucu hikâyesini hatırladı: sanki Rusya ile savaş sırasında Altın Orda tümenlerinin üzerinde bir an için güneş sönmüş oldu. Han işkilli işkilli gülümsedi. Ölesiyle mücadelede yorgunlaşmış bahadır neler neler görür...

Ölülerini unutup, yaralanlarını bırakıp, Kırım Mamay hükümdarın savaşçıları kendi Ordalarına ait yerlere dönüyorlardı.

Küçük huş ve titrek kavaklara kapılmış küçük yarda saklanmış Mamay, farkedilmeden Kırım tarafına gidebilmek için karanlığı bekliordu. Mamay’ın yanında koruma nükerleri ve kaçtıklarında onu kaybetmeyenbir kaç noyanu vardı.

Umutsuzluk tüm varlığını kapladı. Boğulduğundan konuşamaz oldu...Bir şey sölemesi lazımdı yanındakilerini canlandırmak için. Nihayet Mamay kendine geldi. Kara kurumuş dudakları bir şey söylemek için açıldı:

-          Bir kez daha kader yüzünü çevirdi bizden, - sessizce söyledi o, - ama ruhumuzun gücü aynıdır. Gelecek sene yineden kılıçlarımızı Toktamış’a göstereceğiz.

Boşuna konuşmuş oldu. Ne Karabakul, ne Kasturik ne de diğer noyanlar cevapladı ona. Mamay rahatça nefes almalarını duymadıkça, zafere inanmadıklarını anladı. Demek yakında yanındakiler de bırakır onu. Gece siyah kadife örtü ile eryüzünü sarmış oldu artık, yüksek gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başladı. Onlar uzak aul yangınları kadar korkutucu ve soğuk parlıyordu.

Mamay sessizce atına dokundu ve bozkıra çıktı. Etraflar sakindi. Sadece bazen yerde yatan yaralılardan kişneyerek kaçınıyordu atlar. Bu savaşçılar savaş meydanından kaçmayı başardı, ancak öz aullarını görmeye izin vermeyerek, yaraları öldürüyordu onları.

Eyerinde bükülmüş, büyük kara kuş gibi, Mamay yavaş yavaş bozkırın üzerinde sürdü. Ufukun üzerinde büyük sarı ay çıktığında, ve atı daha hızlı hareket etmeye başladıkça sadece Mamay arkasına bakmış. Nükerlerinden başka kimsesi yoktu  artık. Noyanlar toprağa gömülmüş gibi oldu. Mamay bekliyordu bunu, ama yine de uzun yıllardır seferlere beraber çıktığı adamlar onu bırakmayacak umut ediyordu. Demek umutlarına gerçekleşmeye nasip değilmiş.

Var olan gücüyle atını kamçılayarak, Mamay geceye koştu. Öfke ile umutsuzluk boğuyordu onu, gözleri doluyordu. Eski Altın Orda Hanı anlayamiyordu: ağlıyor mu yoksa gözleri sert soğuk rüzgâr kaşısında ıslanıyor. Önce arkasında at ayaklarının patırtısı duyulmuştu, sonra etrafı sakinleşti, ve sadece atının horuldaması ile kalbinin atışını duyuyordu.  Nihayet Mamay arkasına bakabildi. Mehtap parıldayan dumanlı bozkır bom boştu. O durdu, eyerini bıraktı ve yüzüyle yeryüzüne sığındı.

 

***

 

Savaştan sonra dinlendikçe bir kaç gün içinde Toktamış ordusuyla Kırım Orda’ya ait yerlerine girdi.

         Mamay böyle olucağını biliyordu, ancak elinden gelen bir şey yoktu ki. Gücü olmayanlar bırakılır. Artık hiç kimse itaat etmiyordu ona, ve hiç kimse Altın Orda yeni hanın yolunda duracak değildi. Savaşçılar kendi aullarına dağıtıldı. Daha yakın zamanlarda büyük yüz binlik ordu tek bir elinin sallamasını bekliyordu, bugünlerde ise Mamay’ın yüzden fazla koruma askeri  ile,nedense kalmış bir kaç noyan yoktu. Aniden Mamay’ı yarı yolda bırakan Kasturik geri döndü, Mamay da artık ondan neyi bekleyebileceğini bilmiyordu.

          Onu terk eden noyanlarının toplaştığından Mamay’ın haberi vardı artık. Toplantıda Karabakul dedi ki: «Mamay’dan ne faydası var artık? Onu takip edecek her kimse terk edilecektir. Toktamış’ın tarafına geçsek daha faydalı olmaz mı?»  Ve herkes onunla hemfikir oldu, çünkü hükümdarlarının değişmesinde kötü birşey görmediler. Mamay’ın Kefesını Altın Orda yeni Hanı’na satmaya teklif edenler de vardı. Çok tartışıp noyanlar bu karardan vazgeçti.

Millet der ki, kulan kuyuya düştüğünde,karıncalar bile kulaklarında bayram eder. Doğruymuş. Bozkırda ancak korkatarak saygıyı kazanabilrsin. Mamay bunu çok iyi anlıyordu ve bu yüzden kimseye güvenmeden, şanı ve zafer hayalini unutarak, sadece kendini kurtarmayı düşündü.

Ölmek istemiyordu. Artık ne hükümdarlık, ne de şan vardı; ama  altın, gümüş, inci ve değerli taşlar, kırmızı mercan ve pahalı silâhlar hâlâ emrindeydi. Onları sadece Mamay biliyordu. Hazinesini akkılı bir şekilde kullanabilirse hayatta kalabilirdi. Yıllar geçer, kim bilir kader nasıl bir gelecek ona hazırlar. Her şey bir gün değişecek- gizli zayıf ama böyle bir umudu vardı. Bir kez bile iktidarın tadını öğrenen, bin kez yere atılmış olsa, son dakikasına kadar yeniden o iktidarın ortağı olabileceğine inanır. İşte bu yüzden Mamay Kasturik’ni Kefe’deki Ceneviz tüccarlarına gönderdi – barınak ve koruma istesin diye. Tüccar şehrin hükümdarları duvarlarının arkasında eski hanlarının gizlenmesine engel olmadılar.

Tüccarlar dilenciye koruma sağladıklarını düşündüler önce, ama şehire altınla ağır yüklü kervanın girdiğini öğrenmiş olduklarında gözlerinde tamahkâr ateşi yandı. Kefe sakinleri bağırıyordu: «İktidarını kaybeden bir insan böyle bir zenginliğe sahip olur mu? Öldürülmelidir hemen! Ona ait her şey paylaşılmalıdır!»

Deniz kenarında aldığı taştan evi çok pahalı çıkmıştı Mamay’a. Her şey vardı burda: yüksek duvarla çevrili geniş bir avlu, görevliler ve korumalar için odalar, ürün saklamak için mahzenler. Yakın zamanda zanatçılar duvarını daha da yükselttiler, avlu kapısında da azgın ve kapalı suratlı nükerler nöbete durdu. Evi bir kaleye dönüştü.

Artık burda Mamay’ın altı karı, çocukları, noyanlar, ve Kırım hükümdarını  terk etmeyen nükerler yaşıyordu. Kimse ondan izin almadan kapılarına girmek ya da çıkmak hakkına sahip değildi. Sadece Kasturik ve yaşlı Bitikşi – tibetli Suray duvarının karşı tarafındaki milletle engelsiz konuşabiliyordu.  Kimseye güvenmeyen Mamay yine de Suray’a güvenirdi. Tibetli yıllarca hazinesinin sorumlusu, Orda’nın göz kulağıydı. Konuşulan gerçek haberlerini  getirirdi  hükümdarına, sonra nerde yalan nede gerçek anlamaya yardımcı olurdu.

Bozkır özgürlüğüne alışan Mamay’ı evin kalın duvarları rahatsız ediyordu,düşünmek imkânsız oldu onun için. Bunaltıcı ve dardı bu kendi seçtiği kafes. Her gün daha çok bunaldırıyordu bu durum Kırım hükümdarını ve umutlarının yerini kasvetle yeyis aldı. Mamay  kaçan noyanlar onu Toktamış’ın ellerine vermek istediklerini duyar duymaz, müthiş korkuya kaplandı. Bir kere ruhunda yerleşmiş o korku, bir an için bırakmaz oldu onu. Kırım’ın eski hükümdarı gölgesinden bile korkuyordu.

Her şeyde ihanet ve hainlik görür oldu Mamay. Daha dün güvendiklerine inanmaya bıraktı bile. Noyan mu olur, nüker mı, eşi mi – herkez katildi onun için. Demir izgaralar pencerelerine koydurup, kendini ayrı bir odada kilitledi. Açık kılıçlı nükerler gün gece korudu kapalı kapıyı.

Derler ki kalp hisseder. Belki de yaklaşan cinayetle ilgili söylentiler değil,  sonun yaklaştığını kalbi hissettirdi ona. Bazen başının üzerinde parlak eğri kılıcı tutan bir el görüyor oldu. hâlâ güçlü ve sonuna kadar kırılmamış Mamay kendi korkusunu bildirmemeye çalıştı, ve bu yüzden yanındakiler penceredeki ızgaraları ile kapıdaki gece gündüz duran korumaları ihtiyatlılık olarak tanıdı ancak bozkırlılar avını çevresine almaya takip etmeye ustalardı.  Dünyanın en korkulu avının tekniklerine sahipti onlar, en korkulu av derken – insan avı demektir.

Bir kez Suray Mamay’a dedi ki:

-          Han’ım, Kasturik çok sık şehire gidip geliyor. Neden?

Mamay kuşkulandı:

-          Bilmediğim bir şey mı var?

Tibetli omuzlarını silkti.

-          Dünya hile dolu...Kasturik zengin Ceneviz tüccarlar ile buluştu.

Mamay’ın gözleri parladı. Bahadırın davranışı çok netti. Mamay’ı bırakan herkes aileleriyle Kefe’de yerleşti çoktan,  Kasturik hariç.  Onun akrabaları hâlâ auldaydı.

         Mamay Kasturik’nin kötü niyetlendiğine inanmak istemiyordu. Beraber büyüdüler, beraber seferlere gittiler. Şimdi de, Mamay yenilmiş olsa da, Kasturik hizmetinde halâ. Yine Suray’ın sözleri kuşku düşürdüMamay’ın gönlüne.

-          Hakkındaki her şeyi öğren... Vaktimiz var daha, - dedi  Suray’a o.

Vakti az kaldığını bilmiyordu o. Korkarak yaşamaya yorulmuş Mamay hep  ne için yaşadığını kendine sorardı. Zaman akıp gidiyordu, mücize beklemek nafiledir. Bozkır onu artık unutmuş oldu, Mamay anladı ki, geri dönüş yok artık. Umutlanmak yerine kaderini, etraflarında olanlarını umursamazlık geldi.

Tibetli Kasturik’nin her adımını bilmiyordu Mamay’a, ve yakın zamanda anlaşıdı ki, Suray’ın şüpheleri boşuna değildi – Ceneviz tüccarla birleşen Kasturik’nin niyetleri kötüydü. Ancak eski Han’ın hayata tadı kalmadı. Mamay kendi kendinden şaşıyordu, ama hain Kasturik’nin katliamını erteliyordu.

Aniden Suray’ı biri zehirledi ve o istirapın içinde öldü. Mamay anladı ki, bu dünyada tek kaldı. Hâlâ da Kasturik idamın emrini vermeye bir şey tutuyordu onu. Ezgin ve suratsız tek başına oturup sonunu beklemesi artık korkutmazdı onu, aksine huzur veriyordu ona.

Bir gecede Altın Orda eski  taht iddiası uyuyan odasının kapı açıldı, içine uzun boylu zayıf adam girdi. Mamay bir hışırtı duyar duymaz yatağına oturdu.

-          Sen misin,Kasturik? – sakince  sordu o. Bir süre susup, yorgunca ve sessizce söyledi: - Ben biliyorum...  Biraz  geçiktiniz , şafak vakti yaklaşıyor ya...

Şaşırmış bahadır susup durdu. Yalvaracağına, ağlayacağına, direneceğine, herşeye hazırdı Kasturik, ama bu  ilgisizliğe değildi. Kasturik anladı ki,  iktidarını kaybedince, Mamay için hayat değersizsi artık. Kasturik’nin yanından bir kaç gölge dalıverdi ve sonra, az önce Mamay’ın olduğu yerden boğuk bir ınıltı duyuldu.

Bahadır yerde yatan  vucudunun üzerinden yaklaşıp  eğildi.  Kulikovo Meydanında  Altın Orda ordusu mağlup olduğundan beri ilk kez Kırım eski hükümdarının yüzünde ne korku, ne telâş vardı. Ölüm nefesinden sarı ve zayıf olmuştu. 

Kasturik dizlerini çöktü, acele etmeden kılıç namlusunu çıkarttı ve köşe sakalından tutup, Mamay’ın kellesini kesti. Güneş doğusunda da eyerine ganimetini terkiye asıp, atını kamçılayarak, bozkıra koştu.

 

 

***

Karganın gözünü karga gagalamaz. Kırımı hükmü altına alıp, kan dökmeden vazgeçmiş. Eski Kırım Orda Gıyaseddin Muhammed Hanı’na bile dokunmadı. Mamay’ı terk eden tüm noyanlarını, başlarına kakmadan, hizmetine aldı. Galip cömert ve yüce gönüllü idi.

Koruma nükerler Kasturik’ni çadıra getirdi. Kasturik dizlerine düşüp, ganimetiyle beraber Toktamış oturduğu şeref  yerine sürüklendi. Han’a kadar bir adım kalınca,  Kasturik başını kaldırdı, tabanlarının  üzerine oturup, ganimetini Toktamış’a uzattı.

-          Sayın tahsir! Altın Orda yüce Hanı! Af ile merhamet dilekle sana geldim, -dedi bahadır.

-          Ellerim boş gelmedim ama. Nefesini kestiren ben, duşmanın kellesini getirdim ben.

Toktamış hediyesini kabul edip, Mamay’ın kellesini  çıkarttı. Yukarıya kaldırarak, çadırdakilere gösterdi.  Han’ın yüzü ifadesizdi,  ne sevinçli, ne de hüzünlü idi.

-          Ay-Ay-Ay! – yavaşça dedi Han. – Sen Bahadır, ölünün gözlerini kapatmaya unutmuşsun bile... Rahmetli Mamay sadece benim duşmanım değildi. Altın Orda duşmanıydı o. Onu öldürüp doğru yapmışsın, - Han Kasturik’e döndü ve yüzüne baktı. – Bir zamanlar seninle duşmandık, ama bu yaptığın için seni affediyorum... Ama bildiğim gibi, siz Mamay ile yaşıttınız, ve 40 yıldır sırt sırta duşmanlarınızla savaştınız, düşüncelerinizni paylaştınız... İkiniz de aynı anda bu fani dünyaya geldiniz, demek aynı anda giderseniz - adaletli olur. Arkadaşını rahat öldürebiliyorsan, niye yaşatayım seni? – Toktamış kapıdaki donmuş nükerlere gözlerini çevirdi, ve sesini yükseltmeden, söyledi: Kasturik’ni öldürünüz, ikisinin kellerini töreye uygun bir şekilde gömün. Tanrı Kefelarını bir araya  getirmediyse, biz getiririz...

Nükerler bahadırı tutup, çadırdan dışarıya sürükledi.

 

-          Yolunu sapıtımışın önünde geçit vermeyen dağlar, arkasında da derin derelerdir... – içini çekip, Toktamış söyledi.

Mamay’ın ölümünden sonra, Altın Orda’da Toktamış’a karşı çıkacak tek kişi bile kalmadı. Batu Han eserine eski kudreti dönmüş gibi görünüyordu. Aksak Timur hükümiyetindeki Horezm topraklar hariç, önceden Altın Orda’ya ait tüm yerler bir ellerine geçmiş. Toktamış’ın ordu zaten güçlü idi, şimdi ise Altın Orda tek hükümdarı olduktan sonra,  bayrağının altına daha iki bin asker koymaya imkânı oldu.

Yeni Han akıllıca hareket edip, insanlara kendini cömert olarak tanıtmaya karar verdi. Mamay’a karşı seferinde alan tüm ganimetini ikiye böldü. Yarısı yeni tümenlerin yaratılmasına harcalandı, yarısı da savaşta yardım edenlerine verdi. Toktamış bozkırda saygılıca adaletli ve cömert han olarak tanındı. Eylemlerini Canıbek ile Berdibek’e eylemleriyle kıyaslanınıp, sarsılmış Altın Orda’yı düşürtmeyecek bir Han’ın ortaya çıktığına seviniyorlardı.

 

 

***

Toktamış’ın, hami Aksak Timur’a karşı nefreti yeniden daha da çok alevlendi. Tabi ki, Ak Orda Hanı olmak o yardımcı oldu, fakat Altın Orda’yı kendisi kazandı. Onun yardımı olmadan Moskova Knezikliğini cezalandırabildi, Mamay’ı yendi. Timur’un ordusuna karşı durabilecek gücü de vardı artık.  Ve kudretli Altın Orda Çağatay ulusun hükümdarının dediklerini dinlerse, adil olmaz mı? Horezm’in Altın Orda parçası olmaya hazır olduğunu bildirme vakti geldi. Timur o vakitte İran’da savaşıyordu, durum Toktamış için elverişli idi. Daha Rus topraklarda iken, üzerindeki öz adı ile sikkelerini basmak  için, Horezm’e adamlarını gönderdi. Bu emir için bir kinayeydi: Altın Orda öz Horezm hakkını vermeyecek.

Kendine güvenen insanın tasarımları kuş uçuşu gibidir. Kanatlanmış tasarımlar uzaklara dalar. Saraya dönenToktamış, Kuzey Kafkasya ile Azerbaycan’ı döndürme vakti geldiğini düşünüyordu. Son kez bu topraklarda Canıbek Han hükm etti, ama onun ölümünden sonra yaklaşık yirmi yıl bu topraklar kimseye ait değildi. Timur’dan önce o bu topraklara el koymalıdır.

Toktamış’ın kendisi bile tasarımlarını cüretkâr sanıyordu, çünkü Aksak Timur’un kim olduğunu çok iyi bilirdi, ancak  şansına güvenen Han, kötü düşüncelerini kovmaya çalışıyordu.  Tüm Altın Orda’nın sahibinden şüphelenmeye kim  cüret edebilir ki?

Baş ordunun önündeki müfreze  Saray’a yaklaştı, ve kazananları karşılamaya hazırdı artık. Toktamış, arkadaşlarının güvenini kuvvetlendirmekle, duşmanlarına kendi gücünü göstermek için,  Ruslar ile mücadelede kazanmasını cömertçe kutlamayı karar verdi.

Uzun yolculuğun içinde Han’ın düşünceleri Edige’ye dönmüş  oluyordu çok kez. Bahadır Moskova kuşatmasında kendini gösterdi. Şüpheleri atmak, tüm dargınlıklarını unutmak gerek olduğu görünüyordu, ama Toktamış bir kez bile bir şeyden şüphelendi mi, bırakmaz artık. 

Anlaşılan o ki, iki güçlü canavar bir sürüde yaşayamaz. İkisinden birisi ya birinciliğini bırakmalı, ya da ölmelidir. Ortası yoktur.

Edige’yi nasıl başa çıkaracağını bilmeden, onu nasıl aşağılayabileceğini  düşünüyordu. Kendine güvenen o eski bir atasözünü unutmuş: duşmanın bir kez vurulduğunda kalkmamalı, aksi takdirde sadece bir tokat atarsan, o sana yanıt verebilir.

 

 

***

Asker başarıları kutlama şöleni  Toktamış İtil kıyısında eylül ayın sonlarında yaptırdı. Hava güneşli ve sıcaktı. Bu sene, Toktamış’ın kutlamalarını gölgelememek için, karanlık ülkelerden soğuk rüzgarlar bile esmiyordu. Boz, yeryüzü sularını içmeye kesen otun üstünde bir kaç gün içinde yüzlerce yurta, misafirlerin atlarını bağlamak için kazıkların arasında kıl kementler düzenlenmiş. Özel yapılmış ocakların üstünde  et pişirmek için büyük kazanlar duruyordu, kurumuş tezek ile çırpı yığınları yükseliyordu.

Tüm bozkır soyluları geldi oraya: emirler beyler, bahadırlar kazanmış Han için hedilyelerle üstünde mağrur ve insan koşuşmalara kayıtsız develeri getirdi.

Tüm bozkır neşeli pazara dönüştü.  Canlanmış sesler yankınlanıyor oldu,atlar kişnedi, köpekler tanımadık insanlara havladı.

Sabırsızca Edige’nin gelmesini Toktamış’ın ilk karısı Sadat Begüm bekledi. Kara gözleri endişe telâş içindeydi. Bahadırla sevişmelerini, onun güçlü vucudunu unutamıyordu. Son buluştuklarında dargınlığını unutmuş oldu galiba... Bir kadın aşkını döndürmek için her şeye hazır olur. Yurtanın girişini kaplayan perdeyi bir yana atıp, Edige’nin kervanını bekleyen  hanım sürekli bozkıra baktı. Nihayet bir kervan ortaya çıktığında, sevdiğine ait olduğunu kolayca tahmin edebildi. Edige akrabaların ve dostların eşliğinde geldi. Han’a ve onun eşlerine ait hediyeler dokuz devenin üstünde geliyordu.

Ancak ne tuhaf ki, Han’ yurtaları olduğu yere değil, Toktamış’ın annesi Kotan Kunçek’in yurtalarına götürdü develerini, yani böylece Altın Orda’nın en büyük kadınına hürmetini ifade etti.

Hepsini Sadat Begüm görmüş. Bahadırın bu hakkına sahip olduğunu biliyordu, ancak böylece hanın büyük karısının annesinden daha az saygı hak ettiğini göstermiş oluyordu. Haysiyeti incitilmiş olduğuna rağmen, Sadat Begüm akşam Edige ile buluşmaya vakit bulmuş. Onların buluşması çok kısa sürdü. Bir birilerine sadece bir kaç kelime ettiler, ancak kadının gönlünde  yeni bir güçle bahadıra karşı alevlenen ölümcül kırgınlığı ile nefretli  kıvlcımları oyabilmek  yeter oldu bu.

-            Sonsuza kadar ayrıldık mı seninle? – yalvarışlı sordu umutlu Sadat  Begüm.

Edige yüzüne bakmadı bile.

-            Evet, - dedi o, - ben tekrarlayamam aynısını.

Bahadırın sözlerindeki zulüm ile sertlik bir darbeye benzedi.  Sadat Begüm anladı ki, geri dönüşü yok. Son umudu öldü, oun yerine intikam ihtiyacı doğdu.

Toktamış’ın Rus kneziklerine saldırmadan önce Edige’nin hakkını çevirmeye başladı o. Karanlık köşede gizlenmiş örümcek gibi bahadıra karşı ince ve yapışkan duşmanlık iplerini örmeye başladı. Sel yarığında buluştuklarındaki sözleri hâlâ yakıyordu onu. Ve bir kez Sadat Begüm dedi ki ona:

-            Bazen Edige’den korktuğunu düşünüyorum...

Toktamış kaşlarını çattı. Kendi karısı demiş olsa da, ona Altın Orda Hanı’na bunu duymak hoş eğildi.

-            Neden böyle diyorsun?

-            Bunu diyen bir tek ben değilim.. – Sadat Begüm gözlerini indirdi. – Bahadır çadırına girdiğinde ürpeliyorsun...

-            Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?..

Kadın üzgün oldu.

-            Dediğimi unutma. Kendin göreceksin...

-            Nasıl?

-            Edige’nin gelmesini duyunca, ellerindeki kımız kasesi titrer mı yok mu, bak...Titremezse, ben yalancıyım...

Nefretten kör olmuş kadın uzağa bakar. Her şey  tahmin ettiği  gibi oldu: Toktamış’ın gönlüne bahadıra karşı daha bir itimatsızlık tanesi düştü. Bereketli korku toprağında filizlenmiş o.  Artık Edige’nin şahsında rakip görüyordu, yolundan çıkarmayi düşünmüş oldu.

Toktamış bu konudan kimseye bahsetmedi. Ancak sevdiği kadından düşünceler gizlenebilir mi? Sadat Begüm kolayca okuyabiliyordu onları, ve böylece ısrarla hedefine yaklaşmış oluyordu. İlk kez olduğu gibi, hana tesadüfle söylemiş gibi oldu:

-            Bugün kötü ruya gördüm... Sanki Altın Orda Hanı sen değil, Edige oldu... Sanki kara Hanike ve Canike kızlarını tecavüz etmek için yurtasına sürüyor... Olur mu öyle şey ya...

Toktamış karısına hiç bir şey söylememiş, ancak duymamış değildi. Han sadece kötü haberleri dinlerken, yüzünü ifadesiz tutmayı öğrendi.

Sonra Sadat Begüm ’ün yüreğinde  Edige ile ilişkilerinin normale dönme  yeni umudu alevlenirken, bahadırı unutmuş gibi oldu, ve Toktamış’la  onun hakkında konuşmamış oldu.

Ve bugün uyumadan önce Han’ı aşka doyurmuş Sadat Begüm , yineden Edige’yi andı:

-            Edige mağrur oldu. Orda’ya sabah gelmiş, hürmetini sana göstermek için gelmemiş  hâlâ, itaat etmiyormuş gibi artık sana. Sadece annene selâmla ve saygıyla geldi. Yanında büyük bir müfreze götürdü... Çok büyük... – Kadın içini çekti ve ekledi: - Kötü bir şey olmasın da...

Bu gece Toktamış’ın uykusu huzursuzdu. Sabah Kencanbay’ı görmek istedi... Çatık kaşların altından önüne bakarak, söyledi:

-            Dün Orda’ya Edige geldi. Seni dokuz bahadırın elebaşı tayın ettiğimden memnün olmadığını öğrendim. Korkarım ki, onun dostlukla sadakatına güvenmesi zor olur... – Ve Kencanbay’ın gözlerine mütehakkimane ve soğukça bakarak, söyledi: - Edige ebedi olarak sussun istiyorum...

-            Edige’ye küs değilim ben... Ayrıca, onu öldürmeye kolay olmayacak. Arkasında kudretli ve güçlü bir soy duruyor. Reisleri suçsuz olup ta  öldürülse, susup bekler mı bu soy? Kıyamet kopacak, kan dökülecek.

-            Suçlü edebiliriz onu. Altın Orda’yı lânetlemesi yetmez mi?

Kencanbay hanın dediklerini dinledikten sonra düşüncelere daldı. O da devam ediyordu hâlâ.

-            Orda’ya onu öldürmeye gerek yok ki, şölende insanı öldürmek günâhtır. Edige’yi bozkırda yakalabiliriz...

Toktamış Kencanbay’ı korkutmuyor, ondan rica etmiş gibi oluyordu; ama akıllı bahadır bilirdi ki, hanın rica etmesi - emirdir.Ve bu sessizce verilen emrin dinlememe sonucunu iyi bilirdi. Ancak Toktamış  Edige’nin  idamını yazarken, Kencanbay’ı da mahkum etmiş oluyordu. Hanlar sırlarını paylaşmayı sevmezler. Emir yerine getirilmiş olduktan sonra, Han emri yerine getireni öldürmek için illâhi bir neden bulur.

Kencanbay saygılıca başını eğip,  düşünmek için zaman kazanmak istedi.

-            Emrini yerine getireceğim, Han. Ancak seçtiğim yiğitlerini almamaizin ver.

-            İstediğin gibi olsun.

Kencanbay ilk önce bir savaşçıydı ve kalbi biraz bile yumuşak değildi. Emirlerini yerine getirmeyi ve öldürmeyi bilirdi. Ancak bu sefer Toktamış’ın istediğini yapmaktan bir şey tutuyordu onu. Bu yüzden Edige’ye yiğitini gönderdi, oda Edige’ye şunu ileticekti:«Gelicek gün sizin için tehlikelidir. Han’ın yurtasına girdiğinde, adamların bağlanmış atların eyer kolanı kessin».

Ve kahvaltı yapacak Edige’nin ellerine su döken  yaşlı bir hızmetçi fısıldadı ki ona: «Cesur Edige, seninle aynı  soydan geliyoruz. Bunu nerden öğrendiğimi sorma bana...Han’ın karısı size sağ  tarafındaki altın kaseden kımız koymak isterse, içmeyin lütfen!»

Edige telâşlandığını saklamak için alayca sordu:

-          Demek istediğin - kımızın zehirli oduğu mu?

-          Hayır. Bu daha korkunç. Hanın karısı sizi rezil etmek istiyor. Kasede idrar olucak.

Edige’nin yüzü soldu. Öfkeye kaplandığı vakit böyle olurdu hep. Kencanbay’In kendini kurtrmak amacıyla yaklaşan cinayetinden haberdar ettiğini, hizmetçinin de Sadat Begüm ’ün emriyle geldiğini nerden bilebilirdi ki? O istedi ki, Edige yapacağını bilsin, istiraplı yüz ifadesini görmek istedi bile bile kımızı içtiği zaman, ya da tam ters, Altın Orda Han’ın yurtasında, onu dökerek, saygısızlık yapacağını bekliyordu. Daha sinsi intikam olabilir mi? Ya Edige itaat etmekle rezil olur, ya kavga çıkar.  Sadat Begüm Toktamış’ın kavga yapmak istediğinden haberi vardı. İnatçı bahadırı yok etmek daha iyi fırsat bulunmazdı.

Han’ın yurtasına gitmekten önce arkadaşları Temür Kutluk ile Künçek Oğlan’la danışmaya karar verdi. İkisi de Cengiz Han’ın soyundan geldi, ve onlar uzun süren dostlukla bağlıydı  bir birine. Kısa süre içinde danışıp, Toktamış’ın meydan okumasını  kabul etmeyi istediler.

Güneş gökyüzünün ortasına yükselir yükselmez, bozkır âdetlerine uygun bir şekilde Han’a hürmetlerini ifade etmek için, üçü de hanın yanına doğru gitti. Toktamış’ın yurtuna girdiklerinde tüm soylular toplanmıştı artık. Han’ın kedisi tahtta oturmuştu. Sağda Cengiz Han’ın soyundan emirler oturuyordu, solda yüzyıllık hikâyeci Sıpıra Cırau oturmuştu. Aşağıda Toktamış’ın hükmündeki soylardan gelen biyler ve bahadırlar oturdu.

 Bu sefer Edige’nin yurtaya girdiğinde bir tek han değil, ordakilerin çoğu ürperedi, çünkü Sadat Begüm ’ün tasarımlarından çoğunun haberi vardı. Bilinmeyen yollardan ulaştı bu  haber onlara. Nefeslerini kesip, herkes ne olucağını bekledi.

Bahadırın yüzü sertti. İsteksizce cevapverdi han girdiklerinin selâmlarına, ve başını sallayarak oturacak yerlerini gösterdi onlara. Merhametsiz davrandı Toktamış misafirlerine. İki Cengizli ve şanlı bahadır çıkışın yanında tanınmamış,lütüfta bulunan insanların oturduğu yerde yerleşmişti.

Nefeslerini kesip, herkes Edige’nin patlamasını bekliyordu. Ama girenlerhakareti  fark etmemiş gibi,hanın gösterdiği yere oturdu. Körleşmiş gözlerini sıkıp sıkıp, yaşlı Sıpıra Cırau olumsuz biçimde başını salladı. Ama bu an hareketini  kimse farketmemiş, çünkü herkezin gözleri misafirler ile Toktamış’ın yüzlerine izliyordu.

Toktamış gelenlerine herhangi bir önem vermiyormuş gibi, kesilmiş konuşmasına devam etti:

-          Ve sonra Aksak Timur’a hakim oldu...

 Herkes gibi Edige Toktamış’ı dinliyormuş gibiydi, ancak ağır göz kapaklarının altından bakışları Sadat Begüm ’ün üzerindeydi. Kadının yüzü sakin ve biraz soluktu. Âdete göre ,Han’a engel olmadan, kaselere kımız döküyordu, ve ince gümüşle işlenmiş kemeri ile kuşanmış yakışıklı delikanlı yumuşak halı kaplı yerinde sessizce yürüyerek, misafirlere kımız veriyordu.

Herşey hizmetçinin dediği gibi oldu: Sadat Begüm Edige için kımızı diğer altın kaptan aldı. Telâştan elleri titredi, belki de bu yüzden içecek kaseden taşıdı.

-          O – o –o ! – usulca seslendi kadın, -  Edige çok susamış galiba, - ve çocuğa dönerek emretti: - bu ağzına kadar dolduran kase bahadırın harareti gidersin.

Bahadırın yüzü küle benzemiş oldu. Sadat Begüm ’den gözlerini çekmeden, çocuktan kaseyi aldı. Sonra yavaş yavaş sanki isteksizce dar namluyu çıkartıp, çaprazvarca içeceğin üzerinden çaktı. Kımızı namluyla karıştırıp,istihfafla yurtanın eşiğe döktü.

Kaseyi ayaklarının altına atıp, yavaşça kalktı ve eğilmeden, dışarıya çıktı. Onun ardından Temür Kutluk ile Künçek Oğlan fırladı.

Kimse bir kelime bile etmedi, durdurmaya da çalışmadı. Toktamış’ın yüzü ölümcül soluktu. Yurtada oturanların kendine gelene kadar, ince keçe duvarın ardından tıkırtılı at patırtısı duyuldu.

Kencanbay telâşla kapıya koştu. Kovayalanlar gırtlaksı bağırtılarla bozkıra koştu, ve Kencanbay yurtaya geri dönene kadar, orada uğursuz sessizlik eğemen oldu.

Kamçıyı gögüşüne sokularak, Kencanbay bir dizini çöküp, yerlere kadar  başını eğdi:

-            Yüce Han, cezalandırılması için, bu cüretkat Edige’yi yakalamak istedik, - bahadır daha çok başını eğdi, - ama kimisi eyerlerimizin at kolanlarını kesmiş...

Toktamış’ın gözleri küçük yarıklara benzemiş oldu.

-            Yakalayın!.. – boğuk sesle söyledi o. – nasıl olsa da yakalayın!.. Ayaklarımın altında ya Edige, ya da kellesi olmalıdır!..

Sıpıra Cırau’nun zayıf titreyen sesi hanın laflarını kesti:

-            Durun lütfen! Yüce Han, Edige’nin kim olduğunu bilmiyor musun? Tuktışaş Aziz Babanın kuşağıdır... On beş yaşında bey oldu, ve onu halkı seçti, adaletle yönetmesine güvendi...Edige’nin hareketinde senin hatan yok mu?

Toktamış Kefesını çevirdi ona:

-            Benim suçum nedir?

Sıpıra Cırau  şiddetli handan korkmamıştı:

-            Saf kan atı çamurlu su içmez. Yurtanda ikram edilen kasenin dibine bak. Sen  nasıl davranırdın?.. Hayırsız bir şey oldu. Edige’nin hareketi cüretkârdı. Kımızı eşiğe dökmüş ya, demek bir gün senin ocağını yok etmeye gelecektir. Bu gerçek olmasın, ancak dünki arkadaşlar duşmana dönüşünce çok kan dökülüyor. Aksak Timur’a gitmekten başka çaresi yoktur artık, çünkü intikam kıvılcımı yanmış artık. Sana birşey soracağım, ne faydası var bundan, Yüce Han?  - konuşmasına devam etmek için gücünü toplayarak sanki, sustu o. Kimse sessizliği bozmayı cesaret edemedi, hikâyeci yine ağır ağır konuşmaya başladı. Sesi çok acıydı: - Ve şimdi kan davası başlar. Milletin yaşamı zor olucak. Sen Yüce Han, Altın Orda kuvvetlendirmedin mi? Tekrar bu topraklara fitne gelsin mi istiyorsun? Edige ile kavgaya girersen olur bu. Akıllı ol, han, felâketi çağırma, duşmanın Aksak Timur’un kudretli kanatlarından biri Edige olmasın... Lütfen adamların Edige’nin peşinden gidip,  geri dönmeye ikna etsin onu. Onu affetmelisin, yürekleriniz bir birinize açılmalı. Toktamış uzun süre içinde sessiz kaldı, sonra gözlerini kaldırıp, toplananlara baktı:

-            Öyle olsun. Bilgeliğe saygı duyarım, ve onun sesini dinlerim hep. Kenegesli kanatlı Kencanbay’ım önemli bir bir görev veriyorum sana: Edige’nin peşinde üç ve geri dönmeye ikna et onu. Söz veriyorum ki, bir kıl bile düşmez Kefesından.

Nogay  ve Kıpçaklı soylu en ünlü dokuz bahadırı hanın emrini yerine getirmeye koştu.

Edige ile arkadaşlarını İtil’in karşı kıyısında gördü artık. Kencanbay anladı ki,Edige’yi artık yakalayamaz. Edige’ye karşı çağrısını şarkı olarak okudu:

-            Hey, Edige, sen geri dön.

Yine İtil’i yüzerek geç,

Yine Onurlu Orda’nın karşısında

Başını eğ.

Pahalı kaseden

Susuzluğunu gider.

Sırma kumaşın parlamalarında

Değerli düğmeli

Pahalı gömleği

Hediye olarak verecekler sana,

Pahalı silâhlar,

Altın direğe başlanmış

Alaca atını alırsın sen.

Üste doğan da verilir sana,

Sadece yaşa,

Avcılığı bırakma.

 

Ancak Edige Toktamış’ı affedemiyordu. Bundan dolayı kısaca cevap verdi:

-            Tek bir yolum var, ve ben kendim onu seçmedim. Bu yol Aksak Timur’a beni götürür.

Elleri boş geri döndü Orda’ya ünlü bahadırlar. Ertesi gün Toktamış Edige’nin güzel Canike kızısını kaçırdığını öğrendi. Ve hiç birşeyin değişmeyeceğini bile bile, daha da çok kaçak bahadırdan nefret etmeye başladı, ve sonsuza dek duşman kalmaya yemin etti.

 

 

Ücüncü bölüm

 

Aksak Timur ne kadar çok öfkeye kaplandıysa, okadar da sakin dıştan görünürdü. Hayat  ona basit gerçeği öğretti, ve o aklından çıkmazdı: «  öfkeye kaplanan kişi, öfke içinde yanarken, her saat kısalan odun asâ gibidir».

           Bu gibi günlerde Maveraünnehir hükümdarı sessiz ve suratı asık oluyordu. Ağızdan çıkan söz – yayımlanan ok gibidir – geri döndürülmez.

           Bugün Timur koyu buluttan daha da kapanıktı. Bunun için bir neden yok gibi görünüyordu, az önce Kuzey İran ile Azerbaycan seferlerinden geri dönüp ta, kolayca butün duşmanlarını yendi ve çok ganimet aldı. Geri dönüş yolu da kolay oldu, çünkü her zaman genç karısı Şolpan Malik Aka ile nasıl buluşacağını düşündü. İşte bu yüzden atını Semerkand’a değil, Yassa Nehri’ndeki  sevgili karısının göç eden vadisine çevirdi.

Yaşam aksiliklere doludur. Aziz hedefi elinin altında olucağa yakın, sıcak bozkırdaki fırtına gibi herşeyi karıştıran raslantı çıktı.

Dört yıl önce başlandı bunlar, Aksak Timur o zamanlar İran seferine hazırlanıyordu. Emirlerin danışma toplantısında ihtiyatlı Hüseyin ve Abbas şöyle dedi Timur’a:

-            Seferin uzun sürer. Ya sen yokken Altın ve Ak Orda göcebeleri topraklarımıza gelirse? Onlara güvenilmez. Sensiz kendimizi koruyabilecek miyiz?

Aksak Timur gülümsedi:

-            Tabi ki, onlara güvenilmez... Ancak ben öyle bir şey yaparım ki, bir adım bile atmazlar buraya. İnceltilmiş  ordu ile onları karşılamaya zorunda değilsiniz. Maveraünnehir’in toprakları inanç korur. Sefere çıkmaktan önce Aziz Hoca Ahmet Yesevi mezarının üzerinde bir türbe kurmaya emir vereceğim. Bizim  ile göcebeler toprakların sınırında yükseleccektir o. Halk Hoca Ahmet Yesevi’nin kutsallığına inanırdı hep ve küllerine ibadet ederdi. Aziz vucudunun teselli bulduğu yere hangi Müslüman kötü düşünceler ile gelmeye cüret eder ki?

Emirin kendisi hiç görmemiş onu. Millet Timur’un adını  tanığından önce öldü o. Hoca Ahmet Yesevi tüm Doğu’da bilinen Said ata’nın kuşağıydı. Yassa nehri’nin vadisinde Seyhun Derya’da yerleşti. Timur alimlerden ve imamlardan duydu ki, Hoca Ahmet Yesevi altmış üç yaşına gelince, dedi ki: “ Muhammed Peygamber’imizden daha iyi miyim ben. O altmış üç yaşında ölmüş ,ve Allah bana ölümü göndermiyorsa eğer, ben toprakta yaşayacağım.

Aziz adam yeraltı barınağı kazıp, orda yaşamaya devam etti. İnsanlar ona danışma için, geleceğini söylemesi için, tedavi için gelirdi ona, ve bir kez bile inkâr etmedi o.

           İçini dökmek ve onun vaazlarını dinlemek için yakın ve uzak topraklardan daha sık gelmeye başladılar ona, çünkü o zamanlarda Kuran-ı Kerim’i ile yıldızlar ve dünya cıhazın hareketini açıklayan diğer kitaplarını ondan daha iyi bileni yoktu. Aziz Ahmet Yesevi öldükten sonra takipçileri hayatını geçirdiği yere vucudunu  gömdü.

İşte Hoca Ahmet Yesevi’ye cami ile türbeyi kurmaya karar vermiş Aksak Timur. Göcebeler Maveraünnehir’e saldırmaya isterse, Toktamış’ın onları durdurabileceğine inanması güç. Ancak emir çok uzaklarda bile kutsallara çok derin saygısı olan birisi gibi tanınmıştı, demek Müslümanların dayanağı ve korumadır, kesinlikle çok uzaklara kadar yayılır bu, ve huş ile saygı uyandırır kalplerinde.

Türbe inşaatını Bağdat’tan getirildiği genç, ama İrak’ta bilinen ustaya talimat etti.

                     Geleneklere göre,türbenin tabanına Han kendi elleriyle ilk tuğlayı koydu. Aynı geleneklere uyarak, son tuğlayı koyan da o olmalıydı. Ama seferin uzun süreceğini bile bile, Aksak Timur geçikirse eğer en genç Şolpan Malik Aka karısına bunu etmeyi emretti.

 

Sadece bir sene önce evlendi emir onunla, ve bu yüzden ruhu hâlâ aşırıca bağlanamadı ona. Şolpan Malik Aka da seviyordu onu. Birlikte gitmeye Timur’a yalvardı, ancak o evde kalıp, caminin yapımına göz kulak olmasını istedi.

İlk kez Emir kurallarından çekildi – genellikte her zaman karılarından, ya da güzel cairelerinden  birisi eşlik ederdi ona. Kimse Timur’un düşüncelerini bilmiyordu, bu sefer de kimseye kararlarını açıklamaya zorunda değildi. Kimse bilmiyordu ki, Emir için kadınlar güzel, akıllı ve sadık  kadınlara bölünürdü. Güzel kadın – hayatın süsüdür, akıllı  - evin süsüdür,  sadık kadın – yatağın balıdır. Yeni karısının her şeyi güzeldi, ancak bir şeyden şüphelenirdi. Ve Şolpan Malik Aka’yı sefer sıkıntılardan kurtarmakla, ne kadar akıllı olduğunu denemek için, caminin inşaatı denemetlemesini talimat verdi.

 

İran’da iken  bile Timur istediğini unutmazdı. Maveraünnehir’den gelen ulaklar,    Hoca Ahmet Yesevi Türbesi yapımın ne durumda olduğunu ve genç  karısının taraftan neler yaptığını inşaat için bildirirdi ona. Meselâ, Şolpan Malik Aka istedi ki, cami için tuğla Aziz mezarından dört fersah mesafede olan Kurgantepe’den getirilsin, Timur bunu takdir etti düşüncesinde. Kurgantepe’deki balçıktan yapılan tuğla çok dayanıklıdır. İnşaatın geçikmemesi için, Şolpan Malik Aka onun kağnıda ve yüklenmiş şekilde getirildiğini reddetti. Onun emrine göre, tüm sakinler tuğla imal edildiği yerden camiye kadar sıraya durup, elden ele geçirdi onu. Günlerce sürdü bu, ve karısının akıllıca hükmettiğini gören Timur çok memnün kaldı.

Seferden döndüğünde   cami ile türbenin hazır olduğunu biliyordu, hatta onların inanılmaz güzelliğine ile ihtişamı hakkında çok duymuştu.

Aksak Timur’un tarafından kurulan âdete göre, bir karısı bile  karşılamaya çıkamazdı onu  seferden döndüğünde. Şolpan Malik Aka’nın auluna yaklaştıkça, Timur daha uzaktan türbenin mavi kubbesini gördü, karısını görmekten önce onu incelemekten tutamadı kendini.

Görünüşte sakin ve görkemli  o, içinden şaşkındı gördüklerine. Timur anlıyordu ki, kendisi bu inşaatı nezaret etseydi, onun bu kadar muhteşem olması güçtü. Parlak renkler herkezin dikkatini kendine çekmiş olmuştu, motifler ve Arab alfabesi  mucizevi masal desenlere  geçmekteydi. Buna benzer birşey görmemişti emir. Türbedeki kazdık kuyudan kutsal su içip, Timur Seyit Hoca imamla birlikte dik iç merdivenden caminin çatısındaki harika parlak kubbelerine tırmandı. Renkli çinileri okşayarak emir birden kaşlarını çattı. Kubbenin batı tarafında, içine  kolayca iki tuğlanın sığınacağı bir niş gördü.

Dikkatçe onun  yüz ifadelerini izleyen imam, büküldü.

-            Neden son tuğlalar koyulmadı oraya? – keskin bir sesle sordu emir. – Ya da türbe inşaatını bitirirken Şolpan Malik Aka’yi çağırmaya unuttunuz mu? Benim tüm emirlerimi hatırlamalı siz, bilmiyor muydunuz, kendi işimi ona talimat ettiğimi?

İmam daha da çok küçülmüş gibi görünüyordu.

-            O geldi buraya... – konuşamadı o, -ancak...

-            Konuş, - Timur’un gözleri soğuk ve sert görünüyordu.

-            Tuğla yetmedi...

Öfke iki alev kıvılcım gibi gözlerinde tutuşuverdi.

-            Saçmalıyorsun! Bu olamaz!

İmam eğildi ve ellerini göğüşüne koydu:

-            Ben doğruyu söyledim. Şolpan Malik Aka arkadaşları ve hizmetçileri ile geldi buraya... Sizin durduğu yerde oldu o... Ancak türbeyi inşaat eden Muşıdan usta, tamamlanması için hazırlanan tuğlayı aşağıya düşürdü. Şolpan Malik Aka beklemek istemedi...

-            Usta ne oldu?

İmam daha da çok eğilmiş ve onun sırtı rüzgardan bükülmüş ağaca benzedi.

-            Usta karınıza aşık... O gitti... Bir kelime bile etmeden gitti... Aksak Timur’un dudakları gülümsedi. Gözleri ise hâlâ soğuk ve keskindi.

