Әдебиеттi ешкiм мақтаныш үшiн жазбайды, ол мiнезден туады, ұлтының қажетiн өтейдi сөйтiп...
Ахмет Байтұрсынұлы

27.08.2015 2270

SEYFULLİN Saken, "Ayşa"

Негізгі тіл: "Ayşa"

Бастапқы авторы: Saken SEYFULLİN,

Аударма авторы: not specified

Дата: 27.08.2015


Ağustos 1916. Otlara ve çalılara hafif bir solmanın dokunduğu ama sonbahara kadar epey bir zaman daha varken, burada yazın tacı olarak adlandıran boğucu temmuzun son günleri.


Şiddetli yağmur yağmış, gökyüzü açık bir renge bürünmüştü. Ama temiz ve parlak nehir suyunu kaplayan incelmiş bahar buzlarını hatırlatan topaklı kara bulutlar, hâlâ gökyüzünün maviliğini kapatıyordu.

Güneş, seyrek karagan çalılıklarıyla kaplanmış alçak tepelerin arkasına inmişti.

Yağmurun otlakta yakaladığı atlar, koyunlar, inekler ve develer, kurumuş ve sığ Osen nehrinin tembelce akarak kesiştiği vadi içinde yerleştirilmiş beş köye yakın mesafede bulunan yerlerde, sakince otluyorlardı. İnsanlarda, ateşli vücuda narin bir ipek kumaşın dokunuşuna benzeyen hafif rüzgârın esintilerden zevk alıyorlardı. Nehrin karşı kıyısında yüksek kubbeli üç tane mezar görünüyordu. Sıcak günde bulanık hava kubbelerin hatlarını bulanıkmış gibi gösteriyor, kubbeler kaynayan havada dalgalanıyor gibiydi. Ancak topraklara serinlik iner inmez keskin zirveli kubbelerin siluetleri, soluk gökyüzünde çok net olarak hemen belirlenebiliyordu.

Artık etraftaki tüm sesler, gün ortasındaki sıcaklığa göre daha net ve daha belirgin duyuluyordu.

Bir anda sığırların otladığı yerlerden heyecanlı sesler geldi - Kah!.. Kah!.. Kah!;. Ak-kus!.. Ak-kus!, Kah, kah, kah! Aniden tepenin zirvesinde tüm gücüyle giden atlar üzerinde birkaç binici belirmişti. Beyaz bir at üzerinde başka bir binici onlara doğru gidiyordu.

Köylülerin hepsi yurtalarından çıkmış ve elleriyle gözlerine siper yaparak şaşkınla binicilere bakıyorlardı. Sığırlara doğru koşan köpekler havlamaktan boğulmuşlardı. Onlardan biri – orta köyden beyaz tazı köpek, dişlerini önüne doğru çıkarmış ve sanki bir düşen bir yıldızın hızıyla koşuyordu. Kızıl atla üzerindeki binici vadinin batı kısmında yerleşik köyün arkasından çıktı ve kısa zaman sonra diğer yiğitlere ulaştı.

Sadece batıdaki köyde bulunan isli yurtadaki ocağın yanında saklanmış siyah tüylü küçük bir köpek, dörtnala giderken bağıran binicileri ve öfkeyle havlayan köpekleri kayıtsızlıkla izliyordu. "Tüylücük" ateş ile uğraşan, kirli yamalı giysiler giymiş bir kadından bahşiş almak umuduyla bir-iki kere kavladı ama kadının hiç ilgilenmediğini gören köpek hoşnutsuzca homurdanarak yerine döndü.

Kızıl at üzerindeki binici, çıktığı batı köyünü Kadır Köyü olarak adlandırıyordu. Köy, beş tane yurtadan oluşuyordu. Bunlardan biri yamuk ama sağlam bir koşma ile yapılmış ve kendisine yani Kadır’a ait idi. Diğer yurtalar; yamalı, alçak ve isli olan– onun büyük oğulları Senbay’a, Kanali’ye ve Kadır’ın dünürüne aitti. Kısaca bu köyde, ayakları bağlanmış atların yanında Senbay’ın yurtasının önünde yerleşmiş misafirler haricinde yabancı hiç kimse yoktu. Yurtanın sahipleri ve misafirler, yavaş yavaş bir sohbet sürdürüyorken sığırlardan bir gürültü gelmiş ve muhataplardan biri hızlıca atına binip tepenin arkasında kaybolmuştu. Kanali’nin yurtasından konuşarak ve gülümseyerek genç kızlar ve genç kadınlar çıkmışlardı. Onlar bir grup halinde gürültülü yaparak nehre doğru yürürlerken, onların önünde birbirlerini yakalayınca çıplak topuklarla yere vurarak feryat halinde kahkahalar atan çocuklar koşuyorlardı.

Kızların geniş etekleri topraklara değiyor, şolpa[1]‘lar şangırdıyor, uka[2]‘lar sallanıyordu. Genç kadınların yeşil ve kırmızı başörtüleri, beyaz kimişek[3]‘ler göze çarpıyordu. Kaşkorseler, şapanlar, beşmetler… İstemeden de olsa insanın aklına rengârenk bahar çiçeklerini getiren renklerin dansı. Önde kumgan[4]‘larla sanki bir kuğu yüzüyormuş gibi narin yürüyen iki genç kadın duruyordu.

Senbay’ın yurtasının yanında oturan erkekler, kadınların arkasından bakarak yavaşça hareket etmeye başladılar. Onlardan esmer, çilli yüzlü, beyaz kuzu derisinden yapılmış büyük tımak[5]‘lı bir adam, adeta gözünü bile kırpmadan; tıpkı sonbaharda havadaki aç bir kartal gibi çok dikkatli bakıyordu. Onun karşısında oturan delikanlı istemeyerek sırıttı:

"Nasıl da fal taşı gibi açılmış gözlerle Ayşa’ya bakıyor diye öfkeyle düşündü – Zenginliğine güveniyor besbelli, kendi neye benziyor bir baksa ya! Çürümüş dereden çıkmış yaşlı bir lekeli kargı balığına…"

Kadınlar karagan çalılıklarında saklandılar. Kollarını sıvamış, gümüş bilezikleri parlayan kadınlardan bazıları güzel kokan sabunu çıkartıp, yoğun beyaz köpüğüyle yüzünü ellerini yıkamaya başlamışlardı. Diğerleri ise kumgana vurarak, şakalaşarak sıralarını beklerken didişiyorlardı.

Ayşa başörtüsüyle yüzünü silip, sanki etrafındaki her şeyi ilk defa görüyormuş gibi etrafındakilere bakarak şarkı söylemeye başladı. Bakışları hiçbir şeyin üzerinde çok uzun süre kalmıyordu. Sadece Osen nehrinin kıyısında duran üç yüksek kubbe onun dikkatini çekmişti. Çünkü tanıdığı Kantbala’nın nefret ettiği kocasından kaçıp bu mezarlıkta saklandığı hikâyesini hatırlamıştı.

"Zor zamanlarda, gidecek hiçbir yer kalmadığı zaman, böyle bir yerde sığınak olabilirmiş" diye düşündü Ayşa.

Kadınlar birbiriyle şakalaşmaya devam ederek köye doğru gittiler. Ayşa hala üzgündü. Siyah saten çapanına sarılmış, kalabalık kadınların arasında susarak gidiyordu.

Kasvetli bir yüz, sıkıca çatılmış samur kaşlar, özlem dolu gözler... O zaten köyünde, neşeli bir kız olarak bilinmiyordu. Ama bu sefer yüzünün ifadesi o kadar açık okunuyordu ki, yabancı biri bile görse kızı bir üzüntünün bastığını hemen fark ederdi. Onun yaşdaş kız arkadaşlarının da kıza karşı hissettiği acılardan kalpleri sıkışıyordu ama duygularını saklıyorlar ve ne pahasına olursa olsun Ayşa’yı eğlendirmeye çalışıyorlardı.

Sessiz sakin bir akşam…

Kadınlar yurtaya girdiler. Vadiyi geçen biniciler geri dönüyorlardı.

Ayşa Kadır’ın küçük kızıydı.

Karakesek soyundan Boranbay’ın oğlu Şakir, kendisine bir eş bulmak için birçok köy gezmişti. Ayşa’nın güzelliği hakkındaki dedikodular onunda kulağına gelmiş ve o, eniştesi Bimende Bey’in ona gönderdiği çöpçatanın refakatinde Kadır’ın köyüne gelmiş, burada beğendiği kızı iki gün boyunca babasından istemeye çalışıyordu.

Şakir, yaşlı bir dul adamdı. Bu yüzden Kazakların hayatında çok yaygın olan, sözlülerin gizlice görüşmeleri söz konusu olamazdı. O, akrabalara kalım[6]‘ı ödeyip gelin Ayşa’yı evine götürmek istiyordu ve bu işi uzatmaya hiç ama hiç niyeti yoktu – çünkü onun boş evi, acilen bir ev hanımına ihtiyaç duyuyordu.

Şakir, Kadır’a, onun kardeşlerine, büyük oğullarına başvurmuş ve çok çabuk anlaşmaya varmış – Ayşa’yı 30 büyükbaş sığır karşılığında satın almayı becerebilmişti.

Kadır’ın ailesinin olaya böyle yumuşak ve hoş bakışı, hem Şakir’in zenginliğiyle hem de kendisinin Bimende’nin akrabası olmasıyla açıklanabilirdi. Şakir daha genç olsaydı ve onun çocukları olmasaydı tabi ki başka bir kızı isteyebilirdi. Zengin bir ailenin kızını eş olarak alıp, büyük bir zengin düğünü yapabilirdi ama zengin ve güçlü aileler, kendi genç kızlarını çilli yüzlü, seyrek sakallı, yaşlı başlı bir adama vermek istemiyorlardı ve bu yüzden Ayşa ile idare etmek zorundaydı.

Onlar – Şakir ve yoldaşları, Senbay’ın yurtasının yanında oturuyorlardı. Beyaz köpeği geçip binicilere doğru giden yiğitin oturduğu kumral at, Şakir’e aitti. Üzerinde elçi Bimende Bey oturmuş gidiyordu.

Kadır bir koyun kesti. Toya[7] beş köyün büyüklerini çağırmış, karınlarını cömertçe sunduğu et ve kımıs’la doyurup onlardan helallik istemişti. Toyda başkalarıyla birlikte muhtar Süleyman ve hoca Bekir de vardı. Sadece Kadır’ın ortanca iki oğlu anlaşmaya katılmamışlardı. Onlardan biri – Sapargali, Nildinsk Fabrikasında çalışıyordu, diğeri Abil ise –zengin amcasının at sürülerini otlatıyordu.

Kadır, bir gün içinde bayağı büyük bir sığır sürüsü sahibi olduğu için çok seviniyordu. Bazen içinde kızına karşı bir acıma duygusu uyanıyordu ama başına bir anda konmuş servet, kızının kaderine üzülmek için fazla büyüktü! Nasıl olsa – tüm kadınların kaderi buydu!

Topraklara alacakaranlık inmiş, dört delikanlı damadın yurtasından çıkmış ve kadınların abdest aldıktan sonra geri geldiği Kanali’nin yurtasına doğru yürüdüler.

Onlardan biri, damadın sağdıcı Bimende Bey’in elçisi idi. Kalan üç adam, yakındaki köylerin sakinleriydi.

Delikanlılardan biri çöpçatana – Hey, çöpçatan! Diye bağırdı. Kızlara gittiğimizde bize şarkı söyle…

O, rengârenk ipek kumaşla kaplı tımakını gözlerine kaydırdı, nasıbayı[8] koyduğu dudağını dışarı doğru çıkartıp zevkle tükürdü ve küçük dombra tellerine işi bilen biri gibi geçti.

- Umarım, bu seferde siz bana yardım edersiniz dedi – gülerek Bimende Bey’in siyah sakallı temsilcisi.

- Esselamun aleyküm! Sağlığınız nasıl? – eşiği geçen delikanlılar eğilerek soruyorlardı.

- Ooo! Hoş geldiniz, hoş geldiniz! Sizsiz eğlence olmaz… - aynı tonda şen şakrak genç kadınlar yanıt veriyorlar, genç kızlar ise - adetlerin gerektirdiği gibi – gözlerini saklıyorlardı – Kendinizi evinizde gibi hissedin… Ayakta durmanın bir anlamı yok… - diye heyecanla geveliyorlardı kadınlar.

Dombralı delikanlı arkadaşlarına döndü – Tamam! Eğer bizim gelişimiz ev sahiplerine yük olmuyorsa, torda[9] yerimizi alalım… - ve hemen çöpçatana – Oraya geç, çöpçatan. Kızlarımızın yanında otur dedi.

Çöpçatan, bir bakışla içerde olanları çabucak kavrayarak gözlerini Ayşa’nın yüzünde biraz fazla tuttu.

- Neden geçmeyelim, davetiniz için teşekkür ederiz diyerek yere oturan delikanlılar vızıldıyorlardı.

Herkesten yaşça büyük, bıyıklı bir delikanlı önce Ayşa’ya sonra çöpçatana baktı.

- Duydum ki bizimkinin şarkı söyleme konusunda üstüne yokmuş. Hey Ahmet, dombrayı ona ver - diye talimat verdi.

Ahmet – Nasıbayı çiğneyen genç adam, dombrayı çöpçatana uzattı.

- Peki, dinleyelim bakalım! Nasılda tatlı söyler sizin çöpçatan dedi– siyah gözlü, kırmızı yanaklı beyaz kimeşeki olan genç kadınlardan biri.

Çöpçatan Ahmet’e enstrümanı geri vererek– Kusuruma bakmayın ama ben dombra çalmayı bilmiyorum dedi utanarak.

Ahmet geri çekildi.

- Hadi ama çöpçatan! Niye utanıyorsun? Bimende Bey’in elçisinin dombrayı bilmediğine kim inanır? Şakayı bırak! dedi gülerek.

Çöpçatan utanmış, durumdan nasıl çıkacağını bilmeden mahçup bir şekilde kızarmıştı. O, yerin dibine girmeye hazır bir halde terlemiş elleriyle beceriksizce dombrayı tuttu. Onu, her yere yetişen genç kadınlar kurtardı. Hemen "Jalgız Han" oyununu başlattılar, Ahmet tellere vurdu ve eğlence başladı.

Sadece Ayşa, hâlâ gözlerini kaldırmamış, ne sohbete ne de oyuna katılmamıştı.

Bıyıklı delikanlı ona – Ayşa, bir şey çal bizim için dedi. Biz buraya eğlenmek için geldik ve seni o kadar üzgün görmek bizi de üzüyor. Bir şarkı söyle!..

- Doğru, doğru… Oyna, arkadaşlarınla eğlen biraz – diye kırmızı yanaklı genç kadın destekledi.

- Madem öyle olmasını o kadar çok istiyorsunuz eğlenceniz bol olsun. Ben niye eğleneyim ki? – diye hoşnutsuzca cevap verdi Ayşa.

- Bizim hayatımızda da iyi bir şey pek yok ama üzülmenin ne faydası var? Üzülmekle kederini değiştiremezsin, kendine yardım edemezsin. Bu yüzden kafanı dik tut kardeşim – diye bütün kadınlar bir anda konuştular.

- Kedi için oyuncak, fare için – gözyaşları. Oynadığınız kadar oynayın – diye cevapladı Ayşe.

- O zaman biz gidiyoruz. – dedi dombrayı bir kenara koyan Ahmet.

- Hayır, hayır. Siz bana bakmayın. Sadırbek bi gelsene, sana bir şey söylemem lazım – diye bıyıklı delikanlıya seslendi Ayşa.

"Jalgız Han" oyununa devam edildi. Ayşa delikanlıya doğru eğilip zor duyulabilir bir sesle fısıldadı:

-Git onlara bir defa daha de ki: dünyanın tüm mücevherlerini ayaklarımın altına serseler bile ben asla Boranbay’ın oğluyla evlenmem. Kendisi yaşlı, ev yetimlerle dolu, yüzü de… Allah korusun rüyama girer. Asla onun karısı olmam. Beni satmayı akıllarına getirseler de – Allahın adıyla yemin ediyorum – benim için ne babam, ne annem ne de kardeşlerim var bundan sonra. Benden kurtulmak için beni Şakir’e veriyorlar. Oysaki ben onlara kötü bir şey yapmadım, rezil etmedim, uğraştırmadım. Yine de böyle bir karar alırlarsa bir gün akşamın yok oluşu gibi bende ortadan yok olacağım ve ondan sonra asla yüzümü göremeyecekler. Şimdi git ve benim söylediklerimi aynen dediğim gibi onlara ilet….

Gözleri yaşla doldu. Sadırbek kimse fark etmeden yurtayı terk etti. Ama gidişi fark edilmişti. Aynı şekilde kadınlar ve delikanlılarda Ayşa’nın gözyaşlarını görmüş ve bu yüzden de oyun bir anda kesilmişti.

Ayşa herkese – Ne oldu? Oynayın lütfen, rica ediyorum – dedi.

Ama belli ki eğlencenin tadı kaçmıştı. Delikanlılar sırayla yurtayı terk ettiler. Onların peşinden çıkışa doğru kadınlarda yürüdü. Ayşa, en samimi iki kız arkadaşıyla – Bibiajar ve Muslima ile kardeşinin karısı Rahiya ile baş başa kalmıştı. Biraz sonra onlara büyük gelin Rapış da katıldı. Onun üç çocuğu ateşe yanaşmış, kadınlar ise koşmada oturup yarım ağızla alacakaranlıkta kadının zor kaderini konuşmaya başlamışlardı. Bazen onlara geceye hazırlanan köyün geleneksel alışık oldukları sesler: sığırı kotana götüren insanların bağırma sesleri, koyunların melemesi, ineklerin böğürmesi ulaşıyordu.