-            Her zamanki gibi: camiler ile sarayları inşaat eden ustaları hükümdarların karılarına aşık olur. – Soğuk sesle dedi o, - ancak Şolpan Malik Aka gelemedi mi tekrar buraya?

-            Bilmiyorum... Benim haddime düşmez ne yapacağını sormak...

Timur ile imamın gözleri buluştu, ve o emirin ondan ne beklediğini anladı.

-            Bundan üç gün sonra, - dedi imam, - Şolpan Malik Aka cüretkâr ustayı yurtasına davet etti. Ne konuştuklarını bilmiyorum. Ama bundan sonra kimse görmemiş onu, sanki yeryüzü yutmuş onu. Türbeyi de Şolpan Malik Aka unuttu...

Olduğundan daha da çok aksayan Timur, sessizce aşağıya indi. Uzun süre daha türbe duvarlarının yanında durdu o, dikkatle kubbelerini inceliyormuş gibiydi, aslında ama öfke çoktan gözlerini kapatmış ve aklı başka bir yerdeydi.

Timur, de Şolpan Malik Aka’nın ona ihanet ettiğinden şüpheleniyordu, de şüphelerini bi yana atmış oluyordu. Yine de niye ustayı kaçmaya zorunda bıraktı? Suçlu değilse, ne için yaptı bunu?

Şiddeti o kadar ağırdı ki, bir an için o gözlerini kapattı. Ah, keşke bu usta eline geçseydi şimdi! Hayatta iken yüzerdi onu! Nasıl Şolpan Malik Aka ihanete cesaret eder ki? Yüce Timur’un onu asla affedemeyeceğini bilmiyor muydu?

Eyerine zorla tırmanıp, Timur yavaşça karısının aula doğru gitti. Ve yarı yolda yoldaşllarını hatırlamış gibi, onlara dedi:

-            Siz serbestsiniz. Dinlenmelisiniz. Yarın yolumuz Semerkand’a  doğrudur.

Şolpan Malik Aka’nın ak yurtanın yanında  Timur at dizginlerini koşup gelen nükere verdi, ve eşiği kapatan perdeyi kaldırdı.

Şolpan Malik Aka hükümdarını bekliyordu. Yanakları kızardı, gözleri ise sevinçten parlıyordu. Ancak emir bakmadı bile ona. Sessizce girişinde ayakkablarını çıkarttı, en şerefli yere geçti, yavaş yavaş mavi çalmasını başından çıkarttı, ancak bundan sonra karısına gözlerini kaldırdı. «Bu güzellik nedir» -düşündü o. Ancak hemen zaafını başardı.

-            Türbeyi inşaat eden usta nerde? – usulca sordu o.

-            Bilmiyorum... – kadının yüzü benzi kül gibi oldu. Timur’un şiddetli hâlini  çok iyi bilirdi o.

-            Kime sormalıyım o zaman?

-            O beni ziyaret ettiğinden beri görmedim onu...

Timur’un yüzü daha da çok karardı. Şolpan Malik Aka’dan ayırmayan gözler  «Konuş!» emrediyormuş gibi oldu.

Kadın öfkesinin nedenini tahmin etti. Cesaretle ona doğru geldi ve yanındaki halıda oturdu. Korku artık yoktu ve o konuşmaya başladı:

-            Türbe inşaatı tamamladığımda, usta beni davet etti, iradene göre, son tuğlayı koyayım diye. Onun bana aşık olduğunu eskiden de biliyordum, ancak bu sefer o kadar şaşırdı ki...  – kadın usulca ve şefkatle gülümsedi, - ustayı daha fazla utandırmamak için, beklemedim, gittim. Bunu daha sonra edebileceğimi düşündüm. Güzel bir türbe kurdu usta, teşekkür etmek ve karşılıksız aşktan kurtarmak istedim onu. Bundan sonra misafirliğe çağırmak istedim onu.  – Şolpan Malik Aka Timur’un eline dokundu. -  Yalnzı değildim ben. Yanımda arkadaşlarımla cariyelerim vardı.  Biz kımız içtik, kızlar dans etti, şarkı söyledi...

-            Sonra, - sabırsızca dedi Timur.

-            Sonra katılanlardan herkezi gönderip, iki pişirilmiş yumurta getirmeye emrettim, birisi kırmızı, birisi mavi boyalıydı. Onları yemesini istedim, o yedi. Sonra sordum ki ona:  «Hangisi daha tatlı?».  “ Lezzetleri aynıdır. Pek fark hissetmedim” – dedi yiğit.  Sonra ben ona dedim ki: “kadınlar da bu yumurtalar gibidir. Sadece görünüşte bir birinden farklıdır. Aslı ve meziyeti aynıdır. Sen benim güzelliğim için bana aşıksın, ancak ben sırandan bir kadınım. Yani bu acımasız aşk alevinde yandırma kendini...Ben emirin karısıyım ve sana eşit değilim. Dünyayı gör ve sana eşit birisini bul”. Usta anladı beni. Bir kelime bile etmeden gitti. Bundan sonra onu görmemişim. Senin seferden geri döndüğünü duyar duymaz, hem ustayı, hem o tuğlayı - her şeyi unuttum ben.

Timur’un gözleri ısındı. Aniden Şolpan Malik Aka’nın çok akıllı olduğunu, ve nafile ondan  şüphelendiğini düşündü. Galiba akıllı olduğu için sefere onu almakta faydası vardı. Kemerini açıp, kılıcı karısına verdi:

-            Savaşçılara emret ki, yurtadan daha uzak bir yere gitsinler... Biraz şarap koy bana... – emretti Timur.

Bu gece emir her şeyi unuttu: hem ustayı da, hem türbeyi de; öyle bir unuttu ki, Hoca Ahmet Yesevi’nin türbe kübbesinde hâlâ son iki tuğla yeri boş duruyor.

 

 

***

           Hayat devam ediyordu ve bilinmeyen karışık yollarından gezen olaylar bir biriyle rastgele karşılaşıyormuş gibiydi. Ancak tesâdüfle değil, kader karşılaşıyordu onları. Hiç bir şey Allah’ın iradesiz olmuyordu bu dünyada. Doğu’nun büyük savaşçısı - Aksak Timur öyle düşünüyordu.

           Savaşmaya alışık o, başkaca yaşamayı bilmiyordu. Bu yüzden itaatlı Maveraünnehir sınırları onu için dar olduğu vakit,  Koyun yılında(1379)  Timur tümenlerini Horezm’e sürdürdü. Kan dökmeden, savaşmadan Hüseyin Sufi Horezm Şah iktidarı ellerine verdi; bundan memnün gökyüzünde yükselen şahin gibi Timur İran’a doğru baktı.

           Hükmettiği tüm yıllarında, seferelere giderken, bir kez bile kendi yerine tabi toprakları yönetmeye bırakmadı. Onun kuralına göre, Timur her nerede olduğuna bakmadan,  Maveraünnehir’in olup olmadığı her şeyi bildiren bir ulak gelirdi her hafta.Timur her bir durumda yapılmak gerektiğini gösteriyordu. Onun yokluğunda, kendisiyle itaat edilen darugalar sehirleri yönetirdi; aci çözülecek bir olay olsa eğer, sefere katılmayan emirler toplantıda hükmediyordu.

           Bir kez Abbas Emir dedi Timur’a:

-            Yolun uzaktır, ve kimse bilmiyor ne kadar zaman alacak hedeflere ulaşmak... Maveraünnehir sertleşmemiş tuğla gibidir. Kum, çamur ve su daha bailanmamış bir birine, daha taşa dönüşmemiş... İnsan kılıcı eserini yok edebilir. Gitmekten önce, kendi yerine birisini koymakta fayda var...

-            Kimi öneriyorsun? – usulca sordu emir.

-            İnsana en yakın çocuklarıdır. Miran Şah ve Ömer Şeyh geçici olarak hükmetsinler.

-            Yanılıyorsun,  - usulca dedi Timur, -  bir baba için çocklar değerlidir, ancak çocuklar için iktidar daha tatlıdır. Bir kez iktidat tadan çocuk  sonsuza kadar onu hayal eder. İktidar için kardeş kanı döken meseleleri bilmiyor muyuz?

-            O zaman  arkadaşlarından birisine talimat edebilirsin?

-            Arkadaş duşmana kolayca dönüşebilir. Senin adından hükmeden birisinde ittifak arama. Aranızda rekabet ile kıskançlığa doğabilir.

Aksak Timur’un öğretileri dinledikten sonra, hiç kimse ona tavsiye vermeye cesaret edememiş.

Ve 1385 yılın başında Emir odusu ile İran’a doğru çıktığında, her zamanki gibi, Maveraünnehir iktidarsız kaldı.

 

***

Sefere çıktığında Aksak Timur, Cengiz Han gibi, gittiği toprakların halkı ve hükümdarları hakkında bilgi topluyordu.  Berdibek’in, ona bağışlanan kuzey İran ile Azerbaycan’da Altın Orda ordusunu bırakıp,  ölüme yakın Canıbek Han babasına koştuğundan haberdardı, Berdibek iktidarı kaybetmeye korktuğu için öyle yapmıştı, bu topraklar da göcene Calayir soyundan Uale’nin hükmüne geçti.

Bir göcebe ne esnafı, ne ekinciyi anlar, ona acımaktan da bir şey çıkaramaz. Calayir Hanları ile Altın Ordalı’ların  hükmetme biçim  arasında fark yoktu. Aşırı vergi, zulüm – işte hükmetme dizginleridir. Aksak Timur’un bu topraklara baktığında, onlar Ahmet Sultan’ın hükmündeydi.  O zamanlarda onun durumu sağlam değildi, millet ise değişme istiyordu, diğer hükümdarın daha adaletli olucağına ummayarak. Aksak  Timur Calayir Han’ın ordusunu kolayca başarabildi, ancak Tebriz başkentini ele geçirmeye istememiş. Telâşlandıran haberler geldi Maveraünnehir’den. Horezm’in hükümdarı Altın Orda tarafına geçmeye hazrımış, Toktamış ise İran’a sürdürmek için ordu topluyordu. Timur’un ellerinden beslenmiş küçük kurt dişlerini göstermeye hazırdı, hatta, becerebilirse, boğazına yapışacaktır.

Timur’un korkuları haklı bulndu. Fare yılında(1385)  kışın ortasında Toktamış  başında on tümen ile Demir Kale Kapılardan engelsiz geçerek, Şirvan’ı işgal etti. Askerlerinin harekâtı çok hızlıydı, ve kısa süre sonra Tebriz duvarların yanına geldi. Şehir takdirine teslim olmaya hazır değildi. Kuşatma başladı.

Tebriz’i kolayca alamayacağını gören Toktamış, hile kurmaya karar verdi. Sakinlere rüşvet teklif etti. Bundan sonra , temin ediyordu Han, askerleri dinledikten sonra, bozkıra dönecekler.

Demek, insanın özlüğü budur. On kez aldatılmış olsa da, güvenmeye devam etmetedir. Toktamış’ın sözlerine güvenerek, Tebriz kale kapılarını açtı. Bozkır efendisi büyük katliam işledi, ve dünyayı sarsayan Cengiz Han’ın zamandan beri zulümlükte buna eşit bir katliamı yoktu.

Şehiri yağma edip, köle kalabalıkları sürdürüp, Toktamış yavaş yavaş Deşt-i Kıpçak bozkırlara  taşındı. O gider gitmez Tebriz’e Aksak Timur’un tümenleri geldi. İki kurt bir kurbanı işkence etti.

Kırbantı’da kışlamdan sonra, Timur Toktamış’ın peşinden çıkmak iştedi, ancak o Emirden atık davrandı. Altın Orda tümenleri  Dağistan’ın yanındaki Samur Nehri kıyısında ortaya çıktı. İşte savaş burda geçti. Aksak Timur’un ordusu başında oğlu Miran Şah’tı. Altın Orda yenildi, ve Toktamış bozkıra kaçmaya zorunda kaldı.

Timur duşmanını takip etmekten vazgeçip, sonrasına bıraktı katliamı. İran topraklarını fethetmeye devam etti.

Toktamış yenilmesiyle kuvvetten çıkmadı. Maveraünnehir’de Emir’in yok olduğunu kullanarak, başka taraftan harekât etmeyi düşündü. Han kendimi durduramıyordu artık. Nihayet, velinimetin karşısına çıkmayı cesaret bulduğunda, Toktamış geri dönüşün yok olduğunu biliyordu. Aksak Timur’ın hunharlığı ve kurnazlığı çok iyi bilirdi. Dargınlıklarını intikamsız bırakmayan biriydi, ve ona kılıcı kaldıranları korkunç hunharlıkla öldürürdü.

Yenilgisinden sonra kendine gelip, Toktamış yeni ordu topladı, ve Çağatay ulusa çıkmayı emretti. En kısa yol Yassı kentinden geçiyordu. Ancak Timur’un beklediği şey oldu. Altın Orda ordusu Hoca Ahmet Yesevi Türbesi’nin yanında durdu, ve o orduyu noyanlar  azizin öfkesinden korkyarak, ileriye gitmekten vazgeçti. O zaman Toktamış Sığanak ile Sauran’ın üzerinden Maveraünnehir’e çıkmaya emretti.

Otrar’a yakın Şuluskay’da Altın Orda tümenleri Ömer Şeyh’in ordusu ile çatıştı. Küvvetler açıkça eşitsizdi. Toktamış zaferini kutladı ve Timur’un topraklarındaki en büyük şehirlere – Semerkand’a ve Buhara’ya gitti. Ancak iyice korulu kaleleri başaramayacağını görüp, yolundaki küçük kentleri yağmaktan sonra yok edip, Deşt-i Kıpçak’a döndü.

Altın Orda Han’ın sinsiliği hakkında Timur Şıraz’da haberdar oldu. Bunu işte Emir affedemezdi. Önce öfkeye, sonra da kaygı ile endişeye kaplandı o. Toktamış  rahatsız etmeye başladı onu. Han’ın kuvveti iyiydi, ve onu hafife almak düşüncesizdi.

Timur’un yapılan ilk şeyi: Osmani Abbası süvariler ile Semerkand’a göndermekti. Bir süre sonra da kendisi Maveraünnehir’e çıktı.

Ceyhun Derya kolu – Bağdat’tan geçip, emir birden Horezm’e doğru çevirdi. Aksak Timur oraya geldikçe yangın ve kılıç gördü Horezm toprağı. Urgenç şehri yerle bir oldu, onu sakinleri Semerkand’a taşındırdı.

Bu Altın Orda’ya ilk sert uyarıydı.

Altın Orda Hanı hiç bir zaman kolay olmadı. İç kavgaları, yangından uçan kıvılcımlar gibidir, de alevlenir, de söner sonsuz torpaklarda. Ama en önemlisi bu değildi. İki taraftan, iki büyük ve güçlü el avucu gibi, Rusya ile Çağatay Ulusu sıkıştırıyordu Orda’yı, bundan dolayı her zaman savaşa hazır olmak lazımdır Han’a, ve rakibin sert kementi hissetmeye bilmelidir o.

Mamay’dan sonra Orda eski gücüne dönmüş,komşu ülkelerin halklarını itaatına geçirecek gibi  görünüyordu, ancak böyle bir şey artık yoktu. Rusya eskisi gibi değildi. Moskova son yıkımına rağmen, korku nedir bilmiyordu artık: gururla Donskoy ünvanı taşıyan Knez Dmitri İvanoviç çok az haraç gönderirdi, bazen onu da unuturdu.

Garip garip şeyler oluyordu Rusya’da. Gücünü kaybetmiş Rusya’ ile savaşmak yerine, Ryazan toprakları himaye olarak tanıdı onu, Knez Oleg ise sadece Dmitri İvanoviç’in izni ile yabancılarla iletişmeye söz verdi.

1386-1387 kış döneminde Mokova ordusu, Nijniy  Novgorod’un yıkılması için, Veliki Novgorod’u kuşatıp, büyük haraç aldı ondan. Her geçen yıl  Moskova tahtı sağlamlaşıp, sınırlarını güçlendiriyordu. Yeni topraklar ve kentler girdi Moskova’ya: Starodub-na-Klâzme,Galiç, Dmitrov, Medın, Kaluga ve Meşera.

Toktamış Rusya seferinden istediklerini alamaz bilirdi, ancak eskisi gibi Rusya’nın itaatedemeyeceğini düşünemiyordu bile. Bu yüzden, Timur ile teke tek savaşmasında kazanmalıydı o.

Han başarılı olucağına inanıyordu. Büyük ordu itaatındaydı, ve ona karşı çıkacak tek bir adam bile yoktu.

Aksak Timur ile anlaşmazlıkları ancak mücadele çözerbilirdi, ve bu yüzden Ehderha yılında( 1388)  Toktamış ordusunu Çağatay ulusuna doğru çıkarttu. Tarihte yazılanlara göre, ağaçların üzerindeki yapraklardan ve yağmurundaki damlalardan daha fazla askeri vardı. Burtaslar ve Kıpçaklar, Nogaylar ve alanlar, Başkırlar ve Kırımlılar bayrağın altındaydı.

Kış fırtınaların başlamasından önce Han tümenlerini Çağatay Ulus’taki Turkistan’a sürdürdü.

Burda Toktamış ordusunu böldü. Bir kaç alay Sauran’ı işgal etmeyi gitti, asıl bölümü de Kaldaut ve Yelcegiş oğlanla başında Aksak Timur’un topraklarına gitti.

 

     Bu arada Emir Semerkand’taydı. Altın Orda’nın askerleri büyük bir hızla ilerlese bile, istila Aksak Timur’u gafil avlamadı. Hazırlıklar için zaman kaybetmeden elinde olan ordusunu Hana doğru sürdü. En hızlı ulakları ise, Andican’da olan Ömer Şeyh ve Herat’ta olan Miran Şah oğulların yanına dörtnala koştu.

      Ortaya çıkan durumda, Seyhun Derya’nın kıyıları savaş meydanı olacaktı. Urjikzernuk  ise en münasip bir yer olarak görünüyordu. Timur yanılmamış - Toktamış’ın ordusu tam o tarafa ilerliyordu. Bu durumun karşısında Emir, Şeyh Ali Batır’ın ve yanına yeni geçen Kunçek’in ve Temür Kutluk’un yönettiği müfrezelere Altın Orda’lıların cephesini yarmasına emir verdi.

     Topal Timur’un harekâtı cesur ve fırtına gibi hızlıydı. Büyük kumandanların tüm kandırmalarına rağmen Andican ve Gerat’tan gelen yardımını beklemeden düşmanın ordularını hücum etti. Kıyasıya bir mücadeleydi, ama uzun sürmedi. Altın Orda’nın orduları bozguna uğradı. Pek az kimse kurtulmaya başardı. Yardıma yetişen Kunçek ve Temür Kutluk’un müfrezeleri bozgunu tamamladı.

    Ancak kader Toktamış’ı yine koruyor gibiydi. Bu yıl kış inanılmaz şiddetliydi, ortalığı gaddar bir ayaz bastırdı, kuzey rüzgârları esmeye başladı. Timur, soğuklara alışmamış ordusunu kaybetmekten korktuğu için, Hanı takip etmeye göze alamadı.

    Emir, alaylarını Semerkand’ta geri çevirdi. Belh, Baglan, Kunduz, Badahşan, Cizzak, Herat Hutlana ve Hisar gibi bağımlı vilayetlerden toplanmış muazzam bir ordu onu artık beklemekteydi.

    Aksak Timur, askerlerin evlere dağılmasını emretmedi, tam tersine orduyu tatbikata başlattırdı. Her şey, Cengiz Han’ın dönemlerinde gibiydi. Emirin ordusu onluklara,  yüzlüklere, binliklere, müfrezelere ayrılırdı. Her birim ortak nizamdaki yerini ve her asker kendi görevini iyi bilirdi.

Cengiz Han’ın döneminde de orduya alınan halkın kısmı savaş işi için uygun olmalıydı. İnsan seçimini, şu göreve tayin edilen Tabaşı adlı askerler yapardı. Atların sefere yaranışı ve teçhizatın denetimi Tabaşı’nın vazifelerine girerdi. Asker olan herkesin otuz oklu yayı,  kalkanı, kılıcı ve mızrağı hamil olmalıydı. Her iki atlı, bir yedek at getirmeliydi. Bir yürüyüş çadırı, kürek, orak, testere, balta, kement, nehir geçişi için uygun boğa veya at derisi, yemek tenceresi ve yüz iğne,  her on askere düşerdi.

     Askerleri işe alan Tabaşıler her şeyi denetlemeliydi. Aksak Timur Tabaşı’nın işlerinin değerini bilirdi, görevlerine bağlı olanlara bol hediye verirdi. Fakat işini önemsemeyen Tabaşı’nın cezası acımasızdı. Emirin güvenini kazanmak, kimi zaman sadece hayatını kurtarmak amacıyla Tabaşı pervane kesilirdi. Bu yüzden Timur’un ordusunu sadece sağlam ve güçlü askerler oluşurdu.

     Emir, keşfe büyük bir önem verirdi. Sefere çıktığı zaman önceden hep iyice silahlanmış, hızlı atlı müfrezeyi yollardı. Müfrezenin başında Mangili adlı reis dururdu. Mangili, kendinden önce «Göz» adlı atlı grubunu yollardı. Gördüklerinin tümünü mangiliye anlatılırdı, ve anlatılanlar dikkate değer olsa Yertoli adlı haberci direk Aksak Timur’un yanına dolu dizgin koşardı.

     Yabancı ülkelere giderken Emir, Kılavuz adlı rehberi de unutmazdı. Kılavuz, denenmiş bir adam olup çok namuslu olmalıydı ve gİtilecek yerleri iyi bilmeliydi.

     Cengiz Han’ın ordu düzenini benimserken Timur, başka milletlerin tecrübelerini öğrenmekten de kaçınmazdı. Böylece sefer sürecinde ayrı bir ihtiyata sebep olunca ordugâhın etrafında hendekler kazılırdı; «Şapar» denilen söğüt ağacından örülmüş çitler koyulurdu; ordugâhın önünde «turi» denilen Çin barutundan yapılmış mayınlar gömülürdü.  Göçebe halkların önceki reislerin adetlere uyup yapamadığı, savaş öncesi yapılan ordu düzeninde birçok yenilik yapmış. Kuvvetlerin tümünü yedi kıtaya ayırırdı ve her kıtayı herhangi beklenilmeyen eylemden kendi keşifçileri olan özel nöbetçi müfreze korurdu. Ordunun merkezi, kendi kanatlarına zarar etmeden tahkimli olurdu. Yedekte her zaman yirmi bin asker bulunurdu. Savaşın sonunu onlar tamamlar, ve kaçan düşmanını takip ederek taze atların üzerinde hükümdarına zafer getirirdi.

     Aksak Timur’un ordusunu dağıtmaması nafile olmadı. Bozkır komşusu ciddi rahatsız etmeye başladı. Altın Orda, planların gerçekleştirmesine engel oluyordu. Emir, İran’ın fethini tamamlayıp ordusunu masal ülkesi Hindistan yönüne çevirmeye düşünüyordu. İşte bu yüzden uzak seferlere giderken emrinde olan toprakları hakkında endişelenmemek için, her geçen gün ile düşmanını yok etme isteği daha da kuvvetleşiyordu.

     Bu kez Timur’un ordusunu Deşt-i Kıpçak tarafına Edige Temür Kutluk ve  Künçek Oğlan yönlendirecekti. Altın Ordu’nun topraklarını onlardan daha iyi bilen rehber kim olabilirdi!

     Ordu hazırlıkları tamamlayınca Emir, Yılan Yılı sonunda (1390) Seyhun Derya’yı geçip müfrezelerini Taşkent’in yanında durdurdu. Kendisi ise Hocalı’ya, Maslahat Camisi’ne ibadet için gitti. Müritlere, üstatlara ve hafızlara binlerce altın dinar dağıtarak gelecek savaşın zaferini kazanmak için Allah’a dua etmeyi emretti.

     Çocukluktan beri Aksak Timur sara hastalığı nöbetlerinden çekiyordu. Ordusuna döner dönmez, uzun zamandır rahatsız etmeyen hastalık onu yatağa düşürdü. Harekat ertelendi.

     Ancak şubat başında Emir, ordunun başına geçecek kadar iyileştiğini hissetti. Son emirlerini verip ve Şolpan Malik Aka dışında tüm hanımlarını ve çocuklarını Semerkand’a gönderip, Timur Taşkent’teki Emir Sarayına geçti.

     İlk olarak Edige’yi, Temür Kutluk’u ve Künçek Oğlan’ı ayağına getirtti.

    Maveraünnehir’in hükümdarı yararlı insanlara hep cömert davranıyordu. Kendisine bağımlılık yaratmak için onlara altın ve gümüş, ipek ve sırma kumaş bağışlıyordu. Ve üç bahadır Toktamış’tan kaçıp yanına gelince, onlara yaşamak için çadırları ve eğlenmek için cariyeleri verdi. Emir, at sürüleri ve köleleri hediye etti.

     «Layık insanlar hiçbir şeyde zaruret çekmesin ve topraklarımda kendilerini evdeymiş gibi hissetsin», Timur dedi.

    Temür Kutluk ve Künçek Oğlan Saray’a gelmek için davetlerini alınca, ordunun bir yerlerinde olan Edige’yi beklemeden hemen Emirin yanına gittiler. Cengizlileri akraba gibi sayan Timur, bahadırları büyük bir şerefle karşıladı. Onları yanına oturttu, misafirleri sırtlarını dayasın diye hizmetçilere kuğu tüyle doldurulmuş yastıkları getirtti.

     «Sizi öyle sağlıklı ve güçlü görmeye memnun oldum», Timur dedi. «Diğer herkes için Emir olurken, sizin için bugün jezde, yani damat, olayım».

     Emir, tüm gaddarlığına rağmen gerekli durumlarda açık ve samimi bir insan gibi görünebiliyordu. İnce Çin porselenden yapılmış pialatları yanına çekti, kanatlı ejderhâlârla süslenmiş çaydanlıktan mis kokulu yeşil çay ile doldurdu.

    Herkes iyi bilirdi: Emir çayları kendi koyuyorsa, ortalıkta en sadık bir uşağın bile bulunmaması gerektiği, baş başa bir konuşma olacak. Emir, her şeyden önce ihtiyatlılığa değer verirdi.

     Kapı açıldı ve kısa boylu sağlam yapılı bir adam eşeği geçti.

«Esselamün aleyküm»

«Gel, Edige», dedi Emir. «Seni bekledik.»

     Bahadır’ın suratı her zamanki gibi asıktı, kaşları çataktı. Emir ona iyi davranırdı,  fakat o sabit somurtkanlık, nedeni anlaşılmaz bir hoşnutsuzluk Emir’i kuşkulandırıyordu.

     İnsanı zamanla düşman edebilecek özellikleri Timur fark edebiliyordu. Toktamış’la ilgili yanılgıyı hata olarak kabul etmiyordu, çünkü eskiden himayesi altında olan kişinin ihanetinin sebeplerini iyi biliyordu. İktidara giden her yol mubahtır. Zamanında yükselmesine yardım eden Hüseyin’i bertaraf eden ta kendisi değil miydi? Başka birisinin aynı şekilde davranmasına şaşırılır mı?

     Toktamış’ın ihaneti değil de hıyaneti için Timur onu yok etmeye çalışıyordu. Altın Orda’nın Hanı kim olacak, Emir’in umurunda bile değildi. Asıl olan şey, bu uçsuz bucaksız topraklarda hükümet eden kişi kendisiyle, yani Timur’la, mücadele etmeye çalışmamalı, büyük niyetlerin gerçekleştirmesine engel olmamalı. Altın Orda çok kez yıkılabilir, fakat onu uzak görüşlü amirane bir Han yönetse, o yine dirilir. Bozkırda büyük bir ordu toplanabilir, çünkü orada başkalarının servetine düşkün, soygunluk ve zorbalık yapmayı seven çok insan var; komşu uluslara dumanlı ve yoksul göçebe çadırlarından aç gözle bakarlar. Asıl bu yüzdendir ki, Altın Orda’nın  Hanın yerine, Semerkand’tan gelen emirlerine uymaya hazır  bir insan seçilmeli. Kimi seçmeli? Ümitlerini kim boşa çıkarmaz? Temür Kutluk veya Künçek Oğlan? Hayır. Hiçbiri halkın başına geçemez, çünkü geçmişlerinde hizmette yararlıkları göstermedi, düşmanı yenmedi, bilgeliği belli etmedi. Peki, Edige? Aksak Timur, der demez bu fikirden vazgeçti. Bahadır, atlayış için uygun zamanını bekleyen bir kaplan gibiydi. Böyle bir insanın ellerine Altın Ordu adlandırılan bir atın dizginleri verilse, hangi tarafa dönecek ve şu güçlü toynakların altında kimin belkemiği kıtırdayacak hiç de belli değil.

    Bir kez Toktamış’ın yüzünden yanan Emir ihtiyatlı olmaya karar verdi. Nasıl davranmak gerektiğini zaman gösterecek. Şimdi en önemlisi, Hanı yok etmek; ve iflahı kesilmiş itaatkar Altın Ordu, ellerine geçer geçmez tahtına oturtulacak insan kolayca bulunur.

    Edige, Timur’un niyetini seziyordu, ancak şartlar öyle gerektirdiği için bildiklerini belli etmiyordu; çünkü şu an Toktamış onun esas düşmanıydı.

    «Buyur», dedi Timur. «Çay zamanında iş sohbetleri iyi geçer». Emir’in sesi gönül okşayıcıydı. Edige, bu insanın göz önünde başkalaşmasına defalarca hayret ediyordu.  Binlerce insanı muhakkak ölümüne hiç kımıldamadan gönderen, münhezimlerin kesilmiş başlarından kurganları yaptıran gaddar savaşçı sanki o değildi.

     «Yakın zamanda yapılacak sefer hakkında haber vermek için sizi çağırdım. Kaderin belirttiği yerini Toktamış’a hatırlatma zamanı geldi. Müfrezelerimi amaca ulaştıracak, en kısa yollarını göstermenizi istiyorum.  Önümüzdeki yol uzundur ve Deşt-i Kıpçak’ın hangi kısmında Hanın ordusunu karşılaşacağımız belli değil.

    Emir beklenti içinde sustu. Temür Kutluk’un ve Kunçek Oğlan’ın da sesi çıkmıyordu. Sabırsızlıkla bekliyorlardı - Toktamış’ı yıktıktan sonra, Altın Orda’nın hükümdarı yerine Timur kimi ilan edecek? Ve Emir’in bugün bundan söz etmeyeceğini sadece Edige anladı. Bu yüzden konuşmak için bakışla Emirden izin aldı.

      «Saygıdeğer Emirim! Bilgeliğiniz büyük, gözünüz keskindir. Bize vazife verdiğinden gurur duyuyoruz. Herkese böyle bir görev yapmaya şeref düşmez. Her şey yapmaya hazırız! Fakat yine de… Bir ricam olacak…

     Timur çayını bitirip pialatayı halı üzerine koydu.

    «Söyle», buyurdu Emir.

    «Deşt-i Kıpçak’ın enginliğini, Temür Kutluk ve Kunçek Oğlan kadar iyi kimse bilemez. Orduna yol göstermeye onlar layık. Benim Toktamış ile kan davamız vardır. Zamanında babamı öldürmeye o emir verdi. Kılıcım onun kanına boyanmayınca içim rahat olmaz. Bu yüzden yerim askerlerin arasında.» Edige sustu ve yine konuşmaya başlayınca niyaz ve coşku sesinden belli oluyordu. «Ulu Emirim! Müfrezenin başına geçmeme izin ver! Düşmanımla yüz yüze dövüşmeliyim. Ekmeğe yemin ediyorum, güvenini yitirmem!» Edige sofradan bir dilim ekmek alıp yukarıya doğru kaldırdı. 

    Aksak Timur uzun süre sessizdi, bahadırın ricasını tartıp teraziliyor gibiydi. Sahiden iki yol ağzındaydı, nasıl davranacağına karar veremiyordu. Emir Edige’ye inandığı için ricasını kabul edebilirdi. Bahadır’ın Toktamış’a karşı nefret duygusu büyüktü ve canını esirgemeden onunla savaşmaya gerçekten hazırdı. Haydalama ile iti kurda saldırtamazsın. Birçok kumandan mücadeleden korkar ve elbette Edige’nin cesareti ve öfkesi onları geride bırakır. Fakat batura güvenmek için daha erken değil mi? On bin atlı, büyük bir güçtür. Onlar cesur, kurnaz, peşine takabilen Edige’nin eline düşse kim bilir zamanla Emirin isteklerini itirazsızca gerçekleştirmeye devam edecekler mi? Bahadır, Toktamış’la hesabını görüp de devam olarak Ordu’yu fethetmekten vazgeçmez mi? İnsanlar boşuna demiyor, ataların çağırışı insanın ta kanındadır. Kim bilir, belki imtihanların doruk noktasında bu çağırış Eige’de uyanır. Hayır, acele etmemek lâzım. 

     Aksak Timur, her kelimeyi avucunda tartıyormuşçasına yavaş konuşmaya başladı.

«Düşman için hazırlanmış kılıçla taşa vurma. Belki taşı parçalayabilirsin, fakat karşına düşman çıkınca kılıcın işine yaramaz olur. Yiğitliğin çelik kılıca benzer, ve bu yüzden seni kında tutmam akıl karı değildir. Seni müfrezenin, hatta ordunun başına koymayı daha önceden düşündüm, fakat bu kez kılavuzların çok özel bir görevi var. Temür Kutluk ve Künçek Oğlan iki müfrezenin önünde gidecekler, sen ise Sultan Muhammed’in yönettiği üçüncü orduyu götüreceksin. Bu, asıl öncü kuvvetlerim. Ordunun yolunu kaybetmesini önlemek ve gerekli istikamete zamanında ulaştırmak, başarının yarısıdır. Ayrıca Toktamış’tan intikamımı almak istiyorum…  Muhtemelen Deşt-I Kıpcak topraklarına ulaştığımızda seni müfrezenin başına koyabilirim.»

    Edige, Timur’un kendisine güvenmediğini sezdi. İçinde tutuşuveren yeisi ve hıncı anında söndü ve batur isteksizce mutabık kaldı.

«Tamam, Saygıdeğer Emirim! Emrinize itaat etmeye hazırım.»

     Baturun yüz ifadesi Emir’in dikkatinden kaçmadı,  içinden geçen duygularını anladıysa da belli etmedi.

    «Herhangi başka bir ricanız olur mu?» Timur misafirlere göz gezdirdi.

    «Evet...- dedi bahadır,- ve yine benim ricam…»

    «Buyur, Mirza»

     «Dün muhafızların müfrezemden bir delikanlıyı alıp götürdüler. Mümkünse onu serbest bırakmasını emredin.»

     «Bu delikanlı kimdi ve suçu neydi?»

     «İşlediği suçu yok. Müfrezemde askerlik yapan üç kardeş var, Cizzak’tan gelen Kıpçaklarındandır. Dünden önce müfrezede yoktu, ve Taşkent pazarından kışlaklarına dönen köylüleri soyan haydutlar arasında görenler varmış diye en küçük kardeşini alıp götürmüşler. Ağabeyleri akıbeti için endişe ediyorlar…»

    Aksak Timur gerildi.

    «Soygunculuğun büyük bir suç olduğunu ve bunu işleyen herkesi idam etmeyi emrettiğimden haberleri yok muydu? Sefere çıkan asker nizama sımsıkı riayet etmeli ve önderin izni olmadan hiçbir harekete geçmemeli.»

    «Ordunda sıkı bir düzenin yürürlüğünden herkesin haberi var. Fakat mesele şu ki, delikanlı kimseyi soymadı. O gün, o hep benim yanımdaydı.»

    «Neden muhafızlarıma bundan bahsetmedin?»

    «Ben bunu yeni öğrendim… Karargahta yoktum…»

Timur dilini damağında cıklattı.

    «Rica etmekle geciktin, Edige. Delikanlı artık hayatta değildir. Son zamanlar yollarda çok soyguncu türemeye başladı. Onları tutup halkın gözün önünde idam etmeyi emrettim. Dün öyle beş kişinin başlarını kestiler. Demek, muhafızlarım hata etmiş ve suçlu yerine suçsuzu cezalandırmışlar.»

    «âlemi var mı, Saygıdeğer Emirim?»  üzülerek dedi Edige.

    «Evet.» Emirin yüzü gayet sakindi. Amacımız, ayak takımının soygunculuktan vazgeçirmek ve emirlerimize saygı duymayı öğretmekse, beş insanın hayatı kaç para eder? Korkunç hastalığa yakalanmış bedenini bir parmak pahasına kurtarabilsen, kes onu. Bu takdirde akılsızca davrandın diye kim yüzüne vurabilir?»

Başkaları kolaylıkla öldürebilen ve gaddarlığa alışmış Edige dayanamadı: 

     «İşlemediğin suçu yüzünden hayatını vermek adaletsizdir.»

Emir düşüncelere dalıp başını salladı.

    «Haklısın, adaletsizdir… Fakat hedefine ulaşmaya kararlıysan, hiçbir şey senin için engel olmamalı.»

    «Ölenin kardeşlerine artık ne söyleyeceğim?»

«Bir hata olduğunu söylersin».

«Bu cevap onları teselli eder mi?»

«Bir de suçluların başların kesileceğini söyle»

«Boşuna birkaç asker daha kaybedeceğiz.», Temür Kutluk söze karıştı.

     «Haklı değilsin, bahadır.» Aksak Timur gözlerini kıstı. «Ben amacıma ulaştım. Beş kişinin idam edilmesi ile soygunculara iyi bir ders verdim. Elbette birkaç kişiyi daha öldürmek istemezdim, özellikle büyük savaşların arifesinde. Fakat onları öldürmezsek de olmaz. Aksi takdirde halkım adaletimden şüphelenir, ve onun saygısını kaybederim.»

     Evet, Emir yaptığı işini iyi biliyordu. İlk kez Edige, Aksak Timur’dan himaye istediği için pişman oldu.

   Yine kaygıları ve düşünceleri ile baş başa kalmış, ve yanında, Toktamış’ın ordusunda gibi dayanacak ve güvenilecek kimse kalmadı.

   At yılının(1391), Ocak’ın 22’de Aksak Timur müfrezeleri kaldırıp Taşkent’ten ayrılıp Deşt-i Kıpçak’a yöneldi. Kendi zamanında Cuci, Seyhun Derya’yı geçtiği gibi, emir, birbirine bağlanmış şişkin boğa derileri üzerine köprü kurdurup,  ordusunu nehrin öte yanına başarıyla geçirdi.

   Müfrezeler oyalanmadan Otrar tarafına yöneldi. Birkaç gün geçti, geçmedi Osman Bahadırın yönettiği müfreze Toktamış’ın ordusunun müfrezesiyle karşılaştı. Altın Orda’lılar tasasızdı, ve saldırıya hazırlıksız oldukları için Osman Batır kolaylıkla haklarından geldi. Çok asker kılıca geçirildi, sağ kalanlar ise bozkırlara kaçtı. İşte onlar, Otrar tarafına giden Timur’un ordusu hakkında Toktamış’ı haberdar ettiler.

    Bu arada Han, Sauran’ı, Şingirşi’yi ve Kuş’u muhasara ediyordu. Şehirler ayakta sıkı duruyordu ve o, halkın direncini bir türlü yıkmaya başaramıyordu. Timur’un ordularının yaklaştığını öğrenince Toktamış duraksadı. Emiri ve onun müfrezelerin gücünü iyi bilirdi. Bu nedenle şehirlerin kuşatmasını hemen kaldırıp orduyu tamamlamak ve savaşa hazırlanmak için İtil’in açıklığına gitmeye emretti. Biraz da olsa vakit kazanmak için Aksak Timur’un yanına elçi yolladı.

    Uzun süredir eski hamisinin sabrını sınadığı için, görüşmelerin hiçbir anlaşmaya varamayacağını Han iyi biliyordu. Aksak Timur hakkından asla vazgeçmeyecek ve mademki, iki bin kişiden oluşan ordusu ile sefer açmaya karar verdiyse, belirleyici savaşı ertelemeye imkânsızdır.

     Başında Sultanbek Bey’in bulunduğu Han elçileri Timur’un karargahında yaraşır şerefle karşılandı. Onlar için beyaz çadır kuruldu, ikramlar hazırlandı. Fakat ikinci gün, Emir’in yanına davet edildiğinde dost devletin elçilerine yaraşır bir şeref gösterilmedi. Timur, asık suratla başını sallayarak oturmaya buyurdu.

     Sultan Bey yumuşak ve parlak halının üzerine oturur oturmaz sebatla ve hızla konuştu.

«Biz kan akrabayız. Atalarımız dostluk ve barış içinde yaşardı, sevinçleri ve acıları paylaşırdı, aynı düşmanlara karşı aynı seferlere çıkardı. Bizim kızlarımızı size verirdik, ve bizim delikanlılarımız sizin güzel kızlarınızla evlenirdi. Birbirimizin otlakları çiğnemeye yakışmaz. Kavga, baturların meziyetleri küçümser. Hükümdarımın, Toktamış Han’ın mevki yüksek olsa bile sana, Timur Emir,  selam ediyor ve altın zilli doğanı ile on tane rüzgâr kadar hızlı, mükemmel atlarını hediye ediyor. 

    Emir el işaretini yaptı ve girişin önünde duran uzun boylu gür bıyıklı muhafız elçilerin tarafına yöneldi ve avcı kuşu ellerinden aldı. Halıya sessizce basarak Timur’un yanına yaklaştı ve kuşu omzuna oturttu.

   Emir etiketini bozmayıp hediyeyi geri çevirmedi, fakat onu umursamıyorcasına övmekten imtina etti.

     Sultanbek Bey ise konuşmaya devam etti.

«Hem bakırın hem altının rengi sarıdır, fakat özellikleri ve kıymeti farklıdır. Bu hayatta herkes yanılabilir… Hükümdarım, Toktamış Han kardeşçe davranmadığını anladı, ona hiddetlenmemenizi rica etti. Beni senin yanına yolladığında şöyle dedi: «Her zaman Timur Emir’in sağ koluydum. Onun yardımıyla Han oldum. Beni affetsin. Bundan sonra andımı bozmam ve aramızda daima kalıcı barış olacak. Ne kadar gün ve yıl geçse geçsin…»

     Timur gururla ve hınçla başını kaldırıverdi.

     «Affım yok Toktamış’a. Bana açıkça savaşa meydan okusaydı, ben onu belki de affedebilirdim, çünkü bilirdim – onu tahrik eden, iktidar tutkusuydu. İnsan içinde bu duygu bazen hayat sevgisinden daha güçlüdür. Durum öyle olsaydı, ve bunun için savaşa meydan okusaydı onu kınamazdım. Fakat uzak bir sefere çıktığımda Toktamış tüm iyiliklerimi unutup topraklarıma ve halkıma saldırdı ve bu hareket dost kazığı gibiydi. Hainliği affetmem!»

    Timur’un konuşması ilerledikçe daha kesik ve öfkeli oluyordu. Kendisi kaç defa hainlik yaptığını unutmuş gibiydi. Açık avucunu önüne uzatıp Toktamış’ın ona, Korkunç Timur’a karşı yaptığı tüm seyyiatları sayarak parmaklarını bükmeye başladı. Dudakların kenarlarından köpük çıkmaya başladı. Acımasız berrak gözleri fal taşı gibi açıldı ve kan çanağına döndü.

    Çadırda olanlar Hükümdarın sara nöbetine tutulduğunu düşünüp korkudan geri geri gitti. Böyle dakikalarda Timur zihnini oynatırdı ve onun hareketlerini önceden kimse kestiremezdi.

    Bulanıklığı ortaya çıktığı gibi ansızın geçti. Emir kendine gelmek için Kefenı salladı. Çadır sessizliğe gömüldü. Timur şaşkınlıkla omzundaki kuşa baktı, iğrenip seğirerek onu halıya ayakların dibine attı.

«Yeter!» çatlak sesle dedi Timur. «Allah’a tövbe etsin. İhtilafımızı ise savaşla çözeriz!»

    Elçiler kalkıp erlere kadar eğildi ve çıkış tarafına geri geri gitti. Eşiğe ulaşıp Sultanbek Bey dedi:

    «Saygıdeğer Emir! Söylediklerini kelimesi kelimesine hükümdarımıza, Altın Ordu’nun Hanına, Toktamış’a, ulaştırırız.»

      Hafifçe gülümseyerek Timur alçak sesle cevabını verdi:

     «Söylediklerimi artık iletemezsiniz…»

     Elçiler, durduğu yerde donakaldılar. Sultanbek Bey’in yüzü kireç kesilmişti.

     «Düşman halkları barıştırmak amacıyla gelen elçileri bugüne kadar ne bir Han, ne de bir Emir taciz etmedi.» tereddütle dedi.

     «Eskiden etmezdi. Ben bunu yapmak zorundayım. İki gündür karargâhımdaydınız ve gözleriniz hep açıktı. Demek ki düşmanların görmemesi gereken şeyleri gördünüz.» Timur susarak elçilerin korkusundan zevkini çıkarıyordu. «Fakat sizi öldürmeyeceğim. Burada kalacaksınız, ve biz Deşt-i Kıpçak’a gittiğimizde rehberimiz olacaksınız. Verdiğim görevinizi yerine getirirseniz hayatlarınızı kurtarabilirsiniz.»

    Elçilerin uçuk benizleri yeniden canlanıyordu.

    «Peki, söylediklerinin Toktamış’a kim ulaştıracak?» sordu Sultanbek Bey.

    «Kimse! Şafak sökerken müfrezelerim ileri gidecekler ve onlar hükümdarınıza layık bir cevap verecekler.»

    Ancak Toktamış, Aksak Timur’un cevabını beklemiyordu. Ordusuna yük edebilecek ve onun ricat etmesine mani olabilecek her şeyi bırakıp ve süvarilere uzun süre durmaya izin vermeden aceleyle kendi bozkırlarına dönüyordu. Yol boyunca Altın Orda’lılar göçebelik alanları, aulları ve küçük şehirleri soyuyorlardı. Bu kez Yesi şehri de tahribata uğradı. Müslümanlar, bu topraklarda Aziz Ahmet Yesevi’nin türbesinin bulunduğunu sanki unutmuşlardı. Takipçilerden daha da uzaklaşarak Toktamış, yakın gelecekte nasıl hareket edeceğini düşünüyordu. Ne pahasına olursa olsun Timur’un  askerlerinin sayısını aşacak bir ordu toplamalıydı. Tek bu takdirde zaferi kazanabilirdi. Han, hedefine ulaşabileceğinden emindi. Ordunun kalabalığı buna elveriyordu. Toktamış inanıyordu ki, düşmanın acele bir kaçışla memnun kalan Aksak Timur,  bu yıl Toktamış’ın bağımlı topraklarına girmez. Ancak altı ay veya bir sene sonra seferine devam edecek. Bu süre içerisinde büyük bir ordu toplanılabilir ve silahlandırılabilir.

    Fakat Aksak Timur, intikamını uzun süreye ertelemeye düşünmüyordu. Hanı takip etmek için deneyimli ve kurnaz Karakan Bahadır’ın ve Daulethan-Mergen’in yönetimin altında kırk cesur delikanlıyı gönderdi. Toktamış’ın örtme kolunu yakaladılar ve kısa bir çatışmanın sonucunda Altın Orda’nın birkaç askerini esir ettiler. Ölümün yaklaşımından ve korkudan dilleri çözülüyor.  Az sonra Timur, bilmek istediği her şeyi öğrendi.

    Biraz düşünüp Emir, müfrezelerin emirlerinden, Cengizlilerden ve yakın çevresindeki baturlarından meclisini kurdu. Oybirliğiyle Hanı takip etmeye karar verdiler.

    Seferde gereksiz olanları Semerkand’a gönderip Timur, Yesi, Karaçuk ve Sauran yollarından ordusunu Deşt-i Kıpçak’ın merkezine götürdü. Sefer, bir aydan fazla sürdü. Nisanın başında, ilkbaharın bozkıra geldiğinde muazzam bir ordu istirahat için Sarısu sınırlarında durdu. Toprak kurur kurumaz, bozkır nehirlerin suları kıyılarına dönmeye başladı ve Timur, müfrezelere Sarısu’yu geçip Ulıtau dağların tarafına gitmeye emretti. Burada Emir yine kısa bir mola verdi.

    Tabiat güzelleşiyordu. İlkbaharın ılık ve okşayıcı esintileri doğayı hayata döndürdü ve bundan dolayı âlem ferahladı ve adeta bayram havası oluştu. Bir kez dağ tepesine tırmanıp Timur, gözlerinin önünde açılmış uçsuz bucaksız bir manzarayı hayranlıkla seyrediyordu. Mavimsi titrek sisle kaplanan yeşil bozkır sonsuz gibi görünüyordu. Sınırsız mavi gökyüzünde, binlerce kuşlardan oluşan sürüler bozkırın üzerinden ebedi karanlıkların esrarengiz diyarlarına gidiyordu. Toygarların ötüşünden dünya çınlıyordu ve sanki eşsiz güzellikteki mavi taştan yaratılmış gök de çınlıyor gibiydi.

Bir anda Timur’u bir telaş aldı. Bu sonsuz açıklıkların bir yerlerinde Toktamış’ın ordusu bulunuyordu. Onu nasıl bulabilirdi? Savaştan kaçınmaya çalışsa onu nasıl yakalayabilirdi? Derin bir sükûnet içinde bulunan deniz kadar sınırsız, bu Kıpçak bozkırında kolayca gömülebilir, izini bırakmadan ortadan kaybolabilir ve ölümcül çatışmada karşılaşan askerlerin cesareti hakkında artık kimseye anlatamaz.

Derin düşüncelere dalıp Aksak Timur seyyar çadırına döndü. Bir sonraki gün Altınçokı dağın eteğine askerlere taş yığınları getirmeyi emretti. Yığının tepesine düz bir levhayı yerleştirip Emirin yaya askerlerinin arasında bulunan taş oymacılığın ustası, Aksak Timur’un söylediklerini levhanın üzerinde yazdı. Üç satıra sığdırılan Arap hatı, «Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…» sözleri ile başlanıyordu. Bundan sonra, Arap harflerini bilmeyen başka milletleri tarafından okunabilmesi için Özbeklerin konuştuğu Çağatay dilinde Timur, Cemaziyelevvel aynın 1’de (28 Nisan 1391 s.) Turan’ın Sultanın burada olduğunu, ve iki bin askerden oluşan ordusuyla Toktamış Hana karşı harekatta bulunduğunu yazdırdı. Büyük hedeflerini be Deşt-i Kıpçak Ulu Seferini anlatmak için ulu fatihe sadece sekiz satır yeterli oldu.

Kim bilir Aksak Timur’u bunu yapmaya tahrik eden neydi? Yoksa, bir taşın ömürlülüğü ile kıyaslanacak, yeryüzünde hiçbir şeyin bulunmadığını biliyor muydu? İnsanlar izlerini bırakmadan gider, en büyük ve cesur işleri hatıralardan silinir; sadece taş ve söz ölümsüzdür. Emir’in aklından neler geçtiğini bilen var mıydı?

Geri dönüşün olmadığını anlayarak Aksak Timur müfrezelerini sefere devam ettirdi. Her taraf çiçek açıyordu ve şu an ne Emir, ne de askerleri ölümü düşünmüyordu. Âlem o kadar güzeldi ki, insanlar ne geçmişini hatırlamak ne geleceğini düşünmek istemiyorlardı.

Bozkırın dar Ilançuk (bugün Cılançık) ırmağını geçip sadece sekiz gün içerisinde Anakarkuyun sınırlarına ulaştılar ve Emir, seyyar çadırını burada yerleştirmeye emretti. İki bin askerden oluşan ordu, geniş bir alanda serpildi. Öncü müfreze Irgiz nehrin kıyılarına yaklaştı, ordunun arkasını örtmeye görevlenen askerler Turgay nehrinin yakasında ateş yaktı.

Bozkır ıssızdı ve buraları bilmeyen insan bozkırın hep böyle olduğunu düşünürdü. Önceki seneler ırmakların arasında onlarca ve binlerce küçük ve büyük Kıpçak aulların konup göçtüğünü yabancı bir insan nereden bilebilirdi? Fakat savaşa çıkan müfrezelerin yolları üzerinde kalmayı kim göze alabilirdi? Bu durumda hiçbir kötülüğü yaşamayacağına inanan bir çılgın var mıydı? Bu yüzden köylüler yerlerini yurtlarını terk ediyordu, önlerinde hayvan sürüleri sürüp, korkmuş kuşlar gibi dört yana uçup dağıldılar; birileri Nura ve Yesil Nehirler’in vadilerine, diğerler ise Ulıkum ve Balakum kumullarına gittiler.

Aksak Timur’un ordusunun seferde olalı dört ay geçti. Ve burada, Anakarkuy’un sınırlarında, Maveraünnehir’den alınan yiyecekler tükenmek üzere olduğu öğrenildi. Kurutulmuş et bitti, çok az un kaldı, havaların ısınması ile tulumlara doldurulmuş yağlar bozulmaya başladı. Büyük bir ganimetin ve seferin hızlı tamamlamasının beklentisinde buluna Müslüman tüccarlar orduyu takip ederek yiyecekleri inanılmaz yüksek fiyata satardı. İki bin askerden oluşan ordusu açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Timur, bu tehlikenin sonucunu tahmin edebiliyordu. Askerlerin kendi aralarına hırsızlığın başlanmasına ve savaş patlamasına az kalıyordu. Askerler, onları doyduramayan hükümdarın emirlerine itaat etmez.

O zaman Aksak Timur, müfrezelerin emirlerinin yanına çağırdı. Eskiden kalan geleneğe göre, Emir, bu günden itibaren ekmeklerin, pidelerin, eriştelerin ve undan yapılan herhangi başka yemeklerin hazırlanmasını yasakladı. Artık askerler sadece arpalı çorba pişirebilip günde sadece birer kâse yemek alabiliyordu. Çorbalarına büyük ölçüde kalan «mutur» adılı baharat karışımının dışında bir şey katamıyordu.

     Öncü müfrezeleri Toktamış’ın ordusu hakkında bilgileri yoktu. Bu yüzden seferin daha ne kadar süreceği belli değildi. Askerlerin kuvvetlerini yitirmemesi ve düzenlerinin bozulmaması için Emir, onları nasıl doyurabileceğini düşünmeliydi.

     Sonra Aksak Timur, yakın zamanda sürek avın düzenleyeceğini ilan etti.

     Atlara yeterince yem sağlamak ve izdihamı önlemek için kendi güzergâhları takip eden müfrezelerin yanına, kumandanlara gelecek avının yolunu ve düzenini gösterecek Tabaşiler gönderildi.

     Bu sene ıssızlaşan bozkır birçok hayvanlarla doluydu: sayga, ceylan, yaban keçi ve kulan gibi hayvanların sayısız sürüleri uçsuz bucaksız açıklıklarda dolaşıyordu.

Mayısın başında Timur, bozkırın geniş bir alanını çembere aldı ve binlerce asker tahsis edilen yerlere gidip en küçük ve kurnaz hayvanın bile geçemeyeceği bir halkayı oluşturdu.

Ortalık ağarırken belirli saatte hırıltılı kornalar uğuldadı, zurnalar çınladı, davulun gür sesi her tarafa yayıldı. Üzengilerle birbirlerine değerek atlı askerlerin zincirleri yavaşça ileri yöneldi. İki gün ve iki gece bazen adım, bazen tırıs giderek önlerine uçları parlayan mızraklarını uzatarak, halkayı sıkıştırıyorlardı. Askerlerin hedefi onların bu halkadan çıkmalarını önlemek idi. Çıldırmış sayga, ceylan ve kulan sürüleri kaçmak için bozkırın bir yanından diğer yanına koşturuyordu, ama her defasında insanlardan oluşan duvara çarpınca insan kokusundan korkup geri dönüyordu. Halka daralınca kaçma mesafesi kısalıyordu. Artık  ezeli düşmanlık duygusuna bakılmaksızın kurt ve tavşan yan yana koşuyordu, onların korkuyla dolu gözleri kördü ve bu yüzden birbirini görmüyorlardı. Terk edilen hayvan yavruları tiz ve acıklı haykırıyordu.  Çılgın panik içinde kendini oradan oraya atan sürüler oları devirip eziyor ve çiğniyordu. Ve halka içine sadece sürek avını yapacak askerlerin girebileceği büyüklüğüne darlınca, Timur bin seçilmiş askerin başlığında saldırıya geçti. Kılıçları kınından çıkarıp ve mızrakları önlerine doğru yönelterek halkanın içine girdiler.

Asırlar geçse bile ulu Deşt-i Kıpçak’ta Aksak Timur tarafından yapılan bu av unutulmayacak. Kandan sarhoşlaşmış, Emir’le birlikte savaşmayla onurlanan askerler üzengilerine dayanarak doğrulanıp, parlayan ve şimşek gibi hızlı kılıçlarını hayvanların başlarına indiriyordu.  Mızrakla avlanmayı seçenler emin ve isabetli bir şekilde saygaları süngülüyordu. İsabet etmemeleri de çok zordu, çünkü sayısızca hayvan vardı. Öfkeli kulan aygırları halka bariyerlerine saldırdığında bariyerin içinde duran askerler bu öfkelerini mızraklarla bastırıyordu. Haklanın duvarlarını oluşturan askerler sadece kuru kanyonları altındaki inlerinden çıkan kurtları, huş ağacı bahçelerinden çıkan vaşakları ve genellikle gür göl sazlıklarda saklanan yaban domuzlara halka duvarlarından geçmeye müsaade ediyordu. Bu Aksak Timur’un emriydi. Eti yenilmeyen hayvanlardan fayda yoktu…

Emirle birlikte bu ava onun sevgili eşi Şolpan Malik Aka da katılmıştı. Asker elbisesini giyen eşi, Hükümdarın gerisinde kalmamak için gayret ediyordu. Heyecandan yüzü pembe oldu, gözleri parlıyordu, fakat elini sert tutuyordu, çünkü birçok toprakların ve halkların efendisi olan Demir Timur’un eşinin böyle olması gerekiyordu. Savunmasız hayvanları acımasızca ve coşku ile vuruyordu, Emir de, ara sıra ona göz atarak, onun eyerdeki oturuşunu ve ustalığını hayranlıkla izliyordu.

Birdenbire Timur, dört dönen sürünün içinden küçücük titrek ince ayaklı ceylan yavrusunun fırlattığını fark etti. Çocuk gözlerine benzeyen ceylanın büyük koyu gözleri acı ve korkunç ile doluydu. Ceylan, koruyucusunu arayarak Şolpan Malik Aka’nın oturduğu atın dibine kendini attı. O an Timur eşinin, eyerinden eğilip ve ceylan yavrusunu ellerine alıp ölümden kurtarmasını içinden istedi. Dünyadaki hiçbir varlığa karşı ne acıyı ne de merhameti gösteren Emir, aniden böyle olmasını istedi, fakat Şolpan Malik Aka atını şahlandırıp geri çekiliverdi ve endamını zarifçe eğrilip ceylan yavrusunun başına kılıcını indirdi. Timur yüzünü çevirdi ve tiksinerek dudaklarını buruşturdu.

Ancak öğleden sonra havan kırımı tamamlandı. Bozkır kan kokuyordu. Saygaların, kulanların, ceylanların ve yaban keçilerin cesetleriyle doldurulan toprak kandan siyaha boyandı.  Gökyüzünde akbaba, atmaca ve şah kartal sürüleri çok yükseklerde ürkekçe uçuşuyordu.

Ateşte kavrulan yarı pişmiş etle karınlarını doldurarak askerler, etleri yüzüp içiriğini çıkarmaya koyuldu. Mutlu, daha yakında ıstırap çektirdiği açlığını unutup etleri tedarik ediyordu- bazıları etleri tuzlu göl suyu ile ıslatıyordu, diğerleri ise çuvallarla solonçak toprakları getirip gövdelere serpiyordu. Az sonra et denkleri yükleyip askerler, uzun katarlarını geçici konaklarına götürdü. 

Timur, alçak bir tepenin üzerinde durup gözlerini kısıp biraz önce kırımın gerçekleştiği yere bakıyordu. Yavaşça, atını acele ettirmeden Edige tepeye çıktı. Emire söyleyecek tatsız bir haberi vardı. Birkaç saat önce müfrezesinden iki asker Toktamış’ın ordusuna kaçtı. Onlar, köylülerin soygunu için Aksak Timur’un idam ettiği delikanlının kardeşleriydi. Fakat Emir’in yüzüne bakıp bir şey demeye cesaret edemedi.

  «Bir de aynı şekilde Toktamış’ın ordusuyla hesabını görsem.», hiç kimseye hitap etmeden ansızın dedi Timur.

«Kahraman orduya sahipsiniz ve her şey istediğiniz gibi olacak, bunda kimsenin şüphesi yoktur», Edige  alçak sesle seslendi.

   Timur, bahadıra bakmadan «Allah bana yardımcı olsun», dedi.

Güneş batıyordu. Akşamın uzun gölgeleri yerlere seriliyordu ve bozkıra gruplarla, müfrezelerin bulunduğu yerlere son askerler dönüyordu. Timur atını alıp tepeden inmeye başladı. Dakikasında, sanki Emirin gitmesini bekleyip, yakında gerçekleşen kırım alanına gökyüzünden kara bir bulut düştü. Karanlığın basmasına rağmen, avını şölen ile kutlamak için sanki Deşt-i- Kıpçak’ın tüm yırtıcı kışları bu alanda toplandı

Toktamış, Mavaraünnehir’e giderken, toprağa basarak gidiyordu. Şimdi ise solucan gibi topraklara gömülerek gizlice kaçmak zorunda kaldı. Aksak Timur’un hakkından gelecekti, takip eden artık takip edilen oldu. Şimdi ise düşmanını kendi topraklarına götürüyordu.

Endişeni içinde gömüp ve korkunç sonuçları hakkında düşüncelerini kovup Toktamış dört tarafa elçilerini yolladı. Onlar, tüm aulların ve göçebe alanların sakinlerine şöyle haber verecekti: «Aksak Timur, demirle kaplanmış ordusu ile Deşt-i-Kıpçak’a geliyor. Hiç kimseyi hayatta bırakmıyor. Gaddar Emir’in yolunda yakalanmayın, sığınabileceğiniz yerlere kaçın. Silah kullanmayı bilen yiğitler atlarına binip aksakalların gösterdiği tarafa koşsunlar.»

     Altın Orda, Aksak Timur’u karşılamak için hazırlıklar yapıyordu. Düşmanın yaklaştığından korkup, Deşt-i Kıpçak açıklarında göçebelik eden adamlar Toktamış’ın bayrağının altında toplanıyordu. Kısa bir sürede Toktamış, muazzam bir orduya sahip oldu. Kırım Cenevizlilerin ve Kafkasya Burtaslarından paralı alaylar geliyordu.

    Toktamış, Aksak Timur’un her işin sonuna kadar vardırdığını iyi biliyordu. Bu yüzden sadece onunla mücadele etmeyi düşünmeliydi, fakat gayri ihtiyari, Han telaşla gözlerini Rus Knezliklerin tarafına çevirdi. Acaba onlar, Timur’a karşı savaş için hazırlıklar yapılırken, sırtından bıçaklamaz mı? Toktamış, Rusya Knezlikler’e yaptığı seferlerde arzulanan amaçlarına varamadığını iyi anlıyordu- Rusları fethetmedi ve korkutamadı. Knezlerin arasında mutlak bir barış olmasa bile, bu halk günden güne kuvvetleniyordu. Ruslar yay kirişine benzerdi – onu, istediğin kadar çekebilirsin, fakat elini bıraksan hemen eski konumuna döner.

      Kısmet olsa da kendini tehlikeden korumak için Han, elçiliğini Tver’in Knezi olan Mihail Aleksandroviç ve Ryazanlı Oleg yanına bol vaatlarla yolladı. Aksak Timur’u yenir yenmez Rus topraklarına yönelip, Knezlerin Moskova ile hesaplaşmasına yardım etmeye söz verdi. Ordu için zor zamanında, Knezlerinin aralarını bozup, onların birleşmesini önlemek – elçilerin tek amacıydı.

   Gerçekten zor zamanlar geliyordu. Toktamış’ın elinde üç yüz bin asker vardı, fakat Han endişesinden yine de kurtulamıyordu. Han, Kencanbay, Karahoca, Uaka, Şuaka, kaçan Edige’nin öz kardeşi İsabek gibi Deşt-i-Kıpçak’ın en ünlü batırlarını binliklerin ve müfrezelerin başına koydu. Harezm’in eski hükümdarı Süleyman Sofa, Moğollar Urusşık, Ak Böke, Köke Böke, Cuci’nin torunları – Tastemir, Bekbolat, Yelcımış ve Şinte-oğlan aralarında vardı.

      Toktamış’ın ordusunda süvariler çoğunluktaydı. Piyadesi sadece dokuz alaydan oluşuyordu. Bu yüzden gelecek savaşı düşünerek, ordusu genel olarak piyadeden oluşan Timur’a karşı Kıpçak süvarileri kullanmaya karar verdi.

     Asker sayısı acısından üstün olduğuna rağmen Toktamış yine de Emir’e karşı derhal mücadeleye girişmekten korkuyordu.  Korkuya yakın olan anlaşılmaz bir ürkeklik başka bir yöntem seçmek zorunda bıraktı. Han, Timur’un ordusunu küçük kuvvetlerle sürekli rahatsız ederek, Emir’in seçtiği yolunun takip etmesine müsaade etmeden ordusuna saldırmaya karar verdi. Emir’in askerleri aralıksız pusular, heyecan ve kuşkuluklarından halsiz düştüğünde Timur’a karşı belirleyici savaşa başlayacak.  Hızlı süvarileri Timur’un ordusunu hem cephe gerisinden hem de yandan hücum edecek. İster istemez Emir saldıran ve yabanarısı gibi sokan hızlı göçebelerden korunmaya zorunda kalacak. Kendi topraklarından uzak bulunan Timur ne insan ne de at kayıplarını telafi edemez.

    Toktamış, bunu aklından geçirip aynı şekilde hareket etmeyi düşünüyordu. Emir’in sahip olduğu askerlerin kesin sayısını bilerek Han, iki bin yüz kişilik ordusu ile İtil’i geçti.

    Anlaşılmaz bir telaş gece gündüz onu rahat bırakmıyordu. Gelecek savaşın sonucunda emin olmayan Toktamış Celaleddin, Künçek ve Capaberdi oğulların yönetimin altında on piyade alay ve elli bin atlıyı Saray’da bıraktı. Toktamış’ın ihtiyacı olduğunda savaşa katılabilecek daha elli bin asker toplayıp yedekte bulundurmak gerekiyordu.

     İtil’i geçtiği ertesi gün Toktamış’ın yanına Aksak Timur’dan kaçmış iki delikanlı, Kanikey ve Tinikey, geldi.  Han, Emir’in asker sayısını ve takip ettiği yolunu onlardan öğrendi. Kaçaklar, Timur’un ordusunun yiyecek kıtlığı dolayısıyla et bulmak için ava çıkmak zorunda kaldığını söylediler.

    Delikanlılardan öğrendiği haber Toktamış’ın doğru bir taktik seçimine bir kere daha kanaat getirdi.Demek ki, mümkün olduğu kadar zaman kazanıp savaştan kaçınmalıydı.    Zaman, Han’ın tarafındaydı.

     Toktamış, Timur’dan nefret etse bile onun, komutanlık işinde yetenekli olduğunu kabul ediyordu. Bu yüzden Emir’den örnek alarak ordusunu yedi kısmına böldü. Körükörün’e taklit etmenin daima faydasız olduğunu düşünmedi. Timur, ordusunu bir yıl içinde hazırlıyordu, ve bu yedi kısım birbirine sımsıkı bağlıydı ve her durumda ne yapmak gerektiğini iyi bilirdi. Ayrıca piyade alaylaırn savaş taktiklerini kökünden değiştirdi. Alışılagelmiş mızrak ve yayların dışında, piyade askerleri artık bariyerleri kullanıyordu – «şapar» ve barut mermileri. Savaştan önce, düşmanın beklenildiği tarafta süvarinin aşmayacağı derin bir hendek kazılırdı. Timur’un planlarına göre ilk darbeyi piyade alaylar defedecekti. Eğer düşman başka türlü hareket ederse, savaşa süvari katılırdı ve sonunda dolandırıp yine piyade alayların darbesine uğratırdı.

     Uzun düşüncelerden sonra Toktamış, Emir’in ordusunu Saray’dan uzak bir yerde saldırmaya karar verdi. Süvarinin konuşlandırması ve tüm avantajlarını kullanabilmesi için bozkırın düz alanını savaş meydanı olarak seçti. Bu yüzden Aksak Timur’un direk karşısına çıkmadan, ordularını Deşt-i Kıpçak’ın derinliklerine götürecek ve işte o zaman…

 

 

* * *

 

     Emir, Han’ın müfrezelerini hangi tarafa götürdüğünü tam olarak bilmiyordu, fakat tecrübe ve sezgisi yönünü bulmaya yardım ediyordu. Yavaşça, acele etmeden ilerliyordu. Bir kez, gün ağarırken keşifçiler Tobol’u geçip, yakında terk edilmiş ordugâhın izlerini fark ettiler – ateşin yakıldığı yerde kalan kömürler hâlâ ılıktı. Kısa bir süre sonra göç etmeye yetiştirmeyen sahibin yalnız bir çadıra rast geldiler. Toktamış’ın ordusu hakkında fazla bir şey bilmiyordu, fakat hayatını kurtarmak için Hanın on atlının saklandığı ingin yerinin akağaç koruluğunu gösterdi.

    Altın Orda’lılara ansızın saldırıp, Timur’un keşifçileri üç kişiyi esir ettiler, ellerini kıldan yapılmış kementle ellerini bağladı, kalanların canını kıydılar, çünkü savaş kuralları düşmanlara aman verdirmiyordu. 

    Artık Aksak Timur düşman ordusunun kaydırılmaları hakkında çok şey öğrendi. Tobol Nehri’ni geçip müfrezeleri Yayık tarafına götürdü. Uçsuz bucaksız Kıpçak bozkırların yüzünden bu seferin önceden yaptığı seferlerin hiç birine benzemediğini ve burada ufak gecikmenin, yenilgiye uğratabileceğini anlayıp, Emir acele etti. Mamafih bu günler, her zamankinden daha ihtiyatlı davranıyordu. Suyu bol olan Yayık’ı Aygırjal, Burkitşi ve Kşısal geçitlerden kolayca aşılabileceğini, Temür Kutluk’un tavsiyesinden öğrenip, Timur birdenbire, ordusuna nehrin en yukarı kesimlerine çıkıp kimsenin beklemediği yerden geçmesini emretti.

     Edige’nin askerlerin kaçışından sonra Emir, ordusunun asker sayısını ve yaşadığı yiyecek kıtlığı hakkında Hana haber verildiğini anlıyordu.  Bu yüzden Yayık’ı geçip ordusunun hızını mümkün olduğu kadar arttırdı ve sadece altı gün sonra Samara Nehri’ne ulaştı.

     Düşman yakın fakat hâlâ erişilmez bir yerlerdeydi. Bozkırda bekçi çaylakları koşuşuyordu, Timur’un nöbetçileri ile kısa çatışmalarda bulunup mavimsi bozkır sislere batıyormuş gibi ortadan kayboluyordu. Emir’in ordusu alarm durumundaydı. Düşmanın kuvvetlerinin konuş yerini bulmak için süvari bozkırda yayıldı. Fakat daha dün orada bir yerlerde oldukları gibi dikkate değer olmayan bilgilerden başka Timur’a iletilebilecek haberleri yoktu. Altın Orda topraklarında amaçsız seferler ile Maveraünnehir ordusunun güçlerin yitirmesini bekleyen Toktamış’ın planlarını Emir şimdi iyi anlıyordu. Yazın sonu yaklaşıyordu. Eğer Emir, Han’a karşı savaşını başlattıramazsa, ordusu acilen geri çevirmek zorunda kalacak. Sonbahar yağmurları ve soğuk hava, talihsizlik askerlerin gücünü yitirir ve onları düşmana kolay bir ganimet kılacak. Toktamış işe mutlaka bunu yapar. Bu yüzden şimdiden girişimi ellerine verebilecek bir karar alınmalı veya geç kalmadan müfrezelerini geri çevirmeli.

     Uzun düşüncelerden sonra Aksak Timur, Ömer Şeyh Mirza’ya en hızlı atları olan yirmi bin askerleri alıp gece gündüz Toktamış’ın kuvvetlerin peşinden koşmaya emretti. Onları yakaladıktan sonra savaş açacaklar ve kaçmalarına müsaade etmeyecekler. Ömer Şeyh Emir’in verdiği görevini başarıyla yere getirdi. Altın Orda’nın Han’ın öncü kıtası durduruldu. 

 Aksak Timur’a yakalanan Toktamış’ın savaşı kabul etmekten başka bir seçeneği kalmadı. Yedi kolorduya bölünen Emir’in ordusu büyük bir hızla Kundurçi Nehir’in vadisinde bulunan Çeremşan koluna[4]  yetişti ve belirleyici savaşa hazırlanmaya başladı.

      Karanlık basınca Timur’un ordusunda binlerce ateş yakıldı. Aysız siyah bir gökyüzü altında yerin bir ucunun başka ucuna kadar kurt gözlerinin ışıltısına benzeyen bu alev parçaları Altın Orda’nın askerlerin kalplerinde kötü bir önsezi uyandırıyordu...

 

 

Dördüncü bölüm

 

Hem Aksak Timur’un, hem Toktamış’ın ordugâhlarında  ateşler alev alev yanıyordu... Birçok asker için bu ateşler hayatlarında gördükleri son ateşlerdi. İyice ısınan askerler  bunu düşünmek istemiyorlardı. Mevcut olan geleneğe göre, hükümdarlar savaş arifesinde kendi askerlerine hediyeler verdiler. Bu hediyeler küçük olsalar da, her asker yarın heybesini düşmandan alacağı ganimetleriyle dolduracağına inanıyordu. Ölüm hakkında hiç kimse düşünmüyordu. Herkes kaderin ona karşı daha lütufkar olacağını ümit edip, kendi korkularını dile getirmiyordu. Bugün, savaş arifesinde, Timur’un ordusundaki on kişilik bölük komutanları, yüz kişilik bölük komutanları, bin kişilik bölük komutanları ve tümenbaşı onlara hediye olarak verilen ipek gömlekleri, gümüş savatlı kemerleri , kadife takkeleri, demir zırhları deniyorlardı. Toktamış’ın ordugâhından düşmanlar, susamurun kürküyle işlenmiş borik, pahalı kemerlere ve meşhur şam çeliğinden yapılan hançerlere hayran hayran bakıyorlardı.

Savaş başlanmadan bile gidiyordu.  Timur’un ordugâhında ateşler, tam gece yarısında, hepsi birden söndü. Bu da muammalı, esrarengiz bir şeydi. Gece karanlığı orada olanı biteni gizliyordu. İleri gönderilen keşifçiler bile mania kalkanlardan dolayı hiç bir şey göremiyorlardı.  Emir, zaten tuhaf bir şeyin onu kaygılandırdığını, huzurunu kaçırdığını, güvenini kaybettirdiğini biliyordu. O, harekete geçmeyip, askerlerine yatıp uyumayı emretti. Timur, tuhaf bir şey üzerine odaklananToktamış’ın ordugâhındakilerinin yakın zamanda uyuyamacaklarından emindi.  Şafak vaktine daha çok vardı, ama askerler her iki ordugâhta uyumuyorlardı artık. Dün pişirilmiş, soğuk yemekleri aceleyle yedikten sonra kendi yerlerini tutmaya başladılar.

Güneşin ilk altın ışıkları yeryüzünü aydınlattığında hem Toktamış’ın hem Timur’un orduları savaşa hazırdılar. Emir, birbirini öldürmek için yüz binlerce kişinin toplanacağı alana, düz tepenin başından bakıyordu. Beklenilen an geldi, feleğin ve Allah’ın favorisi kim, Timur ya da Altın Orda’nın hanı Toktamış, oldacağına karar verecekti kader.

Emir, daha bir kere gözlerini kısıp, piyade alaylarına ve süvari tümenlerine göz gezdirdi.  Kumandanlar savaş arifesinde aldıkları emirleri en iyi bir şekilde yerine getirdiler. Ordunun ortasında, bugün Süleyman – Şah Mirza’nın hakimiyeti altında olan, Timur’un kulu ,onun arkasında da Muhammed Sultan Mirza’nın hakimiyeti altında olan emirin diğer bir kulu bulunuyorlardı. Onun yanında ise sadece Aksak Timur’un hakimiyeti altında olan daha birkaç koşun bulunuyordu.  Ordunun sağ kanadının başında Mirza Miran Şah vardı. Onu ise Haci Seyfeddin’in kulu örtüyordu. Emir, Omer Şeyh Mirza’yi ordunun sol kanadına komuta etmekle görevlendirdi ve örtü ordusu olarak Berdibek’in komutası altında bir kul verdi.  Eğer beklenmedik bir şey olursa Berdibek ordunun merkezini örtmeliydi.

Herşey Aksak Timur’un istediği gibi gidiyordu. Onun asker sayısı Toktamış’ın asker sayısından elli bine daha az olduğuna rağmen, emir cesaretini kaybetmiyordu, çünkü zaferlere alışıktı.

Bu sabah Timur’un aklı hep «önündeki savaş» düşüncesiyle meşgul olmalıydı, ama aklına gelen istenmedik hatıralar onu rahatsız etti. Öncü müfrezeler arasındaki kısa bir muharebede yakalanan Altın  Ordu’nun üç askerinin getirildiğini aniden hatırladı. Onlardan ikisi, Toktamış’ın ordusu hakkında hiçbir şey anlatmadan, ölümü tercih etti. Emir, kendi nükerlere onların son isteğini yerine getirmeyi emretti. İki inatçının başları zemin üzerinde yuvarlanırken, üçüncü genç askere:

-  Anlat bakalım bize, Toktamış’ın kaç askeri var? Emir kendi tümen ve binlikleri kime emanet etti ? Bildiğin herşeyi anlat... Aksi takdirde aynı akıbete sen de uğrayacaksın.

Asker korkmadı. Bu da Aksak Timur’u şaşırtmadı. Şaşırtan, askerin korku duymayıp, Emir’i ilgilendiren herşeyi anlatmasıydı.

-  Dün bir tümenin konaklamadan sonra kalan sönmüş ordugâh ateşlerini gördük. Han niçin kendi tümenlerine sürekli çekilmeyi emreder ? O bizi korkutuyor mu, yoksam yeneceğine inanmıyor mu?

Asker «hayır» anlamında başını salladı.

-  Hayir. Toktamış cesur ve azimlidir. -Sesinde gizli bir meydan okuma duyuldu.-  Siz emir olup da onun niyetini hâlâ çözmediniz mi? Han askerlerinizin karınlarının uzun zamandır doymadığını iyi bilir. Ne kadar çok gün geçerse, o kadar da askerleriniz zayıf olur. Kuvvetli bir düşmanla savaşmak yerine onun zayıflayacağı vakti beklemek daha iyi olmaz mı, acaba?

Asker  dikeliyordu, ama Timur hesabını görmeye acele etmiyordu.

-  Sen ölmeden önce sana daha bir şey sormak isterdim...Bazı şeyleri bana anlatmamalıydın, ama niye hiç korkmadan anlattın ki?

Gözlerini yere indirmeden, asker emirin gözlerine bakıyordu:

-  Size sır açtığımdan eminsiniz, ama ben size sadece gerçeği anlattım. Ben söylemeseydim, yakın zamanlarda bunu herkes her halde öğrenecekti. Bir de emire kolaylıkla kendisi cevaplayabileceği soruları sormak yakışır mı ? – O yine gizlice alay ediyordu. Birdenbire «siz» diye hitap etmekten «sen» ’e geçti.    - Sana gerçeği anlatıp tümenlerini geri döndürüp hiç düşünmeden senin peşine düşen binlerce askerin hayatını kurtaracağına inanıyordum. Şimdi görüyorum ki, senin yüzün eskisi gibi kararlı, ve şöhret kazanmak için kendini kan dökmeden alıkoyamazsın. Büyüklerin aklı acımaya ermez.

 

Şimdi ,savaş arifesinde, Timur, bir esir askeri hatırlayıp gülümsedi.  O, gerçekten, başkalarına karşı hiç acı duymazdı, insan kanı onun için dere suyundan değerli değildi. Birdenbire gözlerinin önünde çok uzak, hatta zihninden silinmiş gibi görünen geçmişi net olarak canlandı.

 

Olaylar Tebriz’de geçiyordu. Aksak Timur, ona boyun eğmeyenlere ibret olsun diye şehri kana boğup şehrin ana meydanında insanların kesilen başlarından mezartepenin oluşturulmasını emretti. Insanın içini rahatsız eden ve kanını donduran onun zalimliği hakkında söylentiler dört bir yana yayılaverdi. Bundan sonra emire, tahsil ve bilgeliğiyle tanınan Seytşeyh adlı bir ihtiyar yaklaştı. Emir’in askerleri tarafından düzenlenen katliamda mucize kabilinden kurtulmuştu. İhtiyar :

-  Sana karşı çıkan beş oğlum öldü...Onların başları da şimdi meydanda. – söyledi.

-  Sen şimdi fidye almak mı istiyorsun? – Timur sordu.

-  Hayir. Fidyenin gereği yok. İnsan hayatı çok değerli, pahası biçilmez onun.  Gelmemin sebebi başkadır. Nasıl bir insan olduğunu anlamak isterim.

-  Anlamaya çalış...İzin veriyorum,  soru sorabilirsin. İhtiyar buruşuk yüzünü kaldırdı. Onun solan gözlerinde acı ve hüzün vardı.

-  Bana cevap ver... Ne bitmez tükenmez savaşlar sürdürüyorsun?

-  Maveraünnehir’in güçlü bir devlet olmasını istiyorum.

-  Maveraünnehir’i düşünüyorsan, İran’a niye geldin ki?

-  Güçlü komşumu fethetmesem,  zamanla o beni fetheder.

-  Tamam...olsun. – dedi ihtiyar. –Ama Maveraünnehir’in azametinin meydandaki insan başlarından kurulan mezartepesiyle ne alakası var?

-  Bana ve niyetlerime karşı çıkan ve yoluma çıkmak için kılıcı kınından çıkaran aynı akıbete uğrar. Bazıları yaptıklarımı görür, bazıları ise halkın söylentilerinder duyar.

-  Seni anladım...Ama insanı Allah yarattı, ve biz ona acımalıyız.

-  İnsanı Allah yarattı, ama o, acımaya layık değildir. İnsan insanın kurdudur.

-  Demek ki sen, vahşi bir hayvansın? –diyerek ihtiyar sustu.

AksakTimur’un yüzü kaskatı kesildi, gözbebekleri daraldı.  Yavaşça konuşmaya başladı, ama her saniye sesi daha sesli ve keskin oluyordu.

-  Haddini bilmeyen bir ihtiyarsın! Fazla bilmek istiyorsun. İnsanları tahrik eden korkudur. Korku insanları atılganca davranışlara iten , aynı zamanda insanı  halsiz düşüren ve köle eden de odur... İnsanlar, benim adım anıldığında korkudan titreyecekler!... İnsan kötü olanı iyi hatırlar, bu yüzden adım yüzyıllar boyu yaşayacak.

Seytşeyh başını sallayıp :

-  Demek ki, Allah adaletsizdir...

Timur lafını kesti :

-  Allah’ı, sizi zayıf beni ise güçlü yarattığı için, haksızlıkla mı suçlayacaksın ?

-  Hayır,emir, ben başka bir şeyi düşünüyorum... Yüce Allah insanoğlunu niye akılsız yaratsın ki...

-  İnsan aptallığı hakkında neler biliyorsun? – istihfafla sordu emir.

-  Herşeyi hiç kimse bilmez...Ama akıllı biri niye zalimin adını hatırlasın ki?  

   Onun adını torunlarına niye aktarsın ki?  İnsanın içinde yaşam vardır. O, sadece adaletli ve yaratıcı gücüne sahip olanları hatırlamalıdır.Bir halk başka bir halkın ölümü üzerinde yükselmez. Diğerleri aynı süretle şöhret kazanmayı istemesinler diye, katı yürekli hükümdarın adı onunla birlikte ölmelidir. Eğer böyle olursa insanlar şöhret uğrunda insan başlarından mezartepeleri kurmak yerine yeni şehirler ve saraylar kuracaklar. Beni idam edebilirsin, ama ben, canavar birisinin insan adını taşımaya hakkı olmadığını, gözüne bakıp, söylemeye korkmam.

Uygun olmayan hatıralar bugün aklına geldi. Aksak Timur yüzünü buruşturdu. Zaman gelir , bu dünyada yaşaynların gibi onun da hayatının sona ereceğini Timur bilirdi. Cengiz Han gibi güçlü ve kudretli bir devlet kurmayı hayal ediyordu. Bunun uğruna İran’ı ve Irak’ı yağmalayıp yıktı, Urgenç’i de yerle bir etti. Biraz sonra ise yüz binlerce askere, bir zamanlarda güçlü olan Altın Orda’yı kendi vasalı haline getirmek için, ona hürya etmeyi emretti . Dünyada şöhretleri ve güçleri eşit olan iki hükümdar bulunamaz. Bunlar sadece onun, Timur’un alın yazısıydı, ve Allah’ın bizzat kendisi yardım ediyordu ona. Bunun uğruna dünyayı fethetmede yardımcı olan ellere aman vermeyip hayat yaşamaya değer.

Hayatta tuhaf, anlaşılmaz bir şeyler oluyor. Emirin katı yürekli olduğunu herkes bilir; ondan korkmayan, ölüm korkusu altında doğrusunu söyleyen insanlar da bulunurdu. Neden?  Timur bu soruya cevap arıyor, ama bulamıyordu. Sonra, aniden, kurtarıcı bir fikir aklına geldi, o da ona sevinçle sarıldı. Mesele şu ki, yeteri kadar zalim olmamasıdır. Bu zamana kadar kan dere gibi akıyordu, şimdiden sel gibi akmalı. Bütün dünyada ondan korkmayan insan kalmamalıdır. Timur yatıştı ve niyetlerini gerçekleştirmek için onu hiç bir şeyin durduramayacağını düşündü.

Attan inip, atın dizginini koşarak gelen muhafızına atıp, ordunun baş işanı Said- Berke’nin beklediği  çadırına yaklaştı. Zemin üstüne serilen halıya çöküp sabah namazını kıldı. Acelesiz kalkıp, daha bir kere ordusuna göz gezdirdi. Uzakta, ovanın üstünde, boran bulutu gibi Toktamış’ın ordusu bulunuyordu.

-  Zamanı geldi, - söyledi Timur. – Şeyh veda duasını okuyuversin.

Said – Berke saygıyla eğildi. Sonra başını kaldırdı ve seyrek kır sakalıyla yakışıklı esmer yüzü azametli oldu. Ellerini göğe kaldırdıktan sonra çadırın yanında bulunan kumandanlar bir dizini çöküp kutsal Kabe’ye, Mekke’ye döndüler.

-  Dinleyin, Müslümanlar! Gökte Allah, karada ise emir Timur... Eğer Allah, size elini kaldırabileni cezalandırmak isterse, emir Timur Onun isteğini yerine getirerek kendi cezalandırıcı kılıçla onları yok eder. Allahım! Oğullarına yardım et! Bu sefer de bizim hükümdarımız, emir Timur, yensin!  Onun şöhreti daha da artsın! Amin!

Şeyh ellerini yüzüne sürdükten sonra, eğilip bir avuç kum aldı, onu da Altın Ordu’nun tarafına attı.

-  Büyük Emir Timur, savaşa başlayabilirsin. Düşmanın attığım kum gibi dağılacak, sen yeneceksin...

-  Amin! – dedi, Aksak Timur, yanında duran herkes uyumsuz olarak aynı sözü tekrarladılar:          

-  Şeyh, sölediğin gibi olsun!

Emir buradan, tepe başından, Toktamış’ın ordusunun da dua okuduğunu, dualarında da zafer istediklerini çok iyi görüyordu. Yüzünde kızgın bir gülümseme belirledi. Atın eyerine tırmanıp elini amirane yukarıya kaldırıverdi. Timur binlerce gözlerin onun her hareketini takip ettiğini biliyordu. Bu savaşta hayatta kalmak şanslı olanlar emiri ebediyen hatırlayacaklar. Karnay adlı trompetler , davullar çalmaya başladılar. Hemen Toktamış’ın ordugâhından, yankı gibi, aynı sesler çıkmaya başladı.

Tümenler harekete geçtiler. Süvariler canlı bir nehir gibi, yavaşça, sanki cesareti toplayıp, tepeyi geçtikten sonra düşmana yönlendiler.Timur, savaşın sonucu nasıl olursa olsun, bu akıntıyı durduramayacağını iyi bilirdi. Ya da kendi yolundan her şeyi silip süpürecektı, ya da Toktamış’ın ordusuna, sanki bir kayaya, çarpıp kırılacaktı.

Trompetler çalıyor, beyaz saçakla yeşil bayrak Timur’un başının üzerinde dalgalanıyor, ışıldayan keskin mızraklarıyla sayısız tümenler gidiyordu... Atlar telaşla kişniyor, şaha kalkmak istiyorlardı, ama askerlerin güçlü elleri onları yatıştırıyordu. Savaşa gidenler gırtlaksı bağırışlarıyla kendilerini cesaretlendirirlerdi.

Toktamış’ın ordusu da harekete geçti. Dünyanın dört bir yanını gözün alabildiği kadar, toprak büyük bir karınca yuvası gibi kıpırdıyordu, hatta zaman zaman bugün savaşa gelenleri sığdırmayacak gibi görünüyordu.  Adeta yarım milyon asker  Kundurçi nehrin vadisine koşuverdi.

İki büyük orduyu birbirinden ayıran kara şeridi gittikçe daralıyordu. Timur işaret verdikten sonra bozkırda dehşetli bir uğultu koptu, ateş demetleri parladı ve gökyüze beyaz duman yükseldi. Bu emirin İran’da zaptettiği topların gümbürdemesiydi.

Atlar keskin bir sesle kişnemeye başladılar, ama bu canlı seli hiç bir şey artık durduramazdı. Arkadakiler önündekilerin üzerine yüklenip  onları ileri, ölüme doğru, itiyorlardı.

Gerilime, ilk olarak, Altın Orda dayanamadı. Yelcegiş oğlanın ve Kencebay’ın müfrezeleri kılıçlarını havaya atıp, vahşi bir ulumayla ileri atıldılar.

Timurun piyade bölükleri birdenbire durdular. Sanki bir sağanak geçti de, bir mızrak yığını, koşan süvariye yöneldi. Alaylar keskin, parlak iğnelerini diken diken kabarttılar.

Ama Toktamış, kendi askerlerini muhakkak ölümüne göndermeyecekti. Onun müfrezeleri piyade bölüklerine dokunmayıp, atlarını aniden çevirip Timur’un ordusunun sol ve sağ kanadına vurdular.

Sanki kurumuş budaklar, çart diye mızrakların sapları kırılıyordu, demir çınlıyordu, ve onun çarpışmaları kıvılcım saçıyordu. Sarı, boğucu toz göğe yükseldi, sanki Allah’tan savaşan tümenleri saklıyordu. Hem Timur’un hem Toktamış’ın ordularının başında kendi askerlerine yiğitlik örneğini göstermek için elebaşlar ve ünlü savaşçılar gidiyordu.

Savaş için seçilen ova çok kocamandı. Süvari, burada, engelsiz manevra yapabilir, kolayca darbeden kaçıp yeni bir yerde darbe indirebilirdi.

Biraz zaman geçtikten sonra Toktamış’ın ordusu düzeni bozup, alıştığı gibi savaşmaya başladı. Askerler ayrı ayrı müfrezelere bölünüp pek hızlı darbe indiriyorlardı, ama Timur’un tümenlerine ve piyade bölüklerine böylece ağır kayıplar verdirmediler. Sıkı disipline alışmış, yedi bölüğe - kula ayrılan emirin ordusu hücumu kolaylıkla defederdi. O yavaş yavaş ama sebatla geçtikleri alanı cesetlerle kaplayıp hanın ordusunu geriletmeye devam ediyordu.

Toz bulutları arasında çok az görünen güneşin kırmızı gözü, savaşan askerlerin başları üzerinde durdu, ama iki taraftan biri, hâlâ üstün olmamıştı. Bu savaş hiç bitmeyecek gibi görünüyordu.

Bu arada haberlerle ulak dörtnala geldi. Toktamış’ın askerleri sol kanadının elebaşı Omer Şeyh’in cephe gerisine girmeye başardılar.

-  Kıyasıya mücadele etsin! –kısaca söyledi emir. – Onun yardımına bir tümen göndereceğim.

Timur onun sözlerinden sonra,  ne mirzanın ne onun askerlerinden hiç birisinin, gökyüzü başlarına düşse bile, geri çekilmeyeceklerini bilirdi. Aksak Timur, terazinin kefesini kendi yönünde eğmek istediği için, beraberliği kaybeden Toktamış’ın merkezdeki alaylarına taze süvarilerinin saldırmalarını Süleyman Şah’a emretti.

Emir tasarlamada yanılmamış.

Toktamış’ın merkez ordusu, Seyfeddin’in askerlerinin darbelerinden titremeye başlayınca, sol ve sağ kanatları da onlara bakıp çekilmeye başladılar.

Talih savaş alanında değişken bir şeydir. Toktamış’ın taze, savaştan yorulmayan asker sayısı yetersizdi. Bu yüzden onların bir kısmını alıp Timur’un sol kanadına saldırmayı İsabek’e emretti. İki ünlü, Kıpçak ve Türkmen süvarileri karşılaştı. Yiğitlik ve savaş becerileri aynı seviyede olduğu için hiç bir taraf başka birini yenemiyordu.

Savaş hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Bir yerde Altın Orda yenmeye başladığında, diğer bir yerde Timur’un askerleri düşmanı geriletiyorlardı. Her iki tarafın güçleri tükeniyordu. Yorgunluktan çılgına dönen, susuzluktan bunalan, kırmızı, yakıcı tozdan dolayı yaşaran gözleriyle askerler Allah’a herhangi bir kurtuluş yolunu göstersin diye yalvarıp birbirini öldürmeye devam ediyorlardı. Ama kader onların işlerine karışmaya acele etmiyordu.