Yurtaya Ayşa’nın annesi Saliha girmişti. Kadır, dört çocuk doğuran ilk karısı vefat ettiği zaman Saliha’yı eş olarak evine almıştı. Adam Saliha’yi beğeniyordu. Onunda Kadır’dan çocukları vardı. Ayşa en büyük çocuktu. Saliha’da çilli yüzlü Şakir’i kızı için uygun biri olarak görmüyordu ama o da elçi Bimende’nin tatlı sözlerine kanmış ve o kadar çok sığıra sahip olma fırsatı ile ikna edilmişti. İkinci gün içinde fırtınalar koparak geziyor ve bir türlü karara varamıyordu. Zaten tüm kararları tek başına veren Kadır onun fikrini sorar mıydı ki hiç? Onun aklına bir şey yattı mı – Tamam her şey bitti sayılırdı…

- Niye karanlıkta oturuyorsunuz? Ateşi yakın. Herkes nerede? Evlerine mi gittiler yoksa? – diye hızlı hızlı konuşmaya başladı Saliha. Kederli duruşunu hala değiştirmeyen Ayşa’ya suçluymuş gibi baktı. – Peki, herkes gitti ise biz de gidelim… Büyük geline - Rapış diye seslendi kaynana– sen eve git… kocan bekler dedi…

- Beklesin, ben buraya az önce geldim – diye tersledi Rapış. Ama kaynana ile baş etmek o kadar kolay değildi.

- Git dedim sana! Senin için de geçerli Rahiya! – diye emir verdi Saliha ve iki kadın onunla birlikte gittiler.

Sanki onların gitmesini beklermiş gibi karanlıktan Sadırbek çıktı. Susarak Ayşa’nın yanına oturdu. Kız, onun yüz ifadesinden gönderdiği elçiden pek sevinçli haberler beklememesi gerektiğini hemen anlamıştı.

Yine de – Eee! Ne cevap verdiler? diye sordu.

- Aynı şeyler – diye hüzünlü başladı Sadırbek. Ben onlara aynen dediğin gibi her şeyi anlattım. Hiçbir şeyi atlamadım. Ama onlar kararlı. Kendi düşündüklerinin arkasında duruyorlar. Kadın şımarıklığı diyorlar. Bütün kadınlar aynı şekilde nazla başlar diyorlar. Zaten kızı dul adama vermek adetimiz değil mi? Senin hakkında ise Şakir’in zengin evinde olduğun zaman hemen kendine gelir, orada sanki ellerini ılık suya batırmış gibi yaşayacak diyorlar…Sana – inadı bıraksın, öyle ya da böyle bu iş olacak diyorlar…. Sen de zaten biliyorsun – yarın seni uğurlamaya gidecekler. Önce bizim beş köyü gezdirirler, öğlen saatinden sonra da toparlayıp uzun yola gönderirler…

Ayşa’nın gözleri bir anda parladı, yüzü taş gibi oldu. Bir müddet susup oturdu ama sonra sırtını dikleştirdi:

- Neyse, artık ne olursa olsun!

- Bana da kızdılar. Sanki kızı rahatlatmak istermiş gibi - Dediler ki ben senin sözlerini ileteceğime sana akıl fikir vermeliymişim- diye ekledi Sadırbek.

- Peki, kardeşim gibi yalvarıyorum sana. Sen onların kızdıklarına bakma, tekrar onlara git ve tek bir şey söyle: artık benim kusuruma bakmasınlar. Daha önce ben yalvar yakarlarla onları rahatsız ediyordum ama artık bitti. Onlar da artık benim kusuruma bakmasınlar. Anladın mı beni?

Sadırbek uysalca kabul ederek – anladım dedi ve yurtadan çıktı. Rahiya ve Rapış yeniden içeri girdiler.

- Off! Kaynanamdan çok zor kurtardım kendimi – diye konuşmaya başladı Rapış- Siz niye üzülüp canınızı sıkıyorsunuz? Üzülmek için çok geç artık. Bu iş tamamdır. Yarın Ayşa’yı uğurlayacağız –dedi kızlara.

Bibiajar ve Muslima susarak birbirlerine baktılar. Hala üzgün olan Rahiya başörtüsünün kenarıyla oynuyordu....

- Akrabaları gezmesi lazım – diye konuştu Bibiajar – Adetimiz budur.

Ayşa kafasını kaldırmadan – Bunların hepsi artık bana ne için gerek? – diye neredeyse inledi.

- Eee! Canım, böyle deme ama – diye susturdu onu Rapış – Göreceksin, bir ev hanımı olacaksın. Şakir’in evinde tüm haklara sahip hanımefendi olacaksın ve her şey çok, çok iyi olacak. Şakir yaşlı, sen gençsin – O, seni ellerinde taşıyacak. Tabii ki ana evinden, arkadaşlarından ayrılmak çok zor ama Rabbimize çok şükür ki fakir biriyle evlenmiyorsun. Seni zengin evine alıyorlar. Şimdiki zamanda böyle bir kocayı önemsememek olur mu hiç? Bak, sakın ola şansını zorlama, ona göre…

- Ben satılmak istemiyorum Rapış. Bana Baranday’ın çilli oğlumu yakışır? O benim babam yaşında. Ben onunla asla mutlu olamam. Onun malı mülkü seninde gözlerini kör etmiş anlaşılan – diye sertçe cevap verdi Ayşa.

Rapış’ın nefesi kesildi.

- Canım kızım! Ben senin kötülüğünü ister miyim? Ben Şakir’in zenginliği, sırf senin için iyi olur diye sen kendini çok yıpratma diye söyledim. Kusuruma bakma canım benim. İstersen ben gidiyim…

Ayşa kesik sesle – Ben seni kovmuyorum dedi.

- Ayşa, Muslima ile şarkı söylemek için bize müsaade et. Belki bu senin acını dindirir - diyerek ortama çökmüş ağır havayı dağıttı Bibiajar.

Rapış sevindi – Söyleyin, mutlaka söyleyin canlarım dedi. Sen de dersin Ayşa?

Kız yorgun bir sesle – İstiyorlarsa söylesinler – dedi.

- Eh Ayşa, kardeşim! Sonsuza dek birlikte olamayız. Hayat bizi dünyanın farklı köşelerine savurur. Bu yüzden hadi Muslima en sevdiğimiz parçayı söyleyelim!

- Ne söyleyelim? – diye sordu Muslima.

- "Zulkiya’yı". Sen başla, ben katılırım – dedi Bibiajar. Muslima öksürdü ve şarkıyı söylemeye başladı:

Bunca yıllar çiçek gibi açıldı ne için?

Kimin için güzelleşti hoş oldu, aydi-ay!

Keşke dünyaya hiç gelmeseydi,

Tüm hayatı boyunca gözyaşlarını dökmek yerine aydi-ay!

- Sen uzun ağlıyordu, sözlerin kalmadı,

Ağlama ne olur benim canım, aydi-ay!

Bibiajar katıldı.

Şefkatli bir duaya benzeyen uzun ve üzgün melodi, gecenin havasında asılmıştı ve sanki bütün köyler şarkıyı dinliyorlarmış gibi sessizliğe bürünmüştü.

Yaralı kaz bataklığa düşmüş aydi-ay

Genç kızı evinden koparmışlar

Yaralı kuşun kanını dalgalar götürüyor

Yabancı da genç kızı götürüyor aydi-ay

Sen ay parçam benim

Bunu kabul etmek zorundasın

Ağlama canım aydi-ay

Yurtaya bir sürü insan yaklaşıyordu. Biraz uzakta durmuşlar içeri girmeye cesaret edemiyorlardı. Birçoğunun gözünde gözyaşları parlamaktaydı.

Şarkı, köylerin üzerinde dalga dalga yayılıyordu:

Kim genç kızın gözyaşlarını önemser, söyle bana

Onun hıçkırıklarını kim anlar? aydi-ay

Çukura düşüp ayağa kalkmak ne kadar zor

Umut sadece Tanrının bir iradesidir aydi-ay

Ağlama, üzüntünü gözyaşlarınla hafifletemezsin

Ağlama, canım ay parçam aydi-ay

İki kızın güçlü sesleri ve sanki bir tuzağa düşmüş bir şahinin çırpınışları gibi acı ve umutsuz müzik, dinleyicileri büyülemişti. Komşu köylerden delikanlılarla yurtaya gelen Sadırbek susmuş, Rahiya gizlemeye gerek görmeden gözyaşlarını siliyor, eğik sırtını söyleyenlere dönmüş Ayşa’nın omuzları ağlamaktan kıpırdıyordu.

İyi beslenmiş düvenin peşinden tüm sürü gidiyordu

Benim kırışıklıklarım sıkıntılardan oluştu aydi-ay

Nefret ettiğin adam parayla sahibin oldu

Ama kim yaradana karşı çıkabilir ki? aydi-ay

Ağlama, üzüntünü gözyaşlarınla hafifletemezsin

Ağlama, canım ay parçam aydi-ay

Zayıf, zavallı teselli sözleri

Kızın gözyaşlarını durdurabilir mi?

Güzel koyun bağlı yaşamak istemiyor

Açık alanda Jaylauy’a gider aydi-ay

Kız ise babasının iradesiyle

Sevmediği adamın köyüne gidiyor aydi-ay

Ağlama canım yaradanı kızdırma,

Ağlama, canım ay parçam aydi-ay

Boylu poslu, geniş omuzlu bir delikanlının öne geçmesi için kalabalık bir anda açıldı. Elinde kırbaç, omuzlarında rengi solmuş çekmen[10], belinde kuşak, ayaklarında yıpranmış çizmeler - saptama. Her şeyden belliydi ki kısa bir zaman önce uzun yoldan gelmişti. Kızıl renkli şapkası bile tozla kaplanmıştı. Gözlerini iyice açarak şarkı söyleyen kızlara, sırtı dönük Ayşa’ya, Keregaya[11] yaslanmış kafasını eğmiş Sadırbek’e bakıyordu. Delikanlıyı fark eden Rapış, Rahiya’ya bir şeyler fısıldadı ve o gözleri yaşlı yüzünü kaldırdı.

Bibiajar’ın ve Muslim’in şarkısı etraftaki sakinleri hüzünlendirmeye devam ediyordu.

Yanaklarım içe çöksün, allığım sönsün

Gözlerim gözyaşlarından kör olsun aydi-ay

Ama sığır gibi satılmak istemiyorum

Ölüm bana özgürlük getirir aydi-ay

Ağlama canım ağlamayı bırak

Ağlama, canım ay parçam aydi-ay

Rahiya geniş omuzlu delikanlıya titreyen sesiyle - Abil... yaklaş. Ne zaman döndün diye sordu? Ama o, tıpkı bir çocuk gibi hıçkırarak arkasını döndü ve kırbacını elinden bırakmadan dirseğiyle gözlerini kapattı. Bütün kadınlar sanki bunu bekliyormuş gibi yüksek sesle aleni ağlamaya başladılar. Ayşa’nın kardeşi Abil’i onların zengin amcası evlatlık olarak almıştı ve şimdi delikanlı tüm yıl boyunca üvey babasının at sürülerini otlatıyordu. Kışın ayazında, ölümcül fırtınalarda, sayısız kez kemiklerine kadar donmuş, yazın ise acımasız bozkır güneşi derisini kararana kadar yakmıştı. Ama zavallı üvey çocuk kime şikayet edebilirdi ki? Amcasının öz çocukları konfor içinde süslü yurtalarda yaşarlarken, kadife halılarda otururlarken, kaz ve yağlı kuzu eti yerlerken, kumıs içerlerken, en küçücük istekleri hemen yerine getirilirken, adaleti kim sağlayacaktı ki. O, gece gündüz sırtını bir an bile dikleştirmeden çalışan genç adamın, bu tembellerden farkı neydi. Halbuki onların hepsi bir dedenin torunlarıydı. Sadece zenginlik onları farklı dünyanın insanları yapmıştı. Sırf bu zenginlik yüzünden...Başka bir neden olsa babası, bir sürü çocuğu olan çilli yüzlü yaşlı başlı adama, zarif beyaz bir kuğuya benzeyen Ayşa’yı satar mıydı? Lanet olsun zenginlik sana! Kazakların değişmeyen yoldaşı fakirliğe de lanet olsun!

... Dört arkadaş Bibiajar, Muslima, Salima ve Ayşa, Tündik’i[12] sıkıca kapanmış dar küçük yurtada büyük tüy yatakta yatıyorlar, birbirlerine sıkıca sarılmış durmadan kısık sesle konuşuyorlardı. Biliyorlardı ki bu birlikte geçirdikleri son geceydi. Yarın köyden Ayşa gidecek, daha sonrada kim bilir kalanlar da nereye dağılacaktı.

Gecenin ilerleyen saatinde şarkılar söylenmiş, insanlar uyumuştu. Damadın yoldaşları köydeki kadınlara, adetlerin gerektirdiği şekilde damadı ve gelini baş başa bırakmak çok iyi olur diye ima ettiler. Köyün gençleri onları destekledi ama Ayşa kesin bir dille bunu reddetti. Bunun üzerine hem damat hem çöpçatan geri dönmek zorunda kaldılar. Yetmezmiş gibi onlar Abil’in davranışlarından da çok rahatsız olmuşlardı. Çünkü Abil sert bir dille babasına ve annesine: - Ayşa’yı zorlamanıza izin vermem. Ben sağ olduğum müddetçe böyle bir şeyi yapamayacaksınız demişti.

Bunu dedikten sonra Bimende Bey’in elçisi saygıdeğer Korjenbay’a hakaret etmiş ve daha sonra atına binip, karanlığa karışmıştı.

İşte o esnada toprakları karanlık kaplamıştı. Kanali ve delikanlılar Aydar ve Serik, birlikte köyün etrafında bekçilik yapıyorlardı. Abil’in davranışları çok tuhaftı: Sürekli gidip geliyor, gecenin karanlığında önce bir tarafa gidiyor daha sonra öbür tarafa gidiyor ve geliyordu.

Gece yarısını geçmişti.

Gümüş bir tabağın kırılmış kenarına benzeyen hilal, bir buluttan başka bir buluta kayıyor, sert taşlı zemin üzerinde hiçbir iz bırakmadan geçip, pamuklu bulutların arkasına saklanıyordu. Ama hilal bu güvencesiz sığınakta da çok fazla durmuyordu. Gökyüzünün başka bir tarafından ortaya çıkıyor ve tekrar yürüyerek saklanıyordu. Tıpkı güneş batımında bir Karagana çalısından diğer çalıya kadar koşan beyaz tazı köpeği gibiydi.

Şafak yaklaşıyordu ve kızlar, kuş avcısının tuzağına düşen güvercinler gibi sessizce kıpırdamadan yatıyorlardı.

Ayşa, tandığı ve tanımadığı kadınların hayatlarıyla ilgili acı ve hüzünlü olaylarla ilgili hikayeleri hatırlayıp, bir türlü uyuyamıyordu...O kısa ömründe bu tür hikayeleri yeteri kadar duymuştu.

Aklına komşu köyden Kantabala’nın hikayesi geldi. Bu hikaye tıpkı bir masal gibiydi ama Kantabala söylenenlerin gerçek olduğu konusunda yeminler ediyordu.

- "Kocam, beni ona çok çocuk doğurayım diye eş olarak aldı. Düğünden belli bir süre geçtikten sonra bir çocuk doğurdum. Ama bebeğim çok fazla yaşamadı. O andan itibaren başıma felaketler üst üste gelmeye başladı. Peş peşe çocuk doğuyor ama çabuk ölüyorlar ve Baybişe’de[13] hayatımı zehir ediyordu. Atasözünü bilirsin elbet - Oturanın kafasına, ayakta duranın ayaklarına vururlar. Ne zaman canı isterse beni dövüyordu. Kocam da Baybişe’ye hayır demiyordu.

Bu tür davranışlara dayanamadım ve kocamdan ayrılıp evime kaçtım. İlkbahardı. O zaman benim ailem Sarı-su nehrinin üst kısımlarında göçebe olarak yaşıyorlardı ve ben tek başıma, gecenin karanlığında bu nehri bulmak için yola çıktım. Hiçbir şeyim yoktu. Elimde sadece küçük bir kuruk[14] vardı. Kıyının bazı yerleri yoğun sazlıkla kaplıydı. Çıplak bozkır, çukurlarla ve çökmüş toprakla doluydu. Gecenin karanlığında göz gözü görmüyordu. Yürüyordum ama aynı zamanda korkudan da ölüyordum. İşte tam o anda önümde bir ışık parladı. Ben o ışığa doğru yürüdüm ve bir mucize gerçekleşti. Şansıma yüksek sazlığın altında bir kadın oturuyordu. Saçları dağılmış, göğsü açık, ateş yakıyordu.

Korkumdan ne dediğimi bilmeden - Sen kimsin? diye sordum. Kadın bana baktı ve korkunç bir şekilde sırıttı. Önümdeki kadının resmen bir cadı olduğunu anlayıp soğuk terler döktüm. Ben kuruku toprağa vurdum ve dua etmeye başladım. Baktım ki hem ateş hem de cadı yok oldu. Yürümeye devam ettim. Önümde tekrar bir ışık parladı. Yine ışığa doğru koştum ama tekrar aynı cadı oturuyor ve korkunç bir şekilde sırıtıyordu. Ben tekrar kuruku toprağa vurup dua etmeye başladım ve serap gitti. Bütün gece boyunca aynı şeyi yaşadım. Önümde sürekli ışık dolaşıyor ve dağınık saçlı, sarkık göğüslü cadı duruyordu. Sabaha karşı kovadan su dökülür gibi yağmur yağmaya başladı. Sırılsıklam olmuştum. Ama yürümeye devam ediyordum. Bir anda alacakaranlıkta önümde yüksek siyah bir kule göründü. Ona doğru yaklaştım ve yüksek kubbeli üç tane mezarın durduğunu gördüm. Çok korkmuştum ama yapacak bir şeyim yoktu. Yağmurdan korunmak için devamlı dua ederek, kenarda duran mezarlıkta saklandım. Gökyüzü iyice aydınlanmıştı. Gün ışığında mezarlıkların silueti daha da netleşmişti. Bir anda ister inan ister inanma, saklandığım mezarlığın içi düz beyaz bir ışıkla parlamaya başladı. O anda yüksek sesle bağırarak dua etmeye başladım ve bu bana güç verdi. Yağmur da dinmişti, Mezarlıktan nasıl çıktığımı ne tarafa koştuğumu hatırlamıyorum. Ancak insanları görünce kendime geldim ve onlarda benim kendi köyümü bulmamda yardımcı oldular."