O an hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu.

-  Büyük emirim! – nükerlerden biri bağırdı. – Bize doğru yabancı bir süvari hareket ediyor!

Timur daha biraz savaşı takip etmeye devam etti, sonra da isteksizce döndü.

-  Nerede ?

-  Şurada! – nüker eliyle arkaya gösterdi.

Dörtnala giden süvariden dolayı çıkan toz buludu tepe başından çok iyi görünürdü. O sanki açık bozkırda yuvarlanıp karargaha doğru hareket ediyordu.

Timur hiç kimseyi beklemiyordu, bu yüzden düşman müfrezesi olduğunu hemen anladı. Emirin yüzü sivrileşti, burun delikleri vahşice titremeye başladı.

-  Durdur, o cüretkarları!

Büyük bulut yaklaşıyordu. Müfrezede beşyüze yakın atlının olduğu, ve onların başında koyu gri aygır üstünde pehlivan yapılı bir askerin geldiği  artık seçilebiliyordu.

Timur elebaşın askerlere döndüğünü, ve eğri namluların şimşek gibi parlayıp yükseliverdiklerini gördü.

Kuşkusuz, Toktamış ondan kurnaz çıktı. O, Emir’in karargahına saldırmak ve böylece  Maveraünnehir’in ordusunda  korku ve panik çıkarmak için cephe gerisine bir müfreze gönderdi.

Timur’un özlük muhafızları bozkırın dört bir yanına dağılıp yoğun bir sel gibi düşmana karşı gidiyorlardı. İki müfreze karşılaştı... Kılıçlar pırıldadı, atlar sanki bir giradabın içine düşmüşler gibi fırıl fırıl dönüyorlardı. Demir şangırtısı, askerlerin kısık, öfke dolu çığlıkları, burada, tepenin başında bile duyulmaya başladılar.

Timur bir lahzada asıl savaş hakkında unuttu. Bedenini ileri doğru eğip, iki elini eyerin kaşına dayayıp, aşağıda olup biteni takip ediyordu.

Emirin tecrübeli gözü birdenbire oradaki tehlikenin farkına  vardı. Çok geçmeden özlük muhafızlarının çekildiğini anladı. Anlaşılan, düşman ordusunun daha azgın olmasıdır.

Timur dişlerini gıcırdattı. Hiç beklemediği korku, pürtüklü eliyle yüreğine dokundu.  Biraz sonra saldıranlar ona da yaklaşabilirlerdi. Neredeyse kazanacağında, ölmek ya da esir olmak büyük bir haksızlıktı.

Yanında duranlardan biri:

-Saldıranların başında İsabek! , diye bağırdı.

« İsabek... İsabek...» Emir önce duymuştu bu adı. Onu zihninde canlandırmaya çalışıyordu.

Timur etrafına bakındı. Herhangi bir karar vermeliydi.  Onun yeteri kadar askeri vardı, ama bütün müfrezeler karagaha çok yakındılar. Eğer saldıranlar özlük muhafızlarını ezerlerse, hiç kimse onların yardımına yetişmez.

Geç olmadan, atı kamçılayıp son hızla yedek tümenlerin himayesi altında bulunan tehlikesiz bir yere kaçmak istedi. Çok geçmeden, askerlerin onun kaçtığını fark edeceklerini,  sonra da hemen pes edeceklerini düşündü. İlk tehlike işareti belirlendiğinde, savaş meydanından kaçan hükümdar,kendi ordusuna sonuna kadar savaşmayı nasıl emredebilir?

-Edige, Edige!.. emirin arkasında biri solukla dışarı attı.

Timur üzengiler üzerinde ayağa kalktı. Alçak tepelerden kalabalık bir süvari müfrezesi çıkıp Altın Orda’nın nükerlerle çarpıştığı yerine koştu.

Evet, yiğitleriyle birlikte gelen Edige idi. Karagahı büyük bir tehlike tehdit ediyor diye onu uyaran kimin olduğunu düşünmek zamanı değildi. Önemli olan –yardıma gelmesidir.

Edige atın yelesine kapandı; öne fırlayıp düşmana karşı çok hızlı gidiyordu. Altın Orda tehlikeyi sezdi. Onlar nükerleri  daha fazla takip etmeden, atlarını çevirip Edige’ye doğru gittiler. Ordunun başında da pehlivan yapılı bir asker vardı. Emir’in yakındakilerinden biri ona İsabek demişti.

Timur, bu cesur askerin adını nerede duyduğunu birden hatırladı. İsabek Edige’nin ağabeyiydi. Edige Toktamış’tan ayrıldığında, İsabek hanını terketmedi.

Kardeşler arasında mesafe kısalıyordu. Edige’nin elinde kılıç parlıyor, İsabek de sağ uyluğuna mızrağın sapını bastırıyordu.

Timur’un gözleri parlıyor. Acaba iki süt kardeş birbirini öldürebilecek mi? Acaba kendi hükümdarlarına o kadar bağlılar mı? Kan bağı onlar için önemli değil mi? Yılmayıp kardeşini vurmak için nasıl bir hedef almalıydılar? Neyi düşlüyordurlar?

Hummalı, süreksiz düşünceler ara sıra emirin Kefesında canlanırdı. Demek ki Ediğe’ye boşuna güvenmiyordu. Kendi hükümdarın zaferi uğruna yabancı karargahta bulunan ağabeyini öldürebilen insan saygıya değer. Öyle olsun o zaman!

Kardeşler arasında mesafe kısalıyordu. Emir üzengiler üzerinde ayağa kalkıp soluğunu tuttu.Şimdi Edige kılıcını kaldırıp İsabek’in başına indirir ya da İsabek daha becerikli çıkar ve Edige’den önce onu mızrağın keskin ucuyla deşer.

Beklenmedik bir şey oldu: kardeşler üzengileriyle dokunurcasına birbirinin yanından çok hızlı geçtiler. Edige kılıcıyla Han’ın askerlerine saldırıverdi; İsabek ise ustaca yumruklardan sıyrılıp, Timur’un nükerlerini mızrakla döverdi.

Emir olup biteni hor görerek başını çevirdi, Kundurçi nehrin vadisinde geçen savaşı yine takip etmeye devam etti. Onun kulları, merkezde, sağda, solda Toktamış’ın ordusunu yeniyorladı. Şimdi kaderin ona karşı rauf olduğundan emindi. Uzun zaman sabırsızlıkla beklenen zafer çok yakındı.  Ama şaşılacak bir şey, Timur sevinçten boğulmak yerine hiç bir şey duymazdı.

Deşt-i Kıpçak üzerine yapılan ilk seferi birdenbire aklına geldi. Çok zaman önceydi. Aras nehrin sahillerinde göçebelik eden Konırat soyunun aulları Timur’un tümenlerinin yaklaştığını duyunca yerlerini yurtlarını terkedip Batı’ya gittiler. Ama öyle oldu ki, bozkırda kaybolan yalnız çadırın sahibini tehlike var diye uyarmayı unuttular.

Yaklaşan düşmanı ilk gören karısıydı. O, atın üstüne önde erkek kardeşini, arkasına da kız kardeşini oturttu. Küçük oğlusunu öpüp, kocasına düşmanın yaklaştığını söyleyip bozkıra son hızla kaçtı.

Askerler kadını kovalayıp, onu Timur’a götürdüler.

-  Niye kocan ve oğlunla değil, erkek ve kız kardeşinle kaçtın? - o sordu.

-  Çünkü askerlerin kocamı öldürseler,  başka birini bulurum. Oğlum ölse, başkasını doğururum. Ama erkek kardeşimle kız kardeşim ölseler, bu dünyada benden daha yalnız biri olacak mı? Zaten annemle babam çoktanberi öldüler.

Kadının söyledikleri Aksak Timur’un hoşuna gitti. O, çadıra dokunmamayı, kocasını öldürmemeyi, hayvanları elinden almamayı emretti.

Belki de Edige ile İsabek aynı sebepten birbirini öldürmeye istemediler. Kan akrabalığının köylüler için değerli olduğunu Timur bilirdi. Ama mirzalar, biyler, kahramanlar için kan akrabalığı  sadece bir engeldi. Bir zamanlarda Canıbek Han savaş meydanında Tanıbek abisine aman vermedi. Büyük Cengiz Han’ın torunları için iktidar hırsı akrabalık bağlarından üstündü. Halk doğru der: taşın kökü olmadığı gibi, cengizlerin akrabaları da yoktur. Mamafih, Edige basit insanlardandı. İnsanoğlu çok tuhaf bir varlıktır... Omzuna oturmayı düşünen talih kuşunu kendisi ürkütüp kaldırır.

Eğer Edige abisiyle hesabını görüp, Timur için canını feda etmek hazır olduğunu gösterseydi, emir kahramanı mesut etmez miydi acaba ? Timur ona herşeyi verebilirdi, sadece, emiri gibi, Cengiz Han’ın torunu olmadığı için, Altın Orda’nın hanı olamazdı.

İyiliğe iyilikle karşılık verilir. İnsanı yüceltmek ya da arkadaş yapmak için, onun vefalı olması azdır. Onun senin gibi düşmandan nefret etmesi, düşmanın da ortak olması gerekir.

Aksak Timur’un yedi kulu, sıraların seyrekleşmesine ve çok sayıda can kaybına rağmen Altın Orda’yı demir nalı biçiminde sıkıştırıyorlardı. Bundan dolayı Altın Orda sadece geriye çekilebilirdi.

Toktamış savaşı kaybettiğini görünce yine hata yaptı. Bu hatayı on binlerce askerin canı ile ödedi.

Onun ordusunu yumruk haline getirip, Timur’un sol kanadına saldırmak imkanı vardı. Sonra da tümenleri yarıp Bulgarlar’ın ormalık alanlarına  kaçabilirlerdi. Ama yakın zamanlarda itaat altına alınan Bulgarlar’ın yenilen ordunun kalan kısmına saldırıp intikam alacaklarından korktuğu için cesaret edemedi.

Düzeni bozulan tümenler muharebe ede ede İtil Nehri’nin tarafına aceleyle çekildiler.Savaş böylece bitti. Altın Orda’nın askerleri, toprak kalmadığında, savaşı sürdürmek amacıyla, kendilerini İtil Nehri’nin sularına atmaya başladılar. Arkalarından, atın yelesine sarılıp, Toktamış Han geliyordu.

 

* * *

 

Altın Orda’nın hanı savaşta ağır bir yenilgiye uğradı. Muharebede yüz binlerce asker can verdi.Onların cesetlerini yırtıcı kuşlara, yabanıl hayvanlara yem olarak, Kundurçi ve İtil nehirlerin arasında bırakıldı. Epeyce Altın Orda’nın askeri nehrin heybetli sularında hayatını yitirdi.  Neredeyse askerlerin yarısını kaybeden tümenlerle, Toktamış, rezil olduğu yerden aceleyle kaçıyordu.

Sonbahar yaklaşıyordu. Rüzgarlar soğuk değildi, yağmurlar da hâlâ ılıktı, fakat vaktinde Deşt-i Kıpçak’tan uzaklaşıp,kışların sert olmadığı yere, mübarek Maveraünnehir’e doğru ilerlemeye zorundaydılar.Bu nedenle, askerler savaşın yorgunluğunu çıkardıktan sonra, Timur memleketine yöneldi.

Aksak Timur turnayı gözünden vurmuştu. Piyade alaylarından her asker yirmiye yakın, süvariler ise yüze yakın at almışlar. Özel müfrezelerin korumsı altında köleler, kendi sınırlarına giden ordusunun arkasından sayısız koyun sürüsünü sürerlerdi.

Özellikle Timur’un ve büyük kumandanların ganimetleri pek büyüktü. Emir, beş binden ziyade erkek ve kızı köleleştirip, kendi topraklarına götürdü.

Onun zafer sarhoşluğu içinde olan ordusu eve giderken göçebe aulları amansızca yağmalardı. Timur’un askerleri,  beduvilerin evlerini barklarını sökmeden at arabalarına yükleyip, ellerinden alırlardı. Zaferi kazananlar yenilenler için bir kara yazıydı.

Timur orduyu üç bölüğe ayırdı ve onların her birine gideceği yönünü işaret edip istediklerini almaya müsaade etti.

İlkbaharda Timur’un geçtiği yoldan çekilen göcebe aullar, onun geri tam onların kendilerini güvenlik içinde hissettikleri yoldan döneceğini beklemiyorlardı.

Biraz önce Aksak Timur’un askerleri, Turgay ile Irgız Nehirlerin arasında hayvanlara avlandıkları gibi, şimdi insanlara baskınlar düzenlerlerdi. Onlar, karşılarına çıkan hiç bir insana aman vermediler. Gençleri yanlarına aldıkları halde, ihtiyarların lüzumu kalmadığından,onları öldürürlerdi.

Bozkırın küçük yarlarına sipirlenip kurtulabilenler yine de ölümle karşılacaklardı, çünkü evsiz barksız kalan insanlar yaklaşan karakışın şiddetli soğuğuna dayanamayacaklardı. Sarı Kıpçak bozkırı bu sonbaharda kan ve gözyaşlarına boğulurdu.

Timur, sığ olan Yayık (Ural) Nehri’ni yürüyerek geçip ordusunu Savran şehrine götürdü, oradan da Otrar şehrini geçip Semerkand’a döndü. Seferi  11 ay sürmüştü. Emir, Toktamış’ın iktidar kavgasında hiç bir zaman kuvvetli bir rakip olamayacağından artık emindi.

Bu sefer , Timur, Toktamış’ın ellerinden alınan topraklara yeni hükümdarı tayin etmeye acele etmiyordu.

Edige, Temür Kutluk ve Künçek Oğlan emirin onlara muhtaç olmadığını anladılar. Bunun dışında, onlardan birini kendine yardımcı yapmak kadar onlara güvenmiyordu. Bu yüzden bir gün Timur’a gelip:

-  Çok saygıdeğer Timur emirimiz ! – Edige üçü adına dedi. – Her üçümüzün, Altın Orda’nın topraklarında akrabalarımız kalmıştı. Soylarımız hâlâ orada göçebelik etmektedir.Kim bilir, belki savuşabilen Toktamış, senin tarafına geçtiğimiz için, bizimle kan akrabalığıyla bağlı olanlardan intikam alacak. Bize yurdumuza dönüp senin himayen altına girmek isteyenleri yanımıza alıp, onlarla birlikte gelmemize müsaade et.

Aksak Timur yiğitlerin hilesini hemen çözdü, ama bunda onun için korkulacak bir şey yoktu.  Hangi millet düşmanıyla birlikte onun konutlarını yakan, kadınlarının ırzına geçen, hayvanlarını kaçıran birisinin hükümdar olmasını ister?

-  Tamam, - dedi emir. – Belki size bunu halletmek için bir asker müfrezesi gerekli olur?

-  Hayır, - Edige itiraz etti. – Bize göre, insanlar çağrımıza uyarlar.

-  İstediğiniz gibi olsun... Kırlarınıza gidebilirsiniz, ama ben yakında geri dönüşünüzü bekleyeceğim.

 

* * *

 

Aynı gece, Timur’un fikrini değiştirebilmesinden veya sinsi niyet kurmasından korkup, üç batır müfrezeleri geri çekerek ortadan kayboldu.  Artık Timur’a inancını yitirip karargahına bir daha dönmediler. Ancak kısa bir süre için buraya Kunçek Oğlan gelirdi, ama o da yakından vatan bozkırlarına kaçtı. Üç bahadır kendi aileleriyle önceki konma yerlerine, Karadeniz bozkırlarına, gittiler.

 Timur bahadırların gitmelerine üzülmedi.  Deşt-i Kıpçak topraklarına gereği yoktu. Şehir olmadıkları ve tek zenginliği hayvanları olan aşiretlerle dolu büyük alanlarına sahip çıkmaktan ne faydası vardır?  Timur’un otlaklara ihtiyacı yoktu. Büyük Cengiz Han’ın tersine  Timur  yerleşik halkları hükümet ederdi. Toktamış’ın  hükümeti devrildi ve  bozkırdan tehlikesi olmazdı. Orada toprak ve iktidar için iç savaşı vardı.  Altın Orda’yı destekleyen bir direk yıkılırsa  her zaman böyle olurdu.  Bu mücadele çabuk bitmeyecek çünkü bozkırda kendi kanunları, düzeni ve zaman akışı vardır...

Timur ile savaşta yenilgi Toktamış’ı sarstı; ama kaderine boyun eğmek niyetinde değildi. Ona bağımlı olan alanlar büyüktü ve orada pek çok soy göç ederdi. Timur’un galibiyetinden sonra Deşt-i Kıpçakta kalmadığı ve kendi hanını oturtmadığı ümit veriyordu. Yolun başlangıcında birçok yenilgiye uğrayan ve mücadelelerinde çelikleşmiş Toktamış yaşadığı rezalet ve alçalması için emirden intikam almak amacıyla güç ve istek doluydu. Yine kendi ordusunu oluşturmaya başlayıp emirlere, beylere, batırlara kendisinden kaçışmaya izin vermedi.

Az bir zaman önce batı komşuların, Rus ve Litvanyalılar’ın, güçsüzlüklerine emin olan Han şimdi onlara endişe ile bakıp duruyordu. Emniyetli ve sağlam geri kıtalarına ihtiyacı vardı. Komşuların geçici güçsüzlüklerini kendi amaçlar için kullanmayacakları ve Timur ile savaşı sırasında ona saldırı yapmacaklarından emin olmalıydı.

Toktamış mağlubiyetinden sonra eskisi gibi büyük ordunun sahibiydi. Ama Rusya’da pek çok Knez başlarını kaldırabilirler çünkü hatta başka düşmanla yenilen hasım her zamanki gibi güç ve tehditkar görünmez olurdu. Toktamış bunu çok iyi biliyordu.

Anlaşılan boşuna değil tam bu zamanda birdenbire Ordu’ya Büyük Moskova Knezi Vasili Dmitriyeviç geldi. Basit bir ziyaret olarak görünüyordu, ama gerçekten cesurca Nijegorod-Suzdal Knezliği kendi altına almasında Han’ın engel olmamasını  ikna ediyordu. Böylelikle Moskova’yı güçlendirip Toktamış taleplerini gönülsüz kabul etti. Şimdi Han’ın Rusya ile barışına çok ihtiyacı vardı.

Moskova Knezliği ile işini yoluna koyup Toktamış büyük elçileri Krakov’a,  Büyük Litvanya Knezi Vytautas’un kardeşine, Polonya Kralı I. Vladislav Yagaylo’ya gönderdi. Moskova’nın taleplerine boyun eğip onun Litvanya ile ittifağından korkuyordu. Litvanya her zamanki gibi sınır ve toprak anlaşmazlıkları yaşıyordu. I. Vladislav Yagaylo tartışmalı toprakların sahibi oluyordu ve o kendi payına Orda’nın eğemenliği kabul ederek haraç ödemeye başlar. Toktamış’ın istediği kadar oluyordu. Rus ve Litvanya aralarına nifak sokuldu.

Timur çok kuvvetli bir düşman idi.  Bunun için Han’ın güçlü müttefiğine ihtiyacı vardı. Önceki zamanda gibi Orda’nın işleri kötü gitmeye başlayınca  (mesela Berke Han hükmesinde Hülagu ile savaştığı zaman) Toktamış Timur’a karşı güçlerini birleştirmek teklifiyle büyük elçileri Memlük hükümdarı Berkuk Han’a gönderdi.

Maveraünnehir’in eimri sadece Orda için tehlikeli değildi. İran’a girip Mısır’ın çıkarlarına da dokunuyordu. Bunun için Han görüşmelerin iyi sonuna ulaşacağını sanıyordu.

Korkusu geçiyor, güçleri biriktiriyordu ve Toktamış asıl düşmanı olan Timur’a saldırı yapmaktan kendini alamazdı. Emir ordusuyla Kuzey Azerbaycan’da, Şeki şehrinde bulunduğunu haberi alıp Toktamış Köpek yılında (1394) kendi tümenleri Derbent’e sürdü ve onu geçip Şirvan’ın şehirlerini ve köylerini soymaya başladı.

Toktamış kendi zaferine inanıyordu ve ruhu sağlamdı.  Yavaş yavaş ilerleyerek  Timur’un tepkisini bekliyordu.

Bu zamanda Han’ı kızdıran olaylar ortaya çıktı. Orda’ya ulak kötü haber getirdi.

Yıllar birbirlerini kovalıyordu ve Sadat Begüm Edige’den vazgeçti. Mutlu günler ve gizli görüşmeler merakını uyandırmıyordu. Hatıralarıydı. Hepsi o kadar. Ancak bir arzusu canlıydı. Yaşadığı rezalet için batırdan intikam almak. Ancak kadın sevdiği kadar nefret edebilir. Geçen yıllar ruhunun derinliklerinde acısını durduramadı. Sadece yabancı gözlerden acısını sakladı.

Sadat Begüm kendisini hâlâ genç hissediyordu. Han’ın en sevgili karısıydı ve kendi birinciliğini kimseye aldırmazdı. Geniş uyluklu ve ince belli Sadat Begüm eskisi gibi arzuyu uyandırabilir ve erkek ona deli gibi tutulabilirdi.  Ancak parlak gözler şimdi sönük görünüyordu ve onların derinliklerinde soğuk ve düşman kıvılcımları fark edilirdi.

Hanım’ın aulunda ara sıra bulunan erkekler Sadat Begüm ’e ihtiras ve şehvet ile bakıyorlardı; ama hiç kimse harekete geçmiyordu. Toktamış’ın öfkesinden ve intikamından korkuyorlardı. 

Ama Sadat Begüm ’e karşı sevgi, Orda’da bir erkeği kör ve korkusuz etti. Ondan bir buyruğu gelse o her şeye razıydı, pervane gibi ateşe kendini atmak için hazırdı. Adı Dulatbek’ti. Hanım’ın aulunda  muhafazların komutanıyıdı.

Dulatbek kırkını yeni doldurmuştu.  Yüksek, esmer, kuru idi. Kılıcı ve soyloyu çok iyi kullanıyordu.  Cesur bir asker sanılırdı.  Toktamış’a canla başla aitti, çok kez onunla sefere gitmişti ve her zaman hükümdarı ile omuz omza savaştı.

Dulatbek’in fedakarlağına ve dürüstlüğüne  kanaat getirip onu sevgili karısının aulunu koruyan muhafızların başkanı yaptı.

Ama bir şeyi Han göz önüne almadı.  İnsanın gerçek yüzü ancak savaşlarda ortaya çıkmıyor.  Gönül işlerinde bu insan bambaşka olabilir.  Harpta pulat gibi sert ama aşık olunca ipekten daha yumuşak olur. Gönlünü fetheden vazifesini, vicdanını ve hükümdardan korku duymasını unutur.  Sevgili kadına arzusu erkeği  güç ve cesur yapıyor. Batır hiç düşünmeden kendi kadını için dovüşmeye başlayabilir.

Dulatbek görünüşte sert ve suskundu; ama kalbi yumuşaktı. Fırsatı yakalayıp Sadat Begüm’e kendi duygularını açıkladı.

Gözlerini kısıp batıra bakarak kadın sordu:

- Han’dan korkmuyor musun?

- Kendi duygularımla ne yapabilirim ki?

Sadat Begüm başını salladı ve Dulatbek’e hiç cevap vermedi.  Hanım gitti; ama batır kendi sözlerine kızmadığını fark etti.  Bundan duyguları daha da güçlendi. Sadat Begüm kendi sessizliğiyle ümit verdi.

Timur’a karşı sefere hazırlanarak, Toktamış Sadat Begüm ’ü Kırım’a, Ceneviz tüccarlarına göndermek kararına vardı.

Dulatbek’in müfrezesinin korunması altında Kefe’nın soylu millet için pahalı armağanlarla dolu büyük kervan  Sadat Begüm yorulmasın diye sık sık mola vererek Kırım’a yöneliyordu.

Şehrin hükümdarları, tüccarları, denizcileri Han’ın sevgili karısını büyük törenle karşıladılar. Her gün onun için ağırlamalar düzenleniyordu. Kurnaz Ceneviz’ler soylu misafirin gönlünü alabilirlerdi. Kefe’nın ana meydasında  kader yine Sadat Begüm ’ü ve Edige’yi bir araya getirdi.

Hanın karısı denizaşırı halılarla döşeli yüksek podyumda oturarak toplananlar için uzun tüylü beyaz kalpaklı Türkmen delikanlısının tarafından düzenlenen  yaban kedisinin, karatalın, güvercinlere avını izliyordu.

Sadat Begüm benzeri göstermelerin uzak Doğu ülkelerinde düzenlendiğini duymuştu. Ama kendi gözleriyle izlemek imkan olmadı.

Türkmen delikanlısına yırtık pırtık elbiseli oğlan yardım ediyordu. Meydanın ortasında birkaç avuç tohum serpti ve tahta kutudan güvercenleri koyuverdi.

Anlaşılan kuşlar uzun zamandır hiçbir şey yemedi. Hırsla tohumları gagalamaya başladı. Delikanlının sırası geldi. Kafesi örten kumaşı aşağı atıp kapağını açtı. Geniş ve kısa pençeleriyle hafif hafif adım atarak kumsal sarısı ve parlak yeşil gözlü kedi çıktı. Tembel ve ağır kedinin toplananlar hakkında hiç haberi yokmuş gibiydi. Birdenbire karatal kısa kulaklarını dikti, gözbebekleri daraldı ve yüzükoyun yere kapandı.

 

Sadat Begüm tembel ve ağır hayvanın birdenbire gerildiğini ve yüzü koyun yere kapanıp tohumları gagalayan kuşlara  süründüğünü hayranlıkla izliyordu. Kalabalık hareketsiz kaldı. Karatal sürünmekten daha çok  toprakla bir olup üstesinde kayıyordu.

Güvercinler sanki tehlikenin yaklaştığını hissetti. Tohumları gagalamaya bırakıp tehlikenin nereden geldiğini anlamak için başlarını her tarafa döndürüyordu.

Birdenbire hep birlikte yerinden fırlayıp kanat çarparak havalanmaya kalkıştı.  Ama geç oldu. Kedi sarı şimşek gibi arkadan fırladı. İnanılmaz yüksek atlayışta karatal bir kuşu tuttu ve yavaş yavaş dört pençeleriyle yere düştü.

İnsanlar hayran olup bağırıyorlardı. Sadat Begüm ’ün gözleri coşkunlukla parlıyordu. Türkmen delikanlısının karatalı yakalayıp kafese sokuşturduğunu  ve kedinin öfkeyle kalın ve kaba derili kolçakları kemirdiğini izliyordu. Bir daha tekrarlanmasını istiyordu.

Göz ucuyla hanım meydanda kalabalığın ikiye ayrıldığını ve atlılara yol verdiğini gördü.  İzlediklerinin etkisi altında ilgi göstermeden onlara gözü kaydı ve silkindi. Sönük parlayan örme zırh gömlekli askerlerin müfrezesinin başında Edige vardı.

Sadat Begüm, onun soyunun buralarda göç ettiğini biliyordu; ama batırla görüşme hakkında düşünmüyordu.

Eskisi gibi Edige yakışıklı ve güçlüydü. Kara donlu at hafif hafif adım atıyordu. Atlı gümüşle süsleyen  eyerde  özensizce, biraz yan oturarak herkese kayıtsızca bakıyordu.

Hanım bu yıllar içinde batırın birçok maksatlarına ulaştığını nereden bilecekti? Buraya ancak kendi soyuyla gelip etrafında başka,  biraz zayıf olduğu aşiretleri birleştirdi.  Şimdi  oldukça büyük kuvvetleri elde etti.

Toktamış Timur’la savaşa hazırlanarak sanki haini unuttu ve Edige’yi takip etmek onun umrunda değildi. Batırın şöhret düşkünü olduğunu biliyordu. Ama ne ondan ne de Temür Kutluk’tan korkmuyordu; çünkü kendi güçlüğüne emindi. Asıl olan Timur’u yenmektir. Ondan sonra hainlerin hesabını görmek zor görünmüyordu.

Edige zamanı boşuna harcamıyordu. Olsun pohpohlamayla, olsun rüşvetle, olsun zorla Mangit soyunun reislerini kendi tarafına eğiyordu ve Orda’dan Karadeniz bozkırlarıyla Kırımı almak ve oralarda tek sahibi olmak için planlar kuruyordu. Ancak uygun fırsatı yakalamak lazımdı. Bu fırsat yakından  ortaya çıkacağına emindi. Toktamış yine Timur’la karşılaşmak niyetindeydi. Üstelik Rus knezlikleri de arkadan vurabilirdi.

Bu sefer de Kefe’ye kasten geldi. Şehirlerin hükümdarlarıyla iyi ilişkiler vardı. Edige onlarla Toktamış’a karşı ittifak etmeye ummuyordu.

Batır Kefe’da Sadat Begüm ’ün bulunduğunu biliyordu, hatta onu yakalayıp tam kendisine getirmek için emir vermek   istiyordu. Ama son anda vazgeçti.  Gürültü yapacağı halde hükümdarlarla ilişkileri bozulacaktı; çünkü hanın karısı onların misafiriydi.

Ama Edige Sadat Begüm ’ü küçük düşürmekten zevk almaktan vazgeçemezdi. Bunun için gösteri düzenlendiği meydanda ortaya çıktı.

Sakin ve azametli Edige Sadat Begüm ’in oturduğu podyumdan geçti. Görmezliğe gelip ancak ona karşı değil, bütün Altın Orda’ya saygısızlık gösterdi. Tanık olanlar batırın davranışını bu biçimde değerlendirdiler.

Aşağılık duygusu tamamen Sadat Begüm ’ü  alt üst etti. Gözleri öfkeden yaşlarla doldu. Atı isteyip apar topar meydanı terk etti. Ancak intikamı düşünüyordu.

Aynı gün Sadat Begüm Dulatbek’i çağırıp  onunla açık açık konuştu:

-                                             Edige’nin başını götüreceksen istediklerini yaparım.

-                                             Tamam. Edige’nin yüz başı olsaydı hepsi senin ayağında olurdu.

Yemin ederim.

  Dulatbek coşku içindeydi. Kendi kuvvetine ve kurnazlığına inanıyordu. Üstelik Edige Toktamış’ın düşmanı olduğunu biliyordu. Onun için Han da bu davranışı için  teşekkür borcunu ödeyecek.

 

* * *

Dulatbek cesur ve becerikli biriydi. Askerlerini bozkırda bırakıp keretenkele gibi, sessizce aula sızdı. Edige’yi koruması gereken askerler bir kenarda, gün sıcağından soğumayan zemin üstüne yatıp kaygısızca uyuyorlardı. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Köpekler bile havlamazdı. Gökyüzünde donuk yıldızlar birbirine göz kırparken, kalkana benzeyen ay, gecenin kara perdesinde asılı duruyordu.

Dulatbek girişi kapatan koşmanın ucunu usulcacık çekip çadıra sızdı, elindeki bıcağı sıkarak donakaldı. Çok geçmeden gözleri karanlığa alıştıktan sonra nesneleri  seçmeye başlamıştı. Şanrak olarak adlandırılan çadırın kemerdeki deliğinden giren dönük ay ışığında taban üstünde yatağı ve karısıyla birlikte uyuyan Edige’yi görmüştü. Kadının kara saçları yastığın üstünde dağıldığı için onun yüzü bembeyaz gibi görünüyordu. Onun yanında, yorganını bir yana itip, yavaşça horuldayarak Edige uyuyordu.

Dulatbek gürültü etmeden yatağa yaklaştı. Bıcağını çıkarıp yatağın üzerine eğilir eğilmez, şaşkınlık ve acı içinde çığlık kopardı. Edige bir tekmeyle elinden bıcağı kapıp aldı. Başka bir bıçak ağzı ince yılan gibi parlayıp sönüverdi. Ta yüreğinden yaralanan Dulatbek inlemeden yere düştü.

Edige, düşmanın namlusunu elbiselerine silip, yavaş sesle gülmeye başladı.

-  Dulatbek, seni bekliyordum. – dedi, - Ecel şerbetini içmeye geldin.

Edige onu gerçekten bekliyordu. Bir gün önce, Kefe dönüşünde,onu refakat eden askerlerini ileriye yollayıp, kendisi dar, ama azgın derenin kıyısında duraklamıştı. Nehri yürüyerek geçtiğinde atı akıntının ortasında yavaşladı. Dulatbek tesadüfen başını çevirip gür söğütler arasında durup onun tarafına bakan askeri gördü. Yiğit Dulatbek’i kolaylıkla tanıdı. Önceki seferlerden onu tanırdı, hem de Toktamış’a sadakatle hizmet ettiğini bilirdi.

Bütün bunlar boşuna değildi. Yoksa niye izine düşsün ki? Eğer Edige’yi öldürmek isteseydi, en iyi şekilde bunu şimdi , nehrin ortasında durduğunda, gerçekleştirebilirdi, çünkü ne dolu dizgin gidebilir, ne de direniş gösterebilirdi. Dulatbek keskin nişancı olduğu için, çaba harcamayı gerektirmezdi bu iş. Ok her hâlde isabet ederdi. Demek ki  katil geceleyin gelecek, çünkü Sadat Begüm yiğidin kesik başının getirilmesini istedi.

Edige yanılmadı, ve beklenmdedik misafir çadırın içine girebilsin de hiç kimse ona engel olmasın diye elinden geleni yaptı. Bu yüzdendir ki, aulda köpekler havlamazdı, muhafızlar da beyefendinin hayatını korumak yerine kaygısızca uyuyorlardı. Gerisini yiğit kendisi yapabilirdi. Uzun zamandır uyumayabilir, çevik olabilir, gerek olduğunda düşmanın yüreğine de isabet edebilir.

Sabahleyin Dulatbek’in sakladığı hurjun adlı çantasını buldu, içine onun başını koyup yiğitlerin birine Kefe’yi dörtnala gitmeyi, orada da Sadat Begüm ’ü bulup uğursuz hediyeyi  teslim etmeyi emretti. Kadının öfkesinin son haddini bulduğunu anlayan yiğit artık buna kaygısızca davranamazdı, yoksa kim bilir, bütün bunlar nasıl biter. Başarısızlığa uğrayan Sadat Begüm daha ince hesap yapıp intikam alabilirdi. Bu nedenle, Edige, cesur yiğitlerden bir müfreze oluşturup,  onu Toktamış’ın karısının birazdan Orda’ya döneceği yola gönderdi.

Herşey Edige’nin istediği gibi oldu. Onun askerleri, muhafızları öldürüp kervanı yağmaladılar, Sadat Begüm'ü ise çırılçıplak kalana kadar soyup esnek çubuğuyla kamçıladıktan sonra onu atın sırtına bağlayıp, atı bozkıra koşturdular.

Bu olaylardan birkaç gün sonra, yolcular ata bağlı olan kadını gördüklerinde, Sadat Begüm artık aklını yitirmişti.

Han, Aksak Timur’la buluşmaya karar verdiğinde, ulak Toktamış’a tam bu haberi getirmişti.

Toktamış’ın öfkesi topuklarına çıktı. O, Edige’nin ona tahkir ettiği için yakında ondan intikam alacağını, aulunu yerle bir edeceğini, onun peşine düşenleri köleleştireceğini, ağzından köpükler saçarak bağırıyordu.

Birkaç gün sonra han sakinleşip ordusuna İran sınırlarına gitmeyi emretti.  Edige hakkında kötü düşünceler ona savaş arifesinde bilge ve hesaplı olmayı engelleyebilirlerdi. By yüzden irade gücüyle olup biteni unutmaya çalışıyordu.

 

 

* * *

Toktamış’ın yaptığı hareketler hakkında gelen haber, emiri şaşırtmadı. Han’ın yenilgiyi kabul etmeyeceğini bilirdi, çünkü onun yerinde olsaydı o da kabul etmezdi. Bu yüzden Toktamış’la görüşmekten kaçınmak anlamsızdı. Karşılaşma kaçınılmazdı.

Timur, ordusunu teftiş edip her zamanki gibi kumandanlara ağır hediyeler dağıttı ve sefere hazırlanmayı söyledi. Orduyla muharebe iki sebepten dolayı ertelenemezdi. İlk olarak, Timur , Toktamış’ın yağmaladığı Şirvan toprakların, ona ait olduğunu sanıyordu. Bu yüzden, saygınlığını yitirmemek için, böyle küstahlık yapmaya cesaret edebilen düşmanın saldırısını püskürtmeliydi. İkinci sebep ise Timur hanla hesabını görmeden İran’da ve Ermenistan’da tüm gücüyle savaşı sürdüremezdi. Timur, Fahrabad’a yakın bir yerde tümenlere birdenbire durmayı emretti. Kış yaklaşıyordu. Bu diyarlarda genellikle pek soğuk olmasa da, hava yine de değişkendi. Emir mevsimin sonuna dek beklemeye karar verdi. Üstelik, burada güzel otlaklar da var, Maveraünnehir’den yeni müfrezeler de yakın zamanlarda gelecekti.

Toktamış da ordusuyla durdu. Timur’un adım atacağını bekliyordu.

Şubat ayında bozkır yeşerir yeşermez, emir ansızın Derbent’e yol aldı.

 

 

* * *

İlkbahar otları rüzgar altında yeşil ipek gibi ışıldardı. Ilık, tatlı bir rüzgar insanların yüzlerini okşardı. Toktamış bu günlerde asık suratlıydı. Kötü bir rüya görüp de onu unutamayan birine benzerdi.

Han, kah Aksak Timur’a karşı çıkmaya cesaret ettiği için kendine kızıyor, kah başka çaresi olmadığından emindi. Toktamış, ağır düşüncelerden uzaklaşmak, uykusuz gecelerini kısaltmak için en çok sevilen küçük Kadır Berdi oğlusunu çağırıp ona eski efsanelerle menkıbeleri anlattırırdı.

Hanın çadırında onun kumandanlarıyla Kıpçak bozkırın tanınmış insanları toplanırdı. Onlar, Kadır Berdi’nin derin, kadife gibi sesini coşkunlukla dinliyorlardı.

O ise Nizami’nin Farsça yazdığı «Hüsrev ü Şirin» adlı aşk temalı mesnevisini anlatırdı. Bu mesnevi saz şairi olan Kutb tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

Toktamış da herkesle birlikte destanı dinlerdi.  Mükemmel sözler büyülüyordu, ama hanın Kefesı başka bir şeyle meşguldu . O aniden yaşamın anlamını, feleğin sillesini düşünmeye başladı. Niye ozan Kutb mesnevinin tercümesini, çok kısa bir süre hükmeden ve kardeşi Canı-Bek tarafından öldürülmüş Altın Orda hükümdarı Tini Bek Han adına yazmıştı? Hangi faaliyetler, kahramanlıklar sayesinde Tini Bek Han bu şerefine nail oldu?

Toktamış oğlusunun sözünü kesip, yanında oturan ihtiyar ihtiyar bir Uygur olan danışman Niyaz’a sordu :

-  Kutb’un hayatını muhakkak biliyorsun, değil mi? Anlat ki bize, o nasıl biriydi de nasıl ölmüştü?

Niyaz küçük kuru eliyle geniş, çıkık alnındaki buruşukluklarını düzeltti.

-Bu saygın insan hakkında fazla bilgimiz yoktur. – bitekşi söyledi. –Kutb aslen Horezmlidir. Olgunluk yaşına geldikten sonra uzun zamandır Saray Berke kentinde kalmıştır. Tini-Bek han olmadan Kutb’u himaye ederdi. CanıBek abisini öldürdüğünde, Tini-Bek’e yakın olanların başlarını kesmeye de emretti.  Zaten bozkırda her zaman böyle olur.

Uygur’un sonki sözleri Toktamış’ın hoşuna gitmedi. O çatlarını astı ve oğlusuna  «Devam et!» diye başını salladı.

Kadır Berdi’nin melodik sesi yine sessizliği bozdu. Hanın zihni ise hâlâ kendi düşünceleriyle meşguldu. Han, Kefesında arı kovanı gibi uğuldayan sorulara cevap bulamıyordu. Hayat adaletsizdir. Yıllar geçer, şehirler haritadan silinir, kum olduğu yerlerde ormanlar yetişir, insan boyunda otlar olduğu yerlerde kayrak kumlar otaya çıkar. Tini Bek muazzam bir şey yapmadığı halde, ınsanlar onu hatırlar. Buna karşılık, Orda’nın uğruna fedakarca davranan şanlı hanların bir çoğu unutuldu, ya da zorla hatırlanır. Toktamış bir anda geleceğe bakmak istedi. Hayır! Kimi kimi, ama onu torunlar muhakkak hatırlayacaklar,çünkü başka hiç kimsenin yapamayacağını yapan odur. Hükümeti yöneten Mamay olduğunda, Ruslar, Altın Orda’yı bozguna uğrattılar. Altı Orda artık yeniden dirilmeyecek gibi görünüyordu. Sonra gelip, orduyu kalkındıran, ordunun iskeletini sağlamlaştıran kişi Toktamıştı. Torunlar onun yaptığı faaliyetlerini Altın Orda’yı kuran Batu Han’ın faaliyetlerine eşitlemelidirler. Şimdi ise Aksak Timur’u yenmek gerekir. O zaman herşey eskisi gibi olur. Toktamış öyle yapar ki, Ruslar onun adını duyduklarında bile korkudan titreyecekler.

Bir kimsenin eli çadırın girişini kapatan perdeyi bir yana attı,sonra da muhafızların komutanı eşiği geçti.

-  Hükümdarım, Timur’un büyükelçisi geldi.

Toktamış başını kaldırıverdi, gözlerinde hayret görünüp kayboldu.

-  Kim o? Ne ister? – o sordu.

-  Büyükelçinin adı Şemseddin. O Almalıklı. Size emirden mektup getirdi.

Hanın yanakları pembeleşti.

-  Tamam, - o dedi. -  Onu, bu gibi durumlarda usulden olan törenle karşılayın. Sabah mektubunu alıp, onunla konuşuruz. Şimdi ise ...- Toktamış çadırın içinde oturanları gözden geçirdi, - herkes serebest olabilir. Benimle sadece bitekşi Niyaz kalsın.

Herkes yükünüp çadırdan çıktı.

Toktamış ayağa kalkıp çadırın içinde beş aşağı beş yukarı gezmeye başladı. Yere serilen yumuşak koşma adımlarınının sesini boğuyordu. Nihayet danışmanın karşısında durdu.

-  Büyükelçi niye geldi?

-  Bilmiyorum, hükümdarım, ama düşünüyorum ki Timur size barış içinde yaşamayı teklif edecek.

-  Ne yapmalıyım ?

Bitekşi Niyaz bu sefer cevap vermekten kaçındı.

-  Hükümdarım, sen daha iyi bilirsin... Hem de emirlerin var... Savaş işlerinde benden daha iyi anlarlar. Ta Şemseddin Almalıki’nin gelmesi boşuna değildir... Bu adam hitabetiyle ün salmış. Dikkatli ol...

-  Tamam. Gidebilirsin.

Bitekşi Niyaz yükünüp geri çekildi ve çadırdan çıktı.

Emirler, beyler ve oğlanlar, sabahleyin, hanın ferah çadırında toplandı. Tastemir, Bekbolat, Süleyman Sofa, Hasanbek, Alibek, Edige nin kardeşi İsabek in çevresinde, Toktamış, şerefli tahtına oturdu.  Büyükelçiyi teşrifata uygun bir biçimde karşıladılar. Şemseddin Timur’un mektubunu hana teslim ettiğinde, han geciktirmeden onu bitekşi Niyaz’a verdi.

-  Oku , - söyledi o.

Mektup Çagatayca, ama Uygur alfabesiyle yazılmıştı. O zamanlarda Türkler’in çoğu Çagatayca konuştuğu için çadırda oturan herkes mektubun konusunu anladı. Timur Toktamış’a anlaşmazlığı barışçıl bir şekilde halletmeyi  teklif etti, ve hana karşı duyulan saygılarını sundu. Mektup, hiçbir saygısız söz içermezdi. Emir hana eşit davrandı.

Bitekşi Niyaz sustuktan sonra çadırda sessizlik çöktü. Toktamış büyükelçiye baktı.

Şemseddin, açıklamalar yapıp, emirin sözlü olarak ilettiği mesajını söylemenin tam zamanı olduğunu anladı.

-  Büyük Han, oğlanlar, emirler, beyler! Hükümdarımın mektubunu kendi gözlerinizle gördünüz, onun sözlerini kendi kulaklarınızla duydunuz! Emir Timur kıdemce büyük olduğu için, mutabakata sizi çağırıyor. Çok sesli ve saygısızca başka birinin kapısını vuran bir kişi, gönlü kırılan ev sahibinin gelip onun kapısını tekmelemeyeceğinden emin olabilir mi? Emirim, bunu hatırlamanızı, önünü ardını düşünmeden karar vermemenizi ister. Cevabınızı vermeden önce,  bu muharebenin her birimize neler kazandıracağını bir düşünün....- Büyükelçi herkesi gözden geçirdi. Elâlem ses çıkarmayıp daha neler söyleyeceğini merak ederek bekledi. Şemseddin, bu sefer sadece Toktamış’a bakarak yine konuşmaya girişti. – Hükümdarım,  sen daha kuş yavrusu olduğunda, emir Timur kudretli kartaldı. Fırtına yuvanı  yıktığında, sen ona sığındın. Çocuk büyüyor, yoksul zengin oluyor, sen de kartalın yardımıyla doğan oldun. Sen, yıllar geçtikçe kanatların sağlamlaştı, tırnakların büyüdü diye küsebilirsin. Bu konuda seninle hiç kimse tartışmayacak. Kanatların güçlü, ama emirimin kanatları bu süre içinde demirleşti, pulat kılıcı bile onları kesemez. Sağlam tırnakların büyüdü, ama Timur’un tırnakları keskin hançerlere benzedi. Bugün barış teklifiyle sana mektup gönderse de, korkusundan dolayı değil, seni kaybetmek istemediği içindir. Büyük hanım, eğer istersen, bugün onunla birlikte olmadığından çektiğini anlatayım sana. Bunlara kendim tanık oldum, kendi kulaklarımla duydum söylediği sözlerini. Toktamış, istifini bozmadan söyledi:

-  Anlat bakalım, biz seni dinleyelim...

-  Bütün Türkistan’da İslam inancının altın kubbesi, Maveraünnehir’in Aziz olan Berke Said’in yakın zamanlarda hayatını yitirdiğini belki duymyşsunuzdur? İşte, dünyanın büyük askeri, emir Timur, onun mezarı başında dururken kederli bir sesle söyledi :

«Bütün dünyada sadece üç yakın dostum vardı. Birincisi – çok erken bu fani dünyadan ayrılan Emir Hüseyin. İkincisi – demin gözlerini kapayan İmam Berke. Üçüncüsü, en yakın olanı, - Toktamış Han, ama araları açıldığında, o ondan ayrıldı.»

Ötekiler gibi, büyükelçiyi can kulağıyla dinleyen İsabek, kıpırdadı ve gülümsemesini gizlemeden yavaş sesle söyledi:

-  Aksak Timur’a yakın olan üç kişiden ikisi ölmüş olsa, belki Toktamış Han ondan zamanında ayrılıp çok akıllı davrandı.