Ayşa bir hikaye daha, soluk yüzlü ağır ev işlerinden bitmiş Rahiya’nın hikayesini de hatırlamıştı. Zavallı kadın iri yapılı, her tarafı yağlı Ahmet adlı nefret ettiği kocasından sayılamayacak kadar fazla kaçmıştı. Eninde sonunda hedefine ulaşmış ve iğrendiği kocasından kendini kurtarmıştı.

Köyün erkekleri onun kaçış hikayelerinden çok bahsederdi.

Azim hep söylerdi - Bu Rahiya’nın inadına hayret ediyorum.

Bazeken’de kabul edercesine - Aynen öyle. Normalde bir kadın şımarır şımarır sonra da nereye kaçabilirim ki diye düşünüp aklını başına toplardı. Ama bu hiç!

Uytkibek homurdanarak - Utancını ve vicdanını kaybeden kadınlardan ne beklersin.

Kadırbek ise arkadaşlarına tekrar tekrar anlatıyordu - Ailelerin birçoğu Jaylauy’a taşındığı zaman, Osen nehri kıyısından Kos-Şoka tarafına döndüğümde, bozkırda sıcak havada titreşen topraklar üzerinde sarı bozkır bitkilerinin arasında, net olarak görülmeyen yalnız yürüyen birini gördüm diye anlatıyordu. Meraklı Kadırbek, atını gelen kişiye doğru döndürdüğünde, yaklaşan kişinin bu ıssız yerlerde ne aradığını bilmediği bir çocuk olduğunu anlamıştı.

Çocuk bir anda ortadan kaybolmuştu. Kadırbek endişelenmişti ama daha dikkatli bakınca çocuğun karagan çalısının arkasında bir çukurda saklandığını ve sadece kafasının göründüğünü anlamıştı.

Kadırbek - Hey çocuk! Burada ne arıyorsun? Sen kimin çocuğusun diye bağırdı. Ama o anda yapmış olduğu hatayı anladı. Çünkü önündeki çocuk değil, elleriyle yüzünü kapatmış genç bir kadındı. Kadırbek şaşkınlıkla kalakaldı. Altındaki atı da kendisinden etkilenip, karagan çalılığının kenarına bakarak huzursuzlaşmaya başlamıştı. Kadırbek atını kırbacıyla sakinleştirdi ama kendisi ne yapacağını bilemez bir halde duruyordu.

- Nasıl bir mucizesin sen! Sen kimsin? Yoksa soydular mı seni? Atını tekrar kırbaçlayarak bir kaç adımda kadına yaklaştı. - Hey! Dilin var mı? Yoksa sen dilsiz misin? Niye saklanıyorsun, niye cevap vermiyorsun? diye ard arda sorular döküldü ağzından. Kadın ayağa kalktı ve Kadırbek Rahiya’yı tanıyarak hayretle iç geçirdi. Rahiya tamamen çıplaktı. Yapabildiği kadarıyla siyah uzun saçlarını omuzlarına indirerek, kendini kapatmaya çalışıyordu. Kadın yine saklandı. Kadırbek atından inerek çapanını çıkardı, kafasını çevirerek Rahiya’ya uzattı. Rahiya çapanı aldıktan sonra konuşmaya devam etti. O, kocasından kaçıp akrabalarına doğru giderken Ahmet onu bozkırda yakalayıp dövmüş, kıyafetlerini aldıktan sonra anadan üryan bozkıra bırakıp geri dönmüştü... Ayşa içini çekerek "Zavallı çok acı çekmişti ama sonunda canavar Ahmet’ten kurtulmuştu. Ah lanet zenginlik. Sen insanların kalplerini taşa çeviriyorsun. Akrabaları kıza acısalardı sevmediği birine zorla verirler miydi? Bir insanı sığırla takas eder miydi?" diye düşündü.

Bibiajar uykusunda çırpınıyordu. Arkadaşının iç çekişleri, Ayşa’nın azap dolu kalbinde acıyla yankılanıyordu.

"Can arkadaşlarımın hayatı nasıl olacak acaba? Salima’nın nişanlısı akıllı, anlayışlı bir adam. Muslima henüz nişanlı değil ama Bibiajar’ı isteyen Düysenbay’ın oğlu kesinlikle ona göre değil. Arsız, kendini beğenmiş, aptal biri. Bunun nasıl koca olacağı şimdiden belli..."

Bunca yıllar çiçek gibi açıldı ne için?

Kimin için güzelleşti, hoş oldu, aydi-ay!

Keşke dünyaya hiç gelmeseydi,

Tüm hayatı boyunca gözyaşı dökmek yerine aydi-ay!

Ayşa’nın yastığı gözyaşlarından ıslanmıştı. "Ailemin kaprislerine uyarak hayatımı gerçekten üzüntü ve acı içinde mi geçireceğim yoksa?" diye düşündü.

Yanaklarım içe çöksün, allığım sönsün

Gözlerim gözyaşlarından kör olsun aydi-ay

Ama sığır gibi satılmak istemiyorum

Ölüm bana özgürlük getirir aydi-ay

"Hayatımın kalan günlerinde anne babamın acımasızlığından dolayı acı çekmek yerine, Koşkarbay’ın gelini gibi ölmek daha iyi. O, güzel, alımlı, zarif bir dağ keçisine benzeyen kadının ölüm dışında başka şansı var mıydı? Onu zorla Koşkarbay’ın bodur, seğirmeli, ince dudaklarında sürekli aptalca bir sırıtma olan, gözleri şaşı oğluyla evlendirmişlerdi. Bozkır kadınının acı bir hikayesi daha." diye düşündü Ayşa.

Koşkarbay’ın oğlu, birlikte yaşamaya başladıkları ilk günden beri genç karısını dövüyor- Sürtük! Sen beni sevmiyorsun diye bağırıyordu. Zengin ucube, kendi bahtsızlığının hesabını sanki ondan çıkartıyordu. Ama kuğu gibi bir kızın, doğuştan gözleri bulanık, vücudu çarpık olan çürümüş akbaba yüzünden her hangi bir suçu olabilir miydi? Bir ceylan kurbağayı sevebilir miydi?

Genç kadın ağlayarak bozkırda koşuyordu. Bütün vücudu morluk içindeydi. Kar fırtınası, kar yığınları arasında zor görünen çalılar arasında öfkeyle ve çılgınca esiyor, kışlık barakaların küçük bacalarında ıslık çalıyordu. Soğuk rüzgar dikenli karı yüze çarpıyordu. Gökyüzünü ve toprağı karanlık kaplamıştı. "Neyse! Demek ki kaderim buymuş ve benim çektiklerim inşallah çabucak biter." dedi kadın.

Zavallı kadın on adım atmadan fırtına onu sardı ve gözlerini kör etti.

Gece karanlıktı. Etraf zifiri karanlıktı. Sanki cinler dans ediyordu. Bağırışlar, çağırışlar, iniltiler, hıçkırıklar duyuluyordu. Genç kadın son gücüyle feryat ederek yürümeye çalışıyordu ama rüzgar tarafından örtülmüş çığlıklarını hiç kimse duymamıştı. Sadece zavallı kadınla alay edermiş gibi fırtına daha da şiddetli uluyordu.

Kardan kör olmuş kadın, her tümsekte tökezleyerek, her çukura düşerek kötü havada yürümeye çalıştı. Kar ayakkabılarına, kıyafetinin kollarının içine, sırtına dolmuş, yüzü karla kaplanmıştı ve nefes alamıyordu. Kadın gökyüzüne ve toprağa, yardım etmesi için yalvarıyordu. Kıyafetleri buzdan bir kabukla kaplanmıştı. Gözyaşlarından kirpikleri buz kesmişti. Damarlarındaki kar, buzdan daha soğuktu. Sadece kalbi hâlâ atıyordu. Ölen derinin içinde hâlâ hayat vardı. Devamlı düşüp kalkıyor ve kalkıp yürüyordu. Sonunda yüksek yumuşak bir kar yığınına çöktü.

Kalbi daha yavaş, daha yavaş atıyor, kar taneleri zıplayarak etrafında dönüyorlardı. Sönen gözlerinin önünde, sanki kar taneleri üzerinde oturmuş cinler acımasızca gülerek alkışlıyorlarmış gibi görünüyordu.

Kör fırtına aynı anda hem gülüyor hem de ağlıyordu. Sonra kadını kardan bir kefen gibi hafifçe sardı ve ortalık sessizleşti...

Kadırbay’ın köyünde sabahın erken saatlerinden beri, görülmemiş bir heyecan hüküm sürüyordu. Sığırlar otlaklara getirilmiş, atlara su verilmiş ve ayakları bağlanmıştı. Daha grimsi bulutlar dağılmamıştı ama her tarafta yüksek sesler duyuluyordu. Yurtalar arasında birbirlerine kımız ikram eden erkekler dolaşıyordu.

Ayşa’nın geceyi geçirdiği yurtada kızlar, genç kadınlar ve delikanlılar toplanmıştı. Ayşa tora[15] üzerinde oturmuş, kısık bir sesle Sadırbek ile konuşuyordu. Gece, yüzü solmuş, gözleri ağlamaktan şişmiş, gözleri sanki donmuş gibi bir noktaya bakıyordu.

Gençler susmuştu. Sadece bazen birbirlerine anlamsız sözler söylüyorlar, daha ileri yaşta ki kadınlar, üzüntüyle başlarını sallıyorlardı. Kanali yurtaya girmiş ve kapıda karısı Rahiya ile karşılaşmıştı.

Bir anda sebepsiz yere ona saldırdı - Oraya buraya ne dolaşıyorsun köpek eniği?

Rahiya hiçbir şey söylemeden kafasını çevirdi.

- Yüzünü niye döndürdün. Git Rapış’ı çağır akılsız.

Kısa bir zaman sonra Rapış gelmişti. Kanali ona da hakaretlerle saldırdı. Sanki onu şeytan ele geçirmiş gibiydi. Bir türlü sakinleşmiyordu. Belki de onun gencecik kardeşini ihtiyar birine veriyorlardı diye vicdan azabı çekiyordu. Kim bilir?

Girişte duran kadınlar gülerek konuşuyorlardı. Kadınlardan biri gözlerini manalı bir bakışla Kanali’den damadın geceyi geçirdiği Senbay’ın yurtasına çevirerek, alaylı bir şekilde:

- Kimine kız, kimine kımız! Kimine gözyaşı, kimine zenginlik! dedi. Yanında duran arkadaşı aynı ses tonuyla - Bir de zengin akrabalar dedi.

Kanali’nin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Nasıl cevap vereceğini bilemediğinden mermi hızıyla yurtadan çıktı.

O esnada Rapış konuşmaya başladı:

- Gençler, hemen çıkın gidin buradan. Kanali kızmakta haklı. Geleneklerimize göre Ayşa gitmeden önce, velilerin ve yakınların ikramlarını yemesi lazım. Büyükler onu bekliyor ve sizde bir türlü buradan ayrılmadınız.

Gençler birbirlerine baktı ama kimse yerinden kıpırdamadı. Ayşa’da kıpırdamadan oturmaya devam ediyordu.

Rapış yine söylenmeye başladı:- Üzülme güvercinim benim. Hepimiz bunu yaşadık. Allah kadını başkasının ocağı için yaratmadı mı? Demek ki her şey tanrının iradesiyle oluyor. Boşuna kendini yıpratma canım benim. Annenle baban, köyün tüm sakinleriyle veda etmeni, aksakalların[16]dualarını alıp saygıdeğer insanların evlerindeki ikramları yemeni bekliyorlar. Bu yüzden ayağa kalk boşuna üzülme.

Ayşa göz kapaklarını ağır ağır kaldırdı ve öfkeyle kaşlarını çatarak:

- Rapış, elinde büyüdüm. Sana hiçbir zaman karşı çıkmadım. Birbirimiz anlamadığımız hiçbir gün olmadı. Ama bugün ben sana git diyorum. Seni buraya gönderdikleri şeyi ben yapmayacağım, o kadar! Rapış şaşkınlıktan apışıp kalmıştı.

Hızlı hızlı - Sen ne diyorsun canım benim, ne diyorsun! Peki, peki sustum. Sana sadece annenle babanın söylediklerini ilettim. Kusuruma bakma canım dedi ve çabucak yurtadan çıktı. Daha sonra Ayşa’nın annesiyle babasının başka bir elçisi geldi.

- Baban ve annen köyleri gezmeni emrettiler. Sabahtan beri senin için hazırlanmış at dahil bütün atlar eyerlenmiş duruyorlar. Sen onların kızı isen kızlık saygını göster, büyüklerin hayır dualarını al dedi.

Ayşa hiç kıpırdamadı. Gençler duruma nasıl tepki vereceklerini bilmez bir halde şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Yurtaya fırtına gibi Ayşa’nın annesi girmiş, bir anda bütün bakışlar ona dönmüştü. Saliha çok öfkeliydi. Şu an otuz baş sığıra sahip olduğu ve Bimende’nin akrabası olup Aynaş Bey’in bile karısıyla eşit olma hakkına sahip olduğu düşüncesi onu sarhoş etmiş, dünkü tereddütleri tamamen ortadan kalkmıştı.

Kızgın bir sesle - Niye söz dinlemiyorsun? Niye köylere gitmiyorsun? diye sordu. Evinden ayrılan tek kız sen misin? Atlar hazır duruyor, insanlar seni bekliyor. Kafandaki her şeyi derhal atıyorsun ve gidiyorsun diye emretti. Sonra etrafındakilere de saldırdı.- Sizde ölü gibi niye oturuyorsunuz. Ayşa’yı kolunuza takın ve onu dışarı çıkarın. Şuna bakın. Sanki hiç gelin uğurlamamışlar gibi ağızlarını açmış bekliyorlar diye bağırdı.

Ayşa annesine donuk gözlerini kaldırdı.

- Ne yaparsanız yapın ama hiç kimseyle vedalaşmayacağım. Kimin evinde benim için sofra hazır? Kimin hayır duasını almak zorundayım? Siz benim annem ve babam; beni satıp bir dul ihtiyara veren insanlar nasıl oluyor da bana hayır duası edeceksiniz. Beni evsiz bir köpek gibi evden kovmak için acele ediyorsunuz üstüne üstlük bir de sinirleniyorsunuz. Bana böyle davranan aileyi hoş göremem, sevemem. Atlar hazır ise bende hazırım. Atı buraya getirin. Karakesekler’e benim çeyizimi almak için gelecek herkesin atlara binmesini söyleyin. Madem iş tamamdır, beklemenin anlamı yok. Hemen yola koyulalım. Söyleyeceklerimin hepsi bu ve bu kadar.

Sessizlik oldu. Saliha kafasını indirdi. Kızı haklıydı!

Servetten başı dönmüş ve büyülenmiş, ısrarlara dayanamamışlardı. İnşallah bundan büyük bir felaket ortaya çıkmayacaktı. Saliha kafası yerde yurtadan çıktı. Yurtanın etrafında kedi gibi sessiz adımlarla dolaşan, damadın yoldaşlarından esmer bir delikanlı yanaştı. Kız ona sordu? - Sen Karakeseklerden misin? - Evet dedi adam.

- Gerçekten gitmeye hazır mısınız?

- Evet. O zaman benim için Şakir’in zencefil kısrağını eyerleyin.

- Ama senin at çoktan eyerlendi, bekliyor.

- Hayır. Ben Şakir’in atıyla gitmek istiyorum diye ısrar etti Ayşa. O daha hızlı. Çok şey duyduğu kızın karakterinden korkan adam, karşı çıkmaya cesaret edemedi.

- Tamam! dedi ve gitmek isterken kız onu durdurdu.

- Kendi atını da getir. Birlikte atlarımıza bineceğiz ve yola birlikte çıkacağız. Hiç kimseyle vedalaşmak gibi bir niyetim yok, ona göre! Çabuk ol.

Delikanlı tekrar- Tamam tamam dedi ve uzaklaştı.

Ayşa Sadırbek’e - Git ona yardım et dedi. O, şaşkın şaşkın bakarak kızın emrine uydu ve çabucak yurtadan çıktı.

Kısa bir zaman sonra iki eyerlenmiş at, Ayşa’nın yurtası önünde durdu. Esmer delikanlı ve Sadırbek, yurtaya girdiler. Kızlar, genç kadınlar ve erkekler susmuş, etraflarında olup bitene, gördüklerine ve duyduklarına inanmaz bir şekilde bakıyorlardı.

Ayşa girenlere dönerek - Her şey hazır mı? diye sordu. Olumlu cevap alınca aceleyle giyinmeye başladı. Çapanını giydi, beline kuşağını sardı ve kırbacını aldı.

Gençlere dönerek - Elveda dedi. Başka hiç kimseye bu kelimeyi söyleyemem. Artık ne babam var ne annem var ne de akrabalarım var. Artık benim yakınlarım Karakeseklerdir. Elveda, hepinize elveda. Eğer ben her hangi birinizi sözlerimle her hangi birinizi davranışlarımla kırdım ise kalbinizde bana kin beslemeyin. Allah büyüktür.

İnsanlar bir anda patlamış gibi ortalığı ağlamalar, feryatlar kapladı.

- Ayşacan! Böyle mi gidecektin?

- Kırgın bir kalple mi gidecektin?

- Ay canım! Kimseyle vedalaşmayacaksın yoksa?

- Sen de canım, bizim kusurumuza bakma. Biz seni seviyoruz.

- Biraz daha kalsaydın.

- Ayşa canım! Bize de kırgın mısın yoksa?

- Bari bizimle hoşça vedalaş.

Herkes Ayşa’ya sarıldı, iç çekerek ağladılar.

Sonunda sarılmalardan kurtulan Ayşa - Yeter, yeter dedim kızlar! Ağlamayın artık. Elveda. Yanlışım varsa affedin beni. Gözyaşlarını sildi ve delikanlının kendisine yanaştırdığı zencefil kısrağa bindi. Peşine kızlar, erkekler, genç hanımlar koştu.

Köyün yaşlıları olayları sessizce izliyorlardı. Ayşa ne babasına ne annesine ne akrabalarına başını çevirmedi.

Kırbacını kaldırıp - Haydi! diye bağırdı ve atı bir ok gibi fırladı. Damat, aracılar, kızın akrabaları herkes, tomrukları suya kaptıran oduncular gibi ağzını açmış duruyorlardı. İlk olarak Şakir kendine geldi ve atına bindi. Onun peşinden herkes aynısını yaptı. Ayşa’nın akrabaları kızı yakalayıp bozkırın ortasında vedalaşmak istediler. Ama Ayşa yaklaşan atların ayak seslerini duyar duymaz arkasına bakmadan kırbacını salladı ve atı hızlandırdı. Şakir’in en sevdiği kır atı hızlanmış ve geriden gelenleri toza dumana katarak uzaklaşmıştı. Atın üzerinde, bir şahin gibi samur kaşlarını çatmış Ayşa oturuyordu.

Gökyüzü açılmış ve güneş toprakları ışıkla parlatmaya başlamıştı. Atlılar, Karakesekler’in yaşadığı bölgeye, batıya doğru gidiyorlardı.

O anda, Osen nehrinin kıyısındaki mezarlığın arkasından, sarı bir at üzerinde bir adam çıktı. Düz, geniş yüzlü ve esmer biriydi. Ayaklarında kocaman yıpranmış çizmeler, bayağı yıpranmış siyah beşmet[17] üzerinde devetüyünden çekmen, başında rengi solmuş eski püskü tımak, elinde kalın beyaz bir kırbaç, yanda ağır soıl[18] asılıydı.

Yüksek otlar bu genci, Ayşa’yı uğurlayanların gözlerinden güvenli bir şekilde saklıyorlardı. Açık olan yerlerde ise bu genç adam dörtnala geçerek kayboluyordu. Böylece o, atlıların önüne geçmişti Uygun bir yer bulup atından inmiş, atının yularından sıkıca tutarak yere eğilmiş etrafı dinliyordu.

Ayşa ve yanındakiler onu geçtikleri anda herkesi tek tek dikkatlice izledi. Sonra tekrar atına bindi ve onların peşinden yola koyuldu. Başka bir kurganın[19]arkasından ikinci bir atlı çıktığı zaman, günün yarısı bitmişti. Onun, kısa yeleli, seyrek kuyruklu ve açık renkli zayıf kısrağının yanlarından ter boşanıyordu. Bu atlı mezarlığın yanına geldiği anda duvardaki delikten bir çift ibibik fırladı. Atı korkarak ürktü ama genç onu sakinleştirdi ve sopayı yerden sürerek yarın kenarına çıktı. Burada durdu. Tımakın kürklü kulağını kaldırdı. Sonra kısrağın yanına vurarak, az önce geniş yüzlü adamın grimsi atının bıraktığı izleri takip etmeye başladı.

Delikanlının üst dudağında, yeni çıkmaya başlamış bıyıklar görünüyordu. Zayıf yapılı, sarışın, geniş çeneli bu delikanlı at üzerinde, tıpkı rüzgarla açık alanda savrulan bir fidan gibi zorlanmadan hızlıca gidiyordu. Ak-Tasa tepesinin zirvesine ulaştığında güneş batıya doğru, Şotan korusunun arkasına saklanmıştı. Genç adam bir bakışta düz bozkırı, Sarı-su nehri ile yıkanmış Kara-Şalgı vadisini inceledi.Uzakta toz bulutu kaldıran bir sürü koşuyordu. Genç, keskin bakışlarıyla sürünün arkasında bir grup atlıyı fark etmişti.

İşte oradalar dedi sesli bir şekilde ve uzaktaki atlıların peşinden fark edilmeden bir kurt yürüyüşüne sahip, yalnız atlıyı gördü.

Dudaklarında mutlu bir tebessüm oluştu. O, önünde bir masa örtüsü gibi yayılmış bozkırda dümdüz yoluna devam etti. Atını acımadan bütün gücüyle koşturuyordu. Kısa bir süre sonra Kara-Şalga’nın kenarına ulaştı. Hem adamın hem atın iki çift gözü ve iki çift kulağı çok dikkatli bakıyor ve her hışırtıyı dinliyorlardı. At adımlarını tıpkı bir ceylan gibi hafif hafif basıyordu. Her hangi bir küçük yabancı ses duysalar kulaklarını dikiyor ve gözleri korkuyla parlıyordu.

Aniden ürperdi ve kenara doğru atladı. Genç adam atın bu hareketini beklemediğinden, neredeyse eyerden düşecekti.

Sessiz, sanki uçan bir şahin gibi uzaktan fark ettiği ama sonra gözden kaybettiği gri at üzerindeki genç adam önüne çıkmıştı.

Gri at üzerinde oturan genç adam - Ne oldu! Korktun mu Alkey.

Delikanlı güldü - Birazcık Abil. O kadar acele ediyordum ki seni nasıl geçtiğimi fark edemedim. Sende biliyorsun ki atın gözleri ve kulakları önde olduğu için bizi hazırlıksız yakaladın.

Abil, iyice inmiş alacakaranlıkta zor görülen hareket eden siyah lekeyi göstererek - Onlar mı diye sordu?

- Evet onlar. Aydeke’ye gidiyorlar. Ama büyük olasılıkla Sızdık’ın köyünde Bimende Bey’de geceleyecekler. Gece basıyor. Biz de gidelim. Yoksa onları kaybedeceğiz dedi Alkey.

Alkey’de kabul ederek - Haklısın. Bu kadar zengin akrabalara uğramadan geçmezler dedi.

Onun kısrağı kişnedi ve binici dizginlerini çekti. Abil’in gri atı sadece kısrağın çağrısına memnunsuz bir şekilde kulak sallamakla yetindi.

Topraklara akşam inmişti. Ayşa’nın refakatçileri, gerçekten Sızdık’ın köyünde kalmaya karar vermişlerdi. Onlar iki gruba ayrılmışlardı. Korjenbay damadı ve onun arkadaşlarını Bimende Bey’de kadınlar ve kadınların yanında çeyiz almak için gelen yolcuları Muserele’de yerleşmişlerdi.

Köye adını veren Sızdık, Bimende’nin babasıydı. Muserele ise aslında çok sessiz ve orta seviye zenginlikte bir adam olup, Sızdık’ın yeğeniydi. Sızdık onun annesini, Muserele’nin babası olan kendi kardeşi öldükten sonra eş olarak almıştı.

Bimende Bey’in iki yurtası vardı ve her birinde bir eşi yaşıyordu. Yurtalar birbirlerine çok yakındı hatta hemen hemen birbirlerine dayanmış şekilde yan yana duruyorlardı. Büyük yurta büyük eşine daha küçük yurta küçük eşine aitti. Ayrıca küçük yurtada işlenmiş deriler, gıdalar, takas edilecek ve satılacak ürünlerde depolanıyordu.

Şakir ve yolcuları, Bimende’nin büyük eşinin yurtasında sanki kendi evlerindeymiş gibi yerleşmişler ve kendilerini sanki onların atları bir yarışmada ödül almış gibi neşeli ve mutlu hissediyorlardı.

Bimende iyi ve sağlam bir ev sahibiydi. Kendi yurtalarının arkasında at arabaları ve biçerdöverler duruyordu. Geviş getiren inekler yüksek sesle mölüyor, koyunlar, buzağılar oynaşıyor, develer ve deve yavruları bir köşede yatıyorlardı.

Gelenlerin atları küçük yurtanın yanında bağlanmıştı. Aynı yerde semaverler kaynıyor, semaverlerin etrafında kadınlar uğraşıyordu.

Bimende Bey, küstahlıktan ve kibirden sanki şişecekmiş gibiydi. Kendinin ne kadar büyük bir adam olduğunu düşünmekten oturduğu yurtaya sığmıyor gibiydi. O, evden bir adım atmadan, sadece serçe parmağını oynatarak Şakir için güzeller güzeli gelini hemen almıştı. O yeter ki istesin; kendi işine geldiğinde en acımasız şekilde dolandırma konusunda usta biri olarak kendinin büyüklüğünü ve önemini kanıtlayan bu olaya herkesin dikkat etmesi onun çok hoşuna gidiyordu.

Tıpkı güneşteki su gibi parlayan yağla kaplı yüzüyle, büyük karısına talimatlar verdi:

- En yağlı koyunu kesmeleri için emir ver. Görüyor musun akrabamız hangi kuşu yakalamayı becerdi.

Aynı ses tonuyla karısı - İyi adam için hiçbir şey yazık değildir dedi ama dalga geçmekten de kendini alamayarak - Nazar değmez inşallah dedi! Ancak neden o, gelini bizim kızlarımız arasından bulamadı? Yoksa kartal gibi bu adama layık kuğu gibi kız bizim aramızda yok muydu?

Bimende kapkaranlık bir yüzle onun sözünü kesti - Anlamadığın şey hakkında konuşma kadın! Bir daha bu tür konuşmaları duymak istemiyorum, ona göre.

Kadın gülerek çıktı. O, Tokalın yurtasına uğrayarak taze kesilecek koyunun parçalanması için hazırlık yapmalarını söyledi ve sonra kotanın[20] içinden uygun bir koyun seçip, gerekli işleri yaptıktan sonra kendi yurtasına döndü. Onun peşinden yurtaya Korjenbay girdi.

Şakir ona gülerek - Buyurun, başköşeye geçip oturun dedi.

Bimende candan bir şekilde - Eee! Gördüğün gibi başarılı bir kızıl tilki avı sizi birbirine yakınlaştırdı.

Korjenbay toraya oturarak şakayla karışık - Böyle bir av için tazıda ödüle layıktır ve tazıda ödül bekler.

Bimende kendi gergin karnını yumruklayarak neşeli kahkahalar attı. Bokal, başka bir kadının yardımıyla kocaman kaynayan semaveri içeri getirdi ve çayı demleye başladı.

"Yüz dokuzuncu" veya "beyaz kuyruklu" alın. Seperatörden gelen en güzel kremadan da ver diye emretti Bimende.

Büyük karısı beyini sakinleştirerek - Hiç merak etme. Bizde olan en güzel çayı vereceğiz dedi.

Bimende ciddi bir sesle - Kremalı demli çay, müthiş kızı götüren adamlara layık bir içecektir. Bütün misafirler memnuniyetlerini göstermek için kafalarını salladılar ve keyifli bir şekilde oturdukları yerde yayıldılar.

Yıpranmış kıyafetli, seyrek keçe sakallı, kısa boylu bir adam, çekinerek yurtadan içeri baktı. Girişte ikircikli şekilde durdu ve saygıyla eğildi:

- Merhaba Bimende, selam Şakir. Tebrik ederim.

- Teşekkür ederim, eğer dalga geçmiyorsan. Sen nasılsın diye sordu Şakir.

Adam pekte açık olmayan şekilde - Eh işte. Yavaş yavaş uğraşıyoruz diye cevap verdi.

Bimende adama doğru dönerek - Seni gördüğüme sevindim Konurbay. Şakir’in onuruna şarkı söyler misin bugün? Onun kendisine nasıl bir genç kız kaptığını duydun herhalde dedi.

- Tabi, tabi diye onayladı Konurbay. Geçen sefer söylediğim gibi elbette Şakir için bu seferde söyleyeceğim. Daha önceden de gelirdim ama çocuğum hastaydı. Sabahtan beri beni yanından ayırmadı. Şakir ve sizinle görüşmeyi çok istediğimden dolayı bir bahane bulup evden kaçtım..

Büyük karısı, misafirlerin önüne renkli örtüyü sermiş, şekeri ve baursakları koyuyor, Tokal ise desenli porselen fincanlara çay dolduruyordu.

Semaver ile uğraşan Bimende’nin büyük karısı gelen adama - Konurbay. Sen niye evlenmiyorsun, tek başına küçücük çocuklarla uğraşmak kolay mı? Diyorlar ki; sen ineği bile kendin sağıyormuşsun.

Konurbay - Oy Jumabike! Düşünüyorsun ki evlenmek çok kolay. Bu halimle beni kim alır.

- Ay zavallı! Neden almasınlar. Şakir’e bak. Karısını gömmesinin üzerinden bir ay geçmeden yenisini aldı. Ya Bimende’ye bak. Ben henüz ölmedim ama o ikinci kadını eve getirdi diyerek kocasını iğneledi Baybişe.

Korjenbay, Şakir ve Bimende kahkahalar atmaya başladı.

- Ay Jumabike. Sen kimi kiminle kıyaslıyorsun. Ben saygıdeğer Bimende ile bir miyim? Bi de kim kızını fakir birine bedava verir. Bende de kadın satın alacak hiç para pul yok dedi üzüntüyle Konurbay.

Baybişe ona karşı çıktı - Kim bilir. Hayatta bir şekilde her şey olur. Yeter ki istemesini bil dedi.

Şakir’in yoldaşlarından biri olan Akaş Konurbay’a - Otur yanımıza diye teklifte bulundu.

Konurbay utanarak - Gerek yok. Siz yiyin. Ben öylesine geldim dedi.

Bimende ona - Gel, gel deyince kendinde dastarhana yaklaşma cesaretini buldu.

Kasesine "beyaz kuyruklu" koyu çay dolduran Korjenbay, ukala bir şekilde - Galiba sana kadın lazım değil. Eğer lazım olsaydı nasıl ödeyeceğini bulurdun dedi. Geçen sene sen Jaylauda göçebelik yaparken sığırın bayağı çoktu. Ben çok iyi hatırlıyorum.

Konurbay çekinerek küçük bir baursak almak için elini uzatırken - Ben de hatırlıyorum. Ancak bende artık sığır yok diye cevap verdi.

Korjenbay şakalarına devam ederek - Ne kadar sığırın olduğunu bana itiraf edersen bende sana uygun bir kadın bulurum dedi.

Jumabike sırıtarak - Vay Baygus! Söylediklerine bak. Gerçekten bulur. Bizim Korjenbay var ya! Kurnaz bir çöpçatandır dedi ve kesme şekeri keyifle ağzına attı. Herkes tekrar kahkahalara boğulmuştu.

Bimende de destekleyerek - Hakikaten yahu. İşinin yapılmasını istiyorsan Korjenbay’a hesap ver.

- Tamam. Siz hesap yapın. Buzağılarıyla birlikte iki inek. Yavrularıyla birlikte on koyun. Bir at bir deve bir de bir yaşında bir buzağı. İşte bütün mallarım bunlar. Bir de yurtada küçük kargalar gibi ağzını açmış üç çocuk.

Korjenbay şüpheyle - Ay ay! Diğer sığırları nerede kaybettin? Karın hayattayken senin malların bu kadar mıydı diye sordu?

- Nerede kaybettiğimi mi soruyorsun? Bazılarını yedik bazıları juttan[21]öldü bazıları da kayboldu. Mesela bir kaç gün önce ayakta duran son kısrağı hırsızlar çaldı. Geçen kış Abdurahman şerefsizi devemi aldı ve fabrikadan şehre yük taşıyacağını, bana da para vereceğini söyledi. Ama ne deveyi geri verdi ne de avans dışında bir para görmedim sayılır. Avans dediğinde bir kaç kuruş.

Oturanların hepsi çok şaşırmıştı.- Nasıl olur böyle bir şey?

- İşte öyle. Ben soruyorum. Devem nerede? O bana, devene icra memurları el koydu ve askerlere verdi diyor.

- Hangi askerlere?

- Almanlarla savaşmak için köylerden toplanmış askerlere. Abdurahman diyor ki; şehirden çıkarken tam karşımdan bir ordu geliyordu. Onlar yaklaşınca onların komutanları ve bekçiler, devemden inmemi emrettiler. Ama ben onları dinlemedim. O zaman onlar beni dövdüler ve koşumlarıyla birlikte senin deveni benden aldılar. Kızağa bindiler ve gittiler.

Şakir ilgiyle - Eee! Sadece senin deveni mi almışlar. Kalanlara hiçbir şey yapmamışlar, öyle mi diye sordu?

- Evet. O bana böyle dedi.

- Hiçbir kağıt, evrak vermemişler mi?

- Vermediklerini söyledi.

- Sana da hiçbir şey ödemedi öyle mi?

- Dediğim gibi sadece avans, yani kuruş ödedi. Avansla birlikte ona da lanet olsun diye ağzından kaçırdı Konurbay.

Korjenbay Bimende ve Şakir’e bakarak - İnanılmaz bir şey, şaka gibi dedi.

Akaş - O zaman sen Bimende Bey’den devenin parasını Abdurahman’dan tahsil etmesini niye rica etmiyorsun diye sordu.

Konurbay minnetle eğilmiş halde beye bakmamaya çalışarak - Ben ettim ama saygıdeğer Bimende çok meşgul bir adam dedi Konurbay.

Bimende yine kabardı.

- Abdurahman ile birlikte sadece bir aptal iş yapar. Bu köpeğe var ya! Değil deveyi, devenin yağını bile vermemek lazımdır. Ama belki de yalan söylemiyordur. Geçen kış askerlik için gerçekten köylerden kasabalardan birçok kişiyi aldılar. Yollar bunlarla doluydu. Biz geçen kış şehirden yüklü karavanlarla geldiğimiz zaman Nura kıyısındaki köyleri geçene kadar, önde gitmek zorunda kalmıştım ve tüm yol boyunca askerler bizi rahatsız etmişti. Şunu ver, bunu ver. Ama onlarla içten konuşunca rahat bırakıyorlardı. Jılanda köyünde bir Rus’un beyaz bıyıklı oğlu ile karşılaşmamızı hatırlıyorum. Üstü başı yırtılmıştı ve yanında da tıpkı kendisi gibi bir de çetesi vardı. Ama beni tanıdı, elimi sıktı. Yalvararak "İşte savaşa gidiyoruz. Ya Almanlar bizi öldürmez bırakır ya da kellemizi orada bırakacağız.."Ben cebimden bir beşlik çıkardım al bunu dedim." O da aldı ama bana bir şey yapmadı dedi.

- Onun kardeşini de kısa bir zaman önce almışlar dedi Korjenbay.

- Yabancı ülkede yaşamak onlar için çok zor olacak galiba dedi Akaş.

- Sen ne diyorsun. Tabi ki zor olur. Onlar insan değil mi? Alman herkesi kuzu gibi keserken kimin hayatı kolay olur ki diye destekledi Korjenbay. Sen ne dersin diye Şakir’e sordu.

- Ben mi ne derim. Bu kafirleri kessinler. Onlar bizim topraklarımıza, sularımıza, bizim sığırlarımıza göz koymuşlardı. Bizim başımızda kırbaç sallasınlar diye kendi askerlerini yolluyorlardı. Gördün mü bak Allah’ta onları cezalandırıyor. Doğru değil mi Konurbay? diye alevlendi Şakir.