Çadırın içinde toplanan kişilerin dudaklarında hafif bir gülümseme parladı. Herkes, İsabek’in neyi ima ettiğini anlayıp, Şemseddin’in nasıl bir cevap vereceğini, çare bulup bulamayacağını merak ediyordu.

 

Büyükelçiyi yolundan şaşırtmak çok zordu. Entrika çevirmede çok usta olan Şemseddin, her bir tartışmadan galip çıkmasını bilir.

Sesini değiştirmeden, sözüne devam etti, ve barıştırıcı bir tavırla İsabek’e döndü.

 

-  Ya, İsabek. Büyük Han hükümdarımla dostluğunu niye bozsun ki? Dostlar birbirinin canına kıymazlar. Sadece düşmanlık başımıza felaket getirir. Emir Timur’un keskin, hiç körleşmeyen kılıcı var.

Onun yumuşak sözlerinde tehdit hissediliyordu. Şemseddin devam etti:

-  Sayın İsabek, kuğular hakkındaki efsaneyi bilmiyor musun? Bilmiyorsan, anlatayım. – İsabek’in rızasını almadan anlatmaya başladı: - Uzun zaman önce birbirinden hiç ayrılmayan iki kuğu yaşardı. Bir gün, kötü kalpli bir insanın oku onlardan birisine isabet etti. İkinci kuğu,ölmek üzere olan arkadaşı sayesinde uzun süre acı acı ağladı. O zaman ölmek üzere olan kuş sordu:

«Neden tesellisiz oldun? Niye o kadar acı acı ağlıyorsun?»

«Kahırlanmayabilir miyim? Kısa zamanda öleceksin ki...»

«Ağlama. Ben ölüyorum, ama yine de kendimi mutlu hissediyorum...»

Kuğu şaştı:

«Ölüm sevinç getirebilir mi? Dünyada ölümden daha korkunç bir şey var mı?»

«Haklı değilsin, - ölmekte olan kuş itiraz etti. Eğer yanında içtenlikle üzülen ve acını duyan bir arkadaş olsa ölüm korkunç değildir.»

İşte böyle bir efsane. Hükümdarım, ona yakın olan kişininin, imam Berke’nin mezarı başında dururken,onun hüzünlü yüzüne baktığımda ben de bu efsaneye inandım. Mezar başında düşmanın değil, arkadaşın varsa ne mükemmel.

-  İbret verici bir hikaye anlattı. Kuvvetli arkadaş – talihtir, kuvvetli düşman ise beladır... Ne yapacağımızı Ordu’nun emirleri söylesin. –söyledi Toktamış, ve çadırın içinde oturanların yüzlerine dikkatli dikkatli baktı.

İlk İsabek konuşmaya girişti:

-  Şemseddin, sen, çok akıllı birisin. Berrak sözlerle ve yumuşak bir dille dinlettirdin bizi. Sözler – senin hakikatındır. Hiç kimse buna itiraz edemez. Renkli ipekleri ne kadar ayak altına atsan at, yalan, çamur gibi örtbas edilemez. Eğer Aksak Timur gerçekten aramızda barış olmasını istiyorsa, seni niye daha erken göndermedi ki? Niye bütün kış ordusunu savaşa hazırladı ki? Emirin tümenlerinin savaşa girişmeye her zaman hazır olduklarını biliyoruz. Timur, Maveraünnehir’den Şeyh Omer’in komutanlığı altında yeni müfrezelerin gelmesini bekliyor. Hükümdarını çoktan beri tanıdığım için, bize hiçbir zaman arkadaş olmayacağını güvenle söyleyebilirim. Aksak Timur hiçbir zaman doğrusunu söylememişti. İsteyen ona güvensin, ama ben artık aldanamam. Ellerimizin gücü, mızraklarımızın sivri uçları muharebede yarışsın. Ben söyleyeceğimi söyledim.

Kıpçak bozkırlarında dövüş sanatının eşsiz ustası olarak tanınan,ihtiyar Kazı Bey, gür kaşlarını çatarak, ileriye doğru bakıp, konuşmaya başladı:

-  Ordu’nun birçok saygın adamı Aksak Timur’dan yardım aradı, himaye edilmesini istedi. Birçoğu onunla dost olmak istedi. Bizim Büyük Toktamış Hanımız, Edige, Temür Kutluk Han, Künçek Oğlan. Diğerlerin adlarını da söyleyebilirdim...Ama onlardan hiç biri Aksak Timur’dan aradığını bulamadı. Sorarsınız : neden? Çünkü ona hiçbir zaman güvenemezsin. O sadece kendi isteklerinin yapılmasını düşünür.Şemseddin, sen, barış ve aşk hakkında konuşuyorsun. Şimdi ben de eski bir efsaneyi hatırladım. Çoktandır bir aslan bütün vahşi hayvanlarla dost olmak istediğini söyledi. Vahşi hayvanlar ise ona inandılar... En son gelen tilkiydi. Aslanın mağarasına girmeden önce vahşi hayvanların bıraktıkları izlerine baktı. Onlar herkes aslanın mağarasına girip geri dönmemişler....Bana göre şimdi de buna benzer bir şey olacak. Ben İsabek gibi Aksak Timur’a inanmam. Kendimizi kandırmayalım.Keşke elimize silahlarımızı alıp bahtımızı deneyelim.

Altın Orda’nın ortadaki kanadının komutanı Tastemir, bakışlarla bir şey söylemek istediğini hana belirtti.

-  Timur, şöhretin doruk noktasına ulaştı. Orduyla barış içinde yaşamak istiyorsa, 1391’de, koyun yılı olduğunda Deşt-i Kıpçak’a doğru gidip, o kadar çok kan niye akıttı ki? Bu sefer de Aksak Timur bizi aldatmak istiyor, çünkü şu anda Ordu herhangi bir zamanda onun böğrüne saplanabilen mızrak gibidir. Biz,evrenin hakimi olmasına engel olduk. Atın ayaklarının altına Cuci ulusunu sermeden evrenin hakimi olamaz çünkü. Sırtımıza muvafık bir rüzgar esiyor. Bizim gücümüz emirin gücüyle eşittir. Bu yüzden barışma hakkında konuşamayız.

Uzak görüşlü Alibek oğlan ihtiyatla söyledi:

-  Büyük Hanım, Şemseddin yangın çıkarmak için gelmedi. Emir Timur da mektubunda bizi küçük düşürmedi, onurumuzu kırmadı.  Belki biz önce danışalım, sonra ise büyükelçiye cevabımızı verelim...

 

* * *

Emirler, valiler, kadılar ve fedailer bütün gece hanın çadırında Aksak Timur'un teklifine ne cevap verecekleri konusunu düşünerek oturdular  ve en sonunda sabaha karşı uzun tartışmaların arkasından Aksak Timur'un barış anlaşmasının geri çevrilmesine karar verildi.

 Eski adetlere göre Şemseddin'e rahvan bir at verildi. Omzuna ipekten bir halat atılıp başına parlak samur kürkü ile çevrelenmiş kadife bir başlık giydirilip hanın çadırına getirdiler.

 — Uzun uzadıya durumu müzakere ettik, — dedi Toktamış elçiye. — Emirler, kadılar, fedailer, yurdumuzdaki göçebelerin oba başları senin hükümdarının teklifini geri çevirdiler. O geç kaldı. Atlarımız eğerli, kılıçlarımız bileylidir. Biz savaşa hazırız. - Han bir an için duraksadı. Sonrasında Bitekşi Niyaz'a dönerek emretti: — Aksak Timur’a iletilecek olan mektubu Şemseddin'e ver. Biz mektuba mektupla cevap verdik...

 Elçinin suratı asıldı.

 — Yüce Han, — Dedi o, — Acaba sen kadı Cirençi'nin karısının şanlı Canıbek Han'a söylediği sözleri bilmiyor musun? Dinle bakalım. Sana bu ufak meseleyi anlatayım.

 Kadın hana sordu:

 «Bey, yemeğe tat veren nedir?»

 «Yağdır», — dedi Canıbek.

 «Eğer yağ bozulmuşsa o zaman ne tat verir?» — diye kadın tekrar sordu.

 «Tuz».

 «Ya tuz da bozulmuşsa?»

 Han ne cevap vereceğini bilemedi.

 Kadı Cirençi’nin karısı onu rahat bırakmadı ve tekrar sordu:

 «Eğer halk bir kargaşa içine girmişse düzeni kim sağlar?»

 «Bunu hükümdar sağlamalıdır», — diye cevap verdi Canıbek.

 «Peki adilane bir biçimde bunu gerçekleştirmesini hükümdara kim öğretecek ?»

 Han bu sefer de kadına nasıl bir cevap vereceğini bilemedi.… Böyle bir hikaye var yüce Toktamış Han. Bu hikaye şunu anlatmaktadır. Eğer senin emirlerin,kadıların,fedailerin yanılıyorlarsa onları doğru yola yönlendirmek senin görevindir.

 Şemseddin hafifçe eğilerek çadırdan dışarı çıktı.

 Elçinin sözleri küstahçaydı. Toktamış'ın aklından ilk geçen onu durdurup başının kesilmesini emrederek cevapla beraber Aksak Timur'da göndermek oldu. Fakat han kendini tutup bunu yapmadı. Ruhunun derinliklerinde emirin teklifine boş yere karşı çıktığına dair gecikmiş bir pişmanlık duygusu kıpırdadı. Artık çok geçti. Şemseddin meydan okuma mektubuyla beraber yola çıkmıştı. Belkide Aksak Timur ile savaşmaya can atanların rüzgarına kapılmamak gerekiyordu. Hanı bir telaş duygusu rahatsız etmeye başladı.

 Aksak Timur Toktamış'ın barış teklifini kabul etmeyeceğini biliyordu. Buna rağmen sadece adet yerini bulsun diyerek elçisini ona gönderdi. Bu hareketi ile kimse onu hainlik ve kana susamışlık ile suçlayamaya cesaret edemeyecekti. Onu tanıyan halkın gözünde bundan sonra emirin adı adalet anlayışı ile beraber anılacaktı.

 Şemseddin döndüğünde Timur'un ordugahını Samur nehri kıyısında buldu. Elburs Dağı eteklerinden Hazar Denizi'ne kadar olan bölge askerlerle kaplıydı. Timur savaşçıya yakışır bir halde sükunetini muhafaza ederek Toktamış'ın gönderdiği aşalayıcı mektubu okudu. Hanın düşündüğü gibi öfkeye kapılmadı sadece ordusuna savaş düzenini almaları yönünde emir verdi.

Birkaç gün sonra büyük ordu yoluna çıkan her şeyi süpürerek Derbent geçidine doğru ilerledi. Orayı geçip Toktamış'ı destekleyen büyüklüğü fazla olmayan bir ulus olan Kaytakların topraklarına girdiler. Timur önüne çıkan herkesin gözünü korkutmak maksadıyla önüne çıkmaya cesaret edebilecek bütün Kaytakların yok edilerek ganimetin askerler tarafından paylaşılmasını emretti.

Kaytaklara karşı yapılan bu saldırı Toktamış'ı endişeye sokmuştu. O, emirin öfkelendiğini ve niyetinin gayet ciddi olduğunu anlamıştı. En azından durumu biraz kurtarmak ve bir süreliğine de olsa Timur'u oyalama maksadıyla onun ordusuna karşılık Ortan Bey idaresinde elçilerini gönderdi. Ancak Maveraünnehir komutanının sayısı belirsiz ordularını karşısında görünce atını geri çevirip Toktamış'ın karşısına eli boş bir vaziyette geldi.

O olaydan dört gün sonra Timur'un orduları demir kapıları aştılar. Toktamış tüm gücüyle onu karşılamak yerine orduların karşısına Kazanşi komutasında en iyi atlılardan oluşan birliğini Timur'un ordularının Koysu Nehri’ne doğru yönelmelerini engellemek maksadıyla gönderdi.

Gelen istihbaratlar planlanan saldırı konusunda Emir'i tam zamanında uyardı. O kendisi iki tümeninin komutasına geçerek gece vakti hızlı bir geçiş meydana getirdi. Koysu nehrinin yukarı kesime geçtikten sonra Timur aniden Kazanşi'nin tümenine arkadan saldırdı ve nerdeyse hiç zorlanmadan onu tamamıyle yok etti.

Bu Toktamış'ın bu seferde uğradığı büyük olmasa da ilk kaybı oldu.  O artık geriye çekilecek yeri olmadığını anlıyordu. Aksi taktirde Kundurçi nehri kıyısında başına gelen olayın benzerinin yaşanması mümkündü.

Nisan ayının ortalarında  devasa iki ordu Terek nehri kıyılarına çıktı. Aksak Timur'un ilk yaptığı şey konaklama için sağlam bir yer bulunup askerlerin oraya yerleştirilmesi emrini vermek oldu. Emir, konaklama yerlerinin etrafına derin hendekler kazılmasını ve etrafına kazıklı koruma kalkanı yapılmasını emretti. Altın Orda askerlerinin konaklama yerlerini sağlamlaştırmak için daha vakitlerinin olduğu anlaşıldığında Timur, dış kısma bir hendek daha yapılmasını emretti.

 Karanlık bastırdığında ucu bucağı olmayan bir kara okyanus misali ikiyüz bin asker ortadan kayboldu.Orada savaşa hazır bir ordunun olduğunun anlaşılmaması için  iki taraftanda herhangi bir ateş yakması ve hiç bir şekilde gürültü çıkarılması yasaklandı.

 Ertesi gün şafak sökerken 15 Nisan 1395 tarihinde bir tarafta Aksak Timur diğer tarafta Toktamış Han tarafından idare edilen ve ümitlerin ortaya konduğu orduların muharebesi başladı.

 Timur, zaferden emin bir biçimde dört yıl önce Kundurçi Nehri vadisinde meydana getirdiği ordu düzenini ortaya koydu. Orduyu yedi kısma ayırıp önemli bir kısmı piyade sınıfına ayırdı. Çünkü zorunlu olarak savunmaya geçileceği zaman ve atlı birliklerin geçişi esnasında onların gücü ve sağlamlığı tartışılmazdı.

Muharebe henüz başlamışken Toktamış ordusunu onu yıpratıp durumu lehine çevirme maksadıyla Timur'un ordusunun sol kanadına yönlendirdi. Fakat Timur bu durumu farketti. Emri altında bulunan yirmi yedi alayın neredeyse hepsi atağa katılıp ordunun sol kanadına doğru hücuma geçtiler

Altın Orda askerleri yaralıları ve ölüleri geride bırakarak aceleyle geri çekilmeye başladılar. Daha da hırslanan askerler onların peşinden ilerlediler. Fakat bu durum çok uzun sürmedi. Arkalarından gelen komutanları ve Toktamış'ın tümeni atlarını çevirip atağa kalkan askerler kuşatıldı. Atlı süvarilerin bulunduğu bu bölgede iki taraf da karşı karşıya gelmeye başladılar. Askerlerin bulunduğu bütün hatlar boyunca muharebe devam etti. Belkide buradaki çarpışma en sıcak çarpışma oldu. Sanki dipsiz bir kuyudan Timur'un ve Toktamış'ın askerleri taze bir enerjiyle dışarıya fırlıyorlardı. Yalnız Maveraünnehir tarafının askerlerinin diğerlerine göre bir avantajı vardı.Timur'un askerleri çarpışma yerine iki ağır tekerleği olan arabalarla geldiler. Her savaşcı da kalkan bulunmaktaydı. Seri bir vaziyette arabalarını çevirip diz çökküp kendilerini kalkanla siper alarak düşmanı ok yağmuruna tuttular.

 Bu çarpışmadan sonuç çıkarabilmek gerçekten zordu çünkü iki tarafın askerleri birbire girmiş ve belli bir düzenden bahsetmek mümkün değildi.

 Savaşın gidişatını takip eden Toktamış'ın yanına hızlı bir şekilde İsabek ve Şora batır geldiler.

- Ulu hanımız! diye haykırdı İsabek. - Aksak Timur sadece bir alayın korumasında kaldı. Bize müsade et birliğimizi alıp ona arkadan saldırmayı deneyelim. sana yemin ediyoruz ki onun başını sana getireceğiz!

 Toktamış başını savaş alanından çevirip öfkeyle yanıt verdi:

- Bana Aksak Timur'un başı lazım değil! Bana onun ordusuna karşı alınmış zafer lazım! Eğer buradan kendi birliklerinizi görüyorsanız bulunmaları gereken yerde olmak yerine Timur'un başı için mücadele ederlerse biz savaşa dayanabilir miyiz?! Askerlerinize söyleyin ve onlarla beraber atılganlık ve cesaret sergileyin!

 İsabek ve Şora batır itaat ettiler.

Toktamış yumruğunu avucuna bastırdı. Timur'un ordusunun sol kanadına Muhammed Sultan komutasındaki birlikler yardıma koştular. Altın Orda askerleri düzensiz bir şekilde savaş alanından çekilmeye başladılar.

 Görünen o ki savaşta kırılma anı yaşanmaktaydı. Fakat bu arada Toktamış'ın sol kanatta savunmada bulunan askerleri Timur'un sağ kanadına arkadan saldırıp yıprattılar. Bu kanadı komuta eden Maveraünnehir'in en iyi komutanlarından olan Hoca Seyfeddin, tümenine daire biçiminde bir savunma hattı kurmaları için acele etmeleri emrini verdi. Karşı tarafın ok yağmuruna karşı koydular ve Altın Orda ataklarının hiç birisi başarıyla sonuçlanmadı.  Canlı bir dalga gibi, çığlıklar tümeni adeta mızraklıyordu. Birlikler ölülerini savaş alanında bırakarak pozisyonlarını terk ediyorlardı.

Hoca Seyfeddin'in yardımına Cenanşah Bahadura'nın atlı birliği yetişti. Sonrasında atlı süvarileriyle Mirza Rüstem ve Omer Şeyh yetiştiler. Kısa bir süre zarfında Toktamış'ın sol kanadındaki askerler bozguna uğratıldı.

 Toktamış Han'ı korku kapladı. Bir anda Koysa Nehri kıyısında kaybettiği iki alay asker için ve İsabek ile Şora Batır'a Timur'a karşılık vermeleri için izin vermediğine pişman oldu. Sanki kaderin örgüsü devam ediyordu. Toktamış'ın gözleri buğulandı. Son ümit olarak savaşın gidişatını değiştirmek için Kunçek ve Davut Sofi'ye birliklerini Timur'un bulunduğu yere yönlendirmelerini emretti.

Şimdi sadece Han değil onun en basit askerleri dahi savaşın kaybedilmek üzere olduğunu anladılar. Herkesin anladığı bir konu vardı ki artık hiç kimse insaf bekleyecek durumda değildi. O sebeple komutanlarının bu ümitsiz emri son kurtuluş yolu olarak gözükmekteydi. Tabi eğer şans onlara yüzünü çevirmez ve bir mucize gerçekleşirse.

 Timur'u bekleyen tehlikeyi ilk olarak  Emir Şeyh Nuriddin. O askerlerine Timur'un etrafında bir koruma kalkanı oluşturmalarını emretti. Binlerce maveraünnehir askeri emri yerine getirdiler. Etten bir duvar Altın Orda askerlerine karşı koydu ve binlerce ok karşılık verdi. Beklenen mucize gerçekleşmedi. Toktamış çadırında öfkeyle kendini sağa sola savurdu.

Bu esnada askerlerin arasından iri yapılı birisi öne çıktı. Kendisi ve nerdeyse yere değen yelesiyle atı zırhlı bir vaziyetteydi. Oklardan zarar görmemişlerdi.

 Dev topuzunu sallayarak aşılamaz gibi görünen etten duvara yöneldi. Onun peşinden ise yüzlerce atlı yeleleri kapanırcasına ölümü umursamayıp ileriye doğru atıldılar.

O kadar ani bir durum oldu ki atlıların bu korkunç hallerinden sonra bir anda Timur'un askerleri iki yana açıldılar. Bu dar geçitten adeta omuzlarıyla onu genişletircesine önüne gelen her şeyi deviren bu esrarengiz asker ileri atıldı.

-Koblandı! Koblandı Batır Koblandı!  Diye  çılgınca bağırıp onu takip ettiler Altın Orda askerleri..

Bu adamın ismi Bütün Kıpçak bozkırı tarafından artık biliniyordu. Kendisine denk birini bilmeyen bu yiğit halk arasında bu şekilde adlandırılıyordu. Koblandı artık genç birisi değildi. seferlere seyrek olarak katılırdı. Sadece bir zamanlar Aksak Timur'un emriyle öldürülen yakınlarının intikamını almak için Toktamış'ın birliğine gelmişti. Sadece bir önce savaşı öğrenip Turgay kıyılarından gelmişti. İntikam duygusu savaşçıya güç vermekteydi. Şimdi ise kendisine Aksak Timur'a doğru bir yol açan savaşçı sanki yaşlılığını unutmuş gibiydi. Başının üzerinden topuzu uçuşmaktaydı. Emirin askerleri onun üzerine yolunu kapatmak üzere  bir yağmur misalı saldırmaktaydı.

Hedef artık çok yakında bulunmaktaydı. Bu yiğit (batır) askerin atı neredeyse Aksak Timur'un atının seviyesindeydi. İki eliyle topuzunu  emirin başına vurmak için salladı. Anlaşılan o ki bu sefer kaderi Timur'a yardım etti. Usta bir biçimde atının ayaklarına doğru kendini sakladı. Topuz gümüş eğere isabet etti.

 Koblandı atını çevirdi. Yere düşen Timur'un başına vurmak için hamle yaptı fakat ondan daha erken davranan birisi topuzuyla onun başına vurarak başını parçaladı. Hayvan üzerindeki süvariyle yere yığıldı. Onlarca mızrak askerin gövdesindeydi. Onunla beraber gelen diğer Altın Orda askerleri ise Maveraünnehir askerleri tarafından kolayca kılıçtan geçirildiler.

Sadece kör olan birisi bu savaşın kaybedildiğini ve ümidin kalmadığını göremezdi. Alçalmış akşam güneşi toz yığınlarını aydınlatmakta ve kızıl bir ışık yukarıdan yeryüzüne dökülmekteydi. Şimdi artık Timur'un askerleri Toktamış'ın bulunduğu yere doğru ilerlemekteydiler. Niyetleri ciddi hareketleri ise seri bir vaziyetteydi.

Hanı Aksak Timur'a karşı bir nefret duygusu, ümitsizlik ve akıl yitirmişliği kaplamıştı. Ümit ve hesap ettiği zaferi kutlamak yerine canını kurtarmak zaruri bir hal almıştı.

 Eğerine sarılıp sanki göğsüne düşman oku gelmişçesine fısıltıyla konuştu:

 - Çabuk olun Deşti Kıpçak'a

 Yanında bulunanlar belki ne dediğini duymadılar ama Han'ın neden bahsettiğini anladılar. Bundan sonrası sadece geri çekilmekti.

 Havaya kalkan mızraklar askerlere geri çekilmenin emrini vermekteydi.

Toktamış savaş alanına son bir defa daha baktı. Gözünün yakaladığı kadarıyla savaşçıları atların gücü elverdiğince ileri gitmişlerdi. Arkalarından ise Maveraünnehir askerleri ellerinde mızrakları ile yetiştiklerini acımasızca doğramaktaydılar.

Toktamış tüm gücüyle atını kamçıladı. Altın Orda toprakları Rusların Kulikovo savaşında Mamay askerlerini bozguna uğratmalarından beri üzerinde görünmeyen bir uğursuzluk olduğunu düşünerek ümitsiz ve endişeli bir biçimde düşündü. Sanki her millete boyun eğdirecek bir gücü taşımaktaydı. Fakat Orda aklına nereyi koysa ve nereye yönelse ondan korkmuyorlar ve ona boyun eğmiyorlardı. Alışılmışın dışında ve inanılmaz bir durum meydana gelmişti. Kulikovo savaşı sonrasında sanki halkın gözü açılmıştı.

 Güneş batmıştı. Toktamış ve onun emrindeki askerler çabuk bir şekilde gecenin çökmesini ve sanki atlarına kanat takmış olan takipçilerinden canlarını koruması için Allah'a dua etmeye başladılar.

 

 

* * *

Aksak Timur'un ganimeti bu sefer çok fazlaydı. Toktamış o kadar aceleyle kaçmıştı ki bütün hazinelerini orada bırakmak zorunda kalmıştı. Emir Şeyh Nuriddin'e ünlü atı Koyansan'ı, altın işlemeli kaftanını, altınla süslenmiş kuşağını ve altın kabzalı hançerini hediye etti. Timur onu korumak için kendi canını tehlikeye atanlara karşı cömert olmayı bilirdi. Değerli hediyelerden beyler, fedailer hatta normal askerler bile faydalandılar. Savaştan kalan ganimetleri, atlı arabaları ve develeri büyük bir muhafız alayı  içerisinde Toktamış kovalandığı esnada seçilmiş birliklerle beraber savaşıp kolunu kıran Miran Şah'ı bırakıp Semerkand'a kervanla gönderdi.  Timur Hanı esir edip askerlerini ele geçirerek altın Orda denen potansiyel tehlikenden tamamıyla kurtulmak istiyordu.

 

 

* * *

Gündüz gece, atlarından az az inerek, hiç de yorulmadan emirin koşunları hep ileriye koşuyordu, ama bozkır hem orduyu, hem de Toktamış Han’ı sanki yutmuş. Korku onlara gücü, atlarına çevikliği vermiştir. Timur, Toktamış’ın az kaldı tüm yakınlarını kaybedip ordusunu unutup Bulgar memleketine koşa koşa gittiğini bilmemişti.

Emir, Turatur ırmak geçit yoluyla İtil’in sol kıyısına ulaşmış, fakat Altın Orda hanını burada da bulamamış. Timur, ordusuna mola vererek bu aralarda devamlı yanında götürdüğü Urus Han oğlu olan Kuyriçak Oğlanı kendisinin yanına çağırıp ona altın kuşağı ve altın ip ile süslenmiş elbiseyi hediye ederek Altın Orda hanı yerine atamıştı. Emir, Kuyriçak Oğlan’a güçlü ve çok sayılı asker müfrezesini verip sol kıyıda oturan milletlerden kendi ordusunu oluşturup az önce Toktamış’a ait olan memleketinde emir olmayı emretti.

Bundan sonra Timur, her şeyi adamakıllı yaptığını zannederek, Altın Orda’nın Ukek şehrine girip onu soymuş, ya az sonra ana kuvvetlerine babasından geride kalmak istemeyen Miran Şah da eklenmişti.

Temur, Toktamış’ın Altın Orda memleketinin sınırlarını tamamen terkettiğini bilmeden düşmanı, geniş ve çok nüfuzlu memleketlerin sahibi olarak yine bir ordusunu oluşturabilir diye endişeleniyordu. O nedeniyle koşunlarını Altın Orda devlet batı uluslarına yönlendirmişti. Emir düşüncesine göre, tam orda onun için tehlike saklanabilir, çünkü bu uluslar, Toktamış’a yakın olan kişilere, Aktau emri olan Bek Yarık Oğlana ve Temür Oğlan’a ait olmuştu. Fakat onlar, muharebeyi kabul etmeden çekilmişti.

Temur, direnci görmeden koşunlarını birdenbire Tan Nehri’ne dönüp rus memleketlerine yönlendirmişti. Ryazan Knezliğinin sınırlarına girerek Elets şehrini eline geçirip onu yakmış ve etraflarını soymuştu. Muhteşem Knez Dmitri oğlu Vasiliy, istilâ haberini alıp derhal müfrezelerini toplayıp onlar ile birlikte Kolomna şehrine gidip Oka Nehri’nde tüm geçitleri eline almıştı. Aksak Timur, zamanında Mamay yenilmesini duyarak ruslar ile savaş yapmaya cesaret edememişti. Ryazan memleketlerini soyarak, esirleri alarak Tan yoluyla İtil’e yol almıştı. Emir, yolunda uzanan Azak şehrini soyup alındığı esir şehirlilerden sadece Müslüman olanları affetmiş, başkalarına “cihat kılıcını” yapmayı emretmişti.

Bol yemekten dolayı asılmış karınlı, doymuş bir kurt gibi, Timur, hiç bir yerde direnç ya da savaşı görmeden koskoca ordusu ile birlikte Altın Orda sınırsız memleketlerini dolaşıyordu. Toktamış’ın yok olduktan sonra her soy eski zamanlarda gibi tek başına göçmeye başlamış, bu bozkırda onun önüne karşı çıkmaya kim cesaret ederdi ki?

Emir, Azak soygunundan sonra dinlenip ordusuna Kuban Nehri’nin suladığı memleketlere gitmeyi emretmişti. Fakat burada yaşayan Çerkezler kendi kararıyla emirin klıç altına başını koymayı istememişlerdi. Bozkır, etraflarında yakılmış olup birdenbire tutuşmuş, emir önüne yılan gibi sürünen dumanlı – çalı ve tepeler arasında bulunan ağaçlar ağır ağır yanıyordu – siyah alan açılmıştı.

Sekiz gün içinde Aksak Timur’un ordusu, at bacakları ile kaldırılan siyah tozdan boğulup yanmış bozkırda gidiyordu. Atlar yemsizlikten dolayı ölmeye başlamışlarda.

Emir öfkelenmişti. Toktamış ile savaşında kazandığı zaferden sonra hiç bir kimse önüne karşı çıkmaya cesaret edememişti. O yüzden her karşıladığı kişiyi öldürmeyi ve köylerde alabileceklerini almayı emretmiş, ya at eyerine bağlayamadıklarını ateşe vermesi lazımdı.

Temur, İtil’e gitmek yerine koşunlarını Dağestan’a yönlendirip Kulı ve Taus dağ kalelerini ablukaya vermişti. Buna cesaret etmek için çok küstah biri olmak lâzım, çünkü o kaleler gerçekten ulaşılmazdı ve göklere batan kayalarda yerleştirilmiş kartal yuvalarına benziyordu. nlar bir gün kazanılabilir diye inanılmazdı. Fakat Aksak Timur, uğuruna inanarak atılım başlatmayı emretmişti.

Maveraünnehir’in askerleri, kayadan kayaya uzun merdivenleri atarak, uçuruma düşerek hiç korkmadan atılım yapmışlar. Ve dağ kaleleri düşmüşlerdi...

Sonbahar ağır ağır geliyordu. Aksak Timur’a İtil kıyılarından üzücü bir haber geldi. Emir isteğine göre yeni Altın Orda hanı atanmış Kuyriçak, Urus Han oğlu, üşüdükten sonra kısa sürede vefat olmuştu. Haber gerçekten üzücü oldu, ama Aksak Timur hiç üzülmemişti. Tecrübesinden dolayı herhangi bir çengizidin – kendi iraden ile onu Altın Orda hanı yerine atadın bile - güçlendirilmesi neyle bittiğini peki biliyordu. Bir süre geçer, ve yeni emir kendisini güçlü ve muhteşem zannedecek ve ona yemek su verenin boğazını kesmeye çalışacaktır. Toktamış olayı farklı mıydı? O yüzden belki, Altın Orda’ya genelde yeni bir han gerekmiyor mu? Cengiz Han oğulları, soy batırları ve beyleri, soğuk kış gecesinde kurtlar gibi, onu parçalasın, uluslara bölsün ve arasında çekişsin mi? Arasında Altın Orda’nın cimri ve çıkarı seven bozkır emirlerini silâh gücü ile mi, alçaklığı ile, ya da tilki kurnazlığı ile mi kendisine bağlayıp birleştirebileceği birisi – böylesi bulunacak mı acaba? – bulunmayıncaya kadar Altın Orda hem ona ait memleketler, hem de onun niyetleri için tehlikeli olamaz.

 

 

BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Kuzeyden Kazanka Nehri, güneyden – Ciguli dağları, güneybatıdan – Mokşa ve Vada Irmakları, kuzeydoğudan – Belaya Nehri’nin kıyıları ile sınırlanan, İtil ortasında ve Kama Nehri kıyılarında uzanmış topraklar eski zamanlardan beri Bulgarlar toprakları adlandırılıyordu. Burada oturan insanlar türki dilde konuşuyorlardı. Moğol istilâsından çok uzun yıllar önce şehirleri kurmuşlar, çiftçilik yapmışlar, çamur bulaşığını yaratmışlardı. Bileziklikleri, kolyeler ve yüzükleri yapıp onları su kuşlar resimleri ile süslüyorlardı. İtil aşağı akım topraklarında kığçaklar, orman insanları – başkurtlar ve mordovalar bulgari esnaf ürünlerini seve seve alıyorlardı. Genç Rus kızları da Bulgari takıları takıyorlardı. Bu toprakların başkenti Velikiy Bulgar olmuştu.

Kronikler anlatıyor ki, bulgarlar başarılı şekilde hazarlar ve peçenekler ile savaş yapmışlar, ve hem biri, hem öteki başını eğdirememişti. Subedey ve Cebe’nin emirliği altında bulunan Moğol tümenleri, Iran ve Şirvan topraklarını geçip Derbent Kale’nin Demir kapılarından Doğu Avrupa’nın topraklarına girip Kalka savaşında birleşmiş Rus-Kıpçak ordusunu yendiğinde bile bulgarlar ayakta durabilmişlerdi. Onlar, çatışmaya davetini kabul etmeden beklemedik saldırı ile ve tuzak kurmakla düşmanını yormaya başlamışlardı. Moğollar, evvelce bunu hiç görmeden tümenleri gittikçe azaldığını görerek atlarını öz bozkırlarına yönlendirmişlerdi.Batu Han sadece Tavuk yılında (1237) bulgarları baş eğdirebilmişti.

Leopar yılından (1242) beri Bulgar toprakları tamamen Altın Orda topraklarına eklenmişti. Fakat bulgarlar, hapsedilince bile nispeten bağımsız kalmış, çünkü kendi emirleri vardı. Komşu milletler ona az daha az “bulgar” demeye başlamış. Moğol bozkır derinliğinden getirilmiş, sonuna kadar anlatılmamış “tatarlar” sözü sık daha sık seslenmeye başlamıştı. İtil tatarları...

Ejderha yılında (1388), Toktamış’ın Maveraünnehir’e atılım yaptığında itil tatarları onun yardımcısı olarak çok sayılı bir orduyu vermişlerdi...

Şimdi bile, Altın Orda hanı Aksak Timur’dan şiddetli bir yenilgisini görünce eski yandaşlarının tarafına gelmişti. Az önce Bulgar toprakları iki hanlığa: Kazan hanlığı ve Velikiy Bulgar hanlığı, bölünmüştü. Fakat Toktamış Timur ile savaş yaptığında hanlıklar bir tek Kazan hanlığına birleşmişti. Onun emri Yantak Altın Orda hanını tüm gereken şerefler ile karşılamış, sanki Terek’teki yenilgi hakkında hiç bilmemiş gibi. Buna sebepler vardı. Yantak, bozkır hanlar yenildikten sonra ne kadar çabuk kendine gelip yeni ordusunu topladığını peki biliyordu. Toktamış Kazan hanlığa lâzımdı, çünkü o, az süre önce Kama Nehri’nin kıyılarında bulunan Esik Kazanka ve Cuyketau şehirlerini elinden aldığı Moskovalı Knez Dmitri oğlu Vasiliy ile hanlık savaşında yardımcı olabilirdi.

Toktamış yeni ordusunu gerçekten çok çabuk toplamıştı. Tabii ki, eski ordusuna göre yenisi deniz damlası gibiydi, fakat han bu günden beri yine de kendisini eskiden daha rahat hisssediyordu, çünkü zayıf olduğunda herhangi bir rakibinin ya da onu kıskandığı kişinin kurbanı rahat rahat olabilirdi.

Sadık arkadaşları Aksak Timur’a düşmanı nerede saklandığını haber vermişlerdi. Ama bu defa emir Toktamış peşinde kendisi koşmadan bulgar topraklarına Süleyman Şah emirliğinde bulunan müfrezelerini göndermeyi karar vermişti.

Yantak ve Toktamış’ın birleşmiş ordusu, Altın Orda hanı birkaç yıl önce Timur’dan ilk ciddi bir yenilgiyi aldığı Kundurçi nehrinin yanında emir at müfrezesini karşılamıştı.

Çatışma bu defa sonuçsuz bitmişti. Taraflardan hiç biri yenememiş ve Süleymanşah, askerleri hayatını kaybedip kaybettiğini görüp adam gibi hareket etmiş, ordusunu geriye yönlendirmişti.

Başarısız atılım Temur’u üzmemişti. Sonbahar geldiği için kendisi bulgar topraklarına gitmeye risk edememiş, çünkü o tanımadığı, yoğun ormanlar ile kaplı, karanlık ülkesi kenarında bulunduğu yerlerden korkuyordu.

Toktamış eski iktidarını yine eline almak için can atıyordu. Bozkır için olağanüstü bir olay olmuş: Aksak Timur’dan ikinci yenilmesine rağmen hanı en yetkili olan emirler, bekler ve batırkar terk etmemişlerdi. Eskisi gibi onun yanında Tastemir, Bekbolat, İsabek ve Ak Böke bulunuyordu.

Han, Timur İtil aşağısında ki topraklara gittiğini öğrenerek, eskiden sahip olduğu toprakları geri almaya risk etmiş ve Saray Berke’den beş günlük geçişlerde Kuraktı isimli küçük bir göl kenarında çadırlarını kurmuştu.

Altın Orda bir oluşum olarak artık yok olmuştu. Bulgar’ın kendi hanı olmuş, Kefe’deki Cenevizliler Kırım’ı emirliğinin altına almış, Rus knezlikleri Altın Orda’yı sanki unutmuş – ve Toktamış’ın yanına eskisi gibi baş eğilmek için hiç bir kimse gelmemiş ve eskisi gibi ara sıra bileküçük hediyeleri getirmemişti.

Aksak Timur’a yakın intikamı düşünmek bile yoktu, ama Kırım’ı geri almak gerekiyordu, çünkü onun yoluyls uzak Çin’den Büyük İpek Yolu ile kervanlar teslim ettiği mallar geçiyordu. Buradan Altın Orda’nın hazinesine bol bol altın dökülüyordu. Bozkır, altın sahibi olmayan, askerine hiç bir şeyi veremeyen hana saygı göstermez. Urada cömert peşine koşmaya, yoksula yüz vermemeye alışmışlardı.

Toktamış, Kırım’a atılıma hazırlık yapmaya başlıyarak Rus knezliklerine kendisini hatırlatmayı karar vermişti. Bulgar Hanı onun kışkırtmasından sonra Nijniy Novgorod’a saldırmış, fakat muhteşem Moskovalı Knez Dmirti oğlu Vasiliy ordusunu küçük kardeşine Yuriy’e vermiş, ve o bulgarları sadece kovalamış değil, onların Kazan, Cukotin ve Keremyanşık şehirlerini yıkmıştı.

Toktamış, Cenevizlileri rahatsız etmek niyetinde bulunarak tüccarların Edige ve Temür Kutluk’un hakkında haberleri merakla dinliyordu. O haberlere göre çıkıyordu ki, evvelki arkadaşlar vaktini boşuna kaybetmemişlerdi. Edige, Timur ile Toktamış arasındaki savaşlardan ayrılarak Karadeniz bozkırlarında kuvvetleri topluyordu, türlü türlü niyetleri vardı. Temür Kutluk ile birlikte zamanında Mamay’ın ordusuna girdiği soyları etrafında birleştirmişti. Edige’nin tarafında onlardan en güçlüleri, ayrıca barın, şırın ve mangıt olmuştu. Onlar Mamay’a çok destek verip daha ufak soylara etkiliyorlardı.

Toktamış bildi ki, Edige onları Altın Orda’dan ayrılıp özerk bir hanlığı oluşturmasına ikna ediyordu. Şimdilik bunun için tam zamanıdır. Ama Edige belki Toktamış’ın Cenevizlilere karşı olan niyetlerini de tahmin ediyordu. O savaşı kazananı öldürüp birden iki düşmanını yok etmek için o anı beklemişti.

Edige, Cengiz Han’ın torunu olmadığı için kendisi han olamazdı, o yüzden cengizidlerin dallarından birisinde doğmuş Temür Kutluk’u daima yanında tutuyordu.

Toktamış, Aksak Timur kendisine huzur verip yakında Altın Orda sınırlarından çıkacağına inanmayı çok istiyordu. Fakat Maveraünnehir emrinin başka bir düşüncesi vardı. O bildi ki, Toktamış’ı yense bile bu zafer kendisine sadece geçici bir mola verecekmiş. Birkaç yıl bir geçsin, Toktamış değilse onun han yerine gelen başka birisi tümenlerini yine Maveraünnehir’e yönlendirecek. Koskoca bozkırda yeni ordu çok çabuk toplanır.

Altın Orda’nın kuvvetlerini – o kuvvetli ve dallı ağacı yıllarca tutan ve canlandıran sular ile beslediği köklerini sonsuza dek yok etmek bir tek çare olarak gözükyordu. Bunun için Büyük İpek Yolu’nu kesmek, tüccarların kervanları Altın Orda bozkırlarında geçtiği yolları ve pistleri sonsuza dek kapatmak lazımdı. Ve Aksak Timur, en önemli ticari şehirlerini, ayrıca Kefe’yi, Azan’ı, Saray Berke’yi ve Haci Tarhan’ı yok ederek yer yüzünden silmeyi karar vermişti. Rus knezlikleri Altın Orda’ya vergileri ödememişlerdi artık, bulgarlar da ayrılmıştı. Şimdilik tüccarlardan alındığı vergi olmadan Altın Orda devleti çökecek, hep başkalarının hesabına yaşamaya alıştığı ordusu yoksul olacakmış. Herhangi bir devletin kuvvetini yoksulluktan daha kolay ne yıkabilecek ki?

Aksak Timur, her zamanki gibi kurnazlık yapıp Osmanlı Türklere atılıma gideceğini beyan ederek Haci Tarhan’a saldırıya hazırlık yapmaya başlamıştı.

O yılda kış çok soğuk çıkmış. İtil’i tüm uzunluğunda saplam kalın buz tuttuğu için nehir tarafından şehri kazanmak en iyisi gözüküyordu.

Haci Tarhan gayet iyi sağlanmış bir şehirdi. Kuleli yüksek taş duvar karadan sınırı olmuş, nehir tarafından ise şehir açık olmuş – İtil düşmanlar için zaten doğal bir engeli olmuştu.

Gerektiğinde nehir tarafından okçular bindirildiği ticari gemiler şehri koruyabildi.

 Sakinler, Temur ordusunun yaklaşmasını öğrenip buz duvarı kurmaya başlamıştı. Sulanmış buz parçaları ayazda birbirisine yapışıp çok sağlam koruma olmuştu.

Timur, şehirde neler olduğunu haberdar olmuştu. Daha yazın, Toktamış’ın peşine koşarak şehir valisi yerine Hacı Tarhan’a kendi emrini Omari-i-Taban’ı atamıştı. Şehirliler Aksak Timur’un protejesini hiç te sevinmeden karşılamış, fakat isyan yapmaya cesaret edememiş, çünkü yenilgiden sonra kaçan onların hanı onlara hiç bir şey ile yardımcı olamamıştı. Haci-Tarhan’ın sanki iki sahibi vardı: Omari-i-Taban ve kalantar - astsubay Muhammedi.

Timur, şehri şahsen yok etmeyi karar verdiği için atılıma giden ordu başı olarak kendisi çıkmıştı. Kalantar Muhammadi, emire karşı nefretini atlatıp ve şehir Maveraünnehir’ın askerlere karşı uzun süre içinde savaşamadığını anlıyarak Temur şehri yıkmasın ve onun sakinlerini affetsin diye rica etmek için Temur’ın önüne kendisi çıkmış. Fakat emir onu dinlemeyi istemeden Muhammedi’nin tüm yanındakilerini öldürmeyi emretmiş, ya kendisini buz oyuğunda boğmak emri ile kalantarı Saray Berke tarafına giden Pir-Muhammed’e Cenanşah’a ve diğer subaylara vermişti. Temur’un emri derhal yerine getirilmişti.

Şehirliler, astsubayı öldürüldüğü öğrendikten sonra çok üzülüp savaş yapmadan Temur önünde şehir kapılarını açmışlardı. Önce emir sakinleri affetmiş gibi davranarak onlardan idam etmediği için vergi istemişti. Aksak Timur’un tüm istediklerinin yerine getirilince, şehri yıkıp tüm sakinlerini kovalamayı emretmiş, sonra Azak’ta gibi, Müslümanları başkalarından ayırtıp Müslüman olmayanları öldürmeyi emretmişti. Bundan sonra Haci Tarhan ateşe verilmişti. Yangın ışıkları iki gece ve iki gün derin karlar ile kaplı bozkıra kırmızı rengi vermişler, ve sıcak havanın kaldırdığı yanık siyah artıklar cehennem kuşları gibi dumanlı göklerde uzun süre uçmuşlardı.

Altın Orda başkenti olan Saray Berke kendisini korumayı denememişti bile. Haci Tarhan’da gibi, burada da her şey, idamlar, soygunlar, yangın tekrar olmuş. Aksak Timur, düşüncesini yerine getirirken arkasında hep kalıntıları bırakıyordu. Altın Orda’nın sadece o iki en büyük şehirler değil ölmüştü. Emir ordusunun yolunda karşılandığı tüm köyler ve kasabalar yer yüzünden silinmişti. Maveraünnehir ordusu bu yılda gibi o kadar bol ganimeti hiç bir zaman almamıştı.

Aksak Timur’un düşünceleri doğru çıkmış. Büyük İpek Yolu bu zamanlardan beri artık hiç bir zaman hayata dönmemişti. Horezm ve İtil yoluyla Kırım’a ve Azak’a kadar uzanan ve Çin’i Avrupa ile birleştiren bu ip kopmuştu, ve onu bağlayabilip bu eski yola yeni hayatı verebilen bir kuvvet de olmamıştı.

Fakat insanlar, arasında konuşmadan yaşayamaz, o yüzden aramaya başkayıp başka yollaru bulmuşlardır. O zamandan beri Avrupadan Uzak Doğu’a yollanan mallar Süriye yolu ile teslim edilmiş, ya sonra en cesurlar ve dikKefelılar gemilerini güney denizler yoluyla yönlendirmişti.

* * *

 

Toktamış atını durdurup donmuş bir bakışla ta önüne bakıyordu. Saray Berke artık yok olmuştu. Altın Orda başkenti harabelere dönmüştü. Han yıkılmış, mahvolmuş şehirleri hiç bir zaman acımamış, fakat o yabancı şehirler olmuş ve o kendi elleriyle onları yıkıyordu. Burada ise her şey başka bir açıdan görünüyordu.

Toktamış birdenbire gelen düşüncesine şaşırmıştı. Saray Berke harabeleri ona kendi niyetlerine aynısı olduğunu hatırlatmıştı. Han, Mamay’ın Rus Knezlerinden gördüğü yenilgisinden sonra çöktüğü Altın Orda’yı yıllarca topluyordu, Batu Han zamanlarında gibi onu kuvvetli ve güçlü yapmayı hayal kuruyordu, ama sonuçta hep harabelerini görmüştü ve gerçek olmayan ümitler kalıntılarını şiddetli bozkır rüzgâr dünyanın her tarafına dağıtıyordur...