Konurbay bir anda cesaretlenmişti - Orası öyle ama onlarla birlikte bizim kardeşlerimizde ölüyor. Alman hiç kimseye acımıyor ki. Alman gökyüzünden uçarak ateşli bombalar atıyor. Hem bu işin Ruslarla bir alakası yok. Komutanları suçlu. Benim devemi o aldı.

Bimende onları durdurarak - Hop hop! Komutanlar hakkında da askerler hakkında da yavaş konuşun. Ortama ağır bir sessizlik çöktü. Jumabike küçük yurtaya geçti. Orada erkekler koyunun derisini yüzmüşlerdi. Tokal ise bulaşık yıkıyordu.

- Neyse Konurbay. Üzülme! Sana yardım etmeye çalışacağım dedi Bimende ve eliyle dizine vurdu. Şimdi ise sen Şakir ve gelini onuruna bir şarkı söyle bakalım dedi ve yastıklara yaslandı.

Konurbay reddetmeyi denedi - Ne bileyim. Bugün sanki hem sesim hem de keyfim yok gibi.

Korjunbay ona sitem etti - Söyle söyle niye nazlanıyorsun?

- Nazlanmıyorum. Peki, ne söyleyeyim. Kısa bir şeyler söyleyeyim. Mesela bunun gibi dedi Konurbay ve söylemeye başladı.

Hayatımız gece gibi karanlık

Ve hapishane gibi dar

Kavgalarımız olmasa

Daha mutlu olabilirdik

Zor zamanlar geldi

Herkese toprak lazım su lazım

İsteklerimiz gönlümüze sığmıyor

Kederlerimiz dibine kadar içilmiyor

Öksüren Konurbay üzüntülü bir şekilde - Yok. Bugün gerçekten söyleyesim yok. En iyisi ben size şiir okuyayım..

İzin beklemeden okumaya başladı.

Kazak, sen cehaletten körsün

Kültürlü kabileler için alay konususun

Bozkırın geleceğini düşünmüyorsun

Senin umursamazlığın keder ve yas getiriyor

Kazak, neden bu kadar düşüncesizsin

Göçebelikten bıktın! Ve memurlardan tıpkı bir tavşan gibi

Titreyerek çalılara kaçıyorsun

Hey halk! Neden korkak oldun sen?

Sende tek olan şeyi alan kardeşinden

Geri alamıyorsun, almaya cesaret edemiyorsun.

Kim bize akıl verir? ve kim düşmana

Cesur kararlılıkla dolu bakışını batırır?

Sevdiği halkı için kim kalbini verecek?

Nerede o adam? Ne zaman gelecek?

Fakirin sözlerini kimse önemsemez

Ağzı yamuk olsa bile sadece beyler konuşur

Konurbay uzun uzun içini çekerek okumayı bitirdi ve tekrar Bimende Bey’e bakmaktan kaçınarak büzüldü.

Ama bey hiç önemsememiş gibi oturuyordu. Sanki Konurbay’ın söylediği son satırların onunla her hangi bir alakası yokmuş gibi duruyor, kendisiyle alakası olabileceğini aklının ucuna bile getirmiyordu.

Korjenbay yüksek sesle - Sen akınmışsın[22] dedi.

- Güzel sözler. Doğru sözler dedi Akaş. Bizim ailemize bak. Kura nehrinin kıyısındaki en iyi otlakları, en iyi tarlaları, her şeyi göçebelere verdik. Memurlar bizi oradan zorla kovdu. Siz hepiniz biliyorsunuzdur. Babam annemin akrabalarının topraklarına, Karakeseklere taşınmak zorunda kaldı.

Bimende sözünü kesti - Tamam. Sızlanmayı kesin dedi ve önemli biri gibi Konurbay’a sordu:

- Sen gerçekten akınsın. söyler misin bana, bu şarkıları sen kendin mi yazıyorsun?

Konurbay gözlerini kaçırarak kısık bir sesle - Nerde. Ben nasıl yazayım. Kitaplardan ne okuyorsam onu söylüyorum işte diye konuştu.

Korjenbay heyecanla - Sen kitap okumayı biliyor musun? Bildiğin şeyleri niye saklıyorsun o zaman. Senin gibi adamlar çocuklara öğretmeli dedi.

Konurbay elini salladı - Yook, benden öğretmen olmaz. Ben birazcık Türkçe anlıyorum. Elime ne geçerse onu okuyorum. Bir şeyi beğenirsem ezberliyorum. Şiiri de çocukluğumdan beri severim.

Yurtaya birden bire yırtık şalvarıyla ürkek bir erkek çocuğu girdi. Onu ilk Jumabike görmüştü.

- Hey! Bu kimin çocuğu? Konurbay senin oğlan mı yoksa bu?

Konurbay oğlanın kafasını okşayarak - Ne oldu, niye geldin diye sordu?

Çocuk utanarak kısık sesle - Uteş ağlıyor, seni çağırıyor baba.

Konurbay kalktı - Ağlıyor demek ki. O zaman gidelim.

Bimende onun arkasından - Sen bana bi uğra. Ben ilerdeki günlerde şehre gideceğim, senin içinde konuşabilirim dedi.

- Teşekkür ederim ağam. Evinizde huzur mutluluk olsun, sana da mutluluklar dilerim Şakir diyerek vedalaştı Konurbay.

Bimende, Şakir ve Korjenbay farklı konularda konuşmaya devam ettiler. Atlara bakmaktan sorumlu Akaş, Konurbay’ın peşinden yurtadan çıktı. Atlar sıkıca bağlanmıştı ve Akaş bir erkek çocuğunu yanına alıp Ayşa’nın kaldığı Muserele’nin yurtasına gitti. Kızın kardeşi Kanali ile sohbet eden Akaş onu Bimende’ye davet etti.

Şakir ve Korjenbay yurtanın girişinde oturmuş kısık sesle konuşuyorlardı. Sessizlikte ineklerin ve buzağıların solunumları net olarak duyuluyordu. Az sonra Korjenbay yurtaya girerek Bimende ile kısa cümlelerle konuşmaya başladı. Yurtadan birlikte çıktılar ama Bimende hemen diğer gençlerin peşinden gelmesini işaret ederek Tokal’ın yurtasına girdi. Küçük yurtada girişin bir tarafında sütü ayıran makine, diğer tarafta ise ürünle dolu çuvallar ve tabaklanmış deriler duruyordu. Yurtanın derinliklerinde üst üste konmuş bir kaç sandık göze çarpıyordu. Tam ortasında ateş üzerine bir kazan asılıydı. Yurtanın içine süt, krema, kuru deri, kurutulmuş et kokuları işlemişti. Bimende sandıklardan birini açtı ve içinden çeşitli kumaş parçaları çıkartmaya başladı.

- İşte bu saten - Kırk kuruş. Bu toptaki kumaşın bir arşını iki grivna. Bu ipek - bir ruble yirmi kuruş. Bekesap - altı grivna. Metketon - otuz kuruş. Kretonun bir arşını - iki grivna. Lastik var, drap var, kadife var. Yani ne istersen her şey var dedi Şakir’e.

Şakir Kanali’ye dönerek - Önce gerekli her şeyi sen seç, sonra ben seçerim dedi.

Bimende bir arşın uzunluğunda ahşap cetveli salladı ve kumaşlar şakımaya başladı. Tüm bu alışveriş elbette Ayşa içindi.

Kızı Karakeseklere annesi de dahil beş kişi uğurluyordu. İki refakatçi onun kardeşleri Kanali ve Aydar idi. Diğer ikisi Tinjen ve Serik Kadır’ın akrabalarıydı. Tinjen Rapış’ın abisiydi, Serik ise Kanali’nin karısı Rahiya’nın küçük kardeşiydi.

Tüm refakatçiler islenmiş büyük Muserele’nin yurtasında rahatça yerleşmişler ve kendilerine çok önemli biriymiş görüntüsü vermeye çalışarak, hiç konuşmuyorlardı.

Ayşa’nın yaşdaşı olan Muserele’nin kızı, yurtanın sağ tarafında bulunan gelin yatağında ki gelinin tam karşısında oturuyordu.

Muserele’nin gelini çay demlemeyle uğraşıyordu. Ocağın yanında, sakalını yavaşça okşayan yurtanın sahibi oturuyordu.

Onun ileri yaştaki karısı, gelininin nasıl çay demlediğini kontrol etmek için yurtaya girip çıkıyordu. Sonra ağıla doğru giderek, orada kuzulara ve koyunlara bakan oğluyla hızlı hızlı ve kısık sesle konuşmaya başladı. Oğlan, onu dikkatlice dinledikten sonra yurtaya girdi.

- Ake. Bir dakika konuşabilir miyiz?..

- Konuşalım diyen Muserele yerinden kalktı ve anlayışlı bir yüz ifadesiyle dışarı çıktı. Karısı yarım ağızla - misafirlere ne ikram edeceğiz diye sordu.

- Ben nereden bileyim. Kendin düşün diye cevap verdi.

- İki gri keçi yavrusundan birini keselim mi?

- Olur mu yahu? Misafirlerin peşinden dedikodular alır başını gider. Ne de olsa Boranbay’ın oğlunun gelinini getiriyorlar. Boranbay, bizim sofraya keçi yavrusu koyduğumuzu öğrenirse rezil oluruz. Böyle bir hayırlı işe koyun kesin diye söyledi Muserele.

- Yırtık kulaklı genç koyunun yavrusunu mu dedi karısı.

Muserele’nin oğlu - Yok. Yaşlı koyundan olan daha iyi. O, yavrusu olmadan kışa doğru biraz kilo alır dedi.

- Doğru diyorsun. Yaşlı koyundan olanı keselim. Elinizi çabuk tutun dedi ve yurtaya girdi. Orada gelinine - sen canım ateşi canlandır. Oduna acıma sakın, Bi de çay ne oldu. Görmüyor musun insanlar yorgun argın yoldan geldiler. Aynaş sen ise - Git. Karanlık olmadan annene yardım et dedi kızına

Misafirler kendilerine et ikram edileceğini anlamışlar ve bazıları oynamış oldukları önemli kişi rolünden hemen vazgeçmişlerdi. Karakesek ailesinden Boranbay’ın onurlu temsilcisi olarak giden zayıf, sakalsız Tin-Jan, dudaklarını iştahla şapırdattı ve tükürüğünü gizlice yuttu.

Çayı verdiler. Muserele ateşe daha yakın oturmuştu. Aynaş lambayı yaktı, Baybişe ve Muserele’nin oğlu, direnen kuzuyu yurtanın içine getirdiler. Onların arkasından beyaz göğüslü bir köpekte içeri girdi. Köpek, titreyen hayvandan sahibine gözlerini çevirerek sevinçle dudaklarını yalıyor ve kuyruğunu sallıyordu.

- Hah! Hayvanı mı getirdiniz. İyi. Duasını edelim ve oğlu Tursun’a koyunu sen kesiver diye seslendi Muserele. Köpeğe de bağırarak - dışarı çık dedi.

Beyaz göğüslü köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına alarak biraz uzaklaştı ama yurtadan tamamen çıkmadı. Girişte durup, tekrar yurtaya girmek için fırsat beklemeye başladı.

Gökyüzü ağır kara bulutlarla kapanmıştı. Karanlık hem Sarı-Su nehrini hem yüksek otlu bozkırı hem tepeleri hem de dağları kaplamıştı. Zifiri karanlıkta sadece yakındaki köylerin zayıf ışıkları parlıyor, birde yüksek sesli kahkahalar ve köylülerin bazı kelimeleri duyuluyordu.

Sekiz yurtadan oluşan Sızdık’ın köyünde ise çok gürültü vardı. Tüm yurtalar aydınlatılmıştı. Her taraf insan kaynıyordu. Her taraftan sahiplerin ve misafirlerin sesleri duyuluyordu. Ayşa’nın refakatçilerinin atları, Muserele’nin yurtasının arkasında bağlı duruyordu.

Şakir’in atları ise Bimende’nin yurtasının yanında homurdanıyordu.

Her tarafta gür ateşler yanıyordu. Taze kan kokusunu alan köpekler hırıldıyor ve birbirleriyle dalaşıyordu. Koyunun son ölüm çığlığı duyuldu ve beyaz göğüslü köpek yurtaya doğru ok gibi fırladı.

Sıcakkanla dolu tası yurtanın girişine koyar koymaz beyaz göğüslü köpek kafasını daldırdı. Açgözlü bir şapırdama sesi geldi. Koşarak gelen kızıl köpek yavrusu da hemen tasa dalacaktı ama beyaz göğüslü köpek dişlerini göstererek, tehditkâr bir şekilde hırladı. Köpek yavrusu kuyruğunu kıstırarak tasın kenarını yaladı ve tasın sahibi olan köpeğin yüzüne doğru bakarak beklemeye başladı. İtaatin açık işareti beyaz göğüslü köpeği sakinleştirmiş, yavruya dikkat etmeyi bırakmış ve lezzetli yemekle karnını hızla doyurarak kendini koyuvermişti.

Gecenin karanlığında gizlenmiş olan sopalı iki atlı, dikkatli bir şekilde köye yaklaştılar. İkisinin de çapanlarının eteği üste doğru kıvrılmış, tımakların kulakları kaldırılmıştı. Onların atları tıpkı kediler gibi sessizce adım atıyordu. Atlılar gözleri ağıracak kadar çok dikkatli bir şekilde karanlığa bakıyorlardı.

Yoldaşının biraz önüne geçen Abil, çok kısık bir sesle - Dikkat et! Dizginlerin sesi çıkmasın dedi.

Onlar, o ana kadar köyü uzaktan izlemişlerdi. Yurtaların arka tarafında kalmaya çalışarak sessizce hareket ediyorlardı. Bir anda bir köpek havladı. Atlar sanki yere gömülmüş gibi dimdik dururken atlılarda dikkatlice etrafı dinliyorlardı.

Sarışın delikanlı kısık sesle - Onlar burada değil...Burası sanki Sızdık’ın köyü değil gibi. Hem atlar yok hem de yurtalara bakılırsa içinde misafir olduğu pek belli olmuyor dedi.

Köpekler susmuştu.

Abil cevap verdi - Evet biz biraz sola kaymışız.

Vadi üzerinden geçmek için atlarını biraz sola kaydırmışlardı. Yamaçta duran yurtada bir ışık yandı ve sesler duyuldu. Büyük yurtanın hemen hemen bitişiğinde sanki büyük yurtanın sarılmış gibi durduğu daha küçük ikinci yurtada ışık yoktu.

Sarışın Alkey arkadaşına dönerek:

- Büyük yurtanın yanında bir şey var. Görüyor musun? Sanki bir at bağlı gibi dedi.

- Yaklaşalım dedi diğeri.

Onlar, vadinin dibinden geçerek otların kesilmiş olduğu alana çıktılar. Gri kısrak bir anda ürkmüştü. Abil’in kül rengi gri atı da bir adım attı ve durdu. Geniş yüzlü delikanlının kalbi buz gibi olmuştu. Atını hafifçe kırbaçladı ama at yerinden kıpırdamadı. Av kokusu alan kedi gibi veya korkmuş bir fare gibi durmaya devam ediyordu.

Alkey karanlıkta bir şeyler görmek için çabalıyordu. O kadar dikkatli bakıyordu ki sanki bakışları karanlığı deliyor gibiydi.

Abil - Eyvah! At birini gördü dedi.

- Bu köyde de misafir yok sanki. Kermenin[23]yanında bir at duruyordu. Kimin acaba? Ne düşünüyorsun? Atları bu şekilde İsabek’in oğlu Musa bağlar gibi geldi bana. Herhalde onun köyü burası.

- Yine de atın ne gördüğünü anlamayı çok istiyorum. Şurada ki dağ geçitlerine bakıyor. Orada biri mi var acaba? Gidelim ve bakalım dedi Abil.

Sözü biter bitmez onların elli adım ilerisinde geçitten uzun kıyafetli, genç bir adam figürü ortaya çıktı ve hemen geri saklandı. Aynı anda siluetine göre bir kadın olduğu belli olan bir gölge toprağa doğru eğilerek, bozkıra doğru kaçmaya başlamıştı. Atlar şaha kalktı ve koşmaya başladı. Onların peşinden havlayarak köpeklerde koşmaya başladı ama atlılar bir anda gecenin karanlığında kaybolmuştu.

Yurtadan insanlar çıkmaya başladı ve yüksek sesle bağıra çağıra köpekleri cesaretlendirdiler.

Musa’nın gelini, nefesi tıkanmış halde kayınbiraderine iki atlıyla karşılaşmasını anlatıyordu:

- Aman Allahım! Ben taa oraya ihtiyacımı görmeye gitmiştim. Baktım ki iki adam geliyor. Beni görür görmez hemen kaçtılar. Baksana köpekler nasıl da delirdiler.

Kadın, kendisiyle birlikte saklanan delikanlı gölge hakkında sadece kendi bildiği nedenle hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Kadının kayınbiraderi olan genç delikanlı heyecanla:

- Vay seni vay! Gittiler diyorsun. Hırsızlar, kesin hırsız bunlar. Sen niye oyalandın, neden hemen bağırmaya başlamadın?dedi

Ve cevabı beklemeden paldır küldür yurtaya gitti. Girişte Musa ile karşılaştı.

Musa topallayarak geline yanaştı:

- Ne oldu? Kaç kişilerdi? Ne tarafa gittiler? diye sordu.

Köy ürkmüştü. Her taraftan bağırışlar geliyordu - Hırsız var, hırsız var.

Musa’nın hareketleri daha aceleciydi. Sesi kısık kısık geliyordu. Sanki topallaması bile artmıştı.

- Çabuk. Bütün köylere haber vermek lazım Oteya! Asautay! Gidin. Umbet’i uyarın. Beysenbay, Akkuba, siz İskander’e gidin. Jumagul! Sat! Siz de Bimende’ye gidin. Onların köyünde misafirler var, bir sürü at olmalı. Tüm sürülere bekçi koysunlar, gözlerini dört açsınlar diye talimatlar yağdırdı.

Ondan sonra tekrar geline ne olduğunu sordu. Kurnaz kadın hiç gözünü kırpmadan söylediklerini aynen tekrarladı.