Hayat hep haksızlıktır. Çok şeyleri verip çok şeyi de elinden almıştı. Eski sağlığı ve uğura inancı kalmamış, ya geleceği kara duman ile kaplanmıştır. Zananında çok güçlü olmuş. Hiç bir başarısızlık Toktamış’ı üzememiş, ya inancını hiç bir en şiddetli fırtına bile sarsamamıştı. Şimdi de baş eğmeyecekti, fakat günler gittikçe yaşam zor daha zor olmaya başlamış, günler geçtikçe yorgunluk ve endişe aklını ve vücudunu hapsediyorlardı. Hayat ne için yaşanmış? Kendisi yorulmuş, peşinde götürdüğü millet de yorulmuştu. Zafersiz savaşlar ona her katılan için dehşetli bir yüktür.

Aklına deli bir fikir gelmiş – her şeyi bırakıp geçmişi unutmak, iktidar için savaştan vazgeçmek lazım diye, ama Toktamış hemen anladı ki, bunu hiç bir zaman yapamaz, çünkü onun için diğer ya da geri bir yol yoktur. O emretmeye, han olmaya alışmış ve diğer bir kimse olmak onun için sadece imkânsızdır. Düşen at vrurlur, o yüzden mezara dek at eyerinde sağlam oturup milleti yönetim iplerini elde sımsıkı tutmak gerekiyordur.

Aksak Timur memleketinin sınırlarına girmişti. Deşt-i Kipçak yaylaları ona gerek yoktu, çünkü o bir sürü büyük ve zengin şehirlerin bulunduğu yerlerde yaşamaya alışmış, onun emirliğinde bulunan millet hayvancılık değil, esnaflık ve çiftçilik yaptığı yerlerde yaşamaya alışmıştı. Şimdiden Toktamış’ın en önemli düşmanı Edige sayılmıştı. O Altın Orda ile yönetmeyi istiyor, isteği ciddi ve kuvvetli, ya hareketler titizce hesaplanmış ve maksatlıdır. Edige, hiç acele etmeden, ama durmadan amacına ağır ağır ulaşıyordur. Yıllar yılı onun ünü millet ortamında artıp artıyor, İtil batısından beri ta Kırım’a kadar bulunan topraklarda göç ettiği soyları peşinde götürebileceğini herkes anlasın diye sözleri ve hareketleri ile ıspat etmeye çalışarak kendisini bilinçli göstermeye çalışıyordur.

Altın Orda hanı yerine gelen herkes kendi yasalarını vermiş, bazen emir söylediği sözleri bile yasa olarak kabullenip herkes için muhakkak olmuştu.

Toktamış hayatının amacı savaş idi. O yüzden savaşı sık sık konuşuyordu, sıradan halk gözlerinde emrinin bir tek sözüne göre hiç düşünmeden canını veren bir asker görüntüsünü yüceltiyordu.

“Asker, silahsızın yaşı onun yaşından daha büyük olsa bile silahsız ile ilk selamlaşmamalı”, “Asker atını kaybederse köylü ona kendi atını vermeli”, “Asker atılıma gidince tüm millet ona özen göstermelidir”.

Tüm böyle sözler han yandaşlarının çok hoşuna giderdi. Ama Toktamış hayvanı gütenler ve oğullarını han ordusuna verenler için yasaları da unutmamıştı.

“Kan için kanla, can için canla ödenmeli”. “Öldürülmüş bir erkek için yüz tane deve ya da yüz tane at verilmeli. Onlar yok ise yüz tane koyun onun hayatı için yeterli bir ücrettir. Kadın hayatı için ücret olarak erkek hayatı için ödenen ücretten yarısı ödenmeli”. “Ak saçlı at için ve durmadan bağıran deve için fiyat yarısı ödenmelidir.”

Toktamış, Saray Berke harabalerine acıyla bakarak, millet kendi sözlerini az daha az söylediğini, ya Edige’nin söylediklerini sık daha sık söylediğini düşünüyordu.

“Emir millet ihtiyaçlarını düşünmeli, ya adil yasa onun için kılavuz olmalı”. “Biy adil bir yargıç olmalı, sertçe ve dürüstçe yargılamalı”. “Yaşadığımız toprak hep çiçeklenen ve geniş olsun”. “Kendi milletini korumaya kalkan biri cesur olsun, ya milleti ona destek etsin”. “Toprağımızda bol bol hayvan olsun, ya milletin canı hep cömert olsun”. “Aramızda yalancı olmasuın, ya bir hain ortaya çıkarsa bir ok onun canını alsın”.

Derler ki, o sözleri Edige söylemişti. O, Toktamış’ın söylediklerinden daha haklı mı acaba? Değil ise emirler, biyler ve batırlar Kırım tarafına neden sık daha sık bakıyorlar? Toktamış hayatın bozkırda nasıl olduğunu peki biliyordu. Az önce onun hiç şüphelenmeden dayandığı kişiler onu, iktidar ve kuvvetli bir ordu sahibi olmayanı, muhakkak terketmeliydi. Fakat Timur’dan yenilgiyi gördüğünde ona ihanet etmemişlerdi, Şimdi her şeyi baştan başlamak mümkün, bu zaman neden tam şimdi geldi? Ve han, Edige o zaman hiç olduğunu anlamıştı. Şimdiyse kendisini bilinçli ve kararlı bir hareketlere hazır olan biri olarak göstermişti, herkes, Edige Toktamış’tan daha başarılı olacağına inanmaya çalışmıştı.

Hayır, han ordusundan ilk emir kaçmayıncaya kadar yine kuvvetli olmak gerek. Bu olursa başkalarını da durduramazsın. O yüzden Toktamış Kırım’ı Altın Orda emirliğinin altına geri vermeyi istiyerek ordusunu Kırım tarafına yönlendirmişti.

Edige, han niyetlerine karışmayı istememiş gibi, onun yolundan çekilip iktidarında bulunan soyları Kırım’dan uzaklara götürmüştü.

Toktamış buna hem sevinmiş, hem de merak etmişti. Edige’nin davranışlarında bir sır saklanıyordu. Ama düşünmek için vakti kalmamıştı. Han tümenleri tüm Kırım’ı geçip Kefe’yi abluka etmişlerdi.

Tavşan yılının (1396) mart ayının on yedinci günü şehir atılımı başlamıştı. İyice silâhlı ve zırhlı Cenevizlerinin şiddetli direncine rağmen Kefe düşmüştü.

Toktamış şehri soyduktan sonra yeni ümitlerini besliyerek burada fazla uzun süre durmadan küçük oğlunu Kadırberdi’yi Kırım hanı yerine atayıp kipçak bozkırlarına yollanmıştı. Uğruna yine inanıp artık her şey düzelir diye düşünüyordu...

...Toktamış atını yürütüp Saray Berke harabelerine ağır ağır yaklaşıyordu. Boş dar sokaklarda sıcak bozkır havası toz fırtınaları oluşturuyordu, az önce olan yangının acı kokusu geliyordu, ya yağmurlar çamur duvarları yıkayıp köşelerini yuvarlatmış, onlar kahverengi deve hörgüçlerine bendiyordu.

İnsan umar, ya Tanrı yapar. Doğru diyorlar ki, her şey tanrının elinde bulunur: hem uğrumuz, hem hayatımız. Hatıralar yine geldi ve Toktamış kaşlarını çatmıştı.

Kefe’yi kazanalı üç ay geçmedi bile, ya Edige Kırım’a girip Toktamış’ın orada bıraktıklarını şiddetçe öldürmüştü. Kadırberdi, ona sadık olan askerler küçük müfrezesi ile beraber şehirden kaçıp mücizeli bir şekilde kurtulmuştu.

Savaş yine yaklaşıyordu. Yine, orduyu toplayıp eğitmek yerine Edige karşısına çıkıp o sağlam olmayıncaya kadar kuvvetini yitirmek lazımdı.

Ve burada, Toktamış Timur’dan ilk yenilgiyi gördüğü günden itibaren en fazla korktuğu şey olmuş - ortaya ihanet çıkmıştı...

... Han ürkmüş. Atı nedense birdenbire durmuş. Toktamış Kefesını kaldırıp endişe ile etraflarına bakmıştı. Her tarafta ölü şehir harabeleri uzanıyordu. Çamur duvar kalıntılarında pelin otu kalkmıştı artık. Han ta önünde kendi sarayının harabelerini görmüştü. Atı işte o yüzden durmuş. Alıştığı gibi sahibini yolunun bittiği yere götürmüştü.

Toktamış anlatılmaz korku ile zamanında şık olan bina harabelerine bakıyordu. Zamanında onu han Berke – muhteşem Altın Orda iskeletini yıllarca sımsıkı tutmayı başaran kişi – kurmuştu. O han emirliğinde Altın Orda muhteşem ve kuvvetli olup yer gibi, gök gibi ebedi gözüküyordu.

O handan sonra burada ne kadar hanlar – başarılı ve fazla başarılı olmayan, yıllarca ya da sadece birkaç gün içinde emir olan hanlar yaşamıştı. Altın Orda dünya emri olsun diye ne kadar kuvvet verilmiş, ne kadar kan dökülmüştü! Şimdi ise her şey bitmişti. Rus orduları Mamay’ı yendiği günden beri Altın Orda üzerine sanki akşam gelmiş, ya üzerinde ebediyen parlayan güneş sanki yer kenarına yaklaşmıştı. Toktamış, onun durdurmak imkânsız olduğunu biliyordu, güneşi geri döndürebileceği bir güç yok ki.

O birdenbire tamamen anlamış ki, Altın Orda devleti artık yoktur, onun emirleri – muhteşem ve müthiş hanlar yıllarca yaşadığı saray artık yok gibi. Dünya, göklere kaldırılmış Moğol kılıcını görünce artık hiç bir zaman titremiyecek.

Toktamış iyice korkmuştu. Onun muhteşem dedesi Batu Han yarattığı imparatörlüğü kendisi mi mahvetmiş? Han düşüncelerinde sebeplerini arayıp onları bulamamıştı. Dedeleri gibi o sadece savaşarak sadece Altın Orda’nın muhteşemliğini düşünüyordu. O zaman neden mahvolmuş, neden kuvvetsiz, yoksul, kansız olup yıkılmıştı?

Toktamış bu sırrı çözmeyi başaramamıştı, çünkü sadece kendi düşüncelerine bakıyordu.

Ölü şehirden ayırması lazımdı, ama han bekliyordu. Hıyanet aklına gelince kan damarlarına yine vurmuş. Dün İsabek ve daha birkaç tane yetkili emirler Edige tarafına geçmişti. Peşinde de tümenlerini ve onun emirliğinde bulunan soyların halklarını götürmüşlerdi.

Toktamış kime kime ya İsabek’e kendisine gibi güveniyordu, çünkü o, en zor dakikalarda onu terk etmeden Altın Orda emrinin kaderinde yazılan tüm belaları onunla birlikte kahramanca dayanıyordu.

Şimdiden o düşmanın yanında olacak. Sadece kaçak değil, haindir.

Harabeler izçinden büyük gri yılan ortaya çıkıp hiç korkmadan halkalanıp parlak tenini güneş ışıkta ısınmak için bir harabe kırığında yerleştirmişti.

Toktamış kamça kolunu şiddetle sıkıp atı vurmuştu. Kaderine inat yaparak her şeyi daha değiştirebilir diye hâlâ inanıyordu. Güneş, gökte en yüksek noktayı aşıp batısına çabuk yaklaşıyordu.

 

 

* * *

Kader vurduğuna başını eğmeyen ödüllendirilecektir. Çok batırlar, biyler, bekler ve emirler handan ayrılmış, fakat Toktamış’ın morali bozulmamıştı. Sanki bir ödül gibi bunun için kaderi ona bir ümit vermiş. Edige’nin ordugâhından gizlice bir haberci gelmiş. Onu Toktamış’ın kızı, şimdilik Edige’nin sevgili eşi Canike göndermişti.

Batır birkaç yıl önce handan ayrıldığında kızı onun ile birlikte kaçmıştı. Canike Edige’ye oğlunu dünyaya getirdiği için onun eşine karşı sevgi daha da güçlenmişti.

Fakat doğru derler ki, pelin tohumundan sadece pelin doğar... Canike babası gibi kibirli, sert ve amacına ulaşma konusunda gayet ısrarlı biri olmuştu. O etrafında neler olduğunu farkederken yakında anladı ki, babası ve kocası birbirisinin kanı dökmek için bir gün ciddi bir savaş yapacaklarmış. Pelinden pelin doğar... O yüzden hizmetçisi “Babam Edige’den korkmasın. Rahat olup barış ricası ile elçileri göndermesi için elimden geleni yaparım. Bunu yapmaz ise tüm suç onda kalacak. Benim keskin hançerim hayatını yitirecek” sözlerini iletsin diye onu hanın yanına göndermişti.

Toktamış bunu duyduktan sonra kalbi kızı için gurur duymuştu. Böyle hareketinde bir çare, bir ümit görünüyordu. Canike ejderha başını ayırtsa başsız vücudu ne yapabilecek? Edige’nin yerine gelebilecek ya da akıl açısından ona eşit olan bir kişi şimdilik bozkırlarda daha yoktur. Soylar yine her tarafa dolaşacak, ya emirler, biyler, batırlar ve bekler ilk olma hakkı için yine arasında kavga edecekler.

Toktamış bunu düşünürken her şey tam öyle olacağına gerçekten inanmaya başlamıştı. Sonra endişeli düşünceler gelmişti. Bozkır yasalarına göre kocasına el kaldıran bir karı lânet olunacak ve millet onun ismini tiksinerek diyecektir. Canike eli ile Edige’nin öldürülmesine razı olmak – kızın ellerini kanla kırmızılaştırmak demektir. Bir anda Toktamış “Hayır!” diyecekti. Fakat han, Edige öldüğünde tüm engeller yok olacağını ve yine yücelmesine hiç bir şey karışamıyacağını tahmin ededek kendisini atlatmıştı. Altın Orda’ya yeni bir hayatını verip onunla yönetmek için herhangi bir kurban olabilir. Sadece Canike değil, bütün Toktamış soyu lanet olsa bile, Edige ölsün ve yolunda artık hiç bir engel kalmasın yeter!

* * *

 

Hayır, Canike kocasını hemen öldürmeye cesaret edememişti, çünkü zamanında sevgi, gönül emri ile kendi hayatını onunla birleştirmişti. O yüzden onundan doğmuş oğlu damla damlaya gibi Edige’ye benzemişti. Ona Sultan Muhammed ismini koymuşlardı. Canike, babası ile barışmayı yalvararak kocasıyla defalarca sohbet ediyordu, oğlunun uğruna bile barışsın diye yalvarıyordu, fakat Edige inat yapmıştı. O zaman o, babası gibi kararlı ve cesur kadın, “Kocam ölse başkasını bulrurum, çocuğum ölse başkasını dünyaya getiririm. Babam ölür ise onun yerine kim gelecek? Babamın hanlığı kesilirse onun için böyle durum ölümüne eşittir. Onun gücü ve muhteşemliği sayesinde herkes benim önümde de baş eğer. Dünyada güzel kadınlar çok, eğer ben han kızı artık olmasam benimm rakiplerim – Edige’nin diğer eşleri – bana parmakla ibraz  ederek alay etmeye başlayacaklar. Onlar Edige’yi beni terk etmeyi ikna edecekler. Kocamı kurban yapıp babasının hayatını kurtarmak benim için daha iyi değil mi?” diye düşünmüştü.

Edige, mahsus gibi, Canike’nin kararı doğru olmasına emin olsun sanki, yeni bir kızla – yetkili bir emir kızı ile evlenmişti. Aklı anlıyordu ki, kocası emirin akrabası olup yanına yeni soyları çekerek ordusuna yeni kuvvetleri almak için bunu yapmıştı. Ama yine de o müthiş bir uyarı olmuştu. Yarın babası ölürse ya Edige artık sevmezse ne olacak?

Canike gönlünü kıskançlık almış, ya kıskançlıktan intikam isteğine kadar sadece bir tek adım vardır. İşte Canike sert bir karar vermişti.

Canike ona sadık olan bir yiğidi yanına çağırıp:

-          En hızlı atları hazırla. Seninle beraber buradan kaçacağız, dedi.

Yiğit, hiç bir şey sormadan:

-  Ne zaman bunu yapıyım, emirem? – dedi.

- Uygun bir zaman olunca haber vereceğim, dedi.

Yiğit başını eğip susarak yurttan dışarıya çıkmıştı.

Edige, Canike’yi sanki unutup yeni genç bir eşi ile sevişiyordu. O yüzden her zaman sıcak olan kadın kalbi sanki buz tutmuş. O şimdi kocasını öldüreceğini artık kesinlikle biliyordu. Canike, düşüncelerinde bunu nasıl yapacağını, onunla son gecesini nasıl geçireceğini sık sık görüyordu. Yakın intikamdan dolayı onun gözlerinde gizli, titreyen ışıklar vardı. Sonuçta zamanı gelmişti.

 

 

* * *

 

Gece sıcak olmuş. Yurt kapısı olan yorgan açılmış ve hafif rüzgâr yurt içine uzak deniz biraz tuzlu kokusu ile karışmış pelin ve ot kokusunu getiriyordu. Yurt çatısında deliğe giren mehtap gümüş ve hayalet gibi gözüküyordu.

Edige ve Canike seviştikten sonra yorulup uzanıp susuyorlardı. Yurt keçe duvarları tüm sesleri kaçırdığı için ağustos böceği sesleri ve arasıra yurt yanında arap tavşanı geçtikten sonra onun pençeleri altında ufak taşların çarpma sesi de duyulmuştu.

Batır güçlü elini eşinin göğsüne koymuş. Canike’nin kalbi sık sık çarpıyordu ve ona geldi ki, o uzun koştuktan sonra yeni durmuş.

Edige eşinden çoktan beri o kadar hoşlanmıyordu. Bir anda ona Toktamış’tan kaçtıklarında o ilk günleri döndüğü gelmişti. O babasının düşmanı olduğunu biliyor, ama yine de onu sadık sevmeye devam ediyor, ya onun okşamaları sıcak ve arzu doludur.

Canike kocasının yanına yaklaşık yüzünü göğsüne koymuş.

O, susadım... - dedi.

Canike yataktan çabuk kalkmış. Titreyen hayali mehtap içinde vücudu mermerden yapılmış gibi gözüküyordu. Edige ister istemez eşini seve seve seyrediyordu. O, kımızı büyük deri torbasında – sebada – nasıl çalkaladığını, onu büyük gümüş fincana döktüğünü bakıp bakıp dik göğüslerinden, dolgun kalçalarından, esnek ince belinden gözlerini ayırtamamıştı. Bir anda doğum hiç bir zaman yapmadığını bile düşünmüş, kızlığında gibi vücut hatları o kadar güzeldi.

Edige Canike’yi son zamanlarda hiç unuttuğundan utanmışt bile. Misali cennet perisine benzeyen eşinden bir kimse daha güzel olabilir mi?! Çıplaklığından hiç çekinmeyen çıplak kadını işte öyle görmek ne güzel ki.

Batır eşinden iki eli ile fincanı alıp ona dudaklarını yapıştırıp tümünü dibine kadar hiç durmadan içmişti.

Edige, susuzluğunu giderek uatağa uzanmıştı. Canike onun yanına uzanıp kocasının göğsünü okşamaya başlamış.

Edige düşük sesle:

- Çoktan beri böyle olmamışsın, dedi. – Ne oldu?

Canike cevabını biraz ertelemiş ve:

- Kendi kendimi de tanımıyorum. Bu gecemiz bana son geliyor... dedi.

- Canım, önümüzde daha çok geceler olacak...

Canike kocasına sımsıkı sarılıp cevap vermemişti. Edige de susarak yurt üzerindeki görülen göklere ve yıldızlara bakııp birdenbire:

- Ne kadar tatlısın, hayatım! dedi.

Canike:

- Savaşa gerek yok, dedi. – Ve dünya hep böyle olacak.

- Bu imkânsızdır.

Kadın az sonra: - Neden? diye sordu.

Canike, karanlıkta bile Edige kaşlarını çattığını hissederek eğilip kocasını dudaklarından öpmüştü.

Böyle bir insan ne sözle, ne de sevgi ile durdurulabilir, niyetlerinden vazgeçirilmez. Demek ki, onun kararını yerine getirmek lazımdı.

Canike’nin eli yastık altına girmiş ve hançerinin soğuk kemik kolunu sıkmıştı.

Edige birdenbire tüm vücudu ile ürküp yatakta kalkmış:

- Yurt içine bir yılan sürünmüş gibi... – dedi.

Canike, meraktan kurumuş dudakları ile:

- Nerden gelsin ki? Aul çoktan beri bu yerde durmakta, her yerine göz atılmıştır... – dedi.

Edige’ye daha sıkı yaslanıp onu yatırmıştı. Onun dudakları kocasının dudaklarına yine yapışmış. Bu öpücük veda öpücüktü.

Canike: - O Allah! – özlemle dedi. – Hayat neden o kadar kısa ve neden onun içinde o kadar az mutluluk var? Her şeyi değiştirip insanı ölümsüz yapmak mümkün yok mu acaba?

Edige yana dönmüş ve kadının parmakları gevşeyip hançeri bırakmışlar. Darbe etmekten çekinmişti.

Edige, - Ya peygamber Korkut’un önünde, nerde bulunsa bulunsun, her zaman mezar durduğunu duydun mu acaba? dedi.

Deşt-i Kipçak’ta kim bu efsaneyi duymamış? Korkut yüz yaşından fazla yaşayıp insanlar için çok iyilik yapmış. Sakatlıları iyileştirip mutsuzları mıtlu etmiş. Korkut’un en önemli hayali ölümü yenmek idi. Yaşlılık gelince Yüce Rabbi onun yanına ölüm meleği Azrail’i göndermiş. Fakat peygamber Yücel’i dinlemeyi istemeden rüzgar gibi hızlı deveye Celmaya’ya binip ölümden kaçavermişti. Günlerce güneye koşuyordu ve yer kenarına ulaşınca bir kuyuyu kazan insanları görmüş. “Ne yapıyorsunuz?” – “Korkut için mezarı kazıyoruz” dediler. Peygamber korkup kuzeye gitmiş, fakat aynısı tekrarlanmıştı. Devesini nereye yönlendiriprse yönlendirsin ama her yerde aynısını görmüştü. Ama inatçı Korkut bu defa bile kaderine baş eğmemişti. Hayvanlar bile yaşamadığı geçilmez bir ormanda saklamış, fakat orada da ölüm izlerini görmüş – onun etrafında rüzgar yıktığı çürüyen ağaçlar yerlerde sürünmüştü. Demek ki, burada da ebedi hayat yoktur. O zaman Korkut, üzerinde sadece bulutlar geceledikleri ve insanoğlunun ayağı daha basmadığı Kap dağının tepesine çıkmış. Peygamber, burada da ölüm izlerini ve ebedi hayat olmadığını görünce aşırı derece üzülmüş – taşlar, rüzgar ve su etkisinden dolayı toza dönüyorlardı. Korkut, ay altındaki dünyada ebedi hayat olmadığına, ölüme karşıya çıkan hiç bir şey olmadığına kesinlikle ikna olmuştu. İşte o zaman ölümü aldatmayı karar vermişti. Peygamber sihirli, suda boğulmaz halisini müthiş okiyanus dalgasının üzerine örtmüş, özel ağaçtan şimdiye kadar hiç görülmemiş bir müzik aletini – oval kobızı yapıp “Küy Korkuta” ünlü müziğini çalmaya başlamıştı. Peygamber düşündü ki, insan bir şeyi yaparken, hem de okiyanus gibi özel bir yerde bulunursa ölüm ona ulaşamaz. Bir gün, iki gün, bir ay, bir yıl içinde çalıyordu, ama bir anda uyuya kalmış. Tam o anda okiyanus sular içinden deniz yılanı çıkıp onu ısırmıştı. Müthiş Korkut öyle ölmüştü. Millet onun vücudunu bulup Karmançi’den üç farsahta Seyhun Derya kıyısında gömmüşlerdi. Onun mezarı şimdi bile oralarda bulunmaktadır.

Canike: - Peygamber’e Korkut – korkak yani -  demişler, ölümden korktuğu için mi? – düşük sesle sordu.

-  Belki... Ya ölümden kim korkmaz ki?

- Sen korkuyor musun acaba?

- Korkuyorum. Sadece şeytanlar ölümsüzdür... Onlar öldürülmez.

- Keşke ölümsüz olsaydık biz de şeytanlara, cinler dönerdik belki...

- Onu bilemem. Sadece bilirim ki, insan ölür.

Bozkır uzaklarında bir tavşan çığlık atmıştı...

Canike elini yastık altına yine sokup hançer kolunu sıkmış. Edige, niyetini yerine getirmesini sanki istiyerek boynunu açıp yatakta uzanmıştı. Birdenbire o yine konuşmaya başladı:

 - Hayatımızın anlamı ne kadar yaşadığında değil, Allah’ın sana bıraktığı süreyi nasıl yaşadığındadır. Bu gece için hayatımın kalan yarısını verirdim.

“Küçük bir şeyin iki kat değeri vardır...” – düşünmüştü. O zaman onların ilk aşk gecesine benzeyen bu güzel geceyi süresinden önce niye kessin? Çok az vakti kalmış. Yaz gecesi kısadır, az sonra sona erecek. Ta o zaman, o gece sonunda, Edige’yi öldürecekmiş.

Hançeri unutup sıcaklık ve arzu ile kocasına asrılmıştı. Vücudu tatlı tatlı titriyordu. Canike “Daha bir an olsun. Daha biricik an...” düşünmüştü.

Edige’nin vücudu eşinin okşamasına cevaplamış ve dünya kaybolmuş – çatıdaki delikten yurt içine bakan yıldızlar hemen sönmüş, sesler de ölmüş.

Edige’nin eli Canike’nin vücuduna sarılırken birdenbire soğuk bir şeyi rastlamış. Asker eli hemen hançeri tanımış fakat batır, sevişmeyi kesemeden sadece onu yataktan uzağa atıp aşk oyununu devam ediyordu.

Ve sonra yorgun Edige, eşin yanında yatarak o olağanüstü gece neden olduğunu birdenbire anlamış. Canike onunla vedalaşıyordu.

- Bu gece gerçekten bizim son gecemiz oldu, dedi.

Kocasının sesinde tanınmamış, korkutacak bir şey vardı, ve Canike hançerin olduğu yere elini uzavermiş. Hançer yoktu...

Kokru da yoktu. Bunun yerinde can içinde evvelce tanınmamış, tuhaf bir küstahlık uyanmıştı.

Canike: - Hayatının büyük parçasını yaşamıştın, dedi. - Bu gece için diğer kalan parçasını verecektin...

Edige öfkeleneceğini düşünmüş, ama o çok rahat bir sesle:

- Niyetini yerine getirmene ne engelledi? diye sordu.

- Anlamadın mı? Sevgi...

- Belki sevgi değil, sadece bir zevk mi dikkatını uyutmuş?

Canike yine: – Hayır, tekrarladı. – Yine uyanan sevgi aklımı almış.

Edige uzun uzun susuyordu ve Canike uysalca kısmetini belirteceği kararını bekliyordu. Nihayet o:

- Genç değilim artık... Elli yaşındayım.. Ve bu güzel geceyi... Bana bu gece ne yapmayı düşündüğünü kendine affedebilirsen ben seni affediyorum...

Canike’nin boğazı sıkılmış. Ağlayacaktı ama göz yaşları olmamıştı.

- Çok teşekkür ederim sana... Han olarak çok yüce gönüllüsün... - dedi.

Edige buna cevap vermemişti. Yurt içine bulanık şafak ışığı ağır ağır giriyordu.

- Yüz yıkanma için suyu hazırla, - dedi. – Sabah geliyor...

 

 

* * *

 

Bozkır bir endişe ile yaşamıştı. Her ley eskisi gibi kalmış gözüküyordu – soylar aynen göç ediyordu, millet hayvanlarına bakıyordu, çocuklar doğunca seviniyordu ve ölüm gelince üzülüyordu ama millet ortamında memnuniyetsizlik dolaşıyordu, sıcak tartışmalar sık daha sık ortaya çıkıyordu ve öfke sözleri sık daha sık dillerden düşüyürlardı. Demek ki millet sonsuz cinayetlerden, çatışmalardan ve emirlerin arasındaki ufak tefek savaşlardan yorulmuştu.

Bozkır Edige’ye yendiğinde yardımcı olmuştu. İnanılırdı ki, yeni han cengizid olmadığı için halkını daha çok düşünecek ve uzun süre beklenen barış nihayet gelecekmiş. İlk başta her şey tam öyle olmuştu. Ama cinsli at uzun koştuktan sonra yine normal yürümeye geçip normal attan farkedilemiyeceğini doğru denilir.

Edige coşkun bir atlıydı ve durmayı hiç sevmemişti. Yıllar geçtikçe çok daha çok ün ve iktidarı istemiş; ismi ne kadar bilinen olurken han o kadar daha sabırsız ve cesur oluyordu.

Sadece savaşlar bozkırcıya ün getirirler, ve Edige bunu peki anlıyordu. Kibirliği çok büyüktü. Deşt-i Kipçak’ta göç eden tüm soylarından kendi mangıt soyunu yücelttiği için hanun hakkında artık tüm soyların önderi değil, sadece kendi soy önderi olduğunu memnuniyetsizlikle diyorlardı.

Birisinin yücelmesi ve aynı anda başkasının aşağılanması her zaman haksızlığı doğar. Burada da öyle olmuş. Ama kim bunu yüksek sesle söylemeye, yavuz hanın karşı çıkmaya cesur ederdi?! Böyle kavşak bağlanınca sadece bir fırsat onu çözebilir.

İşte bu fırsat gelmiş. Fırsat her zamanki gibi beklemedik olmuş, ama bozkır onu sanki beklemişti.

Deşt-i Kipçak’a korkunç bir haber gelmiş. Edige’nin emrine göre itaatsızlık için alçin aullarından biri tamamen mahvedilmişti. Han askerleri hiç bir kimseyi acımamıştı. O gece az kaldı tüm aul sakinleri onların bükük kılıçlarının altında ölmüş. Yaşlılar ve çocuklar bile hayatını kurtaramamıştı.

O korkunç haber kara kuş gibi tüm bozkırda, kenardan kenara yayınlanmış, ilk olarak alçinlilerin komşuları, keneges soy askerleri kalkmıştı. Deşt-i-Kipçak, ilkbaharda dağ ırmağı gibi dalgalanmıştı. Yıllarca biriktiği nefret meydana çıkmıştı. İnsanların elleri silâha uzamıştı.

Biy Aktaylar, keneges soy önderi, tüm memnuniyetsizlerin önderi olmuştu. Yaşlı ama çok akıllı olduğu için insanlar sesini duymuşlardı. Aktaylar Biy diyordu:

- Han iktidarı altı başlı dragondur. Onun başlarını kesebilecek batırların bulunmayıncaya kadar insanları yiyecek. Birleşmiş beş parmak - yumruktur. Birleşmiş soylar ve uluslar – millettir. Hep beraber olsak han bize ne yapabilir ki?!

Deşt-i Kipçak bozkırı kalkmış:

- Akıllı ihtiyar doğru söylüyor!

- Bozkırın tüm soyları ve ulusları hep beraber toplanmalıdır!

- Başlamak en önemlisi!

 - Haberciler koşsun!

Bütün soy temsilcileri Aktaylak Biy auluna büyük kurultaya toplanmışlar, ve hepsi düşünce birliği ile Edige’ye karşı çıkma niyetinde bulunmuşlardı.

Alau Batır oğlu olan genç yiğit Togan sözü istemiş.

- Ben mangıtım, - dedi, - ama benim annem sizin soyunuzdan, Keneges soyundan çıktığı için size yandaş olmak istiyorum.

Toplananlar memnuniyetle:

- Aferin, yeğenim...

- Bu kartalcık bizim yuvamızdan çıkmış, belli...

Aktaylak Biy ak sakalını okşamış.

- Kararımı dinleyiniz, - düşük, ama sert sesle dedi. – Keneges soyunun bütün erkekleri üç gün sonra Kzılşıya’da toplansınlar. Ben se yiğitlerim ile birlikte bu gece yola çıkayım.

Ama bozkır bozkırdır. Sır, delikli tulumda su gibi, burada da saklanmaz. İsyan eden kenegesliler iki gün sonra Kzılşıya’ya ulaşınca önünde han ordusunu görmüşlerdi. Onun başında Karasur Batır durmuştu.

Kenegesliler çaresizlikten son derece üzülmüştü. Gözlü olan herkes gördü ki, Altın Orda ordusunu yenemiyecekler, çünkü isyankârların ana kuvvetleri hâlâ uzaklarda bulunup çatışma yerine ancak birkaç gün sonra ulaşabilirdi.

Karasur Batır kenegeslilere karşı alaylı alaylı gülümseyerek doru aygırda şahsen çıkmıştı. Koskoca ve müthiş olmuş. Bozkırda Karasur Batır gayet iyi bilinmişti. Barın soyundan çıkan bir moğol idi, sadece üç yıl önce Edige’nin yanına gelip hizmet ederdi, ama acımasızlığı ve şiddetliği hakkında hikayeler bütün Deşt-i Kipçak’ta yayımlanmıştı.

Karasur Batır’ın olağanüstü, dev gücü de bilinmişti. Onun keskin dikler ile dikilmiş demir toplu topuzu düşmanı vurup hemen düşürürdü.

Moğol, doru aygırını vurup kaldırıp:

- Hey, beyinsiz aptallar! Sizi muhteşem han Edige’ye karşı çıkmaya ikna eden benimle dövüşmek için meydana çıksın! bağırdı.

Aktaylak Biy seksen yaşını çokta aşmış, ama yüreği eskisi gibi sıcak olmuş ve halkını çok sevmişti.

Etraflarına bakıp kendi askerlerin soluk, somurtkann yüzlerini görmüştü. Akıllı ihtiyar onları çok yakında neler  - hızlı sıcak dövüş ve ölüm – beklediğini peki biliyordu. İşte biy, herkes onun sesini duysun diye gayret ederek:

- Yiğitlerim, sizi yanıma çağırıp buraya getirdim! O yüzden ben çağrı kabul ediyorum!

Asker sıralarından birdenbire kadife gibi siyah sıcak aygırda Togan çıkmış. Yukarıya sıkılmış yumruklu kolunu atmış.

- Hayır, nagaşı-ata [5]! – bağırmış. – Aramızda batırlar yok mu çatışmaya akıllı ihtiyarlar katılsın?!

Ve Togan, Aktaylak Biy’in razısını almadan ileriye atılmıştı. Siyah şimşek gibi bozkırda koşuyordu, ya Karasur artık onun karşısına koşuyordu. Her şey o kadar çabuk geçti ki, hiç bir kimse Togan’a memnuniyet sözlerini bağırmayı yetişmemiş bile.

Atlılar bir birisine yaklaşmış. Havada moğolun ağır topuzu sallanavermiş. Ve hiç bir zaman olmadığı olmuş: müthiş, olağanüstü silâh genç askere dokunmamıştı. Karasur’un koskoca doru aygırı yanından ağır geçevermişti. Togan atını kolayca dönüp moğol peşine koşmaya başlamış. O atını dönmeyi yetişir yetişmez genç askerin mızrak ucu ta Karasur’un boğazına girmiş. Moğol ağır ağır çöküp atından ağır ağır düşmüşyü.

Kenegeslilerin arasında tebrik çığlıkları seslendi:

- Karasur yenildi!

- Allah bize yardım ediyor!

- Hadi!

- Düşman gücümüzü bilsin!

Yer at tırnaklarından titremeye başlamış. Togan zaferinden ilhamlanmış Kenegesli askerler fırtına gibi ileriye atılmışlardı.

Fakat çatışma uzun sürmemişti. Kuvvetler hiç de eşit değildi. Altın Ordalılar daha çoktu ve onların silâhı da daha iyiydi.

Aktaylak Biy beyaz devesinden düşmüş, bir kimsenin bükük kılıcı genç Togan’a da ulaşmıştı. Fakat en dehşetli şey sonra olmuştu. Yeni yeni müfrezeler, Kzılşıya’da ne olduğunu bilmeden bozkırdan buraya hep gelip geliyordu. Ve Altın Orda ordusu onlardan her birisini kolay kolay mahvediyordu. Rüzgâr muhteşem Deşt-i Kipçak’ta yanık ve kan kokusunu dağıtıyordu.

Bozkır üzgün ve sessiz olmuş. Bir gece şiirleri yazan asker Togan’ın mezarın yanına gelmişti. O artık genç değildi ve ilk ak saçları şaşaklarını gümüş rengine boyamıştı. Askerin yanında Togan’ın küçük oğlu varmış...

Yüksek temiz ay az önceki çatışma yerini aydınlatıyordu. Askerin yüzü sert olmuş, ya dudakları fısıldıyordu:

 

- Ben yine kan ağlayan halkı gördüm.

Kanı arzulayan kartalları da yine gördüm.

Halkım zaferi kazanamamış,

Öz bozkırında sadece mezarlarını bırakmış.

Halkım yine koskoca üzüntü içinde,

Çaresyi arayıp da bulamıyor.

Sıcak gözyaşlar gözlerimi kaplıyor.

Üzüntü kartal gibi canımı parçalıyor.

Bu hayat lânet olsun!

Yerler ve gökler lânet olsun!

Adalet zamanı daha gelmemiş!

Kılıçlar paslanmasın, oklar da kör olmasın ama!

 

Edige, isyankârlar yenilgisini öğrenerek tiksinti ile:

- Altın Orda’ya el kaldırmaya cesaret eden herkes aynen mahvolacak.

Han, o dövüşme günü kendisinin sonunu başlatan gün olacağını nerden bilsin? Çok az zaman geçecek ve halk yardımına ihtiyacını duyacak, ama İtil-Yayıklı kipçaklar Edige’ye yüz vermiyecek ve o hayatını kurtararak yorgun atını Altın Orda’nın kuzey doğu sınırına kadar koşturacak, fakat orada da desteği bulmayacak. Onun hayatı kuru bozkır otuna benziyecek de.

 

 

* * *

 

Edige, Canike’ye karşı olan aşkı uğruna Toktamış ile savaşmaktan vazgeçmeyi hiç düşünmemişti. Eşine, sadece onun babasını öldürmiyeceğini, akrabasının kanı ile ellerini boyamıyacağını vaddetmişti. Toktamış’ın nasibini Allah ve dövüş belirtecekmiş.

Canike ona inanmıştı. O yüzden gizli habercinin yoluyla iletilmiş babasının Edige’yi mümkün olduğu kadar çabuk öldürme talebine “O benim biricik oğlumun babasıdır. Kendi tartışmanızı kendiniz de çözünüz” diye yanıtlamıştı.

Toktamış bunu öğrenerek çok kızmıştı. Her şeyin en kısa sürede onun lehine olacağına çok umuyordu. Niyetleri kırılmış. İleride hep savaş ve belirsizlik olacaktır.

Şimdiden Toktamış hep Edige ile savaşına hazırlık yapmayı düşünüyordu. Han öncelikle bulgar ve Ryazan Knezi’nin yanına onların yardımını rica etmek amacıyla elçilerini göndermişti. Ama eski yandaşları, Toktamış’ın zayıflığını ve ölmeye mahkümlüğünü sanki hissederek belirsiz cevap vermişlerdi. Onlar bekliyorlardı.

Toktamış ile Edige’nin orduları leopar yılının (1398) geç sonbaharda Tan aşağı kıyılarında buluşmuşlardı. Gün bulutlu olmuş. Sis parçaları dövüş için seçilmiş tarlanın üstünde sürünmüşler, zaman zaman soğuk yağmur da çiliyordu.

Askerlerin morali de üzgün ve somurtkan olmuştu. Çatışmadan önceki bir heyecan da belirlenmemişti. Onlar, emirlerinin iradesine itaat ederek dövüşü başlatmaya çağıran bir işareti uysalca bekliyorlardı. Hiç bir kimse savaşmayı istememiş, çünkü Mamay zamanlarında gibi kanına ve soyuna yakın insanları öldürmek lazımdı. Ya yabancılara ya da gavurlara atılım yapmak başkadır. Az önce bile Alşinli birisi Kırımlı bir kızla evlenmiş, ya bugün onun kılıcı eşinin babasının kılıcı ile çarpıştırmak lazımdı.

Ama biyler, batırlar ve emirler savaşı isterse askerler ne yapsınlar?

Tilkiye zorla atılmış av köpeği tilkiyi hiç bir zaman yetişmez: savaşa zorla getirilmiş yiğitler gerçek erkekliğini ve kahramanlığını göstermez.

Sadece batır Kencanbay dövüş başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Her şeyden üstün kılıcını Edige’nin kılıcı ile çarpıştırmayı istemişti. Buna bir nedeni de vardı. Kencanbay çocukluk arkadaşının kardeşler bir birisini öldürdüğü savaşı başlattığını zannetmişti. Taraftarın orduları bir birisine yaklaşır yaklaşmaz Kencanbay sıcak atında ileriye çıkıp:

-  Edige, seni duelloya çağırıyorum! Halkına karşı alçakça davrandığın için yaşamaya layık değilsin!

İki canlı duvar, Edige’nin cevabını beklerken mızraklarını kaldırıp duruyordu. Kencanbay, o nihayet ortaya çıkıp ordusunun önünde durduğunda öfkeden kırmızı yüzlü Kencanbay ona başvuruş: - Bana bak, Edige! Aklın ve düşüncelerin parlak olmuştu. İtil ve Yayık sınırsız topraklarında dağ gibi yücelmiştin. Şimdilik ise sen, ün peşine koşarak kanına yakın insanları bile kendi düşmanın yapmıştın! Ben, Kencanbay, bunu yüzüne söylüyorum. Çizmelerinin topukları ile vücudumu yaralamıştın. Mâsum insanlar ölmesin diye sağlam okum ile seni öldüreyim! Hadi korun! Ben dövüşmeye hazırım! Kader bizi yargılayacak...

Edige’nin esmer yüzünde kırmızı lekeler çıkmış, göz bebekleri küçülmüş ve ağır gözkapakları gözlere inip onları iki deliğe benzetmişlerdi. – Kencanbay, senin kılıcın kanlıdır. Seninle birlikte büyüdük. Çocukluktan beri dar Kefelı idin. Yıllar da aklını açmamışlardı. Toktamış ordunu yıllarca yönlendiriyor, ya nerelere ulaşmıştı? Neleri yapmış? Düşmanlar muhteşem Kipçak bozkırına defalarca saldırmışlardı. Kan nehirleri akıyordu, halk yaralarından sızlanıyordu. Kencanbay, bunun sebebini görmüyorsan mutsuz birisin. Bana hırlayıp atılmak yerine sevdiğin hana havlasaydın. Eğer Kefen demirden yapılmış ve onu nereye sokacağını bilmiyorsan, kim arkadaşın, kim düşmanın olduğunu farkedemiyorsan seninle dövüşmeye hazırım! dedi.

Batırların altındaki atlar, yakındaki kanı hissederek kalkmışlar ve rüzgarda yoğun saçlarını dağıtıp bir birisine koşuşmuşlardı.

Kencanbay Keneges soyundan bir argın idi. Kenegesliler, az sayısına rağmen bağımsız ve açık sözlü olmuş ve sözünü tutmuşlardı. Bu özelliklerinden dolayı onlar defalarca zor durumlara uğramışlardı. Bozkırda onlarla ilgili bir laf vardı: Keneges geldi mi kavga çıkar. Ama insanlar başkasını da farketmişti. Bu soydan çıkan biri, arkadaşına hiç bir zaman ihanet etmemiş ve her zamann sadık bir dost kalıyordu.

Kencanbay gerçek bir Kenegesli idi. Cesur, kararlı, hazırcevap, ve de tüm Deşt-i Kipçak’ta mükemmel bir okçu olarak bilinmişti.

Kencanbay huzuru bilmeden yaşamıştı. Bekler, biyler, batırlar ve emirlerin arasındaki çatışmalar ve düşmanlık ona bayağı tuhaf geliyordu. Altın Orda için ondan hiç bir faydası yoktu, ya bütün zorluklar hep sıradan insanların omuzlarına yüklenmişti. O yüzden ömür boyu halkını düşünen ve tüm tartışmaları kesebileceği adil bir emri arıyordu. İşte zamanında Mamay’ın taraftarı olmuştu.

Kader onu Barın Moğol soyundan çıktığı batır Akpanbet ile tanıştırmıştı. Tüm atılımlara beraber giderdi, beraber de savaşırdı. Bazen birisinin kılıcı başkasından belâyı yok ederdi. Hiç bir kimse Kencanbay’ın huzurunda Akpanbet’in hakkında saygısız bir söz demeye cesaret edememişti, o da dostunun hakkında hiç bir zaman kötü bir şeyi söyletmemişti. Bu dostluk hiç çıkarsız idi, karşılıklı dürüstlük temelinde durmuştu.

Ama bir gün hiç bir kimse ve hiç bir şey öngöremediği şey olmuştu. Batırların dostluğuna nasip ya da Allah değil, han Mamay karılmıştı.

Akpanbet, hanın rus ordusundan Kulikovo Meydanında gördüğü yenilgisinden sonra halkı ile nasıl yönettiğine ve insan hayatlarını nasıl kullandığına kızarak barın ve şırın soylarında diğer emirleri ile anlaşarak onu öldürmeyi karar vermişti. Kencanbay bu arada İtil aşağıdaki kıyılarında bulunarak ve komplo hakkında hiç haberi olm,amıştı. Bilseydi tabii ki dostunun taraftarı mutlaka olurdu.

Bir kimse Mamay’a komplo hakkında haber vermiş ve han komplo katılımcılarını tutuklayıp idam etmeyi emretmişti. Bozkır adetlerine göre, komplocuların aileleri de öldürülmeliydi. Han’a sadık olan hizmetçileri asi emirlerin eşlerini ve çocuklarını bıçaklamışlar, sadece Akpanbet ailesi şanslı çıkmış – evvelce onun eşi Kafkasyalı dağlarına, akrabalarında misafirliğe gitmişti.

Akpanbet ölümden önce askerlerden birisine: “Kencabay’a söyle ki, oğlumu kurtarsın” diye fısıldamıştı. Bozkırda her zaman intikamdan korkarlardı: öldürülmüş birisinin oğlu yiğit olup kan düşmanını öldürebilirdi.

Kencanbay dostunun öldüğünü Altın Orda’ya gittiğinde öğrenmişti. Hana tek başına intikam edemiyeceğini peki anlıyordu, kendi hayatı için de tehlike vardı. Mamay onun Akpanbet ile dostluk yaptığını biliyordu ve intikamdan korkuyarak onu diğer komplocuları gibi öldürebilirdi. O yüzden Kencanbay ileride ne yapsın diye danışmak için Altın Orda’ya dönmeden önce argın batırı Karahoca’ya uğramıştı.

Fazla gürültü yapmadan oturdukları yerden kalkıp Deşt-i Kipçak’a, han eli Kencanbay auluna ulaşamıyacağı yerlere gitmek karar verilmişti.

Ya Mamay’ın askerleri bozkırı tarayarak Akpanbet’in ailesini aradıkları için Kencanbay az sayılı bir müfrezesi ile beraber onların karşısına gitmişti. Haberler ve dedikodular bozkıada çabuk yayılır, ve batır çok çabuk öğrenmiş ki, Akpanbet’in üç yaşındaki oğlu Tastemir yakalanmıştı.