- Ben kunganı[24] aldım ve ihtiyacımı gidermek için oraya gittim. Evet... Sonra vadide iki atlının durduğunu ve bizim açık kestane renkli atımıza baktıklarını gördüm. Tabi ki önce ben bunların atın üzerilerinde olduklarını fark etmedim. Ben bizim sürümüzdeki iki atın kaçtığını sanmıştım. Biraz yaklaşınca iki adamın atın üzerinde olduğunu anladım. Onlarda beni görünce korktular ve hemen kaçtılar. Bende o zaman anladım ki bunlar kötü insanlarmış. Ama önce anlamamıştım bu yüzden de bağırmadım.

- Vay canına! Allah’a çok şükür. Kantbala olmasaydı atları çalacaklardı. Bütün sürülerimiz bekçisiz duruyordu diye bağırdı Musa.

Endişelenme hissi yavaş yavaş geçmiş ve insanlar sakalaşmaya başlamıştı. Aynı zamanda altı köye haber verilmiş ve oranın sakinleri güvenlik için hemen her tür önlemleri almaya başlamışlardı. Atları sürülerin içinde otlayan adamlar, bekçi göndermek için anlaşmışlar, Sızdık’ın köyüne Jumagul ve Sat ile birlikte iki genç gelmişti. Bunlardan biri Bimende’nin oğlu diğeri ise beyin komşusuydu.

Gelenler, Musa ve onun etrafından toplanmış insanlarla merhabalaştılar.

- Musa eke! Babam size daha fazla atlı bekçi göndereyim mi diye soruyor? Sürünün otladığı yere her köyden birer kişi göndermek lazım. Babam ne kadar çok adam gönderirsek o kadar iyi olacağını söyledi dedi Bimende’nin oğlu.

- Doğru! İyi fikir! Katılıyorum. Bekle, hemen geliyorum. Sen Jumagul ve sen Uten, kendinize bir at bulun. Bulamazsanız develere binin ve hemen sürüye doğru gidin diye talimat veren Musa, köydeki atlar az ise bir at üzerine iki kişi binin ama sürüden ayrılmayın diye ekledi. Ben ise Bimende’ye gidiyorum. Hey orda biri var mı? Bana benim sopamı getirin.

Onun atı, durduğu yerde ayaklarını toprağa vurarak homurdanıyor ve dizginini koparmaya çalışıyordu. Musa telaşlı - Vay canına! Koşacağını hissediyor galiba. Hay Allah! Eyerim nerede? Çabuk getirin. Sopam, sopam nerede diye bağırıyordu.

Kazanda kısa bir zaman önce kesilmiş koyun eti fokurduyordu. Ayşa, Muserele’nin kızıyla birlikte dışarı çıkmak için ayağa kalktı. Ocağın yanında uğraşan gelinde işini bırakarak onlara katıldı.

Muserele’nin gözleri Ayşa’nın üzerinde olmasına rağmen kızı ve gelinine - Kızlarım. Çok dikkatli olun. Etrafınıza iyi bakın. Gece ne kadar karanlık görüyorsunuz değil mi? Ayrıca misafirlerimizin atları ne durumda. Bekçiye söyleyin uyumasın orada diye ikaz etti.

Ayşa, şalvarı, çapanı ve tilki ayaklarından dikilmiş şapkasıyla, genç bir delikanlı gibi görünüyordu. Sadece dikkatlice bakılırsa ne kadar hoş bir kız olduğu anlaşılabilirdi.

Muserele hayranlıkla - Ne kız ama! diye düşündü.

Yurtanın parlak ışığından sonra akşamın karanlığı, kadınlara zifiri karanlık gibi gelmişti.

Muserele’nin kızı - Çok karanlık. Hiçbir şey görünmüyor dedi.

Gelinde - Gözlerim kör olmuş gibi. Sakın bir şeylere takılıp düşmeyin. O kadar karanlık ki, korkmaya başladım dedi.

Ayşa üzüntülü - Korkuyla bir iş yapamazsın. Kendi iradesi dışında yaşayan insanın hayatı zaten karanlıktır. Bu karanlıktan korkmaya gerek yok, az sonra gözleriniz alışır diyerek dikkatli adımlarla yurtanın etrafını dolaştı.

Atlara bekçilik yapan Serik, kızların yaklaştığını duyunca ayağa kalktı.

Ayşa gencin önünde durarak - Nasılsın Serik dedi.

Tüm yol boyunca ağzını açmamış kızın sorusu genci bayağı şaşırtmıştı.

- Fena değil. Bekçilik yapıyorum. Yoksa bana yardıma mı geldin diye şaka yaptı.

Gelin sohbete katılarak - Sen yoruldun mu yoksa diye sordu?

- İkinci gece oldu. Doğru düzgün uyuyamadım. Sadece kestirebildim diye söylendi Serik.

Gelin onunla dalga geçerek - Sen akşamdan beri yatağı hayal ediyorsan ne biçim bir bekçisin öyle dedi.

Ayşa sırıtarak - Bu kadar kalabalık bir köyde atları kaçırmak kimin aklına gelebilir ki zaten? Uyusun biraz, bir şey olmaz dedi ve kadınlar gülerek çiy çalılara doğru yöneldiler.

Ayşa kızlara - Daha çok bağırın. Böylece gizlenmiş düşmanı ya da kurdu korkutalım.

Muserele’nin kızı - Ben deneyeceğim dedi. Heyyy, hoşşt! diye bağırdı.

Ayşa gelinle birlikte kahkahalar atarak kızın bağırışlarına katıldılar.

Yurtadan Ayşa’nın kardeşi Aydar çıktı ve kısık bir sesle Serik ile konuşmaya başladı.

Onlar bazen kadınların seslerinin geldiği yere bakıyor ama hiçbir şey göremiyorlardı. Çiy çalılardan sadece kahkahalar, bağırışlar ve kurganların çın çın sesleri geliyordu. Ayşa Muserele’nin kızına ve gelinine bir şeyler anlatıyordu ve sesi o kadar güzeldi ki sanki ince bir buza vuran pınarın sesi gibiydi.

Aydar, atlara bakarmış gibi yaparak bir kaç kere yüksek sesle bağırdı:

- Heyt! Hey!Kişt! diye bağırıp sonra yurtaya girdi.

Gece sessizdi. Komşu köylerden sadece konuşma sesleri ve kuzuların melemeleri duyuluyordu. Bir anda sanki karanlıkta saklanmış biri kendilerine yaklaşmış gibi gelmiş: önde duran çalı kıpırdamıştı.

Gelin çalılığı göstererek - Bence burada biri var dedi.

Ayşa inanmayarak sakince - Burada kim olabilir diye yanıtladı. Çalı tekrar kıpırdamıştı.

Muserele’nin kızı ürkmüştü - Oy! Orada gerçekten biri var. Eyvah! Belki de hırsızdır. Hadi çabucak eve gidelim, bizimkilere söyleyelim dedi.

Ayşa onu sakinleştirmeye çalışarak - Ay bırak ya! Hırsızlara at lazım, sığır lazım. Genç kızların konuşmaları ancak genç delikanlıları ilgilendirir. Görürsün bak. Şimdi burada seninle konuşmayı hayal eden biri çıkacak dedi. Sonra kıpırdayan çalıya doğru - Buyurun, ortaya çıkın dedi. Burada genç kız ve genç gelinin dışında kimse yok.

Bir anda çalılığın arkasından bir ses geldi:

- Lütfen. Benden korkmayın.

Muserele’nin kızı çığlık attı - Erkek!

Gelinde yankı yapar gibi - Erkek diye bağırdı!

Aynı ses - Bağırmayın. Size bir şey söylemem gerekiyor dedi ve çalılığın arkasından uzun boylu, sarışın genç bir delikanlı ortaya çıktı.

- Merhabalar.

Şaşıran kızlar ve gelin, merhaba diyerek cevap verdiler.

- Ayşa affet beni ama bana sen lazımsın. Senin arkadaşların seni biraz bekleyebilir mi dedi.

Ayşa ayağa kalktı - Siz oturun kızlar. Benim bu adamla konuşmam lazım.

Muserele’nin kızı ve gelini şaşkın şaşkın homurdandı - Tamam, tamam.

Genç adam ve Ayşa çalılığa doğru gittiler ama Ayşa çok çabuk geri döndü.

- Benim ona bir şey vermem gerekiyor. Özellikle bunun için köyden buraya gelmiş. Hadi şimdi eve gidelim, ben vereceğim şeyi orada bırakmıştım. Ama siz bu adamla görüştüğümü hiç kimseye söylemeyin olur mu dedi.

Hem genç kadın hem de kız, işin sonunun nereye varacağını anlamış gibiydi.

Koro halinde konuşmaya başladılar - Niye söyleyelim ki. Gereksiz şeyleri niye anlatalım ki.

Ayşa emrederek - Hadi gidelim dedi. Ben demin oturduğum yastığın altına bir paket koymuştum. Orada bir beze sarılı bir kaç taşlı yüzük var. Korjun’da[25]da diğer bir kumaşa sarılı bilezik ve gümüş paralar var. Ben bunları bu gence vereceğime dair söz vermiştim. Siz gidin, onları bulup buraya bana getirin. Benim sık sık dışarı çıkmam hoş olmaz. Ama siz kimseye fark ettirmeden bunları bana getirebilirsiniz.

Gelin sordu - Sen şimdi bize senin eşyalarını karıştırmamızı mı söyledin. Nasıl dedin. İki paket değil mi? Biri korjunda diğeri bohçanda öyle mi?

- Evet...

Gelin sorularına devam ediyordu - Sen paketi nereye koymuştun. Yere mi, yoksa koşmalar arasında mı?

- Yanılmıyorsam koşmaların arasına koymuştum. Orada yoksa o zaman yerdedir, oraya bakın. Son aşamada anneme sorarsanız o bulur.

Muserele’nin kızı kendinden emin bir şekilde - Kendimiz hallederiz dedi.

Üçü birden Serik’e doğru yaklaştılar.

Serik sırıtarak - Nerede kaldınız siz?

- Uzun zaman mı oldu. Halbuki bize çok çabuk geçmiş gibi geldi.

Serik gülerek ve ne cevap vereceğini bilemeden anlamlı bir şekilde öksürdü.

Ayşa kızlara - Ben burada bekliyorum, siz gidin dedi. Beni sorarlarsa, atlara bekçilik yapan gencin yanında kaldı biraz sonra gelecek deyin. Gidin ve lütfen eliniz boş dönmeyin olur mu?

- Tamam, tamam dediler ve gelinle kız yurtaya girdi.

Ayşa Serik’e dönerek - Serik. Ben atımın üzerinde ki çula bir şey saklamıştım. Bunu Rahiya’ya verecektim ama unutmuşum ve yanımda getirmişim. İyi ki bir fırsat çıktı. Onu sana vereyim. Atımı getirir misin lütfen dedi hızlı hızlı konuşarak.

Serik ilgiyle - Neymiş o diye sordu?

- Atımı getirirsen ben sana verdiğimde görürsün dedi.

Serik kermeye yaklaştı, Ayşa’nın atının bağlarını hızlıca çözerek Ayşa’ya doğru getirdi.

Nal sesleri yurtadan duyulmuştu ve biri bağırdı:

- Hey Serik, ne oluyor?

Genç adam cevap verdi - Yok bir şey. Atları daha sıkı bağlıyorum dedi.

Ayşa çulun içinde bir şeyler aramaya başladı.

- Eyvah. Yok. Demek ki korjunda aramak lazım. Sen şimdi aceleyle gidip beyaz kumaşa sarılı bir paketi bul ve bana getir. Atımı ben kendim bağlarım ve lütfen çabuk ol. Kadınlar geri gelene kadar yetiş diyerek Serik’i hızlandırdı ve atının yularını eline aldı.

Ayşa’nın gözleri heyecanla parlıyordu. Ama Serik bunu fark etmemişti. Hızlıca yurtaya doğru gitti.

Serik yurtaya girince, Ayşa hemen beline sarılmış kuşağını çözerek çapanını sıkıca bağladı. Kızıl ata bindi.

Yuları gererek kısık sesle - Tulparım. Beni buradan götür.

Köylerde hala sessizlik hakimdi. Ama çiy çalılarda saklanmış sopaları ellerindeki iki delikanlı saldırmaya hazır şekilde bekliyorlardı - Çekmenlerini ve çapanlarını sıkıca bellerine bağlamış, tımakları iyice kafalarına oturtulmuş, ipleri çenenin altından sıkıca bağlanmıştı.

Kızın yaklaştığını ilk önce Abil’in gri atı hissetmişti. Hemen sonra sarışın gencin altındaki gri kısrak da fark etti. At üzerinde gelen genç bir kızın silueti önlerinden geçmişti.

Abil atı sakinleştirerek boynunu okşadı ve yoldaşına:

- Baksana zavallının kalbi nasıl da atıyor dedi.

At bir anda tekrardan irkildi ve sağa doğru döndü. Gençler neredeyse kendilerinden geçmişti: karanlıkta onlara doğru dört atlı yaklaşıyordu.

- Orada Ayşa, burada peşlerinden gelenler. Onlar bizi izlemişler herhalde. Bu yüzden artık saklanmak için çok geç. Ne olursa olsun ben mücadele edeceğim. Sen Ayşa’ya doğru koş. Eğer o Ayşa değilse direk yurtaya git. Şimdi orada ortam karışmıştır ve sen o kargaşada kızı alırsın diye emretti Abil. O anda dört atlı gecenin sessizliğini bağrışlarıyla keserek gençlere saldırdılar.

Onlar atlarını hızlandırarak çomaklarını kaldırmışlardı.

Etraftaki köylerin köpekleri, sağır edici bir sesle havlamaya başlamışlardı. Her taraftan endişeli sesler ve atların ayak sesleri duyuluyordu.

Çiy çalılığa tüm güçleriyle saldıran atlılar - Vur! Kes! Düşmanlar! Herkes atlara! Koşun! diye bağırıyorlardı.

Sopalarını sallayarak Abil’e yaklaşıyorlardı. İki çomak ona değmişti. Ama Abil kıvrılarak becerikli bir vuruşla atlılardan birinin elinden çomağını düşürdü.

O anda Alkey Ayşa’ya ulaşmıştı.

- Gidelim, korkma. Abil onları durdurur dedi ve kızın yanında koşmaya devam etti.

Ama saldıranlardan ikisi guruptan ayrılmış ve onların peşine düşmüştü.

Tüm köylerden çıkan atlıların oluşturduğu çember giderek daralıyor, sesler yaklaşıyordu. Herkes - Kaybolmayın, buraya gelin, düşmanlar burada diye bağırıyorlardı. Abil, bir yurtanın girişinden başköşeye kadar olan mesafe kadar uzun çomağını kaldırdı ve atını kırbaçlayarak atlılara doğru koştu.

- Köpekler gibi geberin! Herkesi geberteceğim diye bağırınca; atlılar adamın gücüne dayanamayıp nehrin kıyısındaki kamışlığa doğru geri çekilip, orada saklandılar. Ayşa ve Alkey’in peşlerinden koşan iki atlı ise onlara ulaşmıştı bile.

Yoldaşının Ayşa’yı alıp almadığını bilmeyen Abil, Ayşa ve Alkey’in peşine düşen ilk iki atlının arkasından dörtnala koştu ve onların önüne geçti.

Atlılardan biri Abil’e - Dur diye bağırdı.

Diğer atlı ise önünü keserek sopasını kaldırarak - İn attan, yoksa gününü gösteririm sana dedi.

Abil, kirmen gibi çevirerek kaldırdı ve - Asıl ben sana gününü göstereceğim diye bağırarak adama vurdu. Ama sopalı atlı darbeden kaçmış, böylece Abil’in gerisine düşmüştü.

Hemen hemen çok yakından - Nerede düşmanlar? diyen sesler duyuldu. Buraya, buraya gelin diye bağırıyorlardı. Abil öne geçmiş, onun peşinden sopalı atlı koşuyordu.

Böylece onlar birbirlerini geçerek bozkırın karanlığında kovalamaca oynar gibi mücadele ettiler. Nihayet önünde gördüğü atlarda arkadaşı ve kardeşini tanıyan Abil rahat bir nefes aldı. - Ayrılma, ayrılma diye bağırdı.

- Yanımda koş. Senin peşindeki adamı eyerden düşüreceğim dedi Alkey.

Gri at, gri kısrak ve kızıl at birlikte yan yana koşuyorlardı. Sopalı adam arkadaşlarını beklemek için atını biraz yavaşlatmıştı. Abil, hızını azaltmadan omzunun üzerinden arkaya çabucak bakarak:

- Onun peşinden diğerleri de geliyor. Aralarında Bimende’ye benzeyen iri biri de var. Bimende için ellerim çoktan kaşınıyordu. O sopalı adam var ya, onun atı bayağı iyi bir at. O, az kalsın beni iki kez yakalıyordu ama doğru düzgün sopa kullanmayı bilmiyor. Birde korkak olduğu çok belli. Ama eğer peşindekilerin atları da onunki gibiyse hemen cesaretlenir ve durumumuz vahim olur. Yine de Bimende’nin yüzünü ben kanla yıkayacağım. Ne pahasına olursa olsun. Atlarınız nasıl, iyi koşuyorlar mı?

Alkey - Ayşa’nın atı iyi gidiyor. Benim kısrakta sıkıntı olabilir dedi.

- Bu üç adamı döverek kurtulmaya çalışalım. Ama kalanlar yetişirse sen Ayşa, bütün gücünle kaç. Biz ikimiz onları durdurmaya çalışırız. Yemin ederim ki Bimende elime düşerse kendi kanında boğacağım o şerefsizi.

- Haklısın. Onları burada durdurmamız lazım. Ayşa’nın atı çok iyi. O durmadan gitsin, biz ona yetişiriz. Anladın mı Ayşa. Sen git ve iki sözü unutma. "Holtabar" ve "Ayrılma". Anladın mı? diye hızlı hızlı konuştu Alkey. Aynı zamanda takipçilerinin bağrışlarını da dinliyordu.

- Anladım... Eğer kaybolursam?

- Kaybolmazsın. Bir yöne doğru git, vadinin kenarı boyunca devam et. Biz seni buluruz diye sakinleştirdi kardeşi.