İcra müfrezesinin öncüsü olan üstsubay: - Sana hiç yardımcı olamam, batır, -  dedi. – Han, Akpanbet’in oğlu olduğunu biliyor ve bize onu getirtti. Çocuğu onun gözlerinde öldürmeliyiz. Korkuyor ki, zamanla, eğer bir kimse oğlanı kurtarırsa...

Kencanbay: - Sana çok altını ve hayvanları vereceğim... - dedi.

Üstsubay, olumsuz cevap olarak başını sallamıştı.

- Eğer han emrini yerine getirmezsem hayatımı kaybedebilirim, o zenginlikle ne yapıyım?..

Kencanbay, müfrezeyi öldürüp çocuğunu zorla ellerinden kurtarmak o pazarlığı yapmaktan daha kolay olabileceğini düşünmüş, ama kendisini hemen durdurup ilk düşüncesinden vazgeçmişti. Bozkır boş sadece görünüyor. Fakat bir gün geçmez bile, Mamay burada olacağı her şeyi hemen bilecek. O zaman han askerlerine keneges ve argın soy bütün aullarını bıçaklamayı emredecek, hiç bir kimse Deşt-i Kipçak’a gidemiyecek. Gerçi Ruslar Mamay’ı yenmişlerdi, ama intikam için yeterli olan kuvvetleri bulunacak.

Kencanbay yine: - Sana çok altını ve hayvanları vereceğim, dedi ve üstsubay gözlerine dikkat ile bakmıştı. – Ya sen bir şeyi uydur... Aklın kurup esnek olamıyor mu artık acaba?

Üstsubay küsmemiş, ama iyice düşünmüş:

 - Bir çare var, ama...

- Söyle.

- Han Akpanbet oğlunu şahsen tanımayabilir... Eğer onun yerinde aynı yaşındaki diğer bir çocuk olursa, o zaman...

O düşünce hem kurtarıcı, hem de korkunçtu. Küçük Tastemir yerine diğer bir çocuğu vermek için o çocuk kimden elden alınacak ya da istenecek? Kencanbay bunu yapamıyacaktı. Ama Akpanbet oğlu ölürse onun ocağındaki ateş sonsuza dek sönecek. Batırın aklına canlı dostu, onun sesi, jestleri gelmiş, dostunun kendisini ölümden kaç defa kurtardığını andığında gözleri yaşlanmıştı.

Üstsubay: - Acele et, batır. Düşün. Çok az vaktin kaldı... – kurnaz sesle dedi.

- Tamam. Burada yerleşeceksiniz, askerlerin dinlensin. Tastemir ile aynı yaşındaki bir oğlanı sana erken sabah getireceğim.

- Bak, batır. Sözünü tut... Ve gerisini de unutma...

Kencanbay buna cevap vermemiş. Atı bozkır yoluyla öz aulunun tarafına koşuyordu.

Batır korkunç bir karar vermeye cesaret etmiş. Onun yurdunda ikiz oğulları, Canuzak ve Kunuzak büyüyordu. Dostunun oğlu uğruna onlardan birisini kurban olarak verecekti.

Kencanbay bu gece niyetini yerine getirmiş. İşte onun yurdunda Januzak yerinde Tastemir olmuş. Kenegesler ve argınlar, Mamay’ın ordusundan sonsuza dek ayrılıp erken sabah Deşt-i Kipçak’a gitmişti.

Zaman geçtikçe batırın iki oğlanı büyümüş, narin ve güçlü yiğitlere dönmüştü. Gerçi onlar korkunç geçmiş gerçeğini artık bilmişler, fakat yine birbirisine “kardeş”, ya Kencanbay’a “baba” derdi.

Bugün de dövüş alanında onlar yan yana durarak Edige’yi duelloya çağıran Kencanbay’a göz ayırtmadan bakıyorlardı. O korkmadan soilini babasının soili ile çarpıştırmaktan vazgeçtiği belli olduğunda üvey kardeşler atlarından yere inip kucaklarını boynuna asıp dizlerini eğerek Yücel Rabbi’den yardımını istemişlerdi.

- Aksarbaz! Aksarbaz! – gözyaşları ile boğulup bağırdılar. – O Allah, isteğimizi gerçekleştir! Hayatlarımızı al da babamız enjanbay’ın hayatını kurtar! Kurtar!

Yiğitler, bozkırda babasından daha iyi okçu olmadığını bilmişler, ama atlı dövüşte Edige daha başarılı olduğunu da bilmişlerdi. Mücizler olmadığını unutarak yine de Allah’a mücizeyi yalvarmışlardı. Ya Yüce Rabbi dualarını belki duymamıştı?

Atlar bir birisine koşuşuyordu, onların yoğun saçları rüzgârda sallanıyordu... Edige daha becerikli çıkmış. Onun silâhı Kencanbay’ın kalça üzerine düşmüş. Batır’ın vücudu ürkmüş, ama müthiş darbe aldığı bacağını artık hissetmemişti.

Edige yine fırtına gibi saldırmış, Kencanbay yine anı kaçırmıştı. Yeni darbe batırın diğer kalçasına düşmüş ve o, göğsünü eyere dayanıp ağır ağır yere düşmüştü.

Kencanbay yerde yatarken Edige atından ne kadar kolay inip onun yanına acele etmeden yaklaştığını görmüş. Göğsüne bir ağırlık basmış, ve dumanlı gözleri ile ta yüzünün yanında düşmanının tozlanmış çizmesini görmüştü. Onu atmak ya da itmek için gücü kalmamış. Kencanbay, demir gıcırdadığını da duymuştu – Edige onun canını tamamen almak için kılıcını çıkartmıştı.

Hemen bir kolaylık gelmiş ve artık hiç bir kimsenin gözlerini görmesin, her şey daha çabuk bitsin diye düşünce hariç başka bir düşüncesi yoktu.

Keneges ve argın soyundan askerler: - Batır! Affi! Affi iste! – diye bağırdılar.

Edige kılıcını Kencanbay’ın başının üstüne kaldırıp onu birdenbire inmişti.

- Yaşa, köpek! – tiksinti ile dedi. – Bir arada hep beraber büyüdük ki.

Kencanbay, vücudunu yerden kaldırıp kısık sesle: - Lânet ol! – dedi. – Ölmek bu rezaleti yaşamaktan daha iyidir!

Ama Edige onun sözlerini artık duymamıştı. Atını vurarak ordusunun yanına koşuyordu.

Yiğitler yenilmiş Kencanbay’a yaklaşıp onun hareketsiz vücudunu bir at eyerine koyup dövüş alanından götürmüşlerdi. Bunu boşuna yaptıklarını bilmemişlerdi. Böyle rezaletini yaşamış asker bu dünyada artık yaşayamaz. O günden beri bir yıl bile geçmemiş, Kencanbay özlemden ve üzüntüden ölmüştü.

Ama bunlar sonra olacak. Şimdilik ise iki ordu çarpışmış ve demirler dırdırlamış, ilk kan nemli soluk otlara dökülmüştü. Ağır düşük bulutlar yer üstünde geçiyordu, savaşan askerleri sanki savan ile örterek beyaz sis parçaları olup onların omuzlarına iniyordu.

O yılda rus kroniker o kanlı dövüş hakkında bilen insanların sözlerine göre kısaca “Temür Kutluk isimli muhteşem bir çar saldırmış, çatışma ve dövüş müthiş ve korkunçtu. Çar Temür Kutluk çarı Toktamış’ı yenip kovalamış, ve Büyük Altın Orda’nın Volgalı çarlığını kendisi yönetmeye başlamıştı, ya çar Toktamış Litvanya memleketlerine kaçmış” diye yazmıştı.

Edige, Toktamış’ı yendikten sonra Altın Orda yeni hanı olarak eski atılım arkadaşını, muhteşem Cengiz Han soyundan çıkan Temür Kutluk’u atamış. Kendisi ise onun emri olmuş ve emirliğinde tüm ordu bulunmuştu.

Hem Edige, hem Temür Kutluk, Altın Orda’nın önceki emirleri gibi, Allah onu yine muhteşem ve kuvvetli yapmasını nasip eylediğini inanıyorlardı. Ve onlar, önceki emirler gibi aynı yol ile gitmişler – ordusunu kuvvetlendirmeye başlamışlardı.

Toktamış bütün kendi aulu, çok sayılı akrabaları ve ailesi ile birlikte Litvanya topraklarına gitmişti. Kiev’de Knez Vitovt onu en yakın dostunu gibi şahsen karşılamıştı.

Millet öncüleri davranışlarında dostluğa ya da samimiyete değil, çıkara dayanmışlardı. Vitovt da çıkarı düşünmüştü. Muhteşem Litvanya Knezliği son yıllarda kuvvetlenmiş ve sağlanmıştı. Vitovt, Rus Knezlerin arasındaki tartışmaları kullanarak onların elinden doğuda bulunan toprakların kısmını almış, Kurlanda ve Polonya’yı kazanmış ve gözleri artık Altın Orda tarafına bakıyordu. Litvanya Knezi, Mamay Kulikovo Meydanı’nda yenildikten sona Altın Orda zaten hep bölünmüş olduğunu ve han yerine adaylarının arasındaki çatışmaları bir türlü kesilmediğini kullanarak bozkıra iki atılım yapmıştı. İnek yılında (1397) Don Nehri’ne ulaşmış, ya sonraki yılda Dinyepr nehrinin yılarıdaki kıyılarında bulunan göçmen aullarını soyup yakmıştı. Vitovt ciddi bir direnci hissetmeden Altın Orda’yı da kolay kolay mahvedebileceğine inanmıştı. Toktamış ona niyetini yerine getirmek için lâzımdı. Knez eski hana yardımcı olup ona rakiplerinin elinden aldığı tahtını geri verip hanın yardımı ile Altın Orda ile yönetip rus Knezleri ile savaşı için kullanmak niyetinde bulunmuştu.

Edige ile Temür Kutluk, Vitovt’un niyetlerini hiç zorlanmadan öğrenerek Toktamış, Litvanya Knezi ona destek verirse ne kadar tehlikeli olabileceğini anlamışlardı. O yüzden Kiev’e, Vitovt onlara Toktamış’ı, yeni hanın en tehlikeli düşmanını olark hemen versin diye talebi ile elçiler derhal gönderilmişti. Talep bayağı sert olmuş, sert şiddetli sözlerden ibaretti.

Fakat muhteşem Litvanya Knezi, hiç korkmadan Temür Kutluk’un gönderdiği hediyeleri alıp yeni hana cesur ve küstah yanıt vermişti. Mektubunda, kendi dostunu Toktamış’ı onlara vermiyeceğini ve bütün koskoca ordusu ile birlikte Tatar topraklarına gidip çarı Temür Kutluk’u yenip mücevherlerini alacağını yazmıştı. “... Altın Orda çarlığında onun çarını Toktamış’ı atayacağız, o Kefe’de, Kipçak Deniz’de, Kırımda, Aztarakan’da, Yayık’ta, tüm Karadeniz kıyılarında ve Kazan’da olacak; o topraklar bizim, çarımız da bizim olacak.”

Edige ile Temür Kutluk us Knezlerine endişe ile bakarak savaşa acil hazırlık yapmaya başlamışlardı. Ne yapacaklar, nasıl hareket edecekler? Fakat Moskova bekliyordu. Hem Litvanya’nın, hem de Altın Orda’nın kuvvetlenmesini istememiş, çünkü ikisi onun düşmanı idi. Rusya çoktan beri hiç bir kimsenin önünde baş eğmemiş ve hiç bir kimseden korkmamıştı. Sadece arasıra kazancını arayan göçen Hazar müfrezelerini sınırlarında bulunan şehirlerinden atmak zorundaydı.

Sonsuz iç savaşlardan dolayı kansız, zayıf olan Altın Orda bu arada sadece tek bir şeyi – Rusya ile Litvanya birleşmesin ve onunla savaşmasın diye istemişti.

Edige kısa sürede koskoca ve savaşabilecek ordusunu toplamıştı. Şimdilik Altın Orda yeni hanının Temür Kutluk bayrağı altında iki yüz bin atlı asker vardı. Eski Altın Orda için o sayısı çok az sayılırdı, ama her şeyi baştan başlamak için yeterliydi.

Tek bir eksiklik vardı: iç savaşları durmadan yapan Altın Orda her zamanki gibi, düşmanı yenmek için sadece asker cesareti yeterli olacağına emin olmuştu. Atlı askerin, iki yüz yıl önce gibi, sadece ok, mızrak ve kılıç vardı. Rusya ve Litvanya ise artık ateş veren silahı ve topları kullanıyordu. Ordu peşinde düşmanlara daha büyük zarar veren o yeni silahlara bakan özel esnaflar demir ile kaplı arabar ile gidiyordu.

Orduya maaşları ödemek için para lazım olduğu için yeni han eski zamanlarda gibi soylar hazineye vergileri ödesinler diye talep etmişti. Sonsuz savaşlardan dolayı yoksul olan insanlar son hayvanlarını vermiş, ya bir emek almak için Edige’nin ordusuna girmişti.

Muhteşem Litvanya Knezi Vitovt fazla bekletmeden tehditini yerine getirmişti. Sonraki yılda Alman tarikat şövalyelerini bile dâhil eden koskoca ordusu ile birlikte atılıma çıkmıştı. Toktamış Litvanyalıları Altın Orda topraklarına götürüyordu.

Vitovt ile Temür Kutluk Vorskla nehrinin kıyısında karşılaşmıştı. Altın Orda hanı korku ve endişe ile Knez’in müthiş, toplar ile dikili çadırlarına bakıyordu. Edige dövüş yerine hâlâ gelmediği için korkak Temür Kutluk’a destek vereni yoktu.

Geceleri karşı kıyıda yanan ateşlere özlem ile bakıyordu. Aklına, kızılımtrak ateşler bütün yerlerde olduğu ve litvanya Knez askerleri sayısız olduğu gelmişti.

Bir gece Litvanyalılar tarafından birdenbire toplar vurduğunda Temür Kutluk son derece korkmuştu. Altın Orda ordugâhında panik başlamıştı. Bozkır atları gürültüye alışmadığı için kalkıyordu, ipleri kopartıp, çadırları yıkıp insanları basarak karanlığa kaçıyorlardı.

Sabah ordugâhta her şey yolunda girmiş ama han, hızlı hızlı çarpan yüreğini rahatlatmak için uzun uzun şarap içiyordu, ama o kadar korkmuş ki, huzur bir türlü gelmiyordu.

Knez Vitovt’un elçileri sabah sabah ordugâhına gelmişti.

Litvanya Knezi “Allah bana tüm memleketleri emrime verdi, sen de itaat et. Ben sana baba olacağım, sen bana oğlum olacaksın. – yazmış. – Bana yıllık vergi de ödeyeceksin, ya akçeyi kakmaya kalkarsan şimdiden onların üzerinde benim işaretlerimi de kakmak taahhütünde bulunacaksın diye söz ver. Sana söylediklerimi yerine getirmeyi istemezsen seni kölem yapıp Altın Orda’nıu soyacağım”.

Temür Kutluk, yurduna emirlerini toplayıp nasıl hareket etsin ve Knez Vitovt mektubuna nasıl yanıtlasın diye danışmıştı. Birçok yaşlı askerler, litvanya ordusuna bakarak çnümüzdeki dövüş kolay olmayacağını ve onun sonuç öngörülemeyeceğini anladıkları için, Vitovt’un teklifini kabul etmeyi tavsiye etmişti. Herkes, Altın Orda bu teklifi kabul ederse Litvanya’ya bağlı olmasını da kabul etmek zorunda kalacağını anlıyordu. Altın Orda hiç bir zaman o kadar aşağılanmamış, fakat emirler ileriye bakıyorlardı – şimdilik toplanmak, sağlanmak ve bir ya da iki yıl beklemek en önemlisiydi. Knez’e verilmiş vaati ihlâl etmek hiç bir zaman geç olmaz, Altın Orda emirleri her zaman kendi küstahlığı ile bilinmişti.

Her şey bu şekilde olacaktı, fakat Knez elçilerine, han Vitovt’un tüm taleplerine uygun olup onun emrine girmeye hazır diye cevap verilmek üzereyken Edige elli binlik ordusunun başında ordugâha gelmişti.

Edige, atından inip onu tüm emirler ve onların başında Temür Kutluk karşıladığını görünce: - Burada neler oluyor? diye sormuştu.

Han’a somurtkan gözleri ile bakarak onun tüm anlattıklarını dinlemişti.

 - Ne karar verdiniz? – Edige’nin sesinde sert bir alay duyulmuş.

Temir-Kutluk, suçlanarak: - Vakti kazanmak için Knez taleplerini kabul etmeyi karar verdik, dedi.

Edige’nin yüzü son derece solmuş, ya kaşları sanki birleşmiş, o kadar çatılmıştı.

- Kendini korumayı denemeden bile dizlere çökmek ölümden daha kötüdür! – Emir hanı sanki unutup ordu başlarına dönüp yüzlerine direk bakıyordu. – Eğer Litvanya Knezi savaşı isterse dövüşeceğiz!

Temür Kutluk, korkarak: - Vitovt’un büyük ordusu var... – itiraz etti. – Onun gürültü yapan ve birden çok askerleri öldüren ateş okları da var...

Edige söylediklerini sanki duymamıştı:

 - Knez elçileri nerede? sordu.

Han yanında duran baş vezir başını aşağıya eğdi:

- Misafir yurdunda cevabı bekliyorlar...

- Onları getirin.

Özel han bekçilerinden askerler çuval kumaştan kıyafetli, uzun boylu iki Litvanyalıyı götürmüşlerdi. Elçiler, Edige önünde görüşme sonucunu belirtecek kişiyi olarak hemen kabul ederek onur ile başlarını eğmişti.

Emir sertçe : - Siz küstah talepler ile geldiniz. – dedi. – Ufacık Knez Vitovt muhteşem Altın Orda efendisinden itaatı talep edebilir mi? Böyle sözleri getirmeye cesaret ettiğiniz için aslında burunlarınızı ve kulaklarınızı kesecektik. Ama bunu yapmıyacağız, çünkü elçi emrinin talebini sadece iletir... Knezinizin yanına gidip ona, taleplerini kabul etmediğimizi söyleyiniz. Beni dinlemek isterse nehir kıyısına çıksın. Knez’e söylenecek çok şeyim var...

Elçiler, ne korkuyu, ne şaşkınlığı gösterip Edige önünde yine onur ile baş eğmıişer, askerlerin götürdüğü atlara susarak binip nehir tarafına çabuk gitmişlerdi.

Knez Vitovs görüşmeden vazgeçmemişti. Ordu başları ile birlikte Vorskla’nın yüksek kıyısına gelmiş. Knezin altınsarı kıyafetleri güneş ışığında parlıyordu, Vitovt altındaki uzun saçlı beyaz at yerinde duramıyordu.

Edige: - Bana bak, Knez! – bağırdı.- Muhteşem Altın Orda hanını Temür Kutluk’un babası olup kendisini oğlun yapmak istersen isteğin çok iyi, çünkü senin yaşın han yaşından daha büyük. Ama ben senden büyüğüm, demek ki, sen benim oğlum sayılabilirsin. Öyleyse, biz değil, Litvanya bize vergi ödemelidir. Bunu yapmazsan sadece kendine küsebilirsin. Altın Orda asker atları her zaman hızlı, ya kılıçlarımız her zaman keskindir. Yer kenarının arkasında saklanırsan bile askerlerim seni bulup canını alacaklar. Kızlarınızı köle yapıp oğullarınızı köle pazarlarına göndereceğiz. Ordum ile savaş yapmadan önce iyi düşün, eğer barışı istersen sana küstahlığını affedeceğim...

Edige’nin sözlerine cevap Vitovt’un gülmesi olmuştu. Aynı günü olan toplantıda güneş doğunca Altın Orda ordusu ile savaş başlatmayı karar verilmişti.

 

 

* * *

Sabah beklenmemezliği getirmişti. Karşıdaki kıyı gözükmeye başlar başlamaz bekçiler Knez’e, Altın Orda ordusu kaybolmuş diye haber vermişlerdi. Az önce binlerce atlı asker yerleştiklerinde sadece atlar kırdıkları yer ve ateşlerden kalan soğuk kül kalmıştı.

Sevinç ve küskünlük Vitovt’un canında karışmıştı.

Toktamış onu durdurdu: - Sevinmeyi acele etme, Knez. Her şey o kadar basit değil. – Eski han bozkırcıların tüm yapabilecek tuzakları ve kurnazlıkları peki biliyordu. – Askerlerin iyice etrafında baksınlar. Öyle olabilir ki, Edige bu gece tümenlerini bizim tarafımıza gönderip az sonra sırtımıza vuracak.

Toktamış tahmini gerçeğe benzemişti. Altın Ordalılar, Knez tüm ordusunu ve toplarını nehir kıyısında yerleştirdiğini görmğlşer ve onlara karşı atlı tümenleri atmak hiç mantıklı değildi.

Az sonra gelen istihbarat görevliler, düşman müfrezelerini hiç bir yerde karşılamadıklarını bildirmişlerdi.

Knez gurur duyarak: - Edige korkmuş, - dedi. – Ama benim kılıcım onu sınırsız bozkırda bile bulacak, ve onu diz üstü çökerteceğim.

Toktamış endişe ile uzaklara bakıyordu.

 - Edige genellikle dediklerini yerine getirir... – dedi. – Burada kesinlikle bir kurnazlık vardır.

Vitovt yandaşının yüzüne tiksinti ile bakmış.

Eski han birdenbire: - Bak, Knez! – bağırmış. – İyi bak!

Küçük bir toz bulutu güneyde, ta yer kenarında gözüküyordu.

- Bunu bildim ki! Edige senin bekçilerin durduğu yerden uzakta nehri geçmişti.

Vitovt’un yüzü sertleşmiş, gözleri yumulmuştu. Huzurunu kaybetmeden yürüyen askerlerini ve toplarını yeni pozisyonlarda yerleştirmişti.

Knez gök kenarına dikkat ile bakıyordu. Toz bulutu Litvanyalı ordugâha yuvarlanıyordu. Az sonra ince siyah çizgi görünüyordu, sonra haşhaş tohumarına benzemeye başlamış, artık ayrı atlılar da görünüyordu. Uzaktan onlar ufak ve hiç de korkunç değil gözüküyordu.

Vitovt alaylı gülümseyerek: - Edige bir darbeyle tüm ordumuzu ezmek karar vermiş galiba, - dedi.

Toktamış ürkmüş sesiyle birdenbire: - Knez, arkana bak... – dedi.

Litvanyalılar düşmanını artık beklemediği nehrin başka kıyısındaki ormandan çok sayılı atlı müfrezeler çıkmış ve yayılarak nehire koşaveriyordu.

Vitovt: - Topların yarısını kıyıda bırakın! diye emretmiş.

Toktamış endişe ile: - Yanımıza gelen asker sayısı yüz bini aşmıyor, - dedi.- Ama onun ordusunda genelde iki yüz bin atlı askeri vardır.

Knez, yanına gelen düşmanlarından gözlerini ayırmadan tiksinti ile: - Belki Edige ordusunun önce ilk yarısını, ondan sonra ikinci yarısını mahvetmeyi karar vermiş. Başlayın! dedi.

Vitovt baş üzerinde Knez bayrağı kalkmış ve tüm otuz tane top, sabah sessizliğini sanki gök gürültüsü ile koparıp aynı anda vurmuşlardı. Top gülleleri canlı fırtınaya girip içinden sanki parçalarını kesip koparmışlar. Atlar bağıra bağıra düşüyordü, etlılar eyerlerinden de fırlanıyordu. Arka sıralar, gürültüden korkmuş atlarını ataamadan düşenlere basıp artık istemeden ileriye koşmaya devam ediyordu. Toplar yine vurmuşlardı.

Altın Orda tümenleri durmuş, karışıp geri dönerek atılmışlardı. Gülleler ulaşamadığı mesafeye gidip sıralarını birleştirip yine ileriye atılmışlardı.

Knez yakınlarından birisi: - Edige delidir, - dedi. – Öyle yaparsa yakında hi*ç bir askeri kalmıyacak ki...

Knez çadırına köpüklenmiş atla bir atlı yaklaşmış:

 - Knez! Doğudan koskoca bir ordu geliyor! Çok yakındadır! dedi.

Vitovt güneş doğduğu tarafa bakmış. Göz kamaştıracak ışık her şeyi görmesine engel olmamış. Birdenbire güneş bulanmış ve kırmızılaşmıştı. O atlıların kaldırdığı toz altınsarı güneş diskini kapatmıştı.

Knez: - Alman şövalyeleri ve Polonyalı atlılar düşmanı karşılasın! diye emretti.

Demir ile kaplı, mızraklı Alman şövalyeleri demir ile kaplı atlarıyla ağır ağır ileriye gitmiş. Sabırsız Polonyalıların göğüslük bronzu parlıyordu, atlarını durmadan vurmuşlardı.

Altın Orda atlıları onlara fırtına gibi saldırmış, demirler dırdırlamış. Bu koskoca fırtına içinde öfkelenmiş insanlar birbirisini kılıçları, baltaları ve ağır soiller ile öldürerek devriliyorlardı.

Öğle geçmiş fakat dövüş sonu hâlâ gözükmüyordu, taraflardan hiç biri başkasını yendiğini diyememişti. Azalmış Altın Orda tümenleri anlaşılmaz bir öfkesiyle litvanyalıların askerlere ve toplarına atılmışlardı. Toktamış askeri ile birlikte de dövüşe katılmış. Nehrin diğer kıyısında dövüşmüştü. Hem Vitovt’un, hem de Edige’nin, ordusuna yardımcıları gönderip dövüş akımını kendi lehine çevirmek için taze askerleri kalmamış.

Oplar gibi müthiş bir silâh sahibi olan Litvanya Knezi’ni kolay kolay yenmeyi düşünmemiş bile. Kendi askerlerini o ateşi atan demir canavarlara karşı boşuna atmamıştı. Edige daha gece, litvanyalılar ordugâhına yaklaşırken Şora-batıra nehir yanında beş bin atlı ile birlikte saklanıp toplar arkasından açık kalacağı anı sabırla beklemesini emretmişti.

Dövüş alanı sınırsızdı. İnsanlar sıkça kılıçtan ya da oktan zarar gördüğü için değil, aşırı derecedeki yorgunluğundan olayı yere düşüyorlardı. Tam o zaman Şora Batır’ın müfrezesi nehir yanındaki kamışlardan ortaya çıkmıştı.

En cesur yiğitler en hızlı atlarla toplar durduğu yere ayılmıştı. Edige, askerlerini bu işe gönderdiğinde, o demir canavara hiç bir şey yapamayacaklarını biliyordu – onlar ne kesilir, ne de yanar, o yüzden topçuları öldürmeyi emretmiş. Çatışma çabuk ve kısa idi, az sonra tüm topçular öldürülmüştü.

Dövüş sonucu artık belirlenmişti, ama o birkaç gündür daha devem ediyordu. Litvanya ordusu arabalarını ve ölülerini bırakıp kendi devletine çekiliyordu. Toktamış askerlerinin büyük kısmı ilk gece bile daha başarılı Edige tarafına geçmişti.

Temür Kutluk ile Edige’nin tümenleri siyah fırt+ına gibi köyleri ve kasabaları soyup yakarak tüm Kiev ve Litvanya topraklarını geçmiş. Altın Ordalılar Kiev’i bile abluka etmişler, ama o şehri kazanabileceğinden şüphelenip şehirlilerden sadece üç bin altın rublelik vergi almışlar, böyle tutar o zamanlara göre koskoca sayılırdı.

Altın Orda üstünde uğur güneşi yine parlıyordu. Edige öyle olduğuna çok inanıyordu. Kendisine ait kazanç yarısını askerlerine verdiği için halkı ona “cömert ve ünlü” demiş. Edige kazancının diğer yarısını han Temür Kutluk’a ordusunun emek ve sağlanması için vermiş, ve halk bu hareketi için “halkı için doğmuş gerçek erkek” demişti.

Şimdilik, Toktamış’ın önemli yandaşı olan Knez Vitovt yenildikten sonra eski hanın tarafından Edige için bir tehlikesi yoktu. Sadık haberciler ona, Toktamış yakınları ile birlikte litvanyalı topraklarından uzak Şangitara’ya [6] gitmiş diye bildirmişlerdi.

 

 

 

ALTINCI BÖLÜM

 

Kipçak askeri, dizgini atın boynuna bırakıp baş üstüne siyah yas bayrağını kaldırıp yüksek sesle:

 - Emir Edige! Senin Altın Orda’n sahipsiz kaldı! Han Temür Kutluk bu gece vefat etti! bağırmış.

Habercinin sözleri Edige için şok olmuştu. At yanlarından kirli köpük parçaları düştüğünü, atlının soluk yüzüne bakarak bu kara haberi getirene vurmak istemiş. Altın Orda sahipsiz kaldı demeye nasıl cesaret etti! Vorskla’da Litvanyalı Knez Vitovt’u yendikten sonra Altın Orda gerçek sahibi Temür Kutluk değil, kendisi, emir Edige olmuş. Herkes bunu biliyordu.

Edige kendini elde tutarak mümkün olduğu kadar rahat sesle:

- Han neden öldü? diye sordu.

- Bunu hiç bir kimse bilmiyor. Uyanmadı. Eşi, sabah namaz zamanı gelince onu uyandıracaktı, ama Temür Kutluk artık öldü.

Emir başını sallamış. Askerin bilmediğini bilmişti. Han, babası Temür Malik gibi, şarap sevmişti. Her şeyi: Kırım’dan üzüm şarabını, moğol tarasunu, Rus tüccarların rus topraklarından getirdiği buğdaydan yapılmış şarabı bile içmişti. Han, Cengiz Han’ın şarabı arasıra içmeyi tavsiyesine uymadan fazla ve sık sık içiyordu.

İradesiz han Edige için uygundu, fakat Temür Kutluk’un sarhoşluğu tüm sınırı aştığı için emir defalarca bu konuda sitem etmiş:

- Bir gün düşman ordusundan değil, şaraptan yenileceksin. Zevk almak için içtiğine eminsin, ama düşmanların, gücünü yok etmek amacıyla seni içtirir.

Bu sözler hana az etkiliyordu, işte şimdi hesabı gelmiş...

Edige, gerçi Temür Kutluk’u iradesine itaat etmiş, ama onu yine de çok sevdiği için dedelerin adetlerine göre gerekenleri yapmak için Altın Orda’ya gitmişti.

 

 

* * *

Edige, at çizginini gelmiş hizmetçiye atıp koskoca han yurdun içine ağır ağır girmişti. Gözlerini karanlığa alıştırarak bir arada durmuştu.

Yurdun sağ yanında, kırmızı hali üzerinde beline kadar yeşil ipek örtü ile örtülmüş Temür Kutluk yatmıştı. Yüzü kıpkırmızı idi.

Edige, daha dikkatlı bakıp yurt içinde çok halk toplandığını görmüş. Az kaldı tüm Altın Orda efendileri burada idi. Emirlerden, beklerden, biylerden, batırlardan her birisi onun için zenginliğine, efendiliğine ve gücüne göre gereken yerinde oturmuştu.

Onlar gireni görüp en fahri yerini – tor’u - vererek hemen merakla hareket etmeye başlamışlardı.

Edige, toplananlara hızlı, değuerlendiren bir bakış atıp esmer yüzlü, pos pos güzel bıyıklı, uzun boylu bir yiğit herkesten en az merak ettiğini farketmişti. O Tokay Temür‘ün torunu, Cuci oğluydu. Uzun boyu için ona Büyük Muhammed derlerdi. Daha genç, ama ismi saygı ile söyleniyordu. Edige, o Toktamış’ın uzak bir akrabasını olduğunu da bilmişti.

Üyük Muhammed de yaklaşmıştı. Yedigi, kendisini yaşlı, güçlü nar yanındaki bir yaşındaki deve yavrusu gibi hissetmişti.

Erkeklerin düşük seslerine birdenbire özlem ve üzüntü dolu ulumaya benziyen bir genç kadın sesi girmiş: - Su aynası kurumuş... Yurt temeli düşmüş... Halk aslana benzer, güneş gibi hanını kaybetti!.. Kan gözyaşlarını dökmek için zamanı geldi...

O Temür Kutluk cenazesinde ağlayan kadın küçük eşi idi. Az önce onunla yatağını tazelemek için evlenmiş. Kadın üzülünce bile çok güzeldi – onun uzun siyah saçı dizlerine düşmüş, ya büyük elâ gözlerinde gözyaşları ile doluydu.

Edige’nin bakışı kadının bakışı ile karşılaşmış, birdenbire kadından gelen anlaşılmaz, çekici bir gücüsünü hissetmişti. Bir anda kadın sesi biraz değiştiği aklına gelmişti...

Emir coşkusunu kovalayıp nerede bulunduğunu hatırlayıp fahri yerine gitmişti. Altın Orda’dan gitmeden önce o kadınla görüşmek lazım olacağını düşünmüştü.

Edige rahatlıkla, hayat çok tuhaf şekilde yapıldığını – üzünü sevinç ile yan yana gezerler diye düşünmüş. Kimse ölür, ya kimse doğar... Öyle olur ki, dert çeken bir can içinde sevinç uyanır, ya mutlu bir can içine üzüntü girebilir...

Bir kimsenin kısık sesi cenaze duasını okumaya başlamış, ve emir genç kadını hemen unutmuştu. Aklına başka düşünceler gelmişti.

Ejderha yılı (1400) vardı. Geçtiği kış bayağı sert çıkmış ve Altın Orda topraklarında dağınmış aullar sıcak günlere kadar zarzor beklemişlerdi. Rüzgar dağıttığı, yağmurlar ıslattığı yemsizlikten dolayı ölmüş hayvanlar beyaz kemikleri tüm bozkırda dağınmıştı. Fakat Altın Orda dış görünüşüne göre kuvvetli görünmüştü. Düşmanı karşılamaya ya da Edige emrederse yabancı topraklarına atılıma gitmeye her zaman hazır olan çok sayılı ve savaşabilecek ordusu vardı.

Fakat emir, her şey göründüğü gibi basit olmadığını biliyordu.

Eskisi gibi atılıma gitmek niyetinde bulunarak Litvanya, Rusya ya da Maveraünnehir’e korkusuz şüphesiz atılım artık yapılamazdı. Her yerde sadece direnci almak değil, her şeyi kaybetmek tamamen mümkün olmuştu. Komşu devletler bambaşka olmuş, onların kuvvetleri günden güne artıyordu.

Usya en çok tehlikeli olmuştu. Yıldan yılı Moskova etrafındaki preslikler birleşiyordu, genel bir amacı olsa o birlik daha da sağlam oluyordu. Muhteşem Rusya’nın tüm topraklarında şehirler kuruluyordu, kiliseler yapılıyordu, ticaret ve üretim gayet başarılı olmuştu. Rus tüccarlar İtil’de sahip ollmuşlardı. Yakın ve uzak devletler ile ticaret de ayarlanıyordu. Rusya komşu milletlere karşı atılım yapmamıştı fakat herhangi bir düşmanına direnç yapabilirdi. Bunun için herhangi silâhı – toplar, ateş veren silah vardı.

Rusya kültür açısından doğu devletlerini peşinde bırakıp öne çıkmıştı. Onların arasında bulunan Altın Orda ise bir şeyi getirmeye değil, elinden almaya alışmıştı. Ama güçlü birisinin bir şeyi kolay kolay elden alınmaz. Altın Orda ekonomisi Aksak Timur’un atılımından sonra tamamen bozulmuş, ticareti de fenalaşmış, zengin şehirler artık harabelere dönmüştü, han hazinesi de boşalmıştı. Kuvvet gösterişi olsun diye kendi halkından her türlü vergileri almak zorunda kalmışlardı. İç çatışmalar da bir türlü kesilmemişlerdi.

Edige, Altın Orda kısmetini düşünerek, ona eski muhteşemliğini geri vermek için tüm yaptıklarına rağmen hiç bir şeyi yapamadığını görmüştü. Onun yolunda sanki aşılmaz bir engel kalkıyordu. Bazen Edige, Altın Orda’nın şimdiki, dışarıdan başarılı yaşamı az kaldı sönecek alevin son ışıklarına benzediğini düşünmüştü. Fakat emir iç hislerine inanmayı istememiş. Yine Rus knezlerini tartıştırmak, eski zamanları geri getirmek için yabancı gözlerinden sakladığı bir çaresizlikte bulunup elinden geleni yapıyordu. Ama nehir geri akmaz.

Edige, Tver Knezi Mihail oğlu İvan eskisi gibi Moskova ile hep tartışarak onun elinden iktidarını ve başka knezliklere etkisini almayı hayal ettiğini bilmişti. İşte bundan başlamak lazım gibi gözüküyor. Fakat emir birdenbire korkmuştu. Ya Tverlilere Moskova ile savaşında yardımcı olduktan sonra onlar kuvvetleşip aynı itaat ederlerse? Ve de diğer Rus knezler bu savaşa ne diyecek, kimin tarafını tutacaklar?

Edige, uzun uzun düşündükten sonra başka sonuçtan başlamayı karar vermişti. Altın Orda’nın en önemli düşmanları olan Rusya ile Litvanya’yı ne olursa olsun tartıştırmak lazımdı. Ta Temür Kutluk ölümünden az önce Moskova’ya onun oğlunu Bulat’ı elçisi olarak atayıp onun yanında emri Yerkimberdi’yi göndermişti. Onların amacı durumu iyice inceleyip eski rakipleri tartıştırmaktı...

Edige yurt içindei ne olduklarını görmez gözleri ile seyrederek ağır düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordu.

Temür Kutluk vaktinde değil ölmüş. Her zaman itaat ederek emir iradesini demeden sormadan yerine getiriyordu. Şimdiyse yeni hanı düşünmek lazımdı. Bu kolay bir iş değildi. İltifatçilerin arasından Altın Orda hanı olup Edige’nin iradesine direnmeyecek birisini bulması lazımdı. Emir, Aksak Timur gibi akıllı ve öngören insanlar defalarca yanlış seçim yapmış diye kaç olayları bilmişti.  İktidarı almış insanlar han olduktan sonra kendi velinimetinin en kötü düşmanı oluyordu. Örneğin Toktamış...

Edige’nin bakışı emir Alibek yüzünde durmuş. O cengizlidir. Belki o mutluluğa layıktır... Ama o kmdir, millet onu tanıyor mu? Hayır, o han yerine uymaz. Yeni Altın Orda hanı iki en önemli özellik sahibi olmalı – her konuda onu, Edige’yi dinlemeli ve halk ortamında bilinmelidir.

Belki, Büyük Muhammed’in emire gereken özellikler var? O da olmaz. O Toktamış’ın akrabasıdır, ya iktidarı alıp ne yapacak diye kim bilir?

Edige, tüm toplananlara ağır ağır bakıyordu. İşte merhum Temür Kutluk oğulları – Temir, Nasır, Cadiger... Onlar cengizidler, fakat onlardan hiç birisinin hanlık yapmak için gereken özellikler yoktur.

Yurt girişini bir kimsenin iri vücudu kapatmış. Edige, Temür Kutluk akrabası olan Şadibek’i tanımıştı.

Mavi gözlü yiğit girip bir an bekleyip Edige’nin yanına hemen bir adım yapmıştı. Tüm toplananlardan önce emir ile selamlaşmış. Şadibek, elini göğsüne koyarak saygı ile:

- Altın Orda hanı bizim babamız oldu. Altın Orda temelini kaldırmayı yardım eden dostunuz oldu ve şerefiniz için canını vermeye her zaman hazır oldu. Altın Orda’nın tüm topraklarında yaşayan halk Temür Kutluk önünde baş eğiyordu, o ise muhteşem Edige önünde dizlerini çökertti. Sıkıntınız koskoca olduğunu biliyorum, biz o yük kısmını omuzlarımıza alıp onu kolaylaştırmak istiyoruz. Temür Kutluk öldü, ama biz, skrabalarımız, yaşıyoruz. Canınız teselli olsun, çünkü biz her zaman yanınızda olup nasibizde olacağı tüm üzüntüleri ve sıkıntılarınızı paylaşacağız.

Yurt içinde düşük onay sesler duyulmuş.

Edige “O niye han olmasın ki?” - düşünmüş. – Var olanlardan tek bir Şadibek gereken, can içine düşen sözleri bulmuş ki”.

O anda iltifat dolu sözlerin büyüsünün etkisinde bulunan emir, Şadibek sözlerinde zehir olduğunu bilmemişti. Çok az zaman geçince o kişi onun can düşmanı olacak.

Edige, Şadibek’e az teşekkür ederek ona karşı tüm ilgi kaybetti diye göstermelik yapmıştı. Ağır ve endişeli düşünceler yine aklına dönmüş.

Altın Orda için sadece kuvvetleri toplayan Rusya değil tehlikeliydi. Edige, Aksak Timur’un tarafına da endişe ile bakıyordu. Emir, Deşt-i Kipçak’a atılım yaptıktan sonra Altın Orda’yu sanki unutmuştu. Atılımlarla meşgul olup şimdiden sırtına darbeden korkmamış, çünkü aklı yerinde olan hiç bir han Toktamış’ın yenildikten sonra onun emirliğinde bulunan Maveraünnehir’e saldırmaya cesaret edemeyeceğini anlıyordu. Ama böyle durum uzun sürecek mi? Timur yine atını Altın Orda topraklarının tarafına bir gün yönlendirmeyi düşünürse? O zaman ne yapacak, nasıl hareket edecek? Aksak Timur şimdi kesinlikle çok daha kuvvetlidir. Bunu bir gün yaparsa Altın Orda artık hiç bir zaman hayata dönmeyecek.

Edige, Aksak Timur Osmanlı türkler ile savaşmayı niyetinde bulunuyor diye bir dedikoduyu duymuştu. Öyleyse çok iyi! Allah aklını vermesin! Fakat Osmanlı türkler onun kuvvetini yok edebilir, çünkü onların başında akıllı ve cesur bir asker Yıldırım Bayazit [7] bulunuyor.

Tabii, olabilir ki, türkler Temur’u yenip Altın Orda elinden Kırım’ı almayı istiyecekler, ama o şimdilik düşünülmeye değmez olan sonraki işlerdir. Şimdi ta Aksak Timur tehlikeli olmuş, çünkü onun emrinde altı yüz bin yürüyen ve dört yüz bin atlı asker bulunmuştu.

Tüccarların sözlerine göre, Yıldırım Bayazit “Dünya aynı anda iki emire değmez” demişti. Belli ki, Temur türk öncüsünün o sözlerini beğenmiyecek, çünkü bütün dünya emri olmaya layık kişi olarak sadece kendisini görüyor. Demek ki, dövüş herhalde olacak. En önemlisi mümkün olduğu kadar yakında olmasıdır.

Yıldırım-Bayazit Osmanlı türkler sultanı yılan yılında (1389), Aksak Timur Altın Orda’ya ilk atılım gerçekleştirdiği yılda olmuş. İktidarı almaya çıktığı yolu kanlıydı. Öz kardeşini Yakup’u öldürmüştü.

Allah ona döktüğü kan çin ceza vermediği için tüm işlerinde başarılı olmuştu. Bayazit büyük ve küçük şehirleri ve de Karadeniz ve Akdeniz kenarlarında yaşayan tüm halkları itaat ettirmiş. Onun hareketleri çabuk ve küstah olmuş, hiç bir kimse onun ünlü atlılarına direnememişti. Onun yendiği Sırp krali Lazar kızlarından birisi ile, dilber Oliver ile evlenmişti.

Bayazit kuvvetleri yıllar yılı artıp artıyordu. On bir yıllık emirlik süresi içinde hiç yenilmemişti. Şimdilik ordusunda beş yüz bin atlı vardı. Edige, Aksak Timur ile Bayazit kılıçlarını mümkün olduğu kadar yakın zamanlarda çarpıştırsın diye coşku ile arzulamıştı. Bu durumda Altın Orda başarılı geleceğini görmüştü. Edige, istediği sadece iki yıl sonra olacak, fakat ümitleri ve hayalleri kırılacağını bilmemişti – Bayazit yenilecek ve yardımsever bir türk onu zehirlendirdikten sonra demir kafeste hayatını kaybedecek, ya Aksak Timur o savaştan sadece zayıflanmamış değil, tam aksine, eskisinden daha kuvvetli olup çıkacak.

  

Dünyanın düzeni böyle: en çok istediğimiz şey mutlaka bizim elimizden kayar gider.

Geleceği düşünürken Edige bugün hakkında, yakındaki ve gecikmeye tahammülü olmayan işler hakkında da fikir yürütüyordu. Şimdiki haliyle Orda’yı güçlü yapmak için yıkık şehirlerin tekrar inşa edilmesi gerektiğini ve tüccarların çekilmesi gerektiğini çok iyi anlıyordu.

İpek yol artık yoktu. Orda’nın Kırım’daki ve İtil’in aşağı kesimlerindeki şehirleri AksakTimur’un hüküm sürdüğü Horezm’le dahi uzaktan mukayese edilemezdi. Edige için sanki zengin Horezm’i ele alırsa Altın Orda tekrar güçlenecek, hazinesi ise çoğalacak gibi geliyordu.

Ancak Timur’la savaşmanın sırası daha gelmemişti. Birkaç sene beklemek lazım.

 

 

* * *

 Edige merhum Temür Kutluk’un karargahına geldikten bir gün sonra hanın cenazesi kaldırıldı. Onu altın hilalle taçlandırılmış beyaz mezara koydular. Mezarı İtil’in yüksek kavisinde iki gün ve iki gecede köleler kurmuştu.

Edige mezarın yanında taştan insan heykelinin konmasını emretti. Onu çoktan, daha Özbek Han’ın yönetimi zamanında Mısır’dan getirmişlerdi. Ancak Özbek Müslüman olduğu için, bu din ise insanların ve hayvanların tasvirinin yapılmasını yasakladığı için heykel han sarayının bodrumuna bırakılmıştı. Taştan insanı zamanla unutmuşlardı ve yakınlarda birisi onu Saray Berke’nin yıkıntılarından bulmuştu. İsmi meçhul büyük usta taştan mucize insanı yaratmıştı. Sabahleyin, güneş doğarken taş heykel genç delikanlı görünüşündeydi, öğle vakti, altın güneş tekeri gökyüzüne yükselince olgun, sert ve büyük işleri yapabilecek adama benziyordu, akşamleyin ise, güneş kırmızıya dönüşerek ufku terketmek üzereyken taş adam bilge ve tirit ihtiyara dönüşüyordu.

Edige’nin yakınlarından biri çekingen sesle itiraz etmeye çalıştıysa da, emir kaşını çattı:

“Ne o, Temir Kutluk’un ölümü Müslümana laik mi? Mezarındaki bu sihirli taş ondan önce yaşamış ve Orda’yı yönetmiş olan hiçbir hana benzemeyen bir hanın buraya defnedildiğini hatırlatsın.”