Üç takipçi hemen hemen yanlarına varmıştı. Abil keskin gözleriyle her hareketlerini takip ediyordu.

Yaklaşanlardan biri - Hey! Durmazsanız ateş edeceğim diye bağırdı.

- Biz de ateş ederiz. Bizimde tüfeğimiz var. Biz sizden hiçbir şey almadık ki. Neden peşimizden geliyorsunuz? Bizden ne istiyorsunuz diye sordu Alkey.

Ona cevaben - Atlarınızdan inin. Nasılsa yola devam etmenize izin vermeyeceğiz dediler.

Abil bağırdı - Ayrılma. Tut. Hiç bırakma diye bağırdı. Herhalde sizin için hayatınızın hiçbir değeri yok. Gidin buradan, Yoksa pişman olacaksınız.

- Sizi yakalamadan hiçbir yere gitmeyeceğiz.

Gençler gülerek - Bizi yakalamak için ellerin kısa dedi,.

Alkey Ayşa’ya kafasını çevirerek:

- Sakın yavaşlama Ayşa. Koşmaya devam et. Biz bunlarla biraz uğraşalım. Galiba bizi bırakmayacaklar. Görüntü böyle.

Ayşa yalvarır bir sesle - Kendinize iyi bakın lütfen dedi.

- Bizi düşünme. Her şey çok iyi olacak...

Ayşa uçarcasına gitti.

Abil - Dostça ayrılalım diye bir öneride bulundu. Biz sizi tanımıyoruz sizde bizi tanımıyorsunuz dedi.

Atlılar - Vurun, yıkın bunları diye bağırdılar.

Abil atının ısınmış yanlarını dizleriyle sıkıştırdı ve düşmanların sol kenarına doğru koşturdu. Alkey ise sağa döndü. Üçlü gurup gençlerin manevrasını anlamadıklarından iki taraftan sıkıştırılmıştı. Abil bir anda atını çevirdi. Çomağını sallayarak - Dua et. Ölüm saatin geldi diye bağırdı ve atlıların birine saldırdı. O, tıpkı bir tımak gibi attan düştü. Düşen adamın atı homurdandı ve şaha kalktı. Diğer iki adam bağırarak Abil’i düşürmeye çalıştılar. Alkey kısrağını hızlandırarak yardıma koştu. Daha önceden Abil’in peşinde koşan sopalı adam Alkey’e dönerek mızrağını uzattı. Ama Alkey çomağını iki eliyle yakalayarak karşıdakine ezici bir darbe indirdi. Atlının elinde ki mızrak düştü, atın yelesinden tutmaya çalışarak düşmeye başladı.

Üçüncü atlı ona yardıma koştu ama bu seferde Abil avını pençeleriyle yakalamak isteyen bir kara şahin gibi ona saldırdı. - Nihayet sana gününü göstereceğim köpek Bimende. En büyük hayalimi gerçekleştireceğim nihayet. Seni parçalayacağım sapık satıcı.

Karşısında ki düşmanı atını döndürdü ve kaçmaya başladı. Ama Abil onu yakalayarak sopayla adamı bayılttı. O, attan tepetaklak yuvarlanmış, atı da tökezleyip durmuştu. Abil geri dönerek adamın üzerinden atladı.

Alkey’e bağırarak - Vur köpeği dedi.

Eyerden düşmüş Bimende toprak üzerinde büyük bir et parçası gibi yatıyor ve ağır ağır nefes alıp veriyor, kafasındaki yaradan kan akıyordu. Vuruşmanın olduğu yerde öfkeyle çomağını sallayan diğer atların yaklaştığını gören Abil ve Alkey, hızla oradan kaçtılar.

Ayşa’nın kızıl atı rüzgar gibi koşuyordu. Kız "atların", "düşmanların" bağırışlarını hala duyuyor gibiydi. Sanki sağdan soldan, nal sesleri duyuyordu. O, kırbaç ucu gibi eğilip önündeki karanlığa dikkatlice bakarak atın yularını bırakmış, atın kendi seçtiği yolda devam ediyordu.

Nihayet bağırışlar, çağırışlar kesilmiş, takipçilerin sesleri çok geride kalmıştı. Hafif bir gece rüzgarı Ayşa’nın yüzünü okşuyordu. Atın terli yanlarını serinletiyor ve gecenin yoğun sessizliğini artık hiçbir ses bozmuyordu.

Ayşa, yuları gererek arkaya baktı. Heyecanlı at endişeli adımlarla yerinde duramıyordu. Gece tüm sesleri ve gürültüleri yutmuş gibi sessizdi. Ayşa siyah kaşlarını birleştirerek karanlığa alışmış gözleriyle, kurtarıcıları Abil ve Alkey’i görmeye çalışıyordu. Ama gece, sanki seslerle birlikte iki genci de yutmuştu.

"Ya yanımdan geçtiler ya da onlara bir şey oldu. Belki de onları yakaladılar. Bağırsam mı acaba. Ama bağıramam. Sesime yine takipçiler gelebilir. Benim sesime bir yabancı gelirse ne yaparım. Bozkırın ortasında kötü adamlarla karşılaşırsam ne yapacağım." diye endişeyle düşünen Ayşa, kendi kendini de sakinleştiriyordu. - Yok. Korkmamalıyım. Sakince yoluma devam edeyim, en iyisi bu. Burada şafağa kadar durmanın bir anlamı yok. Atım güçlü ve dayanıklı bir at. Belki onlarda bana yetişirler.

Böylece devam eden Ayşa, sürekli arkasına bakıyordu. Sonunda bir dizi tepenin dibinde durdu. Arkasını dinlemeye başladı. Hiç ses yoktu. Bulunduğu yerde ona tanıdık gelmemişti.

"Kayboldum ben" diye düşündü Ayşa. Gökyüzüne baktı. Gökyüzünde "karakşi çocuklar" ve "temirkazık" yıldızını bulmaya çalışıyordu. Ama yoğun bulutlar yıldızları kapatmıştı. Kız kederli sırıttı. "Bir insan felakete uğrarsa gökyüzü de ona arkasını döner." dedi.

Koşmaya devam etti. Yönünü tepelere göre anlamaya çalıştı. Düz bir yere çıktığında ileride bir dizi yeni tepe gördü.

Karanlık mağaradan çıkışı arayan biri gibi onun düşünceleri de çırpınıyordu.

"Bir felaket bitince hemen peşinden diğer felaketi bekle" Şimdi haydutlar... bozkırda avlanan kurtlar... cinler... şeytanlar...Eğer kötü ruhlardan bahseden hikayeler doğru ise. Ama yok. Ben kendi kendimi niye korkutuyorum ki. Kantabala’da korkudan neler neler görmüştü? Atasözleri boşuna söylenmez - Korkunun gözleri büyüktür. Kantabala ne ki! Baybişe Ukejan’ı hatırla. O, aynı bu gece gibi karanlık bir gecede erkek kıyafeti giyip nefret ettiği evinden kaçmıştı. Gece gündüz yürümüş, açık bozkırda tam iki gece geçirmişti. Sonunda Turseken’in konakladığı yere ulaşmıştı. Ona koje[26]vermişler ve o tekrar atına binip Koke’nin köyünün yolunu sorduğu anda sadece Turseken’in baybişesi, onun sesinden genç adam sandıkları kişinin bir kadın olduğunu anlamıştı. Üstelikte Ukejan kaçmaya karar verdiğinde sessiz, bitkin, ağır ev işlerinden tükenmiş bir kadındı. Ben sağlıklı, güçlü bir kadınım. Altımda sağlam bir at var. Neden, kimden korkacağım ki?"

Kendine çok dikkatli baktı.

"Gerçek bir yiğite benzemiyor muyum ben"

Ama bu düşüncesi ona rahatlık vermemişti. Yiğit olsa da olmasa da ne fayda. Yolunu kaybetmişti. Bu karanlıkta ne tarafa gideceğini bilmiyordu. Sola mı, sağa mı, geriye mi?

"Şafağı beklemem lazım. Yoksa buradan çıkamayacağım" diye karar vermek zorunda kaldı Ayşa.

Bir anda sağ taraftaki tepenin dibinde, karanlık siluetler görmüş gibi oldu. Kalbi korkudan çarpmaya başladı. Gölgeler tam bir sessizlik içindeydi. Ayşa dizginleri hareket ettirerek onlara doğru gitti. Hiç ses yoktu. Yaklaşınca önünde harap çitle sınırlanmış bir avlu ya da mezarlık gördü. Korkudan ne olduğunu anlamadığı alanın etrafından aceleyle dolaştı. Atı yine huzursuzlanmıştı.

At, yıkılmış yapılara yan gözle bakarak koşuyordu. Ayşa, terk edilmiş yerin mezarlık değil de kışlık yerleşim yeri olduğunu anlayınca, bir anlık da olsa rahatladı. Ama at bir anda durduğu için Ayşa az kalsın atın üzerinden uçacaktı. Atın kulakları kıpırdamıyordu bile. Sadece bütün vücudu gerilmiş, karanlıkta bir noktaya bakıyordu. Ayşa’nın sırtı karıncalanmıştı. Hemen önünde sanki toprağın altından, acı ve uzun bir inleme sesi geldi.

Kızın kafasında korkunç düşünceler dolaşıyordu "Cin mi? Şeytan mı? Kurtlar mı?" Uzun inleme yavaşça kederli bir feryada dönüşmüştü. Ayşa’nın kalbi deliler gibi atıyor, alnından soğuk terler boşanıyordu. Atı bir anda kişnedi ve sola doğru sıçradı. Ayşa az kalsın eyerden düşüyordu. Ama mucizevi bir şekilde tutunmayı başarmıştı. Dizleriyle atın karnını sıktı.Uluma sesleri soldan, sağdan ve önden geliyordu. Bu ses belli bir noktadan da gelmiyordu. Sanki sürekli yön değiştiriyordu. Sonuçta uluma sesi ona yaklaştı ve Ayşa’nın keskin gözleri, toprağa doğru eğilmiş kurtların korkunç gölgelerini fark etti. Kurtların gözlerinin yeşil ışıkları, loş ortamda bir ışık gibi parlıyordu. Sivri pençelerini taşlara sürtme sesi bile duyuluyordu.

Ayşa’nın aklında bir hatıra daha canlanmıştı. "Kışın kurtlar Karanay’ı parçalamışlar, karda sadece kemirilmiş kanlı kemikleri kalmıştı." At homurdanıyor, sanki yarış koşacakmış gibi sabırsızlıkla ayaklarını yere vuruyordu. Kurtlar hırıldayarak, atın her hareketini dikkatlice takip ederek, biraz uzakta duruyorlardı.

Yarı harap karanlıkta zor görünen kışlık eve bakarak, üzüntüyle düşündü. "Kurtlardan beter insanlardan kurtuldum. Hayvanların dişlerinde mi öleceğim."

"Eğer orada kapı bozulmamışsa içeride atla birlikte saklanırım. Ama hem çit alçak, hem bazı yerleri kırılmış, kapı ise kesinlikle bozuktur. O zamanda kendi kendimi kurtlara ikram ederim. Belki içeride bir sopa bulurum, kurtları korkutabilirim ve onlarda giderler. Boşuna demiyorlar herhalde "At üzerinde bulunana kurtlar dokunmaz."

Kurtlar gitgide daha cüretkâr oluyor, yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Kıza her taraftan yeşil ışıklar bakıyordu.

İlk önce iki yaşlı hayvan korkuyu yenmişlerdi. Onlar ata iyice yaklaşmış ve pençeleriyle sabırsızlıkla toprağı kazmaya başlamışlardı.

Ayşa tüm gücüyle korkunç bir sesle - Hoşt diye bağırdı. At da korkunç homurtularla nallarını yere vurmaya başladı. Yaşlı kurtlar geri çekildi ve sürüye katıldı. Ayşa tüm hızıyla kışlığa doğru koştu. Arkaya baktığında sürünün adım adım peşinden geldiğini gördü. Hoşt, hoşt diye tekrar bağırdı ve durdu. Kurtlar da durdu.

Ayşa çok kötüydü. "Etrafta bir tane bile canlı yok. Ben ne yapacağım, ne edeceğim."

Daha önceden onu korkutmuş olan insansız kışlık artık ona güvenli bir sığınak gibi gelmişti. Atı da peşinden gelen kurtlara ve çite bakıyordu. Evin boş olduğundan emin olan Ayşa yine de kendini tutamayarak, yüksek sesle bağırdı:

- Hey! Kimse var mı orada? Bi canlı var mı? Çıkın, yardım edin bana.

Ama yanıt gelmemişti. Sadece nöbet tutan kurtlar daha da acı ulumaya başlamışlardı.

Ayşa içeri girmişti. Etrafına bakınca bir çitle daha sınırlanmış bir samanlık gördü. Atına binmeden ağır sopayı sallayarak çıkardığı anda kurtlar etrafını sarmıştı. Kurtlardan biri önüne geçerek saldırmaya çalıştı ama at yine hırlayarak nallarını toprağa vurmaya başladı. Ayşa’da sopa ile topraklara vurarak bağırınca kurt korkup geri çekilmişti.

Ayşa durmadan sopayla toprağa vuruyor - Hoşt, hoşt diye bağırıyordu. Geri dönüp içeride her köşeyi dikkatlice inceledi. Kapı yoktu. Yanında ki alanda da her şey yıkılmıştı.

Hayvanlar ise korkularını üzerlerinden atmış olduklarından tekrar saldırıya geçmişlerdi. Yine de avlu ne kadar kötü olursa olsun, açık bozkırdan daha güvenli bir yerdi. Ayşa çitin yanına atını koydu. Böylece kendi arkasını güvene almış oldu. Kendisi ise sopayı alarak savunmaya geçti.

Az önce çıkmış olan iki kurt tekrar sürüden ayrıldılar. Saldırmak için hazırlandılar ama Ayşa tüm gücüyle bağırarak sopa ile çite vurunca hayvanlar tekrar uzaklaştılar.

Genç kızın başı dönüyordu. Şu anda doğu neresi batı neresi karıştırmıştı. Ama kurtlarla mücadele ederken karanlık yırtılmış, ortalık aydınlanmıştı. Gece aydınlanmış, etrafındaki tepelerin sınırları daha net ortaya çıkmıştı. Gökyüzünü kapatan bulutlar dağılmaya başlamış, aralarından soluk yıldızlar ve ince bir hilal ortaya çıkmıştı.

Kısa bir zaman sonra ay ışığı söndü. Artık ufuk daha net olarak görülmeye başlamıştı. Gece koşmaktan bitkin, kurtlarla savaşmaktan yorgun Ayşa, yıldızların ışıklarını ve başlayan şafağın parıltılarını görünce çok sevindi. Bunu iyiye doğru bir işaret olarak yorumladı. Kaybolmuş gücüne ve yaşam sevincine tekrar kavuşmuştu. Şafağın alacakaranlığında bulunduğu yeri tanımaya çalışan Ayşa etrafına bakındı.

Atı da kendine gelmişti. Ayşa, iki kat güçle sopasını çite vuruyor, kurtlar tekrar saldırmaya cesaret edemeyerek istemeyerek de olsa ağlamaklı bir sesle, kurbandan uzağa geriye doğru çekiliyorlardı.

Karanlık açılmış, etraftaki şeylerin siluetleri çok net olarak görünmeye başlamıştı. Aniden şafağın yumuşak ışıklarıyla kaplı tepelerin arkasından, uzun bir vınlama sesi geldi. Ses sanki kasvetli sessizliği parçalamıştı.

Ayşa düşündü. "Bu ne. Nereden geldi bu ses?"

Ses çıktığı gibi aniden kesilmişti. Bir saniye durakladıktan sonra tekrar uzun bir vınlama sesi geldi. Ayşa tepelere, tepelerin güneyine doğru yükselen dağlara daha dikkatli bakınca birden rahatladı. Bu yeri biliyordu. Gözleri ışıkla parlamıştı. Sanki tüm gece boyunca aradığı birini ufukta görmüş gibi sevindi.

- Heyt be heyt! diye bağırdı. Atını bütün gücüyle kırbaçlayarak kurt sürüsünün üzerine doğru sürdü. Kurtlar büzüşüp kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırarak kaçmaya başladılar. Ayşa bir müddet kurtların peşinden koştu. Sonra atını ölümden kurtulmasını sağlayan enteresan sesin geldiği tepelere doğru sürdü.

Kurtlar tamamen çekilmiş, ortalık iyice aydınlanmıştı. Ayşa bozkırda at üzerinde gidiyordu. Uzaktan, yüksek otlukta donmuş bir insan figürüne benzeyen taş sütunları gördü. Bir anda taşlar kıpırdadı, sanki bir hayalet gibiydi. "Belki de gerçekten canlı biri vardır orada" diye düşündü Ayşa. Ama kendi hatasını anlayarak kendi kendine güldü. Meğerse sütunun tepesinde kocaman bir kuş oturuyordu.

Ayşa kuşu tanımıştı. "Bu kuş kaya kartalıydı ve avcı Seyitkali’nin kartalına çok benziyordu."

Kartal kafasını çevirdi ve gözünü kırpmadan kıza gururlu bir bakış attı. Kız da ona sırıttı. "O ses bu zavallıyı da erken uyandırmış. Oh! Artık kurtlar kesinlikle yaklaşmaya cesaret edemezler. Galiba benim bilmediğim şeyi onlar biliyorlar."

At ürkmüştü. Kartal, kanatlarını açıp havalandı. Güçlü kanatlarını yavaşça çırparak şafağa doğru uçuyordu. Daha geniş bir daire çizerek yukarıya daha yukarıya yükseldi ve sonunda güneş ışığında kaybolarak, tepelerin arkasında yok oldu...

Dağların arkasından yükselmiş sabah güneşi topraklara altın ışıklarını döktüğü zaman, Ayşa şafağa doğru koşarak nihayet Nildinsk tepelerine ulaştı. Tepelerin batı yamaçlarında yerleşmiş herkesin bildiği Nildinsk fabrikası, tanımadığı çok büyük bir ülke gibi kızın önünde yayılmıştı.