Yine bir töreye uymayan bir şey yaptı Edige. Temür Kutluk’un naaşı topraya verildikten ve mollalar dua yapmalarını bitirdikten sonra, emir ibret verici konuşma yaptı: hanın ölümünden sonra hiçbir şeyin değişmemesi gerekiyor, Altın Orda eskisi gibi kuvvetli ve güçlü kalması, emirlerin yarın Temür Kutluk’un yerine gelecek kimseye sadık olmaları, halkın ise kendi yöneticilerine itaatlı olmaları gerekiyor. Yine Edige şöyle dedi:

“Eğer insan hayatı hiç kesilmeseydi, onun anlamı kaybolurdu. Hayat yaşanmış senelerle değil, insanın yapmaya yetiştiği işlerle değerlidir. Han Temür Kutluk uzun olmayan, ama şanlı bir hayat yaşadı. O en güçlü ve hızlı bir atla bile ulaşılamayan ve yakınları hem de arkadaşları ne kadar özlese de insanların geri dönmediği bir yere gitti. Nur içinde yat, şanlı Temür Kutluk! Hoşçakal!”

Han tahtı çok boş kalmadı. Yedi gün anıldıktan sonra Edige Altın Orda’nın yeni hanı olarak mirza Şadibek’i getirdi.

Edige han karargahından ayrılmaya acele etmiyordu. Şadıbek’in çadırında Altın Orda’nın meselelerinden konuşarak uzun uzun oturuyordu.

Onu Aksak Timur’un niyetleri endişelendiriyordu. Kural olarak Timur bir şey söyler, ama başka bir şey yapardı. Kendi alaylarını Osmanlı Türklerine değil, tamamen farklı tarafa, yani Deşt-i Kıpçak bozkırına yönlendirmesi çok da mümkündü.

Bir defa Edige: “Akak Timur’a elçi yollamamız ve kendi dostça duygularımızı belirtmemiz lazım”, dedi.

Şadıbek buna katıldı: “İyi fikir”, dedi. “Biz senden ve benim adımdan elçi yollarız. Timur’a Altın Orda’nın hanı artık benim olduğumu bildirmek lazım...”

Şadıbek’in son kelimeleri Edige’yi irkiltmişti. Bu adam kendini çok erken han olarak zannetmiş olmasın? Eskiden de olduğu gibi emir Orda iktidarını elinden bırakmayı düşünmüyordu, ancak kendi hoşnutsuzluğunu daha belirtmemeye karar verdi.

“Öyle olsun”, diye Edige kuru sesle söyledi.

Öyle! Ama Şadıbek’in buranın gerçek efendisinin kim olduğunu hissetmesi için ona güçlü bir darbe indirmek lazım.

Emir: “Bu gün gece”, diye alışılmış ve basit bir şekilde söyledi. “Benim yatağıma Temür Kutluk’un küçük eşini getirsinler...”

Darbe tam hedefe isabet etmişti. Eski Moğol adetlerine göre bu kadın artık Şadıbek’e aitti ve merhum Temür Kutluk’un kırkıncı anma gününden sonra onun eşi olması gerekiyordu.

Hanın benzi attı. Bu korkunç bir aşağılamaydı.

“Siz kimden bahsediyorsunuz?” diye çatlak sesle söyledi.

Şadıbek’ten soğuk, delici bakışını ayırmadan Edige tekrarladı: “Küçüğü... En küçüğü... Güzel olanı...”

Han gözlerini yere verdi: “Tamam.”

Konuşmaları artık yürümüyordu, Şadıbek kalkarak çadırdan çıktı.

Edige alaylı gülümsemeyle onun arkasından baktı: “Eh, Altın Orda’nın hanı olmak ne zor...” diye yüksek sesle söyledi.

Asker çadırına kadını ittiğinde, emir başta onu tanımamıştı. Kadının yüzü sertti, gözleri öfkeliydi, kaşları çatıktı.

“Yatağı ser”, diye Edige emretti.

Kadın direk ve sert bir bakışla onun yüzüne baktı.

“Niye? Benim Şii olduğumu ve kocam olmadıkça bir erkekle bir yatakta yatamayıcağımı bilmiyor musun?”

Emir kahkaha attı: “Senin istediğin gibi olmaz!”

Kadın bir adım geri çekildi.

“Yaklaşma!” Elinde enli Özbek bıçağı şimşek gibi parladı.

Edige kaşını çattı. Bir şey istediğinde red cevabını almaya alışık değildi.

“Sen iyice düşün.”

“Benim düşünecek bir şeyim yok! Allah böyle emreder!”

Emir büyük bir hızla kadına doğru fırladı, elini kıskıvrak bağladı, bıçak uzağa bir yere düştü. O kadını keçeye devirdi ve hemen çadırın kapısının önünde onun ırzına geçti.

 

 

* * *

 

 Şadıbek’in içi içine sığmıyordu. Edige kendi talebiyle onu rezil etmişti, ama emire red cevabını veremiyordu, itaat etmezlik yapamıyordu. Edige onu han yapalı ancak birkaç gün geçti. Tüm ordu, tüm güç Edige’nin elinde: isterse başkasını han yapabilir. Bu yüzden bu rezaletin üstesinden gelmek lazım, hiçbir şey olmamış gibi yapmak lazım.

Şadıbek muhafızların başı olan sessiz, sadık yiğidi çağırdı.

“Gece olunca, Temür Kutluk’un küçük eşini emirin çadırına götürürsün”, dedi.  Sonra biraz düşündü, suratını asarak ilave etti: “Oradan çıkıncaya kadar beklersin ve... haşarı atın kuyruğuna bağlarsın. Bir daha gözlerim o kadını görsün istemiyorum...”

Asker başını eğdi ve sessizce çadırdan çıktı.

Kırgınlık, öfke Şadıbek’i bırakmıyordu, yatışmıyordu, bu yüzden gözlerinde uyku yoktu. Olan biteni düşünmemeye çalışıyordu ve yatağında yandan yana dönüyordu.         Gün doğmadan köyün ötesinde bir yerde ürkmüş atın toynaklarıyla çılgınca yere vurarak hızla geçtiğini duymuştu.

Hemen içi rahatladı. Rezaletinin tanığı artık yoktu.

Hanın yorgun halinden Edige onun tüm gece uykusuz geçirdiğini anladı. Şadıbek’i çok çabuk ve kabaca kendine boyun eğdirmiş olmasın, iradesini ezmiş olmasın, diye aklından geçti. Ya gizli öfkeye dönüşürse, ya gelecekte Orda’yı yönetmesine engel olursa? Ama turfanda hanın bir kadın yüzünden ona, kendi hamisine düşman olacak kadar aptal olmadığına aklı eriyordu.

 

 

* * *

 

Altın Orda’nın yeni hanı Edige’nin iradesiyle Şadıbek’in olduğu haberinden dolayı Aksak Timur’un öfkesi topuklara çıkmıştı. Maveraünnehir hükümdarı o sırada Hırat’ta bulunuyordu ama Orda’nın tekrar güçlendiği, ordu topladığı hakkındaki haberler buraya kadar geliyordu. Issız Deşt-i Kıpçak bozkırı Timur’a lazım değildi, ancak ayrıcı niteliği hainliği olan ve cübbesinin eteğine dişleriyle yapışmak için fırsat kollayan bir komşuyu yanında bulundurmak istemiyordu. Emir, Altın Orda’nın tekrar ciddi rakibe ve düşmana dönüşmesine imkan vermemek için kendi alaylarını tekrar Altın Orda’ya hareket ettirmenin zamanı geldi diye karar verdi. Bu fikir gün geçtikçe Timur’un aklını daha fazla alıyordu.

 Ancak o sırada Hırat’a aniden Altın Orda’nın elçileri gelmişti. Onlar emire hediye olarak mükemmel sungurları ve kendi yeni yöneticisi olan Şadıbek hanın ve Edige’nin hoş sözlerini getirmişti.

Bu Timur’un gururunu okşamıştı, ancak emirlerin tek sözüne bile inanmamıştı. Tek şey aşikardı: Böyle bir adım atmaya karar vermişse, demek Orda henüz zayıftı. Adete göre emir misafirlere karşılıklı olarak ağır hediyeler vermişti.

Deşt-i Kıpçak seferiyle acele etmeyebilirdi, üstelik başında Sultan Yıldırım Beyazıt bulunan Osmanlı Türkleri Timur’u daha fazla endişelendiriyordu. İşte ilk olarak yolundan kaldırması gereken bunlardı.

Bu defa gerçekten yıldırım hızında hareket eden Beyazıt değil, Timur olmuştu.  O kendi rakibinin büyük ordu toplamasına fırsat vermemişti ve bu yüzden Ankara meydan muharebesinde onları kolaylıkla bozguna uğratarak sultanın kendisini esir almıştı. Büyük ganimetle yüklü emir aynı hızla Semerkand’a dönmüştü.

Ve burada Aksak Timur’un Çin’i fethetmekle ilgili eski hayali tekrar canlandı. Sırtına bıçak saplayabilen düşman artık zayıflamıştı, Çin yolu ise Altın Orda bozkırlarından ve Yedisu Bölgesi’nden geçiyordu. Böylece büyük hedefe yol alırken canlanmakta olan Orda’yı tekrar kırıp geçirme imkanı vardı.

Mutadı üzerine kimseyle fikirlerini paylaşmadan Aksak Timur Otrar’a geçti ve kendi kocaman ve korkunç ordusunun Seyhun Nehri’nin kıyısına yığılmasını emretmişti. Az sonra nehrin orta kesmindeki vadi Türkistan şehrine kadar büyük bir askeri kampa dönüştü. Sürekli tatbikatlar yapılıyordu, binlerce araba erzak taşıyordu, bozkırdan at sürüleri getiriliyordu.

Toktamış’ın emiri Aksak Timur’u burada bulmuştu. Edige’nin intikamından Şangitar şehri civarında saklanmış olan eski han emire kendi en sadık adamını –Karahoca’yı göndermişti. Emir onu şahsen tanıyordu ve bu yüzden neyle geldiğini dinlemeyi kabul etti.

Karahoca Timur’un sahra çadırına girdi ve bir dizine çökerek, başını aşağıya eğerek şöyle söyledi: “Yüce Timur, benim efendim ve sahibim Toktamış’ın çektiği acıyı iletmeye ben zavallının cesareti yok. Onun sözleri, onun acısı bu mektuptadır”, diye Karahoca kağıt tomarını emire doğru uzattı.

Timur tehditkâr şekilde kaşını çattı ve onun büyük kartal burnunun delikleri yukarı kalktı.

“Ben Toktamış’ın ne yazdığına bakayım.”

Artık iki dizine de çökmüş Karahoca öne uzatmış ellerinde mektubu taşıyarak emirin oturduğu yüksek yere doğru emekledi.

Timur özensizce tomarı eline aldı ve yanında duran mavi sarıklı vezirine uzattı.

“Yüksek sesle oku”i dedi. “Tahtını, kuvvetini ve iktidarını kaybeden birisi neler yazıyor, dinleyelim.”

Toktamış’ın ne yazdığını tahmin etmek zor değildi. Küçük düşürülmüş, eski düşmanından yakınlık ve himaye isteyen birisi ne yazabilir?

Vezir derin ve kadife sesisyle şiir okurcasına heceleri uzatarak eski hanın iletisini okumaya başladı. Anlaşılan okuma ona zevk veriyordu, özellikle de Timur’un yüceliği, gücü ve bilgeliği hakkında anlatılan bölümü okumak.

Emir kahkaha attı: “Toktamış bunları niye bana yazıyor? Başkaları benim yüceliğim hakkında daha önce söylemiş sanki. Ne istiyor, onu oku.”

Vezir başını salladı.

“Bana yaptığınız tüm iyiliklere kötü hareketle ve nankörlükle karşılık verdim. Şimdi ise Allah beni cezalandırdı, ben de bunun kefaretini ödüyorum. Eğer siz, büyük emir Timur, benim hatalarımı affederek kendi sultan lütfunuzu gösterseniz, son günlerime kadar herhangi emrinizi, isteğinizi yerine getirmeye hazır en sadık kulunuz olacağım...”

Timur’un dudakları gülümsemeyle kıvrıldı ve o vezirin sözünü kesti: “Anladığım kadarıyla Toktamış onu tekrar Altın Orda’nın tahtına oturtmamı istiyor?”

Karahoca başını daha da aşağıya eğdi.

“Evet”, diye söyledi. “Kendisi bunu başaramaz. Size itaat eden küçük kardeş cömertliğinize sığınıyor, büyük emir!”

Timur yüksek sesle kahkaha attı.

“Kader neler neler öğretirmiş!” diye gülerken söyledi. “Cenkçi Karahoca sen de bir bey gibi pohpohlamayla ve ağlamaklı konuşmayı öğrenmişsin meğer?!”

“Evet, büyük emir! Acı bir derdin varken kör gözden bile gözyaşı akar.”

“Tamam, sen bana akşam gelirsin. Konuşacağımız şeyler var” diye emir söyledi.

Karahoca Timur’un yanına akşam namazından sonra geldi ve onlar gecenin geç saatlerine kadar sohpet etti. Emir Altın Orda’da neler olduğunu ve eğer savaş olacak olursa Edige’nin emrinde ne kadar askerin olabileceğini yaşlı cenkçiye soruyordu.

“Ben tahtı Toktamış’a geri veririm...” diye Timur düşüncelere dalarak söyledi. “Ama bunun için onun kendisinin yardım etmesi gerekiyor.”

“Nasıl?” diye Karahoca bekleyerek emire bakıyordu.

“Çok kolay. Deşt-i Kıpçak’ın ana gücü yiğitlerinde olmaktan ziyade atlarındadır. Onlarsız göçebe asker bir hiçtir. Eğer Toktamış kendi zaferinin günü yaklaştırmak istiyorsa, Edige’ye bağlı soyları atlarından mahtum etsin. Bunu her türlü yapabilir: kaçırmak, çeşmeleri ve kuyuları zehirlemek, ve en basitinden öldürmek...

Aksak Timur ne söylediğini biliyordu. Zamanında İskender Zülkarneyn o zaman Deşt-i Kıpçak’ta yerleşik Sak kabileleriyle savaşmaya gitmeden önce oraya kendi adamlarını gönderdi, onlar da Saklar’dan iki yüz bin atı satın aldı. Çöl atları mükemmeldi. Uzun süre susuz kalabiliyordu, hem bozkırda, hem dağlarda hareket etmeye alışıktı. İskender Saklar’a karşı savaşacak kendi askerlerini bu atlara bindirmişti.

Attan yoksun kalan göçebe artık asker değildir. O isteyen herkes için kolay ava dönüşür. Atla düşmanı kovalamak kolay, kendi hayatını kurtarman gerekirse yine de at dertten kurtarır.

Şimdi de Karahoca’yla konuşurken Aksak Timur Altın Orda ordusu atlarla ilgili sıkıntı çekerse, kanatını kaybeden kuş gibi çaresiz olacağını anlıyordu.

Timur’un tekrar han olmasına yardım etme vaadi Toktamış’ı sevindirmişti. Emir’in herzaman sözünü tuttuğunu biliyordu. Ancak Timur’un atları yoketmek emri onu üzmüştü ve neşesini bozmuştu.

“Karahoca, sen biliyorsun, emir mümkün olmayan bir şey yapmamızı istiyor. Göçebenin atı eşinden sonra ilk arkadaşıdır, bu yüzden sürüleri en cesur ve en atılgan yiğitler korur. Timur’un tasarladığı şeyi gerçekleştirmek için bizim gücüm çok az.”

“Altın Orda’nın tahtı tehlikeyi göze almaya değmez mi?!” diye cenkçi inatla ve meydan okurcasına itiraz etti. “Yukarıda talihin tekrar açılması için sen kaç senedir bekledin. Bir işe başlamadan, denemeden sen kuşkularını ifade ediyorsun ve böylece kendini güçten yoksun kalıyorsun.”

“Tamam”, dedi Toktamış. “Altın Orda tekrar bahtımızı denemeye değer.”

 

 

* * *

Toktamış Aksak Timur’un talimatını yerine getirmeye yetişmedi. Tipili mart gecesi eski hanın köyüne onun için korkunç bir haber ulaştı: Timur ansızın ölmüştü. Kışın ortasında dehşetle gök gürleseydi ve göz kamaştıran şimşekler çaksaydı, bunlar bile Toktamış’ı daha az hayret ve korku içinde bırakırdı. Yeniden doğma umudunun son kıvılcımı bu korkunç haberin rüzgarıyla sönmüştü.

Aksak Timur tavuk yılında (1405), şubat ayının on sekizinci gününde Otrar Şehri’nde can vermişti. Ölümü kolaydı, namaz kılmak için diz çökmüştü ve aniden Kefesı kutsal Kabe’ye doğru yüzükoyun yere düştü. Yanına koşan vezirler ve askerler hükümdarının ölü olduğunu gördüler.

İnsanlar dünyadaki herkesin ölümlü olduğunu biliyordu, ancak Aksak Timur’un öldüğü haberi herkesi sarsmıştı. Karşısında onlarca ülkenin titrediği, bir insan canını koyun canından ucuz tutan kişi artık yoktu.

Timur Cengiz Han misali tüm dünyayı zaptetme hayalindeydi ve hedefine doğru giderken çok şey yapmayı başarmıştı, ancak ölümünden daha iki gün geçmeden oğulları taht kavgasına başlamıştı. Bir sene bile geçmedi, emirin zaptettiği devletler Maveraünnehir’in iktidarını artık ikrar etmiyordu. Timur’un on yıllarca bir araya getirdiği, beceriksizce bez parçalarından dikilmiş yorgan gibi dağıldı.

İktidar kavgasını yaparken emirin torunları yine de adetin buyurduğu gibi hareket ettiler. Aksak Timur için mavi kubbeleri olan heybetli ve fevkalade Gur Emir türbesi kuruldu. Böylece torunları sırf emiri saygı ile anmak değil, ancak merhumun fiillerinin onlar tarafından takdir edildiğini ve herşeyde örnek olduğunu halka göstermek istemişti. Aksak Timur gibi birisinin ölümü kimseyi kayıtsız bırakamazdı. Yaradan’ın hunhar ve acımasız hükümdarı kendi avucuna almasına yüz binlerce insan seviniyordu. En fazla da emirin oğlu Şahruh seviniyordu, çünkü artık Timur’un tahtı ona aitti. Emirin vefatına üzülenler de vardı, en tesellisizi de Toktamış’tı.

Tek adı bile hükümdarların titremesi için kafi olan Aksak Timur’un ölümü Doğuda çok şey değiştirmişti ve birçok umut doğurmuştu. Artık korkulacak kimse yoktu.

Deşt-i Kıpçak bozkırında karlar eriyince ve ilk çimler belirince Edige elli bin atlısıyla Horezm’e doğru hareket etti. Eski hayali gerçekleştirmenin, yani Orda’nın eskiden sahip olduğu pürsıhhat ve zengin vahayı geri almanın vakti gelmişti. İktidar kavgasıyla meşgul olan Timur’un torunlarının ona engel yaratmayacağını bilerek Edige aceleyle ilerliyordu. Yolu boyunca emir kendi ordusunu göçebelerle artırıyordu. Sonbaharın başında kendi tümenlerini Ceyhun nehrinin kıyısında durdurdu.

Horezm’in ana şehri olan Ürgenç’in emiri o zaman Karatatar soyundan Musa’ydı. Burada da Aksak Timur’un ölümünden sonra taht kavgası başlamıştı. Ürgenç savunucularının iradesini kırmak için Edige’ye bir ay lazım olmuştu. Tavuk yılının (1406) Ocak ayında Musa ordusunu bırakarak Maveraünnehir’e kaçmıştı.

İlkbahara kadar Edige Horezm’de kalmıştı, sonra burada kendi darguşunu-hükümdarını tayin ederek, aniden tümenlerini Toktamış’ın kendi adamlarıyla göçebelik yaptığı Şangitar’a doğru götürdü. Şimdi talih ona gülüp baktığında emir eski düşmanı olan Orda’nın önceki hanının işini ebediyen bitirmeye karar vermişti.

Edige’nin neyine lazım olduğunu anlamak zor gibiydi. Toktamış yaşlanmıştı ve ne emirin kendisine, ne onun tahta diktiği hanlara tehdit edebilirdi. Ancak Edige ne yaptığını biliyordu. Yaşlı hanın oğulları daha çok endişelendirmeye başlamıştı. Onlar kurt yavrularından eski kurda dönüşmüştü, onlarda tehlike gelebilirdi. Emir onların hesabını görmesi gerektiğine ve Kefelilerini eyerine asması gerektiğine karar verdi.

Edige’nin ve Toktamış’ın tümenleri Tara Nehri civarında, onun büyük İrtış’a döküldüğü yerin yakınında karşılaştılar. Hava muharebe için elverişli değildi, tüm bozkırı buz tabakası bağlamıştı, atlar koşamıyordu, ancak emirin kalabalık ordusu akşama kadar savaşın sonucunu belirlemişti: Toktamış kaçmak zorunda kalacaktı.

Eski han meydan savaşını dikkatle izliyordu. Uğursuz bir önsezi kalbini sıkıştırmıştı aniden, bu defa en hızlı atın bile kurtaramayacağı hissine kapıldı. Kaderin işareti olmasın, bu fani, huzursuz ve onun için öylesine şanssız bu dünyayla vedalaşması gerektiğinin ikazı olmasın? Eğer öyleyse, canını pahalıya satmaya çalışacağını düşünmüştü aniden Toktamış.

Tüm savaş boyunca eski han Edige’nin askerlerinin oğulları Celaleddin’in ve Kadırberdi’nin peşinde olduğunu görüyordu. Ve şimdi oğulları düşmanların sıkı çemberi içindeydi. Ne olursa olsun, onların ölmemesi gerekiyordu. Toktamış, zamanında Altın Orda’yı kaybederek hem kendini hem onları göçebe hayatına mahkum ettiği için onların karşısında suçlu olduğunu düşünüyordu.

Yaşlı, tirit kalbi hızlı vurmaya başladı ve eski han atının dizginine dokundu. Savaş meydanına rahat ve heybetli çıkmıştı, savaşanlardan ok atımı mesafede duraklayarak, kısık, yaşlı sesiyle haykırdı: “Ey, Edige, avrat yürekli değilsen teke tek savaşa çık!”

Toktamış’ı hemen duydular ve gördüler. Aniden bir asker grubundan Edige çıktı. Eski han onu batmakta olan güneşin ışınlarında parlayan pusatından hemen tanıdı.

“Sen neye cesaret ettiğini iyice düşündün mü, ihtiyar kurt?!” diye o bağırdı.

Toktamış cevap vermedi. Bekliyordu. O zaman Edige atını eski hana doğru koşturdu. At yein üzerinde kuş misali uçuyordu ve Toktamış sonra ne olacağını iyi biliyordu. Birkaç saniyede Edige yanına gelecek ve kılıcını hızla indirecek. Emir’in darbesi karşı konulmaz bir darbe. Eğer insan taştan değilse mutlaka eyerinden fırlayacaktı. Eski han dayanamayacağını biliyordu, çünkü onun kabadayılık ve savaşma zamanı çoktan geçmişti.

Toktamış’ın silahı herzaman kurnazlık olmuştu, şimdi ise belki de hayatında son defa ondan yararlanmaya karar vermişti. Atını hızla döndürerek birdenbire savaş alanına karşı yöne doğru koşturdu. İki tarafın da askerleri savaşmayı kestiler ve herkes açık alanda iki mükemmel atın koşuşunu izliyordu.

Toktamış’ın atı daha hızlı çıktı ve birazdan takipçisini oldukça uzakta bırakmıştı. O sırada Edige’nin askerlerinden biri kendi sergerdesine yardım etmek için birkaç yüz atlıyı peşine takarak Toktamış’ın yolunu kesmeye acele etti.

Celaleddin ile Kadırberdi’nin etrafındaki çember dağıldı. Onlar babasının fikrini anlamıştı, bu fedakarlığı sadece onlar için göze aldığını anlamışlardı. Edige’nin seyrekleşen kollarını ezerek onlar askerleriyle karşı tarafa, uzakta karararak beliren ormana doğru koştular.

Kovalama ise devam ediyordu. Atlılar büyük mesafeye dağılmıştı, buzcuk koşmalarını engelliyordu ve çoğu kişi gerilemeye başlamıştı. Birazdan bozkırda sadece Toktamış’la onu takip eden Edige kalmıştı. Artık emir bu kaçışı yaşlı hanın boşuna ayarlamadığını anlamıştı, ancak geriye yol yoktu. Toktamış’ın oğulları muhakkak kaçmayı başarmıştı, bü yüzden en azından bu yaşlı kurtun hakkından gelmek lazımdı.

Atlıların arasındaki mesafe kısalıyordu ve çok geçmeden Toktamış sonunun yaklaştığını anlamıştı. O atını durdurdu, aşağıya indi ve eğri kılıcını Kafasının üzerinde tutarak Edige’nin yaklaşmasını bekledi.

Emir fırtına gibi şiddetle geldi ve atını durdurmadan tam hızla koşarken gece karanlığında silik gözüken silüete kılıcıyla vurdu. Toktamış yere yığıldı. Edige’nin geri döndüğünü, yumuşak adımlarla buzlu topraktan geçerek çok yakınına geldiğini ve onun göğsüne oturduğunu yarı bilinçli halde hissetti. Nefes alması zorlanmıştı. Emir yere serilmiş düşmanının üzerinde sessizce ve uzun uzun oturdu, sonra aniden kuşağından bıçağı çıkararak Toktamış’ın boğazına çarptı.

Edige’nin Toktamış’ı öldürdüğünü sabahleyin tüm bozkır biliyordu. Bu haber emirin sevdiği eşine, Toktamış’ın kızı Canike’ye ulaştığında o ağlamamıştı. Sadece dudakları soluklaşmıştı ve o: “Sen andını bozdun, Mirza Edige, bunun için lanetlisin...Bu dünyada vaktin azaldı...” diye fısıldadı.

Toktamış’ın ölümünden sonra onun oğulları Celaleddin ve Kerimberdi Rusya’ya giderek Moskova dükünden himaye istediler. Künçek Sultan, Caparberdi ve Kadırberdi ordusunun kalan kısmıyla babasının eskiden han olduğu yerlere, Sığınak tarafına doğru göç etti.

Altın Orda’ya Horezm’i geri alan, Toktamış’ı öldüren halinden memnun Edige İtil ve Yayık’ın arasındaki topraklara geri dönüyordu. Tüm hayatı boyunca hayal ettiği zamanın geldiğinden emindi: Orda güç alıyordu ve eski yüceliğini geri kazanıyordu. İleride uzun ve başarılı seferler, boyun eğdirilen halkların elinden alınmış sayısız hayvan sürüleri ve hesapsız ganimet vardı.

İsteklerini yerine getirmek için büyük ve çok iyi silahlandırılmış ordu, emirlerin, beylerin, bahadurların, soy reislerinin itirazsız tabiiyeti lazımdı. Emir tüm hoşnut olmayanları ve onunla mutabık olmayanları acımasız eliyle itaata getiriyordu. Çoğunun önceki aralarındaki savaşlarla yıkıma uğradığını ve kıt kanaat geçindiğini hesaba almadan Edige Orda topraklarında göçebelik yapan tüm kabilelerden büyük vergilerin toplanmasını emretmişti. Uluslarda ve aymaklarda hoşnutsuzluk uğultusu başlamıştı. Emir’in yanlıları azalıyordu, Orda’da çok büyük iktidarı ele geçirdiği, Nogaylı ulusuna dönme vakti geldiği hakkındaki konuşmalar duyuluyordu. Özellikle de şeceresi Cengiz Han’a dayayan kimseler Edige’den memnun değildi.

Domuz yılını (1407) emir gerçekten de kendi ulusunda geçirmişti. İlkbahar gelince Rusya seferine hazırlanmaya başlayacaktı. Düşmanlarının çok olduğunu bildiği için Edige Orda’da, Şadıbek Han’ın çevresinde olup biteni dikkatle takip ediyordu. Bu yüzden o etrafına Cengiz’in inenlerini toplayarak emirin etkisinden kurtulmaya çalıştığında, Edige ansızın hanın ordusuna saldırdı ve onu bozguna uğrattı. Şadıbek ailesiyle Derbent emiri ve kendi güveyi Şeyh İbrahim’in yanına kaçtı. Burada eskisi gibi kendini Altın Orda’nın hükümdarı zannederek bir süre kendi parasını basmaya devam etti. Ancak Edige han karargahına gelerek buraya kendine uygun yeni bir hanı dikmişti. Merhum Temür Kutluk’un oğlu Bulat Han olmuştu.

Orda’da huzur ve barış sağlam temellenmiş gibiydi, ancak tavşan yılında (1411) birdenbire Bulat Han vefat etti. Edige’den memnun olmayan Orda soyluları ondan izinsiz Temür Kutluk’un ortancı oğlu Timur’u yeni han olarak seçmişti.

Edige kudurmuştu. Tekrar mücadeleye hazırlanması gerekiyordu, çünkü kendisinin değil, başkalarının diktiği yeni hanın itirazsız itaat boyunduruğu altında kalmak istemeyeceğini hissediyordu.  Sürekli mücadele Edige’nin hayatının özünü oluşturuyordu, bu yüzden elli binlik ordusuyla korkusuzca ve kuşkusuzca yeni han Timur’un karşısına çıkmıştı. Ama bu defa vaziyet ondan yana değildi ve durumun çapraşık hal almasını önlemek için hem de vakit kazanmak için emir aceleyle ordusunu Horezm’e doğru çevirdi, orada konumu hala sağlamdı.

Ancak sinsi ve kurnaz emirden çabucak kurtulma isteğine kapılan han Edige’nin peşine takıldı. Meydan savaşı Horezm’den on konak yol mesafede gerçekleşmişti ve birçok senedir yenilgi bilmeyen Edige ilk defa tepelenmişti. Geri kalan ordusuyla, eşleri ve çocuklarıyla emir Horezm’in ana şehri Ürgenç’in kale duvarlarının arkasına saklandı.

Timur han yarım yıllık abluka altına almıştı, ancak o sırada onun yokluğundan yararlanarak Orda iktidarını aniden Celaleddin eline geçirmişti.

Bozkırda dünya kurulalı olduğu gibi dün bile Edige’ye ve Timur’a sadıklıkla hizmet edenler daha güçlüden yana çıktı. Artık emirin iki düşmanı vardı. Onlar bir biriyle savaş içindeydiler, ancak ikisi de Edige’nin ölümünü istiyordu.

Letonya kampına geçen Toktamış’ın oğlu Celaleddin Timur hanın emirlerine: “Orda’nın hanı Timur’ken siz ondan yana savaşıyordunuz. Şimdi ise han benim, bu yüzden bana hizmet etmeniz lazım. Ama önce bizim genel düşmanımız Edige’yi yakalayın”, mesajıyla kendi adamını göndermişti.

Üç kişi kendini ısrarla Altın Orda’nın, ona ait toprakların ve halkların hükümdarı sanmaya devam ediyordu. Bu durum uzun süremezdi. O zaman Timur’un emirlerinden biri olan Gazan kendi askerine hainlik beklemeyen hanı öldürmesini emretti, kendisi ise daha güçlü Celaleddin’in hizmetine geçti.

Kendine geçen Timur’un ordusuyla güçlenen yeni han, Kaculay bahadura büyük müfrezeyle Edige’ye karşı sefere çıkmasını ve mutlaka onun Kefesını getirmesini emretti.

Dilleri altın işkenceden daha çabuk çözer. Çok geçmeden emir Kaculay bahadır’ın müfrezesi hakkında herşeyi biliyordu. Düşmanın sayıca daha üstün olduğunu anlayarak Edige hileye başvurdu. Kaculay bahadır’ın karşısına çıkarken kendi ordusunu ikiye ayırdı. Birinci kısmı düşmanla savaşacaktı, diğeri ise pusuda yatıyordu. Emir dünya kadar eski bir yöntem kullanmıştı. Cengiz han dönemindeki Moğollar gibi onun savaş meydanına giren askerleri  az sonra at çullarını ve heybelerini bırakarak aceleyle kaçmaya başlamıştı. Kaculay zaferin yakın olduğu inancıyla ihtiyatı unutarak düşmanı takip etmeye başladı. Ordusu savaş yapısını kaybederek bozkıra dağıldığında ise Edige’nin alayları pusudan çıktı. Savaşın sonucu belirlenmişti, Kaculay bahadır mahvolmuştu.

Büyük sayıda esir ve zengin ganimet elde eden emir Horezm’e döndü. Talihsiz Kaculay’ın kafası mızrak ucuna takılarak Ürgenç’in ana meydanında teşhir edilmişti.

Bu bir zaferdi, ama Edige’nin kalbi sevinçli değildi, o bu defa kazanılan meydan savaşının hiçbir şeyi çözmediğini iyi anlıyordu. Düşmanlarının güçlü olduğu fikri gün geçtikçe emiri daha ve daha hırslandırıyordu. O daha fazla kan akıtıyor, emirnameleri akla uygun olmaktan çıkmıştı. Edige esirlerin demire vurulmasını emretti ve şehir halkını onlara bekçilik etmekle görevlendirdi. Her kaçak için bekçi sadece kendi canıyla değil, onunla bir mahallede yaşayan herkesin yaşamıyla cevap veriyordu.

Horezm’de daha sağlam temel tutmak için Edige emir olarak kendi oğlu Mubarekşah’ı, Ürgenç hükümdarı olarak Bikeşek beyi, kadı olarak Sadır şeyhi tayin etmişti. Haraçlarla ve talanlarla halsiz düşmüş, sürekli kendi canı için korkuda bulunan halk hoşnutsuzluğunu bildirmeye başladı.

 

 

* * *

 

Aksak Timur’un oğullarının arasındaki tartışma bitmişti ve Semerkand’a onun büyük oğlu Şahruh gelmişti. O yanıyla büyük oğlu Uluğbek’i getirmişti ve Maveraünnehir’in iktidarını ona devretmişti. Altın Orda’dan elçiler geldiğinde ise, Şahruh Edige’nin şöhretinin doruğunda olduğunu bilerek misafirleri onlara yakışan saygıyla karşıladı. Bir birine hediyeler sunarak iki taraf da bir birinden memnun kalmıştı. Ancak şimdi, Edige’nin durumu eskisi kadar sağlam değilken Şahruh Horezm’i onun elinden almaya ve onu Maveraünnehir’in egemenliğine sokmaya karar verdi.

İlk sefer başarılı olmamıştı. Ürgenç direnç gösterebilmişti. O zaman Şahruh başına Şah Melik’i koyarak yeni orduyu gönderdi. O çok cesur, akıllı ve kurnaz bir askerdi. Şah Melik askerlerini Ürgenç’in kerpiç duvarlarına sürmemişti, şehir halkının hoşnutsuzluğundan yararlanarak şehir soylularını kapıları açmaya ikna etmişti.

Şah Melik’i seyidler, bilimadamları, tüccarlar ve sade halk ekmekle, suyla ve Kuran’la karşılamıştı.

Edige ona ihanet eden Ürgenç halkından çabuk intikam almayı arzu ederek oğluyla Horezm’den kaçmıştı. Orda’nın paraya düşkün elinin artık hiçbir zaman bu nimetli topraklara ulaşmayacağını ve tozlu yolda atının bıraktığı izlerinin son göçebe izleri olacağını nereden bilecekti?

Han olunca herkes Orda’nın eski kudretini yeniden kurmayı başaracağını düşünüyordu, ancak zamanın geçmesiyle sadece Batu Han’ın kurduğu devletin can çekişmesini uzatmış olduğunu, batma saatini ertelemiş olduğunu anlıyordu.

Celaleddin bu umutları beslerken, onun kardeşi Kerimberdi han olmak istedi. Kısa savaşta kızgın uçlu bir ok atarak Kerimberdi abisini öldürdü ve istediğine kavuştu-kendini han ilan etti.

İnsanlar daima zamanla yarışmıştı ve zamanın tahrip edemediğini insanlar tahrip etmişti. Cengizin inenleri, emirler, beyler taze kan kokan koyun postunu ele geçirmiş aç kurtların azgınlığıyla Altın Orda’nın topraklarını parçalıyordu.

İhtiyarlık yaklaşıyordu. Zaptolunmaz etkinlik hırsının yerine Edige daha çok hayatının böylesine şansız biteceği için kendi düşmanlarından öç almak istiyordu.

Uzun uzun düşündükten sonra Edige eşleri ve çocuklarıyla beraber Nogaylı askerlerin büyük kolunun eşliğinde Horezm’den sonra ona sığınak veren Kırım’ı terkederek Deşt-i Kıpçak’a yola koyuldu. O, onun doğu sınırlarına, ilk defa güneş gördüğü büyük olmayan Kumkent şehrine ulaşmayı ve burada hiçbir savaşa girmeden huzur ve sessizlik içinde Allah’ın ona ayırdığı günleri yaşamayı tasarlamıştı. Ancak Edige Seyhun nehrinin kıyısına gelince Sığınak’ın civarlarında göçebelik hayatını sürdüren Toktamış’ın küçük oğlu Kadırberdi onun yolunu kesti. Meydan savaşı kısa, ama harektli ve amansızdı. En yakınlarından oluşan bir grupla yaralanmış emir zar zor kendini kovalayanlardan kaçmıştı.

Memleket memleket dolaşma günleri başlamıştı. Bir gün eski keçe parçasında yatarak yüksekte parlayan yıldızlara bakan Edige ecelinin geldiğini anladı. Bunun nedeni ne ağrı, ne de yaralarıyfı, o sadece artık yaşamının hiçbir anlamının kalmadığını anlamıştı.

Kısık, zayıf sesiyle: “Okas...” diye çağırdı.

Karanlıkta birisinin gölgesi kımıldadı, emirin başucuna onun torunu gelmişti, dedesinin yüzünü iyice görebilmek için eğilmişti.

“Beni dinle, Okas... İyi köpek hiçbir zaman evinin eşiğinde ölmez...Kimse onun cesedini görmemesi için uzağa gider... Yarın en sadık on askerini alarak beni Uludağ dağlarına götürürsün. Ben orada ölmek istiyorum...”

Okas hiçbir şey cevap vermedi.

 

 

* * *

 

 Yol uzundu. Sorkundan örülmüş ve eski keçe parçalarıyla döşenmiş sedye üzerinde Edige’yi götürüyorlardı. Daha geçenlerde büyük Altın Orda’yı yöneten, hanları yükselten ve azleden kişi ölmeye karar verdiği yere sefalet içinde, gizlice gidiyordu.

Edige’nin vücudundaki yaralar iltihaplanmıştı ve sanki ecel onu çoktan götürmesi gerekiyordu, ancak emir ölmüyordu.

Torunundan Uludağ eteklerine götürmesini keyfi veya kaprisi için rica etmemişti. Burada, ulu Deşt-i Kıpçak bozkırının tam ortasında yüce Altın Ordu doğmuştu. Onun kurucusu-kainatı sarsıcının torunu, korkusuz Batu han burada kendi sancağını kaldırmıştı, onlarca devleti ve birçok halkları boyun eğdiren kendi kahraman ordusunu burada toplamıştı.

Birçok gün yol geçtikten sonra büyük olmayan müfreze kendi hedefine ulaşmıştı.

“Beni Uludağ zirvesine kaldırmalarını istiyorum”, diye Edige torununa seslendi. “Bu benim son isteğim.”

“Adamlar yoruldu”, diye çekingen sesle Okas itiraz etti.

“Ben bunu istiyorum, emrediyorum!” diye emir sertçe yanıtladı.

Askerler sedyeyi kaldırarak sessizce yola koyuldu.

Mavi gök kubbesine dayanarak karşılarında kayalı ve zaptolunmaz yüce dağ - Uludağ zirvesi yükseliyordu. Uzun yolculukla halsiz düşen askerler onun sert yamaçlarını geçemeyeceğini biliyordu, bu yüzden sözleşmeden yakında bulunan diğer dağa doğru döndüler. Halk arasında ismi Kşitau - küçük dağdı.

Uzun yokuştan sonra zar zor onun zirvesine geldiler ve sedyeyi yere bıraktılar.

Kol işaretiyle Edige torununu çağırdı.

“Askerlerini bırak, köylerine dönsün. Seninle sadece iki kişi kalsın, ben ölünce defnetmeniz için...”

Bunu kabul ederek Okas başını eğdi: “Ben senin emrettiğin gibi yaparım. Ama seninle kalanlara güneş varken buradaki dağ koçlarını avlamalarına izin ver. Heybelerimizdeki erzaklar bitti...”

Edige gözlerini kapattı.

Askerler gitmişti. Uzakta bir yerde, dağın eteğinde ayaklarının altından yuvarlanan taşların sesi duyuldu, sonra sessizlik çöktü.

Son gücünü toparlayarak Edige sedyesinde yarım kalktı ve etrafına bakındı. Yükseklikten uçsuz bucaksız bir manzara açılıyordu. Enginlik mavimsi bozkır sisi içindeydi, ancak o  an onun arkasında saklı herşeyi görüyormuş hissine kapıldı. Batıda kuvvetli İtil dalgalarını yuvarlıyordu, ondan sonra ise Don ve Dinyepr toprağı kendi mavi damarlarıyla keserek geçiyordu, daha uzakta şefkatli mavi deniziyle Kırım yatıyordu. Muhayyel gözle Edige kır başlı Kafkasya’nın eteğindeki bozkırları ve çiçek açan ilkbahar bahçeleriyle zengin Horezm’i gördü. Bunların hepsi bir zamanlar Moğol Batu’nun Deşt-i Kıpçak çölünün mekrezinde, burada - Uludağ eteğinde kurduğu Altın Orda’ya aitti.

Emir bir anlık gözlerini kapattı. Vücüdu onu inatla yere doğru çekiyordu, ancak tekrar yatmadan önce o son defa doğuya baktı. Orada Moğol çölü, Karakorum - bir defa bile görmediği atalarının memleketi uzanmıştı. Güneş batmak üzereydi ve Doğu taraf kararıyordu, gökyüzü toprağa karışmak üzereydi, orada birazdan gece olacaktı.

Edige sedyede arkasına yattı. Gözünün önünden daha önce gitmiş görmüş olduğu topraklar, nehirler, şehirler geçti. Muhayyilesinde insanların çehreleri sıkışarak geçiyordu ve savaş manzaraları canlanıyordu. Ancak bunların hepsi geçmişteydi ve emiri heyecanlandırmıyordu.

Altın Orda. Daha dün onun hükümdarıydı, çoğu kişi onun yüzüne bile bakmaya cesaret etmiyordu. Niye kader böylesine haksızlık yapıyor?! O, Edige, altın Orda’nın ebediyen kalması için herşeyi yapmıştı ve ona eski azametini geri getirmişti sanki. Belki de bunların hepsi onun sadece gözüne görünmüştür? Moskova Knezi Dmitri Kulikovo Meydanı’nda Mamay’ı bozguna uğrattıktan sonra anlaşılmayan bir şey başladı: Altın Orda kirişleri kesilmiş at gibi tökezlemeye ve düşmeye başladı. Hiçbir han bundan sonra eyerinde çok kalmamıştı ve hiçbirisi kendi ölümüyle ölmemişti. Sanki daha önce askerleri tarafından akıtılan kan için Orda’nın üzerinde beddua vardı. O hala zafer kazanıyordu, hala diğer halklar için tehlikeliydi ve bazen korkutucuydu, ancak artık ona direnç gösteriliyordu ve boyun eğmek istemiyorlardı. Sonra ise Timur çıktı! Büyük ve korkunç cenkçi! O kaderin eli gibi Kulikovo Meydanı’nda başlayan şeyi bitirmişti.

Altın Orda Edige’ye dizine çökmüş ve kalkmaya gücü olmayan kocaman yaşlı asker gibi göründü. Sefil düşmüş, kendi aralarındaki savaşlardan yorulmuş halk, harap olmuş şehirler, Birzamanlar yüce İpek yolunun otlara bürünmüş kervan yolları. İşte önceki şatafattan ve şöhretten kalan herşey buydu... Bunlarla kalkınmak mümkün mü, bunu yapabilecek kimse bulunur mu? Orda alma kabiliyeti varken güçlüydü, sonra ise bu erişilmez olduğunda kudreti de bitmişti. Diğer halklar savunmayı öğrenmişti. Orda şehirleri yıkıntılar içinde yatıyor, zanaatçılar onları terkederek tekrar göçebelik hayatına dönmüştü ve maharetini unutmuştu.

Bozkırda doğmuş ve eyerde büyümüş olan Edige Altın Orda isminin artık kimseye ürperti vermediğini ve ondan kimsenin korkmadığını anlamak ve buna boyun eğmek istemiyordu. O sırada Orda’nın kısa anlık da olsa çöl serapı gibi yüceliğini yeniden dirilten ve hemen onun eriyip gittiğine tanıklık eden son hükümdarı olduğunu da bilmiyordu.

Emir mavilikle dolan akşam gökyüzüne, batmakta olan güneşin pembe ışığı serpilmiş bulutlara bakıyor ve son güçlerin onu terkettiğini hissediyordu. Yine de hayattan yorulmuş insanın kayıtsızlığıyla insanlardan uzakta değil, askere yakışır şekilde savaşta ölmenin daha iyi olacağını düşünmüştü. Ama hemen bu fikrini unutmuştu.

Edigenin kulağına aniden yavaşça hışırtı duyuldu. O torunu Okas’ın geri döndüğünü düşünerek zorla kafasını çevirdi, ama onun yerine büyük taşın arkasından dikilip duran mızrak uçlarını gördü, sonra öfke dolu gözlerle yassı sarı çehre gözüktü. Emir bu kişinin Toktamış’ın oğullarından Cagal olduğunu anladı. Cagal zamanında İran’dan getirilmiş kızdan doğmuştu.

Edige Cagal’ın suretine girmiş ölümün peşinden geldiğini anlamıştı, ama yakın sonundan korkmamıştı.

“Demek siz bizi takip ettiniz?” diye yavaşça sordu.

“Evet.”

“Senin beni öldürümen mi gerekiyor?”

Toktamış’ın oğlu güldü: “Altın Orda’nın yolunda duran kimse ölecektir. Sen de aynısını yapmıyor muydun?”

Emir’in gözleri genişledi: “Evet, ben de senin gibi düşündüğüm için aynısını yapıyordum...”

Cagal kısık sesiyle kesik kesik söyledi: “Orda sancağının dünya üzerine kalkacağı ve onlarca devletin halklarının bizim karşımızda dize çökeceği anı görmek sana nasip olmayacak.”

“Böyle bir şey olmaz..” diye Edige üzüntüyle yanıtladı.

“Niçin?”

“Çünkü Altın Orda çoktan ortalıkta yok...” emirin sesi gevşiyordu. “Uluslar var, Tatarlar ve ve onları yöneten Cengiz Han’ın inenleri var...”

“O çok fazla konuşuyor!” diye Cagal beraberiyle gelen askerlere baktı. “Kendi işinizi yapın!”

Hemen birkaç mızrak Edige’nin vücuduna saplandı. Askerler Altın Orda’nın son hükümdarının cesedini hep beraber kolaylıkla kaldırdılar ve dağdan aşağıya attılar.

“Belki de onu defnetmemiz lazım?” diye askerlerden birisi ürkekçe teklif etti.

“Niye?” diye Сagal taşların arasında serilip serpilmiş emirin cesedine istihfafla baktı. “Kuşa kurda yem olsun...Biz kendi işimizi bitirdik, gitmemiz lazım...”

Askerler aceleyle dağdan inmeye başladı. Ufukta büyük kalbi andıran kırmızı güneş asılıydı. Onun sönmesine ve Altın Orda’nın uçsuz bucaksız toprakları üzerine karanlığın çökmesine saniyeler kalmıştı.

 

Көп оқылғандар