Nildinsk tepeleri Ayşa’nın atalarının memleketi olmasına rağmen ve aslında fabrika onların adını taşımasına rağmen, Ayşa hayatında bu fabrikayı bugüne kadar görmemişti. Hakkında sadece yaşlı ve çok gezen adamların anlattıkları kadarını biliyordu. Mesela kardeşi Sapargali burada çalışıyordu ve o nadiren eve gelirdi. Her geldiğinde de durmadan metal makineleri, uzun dar fırını, taş gibi sert kömürü, kömürle ocaklar nasıl ısıtılıyor, dağın içindeki köstebek yuvaları gibi galerileri, sarı bakır içeren cevher dağlarını, işçilerin yaşadığı kocaman tuğla yurtları, çok güzel ürünlerle dolu bakkallar ve mağazaları, Rusları, genizden konuşan tuhaf İngilizleri ve tabi ki vardiyanın başlangıç ve bitiş sinyalini bildiren "Şabaş" hakkında çok şey anlatırdı.

Doğru derler. Kulak duyar, göz görmez. Önce kızı sonra da kurtları korkutan tepelerin arkasından gelen uzun ulumaya benzeyen ses, şimdi kızın anladığı gibi kardeşinin anlattıklarından tanıdığı "Şabaş" sesiydi.

O, tepenin üzerinde durdu. Bacaların uzun boyunlarından gökyüzüne yoğun kara duman çıkıyordu. Çok pencereli fabrika bloklarının etrafında küçük karıncalar gibi işçiler koşuşuyordu. Yüklü arabalar gıcırdıyor, inekler mölüyordu. Üçgen şeklinde bağlanmış başörtüleri ve uzun geniş etekleriyle çok tuhaf kıyafetli beyaz ciltli kadınlar, inekleri bir yere götürürlerken onların çocukları da kadınların eteklerinden tutuyorlardı.

Ayşa hâlâ elinde tuttuğu sopayı kenara bıraktı. Atının yönünü, fabrikanın batı tarafında yerleşmiş ve çeşitli ebatlarda yaklaşık yüz elli yurtadan oluşmuş kasabaya döndürdü.

Yeni kasabada olan her şey onu çok meraklandırmıştı: çıkan dumanlar, memleketindeki köylerin evlerine hiç benzemeyen yüksek evler, her binada bulunan sayısız camlar ve hiç bitmeyen uğultu. Sadece alçak barakalar ve keçe kaplanmış yurtalar ona tanıdık gelmişti. O, yüksek fabrika binalarını, çok uzun olmayan hayatı boyunca gördüğü binalarla karşılaştırmaktan kendini alamadı. Artık Kazakların yaz konutları, kışlık kulübeleri, taş, kil ve samandan zar zor yapılmış ve iplerle bağlanmış barakaları, şimdi ona çok sefil gelmişti. İçinde güven hissi büyüdü: Fabrika büyük bir güçtür. Fabrikaya sığınan birinin, fabrikanın koruması altına giren birinin, hangi kalıptan olursa olsun bozkırın kurtlarından korkmasına gerek kalmayacaktı. Nasılda yanılmıştı keşke bilebilseydi. Ama her şey, hem aklının aydınlanması hem de gerçek hayat önündeydi.

O yurtaların yanına gitti ve orada inekleri otlağa götüren iki Kazak kızıyla karşılaştı.

Kadınlardan büyük olanı ona- Canım sabah sabah nereye böyle? diye sordu.

- Kadır’ın köyündenim. Yoldaşlarım geride kaldı, ben önden geldim. Burada benim kardeşim Sapargali çalışıyor. Ona gidiyordum. Nerede oturduğunu biliyor musunuz acaba? diye sordu Ayşa.

Kadınlar birbirlerine baktılar.

Büyük olan kadın tekrar - Sapargali mi dedin? diye sordu. Hangi soydan?

- Hangi soydan mı? Bizim soydan, Toka soyundan diye cevapladı Ayşa.

- Toka soyundan burada birçok insan var. Bizde aynı soydanız ama seni bilemedik. Sen söyle bakalım. Şulenbay’ın ve Bijan’ın akrabası olan Sapargali mi? diye sordu diğer kadın.

Ayşa sevinerek - Evet evet. Bunlar bizim akrabalar.

- Tamam. Şimdi anlaşıldı. İşte ordalar. Sınırdaki yurtalarda kalıyorlar ve eğer senin kardeşin şimdi vardiyada değilse evdedir.

Ona gösterdikleri yere geldiğinde yurtadan ellerinde bir çift kova olan genç bir kadın çıktı. Ayşa’yı gören kadının gözleri fal taşı gibi açılarak ona ve erkek kıyafetlerine baka kaldı.

- Merhaba. Siz Sapargali’yi tanıyor musunuz diye sordu Ayşa.

- Tanıyorum. Siz onun nesi oluyorsunuz?

- Ben onu küçük kız kardeşiyim.

- O, bu yurtada yaşıyor.

- Şimdi evde mi acaba?

- Evde. Gece vardiyasından yeni geldi. Galiba uyuyor.

Ayşa atını harekete geçirdi. Genç kadın onun peşinden merakla bakıyordu. Ayşa kadını önemsemeden attan indi ve atını yularından beldeu’e[27] bağladı. At kendini sallayınca koşum takımları zil sesi çıkardı.

Genç kadın tanımadığı kadına seslendi - Tam bir yiğit gibi. Halbuki kızmış dedi.

Ayşa ahşap kapıyı açıp, karanlık yurtanın içine girdi.

Kumaş perdenin kenarından açan başka bir kadın - Kim var orada? diye sordu.

Ayşa cevap vermedi. O, yerde yatan üç erkeğe bakıyordu.

Kadın tiz bir sesle - Sen sağır mısın? diye bağırdı.

Ayşa nihayet kendine gelerek - Sapargali burada mı diye sordu?

- Burada...Sen kimsin?

- Ben onun küçük kız kardeşiyim.

Kadın heyecanlı bir şekilde – Ayşa! Hangi rüzgar attı seni buraya. Hay Allahım...Ben de seni karanlıkta tanıyamadım. Hey erkekler kalkın diye seslendi.

Kadın ayağa kalkıp çabucak elbiselerini giydi ve başörtüsünü aceleyle bağlayarak çıplak ayakla Ayşa’ya doğru koştu.

- Canım! Güvercinim! Nereden çıktın sen? Yalnız mı geldin? Tundik kapalı olduğu için ben seni karanlıkta tanıyamadım. Kadın sürekli konuştuktan sonra yine uyuyanları uyandırmaya başladı:

- Hey Sapargali kalk! Hepiniz kalkın. Ayşa gelmiş!

Ayşa’nın Sapargali’nin karısı olduğunu bildiği kadın, tündik’i açtı ve yurta aydınlandı. Yurtada uyuyan herkes uyandı. Uzun boylu, geniş omuzlu genç Sapargali, patiska gömleğiyle kalkıp az uyumaktan dolayı gözlerini sersem sersem kırpıştırdı.

- Oy Ayşa. sen misin?

Saduakas ve Arın - Sapargali’yle birlikte fabrikada çalışan, kalabilecekleri tek yer olan bu küçük yurtada kalan, aynı zamanda Sapargali’nin akrabaları olan bu adamlar esneyerek homurdandılar.

Kısa bir zaman sonra yurtanın tüm sakinleri, kaynayan semaverin etrafından oturmuş Ayşa’nın hikayesini ilgiyle dinliyorlardı. Arada sırada kızın sözünü kesip ayrıntıları soruyorlar, söylediklerini tekrarlaması için ricada bulunuyorlardı. Onun küçük kardeşini yaşlı çirkin bir adama vermek isteyen akrabalarının ne yaptığını öğrenen Sapargali’nin damarlarındaki kanı kaynamaya başlamıştı. Diğerleri de en az onun kadar sinirlenmişti.

Ayşa’nın ve kaçmasına yardım eden delikanlıların cesareti herkesin hoşuna gitmişti. Genç kızın kurt sürüsüyle karşılaşıp az kalsın öleceğini öğrenen kadınlar, oflaya puflaya lanet okuyorlardı.

Ayşa’nın anlattıkları bittikten sonra Sapargali - Abil ve Alkey neredeler? Yoksa geri dönmediler mi? diye sordu. Ayşa üzülmüştü - Bilmiyorum. Döndüklerini sanmıyorum. Biz, onlar beni buraya getirip burada yerleştirmeleri için anlaşmıştık. Benim buraya sağ salim ulaşıp ulaşmadığımı öğrenmeden nasıl dönecekler. Belki de onların başına bir şeyler geldi.

Ayşa’nın kardeşini ararken gördüğü büyük gözlü Saduakas’ın karısı genç kadın - Belki onlar düşmanların ellerine geçmiştir diye bir tahminde bulundu.

Sapargali kabul etmedi - Olmaz böyle bir şey. Onların atları çok güzel atlardır. Abil, Şulen bay amcanın sürülerine kendisi bakıyor. En hızlı atları seçmez mi hiç dedi.

Arın onu destekledi - Evet. Bi de dövüşte onların ikisi on kişiye bedeldir dedi.

Saduakas şaşırdı - Alkey’de mi Şulenbay’ın at çobanıydı yoksa.

Ayşa - Evet. İki senedir onun için çalışıyor. Alkey Abil’in en iyi arkadaşıdır dedi ve nedense kızardı. Saduakas kardeşine dikkatlice baktı ve sırıtarak kafasını salladı.

Saduakas eliyle dizine vurarak - Gideceklerini Şulenbay’ın diğer çobanlarına söylediler mi acaba? Çok merak ediyorum dedi.

- Söylemişlerdir herhalde. Onların ikisi de Şulenbay’ın atlarına binmişlerdi. Söylememişlerse de aman boş ver. Ne olacak sanki! dedi kahkahayla erkeklerin en genci olan Arın.

Sapargali biraz düşündükten sonra şu karara varmıştı - Kötü bir şeyler olduğunu zannetmiyorum. Yakalanmışlarsa bile Bimende Şulenbay’ın adamlarını tutmaya cesaret edemez. O, her pisliği yapar ama bayağı korkak biridir.

Arın heyecanlı - Hay Allahım! Ben diyorum ki Abil tek başına on kişiye bedeldir. Alkey’de en az onun kadar güçlüdür. Belki de onlar karanlıkta Ayşa’yı kaybettiler ve bozkırda onu arıyorlardır.

Saduakas kabul ederek - Evet evet. Hakikaten öyledir.

Sonuç olarak Sapargali - En önemli şey Ayşa artık bizimledir. O bizim yanımızda olduğu müddetçe isterse şeytan gelsin, onu kimse bizden alamaz dedi.

- Artık kimse onu elimizden alamaz diye bağırdı Arın.

Saduakas gülerek - Onlarda bu kadar rezaletten sonra yüzlerini göstermek istemezler dedi. Onun karısı Gülcihan semaverle uğraşıyordu ama pür dikkat Ayşa’nın maceralarını dinliyordu.

Her dakikada bir - Vay anam vay! Düşünün ki bizim Ayşa nasıl cesur biriymiş diyordu.

Saduakas gülerek - E neden korksun ki. O artık ayaklarının üzerinde durabilen genç bir kadın. Dediğim gibi onu değil Boranbay’ın oğluna, Tanrı’nın oğluna bile vermeyeceğiz dedi.

Karısı kocasını destekleyerek - Tabi ki. Neden verelim ki zaten.

- Ama yinede dikkatli olmakta fayda var. İlk bi kaç gün biz fabrikaya giderken Ayşa bu yurtada kalmasın. Biz onu kasabanın diğer tarafındaki İbray ustaya ya da Rus Sergey ustaya gönderelim dedi Sapargali.

Saduakas kabul ederek - Çok iyi fikir. Gerçi ona burada da kimse dokunmaya cesaret edemez ama olsun.

Sapargali yerinden kalkarak - Ben gidip Sergey ve İbray ile konuşayım. Onlar yabancı değiller, güvenilir işçilerdir dedi.

Günün yarısı geçtikten sonra Sapargali ve Saduakas’ın küçük yurtasının yanına atlılar gelmişti. Onların atları terden vıcık vıcık olmuştu. Alkey ve Abil gece gerçekten yoldan uzaklaşmış, gece boyunca önce birlikte Ayşa’yı aramışlar daha sonra da ayrılarak farklı yollardan fabrikaya gelmeye karar vermişlerdi. Kızın sağ salim yakınlarına ulaştığı ve artık güvende olduğu haberi, onları çok sevindirmişti.

Abil’in kafası bir bezle sarılmıştı - Bey’in çomak sallamaları boşa gitmemişti. Kumaşın üzerine tımağını giymiş ve yollardan, heyecandan ve uykusuzluktan yorgun düştüğünden aynen o şekilde yatmıştı. Ayşa’da Saduakas’ın yatağında kumaş perde ile kapanmış yerde deliksiz uyuyordu.

Sapargali Arın’a - Atları komşumuz Joldıbek’in avlusuna götürüver. Kızıl atın yanına bağla, dinlensinler dedi. Joldıbek’in karısını da söyle onlara iyi baksın.

Arın’ın çıkışa doğru gittiğini gören Abil kalktı.- Dur. Söyle ki güneşin batışına kadar onlara yem vermesinler. Bi de kolanı biraz gevşetsinler dedi.

Arın kısaca ‘Olur söylerim’ diyerek çıktı.

Saduakas merakla - Nasıl oldun Abil. Başın çok ağrıyor mu diye sordu?

- Başımın ağrıması o kadar da önemli değil. Ben iki gece uyuyamadım, çok uykum var dedi Abil.

Alkey’de kafasını yastıktan kaldırarak güldü: - Bu kafa daha neler gördü neler dedi.

Sapargali de güldü - Gördüğüm kadarıyla deriniz manda derisinden daha kalınmış çocuklar dedi. Herkes güldü.

- Rahat bırakın onları. Dinlensinler, biraz uyusunlar. Uzun bir yolları daha var dedi Saduakas ama kendini tutamayarak hayranlıkla ekledi - Yine de siz Bimende ve Şakir ile harika ödeşmişsiniz. Siz onlara iyi bir ders vermişsiniz.

Atlara yem verirken güneş dağların arkasına doğru iniyordu.

Sapargali ve Saduakas gece vardiyasında çalışıyorlardı. İşe gitmeden önce onlar Ayşa’yı İbray ustaya götürmüşlerdi. Abil ve Alkey dönüş yoluna hazırlanmak için ayaktalardı.

Vedalaşma zamanıydı. Ve bu vedalaşma çok dokunaklıydı. Atlıların önünde küçük bir kalabalık; işe gitmek için giyinmiş Sapargali, Saduakas, Arın, Sapargali’nin karısı Gülcihan, Rus Sergey ve Kazak komşular toplanmıştı.

Saduakas genç kahramanlara:

- Sizin için orada yaşamak çok zor olursa bize gelin. Orada siz yalnızsınız. Burada biz çok kalabalığız. Burada çalışabilirsiniz. Sergey’i göstererek, o sizi burada bir işe yerleştirir dedi.

Sergey’de onaylayarak - Hakikaten yahu, bir şey olursa doğruca bize dönün. Biz birlikte kötü olamayız dedi.

- Biz kimsenin bir şeyini almadık. Onlar bize ne yapabilirler ki? diye cevap verdi Abil.

Saduakas düşünceli - Ben ne olur ne olmaz diye öylesine söyledim. Bu zenginlere hiç güven olmaz dedi.

Gençler, Çok sağ olun diyerek teşekkür etti. Sizin iyiliklerinizi unutamayız.

- Biz de sizin cesaretinizi unutamayız değil mi Sergey?

- Doğru diyorsun Saduakas.

- Peki. Hoş çakalın, hoş çakalın. Ayşa’yı gözünüzden bile sakının dedi Abil.

En sonunda Alkey cesaretlenerek - düşünüyorum da. Onunla en kısa zamanda görüşeceğimizi de söyler misiniz dedi.

Sapargali - Bakarız! O artık aramızda, fabrikamızda. Yani merak etmeyin diye cevap verdi.

Delikanlılar atlarını mahmuzladılar. Akşam saatiydi. Ayşa’nın çok iyi hatırladığı " Şabaş" vınladı.

Delikanlılar uzaklaşmaya başlamışlardı. Figürler gitgide küçülüyordu ama tepelerin arkasında tamamen yok olana kadar insanlar onların arkasından baktılar.

... Ağustos 1916. Otlara ve çalılara hafif bir solmanın dokunduğu ama sonbahara kadar epey..... epey zaman daha varken, burada yazın tacı olarak adlandıran boğucu temmuzun son günleri.

1922-1935


[1] Şolpa – Şakaktaki dekoratif askılar.

[2] Uka – Bir tılsım olarak kullanılan baykuş tüylerinden yapılan şapkadaki süsler.

[3] Kimeşek – Halk kostümün bir parçası olan şapka türü.

[4] Kumgan – Metalden ya da seramikten yapılma dar ağızlı sürahi.

[5] Tımak – Kutsal başlık.

[6] Kalım – çeyiz.

[7] Toy - Kutlama yemeği

[8] Nasıbay - Ağızda çiğnenen tütün türü

[9] Tor - Yurtada misafirler için ayrılmış başköşe

[10] Çekmen - Uzun ve kısa arası erkek kıyafeti

[11] Kerega - Yurtanın silindirik kısmının ahşaptan yapılmış örgüsü

[12] Tündik - Yurtanın açık üst kısmı

[13] Baybişe - Yaşlı eş

[14] Kuruk - Kazakların atları yakalamak için kullandıkları ucunda halat olan uzun bir sopa

[15] Tora - Metal telden kafes

[16] Aksakal - Köyün ya da soyun büyükleri

[17] Beşmet - Pardesü

[18] Soıl - Budaklı sopa

[19] Kurgan - Mezarlık

[20] Kotan – eskide Kazaklar köyü ‘kotan’ derlerdi.

[21] Jut - Sığırın otlamasına engel olan şiddetli kar yağışı veya otlakların buzlanması nedeniyle oluşan sığırların kitlesel ölümleri

[22] Akın - Halk ozanı, doğaçlama söyleyen

[23] Kerme - İki yurtanın arasında atların bağlandığı uzatılmış halat

[24] Kungan - İbrik

[25] Korjun - İsteme anında geline verilen hediye paketi

[26] Koje - Ekşi çorba

[27] Beldeu - Yurtadaki keçe parçalarının bağlandığı dokuma kuşak

Көп оқылғандар